Kapitalizm Çıkmazda, Kurtuluş Sosyalizmde! Mart 2012
• MİT krizi neyin krizi? • “Dindar nesil” mi, itaatkâr işçiler mi?
84
• Milletvekili maaşları ve burjuva parlamentarizmi • Kapitalizm çıkmazda /2 • Kapitalizmde şiddet ve terör • Yunanistan işçi sınıfı reformizmin kıskacında
MİT Krizi Neyin Krizi? Utku Kızılok
E
gemen sınıf içinde yeni bir kriz boy vermiş durumda ve şimdilik soğutulmuş gözükse de krizin tüm temel belirleyenleri yerli yerinde duruyor. Devlet kurumları arasında ani ve fırtınalı bir çatışmayla kendini dışa vuran bu kriz, gerçekte devletin dümenine geçen AKP eksenli burjuva koalisyon güçleri arasında yaşanan bir krizdir. Buradan da anlaşılacağı üzere, patlayan çatışmanın şimdiki tarafları geleneksel Kemalist asker-sivil bürokrasiyle onun karşısında yer alan sermaye kesimleri değildir. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafya, sermayenin emperyalist atakları, yeni burjuva odakların sahneye çıkması, burjuva kesimler arasındaki güç çekişmelerinin devam etmesi ve Kürt sorunu gibi siyasal sorunlar rejimin sürekli kriz üretmesine sebep olmaktadır. Türkiye kapitalizminin geleceği, buna bağlı olarak Ortadoğu’da ve yürüyen emperyalist savaş sürecinde nasıl bir çizgi izleneceği ve Kürt sorunu konusunda nasıl bir tutum alınması gerektiği noktasında ortaya çıkan görüş farklılıkları, egemen sınıf içinde krizlere yol açmaktadır. Ortaya çıkan kapışmanın önümüzdeki süreçte, uluslararası gelişmelerle de birleşerek burjuva siyasetini belirleyeceği ve yeni arayışlara kapı aralayacağı muhakkaktır.
Kimler çatışıyor? Patlak veren çatışmanın nereden kaynaklandığı konusunda geniş kitlelerin bilincinin bulanık olduğu açıktır. Sahnedeki görüntü şudur: Kavganın bir tarafında polis ve yargı, öte tarafında ise MİT vardır. Belirtelim ki, bu kavgada da –çeyrek yüzyıldır yürüyen iktidar kavgalarında olduğu gibi– Kürt sorunu önemli bir yer tutmaktadır. Polis ve yargıda hâkim mevziler tutan ve kavganın bir tarafını oluşturan cepheye göre MİT, PKK ile yapılan Oslo görüşmelerinde çok ileriye gitmiş ve suç işlemiştir. KCK’nin içine sızan MİT’in, haberdar olduğu eylemleri engellemediği ileri sürülerek, üstü kapalı bir şekilde MİT’in hain olduğu ima edilmektedir. Bu ağır suçlamalar eşliğinde eski ve yeni MİT müsteşarlarının ve önemli görevlilerin savcı tarafından ifadeye çağrılması, gerek devletin tepesinde gerekse burjuva siyaset arenasında büyük bir çalkantıya yol açmıştır. Beri taraftan, krizin patlak vermesiyle medya üzerinden karşılık-
lı yıpratma operasyonu da devreye sokulmuştur. Besbelli ki, karşı tarafın hamlelerini sezen ya da bundan haberdar olan polis-yargı cephesi, çok önemli bir adım daha atarak soruşturma için çağırdığı MİT görevlileri hakkında yakalama kararı çıkartmıştır. Böylece devlet kurumları arasında tepede baş gösteren çatışma büyük bir siyasal krize dönüşmüştür. Egemen güçler devletin tepesinde kapışırken geniş kitleler, gelişen olaylar karşısında izlenimci ve dolayısıyla pasif bir konuma itilmektedir. Devlet kurumları görünümünde patlak veren bu çatışma, hakikaten de yalnızca devlet kurumları arasındaki bir çatışma mıdır? Burjuvazi ve onun medyası olguları hiçbir zaman gerçek boyutuyla yansıtmamaktadır. Bu konudaki tespitleri, gerçekliği tüm boyutlarıyla ortaya koymamaktadır. Meselâ, olayları sarih bir şekilde açıklar görünenler dahi, patlak veren kavgada Gülen cemaati ile AKP hükümetinin karşı karşıya geldiğini, polis ve yargının arkasında Gülen cemaatinin olduğunu söylemekten ileri gidemiyorlar. Bu durumda, bir tarafta burjuva hükümetin, öte tarafta ise dini bir cemaatin yer aldığı, tuhaf bir iktidar kavgası görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Gülenciler, bir cemaatin devletin tepesinde fırtınalar estiren bir krizin parçası olamayacağını ileri sürerek mevcut kavganın üstünü örtmeye çalışıyorlar. Oysa Gülen hareketi, çok uzun zaman önce dini bir cemaat olmanın ötesine geçerek bir sermaye grubuna dönüşmüş bulunuyor. Dolayısıyla siyasal analize, kavganın her iki kesiminin de burjuva kesimler olduğu gerçeği dâhil edilmeden, tablo tam olarak anlaşılamaz. Ortaya çıkan kriz bağlamında Gülen cemaati gündeme oturmuşken, Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın cemaat değil camia olduklarını dile getirmesi oldukça manidardır. Cemaat kavramının marjinal bir içerikte olduğunu söyleyen Dumanlı, Gülen hareketinin toplumun çeşitli kesimlerinden insanı içine aldığını ve cemaat yerine, daha kapsayıcı olan camia kavramının kullanılması gerektiğini belirtiyor. İki kavram da genel anlamda topluluk anlamını içermesine karşın, cemaat dini referanslı ve dar bir kavramken, camia daha geniş bir topluluğu anlatmaktadır. Dumanlı’nın amacından bağımsız olarak, Gülen hareketini yeniden kavramlaştırma ihtiyacı, aslında cemaat kavramlaştırmasının artık onun burjuva
1
marksist tutum
niteliğini tanımlamakta yetersiz kalmasının bir dışa vurumudur. Dolayısıyla bugün karşımızda dini bir cemaatten ziyade, cemaat renklerine bürünerek örgütlenen, yerleştiği devlet kurumları üzerinden iktidardan pay alan ve bunu genişletmeye çalışan bir burjuva odak durmaktadır. Anlaşılacağı üzere, devlet kurumlarının çatışması olarak görünen şey, gerçekte AKP ekseninde örülen koalisyonun içinde yer alan burjuva kesimlerin, Türkiye kapitalizminin geleceğini ilgilendiren konularda yürüttükleri siyasi bir kavgadır. Devlet sömürülen ve ezilen sınıflar karşısında bir bütün olarak egemen sınıfın çıkarlarını temsil eder. Bununla beraber, egemen sınıf da kendi içinde yekvücut olmayıp, kesimsel çıkarlar temelinde bölünmüştür; bu kesimler de devlete hâkim olmak ve siyasete yön vermek için kendi aralarında daima çekişirler. Bu nedenle, devletin tepesinde ya da devletin şu veya bu kurumu arasında patlak veren çatışma, esasında burjuvazinin çeşitli kesimlerinin çıkarlarını ve siyasal eğilimlerini ifade eder. Kapitalist toplumda burjuva devlet, sermayenin rekabetinden, bloklaşmalarından ve iktidar kavgalarından muaf değildir ve olamaz da. Yanılsamalı bir şekilde kendini devletin sahibi olarak gören üst düzey devlet bürokrasisi, burjuvazinin bir parçasıdır. Tam da bundan ötürüdür ki liberal yazarların; polis ve yargı bürokrasisinde yer tutan cemaatçi kimselerin mevki ve yetkilerini, “geldikleri sosyolojik yapının” çıkarları doğrultusunda kullanmamaları yönündeki çağrılarının bir karşılığı yoktur. Kapitalist şiddet aygıtını gözlerden ırak tutmak isteyen burjuva düşüncesi; devleti, tüm toplum kesimlerinin üzerinde yükselen, sınıflardan ve sınıf çıkarlarından bağımsız, herkese eşit duran ve genelin çıkarını koruyan bir yapı olarak sunmaktadır. Oysa bu çarpıtmanın aksine devlet, tepeden tırnağa sınıfsal temelde örgütlenmiş bir egemenlik aygıtıdır. Devlet sömürülen ve ezilen sınıflar karşısında bir bütün olarak egemen sınıfın çıkarlarını temsil eder. Bununla beraber, egemen sınıf da kendi içinde yekvücut olmayıp, kesimsel çıkarlar temelinde bölünmüştür; bu kesimler de devlete hâkim olmak ve siyasete yön vermek için kendi aralarında daima çekişirler. Bu nedenle, devletin tepesinde ya da devletin şu veya bu kurumu arasında patlak veren çatışma, esasında burjuvazinin çeşitli kesimlerinin çıkarlarını ve siyasal eğilimlerini ifade eder. Burjuvazinin bir kesimine yaslanmayan ve buradan güç almayan ya da bu kesimin siyasal açılımları temelinde harekete geçirilmeyen polis ve yargı bürokrasisinin, kendiliğinden, sırf hukuk normlarını uygulamak amacıyla devletin en hassas kurumlarından birine karşı büyük bir operasyon başlatması düşünülemez. Velev ki polis ve yargıda su başlarını tutan cemaatçi bürokratlar, bu operasyonu, kendilerine ikbal kapıları açmak, daha yüksek mevkilere çıkmak amacıyla
2
Mart 2012 • sayı: 84
kraldan çok kralcı edasıyla yapmış olsunlar, bu durum temelde bir şeyi değiştirmez. Rastlantısal olanın da, nesnelliğin kendini gerçekleştirmesi olduğu unutulmamalı. Polis ve yargının MİT üzerinden yürüttüğü operasyonun asıl hedefinin Başbakan Erdoğan olduğu besbellidir. Zira Gülenci burjuva odakların hedef tahtasına oturttuğu MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı özel yetkilerle donatarak PKK ile görüşmelere gönderen bizzat Erdoğan’dır. Zaten meselenin, bürokrasinin iç kaprislerinin ötesine taşarak devletin tepesinde bir krize dönüşmesi de bu sebepledir. Krizin patlak vermesinden bir süre sonra konuşan Erdoğan’ın, “Hiçbir zaman seçilmişleri atanmışlara kul etmeyiz” sözleri de bu gerçeğin dile getirilişidir. MİT müsteşarının seçilmediği, seçilmiş olanın Erdoğan olduğu, bunu bilerek konuştuğu ve karşı tarafa gözdağı verdiği açıktır. Öyle gözüküyor ki, krizi patlatan ve derinleştiren cephe, ne denli güçlü olduğunu ortaya koymak, ani ve keskin bir vuruşla karşı tarafın gücünü kırarak siyasal alanda kendine daha fazla yol açmak istemiştir. Ancak harekete geçen Erdoğan, önce soruşturmanın arkasındaki polis amirlerini görevden almış, savcıya görevden el çektirilmiş ve bir yasa değişikliğiyle MİT’i koruması altına almıştır. Krizin ilk günlerinde basın üzerinden, açıktan açığa polis ve savcının arkasında duran, MİT’i ve onun dolayımıyla da Erdoğan çizgisini hedef alan Gülenci burjuva odak, karşı tarafın bastırmasıyla geri adım atmıştır. Bizzat Fethullah Gülen, Erdoğan’ın hastalığını vesile ederek, iyi şifalar dileğinde bulunmuş ve geri adımın işaretini de vermiştir. Besbelli ki Gülenci burjuva odak, zamansız ve sonuçları çok iyi hesaplanmamış hatalı bir kalkışmaya girişti ve şimdi bu hatanın mümkün en az hasarla atlatılmasına çalışıyor. Ancak kriz geçiştirilmiş gözükse de taraflar basın üzerinden, alttan alta birbirlerine sopa sallamaya devam ediyorlar. Nitekim önümüzdeki günlerde hükümetin, polis ve yargıda büyük bir temizliğe girişeceği söylenmektedir. Şurası açık ki, iktidar koalisyonu içinde önemli bir kırılma yaşanmıştır ve bu kırılma rastlantısal değildir. Peki, durup dururken Gülenci burjuva odak ile AKP –ya da onun ana gövdesini oluşturan burjuva kesim– neden karşı karşıya geldi? Öncelikle yeni iktidar güçleri içindeki çatışmanın taraflarının çerçevesini daha net bir şekilde çizerek berraklaşma sağlayalım. Milli Görüş geleneğinden gelen ve 2002’de seçimleri kazanan Erdoğan önderliğindeki AKP, aslında İslamcı burjuva çevrelerin, tarikatların ve cemaatlerin bir koalisyonu üzerinde yükseliyordu. 28 Şubat askeri müdahalesiyle Kemalist asker-sivil bürokrasiden ağır bir sille yemiş olan İslamcı çevreler için, tabiri caizse gün yeniden doğuyordu. AKP’nin hükümet olmasıyla İslami kökten gelen burjuva çevrelerin önünde muazzam olanaklar açıldı ve bu durum, hem koalisyonu genişletti hem de güçlendirdi. Geleneksel iktidar blokunun dışında kalan, siyasal iktidarın nimetlerinden mümkün mertebe uzak tutulan bu
sayı: 84 • Mart 2012
marksist tutum İslamcı akımlar arasında ezelden beri süre gelen bir ideolojik rekabet vardır ve bu rekabet burjuvalaşmaları ve palazlanmaları sonrasında kapitalist rekabete dönüşmüştür. Bu kesimler, yalnızca devlet bürokrasisinde daha fazla mevzi ele geçirmek için kapışmıyorlar; aynı zamanda AKP’nin içinde kendilerine daha fazla yer açmak, partide ve hükümette daha fazla söz sahibi olmak, iktidarın getirdiği avantajları kullanarak önlerini açmak ve meselâ devlet ihalelerinde sermaye pastasının ana dilimini kapmak için de kapışıyorlar.
İslamcı burjuva güçler, aslında farklı gelenek, düşünce ve çıkarlara sahiptirler. Türkiye’deki anti-komünizm hareketinin içinde bizzat yer alan Gülen’in örgütlediği cemaat; daima devletçi, milliyetçi ve daha da önemlisi Amerikancı olmuştur. Askeri darbeleri, bilhassa da 12 Eylül 1980 faşist darbesini aktif bir şekilde destekleyen Gülen cemaati, “Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam” demekten geri durmuyordu. Keza Milli Görüş geleneğinden Refah Partisi hükümeti 28 Şubat “post-modern” darbesiyle aşağı indirilip İslamcı kesimlere dönük baskılar arttığında, Gülen cemaati susuyor, geri çekiliyor ve çıkarları gereği statükonun devamından yana selam çakıyordu. Gülen cemaatinin alâmet-ifarikası eğitim kurumları üzerinden örgütlenmesidir. Açtığı okullar üzerinden binlerce kadro devşirebilmiş ve bu sayede, kendi burjuva kesiminin yönetici ve nitelikli işgücü ihtiyacını karşılamış, medyasını yaratmış, devlet bürokrasisinde yer tutabilmiş ve yurtdışında bile yüzlerce okul açarak devasa bir örgütlenmeye dönüşmüştür. Milli Görüş geleneği ise, şeriata vurgu yapan, ümmetçi ve anti-Amerikancı bir söyleme sahip olmuştur. Çok daha önce burjuvalaşma yoluna giren ve Anadolu’nun mütedeyyin orta halli burjuvalarını bünyesinde toplayan Milli Görüş geleneği, burjuva siyaset arenasına doğrudan, kurduğu partilerle girmiştir. Eski bir geçmişe sahip Milli Görüş geleneği burjuva siyasi parti/akım olarak şekillenirken; Gülen hareketi, cemaat biçimselliğini korumuş ve masonvari bir şekilde örgütlenmeye devam etmiştir. Neticede bu gelenek ve ideolojik farklılıklar, gayet tabii olarak farklı burjuva çıkar ve örgütlenmeleri de beraberinde getirmiştir. Bugün her iki kesimin de farklı patronlar örgütü, medyası, entelijansiya kesimi ve diğer alanlarda örgütlenme biçimleri bulunuyor. Müstakil İşadamları Derneği
(MÜSİAD) Milli Görüş geleneğinden gelen burjuva kesimin, Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ise Gülenci burjuva odağın örgütüdür. İslamcı akımlar arasında ezelden beri süre gelen bir ideolojik rekabet vardır ve bu rekabet burjuvalaşmaları ve palazlanmaları sonrasında kapitalist rekabete dönüşmüştür. Bilhassa devlet bürokrasisine yerleşmek ve buradan kendi çıkarlarını gütmek isteyen İslamcı çevreler, güçleri oranında rakiplerinin ayağını kaydırmaya çalışmaktan geri durmamışlardır. AKP’nin hükümet olmasıyla birlikte bu kesimler daha fazla devlete yerleşmiş, bürokraside önemli noktaları tutmaya başlamışlardır. Vurgulamak gerekirse, dinsel temelde ortak bir zemin olmasına karşın, farklı burjuva kesimlerin ve çıkarların söz konusu olduğu bir an bile akıllardan çıkartılmamalıdır. Gülenci burjuva odak ile AKP’nin ana gövdesini oluşturan Milli Görüş çizgisinden gelen burjuvaziyi ele alalım: Bu kesimler, yalnızca devlet bürokrasisinde daha fazla mevzi ele geçirmek için kapışmıyorlar; aynı zamanda AKP’nin içinde kendilerine daha fazla yer açmak, partide ve hükümette daha fazla söz sahibi olmak, iktidarın getirdiği avantajları kullanarak önlerini açmak ve meselâ devlet ihalelerinde sermaye pastasının ana dilimini kapmak için de kapışıyorlar. MİT krizi bu kapışmanın çok daha sertleştiğini göstermektedir. Medya, burjuva siyasetinin ve iktidar kavgasının yürütüldüğü en önemli alanlardan biridir. Nitekim iktidar koalisyonu içindeki çatlak kendini medya üzerinden keskin bir şekilde dışa vurmuştur. Yeni Şafak, Star, Sabah, Akit gazeteleri ve bunlara bağlı televizyon kanalları ile Zaman, Bugün gazetesi ve bunlar etrafındaki televizyon kanalları ve internet siteleri karşı karşıya gelmişlerdir. Beri taraftan diğer gazete ve televizyon kanallarında üs tutmuş her iki kesimin ideologları da harekete geçmişlerdir. Birinciler, polis ve yargının siyasete müdahale ettiğini, polis devle-
3
Mart 2012 • sayı: 84
marksist tutum
ti kurulmaya çalışıldığını ve krizin patladığı tarih olan 7 Şubatın hükümete dönük sivil bir darbe girişimi olduğunu söylerken; ikinciler, MİT’in Ergenekon’dan temizlenmediğini, hesap vermediğini, KCK operasyonlarına karşı olduğunu ve PKK’nin amaçlarına hizmet ettiğini ileri sürerek, MİT’i savunanlara PKK damgası vurmaya kadar vardırdılar salvolarını. Ergenekoncu suçlamasını her iki tarafın da dilinden düşürmemesi dikkat çekici: Bizzat Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın, Ergenekon’un polis ve yargıya sızdığını söylemesi, basın üzerinden yürütülen psikolojik savaşın ne boyutlara vardığının bir göstergesi. “Ergenekoncular içeride ama yöntemleri dışarıda” diyen Erdoğan’ın eski danışmanlarından Akif Beki, Gülenci burjuva odağı Kemalist asker-sivil bürokrasinin yerini almaya çalışmakla suçluyor: “Bir görünmez devletin yerini yeni bir görünmez devletin alması için başlatılmadı herhalde bu mücadele. Anti-Ergenekon’un, Ergenekon’un yerine ikame edileceği öngörülmemişti bu süreç başlarken.” Kemalist asker-sivil bürokrasiye karşı verilen mücadele sürecinde, AKP etrafında kurulan koalisyon ya da blok içindeki rekabet ve çatışmalar bastırılabilmiştir. 27 Nisan 2007’deki e-muhtıradan sonra, statükocu-devletçi güçlere karşı taarruza geçilip de Ergenekon soruşturması başlatıldığında, Gülen cemaati, AKP etrafında kurulan koalisyon içinde daha fazla öne çıktı. Hiç kuşkusuz bu öne çıkış temelsiz değildi: 28 Şubat sonrasında Kemalist bürokrasinin temizlik girişimlerine rağmen, gizlenmeyi başaran ve devlet bürokrasisinde örgütlenen Gülenci burjuva odak, özellikle yargı ve poliste önemli yerler tutmayı ve “altın nesil” dediği genç kadroların bir kısmını buralara yerleştirmeyi başarmıştı. Ergenekon süreciyle birlikte Gülenci burjuva odak, polis ve yargı üzerinden, aslında yürütmenin/hükümetin görünmeyen ortağı haline geldi. Bu süreç, aynı zamanda, Kemalist asker-sivil bürokrasiye ağır darbelerin vurulduğu, güç dengelerinin değiştiği ve AKP’nin devlete hâkim olduğu süreçle de üst üste oturmuştur. Son on yıla değin burjuva siyasetini şekillendiren güçler dengesinin bir tarafında Kemalist asker-sivil bürokrasi ve bunların uzantısı konumundaki burjuva güçler, öte tarafında ise TÜSİAD’da cisimleşen büyük sermaye kesimleri yer almaktaydı. Siyaseti şekillendiren esas olarak Kemalist bürokrasiydi. Ancak AKP’nin iktidara gelmesiyle, Kemalist asker-sivil bürokrasinin devlet üzerindeki geleneksel vesayetine dayanan bu güç dengesi değişmeye başlamıştır. Bu süreçte liberal aydınlar da AKP’nin askeri vesayete karşı verdiği mücadeleyi desteklemişlerdir. Bu bağlamda AB programına yol aldırmaya çalışan TÜSİAD’ın da, ilk dönem AKP hükümetinin yanında yer aldığını, lakin İslamcı sermaye odaklarının sıçramalı bir şekilde palazlanması ve ciddi bir rakip haline gelmesiyle AKP’yi dengeleyecek şekilde muhalefet etmeye başladığını da hatırlatalım. Uluslararası konjonktürün kendinden yana olmasını da iyi değerlendiren AKP; Ergenekon, Balyoz, Kafes vb. soruşturmalar üzerinden
4
Kemalist asker-sivil bürokrasiye ağır darbeler vurmuştur. Cumhurbaşkanlığı mevkiini ele geçiren ve bu dolayımla YÖK’ü kontrolüne alan AKP; 2010’daki 12 Eylül referandumunda anayasa değişikliğinin kabul edilmesiyle HSYK ve Anayasa Mahkemesi üzerinden Kemalist sivil bürokrasinin yargıdaki kalelerini çökertmiş, 2011’de ise Askeri Şura’da yaptığı operasyonla Genelkurmay’ı hizaya sokmuştur. Böylelikle üniversiteler, yargı ve ordu yüksek bürokrasisi üzerine oturan Kemalist asker-sivil cephenin siyasal alan üzerindeki belirleyici etkisi kırılmıştır. AKP’nin, yüksek katılımlı son seçimlerden %50 oranında oy alması, karşı tarafın psikolojik açıdan da çökmesine neden olmuştur. Buradan da anlaşılacağı üzere, Kemalist asker-sivil bürokrasi hegemon konumunu yitirmiş, AKP devletin dümenine geçmiştir. Eski burjuva güç dengelerinin yerini yeni güç dengeleri almıştır. Oluşan yeni siyasal güç dengeleri sonucunda, özellikle Erdoğan’da cisimleşen AKP hükümeti, kendi konumunu iyice sağlamlaştırmış ve şimdi kendi hegemonyası temelinde eski rakipleriyle, yani askeri bürokrasiyle uzlaşma yoluna gitmiştir. Bu uzlaşma, eskisi gibi Kemalist asker-sivil bürokrasinin üzerine gitmeme, denetim altına alınan MİT dâhil devlet bürokrasisinde tasfiyelerin durdurulması biçiminde kendini ortaya koymuştur.İşte tam da bu noktada, AKP eksenli koalisyon içindeki burjuva güçler çeşitli sorunlarda kendi politikalarının uygulanması amacıyla tepişmeye başlamışlardır.Bu tepişmeyi, Ortadoğu’da yaşanan siyasal dönüşümler, emperyalist savaşı yaymaya yönelik adımlar, Kürt hareketine dönük hamleler temelinde yürüyen tartışmalardan izlemek mümkündür AKP hükümeti ile Gülenci burjuva odak arasındaki görüş ayrılıklarının kendini dışa vurduğu bir alan uluslararası siyasete yaklaşımdır. Emperyalist arzular ve ataklar noktasında birleşen bu iki kesim, bunun siyasetinin nasıl yürütüleceği konusunda ayrışıyorlar. Meselâ Gülenci odak, Amerikancı ve İsrailci bir tutum almasına karşın, Filistin sorununu da emperyalist siyasetinin aracı haline getirmeye çalışan Erdoğan cephesi bir nebze daha bağımsız bir çizgi izlemektedir. İsrail karşısında alınan tutumlara sıra geldiğinde, farklılık daha bir net gösteriyor kendini. İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü “dökme kurşun” saldırısında suskun kalan Gülenci odak, Mavi Marmara olayında da aynı çizgisini sürdürmüş, hatta girişimi bizzat Gülen’in ağzından eleştirmiştir. Beri taraftan, İran karşısında AKP hükümeti temkinli bir çizgi izlerken, Gülenci odak daha saldırgan bir tutum almaktadır. Anlaşılacağı üzere, kapışmanın iç dinamikleri olduğu kadar dış dinamikleri de mevcuttur.
Kürt sorununa bakış meselesi Kürt sorunu, siyaseti belirleyecek ana dinamiklerden biri olmaya devam ediyor. Sorunun çözümü konusun-
sayı: 84 • Mart 2012
da farklı düşünen egemen güçler, giriştikleri iktidar kavgasında Kürt sorununu birbirlerini yıpratacak bir araca dönüştürmekten geri durmuyorlar. İktidar alanı üzerindeki vesayetini baki kılmak isteyen Kemalist asker-sivil bürokrasi, Kürt sorununun çözümsüzlüğünü ve savaşı dayatarak, siyasal alanı belirliyor ve yönlendiriyordu. Fakat Kemalist bürokrasinin bu konumuna son verilmiş olmasına rağmen, Kürt sorunu, iktidar kavgasının temel bir aracı olmaktan çıkmış değil. AKP’yi oluşturan burjuva güçler de Kürt meselesini, kendi aralarındaki kapışmada ana yıpratıcı enstrüman olarak kullanıyorlar. Nitekim Gülenci burjuva odağın medya kolu, MİT’in PKK ile anlaştığını ve onun taleplerini kabul ettiğini, AKP’nin içindeki “açılımcıların” da bu planı desteklediğini, tüm bunların KCK operasyonlarına zarar verdiğini ve “terör”ün beli kırılacakken yan çizildiğini söyleyerek karşı tarafı sıkıştırmaya çalışıyor. AKP’ye yakın kimi gazeteci ve liberal yazarlar, polis ve yargının MİT’e dönük operasyonunun amacının, hükümetin, Kürt sorununda atacağı yeni birtakım adımların önüne geçmek olduğunu belirtiyorlar. Avni Özgürel, Erdoğan’ın, Nisan ayında bir “balkon konuşması” yapacağını, Kürt sorununun çözümü konusunda yeni adım atacağını ve MİT’in de bunu desteklediğini dile getirdi. Özgürel’e göre, KCK operasyonları üzerinden siyasal alanı şekillendirmeye devam etmek isteyen ve Kürt sorununda “güvenlikçi” bir bakış açısına sahip olan kesimler, bu adımın atılmasını istemiyorlar. Yeni Şafak gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi de, bu minvalde, hükümetin bir yol haritası üzerinde çalıştığını söyleyerek, beş maddelik bir temel paket üzerinde durulduğunu yazdı. Polis-yargı kanadının görüşlerini dile getiren Emre Uslu ise, KCK tutuklularının serbest bırakılacağını, cemaate yakın bürokratların tasfiye edileceğini söyleyerek vaveylayı koparıyor ve “açılımın” kaos getireceğini ima ediyor. Aslında Kürt sorunu konusunda, burjuvazinin ve devlet bürokrasisinin içinde birkaç farklı görüş olduğu malûm: Geleneksel inkâr ve imhayı sürdürmek isteyenler; mızrağın çuvala sığmadığını gören, zorbalığın yanına din ve ekonomik unsuru da katarak bazı kültürel/bireysel kırıntılarla sorunu hal yoluna koymak isteyenler; bu ikinciye yakın duran, ama haklar konusunda biraz daha ileriye gidilebileceğini ve buna uygun bir yöntem izlenmesi gerektiğini düşünenler; özerklik dâhil anadil gibi haklar tanınmadan sorunun çözülmeyeceğine dikkat çekenler. Bütün bu görüş farklılıkları ve yürüyen bitmez tükenmez tartışmalar varlığını devam ettirirken, Kürt sorunu yıllardır çözümsüzlük sarmalından kurtulamıyor. Arada bir çözümden yana bir ivmelenme yaşansa da, sonunda “savaşçı” politikalar üstün geliyor. Nitekim 2009’da başlatılan “açılım” sürecinin bir “savaş saçılımı”na dönüşmesi de bu gerçeği doğrulamaktadır. Habur olayı karşısında geri adım atan AKP hükümeti, Ortadoğu’da başlayan “Arap Baharı”yla birlikte savaşçı politikayı yeniden egemen kıl-
marksist tutum
mıştır. Ortadoğu’da başlayan halk isyanlarının Türkiye’ye sıçraması ve Kürt kitlelerinin yaygın bir şekilde, aktif bir başkaldırı sürecine girmesi ihtimali AKP hükümetinin psikolojisini derinden sarsmıştır. Arap isyanının Suriye’ye sıçraması, Esad rejiminin düşmesinin gündeme gelmesi ve buradaki Kürtlerin aynı Irak’taki gibi özerk bir yapı elde etmelerinin zemininin oluşması, AKP’nin planlarını bozmuştur. Ortadoğu’da yaşanan siyasal dönüşümün Kürt hareketini daha da güçlendireceğini ve Kürt halkının daha fazla hak talep edeceğini hesaplayan AKP hükümeti, Kürt hareketinin istem çıtasını yükseltmemesi için topyekûn bir taarruza girişmiştir. Böylece olası bir Suriye harekâtında, Kürt hareketinin de dâhil olduğu savaş karşıtı güçlü bir toplumsal cephenin oluşmasının da önüne geçilmek istenmiştir. Ancak çözümsüzlük, uluslararası konjonktürle de birleşerek sorunu daha da büyütmektedir. İç savaşın kapısında duran Suriye, bölgesel bir krizin düğümü haline gelmiştir. Emperyalist savaş Suriye üzerinde yoğunlaşsa da bir sonraki durak İran’dır. Bu nedenle, bir tarafta ABD, AB, Türkiye ve Sünni Arap ekseni, öte tarafta ise İran, Rusya ve Çin ekseni Suriye üzerinde müthiş bir gerilim yaratmaktadır. Türkiye, Esad yönetiminin devrilmesi konusunda aktif bir görev üstlenmiş bulunuyor. Ancak İran, Rusya ve Çin’in desteğini alan Esad rejimi, katliamlarla direnmeye devam ediyor. Ortaya çıkan bu gerilimin eninde sonunda bir iç savaşa, şu ya da bu biçimde bir emperyalist müdahaleye yol açması kaçınılmazdır. Böylesi bir konjonktürde, Kürt hareketini bastırıp Kürt halkına boyun eğdirmek arzusu, gerçekleşmeyecek bir düşün peşinden gitmektir. Nitekim devlet bürokrasisinin tepesindeki bir kesim bu gerçeği görmekte ve sorunun bir an önce hal yoluna konmasını söylemekte. Avni Özgürel, MİT’in devlete bir analiz sunduğunu ve şöyle dediğini aktarıyor: “Bu sorunu ya çözersin ya da bölünürsün.” Önümüzdeki dönemde, derinleşen küresel kriz ve yeni cephelere doğru genişleyen emperyalist savaş, içeride Kürt sorunuyla da birleşerek egemen sınıfı sıkıştıracak ve düzenin bağrında yeni krizler üretecektir. Sınıf hareketindeki bir yükseliş ise, burjuvazinin krizlerini daha da derinleştirecektir. Esasında her açıdan büyük olayların yaşandığı ve yaşanacağı bir tarihsel dönemin içinden geçmekteyiz. Şimdilik Türkiye işçi sınıfı sessiz olabilir, ama gelecek günler öyle olmayacak. Avrupa’yı sarsan ekonomik ve siyasi kriz, Yunanistan’da bir devrimci duruma yol açmış bulunuyor. Sınıf mücadelesi, krizin derinleştiği İspanya ve İtalya’da da giderek sertleşmektedir. Ortadoğu’da ayağa kalkan emekçilerin mücadelesi sürüyor. Üstelik AKP ve İslamcı güçler eskisi gibi mağduriyet şarkısını da çalamayacaklar. İşçi sınıfının devrimci öncüleri, bu perspektif ve bilinçle yarınlara hazırlanmalıdırlar.
5
“Dindar Nesil” mi, İtaatkâr İşçiler mi? Levent Toprak
E
rzurum’daki Dumlupınar İlköğretim Okulunun müdürü Mustafa Aydın, geçtiğimiz günlerde Erzurum Emniyeti’nin düzenlediği “huzur” konulu beyin fırtınası toplantısında, Türk eğitim sistemine uzun yıllar emek vermiş bir eğitimcinin “engin tecrübelerinden damıtılmış” görüşlerini dile getirdi. Müdür beyin “sorun çıkaran” çocuklar meselesinin nedenleri ve çözümleri konusunda sarf ettiği “bilgelik” dolu sözler arasında şunlar vardı: “Çocuklar bir defa genellikle hırsız. Bunun yanında çocuklara devamlı «Anneniz yoğurt mayalıyor mu» diye sorarım. «Evet mayalıyor» diyorlar. Bir kere yoğurt bozuksa, mayası bozuktur. Aile ne ise, çocuğu odur. (…) İngiltere’de okullarda şiddetin dozunu ayarlamak için birtakım tartışmalar yapılıyor. Arjantin ya da Brezilya’da emniyette, suçlu çocuklara «Nasıl bir şiddet uygulayalım» diye tartışılıyor. (…) En önemli tespitim, suça meyilli çocukların yüzde 90’ının ailelerinin geçimi sosyal yardımlaşma vakfı tarafından karşılanıyor. Yıllar önce Brezilya’da sokak çocuklarını yok etmek için bir örgüt kurulmuştu. Kusura bakmayın, belki biraz anormal gelebilir ama ben şunu istiyorum. Tıp
6
sayı: 84 • Mart 2012 bu kadar gelişti yüz nakli yapılıyor. Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin.”
Okul müdürünün bu fütursuz sözlerini bir densizin her zaman söyleyebileceği sözler olarak görmek eksik bir bakış olur. Müdür bu tür sözleri rahatlıkla söyleyebileceği bir ortam olduğunu düşünerek davranmıştır. Onun “talihsizliği” konuşmasının büyük medyanın eline düşmesi ve teşhir edilmesi oldu. Eğer sermayenin ve medyanın belli bir kesimi hükümetin kimi politikalarından hoşnutsuz olmasaydı, pek muhtemelen müdürün bu aleni ırkçı sözlerinden haberdar olmayacaktık. Dediğimiz gibi, müdürün asıl kendini emin hissettiği nokta eğitim alanında yeni nesilleri şekillendirmeye yönelik uygun bir atmosferin olduğunu düşünmesiydi. Nasıl olmasın ki? Birkaç hafta öncesinde müdürün sevgili başbakanı, “dinine, kinine, ırzına sahip, milli ve manevi değerlere uygun dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” dememiş miydi? İktidarını sağlamlaştırmış olan ve kendini artık daha güvenli bir konumda hisseden AKP hükümeti, başbakanın bu sözleriyle, eğitim alanında atmayı planladıkları yeni adımların işaretini veriyordu hiç kuşkusuz. Nitekim imam-hatip okullarının 28 Şubat’la kapatılan orta kısımlarının yeniden açılmasına olanak verecek nitelikteki yeni eğitim tasarısı çok geçmeden gündeme geldi. Meslek okulu statüsünde yer alsa da, imam-hatip okullarının imam ve hatip yetiştirme ile pek alâkasının olmayıp, tam da egemen sınıfın (en azından bir kesiminin) “dindar nesiller” yetiştirme arzusuyla ilişkisi olduğu bilinen bir gerçek. Tabii tüm bu gelişmeler tartışma doğurdu. Başbakanın sözlerine tepki gösterenler Kemalistlerden ibaret kalmadı, liberaller ve hatta hükümet yanlısı kimi muhafazakâr isimler de, yukarıdan devlet eliyle ideolojik nesil biçimlendirme girişimlerinin anti-demokratik niteliğine dikkat çektiler, vs. Özellikle liberallerden ve bir kısım muhafazakârdan aldığı tepkilere şaşırmış ve hiddetlenmiş olduğu anlaşılan başbakan, bir hafta sonra, gelen tepkileri cevaplarken bir adım daha atarak, “gençliğin tinerci mi olmasını istiyorsunuz” deyiverdi. Böylece dindar olmayan milyonlarca insan da başbakanın bu özlü sözleriyle kendilerinin “tinerci” olduğunu öğrenmiş oldu!
Devlet geleneği ve sahte laiklik anlayışı Türkiye’de devletin milliyetçi ve dindar nesiller yetiştirme sevdası hiç eksik olmamıştır. Kemalist tek parti diktatörlüğü döneminin belli bir kesitinde dinin etkisini kırmaya dönük olarak tepeden inmeci bazı baskıcı politikalar izlendiyse de, çok geçmeden bunun işe yaramadığı, hatta ters teptiği görülmüştür. O nedenle Kemalistler de dahil olmak üzere egemen sınıfın tamamı bir şekilde topluma devlet yoluyla din verme konusunda mutabık olmuştur.
marksist tutum
Hepsi devletin burnunun dinin içinde olmasını şevkle savunmuşlardır. Aralarındaki fark sadece dinin içeriğinin belirlenmesinde olmuştur. Kemalistler toplumda zaten genel olarak var olan dini inançların görece daha yumuşak bir içerik alması için uğraşırken, ötekiler yine görece daha katı ve ortodoks bir içerik peşinde koşmuşlardır. Bu egemen sınıf kesimleri her daim belli bir çatışma içinde olsalar da, birçok konuda ittifak ve işbirliği içinde olmuşlardır. Konu işçi sınıfı ve sol olduğunda, ya da başta Ermeni sorunu olmak üzere gayrimüslimler olduğunda bu durum kendisini çarpıcı biçimlerde göstermiştir. Örneğin Kemalizmin şampiyonluğunu yapan 12 Eylül darbecileri, toplumda 60’lı ve 70’li yılların birikimi sonucu belli ölçüde oluşmuş sol değer ve duyarlılıkları kazımak için din konusuna özel bir ağırlık verdiler. Faşist darbenin lideri Kenan Evren yaptığı yurt gezilerinde Kuran’dan ayetler okuyarak yeni dönemin Türk-İslamcı ideolojik harcını karıyordu. Faşist cunta bu işte, başta Gülenciler olmak üzere hiç kuşkusuz dinsel cemaatlerden de destek aldı. O nedenle statükocu-Kemalist odakların AKP konusundaki tepinmelerinin ve laiklik yaygaralarının hiçbir inandırıcı tarafı yoktur. Bu sadece özel olarak din ve laiklik konusundaki tutumlar dolayısıyla değil, genelde devlete tapınmacı tutumlar dolayısıyla da böyledir. Geçmişte devlet yukarıdan aşağı Kemalist dogmalarla yoğrulmuş bir gençlik yaratma sevdasındaydı, ki bu esasen halen devam etmektedir, şimdi ise o devletin dümenine geçmiş İslamcı kadrolar “dindar nesiller” yaratma sevdasındadır. Laiklik açısından her iki egemen sınıf kanadı da dinin devletin kontrolü ve yönlendirmesinde olması gerektiği konusunda aynı pozisyondadırlar. İslamcılar hiç olmazsa bu konuda daha tutarlılar. Onlar laiklik yanlısı olduklarını pek iddia etmediler. Ama Kemalizm en şirret biçimde hep laikliğin şampiyonuymuş gibi davrandı. Oysa kendi yazdırdıkları okul kitaplarında bile laikliğin tanımını din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak verdikleri halde, hiç utanmadan resmi Diyanet kurumunun varlığını savunabilmişlerdir. Laik olduğu söylenen Türkiye Cumhuriyeti devleti sayısı yüz bin dolayında imamı resmen devlet görevlisi olarak istihdam etmekte, her Cuma günü bu Diyanet tarafından merkezi olarak hazırlanmış hutbeyi tüm Türkiye’de camilerde okutturmakta ve okullarda zorunlu din dersi vermektedir. Laikliği tanımlayan bir diğer önemli öğe olan, devletin tüm din ve inanışlar karşısında eşit mesafede durması açısından da Türkiye’deki durumun arsız bir kepazelik olduğunu uzun boylu anlatmaya gerek yoktur. Söz konusu Diyanet kurumu tümüyle Sünni-Hanefi inanç temelinde örgütlenmiştir. Türkiye’de yaşayan gayrimüslimler, Aleviler, Şiiler ve diğer inanç mensupları baskı altında tutulmuş, asimile edilmeye çalışılmış, aşağılanmış ve dışlanmışlardır. Toplandığında sayısı on milyonu bulan bu
7
Mart 2012 • sayı: 84
marksist tutum
kesimlerin çocukları devletin onlar için uygun bulduğu Sünni-Hanefi din eğitimini almak zorunda bırakılmaktadırlar. Tüm bu gerçekler ortadayken, başbakan kendisine yönelik eleştirileri yanıtlarken hiç yüzü kızarmadan, “Dindar bir nesil özgürlüklere saygılıdır; dindar bir nesil, farklı düşüncelere, farklı inanç gruplarına da saygılıdır. O terbiyeyi alarak yetişmiş bir nesiliz biz. Bu saygının nasıl gösterilmesi gerektiğini de bugüne kadar gösterdik, gösteririz” diyebilmektedir. Başbakanın sözlerine sahip çıkanlar diyorlar ki, “dindar insanlara da kendi çocuklarını dindar olarak yetiştirme hakkı tanınmalı”. Bu sahte bir savdır. Çünkü din eğitimi devlet dışı alanda, yani sivil alanda verilebilir. Önemli olan bunun yasak olmamasıdır. Devrimci işçi sınıfının din konusundaki programatik yaklaşımı da bunu savunur. Yani Stalinist sosyalistlerin tepeden inmeci, devletçi, baskıcı yaklaşımına tümüyle zıt olarak, dinin yasaklanmasını değil, tümüyle dini inanç sahiplerinin sivil inisiyatifine bırakılmasını öngörür. Ama Türkiye’de her şeyi devlet zoruyla dayatmaya idmanlı baskıcı devlet geleneği, “ben devletim, her şeyin doğrusunu ben bilirim” dediği için, hiçbir sivil inisiyatife özgürlük tanımaya gönüllü değildir. Kim o devleti eline geçirirse onun “olanaklarından” istifade etmekten kendini alamıyor. Demokratik bir laiklik anlayışından en az Kemalistler kadar nasip yoksunu olan İslamcı kadrolar, devletin ceberut karakterini yok etmeye hiç mi hiç niyetli değiller. Devletin dümenine geçinceye kadar sivillikten dem vurmaların, devlet müdahalesinden sözde ilkesel yakınmaların külliyen bir sahtekârlık olduğu şimdi çok daha belirgin biçimde ortadadır. Nicedir demokrat bir profil çizmeye çalışan muhafazakâr yazar-çizer takımının, başta Kürt sorunu olmak üzere birçok konuda kolayca otoriter söyleme kaymaları bunu ibretlik biçimde göstermektedir. Daha önce defalarca söylediğimiz gibi, AKP’nin ve iktidar destekçisi İslami kökenli burjuva akımların çoğunluğunun özel konumlarından kaynaklanan kısmi demokratik barut çoktan bitmiştir. Laiklik açısından egemen sınıfın tüm kesimleri dinin devletin kontrolü ve yönlendirmesinde olması gerektiği konusunda aynı pozisyondadırlar. Kemalistler de resmi Diyanet kurumunun varlığını savunmaktadırlar. Laik olduğu söylenen Türkiye Cumhuriyeti devleti sayısı yüz bin dolayında imamı resmen devlet görevlisi olarak istihdam etmekte, her Cuma günü bu Diyanet tarafından merkezi olarak hazırlanmış hutbeyi tüm Türkiye’de camilerde okutturmakta ve okullarda zorunlu din dersi vermektedir.
8
Tinerci çocuklar meselesi Tinerci çocuklar meselesi de aslında bu özgürlük ve demokrasi havarisi kesilen belli muhafazakâr kesimlerin tutumu açısından dikkate değer bir nokta. Erdoğan ve onun kafasındakiler için çocukların tinere yönelmesinin nedeni yeteri kadar dini eğitim görmemeleridir. Böylece çocuklara yeteri kadar din verilirse bunlar tinerci olmayacaklardır! Muhafazakâr burjuvanın dünya tasavvuru budur. Oysa birçok sıradan insan bile bu çocukların temelde yoksulluk ve sahipsizlik nedeniyle sokaklarda uçurum kenarı bir hayat sürmek zorunda kaldığını bilir. Türkiye’de “tinerci çocuklar” olarak tezahür eden sorun, tüm kapitalist dünyada gitgide ağırlaşan evsizler sorununun bir yüzüdür. Evsizler sorunu da kapitalizmin yarattığı kronik yoksulluk, işsizlik, sosyal güvencesizlik ve mahrumiyet sorunlarının bir uzantısıdır. Tinerci çocuklardan pek hoşlanmadığı anlaşılan başbakanın hükümetinin, bu çocukların yaşam koşullarının düzeltilmesi ve rencide etmeyici yollarla madde bağımlığından kurtulması için pek bir şey yapmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Bu tartışma vesilesiyle televizyona çıkarılan bir tinerci çocuk, “biz sokaklarda donarken dindarlar yanımızda değildi, camilerin kapıları yüzümüze kapanıyordu” dediğinde aslında sadece bu yalın gerçeği dile getiriyordu. Erdemli davranışların kaynağının ancak din olabileceğini düşünen muhafazakâr kafa, tinercilerin sorunları karşısında sergilediği bu kayıtsızlık ve aşağılamanın kaba bir tutarsızlık olduğunun bile ayırdında değildir. Ama daha da önemlisi, Erdoğan’ın has burjuva hükümeti değil midir, yoksul işçi ve emekçileri daha da zor koşullarda yaşamaya iten neoliberal saldırı politikalarını uygulayan? Daha az paraya daha uzun saatler boyunca çalışmak zorunda bırakılan, bu nedenle evde çocuklarının bile yüzünü pek göremeyen ana-babalar olgusunun, çalışan ana-babalar için parasız ve nitelikli kreş olanaklarının sunulmamasının, kreş sağlaması gerektiği halde buna uymayan işyerlerinin denetlenmemesinin ve kreş kurma-
sayı: 84 • Mart 2012
marksist tutum
ya zorlanmamasının sorumlusu kimdir? Yoksul emekçilerin sağlık hizmetine erişimini şimdilerde daha da zorlaştırmakta olan kimdir? Eğitimi hem paralı hem de daha niteliksiz hale getiren kimdir? Dolayısıyla aileleri, çocukları işsizler ve evsizler arasına sürükleyen kim? Bu duruma düşmüş olanlara gerekli düzey ve nitelikte sosyal desteği vermeyen kim? Yoksul Kürt çocuklarına anadillerinde eğitim görme hakkını bile çok gören ve böylelikle onların eğitim olanaklarını ekstradan kısıtlayan kim? Bu sorulara eklenebilecek benzer daha nice soru vardır. Ancak cevap değişmemektedir. Tüm bunların sorumlusu hiç şüphesiz bir sistem olarak kapitalizm ve onun savunucusu/sürdürücüsü olan güç ve yetki sahibi egemenlerdir. Ve AKP bugün bu egemen burjuvazinin siyasal yönetim işlevini gören temsilcisi ve parçasıdır.
İtaatkâr işçi sınıfı özlemi Dindar nesil tartışması her ne kadar çoğunlukla din meselesi ekseninde cereyan ettiyse de, burada büyük oranda gözden kaçırılan nokta “dindar nesil” özleminin asıl özünü oluşturan itaatkâr bir işçi sınıfı özlemidir. Erdoğan tartışma yaratan sözleri arasında aslında bu noktayı kıyısından açık etti. Kendisini eleştirenlere çatarken, “siz bu gençliğin büyüklerine isyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz” demesi tastamam bu noktayı ele vermektedir. Burada öncelikle “nesil” kavramına biraz açıklık getirmek gerekiyor. Nesil kavramı belirli bağlamlarda toplumsal olgu ve eğilimleri anlamada işlevli bir kavram olabilse de, her bağlamda aynı işlevi görmemektedir. Belirli durumlarda pekâlâ sınıfsal ayrımların üzerini örten bir işlev görebilmektedir. Sınıf ayrımlarını dikkate almayan her kavram ve söylem konusunda sınıf bilinçli işçiler dikkatli olmak zorundadırlar. Başta başbakan olmak üzere AKP ileri gelenleri ve İslamcı çevreler dindar bir nesil özlemlerini dile getirir ve bu özlemi gidermek için, diğer araçların yanı sıra imam-hatip okullarını daha alt yaş düzeylerine indirmeyi ve yaygınlaştırmayı düşünürken, acaba tüm toplumsal sınıflar için mi bunları tasarlamaktadırlar? Cevabı biz değil bizzat bu muhafazakâr kesimin içinden bir medyacı versin: “Beni asıl rahatsız eden çocuklarını 4 yaşından itibaren İngilizce öğrensin diye kreşlere, oradan kolejlere oradan iyi üniversite okusun diye yurtdışına gönderenlerin «dini eğitim» taraftarlığına soyunmaları. Kimin için istiyorlar bunu? Dini eğitim veren okullar işe yarıyorsa, biz niye çocuklarımızı göndermiyoruz? Hangimiz çocuğumuzu hafız olsun diye Kur’an kursuna gönderdik? Hangimiz çocuğumuzu imam hatibe gönderdik? Niçin kendi çocuğumuzu göndermediğimiz okullara gariban kesimin çocukları gitsin diye büyük bir çaba veriyoruz? Kur’an kursları da,
imam hatip liseleri de beklenen eğitimi veremiyor, görüyoruz, bundan dolayı da çocuklarımızı göndermiyoruz. Peki bu durum ortadayken bu inat, bu çaba niye?” (Levent Gültekin, gazeteciler.com) Bu samimi itiraf ve teşhir, “dindar nesiller” ve “dini eğitim”den muradın, gerçekte, geleceğin işçilerini oluşturacak olan emekçi halkın çocuklarının uysal, itaatkâr bireyler olarak yetiştirilmesi olduğuna pek güzel işaret ediyor. Erdoğan’ın herhangi bir hak talebiyle toplumsal gösteri yapan işçilere, solculara, Kürtlere vb. karşı ne derece hazımsız, ilkel tepkiler verdiğini biliyoruz. Onun adeta refleks olarak verdiği bu tepkiler altta otoriter ve pederşahi bir zihniyetin yattığını alenen göstermektedir. Elbette bu, Erdoğan’a özgü bir olgu değildir. AKP ileri gelenlerinin birçoğu aynı kalıptan çıkmadır ve sanılmamalıdır ki bu zihniyet salt dinden ya da esasen dinden kaynaklanmaktadır. Dinden daha ziyade etkili olan, bu topraklarda hâkim köklü devletçi gelenekler ve zihniyet dünyasıdır. İster Kemalist olsun ister İslamcı, aynı refleks ve zihniyet kalıplarını sıklıkla işbaşında görürüz. Bu durum ne yazık ki devletçi Stalinist tahrifat okulunun tedrisatından geçmiş sosyalistlerin önemli bölümü için de geçerlidir. Yeniyetme “İslami” burjuvazinin alt ve üst kesimlerinin AKP’nin 10 yıla yaklaşan iktidar serüveni boyunca sergilediği manzaranın dinselleşmeden çok zenginleşme, para ve iktidar hırsı doğrultusunda lüks ve şatafata batma olduğu artık harcıâlem bir bilgi. Genel bir İslami söylem çerçevesinde de olsa, yoksul emekçi sınıfların tepkisini ifade eden yeni siyasi eğilimlerin ortaya çıkmaya başlaması tam da bu durumun bir sonucu. Bu kesimlerin son dönemde ismi daha fazla duyulan ve “İslami sosyalist” olarak tanınan sözcüsü İhsan Eliaçık, bu son tartışma vesilesiyle, “mücahitlikten müteahhitliğe” doğru yaşanan evrime dikkat çekerek, AKP’nin dindarlık değil “müteahhitlik” yaptığını vurgulama ihtiyacını hissetmiştir.
9
marksist tutum
Günümüz kapitalizmi ve “dindar nesil” AKP’li kadroların mazbut dindarlıktan zenginlik, iktidar ve gösteriş düşkünü müteahhitliğe/müteşebbisliğe dönüşümü aslında daha geniş bir düzlemde çok daha büyük bir anlam içeriyor. Modern kapitalist ilişkiler içine girildiği ölçüde maddi yaşamın dinamikleri bireyi çok daha dolaysız biçimde kuşatır ve uhrevi kaygılar giderek geri plana düşer. Gerçekte, daha ziyade kapalı taşra toplumunun duyarlıklarına tekabül eden değerler, metropollerin modern burjuva toplumuna gelindiğinde, giderek daha az hatırlanan, ya da sadece göstermelik bir ritüele dönüşen yüzeysel alışkanlıklar haline gelir. Bu durum, söz konusu taşra toplumunun hem üst kesimlerini hem de alt kesimlerini etkiler. Üst kesimler modern burjuvalar olmaya doğru evrilirken, alt kesimler modern kent işçi sınıfının unsurları olmaya başlarlar. Türkiye’de taşradan kente göçün en büyük dalgaları son 20-25 yıl içinde yaşandı ve kente yeni gelenler kapitalist küreselleşmenin doğurduğu yeni sonuç ve eğilimlerle de iç içe geçen hızlı ve sancılı bir adaptasyon süreci yaşıyorlar. Taşra yaşamının organik parçası olan âdet ve görenekler giderek birer kabuğa dönüşmekte, bu taşra kökenli emekçiler hayatın canlı akışı içinde fiilen eski taşra yaşamının kalıplarından sıyrılmaktadırlar. Bunun sayısız görünümü var ve birçok araştırmacı tarafından da ele alınıyor. Büyük bir sembolik önem kazanmış olan başörtüsü bile kendi başına bunu çarpıcı biçimde göstermektedir. Esasen taşranın kapalı yaşamı ve bu yaşam içinde kadının dış dünyaya, başka insanlarla (özellikle erkeklerle) iletişime kapatılması gibi anlamlar içeren başörtüsü, büyük şehirde kadının, özellikle genç kadının, evin dışına çıkarak kent yaşamına katılması için alınan vizeye dönüşmüştür. Başörtülü kadınlar kadın-erkek birlikte çalışılan işyerlerinde işçileşmekte, üniversiteye gitmekte, ev dışı daha nice sosyal etkinliğe katılmaktadır. Başörtülü kadının erkek karşısındaki konumu gitgide eski uysal konumdan uzaklaşmaktadır. Önceden cemaat toplumunun ilişki ağı içindeki insanlar şimdi modern kent yaşamının öğütücü dağdağası içinde, benzer yaşam tarzlarını kendiliğinden benimseyen, benzer şeyler giyen, benzer film ve dizileri izleyen, benzer şeylere gülüp, ağlayan, benzer konuları konuşan, benzer tepkiler veren insanlar haline geliyorlar. Doğrusu bu gerçekleri ancak gözleri aşırı doz Kemalizmden kararmış olanlar görememektedirler. Çok daha karmaşık boyutlar içeren bu modern kapitalist topluma uyum sürecinin şartları altında Erdoğan gibilerin “dindar nesiller” yetiştirme özlemi, itaatkâr bir işçi sınıfı yetiştirme arzusu anlamına gelmekle birlikte, son tahlilde beyhude bir hayaldir. AKP’li kadrolar pek muhtemelen eskinin cemaat toplumuna özgü mekanizmalarla bu yeni kentli emekçi kesimleri kontrol altında tutmanın zorlaştığını gözlemliyorlar ve tam da bu nedenle dinin do-
10
Mart 2012 • sayı: 84
zunu yeni bir çerçevede arttırarak olası patlamaların önünü almaya çalışıyorlar. Ancak korkunun ecele faydası yok. Dünya kapitalizminin çok büyük bir bunalım içinde olduğu ve tarihsel gelişmişlik düzeyi açısından Türkiye’nin daha gerisinde olan Ortadoğu coğrafyasında bile emekçi kitlelerin isyan bayrağını açtıkları bir dönemden geçiyoruz. Ortadoğulu yoksul emekçi kitleler geliştirdikleri güçlü kitle seferberlikleriyle korku ve atalet duvarını yıkarak firavunlar kadar güçlü görünen diktatörleri devirebildiklerini göstermişlerdir. Hüsnü Mübarek’in de emekçi yığınları kontrol altında tutabilmek için dini yoğun biçimde kullandığını ama bunun ecele faydasının olmadığını hatırlamak yeterli olmalı. Ya İran’da yaşanan kitle isyanlarına ne demeli? Dinin tüm toplumsal yaşamı kuşattığı İran’da, geçtiğimiz birkaç yıl içinde yaşanan düzen karşıtı kitle mücadeleleri başarıya ulaşmamış olsa da, dinin egemen sınıflar için ebedi bir kurtuluş çaresi olamadığına işaret etmektedir. Din ne bu isyanların önünü alabilmiştir ne de bu kitle seferberliklerinin bastırılması din sayesinde olmuştur. Bu bastırma tümüyle acımasız devlet terörü sayesinde gerçekleştirilmiştir. AKP’nin de daha fazla din zerk etmek suretiyle yeni işçi kuşaklarını daha itaatkâr yapma çabası başarıya ulaşamayacaktır. Geçtiğimiz yıllarda “genç subaylar rahatsız” söylemiyle darbeci özlemler dile getiriliyordu. Buna bir cevap ve nazire olarak liberal temellerde bir “Genç Siviller” hareketi ortaya çıktı ve bu gençler de “genç siviller rahatsız” dediler. Bugün tüm dünyada yaşanan sınıf mücadeleleri içinde rahatsızlığın ne demek olduğunu asıl genç işçiler gösteriyor. Özellikle genç işçiler kapitalizmden rahatsız! Kökü maddi ilişkilerde yatan toplumun hareket yasaları eninde sonunda Türkiye’de de işçi kitlelerin isyanını getirecektir ve bu isyanda genç işçiler büyük bir rol oynayacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. O zaman gençlerle ilgili olarak akıllarda yer edecek tek şey, genç işçilerin tüm toplumda devasa bir devrimci değişim sürecini başlatan ve ilerleten hayranlık verici devrimci enerjileri olacaktır. Önemli olan o isyan günleri geldiğinde işçi sınıfının elinde kılavuzluk edebilecek bir siyasi örgütlüğünün var olabilmesini sağlamaktır. Mısırlı ve Tunuslu emekçiler tam da bu temel eksiklik nedeniyle, kahramanca mücadele etmelerine ve büyük bedeller ödemelerine rağmen egemen sınıfları bir bütün olarak alaşağı edip kendi toplumsal kurtuluşlarına giden yolu açamamışlardır. Elbette maç daha bitmedi, egemenler çabuk sevinmesinler. Tarihin akışı hızlanmıştır ve dünya emekçileri tüm zaaflara rağmen yeni bir uyanış süreci içine girmişlerdir. Dindar nesil hayalleri gören AKP’si de dâhil olmak üzere Türkiye’deki egemen sınıf da bu sürecin sonuçlarını hiç şüphesiz er geç tadacaktır.
Yunan İşçi Sınıfı Reformizmin Kıskacında İlkay Meriç
Y
unanistan’ı iflasın eşiğine getiren derin ekonomik kriz şiddetli bir siyasi krizle de birleşerek sistemi sarsmaya başlıyor. Son beş yıldır uygulamaya sokulan birbirinden ağır kesinti paketleri milyonlarca emekçiyi yoksulluk girdabına iterken ve büyük bir öfke içindeki yoksul emekçi kitleler düzen partilerine güvenlerini yitirirken, burjuvazi tam anlamıyla bir yönetememe krizi içinde. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun bu ölçüde artmadığı kesitlerde acı ilaçları bir parça şekere bulayıp emekçilere yutturabilen burjuvazi, şimdi o kadarcık şekerden bile yoksun durumda. İşçi sınıfının güvenceli iş, yaşanabilir ücret, sosyal sigorta, ücretsiz sağlık hizmeti gibi en temel talepleri ve ihtiyaçları bile, düzen-içi görünmelerine rağmen, burjuva düzenle çatışıyor. Yunan işçi sınıfı son iki yılda gerçekleştirdiği grevler, genel grevler ve çeşitli protesto eylemleriyle sürekli ayakta. PASOK’un denetimindeki sendika bürokrasisi, bir ya da iki günlük genel grevleri gaz almaya dönük kof bir araca dönüştürmeye uğraşsa da, hareketi pasifleştirmeye dönük tüm bu çabalara rağmen işçi sınıfı yılgınlığa düşüp saldırılara sessizce boyun eğmiyor. Aksine, son eylemlerin de gösterdiği gibi öfke büyümeye devam ediyor ve düzen dışı arayışlar belirgin bir şekilde güç kazanıyor. Bu olgu işçi sınıfının alabildiğine kitleselleşen ve militan bir ruh kazanan eylemlerinde doğrudan yansımasını
buluyor. Son saldırı paketinin parlamentoda oylandığı 12 Şubatta ülke çapında yapılan protesto eylemlerine şimdiye kadarki en yüksek katılımın sağlanması, pek çok kentte kamu binalarının işgal edilmesi, aralarında bankaların, karakolların, “evet”çi milletvekillerinin ofislerinin de bulunduğu onlarca binanın ateşe verilmesi, polis vahşetine gözüpek bir şekilde karşı koyulması ve eylemlerin izleyen günlerde de devam etmesi, işçi sınıfının ve emekçi gençliğin öfke birikiminin ve devrimci arayışların doğrudan bir ifadesi. Emekçi sınıfların hoşnutsuzluğu had safhadayken, burjuva siyaset sahnesinde ise tam bir çıkışsızlık durumu söz konusu. 2009’da %44 oyla iktidara gelen PASOK, aradan iki yıl geçmeden iktidardan devrilme noktasına gelmiş ve burjuvazi bu siyasi krizi bir koalisyon hükümetiyle aşmaya çalışmıştı. Bu amaçla PASOK, 2011 Kasımında, sağcı Yeni Demokrasi Partisi ve faşist LAOS’la beraber, Avrupa Merkez Bankası başkan yardımcısı Lukas Papadimos’un başbakanlığında bir “ulusal birlik” hükümeti kurdu. Ancak, parlamenter işleyişin iflası anlamına da gelen bu adım derde deva olmadı ve kısa sürede üç parti de ciddi bir erime içine girdi. Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre, Troyka ile yapılan son anlaşma sürecinde Yeni Demokrasi Partisinin oy oranı %19’a (2009’da %33 idi), PASOK’unki %8’e, LAOS’unki ise %5’e düştü. Bununla
11
marksist tutum
Yeni Saldırı Paketi Yunanistan, 2010 Mayısında, bütçe açığını üç yılda dörtte birine indirme taahhüdüyle, AB Komisyonu, AB Merkez Bankası ve IMF’nin oluşturduğu “Troyka” ile 110 milyar avroluk bir kredi anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşmanın ardından PASOK hükümeti, işçi ücretlerinin dondurulmasını, ikramiyelerin kaldırılmasını, emekli maaşlarının düşürülmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, dolaylı vergilerin arttırılmasını ve kamu çalışanlarının sayısının azaltılmasını öngören büyük bir saldırı programını yürürlüğe koymuştu. İşçi ve emekçi sınıfların sırtına ağır bir yük bindiren bu saldırı programı hayata geçirilmesine rağmen, ne borç sorunu ne de bütçe açığı sorunu çözülebildi. Aksine problem daha da girift bir hal aldı. Yunan hükümeti, aradan iki yıl bile geçmeden, Troyka ile bu kez 130 milyar avroluk ikinci kredi anlaşmasına imza attı. Burjuva koalisyon hükümeti, bu anlaşmanın bedeli olarak, emekçiler için birincisinden çok daha ağır bir yıkım anlamına gelen bir kesinti programı hazırladı ve Yunan parlamentosu, Troyka’nın şart koştuğu bu yıkım programını 12 Şubatta onayladı. Buna göre, emekli maaşları %15 oranında düşürülerek 360 avroya indirilecek. Brüt 750 avro olan asgari ücret %22’lik kesintiyle 600 avroya (net 410 avro) inecek ve 24 yaşından küçük gençler için net 320 avro olacak. Ücretler 2015 yılına kadar dondurulacak. Sektörel toplu sözleşmeler kaldırılacak. İşsizlik maaşı 450 avrodan 360 avroya düşürülecek. Kamu kurumlarına işçi alımları durdurulacak. Bu yıl 200 kamu kurum, birim ve kuruluşunun kapısına kilit vurulurken, 750 bin kamu çalışanının 15 bini 2012 yılında, 150 bini ise 2015 yılına kadar işten çıkarılacak. Pek çok kamu kurumu özelleştirilecek, devlete ait mal varlıklarının önemli bir bölümü satılacak. Eğitim ve sağlık da dahil olmak üzere tüm kamu harcamalarında kesintiye gidilecek. Yunan işçi sınıfı, ilk kredi paketinin onaylanmasının ardından yürürlüğe sokulan kesinti programı nedeniyle 18 aydır zaten cenderedeydi. Ücretler özel sektörde %20, kamuda %50’ye varan oranlarda düşürülmüştü. İşsizlik oranı %25’i aşmış, genç nüfusta ise bu oran %50’ye fırlamıştı. Bu süreçte sokaklardaki evsizlerin, okula aç gelen çocukların sayısı dikkat çekici boyutlara ulaştı. Yoksulluk oranı %30’a çıkarken, kurtuluşu Almanya başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerine gitmekte gören gençlerin sayısında patlamalar yaşanmaya başladı. Hatta düşman olarak gösterilen Türkiye bile Yunanlı işçiler için cazibe merkezi haline geldi. Kriz ve uygulanan ekonomik program yüzünden küçük-burjuvazi de yıkıma uğradı. 60 bin küçük işletme iflas ederken, buna bu yıl 50 bininin daha eklenmesi bekleniyor. Yeni kredi paketi de bir önceki gibi büyük sermayeye akacak, bankalara ve kredi kuruluşlarına olan borçları ödemek için kullanılacak. 2009’da borcun GSYİH’ye oranı %110’lardayken şu anda %160’a çıkmış bulunuyor. Troyka 130 milyarlık krediyi bu oranı 2020 yılında 120’ye düşürmek üzere veriyor. Ancak fiilen iflas etmiş olan Yunan devletinin, bu ağır kredi anlaşmalarıyla bu yükün altından kalkması olanaksız görünüyor. Zira işsizliğe sürüklenen ya da alım güçleri yarı yarıya düşen işçiler, iflasa sürüklenen kır ve kent küçük-burjuvazisi, yani geniş emekçi kitleler bu durumdayken devletin vergi gelirleri de sürekli düşüyor ve bütçe açıkları bir türlü kapanamıyor. Aynı şekilde, işsiz kalan işçilerin sayısı arttıkça toplanan sigorta primi miktarı da düşüyor ve devlet emekli maaşlarını ve sağlık harcamalarını karşılayamaz hale geliyor. Yeni saldırı paketiyle birlikte bu yıl ücretlerden gelecek vergi gelirlerinin 1,5 milyar avro, emeklilik fonunu besleyen sigorta primlerinin ise 2 milyar avro azalması bekleniyor. İşin özü, Yunan devleti bir kısırdöngüye girmiş durumda. Borcunu ödemek için kredi alıyor, bu krediyi geri ödemek için emekçilerin gırtlağına yapışıyor, yapıştıkça gelirleri düşüyor ve borç sarmalı çığ gibi büyüyor.
12
Mart 2012 • sayı: 84
da kalmayıp, yıkım paketinin parlamentoda oylanması esnasında üç parti de ciddi fire verdi. PASOK’tan aralarında bakanların da bulunduğu 22 milletvekili, Yeni Demokrasi’den ise 21 milletvekili parti kararlarına rağmen “hayır” oyu kullandılar ve partilerinden ihraç edildiler. Hükümetin küçük ortağı LAOS ise, Nisanda yapılması düşünülen seçimlere daha fazla oy kaybederek girmemek için hükümetten çekilmiş ve oylamada “hayır” oyu kullanma kararı almıştı. Ancak LAOS’lu iki bakan bu karara rağmen “evet” oyu kullandılar ve onlar da partilerinden ihraç edildiler. Gelinen noktada, 2009 seçimleri sonucunda 160 milletvekilliğiyle iktidar koltuğuna oturan PASOK’un milletvekili sayısı 131’e, üç yıl önce ana muhalefet partisi olarak 91 milletvekilliğine sahip olan Yeni Demokrasi’ninki ise 62’ye inmiş bulunuyor. İktidar partileri böylesi bir kan kaybı ve meşruiyet sorunu yaşarken, burjuvazinin en temel kaygısı, toplumsal patlamayı proleter devrim rayına girmeden dizginlemeyi başaramamaktır. Nasıl dizginleneceği konusunda da burjuva cephede bir fikir birliği bulunmamaktadır. Yeni Demokrasi Partisi, daha fazla yıpranmadan ve düzen dışı arayışlar daha fazla güç kazanmadan Nisan ayında seçimlere gidilmesini savunuyor. Bir diğer burjuva kesimse, Papadimos hükümetinin yılsonuna kadar işbaşında kalmasını, gerekirse daha otoriter bir yönetimle kitlelerin dizginlenmesini, aksi halde gidişatın önüne geçilemeyeceğini savunuyor. Bugünkü koşullarda Nisanda seçimlerin yapılmasına güçlü bir olasılık olarak bakılırken, burjuvazinin bu seçeneği hayata geçirip geçirmemeye esas olarak kitle hareketinin gelişimini dikkate alarak karar vereceği açıktır. Burjuvaziyi ciddi bir devrim korkusu sarmıştır. LAOS lideri Yorgos Karacaferis, Merkel’in dayatmalarının Yunanistan’ı devrime sürükleyeceğini ve bunun da Avrupa devrimini ateşleyeceğini söyleyerek devrim korkusunu hiç gizlemeksizin dile getirmektedir. Başbakan Papadimos ise militan kitle eylemleri karşısında, “bu kritik zamanlarda bu tür protestolara lüksümüz yok” diyerek aba altından sopa göstermektedir. Polis terörüne gözlerini kapatıp, yakılan binaları, atılan molotof kokteyllerini, yanan polis görüntülerini bolca sergileyen burjuva medya da açıkça gösterilerin yasaklanması çağrıları yapmaktadır. “Eylemlerde şiddete başvuruluyor” bahanesiyle polis terörü aklanırken daha otoriter
sayı: 84 • Mart 2012
bir rejimin yolları döşenmektedir.
Sosyalist hareketin durumu Yunanistan’a ilişkin tüm veriler her geçen gün daha da olgunlaşan bir devrimci duruma işaret ediyor. Burjuvazi yönetememe krizi içinde, işçi sınıfı, çiftçiler, öğrenciler, kadınlar ayakta, yıkımla karşı karşıya kalan küçükburjuvazinin huzursuzluğu had safhada ve alt kesimleri işçi sınıfının saflarına kaymış durumda. Ancak bir proleter devrimin başarıya ulaşabilmesi için, işçi sınıfıyla güçlü bağlara sahip, onunla bütünleşmiş ve onu iktidara yöneltmek üzere doğru taktikleri izleyen bir devrimci önderliğin varlığı da gereklidir. İşte Yunanistan’da şu anda eksik olan da ne yazık ki budur. Yunanistan’da işçi sınıfı hareketi, attığı her adımda burjuvaziye soluklanma fırsatı ve manevra alanı kazandıran reformizmin güçlü etkisi altındadır ve tam da bu nedenle hareket düzen sınırlarına hapsolma ve giderek pörsüme tehlikesiyle karşı karşıyadır. PASOK ve Yunanistan Komünist Partisi (KKE), tarihsel olarak, sınıf hareketi üzerinde sendikalar dolayımıyla en güçlü etkiye sahip olan partilerdir. ADEDY (kamu çalışanları sendikası) ve GSEE (Yunanistan Genel İşçi Konfederasyonu) PASOK’un denetimindeyken, PAME sendikası KKE’nin denetimi altındadır. Tüm dünyada son otuz yıldır yürütülen neo-liberal saldırılar sonucunda sendikalar hızla güç kaybetmelerine rağmen, Yunanistan’da sendikalılık oranı %25’lerde kalmaya devam etmektedir. Ancak gerek bir burjuva partisi olan PASOK’un, gerekse Stalinist KKE’nin şimdiye dek işçi sınıfına dayattıkları şey sınıf işbirlikçiliğinin ve reformizmin ötesine geçmemiştir. Stalinist diktatörlüklerin çöküşünden sonra yok olma aşamasına gelen diğer Avrupa ülkelerindeki KP’lerden farklı olarak halen belirgin bir güce sahip olan KKE, alabildiğine reformist, uzlaşmacı ve oportünist politikalarıyla öne çıkıyor. Derin bir krizin yaşandığı bugünlerde,
marksist tutum
KKE’nin propagandasının temelini şunlar oluşturuyor: seçimlere gidilmesi, borçların tek taraflı reddi, AB’den çıkış, “işçilerin ve halkın iktidarı”nın kurulması. Bu iktidarla neyin kastedildiği malûmdur: Seçimler sonucunda KKE’nin hükümet olması! KKE’ye göre bugün sosyalist devrim gündemde değildir. Ne gün gündemde olacağıysa bir muammadır! 1989 seçimleri sonrasında sağcı Yeni Demokrasi Partisiyle koalisyon ortaklığı yapacak kadar oportünist ve ilkesiz olan KKE, sıra sosyalist sola geldiğinde sekterliği elden bırakmamaktadır. Bu “komünist” parti uzun yıllardır PAME’yle birlikte, kitlesel gösterilerde ortak miting alanından farklı bir alanda eylem yapma ve diğer sosyalist gruplardan uzak durma politikası izlemektedir. Bu sekterliğinin en temel nedeni ise “belâdan uzak”, “güvenli”, “temiz” eylem anlayışında ifadesini bulan legalizm hastalığıdır. KKE’ye göre, ortalığı karıştıran “maskeli holiganlardan”, “provokatörlerden” kitleyi korumak lâzımdır. Aynı mantığın, KKE’nin Türkiye’deki kardeş partisi TKP tarafından da güdülmesi tesadüf değildir. Yunanistan’da KKE’den sonraki bir diğer önemli reformist sosyalist güçse, çeşitli sol çevrelerin katılımıyla bir seçim bloku olarak oluşturulan “Radikal Sol Koalisyon”, yani Syriza’dır. 2004 yılında kurulan Syriza’nın en büyük bileşeni, 1980’lerde avrokomünist KP’den ve SSCB çizgisindeki KKE’den kopanların oluşturdukları Synaspismos partisidir. Synaspismos şimdilerde PASOK’tan atılan milletvekilleriyle birlikte seçimlere katılıp “halk cephesi” oluşturma planları yapıyor. 2009 seçimlerinde %7,5 oy alarak parlamentoya 21 milletvekili sokan KKE’nin oy oranının son süreçte %12’ye yaklaştığı görülüyor. %4,6 oyla 13 milletvekili çıkaran Syriza’nın oy oranı da %11 civarlarında seyrediyor. Yeşiller ve irili ufaklı diğer sosyalist güçler de dahil edildiğinde %30’a yaklaşan bir oy oranı çıkıyor karşımıza. Bu oran, işçi sınıfının giderek artan bir kesiminin sosyalist bir yönelim içine girdiğinin ifadesi olarak kuşkusuz önem taşımaktadır. Ancak reformistler bu orana parlamenter hesaplar açısından değer biçmekte, işçi sınıfının devrimci enerjisini düzen içine hapsetmeye çalışmaktadırlar. Kurtuluş yolu olarak bu iki partinin ittifak yaparak iktidara gelmesini savunanların aksine, böylesi bir reformist iktidarın, ayağa kalkan proletaryayı felçleştirerek burjuva düzene soluk alma fırsatı tanımaktan başka bir işlevi olmayacağı açıktır. Yunan proletaryasının, mevcut burjuva hükümetle yetinmeyip kapitalist sistemi de hedef alan, düzenin karşısına işçi sınıfının bağımsız devrimci programıyla çıkan, sınıfı bu temelde örgütleyen bir devrimci önderliğe ihtiyacı var. Borçlar tek yan-
13
marksist tutum
lı olarak reddedilmedikçe, tüm bankalar tek çatı altında birleştirilip devletleştirilmedikçe, büyük sermaye tazminatsız olarak mülksüzleştirilmedikçe, kısacası kapitalizm yıkılmadıkça, adı “işçi hükümeti” de olsa hiçbir hükümet bu enkazın altından kalkarak emekçilerin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve taleplerini karşılayan bir programı hayata geçiremez. Bunu da ancak devrimci işçi iktidarı başarabilir, reformist bir “birleşik cephe hükümeti” değil! Yunan işçi sınıfının önünde bir devrimle iktidarı ele alma görevi duruyor. Ancak toplumsal kurtuluşun ulusal sınırlara hapsolmuş bir perspektifle başarılabileceğini düşünmek de yanlıştır. Etrafı kapitalist sistem tarafından kuşatılmış bir ülkede sosyalizme geçişin başlatılabilmesi, hele hele bunun Yunanistan gibi sanayisi zayıf küçük bir ülkede gerçekleşmesi, bir fiskede tuzla buz olacak bir hayaldir. Yunanistan’da patlak verecek bir proleter devrimin yaşayabilmesi, öncelikle Balkanlar ve Avrupa işçi sınıfının mücadelesi ve dayanışmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Ezilen sınıfları devrimin eşiğine getiren devasa sorunların “sosyalist bir adacıkta” çözülebileceği yanılsamasını yaratanların, iktidara geldikleri takdirde, kitleleri büyük bir hayal kırıklığıyla yüz yüze bırakmaları da kaçınılmazdır. Bugün gerek KKE gerekse Syriza tümüyle ulusalcı bir perspektifle hareket ediyorlar ve bu perspektife hapsedilmiş bir “avrodan ve AB’den çıkış, borçların ödenmemesi ya da bir süreliğine dondurulması” politikasını her derde deva reçeteler olarak sunuyorlar. Bunun yanı sıra AB, IMF ya da Almanya’yı günah keçisi ilan edip suçluyu dışsallaştırıyorlar ve “yabancı işgaline karşı yurtsever birlik”, kendine yeterlilik gibi milliyetçi argümanlara sarılıyorlar. İşçi sınıfının ufkunu enternasyonalizmle genişletmek yerine onu Avrupalı sınıf kardeşlerinden yalıtmaya yönelen, Yunan burjuvazisinin bütün bu olup bitenlerdeki temel sorumluluğunu hafifleten bu milliyetçi politikaların son tahlilde sermayeye hizmet ettiği açıktır. Faşist partilerin de bu milliyetçi politikaları kurtuluş olarak savundukları düşünüldüğünde, sosyalistlerin yurtseverlik adına nasıl bir canavara nefes verdikleri görülecektir. Komünistlerin görevi, milliyetçi bir öze sahip olan “AB’den çıkış” sloganına sarılmak değil, kıta işçilerinin birliği ve ortak mücadelesi sayesinde kapitalistlerin Avrupa Birliği’ni yıkıp, Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri Devletini inşa etmek için mücadele etmektir. Bu mücadelenin soyut programlar üzerinden yürütülemeyeceği de aşikârdır. Bu bağlamda, borçların ödenmemesi, ticari gizliliğin kaldırılması, kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi, bankaların ve tekellerin tazminatsız olarak ve işçi denetimi altında devletleştirilmesi gibi geçiş taleplerinin yükseltilmesi, işçi sınıfının kapitalizm dahilinde bir çıkış yolu olmadığını kavramasını sağlamak ve onu iktidara yöneltmek açısından yakıcı öneme sahiptir. Komünistler, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükselterek onu iktidara yöneltecek bu talepleri sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa’da yükseltmekle yükümlüdürler. Zira bu kriz sadece Yunanistan’ın
14
Mart 2012 • sayı: 84
değil tüm Avrupa’nın, daha da ötesi dünya kapitalizminin krizidir ve sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa’da işçi sınıfı benzer saldırılarla yüz yüze olup, sınıf hareketi on yıllardır görülen en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Yunanistan’da ortaya çıkan devrimci durumun bir devrimle taçlanamama tehlikesini alabildiğine büyüten bir diğer faktörse işçilerin öz-örgütlenmelerinin henüz son derece cılız olmasıdır. Lenin 1917 Nisanında, birincil görevi, bütün Rusya’yı bir öz-yönetim organları ağıyla kaplamak olarak koyuyordu. Sovyetler (konseyler) şeklinde ortaya çıkan bu öz-yönetim organları aynı zamanda iktidar organları olarak varlık gösterecek ve işçi iktidarı aşağıdan yukarıya doğru demokratik bir şekilde örgütlenen bu organlar tarafından kurulacak ve yönetilecekti. Ekim Devrimine ve tarihin ilk muzaffer proleter devrimine geçit veren bu sovyetik anlayış ne yazık ki bir karşı-devrimle iktidara gelen Stalinizm tarafından tarihin tozlu sayfalarına itilmeye çalışıldı. Devrim mücadelesinin yerini sınıf işbirlikçiliği alırken, sosyalizm, aşamalar arasında sonsuza ertelendi. KP’ler parlamenter yoldan iktidara gelip gitmeyi hedefleyen reformist örgütlere dönüştürülürken Komünist Enternasyonal hızla İkinci Enternasyonal anlayışına savruldu ve kısa süre sonra da kapısına kilit vuruldu. Komünistler, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü yükselterek onu iktidara yöneltecek geçiş taleplerini sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa’da yükseltmekle yükümlüdürler. Zira bu kriz sadece Yunanistan’ın değil tüm Avrupa’nın, daha da ötesi dünya kapitalizminin krizidir ve sadece Yunanistan’da değil tüm Avrupa’da işçi sınıfı benzer saldırılarla yüz yüze olup, sınıf hareketi on yıllardır görülen en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Dolayısıyla, bugün Yunanistan’da cılız bir şekilde var olan işyeri ve mahalle komiteleri şeklindeki öz-yönetim organlarına yaygınlık kazandırmaya, bunlar içinde örgütlenip güç kazanmaya ve bunları iktidar organlarına dönüştürmeye odaklanmaları gereken komünistlerin, Stalinist gelenekle iğdiş edilmiş olmaları nedeniyle, seçim hesaplarına odaklanmaları ve burjuva devlet aygıtını yıkıp parçalayacak devrimci bir perspektife alabildiğine uzak olmaları hiç şaşırtıcı değildir. Bu anlayış kırılıp, öncü işçiler arasında devrimci Marksist fikirler egemen kılınmadıkça ve proletarya bu anlayışla iktidara yürütülemedikçe, mevcut devrimci durum, ne yazık ki, tarihteki pek çok örneği gibi burjuvazinin egemenliğini gerek duyduğunda bir karşı-devrimle pekiştirmesiyle son bulacaktır. Yunan proletaryası bir yol ayrımındadır ve bu yol ayrımında nereye yöneleceği tümüyle ona rehberlik etmesi gereken komünistler tarafından belirlenecektir. Tarih bir kez daha proletaryaya ve onun öncüsüne hayati bir sorumluluk yüklemiştir.
Milletvekili Maaşları ve Burjuva Parlamentarizmi Oktay Baran
G
eçtiğimiz günlerde gündeme gelen milletvekili maaşlarıyla ilgili düzenleme ve doğurduğu tartışmalar, burjuva parlamenter rejimin çürümüşlüğünü çeşitli boyutlarıyla gözler önüne serdi. Tasarının bir maddesi önce cumhurbaşkanı tarafından veto edildi, ardından küçük bir düzeltmeyle tümü yasalaştı. Bu düzenlemelerin hemen ardından, alışılageldiği üzere, ülke gündeminin yeni siyasi krizler ve gelişmeler nedeniyle hızla değişmesi dolayısıyla sözkonusu düzenlemeye dair tartışmalar siyasal gündemden düşüverdi. Buna rağmen, bu düzenlemenin geniş emekçi kesimlerin gündemine girdiğini ve öfkeyle karşılandığını not etmek gerekiyor. Asgari ücrete yapılan kırıntı niteliğindeki artışla aynı döneme denk gelmesi, sözkonusu tepkiyi daha da arttırmıştır.
Savunmalar haklı mı? Milletvekillerinin çoğu ve düzenin has adamları yapılan düzenlemeyi savunuyorlar. Kimileri maaş artışını savunmak için, sapla samanı birbirine karıştırıyor ve halkı açıkça aldatıyor. Önerge sahibi milletvekillerinin yanı sıra, kimi burjuva kuruluşların yöneticileri de, milletvekili maaşlarının “bazı sanatçılar, gazeteciler, teknik direktörler ve futbolcuların aldıkları transfer ücreti ve maaşlar”la kıyaslandığında düşük olduğunu “saptama” uyanıklığıyla apaçık sahtekârlık yapıyorlar. Bu meslekleri icra edenlerin astronomik paralar kazandığı doğrudur ama bu mantıkla gidilirse varılacak nokta milyarlar kazanan büyük burju-
valarla karşılaştırarak milletvekillerinin “acınası” haline ağıt yakmak olurdu. Böylesi bir karşılaştırmanın, gelir dağılımındaki muazzam uçurumun öne çıkarılmasına yol açacağının ve dolayısıyla pek de hayırlı olmadığının hepsi farkında olacak ki, işi o noktaya kadar getirmekten çekiniyorlar. Bu karşılaştırmayı kafa karıştırmak amacıyla yaptıkları şüphe götürmez. Mesele milletvekili maaşlarının neye göre değerlendirilmesi gerektiğinde yatmaktadır. Kıyas noktası milletvekillerinden daha yüksek gelire sahip olanlar değil, milletvekillerinin vekili olduklarını iddia ettikleri halkın ve özellikle de işçilerin ortalama gelir düzeyi olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, ülkeden ülkeye değişen bir tabloyla karşılaşırız. Ülkelerin kapitalist gelişkinlik düzeyine, tarihsel özelliklerine, işçi hareketinin tarihsel geleneklerine, siyasal örgütlülük ve bilinç düzeyine göre değişen bu tabloda Türkiye neredeyse istisnai bir örnek teşkil etmekte, muazzam boyutlarda bir çarpılmanın olduğu hemen göze çarpmaktadır. Örneğin, milletvekillerinin yıllık maaşının, kişi başına düşen milli gelire oranına bakalım. Sosyaldemokrasinin güçlü olduğu İskandinav ülkelerinde bu oran 0,9 civarındadır, yani milletvekillerinin çıplak yıllık maaş geliri, kişi başı milli gelirin altındadır! Yine işçi hareketinin güçlü olduğu Fransa’da bu oran 1,2, İngiltere’de 1,6, İtalya’da 2,7 civarındadır. Bu ülkelerin çoğunda ek ödeme, harcırahlar, iki yılda “kıyak emeklilik” vb. gibi durumlar da söz konusu değildir. İşçi hareketinin siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşük olduğu Türkiye’ye gelince işin rengi epey değişiyor.
15
Mart 2012 • sayı: 84
marksist tutum
Türkiye’de bu oran, emeklilik hakkı kazanmamış milletvekilleri için 8,5, emeklilik hakkını kazanmış olanlar için ise 12,7’dir. Yani milletvekilleri, kişi başı milli gelirin 8,5 ilâ 12,7 katı bir maaş alıyorlar. Aynı karşılaştırmayı asgari ücretle yaptığımızda daha da çarpıcı bir sonuç ortaya çıkıyor: Milletvekillerinin maaşları asgari ücretin 27 katı civarındadır. Yalnızca iki yıl milletvekilliği yapmak emekli olmaya yetiyor ve emekli olunduğunda, asgari ücretin on katından fazla bir parayı maaş olarak alıyorlar. Bunlar sadece sahip oldukları ayrıcalıkların maddi kısmıdır. Bir de bunlara sosyal ayrıcalıklarını eklediğimizde, milletvekillerinin vekili olduklarını iddia ettikleri geniş yoksul halk kesimlerinden ne denli uzak bir dünyada yaşadıkları apaçık ortaya çıkıyor. Milletvekillerinin seçmenlerine karşı sorumlu olmayışı, onların denetiminden azade olmaları, halktan tümüyle kopuk bulunmaları, burjuva parlamenter sistemin en temel özelliklerinden biridir. Bu ayrı bir âlemde yaşıyor olma durumuna çarpıcı bir örnek verelim. Meselâ, milletvekilliği ve bakanlığın yanı sıra Merkez Bankası eski başkanlığı da yapmış olan Yaman Törüner, maaş artışının “aşırı” olmadığını, “kamu vicdanını da rahatsız etmediğini” söyleyebiliyor. Kendi vicdanını “kamu”nunkiyle birbirine karıştıran Törüner, söyledikleriyle başka bir âlemde yaşadığını kanıtlıyor: “Gereğinde sabahlara kadar çalışan, hayatlarını bölgelerinin en ücra köşelerinde dolaşıp halkın dertlerini dinlemekle geçiren, ihtiyacı olan vatandaşa evini açan, kısacası hayatını halkına adamış olan milletvekilleri, neden bu görevlerini yerine getirebilecek gelire sahip olmasın?” (Milliyet, 3/1/2012) Ne çekilmez, ne kahırlı, ne fedakârlık gerektiren işmiş şu milletvekilliği! Bu apaçık bir yalandır. Bıraktık seçim bölgelerinin ücra köşelerinde hayatlarını halkın dertlerini dinleyerek geçirmelerini, onlarca milletvekili seçildikleri bölgelere hayatları boyunca adım bile atmamışlardır. Halkın en çok yakındığı konuların başında, milletvekillerinin seçimlerden sonra seçim bölgelerine neredeyse hiç uğramıyor oluşu gelmektedir. Seçmenlerin ezici bir çoğunluğu, seçimlere katılan milletvekillerini yakından tanımak şöyle dursun yüzünü bile görmemiştir. Törüner gibilerin açıklamasında doğru olan tek ifade milletvekillerinin lütfedip seçim dönemlerinde “halkın dertlerini dinlemesi”, daha doğrusu dinler gibi yapmasıdır. Onlar sadece dinler ve konuşurlar. “Hayatını halkına adamış milletvekili” söyleminin ne denli yalan olduğunu ise bizzat maaş zammı talep eden vekillerin gerekçeleri göstermektedir. Milletvekilleri ne halkın içindeler ne de onun peşinden koşturuyorlar, aksine birileri onların peşinden koşturuyor, ancak onlar da daha ziyade emekçi halk unsurları değil, iş takibi vs. için Ankara yollarını aşındıran irili ufaklı burjuvalar. Vekiller maaşlarının önemlice bir bölümünü, heyetler halinde gelen ziyaretçilerinin ağırlanmasına harcadıklarını söylerken aslında bu gerçeği dillendirmiş oluyorlar. Düğün dernek davetleri ve buralarda takılan altınlar da cabası. Örneğin
16
MHP milletvekili Lütfü Türkkan aylık bütçesini kamuoyuyla paylaşarak “mağduriyetini sergilerken”, her ay ziyaretçilerini ağırlamak için 2500 TL harcadığını, 1500 TL’nin ise düğün ve cenazelere çelenk göndermeye gittiğini söylüyor. Meclis Başkanı Cemil Çiçek de, milletvekillerinin yılda 100 düğüne gittiğini ve hepsinde altın taktığını söylerken, CHP milletvekili Ahmet Toptaş yılda 200 düğüne katıldıklarını iddia ediyor. İşi gösteriş yaparak, para saçarak oy toplamak olan bu vekillere belli ki her gün düğün bayrammış, pek de kahırlı bir hayat değilmiş onlarınki! Ama yine de yalanlarla bezeli duygu sömürüsünden geri durmuyorlar. Milyonlarca insanın yıllardır et yüzü görmediğini unutan CHP’li Toptaş “inanır mısınız, Meclis’te bir haftadır et yemedim” sözleriyle sızlanmaktan utanmıyor. Aslında bu durum tek tek milletvekillerinden kaynaklanmıyor. Milyar dolarlık yolsuzluklar, ihalelerden kazanılan milyonlar, bir imzayla elde edilen servetler, örtülü ödenekler vb; bal tutanın parmağını yaladığı, kokuşmuşluğu sistematik olarak üreten bir temsili sistemle karşı karşıyayız. Böylesi bir sistem içerisinde, büyük şirketlerin lobi faaliyetini yürütmek, iş ve ihale takibi yapmaktan geriye kalan zamanlarında burjuva milletvekilleri, seçmenlerinin gözünü boyamak, ziyaretçilerini yedirip içirerek ağırlamak, çelenk göndermek, altın takmak vb. zorundadırlar. Aksi takdirde tekrar seçilerek sahip oldukları arpalıkları ellerinde tutmaları mümkün değildir. Rüşvete, göz boyama ve gösterişe, adam satın almaya, yolsuzluğa, yozlaşmaya ve çürümeye kapalı bir temsil organına kapitalist düzen çerçevesinde ulaşılabileceğini düşünmek hamhayaldir. Bu nedenle de sorun böylesi milletvekillerinden değil, bu temsil tarzından, burjuva parlamentarizmden kurtulma sorunudur.
Nereden nereye? Milletvekillerinin belli bir ücret ya da ödenek alması, aslında parlamento tipi yapıların ortaya çıktığı ilk günlerden beri epey tartışma yaratmıştır. Bu tarz kurumların ilk ortaya çıktığı İngiltere’de ilk başlarda (13. yüzyılda) vekil ücretleri, kendi seçmenleri tarafından karşılanmıştır. Ancak vekillerin tamamının zengin, güçlü ve aristokrat ailelerden gelmesi nedeniyle zamanla bu ödeme geleneği sönüp gitmiştir. Fakat kapitalizmin ve onunla birlikte işçi sınıfının da gelişmesiyle seçme ve seçilme hakkının yalnızca mülk sahipleriyle ve belli bir gelire sahip olanlarla sınırlı olmasına karşı tepkiler de büyüyüp gelişmiştir. 19. yüzyılın ortalarına doğru burjuvazi ülke yönetiminde daha fazla söz hakkı talep ederken, işçi sınıfı da seçme ve seçilme hakkı talep ediyordu. Bu amaçla 1836’da Londra İşçi Derneği kurulmuş, 6 maddeden oluşan bir dilekçe eşliğinde imza kampanyası başlatmıştı. Bu talepler; (1) herkese oy hakkı tanınması, (2) seçim bölgelerinin eşit büyüklükte olması, (3) milletvekili olabilmek için mülk sahibi olma
sayı: 84 • Mart 2012
zorunluluğunun kaldırılması, (4) milletvekillerine maaş bağlanması, (5) gizli oy ve (6) parlamento seçimlerinin her yıl yapılması idi. Bugün son derece basit ve temel gözüken bu talepler için bile çok şiddetli bir mücadele yürütüldü. Grevler, büyük kitle gösterileri, yürüyüşler, polisle çatışmalarla yürüyen mücadelede birçok işçi katledildi, işçi önderleri zindanlara atıldı. 1839, 1842 ve 1848’de parlamentoya 2 milyondan fazla işçinin imzasını içeren dilekçeler verilmesine rağmen, burjuvazi de aristokrasi de bu taleplere kulak asmadı. Tarihe Çartist hareket olarak geçen bu hareket zamanla sönümlense de, modern sendikalar bu hareketin içinden doğup gelişti. Sendikal örgütlülüğün gelişmesiyle işçi hareketinin daha güçlü ve örgütlü bir kimlik kazanması sonucunda burjuvazi Çartistlerin taleplerinin ilk beşini en nihayet 1884 tarihli reform yasasıyla kabul etmek zorunda kalmıştı. O günden bu yana işçi hareketinin gelişkin olduğu Batı ülkelerinin tamamında, burjuva parlamentolarda, sosyalist ve komünist etiketli partilerin temsilcileri boy gösteriyorlar, bunların içerisinde işçilik yapan ya da sendikalardan gelen birçok temsilci de bulunmaktadır. Kuşkusuz, işçilerin seçme ve seçilme hakkından mahrum olduğu dönemlerle kıyaslandığında önemli bir gelişmedir bu. Ne var ki, hiçbir olgu mutlak olarak iyi ya da kötü olamaz. Emperyalist ülkelerin sahip oldukları kaynaklar sayesinde burjuva meclisleri, işçi hareketini dizginlemenin, onu yoldan çıkarmanın, reform vaatleriyle oyalamanın, devrimci perspektif ve yöntemlerden uzaklaştırmanın bir aracı olagelmişlerdir. Bugün Batılı kapitalist ülkelerin tamamında meclislerde boy gösteren sol sıfatlı partiler reformist partilerdir ve bu partiler çoktandır işçi sınıfının partileri olmaktan çıkarak burjuvazinin sol söylemli partileri haline gelmişlerdir. Bugün kapitalist ülkelerin parlamentolarını dolduran vekillerin çok büyük bir çoğunluğunun, aslında milletvekili maaşına hiç de ihtiyaç duymayacak kadar tuzu kuru üst sınıflardan geldiğini biliyoruz. CHP grup başkan vekili Muharrem İnce, milletvekillerinin emeklilik haklarını gündeme taşıdığı konuşmasında, kimden korkuyoruz diye soruyor ve şunları söylüyor: “İçimizde sıkıntıda olanların oranı, tuzu kuru olanların oranından daha fazladır. Burası holding patronlarının topluluğu değildir, burası halk Meclisidir.” Acaba orası gerçekten de “halk meclisi” mi? Gerçekler tersini söylüyor. Milletvekillerinin 127’si mesleğini iş adamı ya da üst düzey yönetici olarak kayda geçirmiş. 237 milletvekili hukukçu, tıp doktoru ve öğretim üyesi olduğunu belirtmiş. Geri kalanların büyük çoğunluğu da kendisini “serbest meslek” sahibi olarak gösteren küçük ve orta burjuvalardır. 8 kişi ise sendikacı olduğunu ifade etmiş ki, bunların sendika kasalarını söğüşleyerek dünyalıklarını fazlasıyla yapan sendika ağaları olduklarını bilmeyen kalmamıştır. Yalnızca bu sayıları toplasak bile meclisin çoğunluğunun “tuzu kurulardan” oluştuğu apa-
marksist tutum
çık ortadadır. Gelişkin burjuva demokrasileri tam da bu durumu doğuracak şekilde yapılanmıştır. Vekil olabilmek için yalnızca seçilme hakkına kanunen sahip olmanın yetmediği bir düzende yaşıyoruz. Medyanın, matbaaların, kâğıt stoklarının, internetin, iletişim araçlarının, reklâm ajanslarının, anket şirketlerinin, ulaşım araçlarının vb. tekelini elinde tutan burjuvazinin yarattığı fiili seçim engellerini yıkıp geçmek hiç de kolay değildir. Düzen partileri milletvekilliğine aday olanlardan binlerce lira ister. Yetmez, kampanyalar sırasında on binlerce liralık harcama yapılması gerekir. O da yetmez, medyaya yeterince para yedirmek ve gazetelerde televizyonlarda yüz göstermek için birtakım ilişkilere sahip olmak gerekir. Tek cümleyle, kapitalist düzende özgürlüklerinizi kullanabilmek için onu satın alacak paraya sahip olmanız gerekir. Burjuva parlamentolar, kuşkusuz holding patronlarının doğrudan mesken tuttuğu yerler değildir. Burjuvazi içindeki işbölümü gereğince, büyük patronların Mecliste vekil olmaları zaten gereksizdir. Keza burjuva siyasetçiler tekelci sermayenin çıkarlarını hem fazlasıyla koruyup geliştirecek hem de layıkıyla temsil edecek bir edebe, birikime ve deneyime sahiptirler. Arada istisnai ayrık otları türerse, onlar zaten siyasi kariyerlerinin daha ilk adımlarında her türlü dalavereyle devre dışı bırakılırlar. Bu süreçte, bu işbölümünün doğası gereğince de, bal tutan parmağını yalar misali, bu konumlarından fazlasıyla nemalanırlar.
Tepkilerin ardındaki hissiyat Milyonlarca insan asgari ücretle yaşam savaşı verirken bu ücretin belirlenmesinde onlara söz hakkı vermeyen, sendikaların taleplerini hiçe sayan burjuva vekiller, kendi ceplerine girecek maaşları bizzat kendi çıkarttıkları yasalarla belirlemekte en küçük bir beis görmüyorlar. Yalnızca bu durum bile burjuva parlamenter sistemin halktan ne denli kopuk olduğunu, denetimden ne denli uzak olduğunu göstermeye yeter. Günde on, on iki, hatta on altı saat asgari ücretle çalışan insanların, milletvekillerinin 12 bin TL’lik maaşına büyük bir tepki göstermeleri elbette ki kaçınılmazdır.* Hele ki, yalnızca iki yıl milletvekilliği yaptıktan sonra emeklilik hakkı kazanan ve böylelikle hem aktif milletvekili maaşını hem de emeklilik maaşını (6 bin TL) birlikte alarak 18 bin TL’lik bir kazanç sağlamasını insanın içine sindirmesi nasıl mümkün olabilir? Bir meslek olmadığı halde milletvekilliğinden emekli olmak şeklindeki olgunun varlığı bile burjuva temsil sisteminin ulaştığı kokuşmuşluk düzeyinin bir göstergesidir. Bu apaçık halkı soymaktır. Aslında emekçilerin, milletvekillerinin maddi ve manevi ayrıcalıklarına dönük tepkilerinin temelinde, yalnızca onların yüksek maaşlar alması yatmıyor. Daha derinlerde, milletvekillerinin bu maaşı hak etmedikleri, hak edecek bir şey yapmadıkları, kendilerini gerçekte temsil etme-
17
Mart 2012 • sayı: 84
marksist tutum
dikleri düşüncesi yatmaktadır. Kendiliğinden ve içgüdüsel olan bu hissiyat gerçekliğe birebir denk düşmektedir. Bu hissiyatı tüm ülkelerde gözlemlemek mümkündür. Seçimlere katılma oranındaki düşme eğilimi bunun bir göstergesidir. Bir ülkede burjuva parlamenter demokrasi ne denli köklüyse, emekçilerin parlamento seçimlerine ilgisi de o denli düşmektedir. Özellikle Batı’nın artık köhnemiş burjuva demokrasilerinde seçimlere katılma oranlarının yüzde 40’lara kadar düşmüş olduğunu görüyoruz. Türkiye’de de bu oran giderek düşme eğilimindedir. Ancak Türkiye’nin özgün geçmişi, bürokratik-askeri vesayet sisteminin doğurduğu haklı tepkiler, arkası kesilmeyen darbeler nedeniyle parlamenter düzenden beklentilerin nispeten yüksek oluşu gibi faktörler nedeniyle seçimlere katılma oranı halen diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında yüksektir. Biz Marksistler, tarihsel olarak miadını doldurmuş olan burjuva parlamentarizminden kurtulmayı, emekçileri doğrudan siyaset sahnesinin içine çekmeyi, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını, kendilerini gerçekten de kendilerinin yönetir hale gelmesini hedefliyoruz. Bizler burjuva demokrasisinden milyon kat daha demokratik bir işçi demokrasisini hedefliyoruz. Lenin, burjuva parlamenter sistemin gerçek özünün, “parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek” olduğunu söylüyordu. Burada sorun, genel olarak seçim ilkesi ya da temsili kurumlar değildir. Bunlar olmaksızın şu ya da bu tip bir demokrasiden söz etmek elbette mümkün değildir. Sorun büyük bir aldatmacayla “halk iradesinin cisimleşmesi” olarak sunulan burjuva parlamentoların, laf ebeliğinin mabetleri olmanın ötesine geçemeyecek oluşundadır. Burjuva düzende gerçek “devlet işleri”, kapalı kapılar ardında, kulislerde, devlet dairelerinde, bakanlıklarda, türlü heyet ve kurullarda, ruhunu burjuvaziye satmış üst bürokratlar ve burjuvazinin siyaseti meslek edinmiş kesimi tarafından yürütülür. Bu arada milyonlarca memurcuk da, hiçbir söz hakkı olmadan onların emir kulu olarak işleri sırtlarlar. Bu nedenle parlamentoya da gevezelikten başka yapacak bir şey kalmaz. Yasalar parlamentoda şekillenmez, aynı kapalı kapılar ardında ve kural olarak da büyük burjuvazinin istediği ve çizdiği çerçevede kaleme alınırlar, ardından da parlamentoda tartışılır gibi yapılır, küçük rötuşları inip kalkan eller takip eder ve parlamento bir laf ebeliği seansını daha tamamlamış olur. Biz Marksistler, tarihsel olarak miadını doldurmuş olan bu burjuva parlamentarizminden kurtulmayı, emekçileri doğrudan siyaset sahnesinin içine çekmeyi, kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını, kendilerini gerçekten de kendilerinin yönetir hale gelmesini hedefliyoruz. Bizler burjuva demokrasisinden milyon kat daha demokratik
18
bir işçi demokrasisini hedefliyoruz. Temsili kurumları ortadan kaldırmayı değil, onları gerçekten de seçmenlerini temsil eden kurumlar haline getirmeyi, sayılarını arttırmayı ve yönetim işlerinin bu kurumlar eliyle yürütülmesini savunuyoruz. Kokuşmuş “parlamentarizmden kurtulma yolu, temsili organları ve seçim ilkesini yıkmaya değil, laf değirmenleri olan bu temsili organları «hareketli» kurumlar durumuna dönüştürmeye dayanır” diyor Lenin (Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yay., 7. bsk, s.57). İşte bu yüzden işçi devletinin temel dayanağı olan komün tarzı örgütlenmeler, parlamenter bir örgüt değil, hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir organ olmak zorundadırlar. Komün tipi bir organda düşünce özgürlüğü ve tartışmalar gerçek anlamını kazanacaktır. Onun üyeleri, “kendileri çalışmak, yasalarını kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar. [Komünde] Temsili organlar kalır; ama, özel sistem olarak, yasama ve yürütme arasındaki işbölümü olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı durum olarak parlamentarizm artık yoktur. Bir demokrasiyi, hatta bir proletarya demokrasisini, temsili organlar olmaksızın düşünemeyiz; ama … demokrasiyi parlamentarizm olmaksızın düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız da.” (age, s.59) Temsili organlara seçilmiş olan vekiller, kendi gündelik yaşamlarından ve kendilerini seçen kitleden kopmayacaklar, onlarla her an iç içe olacaklardır, çünkü onların görevi karar almaktan ibaret değildir, alınan kararları uygulayacak olanlar da onlardır. Bu nedenle de seçmenlerinin her an denetimi altındadırlar ve seçmenler eğer ki vekilin çalışmasından memnun değillerse onu diledikleri an görevden alabileceklerdir. Bu vekiller kendilerini seçen emekçi kitlelerin efendisi değil, hizmetkârı durumunda olacaklardır. Ve bu iş için alacakları ücret de ortalama işçi ücreti düzeyinde olacaktır. Yani işçi devletinde, vekillerin, sosyal ve maddi ayrıcalıklarına son verilmiş olacaktır. Bu doğrultuda, emekçilerin içgüdüsel olarak kavradıkları gerçeği bilince çıkarmalarına yardımcı olmak ve onların tepkilerini sistematize ederek burjuva düzenin temellerine yönlendirmek; komünistlere düşen görev budur. _______________________ * Bu tepkilerin hepsi haklıdır ama yeri gelmişken bir hususa daha dikkat çekmekte fayda var. Medyada milletvekili maaşları sıklıkla, özellikle de büyük medya tekelleri hükümeti yıpratmak ya da sıkıştırmak istediklerinde, gündem edilir. Ama başta generaller olmak üzere üst düzey asker ve sivil bürokratların maaşları, emeklilik aylıkları ve ikramiyeleri, sahip oldukları sayısız maddi ve manevi ayrıcalık hemen hemen hiçbir şekilde konu edilmez. Bu kesimler devletin asli unsuru ve hatta sahibi olarak değerlendirilirken, halkın egemenlere karşı olan tepkisi gerektiğinde siyasetçilere yönlendirilerek, halka “beğenmiyorsanız değiştirebilirsiniz” mesajı iletilmiş olur. Geçmişte, özellikle asker-sivil bürokrasinin, rejimin bekasını riske atmadığı sürece ve atmayacağı ölçüde, siyasetçileri gözden düşürmek ve hizaya sokmak için de bu yola sıklıkla başvurduğunu geçerken belirtelim.
Kapitalizmde Emekçi Kadın Olmak Ezgi Şanlı
K
apitalizm sınırlarla dünyayı; sınıflarla, uluslarla, cinsiyetle ve bölebileceği her türlü yolla insanlığı bölmeden var olamaz, yol alamaz. Tıpkı kendinden önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi, sömürülü toplumların sonuncusu ve en gelişmişi olan kapitalizm de, kadına ve erkeğe farklı toplumsal kimlikler yüklemiştir. Bu ayrım kitlelerin bilincine derinlemesine yerleşmiştir. Bununla birlikte, bu sorundan kadınların sınıfsal ayrım gözetmeksizin aynı ölçüde etkilenmesi söz konusu değildir. Kapitalist sınıfın kadınlarıyla emekçi sınıfın kadınlarının sorunları bir ve aynı değildir. Kapitalist sınıfın kadınları, işçi sınıfının yaşadıklarından, kadınıyla, erkeğiyle tüm bireylerinin hayatının cehenneme dönmesinden, kapitalist sınıfın erkekleri kadar sorumludurlar. Bu nedenle kapitalist sınıfın, en az erkekleri kadar gaddar ve sömürücü olan kadınları konumuzun dışındadır. Onların aksine işçi sınıfının kadınları açısından yaşam, çifte ezilmişlik altında geçirilen yıllardan başka bir şey değildir. Hem ait oldukları sınıfın hem de kadın olmanın getirdiği çifte ezilmişlikle baş etmek zorundadırlar işçi kadınlar. İşçi sınıfının aktif olarak işgücüne katılmayan kadınları, çocuklarını işçi sınıfına katılmak üzere yetiştirmekle, eşlerini ve çalışan çocuklarını her gün yeniden işgücünü satabilecek duruma getirmekle yükümlüdürler. Evin dört duvarı arasında, kendini tekrar eden işlerle geçirilen uzun saatler, yorucu ve bıktırıcıdır. Üstelik kadınların bu emeği görünmez ve kıymet görmez. Bu emeğin karşılığında kadının eline hiçbir şey geçmezken, kapitalistlerin sömürdüğü işçiler, her gün işgücünü yeniden satmak için tazelenir.
Kadının evdeki tüm etkinliği, cinsiyetinden dolayı geleneksel olarak zaten yapmak zorunda olduğu işler olarak görülür. Çalışıp diğer işçiler arasına karışmayan, ekonomik olarak hane halkına bağımlı durumda yaşayan kadın, hem fiziksel hem de ruhsal olarak yıpranır. Evin içinde modern köle konumundaki kadın, yaşadığı tüm sorunlarla tek başına ya da en fazla ailesi ile beraber başa çıkmaya çalışır. Örgütlenme imkânlarından yoksundur. Bu konu ile ilgili yapılan araştırmalara göre, işçi sınıfının kadınları açısından çalışmamak, eve hapsolmak, özgüveni yok ediyor. Kendilerini verimsiz ve asosyal hisseden kadınlar özgüven sorunu yaşıyorlar. Birçok araştırma, çalışmayı bırakarak ev işlerini ve çocuk bakımını üstlenen kadınlar arasında antidepresan kullanımının yaygınlaştığını gösteriyor. Evde yapılması gereken işlerin ve çocuk bakımının kadınların üzerine yıkılması, kadınları ya çalışmamaya ya da eğreti çalışmaya itmektedir. Kadınlar çalışmak zorunda kaldıklarında, genellikle yarı zamanlı, kısa süreli işleri tercih ediyorlar. Bu nedenle bu tarz bir çalışmanın yarattığı bütün sıkıntılarla boğuşuyorlar, çok daha düşük ücretler alıyorlar, sosyal güvenceden veya emeklilik hakkından yoksun kalıyorlar, sendikasız çalışmaya mahkûm oluyorlar. Tam zamanlı işlerde çalışan kadınların durumu ise bundan daha az vahim değildir. Evdeki işlerin tümü, noksansız yine kadının görevidir. Evdeki işlerin üzerine bir de patronların sömürüsü eklenmiştir. Çalışma saatleri bakımından erkeklerle hiçbir farkı olmayan kadın, hem evde hem de işyerinde çifte mesai yapmak zorunda
19
marksist tutum
kalmaktadır. İşçi kadınlar erkeklerle aynı sürede çalışmakta ve aynı işi yapmaktadırlar, ancak onlara göre ücretleri daha düşüktür. Bu durum, kadınların yüzyıldan fazla bir zamandır yükselttikleri “eşit işe eşit ücret” mücadelesinin tüm kazanımlarına rağmen, geçmişten beri sürmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün açıkladığı veriler, aynı sürelerle çalışan kadınların, erkeklere göre ortalama %25 daha düşük ücret aldığını gösteriyor. Bunun yanı sıra kriz dönemleri başta olmak üzere her dönemde kadın işçiler, patronlar tarafından işten ilk çıkarılan kesimler olmaktadır. 2001 krizi ve 2008 yılından bu yana derinleşerek devam eden küresel kriz, kadın istihdamını belirgin oranda azaltmıştır. Hamilelik, doğum izni, emzirme izni, ağır ve tehlikeli işkollarında adet günü izni vb. nedeniyle, patronlar, ilk önce kadın işçileri işten çıkarmaktadır. Çocuk doğurduğu için kadın işçi adeta cezalandırılmaktadır. İşten atılmamak için çocuk sahibi olmaktan vazgeçen kadınların sayısı son derece yüksektir. Hatta bazı patronların, kadın işçilere, çalıştığı süre boyunca hamile kalmayacağına dair sözleşme imzalattığı bile görülmektedir. Kapitalistler, kriz dönemlerinde ilk olarak kadın işçileri işten çıkartsalar da savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığını, kadınları sanayiye çekerek kapatırlar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında, erkekler savaş cephelerine, kadınlarsa fabrikalara, özellikle de silah fabrikalarına sürülmüştür. Sadece Osmanlı Devleti’nde Birinci Dünya Savaşından önce 60 bin olan dul sayısı, savaş nedeniyle 800 bine fırlamıştır. Bu nedenle, ölen erkeklerinin yerine fabrikalarda çalışan kadın sayısı katlamalı olarak artmıştır. Eşlerinin, çocuklarının, kardeşlerinin, babalarının savaşta ölmesi ve dayatılan zorlu çalışma koşulları, kadınların savaşa karşı mücadele etmesine de yol açmıştır. Kendi ülkelerinde savaşa karşı mücadele eden kadınların eylemleri şiddetle bastırılmıştır. Kapitalizmin insanlık dışı koşulları altında dönen dünyamızda, yoksulların yüzde 75’i kadındır. Dünyada okuma-yazma bilmeyen insanların yüzde 65’i kadındır. Dünya çapındaki mültecilerin %80’ini kadın ve çocuklar oluşturuyor. Dünyadaki savaş ve çatışma noktalarında milyonlarca kadın, sistematik olarak tecavüze uğruyor veya şiddet görüyor. Bunlar arasında küçük yaştaki kız çocukları da vardır. Dünyada her gün 6 bin kadın sünnet edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. 10 ilâ 17 yaş arasında olan 82 milyonu aşkın kız çocuğu, 18 yaşına gelmeden evlendirilmektedir. Dünya yüzünde her 5 kadından biri, taciz ya da tecavüz mağduru. Sadece 51 ülke, yasalarında aile içi tecavüzü suç sayıyor. 79 ülkede, aile içi şiddete karşı hiçbir yasa yok. Şu anda yaşıyor olması gereken 60 milyonun üzerinde kız çocuğu, ya cinsiyet tercihli kürtaj ya da erkek çocuklara göre yeterince bakılmadıkları için yaşamıyor. Kadınların uğradığı bu şiddet örnekleri çoğaltılabilir. Unutulmamalı ki, Uluslararası Af Örgütü’nün, çeşitli kurumların araştırmalarına dayanarak açıkladığı bu
20
Mart 2012 • sayı: 84
veriler sadece resmi rakamlarla sınırlı. Şiddete maruz kalan kadınların sadece yüzde 40’ının bu şiddeti anlattığı düşünüldüğünde, gerçek rakamların ne kadar korkunç olduğu bir kez daha açığa çıkacaktır. Tüm bunlar, kapitalizme karşı verilen mücadelede emekçi kadınların ön saflarda yer almasının ne derece hayati olduğunu göstermektedir. Kadınların aktif işgücüne katılmaları, örgütlenebilmelerinin ve çifte ezilmişliğe karşı mücadeleye atılmalarının önünü her şeyden çok açacaktır. Kendi sınıfının mücadele saflarına katılmadan, patronlar sınıfıyla girişilen mücadelede aktif bir yer almadan, kadınların kurtulması mümkün değildir. Erkek işçi kardeşleriyle omuz omuza, üretimden gelen gücünü kullanan, örgütlenen ve kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak için kavgaya atılan kadın ancak, kendi kurtuluşunu sağlayabilir. İşçi sınıfının tarihi, kadın işçilerin, bu bilinçle yürüttükleri ve tarihe kazıdıkları mücadele deneyimleriyle doludur. İşçi kadınlar, öyle bir dünya istiyorlar ki o dünyada yaşayanlar, insanlığın bugüne kadar çektiği kahredici acıları hiç bilmesinler. Öyle bir dünya istiyorlar ki kadınlar, bizi sevdiklerimizden ayıran ölümün makul kederinden başka bir keder görmesin insanlık. Bugün dünyayı döndüren işçi sınıfı, yarın kadınıyla, erkeğiyle mücadele edecek ve aynı dünyayı bir baştan bir başa mutlulukla donatacaktır. 82 yıldır Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kutladığımız 8 Mart, İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü olan 1 Mayıs, harcı, kadın ve erkek işçilerin teri ve kanıyla yoğrulmuş kazanımlardır. İşçi sınıfının en büyük eseri olan, şanlı 1917 Ekim Devriminde kadın işçilerin sergiledikleri mücadelenin eşi benzeri yoktur. Devrimin aşılamayan bir doruk olarak yükselmesini sağlayan ve kazanımlarını insanlığa armağan eden işçi sınıfının kadınları… Onların soyu tükenmedi, tükenmeyecek. Bugün, Tunus’ta, Mısır’da, Nijerya’da, Yunanistan’da, Amerika’da, Portekiz’de, Çin’de ve dünyanın daha pek çok ülkesinde, isyan bayrağını dalgalandıran kitlelerin en ön saflarında kadın işçiler var. Mısır’da “ekmek, onur, özgürlük” diye haykıran kadınların sesine, Çin’deki kadınların “artık yeter” diyen sesi karışıyor. Çifte ezilmişlik altında öfkesi bilenen işçi kadınlar, erkek işçi kardeşleriyle beraber mücadele saflarını sıklaştırıyor. Her karakışın ardından çiçekli bir bahar gelir. En karanlık gecelerin bile şafakları aydınlığa söker. İşçi kadınlar, öyle bir dünya istiyorlar ki o dünyada yaşayanlar, insanlığın bugüne kadar çektiği kahredici acıları hiç bilmesinler. Öyle bir dünya istiyorlar ki kadınlar, bizi sevdiklerimizden ayıran ölümün makul kederinden başka bir keder görmesin insanlık. Bugün dünyayı döndüren işçi sınıfı, yarın kadınıyla, erkeğiyle mücadele edecek ve aynı dünyayı bir baştan bir başa mutlulukla donatacaktır.
Kapitalizm Çıkmazda /2 Elif Çağlı Kredi sistemi kapitalizme inanılmaz ölçekte hizmet eder görünürken, aslında kapitalizmin çelişkilerini ve bunalımlarını alabildiğine keskinleştirip yoğunlaştırmıştır. Bir tarafta zenginleşmeyi katıksız bir kumar ve sahtekârlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirirken, diğer tarafta ise toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmıştır. Böylece kredi sistemi kapitalizmin çelişkilerini, onun yıkılmasını zorunlu kılacak derecede olgunlaştırmaktadır. Tarihin diyalektik cilvesi mi desek, kapitalizmin baş tacı ettiği kredi sistemi zaman içinde bizzat kapitalizmin sonunu getirecek bir tarihsel fonksiyon icra etmektedir.
K
apitalist üretim tarzının daha fazla kâr elde etme güdüsünden kaynaklanan aşırı üretim krizlerinden yakasını kurtaramadığı ve kurtaramayacağı kesin bir yasa hükmündedir. Kredi sistemi de kapitalist üretim ve dolaşım süreçlerinde hızlandırıcı rol oynayarak aşırı üretim krizlerini büsbütün derinleştirip kızıştırır. Kapitalizmin harlı işleyişine ket vuran bunalım dönemlerinde geri ödenmeyen krediler ise, kapitalist finans kuruluşlarını ve kapitalist devletleri bir türlü içinden çıkamadıkları devasa bir borç sorunuyla yüz yüze getirir. Özetle vurgulamak gerekirse, kapitalizm geliştikçe alabildiğine çeşitlenen kredi türleriyle kredi mekanizması pek çok açıdan sorun çözerken peşi sıra sorun yaratan bir sistemdir. Kredi sisteminin kapitalist kurumlara ve devletlere çıkardığı ürkütücü borç faturaları bir yana, bu sistemin yarattığı sorunların geniş kitlelerin yaşamına doğrudan yansıyan çarpıcı yönlerini düşünmek bile konunun muazzam önemini gözler önüne serecektir. Kapitalizm bir yandan toplumsal ihtiyaçları yeterince karşılamaksızın salt kâr amaçlı plansız doğasıyla anarşik bir tarzda “aşırı üretim” stoku yaratırken, diğer yandan kitlelerin satın alma gücünü de büsbütün azaltarak çok ciddi bir “eksik tüketim” sorununa yol açar. Bu durum kapitalizmin neticede kendi başına belâ olan kaçınılmaz bir iç çelişkisidir. Bu gerçeklik karşısında kapitalizm çareyi, kitleleri borçlandırmaya dayanan bir ek satın alma gücü yaratmakta bulmuştur. İşçi sınıfı ve geniş emekçi kitleler bu yolla borç batağına sürüklenirken, aynı zamanda da, kapitalist bölüşümün kendilerine hak görmediği bir harcama “imkânına” kavuşmuş olmaktadırlar. Kredi mekanizmasının tüketimi arttırmak bakımından bir ek satın alma gücü yaratarak olumlu bir rol oynadığı düşünülebilir. Ancak meseleye bir de ödemeler açısından
baktığımızda, kredinin hem kapitalistler hem de işçi sınıfı için sorunlar yaratan bir mekanizma olduğu anlaşılacaktır. Kitlesel borçlandırma yoluyla eksik tüketimin ürkütücü sonuçlarından kaçmaya çalışan kapitalizm, bunu yapmakla aslında içinden çıkılmaz bir geri ödenemeyen borçlar sorunu yaratmaktadır ve sistemik krizlerin kaynağını kurutmak bir yana yeni açmazları tetiklemektedir. Geri ödenemeyen krediler kapitalistlerin karşısına içinden çıkılamaz krizler şeklinde dikilmektedir. Bu durumun işçi sınıfına getirdiği ise, düşen ücretler, kesintiye uğrayan sosyal fonlar, kaybedilen işler nedeniyle iptal edilen kredi kartları ve netice olarak neredeyse tümden yitirilen satın alma gücü olmaktadır. Ayrıca kredi sistemi işçiler ve işçi aileleri açısından pek çok yıkıcı sonuç yaratmakta, dahası onların kapitalist düzen konusunda tehlikeli yanılgılara sürüklenmelerine ve bu düzene karşı mücadeleci bir sınıf tutumu alamamalarına yol açmaktadır. Özetle nereden bakılırsa bakılsın, kredi mekanizması sayesinde kapitalizmin eski vahşi kapitalizm olmaktan çıktığı ve geniş kitlelere giderek daha cazip yaşam olanakları sunduğu yolundaki tüm görüntüler sahtedir. Emekçi kitlelerin, kapitalizmin kendilerine dayattığı yoksulluk ve yoksunluklardan kredi gibi araçlar vasıtasıyla kaçıp kurtulabileceği düşüncesi içi boş bir düştür. İşçinin ve emekçinin kapitalizm altında, sanki kapitalizmi aşan bir refah toplumuna ulaşılabilmiş gibi yaşayabilmesi asla mümkün değildir. İşçinin hem kapitalizmin ücretli kölesi olarak çalışmayı sürdürmesi, hem de toplumsal bölüşümden sanki sosyalizm gelmiş gibi bir pay alması kesinlikle olanaksızdır. Diğer taraftan, sosyalizmi sanki kredi sistemi sayesinde sosyal refahı toplumun tabanına yayan bir kapitalizmmiş gibi sunmak ve böylece sosyalizmle kapitalizmi çiftleştirmeye çalışmak da tam bir ideolojik puştluktur. Zira kredi
21
marksist tutum
sistemi bütünüyle kapitalizme özgü bir olgudur ve üretim araçlarının sermaye niteliğine son verildiğinde kredi sistemi diye bir şey de kalmayacaktır.
Kredi sistemi Kredi mekanizması, daha kapitalizmin ilk gelişme döneminden başlayarak meta ve sermaye ticaretinin ortaya çıkardığı ihtiyaçları gidermek üzere yaşama gözlerini açmıştı. Modern borç alma-borç verme sistemi olarak beliren kredi mekanizması, eski düzenlerin tefeciliğine tepki olarak gelişmişti. Bu durum, faiz getiren sermayenin kendini kapitalist üretim tarzının koşullarına ve ihtiyaçlarına adapte etmesinin bir ifadesiydi. Kapitalist ticari ilişkilerin erken gelişimine sahne olan Venedik ve Cenova kent cumhuriyetlerinde, 12. ve 14. yüzyıldan itibaren kredi kurumları boy atmaya başlıyordu. Bu gelişme, deniz yoluyla yürüyen toptan ticareti eski tefecilik sisteminden kurtarmayı mümkün kılacaktı. Keza 17. yüzyılda, o dönemin ekonomik gelişme modeli kabul edilen Hollanda’da kredi parası tefeci sermayesinin tekelini kırmak üzere serpildi. Yaşanan bu gelişmeler modern bankacılık sisteminin de habercisiydi. Ticaretin ve kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle birlikte kredi sisteminin temeli de genişledi ve yaygınlaştı. Kredi, zamanla çeşitlenen değişik ihtiyaçlara bağlı olarak farklılaştı ve sonuçta ticari kredi, banka kredisi gibi farklı biçimler veya yatırım kredisi, ev kredisi gibi çeşitli işlevlerle büyüyüp yaygınlaşarak kapitalizme hizmet etmeye koyuldu. Ticari kredi tarihsel olarak kredi sisteminin özünü teşkil eder ve üretimle dolaşım süreçlerinin tümünü kapsayan kapitalist yeniden üretim sürecinin ihtiyaçlarının karşılanması amacını taşır. Kapitalist meta üretimi ve ticaretinin yaygınlaşması, malın satın alma ve teslimat anını birbirinden uzaklaştırmış, satıcı ile satın alan kişi arasındaki mesafeyi açmış ve bu nedenlerle ticari kredi kapitalizmin vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiştir. Çeşitli ticari ilişkiler zinciri içinde kapitalistler sürekli olarak birbirlerine borç senedi verip birbirlerinden borç senedi alırlar. İşte bu şekilde verilen kredilerin amacı, üretilen metanın parasal karşılığını fiili satıştan önce temin ederek metanın değerini bir an önce gerçekleştirmek ve dolaşım sürecindeki alım-satım işlemlerinde alınıp verilen, devredilen borç sentleriyle kapitalist iş sürecini kesintisiz devam ettirebilmektir. Bu temelde kapitalistlerin birbirlerine açtıkları krediler, belirlenmiş bir ödeme vadesi olan poliçelerle temsil edilir. Kapitalist gelişme süreci, ticari faaliyetlerin yanı sıra bankaların gelişimine de hız kazandırır. Bankacılık faaliyetlerinin gelişmesiyle, kendi başına para-sermaye olarak işlev göremeyecek durumda olan küçük miktarlarla çeşitli büyüklükteki para birikimleri bankalarda muazzam kitleler halinde bir araya gelirler. Bankaların elinde biriken bu parasal fonlar, çeşitli iş, yatırım ve ihtiyaçlar için kişi ve
22
Mart 2012 • sayı: 84
kurumlara verilen kredilerin (borçların) kaynağıdır. Bankalar ya da benzeri finans kurumları, yatırım ortaklıkları gibi diğer önemli ekonomik faaliyetlerinin yanı sıra, borç verirken uyguladıkları faiz oranının borç alırken uyguladıkları faiz oranından daha yüksek olması nedeniyle büyük kazançlar elde ederler. Kapitalist gelişme, sermaye sahipliğiyle girişimci niteliğinin giderek farklı kişi ve kurumlarda somutlaşmasına da yol açar. Bu gelişimin bir sonucu olarak, yeterli sermayeye sahip olmayan girişimci kapitalistler türer ve bunların ihtiyaç duyduğu yatırım kredisi nedeniyle banka kredileri çok büyük bir önem kazanır. Kredi sisteminin gelişmesi dolaşım sürecini çabuklaştırmış ve kapitalist üretim sürecinde birbirini takip eden çalışma dönemlerinin de daha hızlı bir şekilde işlemesini sağlamıştır. Kredi mekanizmasının işleyişi ile kapitalist üretim sürecindeki genişleme ve daralma fazları arasında da doğru orantılı bir etkileşim vardır. Üretim sürecindeki gelişme krediyi genişletir ve diğer yönden kredi mekanizmasının gelişmesi sınai ve ticari işlemlerin çapının ve hızının genişlemesine yol açar. Kapitalist işleyişin canlanma ve yükseliş dönemlerinde, borçluların borçlarını düzenli şekilde ödemesi sayesinde kredinin geriye akışı garantiye alınmıştır. Bu durum devam ettiği sürece kredi sistemi daha da genişleyerek işleyişini sürdürür. Ne var ki borçların ödenmesinde tıkanıklıklarla karakterize olan bunalım dönemleri geldiğinde, kredilerin geri dönüşlerinde ciddi gecikmeler cereyan etmeye başlar. Kapitalist yeniden üretim sürecinde duraklamalar olur ve bu nedenle geri ödenemeyen kredilerin yarattığı sorunlara bir de kapitalist ekonomiyi canlandırıcı yeni işler için kredi talebinin azalması yüzünden ortaya çıkan kayıplar eklenir. Marx Kapital çalışmasının daha sonra Engels tarafından 3. ciltte toparlanan bölümlerinde kapitalist üretimde kredinin rolünü, hem de bu rolün gelişimi açısından henüz erken bir tarihsel momentte, inanılmaz bir isabet ve ileri görüşlülükle açıklığa kavuşturmuştur. Onun bu çabası sayesinde, olgunlaşmış ve dolayısıyla iç çelişkilerini de o ölçüde derinleştirmiş bir kapitalist işleyişin sırları çözümlenmiş olmaktadır. Marx’ın değindiği üzere, kredi sistemi sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sürecini hızlandırmış ve neticede kapitalizmin ilk dönemlerinde egemen olan bireysel sermaye kuruluşları geri plana itilerek hisse senetli şirketler ön plana geçmiştir. Ayrıca kredi sistemi yalnızca bireysel kapitalist girişimlerin kapitalist hisse senetli şirketlere dönüşmesini teşvik etmekle kalmamış, mülkiyeti çok paylı hale getiren bu girişimlerin ulusal ölçekte yayılıp genişlemesine de temel teşkil etmiştir. Böylece kredi sistemi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden tekelci kapitalizm dönemine geçişin ve tekelci kuruluşların ekonomi üzerinde ulusal düzeyde egemenlik tesis etmesinin de ilerletici manivelası olmuştur. Kuşkusuz bu gelişme ulus-devlet sınırları içinde kalmamış ve zamanla uluslararası düzeyde hegemon olan dev tekeller ortaya
sayı: 84 • Mart 2012
çıkmıştır. Bu bakımdan kredi sistemi, bireysel kapitalist sermayenin pabucunu dama atan devasa hisse senetli şirketlerin, tekelci kapitalizmin, kapitalizmin emperyalist aşamasının ve netice olarak kapitalist küreselleşmenin de yaratıcısıdır. Hisse senetli şirket gelişiminin diyalektik sonuçlarını çözümleyen Marx, bu olgunun zıt yönlü tarihsel fonksiyonlarını da açıklığa kavuşturmuştur. Hisse senetli şirketler bir yandan kapitalizmin gelişimini hızlandırırken, diğer yandan da üretici güçlerin toplumsal karakter kazanarak büyüyüşünün dayattığı toplumsal mülkiyet ihtiyacının kapitalist formu olmaktadırlar. Marx, bu formun kapitalist üretim tarzından ortaklaşa üretim tarzına geçişi hazırlayan geçici biçimler olarak nitelenebileceğine değinir ve bu bağlamda son derece önemli bazı hususlara işaret eder. Birincisi, bu şirketler üretimin ve girişimin ölçeğinde bireysel sermayeler için olanaksız olan muazzam bir genişleme imkânı yaratırlar. İkincisi, üretim araçları ile işgücünün toplumsal yoğunlaşmasına yol açan sermaye, bu çok paylı şirketler sayesinde bireysel özel sermayeden farklı olarak toplumsal sermaye biçimine bürünür. Bu durum, özel mülkiyet olarak sermayenin kapitalist üretimin çerçevesi içerisinde bir anlamda ortadan kalkmasıdır; bir başka deyişle kapitalist üretim tarzının bizzat kapitalist üretim tarzı çerçevesinde yadsınmasıdır. Üçüncüsü, bu gelişme daha önce üretim sürecinde fiilen işlevi olan kapitalistin yerine başkalarına ait sermayeyi yöneten yöneticileri geçirir. Ve neticede sermaye sahiplerinin belirli bölümünü de salt para-kapitalistlerine dönüştürür. Açıktır ki, hisse senetli şirketlerin gelişip yaygınlaşmasıyla sermayenin işlevi sermayenin mülkiyetinden ayrılır. Bu kapitalist gelişim boyunca emek de üretim araçları sahipliğinden tamamen kopar. Diğer bir deyişle, küçük mülkiyet sahibi üreticiler bir zamanlar sahip oldukları üretim araçlarından yoksun kalarak doğrudan ücretli işçiye dönüşürler. Hisse senetli şirketler üretim sürecinde kapitalist mülkiyet çerçevesinde yürüyen bütün işlevlerin, geleceğin üretim tarzını haber veren toplumsal işlevlere dönüşmesi yönünde nesnel bir zemin yaratır. Çok paylı şirketlerin gelişimi ve yaygınlaşması üretimin belirleyici sektörlerinde dev tekelleri doğurur; her türlü liberalizm nutuklarına rağmen ekonomiye devlet müdahalesini de eskisine oranla daha bir üst düzeyde zorunlu kılar. Kapitalist gelişme sürecinde finans kapital egemenliğinin simgesi olan hisse senetli şirketler, yeni bir finans aristokrasisinin, para spekülatörlerinin oluşmasına yol açar. Bu temelde, eski dönemlerden farklı bir asalaklar zümresi türer. Çok paylı şirketler, hisse senedi spekülasyonları aracılığıyla finans kapital çağını tam bir sahtekârlık ve dolandırıcılık sistemine dönüştürür. İşte kredi sistemi, tüm bu gelişmelerin oluşumunu, yaygınlaşmasını ve bu doğrultudaki sürecin hızlanmasını sağlayan başlıca faktördür. Kredi mekanizması kapitaliste başkalarının sermayesi ve malı ve bu sayede de başkaları-
marksist tutum
nın emeği üzerinde mutlak bir denetim imkânı bahşeder. Kapitalizmin başlangıç dönemlerinde egemen olan ve kapitalistin kendi bireysel sermayesi üzerindeki denetimine dayanan bir ilişkiler düzeyinden toplumsal sermaye üzerindeki bu denetim düzeyine geçiş, finans kapitalin toplumsal emek üzerinde egemen olması demektir. Marx, bu dönüşüm boyunca kapitalizmin bireysel sermaye denetimi dönemine ait tüm değer yargılarının da yok olduğuna özellikle dikkat çeker. Örneğin spekülasyon yapan toptancı tüccarın tehlikeye attığı mülkiyet artık kendi mülkiyeti değil, toplumsal mülkiyettir. Eskilerde kapitalistleri haklı çıkartacak inandırıcı bir mazeret kabul edilen, “sermayenin kökeninin tasarruf olduğu yolundaki” argüman da çürür. Çünkü finans kapitalistlerin tutkusu, kendileri için başkalarının tasarrufta bulunmasıdır; başkalarının parasıyla kumar oynayarak büyük servetler kazanmaktır. Kapitalizmin finans kapital egemenliğine varan bu gelişmesi bir yandan sermayenin merkezileşmesini arttırırken, diğer yandan da üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyetin tasfiyesi sürecini işletmiştir. Üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyet, doğrudan üreticilerden başlayarak küçük ve orta boy kapitalistlere de uzanacak şekilde tasfiyeye uğramıştır. Bireysel mülkiyet vaktiyle kapitalizmin çıkış noktasını oluştururken, bu bireysel mülkiyetin tasfiyesi işinin başarılması bizzat kapitalist üretim tarzının hedefi haline gelmiştir. Açıktır ki, kapitalizm ilerleyişi boyunca üretim araçları üzerindeki kapitalist mülkiyet biçimini bireysel özel mülkiyetten kolektif özel mülkiyete dönüştürmektedir. O halde, daha kapitalizm altında toplumsal üretimin gelişmesiyle birlikte üretim araçları
23
marksist tutum
özel üretimin araçları ve özel üretimin ürünleri olmaktan çıkmaktadırlar. Ve adeta kendilerinin toplumsal üretim sürecinin ürünleri olduklarını kanıtlarcasına, kapitalist bir toplumsal mülkiyet formuna (kolektif kapitalist mülkiyet) bürünmektedirler. Ancak bireysel özel mülkiyete karşı kapitalist işleyiş içinde gerçekleşen bu “mülksüzleştirme” operasyonu, asla gerçek bir toplumsal mülkiyeti tesis etmemektedir. Tam tersine, toplumsal mülkiyetin yalnızca küçük bir kapitalist azınlık tarafından ele geçirilmesi biçimine bürünmektedir. Kredi sistemi bu azınlığa, Marx’ın deyişiyle, gitgide daha fazla salt bir maceracılar topluluğu niteliğini kazandırır. Mülkiyetin el değiştirmesi de küçük balıkların köpek balıkları tarafından yutuldukları ve kuzuların borsa kurtları tarafından mideye indirildikleri, kısacası borsada oynanan bir kumar halini alır. Kredi sistemi, yarattığı genişleme olanaklarıyla kapitalist yeniden-üretim sürecini tarihsel patlamalara yol açacak son sınırlarına dek zorlamayı sürdürür. Bu sistem, üretici güçlerin dünya ölçeğinde gelişmesini ve bileşik bir dünya piyasasının kurulmasını da sağlamıştır. Bunu yapmakla, ister istemez, yeni bir üretim tarzının maddi temellerini de döşemiştir. Kapitalizme inanılmaz ölçekte hizmet eder görünürken, aslında kapitalizmin çelişkilerini ve bunalımlarını alabildiğine keskinleştirip yoğunlaştırmıştır. Bir tarafta zenginleşmeyi katıksız bir kumar ve sahtekârlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirirken, diğer tarafta ise toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmıştır. Böylece kredi sistemi kapitalizmin çelişkilerini, onun yıkılmasını zorunlu kılacak derecede olgunlaştırmaktadır. Tarihin diyalektik cilvesi mi desek, kapitalizmin baş tacı ettiği kredi sistemi zaman içinde bizzat kapitalizmin sonunu getirecek bir tarihsel fonksiyon icra etmektedir.
Aşınan kredi sistemi Her zaman daha çok kâr elde etme güdüsüyle hareket eden sermaye, üretimin ölçeğini kitlelerin satın alma kapasitesine uyduramaz. Daha çok kazanç amacıyla plansız ve kontrolsüz biçimde büyüyen sermaye ile kitlelerin sınırlı tüketim (eksik tüketim de diyebiliriz) gerçeği arasındaki uçurum büsbütün derinleşir. Ayrıca yine bu nedenle, üretime yatırılmış bulunan sermaye kolayına geri dönemez ve sermayenin kendini yeniden üretmesi büyük ölçüde üretken olmayan sermayenin spekülâtif kazançlarına bağımlı hale gelir. Bu gibi orantısızlık ve çelişkiler neticesinde patlak veren kapitalist krizler, özünde kitlelerin satın alma gücünün çok ötesine geçen bir aşırı meta üretiminin dışavurumudurlar. Marx’ın altını çizerek belirttiği gibi, bütün gerçek bunalımların nihai nedeni kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir. İşte kredi sistemi, kitlelerin sınırlı tüketim kapasitesiyle sermayenin aşırı üretim eğilimi arasındaki uçurumun kapitalist işleyişi tehdit eden sonuçlarını hafifletmeye çalışır. Ancak belirli bir tarihsel dönem
24
Mart 2012 • sayı: 84
boyunca bu işlevini yerine getirmiş olsa da, kapitalizmin krizleri kredi mekanizmasına rağmen kaçınılmaz olarak yıkıcı boyutlara ulaşır. Burjuva iktisatçıların kabule yanaşmadıkları, kapitalizme içsel bu tür gerçeklerdir. Genelde onlar patlak veren krizleri her zaman yanlış ekonomi politikalarına, mali sistemdeki kusurlara ya da kredi mekanizmasındaki şişmelere bağlayarak işin içinden sıyrılma eğiliminde olmuşlardır. Bu eğilimi yansıtan analiz ve yorumların, her şeye rağmen, toplum nezdinde kabul görmesinin nedeni ise kapitalist bunalımların ilk başta salt bir kredi ve para bunalımı gibi görünmesinden kaynaklanır. Çünkü kapitalist üretim sürecinde içten içe bir bunalım olgunlaşırken, kredilerin geri ödenmemeye başlaması nedeniyle bankalar ve büyük finans kuruluşları tehdit edici boyutlarda açmazlarla yüz yüze gelmektedirler. Daha önce verilen kredilerin ardı ardına kesilmesiyle birlikte işin derininde üretim sürecini baltalayan bunalım, yüzeyde kendini büyük bankaları ve finans tekellerini vuran patlamalarla ortaya koymaktadır. Titizlikle değerlendirildiğinde görülecektir ki, kapitalist krizlerin kaynağı son tahlilde üretim sürecinde yer alır. Bu nedenle kökü üretim sürecine dayandırılmayan kriz analizleri neticede bir saçmalık noktasına varır. Bu gibi analizler konusunda verilebilecek en tipik örnek, kapitalizmin artık sanayi üretimine ağırlık vermediğini iddia ederek, krizleri salt finans sistemindeki spekülâtif oyunlara bağlayan yaklaşımlardır. Bu tür yaklaşımlar, vaktiyle Marx’ın çarpıcı biçimde ortaya koyduğu üzere, sermayenin artı-değer yaratmaksızın yine de kendi başına faiz sağlayabileceğini düşünmek anlamına gelir ve tamamen yanlıştır. Şayet kapitalistlerin çok büyük bir kısmı, zahmetli üretim sürecine hiç gerek olmaksızın, nasıl olsa faiz getiren sermaye kendi başına kâr doğuruyor düşüncesiyle sermayelerini üretimden çekip para-sermayeye çevirecek olsalardı, sonuçta para-sermayede korkunç bir değer kaybı ve faiz oranında muazzam bir düşme olurdu. Neticede kapitalistlerin çoğu faiz geliriyle yaşamlarını sürdüremez hale gelir ve dolayısıyla kapitalist döngü yine kendi üretim temelleri üzerinde işlemeye mecbur kalırdı. Kapitalistlerin tümü salt para-kapitalisti olarak var olamadıkları için de, önemli bir kısmı tekrar sanayi kapitalistine dönüşürdü. Görüleceği üzere, Marx kapitalist ekonominin işleyiş yasalarını eşsiz bir isabet ve derinlikle analiz etmiştir. Bunun karşısında kimi burjuva iktisatçıları tarafından icat edilen zirzop teoriler ise asla gerçeklerin sınavını atlatabilme niteliğine ve gücüne sahip değillerdir. İşin bu yönü en çok da kapitalizmin büyük kriz dönemlerinde olanca açıklığıyla sırıtıvermektedir. Kredi mekanizması kapitalizmin içsel çelişkilerinin yarattığı engelleri aşabilmek amacıyla, modern kapitalizmin ürünü olarak gelişip yayılan bir fenomendir. Geriye doğru düşünülecek olursa, kredi sistemi kapitalizmin gelişim döneminden başlayarak, özellikle de emperyalizm aşaması boyunca bu üretim tarzının iç çelişkilerinden tü-
sayı: 84 • Mart 2012
reyen sorunları belirli ölçülerde hafifletmeyi gerçekten de mümkün kılmıştır. Ne var ki günümüzde yaşanan sistem krizinin apaçık gözler önüne serdiği üzere, içsel sorunlar giderilemediği sürece –ki kapitalizm söz konusu olduğunda bu asla mümkün değildir– hafifletici mekanizmaların zamanla etkisini yitirmesi kaçınılmazdır ve işte kredi mekanizmasının başına gelen de bu olmuştur. Yeniden üretim sürecine hız vererek kapitalizm açısından olumlu bir işlev göreceği umulan kredi sistemi, bu işlevi yerine getirirken kapitalist düzenin giderek baş edemeyeceği bir yoğunluk, yaygınlık ve derinliğe ulaşan aşırı-üretim bunalımlarını kışkırtmıştır. Bu bakımdan, kredilerdeki genişlemenin bir dönem boyunca kapitalizme sanki sonu gelmeyecekmiş görünen bir yükseliş olanağı sağladığı ne kadar doğruysa, aynı süreçte kredi sistemindeki olumsuz yönün kapitalizmi giderek derin bir sistem krizine sürüklediği de o kadar doğrudur. Günümüzde kredi mekanizması geçmiş dönemlere oranla alabildiğine yoğun ve yaygın biçimde işletildiği halde, kapitalist aşırı üretim olgusuyla kitlelerin sınırlı tüketim kapasitesi arasındaki gedik büsbütün kapatılamaz boyutlara ulaşmıştır. Böylece kapitalizm eski iyileştirici mekanizmaların artık umulduğu şekilde işlemediği bir tarihsel çıkmaza sürüklenmiştir. Bir zamanlar kapitalizmin imdadına yetişmiş olan kredi sistemindeki bu tarihsel güç kaybı, günümüzde üzerinde özellikle durulması gereken son derece önemli bir gerçekliği oluşturuyor. Kapitalizmin ve kredi sisteminin içine düştüğü bu kriz, Marx’ın yıllar önce dikkat çektiği gelişme eğilimlerini akla getiriyor. Marx’ın bu bağlamda işaret ettiği başlıca hususları burada kısaca hatırlamak yararlı olacak. Kredi sistemi kapitalist üretim tarzından sosyalist üretim tarzına geçiş açısından nesnel olarak güçlü bir manivela niteliği taşır. Kapitalizm çerçevesinde kapitalist bölüşümün dar sınırlarını parçalayan kredi sistemi, gelecek toplumun bölüşüm ilişkilerini mayalandıran bir nesnel zeminin yaratılmasına hizmet eder. Kapitalist gelişmenin ürünü olan kredi sisteminin belirli bir olgunluk aşamasına ulaşması, kendini, günümüzde yaşandığı üzere, daha önceki dönemlerde görülmemiş düzeyde derin krizler ve toplumsal çalkantılarla açığa vurur. Kapitalist üretim tarzı, dünya ölçeğinde toplumsal bir nitelik kazanmış üretici güçlerle özel mülkiyete dayanan kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin nesnel olarak artık büyük patlamalar yaratacak düzeyde olgunlaştığı bir durumla yüz yüzedir. Kapitalist düzen yanlılarını derin bir kedere ve dünya üzerindeki tüm devrimci unsurları ise sevince boğsun ki, kapitalist sistem gerçekten de peş peşe tüm ülkelerde işçi-emekçi kitlelerin önlenemez isyanlarını tetikleyecek derin bir çıkmazın içindedir. Bir zamanlar geliştirici olan kapitalizm artık insanlığın gelişimi önünde tahrip edici bir engele dönüşmüştür. Bugün yaşanan kapitalist sistem krizi geçmişte yaşananlara benzemez derecede ciddi ve derin boyutlara sahiptir. Bu durum kredi
marksist tutum
mekanizmasında dünya burjuvazisini alışılmadık endişelere sürükleyen bir aşınmayla kendini ortaya koyuyor ve kapitalizmin çıkışsızlığına işaret ediyor. Bu tür özelliklerle belirginleşen bu tarihsel moment, işçi-emekçi kitlelere kapitalizmin bölüşüm ilişkilerine göre pay verip, bunun yarattığı sorunlardan kredi mekanizmasıyla kaçmaya çalışan kapitalizm için bu oyunun artık bir sona yaklaştığının da ifadesi oluyor. Zaten dikkatlice düşünülüp değerlendirildiğinde görüleceği üzere, 21. yüzyılın açılışı dünyanın derin toplumsal dönüşümlere gebe büyük bir altüstlük dönemine girdiğini haber vermişti. Nitekim 11 Eylül 2001’de ABD’nin İkiz Kulelerine “saldırı” senaryosu eşliğinde sahneye konan olaylar da, emperyalist kapitalist sistemin üçüncü büyük yeniden paylaşım döneminin işaret fişeği oldu. Günümüzde kapitalizm dünya üzerindeki çeşitli halk topluluklarının üzerine “uluslararası terörle savaş” bahanesiyle bombalar yağdırırken, toplumsal tarihin diyalektiğinin işleyişi de hızlandı. Kapitalist sistem bunalımını atlatabilmek için “Şok ve Dehşet” operasyonlarından medet umarken, tarihin gürzü burjuva egemenleri şok ve dehşete sürükleyecek bir yönde ivme kazandı. Bugün tüm dünya üzerinde yeni bir geleceğin habercisi olan bir devrimci durum mayalanıyor. Kapitalizmin yarattığı eşitsizlik, adaletsizlik ve zulmün geniş kitlelerin bağrında uyandırdığı isyan duygusu, dünyanın kaderini değiştirecek büyük toplumsal devrimler çağına girildiğini müjdeliyor. Toplumsal sorunların yegâne çözümünün kapitalizmin yıkılmasından ve dünya üzerinde sosyalist bölüşüm ilişkilerinin egemen kılınmasından geçtiği gerçeği gün geçtikçe daha da aşikâr hale geliyor. Tüm belirtileriyle birlikte kapitalist sistemin açmazlarının içinden sosyalizm insanlığa göz kırpıyor!
25
Kapitalizmde Şiddet ve Terör Üzerine Kerem Dağlı
K
apitalizm içine girdiği tarihsel çıkmazda debelenirken insanlığı da kendisiyle birlikte çürütüyor. Bunun en bariz göstergelerinden birisi de fiziksel şiddet olgusunun toplumun gündelik hayatına kadar yayılmış ve artık kanıksanmış olmasıdır. Devlet terörü denilen ve topluma yönelik olarak bizzat devlet aygıtları tarafından uygulanan şiddetin, baskının, sindirmenin, terörün dozu alabildiğine arttırılıyor. Hemen her ülkede terörle mücadele yasaları mevcut ve baskıcı politikalar yaygınlaşıyor, devletler polis devleti haline dönüşüyor. Bunlar yetmezmiş gibi emperyalist güçler, zaten milyonlarca insanın canını almış olan savaşın alevlerini olabildiğince harlıyor ve daha geniş bir coğrafyaya yaymaya çalışıyor. Militarizm tırmandırılıyor, askeri harcamalar tüm burjuva devletlerin birinci sıradaki harcama kalemi haline geliyor. Geriye dönüp baktığımızda kapitalizmin, dünyaya hâkim olduğu hepi topu birkaç yüzyıllık sürede, nice soykırımlara ve katliamlara giriştiğini, yüz milyonlarca insanı paylaşım savaşlarında öldürdüğünü ve çok daha fazlasını sakat bıraktığını görüyoruz. Ortaçağın ve daha eski dönemlerin kanlı savaşları ve katliamları, kapitalistemperyalist sistemin uyguladığı vahşetin yanında çok hafif kalır. Kapitalizm öncesi tarihin hiçbir döneminde 6 milyon insanın Yahudi diye gaz odalarında katledilmesi ölçüsünde bir katliam yapılmamış, 1,5 milyon Ermeninin soykırıma uğratılmasındaki gibi büyük ölçekli soykırımlara girişilmemiş, hiçbir silah (ne ok veya mızrak ne de mancınık veya top) Japon şehirlerine atılan atom bombaları gibi bir anda yüz binlerce insanı yok etmemiştir. Bu
26
anlamda kapitalizm, kendinden önceki tarihsel dönemleri fersah fersah aşan bir kıyıcılığa, yok ediciliğe, yıkıcılığa ve gaddarlığa ulaşmıştır. Geliştirdiği nükleer silahlarla tüm dünyayı bir anda yok edecek düzeyde insanlığı tehdit eder noktaya gelmiştir. Kapitalizm öncesi çağların en zalim ve gözü dönmüş tiranlarının bile böylesi bir barbarlığı ve topyekûn yıkımı hayal etmesi mümkün değildir. Cengiz Han veya Büyük İskender gibi hükümdarların ulaştığı askeri güç, bu nükleer silahları bir kırmızı düğmeye basarak ateşleyecek “seçilmiş” politikacıların gücü yanında solda sıfır kalır. Kapitalizm, sonunun geldiğini ve köşeye sıkıştığını hissettikçe saldırganlaşmakta, en olmaz ve yapılmaz denilen çılgınlıkları yapabilecek deliliğe sürüklenmektedir. Giderek artan oranda toplumu cendereye almakta, baskı ve şiddetin dozunu arttırmakta, toplumu terörize etmektedir. Burjuvazi kendisiyle birlikte toplumu da paranoyaklaştırmakta, korkuyu egemen kılmakta, kıyamet senaryolarını birbiri ardına ortaya atmaktadır. Orwell’in “1984”ü veya Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı gibi kara ütopya örneği romanlarda anlatılanların çoğu şimdiden hayata geçmiştir. Burjuvazi, tüm bu çılgınlığı, baskıyı, şiddeti ve zulmü haklı gösterebilmek için de toplumu ideolojik bir bombardımana tâbi tutmaktadır. Bu ideoloji, burjuva devletlerin ve egemen güçlerin uyguladıkları şiddetin ve terörün her türlüsünü haklı, meşru ve zaruri göstermeye çalışırken; karşıtının en masum hareketini dahi terörün en korkuncu, şiddetin en vahşisi, kesinlikle haksız ve gayri meş-
sayı: 84 • Mart 2012
ru ilan edebilmektedir. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ve bu savaş sonucunda 1 milyondan fazla insanın ölmesi “haklı ve meşrudur”, ama Iraklı direnişçilerin Amerikan askerlerine karşılık vermesi “terör”dür! İsrail’in Filistin halkının üzerine bombalar yağdırması, şehirleri ablukaya alması, aç ve susuz bırakması “haklı ve meşrudur”, ama Filistinlilerin kendini savunması veya karşılık vermesi “terörizm”dir! Türk devletinin Kürt halkına yönelik benzer uygulamaları “haklı ve meşru” görülür, ama Kürtlerin buna direnmesi “terörizm” olur! Gelişmiş kapitalist ülkelerin Afrika’yı yağmalaması, halklarını adeta köleleştirmesi “meşru”dur, ama bu sömürünün organize edildiği DTO, DB veya IMF toplantılarının protesto edilmesi “gayri meşru”dur! Çokuluslu tekellerin dünyanın en ücra köşelerine kadar girip yağmur ormanlarını talan etmesi, çocukları köle-işçi olarak çalıştırması, milyonların emeğini sömürmesi “haklı ve meşru”dur, bu işçilerin hakkını aramak için greve gitmesi, eylem yapması ve örgütlenmesi ise “haksız, gayri meşru” ve hatta “terörizm”dir!
“Şiddet tekeli” olarak devlet ve kapitalizmin “şiddet yüzyılı” Burjuva devlete bu keyfi ayrımı yapma imkânı tanıyan ve toplumun çoğunluğunun gözünde de yapılanı meşru kılan temel olgu, devletin şiddet tekelini elinde tutması ve esas olarak bunun meşru görünmesidir. İnsanlığın sınıflı toplumlara geçişi sürecinde ortaya çıkan devlet, her zaman egemen sınıfın baskı aygıtı olmuş ve egemen konuma gelen sınıfın toplumun diğer kesimleri üzerindeki tahakkümünü sürdürebilmesi amacıyla şiddet kullanma hakkını kendi tekeline almıştır. Egemen sınıflar, şiddet tekelinin kurulmasının gerekçesini, tıpkı bugün de burjuva ideologların yaptığı gibi, toplumu oluşturan bireylerin barış ve huzur içinde birarada yaşaması, iç veya dış düşmanlara karşı koruma ve toplumun güvenliğinin sağlanması olarak formüle etmişlerdir. Bu şiddet tekelinin somut görüngüleri ise sıradan insanların silah bulundurma ve/veya taşıma hakkına getirilen sınırlamalar yahut yasaklamalar, sadece devletin toplumu oluşturan bireylere şiddet uygulayabilme hakkına sahip olması, en önemlisi de silahlı adamlardan oluşan bir polis veya asker gücünü sürekli bulundurma hakkının sadece devlete ait olmasıdır. Böylece ezilen, sömürülen ve yönetilen sınıfların ya da mevcut düzene muhalif kişi veya oluşumların, maruz kaldıkları şiddete, benzer araç ve yollarla karşılık vermelerinin, bu düzeni değiştirmelerinin, egemen sınıfların çıkarlarına aykırı hareket etmelerinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Başka devletlerin egemenlik alanlarına saldırılarak yağma ve talan yoluyla zenginliklere el konulabilmesinin, “düşman veya yabancı” devletlerden gelebilecek saldırılara karşı da içerideki egemenliğin ve çıkarların korunmasına çalışılmıştır. Devletin şiddet tekelini eline geçirmesi, doğal olarak,
marksist tutum
bir anda olmamış ve her yerde de aynı biçimde, hızda ve dozda gerçekleşmemiştir. Yine de tarih ilerledikçe devletin ve onunla birlikte baskı ve zor aygıtlarının geliştiğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda, devletin şiddet tekelinin doruk noktasına emperyalizm çağında ulaştığını söylemek hiç de abartılı olmayacaktır. Zaten aynı tespiti, tüm kurumlarıyla devlet aygıtının tamamı için yapmak mümkündür. Tarihin hiçbir döneminde devlet, bugünkü kadar örgütlü, yetkin ve karmaşık olmamıştır. Oysa burjuvazi, Fransız Devriminin şafağında, feodaliteyi temsil eden kiliseye ve aristokrasiye karşı “özgür aklın” savaşını ilan ederken geçmişin kaba kuvvete, zora ve şiddete dayalı düzeninin yerine hukuka ve demokrasiye dayalı barışçıl bir düzen kuracağını vaat ediyordu. Ancak sonuç hiç de vaat edildiği gibi olmadı. Kralın, lordların, kilise papazlarının açık zorbalığı yerini burjuva devletin normal dönemlerde çok daha inceltilmiş ve görünmez kılınmış ya da meşrulaştırılmış sistematik baskısına, sindirme politikalarına, örgütlü şiddetine bıraktı. Bir baskı ve zor aygıtı olarak devlet çok daha mükemmelleşerek ve yetkinleşerek toplum üzerinde ciddi ölçüde denetim ve otorite kurabilir hale geldi. “Büyük birader”in gözü sayesinde burjuvazi evimizin içini ve özel hayatlarımızı gözetlemeye, hatta düşüncelerimizi bile denetlemeye başladı. Hukukuyla, eğitimiyle, kültürüyle ve ideolojisiyle tüm bireyleri kendi çıkarlarına göre şekillendirme gücüne ulaştı. İkna edemediklerini hizaya çekebilmek yahut yok edebilmek için ordusunu, polisini, mahkemelerini, cezaevlerini ve diğer yasadışı zor aygıtlarını son derece geliştirdi. Öyle ki, kapitalizm öncesi hiçbir dönemde bu denli gelişkin bir polis aygıtı veya ordu bulunmamıştı. Bir şiddet tekeli olarak devletin bu denli yetkinleşmesinin toplumsal ve küresel sonuçları burjuva demokratlarının ve liberallerinin çizdiği pembe tablodan çok uzak oldu. Tüm fertleri devlet eliyle silahsızlandırılmış olan ve güya bireylerin haklarını ve özgürlüklerini yasalarla garanti altına alan burjuva toplumda yaşanan şiddet vakaları, hak gaspları, anti-demokratik uygulamalar ve özgürlükleri kısıtlayan baskıcı politikalar görülmemiş boyutlara ulaştı. Günümüzün modern toplumlarındaki yüksek suç oranları, artan silahlı yaralama ve öldürme, cinayet, gasp, hırsızlık, tecavüz vakaları; mafyatik ve silahlı suç örgütlerinin yayılması; insan kaçırma, kan davası, insan ticareti, fuhuş vb. türden suçlardaki artış eğilimi, kapitalist toplumun neyi yaratıp yaratamadığını ortaya koymak için yeterlidir. Toplumda barıştan ve huzurdan eser yoktur. Birçok burjuva yazar ve düşünür tarafından bile “şiddet yüzyılı” olarak nitelendirilen 20. yüzyılda kapitalizmin insanlığa ödettiği bedeller korkunç düzeydedir. Yüzyılın başındaki I. Dünya Savaşında, “Savaşa katılan ulusların nüfusu yaklaşık 800 milyonu buluyordu. Silah altına alınan asker sayısı ise 70 milyona yakındı. Ölenlerin sayısı 10 milyon, yaralananların sayısı ise 20 milyon civarındaydı. Milyonlarca insan da açlıktan ve salgın hastalıktan öldü.”1
27
marksist tutum
Bu paylaşım savaşında tam olarak yenişemeyen emperyalistlerin başlattığı II. Dünya Savaşında ise 100 milyondan fazla insan askere alınmış, 70 milyona yakın insan hayatını kaybetmiş, iki kez nükleer silah kullanılmış ve sadece bu yolla 300 bin kişi katledilmiştir. II. Dünya Savaşından bu yana gerçekleşen 200 civarındaki savaşta da 30 milyona yakın insan öldürülmüştür. Üstelik bu 30 milyonun sadece 4 milyona yakını askerlerden oluşmaktadır. Genel olarak 90’lardan bu yana yapılan savaşlarda ölen her 100 kişiden 90’ı sivildir. Bu oran I. Dünya Savaşında yüzde ondörttü. Sadece kara mayınlarından dolayı haftada 800 kişi ölmektedir. Son 20 yıldır süren savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş, 6 milyon çocuk sakat kalmış, 12 milyon çocuk evini kaybetmiş, 1 milyondan fazla çocuk ailesini yitirmiş, 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirmiş, on binlerce çocuk tecavüze ve işkenceye uğramıştır. Yugoslavya’nın bölündüğü savaşta sadece Bosna’da 20 bin kadına tecavüz edilmiştir. Tüm dünyada 15 milyona yakın insan silah sanayiinde çalışmaktadır. Ortalama olarak dakikada 2 milyon dolar silah harcamalarına ayrılmaktadır. Bu tablonun korkunçluğu, kapitalizmin hâkimiyetinde geçen 20. yüzyıla neden “şiddet yüzyılı” dendiğini çok açık biçimde ortaya koymaktadır.
Hem suçlu hem güçlü! Tarihin gördüğü en vahşi sistem olan kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazi, insanlığa çektirdiği bunca acıya, zulme ve şiddete karşın tam bir ikiyüzlülük, utanmazlık ve pervasızlıkla, çoğu zaman kendi yaptığı yasaları ve hukuksal düzenlemeleri dahi hiçe sayarak, tamamen keyfine göre ve çıkarları temelinde, istediğini “terörist” ilan edebilmekte ve bu “teröristlere” karşı da en acımasız biçimde şiddet uygulayabilmektedir. Her burjuva devlet kendi “terörist”ini belirlemekte, kendi uyguladığı şiddeti “haklı ve meşru” kabul ederken, istemediklerininkini “haksız ve gayri meşru” addedebilmektedir. Hemen her ülkede devlet terörünün temel dayanağı haline gelen terörle mücadele yasaları, işçilerin hakkını aramak için giriştiği en basit eylemleri bile “terör” kapsamına sokma noktasına varabilmektedir. Ezilenlerin ve sömürülenlerin hakkını araması, greve veya direnişe gitmesi, protesto eyleminde bulunması burjuvaziye göre terörizmdir. Ama işyerinde patronun işçilere her türlü baskıyı uygulaması, hiçbir güvenlik önlemini almayarak iş cinayetlerine davetiye çıkarması, greve ve direnişe çıkan işçilerin çadırını yıktırması, paralı faşistleri işçilerin üzerine salarak yaralamaya ve hatta ölüme sebebiyet vermesi; polisin hakkını arayan işçilere coplarla ve gazla saldırması, en demokratik hakkını kullanarak barışçıl bir eylem veya gösteri yapan işçileri dahi öldüresiye dövmesi, gözaltına alması, gereksiz yere tutuklaması, işkence etmesi, savcıların sudan bahanelerle on yılları bulan hapis cezaları talep etmesi ve
28
Mart 2012 • sayı: 84
hâkimlerin de bu cezaları vermesi terörizm değildir! Yargı sisteminin ve hukukun halka adalet dağıtmadığının kanıtı olarak da yıllar süren davalar, bu yıllar boyunca tutuklu yargılananlar, işçi-emekçi sınıflardan insanlarla, düzen karşıtı muhaliflerle, devrimci ve sosyalistlerle dolu cezaevleri verilebilir. Burjuva devlet normal koşullarda mevcut yasalar ve hukuk sistemine dayanarak, bunun yetmediği durumlarda da jet hızıyla kanunlar çıkartarak veya illegal yollara başvurarak egemen sınıfın çıkarlarını ve burjuva düzeni korumaya çalışmaktadır. Gerçekleri halka anlatmaya, haklarını alması için işçileri örgütlemeye çalışan sosyalistler ise “terörist” diye hapislerde çürütülmekte, işkencelerden geçirilmekte, faili meçhul cinayetlere kurban gitmektedirler. Özgürlüğü için mücadele veren bir Filistinlinin veya Kürdün hunharca öldürülmesi, ezilen halklara mensup masum insanların üzerine bomba yağdırılması, köylerinin, şehirlerinin ve evlerinin yakılıp yıkılması, boşaltılması, insanların kimyasal silahlarla vahşice katledilmesi, on binlercesinin zindanlarda çürümeye terk edilmesi, en insanlık dışı işkencelere maruz kalması gibi açıkça vahşet sayılabilecek şiddet ve terör eylemleri, İsrail ve Türkiye gibi ezen ulusların devletlerine göre terörizm değildir, “haklı ve meşru” sayılması gereken zaruri bir şiddettir. Ama katil İsrail devletinin üzerine yolladığı tanka taş atan 9 yaşındaki çocuk, bu burjuva anlayışa göre, “terörist”tir. Evlerini, şehirlerini bombalayan, kimyasal silah kullanan İsrail’e karşı kendini savunmaya çalışan Filistinlilerin yaptığı “terörizm”dir! On binlerce Filistinlinin İsrail hapishanelerinde gördüğü şiddet “haklı ve meşru”dur, ama bir İsrail askerinin esir alınması “asla kabul edilemeyecek” bir şeydir! Burjuvazinin bu çiftestandartlı ve ikiyüzlü tutumunu Arap coğrafyasındaki isyanlarda da görmek mümkündür. On yıllardır diktatörlük rejiminin zulmü, baskısı, şiddeti ve terörü altında inleyen Tunus veya Mısır halkı, nihayet canlarına tak ettiği ve artık bıçak kemiğe dayandığı için isyan ettiklerinde, hemen uyarılmışlardır: sakın şiddete veya silaha başvurmayın, hakkınızı barışçıl yollarla arayın! Emperyalistlere göre, bu ülkelerde, eli kanlı diktatörlerin emrindeki silahlı polislere veya askerlere karşı bu halkların yapması gereken uslu uslu gösterilerini yapmaktı. Ama sıra Libya ya da Suriye’ye geldiğinde, tam tersi bir tutum izlendi ve silahlı isyancı güçler alkışlanmakla kalınmadı, açıkça desteklendi. Son dönemde Yunanlı işçi ve emekçilerin burjuvazinin insafsız saldırı programlarına karşı sokaklara dökülmesi, kendilerini engellemeye çalışan ve saldıran polise karşı koymaları, meclisi kuşatmaları vb. de burjuvazi açısından “düşünmesi bile korkunç”, “derhal durdurulması gereken” ve bu uğurda “faşist darbeler de dâhil, ne gerekiyorsa” yapılması icap eden çılgınlıklardır. Bu ayaktakımının, tembeller sürüsünün, başıbozukların, isyankâr serserilerin, baldırıçıplakların bir an önce hakkından gelinmeli,
sayı: 84 • Mart 2012
marksist tutum
%99’un %1’e karşı uyguladığı bu “vahşi şiddet ve teröre” bir son verilmelidir!
Liberallerin barışçıl düşleri neye hizmet ediyor? Burjuvazi asıl kendisinin uyguladığı bunca şiddeti ve terörü görmezden gelip, hakkını arayan, kendini savunan ve burjuva düzene karşı gelenleri şiddet kullanıp barışı ve huzuru bozmakla, teröristlikle suçlayadursun, Yunan işçi sınıfı gerçekte neyin “şiddet” olduğunun tanımını özlü biçimde yapmıştır: “ŞİDDET, 40 yıl rezalet ücretlere çalışmak ve emekli olup olamayacağını merak etmektir… ŞİDDET, devlet tahvilleridir, soyulan emeklilik fonlarıdır, borsa sahtekârlığıdır… ŞİDDET, konut kredisi almaya zorlanıp ve sanki altınmışçasına geri ödemektir… ŞİDDET, müdürün seni istediği zaman kovabilme hakkıdır… ŞİDDET, işsizliktir, mevsimlik işçiliktir, sosyal güvenceli ya da değil, asgari ücrettir… ŞİDDET, iş kazasıdır, patronların güvenlik harcamalarını kısmasından kaynaklanan… ŞİDDET, aşırı çalışmaktan hasta olmaktır… ŞİDDET, yorucu çalışma şartlarına dayanmak için vitamin ve depresyon ilacı almaktır… ŞİDDET, bir meta olan işgücünüzü yenilemek için gereken ilaç parası uğruna çalışmaktır… ŞİDDET, rüşvet veremediğiniz için, korkunç hastanelerin basmakalıp yataklarında ölmektir…”2 Bu yalın gerçekliğe rağmen liberaller ve reformistler; işçilerin, emekçilerin ve ezilenlerin tarafını tutar görünüp güya insani değerleri ve barışı savunmak adına, “her türlü şiddete karşı çıkmak gerektiğini” söylüyorlar. Onlara göre şiddet konusunda haklı-haksız ayrımı yapmak doğru değildir ve sebebi ne olursa olsun, her türlü şiddeti reddetmek gerekir. Kapitalizmde topluma şiddetin hâkim olduğunu ve buna karşı “bir şeyler” yapılması gerektiğini kabul ederler, ama bu “bir şeyler”in içinde kendini savunmak anlamında dahi olsa haklı şiddetin olmasını kabul etmezler. Bu savunularını ispat etmek için de, Filistinlilerin ve Kürtlerin kullandığı bombalar yüzünden ölen masum insanlardan, baskı ve zulme isyan eden Tunuslu veya Mısırlı emekçilerin müzeleri yağmalamasından, greve giden sağlık işçilerinin hastaları zor durumda bırakmasından, Libyalı isyancıların linç ettiği Kaddafi’nin de insan olduğundan bahsederler. Ama şiddeti doğuran kapitalist toplumun sınıflı yapısından ve sınıf mücadelelerine neden olan çelişkilerden bahsetmezler. Azınlık durumunda olan egemen sınıfın, bunca çelişkiye rağmen toplumun zararına olacak şekilde çıkarlarını nasıl da çoğunluğa zorla dayattığını görmezden gelirler. Bu tahakkümü sürdürmek için devletin örgütlü şiddeti nasıl da acımasız biçimde kullandığını söylemezler. Hıristiyan azizleri gibi, burjuvaziden tokat yiyen işçinin, karşılık vermek yerine öbür yanağını çevirmesini öğütlerler. Böylece burjuvazi de sonunda insafa gelecek,
tokat atmak yerine işçilerin yanağını okşayacaktır! Daha da ileri giden bazı liberallere göre, kapitalizmin doğasından kaynaklanan şiddete, teröre ve baskıya karşı koymayı savunan sosyalistler ve devrimcilerle şiddet tekelini elinde tutan burjuva devlet arasında bir fark yoktur. Onlara göre, kendini savunmak için örgütlenmenin ve karşı koymanın kaçınılmaz olduğunu söyleyenler modası geçmiş ve eskinin dogmalarına takılı kalmış solculardır! Bu solcular ki, halen ve tuzu kuru liberallerin barışçıl projelerine rağmen; Mübarek’in veya Bin Ali’nin polisiyle çatışan emekçilerin, özgürlüğü için ezen ulusun askeriyle savaşan Filistinli veya Kürt yoksullarının, krizin faturasını kendisine kesmeye çalışan burjuvaziye karşı isyan eden Yunanlı işçilerin yanında yer alıp, onların eylemlerini destekleyebilmektedirler! Sahte sosyalistlerden müteşekkil reformistler ise, liberallerin bu barışçıl hayallerine sürekli prim vererek, en bariz örneklerde dahi sömürülenlerin ve ezilenlerin pozisyonunu yalnızca utangaçça savunurmuş gibi yapmaktadırlar. Fakat fiiliyatta ise bu kokuşmuş düzenden bıkmış kitlelerin isyanını bastırmak için onları sükûnete, sağduyuya ve yasalara uygun davranmaya davet etmektedirler. Onların isyanını ayıplayarak ve hatta sosyalizm mücadelesinin böyle “ayıp şeyleri” dışladığı yalanını ortaya atarak, gerçekte burjuva düzenin yanında saf tutmuş olduklarını ve geleceklerini de kapitalizmin ıslah edilmesinde gördüklerini ortaya koymaktadırlar. Burjuvazinin arsız ve pervasız zulmüne, liberallerin barışçıl hayallerine ve reformistlerin ikiyüzlülüğüne karşı ezilenlerin ve sömürülenlerin sözü şudur: Zulmün olduğu yerde tarafsızlık, zalimin yanında olmaktır. Yardımcısı zalimin dünyada sadece alçaklardır. Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun! Zalimi ortadan kaldırın ki, zulüm son bulsun! ________________________ 1
Tuncay Alp, Birinci Emperyalist Savaş, İşçi Hareketindeki Tutumlar ve Sonuçları, marksist.com, 1 Mart 2002
2
Yunanistan İşçileri Genel Konfederasyonunu işgal eden işçilerin yazdığı bildiriden.
29
Kıdem Tazminatı Nedir, Nasıl Kazanılmıştır? Suphi Koray
T
ürkiye burjuvazisi AKP hükümeti öncülüğünde, işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırılarını planlı-programlı bir biçimde hayata geçiriyor. Bugünlerde, Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında hedeflenen büyük bir saldırı paketi var hükümetin gündeminde. Esnek çalıştırmanın yaygınlaştırılması, bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları gibi başlıkların yer aldığı bu pakette, köşe taşlarından biri kıdem tazminatının gaspı. Kıdem tazminatının kaldırılması aslında çok uzun zamandır patronların gündemini meşgul eden bir konu. Tıpkı pusuya yatmış yırtıcı bir hayvan gibi, burjuvazi işçi sınıfının elinden kıdem tazminatı hakkını almak için uygun zamanı bekliyor.
Kıdem tazminatı nedir? Kıdem tazminatı işçilerin işlerini kaybetme tehlikesine karşı bir çeşit iş güvencesi tazminatıdır. Kıdem tazminatını bir işyerinde bir senesini tamamlamış işçiler almaya hak kazanıyor. Mevcut yasaya göre işçi haksız yere işten atıldığında veya emekli olduğunda kıdem tazminatı alabiliyor. Ayrıca kadın işçiler evlendikten sonraki bir yıl içinde işten ayrıldıklarında, erkekler ise askere gittiklerinde kıdem tazminatı alabiliyorlar. İşçinin vefatı durumunda ise hak edilen kıdem tazminatını ailesi alabiliyor. Kıdem tazminatının miktarı, çalışılan her yıla karşılık bir aylık giydirilmiş brüt ücret olarak hesaplanıyor. Yani 10 yıl çalışmış olan bir işçi 10 aylık giydirilmiş brüt ücret tutarında kıdem tazminatı almaya hak kazanıyor. Türkiye’deki yasalar ve işsizliğin boyutu göz önünde bulundurulduğunda kıdem tazminatı işsizliğe karşı iki yönlü bir güvence anlamına gelir. Birincisi kıdem tazminatının maliyeti patronların işçiyi işten atmasının önünde
30
bir engel olduğu için, kısmen de olsa “iş güvencesi” anlamına gelir. İkincisi işten atılan bir işçinin ertesi gün iş bulma şansı yoktur. Kimi zaman aylarca iş bulunamaz. İşte bu süreçte kıdem tazminatı işçinin geçimini sağlamak gibi hayati bir işleve de sahiptir. Çünkü işsizlik fonundan yararlanabilmek için gerekli şartları haiz olmak hem çok zor, hem de buna hak kazanılsa bile alınacak maaş asgari ücretin %80’inden fazla olamıyor. Kıdem tazminatı aynı adla olmasa da ilk defa 1936 yılında çıkarılan İş Kanununda geçmektedir. Kanunun 13. maddesi şu şekildeydi: “Bilumum işçiler hakkındaki fesihlerde, beş seneden fazla olan her bir tam iş senesi için ayrıca on beş günlük ücret tutarında tazminat dahi verilir.” Görüldüğü üzere buradaki tazminat bugünkü kıdem tazminatının oldukça gerisindedir. İşçinin çalıştığı beş yıl hiç hesaba katılmadığı gibi, hak edilen tazminat beş yıldan sonraki her yıl için sadece 15 günlük ücret tutarındadır. Yasa bu şekliyle yürürlükte kalsaydı bugün asgari ücretle 6 yıl çalışan bir işçinin alacağı kıdem tazminatı kabaca 5300 liradan 440 liraya düşerdi. Türkiye’deki ilk İş Kanunu sadece kıdem tazminatı açısından değil, bir bütün olarak, işçi sınıfının lehine olmaktan epey uzaktı. Türkiye’de devlet eliyle de olsa kapitalist sanayileşmenin başladığı bu yıllar, burjuvazinin gelişimi için gerekli koşulların oluşturulduğu yıllardı aynı zamanda. Cumhuriyetin ilk yıllarında liberal iktisat politikaları ile sanayileşme hamlesinde başarılı olamayan TC, 1929 krizinin de basıncıyla devletçi iktisat politikaları izlemeye başladı. İşte böylesi bir dönemde çıkarılan İş Kanununun amacı kesinlikle işçi haklarını yasal güvence altına almak değildi. CHP’nin önde gelen isimlerinden Recep Peker yeni parti program taslağı üzerinde yaptığı konuşmada niyetlerinin ne olduğunu şöyle açıklıyordu:
sayı: 84 • Mart 2012
“Yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir.” Burjuvazinin “sınıfçılık şuurundan” korkmasının sebebi Ekim Devriminin tüm dünyada yarattığı etkiydi. Burjuvazinin yüreğine proleter devrim korkusunu salan Ekim Devrimi, dünya emekçilerine ise umut olmuş, kurtuluşun yolunu göstermişti. Türkiye işçi sınıfının, yanı başındaki topraklarda iktidarı ele geçiren sınıf kardeşlerini örnek almasından korkan burjuvazi, işçi sınıfının uyanmaması için gerekli önlemleri almaya çalışıyordu. Bu yüzden 1936 tarihli ilk İş Kanununda işçilere ne sendika kurma hakkı, ne de grev ve toplu sözleşme hakkı tanınıyordu. En temel haklar yasaklanıyordu. Ancak burjuvazinin bu önlemleri işe yaramayacak, işçi sınıfı uyanacak, mücadele ederek bu hakları kazanmasını bilecekti. İyi bilinen bir örnektir. Grev hakkı, 1961 Anayasasında yer alsa da, işçilerin bu hakkı kullanmasının yolunu açan, Kavel işçilerinin yasadışı grevi olmuştur. Yasadışı başlayan Kavel grevinden sonra, grev yasal bir hak haline gelmiştir. Kıdem tazminatı hakkının bugünkü haline gelebilmesi de ancak işçi sınıfının mücadelesi ile mümkün olmuştur. 1950 tarihli İş Kanununda kıdem tazminatı almak için gerekli görülen süre 5 yıldan 3 yıla düşürülmüş, ancak işçi sınıfı açısından kazanımlar son derece yavaş bir şekilde gelişmiştir. Bununla birlikte 1950’lerden itibaren Türkiye sanayileşmeye başlayıp hızlı bir dönüşüm sürecine girmiştir. Sanayi geliştiği ölçüde proleterleşme hız kazanıyor, proleter hareket de gün geçtikçe büyüyordu. Uzun süren kuraklık döneminden sonra yağmura susamış topraklar gibi, sanayi bölgeleri işçileri içine çekiyor ve her yer baharın geldiğini müjdeleyen grevlerle, eylemlerle yeşeriyordu. Artık kanunlar sadece patronların isteğine göre çıkartılamıyordu. Burjuva devlet, yeri geldiğinde masaya yumruğunu vurma gücünü kendinde gören işçi sınıfının taleplerini de dikkate almak zorunda kalıyordu. 1971’de çıkarılan yeni İş Kanununda kıdem tazminatı ile ilgili
marksist tutum
önemli bir değişiklik yapmayan burjuva devlet, yükselen sınıf hareketi karşısında tavizde bulunmak zorunda kalacaktı. 1975 yılında yapılan değişiklikle kıdem tazminatı için gerekli olan çalışma süresi bir yıla indirilirken, her yıl için 15 günlük ücret olan tutar da 30 güne çıkarıldı. İşçi sınıfı, mücadelenin meyvelerini toplamaya başlıyordu. Yukarıda anlattığımız gibi, kıdem tazminatı da dâhil olmak üzere hiçbir sosyal hakkı burjuvazi işçi sınıfına bahşetmemiştir. Burjuvazinin sosyal haklar konusunda taviz vermesi için proletaryanın soluğunu ensesinde hissetmesi gerekiyor. Hem dünyada hem de Türkiye’de sosyal kazanımların ortaya çıkış sürecine baktığımızda bunu somut olarak görebiliriz. Ne zamanki burjuvazi kapitalist düzenin bekasını tehlikede görmüşse, egemenliğini sürdürebilmek için birtakım tavizler vermek zorunda kalmıştır. İlk emeklilik sigortası, işçi sınıfı içerisinde gücü artan Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne karşı Bismarck tarafından yürürlüğe konulmuştur. Hakeza ilerleyen yıllarda yükselen işçi hareketi karşısında İngiltere ve ABD de benzer tavizler vermek zorunda kalmıştır. “İşçi dostu” olarak bilinen Ecevit, Çalışma Bakanı olduğu 1961-65 yılları arasında burjuvazinin neden işçi sınıfına tavizler verdiğini oldukça güzel ifade etmiştir: “Bildiğiniz gibi kuzeyimizde ve batımızdaki komşularımız ayrı, sosyalist bir düzene sahip. Güneyimizdeki Arap ülkelerinde de yeni sosyalist iktidarlar kuruluyor. Türkiye sanayileşme yolunda bir ülke. Er veya geç işçiler temel hak ve özgürlüklerini isteyecekler. İş bu noktaya geldiğinde gözlerini kuzeye veya güneye çevirmemeleri için şimdiden bu yasaları bizim çıkarmamız gerekiyordu.”1
Burjuvazi kazanılmış haklara saldırıyor Burjuvazinin sosyal hakları işçi sınıfına verebilmesi için sınıf hareketinin basıncının yanı sıra, ekonomik şartların da uygun olması gerekmektedir. Burjuvazinin bu hakları tanımak zorunda kaldığı dönemler kapitalizmin canlanma dönemleridir. Nitekim “sosyal devlet” politikalarının hayata geçirildiği asıl dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Burjuvazi, bu dönemde yaşanan ekonomik yükseliş sayesinde işçi sınıfını sosyal haklarla satın alma politikasına başvurmuştur. Nitekim bunda başarılı da olmuştur. İşçi sınıfına önderlik yapan reformistlerin eliyle, işçi sınıfı kapitalizmin “sosyal devlet” politikalarıyla ıslah edilebileceği yanılgısına düşmüştür. Reformist ve Stalinist partiler, yaşanan bu “refah döneminin”
31
Mart 2012 • sayı: 84
marksist tutum
ilânihaye süreceği yanılsamasını beslemiştir. Hâlbuki bu durum kapitalist canlanma döneminin ve proleter devrim korkusunun bir ürünüydü. Bu ikisinin olmadığı koşullarda burjuvazinin işçi sınıfına sosyal hakları altın tepside sunması eşyanın doğasına aykırı olurdu. 70’li yıllardan sonra ne ekonomik canlanma kaldı, ne de burjuvazinin proleter devrim korkusu. Bundan sonra sürecin nasıl devam ettiğini daha önce şöyle yazmıştık: “Ehlileşerek düzenin temel payandaları haline gelen geleneksel sol partiler ve sendikalar sayesinde zaman içinde devrim tehdidinin geçtiğine ve SSCB’nin kapitalist ülkelerde devrim gibi bir derdinin olmadığına da iyice kani olan burjuvazi daha önce vermek mecburiyetinde kaldığı ödünleri geri almak üzere saldırıya geçmekte sakınca görmedi. O günlerden bu yana süren bu saldırılarla işten çıkarmalar ve dolayısıyla işsizlik artmış, çalışma koşulları ağırlaşmış, reel ücretler gerilemiş, yaşam standartları düşmüş, emeklilik yaşı yükselmiş, emeklilik gelirleri düşmüş, sağlık ve eğitim gibi temel bazı hizmetler işçi sınıfı için ulaşılması giderek daha zor hizmetler haline gelmiş, yoksulluk artmış, güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşmış, işçiler her düzlemde örgütsüzleşmiş ve ağır kayıplara uğramışlardır. Tüm bu saldırıların sonucunda, artık burjuva medyanın bile saklayamadığı biçimde, gelir dağılımında işçi sınıfı aleyhine muazzam bir bozulma yaşanmıştır. Bunun anlamı, işçi sınıfının, kendi yarattığı değerin artık daha azını elde ediyor olmasıdır ki, tüm saldırıların hedefi de zaten buydu. Bu süreç bitmemiştir, aksine artan bir pervasızlıkla sürmektedir.”2 Bu tespit aradan geçen yıllar boyunca çok açık bir biçimde doğrulanmıştır. Özellikle 2008’le birlikte saldırılar yeni bir ivme kazanmıştır. Sadece iflasın eşiğine gelen Yunanistan’da değil, aynı duruma düşmek istemeyen diğer ülkelerde de işçi sınıfına kabarık bir fatura çıkarılmıştır. Süreç hâlâ bitmemiştir, burjuvazi çekmecelerinde yeni saldırı paketlerini hazırda tutmaktadır. Türkiye burjuvazisinin çekmecesinde ise kıdem tazminatının gaspı bulunmaktadır. İşçiler için hayat-memat meselesi olan kıdem tazminatı, patronlar sınıfı tarafından “istihdam maliyeti” olarak görülüyor. İşçiyi istediği gibi işten atmak isteyen patronlar, kıdem tazminatının kaldırılmasını istiyorlar. İlk aşama olarak da kıdem tazminatının bir fona devredilmesini planlıyorlar. Daha 2003 yılında kabul edilen 4857 nolu İş Kanununda bu niyetlerini ortaya koydular. Geçici maddeye göre “Kıdem tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu kurulur. Kıdem tazminatı fonuna ilişkin Kanunun yürürlüğe gireceği tarihe kadar işçilerin kıdemleri için 1475 sayılı İş Kanununun 14. maddesi hükümlerine göre kıdem tazminatı hakları saklıdır.” Burjuvazi kıdem tazminatını gasp etmek için uygun zemini bulamadığından 9 senedir fon hakkındaki bu kanun çıkartılamadı. Hükümet kıdem tazminatı fonunu her gündeme getirdiğinde gelen tepkiler üzerine, geçici
32
de olsa bu planını rafa kaldırdı. Ancak son iki yıldır bu saldırıyı gerçekleştirmek için hazırlıklarına hız verdi. AKP, daha önce çıkarttığı birçok yasada olduğu gibi bu konuda da geçerli mevzuatın ve uygulamanın yetersiz ve problemli yanlarını öne çıkartarak tepkiyi önlemek istiyor. Medya kıdem tazminatının fona devrini bir iyileştirme olarak lanse ediyor. Özel sektörde işçilerin sadece %7’sinin kıdem tazminatı alabildiği, fon kurulursa tazminatların devlet güvencesi altına alınacağı yalanı arsızca tekrarlanıyor. Oysa biliyoruz ki geçmişte kurulan fonların hepsi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda iç edildi. Ancak hafıza-i beşer nisyan ile malul olduğu için bu tür fonların başına gelenler akıldan çıkıyor. AKP hükümetinin, kıdem tazminatının fona devredilmesini meşrulaştırmak için başvurduğu çarpıtmalardan biri de taşeron işçilerin durumudur. Taşeron çalışmanın en büyük sorunlarından birisi kıdem tazminatının alınmasında ortaya çıkan sorunlardır. Taşeron şirketlerin bünyesinde çalışan işçilere bir yıl dolmadan çıkış-giriş yapılıyor. Yasaya göre, taşeron şirket değişse bile, işyeri aynı olduğu için işçinin kıdem hakkı saklı kalıyor. Fakat uygulamada böyle olmuyor. Ancak dava açılarak kıdem tazminatı alınabiliyor. Hal böyle olunca da taşeron işçileri birkaç yıl aynı işyerinde çalışsa bile, çoğunlukla kıdem tazminatını alamıyor. İşte AKP hükümeti bunları gündeme getirerek, “Artık herkes kıdem tazminatı alabilecek” yalanını söylüyor. AKP’nin niyeti gerçekten bu olsaydı, öncelikle taşeron sistemini yasaklar, sonra da hak ettiği kıdem tazminatını alamayan işçilerin alacaklarını karşılayacak bir fon kurabilirdi. Ancak biliyoruz ki niyet bu değil. Niyet patronların sırtında bir yük olarak görülen kıdem tazminatının kaldırılması, işçilerin tazminatsız işten çıkarılabilmesidir. Böylece kıdem tazminatına el konarak, işgücü maliyeti daha da aşağılara çekilmiş olacak. İşçi sınıfının kazanılmış haklarının korunmasının yolu öncelikle bağımsız bir sınıf politikasına ve doğru temellerde yürütülen bir mücadele anlayışına sahip olmaktan geçer: “ ‘Sosyal devlet’, ‘refah devleti’ perspektifiyle verilecek mücadelenin, tüm reformist stratejiler gibi, ufku sınırlıdır ve başarı şansı yoktur. Özellikle son çeyrek yüzyılda tüm dünyadaki mücadeleler bunu çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Bu dönemde işçi sınıfının bu saldırılara karşı mücadelesine yön veren reformist strateji onun sürekli olarak kaybetmesine yol açmıştır. Aslolan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir ve her türlü reformlar ve kazanımlar da bu mücadelenin şu ya da bu biçimdeki yan ürünleri olarak elde edilmişlerdir. İşçi sınıfı ne zaman düşmanın yüreğine bir devrim korkusu saldıysa o zaman kazanmış, ne zaman bu niteliğini yitirmişse kaybetmiştir.”3 ______________________ 1
Akt. Deniz Moralı, Ecevit Kimdir?, MT, Aralık 2006
2
Levent Toprak, Kapitalizmde Sosyal Güvenlik, MT, Nisan 2006
3
agm
Fatih Projesiyle Kim, Neyi Fethedecek? Aylin Dinç
T
ürkiye’de eğitim sistemi “deneme tahtası” deyimi ile beraber kullanılmadan bir anlam ifade etmiyor artık. Eğitim sistemi siyasal iktidarların kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek üzere el attıkları alanların başında gelmektedir. Birkaç yılda bir değiştirilen sınav sistemiyle kafalar karıştırılır, teknolojik iyileştirmelerle sisteme cilâ çekilir, sonra da tüm bu düzensizliğe “eğitim sistemi” denir. Bu sistem yalnızca uygulama biçimiyle, düzensizliğiyle sorun değildir. Kapitalist sisteme sorgusuz-sualsiz hizmetkârlar yetiştirmeyi hedefler ve bunu yaparken de bir taşla iki kuş vurup bu işten maksimum kârı elde eder. Hayatın her alanındaki eşitsizlik, eğitim alanında kendini çok daha çıplak bir şekilde ortaya koyuyor. Zenginler ihtiyaçları doğrultusunda eğitim alıyor, yoksullar eğitim adına oyalanıyor. Eğitim sektörü para kazandırdığı oranda kıymetli oluyor, kurtların kapıştığı pazar alanına dönüşüyor. Okullar artık yalnızca inşaat sektörünün ilgisini çekmiyor, bilişimin, iletişimin, ulaşımın, gıdanın başını çektiği pek çok sektörün iştahını kabartıyor. “Tabletli eğitim” de esas olarak bu iştahın gündeme getirdiği bir konu oldu. Yıllardır bu sektörden daha çok nasıl kazanabilirim diyen sermaye, AKP hükümetinin yol açıcılığı ile dur durak bilmeden ilerliyor.
Bu proje kimi “fatih” yapacak? Başbakan projeye niye Fatih Projesi denildiğini şöyle açıklıyor: “Şunu hiç abartmadan ifade etmek istiyorum: Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethederek, karanlık bir çağa, Orta Çağ’a son vermiş, Yeni Çağı, yeni bir çağı başlatmıştı. İşte biz de bugün Fatih Projesi ile sadece eğitim sisteminde değil, eğitimin etkilediği her alanda bir çağı kapatıyor, yeni bir çağı, bilgi çağını, bilgi teknolojileri çağını hep birlikte buradan açıyoruz.” (meb.gov.tr)
Hayatın her alanındaki eşitsizlik, eğitim alanında kendini çok daha çıplak bir şekilde ortaya koyuyor. Zenginler ihtiyaçları doğrultusunda eğitim alıyor, yoksullar eğitim adına oyalanıyor. Eğitim sektörü para kazandırdığı oranda kıymetli oluyor, kurtların kapıştığı pazar alanına dönüşüyor. Okullar artık yalnızca inşaat sektörünün ilgisini çekmiyor, bilişimin, iletişimin, ulaşımın, gıdanın başını çektiği pek çok sektörün iştahını kabartıyor. “Tabletli eğitim” de esas olarak bu iştahın gündeme getirdiği bir konu oldu. Projenin maliyeti 8 milyar dolar! Yıllardır bu sektörden daha çok nasıl kazanabilirim diyen sermaye, AKP hükümetinin yol açıcılığı ile dur durak bilmeden ilerliyor.
33
marksist tutum
17 ilde, 52 okulda start alan Fatih Projesi ile 4 yıl içinde 16 milyon tablet bilgisayar ilköğretim ve lise öğrencilerine dağıtılacak. Projenin maliyeti 8 milyar dolar! Bu proje, ayrılan bütçenin tamamının tablet bilgisayarlara ve bilgisayar yerleştirilmiş etkileşimli Led Panel (akıllı tahta), çok fonksiyonlu yazıcı, tarayıcı ve kamera gibi teknolojik ürünlere harcanacak olması nedeniyle yerli-yabancı birçok firmanın ilgisini çekiyor. Konu 16 milyon tablet bilgisayarın getireceği kâr olunca bütün büyük teknoloji firmaları Türkiye’ye üşüşmüş durumda. Yerli üreticiler de binbir ümitle bu piyasadan pay kapma derdine düşmüş durumdalar. Projenin ihalesine girecek firmalara Türkiye’de üretim yapma şartı koşuluyor. Vodafone genel müdür yardımcısı Hasan Süel şunları söylüyor: “Biz, içinde mobil teknoloji unsuru olmayan bir tabletin bir sürdürebilirliğinin olmayacağını düşünüyoruz. Gelecekte, tablet hayatımızın içinde olacaksa, içinde mobil teknoloji olan tablet olması lazım. Biz tabletin birkaç sene içinde mobil teknoloji kapsamasının olmazsa olmaz bir özellik olacağını düşünüyoruz. Şöyle düşünün, elinizdeki akıllı telefonun içindeki sim kartı çıkarsam, desem ki gittiğiniz yerlerde wi-fi var, oraya gittiğin zaman wi-fi’a bağlan konuş. Ne yaparsınız? Olmaz dersiniz. Son söyleyeceğimi başta söylüyorum ama biraz pencere açıp kapamak lazım. Fatih Projesi’ni konuşurken olay oraya doğru gidiyor.” Yine aynı kişi, Fatih projesinin Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşması için eğitim alanında teknolojinin kullanılması açısından stratejik öneme sahip olduğunu söylüyor. Fatih projesinden gelecek tatlı kârlar hesaba katıldığında Başbakanın Fatih projesini ballandıra ballandıra anlattığı cümlelerin içinde nelerin saklı olduğunu görmek daha mümkün oluyor: “Bugün, burada, milli eğitim adına gerçekten tarihi bir anı yaşıyoruz. Fatih Projesi ile eğitim ve öğretimin metodunu ve çehresini köklü bir şekilde değiştiriyor, modernleştiriyor, yaşadığımız çağın gereklerini ve imkânlarını artık sınıflara taşıyoruz. Fatih Projesi ile eğitimin anlamı değişiyor. Fatih Projesi ile okulun, sınıfın, kara tahtanın,
34
Mart 2012 • sayı: 84
öğretmenin ve öğrencinin işlevleri, eğitimdeki konumları çok köklü şekilde değişiyor. Bugün, burada, sadece Türk milli eğitim sisteminde değil, küresel ölçekte yeni bir dönemi başlatıyor, bir çığır açıyoruz. Zira şu anda tüm dünyanın gözleri Türkiye’mizin üzerinde. Şu anda dünyanın birçok ülkesi, Fatih Projesi’ni çok yakından takip ediyor. Türkiye’de bugün başlatılan Fatih Projesi dünyada örnek olarak gösteriliyor, örnek alınıyor.” (meb.gov.tr) Dünyanın gözünün, yani dünya bilişim devlerinin gözünün Türkiye üzerinde olmasında şaşılacak bir şey yok! Ortada paylaşılacak bir kâr varsa ondan en büyük payı kapmaya çalışmak semayenin doğasında var. Bunun yanı sıra Türkiye burjuvazisi de ekonomik krizi atlatmasını sağlayacak yeni açılımlar peşinde. Kapitalizmde akacak kâr yerinde durmaz. Eğitim sektörünün kârlı bir alan olduğu keşfedildiğinden bu yana oradan akacak paralar her türlü hinliği ortaya çıkarıyor. Milli Eğitim Bakanlığı 2003-2004 öğretim yılından bu yana devam ettirdiği ücretsiz kitap ve “100 temel eser” uygulamasıyla “yandaş” yayınevlerini ihya etmişti. Bunların yanına şimdi de “yandaş” teknoloji firmaları eklenecek. Elbette bunların aldığı pay asıl pastayı midelerine indirecek olan teknoloji tekellerinin yanında oransal olarak oldukça düşük kalacak. Ama 8 milyar doların düşük bir yüzdesinin bile yandaş sermayenin yüzünü epey güldürecek bir meblâğ olacağı ortada. AKP hükümeti iktidara geldiğinden bu yana sürekli sorunları çözmeye çalıştığını iddia etti, ancak bir yandan sorunları çözüyoruz propagandasıyla oy tabanını genişletirken, bir yandan da yandaş sermaye kesimlerine nasıl yeni rant alanları yaratacağına odaklandı. Bunun yanında, ücretsiz kitap dağıtıyoruz denerek propaganda bombardımanına tutulan emekçiler, kitaplara verecekleri paralardan çok daha fazlasını, ödenekleri kırpılıp kuşa çevrilen okullara ödemek zorunda bırakıldılar. Yıllardır velilerden toplanmak istenen paralar, “maddi imkânlarınız elveriyorsa okula bağışta bulunun” denilerek, bazen eve gönderilen zarflarla, çoğunlukla veli toplantılarının ana gündem maddesi olarak emekçilerin karşısına dikiliyordu. Ama özellikle 2003 yılından bu yana ücretsiz kitaplar dağıtılmaya başlandıktan sonra, bu iş çok daha pervasız ve çok daha “profesyonelce” yapılmaya başlandı. Öğretmenlere “bir veliden para almanın en kolay yolları” dersleri verildi. Sonuçta çocuklara ve velilere uygulanan psikolojik baskılarla okula akmaya başlayan paralar, pek çok okul için bütün giderleri fazlasıyla karşılayacak hale getirildi. Bunu etkili bir şekilde yapan okullar “başarılı okullar”, para toplayabilen öğretmenler “başarılı öğretmenler” ilan edildi. Kitaplar parasız verildiğinde velilerin kitap parası yükünden kurtulacakları söylenmişti. Şimdi ise tabletler dağı-
sayı: 84 • Mart 2012
marksist tutum
AKP hükümetinin ücretsiz kitap dağıtıyoruz diyerek propaganda bombardımanına tuttuğu emekçiler, kitaplara verecekleri paralardan çok daha fazlasını, ödenekleri kırpılıp kuşa çevrilen okullara ödemek zorunda bırakıldılar. Şimdi ise tabletler dağıtıldıktan sonra çocukların kitap yükünden kurtulacakları söyleniyor. Soralım o zaman: Bunun bedeli ne olacak? Ne isteyeceksiniz çocuklarımızdan? tıldıktan sonra çocukların kitap yükünden kurtulacakları söyleniyor. Soralım o zaman: Bunun bedeli ne olacak? Ne isteyeceksiniz çocuklarımızdan?
Eşeğe altın semer takmışlar, eşek yine aynı eşek! Türkiye’de şu anda Milli Eğitim Bakanının verdiği sayılara göre bile 130 bine yakın öğretmen açığı bulunuyor. Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, KPSS engeliyle işsiz bırakılan öğretmenlere işaret ederek, “çocuklarımızın öğretmenleri yokken, tablet bilgisayarları öncelikli kılan gerekçe nedir?” diye soruyor. Bu soruya cevap olmasa da Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer Türkiye’de fırsat eşitliği açısından bilişim teknolojilerinin kullanılmasını ve yaygınlaştırılmasını çok önemsediğini, bu yüzden de tabletli eğitimin bunun aracı olacağını belirtiyor. Anadolu’nun en ücra köşesine ulaşan bu teknolojiyle çocuğun kendi kabiliyetiyle kendini geliştireceği bir fırsatın yaratılacağından bahsediyor. Doğru, her alanda olduğu gibi eğitimde de fırsat eşitliğinin olmadığı gün gibi ortada. Hakkari’nin dağ köyündeki bir çocukla İstanbul’daki bir çocuğun, hangi ilde olursa olsun özel okulda okuyan bir çocukla devlet okulunda okuyan bir çocuğun imkânları arasında dağlar kadar fark olduğu açık. Ama onca yakıcı sorun dururken bu eşitsizliği teknolojiyi kullanma derecesine indirgemek tam bir abesle iştigal. Okulların her anlamdaki alt yapısından tutun, sınıf mevcutlarına, yeterli öğretmene sahip olunup olunmamasına, öğretmenlerin ekonomik anlamda doygun bir durumda olup olmamasına kadar uzanan devasa bir sorunlar listesi var karşımızda. Bıraktık yeterli düzeyde teknolojiyi kullanmayan okulları, yeterli dersliğe sahip olmadığı için normalde 20 kişilik sınıflar düzenlenmesi gerekirken 70, 80 hatta 100 kişilik sınıflardan söz etmek bile mümkün “dünyanın gözlerini ayıramadığı” Türkiye’de! 3, 4, belki de 5 öğretmenin ilgilenmesi gere-
ken sınıflar tek bir öğretmenin sorumluluğuna veriliyor ve böylece birkaç öğretmenin yükü bir tek öğretmene yükleniyor. “Ne yaparsan yap, burayı kontrol altında tut” direktifiyle o kadar çocuk bir öğretmene teslim ediliyor ve o kadar insanı daracık bir alana hapsetmenin adı “eğitim” oluyor. Böyle bir eğitim ortamında çocukların önünde kitap yerine tablet, hatta ondan daha ilerde bir teknolojinin olması nasıl bir kalite sıçraması ve fırsat eşitliği yaratır anlamak mümkün değil. Açıkta bekleyen 300 binden fazla öğretmen için bütçe ayırmayıp bunları kadroya geçirmeyen AKP hükümeti, öğretmen ihtiyacını “bugün var, yarın yok” mantığı ile çalıştırdığı, kadrolu bir öğretmenin maaşının nerdeyse üçte birini verdiği ücretli öğretmenlerle karşılamaya çalışıyor. Milli Eğitim Bakanı, eğitimde fırsat eşitsizliğini, örneğin Kürt illerindeki bir çocukla, büyük kent okullarındaki bir çocuğun eğitimi arasında eşitsizlik olduğunu itiraf ediyor. Eğitimin değişmesi gerektiğini, çağ atlaması gerektiğini söylüyor. Ama çözüm aracı olarak teknolojiyi geliştirmeyi gösteriyor. Bunun aldatmacadan başka bir şey olmadığı açıktır. Düşünen, sorgulayan bir gençlik yetiştirmek üzere niteliksel dönüşüme uğratılıp bilimsel bir içeriğe kavuşturulan bir eğitim sistemini, 20-25 kişilik sınıfların, eğitim ve sağlık açısından ortalama bir konfora sahip bina ve dersliklerin, ucuz ve temiz beslenme olanağının bulunduğu, öğretmenlerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının karşılandığı bir eğitim ortamının koşullarını yaratmaya dönük ciddi bir çaba yokken, teknolojiyle tüm bu sorunların çözülmesi beklenebilir mi? Çocukların, gençlerin, hayatları boyunca kullanamayacakları bir yığın kuru bilgiyle kafalarının doldurulmadığı, sınav sistemiyle hem rekabete hem psikolojilerini bozan strese maruz kalmadıkları, paylaşmayı ve dayanışmayı öğrenip tüm insanlığa faydalı bir insan olma hayaliyle coşkulandıkları bir eğitim sistemi, sömürünün kutsallaştırıldığı bu kapitalist düzende mümkün değildir.
35
DİSK’in Kitle ve Sınıf Sendikacılığı Mazide Kaldı Zahra Aras
Ş
ubat ayı içerisinde on dördüncüsü gerçekleşen Devrimci İşçi Sendikaları (DİSK) Genel Kurulu, işçi sınıfının sorunlarının tartışıldığı, burjuvazinin saldırılarını püskürtmek üzere kararlar alınan, politikalar belirlenen bir kurul olmadı. Ne söylem ne de politikaları itibarıyla işçi sınıfıyla zerre kadar bağı olmayan gerici düzen partisi CHP çizgisinin teslim aldığı DİSK, kahırlı ve kararlı mücadeleler içerisinde yaratılmış “eski DİSK”in tabutuna bir çivi daha çaktı. Kılıçdaroğlu gibi işçi düşmanlarına genel kurullarında kürsü sunanlar, CHP’li Maltepe Belediyesi’nin işten attığı taşeron işçilerinin protestosunu susturarak işçi düşmanlarından yana saf tutanlar, DİSK’in kaşarlanmış CHP’li sendika bürokratlarından başkası değildi. Mücadeleci işçileri ve devrimcileri sendikalara sokmayan, hatta işyerlerinden atılmalarında patronla işbirliği yapan DİSK’li bürokratlar, yükseklerde koltuklar elde etmek için sendikalardaki konumlarını basamak olarak kullanıyorlar. Genel kurulların cafcaflı sahnelerinde boy gösteren, kendini yırta yırta nutuklar atan bu bürokratlar, CHP gibi bir burjuva partinin yöneticilerine kuyruk sallarken bile eski DİSK’in mirasıyla övünebiliyorlar. İşçi mücadelesinden bir kere kopmanın sonu yok. Hele de sınıfın basıncıyla hizaya gelme şansları da yoksa iyice yoldan çıkıyorlar. Sonra gelsin ceylan derisi koltuklar! Oysa her mücadeleci işçi, eski DİSK’in tarihini okurken bile coşku ve umutla dolar.
Eski DİSK ve bugünkü DİSK Eski DİSK, militan işçi mücadelelerinin içinden doğmuştu. Türkiye işçi sınıfının militan mücadelesi, DİSK’in kurulduğu 1967 yılı öncesinde başlamıştı. 31 Aralık 1961’de İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) grev ve
36
toplu sözleşme yasalarının çıkarılması için 100 binden fazla işçinin katılımıyla tarihi Saraçhane mitingini tertiplemişti. Bu miting sayesinde sınıf mücadelesini yükseltme arzusunda olan öncü işçiler ve sendikal kadroların cesareti artmıştı. Yeni bir tarihsel döneme giriliyordu. 1963 Şubatında Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasında örgütlü 170 Kavel işçisinin başlattığı mücadele Türk-İş içerisinde derin bir çatlak yaratmıştı. Kavel işçilerinin “yasadışı” grevi ve diğer fabrikalarda çalışan işçilerin dayanışma eylemleri burjuvaziyi köşeye sıkıştırdı. 23 sendika başkanı ve 45 yönetici Türk-İş’in Kavel direnişindeki olumsuz tavrını protesto ediyordu. Bu mücadele, Temmuz 1963’te 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununun yürürlüğe girmesini sağlamıştı. Grev ve direnişler art arda geliyordu. Trio fabrikasındaki lastik işçilerinin grevi, Bursa’da belediye işçilerinin grevi, Mersin Ataş rafinerisinde 321 işçinin direnişi, Bozkurt Mensucat’ta grev kararı alan 1100 işçi… Singer’de, Goodyear’da, Sungurlar’da, Batman rafinerisinde ve pek çok fabrikada işçiler grev mücadelelerine girişiyordu. Mart 1965’te Zonguldak Kozlu’daki kömür ocaklarında 6 bin işçinin başlattığı eyleme devlet jandarma kurşunuyla karşılık verdi. 2 işçinin katledilmesi üzerine Kozlu’ya yürüyen işçilerin üzerinden savaş uçakları alçak uçuş yaparak geçiyordu. Vali şehirdeki bütün resmi daireleri kapatırken çevre illerden takviye birlikler isteniyordu. Ocak 1966’da greve çıkan 2200 Paşabahçe işçisi sendikal hareketteki çatlağı iyice derinleştirecekti. Cam-İş sendikasının değil Kristal-İş sendikasının toplu sözleşme yapmasını isteyen Paşabahçe işçilerini sahiplenir gözüken Türk-İş yönetimi, patron örgütü TİSK ile imzaladığı protokolde işten atılan işçilerin akıbetini patronların insafına terk ediyor, grevde geçen günlerin ücretini bile istemiyordu. İşçiler Türk-İş’in imzaladığı protokolü tanımadıkla-
sayı: 84 • Mart 2012
rını ilan ederek işgal eylemine başladılar. Türk-İş Genel Merkezi işçilere eyleme son verme çağrısı yaparken Petrolİş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesini kurdular. Temmuz 1966’da kurulan bu komite, DİSK’in çekirdeğini oluşturan Sendikalar Dayanışma Konseyi’nin ilk adımıydı. Paşabahçe grevindeki tutumları yüzünden Türk-İş Yönetim Kurulu tarafından Petrol-İş 15 ay, Kristal-İş 15 ay, Maden-İş 6 ay ve Basın-İş 3 ay süreyle konfederasyondan ihraç edildiler. Büyüyen işçi sınıfının yükselen mücadelesi ve tabandaki öncü işçilerin militanlığı sendika yöneticilerini saflarını netleştirmeye zorluyordu. İşçi mücadelesinden yana tutum alan sendikalar Türk-İş’ten uzaklaştırıldıkları süreçte konfederasyonlaşma kararı aldılar. 12 Şubat 1967’de Madenİş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’i kurma kararı aldılar. Militan işçi mücadelesinin gelişimini sağlayan, sendikaların kapısını devrimci gençliğe ve sosyalist kadrolara açan Kemal Türkler, İbrahim Güzelce ve Rıza Kuas gibi sendikacılar idi. Bağımsız Gıda-İş ve Türk Maden-İş’in katılımıyla 13 Şubat 1967’de DİSK kuruldu. DİSK’i kuran sendikacılar 1961’de TİP’in kuruluşunda yer almış sendikacılardı. DİSK’in kuruluşu sınıf mücadelesine yeni bir dinamik kazandırmıştı. DİSK’e geçmek isteyen işçiler grev, direniş, fabrika işgali gibi eylemlerle sınıf mücadelesine atılıyorlardı. Derby, Singer, Demirdöküm ve Sungurlar fabrikaları, İzmir Menemen’de Çamaltı Tuzla işletmelerinde gerçekleşen fabrika işgalleri sınıf hareketinin yükselen militanlığının ifadesiydi. İşçi sınıfı DİSK’i tasfiye etmek üzere hazırlanan yasa tasarısına 15-16 Haziran büyük işçi direnişiyle yanıt verdi. İki gün boyunca İstanbul ve İzmit’te sokakları zapt eden, polis ve asker barikatlarını aşan işçiler egemenlerin yüreğine korku salmıştı. DİSK’i tasfiye etmek için yasa teklifi hazırlayan komisyon içinde CHP’li sendikacılar da vardı. Bunlardan biri de ileride Kemal Türkler’i tasfiye ederek DİSK’in başına geçecek olan CHP’li Abdullah Baştürk’tü.
marksist tutum
İşçi sınıfı devrimci bir önderlikten yoksundu. DİSK’in yakın ilişki içerisinde bulunduğu TİP ise reformist bir çizgideydi. DİSK yasal sınırları fiili eylemle aşan, ancak 61 Anayasasının çizdiği sınırlara da bağlı kalan bir anlayışa sahipti. Soldaki yanılsamalar DİSK’te de yansımasını buluyordu. DİSK 12 Mart darbesine karşı çıkmadı, yayınladığı bir bildiride Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanında olduğunu belirtiyordu. CHP, Türkiye’deki genel sol yükselişi zapturapt altına almak ve bu gelişmeden kendi lehine yararlanabilmek için sol bir söylem geliştirmiş, 1973 seçimlerinde DİSK’in desteğini almayı başarmıştı. Ancak 1974’ten itibaren gelişen devrimci hareket bir süre daha DİSK’i CHP’nin kontrol altına almasını engelleyecekti. TKP 1973’te atılım kararı almış, işçi mücadelesini esas alan sosyalist kadroları bünyesine katmıştı. DİSK’in 1975 yılındaki 5. Kongresinde yurtdışında çalışırken TKP ile ilişkilerini geliştirmiş olan İbrahim Güzelce genel sekreterliğe seçildi. Fabrikalardaki grev ve direnişler 1974’ten itibaren yeniden hız kazandı. Ancak 60’lı yıllardan farklı olarak DİSK, hükümetlerin grev yasaklamalarına ve egemenlerin tertiplediği faşist saldırılara karşı, işçileri demokratik hak ve özgürlük talepleri doğrultusunda mücadeleye sevk ediyordu. 13 Şubat 1976’da DİSK’in 9. kuruluş yıldönümü kutlamalarında Kemal Türkler DİSK’in hangi temeller üzerinde geliştiğini şöyle açıklıyordu: “Sınıf uzlaşmacılığına ve Amerikan sendikacılığına karşı 13 Şubat 1967 günü kurulan DİSK, kısa süre içinde sayıca gücünün ötesinde bir prestij ve saygınlık kazandı. Bunda en önemli pay, tabanın söz ve karar sahibi olma ilkesinin, sendika içi demokrasinin uygulanmasıydı. Yüzlerce, binlerce bilinçli işçi, gece gündüz ve yorgunluk bilmeden DİSK’e sahip çıktı. Görmediğimiz, tanımadığımız binlerce işçi sınıfı yandaşı DİSK’in yücelmesi için yiğitçe kavga verdiler. DİSK’in adı, işyerleri duvarlarına, İstanbul sokaklarına, yurt toprağına bu kahırlı, sabırlı ve kararlı mücadeleyle kazındı.” Egemenlerin DGM’leri yeniden yasalaştırmak istemesi karşısında DİSK, DGM’leri “sınıf mahkemeleri” ve “sıkıyönetimsiz sıkıyönetim” diyerek mahkûm etti. Eylül 1976’da “genel yas” adı altında ülke çapında gerçekleşen iş bırakma eylemleri, aslında genel grev yasağının fiilen delinmesiydi. DGM direnişleri, işçilerin ödediği bedellerle başarıya ulaştı ve egemenler DGM’leri açmaktan vazgeçmek zorunda kaldılar. Profilo fabrikasındaki işgal eylemi sırasında Yakup Keser adlı işçi ölmüş, Profilo’nun öncü işçileri hapse atılmıştı. Profilo’nun cezaevindeki 6 işçi temsilcisinin DİSK Genel Temsilciler Meclisi’ne gönderdikleri telgraf, işçi sınıfının 1970’lerde vardığı militanlaşma düzeyini gösteriyor: “Bir Yakup ölmüş, bin Yakup var savaşacak. Bu olay ne ilktir ne de son. İşçi sınıfımızın mücadele tarihinde bu gibi olaylar çoktur. Binlerce işçi kardeşimiz vurulmuş, işkencelere tâbi tutulmuş, ama hâkim sınıfların baskılarına rağmen sınıf mücadelesi durmadan ilerlemiştir. Profilo olayları neticesinde biz 6 işçi temsilcisi tevkif edildik. Ama bi-
37
marksist tutum
liyoruz ki, ne işkenceler ne hapishaneler bizleri yıldıramaz. Tam tersine sınıf mücadelesini pekiştirir. Hapishaneler bizler için birer okuldur. Ve bizler bu okulda bulunmaktan dolayı gurur duyuyoruz… Kahrolsun Faşizm.” Sosyalist kadrolar, siyasal anlayışlarındaki tüm çarpıklıklara, örgütlerinin taşıdığı tüm zaaflara karşın, siyasal sorunları işçi sınıfının gündemine sokuyorlardı. Egemenlerin işçi sınıfını ve DİSK’i yıldırma taktikleri işe yaramamıştı. DİSK’i kontrol altına almak üzere CHP yeni bir hazırlığa girişti. CHP’nin elindeki 120 bin üyeli Genel-İş ve 23 bin üyeli Oleyis DİSK’e katıldı. DİSK’te CHP ağırlık kazanıyordu. 1977 seçimlerinde DİSK’in tekrar CHP’yi desteklemesi ise, aslında Türkiye solundaki yanılgılar ve TKP’nin oportünist siyasi çizgisinden kaynaklanıyordu. Egemenler, 500 bin işçinin katıldığı 1 Mayıs 1977’yi, kontrgerilla örgütlerinin tertipleriyle kana buladılar. Burjuvazi faşist terörü yükselteceğinin sinyallerini veriyordu. DİSK’e saldırmak için de fırsat kollanıyordu. Kemal Türkler’in Temmuz 1977’de TKP’nin görüşlerine paralel olarak Ulusal Demokratik Cephe (UDC) çağrısı yapması üzerine CHP yanlısı sendikacılar Kemal Türkler’i yıpratma kampanyasını başlattılar. Genel-İş Başkanı Abdullah Baştürk’ün başını çektiği CHP’li grup, DİSK’i olağanüstü genel kurula götürdü. Genel Başkanlığa Abdullah Baştürk, Genel Sekreterliği de Fehmi Işıklar seçildi. Yeni yönetim DİSK’teki TKP’li uzmanların işine son vererek işe başladı. Önceki dönemin sloganları terk edildi, ancak DİSK tabanında aktif ve militan bir işçi kitlesi halen varlığını sürdürüyordu. CHP’li Abdullah Baştürk kendisinin sosyalist olduğunu ilan ediyordu. 1978-80 yılları, askeri darbe koşullarını hazırlamak üzere kontrgerilla şeflerinin faşistleri silahlandırarak işçi örgütlerine ve devrimcilere saldırttığı bir dönemdi. 16 Mart 1978’de faşistler İstanbul Üniversitesi önünde 7 öğrenciyi katletti. DİSK’in çağrısı üzerine meslek örgütlerinin ve kitle örgütlerinin de desteğiyle 20 Martta Faşizme İhtar Eylemi düzenlendi. 20 Mart sabahı saat 08.00-10.00 arası Türkiye’nin her yerinde şalterler indi. Yaklaşık 1 milyon kişinin katıldığı 2 saatlik genel grev, burjuvazi tarafından “ihtilal provası” diye nitelenmiş, Başbakan Ecevit eylemi yasadışı ilan ederek katılan işçileri işten atmakla tehdit etmişti. Faşistlerin kurşun ve bombalarla sendika binalarına saldırdığı, öncü işçileri katlettiği bir ortamda 1 Mayıs 1978 yüz binlerce işçinin katılımıyla kutlandı. İşçi sınıfının katılımı azalmıştı ancak grev ve direnişler devam ediyordu. 1978 Aralık ayında Maraş Katliamı gerçekleşti. Faşist terör bebek-yaşlı demeden 100’den fazla insanı katletmişti. DİSK, Maraş katliamını kınamak üzere 5 Ocak 1979’da işçileri 5 dakikalık saygı duruşuna çağırdı. 20 Mart Faşizmi İhtar Eyleminde gerçekleştirilen 2 saatlik genel grevin gerisine düşülmüştü. Egemenlerin istediği olmuş, 13 ilde sıkıyönetim ilan edilerek 12 Eylül darbesine
38
Mart 2012 • sayı: 84
bir adım daha yaklaşılmıştı. DİSK faşist saldırılar karşısına genel grevlerle dikilemiyordu. DİSK disipline uymadıkları gerekçesiyle Maden-İş, Baysen, Bank-Sen ve Yeraltı Maden-İş sendikalarını geçici sürelerle ihraç ediyordu. 1979’da devlet İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarını da yasaklamıştı. Öncü işçiler ve devrimciler faşist pusularda katlediliyordu. DİSK Türkiye’nin hemen her yerinde örgütlüydü, ancak seçimlerde sağ partiler karşısında militan işçi tabanını yine burjuva CHP’nin kucağına itiyordu. TARİŞ gibi devlet işletmelerinde Milliyetçi Cephe hükümeti öncü işçileri işten atıp yerlerine faşist kadroları yerleştiriyordu. Militan işçi kitlesi bu saldırılara karşı kıyasıya direniyordu. Devlet ise direnen işçileri gözaltına alıp stadyumlara dolduruyordu. 12 Eylül faşist darbesinin öncesindeki son dönemeç 22 Temmuz 1980’de Kemal Türkler’in öldürülmesiydi. 25 Temmuzda Kemal Türkler’in cenazesi 1 milyon işçinin katılımıyla kaldırıldı. Bu dev anti-faşist gösteri 12 Eylül öncesinin son kitlesel işçi eylemiydi. 12 Eylül’ün başlıca hedefi işçi sınıfını ezmek, işçi örgütlerini dağıtmak ve DİSK’i yok etmekti. Faşist darbe işçi örgütlerini dağıtmayı başardı. 1992 yılında DİSK yeniden kurulurken köprünün altından çok sular akmıştı. SSCB ve Doğu Bloku dağılmış, sosyalist hareketin tarihsel zaafları tam bir çöküşe yol açmıştı. İşçi sınıfı, geçmiş kuşağın mücadele deneyimlerinden ve örgütlülüklerinden yoksundu. Bu koşullar altında DİSK yeniden kurulurken iki çizgi arasında çekişme yaşandı. Bir yanda sınıf kimliğini öne çıkaran mücadeleci anlayış, öte yanda sermayeyle uzlaşma ve işbirliğini öne çıkaran “çağdaş sendikacılık”. DİSK Başkanı Kemal Nebioğlu DİSK kongresine TİSK Başkanı Refik Baydur’un da teşrif ettiğini, artık meseleleri kavgayla değil masa başında çözeceklerini açıkça söylüyordu. DİSK artık işçi eğitimlerinde sınıfın tarihini, mücadelesini, kapitalist sömürüyü anlatmıyordu. Artık işçilere liderlik, etkin iletişim, sosyal diyalog eğitimleri veriliyordu. 2000’li yıllar boyunca burjuvazi içindeki saflaşmada DİSK, CHP’nin de desteklediği statükocu burjuva kanadın ekmeğine yağ sürmek için elinden geleni yaptı. Kimi zaman burjuvazinin en devletçi kesimine hizmet ederken mücadeleci pozlar takınmayı ve geçmişin mirasını sömürmeyi ihmal etmedi. DİSK, bugün burjuvazinin işçi sınıfı içerisindeki ajanları olan sendika bürokratları tarafından teslim alınmış durumdadır. Bu durum mücadeleci işçilerin üzerine ağır bir sorumluluk yüklüyor: Sendikaları kaşarlanmış sendika bürokratlarının, burjuvazinin şu ya da bu partisine bağlı ajanların eline terk etmemek, genç işçi kuşaklarını geçmişin militan sınıf mücadelelerinin deneyimleriyle donatmak ve geçmişteki hatalara tekrar düşülmemesini sağlamak üzere, sendikaları işçi sınıfının mücadele örgütleri haline getirmek. Bu zorlu görev, işçi mücadelesini irade, sabır ve kararlılıkla yeniden örmeyi gerektiriyor.
Türkiye’de İnsan Hakları İhlallerinin Gösterdikleri Hakan Sönmez
D
aha önceki yıllarda olduğu gibi, 2011 yılında da Türkiye’de insan hakları ihlalleri hız kesmedi. TC devletinin işçilere, emekçilere ve ezilen Kürt halkına yönelik saldırıları gittikçe artmaktadır. Sermaye sınıfı ve emrindeki AKP hükümeti bir taraftan baskıları arttırırken bir taraftan da demokrasi demagojisi yaparak kitleleri aldatmaya girişmiştir. Terörle mücadele adı altında binlerce insan gözaltına alınmış binlercesi de tutuklanmıştır. Kürt sorununda adeta yeniden 90’lı yıllara dönülmüş, tırmandırılan baskı politikasıyla Kürt halkına yönelik kirli savaş körüklenmiştir. Yapılan insan hakları ihlallerinin büyük bir bölümünü Kürt halkına yönelik saldırılar, ifade ve düşünce özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, yaşam hakkına yapılan saldırılar oluşturmaktadır. 2011 yılında geçmiş yıllara göre keyfi tutuklamalar, işkenceler, faili meçhuller, yargısız infazlar önemli ölçüde artmıştır. Emperyalist kriz ve savaş süreci kızıştıkça burjuva devletler militarist uygulamaları şiddetlendirmekte, demokrasinin sınırları “güvenlik” bahanesiyle daraltılmaktadır. En sıradan haklara bile tahammülsüzlük, polis şiddeti, keyfi tutuklamalar ve her türlü hak ihlalleri artmaktadır. Sınıf hareketinin örgütsüz olduğu mevcut şartlarda burjuvazi pervasızca davranmakta, herkesi potansiyel “terörist” olarak göstermeye çalışmaktadır. Puşi taktığı için keyfi olarak tutuklanandan tutun da, “parasız eğitim istiyoruz” pankartı açtığı için 20 ay hapis yatan öğrencilere, polise molotof kokteyli attığı gerekçesiyle bir gence “bomba atmaktan” 16 yıl hapis cezası verilmesine, 34 Kürt köylünün hunharca katledilmesine kadar uzanan devlet terörü, sınıf
hareketinin zayıf olması nedeniyle burjuvazinin nasıl da pervasızlaştığının bir göstergesidir. Hak ve özgürlüklerin sınırlarını genişletecek, baskı politikalarını ve insan haklarına yönelik saldırıları püskürtecek olan şey sınıf mücadelesinin yükseltilmesidir.
Üstü kapatılmaya çalışılan Uludere katliamı 2011 yılı içinde yaşanan insan hakları ihlallerinin en başında kuşkusuz Uludere katliamı gelmektedir. Uludere katliamıyla burjuva devletin gerçek yüzü bir kez daha ortaya çıkmış, demokrasi nutukları çeken AKP hükümetinin yalancı demokrasi maskesi düşmüştür. İnsan haklarından, demokrasiden bahseden TC egemenleri, savaş uçaklarının Uludere’de 34 Kürt köylüsünü katletmesine “operasyon kazası” diyerek nasıl bir insan hakları anlayışına sahip olduklarını bir kez daha göstermiş oldular. AKP hükümeti işin medya ayağını sağlama aldıktan sonra yaptığı açıklamayla olayın bir “operasyon kazası” olduğunu, idari ve adli soruşturmanın sürdüğünü, olayın araştırıldığını söyleyerek işi geçiştirmeye girişti. Olay çok açık olmasın rağmen, AKP hükümeti ve burjuva medya el ele vererek katliamın üstünü örtmeye çalışmaktadır. Aslında her şey gün gibi ortada, emri ister AKP hükümeti, ister Genelkurmay versin sonuçta olay burjuva devletin yapmış olduğu bir katliamdır. Bir tanığın söyledikleri burjuvazinin nasıl bir oyunun peşinde olduğunu çok açık ortaya koyuyor. Olay sonrası konuşan yaşlı kadın şöyle diyor: “Çocuklarımızın yanına birer tane silah koyup onları ‘terörist’ gibi gösterecekler-
39
marksist tutum
di. Askerden önce biz oraya gittik, oyunlarını bozduk.” Şimdiye kadar burjuvazi bu oyunları çokça oynadı ancak bu defa oyun tutmadı. Davos’da Peres’e esip gürleyen, “siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek insanlık nutukları çeken Erdoğan’a sormak lazım, adam öldürmeyi yalnızca onlar mı iyi biliyor? Katlettiğiniz insanların ailelerine para vererek kurtulabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Ancak gerçekler direngendir. Yüz yıl önce 1 milyon Ermeni’yi katledenler tarihsel gerçeklikten kurtulamıyorlar. Ermeni katliamı her seferinde egemen sınıfın ayağına bir bağ oluyor ve yakasını bırakmıyor. Burjuvazi bilmelidir ki, eninde sonunda işçi sınıfı ve ezilen Kürt halkı tüm katliamlar gibi Uludere katliamının da hesabını soracaktır.
Keyfi tutuklamalar İnsan Hakları Derneğinin ve İnsan Hakları Vakfının açıkladığı verilere göre, keyfi tutuklamalar insan hakları ihlallerinin başlıca başlıklarından birini oluşturuyor. Gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler özellikle 2007’de polisin yetkilerinin genişletildiği Polis Vazife ve Selahiyet Kanununda yapılan değişiklikle birlikte büyük artış göstermiştir. AKP hükümeti devrimcilere, Kürtlere ve onlara destek veren kesimlere karşı baskılara hız vermiştir. Bu süreçten öğrenciler de fazlasıyla nasiplerini almış, Terörle Mücadele Yasasının kurbanları olmuşturlar. Yetkileri artan polisler, keyfi biçimde insanları gözaltına almakta, işkence etmekte ve tutuklamaktadır. 500’ün üstünde öğrenci Terörle Mücadele Yasasına göre yargılanmakta, taleplerini duyurmak için yaptıkları eylemlerde tutuklanarak “örgüt kurmak”la ya da “örgüt üyeliği”yle suçlanmaktadır. Bunun en bariz örneği, “Parasız Eğitim İstiyoruz, Alacağız” pankartı açan öğrencilerin gizli örgüt kurmakla suçlanıp 19 ay hapis yatmasıdır. TMY’ye göre her şey “örgüt kurmak” suçu kapsamına sokulabilir. Meselâ Lenin’in kitabını taşıyanlar illegal örgüt kurmakla suçlanıyorlar. Yine Hopa davası da en temel insan hakkı olan ifade özgürlüğünün nasıl çiğnendiğini, en eften püften sebeplerle insanların nasıl tutuklandığını, işkence gördüğünü, demokrasi demagojisi yapan AKP hükümetinin nasıl baskıcı bir zihniyete sahip olduğunu fazlasıyla gösteriyor. Hopa’da HES karşıtı bir eylemde emekli öğretmen Metin Lokumcu polisin sıktığı biber gazının kurbanı olmuş ve yaşamını yitirmişti. Ankara’da Metin Lokumcu’nun öldürülmesini protesto eden 37 kişi tutuklanmış ve 7 kişi terör örgütü propagandası yapmakla suçlanmıştı. Terör örgütü propagandası yapmakla suçlanan tutuklulara kanıt olarak ise marşlar, sloganlar ve sol yumruğun kaldırılması gösterilmişti. Sol yumruğunu kaldıran öğrencilerin çilesi bitmiyor, otobüste başlayan küfürler, haya burma, nefessiz bırakma, üzerine oturma gibi işkencelerle baş başa kalıyorlardı. Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan öğrenciler hukuki olarak suçlu ilan edilmedikleri halde, üniversite yönetimi tarafından disiplin yönetmeliğini ihlal
40
Mart 2012 • sayı: 84
ettikleri gerekçesiyle okuldan uzaklaştırıldılar ve böylelikle eğitim hakları ellerinden alındı. Keyfi tutuklamalar bunlarla sınırlı kalmıyor. Malatya’da 8 Mart etkinliğine katılan ve Grup Yorum’un konser biletlerini satan öğrenciler tutuklanıyor, örgüt üyeliği ve örgüt propagandası yapmakla suçlanıyorlardı. Nitekim Şubat 2012’de Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi tutuklu 6 öğrenci hakkında örgüt üyeliği ve örgüt propagandası suçlamasıyla 1 ilâ 13 yıl arasında değişen hapis cezaları verdi. Yani 8 Mart Emekçi Kadınlar Gününe katılmanın ve Grup Yorum bileti satmanın bedeli toplam 63 yıl hapis oluyor. Bir tarafta Hrant Dink’i kalleşçe katledenlerin arkasında baştan sona kadar devlet olduğu halde “yüce” mahkemenin cinayeti tetikçilerin üzerine yıkarak ortada örgüt yok demesi, diğer tarafta komik sebeplerle insanların yasadışı örgüt kurma suçlamasıyla ağır cezalar alması. Tüm bu yaşananlar, bugüne kadar mağdur edebiyatı yaparak ve devletin gizli geçmişiyle hesaplaşma izlenimini vererek demokrat pozlara bürünen AKP hükümetinin, iktidarın merkezine oturmasıyla birlikte “kendine demokrat” olduğunun, kendisinin de katliamcı devlet geleneğini sahiplendiğinin bir göstergesi olmuştur.
Cezaevinde Kürt çocuklara işkence Polise taş atma gibi bahanelerle hapse atılan Kürt çocuklara yönelik baskı, işkence ve hak ihlalleri, Adana’da Pozantı M Tipi Cezaevindeki çocukların anlatımıyla bir kez daha gün yüzüne çıktı. “Taş atan” çocukların tutulduğu ve halen 201 çocuğun bulunduğu bu cezaevinde, adli mahkûmlarla aynı koğuşlara konulan, boğazlarına ip takılan, potalara asılan, sabah saat beşte kaldırılıp temizlik yapmaya, bayrak öpmeye zorlanan, cinsel taciz ve tecavüze uğrayan çocuklar yaşadıklarını unutamıyorlar. AKP hükümeti, geçtiğimiz Temmuz ayında bu konuda Bakanlığa şikâyette bulunulmasına rağmen altı ay boyunca hiçbir inceleme ve soruşturma başlatmadı. Ne zamanki olay Özgür Gündem gazetesinin geniş haberi sayesinde gündeme getirilip ses yükseltildi, hükümet ancak o zaman adım atmak zorunda kaldı. Ancak, “Temmuz ayından bu yana incelememiz sürüyor” yalanı, bu vahşetin nasıl örtbas edilmeye çalışıldığını da gösteriyor. Devletin, Kürt çocuklar üzerinden mücadeleci Kürt halkından intikam almaya çalışması ilk defa olmuyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) Mersin Şubesi, kendilerine daha önce de başvuru yapıldığını ve Pozantı Cezaevinde çocuklara yapılanların ilk olmadığını belirtiyor. Derneğin Adana Şubesinin ise orada yaşanan baskılara ilişkin pek çok raporu var. Orada yaşananların hem cezaevi yönetimi tarafından hem de yetkili makamlar tarafından bilindiğini ama olayların üstünün örtüldüğünü söyleyen İHD yöneticileri, hazırladıkları raporların dikkate alınmadığını belirtiyorlar.
sayı: 84 • Mart 2012
Savaşın içine doğan, doğar doğmaz dilleri yasaklanan, kimlikleri yok edilmeye çalışılan, akrabaları, yakınları katledilmiş, köyleri yakılmış bu çocuklar toplanıp cezaevine atılıyor. Ardından sadece Kürt oldukları için, adalet ve özgürlük istedikleri için, Türkiye’nin başbakanı “kadın da olsalar, çocuk da olsalar gerekenin yapılması” emrini verdiği için bir daha asla unutamayacakları işkencelere maruz kalıyorlar. Başbakanın ve onun gibilerin çocukları malikânelerde büyürken, onların çıkarları için adam öldürenler “kahraman çocuklar” ilan edilirken, ezilen Kürt halkının özgürlük isteyen çocukları cehennem gibi cezaevlerinde büyüyor.
İnsan Hakları Derneğinin raporu İnsan Hakları Derneği ve İnsan Hakları Vakfı gibi kuruluşlar her yıl insan haklarına yönelik ihlalleri raporlaştırarak kamuoyuyla paylaşıyorlar. Kuşkusuz yaşanan ihlallerin tamamı kayıt altına alınamadığı için ancak bir kısmı raporlara giriyor. 2011 yılı da AKP’nin “işkenceye sıfır tolerans”, demokratikleşme söylemlerinin sahteliğini ortaya koyan vakalarla dolu. İHD’nin sadece Marmara Bölgesini kapsayan raporuna göre işkence vakaları 2011 yılında önceki yıla oranla %200 artış göstermiş bulunmaktadır. Sadece Marmara bölgesinde işkence ve kötü muameleye maruz kalan 818 kişi, jop, kalas, tekme ve tokatla kaba dayak atılması, ölümle tehdit, tacizle tehdit, kolların zorla arkaya bükülerek kelepçelenmesi, yakınlarına haber vermenin engellenmesi, kalabalık bir grup içerisine alınıp linç duygusu yaratarak dövülme, ajanlık teklifi, kutsal değerlerine ve aile fertlerine ağır hakaret ve küfür, takip edilme, silah dayamak suretiyle öldürme tehdidi, karakollarda toplu polis gruplarınca darp edilme, gözün içine göz yaşartıcı sprey sıkılması, ring araçlarında ve hücrelerde darp edilme gibi şikâyetlerle başvuruda bulunmuştur. Raporda ayrımcılık, çalışma, eğitim, sağlık başlı-
marksist tutum
ğı altında verilen bilgiler ise şöyle: 1041 işçinin sendikalı olduğu için işten atılması, 38 işçinin sürülmesi, 79 öğrenciye üniversite disiplin kurulları tarafından soruşturulma açılması, gerekli tedbirler alınmadığı için iş kazalarında 76 işçinin yaşamını yitirmesi, 363 işçinin de yaralanması. Toplantı ve yürüyüş için izin almak gerekmediği halde, polis 25 basın açıklamasına, 4 yürüyüşe, 2 şölen ve 2 mitinge müdahale etmiş. Raporda basın özgürlüğüne yönelik ihlallerde gazete, dergi, ajans ve hukuk bürolarının basılmasına da yer veriliyor. Basın özgürlüğü ihlalinin en başında KCK operasyonu adı altında başta Özgür Gündem gazetesi çalışanları olmak üzere 37 gazetecinin tutuklanması geliyor. Listeye şüpheli asker ölümlerini de eklemek gerekiyor. Yıllardır, askerlik sırasında ölen insanların ailelerine, “kaza kurşunu”, “intihar”, “elektrik ve yıldırım çarpması”, “yılan sokma”, “kalp krizi” gibi bahaneler sunuluyor. 2011 yılında Kıbrıs’ta askerlik yapan Uğur Kantar, “disko” diye adlandırılan disiplin koğuşunda gardiyan erler tarafından dövülmesi, susuz bırakılması, güneş altında bekletilmesi sonucu fenalaşmış ve 2,5 ay yoğun bakımda kaldıktan sonra ölmüştü. Bu olay basına yansımış ve kamuoyunda tepkilere neden olmuştu. Liste daha da uzatılabilir, ancak altı çizilmesi gereken bir gerçek var ki, o da, insan hakları ihlalleri egemenlerin açıkladığı gibi münferit olaylar değil, bizzat burjuva devletin sistematik uygulamalarıdır. Bugün yürüyen emperyalist savaş ve kriz koşullarında dünyada güvenlik ve terörle mücadele bahanesiyle emekçi kitleler üzerindeki baskılar arttırılmaktadır. Başta ABD emperyalizminin 11 Eylülde İkiz Kulelerin vurulmasını bahane ederek güvenlik gerekçesiyle herkesi terörist olarak göstermesiyle başlayan süreç dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde de devam etmiş, burjuva devletler aynı bahanelerle baskı yasalarını devreye sokmuştur. Polisin yetkileri arttırılmış, işkence ve faili meçhul cinayetlerin, tutuklamaların önü açılmıştır. Bugün dünyanın birçok ülkesinde, başta Avrupa olmak üzere, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı egemen sınıf tarafından tırmandırılmıştır. Böylece “güvenlik” ve “terör” suçlamaları meşru hale getirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da ırkçılığın yükselmesiyle birlikte insan haklarına yönelik saldırılar artmıştır. Bu saldırının yöneldiği kesim yine göçmen işçiler, devrimciler ve işçiler olmuştur. Üstelik bu saldırılar tamamen burjuvazinin bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde olmuştur. Kısacası dünyanın her yerinde demokrasinin sınırları egemen sınıf tarafından daraltılmak istenmektedir. Artan baskıları göğüslemek ve geri püskürtmek işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseltilmesine bağlıdır. Böylesi devrimci bir enternasyonal mücadeleyi örgütlemek için sınıf devrimcilerine büyük iş düşüyor.
41
Mart 2012 • sayı: 84
marksist tutum
Tembellik Yok! D
ünyanın dört bir yanında çalışma yaşı giderek beşikteki çocuğa doğru düşüp mezarda emekli olunurken, dünyaya gelen her işçi evladı 10-16 saatlik çalışma kırbacıyla yaşama atılıyor. Buna rağmen burjuvazi işçi sınıfını hâlâ tembellikle suçluyor ve onu sermaye için daha fazla çalıştıkça hayatının anlamlı hale geleceğine inandırmaya çalışıyor. Kapitalizm milyarlarca emekçinin yaşamını çekilmez kılarken asalak sermaye sınıfı doymak bilmiyor, dayattığı ağır çalışma koşullarına işçi sınıfı razı geldikçe çok daha kötü koşulların planlarını yapıyor. Kapitalistler tam randımanlı çalışabilecek bir makine gibi görüyorlar işçiyi. Mümkün olsa 24 saat kendileri için çalıştıracakları bir makine! İşe başvuru yapan işçiyi çeşitli sözleşmelerle ailesinden, evinden koparıp işyerine mahkûm hale getiriyorlar. İmza atan çalışır, atmayana kapı gösterilir. İşçi işe başlıyor başlamasına ama hayatında işten başka bir şeye de zaman kalmıyor. “İşin gerçeğine bakacak olursak, burjuvazi emeğiyle geçinen kitlelere özel yaşam alanı diye bir şey bırakmıyor. Uzun ve yorucu çalışma saatlerinin dışında kalan «boş zaman» da burjuva ideolojisinin yarattığı esaret ve kapitalist düzenin pompaladığı anlamsız tüketim alışkanlığı marifetiyle çarçur ediliyor. Sorunun devrimci mücadeleyi ilgilendiren yönüne gelince, çok açık ki, «özel yaşam» alanı genişletilmek istendiği ölçüde burjuva ideolojisine teslim olan alan büyüyecek, devrimci mücadeleye «adanan» alan ise daraldıkça daralacaktır.” (Elif Çağlı, Küçük-Burjuvazinin Anatomisi) Tüm sınıflı toplumların tarihi, sömürülenlerin sömürenlere karşı başkaldırılarına tanıklık etmiştir. Uyuyor denilen uyanmış, cahil denilen tarih yazmış, korkak sanılan yumruğuyla saltanatları devirmiştir. Kapitalizm de elbette ebedi olarak kitleleri kendi hegemonyasına alamayacak ve onları eninde sonunda tüm olumsuzluklara rağmen ayağa kalkmaya itecektir. Elif Çağlı’nın şu satırları işçi sınıfına olan güveni pekiştiriyor: “Nesnel ortamda kapitalizme karşı hoşnutsuzluğun yaygınlaşması doğrultusunda bir değişimin yaşanması, eski dönemlere oranla çok daha fazla sayıda işçiyi mücadeleye çeker ve bilinçli, militan işçi sayısında inanılmaz yükselişlere neden olur. Gerileme dönemlerinde çok uzun süreler içinde muazzam hızla öğrenip sıçramalar kaydedebilirler. Böylesi dönemlerde hayatın nabzı, işçilerden kolayına umut kesen sabırsız küçükburjuvaların dediklerinin tam tersine atmaya koyulur. Daha önce «bunlardan adam olmaz» denilen işçiler gerek ekonomik gerek siyasal mücadele alanında örgütlenmek için öne atılmaya, kendi örgütlerine sahip çıkmaya başlarlar. Yalnızca öncülerin değil, işçi kitlesinin de mücadele saflarında ilerlediğini gösterecek şekilde taban örgütlülüğü ve inisiyatifi gelişir. İşçilerin sendika bürokrasisine karşı mücadelesi de daha ciddi, daha
42
yaygın, militan ve kararlı bir nitelik kazanır.” (Elif Çağlı, Kitle Örgütlerinde Devrimci Çalışma) Yukarda tarif edilen mücadele dönemleri bizleri bekliyor. Gelecek günlere hazırlıklı olmak örgütlü olmaktan, donanımlı olmaktan, çalışkan, üretken, sabırlı olmaktan geçiyor. Önümüzdeki günlere iyi bir hazırlık için, fikirlerimizi daha fazla işçiye yayabilmek için çok çalışmak gerekiyor. İşçi sınıfı devrimcilerinin sorumluluğu günden güne azalmıyor, artıyor. Şu bir gerçek ki, ancak yük çekmekten yüksünmeyenler kendini ve hayatı değiştirebilir. Tembellik yapanın doğa karşısında şansı olmadığı gibi çok daha zalim olan sömürü düzeni karşısında hiç şansı olmaz! Devrim önce insanın kendisinde başlar. “Neyim ben, nasıl bir insanım, neye başkaldırıyorum, nasıl bir düşmanım var, insanları bu kölece çalışma koşullarından kurtarma mücadelesinde gönüllü bir nefer nasıl olabilirim” diye sorgulamaya başlayan insan, ilk eşiği aşmış demektir. Peki, bununla bitiyor mu? Verdiğimiz mücadeleyi layıkıyla yerine getirmemiz gerekmiyor mu? Sınıf mücadelesi, part-time verilecek, öfkelendikçe, gaz aldıkça sürdürülecek bir mücadele değildir. Yalnız kendimiz, kuşağımız için değil, bizden sonraki nesiller için de yürüttüğümüz bu mücadele gönüllü bir fedakârlık ister. Hayatımızda tembelliğe zerre kadar yer vermemeyi gerektirir. Yorulmadan, ter akıtmadan zafer kazanmak mümkün mü? Düzen, ister bize boş zaman bıraksın ister bırakmasın, mücadele niyetinde olan bu zamanı yaratmanın çabası içinde olur. Koşullara teslim olanlar, koşullarını mücadeleye zaman ayıracak şekilde organize etmeye çaba harcamayanlar bu işin altından kalkamazlar. Kapitalist düzene karşı mücadele yürütebilmek için yalnızca ona karşı öfke duymak yetmiyor. Düzen ruhumuza, zihnimize, düşünce biçimimize egemen olduğu sürece potansiyellerimizi yeterince vakfedebilir miyiz? Yeterince bilinçlenmemiş, sınıf kinine sahip olmayan biri mücadeleden kaçtığının farkında olmaz: “Tembellik yapmaya hiç hakkım yok mu” diye düşünebilir. İster işyerinde olsun ister mücadelede olsun yapılan bir işin sonucunda bir yorgunluk olur. Ancak yorulmadan başarıya ulaşmak imkânsızdır. Tembellik mevzusu yalnızca fiziksel efor harcamaktan imtina etmek olarak anlaşılmamalıdır. Örgütlü mücadelenin gönüllü bir neferi olmayı içselleştirememiş unsurlarda görülen en önemli sakatlıklardan biri de yapılan işlere kafa yormamalarıdır. Düzene gözlerini açmış her birey kapitalizmin pisliklerini normalmiş gibi algılayarak büyür ve bunları içselleştirir. Bireycilik, rekabet, kendini üstün görme, yalnız kendini düşünme, sahtekârlık, ayak oyunları, iş bitirici görünme, başkalarının sırtını sıvazlayarak kusurlarının görülmesini engelleme, iş yapıyor görünüp iş yapmama
sayı: 84 • Mart 2012
ve daha birçok hastalıklarla tanışır, dost olur. Sermaye sınıfı yarattığı bu insan tipiyle varlığını sürdürmede kendine önemli bir toplumsal dayanak noktası sağlar. İş yapmaktan gocunan, rahat edebileceği işleri seçen, yaşam konforunun kaygısıyla mücadeleye harcadığı saatlerin, günlerin hesabını yapan, zora gelemeyen kişi sonunda devrimci mücadeleyi küçümseyen ve bu mücadeleden kaçan bir pozisyona düşer. Hep kendini başka bir dünyaya ait hisseden ama biraz öfkeyle ve lafazanlıkla işçilerin dünyasına geçmiş olan bu bireyler önce işçilere acırlar, onlardan biri gibi davranmak isterler, ama devrim dedikleri şey de geciktikçe umutsuzluğa kapılırlar. Devrim hemen olmalı! Yan gelip yatarak olmasa da, çok da emek verilmeden, koşturmadan gelmeli artık! Heyhat bu işçiler olmayacak bir şey istiyor. Devrimin geleceği filan yok! En iyisi yine eski dünyaya dönmeli! Bu işçilerden de onların mücadelesinden de bir şey olmaz! Bunlar işçi sınıfının bir parçası olamamış küçük-burjuvaların ruh halidir. Gelirler, burjuva sınıfına öfkelerini kusarlar, sevgiliye küskün ama ona âşık bir yâr gibi. Zaman her şeyin ilacı derler ya, işte zaman geçtikçe öfke geçer ve sevgiliye olan aşk tazelenir ve gerisin geriye kapitalizmin kollarına dönerler. İşçi sınıfının bir parçası olduğunu özümsemiş, sermaye sınıfının sömürüsüne öfke duymuş işçiler ise mücadeleyle tanışıp
marksist tutum
içinde yer aldıklarında, fabrikaya nasıl işçi disipliniyle gitmeleri gerektiğini biliyorlarsa, sınıf mücadelesinde de yorulmadan koşturur. “…devrimci bir kişi ya da devrimcileşmiş bir işçi, fikir, eylem ve gönül birliği temelinde inşa edilen bir kolektif yapıya hizmet etmekten büyük bir kıvanç duyar. Seve seve iş yapmak, haklı ve doğru bir amaca sahip olmak, bu amaç uğrunda zahmeti göze alıp fedakârlıkta bulunmak, aslında yüreğini enginleştirir. Böyle bir konuma ulaşmak, küçük-burjuva yaklaşımın sandığı gibi özgürlüğün yitirilmesi değildir. Tam tersine, bu, kapitalist bataklıktan kurtulmak için yakalanmış bir şanstır, manevi zenginliğe ulaşmaktır, özgürlüğe yelken açmaktır.” (Elif Çağlı, age) Devrimci mücadele alanına gelip yan çizenler, burun kıvıranlar, “daha az nasıl çalışabilirim” diye düşünenler, zordan kaçanlar burjuva bataklığından kurtulma derdinde değildirler. Kapitalist düzen işçi sınıfını yalnız ve yalnız burjuvazi için çalışan bir makineye neredeyse çevirmiş durumda. Bu kölelik koşullarından kurtulmanın tek yolu kendi sınıfımızın kurtuluşu mücadelesi için çalışmak, çalışmak, daha çok çalışmak! Kapitalist düzenin yıkılıp, egemenlerin ve sömürülenlerin olmadığı, eşitlikçi bir dünya yaratana kadar tembellik yok! İstanbul'dan bir Marksist Tutum okuru
Patronların Oyununa Gelmeyelim! G
eçenlerde çalıştığımız fabrikada her gün ücretsiz olarak dağıtılan bir gazetenin (Milli Gazete) ana sayfasındaki haber dikkatimi çekti. Haberin en üstünde şöyle yazıyordu; “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o onlardan olur…” Bu patron gazetesinin haberinde anlatmak istediği, Afganistan NATO üssünde Müslümanların dini değerlerine yapılan saygısızlıklardı. Tabii ki kimsenin bir başkasının dini inançlarına saygısızlık etmeye hakkı olamaz. Buna her insan haklı olarak tepki gösterir. Ancak bu patron gazetesinin alttan altta biz işçilerin bilinçlerini bulandırmaya çalıştığı da ortadadır. Bu gibi olaylardan faydalanıp işçilerin gözünde tüm Hıristiyanları veya Yahudileri düşman ilan etmek patronların her zamanki kışkırtma yöntemlerindendir. Fakat aynı “Müslüman” patronlarımız Yahudi veya Hıristiyan ayrımı yapmaksızın dünyadaki bütün patronlarla iş birliği içinde olmaktan geri durmazlar. Buna en iyi örnek yine bizim fabrikanın patronudur. Kendisi bu gazeteyi işçilere dağıtırken, bir yandan da gazetenin düşman olarak gösterdiği bu ülkelere azımsanamayacak kadar ihracat yapıyor. Onun için karşısındakilerin Amerikalı, İsrailli veya Japon bir patron olması hiç fark etmiyor. Çünkü onlar sınıf çıkarlarının ortak olduğunun farkındalar. Patronların ellerinde bulundurdukları gazete ve televizyonlarda bu gibi haberleri sıkça görmek mümkün.
Peki dünyanın her yerinde işçilerin kaderleri ortak değil mi? Yahudi veya Hıristiyan bir işçinin Müslüman bir işçiyle ne alıp veremediği olabilir ki? Aynı şekilde Müslüman bir işçi Hıristiyan bir işçiye neden düşman olsun? Evet, İsrail devleti bugün Filistin’de masum insanları katlediyor. Ama İsrailli bir işçinin bu katliamlardan hiçbir çıkarı yok. Tıpkı Uludere katliamından Türk işçilerinin bir çıkarı olmadığı gibi. Dünyanın her yerinde işçi işçidir, patron da patrondur. Renkleri, dinleri, dilleri ne olursa olsun biz işçiler aynı sınıfın üyeleriyiz ve çıkarlarımız ortak. Mücadelemizde ortak olmalı. Örneğin 1800’lerin sonlarında Amerikalı işçi kardeşlerimiz 8 saatlik işgünü için canları pahasına mücadele etmiştir. Bu mücadeleleri sonucunda 8 saatlik işgünü hakkı tüm sınıfımız için bir kazanım olmuştur. Şimdi nasıl olur da biz Amerikalı işçilere düşman oluruz? Burjuvalar kendi çıkarları doğrultusunda bizleri düşmanlaştırmaya çalışmaktadırlar. Kendi çıkarlarını sanki hepimizin çıkarıymış gibi sunuyorlar. Eğer bizler örgütsüzsek, onların bu çirkin emellerine alet oluruz. Arkamızda bir mücadele örgütümüz yoksa bizler de ister istemez burjuvaların istediği gibi düşünürüz. Onların bilinçlerimizi işgal etmesine izin vermemek için örgütlenelim ve örgütlü mücadele içinde öğrendiklerimizi çevremizdeki işçi kardeşlerimizle paylaşalım. Kıraç’tan bir işçi
43
Okurlarımızdan
Elif Çağlı’nın “Küreselleşme” Kitabı Üniversitede Sunuldu M
erhaba dostlar. Ben Marmara Üniversitesi’nde okuyan bir öğrenciyim. Okulumuzun dönem sonu ödevleri veriliyordu. Dersimiz “küreselleşmenin kurumsal yapısı” idi. Sunum ödevleri almak isteyenler hocaya ismini yazdırdılar. Hangi konuyu seçsem diye düşünürken dersin isminden yola çıkarak, kürselleşme kavramına eleştirel bir gözle bakmayı tercih ettim. Marksist Tutum okuru olarak “Küreselleşme ve Marksizm” konusunu sunum ödevim olarak seçtim ve öğrenci arkadaşlarıma anlattım. Elif Çağlı’nın Küreselleşme kitabından yararlanarak hazırladığım konuyla, küreselleşmenin kapitalizmi ebedileştirecek sihirli bir iksir olmadığından bahsettim ve devam ettim: “Küreselleşme kavramını duymayanımız yoktur arkadaşlar. Küresel saldırı, küresel ekonomi, küresel terör vb. Küreselleşme neydi? Ne zaman tarih sayfalarında yerini almıştı? İnsanlık tarihinde nasıl bir etki yaratmıştı? Küreselleşme 1980’li yıllarla beraber hayatımıza girmişti. Bilgi toplumu, kapitalizm ötesi toplum etiketleri eşliğinde yeni bir dünya düzenin habercisi olarak kitlelere reklâmı yapıldı. Kapitalist üretim tarzından bağımsız yepyeni bir olguymuşçasına ele alındı. Refah devleti, sosyal devlet anlayışının müjdecisi olarak piyasaya sunuldu. Emperyalizmin üzerine giydirilmiş bir kılıf olduğundan bahsedilmedi. ‘Kitleleri cehalete sürüklemenin adıdır’ denilmedi. ‘Barbarlığın modern adıdır’ denilmedi. ‘Savaşları meşrulaştırmanın parolasıdır’ denilmedi.” Burjuvazinin kirli çamaşırlarını ortaya dökerek sunumumu sürdürdüm. Kıdem tazminatlarının kaldırılmak istendiğini anlattım. Patronların her geçen gün artan saldırılarından bahsettim. Dünya işçi sınıfının hak gaspları karşısında ayağa kalktığını anlatarak devam ettim. Kıdem tazminatlarının fona devredilmesiyle ilgili kısımdan bahsederken, öğrenci arkadaşlardan birinden bir açıklama geldi. Kıdem tazminatlarının fona devredilmesinin avantajlarından bahsetti. “Kıdem tazminatlarını hak ettikleri halde alamayan işçiler artık devlet fonunda biriken parayı çok rahat bir şekilde alabilecek. Bu da işçiler açısından önemli bir kazanımdır” dedi. Fakat arkadaşımız fonların başına neler geldiğini hesaba katmamıştı. Ben de hatırlatmak zorunda kaldım: İşsizlik fonu patronların ceplerine girmişti, deprem fonuyla duble yollar yapılmıştı. Bir başka soru da şuydu: Immanuel Wallerstein, Paul
44
Sweezy gibi Marksist iktisatçılar küreselleşme kavramına, benim Küreselleşme kitabından yararlanarak anlattığım tarzda bakmıyorlarmış. Daha iyi bir kapitalizmin hayalini kuruyorlarmış. Cevabım şu oldu: “Arkadaşlar, sunumumdaki sözlerin bir bölümü Marx’ın kitaplarından alınmıştır. Sizlere elimden geldiğince burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki farklardan bahsettim. Marksizm işçi sınıfının ağzından konuşmaktır. İşçiden yana olmaktır. Ben burada sizlere burjuvazinin söylemlerinden de bahsettim. Şimdi siz karar verin. Kendisine Marksist diyen akademisyenler işçi sınıfının diliyle mi konuşmuştur yoksa tam tersine burjuvazinin diliyle mi?” diyerek soruyu soruyla cevapladım. Resimlerle desteklenen sunumumda konumu anlatabilmek için kullandığım çok ilginç kareler de vardı ve öğrenci arkadaşlarımın düştükleri hayreti gözlerinde gördüm. “Böylesi de olamaz” der gibiydiler. Zonguldak’ta bir maden işçisinin, kömürün karasından tanınamayacak hale gelmiş yüzüne dikkatle bakıyordu. Kimisi Brezilya’da 1995’te taş ocaklarında, sırtında küfesiyle binlerce basamak tırmanan bir işçiye hayretle bakıyordu. Kimisi Afrika’daki bir çocuğun “açım ben” diyen gözlerine. Sunumumun sonunda kendi hazırladığım video vardı. Videoda, dünyanın çeşitli ülkelerinden isyan görüntüleri vardı. Kapitalizme karşı başkaldırıları izledik. “Küreselleşmeye hayır” diyen kitleler vardı. İşçilerin ağır çalışma koşulları vardı. Videonun arkasında da John Lennon’ın Working Class Hero parçası çalıyordu. Fakat sınıfımızda ses sistemi olmamasından dolayı bilgisayarın sesiyle yetinmek zorunda kaldık. Video devam ederken ben de resimleri ve videoları tek tek anlatmaya koyuldum. Amerika’daki Wall Street hareketine geldiğimde arkadaşlardan biri Wall Street hareketinin arkasında başka güçlerin olduğunu söyledi. Ben de “Amerika’nın arkasında da birileri olduğunu ilk kez senden duyuyorum” dedim ve gülüşmeye başladık. Bu tepki gerçekten şaşırtmıştı beni. Sunumum bitmişti. Ama hocamızın söyleyecekleri yeni başlıyordu. “Arkadaşlar” diyerek söze başladı. “Görüyorsunuz her görüşten arkadaşa söz şansı veriyoruz. Benim dersimde aksi düşünülemez zaten. Arkadaşınız kapitalizmi yıkmaktan ve yerine yeni bir sistem ortaya koymaktan bahsetti. Bence mesele yıkmak olmamalı, mevcut sistemi daha yukarılara nasıl taşımak gerekir diye kendimize sormak ve bunun için çabala-
Okurlarımızdan mak olmalı. Sizlere, işçilerle ilgili bir anımdan bahsetmek istiyorum. Kardemir Demir Çelik Fabrikasının toplu iş sözleşmesi dönemlerinden birinde, Kardemir Genel Müdürü hocam, ‘bu süreçte sizin de yanımızda olmanızı istiyorum’ dedi ve beni yerel bir televizyondaki programa davet etti. İşçi temsilcisi bir arkadaş vardı. Sendika başkanı vardı. Ben ve genel müdür de oradaydık. Uzun konuşmaların sonunda gördüm ki işçilerle sendika arasında öylesi bir ağız farkı vardı ki şaşırmamak elde değildi. Şimdi söyleyin bana arkadaşlar, daha kendi içlerinde anlaşamazlarken nasıl olur da koskoca bir sistemi yıkmaktan ve alternatifi olan yepyeni bir sistem ortaya koymaktan bahsederler?” Söz aldım ve cevaben şunları söyledim: “Arkadaşlar konumuz küreselleşmedir. İşçi sınıfının mücadelesinden ve Marksizmden konuşuyoruz. Sendika konusu apayrı bir tartışma konusudur. Sendikalar işçi sınıfı mücadelesinin olmazsa olmazlarıdır. Ama sendikal bürokrasi de işçi sınıfının örgütlenmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Hocamızın bahsettiği tutum sendikal bürokrasiye güzel bir örnektir. Kardemir Demir Çelik fabrikasında Çelik-İş ve Türk Metal “örgütlüdür” ve Türk Metal genel başkanı elli beş milyar maaş alan has bir bürokrattır. Artık siz karar verin, ne kadar işçiden yana
K
olabilir böylesi bir adam?” dedim ve sunumumu bitirdim. Sırama geçip oturduğumda arkadaşlardan bir tanesi söz aldı: “Hocam ben de Marx’ın görüşlerine değer veren biriyim. İşçiler birçok şey yapabilirler. Sizin anlattığınız gibi bir fabrikada örgütlenirken sorunlar yaşayabilirler ancak işçilerin önünde, kapitalizmin beyinleri düşünemez hale getiren büyük engelleri vardır. Bunlar göz ardı edilemez. Ancak işçi sınıfı bunları aşacaktır. Emin olun, işçilere ve işçi çocuklarına fırsat verildiğinde ne kadar muazzam işler çıkartacaklarını tahmin bile edemezsiniz” dedi ve oturdu. Ders bittikten sonra arkadaşlardan bazıları videoyu ve sunumu istediler benden. Tepkiler gayet güzeldi. Beğendiklerini dile getirdiler. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. Akademik kürsülerde lafazanlık yapanlar tarihi değiştirecek kudrete sahip değillerdir. İşçiler gün gelecek dünyayı kendileri için bir daha yaratacaklardır. Tüm insanlığı kapitalizm denen vahşi sömürü düzeninin elinden kurtaracaktır. Bunu da örgütlü gücü sayesinde yapacaktır. Örgütlenelim, birlik olalım ve haykıralım hep bir ağızdan: ÖRGÜTLÜYSEK HER ŞEYİZ, ÖRGÜTSÜZSEK HİÇBİR ŞEY! Marmara Üniversitesinden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Baba Bunlar da Sizin Gibi Konuşuyor!
ürt halkının verdiği mücadeleyi karalama kampanyasını tam gaz sürdüren devlet, asimilasyon yöntemini de hiç elden bırakmıyor. Ben deri fabrikasında çalışan bir işçiyim. Geçenlerde çay paydosunda Kürt sorunu üzerine 3-4 arkadaş sohbet ederken konu döndü dolaştı Samanyolu TV’ye geldi. Bildiğimiz üzere Samanyolu TV hükümet kanadındandır. Bu ve bunun gibi kanalların Kürtler üzerine yaptığı milliyetçi diziler her gün biz işçilere sunuluyor. Patronlar sınıfı Türk ve Kürt işçileri birbirine düşman hale getirmeye, bu gibi dizilerle de bir taşla birkaç kuş birden vurmaya çalışıyor. Sohbet ederken bir Kürt arkadaş evinde yaşadığı bir olayı anlattı. Önce Kürt olmalarına rağmen evde kendi çocuklarının da bu dizileri seyrettiğini söyledi. Sonra 9 yaşındaki kızıyla arasında geçen bir diyaloğu anlattı. Küçük Ruken, “baba, askerleri öldüren ve insanlara kötülük yapan bu poşili adamlar kim?” diye sormuş. Babası da ezile büzüle “kızım onlar terörist galiba”
diye cevap vermiş. Sonra küçük kız “peki baba bu teröristler neden annem ve senin gibi konuşuyor?” diye sormuş. Babası da Ruken’e kendilerinin Kürt olduğunu ve Kürt olmanın bu ülkede ne anlama geldiğini anlatmaya başlamış. Devlet ve devletin okulları Kürt çocuklarının üzerinde asimilasyon çalışmasını sürdürüyor. Kürt çocuklarına okullarda her sabah “Andımız” okutuluyor bağıra ba-
ğıra. Yani Kürt oldukları halde, bu çocuklar her sabah “varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye bağırtılıyor. Kaldı ki televizyon ve gazeteler Kürtleri her gün sistematik bir şekilde karalıyor ve düşmanlık yaratıyor. O nedenledir ki gerçekte Kürt olduğu halde kendisinin Türk olduğunu iddia eden işçilerle karşılaşırız bazen. İşte bu gibi durumların arkasında devletin yoğun asimilasyon ve baskı politikaları vardır. Öte yandan televizyonlarda çıkan bu gibi dizileri izleyip Kürtlere karşı tavır alan Türk işçiler de oluyor. Bu durumda Kürt ve Türk işçilerin fabrikalarda örgütlenmesi de zorlaşıyor haliyle. İşte o televizyon dizilerini yapan patronlarımızın istediği de budur. Türk ve Kürt işçiler birbirlerine düşman olsun istiyorlar. Patronların bu planlarını boşa çıkarmamızın tek yolu örgütlenmekten geçer. Eğer örgütlü olursak patronların her türlü dalaverelerinin üstesinden gelebiliriz. Kıraç’tan bir deri işçisi
45
Okurlarımızdan
Örgütlenmek En Meşru Hakkımızdır İ
çinde yaşadığımız düzen öylesine kirli bir düzen ki, onurlu insanlar olabilmek için bile mücadele etmek gerekiyor. Çünkü kapitalizmin her yerinden çamur akıyor. Düzenin temsilcileri kirli oyunlarını her yolla topluma empoze ediyor. Ellerindeki araçların gücü muazzam boyutlarda. Medya aracılığı ile çarpıtılan haberlerden tutun da dizilere ve reklamlara kadar hepsi burjuva düzene hizmet ediyor. 2011’in son aylarında çıkan iki haberde, tüm televizyon kanalları ve gazeteler adeta hücum edercesine aynı sahneleri tekrar tekrar verdiler. Tüm kanallar sözleşmiş gibi aynı başlıklar altında veriyordu haberleri: “Oğlunu örgütün elinden böyle kurtardı”, “Bir babanın, liseli oğlunu örgütten kurtarma savaşı”! Haber, “Füze kalkanına hayır” konulu bir basın açıklamasına katılan liseli gencin, babası tarafından grubun içinden çekilip alınmaya çalışılmasına ilişkindi. Füze kalkanının yerleştirilmesine sesini çıkartmayan burjuva medya, kalkana karşı gelenleri teröristlikle suçlama arsızlığında bulunuyordu. Haberdeki baba üzerinden, mücadele edenlerin “terörist” olduğu propagandası yapılıyor, oğlunu “teröristlerin” elinden kurtarmaya çalışan baba “örnek baba” olarak sunuluyordu. Medya şunu hiç sormuyordu: Bu füze kalkanının tehdit ettiği yüz milyonlarca insanı kim kurtaracak? “Eylemci kıza baba tokadı” başlığıyla verilen haberde de amaç aynıydı: Kızını dövmeyen dizini döver. “Füze kalkanı değil demokratik lise istiyoruz” talebiyle imza toplarken gözaltına alınan üniversite öğrencisi genç kıza, slogan atmasını istemeyen babası tokat atıyor. Patronların medyası bu haberlerin üstüne elbette balıklama atlarlar. Bu düzenin devamından yana olan kesimler, türlü yöntemlerle örgütlenme kar-
şıtı fikirleri zihnimize kazımaya çalışıyorlar. Bunların etkisiyle aileler de çocuklarını “korumak” adına, “siyaset bizim işimiz değil”, “bu dünyayı sen mi kurtaracaksın, seni kullanırlar” gibi bir sürü içi boş laf edip duruyorlar. Oysaki en sinsi ve tehlikeli siyaseti yaptıklarının farkında değiller. İşçi aileleri koruma güdüsüyle çocuklarının işçi sınıfının siyasetine bulaşmasını istemiyorlar. Siyasetle uğraşmalarına engel olduklarında çocuklarını gerçekten koruyabiliyorlar mı acaba? Çocuklarını, kapitalizmin yarattığı pisliklerden mücadelen alıkoyarak koruyamazlar. Burjuvazi mücadele edenlere elbette “aferin size” demeyecektir. Tersine karalama propagandası yürütecektir. Dünyanın birçok yerinde kapitalist sisteme karşı gerçekleştirilen grevleri, direnişleri, isyanları saniyelerle sayılı sürelerde televizyon kanallarında gösteren burjuvazi, iş kendi lehine kullanabilecek haberler olduğunda aynı sahneleri gözümüze sokarcasına bıkmadan tekrar edebiliyor. Örgüt kelimesi işçi sınıfına mücadelenin geri dönemlerinde hep ürkütücü gelmiştir. Eğer işçi sınıfı patronlar karşısında bir tehdit oluşturuyorsa, patronların domuz topu gibi kenetlendiğini tarihimizden çok iyi biliyoruz. Onlar olağan dönemlerde rekabet ederler ama o zaman bile örgütlüdürler. Örnek vermek gerekirse; TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK, TOBB gibi örgütler patronların örgütleridir. İsmini saydıklarımız yüzlercesinden sadece birkaçı. Ordusuyla, eğitim sistemiyle, medyasıyla, futboluyla patronlar her alanda örgütlüler. Bu örgütler patronların çıkarları için gece gündüz çalışırlar. Zaten patronlar sınıfının güçlü olmasının nedeni örgütlü olmalarındandır. Dünya üzerindeki bir avuç asalak, bunca zulmü yeryüzündeki milyarlarca insana yapmayı nasıl başarabiliyor? Çünkü işçilerin dağınık ve örgütsüz olmaları onlara bu gücü veriyor. O halde işçilerin de her alanda örgütlü olmaları gerekiyor ki, bu düzenden hesap sorabilelim. Bu düzenden canı yanan herkesin tek kurtuluş yolu var: her alanda örgütlü olmak. Patronlar sınıfı için örgütlenmek ne kadar meşru ise, biz işçiler için de o kadar meşrudur. Korkunun ecele faydası yok demiş atalarımız. Biz boyun eğdikçe, biz mücadele etmedikçe burjuvazi baskılarını daha da arttırıyor, arttıracak. O halde savaşmadan teslim olmamalıyız. Zaman, bizleri bu kölelik koşullarına hapseden patronlardan hesap sorma zamanıdır. Örgütlü olmak, su gibi, ekmek gibi bir ihtiyaçtır, zorunluluktur, her derde devadır. Bunu böyle bilip, bu yolda ilerlemek görevimiz olmalıdır. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
46
Okurlarımızdan Erzurum H Tipi Hapishanesindeki bir devrimci tutsaktan aldığımız 8 Mart kutlama mesajını yayınlıyoruz:
BİJİ HEŞTÊ ADARÊ Dokuma işçisi kadınlar Kızıl iradeleriyle 8 Martı Kan, can ve bin bir emek Ödeyerek Tarihe yazdılar Marksizm Umudun direncinde birleştirir Emekçi yürekleri Kapitalizm Teknoloji çağında Modern kadın köleler yaratmıştır Kadına kâr hırsıyla yaklaşmak Kadına kurşun, tokat ve sömürü Bu çürümüş düzenin ana temasıdır İnsanları yabancılaştırmak ve iliklerine kadar sömürmek Düzenin kendi karakteridir Sınıf kavgasında mevzilenen kadın Bir şafak gibi parçalar karanlığı Nasıl ki 8 Mart 1857’de New York’ta dokuma işçilerinin direnişleriyle kazandıkları büyük mevzi gibi ve Rosa Luxemburglar, Krupskaya, Klara Zetkin, Çiang Çing Zarife, Besê, Meral Yakar, Zilan, Sabo, Sibel, Hatice, Sema, Revuşen, Kutsiye ve niceleri Demirci Kawa’dan örsü alır örste dövülür ve bir balyoz gibi çağın Dehaklarının beynine inerler Sınıf kavgasında kadının saf tutması Tüm insanlara kurtuluş yolunu açar Öyle ki Ölü toprak bile yeniden canlanır Yılın 365 günü 8 Mart direniş ruhuyla donatmalı Gül topraktan gücünü Güneşten direncini Sudan da gıdasını alır
Kadın ve erkek Nehirlerin akışına yön veren Tüm engelleri aşarak kıvrılan Güneşe akışını hızlandıran Döl yatağıdır Kadınsız erkek Erkeksiz kadın Toprakla bağı kesilmiş Susuz, kurumuş bir ağaca benzer Kadın ve erkeğin ruh, duygu ve düşünce birliği Kızıl güneşe uzanan umut gibidir 8 Mart’ta birleşir emekçi yürekler Erkek çekiç Kadın orak olmalı Emek ve alınterini harçla harmanlaştırıp Sömürünün olmadığı bir insanlık cennetini yaratmalı Büyük Lenin’in dediği gibi “Bir devrim ancak kadınlar tarafından desteklenirse, kadınlar da onun içinde rol alırsa başarıya ulaşır…”
Bu inançla Marksist Tutum’un tüm kadın emekçilerinin şahsında Kürt kadınının ve ezilen tüm dünya kadınlarının 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü en içten devrimci duygularla kutluyoruz. Heştê Adarê Roja Jinên karkaren hemo cihanêra piroz be! Yüreğimizin olanca sıcaklığıyla, umutla, dirençle ve sevgiyle, o proleter yüreğinizi selamlıyoruz. YAŞASIN 8 MART! BİJİ HEŞTÊ ADARÊ! YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM! Azad
47
Okurlarımızdan
Suçumuz Kadın Olmak mı? B
iz kadınlar evde, işte, sokakta, yani var olduğumuz her alanda baskıyla karşılaşıyoruz. İkinci sınıf insan muamelesi görüyoruz. Cinsiyetçi ayrımcılıkla hayatımızın her alanında karşılaşıyoruz. Şiddete, tacize, tecavüze uğrayan kadın, bir de bunlar kendi suçuymuş gibi cezalandırılıp katlediliyor. Kadının fikirlerini beyan etmesi, boşanmak istemesi, bir erkekle konuşması, gece geç saatte dışarıda olması, erkeğin eve geldiğinde yemek bulamaması kadına yönelik şiddetin bahanesi olabiliyor. Aslında kadına uygulanan şiddete bahane aramaya gerek yok. Kadın olmak, bu düzende şiddet görmek için yeterlidir. Çevremiz kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti örnekleriyle dolu. Eşi askere gidince hakkında dedikodu çıkan kadın, akrabaları tarafından ölümle cezalandırılmak istenir. Ailenin en küçük çocuğu katil olarak seçilir. On bir el ateş edilmesine rağmen ölmeyen kadın olanları anlatır. Buna rağmen mahkeme bu olayı “yöredeki inançların bir sonucu” olarak değerlendirip, suçlulara ceza indirimi uygular. Olanlar bununla sınırlı değil tabii ki. Alışveriş merkezinde iki çocuğuyla alışveriş yapan kadın, “cilveli bir şekilde saat sordu” iddiasıyla 15 yerinden bıçaklanmıştı. Sanığın cezası, “ağır tahrik altında cinayet işlediği” gerekçesiyle müebbet hapisten 20 yıla çevrildi. Bu durum, “adaletin” aslında ne kadar da adaletsiz işlediğinin bir göstergesidir. Yaşanan bu cinayetler sonrasında burjuva devlet ve onun yargısı, kadına yönelik şiddete ve cinayetlere karşı önlemler almak yerine, tüm bunlara göz yumuyor. Hatta destekleyecek tutumlar sergiliyor. Mağdur kadınların çoğu korktukları için şikâyetçi olamıyor.
Kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet insanın kanını dondururcasına her geçen gün artıyor. 2002’de 66 kadın cinayeti yaşanırken, bu sayı yıldan yıla artarak 2008’de 806’ya kadar yükseldi. 2009’un ilk yedi ayında 953 kadın öldürülmüştü. BDP milletvekili Mülkiye Birtane’nin meclise sunduğu soru önergesindeki verilere göre, 2010 yılında cinayete kurban giden kadın sayısı 1550’yi bulmuştur. 2011 yılının ilk 10 ayında cinayete kurban giden kadın sayısı ise 935 olmuştur. Her gün ortalama 5 kadın öldürülüyor, her 10 kadından 4’ü şiddete uğruyor. Kadın cinayetleri 2002’den bu yana %1400 oranında artmış durumda. İçinden geçtiğimiz kriz, en başta zayıf ve güçsüz bırakılan kadın ve çocukları vuruyor. Asgari ücretle ev geçindiremeyen erkek, hıncını ilk olarak karısı, çocuğu, annesi veya kız kardeşinden alıyor. Kredi kartı borçlarının batağında çıkar yol bulamayan erkek, evde huzursuzlukların baş göstermesiyle ailesini katlediyor. Kadın cinsiyetçi ayrımcılığın yanı sıra, ekonomik zorlukları da göğüslemek zorunda kalıyor. Peki, dostlar, bizler iki kat sömürülen ve katledilen kadınlar olarak, sorunun kaynağını nerede görmeliyiz? Tabii ki içinde bulunduğumuz bu kapitalist sömürü düzeninde. Kadın cinayetlerini, kadını ikinci sınıf insan görmeyi yaratan hastalıklar kapitalist sitemin ürünüdür. Kadını cinsel obje olarak gören bu düzen, kadınların özgürlük alanını alabildiğine daraltırken, erkeği de insanlıktan çıkarmaktadır. Bize yaşamı zindan eden kapitalist sistemi yıkmak için kadınıyla erkeğiyle mücadeleye... Aydınlı’dan bir kadın işçi
Adaletiniz Batsın! B
undan beş yıl önce Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink, devletin “derinliklerinden” gelen kurşunlarla katledilmişti. İşlenen bu cinayetin davası tam beş yıl sürdü. Olayla ilgili tetikçi Ogün Samast ve beraberinde birkaç kişi de tutuklanmıştı. Geçtiğimiz günlerde nihayet dava sonuçlandı ve sanıklar hakkında kararlar açıklandı. Mahkeme cinayetin içinde “örgüt yok” dedi ve cinayetin bir numaralı sanıklarından birisi olan Erhan Tuncel’i serbest bıraktı. Devlet ve onun taraflı mahkemesi, bu olayı da basit bir cinayetmiş gibi göstermeye çalışıyor. Yani mahkemeye göre Hrant Dink’in sokak ortasında katledilmesi, birkaç tane kendini bilmez gencin milli duygularla işlediği bir cinayetmiş. Burjuva devlet ve onun adaletle ilişkisi olmayan mahkemeleri hiçbir zaman egemenlerin çıkarlarına ters düşecek kararlar almazlar. Hrant Dink’i öldüren devlet görevlilerini, onun mahkemeleri yargılayamaz. Dava ile ilgili azmettirici olarak tutuklanan, daha önceden de McDonalds bombalama eylemine katılan Yasin Hayal’in ailesini arayıp “helal olsun size, çok hayırlı bir evlat yetiştirmişsiniz” diyen, tetikçi Ogün Samast’ı yakaladıktan son-
48
ra eline Türk bayrağı tutuşturup resim çektiren, yine tetikçi Ogün Samast’a çocuk muamelesi yapan bir devlet var karşımızda. Aynı devlet, Kars’ta polise taş attığı gerekçesiyle tutukladığı 14 yaşındaki bir çocuğu, “terör örgütü kurmak ve yönetmek” suçlamasıyla yargılıyor. Yani işlerine geldiğinde örgüt yok, işlerine gelmediğinde örgüt var. Ortada bir sürü delil varken, kamera kayıtları, telefon görüşmeleri dökümü varken yani ortada örgütlü işlenen bir cinayet varken, örgüt yok kararı çıkıyor, ama ortada hiçbir şey olmadan 14 yaşındaki Kürt çocuklara “terör örgütü yönetmek” suçlaması yapılıyor ve çocuk olmalarına rağmen çok uzun yıllar hapse atılıyorlar. Molotof kokteylini bomba olarak tanımlayacak yasalar düzenleyip, ezilen Kürt halkının polis tarafından kurşunlanabilmesine zemin yaratmak isteyen bir devlet var. Burjuva devletlerin adaleti ancak bu kadar olabilir. İşte tüm bu adaletsizlikler karşısında sessiz kalmak da bu düzenin yaşamasına izin vermek anlamına gelir bizler açısından. Esenyurt’tan bir işçi