Mt no 85

Page 1

Kapitalist Yıkıma ve Emperyalist Savaşa Karşı 1 Mayıs’ta Alanlara! Nisan 2012

• Devletin Newroz terörü • 4+4+4’ün arkasına gizlenenler

85

• Suriye halkının “dostları” kimlerdir? • İşçi sınıfına selam • İnternet sızıntıları • NATO’nun kanlı tarihi


Devletin Newroz Terörü ve Boşa Çıkan Oyunu A

KP hükümeti bu yıl, BDP’nin çeşitli kentlerde 18 Marttan itibaren yapılacağını duyurduğu Newroz kutlamalarını, “21 Marttan önce yapılamaz” diyerek akıl almaz bir keyfilikle yasakladı ve İstanbul ve Diyarbakır başta olmak üzere pek çok kentte gerçekleştirilmek istenen gösterilere azgınca saldırdı. Saldırılarda bir BDP yöneticisi öldürüldü, onlarca insan yaralandı, yüzlerce insan gözaltına alındı. Aralarında çocukların da bulunduğu yaralılardan bir bölümünün durumu ağır. 20 Martta Batman’da yapılmak istenen kutlamalara saldıran polis, Ahmet Türk’ü de sıktığı gaz ve yüzüne attığı yumrukla hastanelik etti. AKP hükümetinin Newroz yasağı, Kürt halkının direnmesiyle Diyarbakır’da boşa çıkarılırken, İstanbul tam bir polis terörüne sahne oldu. 18 Martta, İstanbul’da binlerce kişi Kazlıçeşme alanına doğru yürürken, polis kitleye vahşi bir şekilde saldırdı ve bu saldırıda BDP ilçe yöneticisi Hacı Zengin hayatını kaybetti. Otobüs, metrobüs, tren ve vapur seferlerinin polis zorbalığıyla durdurulduğu,150’ye yakın insanın gözaltına alındığı ve onlarca insanın yaralandığı İstanbul’da polis üç yıl önce 1 Mayıs’ta estirdiği terörü bir kez daha sahneye koydu. Diyarbakır’da ise burjuva devletin yasak kararı Kürt halkının büyük direnci karşısında yerle yeksan oldu. Polisin panzerleri, biber gazı, tazyikli suyu ve copu Kürt kitlelerini durduramadı. Yüz binlerce insan, sabahın erken saatlerinden itibaren sokaklara indi, polis yığınağını ve barikatlarını aşarak Newroz alanına aktı. Özetle, burjuva devlet ve onun dümeninde oturan AKP hükümetinin “ben izin verirsem Newroz kutlarsın” zorbalığı, kitleleri baskı altına alıp sindirme, eve hapsetme ve bu şekilde Kürt hareketine darbe vurma planları tut-

madı. Devlet yasağı, Diyarbakır’da kararlı kitleler tarafından aşılmıştır ve bu durumun önümüzdeki dönemde siyasal gelişmeleri etkileyeceği şüphesizdir. Fakat burjuva medya, devlet yasağının Kürt kitleleri tarafından buruşturulup çöpe atılması gerçeğini gözlerden saklamaya çalışıyor. Diyarbakır’da 1 milyona yaklaşan kitlesel Newroz kutlamaları burjuva medyada yer bulmazken; kitlelerin polis terörüne direnişle karşılık vermesi sırasında yaşanan çatışmalar, çarpıtılarak ve abartılarak yansıtılıyor. Basın özgürlüğünden, basın etiğinden dem vurmayı pek seven burjuva medya ve onun yazar-çizerleri, devlet yasağı ve polis terörü karşısında ahlâksızca ve hayâsızca bir tutum almaktan geri durmamıştır. Kutlamalara bir gün kala polisin başlattığı operasyonu ve tutuklamaları kendisine servis edilen şekilde yansıtan burjuva medya, kanlı senaryolar eşliğinde kitleleri korkutup Kürt halkına karşı kışkırtmıştır. Newroz yasağına karşı gösterilen direnişi ise “Nevruz terörü” ilan edivermiştir. Yani her zamanki gibi, milyonların haklı talebi ve bu talep etrafında ortaya konan kararlı mücadele, burjuva medyada, polisin estirdiği terör sonucunda kırılan cam ve çerçeve kadar değer bulmamıştır. Korkak ve zalim egemenlerin düzeninde işler bu şekilde yürüyor! Newroz kutlamaları karşısında medyanın tutumu, burjuva devletin yasakçılığının bir özeti niteliğindedir. Nerelerde ve hangi tarihlerde yapılacağı haftalar öncesinden belli olmasına rağmen, İçişleri Bakanlığı’nın gizli genelgesiyle kutlamalar son anda yasaklanmıştır. Kürt hareketinin baharla birlikte güçlü bir çıkış yapacağını öngören AKP, milyonların katıldığı bir Newroz’un önüne geçmeye ve Kürt hareketinin üzerinde yükseldiği kitlesel

1


marksist tutum

desteği boğmaya kalkışmıştır. Kış öncesi sürdürülen askeri operasyonlara ve KCK tutuklamalarıyla binlerce kişinin cezaevlerine atılmasına rağmen, Kürt hareketinin direnişi ve örgütlü gücü kırılamamıştır. Tersine, savaş politikalarında ısrar, Uludere katliamı ve bu katliam karşısında devletin takındığı utanmaz tutum, geniş Kürt kitlelerinde yoğun bir tepki toplamıştır. Kürt halkının ulaştığı ulusal bilinç; Irak’ta bir Kürt özerk yönetiminin ortaya çıkması, Suriye’de Kürtlerin harekete geçmesi ve Kürt sorununun uluslararası boyutunun iyice ön plana çıkmasıyla daha da pekişmiştir. Dolayısıyla AKP ve devlet bir kez daha boşa kürek çekiyor! Esasında Newroz yasağı, TC’nin sıkışmışlığının ve çaresizliğinin doğrudan dışavurumudur. Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar eden rejim, sorunun her geçen gün büyümesi ve yeni boyutlar kazanmasıyla gerek içeride gerekse dışarıda sıkışmaktadır. Kuzey Afrika’da başlayan ve Ortadoğu’ya sıçrayan halk isyanları yepyeni dinamikleri harekete geçirmiş ve yeni bir siyasal sürecin önünü açmıştır. Halk isyanları ve mevcut diktatörlerin devrilmesi, Ortadoğu’nun genelinde emekçi kitlelerin kendine olan güvenini arttırmış ve örnek teşkil etmeye başlamıştır. Arap halklarının isyanla ayağa kalktığı bir ortamda, özellikle Türkiye’de ezilen Kürt halkının zulme sessizce boyun eğmesi beklenemez. Diğer taraftan, Ortadoğu’daki isyan dinamiğini kendi çıkarları temelinde kullanmak isteyen emperyalist güçlerin müdahaleleri, Suriye örneğinde görüleceği üzere, yeni uluslararası siyasal koşulları beraberinde getirmektedir. Esad diktatörlüğünün, halkın demokratik taleplerine sırtını dönmesi ve eylemleri kanla bastırmaya girişmesiyle Suriye iç savaşın eşiğine gelmiştir. Emperyalist kapışma Suriye üzerinden yaşanmakta ve müthiş bir gerilime neden olmaktadır. Esad rejiminin kan banyosuna rağmen ayakta kalamayacağı açıktır. Suriye’de baş gösteren siyasal çalkalanma, nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan Kürtleri de harekete geçirmiş durumda. Suriye’deki Kürtlerin, aynı Irak’taki Kürtler gibi özerk bir yapıya kavuşması ya da militan bir temelde ayağa kalkması koşullarında, Türkiye’nin Kürt sorununu çözümsüzlük sarmalında tutmasının misliyle zorlaşacağı veya kültürel kırıntılarla meseleyi halledemeyeceği açıktır. Nitekim bu gerçeğin farkında olan TC, bir taraftan savaş siyasetiyle Kürt hareketinin kolunu kanadını kırmaya, diğer taraftan ise Esad rejiminin bir an önce düşmesine ve iç istikrarın kendi desteklediği güçlerce sağlanmasına çalışmaktadır. Elbette Türkiye yalnızca Kürtleri dizginlemek için Esad rejiminin gitmesini istiyor değildir. Emperyalist tutkularını hayata geçirmek ve Ortadoğu’da siyasal ağırlığı olan bir ülke konumuna yükselmek için de Esad rejiminin gitmesini istiyor. Bundan ötürü Türkiye, Esad karşıtı çeşitli muhalif kesimleri destekliyor ve silahlandırıyor. Lakin tüm bu Kürt hareketini dizginleme çabalarının beyhude olduğu, aynı inkâr ve imha politikasında olduğu

2

Nisan 2012 • sayı: 85

gibi boşa düşeceği ortadadır. Ortadoğu’daki dinamikler, dört ayrı ülkede yaşayan Kürtleri hareketlendirmekle kalmamış, onları birbirine daha güçlü biçimde yaklaştırmaya da başlamıştır. Kürt özgürlük hareketinin Türkiye’deki yükselişinin diğer parçalardaki Kürtleri de doğrudan etkilemesi kuvvetle muhtemeldir. Newroz’la birlikte ortaya çıkacak ve süreklileşecek kitle hareketinin bir “Kürt Baharı”na dönüşmesi korkusuna kapılan AKP ve devlet, kitle hareketini bastırma, enerjinin açığa çıkmasını önleme ve süreci pörsütme derdindedir. Kürt sorununun çözümsüzlüğü rejimi daha fazla sıkıştırmaya devam edecektir. Sıkışan ve saldırganlaşan egemenler milliyetçiliği gazlamaktan geri durmayacaklardır. Diğer taraftan, Suriye’ye müdahale ve emperyalist savaşa aktif katılım gündeme geldiğinde, bunu kitlelere yutturmak ve meşrulaştırmak amacıyla da milliyetçilik ve militarizme başvurulacaktır. “Büyük ve kurtarıcı Türkiye” edalarıyla, emperyalist savaş toplumun bilincinde haklılaştırılmak istenecektir. AKP hükümetinin ve burjuva ideologların, “Türkiye büyük devlettir, içeriye kapanamaz” emperyal söylemi bu yaklaşımın bir ifadesidir. Bu süreçte 1915 Çanakkale Savaşı anmalarının milli bir bayrama dönüştürülmek istenmesi de dikkat çekicidir. Nitekim icat edilmeye çalışılan “ulusal gururlanma” gününün kitlelerin bilincinde pekişmesi için, Newroz yasağı Çanakkale anmalarına dayandırılmaya da çalışılmıştır. Kürt sorununun çözülmesini en çok Türkiye işçi sınıfı istemelidir. Zira bu sorunun ortadan kalkmasıyla egemenler, milliyetçiliği kullanarak Türk işçileri Kürt işçilere karşı kışkırtamayacak ve işçilerin birliğinin önündeki bu engel ortadan kalkmış olacaktır. Devrimci işçi sınıfı, mazlumların yanında olmalı, baskı ve zorbalığa karşı Kürt halkının demokratik taleplerini desteklemeli ve özgürlükler için mücadele vermelidir. Kürt sorununun çözümü ve halkların kardeşliği için Türkiye işçi sınıfına büyük görevler düşüyor. Eğer bugün ortada bir sorun varsa, hiç kuşkusuz bunun müsebbibi Kürt halkının demokratik taleplerini karşılamayan ve savaş politikalarında ısrar eden egemenlerdir. Bu sorun çözülmediği için her iki halktan emekçi sınıfların çocukları ömürlerinin baharında toprağa düşüyorlar. Sorunun çözümsüzlüğü toplumu zehirlemektedir. Kürt sorununun çözülmesini en çok Türkiye işçi sınıfı istemelidir. Zira bu sorunun ortadan kalkmasıyla egemenler, milliyetçiliği kullanarak Türk işçileri Kürt işçilere karşı kışkırtamayacak ve işçilerin birliğinin önündeki bu engel ortadan kalkmış olacaktır. Devrimci işçi sınıfı, mazlumların yanında olmalı, baskı ve zorbalığa karşı Kürt halkının demokratik taleplerini desteklemeli ve özgürlükler için mücadele vermelidir.  www.marksist.com sitesinden alınmıştır


A

KP hükümetinin “12 yıllık kesintili eğitimi” öngören ve 4+4+4 olarak kodlanan yasa teklifi, şiddetli kavgaların ardından Meclis’te kabul edildi. Bir yandan imam-hatip okullarının orta kısımlarını açmak, öte yandan eğitim alanındaki neo-liberal saldırıları dizginsizce yürütebilmek üzere hazırlayıp “büyük bir reform” olarak sunduğu bu yasayı tam bir emrivakiyle Meclis’ten geçiren AKP, bu süreçte hiçbir sese kulak vermedi. Söz konusu yasayı protesto etmek isteyen kamu emekçileri üzerinde polis terörü estirmeyi de ihmal etmedi. Doğrusu bu tutum, temel nitelikteki pek çok kanunun gündeme getirilip yasalaşması sürecinde de görüldüğü üzere AKP açısından bir tarz haline gelmiştir. “Çoğunluk benim, ben yaparım olur” dayatmacılığıyla ve burnu büyüklüğüyle karakterize olan bu tutum, bu son yasayla birlikte iyice zorbalığa dönüşmüştür. 28 Şubat 1997’de Refah-Yol hükümetinin “post-modern” bir darbeyle iktidardan devrilmesinin intikamını beş yıl sonra tek başına iktidara gelerek aldığını düşünen AKP, şimdi bu darbenin en temel icraatlarından birini tasfiyeye girişmiştir. Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat örtülü cuntasının, imam-hatip okullarına darbe vurmak amacıyla gündeme getirdiği bir dayatmayla, eğitim sisteminde iki köklü değişikliğe gidilmişti. Bunlardan birincisi, getirilen 8 yıllık kesintisiz eğitim sistemiyle ortaokulların, dolayısıyla da imam-hatip okullarının orta kısımlarının kaldırılmasıydı. İkinci değişiklik ise, üniversite sınavlarında uygulanan kat-

4+4+4’ün Arkasına Gizlenenler İlkay Meriç

3


marksist tutum

sayı sisteminin yeniden düzenlenmesiydi. Gerçekte, başarı oranı oldukça yükselmiş olan imam-hatip liselerinden mezun olan gençlerin ilahiyat fakülteleri haricindeki bölümlere rahatça girmelerinin önünü kesmek üzere yapılan bu düzenleme, tüm meslek lisesi öğrencilerinin kaderini değiştirmişti. İktidarını iyice pekiştirmesinin ardından geçtiğimiz yıl söz konusu katsayı uygulamasını değiştiren AKP, şimdi de 8 yıllık kesintisiz eğitime son vererek imam-hatip ortaokullarının açılmasını sağlamak üzere harekete geçmiştir. Katsayı sisteminin yeniden düzenlenmesi, AKP’nin niyetinden bağımsız olarak, meslek liselilere yönelik eşitsizliği alabildiğine derinleştiren anti-demokratik bir engelin ortadan kaldırılması bakımından gerekli bir adımdı. Ancak iktidar partisinin attığı ikinci adım pek çok yönden gericidir. AKP’nin hükümet tasarısı olarak değil, birkaç milletvekiline yasa teklifi olarak hazırlatıp gündeme getirdiği bu pakette, komisyona gelme aşamasından önce, temel noktalardan tâli denebilecek olanlara kadar pek çok değişiklik yapılmış, daha doğrusu yapılmak zorunda kalınmıştır. Sırf bu bile yasanın bilimsellikten ve ciddiyetten uzaklığının bir göstergesidir. Kısaca hatırlatacak olursak, teklifin ilk hali, açıköğretim seçeneğini ilk dört yıldan sonra öngörüyordu ve bu durum başta kız çocuklar olmak üzere geniş bir kesimin ilk dört yıldan sonra okulu fiilen terk etmesinin önünü açacak bir uygulama olarak yoğun bir eleştiri aldı. İlk başlarda kuyruğu dik tutmaya çalışan AKP, gelen salvolar üzerine birkaç gün sonra teklifte sessiz sedasız bir değişikliğe gitti ve ilk sekiz yıl için kesintili ancak örgün eğitim (okul çatısı altında yapılan eğitim) modelinin benimseneceğini söylemek zorunda kaldı. Böylece açıköğretim seçeneği ikinci dört yıldan sonraya alınmış oldu. İkinci olarak, bundan çok daha vahim sonuçları olabilecek bir yanlıştan geri adım atılıp, çıraklık yaşının 14’ten 11’e indirilmesinden vazgeçildi. ILO normlarına tamamen aykırı biçimde yapılmak istenen bu düzenleme hayata geçirilseydi, atılan adım sanayiye sürülecek küçücük çocukların 11 yaşından itibaren posalarının çıkarılmasıyla sonuçlanacaktı. İşte bütün bu karmaşa içerisinde, teklif, AKP’nin zorbaca dayatmalarıyla Milli Eğitim Komisyonundan, 20 maddesi son günde ve yarım saat içinde olmak üzere yedi günde geçirildi. Ardından da aynı hızla Meclis’te onaylanarak yasalaştı. Yürürlük maddeleri dahil 27 maddeden oluşan yasanın ilk 13 maddesi ilköğretime ilişkin değişiklikleri içeriyor. Okula başlama yaşını 5’e çeken, ilköğretimi 4+4 yıl olmak üzere ikiye bölerek ve “mesleki” eğitimi ortaokul düzeyine indirerek imam-hatip okullarının orta kısımlarının yeniden açılmasını öngören, zorunlu din dersini kaldırmak bir yana din derslerinin sayısını arttıran, meslek lisesi öğrencilerinin daha yoğun sömürüsünün yolunu açan ve tüm bunları parasız eğitime vurulan büyük bir darbeyle pekiştiren bu yasanın getirdiği değişikliklere daha ayrıntılı olarak bakalım.

4

Nisan 2012 • sayı: 85

Kışla disiplini 5 yaşa indiriliyor Yasanın 1. maddesi, zorunlu ilköğretim çağını 6-13 yaş olarak saptıyor ve bu dönemin başlangıcını çocuğun 5 yaşını bitirdiği Eylül ayı sonu olarak ifade ediyor. 1983 tarihli eski yasa maddesi, yeni yasadan farklı olarak bu dönemi 6-14 yaş olarak tanımlıyordu. Ancak 6 denildiği halde, ilköğretim dönemini aslında şimdi geçirilen yasada olduğu gibi 5 yaş olarak saptıyordu. Okul yaşını bir yıl geriye çeken 1983 tarihli yasayla birlikte, o yıl 5 yaşını dolduran çocuklar okula alınmaya başlanmış, ancak bu uygulama çeşitli dezavantajlarının görülmesi üzerine iki yıl sonra fiilen sona erdirilmişti. Şimdi AKP aynı yanlışa geri dönüyor ve okula başlama yaşının alt sınırını 60 ay (5 yaş), üst sınırını 72 ay (6 yaş) olarak belirliyor. Açıkça dile getirilmese de buradaki amaç bellidir. Tüm ileri ülkelerde son derece yüksek olan 5 yaş grubu çocukların okul öncesi eğitim oranları Türkiye’de hâlâ %40 civarındadır. Bu nedenle eğitimciler okul öncesi bir yıllık eğitimin zorunlu olması ve bunun ilkokullardaki anasınıflarında yapılması gerektiğini dile getirmektedirler. AKP ise altyapı eksikliği ve bütçe yetersizliği bahanesiyle bu talebin şu anda hayata geçirilemeyeceğini söylemektedir. İşte şimdi “1+” olarak formüle edilen okul öncesi bir yıllık zorunlu eğitim talebi karşısında AKP dahiyane bir çözüm üretmiş ve kuşaklar ölçeğinde sorun yaratacak bu uygulamaya sorumsuzca imza atarak okula başlama yaşını 5’e çekmeye karar vermiştir. Oysa pedagoglar ve eğitimciler bu yaştaki çocukların zihinsel ve bedensel gelişimi için ilkokula değil anasınıflarına devam etmeleri gerektiğini, dünyadaki yaygın uygulamanın da bu olduğunu dile getiriyorlar. Bunun yanında, eğitimciler 5 ve 6 yaş grubunun birlikte okula alınmasının doğuracağı problemlere de dikkat çekmektedirler. Eğitimciler, 60 ve 72 aylık çocukların

Altyapı eksikliği ve bütçe yetersizliği bahanesiyle okul öncesi bir yıllık zorunlu eğitimin şu anda hayata geçirilemeyeceğini söyleyen AKP, bu yasayla dahiyane bir çözüm üretmiş ve okula başlama yaşını 5’e çekmiştir


sayı: 85 • Nisan 2012

marksist tutum

zihinsel, bedensel ve duygusal bakımından ciddi farklılıklar içerdiğini, bu yaştaki çocuklar arasındaki üç aylık bir sürenin bile çok önemli bir farklılık olarak görüldüğünü belirtiyorlar. Üstelik bırakalım 5 yaşı, 6 yaşındaki çocukların bile henüz oyun çağındayken 5 ilâ 8 saat boyunca kışla disiplinine sokulmaya çalışılması, çocuklarda travmaya varan çeşitli arazlar yaratabilmekte, okula uyum sorunu yaşanabilmekte, başarı oranları düşmektedir.

8 yerine 4+4 Yasanın 2. maddesi, şu anda kesintisiz sekiz yıl olarak uygulanmakta olan ilköğretimi, dört yıl süreli ve zorunlu ilkokul ile dört yıl süreli ve zorunlu ortaokul olarak ikiye bölüyor. 3. maddede ise, ilkokul ve ortaokulların bağımsız okullar halinde kurulmasının esas olduğu, ancak imkân ve şartlara göre ortaokulların, ilkokullarla veya liselerle birlikte de kurulabileceği söyleniyor. Burada şunu belirtelim ki, eğitimciler, 12 yaşa kadar olan çocuklarla bu yaş grubunun üzerindeki çocukların ayrı binalarda ve ilkokul-ortaokul ayrımıyla eğitim görmelerinin çocuk gelişimi açısından çok daha sağlıklı olduğunu belirtiyorlar. Dolayısıyla mevcut işleyişin her halükârda değiştirilmesi gerektiğini ve ilkokul ve ortaokul çocuklarının ayrı okullarda eğitim görmelerinin şart olduğunu ifade ediyorlar. Bu uyarılar ve sekiz yıllık kesintisiz eğitimin ilköğretim adı altında tek bir okul bünyesinde verilmesinin doğurduğu çeşitli sakıncalar dikkate alındığında, ilköğretimin iki kademeye ayrılması ve ayrı binalarda yapılması kararının doğru bir karar olduğu görülüyor. Ancak bunun 4+4 şeklinde uygulanmasına da eğitimbilimcilerden itirazlar yükseliyor. Zira dünyada bir iki istisna haricinde yaygın olan uygulamada, ilköğretimin ilk kademesi beş ya da altı yıl sürüyor. Ancak AKP’nin asıl derdi çocuk psikolojisi ya da çocukların sağlıklı gelişimi değil, imam-hatiplerin orta kısımlarını yeniden açmaktır ve hükümet açısından gerisi teferruattır.

Parasız eğitime sessiz ve derin darbe Yasanın 7. maddesi, Milli Eğitim Temel Kanununun 22. maddesinde yaşa ilişkin tâli bir düzeltme yaparken, el çabukluğuyla, “ilköğretimin devlet okullarında parasız olduğu”na ilişkin ifadeyi uçurmuştur. Bunun, neo-liberal uygulamaların derinleştirilmesine geniş bir kapı aralamak üzere atılan bir adım olduğu açıktır. Burjuva hükümetlerin yıllardır süreklilik arz edecek şekilde izledikleri neoliberal politikalar, devletin kamusal görevlerini bir “yük” olarak görme mantığına dayanarak bu “yük”ten kurtulmayı esas almaktadır. Devlet okullarına ayrılan kaynakların sürekli olarak kısılması, okulların temizlik, yakıt, sarf malzemesi gibi

en temel giderlerinin velilerden zorla toplanan paralarla karşılanmasının dayatılması, öğretmenlerin sözleşmeli öğretmen haline getirilmesi, özel okulların teşvik edilmesi, eğitimin kalitesinin bilinçli olarak düşürülerek okulların sıfır eğitimle diploma dağıtan dükkânlar haline getirilmesi bu politikanın temel taşlarını oluşturmaktadır. Dolayısıyla eğitimin azami ölçüde paralı hale getirilmesi için, yasalardaki her türlü ayakbağının temizlenmesi burjuvazinin yıllardır istediği bir şeydir ve AKP hükümeti de bunu adım adım hayata geçirmektedir. İşte “eğitimi herkes için ve 12 yıl boyunca zorunlu hale getiriyoruz” şeklindeki cafcaflı sözlerin ardına gizlenen gerçeklerden biri de budur. AKP iktidarının, parasız eğitim isteyen, piyasacı uygulamalara direnen gençlere en ufak bir tahammül göstermemesi, onları akıl almaz hapis cezalarına çarptırması, okullardan attırması hiç de tesadüf değildir. Hükümet, ona boyun eğmeyi reddeden her türlü toplumsal muhalefet karşısında çılgına dönmektedir. Erdoğan’ın son günlerde yaptığı açıklamalar, yapılan değişikliklerin daha kapsamlı bir planın parçası olduğunu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Güney Kore gidişinde bir gazeteci, Erdoğan’a, “özel okullar, ders kitapları ve bedava tablet uygulamalarının dışında bırakılmaktan şikâyetçi” diyor ve ardından, sermayenin utanma duvarını aşarak sergilediği açgözlülüğün ifadesi olan bu talebin avukatlığına soyunarak, “onları da kapsayacak bir uygulama mümkün mü?” sorusunu soruyor. Erdoğan’sa aynen şu yanıtı veriyor: “Değerlendirebiliriz. Ancak özel okullara yeni imkânlar doğacak. 4+4+4 sistemi nedeniyle yeni binalara ihtiyaç olacak. Okul yapma konusunda büyük bir fatura var. Özel okullardan hizmet alma noktasındayız. Danıştay bozmuştu. Yeniden çalışma yürütüyoruz. Bunu da ilk kez açıklıyorum. Üniversite giriş sınavlarını da, üniversite hazırlık kurslarını da ortadan kaldırıyoruz. Bu dershaneler ya liseye dönecekler ya da kapanacaklar. Çünkü insanların ellerindeki son imkânları bu alanda kullanmalarını istemi-

5


Nisan 2012 • sayı: 85

marksist tutum

yoruz. Ben bazı büyük dershanelerle konuştum. Kendileri «Biz de bu yola girmeyi düşünüyoruz» dediler.” Bütün bunlar, AKP’nin 12 yıllık zorunlu eğitimin uygulamaya konmasında yaşanacak okul ve öğretmen sıkıntısını aşma bahanesiyle, halktan vergi yoluyla toplanan kaynakları sermayeye nasıl peşkeş çekeceğini ve eğitim alanında yürütülecek özelleştirme saldırısında nasıl bir yol haritası izleyeceğini net bir biçimde ortaya koyuyor. Başta AKP yanlısı medya olmak üzere burjuva medya milyonlarca insanı yakından ilgilendiren ve bir toplumsal yaraya dönüşen üniversite sınavı ve dershaneler mevzuunu öne çıkarıp sınavın kaldırılacağı yalanını allayıp pullayıp servis ederken, bu gerçeği tümüyle gözlerden saklamaktadır.

Keseriz, böleriz, imam-hatipleri yeniden açarız! Yasanın diğer bir temel maddesine geçelim. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimi 4+4 şeklinde ikiye bölen yasanın 9. maddesiyle, ortaokul düzeyinde meslek okullarının ve farklı programlara sahip okulların açılabilmesine izin veriliyor. Üstelik teklifteki ifadeye Meclis’te açıkça “imamhatip ortaokulları” ibaresi de eklenmiş ve yasa bu şekilde çıkarılmış bulunuyor. Bunun yanı sıra, teklif aşamasında “seçmeli ders” olarak kapalı bir şekilde ifade edilen şey, yasanın Meclis’te görüşülme sürecinde açık bir şekilde bu maddeye eklenmiştir. Bu ek sonucunda, ortaokul ve liselerde “Kuran” ve “Peygamberin hayatı” dersleri seçmeli ders olarak müfredata sokulmuştur. Böylece “Dindar bir nesil yetiştireceğiz” diyen AKP, yıllardır kaldırılması için mücadele verilen din dersine, Timur’un filleri misali yenilerini eklemiştir. Bu önerinin yasa henüz teklif aşamasındayken bizzat MHP’den geldiğini de ekleyelim. Tekrar ilk hususa dönecek olursak, yapılan değişiklikle birlikte, şu anda lise düzeyinde yani 14 yaşta yapılan mesleki veya dini yönlendirme 9 yaşa çekilmiştir. Peki, 9 yaşındaki çocuklar hangi kriterlere göre imam-hatip okullarına, sanayi okullarına, sanat okullarına yönlendirilecektir? O yaşta ailenin ya da devletin dayatmalarına karşı

6

koyma gücü ve iradesi olmayan çocukların hayatıyla nasıl bu kadar kolay oynanabilir? Doğrusu böylesi bir uygulama dünya üzerinde muhtemelen ilk olacak ve Türkiye bir konuda daha literatüre girme hakkı kazanacaktır. Şu anda dünyada genel kabul gören şey, mesleki eğitim başlangıç yaşının 16 ve üzeri olmasıdır ve ileri ülkelerde meslek liselerinin yerini giderek yüksek okullar almaktadır. Almanya gibi ülkelerde mesleki eğitimin erken yaşlarda katı bir yönlendirmeyle hayata geçirilmesi ise ciddi tartışmalara yol açmaktadır. Bu uygulamanın işçi çocuklarına üniversite yolunu kapattığı ve kastlaşmaya yol açtığı dile getirilerek buna karşı güçlü tepkiler yükselmektedir. Dershaneleri işlevsiz hale getirip kaldıracağız diyen AKP hükümetinin, imam-hatip ortaokullarını açmak üzere giriştiği bu eğitim darbesinin bir sonucu da, tam aksine dershanelere gitme yaşının 7’ye çekilmesi olacaktır. Zira Anadolu Liselerinin, özel okulların vb. orta kısımlarının açılması, buralara yönelik giriş sınavı uygulamasını yeniden başlatacaktır.

Zorunlu ama değil! Yasanın 10. maddesi, mevcut kanunda “en az üç yıl” olarak geçen ortaöğrenimi (yani lise öğrenimini) “zorunlu” ve “dört yıl” olarak belirlerken, bir yandan da “örgün” ibaresinin yanına “veya yaygın” ibaresini ekliyor. Böylelikle, zorunlu hale getirilmekle övünülen lise eğitimini okullarda görmek zorunlu olmayacak, açıköğretim aracılığıyla da bu eğitimi almak mümkün kılınacak. Bunun anlamı gerçekte “zorunluluğun” fiilen ortadan kaldırılmış olmasıdır. Türkiye’de şu anda okullaşma oranı %98,5 olan ilköğretimde, okulu terk oranı %15’tir ve kız çocuklarında bu oran %17’yi aşmaktadır. Bunda yoksullukla birlikte kız çocuklarının okumasını gereksiz gören anlayışın halen yıkılamamış olmamasının büyük bir rolü bulunmaktadır. Lise eğitimine gelindiğinde ise okullaşma oranı %70’e düşmektedir ve okul terk oranı %8,2’dir. Bu oran meslek liselerinde %10’a yaklaşmaktadır. Yoksul emekçi aileler, gerek eğitimin külfetini kaldıramadıkları gerekse çocukların çalışmak suretiyle eve getirecekleri paraya duydukları şiddetli ihtiyaç nedeniyle çocuklarına lise eğitimi aldıramamaktadırlar. Bunun yanı sıra eğitimin işsizliğe çare olmadığını görerek böylesi uzun bir eğitimi gereksiz bulan ailelerin oranı da hiç düşük değildir. Sonuç olarak, liselerin açıköğretim seçeneği de sunularak sözde zorunlu hale getirilmesi, çocukların önemli bir bölümünün bu eğitimi evde ya da


sayı: 85 • Nisan 2012

çalışarak görmeye başlamalarına, ancak tamamlayamamalarına yol açacaktır. Lise eğitiminin 13 yaşta başlayacağı düşünüldüğünde, bu o yaştaki çocukların önemli bir bölümünün ucuz işgücü olarak emek piyasasına sürülmeye devam edeceği anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra, belli bölgelerde yaygın bir olgu olan kız çocukların eve kapatılması ve küçük yaşta evlendirilmesi gerçeği, bu düzenlemeyle varlığını sürdürecektir. Bu noktada işçi sınıfının talebi, zorunlu, örgün ve tüm masrafları devlet tarafından karşılanan lise eğitimi olmalıdır. Devlet eğitim çağındaki tüm çocuklara ücretsiz yemek vermeli, ulaşım parasız olmalıdır. Ancak bu olanaklar sağlandığı takdirde eğitim emekçi ailelerin sırtında ağır bir yük olmaktan çıkabilir ve çocukların büyük bir çoğunluğu okula devam edebilir. Aksi takdirde yasalara “12 yıl eğitim zorunludur” yazmakla tüm çocukların bu eğitimi almaları sağlanamaz. AKP’nin önce ortaokul düzeyinde başlatılacağını açıklayıp gelen tepkiler üzerine geri adım atarak bunu lise düzeyine çıkardığı açıköğretim modelinin en temel sakıncalarından birisi de eğitimi salt bir diploma aracı olarak görüp onun sosyal yönünü hiçe saymaktır. Oysa eğitim bir toplumsal dönüşüm ve kültürlenme aracıdır ve bu amaca ancak canlı bir sosyal etkileşim yoluyla ulaşılabilir. Bu açıdan okul, eğitim aracı olduğu kadar sosyalleşme aracı olarak da büyük bir önem taşımaktadır. Çocuğun ya da gencin evde, özel öğretmen ya da çeşitli bilgi araçları yardımıyla kitabi bilgiyi edinmesi mümkündür elbette. Ancak bu şekildeki bir bilgilenme, pratikle pekiştirilmediği için gerçek yaşamdan kopuk kalacak, sindirilemeyecek ve çocukta sosyal bir dönüşüm yaratamayacaktır. AKP’nin açıköğretimi ya da evden öğretimi yaygınlaştırma amacının temelinde, devletin bir yük olarak gördüğü eğitime minimum kaynak ayırma arzusu yatmaktadır. Bir yandan mümkün olduğunca fazla sayıda öğrenciye şu ya da bu şekilde diploma vererek eğitim istatistiklerini şişirmek isteyen burjuva devlet, öte yandan bunu en az maliyetle yapmanın yeni yollarını aramaktadır. İnternet ya da televizyon gibi araçların yaygınlığını öne sürerek çocukların okula gitmeksizin bunlar aracılığıyla da eğitim görebileceklerini ileri süren burjuva yaklaşımların asıl dertleri, öğretmen ve okul giderleri başta olmak üzere bütçeden eğitime ayrılan payı alabildiğine kısabilmektir.

Daha fazla stajyer, daha fazla sömürü! Yasanın 12. maddesi, 3308 sayılı kanunun meslek lisesi öğrencilerinin işyerlerinde “beceri eğitimi” adı altında çalıştırılmasını düzenleyen 18. maddesini değiştiriyor. AKP hükümeti, geçtiğimiz yıl, meslek lisesi öğrencilerini çalıştıracak işyerlerinin büyüklüğünü ve çalıştırabilecekleri öğrenci sayısını düzenleyen bu maddede değişikliğe git-

marksist tutum

mişti. “20 ve daha fazla personel çalıştıran işletmeler” ifadesini “on ve daha fazla….” şeklinde değiştiren hükümet, bununla da yetinmeyip Bakanlar Kurulu’na bu sayıyı 5’e indirme yetkisi tanımıştı. Şimdi de aynı maddede yer alan “çalıştırdıkları personel sayısının yüzde beşinden az, yüzde onundan fazla olmamak üzere” ifadesinin ikinci kısmı yani, “yüzde onundan fazla” ibaresi çıkarılarak, patronlara bütün işçilerini meslek lisesi öğrencilerinden seçme hakkı veriliyor. Böylece sermayeye, asgari ücretin net tutarının yüzde 30’u kadar bir ücretle (on kişinin altındaki işletmelerde bu yüzde 15’e iniyor) dilediği kadar meslek lisesi öğrencisini çalıştırarak sınırsız sömürü olanağı sunulmuş oluyor. Son bir husus olarak şunu da belirtelim ki, AKP, yasanın 24. maddesiyle Kamu İhale Kanununa geçici bir madde ekleyerek, FATİH projesi kapsamında yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerini Kamu İhale Kanunundan muaf kılmıştır. Hükümet böylece, 8 milyar dolarlık bir rantı yandaş sermaye gruplarına gönlünce peşkeş çekmesinin önündeki önemli bir engeli de ortadan kaldırmıştır.

“Eğitim sisteminin sorunlarını çözüyoruz” yalanı Görüldüğü üzere, 16 milyona yakın öğrenciyi ve 750 bini aşkın öğretmeni doğrudan ilgilendiren bu yasa, eğitim sisteminin sorunlarını çözmek bir yana çok daha büyük sorunlara zemin hazırlamaktadır. Oysa eğitim sisteminin gerçekten de köklü bir değişime ihtiyacı vardır. Türkiye’de onyıllardır, bilimsellikten son derece uzak, baskıcı, ırkçı, ezberci, yaratıcılığı ve rasyonel düşünceyi öldüren, anti-laik, anti-demokratik bir eğitim sistemi hüküm sürüyor. Mevcut tablo, hâlâ birleştirilmiş ya da mevcudu 50-60 öğrenciyi bulan sınıfların var olmasıyla, öğretmen yetersizliğiyle, okul öncesi eğitimde geri kalmışlıkla, yüz binlerce öğrencinin yoksulluk nedeniyle okulu terk etmek

7


marksist tutum

zorunda kalmasıyla, derin bir uçurum halini alan eşitsizliklerle, anadil yasağıyla, zorunlu din dersi dayatmasıyla karakterize olan gerici bir görünüm arz ediyor. Bunu gizlemek üzere teknolojik atraksiyonlarla yapılan makyajsa gerçeklerin üzerini örtmeye yetmiyor. TC tarihindeki bütün burjuva hükümetler, eğitim sistemini kendi ideolojileri temelinde değiştirmeye ve yeniden şekillendirmeye çalışmışlardır. Benzer şekilde, gerek Diyanet kurumu gerekse eğitim sistemi aracılığıyla milliyetçilikle ve resmi ideolojiyle bütünleşmiş tek tip bir Sünnilik tüm topluma tepeden devlet eliyle dayatılmış, devlet dinsel alandan elini hiç çekmemiştir. AKP hükümetinin de doksan yıldır Kemalist rejimin ırkçılıkla, resmi din anlayışıyla, cins ayrımcılığıyla şekillendirdiği eğitim sisteminin bu yönlerinden herhangi bir rahatsızlığı ya da ona bilimsel ve demokratik bir nitelik kazandırmak gibi bir derdi bulunmamaktadır. Aksine bu sisteme, dinsel içeriğini daha da yoğunlaştırmak ve eğitimi daha da fazla ticarileştirmek üzere müdahale etmektedir. İmam-hatip ortaokullarını açmak ve normal okullardaki zorunlu din derslerini ek din dersleriyle pekiştirmek isteyen AKP, imam-hatip lisesi mezunlarının yeterli dinsel donanıma sahip olmadıklarını, orta kısımların açılmasıyla daha donanımlı imamlar yetiştirileceğini iddia etmektedir. Oysa imam-hatip öğrencilerinin çok küçük bir kısmı imam olmak için bu okullara gitmektedir ve AKP’nin orta kısımları açma nedeni de gerçekte bu değildir. Bir yandan takıntı haline getirilmiş bir konuda, öç alma güdüsüyle atılan bu adım, aynı zamanda ve daha derininde, toplumda giderek aşınan muhafazakârlığı koruma altına alma ve emekçi sınıfları dinsel dogmalarla alıklaştırıp itaatkâr kılma amacı taşımaktadır. Diyanet “toplum dininden uzaklaşıyor” diye feryat etmekte, kadınları ve çocukları çekmek üzere camileri daha çekici kılmaya çalışmakta, yarıyıl tatilinde okul çocukları için umre turları örgütlenmektedir. İslamcı kesimin “manevi değerler aşındı, dindarlar sekülerleşti” yollu serzenişleri de giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. İşte AKP’nin atmak istediği adımlarda bütün bu rahatsızlıkların büyük bir payı vardır. Aslına bakılırsa, tüm bunlar tarihin tekerleğini geri-

8

Nisan 2012 • sayı: 85

ye çevirme çabasından başka bir şey ifade etmemektedir. Burjuvazi ne kadar çırpınırsa çırpınsın, iletişim ve etkileşimin bu denli hızlı ve yaygın hale geldiği bir dünyada toplumu dinsel bir muhafazakârlığın cenderesinde uzun süre tutmayı başaramaz. Zaten tam da bu gerçekliğin farkında oluşları nedeniyledir ki, AKP benzeri dinci, muhafazakâr partiler çileden çıkmaktadırlar. Evrim konusunun müfredattan çıkarılması ve yerine yaradılış safsatasının geçirilmesi, dinsel hurafelerin tüm derslere sızması, din derslerinin yoğunlaştırılmaya çalışılması, internete getirilen yasaklar ve benzeri gerici çırpınışlar, umutsuz bir çabanın ifadesidir. Kapitalizm sonsuz çelişkilerle yüklü bir sistemdir ve bu sistemde burjuvazi aslında kendi mezar kazıcılarını kendi eliyle büyütmektedir. Burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için bir yandan ona sorgusuzca itaat edecek kadar zır cahil bir işçi sınıfı arzu ederken, bir yandan da en son teknikle işleyen makinelerini kolaylıkla kullanacak kadar eğitimli ve donanımlı bir işgücüne ihtiyaç duymaktadır. Ve bu ihtiyaç son tahlilde baskın geldiği içindir ki, kapitalizmin doğuş çağından bu yana eğitim alanında önemli bir gelişme kaydedilmiş ve 19. yüzyılın ortalarından itibaren temel eğitim emekçi kitlelerin giderek daha geniş kesimlerini kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Teknolojik gelişmeler sonucunda üretimin çok daha karmaşık makinelerle yapılır hale gelmesine paralel olarak burjuvazinin eğitimli işgücüne duyduğu yakıcı ihtiyaç, işçi hareketinin de bindirdiği basınçla birlikte, toplumun tümü için temel eğitimin zorunlu hale getirilmesiyle sonuçlanmıştır. Kapitalizmin ulaştığı gelişmişlik düzeyi, pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da yeni ihtiyaçları ve buna paralel olarak yeni yaklaşımları ve uygulamaları beraberinde getirmektedir. Gerek teknolojik gelişmenin gerekse işçi sınıfının kitlesel bir güç olarak yükselttiği taleplerin bir sonucu olarak çocuk emeğini sınırlandıran yasaların yürürlüğe girmesiyle birlikte, zorunlu temel eğitimin süresi de belirgin bir şekilde uzamış ve bugün pek çok ülkede bu süre 8 ilâ 12 yıl arasında değişir hale gelmiştir. 15 yaş altındaki çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, tehlikeli işkollarında çocuk işçi çalıştırılmasının yasaklanması, gece çalışmasının yasaklanması, 18 yaşına kadar olan işçilerin mesai sürelerinin daha kısa tutulması gibi çocukları korumaya yönelik uygulamalar, giderek daha yaygın bir şekilde kabul görürken, mesleki eğitim ve meslek seçimi yaşında da büyük değişiklikler meydana gelmektedir. Daha önce de vurguladığımız gibi, bugün ileri ülkelerdeki yaygın uygulama mesleki eğitimin 16 yaş sonrasında verilmeye başlanması şeklindedir. Burada şu önemli gerçekleri hatırlatmadan geçmeyelim. Emekçi sınıfın çocuklarının eğitimine yönelik talepler Komünist Manifesto’dan bu yana komünist hareketin temel talepleri arasında yer almıştır. Bu konuya başta Lenin olmak üzere Bolşevikler de büyük bir önem vermişlerdir. Bundan 100 yıl önce öne sürülen ileri talepler ve


sayı: 85 • Nisan 2012

bunların Ekim Devrimiyle birlikte kısa sürede hayata geçirilmiş olması, eğitimi tümüyle sermayenin çıkarları doğrultusunda düzenleyip şekillendiren kapitalizmin bu alanda nasıl da salyangoz hızıyla hareket ettiğini gözler önüne sermektedir. 1902 tarihli Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) Programında, demokratik bir anayasayla güvence altına alınması talep edilen hak ve özgürlükler arasında eğitime ilişkin maddeler de yer almaktadır. Bu maddelerden biri, 16 yaşına kadar parasız ve zorunlu eğitimin yanı sıra, yoksul ailelerin çocuklarına (devrimden sonra bu ifade yeni parti programına “tüm öğrenciler” şeklinde geçmiştir) yiyecek, giyecek ve okul gereçlerinin devlet tarafından sağlanmasını öngörmektedir. Bir diğer maddede ise, kiliseyle devletin ve okulla kilisenin birbirinden ayrılması gereği dile getirilmiştir. Bunu Türkiye topraklarına uyarlarsak, söz konusu maddeyi Diyanet’le devletin birbirinden ayrılması, din derslerinin okullardan kaldırılması olarak okuyabiliriz. Diyanetin kapatılması, dini eğitimin okullardan çıkarılarak tümüyle cemaatlerin inisiyatifine ve finansmanına bırakılması, devletin camilerin finansmanına, imamların devlet görevlisi olmasına vb. son vererek dinden tümüyle elini çekmesi laikliğin temel gereklerindendir. Ancak Türkiye’de burjuvazi arasında yürüyen kavga “laiklik” kisvesi altına gizlenmeye çalışılırken ne Kemalistler ne de İslamcılar böylesi bir laikliği savunmaktadırlar. Çünkü Kemalistler devletin dini tepeden kontrol altında tutmasından, diğerleri ise devletin her türlü olanağını kullanarak bu alanı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan yanadır. Yine RSDİP Programında, patronların 15 yaşından küçük çocukları çalıştırmasının yasaklanması talebi de yer almaktadır. Söz konusu talebin dile getirildiği tarihten tam 110 yıl sonra Türkiye’de çıraklık yaşının hâlâ 14 olduğunu (1997’ye kadar 13’tü!), üstelik AKP’nin bunu bile umursamayarak çıraklık yaşını 14’ten 11’e indirmeye teşebbüs ettiğini hatırlatmakta yarar var. Bolşeviklerin yükselttiği ve sonrasında hayata geçirdikleri taleplerden biri de ulusal azınlıklara anadilde eğitim hakkının tanınmasıdır. Bu demokratik talep ne yazık ki aradan 110 yıl geçmiş olmasına rağmen, yaşadığımız top-

marksist tutum

rakların egemenleri tarafından halen “bölücülük” olarak değerlendirilmekte, bu talebin dile getirilmesi parti ve sendika kapatma, okuldan atılma, hapisle cezalandırılmakla sonuçlanabilmektedir. Kapitalist sistemde eğitimin burjuvazinin hegemonya araçlarından biri olduğu kuşku götürmezdir. Ezilen sınıfları çocukluk yaşlarından itibaren kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek, itaatkâr kılmak ve böylelikle bir yandan düzenin bekasını sağlarken bir yandan da onları kolayca sömürmek için burjuvazi eğitimi bir silah olarak kullanmaktadır. Ancak burjuva eğitimin işlevi bununla sınırlı görülüp, anarşistçe reddedilemez. Lenin 1920 tarihli bir konuşmasında şöyle diyordu: “Eski okul kitabi inceleme okuluydu, insanları kafayı dolduran ve genç kuşağı aynı örnek üzerinde kurulu bürokratlar durumuna dönüştüren, yararsız, gereğinden çok, yaşamdan yoksun bir bilgiler yığınını sindirmeye zorluyordu. Ama eğer bundan insan bilgisinin biriktirdiği zenginlikleri sindirmeden komünist olunabileceği sonucunu çıkarmaya kalkışırsanız büyük bir yanılgıya düşersiniz. Komünizmin kendisinin de bir ürünü olduğu bu bilgiler yığınını sindirmeden komünist sloganları, komünist bilimin sonuçlarını sindirmenin yeteceğine inanmak yanlış olur. Marksizm, komünizmin insan bilgileri toplamından nasıl doğduğunu gösteren bir örnektir.” (Lenin, Gençlik Üzerine, Sol Yay., 1993, s.219) İşçi sınıfı, bu sistemi yıkıp tüm insanların her türlü ihtiyaçlarını eşitlik ve bolluk temelinde karşılayacakları sınıfsız, sömürüsüz bir dünyayı yaratmak için gereken her türlü bilgi ve beceriyle şimdiden donanmaya başlamalıdır. Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim talebi bu açıdan vazgeçilmez bir taleptir. Ancak şuna da şüphe yoktur ki, işçi sınıfı ihtiyaç duyduğu gerçek eğitimi ancak kendi iktidarı altında alabilecektir. Bu yüzden işçi sınıfının gençlerine büyük bir görev düşüyor: Sınıf bilinciyle donanmak ve bu sistemi yerle bir edip, burjuva toplumun meslek denen dar ve güdükleştirici kalıplarının yıkılacağı, herkesin dilediği ilgi alanlarına yönelebileceği, her alanda olduğu gibi bu alanda da zorunluluğun yerini özgürlüğün alacağı komünist topluma doğru yürümek! 

9


Suriye Halkının “Dostları” Kimlerdir? Kerem Dağlı

S

uriye’deki çatışmalı süreç birinci yılını doldurmuş durumda. Esad’ın diktatörlüğü hâlâ gücünü koruyor ve rejim çoluk çocuk demeden insanları katletmeye, işkenceden geçirmeye, şehirleri bombalamaya devam ediyor. Ancak Esad rejiminin uyguladığı bu baskılar ve kanlı saldırılar, değişim isteyenlerin isyanını bastırmaya yetmiyor. Protestolar, ayaklanmalar, direnişler daha fazla şehre ve bölgeye sıçramış durumda. Suriye’deki demokrasi ve özgürlük taleplerini kendi planlarına payanda etmek isteyen emperyalist güçler ise, ne anlama geldiği Ortadoğu halkları tarafından pek iyi bilinen “demokrasi ve özgürlük” nutukları çekerek, “insani yardım ve müdahale” yalanlarını tekrarlayarak, Esad rejiminin her ne pahasına olursa olsun devrilmesi gerektiğini söylüyorlar. Oysa en son Libya örneğinin de gösterdiği gibi emperyalist müdahale Suriye halkına ne demokrasi ne de özgürlük getirecektir. Tersine Esad rejiminin yıkılması halinde bile çatışmalar sonlanmayacak, halklar etnik ve mezhepsel ayrımlarla birbirine düşürülüp ülke emperyalistlerin planları doğrultusunda yağmalanacaktır. Daha da önemlisi, Suriye’ye yapılacak bir emperyalist müdahale, bölge ülkeleri arasında baş gösterecek son derece kanlı ve uzun bir savaşın fitilini ateşlemeye de adaydır. Dolayısıyla gerek Suriye halkının gerekse de bölge halklarının selameti açısından tek çıkar yol, başta emperyalist müdahaleye ve savaşa karşı durarak, sadece Esad’ın diktatörlüğünü değil diğer ülkelerde hüküm süren burjuva diktatörlükleri de yıkmak için devrimci bir sınıf mücadelesinin tüm Ortadoğu’da yükseltilebilmesidir.

Domuzdan post, emperyalistten dost olmaz! Kendilerini utanmazca “Suriye’nin Dostları” olarak adlandıran Batılı emperyalist güçlerin ve Türkiye’nin, Nisan

10

ayı başında İstanbul’da gerçekleştirdikleri toplantının amacı bellidir. Amaç, Esad rejiminin devrilmesi yönünde yapılacak müdahaleler için meşruiyet yaratmaktır. Rusya ve Çin’in vetoları yüzünden BM’den istenilen karar çıkmayınca ABD’nin de icazetini alan Türkiye, adeta kraldan çok kralcı bir biçimde, Suriye konusunda koçbaşı rolüne soyunmuş ve bu toplantıyı düzenlemek için harekete geçmiştir. Mart ayı başından itibaren tüm AB ülkeleri Suriye Ulusal Konseyi’ni zaten “Suriye halkının meşru temsilcisi” olarak tanımışlardı. Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri Mart ortasında ve Türkiye de Mart sonunda Şam’daki büyükelçiliklerini kapattı. Suriyeli üst düzey bürokratların ve Esad ailesinin çoğunun AB ülkelerine girmesi yasak durumda. Ekonomik ambargo halihazırda devam etmektedir. ABD’nin Özgür Suriye Ordusu’na yaptığı silah ve malzeme yardımları artmaya başlamıştır. Suriye ordusundan kaçan generallerin ve subayların yönettiği Özgür Suriye Ordusu’nun Türkiye sınırları içinde iki yerde kampı bulunmaktadır. Yani Esad rejimini devirmeye uğraşan emperyalist kamp ve bu kampın ön saflarında yer alan Türkiye açısından gidişat bellidir. Ama tiyatro oynanmalı ve “uluslararası kamuoyu”nun gözünde de işler kitabına uydurulmalıdır. Bu meşruiyetin sağlanması ihtiyacının arka planında yatan sebeplerden biri de, Suriye’ye yapılacak emperyalist müdahalenin doğuracağı ciddi sonuçların gayet iyi bilinmesidir. “Suriye’nin Dostları” toplantısı vesilesiyle, Batılı emperyalistler ve Türkiye’nin oluşturduğu kamp, İstanbul’da üslenmiş olan ve burjuva güçlerin hâkimiyetinde bulunan Suriye Ulusal Konseyi üzerinden tüm muhalefeti kendi çıkarları doğrultusunda birleştirmeye, silahlı grupları Özgür Suriye Ordusu adı altında merkezileştirmeye ve Suriye Ulusal Konseyi’ne bağlamaya uğraşıyorlar. Böylece iler-


sayı: 85 • Nisan 2012

marksist tutum Kendilerini utanmazca “Suriye’nin Dostları” olarak adlandıran Batılı emperyalist güçlerin ve Türkiye’nin İstanbul’da gerçekleştirdikleri toplantının amacı, Esad rejiminin devrilmesi yönünde yapılacak müdahaleler için meşruiyet yaratmaktır. Rusya ve Çin’in vetoları yüzünden BM’den istenilen karar çıkmayınca ABD’nin de icazetini alan Türkiye, adeta kraldan çok kralcı bir biçimde, Suriye konusunda koçbaşı rolüne soyunmuş ve bu toplantıyı düzenlemek için harekete geçmiştir.

de Esad rejiminin yerini alabilecek bir burjuva hükümeti şimdiden yaratmış olacaklar. Olası askeri müdahaleler de, şimdiden Suriye halkının meşru temsilcisi ilan edilmiş olan Suriye Ulusal Konseyi’nin çağrısıyla ve “ricasıyla” gerçekleşecek. Tampon bölgeler kurulup fiili işgal durumları yaratılacak, “insani yardım” koridorları açılarak ve bu yardımları korumak için “uçuşa yasak bölgeler” ilan edilerek hava bombardımanına başlanacak, Özgür Suriye Ordusu daha fazla silahlandırılıp iç savaşın dozu arttırılacak. Ta ki Esad rejimi devrilene kadar… Sonuç Libya’da yaşananların katmerlisi olacak; yani ölü sayısının katlanması, zorunlu göçler nedeniyle insanların yerinden yurdundan olması, altyapının çökmesi ve yoksulluğun artması nedeniyle halkın sefalete sürüklenmesi vs. İşte Batılı emperyalist güçlerin “dostluk” adına yapmaya niyetlendikleri bunlardır. Sürecin diğer ayağını ise Suriye’nin uluslararası alandaki desteğini zayıflatma çabaları oluşturmaktadır. Ancak karşı taraf da bu çabaları boşa çıkarmaya çalışmaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen Annan Planı’na bakıldığında, Rusya ve Çin açısından bunun Esad rejimine zaman kazandırma işlevi gördüğü, rejim karşıtı emperyalist güçler açısından ise karşı tarafın elindeki diplomatik kozların alınması anlamına geldiği görülüyor. Suriye tarafından da kabul edilen bu plana göre Esad yönetimi bir reform sürecinin başlatılması için Annan’la işbirliği yapmayı taahhüt etmiştir. Buna, muhalif güçlere karşı ağır silahlarla yürütülen saldırıların durdurulması, insani yardımın muhaliflere ulaştırılmasına ve çatışmalarda yaralananların tahliyesine müsaade edilmesi, tutuklanan muhalefet üyelerinin serbest bırakılması, gazetecilerin Suriye genelinde serbest dolaşımının sağlanması, muhalefete toplanma özgürlüğü ve barışçıl gösteri yapma hakkının tanınması gibi taahhütler de eklenmelidir. Ama herkes bilmektedir ki Esad rejiminin bu sözleri yerine getirmeye ne niyeti ne de imkânı vardır. Dolayısıyla Esad rejimi açısından sorun zaman kazanmaktır ki, Rusya ve Çin de kendisine şiddetle bunu telkin etmişlerdir. Rejim karşıtı emperyalist kamp açısından ise, Esad’ın kendisine bir nevi son şans olarak tanınan bu anlaşmaya uymaması, müdahalelerinin meşru-

iyeti açısından önemli bir vesile olacaktır. Ancak emperyalist müdahalenin önünde çeşitli engeller bulunduğunu da söylemek gerekir. Her şeyden önce muhalefet Suriye içinde yeterli halk desteğine ulaşamadığı gibi parçalı bir yapıdadır. Ayrıca Suriye’ye arka çıkan Rusya-Çin-İran üçlüsüne bir de Irak eklenmiştir. İran’la arasını iyi tutmaya çalışan Şii Maliki’nin iktidarda olduğu Irak, Suriye’ye yapılacak bir askeri müdahaleye karşı çıkmakta ve Esad rejimine açıktan olmasa da destek vermektedir. Esad rejimini devirmeye çalışan emperyalist güçlerin ve AKP hükümetinin planları bölge halkları bakımından çok acılı sonuçlar doğuracaktır. Bu güçlerin bugün Suriye halkının temsilcisi olarak lanse ettikleri Suriye Ulusal Konseyi, tümüyle yerli ve yabancı burjuva güçlerin çıkarlarını savunmaktadır. Bu konsey her halükârda, Esad karşıtı emperyalist kampın çıkarlarına göre hareket edecek bir kukla hükümet olmaktan öte bir işleve sahip olmayacaktır. Libya örneği bu noktada da emsal teşkil etmektedir. Emperyalist güçler, Suriye’de gerçekten özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren emekçileri de, Özgür Suriye Ordusu’nun kıskacına alarak onların inisiyatifini boğmaya çalışmaktadır.

TC’nin asıl sancısı: Kürt sorunu Suriye konusunda TC açısından en önemli problem hiç kuşkusuz Kürt sorunudur. Nicedir Türkiye’nin iç sorunu olmaktan çıkmış bulunan Kürt meselesi, SuriyeIrak-İran-Türkiye’yi ilgilendiren bir mesele olarak tüm Ortadoğu’nun ortak gündemindedir. Esad rejiminin devrilmesinin olası sonuçlarından birinin Kürtlerin özerk bir yönetime kavuşması olduğu açıktır. Türkiye’nin korktuğu da budur. Çünkü bu olasılığın ucu, bölgedeki tüm Kürtlerin birleşmesine ve bağımsız bir Kürt devletine açıktır. Nitekim Barzani son dönemlerde bu olasılığa vurgu yapan açıklamalarda bulunmaktadır. Suriye’ye yönelik bir savaşın Ortadoğu’daki dengeleri değiştireceği ve Kürt sorununu daha yakıcı hale getirece-

11


marksist tutum

Nisan 2012 • sayı: 85 Türkiye işçi sınıfı Suriye halkının değişim ve özgürlük taleplerini desteklemelidir. Fakat bu talepleri hayata geçirmesi ve baskıcı Esad rejimini devirmesi gereken bizzat Suriye işçi sınıfının kendisidir. Bu davada Türkiye işçi sınıfının, Suriye işçi sınıfına yardım elini uzatması son derece gereklidir. Tam da bu yardımın ve işçi enternasyonalizminin bir gereği olarak, Türkiye işçi sınıfı önce kendi burjuvazisinin emperyalist emellerine karşı çıkmalı, savaşa ve her türlü emperyalist müdahaleye karşı durmalıdır.

ği açıktır. Bu da Kürt sorununu çözmek ve Kürt halkının haklı taleplerini tanımak konusunda on yıllardır hiçbir ciddi adım atmamış olan, dönüp dolaşıp hareketi askeri yollarla bastırmayı deneyen, her seferinde çuvalladığı halde tekrar tekrar Kürt hareketini bölmek hevesine kapılan TC’nin hiç de işine gelmeyecek bir durumdur. Gerçek ve kalıcı bir çözüm yerine TC, Kürtlere özerklik tanınmayacağı yönünde Suriye Ulusal Konseyi’nden söz üstüne söz almakta, anlaşmalar yapmaktadır. Ancak korkunun ecele faydası yoktur. Kürt sorununu, Kürt halkını tatmin edecek bir biçimde çözmediği sürece, TC’nin Kürt sorunundan kaçıp kurtulma şansı yoktur. Dolayısıyla Kürt sorunu da, gerek Suriye gerekse de İran meselelerinde, hatta Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilgili her hamlesinde AKP’nin ayağına dolanacak bir “sorun” olmaya devam edecektir. TC kendi kontrolü dışında yaşanacak gelişmeler sonucu Kürt hareketinin güç kazanabileceği ihtimaline karşı, Suriye meselesinde bu denli atak ve aceleci davranmaktadır. Türkiye burjuvazisi, Irak örneğinden sonra aynı durumun (özerk bir Kürt yönetiminin oluşması) Suriye’de de tekrar etmemesinin tek yolunun, Suriye’de yaşanacak gelişmelerin tamamen kendi kontrolünde olmasından geçtiğine inanmaktadır. Bu yüzden artık ümidi kestiği Esad rejiminin bir an önce devrilmesini ve onun yerini alacak Suriye Ulusal Konseyi’nin de istikrarı sağlamasını ve Kürtlere de en ufak bir taviz vermemesini istemektedir. Ancak Suriye’ye yönelik emperyalist bir müdahale (ki Libya’daki gibi bir NATO müdahalesinin yanı sıra tampon bölge oluşturulması gibi durumlar da Suriye tarafından bu kapsamda değerlendirilecektir) son derece ciddi ve ağır sonuçlara yol açacaktır. Emperyalist savaş sürecinin genel gidişatı içinde düşünüldüğünde böylesi bir müdahale, savaşın bir üst düzeye sıçraması anlamına gelecektir. Suriye savaşının aslında İran’a yönelik bir emperyalist saldırının açılış hamlesi olduğu dikkate alındığında da, sürecin kısa sürede

12

bölgesel düzeyde bir savaşın tetikleyicisi olacağı kesindir.

Ortadoğu’ya barış işçi iktidarlarıyla gelecek! Nisan ayının başında İstanbul’da gerçekleşen “Suriye’nin Dostları” toplantısıyla hayata geçirilmeye çalışılan emperyalist planlar ve bu planların olası sonuçları işte bunlardır. Suriye’nin işçi ve emekçi halkı iyi bilmelidir ki, gerçek dostları ABD, AB, Türkiye, Rusya, İran veya Çin gibi ülkelerin burjuvaları değil, emekçileridir. Suriyeli işçi ve emekçiler, başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerin işçi sınıflarıyla işbirliği yapmalıdır. Çünkü Suriye işçi sınıfına özgürlüğü getirecek yegâne güç, bölge emekçilerinin birliğinden doğacak güçtür. Suriyeli işçi ve emekçiler, “kırk katır mı kırk satır mı” misali, emperyalistlerle Esad rejimi arasında tercih yapmak zorunda değildir. Suriye halkı için üçüncü bir şık mevcuttur. Ama bu kolay bir iş değildir. Esad rejiminin ve emperyalistlerin tezgâhladığı oyuna gelmemeli, onların Alevi-Şii-Sünni diye yarattığı suni ayrımları aşmalıdır. Suriyeli işçi ve emekçiler, Suriye Ulusal Konseyi gibi burjuva muhalefet odaklarına güvenmemelidir. Kendi bağımsız sınıf çıkarlarını ortaya koyabilmeli ve kendi yollarını çizebilmelidirler. Bu noktada Türkiye işçi sınıfına da önemli görevler düşmektedir. Suriye halkının değişim ve özgürlük talepleri kesinlikle desteklenmelidir. Fakat bu talepleri hayata geçirmesi ve baskıcı Esad rejimini devirmesi gereken bizzat Suriye işçi sınıfının kendisidir. Bu davada Türkiye işçi sınıfının, Suriye işçi sınıfına yardım elini uzatması son derece gereklidir. Tam da bu yardımın ve işçi enternasyonalizminin bir gereği olarak, Türkiye işçi sınıfı önce kendi burjuvazisinin emperyalist emellerine karşı çıkmalı, savaşa ve her türlü emperyalist müdahaleye karşı durmalıdır. 


12 Eylül’ün Tüm Sorumluları Sanık Sandalyesine! Dicle Yeşil

12

Eylül 1980 askeri faşist darbesi Türkiye işçi sınıfına büyük kayıplar verdirdi. Arkasındaki sermayenin desteğiyle birlikte Kenan Evren önderliğindeki faşist cuntanın gerçekleştirdiği bu kanlı darbe, günümüze kadar yaşamın her alanında etkisini sürdürdü. Kenan Evren ve onun gibiler, işkence tezgâhlarının başında “sizden sonra öyle bir nesil yetiştireceğiz ki ne sizi, ne de sizin mücadele geleneğinizi hatırlayacaklar” demişlerdi. Darbenin ardından gelen nesil ise mücadele tarihi ve deneyimi unutturulmuş, apolitik bir nesil oldu. Darbeci generaller gerek toplumsal yaşamda gerek siyasal ve yasal çerçevede sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratmışlardı. Kendilerinin yargılanmasının önüne yasal engeller koyarak, koruma duvarı örmüşlerdi. Darbeden tam otuz yıl sonra, 12 Eylül 2010’da anayasa referandumunda geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla birlikte darbecilerin koruyucu zırhında gedikler açıldı ve yargılanmaları gündeme geldi. Elbette ki onların sanık sandalyelerine oturtulmaları, toplumda yaratılan 12 Eylül karabasanının hesabının sorulması açısından küçük de olsa olumlu bir adımdır. Ancak onlara ve 12 Eylül faşizminin diğer sorumlularına, yaptıklarının hesabını layıkıyla soracak tek güç devrimci işçi sınıfıdır. Geçici 15. maddenin kaldırılmasının ardından demokratik kitle örgütleri, 12 Eylül döneminde işkence tezgâhlarından geçmiş devrimciler, işçiler, sendikacılar ve

13


marksist tutum

katledilen kişilerin aileleri savcılıklara suç duyurusunda bulundular. 3 binden fazla dilekçe savcılıklara ulaştırıldı. Bunun sonucunda savcılık tarafından 82 sayfalık bir iddianame hazırlandı. İddianamede suç, “Türkiye Cumhuriyeti anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve anayasa ile teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek” olarak tanımlanıyor. Suç tarihi ise 2 Ocak 1980 ile 12 Eylül 1980 ve 6 Aralık 1983 dönemlerini kapsıyor. Şikâyetçilerin beyanlarının yanı sıra, röportajlar, kaset ve DVD’ler, çeşitli kitap, gazete ve dergi yazıları gibi birçok belge delil olarak gösteriliyor. On bölüm halinde hazırlanan iddianamede 1980 öncesi ve sonrasının, yani darbenin planlandığı ve hayata geçirildiği dönemin siyasal ve toplumsal olaylarına yer veriliyor. Elbette ki burjuva devletin savcısından, faşist darbenin arkasındaki gerçek dinamikleri sergilemesini beklemek saflık olurdu. Nitekim iddianame birtakım olayları ifşa etse de, yalnızca cunta üyelerini suçlamaktadır. 1980 öncesi dönem, işçi hareketinin yükselişi nedeniyle burjuvazinin dilediği gibi at koşturamadığı bir süreçti. Burjuvazi parlamenter yöntemlerle bu yükselişin önüne geçemeyeceğini ve istediği yapısal dönüşümleri gerçekleştiremeyeceğini gördüğünde, faşist bir darbenin hazırlıklarına girişmişti. Bu doğrultuda devlet güçleri ve sivil faşist güçler tarafından nice katliamlar, provokasyonlar ve suikastler gerçekleştirilmişti. Savcı bu süreci şöyle anlatıyor: “Halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanların kullanılması, olaylarda herkes tarafından

14

Nisan 2012 • sayı: 85

görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması hususları gözetildiğinde, olayların, ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.” Ancak bu anlatımda “ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler” ya belirsiz bırakılıyor ya da sadece generallerden ibaretmiş gibi gösteriliyor. Oysa bu güçler generallerin de dahil olduğu egemen burjuva sınıftı. İddianamenin devamında 1977 1 Mayıs katlimanına ilişkin tanık ifadelerine yer verilerek bu katliamın nasıl tezgâhlandığına, kimlerin bu katliamda rol aldığına değinilmektedir. Örneğin İstanbul Mali Polis Müdürü Recep Ordulu’nun “Bizim kendini bilmez ekipler. O beyaz Renault dediğimiz, Renault(tan) elini çıkarmış, şeyden havaya ateş ediyor. O arkadaşımız şimdi bir büyük ilde Emniyet Müdürüdür yani. Rütbeli, 1. Şubenin o zamanki Ekipler Amiri şahıstı” sözleri, aslında bunun kendini bilmezlerin işi değil, önceden planlanan bir saldırı olduğunu ortaya koyuyor. Olayın değerlendirilmesi kısmında, ateş edenlerin birçok kişi tarafından görülmüş olmasına rağmen gerçek suçluların hiçbirinin yakalanamadığı belirtilerek, saldırıyı gerçekleştirenlerin koruma altına alındığı teşhir ediliyor. Hani bir söz vardır “it iti ısırmaz” diye. Saldırıyı gerçekleştirenlerin amacı korku ve baskı politikasını topluma yaymak, işçilerin örgütlü gücünü parça-


sayı: 85 • Nisan 2012

lamaktı. Devlet adına bu katliamları gerçekleştiren katillerin bıraktık yakalanmasını, devlet tarafından kahraman ilan edilerek yıllarca beslendikleri ortadadır. 1978 16 Martında İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Meydanı’na açılan kapısından çıkan öğrencilerin üzerine kurşunlar ve bombalar yağdırılmıştı. 7 öğrencinin hayatını kaybettiği bu saldırıyı gerçekleştiren ülkücü Zülküf İsot, itirafının ardından kendisi gibi ülkücü olan Latif Aktı tarafından öldürüldü. Öğrencilerin üzerine atılan bomba bizzat Abdullah Çatlı tarafından subaylardan alınmıştı. İddianamenin değerlendirme bölümünde bu katliam da açık bir biçimde anlatılmış, ancak sonucu yine “devletin bölünmez bütünlüğüne kasteden kişilere” bağlanmıştır. Malatya, Maraş ve Çorum olayları da benzer çerçevede iddianamede yer alıyor. Polisin ve Ülkücülerin bu saldırılarda nasıl görev aldığına değinilirken, değerlendirme kısmında bunların “ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen güçler” tarafından yapıldığı söyleniyor. Bu bağlamda Fatsa’ya da yer veriliyor ve ağır katliamların yaşandığı Maraş, Çorum gibi yerlere zamanında müdahale edilmezken neden sadece Fatsa’ya müdahale edildiği soruluyor. Bilindiği gibi, Fatsa o dönemde ilerici-devrimci güçlerin hâkim olduğu ve belediye başkanlığı seçimini devrimci-demokrat bir emekçinin kazandığı bir ilçeydi. Burjuva devletin müdahalesinin nedeni de buydu. “Çorum’u bırak Fatsa’ya bak” diyen Demirel konuşmalarıyla halkı tahrik ediyor ve Fatsa’yı hedef gösteriyordu. Gerici güçlerin ve burjuva medyanın günlerce yürüttüğü demagojik propagandalardan sonra, 12 Temmuz 1980’de ordu tanklarıyla Fatsa’ya girmiş ve bu “kutsal vatan toprağını komünistlerin işgalinden kurtardığını” ilan etmişti! Bu saldırıda polis ve askerin yanında Ülkücü faşist paramiliter çeteler de yer almıştı. Ardından, Evren’in de ifade ettiği gibi uygun zemin yaratılmış ve darbe gerçekleşmişti. 1980 darbesi döneminde 650 bin kişi gözaltına alındı. Bu insanlar 90 günü geçen gözaltı süreleri boyunca, bir daha hafızalardan silinmeyecek, insanlık dışı işkencelere tâbi tutuldular. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 50’si idam edildi. 12 Eylül döneminde hapishanelerde gerçekleştirilen işkence yöntemleri kimliksizleştirme, baskı altına alma ve yok etmeye dayanıyordu. Toplumun örgütlülüğünü parçalamayı amaçlayan devlet dışarıda korku dalgası yaratıyor, içeride ise devrimcilere ve mücadeleci işçilere sistematik işkence uyguluyor, kan kusturuyordu. Yüzlerce insan bu işkenceler sonucunda yaşamını yitirdi. İddianamede, Diyarbakır ve Mamak Cezaevleri, Ankara Emniyet Müdürlüğündeki DAL (Derin Araştırma Laboratuarı), Adıyaman’da Pirin Palas Hapishanesi ve İstanbul’da Gayrettepe öne çıkan işkence merkezleri olarak söz ediliyor. Ülkedeki tüm gözaltı merkezlerinin ve cezaevlerinin o dönemde insanlık dışı uygulamalara tanık oldukları da belirtiliyor.

marksist tutum

Evren ve Şahinkaya yaptıklarının suç olmadığı, ülkenin bölünmez bütünlüğünü korudukları safsatasını ileri sürmekteler. İç Hizmetler Kanunu’nun 35. maddesini kendilerine dayanak yaparak, yaptıkları darbeyi yasal kılıf içine tıkıştırmaya çalışıyorlar. Yine hiç utanmadan, darbe yapmanın değil, darbeye teşebbüs etmenin suç olduğunu iddia ediyorlar! Evren suçlamaların ardından yaptığı açıklamada utanmaz bir biçimde, “Ben kurucu iradeyim, beni yargılayamazsınız” demişti. Bu faşistler 32 yıl boyunca Anayasa’ya yerleştirdikleri geçici 15. madde ile dokunulmazlıklarını korudular. Bir taraftan da davanın yaklaştığı şu günlerde zamanaşımından söz edilmektedir. Ancak iddianamede zamanaşımı konusunda şöyle bir açıklama yer almaktadır: “Gerek Anayasada gerekse Türk Ceza Kanunlarında soruşturma ve yargılama engelinin bulunduğu hallerde zamanaşımının işlemeyeceği kuralı öngörülmüştür. Anayasanın 12 Eylül 2010 referandumuyla kaldırılan geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma engelidir. Zamanaşımı süresi geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun resmi gazetede yayınlandığı 23 Eylül 2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlamıştır.” Fakat savcı, Evren ve Şahinkaya için “anayasayı zorla değiştirmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istese de, “şüphelilerin ilerlemiş yaşları ve sağlık durumları dikkate alınarak” bu cezanın “adli kontrol tedbirleri” yoluyla uygulanmasını talep etmektedir. Bunun anlamı, bu faşist generallerin “ev hapsi” adı altında istirahat etmeleridir! 4 Nisanda başlayacak olan dava, 12 Eylül darbesinin işçilerin gündemine taşınması ve hatırlanması açısından önemlidir. 12 Eylül faşist darbesi işçi sınıfının kazanılmış haklarına el koymuş, siyasal ve sendikal haklarını gasp etmiştir. Binlerce insanı katleden, toplumun yüreğine acıyı musallat eden darbecilerin yargılanması ve geçmişin hesabının sorulması önemlidir. Bunun için sendikaların, işçi örgütlerinin bu davanın peşini bırakmaması, ciddi bir kamuoyu basıncı yaratmaları gerekmektedir. Elbette ki suçlu listesinin yalnızca Evren ve Şahinkaya ile sınırlandırılması yetmez. 12 Eylül faşizminin simgesi haline gelen Evren ve Şahinkaya ile birlikte tüm darbecilerin yargılanması, listenin daha da uzatılması gerekir. 12 Eylül’ün başbakanı Bülent Ulusu ve hükümet üyeleri, Danışma Meclisi üyeleri, Sıkıyönetim komutanları, valiler, cezaevi müdürleri, emniyet müdürleri, polisler, işkenceci gardiyanlar, MİT, kontrgerilla örgütleri ve darbenin yanında taraf olanlar… Ve yalnızca darbecilerin, siyasetçilerin yargılanması da yetmez. Sahnenin arkasında yer alan ve “şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen TİSK başkanı Halit Narin ve TÜSİAD üyelerinden, yani darbecileri harekete geçiren patronlar sınıfından da hesap sorulmadığı müddetçe 12 Eylül’ün defteri kapanmış olmayacaktır. 

15


100. Yılında Basel Kongresi ve Emperyalist Savaş Mikail Azad

K

apitalist sistemin yıkıcı eğilimleri insanlığı yok oluşun eşiğine getirmiş durumdadır. Çürüyen kapitalizmin kendisi olan emperyalist aşamayla birlikte, insanlık emperyalist paylaşım savaşları içinde azap çekiyor. Son yüz yılda milyonlarca insan emperyalist güçler tarafından çıkartılan paylaşım savaşları ve bölgesel çatışmalar sonucunda hayatını kaybetmiş, yoksul emekçi kitleler birbirine boğazlatılmıştır. Kapitalist dünya sisteminin organik bir parçası olan ekonomik krizler, tarihin belli dönemlerinde çok şiddetli biçimde patlamaktadır. Bugün de böylesi bir dönemden geçiyoruz. Bunun sonucu olarak da dünya, yıkımı bir öncekilerden çok daha büyük olacak bir üçüncü dünya savaşının içine sürüklenmiştir. İnsanlığı yok oluştan kurtarmak ve özgürlük dolu bir dünyanın kapısını açmak için proleter dünya devrimi dışında başka bir seçenek bulunmamaktadır. O nedenledir ki, komünistlerin üzerlerinde tarihsel bir görev bulunmaktadır. Ancak bu görevin lâyıkıyla yerine getirilebilmesi için, geçmişten doğru dersler çıkarmak da fazlasıyla önem taşımaktadır. İşte tam da böyle bir süreçte I. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi sürece bakmak ve devrimci Marksistlerin emperyalist savaş karşısında takındıkları tutumları hatırlatmak yararlı olacaktır.

Emperyalist savaş ve Basel Manifestosu 20. yüzyıl, tarihsel nitelikte olayların yaşandığı bir dönemi kapsıyordu. Yüzyılın başında emperyalistler savaş borularını çalıyor ve emekçilere korkunç bir yıkım getire-

16

cek olan bir dönemin zeminini hazırlıyorlardı. Diğer yandan da Avrupa işçi sınıfının azımsanmayacak bir kesimini örgütlemiş bulunan II. Enternasyonal’e bağlı sosyalist partilerin emperyalist savaş karşısındaki tutumları, sürecin gidişatını kökünden etkileyecek nitelikteydi. Bu bağlamda 1912 yılında gerçekleşen Basel kongresi bir dönemeç noktası teşkil edecekti. Bu kongrede alınan kararlar, sosyalist harekette sosyal-şovenizm ve enternasyonalizm temelinde yaşanacak derin ayrışma açısından da önemli bir gösterge olacaktı. II. Enternasyonal’in İsviçre’nin Basel kentinde yaptığı bu kongre 24-25 Kasım 1912 tarihinde gerçekleştirildi. Kongreye 25 ülkeden 555 delege katıldı ve bu delegelerin 6’sını Bolşevikler oluşturuyordu. Basel kongresinin gündeminin ana ekseni yaklaşan emperyalist savaş ve bu savaşa karşı proletaryanın tutumuydu. Emperyalist paylaşım savaşı öncesi gelişmeler, yaklaşan tehlikenin ne boyutta olacağının ipuçlarını veriyor ve bunun yansımaları da hissediliyordu. 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, kapitalizm en yüksek aşamasına, yani emperyalizm çağına girmişti ve bu sıçrama, daha önceki dönemde topraklar açısından paylaşılmış olan dünyanın yeniden paylaşılmasını da zorunlu kılar hale gelmişti. Sermaye tekeller elinde merkezileşmiş ve yoğunlaşmış, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birbirine eklemlenmesiyle ortaya çıkan mali sermaye yeniçağın efendisi olmuştu. Bu döneme damgasını basan en önemli özelliklerden biri de, bu yeniçağın, eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde yıkıcı savaşların ve devrimlerin çağı oluşuydu.


sayı: 85 • Nisan 2012

marksist tutum Birinci Dünya Savaşının başlamasının üzerinden tam 98 yıl geçti. Kapitalist dünya sisteminin gelmiş olduğu nokta tüm insanlığa yok oluşu dayatıyor. Yaşanmakta olan bugünkü süreç bütün çıplaklığıyla gösteriyor ki, kapitalistler krizden çıkış yolunu bir kez daha savaşta arıyorlar. Yaşanmakta olan üçüncü dünya savaşının öncekilerden çok daha ağır ve yıkıcı olacağı kesindir.

I. Emperyalist Paylaşım Savaşına giden süreçte, emperyalist güçler arasındaki rekabet iyice kızışmış ve silahlanma alabildiğine artmıştı. Sınıf mücadelesi de belirgin bir yükseliş içindeydi. 1912 yılına gelindiğinde II. Enternasyonal’i oluşturan partilerin üye sayısı 3 milyonu geçmiş, sendikalarda örgütlü işçilerin sayısı ise 10 milyonun üzerine çıkmıştı. İşte böylesi gelişmelerin yaşandığı bir atmosferde Basel kongresi, patlak veren Balkan Savaşı ve yaklaşan I. Dünya Savaşının yaratacağı felâket karşısında sosyalistlerin nasıl bir tutum alacağı konusunda bir dizi önemli kararların alındığı enternasyonal bir toplantı olmuştu. Kongrede alınan ve Basel Manifestosunu oluşturan kararların bir kısmına bakalım: “Bir savaşın patlak verme tehlikesine karşı, ilgili ülkelerin işçi sınıflarının ve onların parlamentodaki temsilcilerinin Uluslararası Sosyalist Büronun koordineli etkinliğiyle desteklenen görevi, doğal olarak sınıf mücadelesinin ve genel politik durumun keskinliğine göre çeşitlendirecekleri en etkin araçlarla her halükarda savaşın patlak vermesini önlemek için ellerinden gelen tüm çabayı sarf etmektir. Savaşın patlak vermesi durumunda ise görevleri, onu hızla sona erdirmek üzere müdahale etmek, savaşın yarattığı ekonomik ve politik krizden halkı ayaklandırmak için var güçleriyle yararlanmak ve böylece kapitalist sınıf egemenliğinin yıkılışını çabuklaştırmaktır.” Basel kongresinde ayrıca tüm ülkelerdeki sosyalistlerin görevlerine dair de önemli kararlar alınmıştı: “Kongre, savaş içindeki bütün ülkelerin sosyalist partileri ve sendikalarının, tam bir mutabakatla savaşa karşı oluşlarını memnuniyetle kaydeder. Bütün ülkelerin proleterleri emperyalizme karşı mücadelede eşzamanlı olarak ayağa kalkmışlardır; Enternasyonal’in her seksiyonu kendi

ülkesinin hükümetine proletaryanın direnciyle karşı koymuş ve kendi ulusunun kamuoyunu tüm savaşçı heveslere karşı harekete geçirmiştir. Böylelikle bütün ülkelerin işçilerinin görkemli bir işbirliği ortaya çıkmıştır ki, bu işbirliği tehdit altındaki dünya barışının korunmasına daha şimdiden büyük oranda katkıda bulunmuştur. Egemen sınıfın bir dünya savaşının sonucu olarak doğabilecek bir proleter devrimden duyduğu korku, barışın esaslı bir güvencesi olmuştur. Kongre bu yüzden, sosyal-demokrat partileri, eylemlerini kendilerine uygun görünen her araçla sürdürmeye çağırır. Bu ortak eylem içinde her sosyalist partiye kendi özel görevini gösterir.” II. Enternasyonal’i oluşturan sosyalist partiler bu kongrede aldıkları kararları hayata geçirmiş olsalardı emperyalist savaşın seyri değişmiş olurdu. Ancak II. Enternasyonal’in oportünist önderliği Basel Manifestosunda alınan kararların tam tersini hayata geçirerek sosyal-şovenizmin batağına saplandı ve II. Enternasyonal’in çöküşüne hizmet etti. Basel kongresinde alınan kararlar, emperyalist savaş karşısında proletaryanın tutumunun ne olması gerektiğini çok net bir biçimde ortaya koyuyor ve buna ihanet eden sosyal-şovenlerin gerçek yüzlerini sergiliyordu. Basel Manifestosu 1914’te dünyayı kana bulayan büyük savaşı öngörüyor ve işçilerin bu savaşta birbirlerini vurmalarını cinayet olarak değerlendiriyordu. Kongre, yaklaşan savaşın ezilen ulusların ezen ulusa karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı olmadığını ve anayurdun savunulması fikrinin de işçi sınıfının tutumu olmayacağının altını kalınca çiziyordu. Basel kongresi yaklaşan savaşın açıkça emperyalist bir savaş olduğunu ve “anayurdun savunulması” için değil, savaş durumunun yaratacağı iktisadi ve siyasi durumdan da yararlanılıp, kapitalist egemenliğe son verilmesi için

17


marksist tutum

çalışılması gerektiğini vurguluyordu. Emperyalist savaşın kaçınılmaz olarak devrimci bir durum yaratacağını ve proletaryanın devrimci savaşımının tek kurtuluş olacağını belirtiyordu. Ancak II. Enternasyonal önderliği, bu kararlara rağmen savaşta “anayurdun savunulması” gerektiği yolundaki sosyal-şovenist fikirleri savundu ve tam bir ihanet çizgisine savruldu.

Emperyalist savaş karşısında devrimci tutum Komünistler savaşları politikanın başka araçlarla sürdürülmesi olarak görürler. İşçi sınıfını kurtuluşa götürecek devrimci dünya görüşü olan Marksizm, savaşlar karşısında nasıl bir tutum takınılması gerektiği konusunda net bir fikre sahiptir. Marksistler her savaşa değil haksız ve emperyalist savaşlara karşı çıkarlar. 20. yüzyılla birlikte kapitalist dünya sistemi emperyalist aşamaya sıçramış ve dolayısıyla kapitalistler tarafından çıkartılan savaşlar da emperyalist savaş biçimine dönüşmüştür. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde, başta Alman Sosyal Demokrat Partisi olmak üzere II. Enternasyonal partilerinin oportünist önderlikleri Basel Manifestosuna ihanet edip savaş kredilerine oy verme kararı aldılar. “4 Ağustos 1914’te Alman parlamentosu Reichstag’ta yapılan oylamada, sosyal demokrat milletvekilleri 14’e karşı 78 oyla, savaşta Almanya’yı desteklemeyi kabul etti. Bu durumu izleyen birkaç gün içinde, Avusturya, Fransa, Belçika ve İngiliz sosyal demokratları da, «ulusal savunma»nın meşruluğu adına «kendi» ülkelerini destekleme kararları aldılar. Kısacası, savaş başlayana dek savaşa karşı olan sosyal demokratlar, savaş bir kez ka-

Emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizen Bolşevikler, Basel Manifestosuna sırt çeviren sosyalşovenistlerin bayrak edindikleri “anayurdun savunusu” sloganının işçi sınıfına karşı yapılmış büyük bir ihanet olduğunu ifade ettiler.

18

Nisan 2012 • sayı: 85

pılarını çaldığında hemen çark ederek işçi sınıfına ihanet etmişlerdi.” (Tuncay Alp, Birinci Emperyalist Savaş, İşçi Hareketindeki Tutumlar ve Sonuçları, Mart 2002, www. marksist.com) Emperyalist paylaşım savaşında II. Enternasyonal önderliğinin almış olduğu şovenist tutum, kişilere bağlı bir tutum olarak görülemez. Bu, devrimci Marksizm ile oportünizm arasındaki derin uçurumun bir yansımasıdır. Sosyal-şovenizm son biçimi almış oportünizmdir diyen Lenin bu tutumu şöyle ifade etmekte: “1914-15 savaşında savaş savunuculuğunun ekonomik özü nedir? Bütün büyük devletlerin burjuvazisi, dünyayı parçalayıp sömürmek, başka ulusları ezmek için savaştan yararlanıyor. Burjuvazinin büyük kazançlarından birkaç lokma, işçi bürokratlardan, işçi aristokratlardan ve küçük-burjuva taraftarlarından ufak bir gruba da düşebilir. Sosyal-şovenizm ve oportünizm aynı sınıf temeline, yani imtiyazlı işçilerin küçük bir bölüğünün, işçi sınıfı yığınlarına karşı milli burjuva ile yaptığı ittifaka dayanır. Burjuvazinin uşakları ile burjuvazi arasında işçi sınıfına karşı kurulan ittifakı burjuvazi sömürür. Oportünizm ile sosyal-şovenizmin politik muhtevası aynıdır, yani sınıfsal işbirliği, proleter diktatörlüğünün tanınmaması, devrimci eylemin tanınmaması, burjuva kanuniliğin kayıtsız şartsız kabulü, burjuvaya güven ve proletaryaya güvensizliktir. Sosyal-şovenizm doğrudan doğruya İngiliz liberal-işçi politikasının, Millerandizm ve Bernsteinizmin bir uzantısı ve tamamlanmasıdır.” (Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1. baskı, s.80-81) I. Emperyalist Paylaşım Savaşı patlak vermeden önce Lenin Basel Manifestosu hakkında “Şimdi elimizde senet var, vadesi geldiğinde bunun nasıl ödeneceğini birlikte göreceğiz” demişti. Basel Manifestosunun yayınlanmasının üzerinden iki yıl geçtiğinde Lenin’in bahsetmiş olduğu vade gelmişti. Savaş patlak verdiğinde II. Enternasyonal’in o meşhur önderliği işçi sınıfına ihanet etmekte hiç tereddüt etmedi. Kautsky savaş patlak verdiğinde sosyalistlerin yurtlarını savunmaları gerektiği yolundaki düşüncesini şu meşhur sözleriyle açıklıyordu: “Vatanını savunmak herkesin hakkı ve görevidir. Gerçek enternasyonalizm, benim ulusumla savaş halinde olanlarla birlikte, bütün ülkelerin sosyalistleri için tanınan bu haktan meydana gelir.” Kautsky’nin “gerçek enternasyonalizm” dediği şey açıkça bütün uluslardan işçilerin birbirlerini gırtlaklamalarıydı. Oysa bu enternasyonalizm değil, açık bir ihanetti. Onun gibi hainler parlamentoda savaş kredilerine kabul oyu ya da çekimser oy vererek emperyalist savaşı onaylarken, gerçek enternasyonalistler bu ihanete karşı cansiperane mücadele veriyorlardı. Lenin önderliğindeki Bolşevikler, Alman Sosyal Demokrat Partisi içinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki komünistler, Sırp ve Bulgar sosyalistleri, Basel Manifestosuna sadık kalarak savaş karşısında devrimci bir tutum takındılar. Devrimci cephe içinde yer alanlar bir yandan oportünist çizgiye karşı savaş


sayı: 85 • Nisan 2012

marksist tutum

II. Enternasyonal içinde boy vermiş yurtsever karşı-devrimci kampa karşı devrimci Marksist eğilim azınlıkta da kalsa mücadele etmekten geri durmuyordu. Rosa Luxemburg her fırsatta oportünizmin maskesini yere seren makaleler yayınlıyor ve yeni bir uluslararası örgütün kurulmasını bir zorunluluk olarak görüyordu. İşçi sınıfına “her şeyi öğren, hiçbir şeyi unutma” diyen Karl Liebknecht ise, içerdeki ve dışardaki savaş kışkırtıcılarına karşı kararlı bir mücadele verilmesi gerektiğini dile getiriyordu.

verirken diğer yandan işçi sınıfının enternasyonalist birliğini güçlendirmek için savaş karşısında kendi hükümetlerinin devrilmesi için çalışıyorlardı. Rosa Luxemburg, savaş karşısında “yurtsever” politikaları savunan Kautsky’yi ve sosyal demokrat hareketi kokuşmuş bir ceset olarak değerlendiriyordu. II. Enternasyonal içinde boy vermiş yurtsever karşı-devrimci kampa karşı devrimci Marksist eğilim azınlıkta da kalsa mücadele etmekten geri durmuyordu. SPD içinde enternasyonalist çizgiyi Rosa, Karl, Clara Zetkin, Franz Mehring gibi ölümsüz devrimciler sürdürüyordu. Rosa her fırsatta oportünizmin maskesini yere seren makaleler yayınlıyor ve yeni bir uluslararası örgütün kurulmasını bir zorunluluk olarak görüyordu. 1916’da kurulan Enternasyonal Grup Karl Liebknecht ve yoldaşı Rosa ile birlikte işçiler arasında güçlenmeye başlıyordu. Karl Liebknecht’in “Asıl Düşman Kendi Ülkemizde” adlı bildirisi, işçi sınıfına “her şeyi öğren, hiçbir şeyi unutma” deyip, içerdeki ve dışardaki savaş kışkırtıcılarına karşı kararlı bir mücadele verilmesi gerektiğini dile getiriyordu.

Ekim Devrimi günümüze ışık tutuyor Emperyalist savaş karşısında devrimci Marksist tutum Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin elinde parlıyordu. Bolşevikler daha başından itibaren kapitalist düzenin yıkılması için işçi sınıfı içinde çalışıyor ve devrime önderlik edecek örgütü büyütüyorlardı. Bolşevikler Basel bildirisine sahip çıkan ve bunun gereğini yerine getiren komünistlerin başını çekiyorlardı. Lenin kapitalist sistemin yeni aşamasını emperyalizm olarak nitelendiriyor ve bu çağı devrimler-karşı-devrimler çağı olarak betimliyordu. Emperyalist savaşın patlak vermesiyle birlikte Bolşevikler işçi

sınıfına var güçleriyle gerçek düşmanın kendi burjuvazileri ve hükümetleri olduğunu anlatmaya koyuldular. Emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi gerektiğinin altını çizen Bolşevikler, Basel Manifestosuna sırt çeviren sosyal-şovenistlerin bayrak edindikleri “anayurdun savunusu” sloganının işçi sınıfına karşı yapılmış büyük bir ihanet olduğunu ifade ettiler. Birinci Dünya Savaşının başlamasının üzerinden tam 98 yıl geçti. Kapitalist dünya sisteminin gelmiş olduğu nokta tüm insanlığa yok oluşu dayatıyor. Bugün yaşanan krizin bundan öncekilerden çok daha şiddetli geçeceğini burjuva ideologlar da itiraf etmekteler. Sistem krizini bütün bir kapitalist dünya yaşamaktadır ve geçmişin kimi mekanizmaları bu krizin ertelenmesini sağlayamamaktadır. Yaşanmakta olan bugünkü süreç bütün çıplaklığıyla gösteriyor ki, kapitalistler krizden çıkış yolunu bir kez daha savaşta arıyorlar. Yaşanmakta olan üçüncü dünya savaşının öncekilerden çok daha ağır ve yıkıcı olacağı kesindir. Emperyalist savaş durdurulmazsa milyonlarca insanın yok olmasına, kitlelerin birbirini boğazlamasına sebep olacak. Fakat karamsar olmaya, yılgınlığa düşmeye gerek yok. Bu yıkımdan çıkış yolunu Ekim Devriminin parlayan ışığı gösteriyor. Ekim Devrimi hem Birinci Dünya Savaşının sona ermesine hizmet etmiş, hem de insanlığa kurtuluşun yolunu göstermiştir. Bugün dünyanın birçok bölgesinde yaşanan mücadeleler, sınıf mücadelesinin daha da büyüyüp keskinleşeceğinin işaretlerini vermektedir. Esen rüzgârlar büyük fırtınaların kopacağının habercisidir. Bu fırtınayla yelkenlerini şişirecek olan devrimci proletaryanın önündeki en temel görevse, işçi sınıfının enternasyonalist komünist önderliğinin yaratılması ve güçlendirilmesidir. 

19


NATO’nun Kanlı Tarihi ve Suç Ortaklığının 60. Yılı Kemal Erdem

NATO’nun halklara karşı işlediği suçları sayarken emperyalizmi ve NATO’yu ABD’ye indirgeyerek Türkiye gibi devletleri bu suç örgütünün dışındaymış gibi göstermek gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Alt-emperyalist bir güç olarak tüm melanetiyle Ortadoğu pastasına çöreklenen Türk burjuvazisini ve onun devletini göz ardı ederek, yani TC’nin arkasından dolaşarak emperyalizme ve onun kanlı örgütü NATO’ya karşı olmak mümkün değildir.

20

T

ürk devleti NATO’ya üye oluşunun 60. yılını kutluyor. 18 Şubat 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın NATO üyeliği resmiyet kazanmıştı. 60. yıl kutlamaları çerçevesinde NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, Türkiye’ye davet edilerek en üst düzeyde ağırlandı. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı NATO’ya “gönülden” bağlılıklarını bildiren mesajlar yayınladılar. 60. yıl dolayısıyla reklâm panolarına ilanlar asıldı. Egemen sınıfın ve siyasi temsilcilerinin, kuruluşundan bugüne emperyalist savaş örgütü NATO’ya gönülden bağlı olmaları ve her fırsatta NATO’yu muhabbetle anmaları elbette boşuna değildir. NATO’nun kuruluş amaçlarına, tarihçesine, yapısına ve geçmişten bugüne Türk burjuvazisinin hangi amaç ve çıkarlarına hizmet ettiğine bakarsak, bu örgütün burjuva devlet açısından taşıdığı kıymet anlaşılacaktır.

NATO anti-komünist savaş örgütü olarak kuruldu 2. Emperyalist Paylaşım Savaşının bitiminde ABD emperyalizmi ve Avrupalı kapitalistler, Avrupa’da gelişebilecek işçi devrimlerinden korkuyorlardı. Kapitalizm, faşist rejimlere ve on milyonlarca emekçinin öldüğü dünya savaşına yol açmıştı. Savaşın sonunda Avrupa yıkılmıştı. İşsizlik ve yoksulluk içerisindeki kitlelerde, kapitalist düzene karşı öfke had safhadaydı. Emperyalist kapitalist düzen, toplumsal devrim korkusu yaşıyordu. SSCB, savaştan güç ve etkinliğini arttırarak çıkmış, Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin bir bölümü kapitalist sistemden kopmuştu. Kapitalizmden kopan ülkelere 1948’de Kuzey Kore ve 1949’da Çin de eklendi. Kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan bu ülkeler SSCB ile birlikte blok oluşturmuşlardı.


sayı: 85 • Nisan 2012

Kapitalist güçler, ne pahasına olursa olsun özel mülkiyete dayalı sömürü düzenlerini sürdürmeyi ve işçi devrimlerini engellemeyi amaçlıyorlardı. Öte yandan başta SSCB olmak üzere kendisini “sosyalist” olarak adlandıran bloku kuşatmak ve etki alanını sınırlandırmak istiyorlardı. Savaş sonunda kapitalist dünyanın tartışmasız lideri haline gelen ABD, Batı Avrupalı müttefikleriyle birlikte 1949’da NATO’yu (Kuzey Atlantik Savunma Paktı) kurdu ve soğuk savaşı başlattı. 40 yılı aşkın bir süre boyunca dünya üzerinde dış ve iç politikalar soğuk savaş ekseninde belirlendi. NATO “komünizm tehlikesine” karşı ideolojik, politik ve askeri bir savaş yürütmek üzere kuruldu. Kuruluşundan itibaren kapitalist devletlerin bünyesinde o güne kadar oluşturulmuş tüm karşı-devrimci güçleri merkezileştirmeye, Nazilerin deneyimlerinden de yararlanarak reorganize etmeye girişti. NATO gerek emperyalist çıkarları korumak, gerek karşı-devrimci faaliyetleri yürütmek üzere yasal ve yasadışı kurumlardan oluşan geniş ve kapsamlı bir organizasyon ağı oluşturmuştur. Legal alanda, kalkınma enstitüleri, enformasyon merkezleri, stratejik araştırmalar yapan kurumlar bulunmaktadır. Ayrıca medyaya sızmak, sendika ve siyasi partileri yönlendirmek, anti-komünist propagandayı örgütlemek gibi işlevler üstlenen örgütlenmeler, işçi hareketlerini kontrol altına almakla görevli kadro yetiştiren enstitüler, gizli ya da açık biçimde NATO’ya bağlı olarak faaliyet yürüten organizasyonlardır. Uluslararası otomotiv ve petrol tekellerinin, bankaların, ITT, IBM gibi dev tekellerin bazı ülkelerdeki yönetim organizasyonları da NATO’ya bağlı kurumlarla iç içe çalışır. NATO “komünizm tehlikesine” karşı ideolojik, politik ve askeri bir savaş yürütmek üzere kuruldu. Kuruluşundan itibaren kapitalist devletlerin bünyesinde o güne kadar oluşturulmuş tüm karşıdevrimci güçleri merkezileştirmeye, Nazilerin deneyimlerinden de yararlanarak reorganize etmeye girişti. Kapitalist egemenlerin tarih boyunca edindiği tüm karşı-devrimci deneyimleri harmanlayıp sentezleyen NATO, üye ülkelerin “derin devlet”lerini de şekillendirmiştir. Yasal görünümlü kurumların içine gömülerek örgütlenen kontr-gerilla örgütleri, faşist çeteler, siyasi partilerin içerisine uzanan kollar, orduların içerisindeki konspiratif yapılar, paramiliter güçler NATO’nun tezgâhında biçimlenmiş ve yetkinleşmiştir. NATO’nun illegal örgütlenmesi, “Süper NATO” olarak da anılan örgütlenmedir. Bu karşı-devrimci örgütlenme ağının bugüne kadarki suç dosyası o kadar kabarık ki, bunları özetlemek için ciltler dolusu yazmak gerekir.

marksist tutum

Bu suç dosyasının içerisinde onlarca faşist darbe, yüzlerce katliam, binlerce provokasyon eylemi, on binlerce suikast, milyonlarca insanın işkence görmüş bedeni ve cesedi vardır. NATO bünyesindeki eğitimlerde kullanılan bir elkitabı, Sahra Talimnamesi 31-15 adıyla Türkçeye de çevrilmiştir. Bu talimnameye göre kontr-gerilla örgütlenmesinin çalışmaları içerisinde adam öldürme, bombalama, silahlı soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma, tedhiş, olayları tahrik, misilleme, rehine alıkoyma, kundakçılık, sabotaj, kara propaganda, yalan haber yayma, zorbalık, şantaj gibi yöntemlerin kullanılacağı açıklanıyor. El kitabında gayri nizami kuvvetlerin yeraltı unsurlarının kural olarak yasal statüye sahip olmayacakları da belirtiliyor. Devrimci bir halk hareketi karşısında düzen güçlerinin hiçbir kanuni ya da ahlâki sınır tanımadıkları deneyimlerle de sabittir. NATO üyesi devletlerin yasal ordularının yanı sıra NATO ile bağlantılı gizli orduları ve gizli silah depoları bulunmaktadır. Devlet uzantısı bu gizli örgütlenmeler, ülkenin işgal ya da saldırı durumunda özel harp teknikleri uygulayarak “vatan savunması” yapacak direniş örgütleri oldukları söylenerek meşrulaştırmaya çalışılmaktadır. Oysa NATO nezdinde iç ve dış tehdit arasında fark gözetilmemektedir. Yani NATO üyesi ülkelerde devrimci hareketlere karşı kullanılmak üzere gizli ordular bulunmakta ve tehdidin seviyesine göre bu örgütlenmeler devreye sokulmaktadır.

Soğuk savaş sonrası NATO 1990’ların başında SSCB dağıldı, Varşova Paktı kendisini lağvetti. 1990’da Londra’da toplanan NATO zirvesinde SSCB’nin artık düşman olmadığı, soğuk savaşın bittiği ilan edildi. NATO’nun o güne değin varlığını dayandırdığı sebep “komünizm tehlikesi” ortadan kalktığına göre NATO gereksiz hale gelmiş olmalıydı. ABD, hegemonyası altında tuttuğu NATO’ya varlık gerekçesi kazandırmak üzere yoğun bir çabaya girişti. İlk zamanlar uluslararası terörizm, İslamcı terör, uyuşturucu kaçakçılığı gibi gerekçeler uyduruldu. Daha sonraları nükleer silaha sahip ya da nükleer silah geliştirmeye çalışan, “terör örgütlerini” destekleyen “terörist devletler” listesi oluşturuldu. NATO bu güçler karşısında hür dünyayı koruyacak, diktatörlük rejimleri altında yaşayan ulusların hür dünyanın değerleriyle yönetilebilmesi için çaba harcayacaktı! 1993’te Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasından 2001’deki 11 Eylül saldırılarına uzanan, bir dizi kaynağı şüpheli eylem gerçekleşti. Ardından ABD “terörizme karşı savaş” bahanesiyle önce Bin Ladin’in barındığı söylenen Afganistan’ı, ardından terör örgütlerini beslediği ve geliştirdiği kitle imha silahlarıyla dünyayı tehdit ettiği iddia edilen Irak’ı işgal etti. Bu süreçte NATO’nun varlık sebebi üzerine yürüyen tartışmalar, yerini yeni bir emperyalist paylaşım kavgasına bıraktı.

21


marksist tutum

Türkiye’nin NATO’ya girişi 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı boyunca Türk egemenler savaşa taraf olmak konusunda net bir karara varamamışlardı. NATO 1949’da kurulurken Türkiye bu emperyalist savaş makinesinin içerisinde yer almak istemiş ancak ilk etapta kabul edilmemişti. Türk burjuvazisi Haziran 1950’de başlayan Kore savaşını anti-komünist ittifaka kendini ispatlamak için fırsat olarak değerlendirecekti. Kore savaşı aslen ulusal bağımsızlığı kazanmak isteyen kuzeydeki güçlerin, güneydeki halkın da desteğiyle, güneyi elinde tutan işbirlikçi güçlere karşı başlattığı bir savaştı. Kuzey’deki ulusal kurtuluşçu güçler ilk birkaç gün içerisinde güneyi yenilgiye uğratmıştı. Ancak ABD emperyalizmi devreye girerek 3 yıl sürecek bir katliam başlattı. Bu savaşta 2 milyon insan, yani Kore nüfusunun %20’si katledildi. ABD, BM’den Kore’ye müdahale kararı çıkarttırarak Türkiye de içinde 15 kadar ülkenin askerini emperyalist saldırıya dahil etti. Türk burjuvazisinin çıkarları katliama ortak olmayı gerektiriyordu. ABD Ankara’dan 500 asker isterken, “şanımıza yakışmaz” diyen Menderes hükümeti Ekim 1950’de Kore’ye 5090 kişilik bir tugay gönderecekti. Hükümet, NATO’ya Kore “vesilesiyle” girmenin hesabını yapıyordu. Hürriyet gazetesi manşetinde “Kore harbinde Amerikalılarla ortaklık kurduk. Onlar dolar ve silah, biz Mehmetçiğin kanını koyduk” yazıyordu. Kore savaşına karşı çıkanlar tutuklanıyor, savaşa karşı çıkan Türk Barışseverler Derneği kapatılıyordu. Diyanet İşleri “din ve Allah adına komünizme karşı savaş” fetvaları verirken, askerler gerçekte neye hizmet ettiklerini bile bilmeden hiç tanımadıkları bir ülkenin insanlarını katletmeye yollandı. Türkiye’nin Kore’de 700’den fazla askeri öldü, 2 binin üzerinde askeri yaralandı. Ancak egemenler savaşın sonucunda ABD’nin güvenini ve desteğini kazanarak

Nisan 2012 • sayı: 85

NATO’ya girmiş, Marshall yardımından payını kapmıştı. TC geçen 60 yıl içerisinde, egemenlerin kirli çıkarları doğrultusunda, müttefiki NATO çatısı altında emperyalist savaş operasyonlarına 14 kez daha katıldı. Somali, Bosna, Adriyatik Denizi, Arnavutluk, İran-Irak, Kuveyt, Doğu Timor, Gürcistan, Afganistan, Kosova ve Letonya’ya asker gönderdi. Türkiye 2011 yılında Libya operasyonuna katılarak Kaddafi sonrası kurulacak yeni rejimde Libya pazarından alacağı payı güvence altına almaya çalıştı.

Türkiye’de kontrgerilla örgütlenmesi ve NATO Türkiye topraklarında “derin devlet” örgütlenmesinin kökleri, NATO üyeliğinden daha eskiye dayanmaktadır. İttihat ve Terakki önderleri 1. Dünya Savaşı öncesinde gayri nizami harp yürütmek üzere Teşkilatı Mahsusa’yı kurmuşlardı. Bu örgüt, cumhuriyetin ilanından önce, savaş yıllarında Anadolu’daki Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslim nüfusa yönelik soykırımdan Mustafa Suphilerin katledilmesine kadar pek çok kıyıma imza atmıştı. Egemenlerin komünizmle mücadelede ve Kürt isyanlarını bastırmada epey tecrübe biriktirmiş gizli devlet yapılarının, soğuk savaşın başlamasıyla birlikte NATO ve CIA merkezli karşı-devrimci örgütlenmelere uyarlanması zor olmayacaktı. Türk burjuvazisinin “derin devlet” örgütlenmeleri NATO sayesinde İtalyan ve Alman faşizminin deneyimlerini, ABD ve İngiliz emperyalizminin birikimlerini kendi kıyım geleneğiyle harmanladı. Böylece Türkiye’deki gizli devlet örgütlenmesi NATO’ya eklemlenerek ABD emperyalizminin sunduğu olanaklarla donanıp uluslararası karşı-devrimin güçlü mevzilerinden biri haline geldi. Türk burjuvazisinin “derin devlet” örgütlenmeleri NATO sayesinde İtalyan ve Alman faşizminin deneyimlerini, ABD ve İngiliz emperyalizminin birikimlerini kendi kıyım geleneğiyle harmanladı. Böylece Türkiye’deki gizli devlet örgütlenmesi NATO’ya eklemlenerek ABD emperyalizminin sunduğu olanaklarla donanıp uluslararası karşıdevrimin güçlü mevzilerinden biri haline geldi. Alparslan Türkeş 1950’lerin başında genç bir subayken TSK tarafından ABD’ye gönderildi. Burada “özel harp” eğitimi aldı. 1956’da NATO’nun Türk Temsil Heyeti üyesi olarak tekrar ABD’ye gitti ve Türkiye’nin ilk “özel harp, kontr-gerilla uzmanlarından biri olarak Genelkurmay’ın NATO Dairesini yönetti. İlerleyen yıllarda Türkiye’deki faşist partinin (MHP) lideri ve silahlı faşist çetelerin örgütleyicisi olarak NATO’dan aldığı eğitimin hakkını verecekti. Türkiye’de işçi önderlerine yönelik suikastlerden 78 Maraş katliamına kadar işçi sınıfına, devrimcilere ve halka yönelen binlerce saldırı; katliam, provokasyon, bombalama, tecavüz ve işkence, faşist darbelere zemin hazırlamak

22


sayı: 85 • Nisan 2012

üzere tertiplenen her tür alçaklık NATO konseptine uygundur. 12 Eylül faşist darbesi NATO’nun parmağı olan onlarca kanlı darbeden sadece bir tanesidir. İşte bugün burjuva siyasetçilerin Türkiye’nin üyeliğinin 60. yılı vesilesiyle hürmet ve muhabbetle andıkları NATO budur. Türk burjuva liderlerin NATO’ya dönük derin sevgi ve saygısı, son 60 yılın hatırına değildir elbette. Türk burjuvazisi bugün yürüyen emperyalist paylaşım kavgalarında ve bölgesel hegemonya mücadelelerinde giderek daha etkin bir rol oynamaya çalışıyor. Yatırım ve pazar alanları pastasından kendisine düşen dilimleri büyütmek üzere, ABD emperyalizmiyle stratejik ortaklığını daha da pekiştirmeye uğraşıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu 60. yıl vesilesiyle yayınladığı mesajda şöyle diyor: “1952 yılından bu yana uluslararası ortam çok değişmiştir; Soğuk Savaş sona ermiş, Soğuk Savaşın ardından ortaya çıkan sınamalarla baş edilmiştir. Ancak, Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinin stratejik niteliği değişmemiştir. NATO, Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikasının mihenk taşı olmaya devam etmektedir. Bugün, küresel ekonomik kriz ile Avrupa’daki yansımaları ve Ortadoğu’daki kapsamlı dönüşümün yaratabileceği sancılar gibi yeni risk ve tehditler ile karşı karşıya bulunmaktayız. NATO, bugüne değin uluslararası meşruiyet temelinde güvenlik ve barışı sağlamada önemli roller oynayabileceğini göstermiştir. Türkiye bir istikrar adası olarak, güçlü ekonomik büyümesi ve dinamizmiyle çevresinde barış ve istikrara aktif katkı yapmaktadır.” Burjuva diplomasisinin dilinde emperyalist saldırganlık “savunma ve güvenlik politikası” biçiminde kodlanıyor. Küresel ekonomik krizin Avrupa’daki yansımaları risk ve tehdit olarak tanımlanırken, kapitalizmin krizi ve Yunanistan başta olmak üzere Avrupa’da gelişen militan işçi mücadeleleri karşısında NATO’nun geleneksel misyonu hatırlatılıyor. Arap kitlelerin ayaklanmaları ve Ortadoğu’da yoğunlaşan emperyalist hegemonya kavgası ise “Ortadoğu’daki kapsamlı dönüşüm” diye kodlanıyor. Nihayet NATO saflarında ABD ve ortaklarının emperyalist çıkarlarına uygun olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesine “barış ve istikrar sağlama” deniyor.

marksist tutum

Başbakan Erdoğan ise 60. yıl mesajında ABD’nin başını çektiği emperyalist haydutlar ittifakı içerisinde Türkiye’nin artan rolüne dikkat çekiyor: “Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve akabinde Sovyetler Birliği’nin dağılması, NATO’nun ve de bu ittifakın en etkin üyelerinden biri olan Türkiye’nin önemini asla azaltmamıştır. Tam tersine, uluslararası finans krizinden Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan dönüşüme dek uzanan farklı gelişmeler doğrultusunda yeniden şekillenmekte olan dünya düzeninde, NATO’nun Türkiye için, Türkiye’nin de NATO için önemi günbegün daha da artmaktadır. Türkiye, özgür dünyanın savunmasında oynadığı önemli rol sayesinde NATO bünyesinde her zaman sağlam ve güvenilir bir müttefik olmuştur; aynı şekilde, gelecekte de sağlam ve güvenilir bir müttefik olmaya devam edecektir.” NATO Genel Sekreteri Rasmussen 60. yıl dolayısıyla gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinde, Malatya’ya yerleştirilen füze kalkanı radarları ve NATO operasyonlarına verilen destek için şükranlarını sundu. Ardından da “Arap Baharı devam ettiği sürece Türkiye’nin liderliği daha da önem kazanacak” diyerek Arap ülkelerinde kurulacak yeni düzende Türkiye’ye biçilen misyon ve sunulacak pazar payına gönderme yaptı. NATO Genel Sekreteri Rasmussen 60. yıl dolayısıyla gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinde, Malatya’ya yerleştirilen füze kalkanı radarları ve NATO operasyonlarına verilen destek için şükranlarını sundu. Ardından da “Arap Baharı devam ettiği sürece Türkiye’nin liderliği daha da önem kazanacak” diyerek Arap ülkelerinde kurulacak yeni düzende Türkiye’ye biçilen misyon ve sunulacak pazar payına gönderme yaptı. 60. yıl vesilesiyle yapılan konuşmalar bir kez daha gösteriyor: Türk burjuvazisinin NATO ile ilişkisi uşak-patron ilişkisi değildir! Türk burjuvazisi kendi çıkarları doğrultusunda NATO denilen kanlı emperyalist örgütün içerisinde yer almaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri NATO askeri gücünün en güçlü bileşenlerinden biridir. NATO’nun halklara karşı işlediği suçları sayarken emperyalizmi ve NATO’yu ABD’ye indirgeyerek Türkiye gibi devletleri bu suç örgütünün dışındaymış gibi göstermek gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Alt-emperyalist bir güç olarak tüm melanetiyle Ortadoğu pastasına çöreklenen Türk burjuvazisini ve onun devletini göz ardı ederek, yani TC’nin arkasından dolaşarak emperyalizme ve onun kanlı örgütü NATO’ya karşı olmak mümkün değildir.  www.marksist.com sitesinden alınmıştır

23


İşçi Sınıfın

D

oğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar misali, Marksizm de doğduğu tarihten günümüze dek burjuva ideolojisinin çeşitli saldırılarına hedef oldu. Kaba saldırıların başarısız olduğu noktalarda, burjuva ideologlar Marksizme yönelik ataklarını bilimsel görünümlü soslara bulayarak akılları çelmeye çalıştılar. Bu bağlamda dikkat çeken örneklerden biri de, Marksizmin tanımladığı işçi sınıfının kapitalist gelişme neticesinde ortadan kalkmakta olduğu iddiasıydı. Bu tarz fikirler aslında uzun yıllardan bu yana çeşitli kereler yeniymiş gibi piyasaya sürülüp duruldu. Ve her seferinde de –özellikle yenilgi ya da gericilik dönemlerinde– sol kesimlere musallat olan inkârcılık, döneklik, hafıza kaybı gibi olgulardan beslendi. İşçi sınıfının yok olduğu iddiaları 1980’lerde de Andre Gorz’un “Elveda Proletarya” adlı kitabı vesilesiyle gündeme getirilmişti. Bu ve benzeri kitaplar bilimsel açıdan bir değer taşımasalar da, işçi sınıfının nesnel ve öznel varlığını inkâr etmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalara temel oluşturdular. Oysa kapitalizmin gerçekleri, Gorz gibilerin iddialarının tam tersine, işçi sınıfının geçirdiği iç değişime rağmen büyümekte olduğunu kanıtlıyordu. Bu nesnel hakikatin yanı sıra, tarih bize işçi sınıfı hareketindeki gerilemenin de geçici olduğunu öğretmişti. Kısacası, kendi ikircikli sınıfsal tutumları ve entelektüel hoppalıkları nedeniyle aslında işçi sınıfından da, onun devrimci misyonundan da ve disiplininden de hazzetmeyen aydınların “elveda proletarya” diyerek oluşturdukları düşünsel fanteziler koca bir vehimden ibaretti. Bu noktada sözü fazlaca uzatmaya gerek yok. Çünkü

24

Yok olduğu söylenen işçi sınıfı, kapitalizmin ilkel birikim döne işsizlik girdabına sürüklenen yedek sanayi ordularıyla moder Proletarya, kendisini tarihten silmeye ve külliyen yok saymaya ç bir süredir uyuklayan dev, genel bir uyanış ve silkiniş çabası için 1 Mayıs günü de dünyanın dört bir yanında işçiler kızıl bayr pankartlarıyla; birlik, mücadele ve dayanışma istemini dile get işçi sınıfına! Selam olsun yaratana! Tohum

(...) Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımız, proletaryaya veda mesajlarıyla sınıf mücadelesinin katı gerçeklerinden kaçmaya çalışanlara gereken yanıtı vermiş bulunuyor. Ayrıca ve daha önemlisi, ilerleyen yıllar içinde kapitalist işleyişin gözler önüne serdiği olgular, işçisiz ve ebedi bir kapitalizm anlamına gelecek düşüncelerin sahteliğini ve kofluğunu kanıtlıyor. Dahası, dünya işçi hareketinde bir dönem burjuvaziyi zafer sarhoşluğuna sürükleyen koşullar değişikliğe uğruyor. Kapitalizm burjuva cepheyi peşpeşe düş kırıklıklarına sürükleyen derin bir sistem krizi içinde kıvranırken, dünya proletaryası kızıl bir yeniden uyanışın eşiğinde olduğunun işaretlerini veriyor. Büyüyen İşçi Sınıfı kitabımızda burjuvazinin yalan balonunun yazgısı hakkında yazdıklarımız gerçekleşmiştir. Şöyle diyorduk: “Bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin su yüzüne çıkıp zehirli iğnesiyle kendini patlatıvereceği günleri beklemeye yazgılıdır. Sonunda bu balon patlayacaktır. Kapitalist ekonominin yükseliş kaydettiği bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye, yok


na Selam! Elif Çağlı

emine benzer çalışma koşullarına geri döndürülen bölükleri ve rn çağların kentlerini devasa varoşlara dönüştürüp kuşatıyor. çalışanlara inat, “ben buradayım” diye dikilip haykırıyor. Uzun nde olduğunu dosta düşmana göstermeye başlıyor. Önümüzdeki rakları ve savaşsız, sömürüsüz bir dünya istemini dile getiren tiren sloganlarıyla alanları dolduracaklar. Selam olsun dünya mların tohumuna, serpilip gelişene selam!

saymaya çalıştığı işçi sınıfı, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar yavaş yavaş atağa geçmeye hazırlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son gülen, iyi güler!”

“Yepyeni dönem” yalanı 1980’lerde sermayenin dünya ölçeğindeki neo-liberal saldırısına muazzam bir ideolojik saldırı kampanyası eşlik etmişti. Teknolojik atılımın ve bilimde kaydedilen ilerlemelerin yerleşik gerçekleri tamamen değişikliğe uğrattığı ve kapitalizmin artık yepyeni bir döneme girdiği söyleniyordu. Burjuva ideologlara ve onların peşinden sürüklenenlere bakılacak olursa, bir zamanlar Marksizmin açıklığa kavuşturduğu kapitalist toplum gerçeği değişikliğe uğramakta ve yerini “bilgi toplumu”na terk etmekteydi. İşletmelerde son derece hızlı dönüşüm ve değişimlerin yaşandığı, artık iş düzeninin de asla eskisi gibi olmayacağı iddia ediliyordu. Teknolojik gelişmeyle birlikte iş dünyasının giderek Avrupa’daki “sosyal devlet” uygulamalarına uyum sağla-

yacağı, çalışma saatlerinin kısalacağı, tatillerin uzayacağı yolunda işçiler arasında iyimser beklentiler yaratılmıştı. Devrimci Marksistler içinse, kapitalistlerin hizmetindeki teknolojik yeniliklerin işçi sınıfının çalışma koşullarını umulduğu gibi iyileştirmeyeceği son derece açıktı. Onlar, elektronik alanında kaydedilen devrim niteliğindeki ilerlemelerin burjuvazi tarafından işçi sınıfı aleyhine kullanılacağını açıklamaktan geri durmadılar. Artan iletişim olanaklarının işletmelerin küçültülmesine, taşeronlaştırmaya, esnek çalıştırmaya ve dolayısıyla sendikasızlaştırmaya yol açacağı uyarısında bulunmayı sürdürdüler. O günden bugünlere ilerleyen süreç bu uyarıların ne denli doğru olduğunu gözler önüne seriyor. Sermayenin günümüzde daha da yoğunlaşan neo-liberal saldırıları işçilerin iş ve yaşam koşullarını alabildiğine kötüleştirmiş bulunuyor. 80’lerde ve 90’larda pek revaçta olan “yepyeni bir dönem” masallarına eşlik eden argümanlardan biri de zamanla canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alacağı şeklindeydi. Burjuva düzen yanlısı yazarlar bu tür mevzuları, gelecekte insanlığı işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizmin beklediği yalanına sözde bilimsel bir gerekçe yaratmak için öne sürer hale gelmişlerdi. Ne var ki bu tür görüşlerin etkisini farklı çevrelerde de hissetmek mümkündü. Örneğin inkârcı ve dönek yazar-çizer taifesi, sosyalizmden umudu kestiği ölçüde teknoloji tapınmacılığına kaymıştı. Üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak işçi sınıfının iç yapısında cereyan eden kaçınılmaz değişim, bu gibi unsurlar tarafından neticede burjuvazinin işine gelecek tarzda yorumlanmaya başlanmıştı. Bunlar arasında, robotlaşma gibi teknik

25


marksist tutum

konulara boyundan çok büyük sosyal önemler atfetmek ve böylece işçi sınıfının devrimci misyonuna inançsızlık aşılamak moda haline gelmişti. Sınıf mücadelesinin gelgitlerinden son tahlilde hep burjuva düzen lehine etkilenen entelektüel taifesi, işte bu türden hayhuylarla dünden bugünlere ulaştı. Ne var ki bu süre boyunca kapitalizm de boş durmadı ve “işçisiz ve bunalımsız bir kapitalizm” masallarını yerle bir edecek şekilde yol aldı. Kapitalizmin krizinin bacayı sardığı günümüz koşullarına artık o uçuk aydın masalları değil, muazzam ölçüde artan işsiz kesimleriyle birlikte devasa büyüyen ve düzen için tehlikeli hale gelen bir işçi sınıfı damgasını basıyor. Çalışma saatleri kısalmıyor, tersine günümüzde kapitalist iş süreci başı sonu belli olmayan kuralsız bir çalışma düzenine (burjuvazi buna “esnek çalışma düzeni” diyor!) dönüştürülmüş bulunuyor. Güncel kapitalizm işçiye nefes alacak vakit bırakmayan uzun ve molasız iş saatleriyle, neredeyse geçmişe bile rahmet okutuyor. Canlı işçilerin yerini robot-işçilerin alması ne kelime, kapitalistler dünya üzerinde bedavaya yakın ücretlerle çalışmaya hazır aç insan ordularını buldukça makine-yoğun iş süreçlerinden emek-yoğun iş süreçlerine tornistan ediyorlar. İşte yoksul işçi-emekçi kitlelerin penceresinden dünyaya bakıldığında, içinde yaşadığımız kapitalist dünya budur!

Robotlar artı-değer üretmez Çok açık olan bir gerçek var. Teknoloji sınıf çelişkilerini ortadan kaldıran bir güç değildir ve kendi başına insanlığın gidişatını belirleyemez. Belirleyici olan, teknolojinin hangi egemen güçler tarafından ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı ve yönetildiğidir. Bu tür toplumsal yasaları doğru dürüst kavrayamadıkları için her teknolojik yeniliğin altında bir “boncuk” arayanlar robotlaşma mevzuuna da aynı mantıkla yaklaşmaktadırlar. Oysa tartışılan konunun özüne vakıf olanlar, robotlaşmanın büyük ve önemli bir bölümünün zaten uygulanmakta olan makineleşme anlamına geldiğini bilirler. Dünya üzerinde sayıları son derece az olan insansı robotlar ise, büyük şirketlerin reklâm amacıyla kullandıkları veya ev içi hizmetlerde kullanılan sınırlı örneklerden ibarettir. Somut bir örnek vermek gerekirse, Honda firmasının reklâm amacıyla çeşitli ülkelerde gezip dolaştırdığı insansı robotu Asimo’yu hatırlayabiliriz. Firma birkaç yıl önce, adını ünlü kurgu-bilim yazarı Isaac Asimov’dan alan bu reklâm robotunu aylık yaklaşık 25 bin avrodan kiralayacağını duyurmuş ve bu konu basında 40 bin

26

Nisan 2012 • sayı: 85

YTL maaşlı çaycıların geldiğine dair esprili yorumlara da neden olmuştu. Çeşitli şirketlerde reklâm amacıyla kullanılacak robot Asimo, misafirleri karşılayıp onlara ikramda bulunacak şekilde programlanmıştı. Makine yağını koyduğunuz sürece yorulmayacak, bilgisayar programında arıza çıkmadığı sürece itaatte kusur etmeyecek bu robot-işçi, ilk bakışta kapitalistler açısından son derece cazip bir buluş gibi görünebiliyordu. Ne var ki, işin ekonomik boyutu esprinin bitip ciddiyetin başladığı noktaya işaret etmektedir. Robot-işçilerin üretim maliyeti milyonlarca dolarlık bütçelere denk düşüyor ve bu durum kapitalistleri Asimolardan soğutmaya yetecek katı gerçeği oluşturuyor. Ancak robot-işçinin yaygın kullanımının kapitalizmin mantığına ters olması, kapitalistlerin Asimoları reklâm amacıyla şurda-burda kullanmayacakları anlamına gelmiyor. Bunun da ötesinde, insansı robotlar anlamında olmasa bile gelişkin ve kompleks makineler anlamında “robotlar” kapitalist üretim sürecinde zaten yoğun biçimde kullanılmaktadır. Asimolar gibi robot-işçilerin kapitalist üretim tarzı altında yaygın biçimde kullanılamayacağı ve bu tür insansı robot teknolojisinin kapitalist üretim sürecine egemen olamayacağı bellidir. Canlı işçilere üç kuruş ücret zammı yapmaktan kaçınan patronların, ayda 40 milyar maaşlı çaycı, meydancı vb. çalıştırabilecekleri düşüncesi boştur, gülünçtür. Nitekim robot-işçiler konusunda yürütülen tüm tantanaya rağmen canlı işçilerle çalışan fabrikaların yerini robot-işçilerle çalışan fabrikalar almamıştır. Denilenlerin aksine, robot-işçilerle çalıştırılan fabrikaların sayısı hiç de artmamıştır. Nihayetinde robot-işçiler konusu da sinsi emelli burjuva propagandalarından biri düzeyinde kalmış ve esasen işçi sınıfının rolünü küçümsemeye, işçileri işlerini kaybedebilecekleri düşüncesiyle terbiye etmeye hizmet etmiştir. Kapitalizm canlı emekten sağlanan artı-değer sömürüsü sayesinde kâr düzenini sürdüren bir toplumsal sistemdir. Canlı emek, etiyle kanıyla üretim sürecine katılan işçilerdir. Robotlar ise ne kadar insansı görünüme bürünürlerse bürünsünler, sonuçta birer cansız makineden ibarettirler. En basitinden en karmaşığına tüm makineler vaktiyle canlı emek tarafından yaratılmışlardır ve değişik biçim ve işlevlerine karşılık halihazırda ölü emek demektirler. Bu gerçekler çerçevesinde, kapitalizmde işçi sınıfının yerini neden robotların alamayacağı kolayca anlaşılabilir. Çünkü üretim


sayı: 85 • Nisan 2012

sürecinde robot teknolojisi kullanımının tamamen egemen olması, canlı emeğin üretim sürecinden kovulması ve bu sürecin yalnızca ölü emek sayesinde sürdürülmesi anlamına gelir. Aslında böyle bir durum, insanlığın daha önce yarattığı muazzam üretici güçler sayesinde artık çalışmadan yaşayabilme kapasitesine işaret eder. Fakat öte yandan bu, artı-değer sömürüsünün de son bulmasını ifade eder ki, böyle bir şeyin kapitalizm altında gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Kapitalizm değişim değerleri üretimine, genelleşmiş meta üretimine dayanır. Kapitalist gelişme süreci eski dönemlerin üreticisini (küçük meta üreticisini) üretim araçlarından kopartarak işçiye dönüştürür ve genelleşmiş meta üretiminin egemenliğini tesis eder. Metalar, içerdikleri emek miktarına göre birbirleriyle değişilirler. Sermaye, üretilen değişim değerleri kitlesinin içerdiği artı-değer miktarı büyüdüğü oranda semirip gelişir. Bu bakımdan, değişim değerleri üretimi, canlı emeğin sömürüsü ve üretim sürecine katılan canlı emekten yeni bir artı-değer kitlesinin çekilip alınması gibi olgular kapitalist üretim tarzının olmazsa olmazlarıdır. Kapitalizmde üretim sürecine ölü emeğin katılması ile canlı emeğin katılması arasında muazzam bir nitelik farkı vardır. Ölü emek artı-değer yaratmaz, artı-değerin yaratıcısı yalnız ve yalnızca canlı emektir. Canlı emek fiilen çalıştırılan işgücünde somutlanır ve yalnızca kendisine ödenenin (ücretin) karşılığı olan bir değeri yeni ürünlere geçirmekle kalmaz, bunun ötesinde yeni bir değer de yaratır. Makineler, teçhizat gibi üretim faktörlerinde somutlanan ölü emek ise yeni değer yaratmaz; üretilen ürünlere ancak kendi toplam değerinin o üretim sürecinde kullanılan miktarını aktarabilir. O halde üretim sürecinde canlı emek kullanmadan kapitalistin esas amacına ulaşması, yani artı-değer ürettirip buna el koyması mümkün değildir. Buradan hareketle altını çizmek gerekir ki, yalnızca robot kullanımına dayanan bir kapitalizm, kapitalizmin kendini inkârı olurdu. Zaten kapitalizmin somut gerçekleri, robot-işçi kullanımı konusunda yaratılan söylencenin bir propagandadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor. En başta sermayenin fiili dürtüsü, canlı işçileri gözden çıkartıp onların yerini cansız robotlarla doldurmayı engellemektedir. Zira sermaye hep kâr zarar hesabı yaparak hareket eder. Fabrika kapılarının önünde boğaz tokluğuna çalışmaya hazır ve kendisine ödenenin çok üstünde artı-değer yaratacak canlı işçilerin bekleştiği herkesin malûmudur. Hal böyleyken, sermaye bundan vazgeçip kendisine muazzam miktarlarda paraya malolan, hem de fazladan bir değer yaratmayan robot biçimindeki ölü emeğe bel bağlayacak değildir. Üretici güçlerin ulaştığı bugün-

marksist tutum

kü düzeyde canlı işçi yerine robot kullanımı teknik açıdan ne denli mantıklı görünürse görünsün, kapitalizmin yasaları bu mantıkla çelişmektedir. Yine salt teknik açıdan düşünüldüğünde, robot kullanımıyla insanları ağır işlerden tamamen kurtarmak ve muazzam bir üretim artışıyla yeryüzünde bolluk yaratmak pekâlâ mümkündür. Fakat işte bu noktada da karşımıza, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin insanlık yararına gelişimine ket vurması gerçeği dikilmektedir. Özetle tüm somut veriler, “işçi sınıfı öldü”, “işçilerin yerini robotlar alacak” gibi iddiaları geçersiz kılmakta ve kapitalizmin insanlığın önünde nasıl gerici bir engel haline geldiğine işaret etmektedir. En gelişkin robotlar, insana neredeyse tıpatıp benzetilerek üretilmiş insansı-robotlar, bunların tümü ölü emeğin cisimleşmiş halleridir. Yalnızca robot teknolojisinin kullanımına dayanan bir kapitalist, ölü emeğe ödediği muazzam miktarda meblâğı üretilen ürüne geçirmeye çalışmaktan ibaret kârsız bir işle yetinmiş olur. Çok açıktır ki, bir kapitalistin böyle bir işi istemesi ya da sürdürmesi tamamen akıl dışıdır. O nedenle teknoloji ne denli gelişirse gelişsin, kapitalizm devam ettiği sürece canlı emek ve yalnızca canlı emek altın yumurtlayan kaz konumuna sahip olmayı sürdürecektir. İnsansı robotların en mükemmeli bile, kapitalizmde canlı emeğin sahip olduğu sihirli güce asla ulaşamayacaktır. İşçi sınıfı kapitalizmi dünyadan silip süpürdüğünde ise, yeryüzünde ne değişim değerleri üretimi ne de artı-değer üretimi kalacaktır. İşte ancak o zaman dünya üzerindeki insanlar, daha önce üretilmiş devasa ölü emek birikimi ve yaratılan bolluk sayesinde, toplumsal üretim sürecinde canlı emeğe pek de fazla ihtiyaç duymadan keyifli bir yaşam sürdürebileceklerdir. Yüksek teknoloji ve insansı-robotlar ancak öyle bir dünyada, insanın kendi özü ve doğayla barışık biçimde ve de eşitlik anlayışı temelinde tüm insanlığın hizmetine girebilir. Kapitalizm altında bunları düşünmek ise ya boş bir hayal ya da büyük bir kandırmacadan ibarettir.

27


marksist tutum

Nisan 2012 • sayı: 85

Kapitalizmin emrindeki bir teknolojinin gelişimi insan yaşamını hiç de adaletli biçimde kolaylaştırmamaktadır. Tersine, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir azınlığı bu teknolojinin patronu kılmakta ve yalnızca bu azınlığı teknolojik devrimlerin nimetleriyle abat etmektedir. Kapitalizm dünyanın emekçi çoğunluğu üzerine ise gelişkin teknoloji ile ölüm kusmaktadır. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumda tüm insanlığın hizmetine koşacak insansırobotlar, kapitalizm altında yoksul insanlara hükmedecek androitlere (insan kadar zeki robotlar), modern kölebaşlarına dönüştürülmektedir.

İşçi sınıfı yok olmuyor, büyüyor! Hayatta her şey karşıtıyla vardır. Sermaye ve ücretliemek de çelişkileri içinde diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi aynı zamanda ücretli-emeğin de üretimi demektir. İşçi sınıfı olmadan burjuvazi var olamaz. Kapitalizm ilerleyiş çizgisi boyunca kırı çözerek, geçmiş dönemlere özgü emekçileri proleterleştirerek, eski üretim tarzlarını-ilişkilerini tarihe gömerek ve de ulusal sınırları aşıp evrenselleşerek kapitalist bir dünya sistemi yaratmıştır. Kapitalizmin kaçınılmaz küresel gelişimi, modern toplumun iki temel sınıfını oluşturan burjuvazi ve proletaryaya da dünyasal bir karakter kazandırmıştır. Böyle bir dünyada işçi sınıfının gücünü yok saymaya, bu gücü görmezden gelmeye çalışan yaklaşımlar kendilerini beyhude yere kandırmaktadırlar. Gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde ağırlığını hissettiren sınıf proletaryadır. Bu durum Marksizmin kurucularının daha yıllar öncesinden kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek işaret ettikleri temel gerçeklerden birisidir. Dünya nüfusu giderek daha büyük oranlarda proleterleşmektedir. Bu ve benzeri gerçeklerden rahatsız olan tüm yazarçizer ve düşünür takımı, daima, kimi gelişme eğilimlerini tersten okuyarak icat ettikleri tahrifat ve çarpıtmalarıyla ünlenirler. Burjuva ideologları ve onların etki alanına girmiş solcu dönekler taifesi de zaman içinde işçi sınıfının iç yapısında gerçekleşen değişimleri işte bu yolda kullanmışlardır. Bu nedenle, sayıları artan beyaz yakalı işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler ordusu vb., bunların tümü işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanmıştır. Maksat, “Marx yanıldı”, “işçi sınıfı aslında büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialara bilimsel görünen birtakım gerekçeler icat edip göz boyayabilmektir. Oysa Marx, ortaya atılan tüm bu yavan iddialarla daha yıllar öncesinden alay edercesine, kapitalist gelişmenin işçi sınıfının iç yapısında yaratacağı değişime dikkat çekmiştir. Kapitalizmin gelişmesi, işçi sınıfının içinde de sürekli bir başkalaşımın yaşandığı dinamik bir süreçtir. Teknolojik gelişme neticesinde işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında ve ayrıca sınıfın iç yapılanmasında, işçilerin üretim dallarına dağılımında, vasıf

28

düzeyi ve çeşitlerinde değişimler gerçekleşir. Kapitalist gelişme neticesinde bir yanda sermaye birikimi yoğunlaşıp merkezileşirken, diğer yanda işçi sınıfı tüm kesimleri itibarıyla değerlendirildiğinde büyümesini sürdürür. Bütün toplumsal sınıflar gibi işçi sınıfı da kuşkusuz homojen bir sınıf değildir. İçinde zamanla nicel ve nitel açıdan değişime uğrayan farklı kesimleri barındırır. Fakat toparlayıcı biçimde en baştan belirtmek gerekirse, üretim aracı sahibi olmayan ve yaşamlarını asıl olarak işgüçlerini kapitalistlere satarak sürdürebilen ücretlilerin tümü, meslek, gelir düzeyi, üretimdeki pozisyon farklılıklarına bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedirler. İç yapısındaki farklılaşmalara rağmen işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde ve kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmez. Kimi eski sanayi kollarının gözden düşmesiyle buralarda çalışan işçi sayısı azalır, fakat yükselişe geçen yeni alanlarda (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) istihdam edilen işçi sayısı ise artar. Genelde makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla üretim sürecinde makine kullanımı alabildiğine yoğunlaşır. Fakat bu genel gelişme eğilimine rağmen kapitalizm işçi sınıfı olmadan varlığını sürdüremez. Üretici güçler geliştikçe, çok daha fazla ölçekte üretim daha az sayıda işçiyle yapılabilir hale gelir. Ne var ki, teknolojik değişim işçi sınıfının işli ve işsiz kesimi arasındaki verili dengeyi bozar ve sınıfın işsiz kesiminin büyümesi doğrultusunda bir eğilim yaratır. Ayrıca kapitalist işleyiş-


sayı: 85 • Nisan 2012

teki daralmalar neticesinde de işçi sınıfının işli kesimiyle işsiz kesimi arasındaki oran, fiilen bir iş bulup çalışan işçiler aleyhine bozulur. Kapitalist üretim sürecinin devamı için çeşitli tür ve vasıfta emeğe ihtiyaç olmakla birlikte, artı-değer üretimi üretken emeğin kullanımını zorunlu kılar. Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek, yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak kapitalist için doğrudan artı-değer üreten ücretli emektir. Bu artıdeğerin kapitalist üretim sürecinin hangi kesiminde üretildiği, örneğin klasik sanayi kesimlerinden birinde mi yoksa modern hizmet kesimlerinden birinde mi yaratıldığı bu açıdan hiçbir fark teşkil etmez. Diğer yandan, işçi sınıfının kapsamı kuşkusuz yalnızca üretken emekle sınırlı değildir ve işçi sınıfının kapsamını bütünsel olarak kavrayabilmek için üretken olmayan emeği, yani artı-değer üretmeyen işçileri de mutlaka hesaba katmak zorunludur. Ticaret, depolama, muhasebe vb. gibi alanlarda istihdam edilen emek artı-değer üretmediği için kapitalist açıdan üretken olmayan emektir. Fakat böyle olması, bu işçilerin sömürülmediği anlamına gelmez. Her iki işçi kategorisi açısından da ortada bir sömürü ve karşılığı ödenmeyen emek vardır. Yine de üretken olan ve üretken olmayan emek arasında ayrım yapmak gereklidir. Üretken emek kapsamına giren işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı artı-değer üretir ve bu işçilerin patronlarının artıdeğere doğrudan doğruya el koymalarını sağlar. Üretken olmayan emek kapsamındaki işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işçilerin patronlarının üretken işçilerin üretmiş olduğu artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar. Üretim sürecinde gerçekleşen teknolojik yenilikler, işçi sınıfı içinde kafa ve kol emeği arasındaki farklılıkları silikleştirme eğilimindedir. Kapitalizmin gelişmesi, üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp kafa emeğinin önemini artırma eğilimi sergiler. Unutmamak gerekir ki, aslında teknolojinin gelişebilmesi ve üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makinelerin bulunup uygulamaya sokulması, bilimsel buluşlar vb., bunların hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ancak kapitalizm işçinin emeğinin ürününü sermayeye dönüştürür. Ve toplumsal emeğin güçleri de işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilirler. Bu ve benzeri durumlar kapitalist işleyişin yarattığı derin yanılsamaların kaynağıdır. Bu yanılsamalar konusunda çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, üretim sürecinde gittikçe daha yoğun biçimde kullanılan kafa emeğinin konumunu hatırlatabiliriz. İşin gerçeğinde işçi sınıfının bir bileşeni olan bu kafa emeği, işçiler tarafından sermayenin bir gücü gibi algılanmaktadır. Kapitalizm genelde bilimi de sermayenin emrindeki üretici güce dönüştürmüştür. Günümüzde sınıflar üstü, tarafsız bilim diye bir şey yoktur. Açıktır ki, bilim işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Bu bakımdan bur-

marksist tutum

juvazi ile proletarya arasındaki ayrımın ve çelişkinin azaldığını iddia eden tüm bilimsel cilâlı tezler (post-modern toplum, endüstriyel toplum, bilgi toplumu vb.) son tahlilde sermayeye hizmet etmektedirler. Teknoloji ve bilim üzerindeki sermaye egemenliğini sorgulamadan bilim ve teknolojiye tapınan okumuşlar, aptallıklarının yanı sıra bir de iflah olmaz düzen yanlısı konumlarını sergilemektedirler. Kapitalist gelişme, belirli bir toplumsal üretim miktarı için gereken toplumsal emek zamanını azaltmaktadır. Bunun yanı sıra, farklı emek türleri kolektif üretici niteliğinde birleşmekte ve toplumsal ihtiyaçların çok daha kısa çalışma saatleri içinde kolektif biçimde karşılanması olanaklı hale gelmektedir. Fakat bu “olanak” kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak yamulmaktadır. Bu nedenle küresel kapitalizm, en yeni tekniklerle neredeyse bedava işgücünün kullanıldığı en ilkel üretim yöntemlerinin yan yana barınabildiği bir tarihsel garabete dönüşmüştür. Emekçi kitlelerin yaşadığı gerçeklerle teknik olanaklar arasındaki açlık ve tokluk uçurumu alabildiğine büyümüştür. Marx’ın yıllar önce dediği gibi, emek zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksulluk ve yoksunluk üretiyor. Kapitalizm emeğin yerine makineleri geçirirken, işçilerin bir bölümünü de barbarca bir çalışma düzeni içine atıyor. Fazla söze ne hacet! Kapitalizm altında işçi günümüzde de ücretli köle olmayı sürdürüyor ve tıpkı kendinden önceki işçi kuşakları gibi, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmuyor. Kapitalist sistemin günümüzdeki bu çarpıcı gerçekliği akla yıllar önce en güzel biçimde ifade edilmiş bir hakikati getiriyor. Marx’ın yıllar önce dediği gibi, emek zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksulluk ve yoksunluk üretiyor. Kapitalizm emeğin yerine makineleri geçirirken, işçilerin bir bölümünü de barbarca bir çalışma düzeni içine atıyor. Fazla söze ne hacet! Kapitalizm altında işçi günümüzde de ücretli köle olmayı sürdürüyor ve tıpkı kendinden önceki işçi kuşakları gibi, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi bulunmuyor.

Kâr oranları düşüyor Kapitalist üretim süreci belirli zaman aralıklarıyla birbirini takip eden döngüler temelinde yol alır. Kapitalist ekonomi bu temelde bir kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine ulaşır. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmektedir. Kendi aralarındaki rekabet, kapitalistleri, emeğin üretkenliğini artırıp üretim maliyetlerini düşürecek yöntemleri

29


Nisan 2012 • sayı: 85

marksist tutum

bulup uygulamaya sevk etmektedir. Bunun anlamı, daha kısa zamanda daha az işgücü kullanımıyla daha çok meta ürettirmektir. Kapitalistler el koyacakları artı-değer kitlesini ve dolayısıyla kârlılıklarını büyütmeye çalışırlarken, üretim sürecinin teknik niteliği ve yatırılması gerekli sermayenin iç bileşimi de değişime uğrar. Üretim sürecinde eski dönemlerin emek-yoğun tekniklerinin kullanımı azalırken makine-yoğun tekniklerin kullanımı artar. Teknolojik ilerleme, aynı süre içinde aynı miktarda canlı emeğin giderek artan büyüklükte bir değişmeyen sermayeyi (üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler, iş aletlerine tahsis edilen sermaye) işlemesini ve bunlardan artan miktarları yeni değerlere katabilmesini mümkün kılar. Fakat bunun sonucunda değişmeyen sermaye giderleri de kaçınılmaz olarak artar. Bu artan miktarın toplam sermaye içinde değişen sermayeye (işgücüne tahsis edilen sermaye) oranı ise büyür. Bu oran “sermayenin organik bileşimi” olarak adlandırılır ve zamanla yükselme eğilimi sergiler. Kapitalist gelişmeyle birlikte eskiye oranla çok daha karmaşık makine ve teçhizatlara muazzam miktarlarda yatırım harcaması yapılmakta ve böylece hem toplam sermaye tutarı hem de sermayenin organik bileşimi yükselmektedir. Bu olgu ortalama kâr oranlarında da düşüş eğilimi yaratmaktadır. Bu noktada kâr oranı ile artı-değer oranının aynı şey olmadığını hatırlatmak yararlı olacaktır. Kâr oranı işçiden sızdırılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Oysa artı-değer oranı, işgününde işçinin kapitalist için çalıştığı bölümün (artı-emek) kendisi için çalıştığı bölüme (gerekli-emek) oranıdır. Her iki bağıntı birlikte düşünüldüğünde kapitalist işleyişin önemli bir yasası kavranabilir. Artı-değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesini sağlayan makineleşme harcamaları neticede kâr oranını düşürmektedir. Ancak ortalama kâr oranlarının düşme eğilimi yasası, sürekli olarak mutlak düşüşlerin yaşanmasını anlatmaz. Bu yasa, düşüş yönünde tarihsel bir eğilimin işlediğini ifade eder.

30

Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi, kapitalist sistem krizlerinin ortaya çıkışında da merkezi bir öneme sahiptir. İşçi daha üretken hale geldiğinde ve daha çok sömürüldüğünde kâr oranları yükselmemekte, aksine düşüş eğilimi göstermektedir. Bu durum kapitalizmin açmazlarına, örneğin robotlaşmadaki sınırlara da işaret eder. Öte yandan, kâr oranı kapitalist üretimin itici gücüdür ve metalar kapitalistler için kârlı oldukları sürece üretilirler. Yeni bir üretim yöntemi ne denli üretken olursa olsun, kârlılığı düşürdüğü sürece hiçbir kapitalist tarafından gönüllü olarak uygulamaya konmaz. Üretkenlikteki gelişme, kapitalisti, bir malın üretimi için gereken toplumsal emek-zamanını azalttığı için değil, kârını yükselttiği için ilgilendirir. Kapitalistler hesaplarını soyut formüller üzerinden değil, elde ettikleri somut kâr oranı ve kâr kitlesi gibi rakamlar üzerinden yürütürler. Yeni üretim yöntemleri kapitalistlere, ancak sermaye faktörlerinin fiyatlarını ucuzlatıp kârlılığı arttırdığı zaman cazip görünebilir. Kapitalizmin katı iç yasaları derinlemesine hesaba katıldığında, toplam sermaye içinde değişen sermaye tutarını neredeyse sıfır noktasına doğru çekip, değişmeyen sermaye tutarını ise alabildiğine artırmanın hiç de hayırlı bir sonuç doğurmayacağı açıktır. Bu bakımdan, işçi sınıfının yükünden kurtulma düşüncesiyle canlı işçi yerine robot-işçi çalıştırma fantezisinin kapitalistler açısından yağmurdan kaçarken doluya tutulmak dışında pek de bir anlamı bulunmamaktadır. Teknolojik buluşlar bir devrim niteliğine büründüğünde dahi, bunun sermayeyi ilgilendiren tarafı, işin teknik mucize boyutu değildir. Kapitalistler daima yeni buluşların üretim sürecine uygulanmasının kârlı ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Kapitalizm tarihinin gözler önüne serdiği üzere, yeni teknolojilerin kullanıma sokulması önce belirli bir süre muazzam kârlar sağlanmasına fırsat verebilir. Fakat kullanım yaygınlaştıkça yeni teknolojiler sıradanlaşacak ve sermayenin organik bileşimi yükseldikçe de ortalama kâr oranları düşecektir. Nereden bakarsak bakalım, kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusunun körüklediği aşırı üretim olgusu ile geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişkiyi de asla aşamaz. Böylesi eşitsiz, adaletsiz ve mantıksız bir sistemin hak ettiği son, işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkılmaktan başka bir şey olamaz.

Uyuklayan dev uyanıyor İşçi sınıfı gerçeğinin bilimsel olarak iki farklı açıdan ele alınması gerekir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf


sayı: 85 • Nisan 2012

olarak ifade edebileceğimiz bu iki farklı pozisyon, kapitalist gelişme süreci boyunca işçi sınıfının oluşup olgunlaşma sürecinin de farklı uğraklarıdır. Birincisi sınıfın nesnel varlığına işaret ederken, ikincisi sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyini dile getiren öznel sınıf konumunu anlatır. Kapitalist gelişme süreci aynı zamanda işçi sınıfının nesnel bir varlık kazanma sürecidir. Bu sürecin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında bir araya getirmesiyle birlikte bir öznel sınıf pozisyonu da gelişmeye başlar. İşçiler arasında kaçınılmaz olarak birleşme ve mücadele etme çabaları filizlenir. İktisadi talepleri çerçevesinde patronlara karşı örgütlenmeye geçen işçiler arasında ilksel sınıf bilincinin kıvılcımları çakar. İşçi sendikalarında birleşen işçiler, sömüren ve sömürülen arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varmaya başlarlar. İşçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci bir mücadele yürütebilmesi için bu bilinç ve örgütlülük eşiğinin aşılması zorunludur. Devrimci işçi sınıfı, devrimci siyasal bilinçle donanan ve bu temelde örgütlenen işçilerin oluşturduğu bir toplumsal-siyasal varlıktır. Kapitalizme karşı sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu, yani sosyalizmi amaçlayan bir mücadeleden söz edebilmek için öncü işçilerin devrimci siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyine yükselmiş olmaları gerekir. İşte Marksizmin dünyayı değiştirme bağlamında asıl üzerinde yoğunlaştığı sorunlar da zaten sınıfın bu öznel konumuna ilişkindir. Sınıfın öznel konumundaki gerileme koşullarını, işçi sınıfının varlığını ve tarihsel rolünü reddetmek için bahane olarak kullanan inkârcı ve dönek zihniyet hep var olmuştur. Bu tür bir zihniyeti temsil eden siyasal çevreler, Marksizme kara çalabilmek gayesiyle sınıfın öznel konumundaki gerilemeyi her daim abartıp mutlaklaştırırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir proletarya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci potansiyeline bel bağlamak ve bu potansiyelin harekete geçebilmesi için çaba sarf etmek de beyhude bir uğraştır. Oysa nesnel ve öznel sınıf konumları arasında diyalektik bir ilişki olmak-

marksist tutum

la birlikte, öznel konumdaki dönemsel gerilemeler sınıfın nesnel varlığını ortadan kaldırmaz ve onun devrimci potansiyelini yok etmez. Fakat sınıf mücadelesi sürecinde işçiler aleyhine gerçekleşen tarihsel olaylar, dünya proletaryasını, tekrar anlamlı bir uyanışın olacağı bir tarihsel dönemece dek derin bir kış uykusuna yatırabilir. Nitekim uzun bir dönem boyunca olmuş olan da işte budur. Ezilen, sömürülen ve baskı altında tutulan sınıfları yönetebilmek için egemen sınıflar her devirde yalan üretimine ihtiyaç duymuş ve bu nedenle devletlerini ideolojik aygıtlarla donatmışlardır. Kapitalizmin tarihi incelendiğinde de açıkça görülecektir ki, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına karşı ileri sürdüğü argümanlar kafaları karıştırmak ve işçileri mücadele yolundan döndürmek için üretilen yalanlardan ibarettir. Teknoloji gelişip bilimde ilerlemeler kaydedildikçe bu yalanlar bilimsel ambalajlara sarılsa da işin özü değişmez. Ne var ki, bu yalanlar ne denli ustaca imal edilmiş olurlarsa olsunlar kapitalizmin derin krizlere sürüklendiği dönemlerde gerçeklerin duvarına toslayıp parçalanmaya yazgılıdırlar. İşte kapitalist sistemin özellikle 80’lerden günümüze, yeni teknolojilerin genç kuşaklarda yarattığı illüzyonlar eşliğinde piyasaya sürdüğü yalanların başına gelenler de bu dediklerimizi çarpıcı biçimde somutluyor. Okuyan gençlik ve kentlerin genç işçi kuşakları yalanlarla avlanıp kapitalizme bağlanmak istense de, aslında yalan imparatorluğunun parlak çağı pek de uzun sürmedi. Kapitalizmin sistem krizi, son dönemde burjuvaziyi bile korkulara gark ederek, dünyadaki siyasal atmosferi ve sınıfların ruh halini değişikliğe uğratıyor. Eski dönemlerin korkunç kırım ve kıtlık dönemlerini çağrıştırırcasına eğitimsizliğe ve sefalete mahkûm edilmiş bir açlar ordusu, kapitalizmin yalanlarını tuzla buz edercesine dört nala ilerliyor. Yok olduğu söylenen işçi sınıfı, kapitalizmin ilkel birikim dönemine benzer çalışma koşullarına geri döndürülen bölükleri ve işsizlik girdabına sürüklenen yedek sanayi ordularıyla modern çağların kentlerini devasa varoşlara dönüştürüp kuşatıyor. Proletarya, kendisini tarihten silmeye ve külliyen yok saymaya çalışanlara inat, “ben buradayım” diye dikilip haykırıyor. Uzun bir süredir uyuklayan dev, genel bir uyanış ve silkiniş çabası içinde olduğunu dosta düşmana göstermeye başlıyor. Önümüzdeki 1 Mayıs günü de dünyanın dört bir yanında işçiler kızıl bayrakları ve savaşsız, sömürüsüz bir dünya istemini dile getiren pankartlarıyla; birlik, mücadele ve dayanışma istemini dile getiren sloganlarıyla alanları dolduracaklar. Selam olsun dünya işçi sınıfına! Selam olsun yaratana! Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam! 27 Nisan 2008

31


2 Devlet Katliamları Aklıyor Gülhan Dildar

32

Temmuz 1993’te, Sivas’ta Pir Sultan Abdal’ı anma etkinliklerine katılacak olan 33 aydın ve 2 otel çalışanı, Madımak Otelinin ateşe verilmesiyle birlikte binlerce insanın gözlerinin önünde hunharca katledilmişti. Bu katliamın hazırlıkları günler öncesinden devletin o “derin elleri” tarafından yapılmıştı. Devlet, etkinliğe katılacak olan insanların güvenliğini sağlamak bir yana, katliamın hemen öncesinde kolluk kuvvetlerinin önemli bir kısmını başka ilçelere göndermişti. Dini temellerde kışkırtılan güruh, belediye başkanının “Gazanız mübarek olsun” söylemiyle tahrik edilerek harekete geçirilmişti. Bugün en haklı taleplerini dile getirmek isteyen işçilerin, emekçilerin karşısına anında dikiliveren devletin o “şanlı güvenlik güçleri” 8 saat boyunca katliamı izlemiş, itfaiye araçları otelin önünde olmasına rağmen yangın söndürülme teşebbüsünde dahi bulunulmamıştı. Otelde mahsur kalanlar saatler sonra kurtarılmaya başlanmıştı. Ancak 35 kişi çoktan can çekişe çekişe yaşamlarını yitirmişti. Binlerce insanın gözlerinin önünde gerçekleşen bu vahşet, ne yazık ki, “dini duyguları aşağılanan bir grup insanın tepkisi” olarak lanse edildi ve devletin katliamdaki rolü gizlendi. Oysa devlet kontrgerilla örgütlenmeleri aracılığıyla sahnede görünen yobaz güruhu kışkırtmış ve Aleviler üzerine salıvermişti. Katliam sonrasında ise dönemin devlet erkânı tarafından çeşitli açıklamalar yapılacaktı. “Alevi kesimin oylarına yaslanarak parlamentoda kendisine yer bulan ve koalisyon ortağı olan SHP’nin Genel Başkanı Erdal İnönü, ‘güvenlik güçlerimizin özverisiyle vatandaşlarımızın daha fazla zarar görmesi engellenmiştir’ açıklamasıyla bir yandan


sayı: 85 • Nisan 2012

riyakârlığın sınırlarını zorlarken bir yandan da olayların tamamen devletin kontrolü dışında geliştiği izlenimini vermeye çalışıyordu. Diğer devletlûların açıklamaları da bundan farklı değildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ‘halkla polisi karşı karşıya getirmeyin’ sözlerini, oteli ateşe veren ‘halk’ için söylemekteydi. Başbakan Tansu Çiller, ‘otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir şey olmamıştır’; ANAP lideri M. Yılmaz, ‘bu, bir futbol maçında bile çıkabilecek bir olaydır’ sözleriyle kendilerini ele veriyorlardı.” (Cem Keskin, Sivas Katliamının Sorumlusu Kapitalist Devlettir!, www.marksist.com)

Sivas davasında gelinen nokta Katliam sonrasında açılan dava yıllarca kerhen sürmüş, sorulan sorulara cevap aranmamış, kimi sanıklar yıllardır bulunamamıştır! Binlerce insanı bir araya toplayan, otelin etrafını kuşatıp yakma emrini verenler araştırılmamış, aksine olay yalnızca o günle sınırlı tutulmuştur. Bu katliamın neden gerçekleştirildiği ise gündeme dahi getirilmemiştir. Katliam sonrasında gözaltına alınanlar hakkında “laik anayasal düzeni değiştirip din devleti kurmaya kalkışma” suçlamasıyla dava açılmıştır. Oysa ortada devlete karşı işlenen bir suç yoktur, aksine söz konusu olan devletin günler öncesinden planlı ve bilinçli bir şekilde örgütlediği bir suçtur. Üstelik bu vahşet insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. İşte aradan 19 yıl geçtikten sonra 13 Martta Sivas katliamı ana davasından dosyaları ayrılan 7 kişinin duruşması Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü ve mahkeme, 2 sanığın ölmüş olması, diğer 5 sanık açısından ise zaman aşımı nedeniyle kamu davasının

marksist tutum

düşürülmesine karar verdi. Aslında davanın düşeceği belliydi. Çünkü devlet artık bu defteri kapatmak, gündemden düşürmek ve kendi üzerine sıçramış kanı gözlerden saklamak istiyordu. Bu durumu Başbakan Erdoğan’ın hiç utanıp sıkılmadan mahkemenin kararı sonrasında söylediği “vatana, millete hayırlı olsun” sözleri yeterince açığa vuruyor zaten. Katliamda yaşamını yitirenlerin yakınları ve davanın takipçileri mahkemenin verdiği kararı “insanlık suçlarında zaman aşımı olmaz” diyerek protesto etmek isterken, polisin biber gazına, copuna, tazyikli suyuna, azgınca saldırısına maruz kaldılar. Kendine demokratlığını kanıtlamış olan AKP hükümeti bir kez daha devletin katliamcı geleneğini sahiplendiğini göstermiştir. Başbakan mahkeme kararını protesto edenleri ideolojik yaklaşmakla ve “bir tarafa siyasi bir servis yapmakla” suçladı. “Daha ne istiyorsunuz, devlet galeyana getirdiği güruhu günah keçisi ilan etti, yetmiyor mu?” demeye getirdi. Ancak fütursuzca açıklamalar yapan başbakan, bu davadan tutuklu bulunanların sadece maşalar olduğunu ve devletin provokasyonuyla harekete geçtiklerini çok iyi bilmektedir. Açıktır ki, bugün Erdoğan’ın taşıdığı zihniyet ile geçmiş dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakanı Tansu Çiller’in devletçi zihniyeti aynıdır. Üstelik 7 kişinin dava dosyasının zaman aşımına uğratılmasına gelen tepkiyle birlikte, AKP yanlısı burjuva medyada, Sivas davası “İstiklal Mahkemeleri sonrasında tek bir davada çok sayıda idam cezasının verildiği ilk dava” olarak nitelendirilerek, “suçlular fazlasıyla cezalandırıldılar” hissiyatı yaratılmaya çalışıldı. Yani onlara göre canice gerçekleştirilen bu katliamın cezası “fazlasıyla” verilmişti. Aradan 19 yıl geçtikten sonra Sivas katliamı ana davasından dosyaları ayrılan 7 kişinin duruşması Ankara’da görüldü ve mahkeme zaman aşımı nedeniyle davanın düşürülmesine karar verdi. Aslında davanın düşeceği belliydi. Çünkü devlet artık bu defteri kapatmak, gündemden düşürmek ve kendi üzerine sıçramış kanı gözlerden saklamak istiyordu. Bu durumu Başbakan Erdoğan’ın hiç utanıp sıkılmadan mahkemenin kararı sonrasında söylediği “vatana, millete hayırlı olsun” sözleri yeterince açığa vuruyor zaten.

33


marksist tutum

Sivas katliamı devletin akladığı tek katliam değildir Devletin ve hükümetin aklamaya çalıştığı tek katliam Sivas katliamı değildir. Devlet ezilen Kürt halkına ve işçi-emekçilere karşı gerçekleştirilen tüm katliamları gözlerden uzak tutmaya ve hafızalardan silmeye çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde AİHM’e taşınan Uğur Kaymaz dosyasında da devlet yine insan aklının alamayacağı pervasızlıkla, vicdansızlıkla “orantılı güç kullanma” olarak savunmasını verdi. Hatırlatacak olursak, henüz 12 yaşındaki Uğur, “terörist” olduğu iddia edilerek 13 kurşunla, babası ise 8 kurşunla polis tarafından acımasızca katledilmişti. 4 polis hakkında dava açılmıştı. Ancak mahkeme, yargılanan 4 polisin “meşru müdafaada bulunduğu” yalanıyla beraatına karar vermişti. Düzmece, yalan dolan üzerine kurulu olan ve egemenlerin çıkarları doğrultusunda karar alan mahkemeler insanları çaresiz bırakmaya çalışıyor. Bugün devletin Kürtlere karşı yürüttüğü kirli savaşta yargının “bağımsız” ve “adil” davranabileceğini düşünmek ahmaklık olur doğrusu. Kaymaz ailesi Türk yargısında adaleti bulamayınca çareyi dosyayı AİHM’e taşımakta bulmuştu. AİHM, Türk devletine, Uğur Kaymaz’ın 13 kurşun, Ahmet Kaymaz’ın ise 8 kurşunla öldürülmesinden başka çare olup olmadığını sordu. Ancak devletin, polisleri aracılığı ile gerçekleştirdiği katliam adli tıp raporlarıyla da ayan beyan ortaya konmuşken, TC hiç utanmadan baba ve oğlun polislere 13 kurşun attığını söyleyebilmiştir. Üstelik Kalaşnikof taşıyamayacak kadar küçük olan Uğur’un 8 kere ateş ettiği iddia edilmiştir. Ayrıca 12 yaşında olmadığının kanıtı olarak da bıyıkları, koltuk altındaki tüyleri gösterilmiştir. Yani devlet 12 yaşındaki Uğur’un küçücük bedenine yağdırdığı 13 kurşunu “orantılı güç” olarak sunarak, gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamı haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Devlet yakın zamanda işlediği suçları nasıl örtbas etme çabası içerisinde ise, aynı şey geçmişteki hain katliamlar için de geçerlidir. Buna somut bir örnek olarak, DİSK’in mücadeleci lideri Kemal Türkler’in katledilmesinin üzerinden seneler geçmesine rağmen eldeki tek failin yargılandığı davanın düşürülmesini verebiliriz. Kemal Türkler 22 Temmuz 1980’de evinin önünde faşistler tarafından hunharca vurularak katledilmişti. Kemal Türkler’in katilleri devlet tarafından 30 yıl boyunca korundu ve 1 Aralık 2010’da gerçekleştirilen son duruşmada ise zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle dava düşürüldü. 30 yıl boyunca her şey kılıfına uyduruldu. Türkler’in faillerinden MHP’li Ünal Osmanoğlu yıllarca aranmış ama ne hikmetse bulunamamıştı! Oysaki bir kamu işletmesinde yedi yıl devletin güvenli kolları altında çalıştırılan kişi, aranıp da bulunamayan

34

Nisan 2012 • sayı: 85

sanığın ta kendisiydi. Asıl önemlisi Kemal Türkler’in katilleri olarak adları geçen Ünal Osmanoğlu ve üç arkadaşı sadece tetiği çekenlerdi. Baş sanık, 12 Eylül kanlı faşizmine giden sürecin son provasını yapan devletin kendisi olmalıydı, ama burjuva mahkemelerden de kendi devletini yargılaması beklenemezdi doğal olarak.

Burjuva devletten adalet beklenebilir mi? Devlet ve AKP hükümeti bugün yüzlerce Kürt çocuğu polise taş attıkları gerekçesiyle Terörle Mücadele Yasasından yargılıyor, yaşlarının kat be katı yıllara varan cezalar veriyor. Adana Pozantı cezaevinde de ayyuka çıktığı üzere devlet, her türlü iğrenç yöntemi kullanarak Kürt halkını çocukları üzerinden de yıldırmaya çalışıyor. Oysa bir Ermeni aydını olan Hrant Dink’e tetiği çekenler “çocuk” sayılırken, hain suikastın arkasında “örgüt” bulunamıyor. Diğer taraftan ise binlerce Kürt siyasetçisi, aydın, öğrenci, haklarında hiçbir kanıt olmadığı halde, sol yumruğun kaldırılarak slogan atılması gibi komik delillerle, KCK davası kapsamında aylarca, yıllarca tutsak ediliyorlar. İşte burjuva düzenin adalet sınırları buraya kadardır. Hak arama mücadelesi veren binlerce insan TC’nin zindanlarında işkenceye, tacize, tecavüze, her türlü akıl almaz baskıya maruz kalırken, sözümona bağımsız yargı, devlet eliyle gerçekleştirilen katliamları zaman aşımına uğratıp üzerini kapatıyor, üç maymun oynanıyor. Kemal Türkler davasının dosyalarının Ankara’dan İstanbul’a getirilmesi için koca bir 6 yıl geçmesi gerekmişti örneğin. Devletin ve hükümetin aklamaya çalıştığı tek katliam Sivas katliamı değildir. Devlet ezilen Kürt halkına ve işçiemekçilere karşı gerçekleştirilen tüm katliamları gözlerden uzak tutmaya ve hafızalardan silmeye çalışıyor. İçinde yaşadığımız bu kahrolası kapitalist sistemden adalet beklemek beyhudedir. Bu cinayetlerin ve zulmün hesabını sormak Türkiye işçi sınıfının boynunun borcudur.

İçinde yaşadığımız bu kahrolası kapitalist sistemden adalet beklemek beyhudedir. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü koşullarında, güç ve iktidar bugün egemenlerin ellerindedir ve dolayısıyla böylesi bir düzende adalet asla yerini bulmayacaktır. Burjuva devleti ortadan kaldırmadıkça hiçbir zaman gerçekleştirilen katliamların gerçek anlamda hesabı sorulmuş olmayacaktır. Bu cinayetlerin ve zulmün hesabını sormak Türkiye işçi sınıfının boynunun borcudur. 


İnternet Sızıntıları ve Burjuvazinin Denetim Çabası Suphi Koray

İ

nternet kullanımı tüm dünyada giderek yaygınlaşıyor. Hem internet kullanıcı sayısı hızla artıyor, hem de internetin kullanıldığı alanlar giderek çeşitleniyor. 2011 sonunda internet kullanıcı sayısının 2,3 milyara, yani dünya nüfusunun üçte birine çıktığı ifade ediliyor. Beri yandan, eğlenceden haberleşmeye, bankacılıktan ticarete sayısız alanda kullanılan internet burjuvazi açısından “sanal” bir pazar anlamına da geliyor. İnternet “sanal” olsa da getirdiği kârlar gayet gerçek! İnternetin büyüme hızına paralel olarak, tüm dünyada interneti denetim altına alma girişimleri de artıyor. Hatırlanacağı üzere, geçen Kasım ayında Türkiye’de internet filtreleme sistemi devreye sokulmuştu. Bunun Türkiye’ye özgü bir uygulama olmadığını, tüm dünyada benzer bir eğilimin olduğunu ve bu yönde çalışmalar yürütüldüğünü o zaman da söylemiştik. Ocak ayında ABD’de interneti kısıtlamaya yönelik yeni bir girişimde bulunuldu. SOPA (Sanal Korsanlığı Engelleme Yasası) ve PIPA (Fikri Mülkiyeti Koruma Yasası) adlı iki yasanın “sanal korsanlığı” engelleyeceği söylendi. Telif haklarını sanal ortamda da korumaya yönelik bir yasa çıkarma çalışmaları geçen sene hız kazandı ve Ekim ayında SOPA gündeme geldi. Dev medya tekelleri ABD Temsilciler Meclisinde yasanın onaylanması için lobi faaliyetlerini arttırdılar. Tam rakamlar bilinemese de, medya tekellerinin lobi faaliyetleri için yaklaşık 100 milyon dolar harcadığı söyleniyor. Ancak tüm çabalara rağmen, bu yasalar kongrenin onayını alamadı. Çünkü yasanın internet özgürlüğünü yok ettiğini düşünenler de yasa aleyhine protestolar yaptılar. 18 Ocakta Wikipedia, Google gibi internetin en çok girilen siteleri yasayı protesto ettiler. Wikipedia bir günlüğüne yayınını durdurarak, internet kullanıcılarını yasa

Devlet kitleleri denetim ve gözetim altında tutabilmek için internetin bütün olanaklarından faydalanıyor. Kişiler, kurumlar vb. hakkında bilgi toplamanın internet sayesinde kolaylaşması, kitlelerin her anının gözetim altında tutulabilmesi burjuva devletin işine geliyor. Ancak internet kapitalistlere birçok yeni olanağın kapısını açmanın yanında, düzenin efendilerini rahatsız eden bazı tehlikeleri de getiriyor. İnternetin sunduğu olanaklar burjuvazinin kirli sırlarının ifşa olmasına da sebep olabiliyor.

35


Nisan 2012 • sayı: 85

marksist tutum

hakkında bilgilendirdi ve Temsilciler Meclisine basınç yapılması çağrısında bulundu. Google ise kısa sürede yasa karşıtı 4,5 milyon imza topladı. Yasaların böyle bir tepki doğurması, yasayı destekleyen siyasetçilerin de kararlarını değiştirmelerine yol açtı ve yasa teklifleri geri çekildi. Avrupa’da ise Şubat ayında aynı kapsamda bir yasa ACTA (Sahteciliğe Karşı Ticaret Anlaşması) adıyla gündeme geldi. Bu yasa, ABD’dekilerin kopyası. Yasa, fikri mülkiyeti koruma adı altında pazarlansa da, gerçekte bilgi paylaşımının önüne büyük engeller koyularak internet denetim altına alınmaya çalışılıyor. Bu yasa yürürlüğe girerse, yasayı çiğneyenlerin bilgilerinin servis sağlayıcıları tarafından devlete verilmesi zorunlu hale gelecek. AB üyesi 22 ülkenin imzaladığı bu yasa Haziran ayında Avrupa Parlamentosu’nda oya sunulacak. Almanya ve Hollanda gibi bazı ülkeler yasaya karşı yürütülen protesto mitinglerinin sonucunda yasayı geri çekti. İngiltere ise yasayı uygulamaya başladı bile. Bir paylaşım sitesini kapatan İngiliz devleti, sitenin anasayfasına siteden dosya indirenlerin 10 yıl hapisle cezalandırılacağı tehdidini içeren bir metin koydu. Bu ceza, adam yaralama, tecavüz gibi suçlara verilen cezanın daha üstünde!

“Sanal korsanlık” nedir? İnternetin dünyanın neredeyse her noktasını birbirine bağlaması, küresel bilgi paylaşımının olanaklarını da yarattı. Videolar, filmler, müzikler, haberler bir tıkla kısa bir sürede kilometrelerce uzaklıktaki insanlarla paylaşılabiliyor. İnsanların beğendikleri eserleri birbirleriyle paylaşmaları gelinen teknoloji düzeyinde son derece kolaylaşıyor. Ancak internet üzerinden ücretsiz paylaşım ile kapitalizmin mülkiyet ilişkileri ve yasaları birbiriyle çelişiyor. Sanal pazar bir yandan büyük bir kâr kapısı anlamına geliyorken, bazı burjuvalar içinse kârlarının azalması anlamına geliyor. Örneğin, Hollywood milyon dolarlar harcayarak çektiği bir filmin internetten ücretsiz izlenmesini istemiyor. İnternetin kısıtlanmaya çalışılmasındaki önemli etmenlerden birisi bu. Film, şarkı, kitap gibi eserlerin telif hakları ödenmeksizin dijital kopyalarının internet üzerinden kullanılmasına “sanal korsanlık” adı veriliyor. İnternet üzerinden dijital kopyaların ücretsiz paylaşımı, eğlence sektörüne devasa yatırımlar yapmış olan kapitalistlerin kârlarının düşmesine neden oluyor. Bu paylaşımı sağlayan bazı sitelerin bu işten büyük paralar kazanması da madalyonun bir diğer yüzüdür. Örneğin “megaupload.com” sitesinin sahibi, bu site üzerinden milyonlarca dolarlık bir servete sahip oldu ve bu tür örnekler paylaşım sitelerinin kapatılmasının da bahanesi haline getirildi. Dev tekeller, internetten ücretsiz film izlemenin veya müzik dinlemenin etik bir davranış olmadığını bilinçlere kazımaya çalışıyorlar. İnternetten film izlemeye hırsızlık, dolandırıcılık diyorlar, ama işçilerin iliğine kadar sömürül-

36

melerini doğal karşılıyorlar. İşçilerin alınterini gasp edenler, ikiyüzlülükte de sınır tanımayarak başkalarını emek hırsızlığıyla suçlayabiliyorlar. İşte size burjuva ahlâkı!

Türkiye’de durum İnternet filtreleme sistemi tepkilere rağmen 22 Kasımda hayata geçirildi. “Güvenli internet” adıyla pazarlanan uygulamada kullanıcılara “çocuk profili” ve “aile profili” adı altında iki seçenek sunuluyor. Şimdilik seçmeme hakkımızı kullanıp eskisi gibi interneti kullanabiliyoruz. “Çocuk profilini” tercih edenler yalnızca devletin merkezi olarak belirlediği listedeki sitelere girebiliyorlar. “Aile profilini” tercih edenler ise yine devletin belirlediği listedeki sitelere giremiyorlar. Bu listelerin kumar, uyuşturucu, müstehcenlik, fuhuş gibi “katalog suç”ların işlendiği sitelere girişin engellenmesi için oluşturulduğu söyleniyor. Filtreleme sistemi hayata geçmeden önce şunları söylemiştik: “Örneğin bu derginin web sitesi bugün internet kafelerdeki filtreleme programlarınca keyfi olarak engellenirken, bu yasa çıktığında “ak” listeye alınmayacağı da açıktır. Çünkü burjuva ideolojisine göre devrimci Marksist fikirler bir çocuk için zararlıdır. Hatta kapitalizm açısından yetişkinler için de zararlı olduğu için kara listeye de alınabilir. Bu listelerin hangi kritere göre belirleneceği muğlâk olduğu için bugünkünden çok daha sıkı bir sansür döneminin başlayacağı ortadadır. Dolayısıyla birçok muhalif, sosyalist ve Kürt internet sitesinin engellenmesinin altyapısı oluşturulmaktadır. Asıl amaç budur. Müstehcenlik, fuhuş ve kumar gibi suçların engellenmesi işin kılıfıdır sadece.” (Suphi Koray, Büyük Birader İşbaşında, MT, Haziran 2011) Türkiye’de şu anda 16 binin üzerinde yasaklı site var. Filtreleme sistemiyle internetin devlet eliyle kontrol edilmesi hedefleniyor. Bu durumda erişilmesi istenmeyen siteler, erişim yasağı konulmaksızın kara listeye alınarak kullanıcıların erişimi engellenmiş olacak. Listeler sürekli güncelleniyor, devlet ihtiyacına göre “ak” listesini daraltacak, kara listesini ise genişletecektir. Filtreleme sisteminden önce de Türkiye’de internet büyük baskı altındaydı. Çok sayıda site zaten erişilemez durumdaydı. Şu anda 16 binin üzerinde yasaklı site var. Filtreleme sistemiyle internetin devlet eliyle kontrol edilmesi hedefleniyor. Bu durumda erişilmesi istenmeyen siteler, erişim yasağı konulmaksızın kara listeye alınarak kullanıcıların erişimi engellenmiş olacak. Listeler sürekli güncelleniyor, devlet ihtiyacına göre “ak” listesini daraltacak, kara listesini ise genişletecektir. Hatta bugün için var olan profillerden birini “seçmeme özgürlüğü” de kaldırılabilir. Türkiye, internet politikaları yüzünden Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün gözetim listesinde bulunuyor.


sayı: 85 • Nisan 2012

Çin, İran, Suriye gibi ülkeler “internet düşmanı ülkeler” kategorisinde yer alırken, Türkiye, Fransa, Avustralya, Rusya, Hindistan gibi ülkeler ise “gözetim altındaki ülkeler” kategorisinde bulunuyor.

Politik kaygılar İnternet hem ekonomik açıdan, hem de politik açıdan burjuvazi için çok bereketli bir kaynak. Burjuvazi ideolojik propagandasını interneti kullanarak da yapıyor. Haber portalları ile medyanın en yaygın kullanılan araçlarından biri haline geldi internet. Gazeteler eskiden günde bir kere basılabiliyordu, online gazeteler sayesinde bu sınırlama da ortadan kalkmış bulunuyor. Gazeteler artık internet siteleri üzerinden her haberi istedikleri biçimiyle anında kitlelere ulaştırabiliyor. İnternet bu anlamda haberleri manipüle etmenin, kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin sayısız aracını da sunuyor. Burjuvazi interneti emekçi kitleleri alıklaştırmak için de kullanıyor. Futboldan sinemaya, televizyondan radyoya nasıl ki burjuvazi bunları emekçi kitleleri uyuşturmak için kullanıyorsa, internet de aynı amaç için kullanılıyor. Sosyal paylaşım ağları ile bilgisayarların karşısından ayrılmayan insanlar asosyalleştiriliyor, apolitikleştiriliyor. İnternet kullanımı doğal olarak gençler arasında daha yaygın. Tüm dünyada internet kullananların %45’ini 25 yaş altındaki gençler oluşturuyor. Bu gençler aynı zamanda, özellikle kapitalizmin derin krizinin yaşandığı şu günlerde, bundan en çok etkilenenler. İşsizlik gençler arasında oldukça yüksek, geleceğe dair umutsuzluk ve bundan kaynaklanan öfke de! Bu gençler kapitalizm için büyük tehdit oluşturuyor, bu yüzden kontrol altına alınmaya çalışılıyorlar. Gençliğin dinamizminin kapitalizme karşı devrimci mücadeleye sevk olmasını engellemek istiyorlar. Bu noktada internet burjuvazinin imdadına yetişiyor. Hayattan kopan, sorunlarının kaynağının ne olduğunu fark edemeyen bu kitle, ne yapması gerektiğini de kavrayamıyor doğal olarak. Devlet kitleleri denetim ve gözetim altında tutabilmek için internetin bütün olanaklarından faydalanıyor. Kişiler, kurumlar vb. hakkında bilgi toplamanın internet sayesinde kolaylaşması, kitlelerin her anının gözetim altında tutulabilmesi burjuva devletin işine geliyor. Ancak internet kapitalistlere birçok yeni olanağın kapısını açmanın yanında, düzenin efendilerini rahatsız eden bazı tehlikeleri de getiriyor. İnternetin sunduğu olanaklar burjuvazinin kirli sırlarının ifşa olmasına da sebep olabiliyor.

marksist tutum

Wikileaks vakası bu durumun en bilindik örneğidir. Wikileaks adlı site önce başını ABD’nin çektiği emperyalistlerin Afganistan’da işledikleri savaş suçlarıyla ilgili belgeleri yayınlamıştı. Ardından ise ABD Dışişleri bakanlığının belgelerini yayınlayan site uluslararası gündemin ilk sırasına oturmuştu. Bu belgeler Marksistlerin zaten bildiği devletin pis işlerinin ve burjuva diplomasisinin gerçek yüzünün geniş kitleler tarafından görülmesine yol açmıştı. Wikileaks, Şubat ayının sonunda ise “Gölge CIA” olarak da tarif edilen Stratfor adlı ABD’li kuruluşun e-postalarını yayınlamaya başladı. Stratfor kendisini “ekonomi, jeopolitik-dış politika ve güvenlik konularında uluslararası faaliyetlerde bulunan ve stratejik istihbarat toplayan bir kuruluş” olarak tanımlıyor. Yani Stratfor topladığı uluslararası istihbaratı müşterilerine satan bir istihbarat şirketidir. Yayınlanan e-postalarda müşterilerin listesi yer aldığı gibi, istihbarat kaynakları (ajan) da yer alıyor. Müşterileri arasında ABD ordusu da var, uluslararası tekeller de var, TÜSİAD da var. Stratfor’un Türkiye kaynakları arasında Başbakanın danışmanı İbrahim Kalın gibi kişiler de var. Yine sızıntılardan görüyoruz ki istihbarat toplama taktikleri arasında “mali, cinsel veya psikolojik kontrol” de var. Bu son sızıntılar, Türk medyasında da özellikle Türkiye’nin emperyal politikalarına ve Erdoğan’a ilişkin konularda yayınlanan belgeler vesilesiyle geniş yer buldu. Stratfor sızıntısı, Erdoğan’ın sağlık durumuna ilişkin bilgiler, Gülenciler ile AKP arasında yaşananlar ve Türkiye’nin Ortadoğu’da izleyeceği politikalara dair yorumların yer aldığı bu mailler dolayısıyla Türkiye’de diğer ülkelerden daha fazla gündem oldu. Bizzat Stratfor’un kurucusu “Türkiye dışında hiçbir ülkede bu kadar olay olmadı” diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Sızan belgelerde yer alan bilgilerin önemsiz bilgiler olduğu iddia edilerek ortaya çıkan pislikler sümen altı edilmeye çalışıldı. Stratfor sızıntılarına yönelik tepkinin de gösterdiği üzere, “fikri mülkiyeti koruma” adı altında çıkarılan yasaların asıl amacı interneti denetim altına almaktır. Kapitalist sistemin çürümüşlüğünün emekçiler nezdinde teşhir olması burjuvazi açısından büyük bir tehlike oluşturuyor. Bugün işçi sınıfı örgütlü olmadığı için bu rezaletlere karşı güçlü bir tepki ortaya çıkmıyor. Burjuvazi pisliklerini, alelade şeylermiş gibi geçiştirebiliyor. Ama kirli çamaşırlarının ortaya çıkmasını ve emekçilerin muhalif fikirlere erişimini engellemek için önlemler almayı da ihmal etmiyor. Çünkü burjuvazi biliyor ki, işçi sınıfı örgütlü olduğunda bu kadar ucuz atlatamayacaktır.

37


İşçilerin Katili Sermaye Düzeni Zehra Aras “Sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve irin akarak doğmuştur.” (Karl Marx)

S

ermaye, Esenyurt’ta 11 inşaat işçisini diri diri yakarak katletti. Ölen işçilerin ardından timsah gözyaşları döken burjuva medyada bir yazar “ölümleri kapitalizme maletmeyelim” diyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde iş güvenliği önlemleri yeterince alınıyormuş. Böyle şeyler oralarda olmuyormuş! Pek masum kapitalizmin ahtapot gibi kuşattığı dünyada iş cinayetleri ve meslek hastalıkları marifetiyle her yıl ortalama 2 milyon 300 bin işçi katlediliyor. İş cinayetlerinin daha düşük seviyelerde seyrettiği ülkeler var kuşkusuz. Ancak bu ülkelerde iş güvenliği önlemleri kapitalizmin gelişmişliği sayesinde değil işçi mücadeleleri sayesinde alındı. İş cinayetlerini kapitalizmin değil, işçi sınıfının siyasal ve örgütsel gelişmişlik düzeyi dizginleyebildi. Türkiye kapitalizmi dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden birine sahip. Kapitalistler Türkiye ekonomisinin büyüme temposuna övgüler yağdırıyorlar. Türkiye ekonomisi 2002 yılında dünyanın 26. büyük ekonomisi durumundayken şimdi 16. sıraya yükseldi. Dünya sıralamasında son 10 yıl içerisinde 10 basamak tırmanmakla övünüyorlar. Bu süreçte istihdam edilen işçi sayısı %15 oranında arttı. İş cinayetleri sonucu her yıl ölen işçi sayısı ise %92 oranında arttı. Bu rakamlar Marx’ın dediği gibi, sermayenin tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve irin aktığını gösteriyor. Kapitalistlerin ekonominin büyümesi diye bahsettikleri şey sermayenin büyümesidir. Kapitalistler sermayelerini hızlı büyütebilmek için daha yüksek kâr oranlarına ulaşmaya çalışırlar. Bunun da iki yöntemi vardır. Ya teknolojik atılımlarla emek verimliliğini arttırmak, böylelikle işçiyi daha fazla sömürmek; ya da iş saatlerini uzatıp ücretleri aşağı çekerek işçiyi daha fazla sömürmek. Türkiye burju-

38

vazisinin son on yıl içerisinde yaptığı atılım esas olarak bu ikinci yolla sömürünün arttırılmasına dayanmaktadır. Son 10 yılda Türkiye burjuvazisi taşeronlaşmayı yaygınlaştırdı. Ücretler aşağı çekildi. Fabrikalarda işçiler günde 12 saat çalışarak, alacakları fazla mesai ücretleriyle borçlarını kapatmanın derdine düştü. Sendikasızlaştırma daha da yaygınlaştı. Başta kamu sektörü ve belediyeler olmak üzere, patronlar tarafından işbirlikçi sendikalar güçlendirildi. Esnek çalışma ve denkleştirme denilen sistemin yasalaşmasıyla bazı işyerlerinde fazla mesai ücreti almak tarihe karıştı. İşçi sınıfının örgütsüzlük yüzünden büyüyen çaresizliği patronların ekmeğine yağ sürdü. Kâr hırsıyla gözü dönmüş patronlar en basit önlemleri bile almıyorlar. İşyerlerindeki azgın sömürü sonucunda gelişen kapitalist büyümeye paralel olarak iş kazaları da hızla artıyor. Çalışma hızı düşmesin diye makinelerin güvenlik aparatları sökülebiliyor. Kimi işyerlerinde işçiler miadını çoktan doldurmuş iş araçlarıyla çalışmak zorunda bırakılıyor. İşçinin işyerindeki yemekhanesi, dinlenme yeri, hatta içeceği bir çay bile patronlara maliyet unsuru olarak görünüyor. İşçilerin yaşam koşullarının ne durumda olduğu ise patronları zerre kadar ilgilendirmiyor. Egemen sınıfın kimi laf ebeleri “iş güvenliği yasaları”, “gerekli yasal düzenlemeler” diye başlayan sözler geveliyor. İş güvenliği ile ilgili bir yasa tasarısı uzun zamandır mecliste bekletiliyor. Şu anda yürürlükte bulunan iş yasasının içerisinde de iş güvenliği ile ilgili maddeler var. Ama patronların o yasalara dönüp baktığı yok. İş güvenliği ile ilgili şikâyet olduğunda da patronlara verilen ceza yok. Tersanelerdeki koşullarla ilgili yapılan onca suç duyurusuna rağmen işçiler halen ölüyor. Esenyurt’ta çadırda yanan 11 işçi, patronların yasaları


sayı: 85 • Nisan 2012

umursamadığının kanıtı değil mi? Mevcut yasalara göre işçilerin kaldığı yatakhanelerin tabanı yıkanabilir nitelikte, duvar ve tavanları sıvanıp açık renk boyanmış olmalı; pencerelerin üst kısımları açılıp kapanabilir (vasistaslı) olmalı; koğuşlarda havalandırmayı sağlayacak donanım ve cihazlar bulunmalı; tavan yüksekliği en az 280 cm, kişi başına düşen hava hacmi en az 12 metreküp olmalı; yataklar yerden en az 80 cm yüksekte olmalı, temiz çarşaf, yastık, pike vb. olmalı… Yasalarda işçi koğuşlarının nasıl aydınlatılacağı da, sağlığa uygun bir biçimde ısıtılması gerektiği de yazılmış. Demek ki, mesele sadece mevcut yasalarda kâğıt üzerinde ne yazıldığıyla ilgili değil. Patronlar bildiğini okuyor. İşçinin güvenliğini de yasaları da umursayan yok. Esenyurt’ta AVM inşaatına girişen patronların da, diğer tüm patronların da umursadıkları tek şey maliyeti düşürmek, kârlarını arttırmak. İş güvenliği ile ilgili mevzuatı uygulamak, gözlerini kâr hırsı bürümüş patronların insafına terk ediliyor. Çalışma Bakanlığı diye bir bakanlık var. Yeterince iş müfettişi istihdam etmek, bunların denetim yapmasını sağlamak mümkün değil midir? Mevcut iş müfettişleriyle bile kısmen de olsa bu mümkün, ama yapmazlar. Çalışma Bakanı çıkıp bugüne kadar kaç inşaatta işçi yatakhanelerini denetlediklerini, işçileri izbe yerlerde yatırdıkları için kaç inşaatı durdurduklarını açıklayabilir mi? Açıklayamaz! Çünkü bu denetimleri yapmıyorlar. Çalışma Bakanlığı ve hükümetin önceliği sermayenin önünü açmak, onu teşvik etmek ve ürkütmemektir. Esenyurt’ta Marmara Park inşaatını üstlenen Kayı İnşaat şirketi 2007 yılında Başbakan Erdoğan’dan ödül alan “başarılı” müteahhitlik firmaları arasındaydı. Ödül töreninde Erdoğan “Özel sektörümüzün ayağına takılan her türlü prangayı çözeriz” demişti. Türkiye ekonomisi büyürken inşaat sektörü lokomotif işlevini görüyor. Yanan 11 işçinin cesetleri tanınmayacak hale gelmiş ne gam! Büyüyen sermayenin ışıltısı patronların dünyasını aydınlatıyor. İş yasalarına göz boyayacak maddeler yazıp bunları kâğıt üzerinde bırakanlar burjuva hükümetlerdir. Esenyurt’ta 11 işçinin katledilmesinden, iş güvenliği mevzuatını uygulatmak için kılını bile kıpırdatmayan, patronların yasaları çiğnemesine açıkça göz yuman Çalışma Bakanı ve hükümet sorumludur. İş Yasası, göz boyamak üzere yazılmış, uygulamada hiçbir anlam ifade etmeyen maddelerle dolu. İş Yasasına göre işçi, sağlığa aykırı ya da iş güvenliğini tehdit eden bir durumla karşılaşırsa işverene bildirmeli, bu durum giderilene kadar çalışmaktan kaçınma, tehlikeli durum ortadan kaldırılmazsa iş akdini haklı olarak feshetme hakkına sahip. Yüzümüzü gerçek hayata döndüğümüzde ise şu tabloyla karşılaşıyoruz: İşçi çoğu durumda işten atılmamak için sağlığa aykırı ya da tehlikeli durumu dile getiremez. Dile getirirse ya önemsenmez ya da “işine gelirse” denilerek kapıyı gösterirler. Tehlikeli durum düzeltilmiyor diye

marksist tutum

çalışmaktan kaçınırsa işten atılır. Nihayetinde yasanın işçiye söylediği de, haklı fesih yaparak işten ayrılma hakkına, yani işsiz kalma özgürlüğüne sahip olduğudur. İşçinin patrona tek yaptırımı “işten ayrılırım” diyebilmek. Zaten patron ağzını açan işçiyi ya işten atıyor ya da ona “işine gelmiyorsa kapı orada” diyor. Dışarıda iş arayan milyonlarca işsiz, yedek işgücü ordusu olarak patronların hizmetine sunulmuş durumda. Kömür madenlerinde birkaç kişi işe alınacağında binlerce işsiz sıraya giriyor. Binlerce işsiz yerin yüzlerce metre altında, karanlık dehlizlerde kömür tozu soluyarak ömrünü kısaltmayı, grizu patlamalarını ve çöküntüleri, işyerinin kendine mezar olma ihtimalini, işsiz kalmaya tercih etmek zorunda kalıyor. İşçi sınıfı bu koşullar altındayken yasa onlara “işten ayrılma hakkına sahipsin” diyor. Esenyurt’ta yanarak ölen 11 işçi ölmeden evvel “bu çadırlar işçi koğuşlarının standartlarına uymuyor, ısınamıyoruz, gece yorgun argın uyurken elektrik sobaları açık, yangın çıkabilir. Bir çadırda 35 kişi kalıyoruz, yeterli havalandırma yok. Bu koşullar düzeltilene kadar çalışmama hakkımızı kullanıyoruz” diyebilseydi ne olurdu? Onlar işten atılır, yerlerine başka işçiler konurdu. İşçi işten atılmamak için susuyor, boyun eğiyor. İşsiz kalmak ölmekten de beter olduğu için her koşulda çalışmayı kabul ediyor. Kapitalist düzenin temsilcileri işçi ölümlerinin ardından son derece pişkin açıklamalar yapıyorlar. Esenyurt Belediye Başkanı Necmi Kadıoğlu 11 işçinin ölümünün ardından yaptığı açıklamada “Ölenlere nasıl öldüklerini soramıyoruz. Çadırda 35 kişi de kalabilir 50 kişi de kalabilir. Yangın soğuk havanın sebep olduğu bir şey. Vadeleri yetmiş, Allah rahmet eylesin” dedi. Bu açıklama Tayyip Erdoğan’ın iki yıl önce Karadon maden ocağında katledilen 30 madencinin ardından söylediklerini hatırlattı: “Ölüm bu mesleğin kaderinde var.” Geçtiğimiz yıl Elbistan Termik Santrali’ne kömür üreten maden ocağında 4 gün arayla 2 kez göçük yaşanmıştı. Milyonlarca ton toprağın altında kalan 12 işçinin cesedi orada bırakıldı. Kayıp işçilerin aileleri acıyla evlatlarını beklerken devlet zevatı ailelere “Üzgünüz, Allah sabır versin, takdiri ilâhi” diyebildiler. Düzenin temsilcileri her seferinde “sorumlulardan hesap sorulacak” açıklamaları yaparak öfkeyi dindiriyor. Ardından düzenin suçlarını ilâhi takdire havale ederek geride kalanların zihinlerinde iş cinayetlerini doğallaştırmaya çalışıyor. Esenyurt’ta cayır cayır yanan 11 işçinin, Davutpaşa’da ve Ümraniye’de patlayıcı imalathanelerinde bedenleri parçalanarak can veren 27 işçinin, Ostim ve İvedik OSB’deki patlamalarda katledilen 20 işçinin, Karadon’da ve Elbistan’da ölüm kuyularında yitirilen 42 işçinin, baraj inşaatlarında çalışırken Göksu nehrinin sularında kaybolan onlarca işçinin katili kapitalist sermaye düzenidir. Sermaye, işçilerin cesetleri üzerinde yükselmeye devam ediyor. İşçilerin bedenlerini yakan ateş sınıfın yüreğini de tutuşturacak ve ayağa kalkan işçi sınıfı katledilen kardeşlerinin hesabını soracaktır. 

39


Dört Mevsimlik Dram Ezgi Şanlı

M

evsim dönüşleri çoğu insan için yeni başlangıçlar ifade eder, çoğu insana heyecan verir. Yaz gelirken denizi, güneşi, tatili, kış gelirken beyazlara bürünen dünyayı sevinçle karşılayanlar olur. Sonbahar renkleriyle mest eder. İlkbahar doğadaki canlanmadır, insandaki umuttur. Ama mevsimlik işçiler için mevsim dönüşleri yeniden yollara düşmek demektir. Yeni gelen mevsim bir öncekinin çilesine eklenecek yeni çilelerin, bitip tükenmek bilmeyen bir göçebelik ve çalışmanın habercisidir. Mevsimlik çalışan tarım işçileri, inşaat işçileri bir yerden bir yere göçer dururlar. Ne bir evleri, ne bir yuvaları vardır. Tarlalarda, çadırlarda, şantiyelerde geçirirler ömürlerini. Geçici işçiler yaşamı herkesten daha yarım yamalak yaşarlar. Geçici işçilik geçici yaşamlar, kalıcı eziyetler demektir. Doğup büyüdükleri yerlerde kendilerini ve çocuklarını doyuramayan binlerce işçi, mevsimler döndükçe bir yerden bir yere göçer durur. Kimileri inşaat işçisidir. Büyük binalar dikerler ama kendi başlarını sokabilecek bir yuvadan mahrumdurlar. Kimisi tarım işçisidir. Malatya’ya kayısı, Çukurova’ya pamuk, Karadeniz’e çay ve fındık toplamaya giderler. Tarım işçileri ailelerini de alarak giderler gidecekleri yere. Birkaç aylık bebekler, okul çağında çocuklar, bıyıkları yeni terlemeye başlamış delikanlılar, bedeni fazla çalışmaktan erken yaşlanmış genç kızlar bu yolculuğa eşlik ederler. Buna mecburdurlar, çünkü ailenin bir kısmını geride bırakacak kadar para yoktur cepte. Üstelik küçük de olsa çocukların da çalışması ya da en

40

azından yemek ve ekmek pişirmesi, bulaşıkları ve çamaşırları yıkaması, çadırı ve yatakları derli toplu tutması gerekmektedir. Bu çocuklar genellikle okula gidemezler. Her gittikleri ilde sadece birkaç ay kaldıklarından, sürekli yer değiştirdiklerinden yaşıtları gibi okula gitmeleri mümkün olmaz. Eğitim almak bir tarafa, sağlıklı büyüyemezler bile. Çalıştıkları tarlalarda, ishalden güneş çarpmasına, akrep sokmasından tarım ilaçlarıyla zehirlenmeye kadar birçok hastalıkla boğuşurlar. Türkiye İstatistik Kurumunun verilerine göre tarım sektöründeki mevsimlik işçilerin yüzde 81’i çocuklarını çalıştıkları yere götürüyor. Türkiye’de 6-17 yaş arasında 958 bin çocuk çalışıyor ve bunların 320 binini tarım işçisi çocuklar oluşturuyor. Çalışamayacak kadar küçük olanlar da eklendiğinde, her mevsim başka bir yerde sıkıntılara katlanmak zorunda kalan çocukların sayısı yarım milyonu geçmektedir. Bu çocukların durumu kendilerine de ailelerine de büyük acılar yaşatmaktadır. Siverek’ten Adana’ya kavun, karpuz toplamaya giden Hanife Ekincioğlu 35 yaşında ve şöyle diyor: “Yedi çocuk doğurdum. Hepsini bu rezillikte büyüttüm. Temiz bir evde büyütemedim çocuklarımı. Çalışırken Kürtçe konuşmamıza bile karışıyorlar. Bize ‘Türkçe konuşun diyorlar.” Bir başka işçi ise şu şekilde ifade ediyor çektikleri sıkıntıları: “Konya’ya, İzmir’e, Manisa’ya da gidiyoruz. Şimdi burada, Adana’dayız. Kavun, karpuz, biber topluyoruz. Çapa, kazma yapıyoruz. Ailemizle birlikte buradayız. Sabah saat 6’da işbaşı yapıyoruz. Havanın kararmasına yakın işi


sayı: 85 • Nisan 2012

bırakıyoruz. Memleketimizde iş olmadığı için buraya mecbur geliyoruz. Burada işimiz kolay değil, sigortamız yok. Burada yaşamımız iyi değil. Kışın kar, yağmur, çamur içindeyiz, yazın ise sıcaktan çok zorlanıyoruz. Çocuklarımız doğru düzgün okula gidemiyor. Çocuklukları burada geçiyor. Çadırlarımıza bakın, halimizi anlarsınız.” Mevsimlik tarım işçilerinin çadırlarına bakmak gerçekten hallerini anlamaya yeter. Güneşin altında naylon çadırlarda kalırlar genellikle. Bu çadırlar su ve banyo ihtiyacını karşılamak için mümkün olduğunca su kaynaklarına yakın yerlere kurulur. Bu da sivrisineklere ve onlarla beraber gelen hastalıklara davetiye çıkarmak demektir. Bu çadırların ve su kaynaklarının yakınına kazılan çukurlar tuvalet işlevi görür. Çocuklar tüm gün boyunca güneşin, sivrisineklerin, akrep ve yılanların tehdidi altındadırlar. Çalışabilecek kadar büyümüş olanları daha da şanssızdır. Onlar güneşin doğuşundan batışına kadar iki büklüm vaziyette kimi zaman çapa yapar, kimi zaman pamuk toplar. Tarla işleri biter bitmez yemek ve ekmek pişirmek, çamaşırlar için su taşıyıp, kaynatmak ya da küçük kardeşlere bakmak gerekir. Mevsimlik tarım işçilerinin çocukları bu nedenle çocuk olamazlar. Aileleriyle beraber sayıları milyonları bulan mevsimlik işçilerin, çektikleri zorlukların karşılığında ellerine geçen ücret son derece düşüktür. Üstelik yevmiyelerini, toprak sahibiyle aralarındaki aracıyla paylaşmak zorundadırlar. İş Kanununa göre, işçi sayısı 50’den düşük olan tarım ve orman işletmeleri bu kanunun kapsamı dışındadır. Bu işletmelerde çalışan işçiler İş Kanunu hükümlerine tabi değildirler. Bir sosyal güvenceleri yoktur. Yoksulluk, sefalet ve her türlü aşağılanmanın üzerine bir de bu dışlanmışlık eklenir. Ama işçi sayısı 50’nin üzerinde olan tarımsal işletmelerde de durum çok farklı değildir. Tarım, işçi sınıfının en örgütsüz ve güvencesiz olduğu sektörlerden biridir. Mevsimlik işçiler genellikle en yoksul illerden, yani Kürt illerinden çıkıp batıdaki şehirlere giderler. Kürt oldukları için çalışacakları tarlalara polis eşliğinde giden, yanında kimliği olmadığı için il sınırlarından geldiği yere geri gönderilen, Kürtçe konuştuğu için işten atılan hatta dövülen mevsimlik işçilerin hikâyelerini yansıdığı kadarıyla gazetelerden okuyoruz. Birkaç sene önce Ordu’ya fındık toplamaya giden Kürt tarım işçilerinin başına gelenleri unutmak mümkün mü? Üç gün boyunca il sınırında, kamyon kasalarında bekletilmiş, tuvalet ihtiyacı için bile şehir merkezine gitmelerine izin verilmemişti. Yağmur altında bekletilmelerine, sürekli yerlerinin değiştirilmesine isyan eden işçiler jandarma tarafından dövülmüştü. Yerel gazeteler bu olayın haberlerini işçileri karalayarak, “bölücüler fındık toplamaya gelmiş” başlıklarıyla vermişlerdi. Ne yazık ki yaşadıkları yerlerde geçimlerini sağlamalarına izin verilmeyen, köyleri yakılan, mevsimlik tarım işçiliği yapmak dışında hiçbir şansları olmayan insanlara yalnızca devlet değil, tarla sahipleri de son derece kötü davranıyor. Hem de sadece yoksul ve Kürt oldukları için.

marksist tutum

Geçtiğimiz yıllarda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, “Mevsimlik Gezici Tarım Eylem Planı” adlı bir plan hazırlamıştı. Bu planla güya mevsimlik işçilerin çalışma ve sosyal güvenlik sorunları çözülecekti. İş güvencesi ve sosyal sigorta kapsamı dışında sayılmaları, ücretlerin düşüklüğü ve alacakları ücretlerde anlaşmazlıklar, iş kazaları ile ilaç zehirlenmelerine karşı güvencesizlik, sağlık hizmetlerine ulaşımda yetersizlikler, çocuk ve kadın çalışma yasaklarına uymama şeklinde özetlenebilecek konular üzerine hazırlanan bu plan mevsimlik işçilerin koşullarında hiçbir değişiklik yaratmamıştır. Mevsimlik işçiler, ücret baremi, sözleşme fesihleri, haftalık izin, iş sağlığı ve güvenliği gibi konularda diğer işçilerin yararlandığı haklardan yararlanamamaktadır. Ailedeki tüm çocuk ve kadınların birlikte çalışmaları nedeniyle, çocuk ve genç işçiler de İş Kanununun koruyucu yasakları dışında kalmaktadır. Tarım işçilerinin en büyük sorunlarından biri de bir yerden bir yere giderken yaşadıklarıdır. Her yıl çok sayıda mevsimlik tarım işçisi yollarda, trafik kazalarında yaralanmakta ve ölmektedir. Geçen dönem mecliste görev alan BDP Van milletvekili Fatma Kurtulan, mevsimlik işçilerin insanlık dışı koşullarda bir yerden bir yere taşınırken trafik kazalarında toplu ölümlerle katledilmelerine karşı bir meclis önergesi vermişti. Ancak işçi ölümlerini engellemek için meclisin komisyon kurmaya da, çalışmaya da niyeti yoktu. Aradan geçen zamanda seçimler yapıldı, yeni hükümet kuruldu ancak gezici tarım işçilerinin kaderi değişmedi. Traktörlerle, kamyon kasalarıyla taşınan işçiler ve aileleri toplu halde ölmeye devam ediyorlar. Yaklaşık bir yıl önce Beypazarı’nda yaşanan kazada, Mardinli işçiler ve çocuklarından 11 kişi, kahredici zorluktaki yaşamlarına aynı kahredicilikteki bir sonla veda etmişti. Ağustos ayında Diyarbakır’dan Karadeniz’e fındık toplamaya giden işçileri taşıyan minibüs meyve taşıyan kamyona çarpmış ve 24 işçi hayatını kaybetmişti. Böyle kazalarda ölen işçilerin sayısı oldukça fazladır ve büyük çoğunluğu Kürt illerinden batıya doğru çalışmaya giden işçilerdir. Yoksullukla boğuşan bu işçiler ekmek parası kazanmak için çıktılar yola. Ancak gün yüzü görmemiş yaşamlarının sonlandığı kazaların ardından, tabutların içinde döndüler aynı yollardan. Bıraktık insan yerine konulmayı işçi yerine bile konulmayan mevsimlik işçilerin yaşamındaki bu zorluklar ve belirsizlikler ruh dünyalarında da derin yaralar açmakta. Tıpkı diğer işçi kardeşleri gibi mevsimlik işçilerin de insan olduklarını hatırlatacak iş ve yaşam koşullarına ihtiyacı var. Mevsimlik ya da değil, tüm işçilerin ihtiyacı kapitalizmin dört mevsim azap veren cehenneminden kurtulmaktır. İşçi sınıfının geneline dayatılan örgütsüzlüğe karşı, mevsimlik işçiler de diğer işçi kardeşleriyle beraber mücadele yürütmelidir. Yaşamı katlanılması gereken ağır bir yük olmaktan çıkarmak için yürütülen mücadeleye, mevsimlik işçiler de katıldığında ancak, mevsim işçilerden yana dönecektir. Dört mevsimlik dramın yerini dört mevsim mutluluk alacaktır. 

41


Okurlarımızdan

Kara Propagandaya Karşı Yaşasın Kızıl Propaganda 1

Mayıs işçinin emekçinin bayramı, devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı. 1 Mayıs, her devrimci, her mücadeleci ve duyarlı işçi için bir uyanış, bir silkiniş ve mücadelenin bir adım ileri taşınması demektir. 1 Mayıs dünya işçi sınıfının uluslararası mücadele ve dayanışma günüdür. Amerikan işçi sınıfının 14 ve 16 saatlik çalışma sürelerinin kısaltılması ve 8 saate düşürülmesi için başlatmış olduğu mücadele büyüyerek uluslararası bir niteliğe bürünmüş, bu mücadelede işçi sınıfı burjuvazinin yüreğine büyük bir korku salmıştır. Amerikan işçi sınıfının bedeller ödeyerek başlatmış olduğu kavgayı dünya işçi sınıfı selamlamıştır. İşçi sınıfının ve onun devrimci önderlerinin başlatmış oldukları kavga sayesinde burjuvazi geri adım atmak zorunda kalmıştır, fakat bu geri adımı atmak burjuvaziyi derin bir kin ve düşmanlığa da sevk etmiştir. Bundan dolayı her sene 1 Mayıs yaklaşmaya başladığı zaman yaşadığımız topraklarda da burjuvazi kara propagandaya başlamaktadır. Bütün kitle iletişim araçlarını kullanarak kitleyi kara propagandasının etkisi altına almak için resmen seferberlik ilan etmektedir. Her sene ufak tefek olayları abarta abarta göstermekte, küçük kareler büyültülüp büyük mitingler görmezden gelinmektedir. Kitleye şu mesaj verilmektedir: “Sakın 1 Mayısa gitmeyin, oraya aklı selim insanlar gitmez.”

S

Esenyurt’tan bir işçi

Devlet Katillerini Koruyor!

ivas katliamı davasının düşmesiyle birlikte zaten bildiğimiz bir şey iyice kesinleşmiş oldu. Devlet katillerini koruyor. 1993 Temmuzunda, Sivas’ta, Pir Sultan Abdal’ı anma etkinliklerine katılan Alevi aydın ve sanatçıları yakarak katledenler ellerini kollarını sallayarak aramızda geziyorlar. 20 yıl geçmesine rağmen katillerin çoğu güya bulunamadı, bulunmadıklarından dolayı değil devlet katillerini bulmadı, buldukları yargılanmadı. Gözaltına aldıklarının birçoğunu ise uyduruk sebeplerle serbest bıraktı, şimdi ise dava zaman aşımına uğrayıp tüm katiller serbest kaldığı gibi Alevi halkının bağrında derin bir yara daha açılmış oldu. Dönemin Emniyeti de, Genelkurmayı da, MİT’i de, hükümeti de, cumhurbaşkanı da, valisi de olayın içerisindeydi. Durum buyken bu davanın zaman aşımına uğratılması gayet anlaşılır bir şey değil midir? Yıllardan beri Aleviler üzerinde terör estiren devlet, Alevileri asimile etmek için türlü yöntemlere ve katli-

42

Şüphesiz ki işçi sınıfının uluslararası mücadele gününü burjuvazi başka türlü de anlatamazdı. Ya içini boşaltacak ya da karalayarak kitleye sunacaktı. Çünkü geçmişte yedikleri tokadın acısından kurtulamamışlardır. 1 Mayıs’ın yaklaşmasıyla birlikte yine burjuva basın yayın organlarında aynı manzalarla karşılaşacağız. Burada tüm öncü işçilerin üzerine ciddi sorumluluklar düşmektedir. Mücadeleyi bir adım ileri taşıma sorumluluğunu da üstlenmemiz gerekmektedir. Hele ki emperyalist savaşın kızıştığı ve Arap halklarının deprem etkisi yarattığı bir dönemde sorumluluğumuz daha da artmaktadır. Burjuvazi kara propagandayı resmen bir silah gibi kullanmakta ustalaşmıştır. Dönem dönem 1 Mayıslara kirli tezgâhlar düzenlenmiş, kimi zaman kitle provoke edilmek istenmiş, kimi zaman da devlet güçlerini kitle üzerine salmıştır. Çok köklü bir kavgadır 1 Mayıs. İşçilerin uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı dünya işçi sınıfı canı kanı pahasına sahiplenmiş ve genç kuşaklara aktarmıştır. Bu sebeplerden ötürü burjuvazinin kara propagandasına karşı daima kızıl propagandayı diri tutmalıyız. 1 Mayıs burjuvazinin tüm saldırılarını geri püskürtme günüdür. 1 Mayıs sömürüye, ırkçılığa, milliyetçiliğe ve emperyalist savaşlara karşı sınıf savaşını yükseltme günüdür.

amlara başvurmuştur. Devletin organize bir şekilde örgütlediği anlaşılan bu katliamda da, alanda yerlerini alan gerici güruh devlet kontrolüyle Alevi aydınları ateşe vermiştir. Adaletin herkese eşit olduğunu geveleyen devlet, şimdi katilleri serbest bırakmıştır. Bu kapitalist sömürü sisteminde ne herkes eşittir ne de adalet herkese eşit davranmaktadır. Adalet egemen sınıfın adaletidir. Başbakan Erdoğan davanın zaman aşımına uğramasını “vatana millete hayırlı olsun” diyerek kutlamıştır. Hocalı’daki katliamın hesabını soracağım diyen AKP, bu topraklarda yaşanan bir katliama alkış tutmuştur. Devlet katillerini koruyor. Bu katliamlardan hesap sorulmadığı sürece daha nice katliamlara şahit olacağız. Bu katliamları ancak örgütlü bir halk, örgütlü bir işçi sınıfı durdurabilir. Kıraç’tan bir deri işçisi


Okurlarımızdan Pozantı’dan Sincan’a Değişen Bir Şey Yok G

eçtiğimiz ay tutuklu çocuklara taciz ve tecavüz haberleriyle gündeme gelen Pozantı Cezaevi’ndeki çocuk tutuklular, Sincan Cezaevi’ne nakledildi. Daha doğrusu sürüldü! İnsan Hakları Derneği’nin Pozantı Cezaevi’nde çocuklarla görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada, çocuklara bin bir çeşit işkence yapıldığı, bu durumdan cezaevi müdürü ve gardiyanların da haberdar olduğu belirtildi. Çocuklar, cezaevinde “hangi suçtan geldikleri” sorusuyla karşılanmışlar. Çocuklar “siyasi” cevabını verdiklerinde gardiyanlar tarafından, “siz teröristsiniz” denerek dövüldüklerini anlattılar. Özellikle adli koğuşlara, yaşça büyük tutukluların yanına konulan siyasi tutuklu çocuklar, çamaşır yıkatma ve masaj yaptırma gibi işkencelere maruz bırakılmışlar. Bu uygulamalara karşı çıkanlar dayaktan geçirilmiş. Devletin faşizan zihniyetinin tüm kurumlarında uygulanmakta olduğunu gösteren bu olaylar, sadece Pozantı Cezaevi’nde değil Türkiye’nin birçok cezaevinde vardır. Adalet Bakanlığı’nın Pozantı’dan Sincan’a göndererek

“önlem” alması, çocukların ailelerini çok zor durumda bıraktı. Aileler “Zaten Pozantı’ya zor geliyoruz, Sincan’a nasıl gideceğiz” diyerek içine düşürüldükleri zorluğu dile getirdiler. 1983 yılında çekilen, senaristliğini ve yönetmenliğini Yılmaz Güney’in yaptığı Duvar filminde 1980 darbesi döneminin cezaevleri anlatılmaktadır. Film sonrası yapılan bir röportajda Yılmaz Güney, “yaşananları en hafif haliyle anlatmaya çalıştım, insanlar tahammül edemedi, yaşananları tam olarak filme aktarsaydım kimse izleyemezdi” demişti. Çocukların Sincan yerine ailelerinin yanına, yuvalarına gönderilmesi gerektiğini dile getiren demokratik kitle örgütlerine, devlet kulak tıkıyor. Bu köhnemiş düzen devam ettikçe ne çocuklar cezaevlerinden kurtulacak ne de insanlık dışı uygulamalar son bulacaktır. Özgür ve insanca yaşamın olacağı yeni bir dünyayı kurmak için örgütlü mücadeleyi yükseltmekten başka çıkar yolumuz yoktur. Maltepe’den bir işçi

Silah Tekelleri Kâra ve Kana Doymuyor!

T

üm dünyada derin bir kriz sürecine girilmişken, burjuvazi bu krizden çıkmanın yollarını aramakta, türlü yöntemlere başvurmaktadır. İşten çıkarmalar, çalışma saatlerinin artması, ücretlerin düşürülmesi, yaygın özelleştirmeler derken saldırı paketleri birbiri peşisıra sıralanmaktadır. Ama ne yapsalar da ekonomik kriz öyle kolay geçiştirilememekte ve kriz derinleştikçe siyasal kriz haline bürünmektedir. Her yöntemi deneyen burjuvazi en önemli yöntemini en sona saklamaktadır, ya da en önemli seçeneği diyelim. Savaş makinelerinin devreye sokulması. 1 ve 2. Dünya Savaşından da bildiğimiz gibi milyonlarca işçi çocuğu birbirine boğazlatılmış, dünya yeniden paylaşılmıştı. Kapitalist sistemin çürümüşlüğü, patlayan bombalar, yıkılan evler, milyonlarca ölüler üzerinde somutlanmıştı. Anlam verilemeyen bir savaş, içinden çıkılamayan bir durum, kayıp analar, yavrular, birbirini hiç tanımamış ama birbirini boğazlayan farklı kıtalardan aynı acıları yaşayan halklar… Ve acılardan, ölümlerden, yıkımlardan beslenen leş kargaları. Emperyalist yeniden paylaşım savaşı kızıştıkça silah şirketleri kana ve kâra doymuyor. Yapılan bir açıklamaya göre Makine Kimya Endüstrisi Kurumu 2011’de kârını yüzde 80 arttırmış. Neredeyse bütün kıtalarda birçok ülkeye tam donanımlı silahlar satan bu Türk silah tekeli, çok korkunç bir kâr elde etmiştir. Silahlanma yarışı

hız kazanmış ve halkların tepesinde patlayacak olan bombalar görücüye çıkmıştır. Aç insanları gözümüzün içine sokarak bizleri açlıkla terbiye etmeye çalışan burjuvazi, milyarlarca lirayı sadece savaş sanayiine ayırmaktadır. Ve bu sanayiden de çok büyük para kazanmaktadır. Diğer taraftan da bizlere yeni “düşmanlar” bulmakta pek de ustalaşmışlardır. Yıllarca içerde Kürt halkı, dışarıda ise hemen herkes düşman olarak bize yutturulmaya çalışıldı. Bir zamanlar bize “düşman” olarak gösterilenlere şimdi bizim burjuvalarımız silah satıyor. Bugün Arap ülkelerine giden silahların bir bölümü Türkiye’den gitmektedir ve sadece 2011 yılında 630 milyon liralık silah ihracat sözleşmesi yapılmıştır. Tabii Türkiye de diğer ülkelerden korkunç tutarlarda son teknoloji silahlar ve savaş araçları alıyor. Milyarlar ödenen silahlar depolarda tutulmak için alınıp satılmıyor şüphesiz ki. Burjuvazi emperyalist yeniden paylaşım savaşlarını kızıştırmakta ve işçi sınıfını birbirine boğazlatmanın taşlarını döşemektedir. Yükselen emperyalist savaşlarda, dünya işçi sınıfının birbirini boğazlamaması için gerçek düşmanı görmek bir zorunluluktur. İşçileri savaşlarda öne süren ve üzerimizden muazzam kârlar elde eden kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldırmak için enternasyonal bir mücadele günümüzün en büyük ihtiyaç duyduğu şeydir. Uluslararası savaş şirketlerinin heveslerini kursaklarında bırakmak için işçi sınıfının uluslararası mücadele birliğini örmek en hayati ihtiyaç haline gelmiştir. Irkçılığa ve savaşlara karşı, Yaşasın işçi sınıfının uluslararası mücadele birliği! Yaşasın enternasyonalizm! Kıraç’tan bir işçi

43


Okurlarımızdan

Davul Zurnayla Giden Gençlerin Tabutları Geliyor İ

ki haftada altı asker intiharı biraz garip değil mi, diye bir yazı okumuştum marksist.com sitesinde. Hemen gözümün önünden askerlik yaptığım yıllar bir şerit gibi geçmeye başladı ve bir gün sonra yine televizyon kanallarında bir askerin daha intihar ettiği haberini gördüm. Habere göre Diyarbakırlı Mazlum Karabulut, Çerkezköy piyade taburunda intihar etmişti. Mazlum Karabulut’un ailesi bunun kesinlikle intihar olmadığını, oğullarının öldürüldüğünü gözyaşları içinde anlatıyordu. Mazlum Karabulut’un babasının açıklamasına göre oğlu intihar edecek biri değildi. Hem intihar edecek bir kişi koca piyade tüfeğiyle neden sol kulağının arkasından vururdu kendisini? Aslında askerlik yapan her insan bilir asker ocağı denilen yerde gençlerin nasıl aşağılandığını ve dövüldüğünü. Ben de piyade olarak askerlik yaptım. Askerlik yapmış olduğum bölüğün neredeyse yarısı Kürt gençlerinden oluşmasına rağmen, eğitimlerimizde sürekli Türklüğün üstünlüğü işleniyordu. “Her Türk asker doğar”, “En asil millet Türk milletidir”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi ifadeler Kürt gençlerinin beynine işleniyordu. Bir defasında Diyarbakırlı bir arkadaşımız atış talimlerinde mermilerin hiçbirini hedefe tutturamamıştı. Bunun üzerine bir sonraki gün bu asker arkadaş 300 askerin önünde hain ilan edilmiş ve hepimizin gözü önünde çok ağır işkencelere maruz kalmıştı. Saçları sıfıra vurulan bu arkadaş terhisine kadar ağır suçlamalara ve fiziksel şiddete maruz kalmıştı. Moral vermek için yanına gittiğim bu arkadaş gözyaşlarına boğularak “ben çocuklarımı bunun için mi bırakıp geldim buralara” demişti. Askerlik bitiminde aynı ilçeden gelen askerlerin tamamı bu arkadaşa psikolojik destek amacıyla saçlarını sıfıra vurdurarak memleketlerine gitmişlerdi.

Bize kutsal bir görevmiş gibi gösterilen askerlik, kutsallık ne kelime insanın psikolojisini bozan bir işleyiş haline gelmiş durumda. Askerlerin aşağılanması, sürekli keyfi disiplin cezaları, çavuşların askerlere şiddet uygulaması, sürekli diğer halklardan olan insanların aşağılanması, tüm bunlar askerlerin moralini altüst etmektedir. Her asker şafak sayıp bir an önce bitmesini ister askerliğinin, bu bile insanların orada ne ile karşı karşıya kaldığının bir göstergesidir. Sadece bir kalorifer dairesini eksik boyadıkları için iki askerin uğradığı şiddete şahit olmuştum, geceleri bile aklımdan çıkmıyordu bu olay. Ve bu iki arkadaştan ikisi de firar etmiş ve birisi yakalanıp cezaevine konmuştu, diğeri ise biz terhis olduğumuzda hâlâ aranıyordu. Bu şiddet sonrasında artık ben de kafayı yeme noktasına gelmiş ve psikolojik tedavi görmeye başlamıştım. Bir sigara izmariti yüzünden tonla sopa yiyen askerlerin yanı sıra, Kürt olduğu için Türklüğü öven sloganları atmadığı için aynı muameleye uğrayan askerler oluyordu. Arada bir intihar haberlerini, firarları, şüpheli ölümleri bizler de duyuyorduk ama zaten bu olayların olmasına öyle alışmıştık ki sıradan bir şey haline gelmişti. Özellikle acemi birliklerinde asker dövmek için bahane boldu. Yatağa geç yatmak, geç kalkmak, elbisenin nizami giyilmemesi, uyurken horlamak, yemek masasından geç kalkmak gibi çok daha çeşitlendirebilinecek şeyler vardı. Birilerinin sermayelerini, toprak parsellerini korumak için giden gençler, vatan-millet edebiyatıyla terbiye edilmeye çalışılmaktadır. Terbiye edilemeyenler ise askerden gittiği gibi sağlam dönememektedir. Son zamanlarda artan şüpheli asker ölümlerinin arkasında yatan şey, tam bir sindirme ve tek tipleştirme operasyonudur. Erkek adam askere gider ya da askere gitmeyen adam yerine konulmaz düşüncesi çok bilinçli bir şekilde kafalarımıza kazılmıştır, fakat bir gerçek var ki, askere giden gençlere devletin bir tırnak makası kadar değer verilmemektedir. Bu sahte vatan-millet edebiyatına son verip, işçi sınıfının vatanının tüm dünya olduğunu ancak örgütlü işçi sınıfı tüm dünyaya gösterebilir. Burjuvazinin kendi sermayesini korumak üzere işçi gençlerini kurban etmesine göz yummamak için bu kirli işleyiş teşhir edilmelidir. Esenler’den bir işçi

44


Okurlarımızdan Armut Dibine Düşermiş!

H

er şeyin kâr üzerine döndüğü kapitalist sistem şüphesiz ki insani değerleri, dayanışma duygusunu yerle bir ediyor. Kişinin yeteneklerinin gelişmesinin önünde en büyük engel haline geldiği gibi, yozlaşmanın bencillik ve bireyciliğin önünü de alabildiğine açıyor. Gençliği kucaklayacak devrimci bir örgütlülük olmadığı için de işçi sınıfının gençleri burjuvazinin oyuncağı haline dönüşüyor. Sormayan, sorgulamayan, elindekiyle yetinen, kaybettiklerinin farkına bile varmayan, adeta beyni dumura uğramış bir gençlik yetiştirmek için burjuvazi alabildiğine çaba harcamaktadır. Burjuvazi kendi gençliğine en kaliteli eğitim imkânları sunarken işçi sınıfının gençliği tam bir yalan bombardımanına tutulmaktadır. Kapitalist sistemin gençliği ne kadar önemsediği ortadadır aslında. Bundan dolayı kendi gençliğine ayrı, işçi sınıfının gençliğine ayrı davranmaktadır. Savaşlara işçi sınıfının gençliği giderken, burjuvazinin gençliği ya bedel öder ya da tatil köylerinde askerlik yapar. Fakat sorun şu ki işçi sınıfı kendi gençliğini önemsiyor mu? Özellikle 1980 faşist darbesinden sonra gençlik adeta düşmana teslim edilmiş. Sonuçları ise ortada. Bugün gençlerin hatırı sayılır bir çoğunluğu, ya uyuşturucu tacirlerinin eline düşmüş durumda, ya kafayı saçıyla başıyla yemiş durumda, ya tamamen içe kapanmış durumda. Aileler aman benim çocuğum böyle olmasın diye ne kadar dövünseler de nafile. Örgütsüzlük gençliği hayatın boşluğuna, hiçliğe fırlatıp atmaktadır. Haliyle bu boşluğa fırlayan gençler, kendilerinden başkasını düşünmeyen, hayatı algılayamayan, insanlığı uçuruma sürükleyen kapitalist sisteme karşı mücadele vermenin gerekliliğinden bihaber yaşamaktadır. İçi boş bir kovana dönüşen gençler kendilerini gösterebilmek için türlü yöntemlere başvurmaktadır. Kimisi kendini jiletler, kimisi Polat Alemdar olur… Genelde kapitalist sistemin özelde ise burjuvazinin suçunu saymakla bitmez, fakat yeter mi? Ailelerin hiç mi suçu yok bu durumdan? İstisnaları bir kenara bırakırsak, gençlere en büyük kötülüğü anne ve babaları yapmaktadır. Anne babalar çocuklarını mücadeleden uzak tutarak onlara çok büyük bir kötülük yapmaktadır, genç nesilleri burjuvazinin kucağına itmektedir. İnsanlığın kurtuluş mücadelesinin ön saflarında yer alması gereken gençlik köşe başlarında ömür tüketmektedir. Yani çocuğunu korumaya çalışan bir aile çocuğunu dayanışma duygularından, mücadeleden uzak tutarken, çeteleşmeye, uyuşturucu tacirlerine, savaş tekellerine doğru itelemektedir. Ya da bir an önce everip etliye sütlüye karışmayan, işten eve evden işe bomboş bir yaşam tüketen bir robota dönüştürmek istemektedir. Sözün kısası, armut dibine düşermiş derler. Genç nesil mücadeleden uzak tutulduğu sürece yanlarında onları bekleyen bir bataklık her daim var olacaktır. Marksist Tutum okuru bir deri işçisi

D

ABD’de Evsizlere Yiyecek Verme Yasağı

emokrasi ve özgürlük ihraç etme yalanlarıyla dünyayı alev topuna çeviren ABD, kendi topraklarında birçok eyalette, sefalet koşullarında yaşayan evsizlere yiyecek yardımı yapılmasını yasakladı. Gerekçe; evsizlerin kent merkezlerinde toplanmasını engellemek! Geçtiğimiz yıl Haziran ayında, Orlando eyaletinde, kendilerine “bomba değil, yiyecek” adını veren bir grup aktivist, kent merkezinde çok sayıda insana yiyecek verme yasağını delmek suçlamasıyla gözaltına alınmıştı. Ocak ayında Houston eyaletinde, evsizlere yiyecek vermek isteyen Bobby ve Amanda Herring, “izinleri olmadığı” gerekçesiyle engellendiler. Yasağın yeni yürürlüğe girdiği Philadelphia eyaletinde vali, kent merkezindeki Benjamin Franklin Parkı civarında evsizlere yiyecek verilmesini yasakladı. Valinin gerekçesi verilen yiyeceklerin sağlıksız olması. Amaçsa evsizlerin yok olması. Evsizlere yiyecek verme yasağı, ABD’nin birçok eyaletine yayılıyor. Amerikan burjuvazisinin evsizlik sorununa bulduğu çözüm, kapitalist sistemin akıldışılığını bir kez daha gözler önüne seriyor: Evsizlere yiyecek verilmesini yasaklayarak onları kent dışına sürmek, böylece evsizlik sorununu kökten çözmek! Yani evsizsen kent merkezlerinde kaldırımları işgal etme, gözlerden uzak, kimsenin göremeyeceği yerlerde yaşa ya da öl! ABD’de etkisini iyice hissettiren son ekonomik krizle birlikte, işsiz sayısı 30 milyona ulaşmış durumda. Artan işsizlikle beraber evsizlerin sayısı da artıyor. Binlerce aile, 55 şehrin çevresinde kendi olanaklarıyla kurdukları çadırlarda yaşam savaşı veriyorlar. Önceleri kent merkezlerinde de görülen çadır ve barınaklar, eyalet yönetimlerinin baskılarıyla kent dışına sürüldüler. Bu çadır kentlerde yaşayanların sayısı her geçen gün artıyor. Artan yoksulluğa karşı tepki eylemleri de aylardır devam ediyor. Krizin faturasını ödemeyi reddeden kitleler, Wall Street’ten başlayarak, ülkenin birçok eyaletinde kent meydanlarını işgal etme eylemleri gerçekleştirdiler. Kapitalizme karşı tepkilerini dile getirdiler. Birçok ülkeye yayılan bu eylemler, egemenlerin korkulu rüyası oldu. Yoksulluğun ve sefaletin ortadan kalktığı, herkesin barınma, sağlık ve eğitim hizmetlerinden ücretsiz yararlanabileceği bir dünya, işçiler örgütlenip mücadele ederse kurulacaktır. Kartal’dan bir işçi

45


Okurlarımızdan

Bizim Hayatımız Bu Kadar Ucuz mu? H

atırlayacak olursak 21 Ocakta Akdeniz Üniversitesi Hastanesinde Türkiye’nin ilk tam yüz nakli operasyonu gerçekleştirilmişti. Nakil operasyonları daha sonra aynı hastanede çift kol nakli ile devam etmişti. “Yüz nakli yapılan adam kendine geldi. Sağlık durumu iyiye gidiyor. İlk kez aynada yeni yüzünü gördü” gibi haberler yapılırken bu kez Hacettepe Üniversitesi Hastanesinde de bir yüz nakli ve dünyada ilk kez uygulanan çift kol ve çift bacak nakli denendi. Bu sonuncu operasyon için de denek olarak Şevket Çavdar seçildi. Ancak yirmi yedi yaşındaki Çavdar’a takılan kollar ve bacaklar vücuduna uyum sağlayamadı ve Çavdar 27 Şubatta hayatını kaybetti. Peki, ama neden? Ne uğruna? Aslında bunun yanıtı, Çavdar’ın ameliyatının ardından yapılan açıklamada açıkça görülüyor. Operasyonu gerçekleştiren doktor, gerçekte hastanın sağlık durumunun değil, ameliyatın başarı oranının ve bundan elde edilecek prestijin esas alındığını şu sözlerle itiraf ediyordu: “Böyle bir ameliyatta hastanın hayatını tehlikeye sokar mıyız endişesi var. Bu korku nedeniyle, dünyada hem alt organların hem de üst organların nakli birlikte yapılamıyor. Biz, bu organlardan, birini, birkaçını belki de hepsini kaybedebiliriz. Başarılı olursa, biz dünyaya ‘Bakın hem bacakları hem kolları bir arada yapabilirsiniz, hastanın hayatını da tehlikeye sokmazsınız’ diyebileceğiz. 2-3 ay içinde sorun çıkar, bağışıklık sisteminin üzerindeki yükü azaltmak için organlardan birini ya da birkaçını çıkarmak zorunda kalırsak, o zaman da ‘Gerçekten de bacak nakli hastanın hayatını tehlikeye sokuyor’ diyeceğiz” dedi. Bu açıklama, doktorların ve hastanenin prestij, rekabet ve bunlar sonucunda sağlanacak maddi çıkar uğruna hayatlarımızı nasıl da kullandığını açıkça gözler önüne serdi.

Bilim ve teknolojinin artık organ nakilleri yapılabilecek düzeyde geliştiği bir süreçten geçiyoruz. Ama içinde yaşadığımız kapitalist sistem teknolojik gelişmeyi sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanıyor. Bizi denek olarak ameliyat masasına alıyorlar. Daha düne kadar kol ve bacakları olmasa dahi aramızda olan Şevket Çavdar şimdi aramızda yok. İçinde yaşadığımız sistemin kâr hırsı yüzünden genç yaşta aramızdan ayrıldı. Böyle bir riskin olduğu bilindiği halde, sırf reklâmlarını yaparak maddi ve manevi çıkar elde etmek için dünyada girişilmemiş bir ameliyatı deneyerek hastanın hayatını göz göre göre tehlikeye attılar. Ameliyatın çabucak gerçekleşmesi gerekiyordu. Önce kolları, bir süre sonra da bacakları takacak vakitleri yoktu. Çünkü ameliyatın başarılı geçmesi durumunda edinecekleri şöhreti düşünüyorlardı. Hastanın onlar için hiçbir önemi yoktu. Peki, bizim hayatımız bu kadar ucuz mu? Bu sistem bu şekilde devam ederse hayatlarımız onların gözünde daha da ucuzlayacak. Zaten işçi güvenliği önlemleri alınmayan fabrikalarda, inşaatlarda, tersanelerde ölüyor, sakat kalıyoruz. Bu sefer başka bir şey denediler, riskli olduğu bilindiği halde, yine bir iş kazasında kollarını ve bacaklarını kaybeden Şevket Çavdar’ı ameliyat ederek ölmesine sebep oldular. Şevket Çavdar’ın göz göre göre hayatını kaybetmesi bize bir kez daha gösteriyor ki, içinde yaşadığımız kapitalist sistemde amaç bizim hayatımızı güzelleştirmek, ihtiyaçlarımızı karşılamak, daha iyi bir dünyada yaşayabilmemizi sağlamak değildir. İnsanların birer kobay olarak kullanılmadığı, teknolojinin insanlığın yararına kullanıldığı bir dünyayı ancak işçi sınıfının örgütlü gücü inşa edebilir. Bu gücümüzü bilelim, başka Şevketler ölmeden örgütlenelim. Aydınlı’dan bir tekstil işçisi

Burjuvazinin Saldırılarına Karşı Örgütlü Mücadeleye

D

ünyanın her yanında büyük işçi kitleleri bu acımasız düzenle boğuşarak hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Büyük çoğunluk açlık ve sefaletle mücadele ederken, diğer tarafta azınlıktaki asalak sınıf sefa sürüyor. Çalışma süresinin on dört saate vardığı bir ortamda, işçiler çalışacak bir işleri olduğu için kendini şanslı hisseder hale geldiler. Bu uzun çalışma koşullarında iş cinayetlerinin haddi hesabı yok. Patronların kârı için her gün içimizden birilerinin ciğerine ateş düşüyor. Bu bataklıkta neye elini atsan elinde kalıyor. Eğitim sisteminden ele alırsak konuyu, ilköğretimden başlayıp, üniversiteye kadar en iyi verilen ders milliyetçiliktir. Günümüzde muazzam boyutlara ulaşmış teknolojiden bahsedebiliyoruz, ancak bundan da işçi sınıfının çocukları faydalanamıyor. Devlet eğitime aktaracak parayı silaha yatırmayı daha uygun görüyor.

46

Sağlık sistemi desen içler acısı durumda. Paran varsa sağlık var, paran yoksa yaşama deniliyor. Yeni çıkarılan Genel Sağlık Sigortası yasasıyla soygun devam ediyor. Çalışmayan işçiden bile prim ödemesini beklemek tam da burjuva devletin meşrebine uygun bir davranış olsa gerek. Dünyanın birçok bölgesinde savaş kazanı kaynamakta. Bu savaşlarda ölenler ise, yine işçi sınıfının evlatları oluyor. Üstelik de bu savaşlar bizim savaşlarımız olmamasına rağmen. Cepheye sürülüp, hiçbir sorunumuz olmayan başka bir ulusun işçi-emekçilerini öldürmekle görevlendiriliyoruz. “Hayır, ben kimseyi öldürmem” diyebiliyor muyuz? Tabii ki diyebiliriz, ama tek başına bunu dediğimizde vatan haini ilan ediliriz. Ama örgütlü bir şekilde silahı kendi burjuvalarımıza çevirdiğimizde o zaman kendi gücümüzü görebiliriz. Pendik’ten bir büro işçisi


Okurlarımızdan

Metrobüs Durağında İki Çocuk A

kşamın 7’si. Metrobüs durağı. Hava çok soğuk, insanın içi titriyor soğuktan. İki çocuk; biri ayakta, biri betonun üzerine oturmuş, önüne bir kutu koymuş. Mızıka çalarak, para kazanıyorlar. Önce uzaktan izledim, güzel de çalıyorlar. Sonra yanlarına gittim. “Siz bu soğuk havada üşümüyor musunuz?” diye sordum. “Çok üşüyoruz abla ama para kazanmak zorundayız. Babam memlekette, annem kardeşlerime bakıyor. Kardeşimin bugün doğum günü, ona pasta almak istiyorum ama param yok, alamıyorum” dedi. “Kaç yaşındasınız, okula gidiyor musunuz?” diye sordum. “10 yaşındayız, ikimiz de okula gidiyoruz” dediler. Fotoğrafınızı çekebilir miyim diye sordum, “tabii abla çekebilirsin” diye yanıt verdiler. Resimlerini çekip, küçük bir katkıda bulunup yoluma devam ettim. İçimden bu acımasız sisteme öfkem, kinim daha da arttı. Kapitalizm işte böylesine iğrenç bir sistem. Türkiye’de binlerce çocuk ağır koşullarda çalışıyor. Binlerce çocuk sokaklarda dileniyor, mendil satıyor ya da bir şeyler çalıyor. Sokaklarda hiç olup gidiyorlar, hiçbirinin geleceği yok. Sokaklarda tinerci, balici oluyorlar ya da bir kuytu köşede ölüp gidiyorlar. Bu sistem çürüdükçe insanlığı da çürütüyor. Çocuklar için hep “geleceğimiz” deriz. Fakat gelecek bataklığın içinde, bu gelecek her gün biraz daha pisliğin içine giriyor. Kapitalizm yok edilmedikçe biz işçiler ve çocuklarımız bataklığın içinden çıkamayacağız. Bu sistem kanser gibidir, süründürerek yavaş yavaş öldürüyor. Bu dünyada bütün kötülükleri üreten kapi-

G

talist sistemin kendisidir. Üretiyor çünkü işçi sınıfı hastalanmaya, kanser olmaya razı. Peki, bir insan yaşamak varken kanser olmak ister mi? Elbette istemez. İşçi sınıfı olarak örgütlenip mücadele edersek, işte o zaman bu kahrolası sisteme karşı durabiliriz. Biz işçilerin tedavisi mücadeledir. Bir gün gelecek çocuklarımız bize hesap soracak. Şimdiden onlara verecek cevabımız olsun. Bu sistemi yıkıp yerine insan gibi yaşayacağımız bir dünya kurarak çocuklarımızı kurtarabiliriz. Marksist Tutum okuru bir kadın işçi

Bu Nasıl Gemi, Bu Nasıl Aile?

azetelerin ekonomi sayfalarında Türk işadamlarının kârlarını ve yatırımlarında ne kadar başarılı olduklarını okuruz. Genelde ekonomi sayfaları hep bir ilerlemeden, büyümeden söz ediyorlar. Gerçekten de Türk sermayesi uluslararası ölçekte büyüyor. Şimdi bu kadar büyümenin yanı sıra bir de ekonomik kriz var. Bu krizli hal, bir de kriz olmasa düşünemiyorum artık. Türk sermayesi büyüyor da işçi sınıfının hayatında ne değişiyor? Koskoca bir yoksulluk, açlık, sefalet boy gösteriyor. Kapitalistler ekonomik krizin bedelini işçi sınıfına ödetiyorlar. Krizi yaratan kendi sistemleri, bedeli ödeyenlerse bizleriz. Kapitalistler “bir ülkenin ekonomik olarak büyümesi demek halkının da refah içinde yaşaması demektir” derler. Maalesef bu boş bir sözden ibarettir. Kapitalist kârından başkasını düşünmez. Bir taraftan işçi sınıfının sırtından muazzam kârlar elde ederler, diğer taraftan aynı işçi sınıfını açlığa terk ederler.

Patronlar dil birliği etmişçesine şu sözleri kullanıyorlar: “Hepimiz bir aileyiz, bir gemide gidiyoruz. Batınca hep birlikte batarız, çıkarsak hep birlikte çıkarız.” Bu ifadeler gerçekten samimi geliyor mu sizlere? Biz işçiler hiçbir zaman kapitalist sınıfla bir aile olmadık, olmayacağız. Aynı gemiye gelince de onlar kaptan köşkünde giderken biz ambarda gidiyoruz. Gemi battığında kurtulan onlar, denizin dibini boylayan bizler oluyoruz. Bunca yıl bizleri böyle kandırmayı başardılar ve kandırma politikaları devam ediyor. Bizleri iliklerimize kadar sömüren sülükleri sırtımızdan atmalıyız. Bir gün gelecek işçi sınıfı olarak “yetti artık bunca zulüm” deyip kapitalistlerin saltanatlarını yıkacağız. Kaptan köşkünden atacağız onları. İnsanın insan gibi yaşayacağı bir toplumu kurmak bizlerin elinde. Yeter ki bilinçlenip örgütlenelim. Beylikdüzü’nden bir kadın işçi

47


Okurlarımızdan K

Cezaevlerinden Fabrikalara

apitalist sömürü sisteminin getirmiş olduğu derin çelişkiler, artan zenginliğe rağmen çok büyük kitlelerin işsizliğe ve yoksulluğa itilmesi, borcunu ödeyemeyen, aç kaldığı için hırsızlık yapmak zorunda kalan vb. binlerce insanın suçlu durumuna düşmesini de beraberinde getirdi. Baklava çaldığı için yıllarca hapis yatan çocuklar düşünüldüğünde, cezaevlerine binlerce insanın nasıl düştüğü daha iyi anlaşılabilir. Kapitalist sistemin daha baştan yanlış olması, özel mülkiyet mantığı ve bu sömürü sisteminin getirmiş olduğu sınıfsal çelişkiler karşısında insanların bu duruma düşmemeleri beklenemezdi. Zaten içerdeki bu kadar insan bir şeylerin ters gittiğini de özetliyor. Adalet Bakanının yapmış olduğu açıklamaya göre, cezaevlerinin doluluk oranı yüzde 110’a ulaşmış. İnsana yuh dedirtecek bu durum karşısında bakanlık çözüm üretmekte gecikmemiş ve “Denetimli Serbestlik” uygulamasının yaygınlaştırılması üzerinde çalışmaya başlamış. Buna göre bazı suçlarda 5 yıla kadar hapis cezası alanlar, cezalarının yarısını çektikten sonra, geri kalan yarısını evlerinde gözetim altında çekebilecekler. Bu uygulama hayata geçerse 10 bini aşkın hükümlü serbest bırakılacakmış. Bu serbest bırakılacaklar arasında gaspçılar, tecavüzcüler gibi suçlular var ama siyasi tutuklular yok. Onlar kapsam dışı bırakılıyor. Yani devrimciler, Kürt halklarının haklı taleplerini dile

R

Aksaray’dan bir işçi

Kalp İlaçları Irkçılığa İyi Geliyormuş!

adikal gazetesinin haberine göre, Oxford Üniversitesinde yapılan bir araştırmada, atış hızını düşürerek kalbi koruyan beta-bloker ilaçlarının sıradışı etkisi ortaya çıkmış. Araştırmaya göre, ilaçların ana maddesi olan “propranolol” verilen hastalarda “ırkçılığın olmazsa olmaz bir parçası olan korku faktörünün azaldığı ve bu yüzden bunların diğer etnik gruplara daha hoşgörü ile baktıkları” saptanmış. Güya Oxford Üniversitesi bilimsel bir araştırma yapmış; bunun neresi bilimsel acaba? Irkçılık bir hastalık mıdır, yoksa egemen sınıflara hizmet eden ve onlar tarafından yaratılan bir zehir mi? Belli ki bu araştırmayı yapan sözümona bilim adamlarının dertleri ilaçların reklâmını yapıp daha fazla satılmasını sağlayarak daha fazla kâr elde etmektir. Irkçılığı yaratan bizzat kapitalist sistemin kendisidir. Kendi çıkarını toplumun çıkarıymış gibi gösteren, hayali düşmanlar yaratarak kitlelerin önüne bir etnik grubu düşman olarak koyan kapitalistler değil midir? Kapitalizmin yarattığı sorunlar çığ gibi büyüdüğünde emekçi kitlelerde bir öfke birikir. Eğer toplum örgütlü ve bilinçli değilse öfkesini nereye kusacağını bilemez. Burjuvazi devreye girer ve insanları ırkçılıkla zehirler, yaşanan sıkıntıların sebebinin diğer etnik gruplar olduklarını propaganda eder. Kapitalizm krize girdiğinde, emperyalist savaş kızıştığında, ırkçılık da burjuvazi tarafından yükseltilir. Örneğin Avrupa’da artan sorunlar karşısında emekçi kitleler çelişkileri görmesin diye ırkçılık burjuvazi tarafından yükseltilmektedir. Artan işsizliğin sebebi olarak göçmen işçiler gösterilmekte, göçmen işçilere karşı baskılar artmaktadır. İşsiz ka-

48

getirenler, işçi sınıfının sömürüsü karşısında sessiz kalmayan duyarlı insanlar, demokratlar ömürlerini cezaevlerinde tüketmeye devam edecekler. Adalet burjuvazinin adaleti, bakan da burjuvazinin bakanı olunca olacak olan da ancak budur işte. Tabii burada öyle kolay kaçış yok, çıkarılacak olan mahkûmlar elektronik kelepçeyle takip edilecek, ayrıca bir kısmı belirli işlere yerleştirileceklermiş. Kalan sürelerini bakanın deyimiyle vatana millete hizmetle tamamlayacaklarmış. Yani mahkûmlar günün birkaç saatinde kamuda ücretsiz olarak mecburi çalışacaklar. Normalde işçilere uygulanan psikolojik baskıları düşünürsek bir de mahkûmlar söz konusu olunca vay onların haline. Çok insaniymiş gibi görünen bu olay aslında patronlara tam bir peşkeş çekme işidir. Diğer taraftan ise boşalan yerler yeni “misafirleri” bekliyor olsa gerek. Bu cezaevi boşaltma işi son zamanlarda artan KCK operasyonlarının ve sosyalistlere yönelik tutuklamaların kapsamının genişleyeceğinin mesajını vermektedir aynı zamanda. Burjuva adaleti bu olsa gerek, önce tutukla, sonra insanlık dışı koşullarda köle gibi çalıştır.

lan emekçiler işsizliğin kapitalizmin kâr hırsından değil de göçmen işçilerin daha uzuca çalışmasından kaynaklandığını düşünür. Yabancı ülkeler ve halklar düşman olarak gösterilip ülkenin gelişmesinin önünde engel olduğu propagandası yapılır. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Yıllardır bizlere yabancı düşmanlığı propaganda edilip duruldu. Kürtler düşman, Ermeniler düşman, Yunanlılar düşman... Biri “arkadan vurmuş”, biri ülkeyi “bölmeye çalışmış”… Bu tür safsatalarla emekçiler kandırılmış ve kardeş halklar düşman olarak gösterilmiştir. Her gün pestili çıkarcasına çalışan ve karşılığında üç kuruş alan bir emekçinin aç kalmasının, sefalet koşullarında yaşamasının sebebi nasıl olur da Ermeni veya Kürt işçiler olabilir? Veya aynı şartlarda çalışan bir Ermeni işçinin sefaletinin sebebi nasıl bir Türk işçisi olabilir? Bütün bu sorunların sebebi kapitalizmdir, kapitalistlerin bitip tükenmeyen kâr hırsıdır. Bütün emekçilerin kaderi ortaktır ve kurtuluşu da ortak olacaktır. İşte bu gerçeğin farkına varmamamız için egemenler emekçileri ırkçılıkla zehirleyerek ortak kurtuluşu görmelerini engellemektedirler. Irkçılık bir hastalık olsa bile bunun ilacı hap değil halkların kardeşliği, dünya işçi sınıfının kapitalizme karşı birlikte vereceği mücadeledir. İşçi sınıfının kapitalist sömürü düzenine karşı verdiği enternasyonal mücadele zafere ulaştığında o vakit insanlar en büyük hastalık olan kapitalizmden kurtulmuş olacak, kapitalistler ise ürettikleri hapları yutarak tarihin çöp tenekesine yollanacaklardır. Kıraç’tan bir Marksist Tutum okuru




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.