Milyonlar Aç, Milyonlar İşsiz! İşte Kapitalist Sisteminiz! • 1 Mayıs 2012 • Darbe soruşturmaları ve devrimci tutum
Mayıs 2012
• Polis, halk ve devlet • Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum /1
86
• AKP’nin Kürt politikası • Fukuşima felâketinden sonra • Kamuda sahte sendika yasası • Fransa’da seçimler
1 Mayıs: Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşecek! İ
şçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs tüm dünyada kutlandı. En gelişmiş kapitalist ülkelerden, yoksulluk ve sefaletin dizboyu olduğu en geri kapitalist ülkelere kadar dünyanın dört bir yanında yüzlerce kentte aynı gün içerisinde on milyonlarca işçi ve emekçi alanları doldurarak kapitalist sömürü ve sermaye egemenliğine karşı öfkesini dile getirdi. Neredeyse her ülkede aynı sorunlar dile getirildi ve aynı talepler haykırıldı. Hiç kuşkusuz kapitalizmin derin ve tarihsel krizi bu haykırışı daha da güçlendirmektedir. Dünyanın her köşesinde sermaye sınıfı, elindeki tüm güçleri seferber ederek, işçi sınıfına saldırmakta ve krizin faturasını her geçen gün daha ağır saldırılarla onun sırtına yıkmaya çalışmaktadır. Bu 1 Mayıs, bunun sanıldığı kadar sorunsuz ve sancısız bir süreç olmadığını ortaya koymuştur. Tüm dünyada bu yılki 1 Mayıs gösterileri daha geniş emekçi yığınları seferber ederek mücadele alanlarına çekmiş, işçi alaylarının mücadele azmini yansıtarak onu daha da bilemiş, kutlama ve gösterilerin militanlığında bir artış olmuş ve politik talepler daha geniş yer tutmuştur. ABD’de, gerek sendikalı işçilerin, gerekse de sendikasız göçmen işçilerin gösterilere geniş ölçüde katıldığını, geçtiğimiz aylarda dalga dalga yayılan işgal hareketlerinin 1 Mayıs vesilesiyle bir kez daha gündeme geldiğini görüyoruz.
Avrupa’da ise son yılların en büyük 1 Mayıs gösterileri milyonların katılımıyla gerçekleşmiş ve özellikle Portekiz, Yunanistan, İspanya, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde, yüzlerce kentte işçiler ve gençler alanları doldurarak, kapitalizme karşı öfkelerini dile getirmişlerdir. Avrupa’daki 1 Mayıs gösterilerine damga vuran taleplerin başında kemer sıkma önlemleri, teknokrat hükümet uygulamaları ve geçtiğimiz aylarda kabul edilen mali disiplin anlaşmasına karşı mücadelenin yükseltilmesi gelmektedir. Almanya’da da uzun süredir sessizliğini koruyan sendikalar, tabanın basıncıyla, şimdilik sözler düzeyinde kalsa bile, yürürlüğe sokulan uygulamalara karşı tepki vermeye ve bunun böyle gitmeyeceğini dillendirmeye başlamışlardır. Şüphe yok ki, emperyalist Alman burjuvazisinin uzantısı durumundaki sendikal üst bürokrasi, tüm Avrupa çapında AB’ye ve onun hâkimi durumundaki Almanya’ya karşı giderek artan öfkenin farkındadır ve önlem olarak saldırı dozajının azaltılmasını istemektedir. 1 Mayıs, Afrika ülkelerinin yanı sıra Ortadoğu coğrafyasında da geçtiğimiz yıllara kıyasla artan bir kitleselliğe sahne oldu. İsyan ateşinin halen kor halinde olduğunu görüyoruz. Bahreyn’de gerçekleşen gösterilerin kitleselliği orada yarım kalan isyan sürecinin emek ekseniyle güçleneceğinin işaretlerini vermektedir. Bağdat’ta geçen yıla kıyasla epey artan göstericilerin ellerinde taşıdıkları orak-çekiçli bayraklar da, Irak’ta işçi sınıfı hareketinin toparlanmakta
1
marksist tutum
Lübnan’da 1 Mayıs
olduğunun sinyallerini vermektedir. Buna benzer olguların tümünü, Endonezya’dan Bangladeş’e, Japonya’dan Kore’ye kadar Asya’nın tüm ülkelerinde de görmek mümkündür ve bir o kadar da umut vericidir. Lafın kısası, tüm dünya işçi sınıfı kapitalizme karşı öfkesini arttırarak biriktirmekte ve dışa vurmaktadır. Türkiye’de 2012 1 Mayıs’ını değerlendirirken ilk saptanması gereken husus ise, bu yılki kutlamaların tıpkı dünyada olduğu gibi geçtiğimiz yıllara kıyasla çok daha yaygın ve kitlesel olarak gerçekleşmiş olmasıdır. Toplamda 100’e yakın il ve ilçede yüzbinlerce emekçi yine geçtiğimiz yıla kıyasla artan bir coşkuyla 1 Mayıs geleneğine sahip çıkmış, alanları doldurarak kapitalist sömürüye, toplumsal eşitsizliğe, siyasal baskılara, adaletsizlik ve zorbalığa karşı taleplerini haykırmıştır. Bu yılki gösterilerde öne çıkan husus hiç kuşku yok ki, AKP hükümetinin neo-liberal saldırılarına, siyasal baskı ve zorbalığına, emperyalist savaş tacirliğine ve Kürt halkına yönelik haksız savaşa duyulan tepki idi. Taksim’deki kutlamalarda emekçi Kürt kitlelerinin yoğun katılımının yanı sıra, kürsüden de Anadolu halklarının dilinde selamlamalar yapılması ve ortak bildiri metninin Türkçe-Kürtçe okunması önemliydi. Özellikle İstanbul’daki kutlamalarda kitleselliğin ve coşkunun yanı sıra dikkat çeken bir diğer husus da, kapitalist düzenle, onun doğrudan ve dolaylı sonuçlarıyla ve hükümetin uygulamalarıyla sorunlar yaşayan her kesimin, 1 Mayıs meydanını kendi sesini duyuracağı bir emek kürsüsü olarak görüp alanlara akmasıydı. Geçen yıl gözleyip saptadığımız bu eğilim bu yıl daha da güçlenmiştir. 1 Mayısların geleneksel ana gövdesini oluşturan işçi sendikaları, devrimci işçi örgütleri, sosyalist çevreler ve devrimci öğrenci gruplarının yanı sıra alanda her çeşit renk mevcuttu. “Oyuncu da işçidir” dövizleriyle alanlara akan tiyatro oyuncuları, çeşitli futbol takımlarının taraftar grupları, Anadolu’da biz de yaşıyoruz diyen çeşitli etnik kesimlerin irili ufaklı kortejleri, yeşil-çevreci gruplar,
2
Mayıs 2012 • sayı: 86
nükleer karşıtları, HES karşıtları, cinsel kimlik ve tercihleri nedeniyle ezilip horlanan homoseksüel-transseksüel bireyler, feminist örgütler, Kızılbaşlar pankartıyla yürüyenler, Alevi dernekleri, yöre dernekleri vb. Ama bu yıl özellikle öne çıkan yeni bir katılımcı çevre daha vardı: Kapitalizme Karşı Mücadele Platformu adı altında kortej oluşturup mücadelede yerini almak istediğini deklare eden, anti-kapitalizm ortak paydasında kendisini ifade eden Müslüman gençler. Bu eğilimin giderek gelişeceğini Marksist Tutum olarak uzun zaman önce saptamış ve bunun önemi üzerinde durmuştuk. Sözkonusu kesimin 1 Mayıs meydanında kendisini işçi sınıfının mücadelesiyle aynı çizgide ifade etmesi, bizce son derece önemli bir gelişmedir. Kemalizmin atgözlükleriyle durumu değerlendiren kimi kendini bilmez sözümona sosyalistlerin yaklaşımlarının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Nitekim “Kapitalizme Karşı Mücadele Platformu” korteji, gerek yürüyüş kollarında yer alan gerekse de alana girişlerinde onları selamlayan büyük kitle tarafından sıcak karşılanmıştır. Söz konusu platformda yer alan sınıf kardeşlerimizin deyimiyle “aramızdaki mahalle duvarlarını yıkmak”, Kemalizmin son derece bilinçli yarattığı engelleri parçalayıp atmak, kapitalizme karşı mücadeleyi kesinlikle güçlendirecektir. Her türlü muhalif kesimin kendisini Taksim’de ifade ediyor oluşu, ne 1 Mayıs’ın sınıf eksenini kaydırır, ne onun politik anlam ve özünü bulanıklaştırır, ne de 1 Mayıs alanını panayır yerine çevirir. Tersine, eğer ki sınıf devrimcileri üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirirlerse bu durum son derece olumlu bir gelişme anlamına gelir. Tüm toplumsal muhalefetin işçi sınıfının mücadelesini temel alan, onun etrafında, yanında ve arkasında saf tutan bir pozisyona geçmesi, işçi sınıfının tüm ezilen kesimlere önderlik ederek devrimin lokomotifi olacağından başka hiçbir şeyi göstermiyor. Kapitalizme karşı mücadelenin ve devrimin önderliğinin en ufak bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde işçi sınıfında olduğunun bir tescilidir Taksim 1 Mayıs’ı. Bu yılki 1 Mayıs kutlamalarına dair üçüncü bir önemli husus da Kürt hareketinin kutlamalara geçen yılkinden daha güçlü ve kitlesel olarak katılmış olmasıdır. İstanbul’daki kutlamalarda en kalabalık kortejlerin başında BDP’nin yer alması kuşkusuz anlamlıdır. Ama daha da anlamlısı, 30 yılı aşkın bir süre sonra ilk kez Diyarbakır’da yasal olarak 1 Mayıs’ın kutlanmış olması ve bu kutlamalara binlerce emekçinin katılmasıdır. Benzer şekilde başta Batman olmak üzere birçok Kürt ilinde emekçiler sendi-
sayı: 86 • Mayıs 2012
ka kortejlerinde yoğun olarak alanlara akmışlardır. Kürt illerinde alanları dolduranlar bu kez yalnızca Kürt hareketinin siyasal bileşenleri ve KESK sendikalarıyla sınırlı kalmadı; DİSK ve Türk-İş’e bağlı sendikalar da yoğun bir katılımla alanlarda yerlerini aldılar. Kürt illerinde emekçilerin sınıf kimliğiyle harekete geçmeleri, Kürt hareketi içerisinde emek ekseninin güçleneceğinin işaretlerini de vermesi bakımından anlamlı ve sevindirici bir gelişmedir. Dördüncü bir husus olarak da, AKP hükümetinin ve onun yardakçılığını yapan sendikal oluşumların, 1 Mayıs’ın içini boşaltma teşebbüslerinin boşa çıkartılmış oluşunu saymalıyız. Sendika üst bürokrasisinin bu kesiminin renksiz, cılız, resmi bir bayram havasında ve göstermelik bir 1 Mayıs hevesleri kursaklarında kalmıştır. Nice yıldır süren bir mücadeleyle 1 Mayıs’ı zoraki kabul etmek zorunda kalan bu sermaye uşaklarının, hükümetten aldıkları destekle 1 Mayıs’ı davul zurna eşliğinde göbek atılacak, mehter takımlarının geçit töreni yapacağı, Türk bayraklarının dalgalanacağı bir güne çevirme isteklerine prim verilmesi düşünülemezdi bile. Nitekim ideolojisiz bir 1 Mayıs söylemiyle İstanbul’da birleşik bir kutlamayı baltalamaya girişen, sosyalist gruplara ve Kürt halkına düşmanlık empoze eden, kapitalizme ve hükümete karşı tepkinin dillendirilmesinin önüne geçmeye çalışan “dörtlü çete”nin oyunları ve hesapları, alanları dolduran yüzbinler tarafından bozulmuştur. Hükümetin gayrı resmi ortağı gibi davranan Hak-İş ve Memur-Sen’in Ankara Tandoğan Meydanına kaçarak gerçekleştirdikleri sözümona 1 Mayıs kutlaması sendikal mücadele tarihine ibretlik bir kara leke olarak geçmiştir. 1 Mayıs gibi, birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kodlanan tarihi bir günde kürsüden hükümet adına Çalışma Bakanına söz verilmesi, “Anadolu Kaplanlarına” selam gönderilmesi, bu rezilliğin çarpıcı bir dışavurumudur. Hükümetin politikalarına laf edilmesin, Kürt sorunu gündeme taşınmasın diyerek Bursa’ya kaçan Türk-İş genel merkezinin tavrı da bundan aşağı kalmamıştır. Ortak kutlamaya katılmayıp Kamu-Sen’le birlikte İzmir’de mer-
marksist tutum
kezi kutlama yapacağını açıklayan Türk-İş genel merkezi, oradaki şubelerinin DİSK ve KESK’le ortak kutlamadan yana tutum takınmasıyla ağzının payını bizzat kendi tabanından almış, bunun üzerine de yer değişikliğine giderek Bursa’yı merkez olarak seçmiştir. Bu noktada seçilen yerin Bursa olmasının özel bir anlamı olduğunu da belirtmek gerekiyor. Türk-Metal’in gangster sendikacılığını koruma kaygısıyla hareket eden Türk-İş üst bürokrasisi, Bursa’da gövde gösterisi yapma düşüncesiyle Türk-Metal’deki erime eğilimini tersine çevirme derdine düşmüştür. Bilmektedir ki bu eğilimin güçlenmesi işçi sınıfı hareketine büyük bir ivme kazandırma potansiyeli taşımaktadır. Türk-İş genel merkezine karşı muhalefet bayrağı açan Sendikal Güç Birliği Platformunun, Taksim’deki kutlamalara katılarak bu oyunu bozmada aktif bir rol üstlenmesi önemlidir. Bu mücadeleyi oraya buraya sapmadan, bir başka burjuva partinin dümen suyuna sokmadan, bağımsız sınıf çizgisi temelinde ilerleterek büyütmek bugün çok büyük bir önem taşımaktadır. Son olarak şunu da belirtelim ki, bu toprakların proleter devrimcileri olarak ne mutlu bizlere ki, kapitalist dünyanın en kitlesel ve politik içerik ve anlamına en yakın 1 Mayıs kutlamaları bu topraklarda yapılmaktadır. Gerçekten de, özel bir durum oluşturan Küba bir tarafa bırakılırsa, İstanbul’daki kutlamalar dünyanın en büyük 1 Mayıs kutlaması olmuştur. Yalnızca katılım sayısı açısından değil, meydanlara rengini veren kızıl flamalarıyla, devrim ve sosyalizm sloganlarıyla, yüzbinlerin oluşturduğu muazzam koronun dilinden dökülen muhteşem 1 Mayıs marşıyla, örgütlülüğün verdiği coşku ve disiplinle geleceğe yürüyen genç işçi alaylarıyla bu topraklarda 1 Mayıs farklı bir renge bürünmektedir. On yıllardır katlanılan nice acıya, baskıya, zulüm ve zorbalığa rağmen, militan bir mücadeleyle var edilen, yitirdiğimiz canlarla doğan ve büyüyen 1 Mayıs geleneği zayıflamak şöyle dursun, gücünü korumakta ve her yıl daha da arttırmaktadır. Selam olsun işçi sınıfının mücadeleci geleneğini yaratanlara, bugünlere taşıyanlara ve onu yaşatıp büyütenlere!
3
Darbe Soruşturmaları ve Devrimci Tutum Levent Toprak
B
ir süredir yürütülmekte olan soruşturmanın davaya dönüşmesi ve darbeci generallerden Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın sanık sandalyesine oturtulmasıyla, 12 Eylül faşist darbesine dönük mahkeme süreci başlamış oldu. Konuyla ilgili tartışmalar tüm hızıyla sürerken, çok geçmeden, 1997’deki 28 Şubat darbesine dönük soruşturma süreci ve bu çerçevede sansasyonel tutuklama dalgaları yaşanmaya başladı. 28 Şubat’ın “astığı astık, kestiği kestik” generali Çevik Bir başta gelmek üzere dönemin önde gelen kimi generalleri bir bir tutuklanmaya başladı. Böylece, bir yandan olayın sansasyonelliği ve tazeliği, bir yandan da hükümet kanadının bilinçli vurgusuyla, hesaplaşma tartışmaları neredeyse tümüyle 28 Şubat’a kaydı. 12 Eylül yargılamaları vesilesiyle siyasi yelpazenin değişik unsurlarının içinde bulundukları durum ve sergiledikleri ibretlik tutumlar, 28 Şubat yargılamalarıyla daha da çeşitlenip katmerlendi. AKP, CHP ve MHP başta gelmek üzere burjuva siyasi partilerden tutun, sermaye örgütleri-
4
ne, gazetecilere, bürokratlara, dini çevrelere, sendikalara, sosyalist hareketin bazı kesimlerine kadar nice kesim bu ibretlik durumlarını ortaya koymuşlardır. Geniş emekçi yığınların bilincini bulandırıcı sayısız aldatmacanın kol gezdiği böylesi bir siyasal atmosferde işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bu konuda devrimci Marksist bakış açısını tekrar tekrar öne sürmek ve pekiştirmek önem taşıyor. Bu ise dikkatli bir yaklaşım ortaya koymayı, her adımda sapla samanı birbirinden ayırt etmeyi gerektiriyor. 28 Şubat yargılamalarından başlamak gerekirse, daha baştan bir noktayı vurgulamalıyız. 28 Şubat’ın tartışılması ve sorumlularının yargılanması hiç şüphesiz devrimci işçi sınıfının talepleri arasındadır. Ancak, diğer hususlar bir yana, bunun 12 Eylül’ü unutturma ve gölgeleme işlevine koşulmasına da izin vermemek gereklidir. Yani, bırakalım 12 Eylül yargılamalarının mevcut haliyle sürmesini, daha da genişletilmesi için zorlamak ve bu uğurda geniş bir seferberlik oluşturmak gerekliyken, bir de gargaraya getiril-
sayı: 86 • Mayıs 2012
mesine göz yumulamaz. AKP’nin 12 Eylül darbesi ve faşizmi ile hesaplaşmak gibi bir derdi olmadığı açıktır. O demokratik makyajını tazelemek için, dostlar alışverişte görsün misali iki bunak generalle sınırlı göstermelik bir yargılamayla işi savuşturma yanlısı. Daha önemlisi, bu sınırlı yargılama sürecini bir basamak olarak kullanarak, kendisi açısından asıl hedef olan 28 Şubat ve sonrasına ilerlemek istiyor. Böylece demokratik makyaj devam ettirilmiş olacağı gibi, tabanın yüreğine de su serpilmiş ve saflara moral motivasyon sağlanmış olacaktır. Ancak 28 Şubat bağlamında daha önemli bir somut hedef, genel medya ve sermaye güçleri alanında yeni mevziler kazanmaktır. 28 Şubat müdahalesinde başta TÜSİAD ve TİSK olmak üzere sermaye örgütlerinin ve onlara eşlik eden büyük medyanın “silahsız kuvvetler” olarak orduyu destekleyici tutumu şimdi onlar aleyhine bir koz olarak kullanılmaktadır. Böylece AKP ile organik bağlantılı sermaye çevrelerine yeni alan açılmaya çalışılacaktır. Ancak bu böyledir diye ne 28 Şubat yargılamaları aleyhine tutum almak doğrudur, ne de 12 Eylül yargılamaları bu noktada basamak olarak kullanılıyor diye 12 Eylül’ün peşini bırakmak, bundan yüz çevirmek. AKP’nin hesapları ne olursa olsun işçi sınıfı ve sosyalist güçlerin yapması gereken, 12 Eylül’ü özellikle ön plana çıkararak, her iki darbe sürecinin de birlikte hesabının sorulmasını sağlamaya çalışmak olmalıdır. Her iki darbe süreci de tüm bağlantılarıyla aydınlatılmalı ve teşhir edilmelidir. İşçi sınıfı açısından 12 Eylül darbesi özellikle ön plana çıkarılmalıdır, çünkü 12 Eylül doğrudan işçi sınıfı hareketine ve sosyalist harekete karşı yapılmıştır. O günlerde oluşan faşist rejimin kıyıcı terörüne ve kapsamlı baskı/sindirme stratejisine maruz kalan işçi sınıfı ve sosyalist hareket çok ağır bedeller ödemiş, geçmişin hemen tüm mevzileri kaybedilmiştir. Tam da bu nedenle patronlar sendikasının başkanı darbenin ardından “şimdiye kadar işçiler gülüyordu, şimdi gülme sırası bizde” demiştir. Bu nedenle işçi sınıfının özellikle bu darbeyle hesaplaşması büyük önem taşımaktadır. Siyaset arenasında 12 Eylül bağlamında yaşanan yargılama benzeri süreçleri elinin tersiyle itmek, bu tür süreçlere ilgisiz kalmaya davet etmek, ya da hatta bu süreçleri bir tür tehlike gibi görmek yanlış tutumlardır. Önemli olan, düzenin farklı güçlerinin kendi iç çekişmeleri ve siyasi kaygılarıyla gündeme gelmiş bile olsa konuyu sonuna kadar işçi sınıfının çıkarlarına uygun yönde genişletmeye çalışmaktır.
marksist tutum
12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önünü açan anayasa değişikliği, özde AKP’nin geniş kitlelere verdiği bir tavizdi. AKP’nin anayasa değişikliğindeki asıl amacı, kendisi için tehdit oluşturan yüksek yargıdaki kastvari kapalı devre sistemi kırmaktı. 12 Eylül’le özel bir hesabı olmayan AKP’nin onu gerçekten yargılamak gibi bir derdinin de olamayacağı elbette açıktı. Marksistler bu hususu başından beri açıkça ortaya koymuşlardır. Ancak sorun AKP’nin “gerçek niyetleri” sorunu değildir. Asıl sorun, düzene muhalif güçlerin 12 Eylül ve darbelerle hesaplaşma konusunda tutarlı birer takipçi olup olamadıklarıdır. 12 Eylül davasının açılabilmesinde, konuyu ısrarla gündemde tutmaya çalışanların rolü olduğu muhakkaktır. Benzer bir tutum 28 Şubat’ın yargılanması ve teşhir edilmesi için de söz konusu olmalıdır. 28 Şubat darbesi doğrudan işçi sınıfı hareketini hedef alan bir müdahale olmayıp (zira zaten ortada düzeni tehdit eden bir işçi sınıfı hareketi yoktu), başta iktidardaki Refah Partisi olmak üzere esasen İslamcı grupları ve onları besleyen sermaye gruplarını hedef alan bir hükümet darbesiydi. Ancak doğrudan hedef olmasa da 28 Şubat’tan işçi sınıfı da olumsuz etkilenmiştir. Bir kere darbe sürecinin bir yan sonucu olarak ortaya büyük bir soygun ve talan çıkmış, devlet bankaları, çeşitli fon ve kaynaklar hortumlanmıştır. Ve her zaman olduğu gibi bunun faturası emekçi yığınların sırtına yıkılmıştır. Ama daha önemlisi emekçi kitlelerin şovenizme, Kürt düşmanlığına, ordu şakşakçılığına sürüklenmesi ve otoriterizme payanda edilmiş olmasıdır. Öte yandan Kürt hareketi de 28 Şubat’ın saldırılarına maruz kalmıştır. Kürt hareketini destekleyenler ya da düzen cephesi içinden Kürt hareketi ile müzakere yapılmasını isteyenler doğrudan hedef olmuşlardır. Bununla düzen güçleri kendi cepheleri içinden Kürt sorununda aykırı ses çıkaranlara bir kez daha ağır bir gözdağı vermişlerdir. Bu süreçte İnsan Hakları Derneği başkanı Akın Birdal silahlı saldırıya uğramış ve vücuduna birçok kurşun isabet etme-
5
Mayıs 2012 • sayı: 86
marksist tutum
sine rağmen şans eseri hayatta kalmıştır. 12 Eylül ile 28 Şubat arasında çeşitli açılardan farklılıklar olsa da önemli ve temel nitelikte süreklilik çizgileri vardır. Devrimci işçi sınıfının tutumunda belirleyici olması gereken bu süreklilik çizgilerini anlayabilmek için 28 Şubat’ın niteliğini ve tarihsel bağlamını kısaca hatırlamak yararlı olacaktır.
28 Şubat neydi? 28 Şubat aslında genel hatlarıyla 90’lar boyunca yürütülmeye çalışılan bir sürecin doruk noktası idi. Daha önce içeride solu ve işçi hareketini, dışarıda da SSCB’yi asli tehdit olarak gören Türkiye burjuvazisi, solu ve işçi sınıfını bastırdıktan sonra, uluslararası arenada da SSCB’nin çöküşüyle birlikte tehdit algısını ve önceliklerini değiştirmiştir. Her daim listenin başlarında yer alan Kürt hareketini bir yana koyacak olursak, asıl değişiklik İslamcı akımların ve İran’ın ön plana getirilmesi olmuştur. İran’daki Molla rejiminin, üzerine salınan Saddam Irak’ı vasıtasıyla, 8 yıllık (1980-88) bir savaş sürecinin sonunda bitirilemediğinin ortaya çıkması ve bu arada tüm Müslüman dünyada İslamcı hareketlerin yükseliş sinyalleri vermesi burjuvazi açısından bu dönüşün dış hazırlayıcıları olmuştur. Aynı dönemde bu süreç içeride de adeta bumerang misali işlemiştir. Türkiye’deki İslamcı akımlar 80’li yıllar boyunca önce cunta tarafından toplumdan sol duyarlılıkları kazımak için özel olarak beslenmiş ve ardından Özal döneminde bu besleme iyiden iyiye bir semirme durumuna getirilmiştir. Böylece ‘90 dönemecine sosyalist hareketi, işçi hareketini ve toplumdaki sol sempatileri büyük ölçüde tehdit olmaktan çıkarmış olarak giren Türkiye burjuvazisinin hâkim kesimleri, şimdi silahını kendisi için yeni bir tehdit olarak yükselmekte olduğunu gördüğü İslamcı akımlara çevirmekteydi. Türkiye’nin büyük bir sosyo-ekonomik dönüşüm geçirdiği ve bunun önemli bir parçası olarak kente göçün olağanüstü ivme kazandığı bu dönemde, solun yokluğu (ve varlığı ölçüsünde de basiretsizliği) koşullarında, İslamcı sermaye ve akımlar Refah Partisi öncülüğünde büyük bir hızla yükselmeye başladı. Önce büyük kentlerin çeşitli ilçelerinde sonra da büyük kent düzeyinde birer birer belediyeleri kazanan Refah Partisi, nihayet 1995 genel seçimlerinde birinci parti konumuna yükseldi. İslamcı sermayenin ve akımların bu yükselişini çoktan tespit etmiş olan Türkiye burjuvazisi, 90’lı yılların ilk yarısında, genel olarak Kürt illeri hariç olmak üzere, bir dizi provokasyonla karşı ağırlık oluşturmaya çalışmıştır. Bu süreçte örneğin Kemalist aydınlara yönelik bombalı suikastlar İslamcılara ve İran’a mal edilmiş ve bu doğrultuda bir kitle seferberliği ve duyarlılığı oluşturulmaya çalışılmıştır. Ancak sermayenin hâkim kesimleri ve devlet bu işte pek başarılı olamadı ve Refah 1995’te birinci parti düzeyine yükseldi ve sonrasında da hükümet ortağı oldu. Bu
6
durumdan son derece rahatsız olan Batıcı, modern, laik geçinen büyük sermaye ile iktidara her daim ortak olan askeri bürokrasi Refah’ı hükümetten dışlamak, olmayınca da düşürmek için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. İşte 28 Şubat esas olarak bu duruma bir cerrahi çözüm getirme anlamına geliyordu. Hem açıktan bir askeri darbenin iç ve dış dengeler açısından pek uygun olmayacağı hesap edildiğinden hem de iş o noktaya varmadan hükümeti devirmenin mümkün görünmesinden dolayı, hükümet darbesi açık bir askeri darbe harekâtı olarak yürütülmedi. Bunun yerine vesayet mekanizmalarının azami ölçüde zorlanması, tehditler, kol bükmeler, lobicilik, medya baskısı vs. kullanıldı ve nitekim maksada vasıl olundu. Hiç şüphesiz bu süreçte Refah’tan ve Erbakan’dan rahatsız olan ABD’nin de onayı alınmıştı. 2000’li yıllarda AKP karşıtı darbe girişimlerine karşı duran ve AKP’yi destekleyen ABD, o zaman Refah-Yol hükümetinin bu yollarla devrilmesine ve sonrasında da Refah’ın kapatılmasına ses çıkarmadı.
Devlette devamlılık Burada altı çizilmesi gereken temel noktalardan biri, 12 Eylül’de de 28 Şubat’ta da kararları verenlerin, ABD (ve İsrail) egemenleriyle işbirliği halindeki hâkim sermaye kesimleri ile yüksek askeri bürokrasi olmasıdır. Bir durumda tehdit işçi sınıfı ve sol iken onlara vurulmuş, diğer durumda ise hedef İslamcı çevreler olmuştur. Dahası sola vurulurken İslamcı kesimlerden de yararlanılmıştır. Aslında İslamcılara vurulurken de soldan bir destek güç yaratılmaya çalışılmıştır, ama sol ve işçi hareketinin pek mecali kalmamış olduğu için bu noktada pek başarılı bir sonuca ulaşılamamıştır. Nitekim özellikle 2000’li yılların ilk yarısındaki darbeci girişimler sırasında bazı generallerin kendi aralarında “biz solu bitirmekle büyük hata ettik” dedikleri biliniyor. İplerin burjuvazinin hâkim kesimlerinin elinde olduğu, tüm sahnenin onlar tarafından kurgulandığı ve başarılı olması durumunda yalnızca darbeci güçlerin elinin güçleneceği böylesi siyasi operasyonlardan işçi sınıfının hayrına bir sonuç çıkamayacağı açık olmalıdır. Ama ne yazık ki, özellikle 28 Şubat örneğinde sosyalist hareketin bazı kesimleri bu hükümet darbesinde bir hayır görmüşlerdir. ABD (ve İsrail) faktörünün yanı sıra 12 Eylül ve 28 Şubat arasında başka süreklilikler de vardır. Her iki sürecin de baş yürütücüsü ve vurucu gücü olan ordunun zihniyet kalıpları, dünya görüşü ve refleksleri bir başka önemli süreklilik çizgisi oluşturmaktadır. Bu, ülkeyi özde kendi malı olarak gören, tepeden inmeci, despotik bir zihniyettir. Kendisi dışındaki tüm diğer toplumsal ve siyasi güçleri “ülke çıkarları” konusunda en iyi ihtimalle lakayt gören seçkinci bir dünya görüşüdür söz konusu olan. Bu durum her türlü despotluk için kendinde doğal hak gören bir tavır doğurmaktadır.
sayı: 86 • Mayıs 2012
Bir diğer süreklilik de kadro sürekliliği olarak adlandırılabilir. Bu zihniyetle yetişmiş subaylar edindikleri darbeci birikimleri sonraki girişimlere taşımakta ve kuşaklar boyunca da aktarmaktadırlar. Burada sadece bir örnekle bunu somutlamak yararlı olabilir. 28 Şubat’ın kadiri mutlak kabadayısı pozlarındaki generali Çevik Bir, 12 Mart’ta bir işkenceci subay, 12 Eylül’de darbe şefi Kenan Evren’in bizzat yaveriydi. Aynı Çevik Bir’in uluslararası silah tekelleriyle ve ABD/İsrail lobisinin uluslararası kuruluşlarıyla içli dışlı ilişkiler içinde olduğu da biliniyor. Bu tür daha nice örnek olduğu muhakkaktır. Süreklilik çarpıcıdır ve kendi başına çok şey anlatmaktadır. Öte yandan bu süreklilik somut anlamda darbe planları ve operasyonları açısından da mevcuttur. 2000’li yıllardaki darbe hazırlık ve teşebbüsleri de doğrudan 28 Şubat’ın devamı niteliğindedir. Arada neredeyse dolaysız bir süreklilik vardır. Hazırlıkların önemli bir bölümü, 28 Şubat’ın örgütleyicisi olan Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) yapmış olduğu çalışmaların güncellenmesine dayanıyordu. Ve yine aslında hatırlanacak olursa, o dönemlerin genelkurmay başkanı olan Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini söylemişti. Bu abartılı söylem gerçekte kalıcı bir hazırlık yapılmış olduğunun ifadesi olması bakımından anlamlıdır. Ve yine bu darbe soruşturmaları dolayısıyla ortaya çıkan bulgu ve belgeler de göstermektedir ki, bunların hepsi de 12 Eylül’ün planı olan Bayrak Planı’nı temel almışlardır. Boşuna dememişler “devlette devamlılık esastır” diye. Son olarak bir noktayı daha kısaca hatırlatmakta yarar var. 28 Şubat’ta tekelci sermayenin Erbakan’dan genel politik rahatsızlığının yanı sıra, onun izlemeye çalıştığı ekonomi politikalarından da rahatsızlığı vardı. Erbakan’ın kapitalizm koşullarında genel hatlarıyla demagojik ve ütopik politikalarının kendilerine zarar vereceğini hesap eden, devlet kaynaklarının bir bölümünün de yeni yetme İslami sermayeye aktarılmasına izin vermek istemeyen söz
marksist tutum
konusu sermaye kesimleri, hükümet darbesinin çeşitli düzeylerde destekleyicisi ve katılımcısı olmuşlardır. Nasıl 12 Eylül faşist darbesi 24 Ocak kararları ile simgeleşmiş bir ekonomik programa sahip idiyse, 28 Şubat’ta da büyük sermayenin birtakım doğrudan ekonomik çıkarları vardır. 28 Şubat’ı takip eden birkaç yıl içinde birçok batık bankanın devletin sırtına yıkılması gibi hadiseler de dahil olmak üzere, dönmekte olan korkunç borç-faiz çarkının emekçi halkın sırtına 300 milyar dolara yakın bir yük bindirmiş olduğuna dair hesaplamalar yapılmaktadır. 2000’li yılların başarısız darbecisi general Özden Örnek’in günlüklerinde sermayenin rolü ile ilgili yazılan bazı satırlar zaman zaman bu generallerin bile durumdan rahatsız olabildiklerini göstermektedir: “Paraları sayesinde her şeyi yapabileceklerini zannediyorlar. Hep askere yanaşıyorlar ve bizleri başkalarına karşı bir aracı ve silah olarak kullanıyorlar. Bunu gören asker de pek yok. İstedikleri hep asker darbe yapsın ve onlar da bu darbe vesilesi ile paylarını alsınlar.”
*** Darbeler arasında çeşitli farklılıklar olmakla beraber, burada işaret edilen süreklilik noktalarının da gösterdiği üzere, işçi sınıfının hangi kılıkta olursa olsun tüm darbelere karşı bütünlüklü bir tutum alması zorunluluktur. Bu bakımdan hem 12 Eylül hem de 28 Şubat işçi sınıfının hesap sorması gereken darbelerdir. Asıl olarak burjuvazinin kendi içindeki çekişme ve hesaplaşmalar çerçevesinde gündeme gelen darbe yargılama süreçleri devrimci işçi sınıfı açısından bir fırsat olarak görülerek, bu süreçler çok daha geniş çaplı gerçek hesaplaşmalar düzeyine yükseltilmeye çalışılmalıdır. Bu yargılama süreçlerinin kapsamı genişletilmeli, darbelerin tüm sorumluları sanık sandalyesine oturtulmalıdır. Buna sahne gerisinde rol oynayan tüm patronlar da, medya ileri gelenleri de, işbirlikçi sendika ağaları da dahildir. Bu bağlamda somut olarak vurgulanması gereken bir nokta, 28 Şubat yargılamalarının 12 Eylül’le hesaplaşma gündemini karartmasına asla izin verilmemesi gerektiğidir. AKP’nin sürece böylesi bir yön vermeye çalıştığı açıktır ve buna direnilmelidir. Madalyonun öbür yüzünde ise, 28 Şubat’ta bir olumluluk gören kesimlerin 28 Şubat yargılamalarına karşı aldığı tutuma düşülmemesi zorunluluğu vardır. Ne yazık ki bu kesimler CHP ve Kemalistlerle sınırlı değildir. Sosyalist kimliğe sahip kimi çevreler de bu yanlış tutumu benimsemişlerdir. Bu tutum devletçi, tepeden “aydınlanmacı” yaklaşımlarla karakterize olan bir küçük-burjuva sosyalizmini ifade etmektedir. Bu anlayışın işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur. İşçi sınıfı ne AKP’nin ne de Kemalistlerin dümen suyuna girmeli, kendi bağımsız sınıf çizgisi doğrultusunda hareket etmeli ve tüm darbe süreçlerine tutarlı biçimde karşı durmalıdır.
7
Roboski’den KCK’ye Hükümetin Kürt Politikası Suphi Koray
AKP, Kürt sorununu kendi istediği biçimde, handiyse Kürt halkı olmadan çözmek gayreti içerisinde. Özellikle Suriye’de yaşananlar hükümeti tedirgin ediyor. İkiyüzlüce Esad’a “halkının taleplerine kulak ver” nutukları çeken, Suriye halkının kendi kaderini tayin hakkından bahseden Erdoğan, Kürt halkının taleplerine ise kulaklarını tıkıyor; bıraktık Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayı, Kürt kimliğinin anayasal güvence altına alınmasına dahi karşı geliyor. Kürt halkına hapis, katliam, baskı, zulüm reva görülüyor. Ama tarih bize gösteriyor ki ezenlerin baskıları hiçbir zaman halkların isyanlarını durduramamıştır.
R
oboski katliamından bu yana dört ay geçti. Çoğu çocuk 34 Kürdün katli sessizlik fesadıyla boğulmaya çalışılıyor. Alay komutanının görevden alınmasının haricinde katliamın “aydınlatılmasına” dair atılan hiçbir adım yok. Heron görüntülerine göre durumu değerlendireceklerini söyleyen hükümet yetkilileri, ne hikmetse hâlâ bir açıklama yapmış değiller. Görüntüleri izleyen İnsan Hakları Komisyonundaki vekiller ise, her şeyin açık ve net olduğunu, görüntülerden “kaçakçıların” rahatlıkla seçilebildiğini, göz göre göre 34 insanın katledildiğini ifade ediyorlar. Hükümet önce olay sınır dışında yaşanmıştır diyerek paçasını kurtarmaya çalışmıştı. Oysaki bölgeyi ve sınırların nasıl çizildiğini bilenler açısından bunun hiçbir anlamı yoktu. Sınırlar taşlarla işaretli; taşın bir tarafı Türkiye, diğer taraf Irak Kürdistanı. İki tarafta yaşayanlar birbirleriyle akraba. Katliam zaten Türkiye topraklarında Türk savaş uçaklarıyla gerçekleştirilmişti. Kaldı ki, sınır dışında olsa ne fark eder? 34 insan üç kuruş için sınırı geçti diye savaş uçaklarıyla bombalanmayı hak eder mi? Roboski katliamından ve sonrasında katliamın faillerinin yaptıkları açıklamalardan açıkça görüyoruz ki, TC açısından bu sorunun cevabı “eğer Kürtlerse evet”tir. “Sınır dışında oldu” hikâyesi tutmayınca “operasyon kazası” denildi. Kusur varsa müsebbiplerinin bulunacağı söylendi. Ama bu “kazaya” kimin sebebiyet verdiğine dair hiçbir açıklama yapılmadı bugüne kadar. “Büyük bir dikkatle meseleyi takip ediyoruz ve edeceğiz, yaşananların aydınlanması için tüm imkânlarımızı kullanıyoruz” diyen Başbakan Erdoğan “uzun ve detaylı” araştırmaların
8
sonucunda faili açıkladı: kader! Madenlerde inşaatlarda yaşanan iş cinayetlerinde olduğu gibi burada da sorumlu “kader”di. Hükümetin izlediği savaşçı politikayla hiçbir alâkası yoktu katliamın; böyle bir bombardımanın emrini verme yetkisine sahip olan Genelkurmay’ın ve Başbakan’ın da hiçbir kabahati yoktu! Tek suçlu kaderdi! Biz biliyoruz ki, bu katliamın sorumlusu devlet ve onun başındaki AKP hükümetidir. Hükümetin Kürt politikasında girmiş olduğu rotaya bakınca her şey açık seçik gözüküyor. Sorumluların bulunması için çok büyük araştırmalar yapılmasına gerek yoktur. “Literatürde varsa” diyerek Dersim katliamı için yarım ağızla özür diliyor Başbakan, ama kendi hükümetinin sorumlu olduğu bir katliamda bunu bile yapmıyor. Ölenlerin yakınlarına 123 bin lira tazminat vererek olayı kapatmak istiyor hükümet. Oysaki katledilen köylülerin yakınlarının tek istedikleri bu katliamın sorumlularının açıklanmasıdır. Şubat ayında, yakınlarını kaybedenler hükümete şöyle sesleniyordu: “Tazminat konusunun söylenmesi bile bizim yaramızı her gün daha çok açmaya başladı. Biz bunu en son söylenecek söz olarak görüyoruz. Bu insanların failleri bulunmadığı sürece Başbakan’ın dile getirdiği tazminatı kesinlikle almayacağız. Emine Hanım’ın gelmesi de bir şey değiştirmeyecektir. Lütfen gelmeyin. Bu olay aydınlanmadığı sürece failleri sizsiniz.” Nisan ayında BDP’nin grup toplantısına katılan Roboskili aileler, aynı düşüncelerini dile getirdiler. 13 yaşındaki oğlunu kaybeden Felek Encü, “Suriye ve Filistin için insanlık isteyenler acaba biz Kürtler için ne zaman insanlık isteyecek. Tazminatı kabul etmeyeceğiz. Bizi para ile satın alamazsınız” diyerek tepkisini dile getirdi.
sayı: 86 • Mayıs 2012
Sorumlular katlettikleri Kürtlerin ailelerinin adalet talebini karşılamadılar, 123 bin lirayla adaleti satın almaya çalıştılar. Katliamdan yaralı olarak kurtulan Servet Encü ve ailesi adalet Roboski’ye gelmeyince Irak Kürdistanı’na göç etti. Eğer hükümet Uludere konusunda bir adım atmazsa diğer aileler de göç edeceklerini duyurdular. “Bizim silahımız yok, uçaklarımız yok, devlete karşı bir şey yapmayız. Buralardan göç edip gitmek dışında elimizden bir şey gelmez” diyen Mehmet Encü, “Çocuklarımızın failleri ortaya çıkarılmadığı takdirde 34 aile olarak buradan göç edeceğiz. Artık bu topraklarda yaşamak istemiyoruz” diyor. AKP, faili meçhulleri sona erdirdiğini övünerek anlatıyor. Faili meçhullerin sayısının azaldığı doğrudur, çünkü Kürtler faili muayyen bir biçimde savaş uçaklarıyla bombalanıyor. Bunu Genelkurmay’ın Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’na gönderdiği itiraf niteliğindeki rapor da doğruluyor: “Olay insani boyutuyla üzücüdür. Ancak askeri açıdan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verilen sınır ötesi yetkiler ve konulan kurallar içerisinde sınır ötesi harekât karar mekanizması dâhilinde icra edilmiştir.” Fazla söze ne hacet! TSK Roboski’den sonra “kurallar içerisinde” yetkisini kullanmaya devam etti! 18 Nisanda Hakkâri’de pancar toplamaya giden 10 köylünün akıbeti neredeyse Roboskililerle aynı oluyordu. Köylülerin bulunduğu bölge helikopterler tarafından tarandı. Köylüler canlarını ağaçların altına sığınarak kurtarabildiler.
KCK davaları ve operasyonlar sürüyor Bahar aylarının gelmesiyle birlikte Kürt sorununda hareketlilik hız kazandı. Barzani’nin Washington ve Ankara ziyaretleri, BDP’nin ABD ziyareti, Suriye meselesi, bölgenin yeni gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. Devlet, Newroz’da uyguladığı terörle bu süreçte Kürt hareketinin yükselişini engellemeye çalıştı ancak bu hamle geri tepti. Hükümetin savaşçı politikalarında ısrarcı olması, Kürtleri sindirmek bir yana daha da kenetlenmelerine yol açıyor. Nitekim Kürtler devletin Newroz yasağını tanımadılar ve Kürt illerinde kitlesel Newroz mitingleri gerçekleştirildi. Diğer yandan her sene olduğu gibi baharla birlikte askeri operasyonlar da hız kazanmış durumda. Sınırın ötesindeki köyler Türk uçakları tarafından bombalanıyor. Aynı günlerde, Erdoğan’ın Tahran ziyaretinden sonra İran’ın PJAK ile yapmış olduğu ateşkesi bozması ve TC ile birlikte Kandil’i bombalaması tesadüf olmasa gerek. Diyarbakır, Tunceli, Bingöl, Şırnak, Hakkâri kırsallarında
marksist tutum
binlerce askerin katıldığı operasyonlar sürüyor. Köylülerin verdikleri bilgilere göre askerlere gaz maskesi dağıtılmış. Bu, operasyonlarda kimyasal silah kullanılma ihtimaline işaret ediyor. Erdoğan bir klişeyi tekrar ederek askeri operasyonların kabahatini PKK’ye yıktı: “(PKK)Silahı bıraktığı andan itibaren de zaten bizim Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak tavrımız nedir, tamamıyla operasyonların durdurulması istikametindedir. Ama silahlar bırakılmadığı sürece tabii ki devletin de operasyonları durdurması söz konusu değildir.”Aslında bu açıklama askeri operasyonların tam gaz süreceğinin ilanından başka bir şey değildi. Nitekim öyle de oldu. Bu operasyonlar Newroz sürecinde burjuva medyanın iftiharla sunduğu “yeni” Kürt planının bir parçası. Bu “yeni” plana göre, PKK muhatap alınmayacak, silahlı mücadele devam edecek, yeni anayasada Kürt kimliği veya özerklik düzenlemesi olmayacak. “Yeni” başlığıyla duyurulan bu planın hiçbir yeniliğinin olmadığı ortada! PKK’yi muhatap almadan Kürt sorununu “çözme” düşüncesinin iflası ortadayken, bütün başlıkları bu amacı güden bu “yeni” planın başarı şansı var mı? Elbette yok. Bu, Newroz’da sıcağı sıcağına tescillendi. Hükümetin Kürt sorunundaki tutumu, onun gerçek bir çözüme ne denli uzak olduğunu ortaya koyuyor. AKP’nin Kürt kimliğinin bile ifade edilmeyeceği bir anayasadan bahsetmesi, “bizim Kürt sorununu çözmeye niyetimiz yok” demekten başka bir anlama gelmiyor. Kürt hareketine yönelik saldırıların diğer bir ayağını ise KCK operasyonları-davaları oluşturuyor. Kürt siyasetinin temsilcileri KCK adı altında yürütülen operasyonlarla sindirilmeye çalışılıyor. 2009’dan beri süren KCK operasyonlarında binlerce kişi gözaltına alındı veya tutuklandı. Farklı yerlerde KCK kapsamında çok sayıda dava yürüyor. Diyarbakır’da görülen ana KCK davasının 46. duruşması
9
marksist tutum
görüldü. Sanıklara Kürtçe savunma hakkı dahi tanınmıyor. Bu operasyon ve davalar Kürt hareketini fiili olarak zor durumda bıraksa da, siyasi olarak güçlendirmektedir. Bütün baskı, sindirme ve karalama kampanyalarına rağmen, Kürt hareketinin yükselişinin durdurulamadığı bazı burjuva yazarlar tarafından bile itiraf edilmektedir.
İddianameler: nereden baksak saçmalık Nisan ayı başında önce içerisinde Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı’nın da bulunduğu 147’si tutuklu 192 sanık hakkındaki 2400 sayfalık iddianame kabul edildi. Bundan iki hafta sonra da çoğu avukat 35’i tutuklu 50 sanık hakkında düzenlenen 890 sayfalık ikinci iddianame kabul edildi. KCK iddianamelerinin hepsinde sayfalarca KCK’nın yapısı ve örgütlenme şeması anlatılıyor. Ayrıca Kürt sitelerinde yayınlanan Öcalan’ın görüşme notlarına dair haberler, telefon konuşmaları, BDP’nin yönetim toplantılarındaki konuşmalar, polis baskınlarında ele geçirilen notlar iddianamelerde delil olarak sunulmuş. İddianamede BDP İstanbul İl Örgütünde yapılan toplantıların kayıtları detaylı bir biçimde yer alıyor. İddianameden anlaşılıyor ki, devlet BDP parti binalarında düzenli olarak teknik araçlarla ortam dinlemesi yapıyor. Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmelerin bu toplantılarda okunup değerlendirilmesi, partinin çalışmalarının nasıl gittiğine dair yürütülen çalışmalar, isnat edilen suçlara delil olarak sunulmuş. Basın açıklamaları, mitingler ve bunlarla ilgili telefon kayıtları da kanıt kategorisine dâhil edilmiş. Suçlamalara dayanak olarak sunulan deliller gösteriyor ki, KCK adı altında yürütülen operasyonların amacı Kürt hareketine siyaset olanağı tanımamaktır.
10
Mayıs 2012 • sayı: 86
BDP’nin pek çok yasal faaliyeti suçlamalara kanıt olarak gösterilmiş. KCK operasyonları sadece Kürtleri hedef almıyor. Kürtlere destek sunan sosyalistler ve aydınlar da baskı politikalarının hedefinde. Büşra Ersanlı “silahlı terör örgütünün yöneticisi olmak” suçuyla halen tutuklu olarak yargılanıyor. Kanıtsa BDP’nin Siyaset Akademisinde ders vermesi! Ersanlı’nın telefon konuşmaları KCK iddianamesinde ayrıntısıyla verilmiş. Sıradan bir telefon konuşmasından “şüphelinin Ömer isimli şahısla yaptığı görüşmede ‘Akademide ders yapacağım… 3. katta bizim partinin akademisi’ demek suretiyle terör örgütü PKK/KCK’nın dağ kadrosundaki militanlarına verilen eğitime paralel eğitim veren Siyaset Akademisinde ders verdiğini ifade ettiği” sonucu çıkarılmış. Benzer biçimdeki telefon konuşmalarından “şüphelinin düşünce gücünü ve bilimsel birikimini terör örgütünün hizmetine sunduğu, terör örgütünün rasathanesinden birleşik bağımsız Kürdistan’a gidecek yolu bulmaya çalıştığı” iddiasına ulaşılmış. Saçmalık! Siyaset akademileri bütün partilerde olan yasal bir oluşum. Ama BDP’nin siyaset akademisinden bahsediyorsak işin rengi değişiyor. Burada ders verdiği için suçlananlardan biri de Ragıp Zarakolu. Zarakolu’nun “PKK/KCK terör örgütünün hiyerarşisi içerisinde yer almamakla birlikte bilerek ve isteyerek terör örgütüne yardım ettiği, bu kapsamda terör örgütünün şehir merkezlerinde eğitim kampı olarak kullandığı Siyaset Akademisinde ders verdiği” tespit edilmiş! KCK iddianamelerindeki bu ve benzeri saçmalıklar hükümet yanlısı gazetelerde yazan liberaller tarafından da eleştirildi. Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç bile “Zarakolu ve özellikle Büşra Ersanlı’nın ‘terör örgütüne üyelik’ suçlamasıyla ‘terörist’ sınıfına dâhil edilmeleri bana büyük bir haksızlık geliyor. Yine Abdullah Öcalan’ın avukatlarının bir anda ‘terör örgütüne üye olmak’ suçlamasıyla tutuklanmaları öyle garip bir şey. Yıllarca devlet görevlilerinin gözetiminde İmralı’da müvekkilleriyle görüşen, her görüşmeleri kayıt ve zapt altına alınan avukatların –havanın değişmesiyle– bir anda ‘terör örgütüne üye oldukları’nın keşfedilmesi hiç mantıklı değil” diye yazdı. Roboski’ye dair hükümetin somut bir adım atmamış olması, KCK operasyonlarının ve askeri operasyonların devam ediyor oluşu, hükümetin Kürt sorunundaki aczini ve çözüme yönelik niyetsizliğini gösteriyor. AKP, Kürt sorununu kendi istediği biçimde, handiyse Kürt halkı olmadan çözmek gayreti içerisinde. Özellikle Suriye’de yaşananlar hükümeti tedirgin ediyor. İkiyüzlüce Esad’a “halkının taleplerine kulak ver” nutukları çeken, Suriye halkının kendi kaderini tayin hakkından bahseden Erdoğan, Kürt halkının taleplerine ise kulaklarını tıkıyor; bıraktık Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayı, Kürt kimliğinin anayasal güvence altına alınmasına dahi karşı geliyor. Kürt halkına hapis, katliam, baskı, zulüm reva görülüyor. Ama tarih bize gösteriyor ki ezenlerin baskıları hiçbir zaman halkların isyanlarını durduramamıştır.
Polis, Halk ve Devlet Utku Kızılok
4
-10 Nisan arasında “Polis Haftası” kutlamaları yapıldı. Gerek bu kutlamalarda gerekse devlet ricalinin yayınladığı mesajlarda şu minvalde sözler edildi: Polis, halkın güvenliği için gece gündüz demeden çalışıyor, toplumun huzurunu koruyor! Her zamanki gibi, medyada da polise geniş yer ayrıldı; sempati doğuracak görüntüler eşliğinde methiyeler düzüldü. Özetle, tümüyle kendini topluma adamış, maddi çıkarların ötesine geçmiş, yüce duygularla dolup taşan “kahraman halk polisi” imajı yaratılmaya çalışılıyor. Elbette bu, yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil. Kapitalist düzenin muhafızları tüm dünyada, egemenler tarafından allanıp pullanıp topluma “şirin” sunulmak isteniyor. “Gecesini gündüzüne katarak çalışan, fedakâr” polis! Polis etrafında özellikle “adanmışlık” halesi örülmeye çalışılıyor. Hiç kuşkusuz polis çalışıyor! AKP hükümetinin toplumu baskı altında tutma ve düzen karşıtı muhalefeti sindirme politikaları çerçevesinde polis gecesini gündüzüne katıyor. Polis neredeyse her gösteriye saldırıyor; işçilerin, sosyalistlerin, Kürtlerin, öğrencilerin, doğanın tahrip edilmesine karşı çıkan köylülerin demokratik tepkilerine copla, gazla, tazyikli suyla, panzerle, olmadı kurşunla yanıt veriyor. Okul kantinini boykot eden lise öğrencileri bile polisin gazını ve copunu tadıyor! Kimlik soruşturması adı altında kent merkezlerinde polis baskısı kendini yoğun bir şekilde hissettiriyor. Araçlı polisler, emekçi mahallele-
rinde sürekli devriye geziyor; “gözümüz üzerinizde” mesajı veriyor. Haliyle, böylece polis sömürü düzenini muhafaza etmek için çok çalışmış oluyor. Ancak sömürü düzenini muhafaza çalışmasıyla, yaşamı var eden çalışma arasında pek bir benzerlik yok. Kapitalist düzende şeyler, burjuvazinin ideolojik çarpıtmasına maruz kaldığından ötürü gerçek özleriyle görünmezler. Kapitalist sistemde, gerçekte gecesini gündüzüne katarak çalışan, emek gücünü harcayarak tüm zenginliği ve ihtişamı yaratan, üretici güçleri, bilim ve teknolojiyi ilerleten işçi sınıfıdır. Uzun ve ağır çalışma koşulları altında, üstelik de karın tokluğuna gece gündüz çalışan bir sınıftan söz ediyoruz. Bu bağlamda; eğer kahramanlık, fedakârlık ve kutsallık payesi verilecekse, emeğiyle insanlığın ileriye yürüyüşünü mümkün kılan işçi sınıfına verilmeli ve onun etrafında kutsallık halesi örülmelidir. Ancak işçi sınıfı bu denli çalışmasına, iş kazalarında ölmesine ve sakat kalmasına karşın, övgü dolu sözlerle karşılanmıyor. Elbette kapitalist sistemde, sermayeden, sömürdüğü kitleleri övmesi beklenemez. Tersine, tüm toplumsal zenginliği üreten işçi sınıfı, kapitalist düzende sömürülmekle kalmaz; aşağılanır, horlanır, açlık ve yoksullukla boğuşur. Marx’ın çarpıcı bir şekilde vurguladığı üzere, emek, kapitalistler için zenginlik, ihtişam, saraylar üretir; ama işçi için ürettiği yalnızca yoksulluk, açlık, cehalet ve izbelerdir. İşçi ürettikleriyle hayatı var eder, ama bu arada kendini tüketir.
11
marksist tutum
Bir devlet kurumu olarak polis taltif edilmektedir, zira polis, sömürü üzerine kurulu bu toplumsal düzenin baki kalması için oluşturulmuş bir baskı aygıtıdır. Ama burjuvazi, ideolojik mekanizmaları devreye sokarak bu gerçekliği kitlelere farklı sunmaktadır. Kapitalizm yaşlandıkça daha da çürümekte, sistemin krizleri ve açmazları derinleşmektedir. Buna paralel olarak, burjuvazi, ideolojik aygıtlarını her geçen gün daha da geliştirmekte ve toplumu tüm yönleriyle kuşatmaktadır. Hakikati eğip bükmekte, yetkinleşen ideolojik aygıtlar sayesinde kitlelerin bilincini, dolayısıyla da algılarını belirleyebilmektedir. Bu kapsamda, sinema endüstrisinin çok önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekiyor. Polisi konu alan filmlerin yanı sıra dizifilmler, polisin kapitalist düzendeki rolünü meşrulaştıran, egemenlik ilişkisini kitle bilincinde yeniden üreten önemli bir araç işlevi görmektedir. Komedi unsurunu anlatım yöntemi olarak kullanan, kahramanların absürt halleriyle öne çıktığı, “sevimli” anların yaşandığı meşhur Polis Akademisi, bu filmlerden biridir meselâ. Türkiye’de de neredeyse her televizyon kanalında polis konulu bir dizifilm gösteriliyor. Bu dizilerde sürekli suç üretilmekte; cinayetlerin, hırsızlığın, tecavüzün, soygunun sonu gelmemekte ve böylece polisin ne denli gerekli olduğu, fedakârca çalıştığı, kahramanca işler yaptığı kitlelerin bilincine kazınmaya çalışılmaktadır. Yani kitlelerin gerçeklik algısı çarpıtılmaktadır. Toplumun karşıt sınıflara bölündüğü, ezen ve ezilenlerin farklı çıkarlara sahip olduğu kapitalist sistemde “halkın devleti” ve “halkın polisi” olabilir mi? Burjuva ideologlara göre, devlet, tüm toplum kesimlerinin ötesinde ve üstünde yer alan, genelin çıkarlarını koruyan, tarafsız bir örgütlenmedir; dolayısıyla tüm halkın devletidir! Elbette bu sav, yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kuruludur. Zira ne kapitalizmde ne de ondan önceki sömürülü toplumlarda, sınıflardan azade, kendinden menkul, genelin çıkarlarını koruyan bir devlet olmamıştır. Altını kalınca çizmek gerekir ki, bir zor aygıtı olarak devlet, gökten zembille düşmemiş, somut ihtiyaçlar temelinde ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı belirleyen ise, toplumun farklı çıkarlar temelinde ayrışması ve sömürücülerin sömürülenleri baskı altında tutmak ve kurdukları düzenlerini sürdürmek istemeleridir. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu günümüzde de devlet, onun asker ve polis gibi temel şiddet aygıtları, verili düzeni, yani sermayenin işçileri sömürmesiyle, eşitsizliklerle, açlık ve yoksullukla, kriz ve savaşlarla karakterize olan bu kanlı sistemi ayakta tutmaya çalışmaktadır. Ancak kapitalist mülkiyet ve üretim biçiminden kaynaklı devlet, aynı zamanda ideolojik manipülasyonun bir sonucu olarak, sanki tüm topluma eşit uzaklıkta duruyormuş gibi algılanabilmektedir. Kapitalizmden önceki sınıflı toplumlarda sömürü esas olarak ekonomi dışı zora dayanıyordu. Ancak genelleşmiş meta üretimine dayanan, ücretli emek ile sermayenin pazarda karşı karşıya gelmesini zorunlu kılan kapitalizmde sömürü, ekonomik zor esaslıdır.
12
Mayıs 2012 • sayı: 86
Bu, kapitalist üretim tarzını diğer tüm üretim biçimlerinden farklı kılan özelliklerden biridir. Kapitalizmde işgücü bir metadır ve diğer metalar gibi alınıp satılabilmektedir. Bir meta olan işgücü ile sermayenin pazarda karşı karşıya gelmesi, biçimsel olarak eşitlerin karşı karşıya gelmesidir. İşçi, özgür iradesiyle mübadele alanındadır ve işgücünü satıp satmamakta “özgür”dür! Buradan da anlaşılacağı üzere, bu noktada ekonomi dışı bir zor yoktur. Kapitalist üretim tarzının bu özgünlüğü hukuksal ifadesini de bulur. Hukukta, bir soyutlama olarak tüm insanlar eşit ve özgürdürler. Hukuksal düzeyde kişinin, potansiyel olarak tüm metalara ulaşma ve mülkiyet hakkının olması; yanı sıra, genel oya dayalı seçme seçilme hakkının varlığı, soyut ve biçimsel eşitliğin yanılsamalı bir şekilde gerçek eşitlik olarak algılanmasına yol açar. Bu durum devletin rolünü gözlerden saklar; onun tüm topluma eşit mesafede ve genelin çıkarlarını koruyan bir koruyucu yapı olarak algılanmasına neden olur. Kapitalist düzende işçi-emekçi sınıfların çıkarlarını güden, tüm sınıf kesimlerine eşit uzaklıkta duran bir polisten söz etmek mümkün olamaz. Bu düzende polisin demokratikleşmesi, “şeffaflaşması” vb. söz konusu bile olamaz. Dolayısıyla bir zor aygıtı olan polis de, burjuva devletin alaşağı edilmesiyle birlikte ortadan kalkmak zorundadır. Burjuvazi, özellikle olağan dönemlerde kitlelerin bilincini çarpıtmak amacıyla soyut eşitliği ve özgürlüğü ideolojik bir yanılsamaya dönüştürerek kullanır. Bilhassa ideolojik bir kılıf olan hukuk, bu bağlamda oldukça kullanışlı bir rol oynar. Ancak kapitalist düzenin devrimci bir durumla yüz yüze geldiği dönemlerde devlet, hiç de hukuka, soyut eşitlik ve özgürlüğe aldırmadan harekete geçer ve burjuvaziyi selamete çıkarmak için her yönteme başvurur. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi örneğinde görüleceği üzere, devlet, egemenlerin sopasıdır. Yükselen devrimci işçi hareketinin önünü kesmek amacıyla ordu harekete geçmiş, kapitalist sömürü düzeni kanlı bir şekilde tahkim edilmiştir. 12 Eylül faşist darbesinden sonra ordunun yanı sıra polis de, toplum üzerinde terör estirmiş, yüz binlerce insanı gözaltına alarak işkencelerden geçirmiş ve yüzlerce devrimciyi katletmiştir. Günümüzde tüm dünyada, kriz ve emperyalist savaşın da etkisiyle gericilik, çürüme, akıldışılık burjuva düzeni tüm yönleriyle kuşatmış durumda. Özellikle 11 Eylül 2001’deki İkiz Kuleler saldırısından sonra “güvenlik” esaslı politikalara hız verilmiş, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere tüm dünyada polis devleti uygulamaları devreye sokulmuştur. Polise geniş yetkiler veren yasalarla birlikte, esasında olağanüstü rejimlerin temeli döşenmiştir. Daha da önemlisi, bilim ve teknolojinin devreye sokularak, toplumun tüm yönleriyle kuşatılması ve sürekli gözlem altında tutulmasıdır. Sokaklara, meydanlara, işyer-
sayı: 86 • Mayıs 2012
lerine, tren ve metro istasyonlarına varıncaya kadar her alana kameralar yerleştirilerek toplum takip altına alınmış durumdadır. Bununla da yetinilmemekte, DNA’sına varıncaya kadar insanların tüm kişisel bilgileri devletin/ polisin elinde toplanmaktadır. Yanı sıra, insanların telefon konuşmaları, e-mail ve SMS yazışmaları silinmemekte, kayıtlarda tutulmaktadır. Özetle, tüm topluma potansiyel suçlu muamelesi yapılmaktadır. Bir taraftan polisin fiziki varlığı ve baskısı, diğer taraftan toplumun sürekli bir şekilde izlenmesi ve potansiyel suçlu olarak görülmesi insanları paranoyaklaştırmaktadır. Kara ütopya yazarlarının betimlemelerine rahmet okutan bu umumi manzara, kapitalizmin çürümüşlüğünün manzarasıdır. İnsanlığın ileriye yürüyüşünde kapitalizm, kara bir ütopya olarak tarihte yerini almış bulunuyor. Burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için, giderek artan oranda toplumun gözetlenmesine, insanların fişlenmesine ve sürekli kontrol altında tutulmasına ihtiyaç duymaktadır. Burjuva egemenliğinin baskı aygıtlarından biri olan polis de, toplumu tüm gözeneklerine kadar gözetleyerek bu ihtiyaca cevap vermektedir. Lafa geldi mi halkın polisinden dem vurulmaktadır, ama o halkın polis üzerinde hiçbir denetimi ve belirleyiciliği yoktur. Meselâ, Bilgi Edindirme Kanunu kapsamında açılan bir davada, polise, Hopa olaylarının Ankara’da protesto edilmesi sırasında ne kadar gaz kullandığı sorulmuş. Geçtiğimiz günlerde, Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü, Ankara 12. İdare Mahkemesi’ne gönderdiği savunmada ne kadar gaz kullanıldığını açıklama gereği duymamış. Zira bu bilgi, “devlet sırrı” imiş ve üstelik de ne kadar gaz kullanıldığını soranların “niyeti kötüymüş!” İşte burjuva demokrasisinin sınırları bu kadar oluyor: Kitleleri bastırmak için kullanılan gaz bile “devlet sırrı” sayılıyor. Devlet erkânı, burjuva ideologlar ve medya sürekli olarak suçtan söz ediyor ve suçun varlığı üzerinden polisi meşrulaştırmaya çalışıyor. Bugün elbette suç vardır. Ancak tecavüzü, hırsızlığı, cinayeti, uyuşturucu ticaretini, kaçakçılığı, toplumda şiddet olaylarını üreten bizzat çürüyen, sömürücü kapitalizm değil mi? Suçu ve suçluyu yaratan
marksist tutum
kapitalizm, beri taraftan da muhafızlarıyla, mahkemeleriyle, cezaevleriyle, özetle tüm devlet kurumlarıyla, doğurduğu garabeti kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Lakin işin böylesi bir boyutu olmasına karşın, kapitalist toplumda polis ya da ordu gibi şiddet aygıtlarının ana görevi değişmez: Sömürülenlerin ve ezilenlerin bastırılması ve kontrol altında tutulması! Burada tekil olarak polisten değil, kurumsal, devletin şiddet aygıtı olarak polisten söz ediyoruz. Yoksa polisin uzun saatler çalıştığı doğrudur. Ama bu, onun sömürü düzeninin muhafızı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu bakımdan, polisin sendika kurması, bu kapsamda örgütlenmesi ve hatta kimi polislerin devletin baskıcı zihniyetiyle özdeşleşmemesi durumu da bir şeyi değiştirmez. Kapitalist düzende işçi-emekçi sınıfların çıkarlarını güden, tüm sınıf kesimlerine eşit uzaklıkta duran bir polisten söz etmek mümkün olamaz. Bu düzende polisin demokratikleşmesi, “şeffaflaşması” vb. söz konusu bile olamaz. Dolayısıyla bir zor aygıtı olan polis de, burjuva devletin alaşağı edilmesiyle birlikte ortadan kalkmak zorundadır. İşçi demokrasisinde ise, polise gerek olmayacaktır. Sınıfsız toplumun yolunu döşeyen işçi devleti, aslında kelimenin gerçek anlamında bir devlet değildir. Marx’ın ifadesiyle o sönümlemeye yüz tutmuş yarı bir devlettir ve bu yarı devlette polise ihtiyaç da yoktur. İşçi devletinde profesyonel ordunun ve polisin yerini halk milisi alacaktır. Tüm devlet görevlileri seçimle iş başına gelecek, denetlenecek, istendiği zaman ise görevden alınabilecektir. Paris Komünü deneyimi ve 1917 Ekim Devriminin ete kemiğe büründürdüğü işçi meclisleri (sovyet) olgusu, işçi demokrasisinin burjuva demokrasisinden ne denli üstün olduğunu gözler önüne sermiştir. Bugün tüm dünyada kapitalist çürümeyle birlikte gericilik koyulaşmakta ve polis baskısı artmaktadır. Polis devleti uygulamaları her geçen gün toplumu daha fazla soluksuz bırakmaktadır. Bu nedenle, işçi sınıfı polis baskısına, anti-demokratik yasalara ve uygulamalara karşı mücadele görevini boşlayamaz.
13
Yeni İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası Neler Getiriyor? Zehra Aras
İ
ş cinayetleri dur durak bilmiyor. Her gün patronların kârını arttırmak uğruna birkaç işçi daha yaşamını yitiriyor, daha fazlası ise ömür boyu sakat kalıyor. İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı ise yıllardır Meclisin gündeminde sıra bekliyor. Kimileri iş cinayetlerinin azalması için hazırlanmakta olan bu yeni yasaya bel bağlamamız gerektiğini söylüyor. AKP yanlısı burjuva medyada, yasa taslağının sendikalardan ve uzmanlardan da geçer not aldığına dair yalan haberler servis ediliyor. Oysa hazırlanan yasa taslağı gerçekte iş cinayetlerini önlemekten çok uzak. Yasa taslağı işçi sınıfının büyük çoğunluğunu kapsam dışı bırakıyor. Öncelikle sigortasız, kayıt dışı çalıştırılan milyonlarca işçinin zaten yasa kapsamında olmadığını belirtelim. Hazırlanan yasa 50’den fazla işçi çalıştıran işyerlerine yükümlülükler getiriyor. Türkiye’de sigortalı işçi çalıştıran işyerlerinin toplam sayısı 1 milyonun üzerinde, ancak bunların %98’inde 50’den az işçi çalışıyor. Sonuç olarak sigortalı çalışanların bile %60’tan fazlası bu yasanın kapsamı dışında kalıyor. Kayıt dışı işletmelerde ve taşeron şirketlerde ne kadar çok iş kazası yaşandığını da hesaba katarsak, işçi sınıfının ne kadar büyük bir çoğunluğunun İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasının kapsamı dışında bırakıldığını görmüş oluruz. Yasanın, işçi sınıfının en azından sınırlı bir kesimi için sağlıklı ve güvenlikli çalışma koşulları sağlaması da hayal olarak görünüyor. Yasa taslağının maddeleri, taslağı hazırlayanların işçi sağlığını ne kadar önemsediklerini ortaya koyuyor.
14
Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi ve İş Güvenliği Kurulları Yasa taslağındaki 17. maddeye göre ülke genelinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili politikaların belirlenmesi için tavsiyelerde bulunmak üzere, Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi kurulacak. 20’den fazla üyesi olacak olan bu konseyde işçi sendikaları konfederasyonlarından sadece 3 üye bulunacak. Meslek odalarından da 3 üye bulunacak. Yılda iki kez toplanacak bu konseyin üye çoğunluğu devlet bürokrasisi ve işveren örgütlerinin temsilcilerinden oluşacak. Böyle bir konseyden işçilerin çıkarına “tavsiye kararları”nın çıkmasını beklemek açıktır ki beyhudedir. Yasa 50’den fazla işçi çalıştıran, altı aydan uzun, sürekli işlerin yapıldığı işyerlerinde iş güvenliği kurulları oluşturulmasını öngörüyor. Bu kurulda işveren ya da temsilcisi, işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve işçi temsilcileri bulunacak. Yasa taslağında işverenin işyerindeki işçi sayısına göre, işçilerin kendi temsilcilerini seçmelerini sağlamakla yükümlü olduğu belirtiliyor. Patronun, işçilere kendi temsilcilerini seçtirmemesinin cezası da var tabii: Tam 200 TL! İşyeri hekimlerinin mesleki bağımsızlıklarının ne durumda olduğunu gayet iyi biliyoruz. İşten atılma kaygısı taşıyan işyeri hekimlerinin işçiye izin yazmamaya, hastaneye sevk etmemeye ne kadar özen göstermek zorunda kaldıklarını da biliyoruz. Yasanın zorunlu kıldığı iş güvenliği uzmanının da ne bağımsızlığı, ne de patron karşısında yaptırım gücü olacak. İşçi temsilcisinin ise işçi-
sayı: 86 • Mayıs 2012
lerden gelen şikâyetleri kurula iletmekten başka bir işlevi yok. Yani bu haliyle İş Güvenliği Kurulları’nın patronun onaylamadığı bir kararı alması ve uygulaması, patrona maliyet oluşturacak bir iş güvenliği önlemini aldırması mümkün olamayacaktır. Geçmişe göre en önemli farklardan biri de işçinin sağlığını ve güvenliğini tehdit eden bir durum ortaya çıktığında, tehlikeli işi yapmama hakkının ortadan kaldırılmasıdır. İş yasasında tehlikeli bir durumda işçinin işi durdurma ve güvenliği sağlanana kadar çalışmama hakkı vardı. Çalışmadığı süre zarfında ücretinden herhangi bir kesinti yapılamazdı. Yeni yasa, işçiye sadece tehlikeli ya da sağlığa aykırı durumu patrona ve iş güvenliği kuruluna bildirme hakkı veriyor. Yasa taslağında “Kurul kararını acilen toplanarak, işveren veya işveren vekili ise kararını derhal verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, çalışana ve iş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcisine yazılı olarak bildirilir” deniyor. Çalışanın sağlığa ve iş güvenliğine aykırı durumu bildirmenin ötesinde bir söz hakkı yok! Üstelik işçi temsilcisinin bile söz hakkı yok. Patronların iş sağlığı ve güvenliği kurulu, kendisi çalıp kendisi söyleyecek. Kararını işçiye ve temsilcisine bildirecek. Bu arada işçi, kuruldan yanıt gelene kadar işe devam etmekle yükümlü. Sadece tehlikeli durum fiile dönüşmüş ya da yakın tehdit boyutuna varmış ise işçi iş durdurabiliyor. Örneğin işyerinde yangın çıktığında işçi canını kurtarmak üzere kaçmak hakkına sahip! Taslağın 14. maddesinde “İşveren, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili konularda çalışanların ve/veya temsilcilerinin görüşlerini alır, teklif getirme hakkı tanır. Bu konulardaki görüşmelerde yer almalarını ve katılımlarını sağlar” deniliyor. Taslağın satır aralarında egemen sınıf kibri en mide bulandırıcı biçimde sırıtıyor: “İşveren (…) çalışanların ve/ veya temsilcilerinin görüşlerini alır, teklif getirme hakkı tanır”mış! Hak tanımak ne demek? İşçinin bir önerisini dile getirmesi patronun lütfedeceği bir hak olarak tanımlanmış taslakta. Yeni yasa sadece araya patronun sözünden çıkamayacak göstermelik bir kurul sokuyor. Yasa taslağının 10. maddesinde “iş sözleşmesiyle çalışanlar, talep etmelerine rağmen gerekli tedbirlerin alınmadığı durumlarda, tâbi oldukları kanun hükümlerine göre iş sözleşmelerini feshedebilirler” deniyor. Yani işçiye işten ayrılma, işsiz kalma hakkı tanınıyor! Ne alicenaplık! Devletin de, hükümetin de, bu yasaları yazanların da patronların çıkarlarına hizmet ettiklerini biliyoruz. Ancak göz boyamak için yazılmış bir yasa taslağında bile işçiye “beğenmiyorsan çeker gidersin” diyecek kadar edepsiz olunmaz.
Çalışma Bakanlığı ne işe yarar? Yasada, patronların iş güvenliği ile ilgili yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini denetleme işi Çalışma Bakanlığı’nın iş güvenliği müfettişlerine bırakılmış durumda.
marksist tutum
Ancak bu denetimlerin hakkınca yerine getirilmesi fiilen imkânsız. Çünkü Çalışma Bakanlığı’nın istihdam ettiği iş güvenliği müfettişlerinin toplam sayısı 324. Yüzbinlerce işyerinin bulunduğu Türkiye’de iş sağlığı ve güvenliğinden sorumlu iş müfettişi sayısının sadece 324 olması traji-komik bir tablo oluşturuyor. Bu kadar müfettişle patronlara gerekli önlemleri almaları doğrultusunda basınç bindirmenin mümkün olamayacağı malûmdur. Üstelik iş güvenliğine aykırı koşulları tespit edilen bir işyerinde işi durdurma kararı ancak teftişe yetkili üç iş müfettişinden oluşan heyet kararıyla alınabiliyor. İşçilerin ölmemesi ya da sakat kalmaması için işi durdurmak bu kadar zorlaştırılmaktadır. Patronların kâr çarklarını durdurmamak, hükümetin önceliğidir. Başbakan Erdoğan “özel sektörümüzün ayağına takılan her türlü prangayı çözeceğiz” demişti. İşte bu sözler hazırlanan yeni yasalarda ve artan işçi ölümlerinde karşılığını buluyor.
Yasanın yaptırım gücü ne olacak? Diyelim işyerinde müfettiş denetim yaptı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmadığını tespit etti. İşverene kesilecek idari para cezası 1000 TL. İşyerinde işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanı görevlendirmemenin cezası 500 TL. Alınmamış her bir önlem için 200 TL idari para cezası kesilecek. Patron iş güvenliği uzmanının ya da işyeri hekiminin yetkisini kısıtlamış ya da işini gereğince yapmasına engel olmuş ise cezası 500 TL. Listeyi daha fazla uzatmaya gerek yok. Bu yasadaki yaptırım olarak belirtilen komik para cezaları, patronları, iş güvenliği uzmanına ya da işyeri hekimine her ay maaş ödemektense, eskaza iş müfettişine yakalanırsa her biri için 500’er TL idari para cezası ödeyerek, yükümlülüklerinden sıyrılmaya teşvik ediyor. Hükümet bu tasarıyla, açıkça işçilerle dalga geçiyor. Sermayenin bu denli pervasızlaşması, işçilerin örgütsüzlüğüne ve sendikaların takatsizliğine güvenmesindendir. İşçilerin iş kazalarında ölmelerinin ve sakatlanmalarının son bulması için, İş Güvenliği Kurullarının işçi temsilcilerinin denetiminde olması gerekir. İşçi temsilcilerinin işten atılmaları yasaklanmalıdır. İşyeri hekimlerinin de iş güvenliği uzmanlarının da işlerini baskı altında kalmadan, mesleki bağımsızlıklarına uygun olarak icra edebilmeleri gerekir. Bu uzmanların ücretleri patron tarafından ilgili meslek örgütüne ödenmeli, meslek örgütü uzmanı işyerine atamayla gönderebilmelidir. Uzmanlar ücretlerini kendi meslek örgütlerinden almalıdır. Böylelikle bu uzmanlar işten atılma riskinden kurtarılmalıdır. İş durdurma kararı, işçi temsilcilerinin yönetimindeki İş Güvenliği Kurulu tarafından alınabilmelidir. Tüm bunların sağlanmasının işçi sınıfının örgütlü gücüne bağlı olduğu gerçeğiyse unutulmamalıdır. Bu güç kendini ortaya koymadığı müddetçe, kapitalist sistemde en güzel yasalar bile kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur.
15
Sömürene Teşvik, Sömürülene Kölelik Akaryakıta, doğalgaza ve elektriğe yaptığı fahiş zamlarla emekçilerin yoksulluğunu bir kademe daha derinleştiren AKP hükümeti, tam da aynı günlerde sermayenin yüzünde gülücükler açtıran yeni bir teşvik paketine imza attı. AKP’nin sermaye için yarattığı dikensiz gül bahçesinde, işçiler, Çin’le yarışacak kadar düşürülen ücretlere, sınırsızca uzatılan iş saatlerine, taşeron köleliğine, iş cinayetlerine, temel tüketim maddelerine yapılan fahiş zamlara ve her an işsiz kalma korkusuyla yaşamaya mahkûm kılınmaktadır.
A
karyakıta, doğalgaza ve elektriğe yaptığı fahiş zamlarla emekçilerin yoksulluğunu bir kademe daha derinleştiren AKP hükümeti, tam da aynı günlerde sermayenin yüzünde gülücükler açtıran yeni bir teşvik paketine imza attı. İşçiye, memura, emekliye sıra geldiğinde bütçe yetersizliği bahanesine sarılan AKP, iktidara geldiği günden bu yana ortalama iki yılda bir çıkardığı teşvik paketleriyle sermayeye oluk oluk kaynak aktarmakta hiç tereddüt etmedi. Hükümet bu son teşvik paketini de aynı amaca hizmet etmek üzere hazırlamıştır. Dolaylı vergi soygunuyla, temel tüketim maddelerine yapılan zamlarla, ücretlerin baskılanmasıyla, sosyal hakların gaspıyla sömürünün katmerli hale gelmesinin önünü açan ve ekonomik krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkan hükümet, yeni teşvik paketiyle işçi sınıfının yoğun sömürüsü temelinde büyüme stratejisini devam ettiriyor. Türkiye’yi il bazında 6 bölgeye ayıran ve bölgelere ya da sektörlere göre çeşitli teşvikleri uygulamaya sokan bu paket, yeni yatırımlar için vergi, prim ve kredi faizi indirimlerinin yanı sıra yatırım yeri tahsisini de öngörüyor. Yeni teşvik sisteminde, otomotiv, uzay, enerji, demir-çelik, makine, kimya, demiryolu, madencilik, eğitim, turizm gibi alanlarda yapılacak yatırımlar “stratejik yatırım” sayılırken, hangi bölgede yapıldıklarına bakılmaksızın yük-
16
sek miktarda teşvik alacak. Yabancı sermayeyi çekmek, ithalat bağımlılığı olan ürünlerin yurt içinde üretimini sağlayarak cari açığı azaltmak, ileri teknoloji ürünlerinin üretimini sağlayarak yapısal bir dönüşüm gerçekleştirmek, rekabet gücünü arttırmak gibi söylemlerle duyurusu yapılan paket, işçi ve emekçi kitlelere de bölgesel eşitsizlikleri gidermek, istihdamı arttırmak, refahı yükseltmek gibi söylemlerle hoş gösterilmeye çalışılıyor. İşçi sınıfının payına gerçekte neyin düştüğü ise beyanların satır aralarında kendisini gösteriyor. Nicedir bölgesel asgari ücreti dilinden düşürmeyen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, şimdi bunu fiilen hayata geçirecek olan teşvik sistemini şu sözlerle övüyor: “Vergileri neredeyse sıfırladık. 6. bölgede tamamen kaldırdık. Gelir vergisi, sosyal güvenlik primi yok. Kurumlar vergisi bile yüzde 90 indirimli. Türkiye’nin doğusu, güneydoğusu Türkiye’nin Çin’i oluyor.” Üstelik bakan bütün bunların “refah artışı” için yapıldığını söylüyor. Peki hükümet 6. bölge olarak sıraladığı Kürt illerinde asgari ücretin patronlara maliyetini Çin’deki düzeylere çekerek kimin refahını arttıracaktır? Sefalet ücretiyle çalışmaya mahkûm edilen işçilerin mi, yoksa vergi ve primleri sıfırlanarak ihya edilen patronların mı? TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON gibi sermaye örgüt-
sayı: 86 • Mayıs 2012
lerinin yeni teşvik sistemine düzdüğü övgüler, aslında bu sorunun yanıtını net bir şekilde veriyor. Burjuvazinin ağzı kulaklarında. Nasıl olmasın ki? Başbakan Erdoğan net asgari ücret dışında sizden hiçbir şey istemiyoruz diyerek muştular veriyor sömürücüler sınıfına: “6. bölgede yatırım yapan, SSK işveren payından kurtuluyor, SSK işçi payından kurtuluyor ve gelir vergisi stopajından kurtuluyor. (…) Her şeyi, burada artıları devlet üstlenmiş oluyor ve işverene sadece asgari ücret kalmış oluyor net olarak.” AKP hükümeti, tıpkı kendinden önceki diğer burjuva hükümetler gibi, işçi sınıfının asgari ücret vergi dışı bırakılsın talebine yıllardır kulaklarını tıkıyor. Ama temsil ettiği kapitalist sınıfın çıkarları mevzubahis olduğunda vergi ve prim indiriminde sınır tanımıyor. Üstelik bunu büyük bir yanılsama yayarak yapıyor. Erdoğan, SGK işveren payıyla birlikte işçi payını da “devlet üstleniyor” diyor. Oysa bu koca bir yalandır. Devletin üstlendiği söylenen SGK işçi payını da, gelir vergisini de çalışanların kendileri ödemektedir. Aksi olsaydı, yani bu payları devlet ödeseydi, işçinin ücretinden (yani brüt ücret) kesilen bu paylar işçinin eline geçerdi. Ancak böyle olmuyor, işçi aldığı net asgari ücreti almaya devam ediyor. Üstelik işçi kendi vergisini ve primini ödemekle kalmayıp bir de kapitalistlerinkini ödüyor. Çünkü devletin karşılayacağı söylenen işveren payları aslında İşsizlik Sigortası Fonundan, yani işçilerin kolektif fonundan karşılanıyor. On yıl önce kurulan bu fonda şimdiye kadar 73,5 milyar lira birikirken, bunun sadece 4,8 milyar liralık kısmı işçilere işsizlik ödeneği olarak verilmiş durumda. Onun yaklaşık üç katı bir miktar ise (13,5 milyar lira) devlet tarafından gasp edilerek sermayeye peşkeş çekilmiş bulunuyor. İşçilerin fonunu fütursuzca sermayeye kaynak olarak akıtan devlet, fonun kurallarını “olabildiğince az işçiye ödenek vermek ve bu ödeneği alabildiğine düşük tutmak” üzerine bina etmiştir. Bu yüzdendir ki, işsiz kalan işçilerin çok sınırlı bir kesimi işsizlik ödeneği alabilmektedir. Şu anda fon kasasında bulunan 55,2 milyar lira ise son teşvik paketiyle sermayeye akıtılmayı beklemektedir. İşçi sınıfına yönelik saldırının diğer bir halkasını ise asgari ücret dayatması oluşturmaktadır. Erdoğan yaptığı açıklamayla işçi ücretlerini daha baştan asgari ücret olarak belirlemiştir ve o asgari ücretin kelimenin gerçek anlamıyla sefalet ücreti olduğunu işçi sınıfı gayet iyi bilmektedir. Dört kişilik bir aile için açlık sınırının 1047 liraya, yoksulluk sınırının ise 3312 liraya çıktığı bir ortamda, işçinin eline geçen asgari ücret, asgari geçim indirimi dahil 701 liradır ve bu miktar bile patronlara fazla gelmektedir. Burjuvaziye “aman siz üzülmeyin” diyen Erdoğan hükümetiyse, altıncı bölgede asgari ücretlinin maliyetinin 600 dolardan 350 dolara düşürüldüğünü, artık işçi ücretlerinin 200-250 dolar civarında olduğu Çin’le daha kolay rekabet edilebileceğini duyurmaktadır kıvançla. Bölgeler arası eşitsizliği gidermekten, refahı arttırmaktan söz eden
marksist tutum
AKP’nin, “refah artışı”yla kastettiği şey, bu bölgede yoksulluğu en katlanılmaz düzeylerde yaşayan emekçileri “iş bulduğunuza şükredin” diyerek sefalet ücretine mahkûm etmektir. AKP hükümeti, yeni iş sahaları açarak, istihdamı arttırarak Kürt sorununu çözeceği yanılsamasını yaymaktan da geri durmamaktadır. Ezilen Kürt halkının demokratik taleplerini karşılayarak meseleyi çözüme kavuşturmaktan kaçınan Türk burjuvazisi, Kürt sorununu ısrarla ekonomik alana sıkıştırmaya çalışmaktadır. Ancak burjuva hükümetlerin onyıllardır bıkmadan tekrar ettikleri “bölgeyi kalkındırarak terörün kaynaklarını kurutacağız ve bölge halkının sorununu çözeceğiz” yollu söylemleri boş lakırdıdan ibarettir. Her şeyden önce, bir siyasal sorun olan Kürt sorunu ekonomik alandaki iyileştirmelerle çözülemez. Bunun yanı sıra, bu sorun çözülmedikçe, TC’nin on yıllardır bilinçli bir şekilde kendi kaderine terk ettiği bu bölgeye bu tip teşviklerle söylendiği ölçüde sermaye akışının sağlanması ve böylelikle bölgesel eşitsizliğin ortadan kaldırılması da mümkün değildir. Bir yandan eşitsizliği gidermekten söz ederken öte yandan bölgeyi ucuz işçi cenneti haline getirerek sermayeye pazarlamaya çalışan AKP, bir yandan da işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin diz boyu olduğu bu bölgenin yoksul emekçilerine yönelik yeni saldırı planları hazırlamaktadır. Bu planlardan birini Enerji Bakanı Taner Yıldız, “en çok kaçak elektrik bu bölgede kullanılıyor, yakında bölgesel fiyatlandırmaya gideceğiz ve kaçak kullanım oranının yüksek olduğu bölgelerde elektriğin fiyatını arttıracağız” diyerek açıklamıştır. Üstelik bu açıklama %10’a varan yeni zammın ilan edildiği günlerde yapılmıştır. AKP hükümeti temsilcisi olduğu sömürücüler sınıfına teşvik üstüne teşvik getirirken, içine itildikleri sefalet koşulları nedeniyle elektriği kaçak olarak kullanmak zorunda kalan yoksul emekçileri “hırsız” ilan etmektedir. Oysa gerçek hırsızlar, işçi sınıfını iliğine dek sömürdükleri yetmezmiş gibi bir de emekçilerin vergileriyle, primleriyle oluşturulan fonları hortumlayanlar ve onların yolunu açmak üzere iktidarda bulunanlardır. AKP’nin sermaye için yarattığı dikensiz gül bahçesinde, işçiler, Çin’le yarışacak kadar düşürülen ücretlere, sınırsızca uzatılan iş saatlerine, taşeron köleliğine, iş cinayetlerine, temel tüketim maddelerine yapılan fahiş zamlara ve her an işsiz kalma korkusuyla yaşamaya mahkûm kılınmaktadır. Sendikasızlaştırılarak ya da işbirlikçi sendikaların eline teslim edilerek örgütsüzleştirilip güçten düşürülen işçi sınıfına kolaylıkla boyun eğdirilmektedir. İşçi sınıfının içinde bulunduğu kısır döngüyü kırmasının yolu, tüm dünyada olduğu gibi bu topraklarda da, kendi gücüne dayanan birleşik bir mücadeleyi örebilmesinden ve bu güçle sömürücü sınıfa dur diyebilmesinden geçiyor. Bağımsız sınıf çıkarlarına dayanan böylesi bir diriliş olmadığı müddetçe, teşvikler burjuvaziye akarken işçi sınıfının payına kölelik düşmeye devam edecektir.
17
Fukuşima Felâketinden Sonra Selim Fuat
G
eçtiğimiz yılın Mart ayında, Japonya’nın Honşu adası açıklarında 9 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmiş ve bu deprem sonucunda oluşan tsunami Fukuşima’da büyük bir yıkıma yol açmıştı. Ancak bu doğal felâketin yıkım gücü, insanın ve doğanın tahribatı pahasına süren bir üretim faaliyeti temelinde işleyen kapitalizm yüzünden muazzam ölçüde katlanmıştı. Çünkü hiç de katlanılması gerekmeyen yüksek düzeylerde risklere sahip nükleer santrallerden bir tanesi bu bölgede kuruluydu ve santrali işleten TEPCO şirketi, deprem ve tsunami karşısında, doğaya ve insanlara en az zarar verecek şekilde tedbirler almak yerine yatırımının mümkün olduğunca az zarar görmesi saikiyle hareket etmişti. Neticede nükleer santralde büyük bir kaza oldu ve doğaya radyoaktif madde salımının önü hâlâ alınamadı. Nükleer ve Endüstriyel Güvenlik Kurumu (NISA) kazanın seviyesini 1986’da Çernobil’de gerçekleşen “tarihin en büyük” nükleer kazasıyla aynı ve en büyük seviye olan 7 olarak belirledi. Bu duruma rağmen, Fukuşima’daki nükleer santraldeki felâketin ardından yaşanan süreçte, nükleer enerji üretiminin gözden düşmemesi için kapitalist yalan makinesi de
18
tam randımanla çalışmaya devam etti. Bilhassa kapitalist üretimin hizmetindeki bilimin körleşmiş insanları, çarpıtmalar, sahtekârlıklar ve örtbas etme girişimleriyle bu yalan değirmenine su taşıdılar. Dünyada da, Türkiye’de de burjuvazinin denetiminde bilim yapan birçok kişi ve kurum Fukuşima’daki felâket vesilesiyle de bu pozisyonlarını açıkça ortaya koydular. Örneğin Fizik Mühendisleri Odası’nın “Fukuşima Nükleer Santral Kazası” başlıklı raporunda şu rezil yalanlar dile getirebilmiştir: “Japonya hükümeti dünya tarihinin en büyük beşinci depremi ve tsunami felâketi ile mücadele ederken, işleticinin etkin rol aldığı müdahale planı uygulanarak halkın ve çevrenin olası radyoaktif sızıntılardan asgari şekilde etkilenmesi için azami gayretle çalışmıştır. Gösterdikleri şeffaf ve halk sağlığı ve güvenliğini birinci sırada tutan kaza yönetimleri ile tüm dünyaya örnek bir tavır sergilemişlerdir.” Gerçek bunun tam tersidir! İlk üç gün boyunca hükümet ve TEPCO radyasyon sızıntısı olmadığında ısrar etmiş, devre dışı kalan soğutma sisteminin yerine deniz suyuyla soğutma sağlama olanağı bulunmasına rağmen re-
sayı: 86 • Mayıs 2012
aktörün kullanılamaz hale geleceği endişesiyle bu girişim iki gün geciktirilmiş ve böylece felâkete giden kapı açılmıştı ama bunlar önemli değildi. Çünkü raporu hazırlayan nükleer mühendisler nezdinde bunlar “şeffaf ve halk sağlığı ve güvenliğini birinci sırada tutan kaza yönetimi” anlamına gelmekteydi. Gel de Sakallı Celal’e atfedilen “bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” sözünü hatırlama! Oysa her ne kadar şimdilerde Japonya başbakanı Yoşihiko Noda, “nükleer güç konusunda aşırı bir güven yanılgısı içinde olunduğunu, Fukuşima nükleer santralinde yaşanan boyutta bir duruma hazırlıksız yakalandıklarını” söylese de, kazanın gerçekleştiği günler ve devamında yoğun bir dezenformasyonla birlikte kitlelerin bilincini çarpıtmak için elden gelen yapılıyordu. Aksi yönde tutumlar alanlar ise yoğun baskı görüyordu. Meselâ, Japonya’da tanınmış bir televizyon sunucusu olan Tamhaşi Uesugi, geçenlerde Almanya’da düzenlenen bir toplantıda, Fukuşima nükleer tesisinde üç numaralı reaktörden radyasyon sızdığını haber yaptığı için bir yıl önce işini kaybettiğini açıkladı. Japon medyasının bu tür konularda temkinli davrandığını söyleyen Uesugi, “Gazeteler daha yeni yeni ölçüm değerleri üzerine günlük bilgi veriyorlar; şimdiye kadar böyle bir şey yapılmıyordu. Bu ölçüm değerlerinin de nasıl elde edildiğini bizzat gözlemledim. Aletlerin göstergeleri 1 mikrosievert’in altına düşünceye kadar toprağın yüzeyini birkaç kez kürekle kazıyorlar” sözleriyle de “şeffaf ve halk sağlığı ve güvenliğini birinci sırada tutan kaza yönetimi”ne açıklık getiriyordu. Uesugi tüm bunların yanı sıra, ülkesinde siyasetin, nükleer sanayinin ve medyanın çok yoğun bir çıkar ilişkisi içinde bulunduğuna dikkat çekerek, koltuğunu kaybeden politikacılara nükleer tesis işletmecisi TEPCO’da üst düzey pozisyonlarda iş bulunduğunu da belirtiyordu. Ayrıca resmi makamların nükleer kazayla ilgili sonuçları örtbas etme girişimlerine karşı çıkanların Japon seçkinler sistemi tarafından dışlandığını da söyleyen Uesugi, sorunun büyüyerek devam edeceğini ifade ediyordu: “Özellikle şu an düşünülenden çok daha kötü bir durum var. Japon hükümetinin aldığı bir karara göre yetişkinler ve çocuklar şimdiye kadar yasak olan (kaza bölgesinin) 20 kilometre çevresindeki alana dönebilecekler. Bunun sağlık açısından büyük zararlar doğuracağından endişe ediyorum.”
marksist tutum
Nükleer felâketin etkileri giderek daha net açığa çıkıyor Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen Fukuşima Daiçi santralinde nükleer yakıtın soğutulması konusunda bile büyük sorunlar yaşanmaya devam etmektedir. Nükleer santralin iç kısmında son günlerde yapılan bir araştırmada, reaktördeki radyasyon seviyesinin ölümcül olandan 10 kat fazla olduğu ortaya çıktı. Ayrıca soğutmada kullanılan su miktarının da sanılandan daha az olduğu saptandı. Japonya hükümetinin Fukuşima Daiçi nükleer santrali için hazırladığı plana göre, santral 40 yıl sonra kontrol altına alınarak güvenli bir biçimde temizlenmiş ve devre dışı bırakılmış olacak. Nükleer güvenlik masallarının devrinin sona erdiğini bir tek bu durum bile anlatmaya yeter. Fukuşima’dan yayılan radyoaktif zehir atmosfere, okyanusa ve elbette bunlarla birlikte besin zincirine bulaştı ve etkileri uzun yıllar sürecek biçimde hayatımıza girdi. Fukuşima’daki nükleer kazanın uzun dönem etkileri konusunda iyimser olmamızı telkin edenlerin laf salatalarını çöpe gönderen son derece çarpıcı saptamalar gelmeye başladı bile. Örneğin ABD’de, zehirbilim uzmanı Dr. Janette Sherman ile Radyasyon ve Kamu Sağlığı Projesi’nden epidemiyolog Joseph Mangano, Fukuşima nükleer atıklarının ABD’de de şimdiden ölümlere sebep olduğunu tespit ettiklerini açıkladılar. Dr. Sherman ve Mangano, Hastalıkları Kontrol Etme ve Önleme Merkezi’nden gelen bebek ölüm verileriyle ABD Çevre Koruma Ajansı’ndan verilen Fukuşima nükleer atık raporlarını karşılaştırarak analiz ettiler. Değerlendirme sonunda; bebek ölümlerinin, kazanın gerçekleştiği 11 Mart 2011 tarihinden sonraki 10 hafta boyunca Rocky Dağlarının batısı, San Francisco ve Seattle’ın da içinde olduğu sekiz eyalette yüzde 35 oranında; Philadelphia’da ise yüzde 48 oranında aniden yükseldiğini buldular. Bebek ölümleri, doğumdan bir yaşına kadar olan çocukların ölümü olarak tanımlanıyor. Bebek ölümleri, radyasyonun erken etkilerinin ölçümlerinde baz alınıyor çünkü bebeklik, vücut gelişiminin ve hücre bölünmesinin en hızlı olduğu dönem. Bu gelişme hızı, vücuda giren radyasyonun da etkisini aynı hızla arttırıyor. Kanserse, bunun sonraki sonuçlarından. Ulusal Kanser Enstitüsü’ne danışmanlık yapmış ve 1950’de Atom Enerjisi Komisyonu’nda çalıştığından bu yana radyasyonun etkileri üzerine uzmanlaşmış olan Dr. Sherman, “Fukuşima’dan sonra
19
marksist tutum
kanserde küresel artış beklendiğini” ifade ediyor. Çernobil kazasından sonraki felâketin sonuçlarını inceleyen ve detaylı bir çalışmaya imza atan biyolog doktor Alexey Yoblokov da Fukuşima’nın bilançosunun Çernobil’den daha ağır olacağını söylüyor. Buna gerekçe olarak da birden daha çok reaktörde kazanın söz konusu olmasını ve kazanın 30 milyon insanın 200 kilometre yakınında gerçekleşmesini gösteriyor. Ekonomist dergisinde yayınlanan “Radyasyon ve Evrim, Geride Kalan Nükleer Atık” başlıklı makalede de, araştırmacıların Çernobil ve Fukuşima çevresindeki bölgelerde yaşayan 14 kuş türüne baktıklarında, bu kuş türlerinde aynı radyasyon oranını buldukları belirtildi. Araştırmayı yapanlardan, Güney Carolina Üniversitesi’nde biyoloji profesörü Dr. Timothy Mousseau, kazanın doğal yaşama ne türden bir etkide bulunduğunu şöyle ifade ediyordu: “Çernobil yakınında evrim çoktan çalışmaya başladı, radyasyonla baş edemeyen kuşlar ölüyor ve buna dayanıklı olan genler yaşam şansı bulabiliyor. Fukuşima’daki kuşlar, radyoaktif bir dünyada yaşamanın evrimsel sorunuyla karşı karşıyalar ama henüz bunun başındalar.” Bilim çevrelerinin henüz anlamlı bulmamasına karşın bölgeden kulaksız doğan tavşanlar gibi haberler de gelmeye devam ediyor.
Nükleer kaza ihtimali ile birlikte yaşamaya alışılabilir mi? Nükleer enerji endüstrisi ve ona bağlı bilimciler her zaman nükleer santral kazalarının gerçekleşme ihtimalinin çok az olduğu iddiasında bulundular. Nükleer santrallerin oldukça güvenli olduğunu, var olan riskin de abartılmaması gerektiğini savundular. Örneğin nükleer santrallerin herhangi birinde gerçekleşecek çekirdek erimesinin 250 yılda bir rastlanabilecek istisnai bir durum olabileceğini söylediler. 9 büyüklüğündeki bir deprem üstüne büyük bir tsunamiyi ise büyük bir ihtimalle risk faktörünün kapsamına bile almadılar. Ne var ki Fukuşima’daki kaza, nükleer güvenlik hesaplamalarındaki düşük felâket olasılıklarına güvenmenin nasıl sonuçlanabileceğini gözler önüne serdi. Nükleer güvenlik önlemlerinin yüksek maliyet unsuru olarak görülmesi nedeniyle sürekli olarak ihmal edildiği, denetimlerin yapılmadığı, gerçeklerin gizlendiği hakikati, Fukuşima kazası vesilesiyle yeterince ortaya saçıldı. Buna rağmen dünyanın dört bir tarafındaki kapitalistler nükleer santraller konusunda oyalayıcı bazı girişimler dışında bir adım atma niyetinde de görünmediler. Kapitalist üretim faaliyetinin bugünkü ihtiyaçları temelinde düşünüldüğünde de nükleer fisyon reaktörlerinden vazgeçme gibi bir yola girmeyeceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Emperyalist rekabet koşullarında ekonomisini büyütme ve askeri alanlarda daha da gelişme derdinde olan kimi güçler için ise nükleer enerji vazgeçilemeyecek önemdedir. Türkiye egemen sınıfı da bu kategorinin önde gelen
20
Mayıs 2012 • sayı: 86
unsurlarından biridir. Bu yüzden gerek Başbakan gerekse de Enerji Bakanı pervasızlıkta sınır tanımayan açıklamalarla bilinçleri bulandırma gayretindeler. Bunun için de nükleerci zevatın sıklıkla başvurduğu türden çarpıtmalara sarılıyorlar. Risk açısından aynı ölçekte olmayan tehlikeleri benzeştirerek, felâkete yol açan şeylerle daha az zarar verenleri aynı düzeyde olgularmış gibi algılamamıza çaba gösteriyorlar. Örneğin Başbakan Erdoğan, Kahramanmaraş’taki bir hidroelektrik santralinin açılış konuşmasında şunları söylüyor: “Şimdi riski var patlayabilir diye biz tüp gaz kullanmayacak mıyız? Riski var diye arabaya binmeyecek miyiz? (…) Bu anlayış aklın, bilginin, deneyimin, tecrübenin ortaya koyduğu eserlere yönelik başında hep olumsuzdur, ‘no’ tuşuna basarlar, bittikten sonra ‘yes’ tuşuna basarak geçerler, bunların yapısı bu. Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu? Siz bir yandan Türkiye’yi büyütmekten bahsedecek, diğer yandan hayal tacirliği, umut tacirliği yapacak ama diğer yandan enerjiyi nereden temin edeceğinizi açıklayamayacak, enerji yatırımlarına karşı çıkacaksınız. Bunu anlamak mümkün değil.” Sonuçta Erdoğan, Japonya’nın kazaya uğrayan santrali bile ancak 40 yıl sonra kontrol altına alıp devre dışı bırakabileceğini umduğu bir felâketle tüp gaz patlamasını eş tutmamızı istemekte, bizleri budala yerine koymaktadır. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise şirazesinden bir hayli çıkmış yorumlarıyla Başbakanına eşlik etmektedir. Ona göre de bekâr kalmak nükleer santrallerden daha büyük tehlike arz ediyormuş. Yıldız, bir televizyon programında nükleer santrallerle ilgili soruları yanıtlarken, “Türkiye’de kurulacak nükleer güç santrallerinin riskinin eleştirildiği kadar yüksek olmadığını” belirtmiş. Bunu da ABD’de yapılan sosyolojik bir araştırmadan örnek vererek açıklamış: “Araştırmaya göre ABD’de bekârların evlilere göre 6 yıl daha az yaşadıkları tespit edilmiş, sigara ortalama insan ömrünü 2,3 yıl, yoksulluk 700 gün, alkol 130 gün, kalp 2100 gün aşağı çekiyor. Uçak kazaları ise ABD’de ortalama insan ömrünü bir gün azaltıyor. Nükleer santrallerin ortalama ömür kaybı ise sadece 0.03 gün olarak tespit edilmiş.” Yıldız sanırız sabırların nerelere kadar zorlanabileceğini test etmeye çalışmış. Bütün bu yaklaşımlar açgözlü kapitalistlerin doğayı ve insanı hiçe sayan anlayışlarının tezahürlerinden başka bir şey değildir. Nükleer felâketlerle gelen büyük yıkımlar bile kapitalistlerin sermayelerini büyütme hırsının önüne geçememektedir. Onlar emekçileri nükleer kaza ihtimali ile birlikte yaşanabileceğine, bu kazalara da katlanılabileceğine inandırmaya çalışmaktadırlar. Oysa işçilerin, emekçilerin böylesi riskleri üstlenmeleri için hiçbir akılcı sebep bulunmamaktadır. Fukuşima’da yaşanan felâketin sonuçlarını sürekli hatırda tutarak nükleer santrallere karşı durulmalıdır.
Fransa’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri İlkay Meriç
F
ransa’da 22 Nisan ve 6 Mayısta iki tur halinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri, ülkedeki siyasal-toplumsal iklime ve Haziran ayında yapılacak parlamento seçimlerine dair önemli veriler sunarak sona erdi. İlk turu Sosyalist Parti adayı François Hollande %28,6 oyla birincilikle tamamlarken, Nicolas Sarkozy %27,2 oyla onu az farkla geriden takip etti. Bu iki aday arasında geçen ikinci turu da Hollande 4 puan önde bitirerek cumhurbaşkanı seçildi. Böylece ekonomik krizin yükünü daha fazla sırtlanmak istemeyen, işsizliğe ve kötüleşen yaşam ve çalışma koşullarına dur demek isteyen işçiler ve ayrımcılığa, ırkçılığa maruz kalmayı reddeden göçmenler, 1995’ten bu yana ilk kez bir “sosyalist” adayı bu ölçüde yüksek oyla destekleyerek, yıllardır izlenen kapitalist saldırı politikalarına, yabancı düşmanlığına hayır dediklerini de göstermiş oldular. Seçimlerin altını çizdiği bir başka çarpıcı olgu ise, yukarıdakiyle çelişik görünen, fakat derinlemesine bakıldığında krize ve neo-liberal saldırılara tepki olarak geliştiği görülen faşist yükseliş oldu. Görevi babası Jean-Marie Le Pen’den devralan faşist Ulusal Cephe partisinin adayı Marine Le Pen, ilk turda beklentilerin oldukça üstüne çıkarak %18 oy aldı. Le Pen bu oy oranıyla, seçimlerden üçüncülükle çıkması umulan Sol Cephe adayı JeanLuc Melenchon’u da 7 puan geride bıraktı. Melenchon, seçimlere, ana gövdesini Fransız Komünist Partisi’nin ve Sol Parti’nin oluşturduğu Sol Cephe’nin adayı olarak girmişti. Geçmişte Sosyalist Parti hükümetinde bakanlık da yapan Melenchon, 2009’da bu partiden ayrılarak Sol Parti’yi kurmuştu. Seçim propagandasında işçi sınıfına yönelik vaatlerde bulunan ve “yurttaşların devrimi”nden dem vuran
Fransa’da gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde işçi sınıfının önemli bir kesimi, kemer sıkma politikalarının sona erdirileceği, işsizliğe çözüm bulunacağı, ücretlerin yükseltileceği, emeklilik yaş ve yılında iyileştirmelere gidileceği, kısacası Chirac ve Sarkozy dönemlerindeki kayıplarının karşılanacağı ve krizin yükünün vergilerin arttılması yoluyla sermayeye yükleneceği umuduyla sola oy vermiştir. Ne var ki bu sol, düzen soludur ve pompalanan umutların aksine, Sarkozy’nin izlediği politikaların benzerini izlemek zorunda kalacaktır. Elbette Hollande Sarkozy gibi saldırgan bir şoven dil kullanmayacak ama benzer bir ekonomik politikayla kesintileri ve işçi sınıfına yönelik diğer saldırıları sürdürecektir.
21
marksist tutum
Melenchon, kısa sürede oy oranını %5’lerden %10’un üzerine çıkarmıştı. Yakın dönemde gerçekleştirilen anketler, Melenchon’un %15’e yakın oyla üçüncülüğe oynadığına işaret ediyordu. Ancak Melenchon tahminlerin gerisine düşerek %11’de kaldı. İlk tura Troçkist kesimden de iki aday girmişti. Bunlardan Dördüncü Enternasyonal-Birleşik Sekretarya çizgisindeki Yeni Anti-Kapitalist Parti’nin (NPA) adayı Philippe Poutou %1,1 oy alırken, Lutte Ouvriere’nin (LO- İşçi Mücadelesi) adayı Nathalie Arthaud %0,6’da kaldı. Oysa 2002 seçimlerinde LO %5,7, NPA’nın öncülü LCR ise %4,3 oy almıştı. 2007’de LO’nun oyu %1,3’e düşerken, LCR %4,1’le oy oranını korumayı başarmıştı. Ancak son seçimlerde her iki örgütün de belirgin bir şekilde güç kaybettikleri görüldü. 1995, 2002 ve 2007 seçimlerinde sırasıyla %8,7, %3,4 ve %1,9 oy alarak keskin bir düşüş eğilimi gösteren FKP açısından ise ibre yukarıya yöneldi. Ancak FKP’nin ve içinde bulunduğu Sol Cephe’nin oylarındaki bu artış, son tahlilde Sosyalist Parti’nin işine yaradı. Zira yenilgiyle çıktığı ilk turun ardından Melenchon, 6 Mayısta gerçekleştirilecek ikinci turda Hollande’ı destekleyeceğini açıkladı. Benzer bir açıklama NPA’dan da geldi. Böylece Fransız sosyalist solu “ehveni şer” politikasından vazgeçmediğini bir kez daha göstermiş oldu. Bu politikanın çok daha beteri, 2002 seçimlerinde Chirac ile Jean-Marie Le Pen ikinci tura kaldığında, aşırı sağa karşı ılımlı sağı destekleme mantığıyla Chirac desteklenerek sergilenmişti. Şimdi de aynı mantık Sarkozy için işletilerek ikinci turda Hollande desteklendi. Böylece, gerçekte sosyal-demokrat bir düzen partisi olan Sosyalist Parti’ye yönelik yanılsamalar da bir kez daha alabildiğine beslendi. Aslına bakılırsa, Fransa’da sadece Sosyalist Parti değil, FKP, Sol Parti ve NPA da tümüyle düzen sınırları içine hapsolmuş reformist partilerdir. Bunlar, on yıllardır, işçi
Mayıs 2012 • sayı: 86
sınıfının bağımsız devrimci siyasetini güçlendirmek ve böylesi bir mücadeleyi örgütlemek yerine seçimlere endekslenmiş bir politik hat benimsiyorlar. Düzeni kökten yıkmayı değil, sermaye üzerindeki vergileri arttırarak, özelleştirilen kamu kuruluşlarını yeniden devletleştirerek ve işçi sınıfının ekonomik-sosyal haklarında iyileştirmeler yaparak onu ehlileştirmeyi savunuyorlar. Melenchon’un seçim kampanyasında öne çıkardığı vaatlerin başında “altıncı cumhuriyet”in gelmesi gayet manidardır. Bu sözde komünistlerin “yurttaşların devrimi”yle yapmak istedikleri şey, reforme edilmiş bir burjuva cumhuriyetin ötesine geçmemektedir. Avrupa’nın pek çok ülkesinde merkez sağ partilerle dönüşümlü olarak iktidara gelen bu tür reformist partilerin, hoşnutsuz olan proletaryanın gazını alarak ve onu 4-5 yıl boyunca oyalayarak kapitalist sisteme yaşam soluğu üfledikleri çok açıktır. Ancak bu soluk aynı zamanda faşizme de hayat vermektedir. Daha ağır sömürü koşullarına, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm kılınan ve hoşnutsuzlukları umutsuzluğa dönüşen işçi kitlelerin giderek artan bir kesimi, solun bu alanı boş bırakması ve düzen içi politikalar izlemesi sonucunda, radikal ve düzen karşıtı demagojik bir söylem tutturan faşist partilerin etki alanına girmektedir. Dolayısıyla, bu boşluğu değerlendiren Marine Le Pen’in, babasının 2007 seçimlerinde aldığı 3,8 milyon oyu bu seçimlerde 6,4 milyona çıkarması hiç de tesadüf değildir. Bunda elbette, reformist partilerin sol adına milliyetçiliğe savrulmalarının da önemli bir rolü bulunmaktadır. Milliyetçi temellerde yürütülen AB karşıtlığı, korumacılık savunusu, burka yasağı gibi yasakların desteklenerek İslamofobiye katkıda bulunulması, sendikaların göçmenleri örgütlemekten uzak durması vb, işçi sınıfı içindeki şoven damarı besleyerek faşizme güç katmaktadır. Yurtseverlik adına milliyeçiliğin sol eliyle yükseltilmesi, son derece tehlikeli bir şekilde, faşizmi kitlelerin gözünde Daha ağır sömürü koşullarına, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm kılınan ve hoşnutsuzlukları umutsuzluğa dönüşen işçi kitlelerin giderek artan bir kesimi, solun bu alanı boş bırakması ve düzen içi politikalar izlemesi sonucunda, radikal ve düzen karşıtı demagojik bir söylem tutturan faşist partilerin etki alanına girmektedir. Dolayısıyla, bu boşluğu değerlendiren Marine Le Pen’in, babasının 2007 seçimlerinde aldığı 3,8 milyon oyu bu seçimlerde 6,4 milyona çıkarması hiç de tesadüf değildir.
22
sayı: 86 • Mayıs 2012
“sıradan”laştırmakta ve ona meşruiyet kazandırmaktadır. Fransa’da yapılan anketlerde, faşist Ulusal Cephe’yi diğerlerinden farkı olmayan bir parti olarak görenlerin oranının %50’ler civarında seyretmesi tam da bunun işaretidir. Le Pen, bu düzene öfke duyan işçi ve emekçi kitleleri peşine takmak için her türlü demagojiye başvurmaktadır. Fransız ulusunun, seçkinlerin, bankaların, tekellerin ve Avrupa Birliği’nin tahakkümünden kurtulup kendi öz gücüyle ayağa kalkması gerektiğinden dem vuran Le Pen’in, oy oranını işsizliğin ortalamanın üzerinde seyrettiği bölgelerde belirgin bir şekilde arttırmış olması boşuna değildir. Milliyetçi gururu okşayan ve düzen karşıtı bir söyleme bürünen bu çıkışlar, solun bıraktığı boşluk nedeniyle örgütsüz durumda olan ve öfkesi doğru yere kanalize edilemeyen işçileri ve yıkıma uğrayan küçük-burjuvaziyi cezbetmektedir. Faşist hareket son on yıldır sadece Fransa’da değil tüm Avrupa’da çarpıcı bir hızla yükselişe geçmiştir. Bugün çok sayıda Avrupa ülkesinde aşırı sağ partiler iktidar ortağı durumundalar. Üstelik ırkçılık, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı, İslamofobi, sadece faşist partilerle sınırlı kalmayıp, tüm sağ partileri kuşatmış bulunuyor. Fransa’daki son iki seçimde Sarkozy’nin Le Pen’le yarışacak denli güçlü bir faşizan dil kullanması bunun sadece bir örneğidir. Seçim kampanyasının esasını göçmen karşıtlığına oturtan Sarkozy, göçmenleri işsizliğin baş sorumlusu ve her türlü melanetin kaynağı ilan etmektedir. Hem o hem de Merkel, Avrupa Birliği göçmenlere karşı gerekli önlemleri almadığı takdirde, vizesiz seyahat anlamına gelen Schengen Anlaşması’nı askıya alabilmek için mevzuatın değiştirilmesini savunmaktadır. Göçmenlerin önemli bir bölümünü Müslümanların oluşturduğu Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinde, göçmen düşmanlığı aynı zamanda Müslüman düşmanlığıyla örtüşmektedir. Sarkozy, ABD ile ilişkileri yakınlaştırırken, emperyalist saldırganlıkta da sınır tanımamıştır. Libya’ya emperyalist saldırı sürecinde başı çeken Fransa, Suriye meselesine de aynı hararetle yaklaşmıştır. Bütün bunlar, dizginsizce hayata geçirilen saldırı programlarıyla çalışma ve yaşam koşulları kötüleşen ve işsizlik girdabında boğuşan işçi sınıfını gerçek sorunlarından uzaklaştırmak için başvurulan milliyetçi hamasetin malzemesi de yapılmıştır. Ancak Sarkozy, izlenen neo-liberal politikaların ve ekonomik krizin cenderesi altında ezilen işçi sınıfını daha fazla yatıştıramamış ve seçimlerde yenilgiye uğramıştır. Böylelikle, ikinci dönemi göremeden koltuğundan inen ilk cumhurbaşkanı olarak da tarihe geçmiştir. Onun karşısında, işçi sınıfının artan tepkisini oya dönüştürmeyi başaran Hollande ise, 1995’ten bu yana cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan ilk “sosyalist” cumhurbaşkanı olmuştur. Daha da geriye gidersek, aslında 1958’den bu yana, 1981-1995 yılları arasında iki dönem cumhurbaşkanlığı yapan Mitterrand’dan sonra bu koltuğa oturan ikinci Sosyalist Partili olma unvanını da elde etmiştir.
marksist tutum
François Hollande
Eğer bu eğilimde bir kırılma yaşanmazsa, Fransa’da Haziranda yapılacak parlamento seçimlerinde de Sosyalist Partinin önderliğinde bir sol hükümetin iktidara gelmesi olasılığı yüksek görünüyor. İşçi sınıfının önemli bir kesimi, kemer sıkma politikalarının sona erdirileceği, işsizliğe çözüm bulunacağı, ücretlerin yükseltileceği, emeklilik yaş ve yılında iyileştirmelere gidileceği, kısacası Chirac ve Sarkozy dönemlerindeki kayıplarının karşılanacağı ve krizin yükünün vergilerin arttılması yoluyla sermayeye yükleneceği umuduyla sola oy vermiştir. Ne var ki bu sol, düzen soludur ve pompalanan umutların aksine, Sarkozy’nin izlediği politikaların benzerini izlemek zorunda kalacaktır. Elbette Hollande Sarkozy gibi saldırgan bir şoven dil kullanmayacak ama benzer bir ekonomik politikayla kesintileri ve işçi sınıfına yönelik diğer saldırıları sürdürecektir. Bu partinin Yunanistan’daki kardeş partisi PASOK’un yaptıkları ortadadır. Sarkozy’nin gitmesiyle birlikte Fransa’nın emperyalist saldırganlıktan vazgeçeceğini düşünenler de fena halde yanılmaktadırlar. Libya’ya yönelik emperyalist saldırı esnasında, Sosyalist Parti, bu saldırıyı “insani müdahale” adı altında meşrulaştırmaktan gayri hiçbir şey yapmamıştır. Suriye konusunda da aynı çizgi izlenmektedir. Fransız işçi sınıfı, içinde bulunduğu zorlu durumdan kurtulmak için Sarkozy’yi başından defetme kararlılığını göstermiş, ancak bu kez de reformizm tuzağına düşmüştür. İşçi sınıfını bu tuzaktan kurtarmak, ona bağımsız çıkarlarının nereden geçtiğini göstermek ve bu doğrultuda öncülük etmek devrimci Marksistlerin görevidir.
23
Avrupa Birliği Sorunun
Elif Çağlı’nın üç bölüm halinde yayınlayacağımız Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum adlı broşürü, dokuz yıl önce, Türkiye’de burjuva çevrelerde Avrupa Birliği’ne dair hararetli tartışmaların yürüdüğü bir dönemde kaleme alındı. O dönemde liberal kesimler, sınırların kalkacağı, savaşların son bulacağı, insanlığın evrensel değerlerinin bir potada kaynaştırılacağı yeni bir Avrupa Birleşik Devletlerinin ortaya çıkmakta olduğu yanılsamasını yayıyorlardı. İşte tam da böylesi bir atmosferde yazılan bu broşür, Avrupa Birliği’ne yönelik yanılsamaları yıkıyor ve onun geleceğinin sanılanın aksine son derece belirsiz olduğunu vurguluyordu. Bugün bu öngörüler tümüyle doğrulanmış bulunuyor. Artık Avrupa Birliği’nin ne zaman siyasi bir birliğe dönüşeceğine değil ekonomik bir birlik olarak bile ne zaman iflas edeceğine tarih biçiliyor. Yaşanan şiddetli ekonomik bunalım, yanılsamaları yerle bir ederek gerçekler üzerindeki sis perdesini kaldırıp atmış bulunuyor. Maastrich kriterlerinin yerinde yeller esiyor, Schengen’in lağvedilmesi, euronun terk edilmesi sıcak gündem maddeleri olarak tartışılıyor. Tüm bunlar, devrimci Marksist öngörülerin hayatla bağlarının canlılığını ve doğruluğunu bir kez daha gösteriyor. Broşürün ilk bölümü, “Avrupa Birleşik Devletleri”ne dair tartışmaların tarihsel arka planına ışık tutuyor ve bunun kapitalizm altında gerçekleşmesi mümkün olmayan bir düş olduğunu vurguluyor. İkinci bölüm Avrupa Birliği’nin nasıl bir birlik olduğunu irdeliyor ve burjuvazinin iddialarının aksine Türkiye’nin AB yolculuğunun sonucu belirsiz bir yolculuk olduğuna dikkat çekiyor. Aynı belirsizliğin AB’nin kaderi için de söz konusu olduğu dile getirilirken, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğu vurgulanıyor.
24
AB’ye katılım meselesinin ele alındığı üçüncü ve son bölümde ise, AB gibi emperyalist birliklerin emekçi kitlelerin sorunlarına asla çözüm getiremeyeceğinin ve çözümün işçi sınıfının devrimci mücadelesinde olduğunun altı kalın bir şekilde çiziliyor.
“Avrupa Birleşik Devletleri” mi? Kapitalistlerin “Avrupa Birleşik Devletleri” düşü Son yıllarda gerek burjuva ve gerekse sol çevrelerde yürümüş olan Avrupa Birliği konulu tartışmalar hakkında doğru yorumda bulunabilmek için, her şeyden önce bir hususu belirtmekte yarar var. Yarınki akıbeti bilinmez fakat bugünkü somutluğu içinde varolan Avrupa Birliği (AB) ile, o kadar sözü edildiği halde bir türlü gerçekleşmeyen “Avrupa Birleşik Devletleri” konusunu birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Aslında kapitalistlerin “Avrupa Birleşik Devletleri” düşü oldukça eski tarihlere uzanmaktadır ve bu düş her seferinde kapitalist sistemin boyun eğdirici yasaları karşısında boşa çıkmıştır. Avrupa Birliği denilen şey, gerçekleşmiş ve gerçekleşebilecek yönüyle çeşitli kapitalist ülkeler arasında kurulan geçici bir ekonomik birliktir ve bu tür birliklerin oluşması her zaman için mümkündür. Fakat kapitalizm temelinde ulus-devletler şeklindeki parçalanmanın aşılması ve Avrupa devletlerinin barışçı bir kaynaşması mümkün değildir. Bu kaynaşma ancak, işçi sınıfı iktidarı altında, Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri temelinde gerçekleşebilir. “Avrupa Birleşik Devletleri” tartışmasının Birinci Dünya Savaşı konjonktüründe kızıştığını biliyoruz. Fakat aslında bu fikrin ortaya atıldığı tarih çok daha eskilere
nda Marksist Tutum /1 Elif Çağlı
uzanıyor. Örneğin Fransız devrimi döneminde, ekonomik ilişkiler ve kültürel-tarihsel temel bakımından bütünsel bir Avrupa düşü burjuva ideologlar tarafından ele alındı. İlerleyen yıllar içinde Marksizmin kurucuları da, “kapitalist temellerde birleştirilmiş Avrupa” tartışmalarıyla karşı karşıya geldiler. Bu burjuva hayal, işçi hareketi içine uzanan bazı örgütler tarafından da savunuldu. 1867 yılında küçük-burjuva cumhuriyetçilerle liberaller tarafından İsviçre’de oluşturulan Barış ve Özgürlük Birliğinin ileri sürdüğü fikirlerden biri de, “Avrupa Birleşik Devletleri”nin kurulmasıydı. Birlik, Avrupa’da savaşların bu sayede önlenebileceği tezini benimsiyordu. Marx ve Engels, gerek enternasyonalizm ve gerekse kapitalizmin doğası konusunda işçi sınıfı içinde yanılsamalar yaratan bu pasifist tutumu eleştirdiler. Örneğin Engels, 1875 yılında Alman sosyal demokratlarının Gotha Programını eleştirirken bu konuya da değindi.1 Lassalcılar işçi sınıfı enternasyonalizminin karşısına, liberal burjuvalara ait olan bir “birlik” umudunu, kapitalist “Avrupa Birleşik Devletleri” umudunu dikmekteydiler. Oysa Avrupa işçi hareketinin başını çeken Alman işçileri savaş karşısında enter- nasyonalist bir tutum takınmışlardı. Avrupa işçileri, büyük grevler gibi zor koşullarda birbirleriyle dayanışarak sahip çıkılması gereken çizgiyi örneklemişlerdi.
Kautsky ve “Avrupa Birleşik Devletleri” II. Enternasyonal örgütü de “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganının burjuva temellerde sahiplenilmesine sahne oldu. Örneğin Otto Bauer, Avrupa Birleşik Devletlerinin bir hayal olmadığını, kapitalist gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak Avrupa uluslarının bu hedefe varacağını söylüyordu. Lenin’in deyişiyle, Avrupa ülkelerindeki sosyalist maskeli sosyal-şovenler, emperyalist burjuvaziyle birlikte Asya ve Afrika’nın sırtından emperyalist bir Avrupa yaratmaya çalışmaktaydılar. Birinci Dünya Savaşı döneminde, “Avrupa Birleşik Devletleri” fikri önemli bir yankı uyandıracak düzeyde gündeme getirildi. O dönemin koşullarını kısaca hatırlayalım. Emperyalist bir savaşa doğru sürüklenen dünyada militarizm yükselmekte ve büyük kapitalist ülkelerde dünyanın yeniden paylaşılması doğrultusunda hummalı bir hazırlık yürütülmekteydi. Bunun en somut göstergesi silahlanma harcamalarındaki artıştı. Mevcut ortam, Marksistlerin de yakınlaşan savaş karşısında ideolojik, siyasal ve örgütsel her alanda devrimci tarzda hazırlanmalarını zorunlu kılıyordu. Tam da böylesi koşullarda, dönemin bir numaralı Marksist otoritesi kabul edilen Kautsky, emperyalist savaşlar karşısında pasifist bir tutuma yol açacak çözümlemeler geliştirmeye koyuldu.2 Silahlanma ve savaşın mutlaka emperyalizmin bir ürünü olarak görülemeyeceğini ileri
25
marksist tutum
sürmekteydi. Emperyalist ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarının bir savaşa yol açmaması için Avrupa burjuvazisine aklıselim tavsiye ediyordu. Aralarında anlaşıp dünyanın geri kalanını birlikte sömürmelerinin hem onların çıkarına olacağını, hem de gerici Çarlık Rusya’sının manevra alanını daraltacağını söylüyordu. Burjuva parlamentarizmi temelinden yükselecek bir “Avrupa Birleşik Devletleri”nin sürekli bir barış dönemini açacağını iddia eden Kautsky, 1911 yılındaki bir yazısında şöyle demekteydi: “Savaş ruhunu ebedi olarak zihinlerden kovup atacak sürekli bir barış dönemi için, bugün yalnızca tek bir yol vardır: Avrupa medeniyetinin devletlerinin ortak bir ticari politika birliği, parlamento birliği, hükümet birliği ve ordu birliği içinde, yani Avrupa Birleşik Devletleri oluşumu içinde birleşmesi. Eğer bu başarılsaydı, o takdirde muazzam bir adım atılmış olurdu. Böyle bir Birleşik Devletler, savaş olmaksızın öylesine üstün güçlere sahip olurdu ki, gönüllü olarak onlara katılmayan diğer tüm ulusları da ordularını ve donanmalarını tasfiye etmeye zorlayabilirdi. Fakat böyle bir durumda yeni Birleşik Devletlerin silahlanmaya duyulan tüm ihtiyacı da ortadan kalkardı. Yalnızca daha fazla silahlanmadan vazgeçen, sürekli orduyu ve tüm saldırgan donanma silahlarını tasfiye eden değil –ki bugün biz bunları talep ediyoruz– milis sistemi de dahil tüm savunma araçlarını terk eden bir pozisyonda olurlardı. Böylece sürekli barış çağı kesin bir biçimde başlardı.”3 Avrupa ülkeleri arasında sağlanacak bir ekonomik birliğin, kıtanın emperyalist güçleri arasındaki rekabet mücadelesini ortadan kaldıracağı tartışması, böylece daha o tarihlerden başlayarak gündeme girecekti. Avrupa’nın ekonomik birliğini kalıcı ve sürekli ilerleyecek bir oluşum olarak görüp savunanlara göre, birlik doğrultusunda atılacak adımlar Avrupa’nın çeşitli ulus-devletlere bölünmüşlüğüne son verecek ve onları “Avrupa Birleşik Devletleri” şeklinde tek bir devlet çatısı altında bütünleştirecekti. Bu eksende yürüyen tartışmalar kaçınılmaz olarak dönemin devrimci Marksistleri arasında da yansımasını bulacak ve örneğin Rosa, Lenin ve Troçki bu sorun karşısında tutum alacaklardı.
Rosa ve “Avrupa Birleşik Devletleri” Rosa daha 1911 yılında Alman sosyal demokrasisi içinde Ledebour ve Kautsky tarafından desteklenen kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri projesinin gerçek ekonomik karakterini deşifre etti. Bir yönüyle bu proje ütopikti; çünkü modern ulus-devlet ekonomik gelişmenin tarihsel ürünüydü ve iradi kararlarla aşılması söz konusu değildi. Gerçi Avrupa kavramı coğrafi ve belli ölçülerde tarihsel-kültürel bir birlik zeminini yansıtıyordu. Fakat ulus-devletleri tek bir çatı altında birleştirecek kalıcı bir ekonomik birlik olarak tahayyül edilen bir “Avrupa Birleşik Devletleri”, başlıca iki yönden kapitalizme içsel gerçeklerle bağdaşamazdı. Birincisi, Avrupa’da kapitalist devletler varolduğu sürece
26
Mayıs 2012 • sayı: 86
bunlar arasındaki çelişki ve rekabetin tamamen ortadan kalkması mümkün değildi. İkincisi, ekonomik ilişkilerin salt kıta ölçeğinde yoğunlaştığı bir Avrupa kapitalizmi ancak beynin bir kurgusu olarak varsayılabilirdi. Çünkü gerçekte kapitalizm bir dünya sistemiydi ve o nedenle de Avrupa, dünya ekonomisi içinde salt kendi içine kapalı bir ekonomik birlik değildi. Rosa’nın bu ütopik projeyle ilgili olarak dikkat çektiği daha önemli bir başka yön ise, Avrupalı emperyalist güçlerin “barış çağı” yalanlarıyla örtülemeye çalıştıkları sinsi emperyalist niyetleriydi. Kapitalistlerin “Avrupa Birleşik Devletleri” projesi, ardına gizlendiği tüm radikal maskelere rağmen aslında işçi sınıfına hiçbir ilerletici çözüm sunamazdı. Burjuva politikacılar ne zaman “Avrupacılık” fikrini –Avrupa devletler birliğini– savunmuşlarsa, buna her seferinde “sarı tehlike”, “kara kıta”, “aşağı ırklar”a karşı yöneltilen açık veya örtük aşağılamalar eşlik etmişti. Kısacası burjuvaların savunduğu “Avrupa Birleşik Devletleri” emperyalist bir düşük olmaktan öteye geçemezdi. Rosa daha 1911 yılında kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri projesinin gerçek ekonomik karakterini deşifre etti. Bir yönüyle bu proje ütopikti; çünkü modern ulus-devlet ekonomik gelişmenin tarihsel ürünüydü ve iradi kararlarla aşılması söz konusu değildi. İkincisi, ekonomik ilişkilerin salt kıta ölçeğinde yoğunlaştığı bir Avrupa kapitalizmi ancak beynin bir kurgusu olarak varsayılabilirdi. Çünkü gerçekte kapitalizm bir dünya sistemiydi ve o nedenle de Avrupa, dünya ekonomisi içinde salt kendi içine kapalı bir ekonomik birlik değildi. “Ve eğer biz şimdi sosyal demokratlar olarak bu eski postu taze ve görünüşte devrimci şarapla doldurmaya çabalayacak olsaydık, o takdirde şunu söylemek gerekir ki, bu işten avantajlı çıkanlar bizler değil burjuvazi olurdu” diyordu Rosa.4 Çünkü hangi “devrimci” ambalaja sarılırsa sarılsın, kapitalist toplumsal düzen içinde kalan bir “Avrupa Birleşik Devletleri” projesi, ekonomik bakımdan Amerika’yla gümrük savaşı anlamına gelecekti. Dolayısıyla böyle bir projenin politik sonucu “barış” değil, tam tersine emperyalist çatışmalar ve savaşlar olurdu. Böylece Rosa, aslında cehennemi bir savaşa sürüklenmekte olan bir dünyada işçi sınıfına liberal “barış” masalları anlatan Kautsky gibilere karşı devrimci Marksizmin sesini yükseltmekteydi. O sonuna dek bu tutumunu korudu. Örneğin 1915 yılına gelindiğinde de bu kez ünlü Junius broşürünün “Enternasyonal Sosyal Demokrasinin Görevleri Üzerine Tezler”inde aynı konuya değindi. Tezlerin sekizinci maddesi, dünya barışının, kapitalist diplomatların tarafsız mahkemeleri, diplomatik “silahsızlanma” anlaşmaları, “Avrupa Birleşik Devletleri” gibi ütopik veya aslında gerici projelerle garanti altına alınamayacağını belirtiyordu. Çünkü Rosa’nın satırlarında da dile getirildiği gibi,
sayı: 86 • Mayıs 2012
“Emperyalizm, militarizm ve savaş, kapitalist sınıf kendi sınıf hegemonyasını bir direnişle karşılaşmadan uygulamaya devam ettikçe asla ortadan kaldırılamaz ve zayıflatılamaz. Başarılı bir direnişin tek aracı ve dünya barışının tek garantisi ise, uluslararası proletaryanın eylem kapasitesi ve onun … devrimci iradesidir.”5
Lenin ve “Avrupa Birleşik Devletleri” O dönemde çeşitli tartışmalara neden olan Avrupa Birleşik Devletleri sorununa, Lenin de 1914 Ekiminde Bolşevik Parti MK Manifestosu’nda değindi. Manifesto, monarşilerin gerici zulmü altındaki Avrupa’ya karşı cumhuriyetçi Avrupa Birleşik Devletleri sloganını savunuyordu. “Avrupa sosyal-demokratlarının acil politik şiarı cumhuriyetçi Avrupa Birleşik Devletlerinin kurulması olmalıdır” denilmekteydi.6 Ama sosyal-demokratlar bu sloganı savunurken çok dikkatli olmak zorundaydılar. Çünkü proletaryayı genel şovenizm akımı içine çekmek için her şeyi vaat etmeye hazır olan burjuvazi, “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganını da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktaydı. Bu nedenle, Alman, Avusturya ve Rus monarşileri tasfiye edilmeden, bu şiarın yalan ve anlamsız bir şiar olduğu konusunda proletarya mutlaka aydınlatılmalıydı. Avrupa Birleşik Devletleri sorunu, Bern’de yapılan RSDİP Yurtdışı Seksiyonları Konferansında tekrar ele alındı ve bu kez Lenin bazı endişelerini dile getirdi. “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganıyla ilgili tartışma tek boyutlu olarak yürüyor ve salt politik bir nitelik kazanıyordu. Oysa sorunun bir de çok daha önemli bir boyutu, ekonomik bakımdan içerdiği anlamı vardı. Bunun üzerine Konferans, parti basınında sorunun ekonomik yanının irdelenmesi için tartışmanın ertelenmesi kararını aldı. Ve ardından Lenin, bu amaçla Ağustos 1915 tarihli Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine adlı makalesini yayınladı. Bu makalede belirtildiğine göre, “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganı MK Manifestosu’nda doğrudan acil bir politik şiar olarak formüle edilmişti. Ancak konunun yanlış anlaşılmaması için, yalnızca cumhuriyetçi Avrupa Birleşik Devletlerinden söz edilmekle yetinilmemiş ve bu hedefin “Alman, Avusturya ve Rus monarşileri devrimci biçimde yıkılmadan” anlamsız ve yalan olacağı özellikle vurgulanmıştı. Bu nedenle politik içerikte bir sorun yoktu. Fakat slogan ekonomik içeriği bakımından sorunluydu. Kapitalist ilişkiler altında “Avrupa Birleşik Devletleri”nin ekonomik bakımdan ya olanaksız ya da gerici bir hedef olduğu sonucuna vardı Lenin. Olanaksızdı, çünkü kapitalist sistemde tıpkı özel mülkiyet gibi ulus-devlet de geçici bir olgu değil, kapitalist çelişkinin temel bir ifadesiydi. Gericiydi, zira Avrupa’nın Fransa ve Almanya gibi birbirine rakip emperyalist güçleri bu birliği emperyalist savaşlarla, askeri saldırganlıkla yaşama geçirmeye çalışıyorlardı. Lenin makalesinde sorunun ekonomik temellerine değinmekte ve daha sonra Emperyalizm çalışmasında ayrıntılı olarak ele aldığı hususları ana hatlarıyla sıralamaktadır.
marksist tutum
Bir kere, sermaye uluslararası ve tekelci bir nitelik kazanmıştır ve dünya bir avuç büyük güç arasında paylaşılmıştır. Yeniden bir paylaşım, ancak büyük kapitalist ülkelerin o an sahip bulundukları güçler dengesine göre gerçekleşebilir. Güçler dengesi ise, bilindiği gibi ekonomik gelişmenin seyriyle değişir. “Kapitalizmde bozulan dengenin geçici olarak yeniden kurulması için sanayide krizden, politikada savaştan başka araç yoktur.”7 Lenin böylece, Avrupa ülkeleri arasında ulus-devlet bölünmesini sona erdirecek tam bir çıkar birliğinin ve dolayısıyla kalıcı bir birleşmenin mümkün olmadığını açıklıyordu. Bu nedenle, kapitalizm çerçevesinde “Avrupa Birleşik Devletleri” yoluyla savaşların önlenmesi düşüncesi de tamamen mesnetsizdi. Kapitalistler arasında ve devletler arasında geçici anlaşmaların sağlanması mümkündü ve Avrupa birliğiyle ilgili varsayımlar ancak bu kapsamda düşünülebilirdi. Fakat böyle bir anlaşma da ancak Avrupa burjuvazisinin çıkarları açısından olumlu bir anlam ifade edebilirdi. Peki ya işçi sınıfının çıkarları açısından? Kapitalistler arasında sağlanacak bir anlaşmanın, Avrupa’da birleşik güçlerle sosyalizmi ezme, Japon ve Amerikalı rakiplere fark atmak için birleşik güçlerle sömürgeleri yağmalama anlamına geleceğini söylüyordu Lenin. ABD ile kıyaslandığında Avrupa bir bütün olarak ekonomik durgunluk içindeydi. Bu ekonomik koşullarda tasarlanan bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika’nın hızlı gelişimini durdurmak bakımından da gericiliğin örgütlenmesine yol açardı. O yüzden, sosyalizm davasının sadece Avrupa ile bağlantılı olduğu zamanlar geri gelmeyecek biçimde yitip gitmişti. Böylece Lenin, Avrupa Birleşik Devletleri sorununu değişik açılardan irdeledikten sonra makalesini şu sözlerle bitirecekti: “Sorunun çok yanlı tartışılması sonucunda, merkez organ yazı kurulu, Avrupa Birleşik Devletleri şiarının yanlış olduğu kararına varmıştır.”8 Avrupa tekelci sermayesinin yayılma ihtiyacı üzerine oturan bir Avrupa Birleşik Devletleri fikri, gerçekleştirilmesinin olanaksız oluşu bir yana, işçi sınıfı açısından emperyalist ve gericidir. O nedenle, Lenin’in Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesinde yukarda vurgulanan hususlar tamamen doğrudur ve somut gerçekliğe tekabül eder. Fakat Lenin’in bu gerçeklerden hareketle, aynı makalede, Avrupa Birleşik Devletleri sloganını savunuyor diye Troçki’ye eleştiri yöneltmiş olması tuhaftır. Çünkü Troçki, kapitalist temellerde bir Avrupa Birleşik Devletlerini savunmaz. Tam tersine, onun savunduğu Avrupa Birleşik Devletleri, işçi iktidarı altında birleştirilmiş bir Avrupa’dır. Lenin’in eleştirisinin gerçek muhatabı ancak Kautsky olabilir ve nitekim Lenin de Troçki’yi, Kautskici görüşlerden esinlendiği zannıyla eleştirmektedir. Oysaki Troçki’nin Avrupa Birleşik Devletleri konusundaki görüşlerinden de anlaşılacağı gibi, onun yaklaşımının Kautskici siyasal tutumla bir benzerliği yoktur. Lenin’in çeşitli tartışmalara neden olan makalesinde açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer nokta ise prole-
27
Mayıs 2012 • sayı: 86
marksist tutum
ter devrim stratejisine ilişkindir. Stalinistlerin “Troçkizm”e vurmak amacıyla “tek ülkede sosyalizm” konusunda bu makaleyi tanık göstermeye çalıştıkları bilinir. Oysaki işin gerçeğinde, Stalinistler tarafından tek ülkede sosyalizmin olabilirliği doğrultusunda çekiştirilen satırlar sosyalizmin kuruluşuna değil, iktidarın fethine ilişkindir. Sosyalizmin tek ülkede kurulamayacağı konusunda devrimci Marksizmin ışığı öylesine parlaktır ki, bu konuda Lenin ile Troçki arasında öze ilişkin büyük ayrılıklar aramaya çalışmak beyhude bir çaba olacaktır. Troçki’nin sahip çıktığı Avrupa Birleşik Devletleri sloganını, bir de işçi iktidarı altındaki anlamı bakımından irdeler Lenin. Bu açılımın, tüm Avrupa kıtasında eşzamanlı devrimlerin savunusu anlamına geldiğini düşündüğünden, böyle bir yaklaşımın yanlış olduğunu belirtir. Çünkü Lenin’in yorumuna göre, o takdirde Avrupa işçi sınıfı eşzamanlı devrimi ve Avrupa Birleşik Devletleri hedefinin gerçekleşmesini beklemek zorunda kalacaktır. Oysa kapitalist devletin öncelikle birkaç, hatta bir ülkede yıkılabilmesi mümkündür. Ve bu olasılık, gündeme geldiğinde gerçekleştirilmesi gereken bir görevdir. Fakat Avrupa Birleşik Devletleri hedefini savunan Troçki’nin, siyasal iktidarın fethi konusunda Lenin’den tamamen farklı olarak “beklemeci” bir tutum takındığını söylemek doğru değildir. Çünkü Troçki’nin ısrarla dile getirmeye çalıştığı gerçek, iktidarın proletarya tarafından tek ülkede fethedilemeyeceği değil, korunamayacağı ve sosyalizmin tek ülkede kurulamayacağıdır. Nitekim bu noktada Lenin’le kendisi arasında özde bir fark olmadığını belirten Troçki, kanıt olarak 1915 Barış Programı’ndaki satırlarını aktarmaktadır: “Hiçbir ülke, mücadelesinde diğer ülkeleri ‘beklemek’ zorunda değildir. Şu temel düşünceyi tekrarlamak yararlı ve gerekli olacaktır; savsaklamacı uluslararası eylemsizlik, paralel uluslararası eylemin yerini alamaz. Di-
ğerlerini beklemeksizin, inisiyatifimizin diğer ülkelerdeki mücadeleye bir itilim kazandıracağı inancıyla, ulusal temellerde mücadeleye başlamalıyız ve devam etmeliyiz.”9
Troçki ve “Avrupa Birleşik Devletleri” Troçki’nin Birinci Dünya Savaşı döneminde kaleme aldığı bazı yazılarında,10 monarşilerin ve sürekli orduların bulunmadığı bir Avrupa Birleşik Devletleri sloganı yer alır. Gümrük duvarları ve ulusal sınırlar tarafından bölünmeyen bir Avrupa’nın, dünya ekonomisinin sosyalist örgütlenmesine geçiş bakımından olumlu bir adım olabileceğini düşünmektedir Troçki. Bu sloganı işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesiyle doğrudan ilişkili kılmaya çalışmaktadır. Fakat aynı sloganın burjuvazi tarafından da kullanılıyor oluşu ve özellikle Kautsky’nin çarpıtmaları gibi nedenlerle bu konu oldukça tartışmalı bir seyir izlemektedir. Bunlara ek olarak, Troçki de bu sloganla aslında Avrupa’da işçi sınıfı iktidarını savunduğu hususuna başlangıçta yeterince açıklık getirememiştir. Bu durum onun yanlış anlaşılmasına ve sanki burjuva demokratik bir Avrupa Birleşik Devletleri hedefini savunduğunun düşünülmesine neden olmuştur. Oysa Troçki, proletaryanın emperyalist savaşın karşısına toplumsal devrim programıyla dikilmesi gerektiği fikrini ortaya koymaktadır. Avrupa’nın emperyalist güçler arasındaki kanlı çekişmeler tarafından parçalanmasına karşı, işçi sınıfının barış programını yükseltir. Üretici güçlerin tahribine, emperyalist savaşlara, vahşi militarizme son verecek barış programının ancak işçi iktidarı altında bütünleştirilmiş bir Avrupa temelinde yaşama geçirilebileceğini savunur. Böylece tıpkı Lenin gibi Troçki de, kapitalist Avrupa Birleşik Devletlerinin gerçekleşebilmesi olasılığını reddeder. Avrupa Birleşik Devletleri sloganıyla bağlantılı olarak ilk yazılarının çarpıtılması karşısında, kendisinin 1914’te
1919 yılında Troçki, Lenin ve Kamanev
28
Avrupa tekelci sermayesinin yayılma ihtiyacı üzerine oturan bir Avrupa Birleşik Devletleri fikri, gerçekleştirilmesinin olanaksız oluşu bir yana, işçi sınıfı açısından emperyalist ve gericidir. O nedenle, Lenin’in Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine makalesinde buna dair vurgulanan hususlar tamamen doğrudur ve somut gerçekliğe tekabül eder. Fakat Lenin’in bu gerçeklerden hareketle, aynı makalede, Avrupa Birleşik Devletleri sloganını savunuyor diye Troçki’ye eleştiri yöneltmiş olması tuhaftır. Çünkü Troçki, kapitalist temellerde bir Avrupa Birleşik Devletlerini savunmaz. Tam tersine, onun savunduğu Avrupa Birleşik Devletleri, işçi iktidarı altında birleştirilmiş bir Avrupa’dır.
sayı: 86 • Mayıs 2012
de kapitalist kapsamdaki bir Birleşik Devletleri savunmadığını hatırlatır. “Avrupa Birleşik Devletleri sloganını sırf Avrupa’da muhtemel bir proletarya diktatörlüğü devlet biçimi olarak ileri sürdüğümde, soruna benim yaklaşımım da buydu” der.11 Troçki o tarihlerden başlayarak şu ana fikri savunmuştur: “Avrupa’nın az çok tam ekonomik birliğinin, kapitalist hükümetler arasındaki bir anlaşma sayesinde yukarıdan gerçekleştirilmesi, bir ütopyadır. Bu yolda, kısmi uzlaşmalar ve yarım tedbirlerin ötesine geçilemez.”12 Son derece önemli bir gerçeğe dikkat çekmekte ve aslında Avrupa’nın ekonomik birliğinin hem üreticiler ve tüketiciler hem de genel olarak kültürün gelişimi açısından muazzam avantajlara yol açacağını belirtmektedir Troçki. Fakat böyle bir birliği ancak Avrupa işçilerinin devrimci mücadelesi yaratabilir. Bu nedenle işçilerin Avrupa Birleşik Devletleri hedefinin yaşama geçirilmesi, emperyalist korumacılığa, milliyetçi içe kapanma eğilimine ve bunların aracı olan militarizme karşı mücadelesinde Avrupa proletaryasının devrimci görevi haline gelmektedir. Barış Programı’nda propaganda ettiği “monarşilerin, düzenli orduların ve gizli diplomasinin olmadığı Avrupa Birleşik Devletleri” formülasyonu çeşitli spekülasyonlara neden olduğundan, Troçki ilerleyen yıllarda bu konuya tekrar dönme gereğini hissetmiştir. Söz konusu yazısının genişletilmiş 1923 versiyonunda, bu sloganın belirli koşullarda gerici ve emperyalist bir içerik kazanabileceğini ileri sürerek çarpıtmalar yaratan hasımlarının iddialarını ele alır. Önemli bir hususa açıklık getirmeye çalışmaktadır. Bu husus, işçi sınıfı iktidarının örgütlenmesi, yaşatılması ve ilerletilmesi bakımından, Marx ve Engels döneminden başlayarak günümüze kadar uzanan iki çizgi arasındaki temel mahiyet farkına ilişkindir. Küçük-burjuva sosyalizm anlayışı, özünde milliyetçi ve biraz devrimcilik yağına bulanmış bir ulusal kalkınmacılıktır. Halbuki proleter sosyalizm anlayışı, burjuva sınıfın çıkarlarını yansıtan ulusal sınırlar saplantısından tamamen azade, geniş ufuklu ve bilimsel bir temele oturur. Proletaryanın genel olarak dünyanın küçük ulus-devletlere parçalanmasından hiçbir çıkarı yoktur. Ayrıca da, kapitalist Avrupa’da burjuvazinin görece devrimci ulusçuluk çağı artık kapanmıştır. Devrimci Marksizm, ekonomik entegrasyon doğrultusunda işleyen sürecin karşısına ulusal pazarın, gümrük duvarlarının savunusunu çıkartmaz. Eğer kıtanın emperyalist güçleri kendi hesapları cihetiyle bazı birleşmeleri savunuyorlarsa, devrimci işçi sınıfı bunun karşısına “ulusal savunu” bayrağıyla değil, işçilerin birleşik sovyet iktidarını yaratma hedefiyle dikilir. İşte Troçki’nin Barış Programı’nda savunmaya çalıştığı ana çizgi budur. Kapitalist temellerde bir Avrupa Birleşik Devletleri gerçekten de mümkün değildir. Fakat bir an için ulusdevletlerle ve gümrük duvarlarıyla bölünmemiş bütünsel bir Avrupa tasavvur edelim. Bu varsayım, nesnel olarak sosyalizm için daha geniş maddi temellerin döşenmesi anlamına gelirdi. O nedenle Troçki, “Eğer Avrupa’nın kapi-
marksist tutum
talist devletleri emperyalist bir tröstte birleşmeyi başarsalardı, bu her şeyden önce işçi sınıfı hareketi için birleşik ve tüm Avrupa çapında maddi bir temel yaratacağı için mevcut duruma oranla ileri bir adım olurdu” der.13 Dünyanın ekonomik ve politik gelişiminin, birleşik bir dünya ekonomisine doğru çekilme eğiliminde olduğu şüphe götürmez. Bu nedenle, Avrupa Birleşik Devletleri sloganının savunusu karşısında, “neden bir Dünya Federasyonu değil de bir Avrupa Federasyonu?” sorusunun sorulabileceğini hatırlatır Troçki. Fakat dönemin somut gelişmeleri dikkate alındığında böyle bir soru soyut ve dogmatik kaçacaktır. Çünkü çözümlenmesi gereken somut problem, geleceğin sosyalist dünya ekonomisi değil, Avrupa’nın çıkmazına devrimci bir çıkış yolu bulabilmektir. Avrupa yalnızca coğrafi bir kavram değildir; belirli bir ekonomik ve kültürel-tarihi topluluğu yansıtır. Birinci Dünya Savaşında, Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalesinden sonra bile bu savaşın arenası Avrupa olmuştur. “Devrimci problemler her şeyden önce Avrupa proletaryasının karşısına çıkıyor” diyen Troçki, Avrupa Birleşik Devletleri sloganının öne çıkartılmasının kendi tercihine değil, somut gelişmelerin Marksist analizine dayandığını belirtmektedir. Troçki’nin daha 1915’lerden başlayarak proleter bir içerikle savunduğu Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, bir dönem boyunca Lenin ve Bolşevik Parti tarafından reddedilmişti. Ancak Ekim Devrimini takiben bu tutum belirli ölçüde değişti. Çünkü bu sloganın anlamının, dünya devriminin ilerletilmesi bağlamında işçilerin birleşik Avrupa’sını yaratmak olduğu devrimci Marksistlerce anlaşılır hale gelmişti. Nitekim Troçki’nin Ruhr kriziyle14 ilgili olarak 1923’te yazdığı “Avrupa Birleşik Devletleri” Sloganı İçin Uygun Zaman mı?15 başlıklı tartışma makalesi, yayınını takiben hatırı sayılır bir muhalefete rağmen Komintern Yürütme Komitesi tarafından resmen benimsendi. Troçki 1928’de bu konuyla ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapacaktı: “Tüm önyargılara rağmen, Avrupa Birleşik Sovyet Devletleri sloganının 1923’te, yani Almanya’da devrimci bir patlamanın beklendiği ve Avrupa’daki devletlerin karşılıklı ilişkileri sorununun aşırı derecede yakıcı bir nitelik kazandığı bir sırada kesin olarak kabul edilmesi yalnızca bir rastlantı değildi. Avrupa ve gerçekte dünya krizindeki her yeni şiddetlenme, temel politik sorunları öne çıkarmak için ve Avrupa Birleşik Devletleri sloganına çekici bir güç kazandırmak için yeterince keskindir.”16 Troçki’nin Ruhr krizine dair makalesinde belirttiği gibi, Avrupa parçalanmış, bölünmüş, tüketilmiş, altüst edilmiş, Balkanlaştırılmış ve bir tımarhaneye çevrilmişti. Savaşın temelinde, üretici güçlerin gümrük duvarları ile engellenmemiş daha geniş bir gelişme arenasına olan ihtiyacı yatmaktaydı. Egemen burjuvaların ulusal sınırların yarattığı engellerin üstesinden gelmek için başvurduğu saldırgan yöntemler, parçalanmanın daha da şiddetlenmesine ve milyonların ölümüne neden oluyordu. Bu temel-
29
marksist tutum
de Avrupa’nın birliğini organize etmeye yönelik bir başka burjuva teşebbüs, örneğin Almanya’da yükselen militarizm, ya Avrupa medeniyetinin çöküşüne veya Amerikan emperyalizminin dünya üzerinde karşı-devrimci egemenliğine yol açacaktı. Bu koşullarda Avrupa’yı parçalanmaktan ancak proletarya kurtarabilirdi. Fakat devrimci dalganın geri çekildiği bir durumda, işçileri, emekçileri proletaryanın devrimci bayrağı altında toparlayabilmek için kitleleri mücadele hedeflerine kazanabilecek geçişsel sloganların öne çıkartılması da zorunluydu. O dönemde Komintern, birleşik cephe sloganı olarak “işçi ve köylü hükümeti”ni önermiş bulunmaktaydı. Troçki bu sloganın, bizzat işçilerin çabasıyla yaşama geçirilecek olan Avrupa Birleşik Devletleri çağrısıyla birleştirilmesi gereğini savundu. Yalnızca böyle bir yönelim, Avrupa kıtasını ekonomik çöküntü ve güçlü Amerikan kapitalizminin köleliğinden kurtarabilirdi. Avrupa Birleşik Devletleri sloganı proletarya diktatörlüğüne doğru bir basamak olarak kabul edilmeliydi. “Avrupa Birleşik Devletleri –tamamen devrimci bir perspektif– bizim genel devrimci perspektifimizde önümüzdeki aşamadır” diyordu Troçki.17 Söz konusu sloganın doğrudan proletarya diktatörlüğünün kuruluşu olarak değil de, ona giden yolda bir basamak olarak yorumlanması bir bakıma bir bulanıklık yaratıyor gibi görünse de, aslında önemli bir problem yoktu. Çünkü bu yaklaşım devrimci işçi iktidarının önüne farklı iktidar aşamaları dikmiyor, yalnızca kitlelerin mücadelesini proletarya diktatörlüğü hedefine ilerletmeyi amaçlıyordu. Devrimci mücadelenin ilerleyişi bu sloganı zaten gerçek kapsamına yükseltecekti. Diğer yandan, dünya devriminin ilerleyişine önceden bir sıra dayatmak mümkün olmasa da, olaylar zincirinin Avrupa’yı Amerika’nın önüne çıkarması pekâlâ mümkündü. Bu bakımdan Troçki için Avrupa’daki gelişmeler önemliydi ve bu gelişmelerin dönüp Amerika’yı etkilemesi de kuvvetle ihtimal dahilindeydi. Avrupa’da olası bir devrimin, kesinlikle Amerikan kapitalist sınıfının güvenini kıracağını ve Amerikan işçi sınıfının iktidara geliş sürecini hızlandıracağını düşünmekteydi Troçki. O, işçi iktidarı altında gerçekleşecek bir Avrupa federasyonu fikrini savunma noktasında durmuyor, Ortadoğu, Balkanlar gibi olası işçi sovyetleri federasyonları savunusuyla birlikte dünya sovyetler federasyonu hedefini somuta büründürmeye çalışıyordu. Sovyetler Birliği’nin, birleşik Avrupa için Asya’ya uzanan bir köprü oluşturabileceğini düşünüyordu. Böylece Sovyetler Birliği’yle birlikte birleşik bir Avrupa, Asya’nın ezilen halkları için büyük bir çekim merkezi oluşturabilecekti. Avrupa ve Asya halklarının devrimci bloku ABD’den gelen tehdide de karşı koyabilecekti. Birleşmemiş bir Avrupa bunu yapamazdı. 1923 yılında Komintern tarafından kabul edilen Avrupa Birleşik Devletleri sloganı buradaki varlığını ancak 1926 tarihine kadar sürdürebildi. John Pepper tarafından kaleme alınan ve 1926’da Komintern yayınevi tarafından
30
Mayıs 2012 • sayı: 86
basılan Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri adlı resmi bir broşürde şu satırlar yer almaktaydı: “Şurası çok önemlidir ki, bu burjuva sosyal demokrat slogana (Pan-Avrupa) karşı yalnızca eleştirel bir konuma sahip değiliz, fakat aynı zamanda, onun düzenbaz pasifist içeriğini yıkarak, ona karşı, geçişsel taleplerimiz için gerçekten kapsamlı bir politik slogan olabilecek pozitif bir slogan oluşturduk. Gelecek dönemde Sosyalist Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, Avrupa komünist partileri için kapsamlı bir politik slogan görevi görmelidir.”18 Fakat bu satırlar türünün son örneği olacaktı. Emperyalizm çağında demokrasi ve barışın kapitalist Avrupa’dan beklenebileceği savı işçi sınıfı için zehirli bir yalandır. Dünyaya demokrasiyi de barışı da ancak ve ancak işçi sınıfının devrimci iktidarı getirebilir. Bu nedenle, emperyalist saldırganların istilâsı altındaki yerküremizde yegâne kurtuluş yolu, işçi sınıfının kapitalizmi dünyadan silip süpürecek olan dünya devrimidir. Bu devrimin insanlığa armağan edeceği Dünya İşçi Sovyetlerinin bir parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganı bugün de geçerliliğini koruyor. Sovyetler Birliği’nde ve Komintern’de Stalinizmin mutlak egemenliğinin kurulmasıyla birlikte, işçilerin Avrupa Birleşik Devletlerini yaratma hedefi de Stalinist saldırılardan fazlasıyla nasibini aldı. Zira dünya devrimiyle doğrudan bağlantılı bu hedefin, Stalinist “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle bağdaşması mümkün değildir. Troçki, tek ülkede sosyalizm ideolojisinin kaçınılmaz olarak ulusal devletin artık üretici güçlere dar gelen gericileşmiş rolünün bulanıklaştırılmasına, onunla uzlaşmaya, onu idealize etmeye ve devrimci enternasyonalizmin öneminin azaltılmasına yol açtığını belirtmişti. Gerçekten de bu Stalinist ideoloji, sosyalizm jargonuyla kılıflanmış bir ulus-devlet savunusudur. O nedenle 1928 yılında Stalin ve Buharin imzasıyla yayınlanan Komintern program taslağında, işçi sovyetleri iktidarına dayanan Avrupa Birleşik Devletleri hedefi de dahil, dünya devrimi perspektifiyle ilintili olabilecek her şey temizliğe tabi tutulmuştur. Taslak program Komintern 6. Kongresinde eleştirilerin yasaklandığı, muhalif seslerin susturulduğu bir ortamda esaslı bir değişiklik olmaksızın kabul edilmiştir. Troçki taslakta ifadesini bulan Stalinist tutumu eleştirirken, sovyetler iktidarı içeriğine sahip bulunan bir Avrupa Birleşik Devletleri açılımının, dünya komünist hareketinin programından çıkartılmasını haklı kılacak hiçbir nedenin bulunmadığını belirtir. Stalinist Komintern liderliğinin düşmanca bir tutumla karşıladığı dünya devrimi perspektifini Troçki kararlılıkla savunmayı sürdürdü. 1929 yılında basılan Silahsızlanma ve Avrupa Birleşik Devletleri yazısında, Avrupa’nın devrimci işçi iktidarı altında birleştirilmesi zorunluluğunu bir kez daha net biçimde ortaya koymaktaydı. Troçki’nin belirt-
sayı: 86 • Mayıs 2012
tiği gibi, üretici güçler kesinlikle ulus-devletin çerçevesini aşmıştır ve artık dünya ölçeğinde tasavvur edilmelidir. Zaten emperyalist savaş da, üretici güçlerle ulusal sınırlar arasındaki çelişkilerden çıkmıştır. Sosyalizm şüphesiz, tek bir kıta sınırları içinde bile tam gelişmesine ulaşamaz. Bu nedenle, “Sosyalist Avrupa Birleşik Devletleri, dünya sosyalist federasyonu yolunda bir evre olan tarihsel sloganı temsil eder.”19 Tıpkı Lenin gibi Troçki de, özellikle Avrupa ülkelerinde emperyalist savaş dönemlerinde hortlayan sosyalşovenizm belâsından işçi sınıfını kurtarabilmek için sürekli bir mücadele yürütmüştür. 1934 tarihli bir IV. Enternasyonal belgesinde, yine bir emperyalist savaşa doğru sürüklenen Avrupa’da işçi sınıfına temel görevini hatırlatmaktadır: “‘Ulusal savunma’ gerici şiarına karşı ulusal devletin devrimci yıkımı şiarı ile karşı koymak gerekir. Kapitalist Avrupa tımarhanesine, birleşik sosyalist dünya devletleri yolunda bir adım olarak Avrupa birleşik sosyalist devletleri programı ile karşı koymak gerekir.”20 Amerikan emperyalizminin devasa yükselişi, bir yandan dünya pazarından pay kapma telâşına düşen kapitalist Avrupa ülkeleri arasındaki çelişkileri keskinleştirirken, diğer yandan birleşerek ABD’ye karşı koyma yolundaki burjuva düşleri daha da besledi. Troçki bir yazısında burjuvaların Avrupa Birleşik Devletleri düşlerinin nesnel kaynağını tam isabetle dile getirmekteydi: “Eğer kapitalist dünya, devrim krizleri olmaksızın birkaç on yıl daha devam edebilecek olursa, o zaman bu onyıllar kesinlikle Amerikan dünya diktatörlüğünün kesintisiz büyümesine tanık olacaktır.”21 Fakat bu süreç kaçınılmaz olarak Avrupa ile ABD arasındaki çelişkileri yoğunlaştıracaktır. Çünkü Amerika bir yandan Avrupa’yı sürekli artan bir rasyonalizasyon için çabalamaya zorlarken, aynı zamanda Avrupa’ya dünya pazarında hep azalan bir pay bırakacaktır. Böylece Avrupa devletleri arasında, dünya pazarında pay kapma rekabeti kaçınılmaz olarak şiddetlenecektir. Avrupa’nın kapitalist güçleri bir yandan da Amerika’nın basıncı altında güçlerini birleştirmek için çabalayacaklardır. Avrupa Birleşik Devletleri bahsini kapatırken bugün Troçki’nin sözlerine eklenecek pek de bir şey yok gibi. İşçi sınıfı liberal burjuva yalanların peşinden sürüklenmenin acısını, tam iki kez dünyayı cehenneme çeviren emperyalist paylaşım savaşlarında fazlasıyla yaşadı. Bugün de Amerikan emperyalizmi, dünyanın rakipsiz egemeni olabilmek için dört bir yana savaş ilân ediyor. Bu çılgınlığı ne “Birleşmiş Milletler” teşkilâtı ve ne de “Avrupa Birliği” önleyebilir. Tersine, emperyalist sistemin mevcut tüm birlikleri, yeni bir paylaşım savaşı döneminde derin krizlere sürüklenmekteler. ABD emperyalizmi, dünyaya kendi petrol ve silah baronlarının çıkarları doğrultusunda yeni bir “düzen” getirme iddiasında. Kapitalist “Avrupa Birleşik Devletleri” yolunda yürüyeceği farz olunan Avrupa Birliği bakalım bugünkü düzeyinde bir “birlik” olarak bile kalabilecek mi? Saldırgan ABD karşısında kapitalist Avrupa’nın
marksist tutum
savaş karşıtı, demokratik bir seçenek olabileceği iddiası bir kez daha gümbürdeyerek çökecek. Emperyalizm çağında demokrasi ve barışın kapitalist Avrupa’dan beklenebileceği savı işçi sınıfı için zehirli bir yalandır. Dünyaya demokrasiyi de barışı da ancak ve ancak işçi sınıfının devrimci iktidarı getirebilir. Bu nedenle, emperyalist saldırganların istilâsı altındaki yerküremizde yegâne kurtuluş yolu, işçi sınıfının kapitalizmi dünyadan silip süpürecek olan dünya devrimidir. Bu devrimin insanlığa armağan edeceği Dünya İşçi Sovyetlerinin bir parçası olarak Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri sloganı bugün de geçerliliğini koruyor. (devam edecek)
___________________ 1
Marx ve Engels, Seçme Yazışmalar, c.2, Sol Yay., Ekim 1996, s.81
2
Üzerinden uzun yıllar geçmiş olan bu konuları döne döne hatırlatmamızın önemli nedenlerinden biri de, günümüzde “yeni fikirler” kisvesi altında Marksizme yöneltilen saldırıların, aslında hiç de yeni olmayıp besin kaynaklarını Kautsky gibi eski döneklerden almalarıdır. Örneğin Avrupa sol entelektüel çevreler tarafından büyük bir üne kavuşturulan Toni Negri’nin İmparatorluk kitabında ortaya attığı tezler, Kautsky’nin “emperyalizm ötesi sürekli barış çağı” teorisinin bir versiyonundan ibarettir.
3
Kautsky, Neue Zeit, 28 Nisan 1911; akt: Rosa Luxemburg, Rosa Luxemburg Speaks, Pathfinder Press, 1999, s.350
4
Rosa Luxemburg, age, “Peace Utopias”, Mayıs 1911, s.352
5
Rosa Luxemburg, age, s.450
6
Lenin, Seçme Eserler, c.5, İnter Yay., Haziran 1995, s.139
7
Lenin, age, s.151
8
Lenin, age, s.152
9
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay., Eylül 2000, s.16
10
Örneğin Savaş ve Enternasyonal (1914) ve Barış Programı (1915)
11
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.16
12
Troçki, age, s.16
13
Troçki, The Programme of Peace, http://www.marxists.org/ archive/trotsky/works/britain/ch11.htm
14
Almanya’nın maden ve kömür yatakları bakımından zengin Ruhr bölgesinin Fransa tarafından işgali nedeniyle ortaya çıkan kriz
15
Troçki, The First Five Years of the Communist International, c.2, Monad Press, 1977, s.341-346
16
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.21
17
Troçki, The First Five Years of the Communist International, c.2, s.346
18
Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, s.15
19
Troçki, Disarmament and The United States of Europe, http:// www.marxists.org/archive/trotsky/works/1929/1929-disarm.htm
20
Troçki, Emperyalist Savaş ve Dünya Proleter Devrimi, Enternasyonal Yay., Haziran 1979, s.19
21
Troçki, Disarmament and The United States of Europe
31
AKP’nin Agresifliği ve Tahammülsüzlüğü Gülhan Dildar
AKP hükümeti baskı politikalarını yaygınlaştırıyor ve giderek daha fazla otoriterleşiyor. Bir tarafta KCK operasyonları kapsamında binlerce Kürt gözaltına alınıp tutuklanırken, diğer taraftan gerçekleştirdikleri demokratik eylemler “Terörle Mücadele Yasası” kapsamına dahil edilen yüzlerce öğrenci gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Daha yargıya, polise sıra gelmeden, YÖK ve rektörlükler tarafından binlerce öğrenci hakkında üniversitelerde katıldıkları eylemler nedeniyle soruşturmalar açılıyor. Binlerce öğrenci bu soruşturmalar neticesinde okuldan uzaklaştırma cezasına çarptırılıyor.
A
KP hükümeti baskı politikalarını yaygınlaştırıyor ve giderek daha fazla otoriterleşiyor. Bir tarafta KCK operasyonları kapsamında binlerce Kürt gözaltına alınıp tutuklanırken, diğer taraftan gerçekleştirdikleri demokratik eylemler “Terörle Mücadele Yasası” kapsamına dahil edilen yüzlerce öğrenci gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Daha yargıya, polise sıra gelmeden, YÖK ve rektörlükler tarafından binlerce öğrenci hakkında üniversitelerde katıldıkları eylemler nedeniyle soruşturmalar açılıyor. Binlerce öğrenci bu soruşturmalar neticesinde okuldan uzaklaştırma cezasına çarptırılıyor. HDK milletvekili Levent Tüzel, hükümete yönelttiği bir soru önergesiyle, son iki yıl içerisinde kaç öğrenciye soruşturma açıldığının ve kaç öğrencinin ceza aldığının açıklanmasını istedi. Soru önergesine cevap Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’den geldi. Dinçer, 2010 ve 2011’de toplam 7 bin 43 üniversite öğrencisi hakkında soruşturma açıldığını, bu öğrencilerden 4 bin 602’sinin okuldan uzaklaştırıldığını, 55’inin ise atıldığını açıkladı. Hiç utanıp sıkılmadan yapılan bu açıklama ile, 12 Eylül kanlı faşizminin ürünü olarak varlığını sürdüren YÖK’ün bugün de AKP tarafından sopa olarak kullanıldığı alenen gözler önüne seriliyor. Son iki yıl içinde, YÖK ve rektörlüklerin uygulamalarını, hükümetin politikalarını protesto etmek, harç, ulaşım, yurt, kantin, yemekhane fiyatlarını protesto etmek, öğrencileri eyleme ya da etkinliğe katmak üzere çağrıda bulunmak, anadilde eğitim hakkını savunmak,
32
ıslık çalmak, halay çekmek, toplu şekilde müzik dinlemek, puşi takmak, sosyalist basını takip etmek, gazete dağıtmak, duyuru ve tanıtım amacıyla okul içerisinde masa açmak, afiş asmak, bildiri dağıtmak, toplantı, eylem, müzik dinletisi, panel, film gösterimi, kitap okuma etkinliği düzenlemek gibi birçok sebepten öğrencilere soruşturmalar açıldı. “Parasız Eğitim Hakkı İstiyoruz” pankartı açan öğrencilere yıllarca hapis cezası verildi. Kocaeli Üniversitesi Rektörünü ziyaret eden Cumhurbaşkanı Gül’ü protesto eden öğrenciler polisin biber gazına, tazyikli suyuna maruz kalırken 50’ye yakın öğrenci birden gözaltına alındı. Yine İstanbul’da bir lisede fahiş fiyatları protesto eden, kantin boykotu yapan lise öğrencilerine polis azgınca saldırdı. Öğrencilerden birine ise okul müdürü tarafından arkadaşlarının önünde okuldan atıldığı bildirildi. Geçtiğimiz Aralık ayında Ege Üniversitesi’ne gelen AB Bakanı Egemen Bağış’a yumurta atıp protesto eden öğrenciler 2,5 yıl hapis cezası istemiyle yargılanmaya başlandı. AKP’nin tahammülsüzlüğünü her alanda görmek mümkün. “Karnımızı doyuramıyoruz” diyen öğrencilerin en haklı talebi olan kantin fiyatlarının düşürülmesi için gerçekleştirdikleri eylem karşısında dahi polis terörü uygulanıyor. Üniversitelere polis sokulması yetmiyormuş gibi bir de özel güvenlik görevlilerine neredeyse polis gibi yetki veriliyor. Okullarda sivil polisler bulunduruluyor. Öğrenciler zapturapt altına alınmaya çalışılıyor. Öğrenciler nerede bir eylem yapsalar saldırıya uğruyorlar.
sayı: 86 • Mayıs 2012
Polisin üniversitelere girmesinin önü bizzat YÖK tarafından açılmıştır. 6 Kasım 1981’de kurulan YÖK, sosyalist ve demokrat öğrencileri ve öğretim üyelerini üniversitelerden atmakla kalmayıp, kendi eliyle polise teslim etmiştir. Öğrenciler ve eğitim emekçileri ciddi baskıya ve işkenceye maruz kalmışlardır. İşte bugün de temel dayanağı 12 Eylül Anayasası olan YÖK, AKP’nin güdümünde aynı işlevi görmektedir. Geçmişte 12 Eylül generallerinin ve ordunun emrinde olan rektörler, dekanlar, bugün AKP’nin emrine amadeler. Sosyalist ve özellikle de Kürt öğrenciler üniversitelerde çeşitli baskılarla ve devlet terörüyle karşı karşıya kalıyorlar. Kürt öğrencilere potansiyel “terörist” gözüyle bakılıyor ve çeşitli yöntemlerle okuldan uzaklaştırılmaya çalışılıyorlar. Uygulanan devlet terörü kuşkusuz sadece öğrencilerle sınırlı tutulmuyor. Son dönemde nerede bir eylem olsa polis zorbalığıyla karşılaşılıyor. KESK’li emekçilerin Ankara’da 4+4+4 olarak bilinen eğitim yasasının geri çekilmesi için gerçekleştirmek istedikleri eylemin üzerinden çok uzun zaman geçmedi. Ankara’ya çeşitli şehirlerden gelmek isteyen emekçilerin yolları kesilmiş, otobüsleri bağlanmıştı. Ankara’ya varabilenler ise polis terörüyle karşılaşmış, onlarcası gözaltına alınmıştı. İnsan Hakları Derneği raporuna göre, 2011 yılında 12 bin 685 kişi gözaltına alındı, 2 bin 922 kişi tutuklandı. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre ise 2007 yılında “polise mukavemet” gerekçesiyle 10 bin 279 kişi aleyhinde dava açılırken, bu rakamın 2010’da 25 bin 497’ye ulaştı. Cezaevlerinde bulunan 2 bin 309 çocuk mahpustan 2 bin 100’ü ise tutuklu bulunuyor.
AKP’nin saldırgan tutumunun sebepleri AKP kendi iktidarını tehdit ettiğini düşündüğü tüm muhalif kesimleri baskı altına almak istemektedir. “Yürü dediğimde yürü, dur dediğimde dur” zihniyetini dayatmaktadır. AKP’nin bu denli gemi azıya almasının, en ufak bir hak arama eylemine dahi böylesine saldırgan davranmasının sebebi, aslında küçük alazların koca bir yangına dönüşmesinden duyduğu korkudur. Dünya ölçeğinde yaşanan derin ekonomik krizin yarattığı toplumsal patlamalardır, emekçi kitlelerin değişim arzusudur AKP’yi korkutan. Arap halklarının değişim arzusu ve diktatörleri alaşağı etmesi dünya işçi sınıfına umut veriyor. Mübarek’i alaşağı eden Mısır halkı, şimdi askeri cuntaya karşı
marksist tutum
mücadele ediyor. Emperyalist piramidin tepesinde yer alan ABD’de bile işçiler, öğrenciler Tahrir’i örnek alıyor. Durum Avrupa ülkeleri açısından da farklı değildir. Komşu ülke Yunanistan’da sayısız genel grev gerçekleştirildi ve gerçekleşmeye de devam ediyor. Burjuvazinin “Arap Baharı” olarak nitelendirdiği süreç hiç şüphesiz Türkiyeli emekçiler için de umut ışığı oldu. Özellikle de ezilen Kürt halkı bugün gelinen noktadan geri adım atmayacağını dile getiriyor. Taleplerinin hayata geçirilmesini istiyor. Geçtiğimiz Newroz kutlamalarının devlet terörüyle engellenmeye çalışılması da, AKP’nin Newroz’un bir Kürt baharının başlangıcı olabileceği ihtimalinden korkuya kapılmasındandır. Türkiye’nin sınır komşusu olan Suriye’de yaşananlar da AKP’yi kitleleri kontrol altında tutmaya itmektedir. Dört parçaya ayrılmış ve yıllardır Irak, İran, Suriye ve Türkiye egemenlerinin zulmüne maruz kalan Kürt halkının artık özgürlük istiyor olması ve Irak’ta kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin benzer şekilde Suriye’de de kurulması ihtimali AKP’nin paçasını tutuşturmaktadır. İşte tüm bunlar AKP’yi daha saldırgan ve tahammülsüz kılmaktadır. Bu arada AKP’nin tam bir çelişkili ruh hali içinde olduğunu da belirtelim. AKP bir yandan statükocu kesime vurduğu darbelerle ve ordunun vesayetini önemli ölçüde kırmasıyla birlikte daha da güçlendiğini düşünmekte ve tam bir iktidar sarhoşluğu yaşamaktadır. Ancak öte yandan, devrimci gençlik ve sendikalar başta olmak üzere muhalif kesimleri ve hareketleri statükocu güçlerin maşası ve kendi altını oyacak araçlar olarak görmesi, onu kendine duyduğu aşırı güvenle tümüyle zıt bir şekilde, derin bir korku ve tahammülsüzlüğe sürüklemektedir. Bugün işçiler, emekçiler, öğrenciler, Kürtler üzerinde uygulanan baskı, işçi sınıfının öncülerinin, devrimcilerin öfkesini daha da bilemektedir. AKP’nin bu çırpınışları boşunadır. Gece ne kadar karanlık olursa olsun, mutlaka aydınlığa çıkacaktır.
33
Kamuda Sahte Sendika Yasasına Hayır! Aylin Dinç
4
688 Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununda değişiklik öngören “sahte sendika yasası”, TBMM Genel kurulunda 4 Nisanda kabul edildi. Cumhurbaşkanının da hızla onayladığı bu yasa, resmi gazetede yayınlanarak “Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu” olarak yürürlüğe girdi. Eylül 2010’daki Anayasa referandumundan sonra AKP hükümeti Anayasanın 53. maddesinde yaptığı değişiklikle kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı tanımış, ancak o zamandan bu yana geçen süre içinde gerekli yasal düzenlemeleri yapmayarak geciktirmişti. KESK’in 2 Nisanda, Meclis önünde gerçekleştirdiği basın açıklamasında, KESK Genel Sekreteri İsmail Hakkı Tombul şunları dile getirmişti: “Tasarı ile toplu görüşmeden bile daha geri bir düzenleme getirilmek istenmektedir. İşkollarına özgü sorunlar üzerinden örgütlenerek üyelerinin hak ve çıkarlarını korumak gibi öncelikli bir görevi olan sendikaların toplu sözleşme hakkı göstermelik düzeyde tutulmaktadır. Yine binlerce belediyede onbinlerce kamu çalışanının yararlandığı toplu sözleşmeler konulan birçok yasaklayıcı hükümle ve ‘Sosyal Denge Sözleşmesi’ adıyla yapılamaz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Grev hakkımızın yasal teminat altına alınmasına ilişkin hiçbir düzenleme getirilmemekte, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller korunmakta, Sendikalar Heyetinde yandaş konfederasyonun, Hakem Kurulunda hükümetin atadıklarının çoğunlukta olması garanti altına alınarak adına ‘toplu sözleşme’ yasası denilen bir düzenleme yapılarak kamu emekçileri kandırılmaya çalışılmaktadır. Tasarının temel konulardaki yaklaşımının özgür bir toplu pazarlık düzeniyle hiçbir ilgisi olmayıp, özgürlükleri tamamen kısıtlamayı hedefleyen yasa tasarısının özüne de ruhuna da tamamen yasakçı mantık hâkimdir.” Yeni yasada gerçekten de kamu çalışanlarının örgütlü gücünü zayıflatmaya yönelik pek çok madde yer alıyor. Bunlardan birkaçına değinecek olursak; yasanın 16. maddesi sendika işyeri temsilcilerinin sayısını işyeri çalışan
34
oranına göre yeniden belirliyor. Bu rakamlar eski yasaya oranla düşmüş durumda ve bu durum, kamu işçilerinin işveren karşısındaki temsiliyetini azaltan anti-demokratik bir uygulamadır. 24. madde, toplu sözleşmede anlaşmazlık durumunda Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun kararlarını geçerli sayıyor ve kamu emekçilerine grev hakkı tanımıyor. 11 kişiden oluşacak olan KGHK’unda üyelerin çoğunluğunu hükümet görevlileri belirliyor. Kurula başkanlık edecek kişiyi de hükümet belirliyor. Ayrıca Konfederasyonların önerdiği 7 öğretim üyesi içinden bir kişiyi de bakan belirliyor, yani son sözü söyleyen yine hükümet! Ve son durumda yapılması istenen tek şey KGHK’nın istediği karara uymak! AKP hazırladığı yasayla, kamu çalışanlarıyla yapacağı toplu sözleşmede, masaya en çok üyeye sahip olan konfederasyonla oturuyor. Bu da şu anda, hükümetin yönetim mekanizmalarını tümüyle elinde tuttuğu ve çeşitli baskılarla kamu çalışanlarının büyük bir bölümünün üyesi haline getirildiği Memur-Sen’le masaya oturulacağı anlamına geliyor. Hükümetle kol kola veren bu “yetkili” yandaş sendikanın, onun istediği her şeye sorun çıkarmadan imza atacağı kesin. KESK, hükümetin yasa tasarısını geçirmeye çalıştığı süreçte, bu yasaya karşı eylemlerle yanıt vermeye çalıştı. Üyelerinin grevli toplu sözleşme hakkını, örgütlenme özgürlüğünü, özlük ve demokratik haklarını yok sayan, yandaş konfederasyonları muhatap almak üzere hazırlanan bu yasayı protesto etmek için onlarca eylem gerçekleştirdi. 21 Aralıkta Türkiye çapında yüz binlerce kamu emekçisinin katıldığı grevle, çalışanların grev hakkının meşru bir hak olduğunu ilan etti. Grev hakkını tanımayan sözde sendika yasasına karşı “GREV” dedi. 21 Aralıktan sonra da eylemlerde, basın açıklamalarında söz konusu yasayla ilgili görüşlerini, taleplerini kamuoyu ile paylaştı. Demokratik bir sendika yasasında olması gereken düzenlemeleri kapsamayan bu yasayı kabul etmeyeceğini duyurdu. Kendisini “demokrasi havarisi” ilan eden AKP hükümeti ise, tüm
sayı: 86 • Mayıs 2012
demokratik hak arama eylemlerinde olduğu gibi KESK’in bu eylemlerinde de polis terörüyle protestoları engellemekten geri durmadı. Grevsiz toplu sözleşme bir hak değildir. Toplu sözleşme ancak grev hakkını kapsıyorsa bir anlam taşır. AKP hükümeti kamu çalışanlarının haklarını gasp eden bu yasayla burjuva devletin Anayasasındaki maddeleri de çiğniyor. Zira Anayasanın 90. maddesinde “uluslararası sözleşmeler iç hukuktan üstündür” ibaresi yer almaktadır. Türkiye’nin de altına imza atmış olduğu uluslararası sözleşmeler ve anlaşmalar, özellikle Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa Sosyal Şartı, toplu pazarlık ve grev hakkını sendikal özgürlüğün ayrılmaz parçaları olarak değerlendiriyor. 2010 yılındaki referandumda sendika yasasında yapacağı değişiklikle örgütlenmenin önündeki engelleri kaldıracağını vaat eden AKP hükümeti, bir kere daha çözeceğim dediği sorunu daha beter hale getiriyor. Getirilen yasayla kamu emekçilerinin demokratik haklarının ellerinden alındığı, örgütlenme özgürlüğünün daraltıldığı bir durum oluşmaktadır. 30 Nisanda başlayan “toplu sözleşme” görüşmeleri, bu yasanın toplu sözleşme sürecini nasıl bir tiyatro oyununa indirgediğini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in, “Kamu görevlileri sendikacılığında ilk kez toplu sözleşme görüşmesi yapılmaktadır” diye propaganda ettiği toplan-
marksist tutum
tılarda, Memur-Sen dışındaki konfederasyonlar sözde katılım pozisyonuna düştüler. Toplu sözleşme görüşmelerinde KESK ve KAMU-SEN dışlandı. Toplantı arasındaki 20 dakikalık molada Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu ile Bakan Faruk Çelik, kapalı kapılar ardında görüşme yaptılar. Bu görüşmenin ardından Memur-Sen ve hükümet sözcüleri arasında diğer konfederasyonların önerileri dahi alınmadan gündem ve takvimin belirlendiğini, Bakan Faruk Çelik ile Memur-Sen Genel Başkanı arasında daha önceden anlaşılmış bir metnin onaylandığını Lami Özgen yaptığı basın açıklamasıyla kamuoyuna deşifre etti. Ocak ayında yapılması gereken zamların, yasanın Meclisten geçirilmesinin beklenildiği bahanesiyle aylardır yapılmamış olması, kamu çalışanlarını ve emeklilerini son derece mağdur etti. Kamu çalışanları elektrik, doğalgaz ve tüm tüketim maddelerinin zamları altında ezilirken, kendi maaşlarını hâlâ zamsız alıyorlar. Toplu sözleşme teklifleri hizmet kolunda en çok üyeye sahip sendikalar tarafından hazırlandı. Memur-Sen 2012-2013 yılı için %16, 2013 yılı için %14 zam istedi. Kamu-Sen 2012 ve 2013 yılları için yılda %10’ar zam ve iki yıl için de taban aylıklarına 100’er lira zam istedi. Yoksulluk sınırının 3200 TL olduğunu hatırlatan KESK ise, en düşük kamu emekçisi maaşının 2145 TL olmasını, tüm çalışanların maaşlarına 2012 yılı için %30 zam yapılmasını, 2013’teki zam oranının da büyüme oranı ve refah payı göz önünde bulundurularak saptanmasını önerdi. Hükümetin gelen tekliflerden hiçbirini dikkate almayıp, toplu sözleşmede Memur-Sen’in de hazırladığı taleplerin çok daha gerisini imzalatacağı aşikâr. Getirilen düzenlemeyle sendikal alanda tüm hak ve özgürlüklerin önünü açmış pozları kesen AKP hükümeti, yandaş sendikalardan güç alarak istediği saldırıları gerçekleştiriyor. 2000’li yılların ortalarından itibaren sendikalarda yaşanan gerileme KESK’in de birçok şubesinde kendini gösterdi. Hükümetin şırıngasıyla Memur-Sen mantar gibi çoğalırken, onun karşısında yer alan sendikalar, özellikle son durumda 232 bin civarındaki üyesiyle KESK çok gerilerde kaldı. KESK’in örgütlü gücünü yeniden yükseltmeksizin hükümete geri adım attıramayacağı ortada. Anti-demokratik uygulamalardan rahatsız olan, gerçekleştirilen saldırılara dur demek isteyen kamu çalışanlarının KESK bayrağı altında örgütlenmesi gerekiyor. KESK’in de bu nitelikteki tüm kamu çalışanlarına ulaşacak, onları örgütleyecek ve sesini güçlü bir şekilde duyuracak politikalar üretmesi gerekiyor. Sahte sendika yasası geri çekilsin! Toplu sözleşme hakkımız, grev silahımız! Örgütlenme özgürlüğünün önündeki tüm engeller kaldırılsın! Her sendika kendi üyeleri adına toplu sözleşme yapabilsin! Belediyelerde yıllardır yapılan toplu sözleşmeler güvence altına alınsın!
35
Hasta Tutsaklar Derhal Serbest Bırakılsın! 12 Eylül faşizminin hüküm sürdüğü dönemde burjuvazi “asmayalım da besleyelim mi?” diyerek devrimci tutsaklara açıktan savaş ilan etmişti. Artık “demokratik” rejimdeyiz, açıktan savaş ilan edemiyor; idam cezası yok, asamıyor! Ama “beslemek” de istemiyor ve çözümü ölüme terk etmekte buluyor. Burjuva medyanın kulakları sağır, gözleri kör! On yıllardır uygulanan bu zulümde, sermaye medyası, gerçekleri gizleyerek, talimatlar doğrultusunda yalan haberler yaparak, burjuva devletin ve hükümetlerin birinci dereceden suç ortağıdır. Ancak egemen sınıf, tüm çabalarına, komplolarına, katliamlarına rağmen tutsakların devrimci iradelerini teslim almayı, onları savundukları onurlu davadan vazgeçirmeyi başaramamıştır. Burjuvaziyi çileden çıkaran da zaten bu onurlu tutum değil midir?
36
D
evrimcilere ve Kürtlere yönelik baskı ve sindirme harekâtı çeşitli yöntemlerle devam ediyor. Bu harekâtın önemli bir parçasını da, düzmece iddialarla onlarca yıla varan hapis cezalarına çarptırılan siyasi tutsaklar üzerindeki zulüm oluşturuyor. İfade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırıldığı, işkenceye sıfır tolerans tanındığı, otel konforunda cezaevleri yapıldığı iddialarını dilinden düşürmeyen AKP hükümeti, hakikatin üstünü büyük bir yalan ve manipülasyon perdesiyle örtüyor. Estirilen devlet terörünün ve uzun tutukluluk sürelerinin bir sonucu olarak bugün cezaevlerinin doluluk oranı %106’ya ulaşmış durumda. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında yaklaşık 59 bin 500 olan hükümlü ve tutuklu sayısı, geçtiğimiz Şubat ayı itibarıyla 131 bine çıkmış bulunuyor. Adalet Bakanlığı’nın bu duruma bulduğu çözüm ise önümüzdeki beş yılda 91 bin kişilik yeni kapasite yaratmak! Yani AKP hükümeti, Kürtleri, sosyalistleri içeri tıkmaya devam etmekte kararlı ve bu yüzden de harıl harıl yeni zindanlar inşa ediyor. Adalet Bakanı, inşaatı devam eden 168 yeni cezaevi tamamlandığında kapasitenin 190 bine çıkacağı “müjde”sini veriyor! 12 Eylül rejiminin hüküm sürdüğü 80’li ve 90’lı yılları aratmayan “terörle mücadele” yasaları ve DGM’lerin devamı olarak faaliyet gösteren özel yetkili ağır ceza mahkemeleri varlığını devam ettirdikçe, 190 bin sayısına beş yıla varmadan ulaşılacağına hiç şüphe yok. Sosyalistler, BDP milletvekilleri, belediye başkanları, devrimci öğrenciler, muhalif gazeteci ve yazarlar, salt ifadelerinden dolayı, “örgüt üyeliği”yle, “örgüte yardım ve yataklık”la, “örgüt propagandası yapmak”la suçlanıyor ve pek çoğu on yılı aşkın ceza istemleriyle tutuklu yargılanıyor. Yalnızca bir yılda özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde 7 bini aşkın dava açılması ve bu davalarda 63 bin kişinin suçlanmış olması, aslında yargı çarkının nasıl işlediğini yeterince çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
sayı: 86 • Mayıs 2012
Burjuva devlet ve onun dümenindeki AKP, rejim muhaliflerinin özgürlüğünü ellerinden almakla da yetinmemekte, buna bir de cezaevlerinde çeşitli yöntemlerle uygulanmaya devam edilen baskı ve zulüm eklenmektedir. Tecrit, işkence, çıplak arama, uzak kentlerdeki cezaevlerine sürgün edilme, hücre cezaları, görüş yasağı, yayın yasağı gibi uygulamalarla yıldırılmaya çalışılan tutsaklar, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de tedavi edilmeme zulmüne maruz bırakılmaktadırlar. Cezaevi koşulları nedeniyle ölümcül hastalıklara yakalanan mahpusların tedavisini bilinçli bir şekilde engelleyen devlet, onları resmen ölüme terk etmektedir. 2000 yılından bu yana 927 mahpus ağır hastalıklarından dolayı cezaevlerinde yaşamını yitirmiştir. Adalet Bakanı’nın açıklamalarına göre şu anda cezaevlerinde 520 ağır hasta hükümlü ve tutuklu bulunuyor. Cezaevlerinin fiziki ve sağlık koşullarının kötü olması ve cezaevlerinde tedavi yapılmaması nedeniyle son on yılda hasta tutukluların sağlık problemlerinde çok ciddi artışlar yaşandığına dikkat çeken İnsan Hakları Derneği (İHD), 288 hasta tutsağın ölüm sınırında olduğunu belirterek Adalet Bakanlığı’nı bu tutsakları derhal tahliye etmeye çağırıyor. Ne var ki, AKP hükümeti, büyük bir bölümü müebbet hapse mahkûm olan ağır hasta durumundaki siyasi tutsakları, geçtiğimiz günlerde uygulamaya koyduğu “denetimli serbestlik yasası” kapsamına dahi almıyor. Tedavilerinin tutuksuz şekilde sürmesi için rapor almaları gereken Adli Tıp Kurumu’nun siyasi tutsaklara, özellikle de Kürt tutsaklara karşı önyargılı ve taraflı davrandığını belirten İHD, kendisine başvuran ağır hasta tutukluların şu ana kadar Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alamadığını ifade etmektedir. Devrimci tutsaklar sadece Adli Tıp Kurumu’nun gadrine uğramamakta, hastanelerde de zulümle karşı karşıya kalmaktadırlar. Yönetmeliklere aykırı olmasına rağmen, muayene sırasında kelepçelerin çözülmesinde ısrarcı olunmamakta, jandarmanın muayene odasından çıkması sağlanmamakta, muayene üstünkörü bir şekilde yapılıp gerçek tedaviye girişilmemektedir. Bize cezaevinden yazan Azad, dergimize gönderdiği mektuplarda tüm bunları ayrıntılarıyla anlatıyor. Azad müebbet hapse mahkûm olan ve 17 yıldır çeşitli cezaevlerinde mahpusluk çeken bir Kürt tutsak. 19 Aralık 2000’deki “Hayata Dönüş” vahşetinde göğüs kafesi ve kaburgaları kırılmış, operasyonda kullanılan gaz ve kimyasal bombalar nedeniyle ciğerleri tahrip olmuş. 12
marksist tutum
yıldır tedavi edilmediği için bugün acılar içinde kıvrandığını ifade eden Azad, tüm bunlara rağmen yaşama inadını yitirmemiş bir devrimci: “…duyarlılığınızdan dolayı sizlere müteşekkirim. Daha önce size yazdığım gibi tedavim bilinçli bir şekilde engelleniyor. Ben burada defalarca hastaneye gittim, hiçbir müdahale yapmıyorlar. Benim hastaneye boş gidip gelmemi bile tedavisi yapılıyor diye karşıma çıkarıyorlar. Ben defalarca savcılığa şikayette bulundum tedavim yapılmıyor diye ama her defasında savcılık hastaneye kaç defa gittiğime dair raporlarıma bakıp tedavisi yapılıyor diye takipsizlik kararı veriyor. Şu an hiçbir tedavim yapılmıyor. Ağrılar içinde kıvranıp duruyorum. Bir nevi yaşam bana bir işkenceye dönüşmüş ama ben de inada inat hiç ölmeye niyetim yok. Maalesef benim ölmemi bekleyenler her defasında benim yaşama inadım yüzünden hayalkırıklığına düşüyorlar.” 12 Eylül faşizminin hüküm sürdüğü dönemde burjuvazi “asmayalım da besleyelim mi?” diyerek devrimci tutsaklara açıktan savaş ilan etmişti. Artık “demokratik” rejimdeyiz, açıktan savaş ilan edemiyor; idam cezası yok, asamıyor! Ama “beslemek” de istemiyor ve çözümü ölüme terk etmekte buluyor. Burjuva medyanın kulakları sağır, gözleri kör! On yıllardır uygulanan bu zulümde, sermaye medyası, gerçekleri gizleyerek, talimatlar doğrultusunda yalan haberler yaparak, burjuva devletin ve hükümetlerin birinci dereceden suç ortağıdır. Ancak egemen sınıf, tüm çabalarına, komplolarına, katliamlarına rağmen tutsakların devrimci iradelerini teslim almayı, onları savundukları onurlu davadan vazgeçirmeyi başaramamıştır. Burjuvaziyi çileden çıkaran da zaten bu onurlu tutum değil midir? Hasta Tutsaklar Derhal Serbest Bırakılsın! Tecride Son, Zulme Hayır! Devrimci Tutsaklara Özgürlük!
37
Çin: A Dünyanın Atölyesinde Neler Oluyor? Ezgi Şanlı 38
ğır baskı koşulları altındaki Çin işçi sınıfı dev gövdesiyle sömürü çarkları arasında ezilirken, iktidarda olmanın tüm nimetlerinden yararlanan Çin Komünist Partisi’nin yetkilileri, “sosyalizmden vazgeçilmeyeceğini” ilan ediyorlar. Çin işçi sınıfı, işsizlik, yoksulluk ve açlıkla boğuşurken, 1949 yılından beri Çin’i yöneten ÇKP’nin bürokratları, “sosyalizm” adına hem ekonomik hem de siyasal baskıyı arttırıyorlar. Ekim ayında gerçekleşecek 18. Parti Kongresinde, Çin egemenleri önümüzdeki beş yıl için yol haritası belirleyecekler, “yakın gelecekte dünyanın en büyük gücü” olmak için yeni planlar yapacaklar. Komünist Parti’nin yayın organında yayınlanan bir makalesinde başbakan Wen Jiabao şöyle diyor: “Çin ulusu dünya halklarının ormanlarında at koşturmak istiyorsa, güçlü bir teknolojiye sahip olmalı.” Çinli egemenler, 2029 yılına kadar ABD’yi geride bırakarak dünyanın “süper gücü” olmak için içeride saldırıları yoğunlaştırıyor, daha rahat bir şekilde “dünya halklarının ormanlarında at koşturabilmek” için hazırlıklarını kesintisiz sürdürüyorlar. Son 25 yılda Çin ekonomisi ortalama 9,4’lük yıllık büyüme oranı ile dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi oldu ve dünya sıralamasında ikinci sıraya yerleşti. Türkiye örneğinden de bildiğimiz gibi, ekonominin büyümesi hiç de işçilere düşen payın da büyümesi anlamına gelmiyor. “Dünyanın atölyesi” olarak adlandırılan ülkede en iyimser rakamlara göre 150 milyon işsiz var. Dünya nüfusunun altıda birini barındıran bu ülkede, 250 milyon insan günde 1 doların, 700 milyon insan ise günde 2 doların altında bir gelirle
sayı: 86 • Mayıs 2012
yaşamını sürdürmeye çalışıyor. İşçiler arasında kalp krizinden ölümlerin oranı katlanarak artıyor, çünkü 18 saate varan çalışma süreleri nedeniyle işçiler ancak 10’ar dakikalık molalarda uyuyup dinlenebiliyorlar. Son derece düşük olan ücretler bölgesel olarak belirleniyor. Bütün eyaletlerde uygulanan bölgesel asgari ücretlerin ortalaması sadece 250 dolara denk düşüyor. Bu ücretlerle işçilerin karnını doyurması bile mümkün olamıyor. Bilişim ve otomotiv sektörü başta olmak üzere bazı uluslararası tekellerin Guangdong ve Siçuan gibi eyaletlerdeki fabrikalarında çalışan işçilerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Buna rağmen Çin’de işçiler son derece örgütsüzler. Ülkede tek bir yasal devlet sendikası var. Bu sendika işçilerin gözünde herhangi bir devlet kurumundan farklı değil. Patronlarla işçiler arasında arabuluculuk yapan bu sendikanın, patronların şartlarını işçilere dayatmak dışında bir işlevi yok. İnsanlık dışı yaşam ve çalışma koşulları, günlük çalışma sürelerinin uzunluğu ve çalışma temposu Çinli işçileri intihara sürüklüyor. Geçtiğimiz yıllarda, en büyük bilişim şirketleri için üretim yapan Foxconn fabrikasında birkaç ay içinde yüzlerce işçi intiharı denemiş ve ne yazık ki bunlardan 17’si hayatını kaybetmişti. Şartlarında hiçbir düzelme olmayan işçiler, geçtiğimiz aylarda bu yönteme yine başvurdular ve şartları düzeltilmez ve talepleri kabul edilmezse toplu olarak intihar edeceklerini açıkladılar. Çin işçi sınıfının içinde bulunduğu kötü koşullar, tüm engellemelere ve ağır sansüre rağmen dünya gündeminden düşmüyor. 300 işçinin toplu intihar uyarısı da dünya basınına yansıdı ve büyük tepki uyandırdı. Müşterilerini kaybetmenin tedirginliğini yaşayan dünya devi bilişim şirketleri, sözde işçilerin durumunu araştırmak üzere ILO’dan Foxconn’a gözlemci gönderilmesini talep etti. Oysa onlarca işçinin intiharı karşısında, ikiyüzlü Microsoft, Apple gibi şirketler yıllardır umursamaz tavırlar içindeydi. Çin, dünyada en çok iş kazasının yaşandığı ülkeler sıralamasında da en önlerde bulunuyor. Yalnızca madenlerde her gün ortalama 13 işçi iş cinayetlerine kurban gidiyor. Buna rağmen patronlar ve “sosyalizmden vazgeçilmeyeceğini” açıklayan devlet bürokratları, hiçbir iş güvenliği önlemini almaya yanaşmıyorlar. Çinli patronlar, sadece kendi ülkelerinde değil, yatırım yaptıkları, fabrika açtıkları, maden işlettikleri diğer ülkelerde de çok sayıda işçinin ölümüne neden oluyorlar. Afrika’da Çinli patronlara karşı büyük bir öfke var. Özellikle Çinli patronların işlettikleri madenlerde işçiler, çok kötü koşullarda, çok ucuza ve işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmadan çalışıyorlar, iş cinayetlerinde kurban ediliyorlar. Çin 28 eyaletten oluşuyor ve bir eyaletten diğerine çalışmaya gidebilmek için resmi izinler gerekiyor. Bu sistem işçilerin hayatını daha da zorlaştırıyor. Bu tip resmi izinlerle başka eyaletlere çalışmaya giden işçiler, göçmen işçi statüsü alıyor. Bu nedenle Çin’de yüz milyonlarca göçmen işçi var ve bu işçiler çalıştıkları fabrikalara yakın oda, pan-
marksist tutum
siyon gibi yerlerde ya da fabrikanın işçiler için yaptırdığı barakalarda toplu halde yaşıyorlar. Biraz daha şanslı olanlar “hutong” adı verilen 10 metrekarelik evlerde yaşıyorlar, ancak bu “ev”lerin tuvaletleri bile yok. Sokaklarda yüz binlerce evsiz var. Evsizleri şehir merkezlerinden uzak tutmak için özel güvenlik ekipleri sürekli devriye halindeler. Çin işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları bu haldeyken, Çin egemenleri, kapitalist hiyerarşide en üst basamaklara tırmanma yarışını sürdürüyorlar. Ülke, dünyanın en büyük ihracatçısı konumunda. Forbes dergisinin açıkladığı rakamlara göre Çin’de 2010 yılında 69 dolar milyarderi varken, 2011 yılında bu rakam 115’e çıktı. Üstelik 115 kişinin elinde toplanan servet rekor bir hızla artıyor. Belli ki bu rakam 2012’de daha da artacaktır. 2020’li yıllara gelindiğinde Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi olması beklenmektedir. Çin, dünyada en çok iş kazasının yaşandığı ülkeler sıralamasında da en önlerde bulunuyor. Yalnızca madenlerde her gün ortalama 13 işçi iş cinayetlerine kurban gidiyor. Buna rağmen patronlar ve “sosyalizmden vazgeçilmeyeceğini” açıklayan devlet bürokratları, hiçbir iş güvenliği önlemini almaya yanaşmıyorlar. Çin, silahlanma yarışında da ileri sıralarda yer almakta ve savaş teknolojilerine on milyarlarca dolar harcamaktadır. Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar geniş bir yelpazede yatırım ve pazar alanları için dünyanın diğer emperyalist güçleriyle rekabet eden Çin, asker sayısı bakımından dün-
39
marksist tutum
Mayıs 2012 • sayı: 86
Devletin uyguladığı sansür ve büyük şirketlerin örtbas etme çabaları nedeniyle Çinli işçilerin yürüttüğü mücadelelerin büyük bir kısmı dünya basınına yansımıyor. Çin’de işçi eylemlerinin basına yansıyandan çok daha yaygın olduğu biliniyor. Tüm sektörlerde irili ufaklı işçi eylemleri yaşanmaya devam ediyor. Yüz milyonlarla ifade edilen gövdesiyle Çin işçi sınıfının nabzı mücadele için hızlanıyor. yanın en büyük ordusuna sahiptir ve bu ordu şimdilerde dünyayı kan gölüne çevirecek bir savaşta aktif rol almaya hazırlanmaktadır. “Sosyalizm” lafını dillerinden düşürmeyen ikiyüzlü ÇKP bürokratlarının yeniyetme burjuvalar olarak saltanat sürdükleri Çin, gelir dağılımındaki uçurumun yanı sıra insan hakları ihlallerinde de dünyada ilk sıralarda yer alıyor. Cezaevlerinde insan sayısında sürekli bir artışın yaşandığı bu ülkede, her yıl en az 8 bin kişi idam ediliyor. Çin yönetiminin, eli kanlı Mugabe ve El Beşir gibi diktatörlerle sıcak dostluğu ve derin işbirliği ise hafızalardaki yerini koruyor.
Çin işçi sınıfı mücadeleyi yükseltiyor Bütün bu çelişkiler karşısında Çin işçi sınıfı giderek bilinçleniyor ve eyleme geçiyor. Çinli işçiler artık birçok eyalette greve çıkmaktan, polisle ve devlet sendikasıyla karşı karşıya gelmekten çekinmiyorlar. 2010 yılında işçilerin bazı hakları uğruna giriştiği mücadeleler, elde ettiği kısmi kazanımlar, egemenleri korkuyla kıvrandırmış ve asgari ücreti yükseltmelerine neden olmuştu. Rekabet gücünün zayıflayacağı endişesi taşıyan uluslararası tekeller bu durumdan rahatsız olmuş ve Çin yönetimini, fabrikalarını Tayvan gibi işçiliğin daha ucuz olduğu ülkelere taşımakla tehdit etmişlerdi. Nitekim bu tehditler kısmen hayata da geçirilmiş ve birçok şirket, fabrikalarını bölgesel asgari ücretin daha düşük olduğu diğer eyaletlere veya Tayvan gibi ülkelere taşımıştı. Bunun üzerine Çin yönetimi işçi eylemlerinden duyduğu korkuya rağmen işçilerin taleplerini karşılama konusunda ayak diremeye devam etmişti. Ancak tehditler ve baskılar sınıf mücadelesinin önüne geçemedi. 2010 yılında önce küçük işletmelerde başlayan, ardından 1900 işçinin çalıştığı Honda’nın şanzıman fabrikasına sıçrayan grevler, ücretlerde %12 ilâ %21 arasında bir artış sağlamış ve bu başarı Çin işçi sınıfına büyük bir esin kaynağı olmuştu. Bu başarının etkileri devam etmek-
40
tedir. O tarihten bu yana işçi eylemleri yükselen bir grafik izlemekte ve militanlaşmaktadır. Siçuan’dan Guangdong’a, Hunan’dan Şenzen’e tüm eyaletlerde işçiler, devlet sendikasının engelleme çabalarına rağmen iş durduruyor, greve çıkıyor, fabrikalardan şehir merkezlerine doğru yürüyüşler organize ediyor, polisle çatışıyorlar. Bu eylemlerde işçiler, “haklarımızı istiyoruz, doymak istiyoruz” diye haykırıyorlar. Greve çıkan fabrikalara, ertesi gün yeni fabrikalar ekleniyor, işçiler arasındaki dayanışma büyüyor. Şubat ayında, 5 bin Hanzong Çelik işçisinin greve çıkmasının ardından bölgedeki diğer çelik işçilerinin greve destek vermek için iş bırakması ve yürüyüşlere katılması dayanışmanın somut bir örneğidir. Devletin uyguladığı sansür ve büyük şirketlerin örtbas etme çabaları nedeniyle Çinli işçilerin yürüttüğü mücadelelerin büyük bir kısmı dünya basınına yansımıyor. Çin’de işçi eylemlerinin basına yansıyandan çok daha yaygın olduğu biliniyor. Tekstil ve otomotiv başta olmak üzere tüm sektörlerde irili ufaklı işçi eylemleri yaşanmaya devam ediyor. Yüz milyonlarla ifade edilen gövdesiyle Çin işçi sınıfının nabzı mücadele için hızlanıyor. Kapitalizmin derin krizi tüm dünyayı etkisi altına almışken ve işçi sınıfı milyonlar halinde sokaklara dökülürken, Çin’in bu sarsıntıdan muaf kalması düşünülemez. Bu sarsıntılar, bürokrattan bozma yeniyetme kapitalistleri derin bir korkuya sürüklüyor. Sarsıntıların sistemi yok edecek bir tsunamiye dönüşme ihtimali Çinli egemenlerin korkulu rüyası iken, işçilerin örgütlü bir biçimde dünyayı sarsacak bir eylemliliğe atılması, gerçek sosyalizmi var etmek isteyenlerin umududur. Güneş her yeni günde yeniden doğudan yükselirken, insanlığın kurtuluşunun fitilini ateşleyecek mücadeleler de doğudan yükselecek mi? Bunu tarih gösterecek. Ancak belli olan bir şey var ki Çin işçi sınıfının dev gövdesiyle ayağa dikilmesi tarihin akışını değiştirebilir. Tarihin akışını değiştirebilmek için Çin’in gerçek komünistlerinin üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor.
Cezaevi A.Ş. Mikail Azad
K
apitalist sistemin temel dürtüleri olan kâr ve rekabet, tüm toplumu büyük bir cendere içine sokuyor. Çürüyen kapitalist sistem her yanından su alıyor. Sistem yaşlandıkça bütün pislikleri gün yüzüne çıkıyor. Sermaye sisteminin vazgeçilmez direkleri tekeller, kârlarını arttırmak için denenmedik yol bırakmıyorlar. Her şeyin metalaştığı bu sistemde, dizginsiz bir şekilde hareket eden sermayenin el atmadığı hiçbir alan yok. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri de, başta ABD olmak üzere çeşitli kapitalist ülkelerde cezaevlerinin bile şirketleştirilmiş olması ve bunun giderek yaygınlaşmasıdır. Düzen bir yandan kendi hukuk sisteminin bir gereği olan suç kavramlarını yaratıyor, diğer yandan bu suçları işleyenleri cezaevlerine tıkıyor. Yalnız bununla da kalmıyor. Semirmek için hiçbir sınır tanımayan kapitalist tekeller için cezaevleri bir kâr alanı olarak görülüyor ve mahkûmlar ucuz emek gücü olarak zorla çalıştırılıyor. Tutsak emeğinin sömürüsü dünyanın en büyüğünden en küçüğüne tüm devletlerinde var olan bir olgu. Bu sömürü ya anlaşmalı şirketler tarafından ya da doğrudan devlet tarafından gerçekleştiriliyor. Bugün dünyanın en zengin ve gelişmiş ülkesi olarak görülen ABD’de cezaevi nüfusu 2 milyonun üzerinde seyrediyor ve bu konuda da ABD dünyada birinci konumda bulunuyor. “Rüyalar ülkesi”ndeki bu manzara kapitalizmin ne kadar “sağlıklı” bir toplum yarattığını da gözler önüne seriyor. Öbür yandan ABD’de cezaevlerinin büyük bir bölümü özel şirketler tarafından işletiliyor. Cezaevleri kâr sağlayan kurumlar haline dönüştürülmüş durumda. Büyük şirketler için cezaevleri adeta büyük birer fabrika. ABD’de kapasitesi hızla dolan cezaevlerinin işletme haline dönüştürülmesi 1980’li yıllara dayanıyor. Bu yıllar, neo-liberal politikaların hüküm sürmeye başladığı yıllar aynı zamanda. Burjuva devlet, maliyetleri düşürmek adına cezaevlerinin işletmesini özel şirketlere devrediyor ve bu alan hızla gelişen bir sektöre dönüşüyor. Cezaevlerindeki insan sayısı sürekli artıyor ve yeni cezaevleri yapılıyor. Şirketlerin kârının artması için cezaevlerinin doluluk oranlarının da artması gerekiyor. 1990’lı yıllarda cezaevlerinin özel şirketler tarafından işletilmesi konusunda yapılan bir konferansta söylenenler, sermaye egemenliğinin
gerçek resmini çiziyor: “Tutuklamalar ve mahkûmiyetler sürekli artarken kazanılabilecek kârlar var; suçlardan kazanılacak kârlar bunlar. Siz de patlama yapan bu endüstride şimdiden yerinizi alın.” Özel şirketlerin mahkûm emeğinin kullanılmasının hem daha masrafsız hem de daha kârlı olduğunu söyleyerek bu alana girmeleri hiç de şaşırtıcı değil. Amerikan eyalet yasalarına göre her mahkûm çalışmak zorunda, boş durmak yasak! Amerikan borsalarında kârlarını katlayarak büyüten şirketler arasında cezaevlerini işleten büyük tekeller de yer alıyor. Tüm kıtadaki cezaevlerinin büyük bir kısmını işleten Corrections Corporation of America (CCA) tekelinin değeri 50 milyon dolardan 3,5 milyar doların üzerine çıkmış. CCA tekeli bu pazarın gelecek yıllar içinde iki misli büyüyeceği tahmininde bulunarak, Amerikan yönetimine yeni öneriler sunmaktan da geri durmuyor. Geçtiğimiz aylarda ABD’deki 48 eyalet yönetimine bir teklif sunan şirket, 250 milyon dolarlık bir proje kapsamında cezaevlerinin yönetimini ve işletimini üstlenebileceğini duyurdu. Bunun bütçe sıkıntısı çeken eyalet yönetimini de rahatlatacağını ve ABD’li vergi mükelleflerinin yıllık olarak 3 milyon dolarlık bir tasarruf sağlayabileceğini savundu. Ancak CCA şirketinin 20 yıllık anlaşmaya imza atmak için bir şartı var: Cezaevlerinin %90 doluluk garantisinin verilmesi! CCA tekelinin %90 doluluk garantisi istemesi, sermaye sınıfının kâr için her şeyi mubah gördüğünün bir kanıtını oluşturuyor. Bu amacın hayata geçmesi demek, cezaevlerinden ya mahkûmların çıkamaması ya da yeni mahkûmların yaratılması anlamına geliyor. Suçsuz insanların suça itilmesi ve cezaevlerine tıkıştırılması kapitalist sistemin geldiği noktayı özetliyor. Suçu ve suçluyu yaratan sistem onun üzerinden kâr sağlamaktan da geri durmuyor. Bu kapitalist sistemin doğasını yansıtan bir durumdur. Cezaevinin içindeki durum dışarısına da ayna tutuyor. İnsanlık bu toplumsal çürümeden kurtulmadan rahat bir nefes alamaz. Dünya işçi sınıfının önünde kapitalist düzeni yıkmak dışında bir seçenek yoktur. Suçu ve suçluyu yaratan sınıflı-sömürülü toplumların son halkası olan kapitalizmi tarihin çöp sepetine göndermeden hapishanelerden de kurtulmak mümkün değildir.
41
Kitap Dünyası
marksist tutum
Benden Selam Söyle Anadolu’ya! Dicle Yeşil
H
alkları birbirlerine karşı kışkırtmak, linç kampanyaları düzenlemek ve toplumu bir anda birbirine düşman haline getirmek, kapitalist sistemde tepede oturanların işidir. Oysaki yıllardır yan yana yaşayan halklar, her türlü dertlerinde birbirlerinin yardımına koşarlar. Düşmanlık yoktur aralarında. Kin, öfke ve nefret yoktur. Hepsi dostturlar. Ama egemenler, kendi çıkarları doğrultusunda, bir anda toplumun yakasına kini musallat ederler. Milliyetçilik zehri insanların beyinlerine işlenmeye başlanır. Halkları birbirine düşman edecek dedikodu kazanı yakında yutacağı binlerce insan için
42
ısıtılır. Yılların dostluğu bir anda yok edilerek insanların gözlerine öfkeden bir bağ bağlanır. Artık insanlar göremez olur. Tüm bunları geriye püskürtmek, işçiler ve emekçiler arasındaki kardeşlik bağını güçlendirmekten geçiyor. Yaşadığımız topraklarda egemenlerin gerçekleştirdikleri bu tür kışkırtmaları ve katliamları bilmek, yenilerine geçit vermemek için önemlidir. “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabında Dido Sotiriyu, Türkiye tarihine ışık tutarak, halklar arasındaki kardeşliğin nasıl da baltalandığını anlatıyor. Bu gerçekleri aktararak hem yaşlı kuşakların yaşanan acıları
unutmamasını hem de genç kuşakların tüm bunlardan dersler çıkartarak egemenlerin oyunlarına gelmemesini sağlamaya çalışıyor. Dönem Birinci Dünya Savaşının önceleri ve henüz halklar arasında bir husumet olmadığı dönemlerdir. Romanın kahramanı Manoli, Rum bir çiftçi ailesinin oğludur. Bugünkü Şirince’de (o zamanki adıyla Kırkıca’da) toprağı ekip biçerek yaşayan halklar arasında bir düşmanlık yoktur. Her evin kapısı aynı sokağa açılır. Çocuklar birlikte büyür. Ama savaş hayatın akışını sekteye uğratır. Bir anda “kendi zenginliğimize sahip çıkalım, bu vatan, bu
topraklar bizimdir, tüm gâvurlar defolup gitsinler” sesleri yükseltilir. Savaş başlamıştır. O güne kadar ortada olmayan düşmanlık, kara bir bulut gibi çöker halkların üzerine. Cephede alınan yenilgiler, kendinden olmayan ötekilere öfkeyi iyice yükseltir. Savaşı kaybeden Osmanlı ağır yenilgiler aldıkça, geri çekilmeye ve yalnızca Müslüman askerleri cephelerden uzaklaştırmaya çalışır. Geri hizmetteki “azınlık tohumları” ise ön saflara sürülerek kaderleriyle baş başa bırakılırlar. Terk edilen gayrimüslim askerler arasında açlık ve salgın hastalıklar baş gösterir. Binlerce insan ölüme terk edilir. Bir yandan da geri çekilen ordu yakılmadık, talan edilmedik Ermeni ve Rum köyü bırakmaz. Rum ve Ermeni askerlerin tek düşüncesi ordudan kaçıp bu rezil hayattan kurtulmak ve sıcak yuvalarına geri dönebilmektir. Ancak Türk ordusu bir sürek avı başlatır. Ordudan kaçan Türk askerleri kullanılır avcı olarak. Kendisi de asker kaçağı olan Türkler, asker kaçağı olan Rum ve Ermeni askerleri buldukları yerde öldürme, türlü türlü işkencelerden geçirme ve devlete teslim etme hakkına sahiptirler. Cepheden kaçıp savaş suçlusu sayılmamalarının tek garantisidir gayrimüslim askerler. Kelle uçuran her bir asker, kendi kellesini kurtaracaktır. Ama artık insanlığını kaybederek canavarlara dönüşecektir. Bir yanda da başıboş serseri çeteler, gayrimüslim halklar için bir tehdit olurlar. Gayrimüslim halkların köylerine baskınlar düzenleyen çeteler buldukları herkesi kılıçtan geçirirler. Öylesine işkenceler yapılır ki insanın aklı almaz. Ermeni köylerinin birinde güzel kadınlar toplanır köy meydanına, tespih yapacağız diye meme uçları kesilir. Evler yakılıp yıkılır. Dost olan halkların bir anda bu hale gelmesine kimse akıl sır erdiremez. “Düşman kimdir?” sorusu zihinleri kurcalar durur.
Cevap, Rusya’dan, işçilerden gelir. Emperyalist paylaşım savaşının tam gaz gittiği bir süreçte, işçiler Rusya’da iktidarı ele alırlar. Devrim, savaşın tüm gerekçelerini boşa çıkarmıştır. Devrim, halkların kendileri için değil patronlar ve düzenin devamı için savaştığı gerçeğini tüm dünyaya haykırarak, dünya işçilerinin talep ve özlemlerini dile getiren güçlü bir ses olur. Bu yankı Anadolu’ya da ulaşır. Anadolulular devrime duydukları özlemi şöyle anlatırlar: “Bir sakallı varmış orda, başa geçmiş. Başa geçer geçmez de, savaş bitecek demiş. Ve savaş da bitmiş işte… Başka işler de görmüş o sakallı: ‘bundan böyle zengin de yok, fakir de…’ demiş. Herkes birmiş Rusya’da… Bütün tımar ve hasları alıp bölüştürmüş, saraylardan dışarı dehlemiş bütün prenslerle paşaları.” Birinci Dünya Savaşı 1918’de sona erer, ancak Anadolu topraklarında savaş ve halkların çektiği acılar devam eder. Gayrimüslimler yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda bırakılırlar. Aileler parçalanır. Sürgün boylarında yürüyemeyen ve hayatta kalan Ermeni kadın ve çocuklar, çiftlik sahiplerine köle olarak verilir. Örneğin, kaçıp dağlara sığınan bir grup Ermeni arasında bebekli
bir kadın vardır. Bebek ağlamaya başlar. Etrafındakiler “sustur çocuğu” der. Bebek açtır ve henüz laftan anlamaz, avazı çıktığı kadar bağırmaya devam eder. Etraftakiler “sustur şu çocuğu” dedikçe çaresiz anne çocuğunun ağzına eline geçirdiği paçavraları bastırır ve bebek oracıkta ölür. Çünkü bebek susmasa dağlara sığınanların yerleri belli olacaktır. Anne topluluğu kurtarmak için bebeğini feda eder. Ancak bu acıya dayanamayıp kendini de öldürür. Parçalanan aileler, ırza geçilen kadınlar, Türk ailelerinin yanına verilen köle çocuklar, ibret olsun diye meydan ortasında öldürülenler… Akıl tutulması yaşanır. Yiğitlik ve mertlik, insana saygı, kendine saygı, her şey biriken kinin altında yok olur. Milliyetçilik zehri öyle bir zehirdir ki, bir kere içilmeyegörsün. Ölmekten ve öldürmekten başkaca hiçbir şey düşünülemez. Yüreğe kazınan acıysa yıllarca çıkmaz. Manoli, en sonunda şöyle der: “Biz mi yaptık bunları size? Siz bize ne yaptınız? Biz birbirimize ne yaptık? Acı mıydı bizim payımıza düşen? Kim tuttu bunun kârını? Kim güttü bizi? Kardeşler, dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden, Kör Mehmet’in damadı! Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellâtların Allah bin belasını versin!” Kim tuttu bunun kârını? Halkların düşmanlığından kâr edenler, işçiler ve emekçiler değildir. Düşmanlıktan ve kinden beslenenler patronlar sınıfı ve egemenlerdir. Aslında halkların, kültürlerin çeşitliliği bir toplumun zenginlik kaynağıdır. Bu zenginlik kaynağını insanları birbirine kırdırmanın bir aracı olarak kullanan ve kan deryasından kâr eden patronlar sınıfına karşı halkların kardeşliğini yükseltelim.
Kitap Dünyası
marksist tutum
www.marksist.com sitesinden kısaltılarak alınmıştır
43
Okurlarımızdan
UİD-DER’le 1 Mayıs: “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin!” 1
Mayıs’ta dünyanın dört bir yanında milyonlarca işçi alanlara çıkıp kapitalist sisteme öfkesini haykırdı. Ben de Marksist Tutum okuru bir işçi olarak, 1 Mayıs’a “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin” şiarıyla katılan Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği’nin kortejinde katıldım. UİD-DER şimdiye kadar katıldığı her mitingte olduğu gibi, 2012 1 Mayıs’ında da Taksim Meydanı’nı dolduran kortejlerin en görkemlileri arasındaydı. Tüm kortejlerin en disiplinlisiydi. Fakat bu disiplin zoraki sağlanmış değildi. İşçi sınıfın öz disipliniydi. UİD-DER korteji tam bir işçi kortejiydi. Kortejdeki kadın, erkek, genç, yaşlı tüm işçiler altında durdukları pankartın verdiği güvenle, birbirlerini tanımasalar da kol kola omuz omuzaydı. UİD-DER korteji baştan sona kıpkızıl bir gelincik tarlası gibiydi. Yanından gelip geçen herkesin dikkatini çekiyordu. Eski kuşak işçiler korteje bakarak tebessüm ediyorlardı. UİD-DER korteji hakkında çok, pek çok olumlu tepki ile karşılaştım. Bir şeyi doğru yaptığınızda insanların, özellikle işçilerin bunu takdir etmesi doğaldır. Yaşı altmışın üstünde biri, kortejde kırmızı şapkası, önlüğü ve görevli kolluğu ile önümde duran UİD-DER’li işçiye; “Siz ‘80 öncesinden çıkıp gelmiş gibisiniz” diyordu. Alana gittiğimizde kortejin dışından biri yanıma geldi: “Ben UİD-DER’i çok beğeniyorum. UİD-DER’liler çok çalışıyor ve gerçekten işçi sınıfının mücadelesini veriyor, kortejiniz göz dolduruyor” dedi. Korteje hayranlıkla baktı. Bu tepkilerin büyüklerimizden, eski kuşak işçilerden gelmesi beni ayrıca heyecanlandırdı. Bu durum, UİD-DER’in sınıfımızın geleneğine her anlamda sahip çıktığını gösteriyor. Yürüyüş kolunda kortejimizi görerek taleplerimizi, disiplinimizi ve kitleselliğimizi beğenenlerden biri de Radikal Gazetesi’nin köşe yazarlarından Jale Özgentürk oldu. Kortejde sohbet ettiği arkadaşlarımıza, yazısında bize de yer vereceğini söylemiş. Gerçekten de ertesi gün gazeteleri karıştırırken Özgentürk’ün yazısında UİD-DER’in kortejinden övgüyle söz ettiğini gördüm. 2 Mayısta Radikal gazetesindeki köşesinde, “Dünyanın bütün işçileri birleşiyor mu?” başlıklı yazısında Özgentürk, “Bir başka anlamlı grup ise ‘Bütün dünyanın işçileri birleşin’ sloganını rehber alan Uluslararası İşçi
44
Dayanışması Derneği’ydi. 2006 yılında kurulan dernek sadece Türkiye’de değil, İran’da, Japonya’da ABD’de, Avrupa’da yani dünyanın her köşesinde yaşayan işçilerin sorunlarıyla ilgileniyor. Tüm dünyada ‘ücretlerin artmasını, sendikal hakların verilmesini’ talep ediyor. Sohbet ettiğim işçiler amaçlarını da şöyle özetliyor: ‘Sınıf mücadelesini sadece ulusal değil uluslararası düzeyde de örgütlemek gerektiğine inanıyoruz. Bizler, işçi sınıfının uluslararası bir sınıf olduğuna ve bu yüzden de hem birliğinin hem de mücadelesinin uluslararası düzeyde sağlanması gerektiğine inanıyoruz.’” 1 Mayıs alanına gazeteci olarak gelen Jale Özgentürk, disiplini, düzeni, kırmızı şapka ve önlükleriyle, pankartlarında öne çıkan talepleriyle UİD-DER kortejinin alandaki en anlamlı kortejlerden biri olduğunu söylüyor. UİD-DER, miting meydanlarındaki duruşuyla, disipliniyle bu övgüleri kesinlikle hak ediyor. UİD-DER, 6 yıl önce, Türkiye işçi sınıfının patronların yüreğine korku saldığı 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin yıldönümünde kuruldu. UİD-DER’i kuran işçiler, işçi sınıfının öz örgütlenmesine inanıyorlar. Fabrikalarda, sendikalarda, grev ve direnişlerde, işçi mahallelerinde iğneyle kuyu kazar gibi, sabırla, inatla, bıkmadan usanmadan çalışıyorlar. Yıllarca verilen bu emeğin sonucunda kurdukları dernek, giderek büyüyor, sınıf mücadelesinde ilerliyor. Biz Marksistler, enternasyonalist işçiler biliyoruz ki, işçi sınıfının kapitalist sistemi yeryüzünden söküp atması için öz örgütlerini kurması ve öz disiplinini mücadeleye taşıması gerekir. Bu nedenle UİD-DER gibi işçi örgütlerinin varlığı işçi sınıfı ve Marksistler için umut vericidir. Kartal’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Okurlarımızdan
Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar! Ç
ocuklarımız nasıl bir dünyaya doğuyorlar? Bazen daha hayata dair hiçbir şeyin ayırdına varamadan büyük acılar yaşıyorlar. Daha doğdukları andan itibaren çürümüş, yozlaşmış bir düzenin kirlettiği ve daralttığı duvarlara tosluyorlar. Kimisi asgari ücretle yaşamaya çalışan bir işçi ailesine, kimisi depremde yokluğa, dondurucu soğuğa karşı çıplak ayaklarıyla direnen insanların olduğu Van’da bir çadıra, kimisi Kürt olduğu için yok edilmek istenen bir ulusun acılarla kavrulmuş coğrafyasında savaşın, kurşunların göbeğine doğuyor. Onlar kocaman gözleriyle etraflarına bakıyorlar ve çoğu kez gördüklerini anlamakta zorlanıyorlar. Ama cesaret isteyen her soruyu hiçbir şeyden korkmaksızın soruyorlar. İnsan yaşadıklarını ve nedenlerini kavrayacak yaşa geldiğinde ve zorunluluklarının bilincine vardığında neredeyse her acıya direnebiliyor ve bunlarla baş edebilmenin bir yolunu buluyor da, daha küçücük bir çocukken bedenine, ruhuna, sevincine, umuduna, oyununa gölge düşüren kahredici saldırılara karşı durmanın bir yolunu bulamıyor. Maruz kaldıklarının altından kalkamıyor. Adana Pozantı M tipi çocuk cezaevinde çocuklarımıza yapılanlar bunlardan biriydi. Duyduk, okuduk, izledik ve lanet ettik. Bu çirkin ve bir o kadar kirli kapitalist dünyayı kutsayanlar ve ondan başka çıkar yol görmeyenler kahrolsunlar istedik. Bizim çocuklarımıza neler yaptılar? Taciz ettiler, tecavüz ettiler, pırıl pırıl yüreklerini kararttılar, linç ettiler. Yapılanlar bir bıçak gibi içimize saplandı. Ve görebildiklerimiz, duyabildiklerimiz, yaşanan gerçekliğin yanında sadece koca bir kirlilik denizinde kıyıya vuranlardı. Ellerindeki taş izlerinden suç tespit edip, tespihe dizilmiş boncuk tanesi gibi dizi dizi hapishanelere tıktılar. Düşünmeyi, insan olmayı suç sayan burjuva adalet, bu mezbahaları bir de utanmadan “sevgi evi” ilan etti. Kendine yapılanları dili döndüğünce anlatıyor çocuklarımızdan biri: “Küçük bir odaya kapatıldım, oraya gelen giden bana vuruyordu. Ayaklarımı bağlayarak sopa ile dövdüler. İki gün sonra başka bir koğuşa aldılar. Bu koğuşa geçince eski koğuş sorumlusu küçük bir kâğıda, ‘Bunlar terörist, bunları ez’ diye yazıp yeni koğuş sorumlusuna verdi. Bu koğuşta da sürekli dayak yedim. Koğuş sorumlusu, bir arkadaşımızı basketbol potasına boynundan astı, tam boğulmak üzereyken indirdiler. Bu nedenle onu arkadaşlarımla dövmeye kalktık. Bunun üzerine götürüldüğümüz müdür odasında müdür bizi dövüp, koğuşa gönderdi. Koğuşta da sürekli dayak ve kötü muamele sürdü.” Bunlar anlatılabilecek olanlardır. Ya anlatılamayanlar? Tecavüze uğrayanlar yaşadıklarını sanki kendileri değil de başka arkadaşları yaşamış gibi anlattılar. O küçücük bedenleriyle hayatları boyunca ne büyük bir ağırlık taşıdıklarının farkındaydılar. Çocuklarımıza bütün bunlar, bir daha isyan etmesin, insan olmasın, cesaretle haksızlıklara karşı durmasın, duramasın diye yapılmıştı. Hapishane denilen o kör kuytularda 2 bin 309 çocuk varmış. Devlet “baba” vermiş bu rakamları. Biz biliriz ki bize yapılan zulmün istatistiğini devlet tutuyorsa bu sayılar gerçekleri söylemez. Yalan söyler, az söyler. Ölen bizden, öldüren ondansa yok söyler. Az söyler ama azı bile
çoktur. Binlerce çocuktur. Hapistedir. Adana Pozantı M tipi Cezaevinden Ankara Sincan’a posta gelir. Gelen, özgürlüğü elinden alınmış 218 çocuktur. Ailelerinden kopartılmış, bir başka bilinmeze doğru yol açılmıştır. Adana Pozantı’da, devletin “sevgi evi” hapishanelerinde, bu Kürt çocuklarını hayına, yolsuza, uğursuza teslim edenler, ona terörist diyerek işkence edenler takdir edilir, terfi ettirilir. Şimdi o çocuklar daha yalnızdır. Çünkü aileleri yoksuldur. Her görüş gününde gidemezler Ankara’ya. Adana’dan Ankara’ya bu çocuklar için servis kaldırmaz devlet “baba”. Bırakın servisi, Adalet Bakanlığı bu yaşananların daha kanıtlanmadığını söylemiş. Bunları çocuklarımızın hayal gücünün gelişkinliğine mi yoruyorlar acaba? Yoksa devletin ve onun kolluk güçlerinin bize çok tanıdık gelen sevme yöntemi bu mu? Bakın nasıl “sevmişler” çocuklarımızı: çırılçıplak soyma, hakaret ve aşağılama, gece uyurken çıplak bedenlerine su dökme, adli tutuklularla aynı koğuşa koyup onlara da bu “sevme” görevini verme, yani taciz ve tecavüz etme özgürlüğü. Dayak atma, itaate zorlama, tuvalet temizletme, adli tutukluların kirlilerini yıkatma… Çocuk ceza ve infaz kurumlarını devlet yeniden yapılandıracakmış. Bundan sonra çocuklarımız tek kişilik odalarda kalacakmış, 24 saat gözetim altında tutulacakmış. Çocuk eğitim evleri kuracaklarmış tıpkı sevgi evleri gibi! Onlar bu masallarla insanlığı uyutmaya çalışsalar da gerçekler inatçı. Şimdi Diyarbakır’da bir cezaevinden yine çocuklardan yükseliyor çığlıklar. Hikâye yine tanıdık. 2009’da PKK lehine gösteriye katıldığı gerekçesiyle tutuklu bir çocuğumuzdan geliyor bu çığlık. Çocuklarımıza hapishanelerde daha neler yapılmaktadır? Bu ülkenin dört bir yanında onları karanlıklara hapsedenler nasıl derin izler bırakmaktadır? Elmadağ Çocuk Tutukevinde çocukların hepsinin elinde üç noktalı dövme varmış. “Görmedim, duymadım, bilmiyorum” anlamına geliyormuş. Arada dördüncü noktayı da onların küçücük ellerinde sigara söndüren polisler koyuyorlarmış. Ama bütün yaşananlara inat o çocuklar mücadeleye devam ediyorlar. Onlar mücadele ederek sadece bedenlerindeki yaraları değil, ruhlarına açılan yaraları da iyileştirecekler. Ezilen sömürülen bir sınıfın çocuğu olanın, ezilen Kürt halkının çocuğu olanın kaderini değiştirecek olan şeyin mücadele etmekten geçtiğini bilecekler ve kavgadan vazgeçmeyecekler. Bir gün bütün bunlar değişecek. Yapılanların, yaşanan acıların hesabı sorulacak. Çocuklarımızla birlikte soracağız bugünlerin hesabını. Sadece bu ülkede değil, o gün dünyanın her yerinde her ulustan çocuklarımıza yapılanları hatırlayacağız. O gün devleti, hapishanesi, bekçisi, şıracısı, bozacısıyla bu oyuna son vereceğiz. İşte o gün Nazım Hikmet’in de dediği gibi, Çocuklar inanın İnanın çocuklar Güzel günler göreceğiz Güneşli günler Motorları maviliklere süreceğiz Işıklı maviliklere …
Pendik’ten bir Marksist Tutum okuru
45
Okurlarımızdan
Yaşasın 1 Mayıs! Yaşasın Sosyalizm! 1
Mayıs, işçi sınıfının, her türlü sömürü, baskı ve zulme karşı mücadelesini ve dayanışmasını simgeleyen bir gündür. Bu 1 Mayıs’ta da tüm dünyada işçi ve emekçiler alanlara çıktılar, dayanışma içerisinde öfkelerini haykırdılar. Asya’dan Avrupa’ya milyonlarca işçi kapitalist sistemin hiçbir şey vaat etmediğini, çürüdüğünü ve yıkılması gerektiğini haykırdı. Türkiye’de de yüz binlerce işçi 1 Mayıs meydanlarına çıktı. Özellikle de İstanbul’da, sendikacıların 1 Mayıs’ı bölme çabalarına cevaben genci, yaşlısı, kadını ve erkeğiyle yüz binlerce işçi kitlesel bir biçimde alanlarda yerini aldı. Taksim Meydanı sabahın ilk ışıklarında, henüz sendika kortejleri yürüyüşe başlamadan önce dolmuştu. 1 Mayıs Meydanı bayram yeri gibiydi. Pankartları, flamaları ve bayraklarıyla meydana koşan işçiler hep birlikte sloganlarını haykırdı. İstanbul’da özellikle de son yıllarda kutlanan 1 Mayıslar oldukça kitleselleşiyor. İşçi sınıfı kendine daha bir güven duyarak meydanlara çıkıyor. 1 Mayıs mücadelesinde hayatını kaybedenlerin anıldığı saygı duruşu esnasında kitlelerin havaya kalkan sıkılı yumrukları, burjuvaziye tüm saldırılarının hesabını sorma
kararlılığı taşıyordu. AKP hükümetinin ardı ardına uygulamayı planladığı saldırılara karşı ortak sloganları yükselttik. Kıdem tazminatımızın gasp edilmesine, uzayan çalışma saatlerine, ücretlerin düşürülmesine ve tüm bu saldırıları içeren Ulusal İstihdam Projesine karşı taleplerimizi haykırdık. İnsanların on binler halinde alana akması ve alanın gün boyu hıncahınç dolu olması, işçi sınıfının yüzünü mücadeleye dönmeye başladığını müjdeliyordu. Benim de içinde yer aldığım Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği (UİD-DER) korteji, özeni, disiplini, atılan sloganların işçi sınıfının taleplerini kucaklaması ve kitleselliği açısından dikkat çekiyordu. Kızıl flamalarıyla göz dolduran UİD-DER gelecek güzel günlerin habercisiydi. Burjuvazinin pervasızlığına, saldırılarına, savaşa ve yoksulluğa karşı öldürücü darbeyi indirecek tek güç örgütlü işçi sınıfıdır. 1 Mayıs coşkusu ve heyecanıyla önümüzdeki süreçlere iki kat enerjiyle hazırlanalım. Safları sıklaştıralım! Gelecek özgür günler için 1 Mayıs mücadelesini daha da büyüterek ileriye taşıyalım. Yaşasın 1 Mayıs, Biji Yek Gulan! İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Ölüyoruz Beşer Onar… N
isan ayının sadece ilk beş gününde 16 işçi kardeşimizi kurban verdik iş cinayetlerine. Üstelik ölenlerden biri henüz on yedi yaşında gencecik bir fidandı. Hayatının baharında, henüz doyamadan birçok güzelliğe göçüp gitti aramızdan. Ne yazık ki ölümler durmadı Nisan ayının diğer günlerinde de, zaten kendiliğinden de durmaz. Esenyurt’ta, Tuzla Tersanesinde, Maraş’ta, Eskişehir’de işçiler patronların kâr düzenine canlarını vermeye devam ettiler. Henüz Nisan ayının sonuna gelmeden ölen işçi sayısı 75’i bulmuş durumda. Yani anlayacağınız ölüyoruz sessizce beşer onar. Ölümler o kadar kanıksatılmış ki bizlere, kötünün iyisine hemen razı oluveriyoruz. Geçenlerde fizik tedavi gördüğüm hastanede bu kanıksatılmaya dair bir konuşmaya şahit oldum ve “bir insanın ölümü neden bu kadar önemsiz gelir bir başka insana” diye düşündüm. Tuzla Tersanesinde patlama olmuş ve iki işçi kardeşimiz hayatını kaybetmişti bu kaza görünümlü cinayette. Yan kabinde tedavi gören iki işçi sohbete koyuldular. Biri Yalova Tersanesinde çalıştığını söyledi. Diğeri hemen Tuzla’daki patlamadan söz etti ve “haberin var mı?” diye sordu. Hemen ardından da “neden oluyor bu ölümler, önlem mi alınmıyor gerçekten?” diye ekledi. Tersane işçisi şöyle cevapladı soruyu: “Çalışma alanları çok dar bence ondan, bizim orada her tersanenin çok geniş çalışma alanları var. Son beş yılda sadece 5 kişi öldü.” İnşaat ustası olan diğer işçi bu söylenenler
46
karşısında hemen hayat tecrübesini dile getirdi: “Ya 5 kişinin ölmesi normal, sonuçta böyle şeyler olur, ama İstanbul’da sık yaşanır oldu, demek ki kader işte.” Gerçekten 5 kişinin ölmesi normal mi? Ya bir işçinin böyle düşünmesi? İnsan bir an tereddüt ediyor ve aklına sorular geliyor. Acaba kendi oğlunu kaybetseydi patlamada, yine böyle mi düşünecekti bu işçi? Sonra aklıma Erzurum’da göz göre göre boğulan TEDAŞ işçileri geldi, kameralara baka baka, kenardaki insanlara “yardım edin” diye bağıra bağıra öldüler. Tüylerim diken diken oldu, içimden bir küfür ettim sonra. Siz olsanız etmez miydiniz? Ama ölümlerimiz artık o kadar normal bir şey olarak medyada gösteriliyor ki, bunun ardında yatan gerçekler örgütsüz işçi arkadaşlar tarafından hiç görülmüyor. İnsanın bu kadar duyarsızlaştırmasına kızmadan duramıyorum. Sormak istiyorum işçi kardeşlerime “ölüyoruz be kardeşim beşer onar, hiç mi görmüyorsunuz?” diye. Bizim birbirimizden başka kimimiz var ki? Biziz hayatı ellerimizle var edenler, peki o eller neden bu dünyayı yaşanabilir kılmasın? Bunun için gereken harç tabii ki örgütlü mücadeledir. Artık seyirci kalmamalıyız ölümlere, kazalara. Normal saymamalıyız, kader olarak görmemeliyiz yaşanan katliamları. Gelin daha fazla canı kurban vermemek için, enerjimizi bu lanet olası kapitalist düzeni yıkmaya harcayalım! Gebze’den bir petrokimya işçisi
Okurlarımızdan M
Başbakan Kaplanları Güldürdü
ÜSİAD’ın 21. genel kuruluna katılan Başbakan Tayyip Erdoğan, MÜSİAD’lı işadamlarını öve öve bitiremedi. Bu “Anadolu kaplanları”nın nasıl büyüdüğünü, nasıl serpildiğini, nasıl 17 milyar dolarlık ihracat hacmine ulaştıklarını vs. ballandıra ballandıra anlattı. Bir ayda iş kazalarında sırf açgözlü patronların para hırsı yüzünden 100 işçinin iş cinayetlerine kurban gittiğini ise söylemeye tenezzül etmedi. “Biz kimsenin arasında ayrım gayrım yapmıyoruz, 70 milyonun hükümetiyiz” diyen Erdoğan, aslında kimin hükümeti ve kimin hizmetkârı olduğunu satır aralarında kendisi aktardı. Doğu ve güneydoğu illerinde fabrika açan işverenler için yollar yapıldığını, elektrik, su giderlerinin ve sigorta primlerinin devlet tarafından karşılanacağını anlatırken patronların omuzları koltuklara sığmıyordu. Asgari ücreti belirleme dönemlerinde ya da memurların zam ayı geldiğinde “aman, öldük, bittik, para yok” diyen ikiyüzlüler, konu patronlar olunca bir anda devletin bütün kasalarını açmıştı. Bugün özellikle Anadolu kentlerinde işçilerin birçok haktan yoksun olarak uzun çalışma saatleri boyunca ölümüne nasıl çalışıp bu Anadolu çakallarını kaplan yaptıklarını biliyoruz. Ama genel kurulda, sanki bunlar işçileri iliklerine kadar sömürmeden zengin olmuşlar gibi gösterildi. Patronların avukatlığına soyunan Tayyip Erdoğan, Kürt topraklarının bu asalak sömürücülere peşkeş çekilmesine göz yummayan mücadeleci Kürtlere ise verdi veriştirdi. Bunlar savaştan besleniyorlar, işsizliğin çözülmesini istemiyorlar, işyerlerini taşlıyorlar gibi ifadeler kullandı. Oysa bir gerçek var ki, bölgedeki en güzide araziler, hiçbir bedel olmadan bu MÜSİAD üyelerine peşkeş çekilmektedir. Doğal olarak da bu bölge halkında tepkiye yol açmaktadır. Burada anor-
mal olan şey bu soyguncuların arsızlığıdır. Ama bir söz vardır ya, yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış! Erdoğan aynı genel kurulda, artık her şeyin değiştiğini ve egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu söyledi. Her sene milyonlarca işçinin hakkı bir bir gasp ediliyor, kıdem tazminatının gaspı yolda, emeklilik yaşı yükseltildi, her ay bir faturaya zam geliyor, esnek çalışma, taşeronlaştırma almış başını gitmiş. Hemen her işçi işten atılma korkusu yaşıyor. En demokratik hak savunusu bile “terör eylemi” sayılabiliyor. Bir de neymiş, artık egemenlik milletinmiş, hem de kayıtsız şartsız! Erdoğan millet derken belli ki Anadolu kaplanlarını kastediyor! AKP doğuda rahatça at koşturmadığı için fena halde içerlemiş durumda. Erdoğan konuşmasında, PKK’ye tek taraflı silah bırakmasını buyurdu ve BDP’yi çözümün önünde engel olarak gösterdi. Kürtlerin asıl temsilcisinin kendi partisi olduğunu da söyledi yüzsüzce. Erdoğan uysal, kimliksiz, kişiliksiz bir Kürt halkı istiyor. 70 milyonun hükümetiyiz diyen Erdoğan bu halkın haklı taleplerine yıllardır kulak tıkıyor, Kürt halkının üzerine bombalar yağdırılmasına alkış tutuyor, Kürt analarının acılarını alaya alıyor. Hayatın acı gerçekleri gösteriyor ki, AKP hükümeti 70 milyonun değil kaplanların, çakalların hükümetidir. Kendisinin de, partisinin de MÜSİAD’ın yanında olduğunu söyleyen Erdoğan, patronların ayakta alkışlarıyla uğurlandı. Biz işçilere de anlamamız gereken bir gerçeği daha gözümüzün içine soka soka gösterdi: Bizler kendi mücadelemizi güçlendirip, kendi kurtuluş yolumuzun taşlarını örgütlenerek örmediğimiz sürece, Anadolu ve Avrupa kaplanlarına yem olmaktan kurtulamayacağız. Kıraç’tan bir metal işçisi
Bir Kıbrıs’ım Bile Yok! G
eçen gün işyerinde çay paydosunda arkadaşlarla sohbet ediyorduk. İki işçi konuşurken konu döndü dolaştı Kıbrıs’a geldi. İşçilerden bir tanesi Kıbrıs’ın bizim olduğunu, zamanında Türkler uyanık davransaydı tamamının bizim olacağını söylüyordu. İşçiler arasındaki bilinç bulanıklığı o boyutlara ulaşmış ki adamlar neyin tartışmasını yapıyor. Evine bir kilo et alamayan bir işçi bir anda koca adanın sahibi oluvermiş sanki! Neyse aradan iki gün bile geçmeden aynı işçi bu defa dert yanmaya başladı. Elektrik faturasını ödeyemediği için elektriği kesilen bu arkadaş borç harç elektriği açtırmış ve peşinden de suyu kesilmiş aynı dertten dolayı. Evde susuz kaldıklarını söylüyor ve acaba buradan bir bidon suyu nasıl alabilirim diye hesap ediyordu. Ben de dayanamayıp “yahu daha dün Kıbrıs bizim diyordun, bir parçacığını kiraya ver, hayatın kurtulsun, bırak cimriliği” dedim. Ve bu arkadaş çaresizce gülümsedi. Evet dostlar işte acı gerçek bu. Daha evimizin faturalarını ödeyemiyoruz ve kendimizi dev aynasında görüyoruz.
Bugün işçi sınıfı olarak dünyanın değerlerini üretirken en insani şeylerden bile uzak kalıyoruz. Ve patronların yalanlarının esiri olduğumuz için bulunduğumuz yeri göremiyoruz. Biz işçiler bir gerçeği görmek zorundayız, bizlerin ne söz hakkı var, ne adam gibi gezme, dolaşma, dinlenme hakkı. Patronların gözünde bizler sadece çalışmalı ve onların servetine servet katmalıyız. Bıraktık bir Kıbrıs’ımızın olmasını, var olan haklarımız her sene bir bir elimizden alınıyor. İşte örgütsüzlük bu olsa gerek, bir sürü hakkımız gasp edildi, sahip çıkamadık ama tutmuş Kıbrıs bizim diye böbürleniyoruz. Ne zaman ki adam gibi örgütleniriz ve patronların karşısına bir güç olarak dikiliriz, işte o zaman her yerin ve her şeyin üretenlerin olduğu bir toplumu inşa edebiliriz. Şüphesiz ki tüm güzellikleri hak eden üretenlerdir, fakat bir gerçek var ki onların bizim olması için örgütlenmek zorundayız. Aksi takdirde kendimizi kandırmaktan başka bir şey yapamayız. Kıraç’tan bir işçi
47
Okurlarımızdan
Asıl Sorun İtaatkâr Olmamızda M
arksist Tutum dergisinde çıkan Levent Toprak’ın “Dindar Nesil mi, İtaatkâr İşçileri mi” yazısını okuduğumda başbakanın açıklaması dikkatimi çekti. Başbakanın kendisini eleştirenlere karşı “siz bu gençliğin büyüklerine isyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz” demesi bir işçi olarak beni öfkelendirmeye yetti. Kendimizden yola çıkalım ve şöyle bir düşünelim. Daha küçücükken, okula giderken bütün öğretmenlerimize, evde bütün aile büyüklerimize, çalıştığımız işyerinde, fabrikalarda ustabaşı ve patronlara karşı biz zaten hep itaatkâr olmadık mı? Peki bundan kim kazançlı çıktı? Bugüne kadar devlet emekçilerin dini duygularını sömürerek siyaset yapmıştır. Hep şükürcü bir mantıkla büyütüldük bu zamana kadar. Devlet hep aynı mantıkla devam etti yoluna. İşçi kardeşim sen aç, açıkta kalıyorsun ama devlet sana “buna da şükret” diyor. İşçi kardeşim sen sefalet koşullarında yaşıyorsun ama, “yiyecek bir dilim ekmeği bulamayan Somali’ye bak ve şükret” diyor sana devlet. Aldığın ücret hiçbir şeyine yetmezken, devlet her gün elektriğine, suyuna, doğalgazına, yediğin ekmeğine ve içtiğin suya zam yapıyor. Ama buna da şükretmeyi dayatıyor bize. İş işçiye zam yapmaya geldiğinde para yok. Oysa patronları semirtmeye gelince para çok. Belki her şeye
şükredebiliyoruz, ama açlığa nasıl ve nereye kadar şükredebiliriz? Her geçen gün koşullarımız ağırlaştırılıyor. Bilinçli işçiler olmak zorundayız. Devletin politikalarına, yalanlarına kanmamak için bilinçlenip örgütlenmeliyiz. İşçiden yana ve emekten yana olan yayınları takip etmeliyiz. Marksist Tutum dergisi işçi sınıfına kılavuzluk ediyor. Burjuva medyanın yalanlarına kanmamak için, işçi sınıfının siyasetini doğru bir şekilde yürütebilmek için Marksist Tutum okumalıyız. Kapitalistlerin dini, imanı daha fazla kâr, daha fazla paradır. Bu uğurda yapamayacakları şey yok. Biz işçilerin din, dil, ırk, mezhep ayrımcılığının olmadığı, açlığın ve sefaletin olmadığı, sömürüsüz bir dünyayı var etmek için mücadele etmekten başka şansımız yok. Kapitalist sistemi tarihin çöp tenekesine göndermenin yolunu da, bu düzeni ortadan kaldırmanın yolunu da işçi sınıfının devrimci dünya görüşü olan Marksizm gösteriyor. Marksist önderlerin bize miras bıraktığı ışığı taşıyarak kurtuluşumuzun yolunu açmalıyız. İşçi sınıfının yapacağı tek şey hedefe kilitlenmekten geçer. Hedef belli! Yaşasın İşçilerin Uluslararası Mücadele Birliği! Esenler’den bir çorap işçisi
Maçlar Banko, Ya Kaybolan Hayatlar? M
erhabalar. Gün içerisinde belki fabrikamızda, belki okulumuzda, belki yolda yürürken ya da bir başka şekilde karşılaştığımız bir durumdan bahsedeceğim sizlere: Adeta insanların gözlerinin kapanmasına yol açan futbol ve iddia çılgınlığı… Gün içinde pek çoğumuzun karşılaştığı bu durumla ben de bu kez bir minibüs yolculuğu sırasında karşılaştım. Minibüsle yolda ilerlerken hemen önümde oturan iki kafadar arkadaş hararetle bir konu üzerinde tartışıyorlardı ve neredeyse birbirleriyle gırtlak gırtlağa girecek durumdaydılar. Onların bu durumu benim de ilgimi çekti elbette ve hemen kulak kabarttım acaba nedir onları bu kadar hararetlendiren şey diye ve tartışmalarını dinlemeye koyuldum. Anladım ki akşam oynanacak bir maçta banko takımı tartışmaktalar ve maç oranları üzerinde derinlemesine bir hesaplamaya girişmişler. “İki banko buldum oğlum, iki tane daha bulup 100 lira bastım mı bu hafta deme keyfime” dedi birisi. Diğeri ise, “senin buldukların banko değil oğlum, bu kupona o kadar para basarsan kesin yatar” diye itiraz etti ona. Tartışma böyle alevlenip çeşitli yerlere kaydı, hatta yer yer küfürleşmelere kadar gitti. Bu mesele
48
onların çevrelerini algılamalarını sıfırlaştırmış, onları anlamsız bir çılgınlığa ve anlamsız bir tartışmaya sürüklemişti. Aslında bu iki kafadar gibi pek çok insan bu çılgınlığa ortak olmuş durumda. Sistemin ortaya çıkardığı cinnetlere, cinayetlere, katliamlara, yaşanan iş kazalarına, milyonların açlığı ve yoksulluğuna ve buna benzer pek çok yakıcı soruna sırtlarını dönmüş durumda bu iki kafadar ve onlar gibi niceleri. Ben de hemen içimden şu soruyu soruyorum, “maçlar banko ama ya kaybolan hayatlar?”… Kapitalist sistem aslında kendi kötülüklerini gizlemek için, yaşananları görmememiz için, bizleri uyutmak için o kadar çok aygıt geliştirmiş ki, ne dünyayı algılayabiliyoruz ne acılarımızı algılayabiliyoruz ne de sevinçlerimizi anlamlı bir şekilde yaşayabiliyoruz. Büyük bir çoğunluk, kör bir şekilde insanların yaşadığı acıları, kötülükleri göremez halde. İnsanlığı yok eden bu sisteme karşı örgütlü bir şekilde mücadele etmeli ve kapitalist sistemi ve onun pisliklerini ortadan kaldırmalıyız. Ancak o zaman dünyamız ve hayatlarımız daha güzel ve yaşanabilir bir hale gelecektir. Mersin’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci