Mt no 87

Page 1

Haziran 2012

İşçi Sınıfının Enternasyonal Dayanışmasını Güçlendirelim! • 1 Mayıs ‘77 tartışmaları

87

• Anti-kapitalist müslümanlar ve sol • Kriz, plütokrasi, sınıf mücadelesi • Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum /2 • Yunanistan’da reformizm tuzağı


1 Mayıs 1977 Tartışmaları Üzerine Selim Fuat

2

012 1 Mayıs’ının emekçi yığınları dünyanın dört bir köşesinde ve Türkiye’de önceki yıllara göre daha geniş biçimde mücadele alanlarına çektiğine tanık olduk. Özellikle Taksim’deki kutlamalarda, 1 Mayıs meydanını kendi sesini duyuracağı bir emek kürsüsü olarak görüp alanlara akan yüz binlerin coşkusu ve heyecanı görülmeye değer bir tablo oluşturuyordu. Türkiye’de 1 Mayıslar egemen sınıfın baskıları yüzünden yakın zamana kadar çoğunlukla olağanüstü koşullarda kutlanagelmişti. On yıllardır katlanılan acılara, göğüs gerilen baskılara ve zulme rağmen var edilen 1 Mayıs geleneğinin dimdik ayakta durduğunu açık biçimde ortaya koyan bu tabloda aynı zamanda mücadele tohumlarının da yeşerdiğini görmek zor değildi. 1 Mayıs 1977’deki katliamın, 12 Eylül’ün yaşayan iki generalinin yargılanmaya başlamasıyla birlikte yeniden gündeme geldiği ve burjuva devletin gizli örgütlerinin çevirdiği dolapların mahkemede de devlet sırrı gerekçesiyle gizlenmeye çalışıldığının görüldüğü günlerde yüz binler 1 Mayıs Alanına akmıştı. Bu yüzden, yaşadıkları koşullara

karşı tepkilerini ortaya koymak için alana çıkanların duygularına ve düşüncelerine, Taksim’i 1 Mayıs Alanı yapan 1976, 1977 ve 1978 kutlamalarının anılarıyla birlikte, 1 Mayıs 1977’de Taksim’de yaşanan katliama karşı duyulan haklı öfke de ister istemez sirayet etmişti. Durum bu iken 2 Mayıs günü Habertürk kanalında bir programa katılan Halil Berktay, içinden geldiği Aydınlık grubundan pek çok kişiyle birlikte yıllardır ısıtıp ısıtıp sofraya getirdikleri, ancak bugüne kadar itibar görmeyen iddialarını bu sefer daha da küstah bir üslupla bir kez daha yineledi. Ona göre 1 Mayıs 1977’de yaşananlar burjuva devletin kirli tertipleriyle değil solun kendi kabahati sonucu gerçekleşmişti. Asıl katil maktuldü! Programda Berktay, “Devletin sola yapamayacağı bir şeyi sol kendi kendisine yapmış, ortaya bir fecaat çıkmıştı. Daha sonraki yıllar içinde bir sürü palavra atıldı. 35 yıl boyunca, davulcunun şahidi zurnacıdır misali, bu palavralar gerçek kabul edildi. O günlerde daha doğmamış olanlar geçip karşıma keskin nişancılardan bahsetmeye başladı. Sol, kendi yaptığı rezillikten bir mağduriyet efsanesi yarat-

1


marksist tutum

tı” sözlerini etmişti. Ertesi gün ise Berktay’ın köşe yazarı olduğu Taraf gazetesi de bu sözlerin tarafında iştahla yer aldığını gösterecek biçimde bu pespaye iddiayı öne çıkardı ve “77 katliamından solcular sorumlu” başlığını attı. Farklı yöndeki binlerce tanıklık, bilgi ve belge es geçilerek haber “34 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977 olayları, o gün meydanda olan Halil Berktay’a göre, birbiriyle çatışan solcuların marifeti. (...) O gün Taksim Meydanı’nda yaşananlara çok yakından tanıklık eden Tarihçi-yazar Halil Berktay’a göre, ortada ne kanlı bir derin devlet komplosu ne de etrafa gizlenmiş keskin nişancılar vardı. Sol, kendi rezilliğinden bir mağduriyet efsanesi çıkardı” sözleriyle işlendi. İlerleyen günlerde Taraf gazetesi ve Berktay “solun kendi geçmişi, tarihi ve hatalarıyla hesaplaşması gerektiği” söylemiyle sola ve sosyalistlere dönük ideolojik saldırılarını yoğunlaştırdılar. Gazetede Berktay’ın tabuları yıktığı yönünde değerlendirmeler yapıldı. Gazetenin pervasız tutumunu içine sindiremeyip yazılarına son veren yazarların ardından da, sanki ortaya tartışmaya değecek yeni bir olgu çıkmış da bu tartışılmıyormuş gibi, sosyalistlerin hiçbir meseleyi tartışacak olgunlukta olmadıklarına dair yazılar çıktı. Ayrıca Sular İdaresinin üstünden ve Intercontinental Otelinden ateş edildiğine dair hiçbir tanıklığın olmadığı yönünde tekrarlanan yazılarla Berktay’ın iddialarına editoryal destek sağlanmaya çalışıldı. Bu yöndeki ifadelerinin gazetede çarpıtılarak kullanıldığını söyleyenlerin isyanı ise kulak ardı edildi. Nihayet internet üzerinden yapılan atışmalarla birlikte tartışma giderek yaygınlaştı ve belirli bir kesimin gündemine oturdu. 1986 yılında Nokta dergisi için hazırladıkları 1 Mayıs 1977 dosyasında aynı iddiaları gündeme getiren Berktay’ın eski yoldaşı İpek Çalışlar bile tartışmanın bu derece alevlenmesine şaşırmıştı. Çalışlar “26 yıl önce o efsaneleri ortaya çıkarmıştık, o gün kimse umursamadı” diyordu. Yani yıllarca itibar görmeyen ve 2 Mayıs 1977 günkü Tercüman gazetesinde “kızıllar kudurdu” manşeti ile dile getirilip yıllarca sağcılar tarafından işlenen saptırmanın inceltilmiş versiyonundan başka bir şey olmayan bu iddialar ne olmuşsa bugünlerde kıymete binmiş ve ateşi olabildiğince harlanmıştı.

1 Mayıs 77’de ne oldu? 1 Mayıs 1977 tertibini ve bu tertip sonucu gerçekleşen katliamı yüz binlerce emekçi ve kutlamaları takip eden binlerce gazeteci ve gözlemci birlikte yaşadılar. Katliam bir anda olup bitmedi ve dakikalarca sürdü. Bu yüzden katliamı organize edenler ve onların ilişkileri belki uzun süreler gizli kalabilir ama yaşananların gerçekleşme biçiminin ve mahiyetinin gizlenmesi ya da çarpıtılması mümkün değil.

2

Haziran 2012 • sayı: 87

Zaten tanıkların önemli bir bölümünün ifadelerinin birbirini desteklemesi de bunu gösteriyor. Berktay tüm bu tanıklıklara rağmen sığ bir akıl yürütmeyle, Intercontinental Otelinden ve Sular İdaresinin üzerinden ateş açılsaydı kurşun yarası ile ölenlerin daha çok sayıda olması gerekirdi diyordu. Kurşun yarası sonucunda ölenlerin sayısı o kadar çok olmadığına göre bu iş kitlenin üzerine kurşun yağdırılmasıyla olmadı, o zaman tüm sorumluluk da ortamı geren ve “şiddet sevmekle malûl” olan solda olmalı yargısında bulunuyordu. Alanda olup bitenin sol içi çatışmanın sonucu olduğunu ve sosyalistlerin bu durumdan bir mağduriyet ürettiklerini söylüyordu. Sosyalist olanlar ağzıyla kuş tutsalar Berktay gibileri söylediklerine inandıramayacakları için gelin biz alandaki binlerce sosyalist ve devrimci işçinin tanıklıklarını bir kenara bırakalım ve dönemin CHP’li belediye başkanı Ahmet İsvan ve o dönemde bu katliamı soruşturan 2. Ağır Ceza Mahkemesinin savcısı Çetin Yetkin’in sözleriyle Taksim’de neler olduğunu anlamaya çalışalım. Berktay’ın iddialarının ardından, Ahmet İsvan, Cihan Haber Ajansına verdiği röportajda, kendisine sorulan soruları şöyle yanıtlıyordu: “DİSK görevlilerinin içinde bulunduğu belediye zabıta arabası Yeni Cami’nin önünde bir kümelenme olduğunu fark etti. Şunu da belirteyim: DİSK yetkili olarak bazı fraksiyonların meydana girmesini yasaklamıştı. Yasaklı fraksiyon Maoculardı değil mi? Evet grupların tam olarak isimlerini bilemiyorum ama genel olarak Maoculardı. Meydana girişleri yasaklandığı için DİSK’e «Moskova uşağı», «Satılmış» filan diyorlardı. Yeni Cami önündeki küme neydi? O kümelenen gençlerin elinde dürülmüş bir pankart varmış, pankart açılmadığı için kim olduğunu anlayamadılar. Zabıta araçlarındaki DİSK’liler birbirleriyle telsizden konuşuyor, ben de dinliyorum. Hiçbiri bu kümeyi tanıyamadığı için sonuçta «Bunlar bizden değil» dediler. Ve bir süre sonra Yeni Cami önündeki o kalabalık eridi, yok oldu. Sonra


sayı: 87 • Haziran 2012

Valide Camii’nin önünde yeniden kümelendiler. Aynı grup mu? Yine bilinmeyen bir grubun kümelenmesi. Yine DİSK yetkilileri aralarında telsizle konuşup anlamaya çalışıyor. Sonunda Valide Camii önündeki küme pankartlarını açtı ve anlaşıldı ki DİSK’in meydana sokmayacağız dediği gruplardan biri. Ellerinde afiş ve pankartlarıyla Bozdoğan Kemeri’ne doğru yürüdüler. DİSK, Uzel fabrikası işçilerini –ki sayılarının 2 bin kişi olduğunu sonradan öğrendim– engelleme yapmaları için tıkaç olarak yolladı. Diğer grup, yani Maocu fraksiyon bunun üstüne sol tarafa Fatih istikametine saptı. Resmen fraksiyonlar arası dama oynanıyordu. “DİSK’in görevlileri ne yaptı? Tabii onları meydana sokmamaya çalıştı ve bu iki grup arasında silahlar atıldı. Onun başlamasıyla birlikte Sular İdaresi’nin üstündenPamuk Eczanesi-Intercontinental Oteli olmak üzere bir yarım daireden ateş açılmaya başlandı. Bizlere, yani kürsüye ve şeref tribününe doğru. Ne kadar sürdü? 3-4 dakika. Ama binlerce kurşun atıldı. İnsanlar panikle kaçışmaya başladı. Ve korkup kaçan insanların üzerine polis panzerleri sürüldü. İnanılmazdı. Kabul edilemezdi. Adam kucağına çocuğunu almış, diğer elinde karısı… Kaçıyor. Polis, panzeri onların üstüne sürüyor. Bu arada ses bombası atıyor. Taksim Meydanı’nda dönüyor, bir daha geliyor, durmuyor panzer. Böyle bir manzarayı unutamam. “Sizin polisle karşı karşıya geldiğiniz an ne zamandı? Yerlerde yaralılar ölüler, perişan bir manzara. DİSK’liler gelip bizim etrafımızda koruma çemberi oluşturdu ki, tribünden inebildik. Kültür Sarayı’nın önünde iki sıra şeklinde dizilmiş toplum polisi vardı. Ben onlara doğru yöneldim. Tam bu sırada, biraz da güneşin batması nedeniyle Sular İdaresi’nin tepesinde insanlar belirdi. Siluetler diyeyim. Biraz tarif eder misiniz? Ellerinde tüfek olan 5-6 insan. Pantolonlarını potinlerinin içine sokmuş gibiydiler. Onlar görününce meydandaki insanlar feryat etmeye başladı; burada silahlı adamlar var diye. Ben de toplum polisinin başındaki polise gittim ve Sular İdaresi’nin tepesini gösterdim: «Kim bunlar? Sizin bildiğiniz insanlar mı, yoksa teröristler mi? Kim bu silahlılar?» Tam ben bunları müdürle konuşurken aralarından bir homurtu yükseldi. Benden bahsederek “Ne arıyor bu herif burada” dendiğini kulaklarımla duydum. Sonra polislerden biri sağ omzuma copla vurdu. Tabii bunu kürsünün etrafındaki çok kişi gördü ve bağrışmaya başladılar: «İsvan’ı dövüyorlar!» Sular İdaresi’nin tepesindeki adamlar kimdi sizce? Solcu fraksiyonlardan biri değildi. Çünkü tüfeklilerdi. Solcular tabanca taşırdı. Ayrıca bu adamlar olay bittikten sonra görünür oldular. Tepede belirdikleri anda ateş edilmiyordu. Solcular olsa o işi yaptıktan sonra orada beklemezdi ve solcular tüfekli değildi. Siz daha sonra savcılığa ifade verdiniz... İki kere ifade verdim. Mahkemeye bir tek patlamış silah getirmediler. Intercontinental’in ön odalarındaki po-

marksist tutum

lislerin elinde kamera kayıtları vardı. Bir tane video ya da fotoğraf gelmedi mahkemeye. O dönemde emniyet müdürü olan kişinin ifadesi bile alınmadı, inanabiliyor musunuz? Polis mi bilmem ama birileri o katliama iştirak etti. Hazırlıklıydılar, işaret bekliyorlardı. İstenmeyen fraksiyonun Taksim’e girmesi fırsat bilindi. Bana göre planlanmış olan katliam daha erken saatlerdeydi fakat benim kurduğum telsiz sistemi grubun Taksim’e girmesini gün boyunca engelleyince hesap değişti. Bütün planı bozuyormuşum meğer ben! O nedenle Berktay’ı dinlerken kulaklarıma inanamadım. Solcu fraksiyonlar silahlaştılar, evet. Ama iş ondan ibaret değildi ki. Bir güç daha işin içindeydi.” Soruşturma ve yargılama safhasını değerlendiren eski savcı Çetin Yetkin’in Milliyet gazetesindeki anlatımları ise şöyle: “Dosya üzerinde yaptığım inceleme ve duruşma sırasında yaşananları değerlendirdiğimde olayın sol gruplar arasındaki bir çatışmadan kaynaklandığını söylemek kesinlikle mümkün değil. Bunu kanıtlayan yüzlerce delil ve emare arasında aklıma ilk gelen görevli jandarma personelinin dosyadaki ifadeleri. Jandarma Üsteğmen Abdullah Erim ve Astsubay Mehmet Çağlar, Sular İdaresi’nden ateş açan kişilerin çarpışarak ele geçirildiğini ve Emniyet 1. Şube’ye teslim edildiğini söylüyor. Dönemin 1. Şube Müdürü Mete Altan böyle bir şey olmadığını söylüyor. Oysaki karakollarda görevli birkaç polis jandarmanın ifadesini doğrulayan ifade veriyor.” Eski Savcı Yetkin şöyle devam ediyor: “Ben mahkeme aşamasına kadar tüm dosyayı incelemekle görevliydim. Tek tek inceleyince bir sürü eksiklikler ortaya çıkıyordu. Ekspertiz raporu alınmamıştı. Kaç kişinin yaralandığı, yaralananların nasıl ve ne şekilde yaralandıkları, sonraki durumları tespit edilmemişti. Sadece ölüler vardı elimizde. Tabancayla vurulmuş adam. Ne otopsi yapıldı, ne de bir tespit. Sanıklar üzerinde yakalanmış tabancalar var. Bu adam hangi tabancayla vurulmuş bakılmadı. Mermiler elde edildi, tabancalar ve boş kovanlar bulundu. Ama balistik raporu yapılmadı. O kovanlar bu silahtan çıktı mı,

3


marksist tutum

çıkmadı mı ona da bakılmadı.” “Olay öncesinde, sırasında ve sonrasında çekilen fotoğraflar ve filmler incelenmedi. Silahla ateş ederken fotoğrafları çekilen ve yüzleri açıkça görülen kişilerin fotoğrafları polis arşivlerinde bulunanlarla karşılaştırılmadı, kim oldukları araştırılmadı. Ben kendim bir kısım fotoğrafları toparlamıştım. Fotoğrafların arkasını mühürleyip mahkemeye verdim. Fotoğrafların büyütülüp yüzlerinin ve ellerindekilerin belirlenmesi için Adli Tıp’a gönderildi. Sadece bir yazı geldi. O fotoğraflar sonra ortadan kayboldu. Ben incelediğimde oldukça kalın olan dosyanın sıkıyönetim mahkemesinde küçüldüğünü biliyorum.” Yetkin şunları ekliyor: “Soruşturmayı yürüten Toplum Suçları Bürosu Savcısı Muhittin Cenkdağ, ABD’li bir grubun Türkiye’ye gelişine dikkat çekti. Cenkdağ, meydana ateş edilen noktalardan biri olan Intercontinental Oteli’ne o gün için müşteri alınmaması emrinin verildiğini ancak olaydan önce havalimanına gelen ABD’li bir grubun ateş açılan kata yerleştirildiğini birkaç defa dile getirdi. O grup tedbire rağmen otele yerleştiriliyor ve olay biter bitmez oradan ayrılıp ülkeyi terk ediyor.” “Bir de Kazancı Yokuşu’nun başında torba içinde bulanan patlayıcı maddeler var. Bu maddeler adli emanete alındı. Bunun adli emanete alındığına dair makbuzu ben gördüm. Ancak, bu bombalar adli emanetten kayboldu. Adli emanetten bir delilin yok olması çok vahimdir. Bu olay çok daha büyük olacaktı. O bombalar kalabalığa atılacaktı. Ama o ilk anda bu bombaları taşıyan ya kaçtı ya yaralandı ya da öldü. O zaman bir sürü sol grup vardı. Bunlar birbirleriyle çekişirdi ama böyle büyük bir organizasyonu bu grupların yapması mümkün değildi. Ayrıca telsiz konuşmalarının çözümü de vardı dosyada. Mesela panzer şoförü ile amirinin konuşması. Amiri, panzeri halkın üzerine sürmesini istiyor, şoför ise insanlar ezilir diyerek karşı çıkıyor ama amir ısrar ediyor.” Başka hiçbir söze gerek bırakmayacak biçimde durumu anlamamızı sağlıyor bu açıklamalar. Yeterince detaylı

4

Haziran 2012 • sayı: 87

biçimde ciddi bir tertip ile katliamın gerçekleştiğini ortaya koyuyorlar. Ne var ki Berktay, siyasi dönekliğin değişmez psikolojisi olan sosyalizmi ve devrimci mücadeleyi itibarsızlaştırma takıntısının ve bir fırsat ele geçirmiş olduğu zehabının onda yarattığı şehvetle, akademik unvanı tarih profesörü olsa da kendi alanının en temel yöntem kurallarını bile çiğneyerek hükmünü veriyor. Değil mi ki bu sol “şiddet düşkünü” ve “çatışmacı” bir kültüre sahiptir, olsa olsa bu katliama da onun bu rezilliği yol açmıştır! Dönemin sosyalist örgütlerinin gerek sekterlikleri gerekse de burjuva devletin provokasyonlarına daha açık durumları sosyalistler arasında elbette eleştirilmesi ve dersler çıkarılması gereken hususlardır ve bu pek çok kez yapılmıştır da. Ancak bu zaaflara işaret edilerek, söz konusu olayda katliamın sorumluluğu hiçbir şekilde sosyalistlere yüklenemez.

Sosyalistlerin “şiddet severlikleri” meselesi Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977’ye dair iddialarının da temelini oluşturan sosyalistlerin şiddetle ilişkileri, ona göre “şiddet severlikleri” meselesi, epeyce bir zamandır yazılarında işlediği bir konudur. Berktay, Kürt sorununun geldiği noktada çözümsüzlüğe sürüklenmesinin nedeni olarak da Kürtlerin soldan aldığı mirasla şiddet sever bir politika izlemesini görmektedir. Berktay’ın bu görüşleri yüzünden çıkan tartışmalarda yakın zamanda yine Taraf gazetesinin sayfalarında epeyce bir mürekkep sarfiyatı söz konusu olmuştu. Berktay’a göre şiddetin kategorik olarak reddedilmesi gerekir. Ancak “kepaze” solcular bir türlü bu düşkünlüklerinden vazgeçmemektedirler! Berktay gibiler ne derse desin devrimci Marksizmin yolundan yürüyen sosyalistler için böylesi bir şiddet severlik söz konusu değildir. Ancak sınıf savaşımının da önlerine şiddet kullanımını çıkaracağını bilirler. Bu bilinçle hareket ederlerken de, ikiyüzlü küçük-burjuvalar gibi hâkim sınıfın şiddetiyle ezilen sınıfın şiddetini de aynı kefeye koymazlar. 12 Eylül’e giden yolları döşerken TC burjuvazisi, sosyalistleri, devrimcileri şiddet kullanmaya zorlamak için elinden geleni yapmıştı. ‘68 kuşağı elinde silahlarla siyaset sahnesine çıkmamıştı ama derhal egemen sınıfın tavizsiz ve acımasız şiddetiyle, kontrgerillasıyla, faşist hareketin eli silahlı militanlarıyla karşı karşıya kalmıştı. Tellerle boğulan, yurt binalarından atılan sosyalistler, taranan kahvehaneler ve kurşunlanan grev çadırları, tırmanan faşist terör ve işkenceler, sosyalist hareketi kaçınılmaz olarak kendini koruma ihtiyacı içerisine sürüklemişti. Sosyalistler ve sol hareket şiddete düşkünlüğünden değil ama burjuva devletin pervasız saldırıları yüzünden gerektiğinde kendini savunmak durumunda kalmıştı. Bununla birlikte, proleter devrimciliğin güçlü


sayı: 87 • Haziran 2012

marksist tutum

1 Mayıs 1977’nin bu strateji için nasıl bir başlangıç noktası oluşturduğunu bize açıkça göstermektedir. Ne var ki, Berktay’a ve onu destekleyenlere göre durum böyle değildir. Bu yüzden artık Evren ve Şahinkaya’nın avukatları savunmalarına gönül rahatlığıyla 1 Mayıs 1977’de kendilerinin bir tertiplerinin olmadığını, solcuların rezilce birbirlerine girdiklerini ve bu yüzden onlarca insanın öldüğünü yazabilirler. MİT’in de mahkeme tarafından sorulan “1 Mayıs alanında katliamın yaşandığı gün neden Intercontinental otelinde oda tutulduğu” sorusuna bir cevap vermesi gerekmez.

1 Mayıs katliamının hesabını devrimci işçi sınıfı soracaktır!

1 Mayıs 1977’de Taksim meydanında gerçekleştirilen katliam, solun birbirine düşmesinden, şiddet düşkünlüğünden vs. kaynaklanmadı. Katliam, yükselen işçi hareketinin gidişatından korkan burjuvazinin bunun önünü kesmek için oluşturduğu stratejinin gereği olarak tertiplendi.

olmadığı, küçük-burjuva devrimciliğin ve bu temeldeki bir rekabetin ağır bastığı ortamlar, burjuvazinin manipülasyon ve provokasyonlarına daha elverişli bir zemin sunarlar. Gerçek Leninist bir çalışma perspektifine sahip olamayan sosyalist örgütler de bu tuzaklara defalarca düşmüşlerdir. Bu durumun en tipik göstergelerinden biri de sol içi şiddetti. Bunlar vakıadır. Berktay’a destek vermek için yazılar döşenen Murat Belge gibiler, sosyalist hareketi “nefret dili, şiddet düşkünlüğü, dayatma kültürü”yle bezeli bir naturaya sahip olmakla itham ediyorlar. Oysa 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanında gerçekleştirilen katliam, solun birbirine düşmesinden, şiddet düşkünlüğünden vs. kaynaklanmadı. Katliam, yükselen işçi hareketinin gidişatından korkan burjuvazinin bunun önünü kesmek için oluşturduğu stratejinin gereği olarak tertiplendi. Sonrasındaki gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde burjuvazinin bu hamlesi anlaşılır bir yere oturuyordu. Mayıs ve Haziran aylarında Ecevit’e yönelik ısrarlı suikast girişimleri ve bunun sonucu olarak ordu üst kademelerinde yapılan tasfiyeler bile bunu görmek için yeterlidir. 12 Eylül’e ilerleyen süreçte ardı arkası kesilmeyen suikastlar, Maraş ve Çorum katliamları vs. ise

Sosyalistleri hiçbir şekilde dâhil olmadıkları olaylarda bile yıllarca zindanlara tıkan bir devlet geleneğinin olduğu bu ülkede, 1 Mayıs 1977’de gerçekleşen katliamda sosyalistler gerçekten pay sahibi olsalardı, mümkün olan en fazla sayıda sosyaliste bu suçlar misliyle fatura edilirdi. Buna şüphe yok. Üzerinden geçen onca yıla, hele ki askeri darbenin pençesinde geçirilen yıllara rağmen bu katliamın üzerine gidilmekten özenle kaçınılmış, bir tek fail bile yakalanmamışsa, bunun anlamı bu topraklarda yaşayanlar için gayet açıktır. Sırf bu durum bile katliamın burjuva devletin bir tertibi olduğunun kuvvetli delilidir. Bu durumun sorumlusu tüm unsurlarıyla burjuvazidir. Ondan bunun hesabını da soracak olan da devrimci işçi sınıfıdır. Liberallerin ve döneklerin sosyalistleri karalama ve itibarsızlaştırma çabaları hiçbir şekilde bunun önüne geçemeyecektir. İşçi sınıfının örgütlülük düzeyi artıkça, öncü işçilerde tarih bilinci geliştikçe, 1 Mayıs 1977’de gerçekleşen katliamın hesabını sorma isteği de işçi sınıfı içinde kuvvetlenecektir. Evet, 1 Mayıs 1977’de, Maocularla TKP’lilerin arasındaki gerilimi fırsata dönüştüren burjuva devlet, kontgerilla aygıtı aracılığıyla Taksim’i kana bulamıştır. Sosyalistlerin buna fırsat veren politik zaafları ve yanlışları elbette sosyalistler için bir tartışma, özeleştiri konusudur. Ancak bu tartışma liberallerin “sol kendisiyle yüzleşsin” yaygarasının basıncıyla yapılacak da değildir. Çünkü bu samimi bir çağrı değil sosyalistlere yönelik ideolojik bir saldırı ve karalamadır. Komünistlerin geçmişlerinden dersler çıkarmaları ve bunları kolektif deneyimlere dönüştürmeleri için döneklerin ve liberallerin çağrılarına ihtiyacı yoktur. Elbette Türkiye sosyalist hareketinin bugün yola devam etmek isteyen unsurlarının geçmişin gerçek bir muhasebesini yapma, hesabını verme gibi bir sorumlulukları ortadan kalkmış değildir. Ancak bu muhasebe sadece yakın tarihte yapılan ya da yapılamayanlarla sınırlı bir içeriğe de sahip değildir. İdeolojik-teorik bir hesaplaşmayla başlayan ve gerçekten Bolşevik temellere sahip bir örgütlenmeye yönelen bir çaba olmaksızın bu muhasebe gerçek anlamını bulmayacaktır. 

5


Anti-Kapitalist Müslümanlar ve Sol Levent Toprak

A

na akım burjuva medyada 1 Mayıs mitingi ile ilgili haberlerde sansasyonel biçimde öne çıkarılan olgulardan birisi, “Anti-kapitalist Müslüman Gençlik” olarak anılan grubun mitinge katılımıydı. Esasen 1 Mayıs öncesinden başlayan bu ilgi, 1 Mayıs sonrası doruk noktasına ulaştı denilebilir. Bu süreçte grubun çeşitli mensupları birçok TV kanalının ekranlarında, programlarda yer aldılar. Konuya ilişkin çok sayıda yazılar yazıldı. Grup 1 Mayıs’a, iş cinayetlerinde ölen işçiler için Fatih Camii’nde gıyabi cenaze namazı kıldıktan sonra yürüyüş yaparak gelmiş ve Kapitalizmle Mücadele Korteji adı altında Şişhane kolundan katılmıştı. Yürüyüş ve mitingde taşınan pankart ve dövizlerde de, atılan sloganlarda da, basına verilen beyanatlarda da grubun şu ana kadar Türkiye’de pek tanık olunmamış bir tablo sunduğu görülüyordu. Bu tabloda, İslami bir söylem çerçevesinde oldukça belirgin bir anti-kapitalist ve eşitlikçi duruş göze çarpmakta. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu, kadın sorunu, çevre sorunu gibi İslamcı kesimler arasında kimisi tabu niteliğinde olan, kimisi hiç ilgi konusu olmayan ve genelde gerici tutumların sergilendiği konularda demokrat ve özgürlükçü bir tutum sergilenmekte. Öte yandan, grup İslamcı hareketin geçmişine yönelik bir eleştiri de yapıyor ve bu temelde bir reddi miras ilanında bulunuyor. Grubun fikri esinleyicilerinden biri olarak öne çıkan İhsan Eliaçık, buna ilişkin olarak, “40 yıl önce aynı Fatih

6

Camii’nde toplanan Müslüman gençler, 6. Filo’yu taşlayan Deniz Gezmişleri taşlamışlardı. Aslında onlarla birlik olup 6. Filo’yu taşlamalıydılar. 6. Filo’yu taşlayanlar idam edildi, onları taşlayanların ideolojik devamı olanlar ise bugün iktidar. İşte bugünkü gençler bu anlayışı tersine çeviriyor. Genç ruhlar İslâm’ın özündeki hakikâti daha çabuk kavrıyorlar ve onlara hatırlatıyorlar. Sözkonusu eylem uyanış çağrısıdır. Bu zihinsel devrimdir” diyor. Ana akım burjuva medya bir yandan bir hoşluk olarak meseleye yaklaşırken, bir yandan da İslami çevreler içerisinden AKP karşıtı olan ve taassuba dayalı olmayan bir muhalefet odağının çıkması dolayısıyla konuya belli bir ağırlık veriyordu. Böylesi bir muhalefet odağının AKP tarafından başkalarına karşı ucuz biçimde kullanılan dinsel demagojiyle kolayca bertaraf edilemeyecek olmasının onları cezbettiği açıktı. Bu ana akım medyanın dışında sayılabilecek katı Kemalist yayınlar ve isimler ise bu girişime dudak büktüler, onunla alay etmeye kalktılar. AKP yanlısı burjuva medya ise sözkonusu gruba karşı genel olarak olumsuz bir tutum içinde yer aldı ve genellikle aleyhinde yayın yaptı. Hatta bunun 28 Şubat sürecinde piyasa sürülen Aczmendiler olgusu gibi hükümet karşıtı cadı kazanı kaynatmaya yönelik provokatif bir girişim olduğu da söylendi. Açıktan ya da kapalı biçimde olumsuz tutum alanların yanı sıra, bu cenahtaki kimi yayınlar ve yazarlar ise konuyu susarak geçiştirmeyi tercih ederken,


sayı: 87 • Haziran 2012

marksist tutum AKP’nin iktidarının sağlamlaşması ve İslamcı sermaye kesimlerinin iyiden iyiye palazlanması ile birlikte, özellikle son birkaç yılda, sınıf farklarının dinsel örtü ile bile gözden saklanması zor bir hâl almaya başlamıştır. Marksizmi bir kez daha haklı çıkararak, bu durum kaçınılmaz biçimde yeni siyasal eğilimlerin uç vermesini beraberinde getirmiştir. Bugün karşımıza çıkan Anti-kapitalist Müslüman Gençler olgusunu bu zeminde açıklamak mümkündür.

kimileri pek üstünde durmayarak babacan ve üstten bir tutumla “bizim mahallenin haşarı çocukları” muamelesi yaptı. Hemen hepsi beylik sözlerle İslam’da zaten “sosyal adaletin” mevcut olduğunu, bunu dile getirmek için böylesi yollar icat etmenin gereksiz ya da aşırılık olduğunu vurguladılar. Velhasıl egemenler genel olarak kendi aralarındaki siyasi farklılıklara göre bir tutum alıyorlardı. Öte yandan, sola ve işçi hareketine gelecek olursak, orada da çeşitli ve zıt tutumların olduğunu görüyoruz. Bir kısım sosyalist çevre olumlu bir yaklaşım sergilerken ve 1 Mayıs mitinginde de bu girişime sempati gösterirken, bir kısım da aşağılayıcı, küçümseyici ve dışlayıcı bir yaklaşım içinde oldu.

Nesnel zemin Bir siyasi olgu olarak İslam referanslı bir anti-kapitalist hareketi, başka siyasi olgu ve hareketleri yöntemsel olarak nasıl değerlendiriyorsak öyle değerlendirmeliyiz. Doğru bir tutum alabilmek için öncelikle bu olguyu nesnel gerçekliği içinde ele almak gereklidir. Öncelikle sorulması gereken sorular, bu hareketin hangi çelişkilerin ürünü olduğu, hangi nesnel toplumsal süreçleri ifade ettiği ve kendisini hangi politik görüş ve tutumlarla ortaya koyduğudur. Marksistlerin soracağı sorular bunlardır. Bu sorulara yeterli netlikte yanıtlar verilmeden sağlıklı bir tutum alış söz konusu olamaz. Nicedir dikkat çektiğimiz bir olgu var. İslamcı sermaye ve onun siyasi temsilcileri büyük bir zenginlik ve iktidar gücü kazanmışlardır. Yakın zamana kadar iktidardan ve zenginlikten önemli ölçüde dışlanmış olan bu burjuva kesimler bu durumları nedeniyle bir mağdur rolü oynayabiliyorlar ve yoksul emekçi kitlelerin dini duygularını istismarda bu unsuru etkin biçimde kullanabiliyorlardı. Bu sermaye çevreleri ve onların siyasi temsilcileri sınıf farklılıklarının üzerini mağduriyet söylemiyle örülmüş dinsel

bir şal ile örtebiliyorlar ve böylece dinsel kisve altında burjuvalarla emekçiler arasında bir birlik duygusu yaratabiliyorlardı. Aslında bu durum bugün de köklü biçimde değişmiş değildir. Ancak AKP’nin iktidarının sağlamlaşması ve İslamcı sermaye kesimlerinin iyiden iyiye palazlanması ile birlikte, özellikle son birkaç yılda, sınıf farklarının dinsel örtü ile bile gözden saklanması zor bir hâl almaya başlamıştır. Marksizmi bir kez daha haklı çıkararak, bu durum kaçınılmaz biçimde yeni siyasal eğilimlerin uç vermesini beraberinde getirmiştir. Bugün karşımıza çıkan Antikapitalist Müslüman Gençler olgusunu bu zeminde açıklamak mümkündür. İslamcı kesim içinde sınıf ayrımlarının gitgide belirginleşmesi kaçınılmaz biçimde bilinçlerde yansımasını bulmaktadır. Burjuvalaşma olgusu, tarihin tanıklık ettiği neredeyse tüm sonuçlarıyla birlikte son haddine dek yaşanmaktadır. 10 yıl gibi kısa bir zaman zarfında yeni zenginlerin lüks, safahat, gösteriş taşkınlıkları ayyuka çıkmış, iktidar sahipliğinin getirdiği şımarma ve küstahlık sınır tanımaz boyutlara ulaşmıştır. Buna mukabil alttaki yoksul emekçi kitlelerin nesnel yaşam koşullarında ciddi ve kalıcı bir iyileşme yaşanmamıştır. Elbette yoksul kitleleri kontrol altında tutmak için bazı göz boyayıcı sosyal politikalar uygulanmıştır ve bu uygulamalar söz konusu kitlelerin koşullarının daha kötü hale gelmesini son yıllara kadar belli ölçüde önlemiştir. Ama sadece önleme ya da sınırlı ve sallantılı türde iyileşme ancak belli bir noktaya kadar katlanılabilecek bir durum oluşturur. Hele de yeni zenginlerin bu süreçten devşirdikleri servetin ve iktidarın boyutları böylesine çıplak biçimde ortadayken ve şimdiye kadar kullanılmış mağduriyet bahanesi büyük ölçüde temelsizleşmişken, bu yoksul emekçi kesimlerin “biz niye bu süreçten böylesine nasiplenemiyoruz” diye sormasından daha doğal ne olabilir? Dahası son dönemde sömürünün daha da yoğunlaş-

7


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

masıyla birlikte yoksul emekçi kitlelerin durumlarında kötüleşme başlamış, bazı kısmi düzelmelerin yaşandığı ve kitlelerde olumlu izlenim bırakan sağlık alanı gibi alanlarda da geçici düzelme havası bozulmaya başlamıştır. Peş peşe çıkan yeni yasa ve düzenlemelerle emekçi kitlelerin sırtındaki yük gitgide artmakta ve geçim derdi ağırlaşmaktadır. Sosyalist solun çoğunluğu son çeyrek yüzyılda kente gelmiş yoksul emekçi kitlelerden büyük ölçüde yalıtık olduğu ve bu katmanlara nüfuz etme konusunda çoğunlukla basiretsiz olduğu için, bu kesimler içinde birikmekte olan hoşnutsuzluğu ve bu temelde akan yeraltı akıntılarını da doğru biçimde görememekte, değerlendirememektedir. Hoşnutsuzluğu arttıran olgulara, tüm dünyada kapitalist sistemin yaşamakta olduğu derin tarihsel bunalımı da eklemek gereklidir. Dünyanın hemen her yerinde yoksul emekçi kitleler sisteme karşı ayağa kalkmaktadır. Bu, Müslüman coğrafyada özellikle böyledir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da milyonların seferber olduğu halk isyanları gerçekleşmiş ve tarihsel önemde bir değişim süreci başlamıştır. Kitleler huzursuzdur ve daha öte harekete geçmeye yatkın bir ruh hali içine girmektedirler. Eğer Anti-kapitalist Müslüman Gençler hareketinin nesnel bir temeli olduğu iyi kavranmaz ise, tepki ve tutumlar grubun öznel varlığıyla sınırlı kalma riskini taşır. Oysa bu grubu doğuran nesnel süreçleri kavrarsak, yarın benzer başka grupların da çıkabileceğini, hatta bugünden tümüyle öngörülemeyecek yeni çeşitlenmelerin belirebileceğini anlarız. Bizce Anti-kapitalist Müslüman Gençler hareketinin ortaya çıkması bir tesadüf değildir, yukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız nesnel toplumsal-siyasal süreçlerin öznel bir ifadesidir. Daha önce Mehmet Bekaroğlu’nun yaklaşımlarını, Saadet Partisi’ndeki bölünmeyi ve Numan Kurtulmuş liderliğindeki HAS Parti’nin iktisadi ve politik düzlemde sosyal demokratımsı bir söylemle ortaya çıkışını görmüştük. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan bazı kişilerin

8

de HAS Parti’nin kuruluş sürecinde yer aldığı biliniyor. Daha sonra ise geçtiğimiz yıl Ramazan ayında Emek ve Adalet Platformu’nun zenginlere karşı gerçekleştirdiği iftar eylemleri yaşandı. Entelektüel planda da özellikle İhsan Eliaçık’ın teorik çalışmalarının tüm bu süreçte İslamcı gençler arasında ilgi uyandırışını ve tartışılmasını vb. görüyoruz. Bu olgular altta bir hoşnutsuzluğun birikmekte olduğunu ve bunun kendisine bir çıkış noktası aradığını ortaya koyan olgulardır. Bugün 1 Mayıs’ta ortaya çıkan hareketi de işte bu eğilimin sadece daha ilerlemiş ve radikal biçimde yeniden uç vermiş hali olarak görmek gerekir.

Din sorunu Anti-kapitalist Müslüman Gençler hareketi genel olarak tüm politik yelpazede bir şaşkınlık yaratmış gibi görünmektedir. Kafaları karıştıran temel nokta hiç kuşkusuz din ve İslamla anti-kapitalist görüş ve pozisyonların nasıl bir araya gelebildiğidir. Bu mümkün müydü? Bu İslamcı kesimler içinde olduğu kadar sol içinde de gündeme geldi. Örneğin, sosyalist hareket içinde Kemalizm ve Stalinizm etkisinde şekillenmiş olanlar söz konusu hareketin gördüğü ilgiden rahatsız oldular ve özellikle bu soru çerçevesinde hareket ederek solla/sosyalizmle dinin bağdaşmayacağını vurgulama ihtiyacı hissettiler. Milliyetçilik ve devletçilik gibi sosyalist toplum özleminin özüne tümüyle ters öğeleri sosyalizmle bağdaştıranların, kalkıp dinle sosyalizmin bağdaşmayacağından dem vurmaları doğrusu ilginçtir. Tarih boyunca değişik toplumlarda çok değişik sosyalizm anlayışları ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında dinsel öğelerle harmanlanmış olanları da vardır, hem de çokça. Bunlar tarihsel olarak aşılmıştır demek kolaycı bir yaklaşım olur. Evet Avrupa’da dinsel bir sosyalizm anlayışının devri çoktan geçmiştir diyebiliriz, ama daha geriden ve çok farklı bir tarihsel rotadan gelen Müslüman Doğu toplumlarında bu tür anlayışların filiz vermesi pekâlâ mümkündür. Biz bunu böyle arzuladığımız için değil, bizim dışımızdaki nesnel koşullar bunu doğurabileceği için. Hiç kuşkusuz devrimci Marksist hareketin örgütlü bir güç olarak var olması ölçüsünde, dinsel olanları da dâhil olmak üzere, her türlü küçük-burjuva sosyalizminin etki alanı daralacaktır. Sosyalist taleplerle dinin bağdaşmayacağını savunan yaklaşım, düşünsel olarak hiç de somut koşulların diyalektik tahliline dayanmayan soyut ve mekanik bir yaklaşımdır. Daha ziyade din konusundaki Marksist olmayan, darkafalı burjuva aydınlanmacılığının uzantısıdır. Toplumsal hayatın kıpır kıpır işleyen canlı gerçekliğini ve sonsuz görünümlerini değil, kafadaki dar ve önyargılı formülleri esas alan bir eğilimi yansıtmaktadır. Bu an-


sayı: 87 • Haziran 2012

layış, dini, kökleri toplumsal hayatın derinlerinde yatan bir olgu, yani tüm gerçekliği içinde toplumsal bir olgu olarak görmekten ziyade, fikri anlamda bir gerilik, bir ilkellik, kitlelerin cehaleti, eğitimsizliği vs. olarak görmeye eğilimlidir. Oysa din Marx’ın dediği gibi “ezilenin protestosu”, “kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur”. Tam da böyle olduğu için, tarihin daha önceki dönemleri bir yana, yakın zamanda Latin Amerika’da ortaya çıkan Kurtuluş Teolojisi hareketi gibi örnekler mevcuttur. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan ve 80’lerin başında Brezilya İşçi Partisi’nin (PT) kuruluşunda da yer alan bu hareket, emek ve demokrasiden yana tavır koyan din adamlarının yanı sıra kilise dışı dini hareketleri de içinde barındırır: “Brezilya’nın orta-batı bölgesindeki piskoposlar ve önde gelen rahipler Kilisenin Şiarı adıyla bir belge yayınlarlar ve şunları söyler: «Kapitalizm aşılmalıdır. O en büyük kötülük, birikmiş günah ve çürümüş kök, o, verdiği her meyveyi –sefalet, açlık, hastalık ve ölümü– çok iyi bildiğimiz bir ağaçtır. Kapitalizmin aşılması için üretim araçları (fabrikalar, toprak, ticaret ve bankalar) üzerindeki özel mülkiyet kaldırılmalıdır.» Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi’nin temel felsefesini oluşturan bu yaklaşım, Latin Amerika’nın toplumsal hareketlerin yönünü belirlemede önemli bir etkide bulundu. Kurtuluş Teolojisi’ni savunanların pratik-politik yönelimlerine bakıldığında, dönemsel Latin Amerika devrimci hareketlerine ve toplumsal devrimlerine önemli bir destek sundukları görülür.” (Mustafa Peköz, sendika.org) Türkiye’de cumhuriyeti kuran Osmanlı bürokrasisi artığı burjuva siyasi güçler din konusunda burjuva aydınlanmacılığının en kötü versiyonundan türemiş kaba, baskıcı, aşağılayıcı, hotzotçu bir tutum geliştirmişler ve kitlelerin dinsel duygularını hem manipüle etmeye çalışmışlar hem de onlarla alay etmeyi marifet saymışlardır. Ve ne yazık ki Stalinizmin okulunda yetişen Türkiye sosyalist hareketi de geleneksel olarak bu tavırları benimsemiştir. Din konusunda Bolşevikler tarafından başarıyla sürdürülen Marksizmin

marksist tutum

kurucularının tavrını benimsemek ve geliştirmek yerine, Türkiye sosyalist hareketi bu BismarkçılıkStalinizm kırması tavırlarla egemenlerin ekmeğine yağ sürmüş ve yoksul emekçi kitlelerin büyük bir kesiminin din istismarcısı gericilerin ve faşistlerin elinde oyuncak olmasına çanak tutmuşlardır. Dinsel bir çerçevede ifade edilmiş sosyalist toplum tasavvurlarının bilimsel açıdan tutarsızlıklarının, zayıflıklarının olacağı muhakkaktır. Sonuna kadar tutarlı ve bilimsel bir sosyalizm anlayışı yalnızca Marksizmde vardır. Ancak önemli olan bu değildir. Önemli olan bu tür hareketlerin mevcut somut koşullarda işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından ne gibi işlev görecekleridir. Nasıl ki küçük-burjuva sosyalizmi anlayışı türlü çeşitlemeleriyle hâlâ mevcutsa, dinsel bir söylem çerçevesinde de değişik sosyalizan görüşlerin ortaya çıkması mümkündür. Hele de Müslüman coğrafyanın tarihte ilk kez kapitalizmin derinlemesine bir nüfuzuna maruz kalarak derin sarsıntılar geçirmeye başladığı ve toplumların büyük bir kaynaşma içinde olduğu günümüz dünyasında. Bu coğrafyada ne yazık ki devrimci Marksizm adına büyük bir politik boşluk bulunmaktadır. Ağır sömürü ve baskı koşullarına maruz kalan yoksul emekçi kitlelerin özlemlerini yansıtan çeşitli sosyalizan hareketler çıkacaktır. İslamcıların şimdiye kadar üzerinde etkili olduğu emekçi kesimler arasında sosyalist fikirlere karşı geleneksel bazı önyargılar olduğu malûmdur. Her ne kadar doğru ve özenli yaklaşımlarla bunları aşmak genel olarak mümkünse de, bunun kitlesel ölçekte başarılması son derece zordur. Elbette nesnel koşulların elverişliliği ölçüsünde bunun zorluk derecesi de değişiklik gösterecektir. Bu noktada İslami çevrelerin içinden gelen demokrat ve eşitlikçi unsurların sözkonusu önyargıların aşılması sürecine önemli bir katkı yapma potansiyelleri vardır. O nedenle sosyalistlerin bu hareketi şu ana kadar ki varoluşuyla bir tehdit bir tehlike olarak görmeleri doğru bir tutum olmaz. Aksine bu gelişme, mevcut somutluğu içinde dikkatlice incelenecek olursa, sosyalist hareket için zeminin daha da elverişli hale gelmesine yardımcı olabilecek türde bir gelişmedir. Anti-kapitalist Müslüman hareket henüz yeni bir hareket ve nasıl bir evrim geçireceği konusunda aceleci belirlemeler yapmaktan kaçınmak gerekiyor. Şu anda esasen bir küçük-burjuva aydın hareketi mahiyeti taşıyan bu hareketin daha sonra yoksul emekçi kitlelerle buluşan bir taban hareketi haline gelip gelemeyeceği sorusu ortada durmaktadır. Ancak bu hareket ifade ettiği toplumsal-siyasal eğilimler bakımından nesnel olarak izlenmesi ve hatta imkân ölçüsünde ileriye çekilmesi gereken bir harekettir. Ama bu ancak Marksist sosyalist düşünceden hareket eden bir politik tutumla mümkün olabilir. Yoksa kendine solculuk/ sosyalistlik yakıştıran ama gerçekte buna hiç yakışmayan tutumlarla değil. 

9


Yunanistan’da Reformizm Tuzağı İlkay Meriç

B

urjuva liderler Avrupa Birliği’ni içine düştüğü krizden kurtarmak, ekonomik ve siyasi istikrarı sağlamak için zirve üstüne zirve yapadursunlar, son haftalarda Yunanistan, Fransa ve Almanya’da gerçekleştirilen seçimlerin arz ettiği manzara, egemenlerin bu arzularına kolayca ulaşamayacaklarını bir kez daha teyit etti. Almanya’daki eyalet seçimleri, sert saldırı programlarındaki ısrarcılığıyla AB’nin demir leydisi rolünü oynayan Merkel’in suyunun ısındığını gösterdi. 6 Mayısta gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Fransız işçi sınıfı kemer sıkma politikalarına duyduğu öfkeyi, Sarkozy’yi koltuğundan devirip bir “sosyalist” adayı 17 yılın ardından iktidara taşıyarak ortaya koydu. Yunan işçi sınıfı ise, aynı gün gerçekleştirilen parlamento seçimlerinde, faşist cuntanın 1974’te devrilmesinden bu yana bir tahteravalli oyunuyla emekçi kitleleri oyalayan Yeni Demokrasi ve PASOK’u sandığa gömdü. Yunan emekçilerin neo-liberal saldırı politikalarına ve kemer sıkma programlarına duyduğu öfke politik bir depreme yol açarken, burjuva siyaset sahnesindeki çıkışsızlığın seçimler aracılığıyla bir kez daha tescillenmesi egemen sınıfı derin kaygılara boğdu. Düzenin geleneksel partileri Yeni Demokrasi ve PASOK’un oy oranları toplamı 2009

10

seçimlerinde %80’e yaklaşırken, bu seçimlerde %32’ye düştü. Bununla birlikte, %3’lük seçim barajını geçtikleri halde gerekli çoğunluğu sağlayamayan yedi partinin koalisyon çabaları da başarısızlıkla sonuçlandı. Parti

Oy oranı (%)

Koltuk sayısı

Yeni Demokrasi

18,8

58 + 50

Syriza

16,8

52

PASOK

13,2

41

Bağımsız Yunanlar

10,6

33

Komünist Parti

8,5

26

Altın Şafak

7

21

Demokratik Sol

6

19

Seçim kanunları gereğince, birinci gelen partiye fazladan 50 milletvekilliği verilmesi dolayısıyla, Yeni Demokrasi normalde 58 milletvekilliği kazanırken bu sayı 108’e çıkmış ve hükümet kurma görevi ilkin ona verilmişti. Ancak seçimlerden önce hükümet ortağı olan bu sağ partinin koalisyon görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandığı


sayı: 87 • Haziran 2012

gibi, aynı denemeye girişen Syriza ve PASOK da benzer bir neticeyle karşılaştı ve nihayetinde seçimlerin 17 Haziranda tekrarlanması kararı alındı. Görüldüğü üzere, burjuvazi dizginleyemediği kitle hareketi karşısında duyduğu korkuyla, seçimlere gidip zaman kazanmaktan medet ummuş, ancak seçimler egemen sınıfın içine düştüğü kaosun tescilinden başka bir işe yaramamıştır. Bu tablo, bir yandan kitlelerin eskisi gibi yönetilmeme arzusunu çarpıcı bir şekilde dışavururken, öte yandan burjuvazinin yönetememe krizinin iyice derinleştiğini de gözler önüne sererek, olgunlaşan bir devrimci duruma işaret etmektedir. Ne var ki bu seçimler, daha önce vurguladığımız bir diğer gerçekliğin de altını çizmiştir: Devrimci önderliğin eksikliği ve bu boşluktan yararlanan reformizmin işçi sınıfı açısından yarattığı tehlike! Mayıs seçimlerinden sonra yapılan anketler Haziranda yapılacak seçimlerde Syriza’nın oy oranının %25’e yaklaşacağını gösterirken, bu durum Syriza önderliğindeki bir sol koalisyon hükümetine yönelik reformist beklentileri de arttırmıştır. Yunan Komünist Partisi’nin (KKE) bu koalisyona katılması doğrultusundaki basınca devrimci pozlar keserek direnmesi her ne kadar bu planı belirsizliğe itse de, çabalar hız kazanarak devam etmektedir. Peki KKE’li ya da KKE’siz, böylesi bir koalisyon hükümeti gerçekte ne anlama gelecektir? Bu sorunun yanıtı elbette Syriza’nın ve KKE’nin siyasal meşrebinde yatmaktadır.

Reformizm tuzağı Syriza, yani Radikal Sol Koalisyon’dan başlayacak olursak, bu seçim blokunun adındaki “radikal” sözcüğü kimseyi yanıltmamalıdır; söz konusu olan halisinden bir reformist oluşumdur. Syriza’nın en büyük bileşenini Synaspismos oluşturmaktadır. Synaspismos’un kendisi de 1989 seçimlerinde Yunan Komünist Partisi’nin SSCB yanlısı ve avro-komünist iki kesiminin oluşturdukları bir seçim bloku olarak şekillenmiştir. Ancak 1991 yılında yaşanan bölünmede avro-komünist kesim Synaspismos’u partiye dönüştürürken, Stalinist kesim şimdiki KKE’yi oluşturmuştur. Şu anda Syriza’nın lideri konumunda olan Çipras da o dönemde KP’nin gençlik kollarından koparak Synaspismos’a geçen kadrolardan biridir. 2004 yılında ise Synaspismos ve çeşitli sosyalist gruplar, bir seçim bloku olarak Syriza’yı oluşturmuşlardır. Bununla birlikte, Syriza’nın esas gövdesi, kapitalizmi yıkmayı değil ıslah etmeyi amaçlayan Synaspismos’tan meydana gelmektedir.* Sözde sosyalist PASOK’un sınıfa ihanet politikalarının üzerinin örtülemez hale gelmesi, son süreçte Syriza’yı

marksist tutum

önemli bir çekim merkezi haline getirmiştir. 2009’da 315 bin oya ve %4,6 oy oranına sahip olan bu parti, burjuva siyaset arenasını altüst eden son derece çalkantılı üç yılın ardından oy oranında 12 puanlık bir sıçrama kaydetmiştir. Daha önce PASOK’un hâkimiyeti altında olan Atina, Pire, Selanik gibi yoğun bir işçi nüfusuna sahip kentlerden ve bölgelerden birinci parti olarak çıkmıştır. Seçimlerden sonraki koalisyon görüşmelerinde kemer sıkma politikalarına karşı duracağı yönündeki beyanlarında ısrarcı olması, Syriza’ya olan ilgiyi daha da arttırmıştır. Bunun yanında, sekter tutumundan prim vermeyen KKE’nin seçmen tabanından da Syriza’ya birkaç puanlık bir kayışın olması beklenmektedir. KKE’ye gelecek olursak, Yunanistan’da işçi sınıfının kapitalizme öfkesinin ve sosyalizme sempatisinin çarpıcı bir yükseliş kaydettiği mevcut devrimci durumda, bu parti sıçramalı bir büyüme kaydetmek yerine bellibaşlı işçi bölgelerinde oy kaybına uğramış, ülke genelinde ise bir önceki seçimlere göre sadece 1 puanlık bir artış göstermiştir. Syriza seçmen sayısını 800 bin arttırırken, KKE’deki artış 19 binin altında kalmıştır. Aslında bu durum hiç de şaşırtıcı değildir. Yıllardır her türlü kitlesel eylemde sınıfı bölen, sekterliğiyle ün salan bu parti, izlediği politikayla işçi sınıfının geniş kesimlerinde hiç de güven uyandırmadığını bir kez daha kanıtlamıştır. Başta Syriza olmak üzere başkalarını reformizmle, liberallikle suçlayan KKE, kendi reformizminin üzerini devrimci bir söylemle örtmeye çalışmaktadır. Ama bu onun sekterlikle yoğrulmuş reformizmini gizlemeye yetmemektedir. Pek devrimci geçinen KKE’nin 6 Mayıs seçimlerindeki sloganı şundan ibaretti: halkın iktidarıyla AB’den ayrılmak ve borçların tek yönlü iptali! Devrimci durum tespitleri yapılan bir süreçte, bir “komünist” partinin öne çıkarmakla övündüğü sloganlar işte bunlardır. Yunanistan, hiçbir hükümete ikircikli politikalar izleme şansı tanımayacak kadar kritik bir süreçten geçmekte-

11


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

Syriza’nın lideri Çipras

dir. Bu süreçte, en solcusu da dahil hiçbir düzen partisi, hükümet koltuğuna oturduğunda Troyka’nın dayattığı politikaları uygulamaktan kaçınamayacaktır. Tüm ülkelerde düzen partilerinin benzer politikaları uygulaması bir tesadüf değildir. KKE bunu bildiği için böylesi bir dönemde Syriza’yla ittifak yaparak bu yükün altına girip işçi sınıfının gözünde itibarını sıfırlamak istemeyerek, kendince akıllı bir politika izlemektedir. Dolayısıyla tüm devrimci lafazanlığına rağmen, onun yaptığı devrimcilik değil, kendini güvence almaya çabalayan sinsi bir reformizmdir. Burada Elif Çağlı’nın şu vurgusunu hatırlatalım: “… reformizm devrimci sözlerle örtündüğünde daha da tehlikeli hale geliyor. Sinsi reformizm diye adlandırabileceğimiz bu tür bir siyasi çizgiyi izleyenler genelde devrimin gerekliliğini açıkça yadsımaktan kaçınıyorlar. Fakat siyasal mücadele anlayışlarına damgasını vuran temel öğe, devrim uğruna örgütlenmekten ve işçi sınıfını devrim için hazırlamaktan uzak duruşlarıdır.” (Reformizm Üzerine, MT, Ocak 2006) Şurası çok açıktır ki, Syriza da, KKE de, devrimci bir programa ve anlayışa sahip olmayan, işçi sınıfının devrimci enerjisini düzen içine hapsetmeye çalışan reformist partilerdir. Elif Çağlı’nın belirttiği gibi, “Bu nitelikteki sol örgütlerin çarpıcı özelliği, mücadeleyi burjuvazinin kabul sınırları içinde tutmaya yeminli olmalarıdır. İşçi sınıfını legalizmin batağına sürükleyen bu siyasal eğilimin önderlerini, Lenin yasal Marksistler olarak niteler. Bunların, Marksizmi burjuvazinin isteklerine ve ağız tadına göre değiştirmeye çalışan siyasetçiler olduğuna dikkat çeker. Devrim böyleleri için sanki hiç gelmeyecek bir tarihe erte-

12

lenmiş boş bir düştür, devrimci içeriği tamamen boşaltılmış sosyalizm sözcükleriyle bezeli yasalcı mücadele ise her şeydir”. (age) Yunan işçi sınıfı için kurtuluş yolunun Syriza-KKE koalisyonundan geçtiğini savunanların aksine, böylesi bir reformist hükümetin, ayağa kalkan proletaryayı felçleştirerek burjuva düzene soluk alma fırsatı tanımaktan başka bir işlevi olmayacağı ortadadır. Ancak Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi reformizm devrimci durumlarda bundan çok daha tehlikeli sonuçlara da yol açar: “Reformist sosyalistler, toplumsal devrimin insanlara durduk yere nice bedeller ödeteceği, nice acılara mal olacağı düşüncesini ileri sürerek, kapitalizmin reformlar yoluyla çok daha kolay, kansız ve acısız yoldan dönüştürülebileceği yalanına sarılıyorlar. Oysa tarihsel örneklerin kanıtladığı gibi, devrim olmadan kapitalizmden kurtulmak mümkün değildir. Ve işin aslında, reformist siyaset işçi-emekçi kitlelere en büyük yenilgileri, karşı-devrimci darbe ve rejimleri armağan etmekten başka bir sonuca da hizmet etmemiştir. “İşte 1918 Alman devrimi örneği! İkinci Enternasyonalin sosyalist geçinen o koca partileri, reformist siyasetin çıkmaz yollarında dolanıp neticede karşı-devrimin zaferine davetiye çıkarmaktan öte bir işe yaramadılar. Hâlbuki devrimci mücadele çizgisi güçlendirilmiş ve işçi sınıfının devrim için örgütlenmesi başa alınmış olsaydı, tarihin akışı ne kadar da farklı olabilirdi! Alman devrimi başarıya ulaştırılabilir, Avrupa’da devrimci dalga gerilemek yerine burjuva iktidarlara karşı hücuma geçebilir ve sonuçta 1917 Ekim Devrimi de yalnız kalmaz ve bürokrasinin çizmeleri altında can vermekten kurtulabilirdi.” (age) Son üç yıldır ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte yükselişe geçen işçi hareketi karşısında Avrupa’nın pek çok ülkesinde faşist hareketin de gözle görülür bir tırmanış sergilemesi tesadüf değildir. Burjuvazi, devrim tehdidi karşısında karşı-devrimci gücünü tahkim etmekte, reformizmse izlediği politikalarla faşist yükselişin önünü açmaktadır.

Yükselişe geçen faşizm Gerek Yunanistan’daki gerekse Fransa’daki seçimler, işçi sınıfının reformizm tuzağına çekildiği gerçeğinin yanı sıra, faşist hareketin büyük bir ivmeyle yükselişe geçtiğini de gösterdi. Fransa’da faşist Marine Le Pen’in ilk turda aldığı %18 oyla üçüncü aday olarak sivrilmesinin yarattığı şaşkınlık, Yunanistan’da da faşist Altın Şafak partisinin aldığı oyla yaşandı. 2009 seçimlerinde yaklaşık 20 bin oy (%0,29) alan bu parti, Mayıstaki seçimlerde seçmen sayısını 441 bine, oy oranını ise %7’ye çıkardı ve parlamentoya 21 milletvekili sokma hakkı kazandı. 2009 seçimlerinde %6’ya yakın bir oyla parlamentoya giren ve 2011 Kasımında PASOK ve Yeni Demokrasi’nin oluşturduğu “ulusal birlik hükümeti”ne katılan LAOS,


sayı: 87 • Haziran 2012

bunun cezasını seçimlerde barajın altında kalarak ödedi. Ancak bu ırkçı partinin tabanı, bu kez de tam bir paramiliter faşist güç olarak örgütlenip piyasaya sunulmuş olan Nazi bozması Altın Şafak’a kaydı. Ekonomik krizin iflasa sürüklediği, kapitalist saldırı programlarının yaşam koşullarını katlanılmaz hale getirdiği küçük-burjuvazinin yanı sıra, işçi sınıfının işsiz ve lümpen genç kesimleri de, radikal ve düzen karşıtı demagojik bir söylem tutturan faşist partilerin potansiyel oy tabanını oluşturmaktadır. Tıpkı Fransa’da olduğu gibi Yunanistan’da da bunun başlıca sorumlusu elbette, bu alanı boş bırakan ve izlediği düzen içi politikalarla kitleleri umutsuzluğa sevk eden reformist soldur. Milliyetçi temellerde yürütülen AB karşıtlığı, korumacılık savunusu, sendikaların göçmenleri örgütlemekten uzak durması gibi faktörler, işçi sınıfı içinde de şoven eğilimleri besleyerek faşizme güç katmaktadır. Aynı şekilde, solun “yurtseverlik” adı altında pompaladığı milliyetçilik de, faşizmin kitlelerin gözünde “sıradan” hale gelmesine ve meşruiyet kazanmasına hizmet etmektedir. Ulusal gururu okşayan, “düzen”i tesis etmekten, topluma refah getirmekten söz ederek umut dağıtan Altın Şafak, anti-kapitalist bir söylemle ezilenleri kendine çekmeye çalışmaktadır. Irkçılık, Yahudi düşmanlığı, göçmen düşmanlığı ve şiddetli bir komünizm düşmanlığıyla öne çıkan Altın Şafak, açıktan açığa Alman Nazizmini örnek almaktadır. Seçimlerden sonra basın toplantısı düzenleyen liderleri odaya girdiğinde, korumaların tüm gazetecilerden ayağa kalkmalarını istemesi, aslında bu partinin ve lideri Mihaloliakos’un zihniyetini yeterince açık bir şekilde göstermektedir. 1985 yılında kurulmasına rağmen 2009’dan itibaren derinleşmeye başlayan kriz sürecine kadar son derece marjinal bir örgüt olarak kalan Altın Şafak, her ne hikmetse tam da devrimci bir durumun yaşandığı son süreçte kitle faaliyetine geçmiştir. Eski bir ajan olan Mihaloliakos tarafından kurulan, doğrudan paramiliter bir güç olarak örgütlenen ve orduyla ve polisle yakın ilişki içinde olan Altın Şafak, ipleri doğrudan devletin ve sermayenin elinde olan bir faşist partidir. Bu faşist partinin itlerinin seçimlerin üzerinden iki hafta geçmeden, demir çubuklarla, sopalarla göçmenlere saldırması ve göçmenlerin çalıştığı bir fabrikayı basmaya kalkması, onun devrim karşısında karşı-devrimin vurucu gücü olarak piyasaya sürüldüğünü çıplak bir şekilde ortaya koymaktadır. Göçmenlere, işçi hareketine ve sosyalistlere saldıran bu karşı-devrimci parti karşısında komünistlerin işçi sınıfını ciddi bir şekilde bilinçlendirmeleri ve öz-savunma güçleri inşa etmek üzere

marksist tutum

Eski bir ajan olan Mihaloliakos’un liderliğindeki Altın Şafak, ipleri doğrudan devletin ve sermayenin elinde olan paramiliter bir faşist partidir

harekete geçmeleri yakıcı bir zorunluluktur. Yunan işçi sınıfı, burjuvaziyi alaşağı edip iktidarı kendi ellerine alamadığı takdirde, faşizm ya da Bonapartizm şeklinde ortaya çıkabilecek bir karşı-devrim tehdidiyle yüz yüze kalacaktır. Burjuvazinin bu seçeneğe başvurmayı geciktirmesinin tek nedeni henüz reformizmden umudunu kesmemiş olmasıdır. Reformist bir hükümetin işçi sınıfının tansiyonunu düşürebileceğine olan inancı, onu şimdilik bu seçeneğe başvurmaktan alıkoymaktadır. Ancak kitle hareketi reformist bir hükümete rağmen yükselişine devam ederse ve o hükümeti de işlemez hale getirirse, burjuvazi elindeki son çareye başvurmaktan çekinmeyecektir. Bu koşullar altında Yunan komünistlerini çok yakıcı bir görev beklemektedir: Reformizmin gerçek yüzünü teşhir ederek kitleler nezdindeki her türlü reformist yanılsamayı yok etmek, faşizm tehdidi karşısında sınıfı uyandırıp harekete geçirmek ve iktidara giden yolda proletaryaya devrimci bir programla önderlik etmek! Yunanistan’da sınıfa önderlik edecek kadar güçlü bir devrimci örgütlülüğün henüz mevcut olmadığı doğrudur. Ancak devrimci durumlar, doğru bir politik çizgi izlediği takdirde sınıfın devrimci öncüsü açısından da hızlandırılmış olgunlaşma ve güç kazanma dönemleridir aynı zamanda. Dolayısıyla umutsuzluğa gerek yoktur, ancak bön bir iyimserliğin de sırası değildir. Gün, sadece Yunanistan’da değil tüm dünyada işçi sınıfının enternasyonalist komünist temellerdeki devrimci örgütlülüğünü güçlendirme günüdür.  _____________________ *

Synaspismos’un ekürileri Fransa ve Almanya’daki Sol Parti’lerdir. Bu partiler, neo-liberal politikalarla özdeşleşmeleri nedeniyle itibarlarını yitirmeye başlayan Fransız Sosyalist Partisi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden kopanlar tarafından, daha sol bir söylemle oluşturulmuşlardır. Amaç, söz konusu iki sosyal demokrat partinin uğradığı güç kaybının burjuva siyaset sahnesinin solunda yarattığı boşluğu doldurmaktır ve her iki ülkede de bu yeni reformist oluşumlar belli bir başarıya ulaşmışlardır. Son tahlilde burjuva işçi partileri kategorisine giren bu tür partilere ilişkin devrimci Marksist bir değerlendirme için bkz: Elif Çağlı, Burjuva İşçi Partileri Üzerine, MT, Aralık 2005.

13


K Kriz, Plütokrasi, Sınıf Mücadelesi Oktay Baran

14

apitalist kriz aşılmadı, sürüyor ve büyüyor. İçine girilen ağır ve tarihsel kriz döneminden çıkış ufukta görünmüyor. Daha düne kadar, burjuvazinin tarihsel zafer kazandığını iddia ettiği ya da artık geri döndürülemez olduğuna yemin billâh ettiği ne varsa bugün sorgulanmakta ve hedef tahtasına oturtulmaktadır. Bugün kapitalizm ve onun neoliberal ideolojisi giderek artan ölçüde sorgulanmakta ve “başka bir dünya” arayışları güçlenmektedir. Halbuki kriz patlak vermeden önce kapitalistler büyük bir özgüvenle konuşuyorlardı. Geçenlerde tekrar gündeme gelen 2005 tarihli Citigroup raporlarında ifade edilen görüşler bu özgüveni fazlasıyla sergiliyor. Bugünkü tarihsel krizin hemen öncesinde yayınlanan bu raporlarda, dünyanın efendileri, en ileri kapitalist ülkelerde zenginliğin çok büyük ölçüde toplumun çok küçük bir bölümünün elinde toplandığını söylüyorlar. Bu zenginlik birikiminin ulaştığı boyutların, toplumların ekonomik gidişatını tek başına belirleme noktasına geldiğini, ekonomik büyümenin bu bir avuç azınlığın çıkarına işlediğini itiraf ediyorlar. Mevcut sistemin istikrarının geniş halk kitlelerinin aldatılmasına (yanlış ve eksik bilgilendirilmesine) ne denli bağlı olduğunu üstü örtük bir şekilde dile getiriyorlar. Bu denli kutuplaşmanın olduğu toplumları plütonomi olarak adlandırıyorlar. İşin ilginç yanı bu durumun bir olumluluk olarak saptanması ve sürgit devam edeceğinin kabul edilmesidir. Bu duruma emekçi kitlelerin tepki vermemesinin şaşırtıcı olmakla


sayı: 87 • Haziran 2012

birlikte, bunun bir tehdit oluşturmadığı dile getiriliyor ve durumun “kontrol ve takip altında” olduğu belirtiliyor. Bu süper zengin elitin yalnızca ekonomiyi değil, siyaseti de tek başına belirlediğini itiraf ediyorlar. Bu plütokratların en pişkinlerinden biri geçtiğimiz yıl BBC’ye verdiği bir röportajda, yıllardır bu kriz dönemini beklediğini, bunun para kazanmak için mükemmel bir fırsat olduğunu, hükümetlerin hiçbirinin bu krizi çözemeyeceğini söyleyip ekliyor: “Ben bir ‘tüccar’ım. Biz hükümetlerin ekonomiyi yoluna sokup sokamayacaklarıyla ilgilenmeyiz, bizim işimiz bu durumdan para kazanmaktır.” Ardından bir başka değerli itirafı daha aynı pişkinlikle yapmaktan geri durmuyor: “dünyayı hükümetler yönetmiyor, Goldman Sachs yönetiyor.” Tüm bu olgular ne yalnızca Citigroup uzmanlarının plütonomi olarak adlandırdığı üç beş ülkeyle sınırlıdır, ne de biz Marksistler için yeni ve şaşırtıcıdır. Türkiye’de de zenginliğin giderek küçülen bir kapitalist elitin elinde yoğunlaştığını, sınıflar arasındaki uçurumun her geçen gün daha da derinleştiğini görüyoruz. 2011 yılına ait vergi rakamları bu gerçekliğin bir yönüne işaret edecek açıklıktadır. En zengin 100 Türkün toplam kişisel serveti 92 milyar TL’yi aşmışken, bunların çoğunun adına en yüksek vergi verenler listesinde rastlamak pek mümkün değildir. Bu haliyle bile, ilan edilen “100 vergi rekortmeni”nin yıllık kazancının 3 milyon 215 bin asgari ücretli işçinin kazancına denk olduğunu görüyoruz. Bu olgular kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan, bu sistem çerçevesinde kaçıp kurtulunamayacak ve hatta geri döndürülemeyecek olgulardır. Son dönemde ABD’de başlayan “İşgal Et” hareketinin, toplumsal eşitsizliğe ve gelir uçurumuna atıfta bulunmak için süper zengin eliti %1 olarak adlandırması kuşkusuz çarpıcı bir benzetmedir. Ama gerçekler gösteriyor ki, emeğin ürettiği toplumsal zenginliğin çoğu, bundan bile daha küçük bir azınlık tarafından gasp edilmektedir. Ama yine de sorunun çözümü daha adil bir bölüşümde yatmıyor, daha açık bir ifadeyle kapitalizmin kötülüğü bölüşüm alanında yaşanan adaletsiz dağılımdan kaynaklanmıyor. Bu adaletsizlik bir vakıadır ama neden değil, sonuçtur. Kapitalist sistemin ve yarattığı her türlü kötülüğün temelinde yatan şey, bölüşüm alanında gerçekleşen eşitsizlik ve adaletsizlik değil, diğer her şeyin yanı sıra bu olguyu da doğuran sömürü gerçekliğidir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve rekabete dayanan kapitalist sistem, emeğin sömürüsü temelinde yükselir. Bu sömürü bizzat üretim alanında gerçekleşir. İşçinin emeği, kendisi için giderek artan göreli bir sefalet üretirken, mülk sahibi kapitalist sınıf için saraylar, büyük bir zenginlik ve şaşalı bir yaşam üretir. Kapitalist üretim biçimi devam ettiği sürece, emeğin sömürüsünün ve buradan kaynaklanan sefaletin ortadan kalkması mümkün değildir. Kapitalist toplumda işçinin sefaletinin gerçek nedeni ücretinin düşüklüğü değil, bunu zorunlu kılan ücretli kölelik düzeni, yani yaşamak üzere emekgücünü bir ücret karşılığı satmaktan başka hiçbir çaresinin olmamasıdır.

marksist tutum

Ahlâki kapitalizm? Bugün milyarlarca insan günde bir iki dolarlık bir gelirle sefaletin pençesinde kıvranıyor ve ekonomik kriz nedeniyle her gün bu sefalet ordusuna yeni neferler katılıyor. Kapitalizmin aklayıcıları, gün geçtikçe daha da büyüyen sefalet tablosu karşısında “başka bir kapitalizm mümkün” şeklinde özetlenebilecek yalanları giderek daha yaygın ölçüde pazarlamaya çabalıyorlar. Bunlardan son dönemde moda olanlarından biri de “ahlâki kapitalizm” masalı. Bu sahtekârlığın, yoksulların dini inançlarının kötüye kullanılmasıyla, din tacirliğiyle el ele gitmesine şaşırmamak gerekiyor. Bugün Türkiye’de kendini İslamcı olarak tanımlayan gençlerin bir kısmı bile kapitalizmin yarattığı bu iğrenç tablo karşısında kendilerini anti-kapitalist olarak adlandırmaya başlarken, dindar geçinen ama ruhunu sermayeye satmış kimi burjuva kalemşorlar, ahlâki temellerde kapitalizmin ıslah edilebileceğine dair vaazlar veriyorlar. Bu gibiler, her zamanki gibi, sosyalizmin dinle bağdaşmayacağı söylemine sarılarak dindar emekçileri sosyalizmden uzak tutmaya çalışıyorlar. Özgürlük, eşitlik, adalet, barış, kardeşlik, refah ve dayanışma gibi yüksek insani değerler temelinde şekillenen sosyalist idealleri dindar insanların değerleriyle bağdaştıramayan bu zatların sömürüyü, hak gaspını, meta fetişizmini, para hırsını, bencilliği, açgözlülüğü vb. temel

15


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

alan kapitalizmi dinle bağdaştırabilmeleri, hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiklerini yeterince göstermektedir. Kapitalizm, iktisat yasaları temelinde işler ve bu yasalar arasında ahlâki değerlere yer yoktur, burjuva iktisadının denklemlerinde bu tarz değişkenler yoktur. Porno sektörünü, fuhuşu tümüyle ortadan kaldıracak, silah üretimine ve insanların birbirini çıkar uğruna katletmesine son verecek, hiçbir emek harcamadan başkalarını soymak demek olan faizi, rantı, “kâr payları”nı yok edecek bir kapitalizm hayal etmek mümkün müdür? Sermayeyi değil, emeği “kutsal” sayabilecek bir kapitalizm olabilir mi? Ya da rekabeti değil de dayanışmayı? Tüm bu tarz ahlâki ya da ıslah edilmiş kapitalizm düşünceleri, gerçekte kapitalist toplumdaki sorunları bölüşüm alanıyla sınırlayan ve onun esas olarak emeğin üretim alanındaki sömürüsüne dayandığı gerçeğinin üstünü örtmeye çalışan yalanlardan oluşmaktadır.

Umutsuzluktan öfkeye Bu tarz yalanların giderek artacağını ve türlü versiyonların piyasaya sürüleceğini biliyoruz. Nitekim sisteme dönük tepkiler artmaktadır. Özellikle SSCB’nin yıkılışından sonra kapitalist dünyada emekçilere dönük dizginsiz saldırılara eşlik eden ve arkası kesilmeyen ağır iktisadi krizler, işçi sınıfının saflarında “bir süre sonra işlerin düzeleceği” beklentisini artık yok etmiştir. Ne denli kemer sıkılırsa sıkılsın, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarında bir iyileşmenin sağlandığını söylemek mümkün değildir. Neo-liberal paradigmanın “başka yol yok” dayatması, uzun bir dönem boyunca işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını giderek kötüleştirmenin yanı sıra, çaresizlik, umutsuzluk, kinizm ve boyun eğerek kabullenme psikolojisini yaygınlaştırmayı başarmıştı. En azından son yıllara dek! Bugün artık bu umutsuzluk, gelecekten değil, kapitalist sistemden umut kesilmesi noktasına doğru yaklaşmakta, umutsuzluk sisteme karşı öfkenin ve değişim arzusunun güçlenmeye başlamasının da dinamiği olarak işlemektedir. Bu değişim arzusunu tüm ülkelerin emekçilerinde görmek mümkündür. Geçtiğimiz yıl Ortadoğu coğrafyasını sarsan devrimci isyan dalgası, derin köklerinde bu eğilimin bir dışavurumuydu. Bugün Avrupa ve ABD’de yaşanan gelişmeler de aynı kökten kay-

16

naklanmaktadır. Bu anti-kapitalist tepkiler kimi ülkelerde çok daha militan biçimlere dönüşürken, birçok ülkede tarihin yasalarını doğrular biçimde ilkin reformist eğilimlere güç vermektedir.

Savunmadan saldırıya İngiltere’de sol koalisyon Respect’in adayı Galloway’in milletvekili seçilmesi, Fransa’da sol blok adayı Melenchon’un önemli bir destek toplaması ve Hollande’ın devlet başkanlığını kazanması, Yunanistan’daki seçimlerde Syriza’nın başarısı vb. olgularda da gördüğümüz gibi, kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında düzen dışı arayışlar güçleniyor ve bu arayışların ilk uğrakları da reformist eğilimler oluyor. Bunun genel anlamı, kapitalistlerin derin bir krizi reformistler eliyle geçiştirmeye çalışmasıdır. Bunda da başarılı olamazlarsa, ki başarılı olma şansları neredeyse yoktur, sıradaki, yaygınlaşan ve tüm dünyayı kasıp kavuracak bir emperyalist savaş ile faşist ya da totaliter rejimler olacaktır. Tabii ki, komünistler üzerlerine düşen görevlerini yerine getirmeyi beceremezlerse. Tüm tarihsel deneyim, bu denli derin kapitalist krizlerden normal bir çıkış yolu olmadığını, düzen ve/veya rejim dışı arayışların güçlendiğini, siyasi kutuplaşmanın gelişerek keskinleştiğini gösteriyor. Bu koşullar altında, reformist hükümetlerin neo-liberal saldırılara karşı durmadan, en azından onun ideolojik ağırlığını kırmaya çabalamadan iktidarda kalabilmesi mümkün değildir. Böylesi tarihsel kriz dönemleri beraberinde devrimci yükselişleri ve onunla birlikte karşı-devrimi de körüklemektedir. Bir yanda faşizmin diğer yanda komünizmin güçlendiği bu tip dönemlerde işçi sınıfının devrimci örgütlülük ve bilinç düzeyidir temel belirleyici olan. Sınırsız ve dizginsiz bir sömürüye dayanan kapitalist piyasanın boğucu etkisine karşı, “başka bir dünya mümkün” çığlığının yeniden emekçi yığınlar nezdinde destek bulması, mücadele ve zafer umudunun yeniden yeşermesi ve düzen dışı arayışların güçlenmesi hiç kuşkusuz komünist hareketi güçlendirme potansiyelleri taşımaktadır. Yeter ki, reformist iktidarların yetersizliğini kuru laflar ve kof bir ajitasyonla değil, kitlelerin bilinç, örgütlülük ve mücadelesini geliştirebilecek yerinde ve devrimci taktiklerle teşhir etmeyi becerebilelim. 


Burjuva Düzen Nasıl Adalet Dağıtıyor? Serhat Koldaş

AKP demokrat pozlara bürünme olanaklarını tüketmiştir. AKP’nin Kemalizmin gadrine uğramış mazlum edebiyatı giderek etkisini yitiriyor. Hükümetin artık askeri darbe tehditlerini bahane etme şansı da kalmadı. AKP, Kürt sorununun çözümü için umut yaratma ve Kürtleri kandırma olanaklarını da yitirdi. Sivil- asker bürokrasinin eski kadroları sahneden çekildiler. Diğer burjuva muhalefet partileri de kitlelere alternatif sunacak halde değiller. Kısacası saflar netleşiyor. Bir yanda tüm örgütsüzlüklerine ve dağınıklıklarına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler, öte yanda burjuva egemenler ve onların zalim düzeni… Asıl kavga daha yeni başlıyor.

B

urjuva siyasetçiler “hukuk devleti” kavramını dillerinden düşürmüyorlar. Burjuvazi, egemenlik aygıtı olan kapitalist devleti “sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlıyor. Devletin ve düzenin adalet sisteminin “sınıflar üstü” olduğu yanılsamasını yaratmak üzere ideolojik bir propaganda yürütülüyor. Oysa burjuva devletin hukuk düzeni, egemen sınıfın en önemli baskı aygıtlarından biri olarak sömürü düzeninin devamını sağlamak üzere merkezi bir rol üstlenmektedir. Düzenin kolluk güçlerinin saldırganlığı ihtiyaç duyulduğu ölçüde gözaltı ve tutuklama terörüyle daha ileriye taşınır. Cezaevi kurumu, toplumu sindirmek ve yıldırmak üzere kolluk güçlerinin üstlendiği işlevi tamamlar. Düzen kendi adaletsizliğine yasal düzenlemelerle meşruiyet kazandırmaya çalışır. İktidar, muhaliflerini ezmek üzere, gerekli gördüğünde kendi koyduğu yasaları bile çiğnemekten kaçınmaz. Cezaevlerindeki uygulamalar, siyasi davaların akışı ve bu davalardan çıkan kararlar, “bağımsız” yargının ne mene bir şey olduğunu gözler önüne sermektedir.

Puşi davası Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül, 2010 yılında Kağıthane’de otobüs durağında otobüs beklerken şüpheli olarak gözaltına alındı. Şüpheli görülmesine sebep omuzlarındaki puşi idi. Bir süre önce bir korsan gösteri gerçekleşmişti. Puşiyi Kürtler taktığına ve Kürt olmak polis nezdinde potansiyel terörist olmak anlamına

geldiğine göre Cihan şüpheliydi. Savcılık da puşi takmayı suçlu olmak için yeterli delil saydı ve Cihan 25 ay tutuklu olarak yargılandı. Bir savcı Cihan’ın beraatını istedi. Başka bir savcı 45 yıl hapis cezası talep etti. Tutukluluk için neden yok diyen hâkimler tahliye kararı verdi. Duruşmalarda tanık olarak dinlenen polisler önce Cihan’ı tanımadıklarını söylediler. Sonraları “bakışlarından tanıdıklarını” iddia ettiler. Dava dosyasında puşi takması dışında Cihan’ın aleyhine tek bir delil dahi bulunmamasına rağmen 10. duruşmanın sonunda hâkimler Cihan’ı 11 yıl 3 ay hapse mahkûm ettiler. Son duruşmada şöyle deniyor: “Puşi tabir edilen bez parçasının suçta kullanıldığı anlaşıldığından TCK 54. maddesi gereği müsaderesine karar verilmiştir.” Puşi Kürtlerin giydiği bir aksesuar olduğundan bez parçası diye aşağılanıyordu. Aşağılık kompleksli, hazımsız, ırkçı zihniyet elinden gelse Kürtler giyiyor diye tüm puşileri yok edecek! Bu davada mahkûm edilen sadece Cihan değil Kürt kimliğinin ta kendisidir. Hrant Dink suikastı davasına bakan da aynı mahkemeydi. Dink suikastının ardında örgüt bulamayan mahkeme, puşi takan bir Kürt gencini örgüt faaliyetinden, mala zarar vermekten ve molotof atmaktan mahkûm etti.

İt iti ısırmaz! Susurluk davasından yargılanan Ağar’a 5 yıl hapis cezası verildi. 3 yıl 9 ay hapis yatacak olan Ağar’ın suç dosyası oldukça kabarık. İstanbul Emniyet Müdürü’yken “ölüm

17


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

timi” kurdurdu. Onun döneminde ev baskınlarında yüzlerce kişi infaz edildi. Ağar Türkiye tarihinin en karanlık dönemi olan 90’lı yıllara kanlı damgasını vurdu. Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde kontrgerilla aygıtının tahkim edilmesinde ve yüzlerce insanın infazında önemli rol oynadı. Binlerce kişiyi katleden Hizbullah’ın soruşturulmasını önledi. Derin devletin gözetiminde yürüyen uyuşturucu ve kara para operasyonlarında kilit rol oynadı. 1997’de gerçekleşen Susurluk kazasının ardından ortalığa saçılan belgeler yüzünden Ağar da yargılananlar arasında yer aldı. Binlerce faili meçhulün gerçekleştiği kendi dönemini “Bin operasyon yaptık” diye övünerek sahiplendi Ağar. AKP döneminde de devlet adına kan dökmüş bu tescilli caniye sahip çıkıldı. Ağar cezası kesinleştikten sonra verdiği bir röportajda şöyle diyordu: “Ceza çıkınca sağolsun bakan aradı. «Devlete emanetsin. Güvenli, uygun bir yer bulacağız» dedi. Bakıyorlar. Ben de bekliyorum. Hangi cezaevinde yatacağıma karar verdikleri zaman zaten kendim gidip teslim olacağım.” Adalet Bakanlığı, güvenlikli, konforlu ve Bodrum’daki ailesine yakın bir cezaevi ayarladı ona. Aydın’da 42 kişilik bir cezaevi ayarlandı. Cezaevindeki 50 mahkûm başka cezaevlerine nakledildi. Bakanlık, cezaevinin içinde ve dışında tadilat çalışmalarına başladı. Devlet bu kanlı katilini F tipi cezaevine kapatacak değil elbette. F tipi tabutluk cezaevleri devrimci siyasi mahkûmlar için yapılır! Geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı Sadullah Ergin gazetecilerle birlikte Silivri Cezaevini gezdi. Gazetecilere cezaevinin ne kadar hijyenik, modern, güvenlikli vb. olduğu gösterildi. Gazetelerde çarşaf çarşaf Silivri Cezaevinin reklâmı yapıldı. Paşaların kaldığı bölümlerin ne kadar konforlu olduğu malûm. Ancak diğer tutsakların kaldığı bölümler hiç de böyle değil. Haftada 10 saat farklı koğuşların birbirleriyle buluşma hakları güvenlik gerekçesiyle uygulanmıyor. Günde 16 saat sular kesik. 10 cezaevine 1 doktor baktığı için revirde doktor bulunmuyor. Mahkûm, aynı yazarın birden fazla kitabını aynı anda bulunduramı-

18

yor. İnsanı insandan yalıtmak üzere inşa edilen hücreler mahkûmların psikolojilerini bozuyor. Bir de siyasi tutsaklar için tasarlanan çok daha vahim haldeki F tipleri var. Kürt çocukların da kapatıldığı Pozantılar var. Buralarda tecavüzler var, işkenceler var, keyfi disiplin cezaları var. Buralarda mahkûmlar tek kişilik hücrelerde ayakta sayım vermedikleri için yakınlarıyla görüşleri yasaklanıyor. F tipi tecrit hücreleri devrimcilerin iradesini kırmak ve psikolojilerini bozmak üzere tasarlandı.

Hem suçlu hem güçlü Roboski köyünden kaçağa giden yarısı çocuk yaştaki 34 Kürt, Irak sınırında uçaklarla bombalanarak hunharca katledildi. Olayı soruşturmakla görevli özel yetkili savcılık, katliamın üzerinden 150 gün geçmesine rağmen şimdiye kadar katliam emrini verenlerden hiçbirini tutuklamadı. Roboski katliamının ardından sadece katledilenlerin yakınları tutuklandı! Daha da ötesinde henüz emir komuta zincirinde yer alan komutanların hiçbirinin ifadesi bile alınmadı. Hükümet “yanlışlıkla” gerçekleştiğini iddia ettiği katliamla ilgili olarak acılı ailelerden özür bile dilemedi. Zalim ve kibirli muktedirlerin kitabında kendinden aşağı gördüğü insanlardan özür dilemek yok! Başbakan, “yasaların belirlediği tazminat konusunda çok çok ötesine geçmek suretiyle tazminatları açılan hesaplara yatırdık” diyebildi. 34 insanı katledip, ölenler için fazlasıyla tazminat ödediklerini söyleyenler, burjuva ahlâkını ve burjuva adalet anlayışını resmetmektedir. Roboski katliamının 150. gününe gelinirken İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in yaptığı açıklamalar, katliamın yanlışlıkla yapılmadığını ele verdi: “O insanlara kaçak malı veren PKK terör örgütüdür. Kaçakçılığın rantını elde eden KCK terör örgütüdür. Filmin senaristi, baş oyuncusu vardır. Figüranlara takılıp kalıyoruz.” İçişleri Bakanı, devletin katlettiği insanlar için “ölenler figüran, takılıp kalmayalım” diyor. Kürt ulusal hareketine sınır kaçakçılığından para akıyor diyerek yoksul köylüleri bombalarla imha etmeyi doğal karşılayabiliyor. Hayatını kaybedenlerin ailelerinden özür dilemek bir yana, ölenlere “figüran” diyerek cesetlerin üzerinde tepiniyor. Binlerce sivil Kürt siyasetçisi yıllardır cezaevlerinde tutuluyor. Bu tutuklular her mahkemeye çıkarıldıklarında sırf anadillerinde savunma yapmak istedikleri için savunmaları kabul edilmiyor. Mahkeme kayıtlarında “bilinmeyen bir dilde konuştular” deniliyor. Mahkeme bu tavrıyla Kürtçenin varlığını inkâr ediyor. Kürtlerin ve onların anadili olan Kürtçenin varlığını hiçe sayıyor. “Bilinmeyen dil” diyerek anadili Kürtçe olan tutuklulara da, Kürt halkına da hakaret ediyor. Anadilde konuşma hakkını ve tutukluların savunma haklarını gasp ediyor. TC’nin


sayı: 87 • Haziran 2012

marksist tutum

Burjuva adaleti özel mülkiyetin temelidir

mahkemeleri hukuku da, insan haklarını da çiğniyor. Bu düzenin mahkemeleri işte böyle “adalet” dağıtıyor. Düzenin mahkemeleri, ezilen ulusun kadınlarının mücadelesine ilham veren Leyla Zana’ya eziyet etmeye doyamıyor. Katıldığı her toplantının ardından örgüt propagandası yapmaktan dava açılıyor Zana’ya… Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına propaganda yapmakla, örgüt adına suç işlemekle yargılanan Zana’ya 10 yıl hapis cezası verildi. Ayrıca Zana siyasi haklarını kullanmaktan da men ediliyor. Öcalan’ın avukat görüşünün 9 aydır engellenmesi de hiçbir hukuki gerekçeye dayandırılamıyor. Devlet avukat görüşünü iki bahaneye dayanarak engelliyor: “Marmara Denizi’nde hava şartları bozuk” ve “avukatları taşıyacak koster bozuk”. Adalet Bakanlığı cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin görüş haklarını hiçe sayarak hukuku çiğnemektedir. Üstelik 9 aydır her hafta yalan beyanda bulunarak kabahatinin üzerine tüy dikmektedir. Devlet KCK operasyonları kapsamında Öcalan ile görüşen avukatları tutukladı. 36 avukatın tutuklanması, avukatlara gözdağı vererek savunma özgürlüğünü baskı altına almaya dönük bir operasyondur. TC’nin adaletinin bir başka göstergesi de şu anda lisede okumaları gerekirken tutuklu ya da hükümlü olarak cezaevlerinde tutulan 1500 gencin varlığıdır. Cezaevlerinde çocuklara reva görülen zulmün ne boyutlara ulaştığını geçtiğimiz aylarda Pozantı Cezaevi’nde patlayan skandal ile bir kez daha öğrendik. Hükümet patronlara, iliklerine kadar sömürebilecekleri dindar ve itaatkâr nesiller yetiştirmeyi vaat ediyor. Onların düzenine itaat etmeyen Kürt çocuklar ise hapislerde çürütülüyor. Hapis de yetmiyor. Çocuklar işkence ve tecavüzle terbiye edilmeye çalışılıyor. Şu anda cezaevlerinde 500 kadarı BDP üyesi olmak üzere 600’e yakın üniversite öğrencisi tutuklu ve hükümlü olarak tutuluyor. Üniversitelerde her protesto sonrasında devlet, gözaltı ve tutuklama terörü estiriyor.

AKP ve ardında kümelenen sermaye güçleri, sivil-asker bürokrasinin vesayetini geriletmek üzere uzun yıllar boyunca mücadele yürüttü. Bu mücadele AKP’nin iktidarı bütünüyle kendi eline almasını sağlamaya yönelikti. Bu çaba AKP’yi darbeci güçler karşısında “zoraki demokrat” bir pozisyon almak zorunda bırakmıştı. Ergenekon soruşturmasından 12 Eylül referandumuna kadar atılan her adımın asıl itkisi buydu. Geleneksel olarak finans kapitalin merkezinde yer alan, bürokrasi ve mafya ile organik ilişki içerisindeki geleneksel büyük sermayenin siyasi etkisi son 10 yıl içerisinde adım adım geriletildi. AKP, dayandığı Anadolu sermayesine “yürü ya kulum” dedi. Banka ve finans kurumlarından medyaya, derin devletten, mafyadan spor dünyasına kadar her alanda değişim yaşandı. Tekelci sermayenin hâkimiyet sahalarında yeni burjuva güçlere yer açıldı. AKP, emperyalistleşme perspektifiyle Ortadoğu ve Afrika pazarlarında Türk finans-kapitaline daha geniş bir yatırım ve ticaret alanı yarattı. İşçi sınıfının acımasız sömürüsü, artan çalışma saatleri ve işçi ölümleriyle, taşeronlaştırmayla, düşük işçi ücretleriyle, yağmalanan işsizlik fonuyla, artan vergilerle ve zamlarla karakterize olmaktadır. Onlarca yeni dolar milyarderi işte bu zeminler üzerinde türedi ve finans-kapitalin göbeğine yerleşti. Ancak nereden türerse türesin, Türk burjuvazisinin zalim ve ceberut karakteri asla değişmedi. AKP, iktidarını sağlama aldığı ölçüde bu karakteri daha açık yansıtır hale gelmektedir. Hukukun ve insan haklarının bu denli çiğnenmesi, hakkını arayan işçi ve memurlara yönelik saldırılar, adalet sisteminin bu denli büyük haksızlıklara imza atması, Kürtlere yönelik inkâr, asimilasyon ve imha uygulamaları… Tüm bunlar, büyüdükçe ve zenginleştikçe arsızlaşan sermaye sınıfının zalimliğini yansıtmaktadır. AKP demokrat pozlara bürünme olanaklarını tüketmiştir. AKP’nin Kemalizmin gadrine uğramış mazlum edebiyatı giderek etkisini yitiriyor. Hükümetin artık askeri darbe tehditlerini bahane etme şansı da kalmadı. AKP, Kürt sorununun çözümü için umut yaratma ve Kürtleri kandırma olanaklarını da yitirdi. Sivil- asker bürokrasinin eski kadroları sahneden çekildiler. Diğer burjuva muhalefet partileri de kitlelere alternatif sunacak halde değiller. Kısacası saflar netleşiyor. Bir yanda tüm örgütsüzlüklerine ve dağınıklıklarına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler, öte yanda burjuva egemenler ve onların zalim düzeni… Asıl kavga daha yeni başlıyor. 

19


Sağlıkta Kalitesiz Hizmet ve Şiddet Suphi Koray

G

aziantep’te bir doktorun bir hasta yakını tarafından bıçaklanarak öldürülmesinden sonra başta doktorlar olmak üzere sağlık çalışanları kendilerine yönelik şiddete karşı protesto eylemleri düzenlediler. Antep vakasından sonra Türkiye’nin farklı illerinden peş peşe gelen doktorlara yönelik şiddet haberleri medyada genişçe yer buldu. Erzurum, Van, İstanbul ve Tokat doktorların şiddete maruz kaldığı illerden birkaçıydı. Aslında bu vakaların artışı yeni değildir. Sağlığın ticarileştirilmesine yönelik politikaların dozajı arttığı ölçüde, bu politikaların yan etkileri de artmıştır. Sağlık hizmetini bir hak değil de kâr alanı olarak gören kapitalist sağlık politikaları, sağlık çalışanlarını ve hastaları karşı karşıya getiriyor. Bunun sonucunda hastanelerde sıklıkla yaralama, darp vb. olaylar yaşanıyor. Hatta bu vakalar kimi zaman cinayetle sonuçlanabiliyor. 2011 yılında sadece Bursa’da kayıtlara geçen 83 darp vakası bulunuyor. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti tek taraflı olarak değerlendirip sorunun arkasında yatan sebepleri irdelememek eksik ve yanlış bir değerlendirme anlamına gelir. Üstelik sorunun asıl kaynağı görmezden gelindiği için de şiddet vakaları meydana gelmeye devam eder. Bu sebeple, sorunun asıl müsebbibi olan sağlık alanında uygulanan politikaları gözden geçirmemiz gerekiyor. Sağlık, tüm dünyada neo-liberal politikaların hayata geçirilmeye çalışıldığı alanlardan birisi. İkinci Dünya Savaşının sonrasında başlayan ekonomik canlanma sayesinde proleter devrimden duyulan korkuyla benimsenen “sosyal devlet” politikaları özellikle 80’li yıllarla beraber yerini neo-liberal politikalara bırakıyordu. Sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim gibi alanlar da neo-liberal saldırıdan

20

fazlasıyla nasibini aldılar. Türkiye burjuvazisi bu süreci Özal’la başlatmış olmakla beraber, asıl patlama AKP iktidarı döneminde yaşanmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002’den sonra özelleştirmeler hız kazanmış, sermayeye yeni alanların açılması için gerekli yasalar birer birer çıkarılmıştır. Sağlık alanı da sermayenin ve onun temsilcisi AKP hükümetinin özel ilgisine mazhar oldu. AKP iktidara gelir gelmez açıkladığı Acil Eylem Planı’nda sağlık politikalarının neler olacağını da belirtmişti. Bu doğrultuda çeşitli yasalar çıkarıldı. Ayrıca, bunların haricinde çıkartılan yönetmelik, kanun hükmünde kararname ve genelgelerle sağlık alanının sermaye için dikensiz gül bahçesi haline getirilmesi amaçlandı. AKP, bu yasaları çıkartırken tepkilerin önüne geçmek amacıyla halkın yıllardır bezmiş olduğu bazı hususları öne çıkartarak çeşitli olumlu adımlar da attı. Tüm hastanelerin SSK’lılara açılması, özel hastanelerden emekçi kitlelerin de yararlanmasının sağlanması, sağlık hizmetlerine erişimin kolaylaştırılması, hastanelerin özel muayenehanelere nakil kapısı olmaktan çıkarılması, doktorlara tam gün çalışma zorunluluğunun getirilmesi, ilaç fiyatlarının düşürülmesi ve hastanelerdeki ilaç kuyruklarına son verecek düzenlemelerin yapılması vb. emekçi kitlelerin takdirini kazandı. Ancak süreç içerisinde sağlık sigortasının kapsamı daraltıldı, özel hastanelerdeki katkı payı tekrar yükseltildi, sağlık hizmetinin maliyeti artan ölçüde emekçi kitlelerin sırtına yüklenmeye başlandı, sağlık emekçilerinin hakları artan oranda gasp edildi ve sektörün önemli bir bölümü taşeronlaştırıldı. Bu arada Ocak ayında devreye sokulan genel sağlık sigortası uygulamasıyla emekçi kitlelere yeni prim yükleri bindirildi. AKP hükümeti, sağlıkta dönüşüm adı


sayı: 87 • Haziran 2012

altında yürütülen bu sinsi saldırı politikalarını “bütün vatandaşların kaliteli sağlık hizmetlerine hakkaniyet içinde erişmelerini gaye edinen” bir program olarak pazarladı. Bu dönüşümün asıl amaçları Marksist Tutum sayfalarında daha önce şu şekilde tespit edilmişti: “Birincisi; parasız sağlık hizmetinin tasfiyesi, devlete ait sağlık kurumlarının tümüyle özelleştirilerek sağlık alanının yerli ve yabancı büyük sermaye açısından kârlı bir yatırım alanı haline getirilmesi ve böylelikle bütçeden bu kamu hizmetine ayrılan kaynakların da büyük sermayeye farklı biçimler halinde aktarılması. İkincisi, sağlık emekçilerini, iş güvencesinden yoksun, sözleşmeli, esnek çalışmaya uyum sağlamış ucuz işgücü haline getirmek. Bu hedefe, sağlık emekçilerinin haklarının gasp edilmesiyle, sağlık alanındaki emek arzını arttırarak rekabetin körüklenmesiyle ve işe yeni başlayacak sağlık emekçilerinin daha baştan ağır çalışma koşullarına mahkûm edilmesiyle ulaşılmak isteniyor. İşin üçüncü bir boyutunu da, yerli ve yabancı sermayenin talepleri doğrultusunda sağlık alanında tekelleşmenin önünün açılması oluşturmaktadır.” (Oktay Baran, Tam Gün Yasası, MT, Temmuz 2009)

Sağlıkta Dönüşüm Programının sonuçları Gerek ulusal gerekse uluslararası burjuva kuruluşların sağlıkla ilgili açıklama ve raporlarında ortak olan bir şey var: Türkiye’de sağlık harcamalarının giderek arttığı fakat buna mukabil prim gelirlerinin düştüğü. Örneğin SGK başkan yardımcısı, “Yaşlı nüfusun sağlık giderleri fazladır. Buna paralel olarak da ortalama yaşam süresi hızlı bir şekilde artıyor. Bu durum daha uzun süreli emekli aylığı ödemesini beraberinde getirecek. Bu yük Sosyal Güvenlik Kurumu’nun sırtına iyice binecektir… Erken emekli ola-

marksist tutum

lım, daha fazla maaş alalım derken aslında geleceğe yönelik olarak çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğine ipotek koymuş oluyoruz” diyor. Bu yorumlar sınıfsal tercihleri ve niyetleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Burjuvazi açısından sağlık hizmeti ve emekli maaşları bütçeye yüktür, hak değil. Bu yüzden tüm dünyada burjuvazinin genel eğilimi sağlık hizmetini ticarileştirmek ve emeklilik yaşını yükseltmek yönündedir. Bu politikaların doğal sonucu olarak hastaneler şirketlere, hastalar da müşterilere dönüşmüş durumda. Kapitalizmin doğası gereği sağlık hizmeti bir hak olarak değil, sermayenin yatırım yapacağı bir alan olarak görülüyor. Sermaye herhangi bir alanda yatırım yaptığında öncelikleri ne ise, sağlıkta da aynı önceliklere sahiptir. Sağlık alanına yatırım yapan kapitalist, tıpkı metal sektörüne yatırım yapan bir kapitalist gibi maliyetlerini minimuma düşürerek kârını maksimize etmek ister. Maliyetlerin düşürülmesi için izlenen mutat yol, çalışanlara ödenen ücreti düşürmektir. Burjuva, işçiyi ne kadar çok sömürürse o kadar çok kâr eder. Bunun için ücretler aşağı çekilir, mesai saatleri uzatılır. Sağlığa yatırım yapan burjuva (kolektif işveren devlet de öyle) daha az sayıda doktor ve hemşireyle daha çok hastaya bakmanın planlarını yapar. Bu durumda doktor da parçabaşı çalışan fabrika işçisi gibi kısa sürede daha çok hastaya bakarak ücretini yükseltmek ister. Doktor, ettiği yemini unutur; hastayı bir insan olarak görmemeye başlar ve sonuç olarak gerekli ve yeterli nitelikte sağlık hizmeti verilmez. Kaliteli sağlık hizmetinin en önemli göstergelerinden birisi doktor başına düşen hasta sayısıdır. Bu rakam Türkiye’de 654, yani AB ortalamasının iki katı. Türkiye doktor başına düşen hasta sayısı bakımından Avrupa’daki 53 ülke arasında 2. sırada, hemşire başına düşen hasta sayısı bakımındansa ilk sıradadır. Sadece Sağlık Bakanlığına bağlı doktorları baz aldığımızda ise doktor başına düşen hasta sayısı 1000’i geçiyor. Bir aile hekimi ise 3500 hastaya bakmakla görevli. Bunların ortalama rakamlar olduğunu belirtelim. Nüfusun daha fazla olduğu bazı bölgelerde doktor başına düşen hasta sayısı bu rakamların çok daha üzerine çıkıyor. Doktor başına düşen hasta sayısı arttığı oranda muayene süreleri kısalıyor. Muayene süresi kısaldığı oranda da yanlış teşhis ve tedaviler artıyor. Çünkü doktorlar, doğru düzgün muayene etmeden hastaya teşhis koymak zorunda kalıyorlar. İlgisiz doktorlar, kısa muayene süreleri, yanlış tedaviler hastaların haklı olarak tepki göstermelerine sebep oluyor. Hal böyle olunca kaçınılmaz

21


marksist tutum

olarak, hasta ve hasta yakınları ile sağlık çalışanları arasında tartışmalar ve kavgalar yaşanıyor. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde uygulanan performansa dayalı ücret sistemi ise bu kavgalara adeta davetiye çıkartıyor. Performans sistemine göre, sağlık çalışanları yaptıkları işlemlerin puanlarına göre ek ücret alıyorlar. Örneğin klinik muayenesi 21 puan, genel anestezi altında muayene ise 75 puan. Doktor, daha fazla ücret alabilmek için daha çok işlem yapmaya çalışıyor. Bunun için kısa sürede daha çok hasta muayene ediliyor. Doktor hastayı puan kazanacağı bir müşteri olarak gördüğü için, kimi zaman hiç yüzüne bile bakmadan, birkaç saniye içerisinde “muayene” edip gönderiyor. Sağlık sorunu için hastaneye gelen hastalar bu ilgisiz doktorlarla karşılaşınca haklı olarak tepkilerini dile getiriyorlar. Performans sisteminin bir başka sonucu da doktorların daha fazla puan kazanacakları işlemleri tercih etmeleri oluyor. Örneğin koruyucu sağlık hizmetleri performans puanını arttırmadığı için doktorlar bu alanda gerekli hizmeti sunmak yerine “muayene” etmeyi ve reçete yazmayı tercih ediyorlar. Sorun bundan ibaret değil. Performans puanını arttırmak isteyen doktor, hastalara gereksiz tetkikler bile uygulayabiliyor. Gereksiz yere yapılan anjiyo, kolonoskopi, endoskopi ile puanlar arttırılmaya çalışılıyor. Özel hastaneler özel sağlık sigortalı hastayı yakalayınca nasıl bütün tetkik ve tahlilleri yaptırıyorlarsa, devlet hastanesinde çalışan doktorlar da aynı mantıkla gereksiz işlemler yaptırabiliyorlar. Rakamlar da buna işaret ediyor. Performans sisteminden sonra doktor başına ayakta tedavi sayısı %71, yatan hasta sayısı ise %39 artmış. Ayrıca cerrah başına düşen ameliyat sayısı ile ameliyat sonrasında yatış günü sayılarında da çarpıcı artışlar söz konusu. Bu artışlar doktor başına olduğu için toplam hasta sayısının

22

Haziran 2012 • sayı: 87

artmasından dolayı değil, performans sisteminden daha fazla yararlanmak için hızlı tedavi ve gereksiz işlemlerin yapılmasından dolayıdır. Sağlık sistemindeki bunca aksaklığa, kalitesiz ve yetersiz sağlık hizmetine rağmen, hükümet sağlık politikalarının başarısından bahsetmeye devam etmektedir. Sağlık Bakanlığı hasta memnuniyetinin %80’e çıktığını iddia ediyor. Hastanelerdeki şiddet olaylarının ise münferit vakalar olduğunu savunuyor. AKP yaşanan aksaklıkların sistemden kaynaklı olmadığını, sağlık çalışanlarının kişisel hataları yüzünden istenmeyen durumların ortaya çıktığını işliyor. AKP’nin, en göze çarpan özelliklerinden birisi siyasi arenada psikolojik harp yöntemlerini büyük bir ustalıkla yürütebilmesidir. Bu bakımdan bugüne kadar iktidara gelen partiler arasında en başarılı olanı diyebiliriz. AKP, sağlık sistemine tepki gösterenleri etkisiz hale getirmek amacıyla sağlık çalışanlarını baş suçlu ilan etmiştir. “Hekimler hastaların cebinden elini çeksin”, “hekimler iğne yapmaktan aciz”, “paracı doktorlar” gibi sözlerle toplum sağlık çalışanlarına karşı dolduruluyor. Sanki bu bozuk sağlık sisteminin müsebbibi kapitalizm değilmiş gibi! Sağlık sistemi kusursuz bir biçimde işliyor, herkes parasız ve kaliteli sağlık hizmetine ulaşabiliyormuş gibi bir hava yaratılıyor. Bütün bunların sonucunda, istediği sağlık hizmetini alamayan hastaların tepkileri başta doktorlar olmak üzere sağlık çalışanlarına yöneliyor. Tepkilerin doktorlara yönelmesinde doktorların rolünün olduğunu da görmezlikten gelemeyiz. Doktorların kendilerini ayrıcalıklı bir kast olarak görmeleri, halkı aşağılamaları, beyaz önlüğün önünde herkesin saygıyla eğilmesini beklemeleri, yaptıkları işi çok para kazanmak için seçmeleri ve çok para kazanmanın hakları olduğunu düşünmeleri, “bıçak parası” teamülü emekçilerde doktorlara karşı haklı bir tepki biriktirmiştir. Yılların biriktirdiği öfke üst perdeden konuşan, ilgi göstermeyen bir doktora karşı şiddete dönüşebiliyor. Her ne kadar doktorlar kendilerini işçi olarak görmeseler de, doktorların önemli çoğunluğu işçi sınıfının parçasıdır. Bugün Türkiye’deki doktorların küçük bir kesiminin muayenehanesi vardır. Geri kalan büyük çoğunluk ise devlet hastanelerinde veya özel sektörde ücretli işçiler olarak çalışmaktadır. Sınıfı belirleyen şey üretim araçlarıyla olan ilişkidir. Üretim araçlarına sahip olmayıp, yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan herkes işçi sınıfının bir üyesidir. Sonuç olarak, başta da söylediğimiz gibi kuru bir “hekime şiddete son” anlayışıyla hastanelerdeki şiddet olaylarının önüne geçilemez. Evvelâ hastanelerdeki çalışma koşullarının ve sağlık hizmetinin iyileştirilmesi gerekiyor. Sağlık kâr politikalarına emanet edildiği sürece bu sadece bir temenniden ibaret kalır. Sağlık gibi önemli bir hususun kâr politikalarının kurbanı olmaması için sağlık emekçileri ve diğer işçiler “sağlıkta dönüşüm” saldırılarına karşı birlikte hareket etmelidirler.


Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum /2 Elif Çağlı

Avrupa Birliği Gerçeği Emperyalist birlikler kalıcı olamaz 20. yüzyılın başlangıcından bu yana çeşitli düzeylerde emperyalist birlikler oluşmuştur ve bu tür birliklerin oluşması bugün de pekâlâ mümkündür. Ancak, kapitalist sistemin kaçıp kurtulamayacağı büyük krizler nedeniyle, bu tür birlikler her an parçalanma riskini içinde taşıyan birlikler olarak kalacaklardır. Lenin, büyük imparatorluklar kurmaya yönelik emperyalist eğilimin, pratikte, egemen ve siyasal yönden bağımsız devletlerin emperyalist ittifakı şeklinde sık sık gerçekleştirilmekte olduğuna değinir. “Böyle bir ittifak olanak çerçevesindedir ve yalnızca iki ülkenin mali-sermayesinin ekonomik kaynaşması şeklinde değil, ama onun yanı sıra emperyalist bir savaşta askeri ‘işbirliği’ biçiminde de görülmektedir” der.1 Çokuluslu şirketlerin karmaşık bir yapıya sahip olduğu ve sermayenin birlik yönündeki eğiliminin, çeşitli zıt yönlü etkenlerle karşılaşarak yol almaya çalıştığı unutulmamalıdır. Bu önemli hususu yadsıyan Kautsky, kapitalizmin ekonomik açıdan emperyalizm ötesi yeni bir evreye girmesinin mümkün olduğunu iddia etti. Hilferding’in “örgütlü kapitalizm” değerlendirmesinden hareket eden Kautsky, rekabetin ve farklı ulusal kimlikler taşıyan mali sermaye gruplarının birbiriyle mücadelesinin aşılabilece-

ğini söylüyordu. Ona göre, uluslararası düzeyde birleşmiş mali sermaye tarafından dünyanın ortaklaşa sömürülmesine dayanan yeni bir dönem, bir “ultra-emperyalizm” dönemi gerçekleşebilirdi. Kautsky’yi eleştiren Lenin, tekelci gelişmenin bir dünya tekeline doğru gittiğini söylemenin salt bir soyutlama anlamında mümkün olduğunu belirtir. Fakat “ultra-emperyalizm” konusunda ortaya konulan tüm ölü soyutlamalar, dikkati mevcut çelişkilerin derinliğinden saptırmaya hizmet edecektir. Bu tür ölü soyutlamalara karşı verilecek en iyi yanıt, bunların karşısına dünya ekonomisinin somut ekonomik gerçeklerini çıkarmaktır. Büyük sermaye grupları arasında işleyen birlik yönündeki eğilimin, ulus-devletlerin rekabetini tamamen ortadan kaldıracağını iddia etmek kapitalizmin somut yapısal özelliklerine aykırıdır. Gerçek olan bir eğilimden hareketle, sanki bu eğilim somutta yüzde yüz realize oluyormuşçasına bir uç noktaya zıplamak tamamen yanlıştır. Böyle bir yaklaşım, olguları yaşamın çelişkileri içinde kavramaya çalışan Marksist yönteme aykırıdır. Mali sermayenin birleşme eğilimi rekabeti ortadan kaldırmaz. Sermayenin tekelleşmesi ve uluslararasılaşması, ulusal ve dünya ölçeğinde çelişkileri azaltmaz, tam tersine şiddetlendirir. Öte yandan, rekabetin tekeller arası rekabet düzeyine yükselmesi gerek ulus içi gerekse ulus ötesi ekonomik birleşmeleri teşvik eder. Büyük kaynaklara sahip ABD gibi tekelci kapitalist ülkelerin varlığı, bu güce sahip olmayan

23


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

ülkelerin birlik arayışlarını güdüler. Ama hangi düzeyde olursa olsun, bu güdülerin dayandığı esas temel soyut bir birlik arzusu değil, kendi kapitalist çıkarlarını maksimize etme çabasıdır. Büyük kapitalist güçlerin dünyadaki nüfuz alanlarını paylaşmak için oluşturacakları birlikler, zayıf ülkelerin bir kısmını kapsasa dahi, öncelikle birincilerin çıkarlarını gözeten ve onlar arasındaki çekişmeleri de asla ortadan kaldırmayan emperyalist birlikler olacaktır. Bu nedenle, emperyalist birlik ve ittifakları, artık bozulmayacak, durağan ve kararlı birleşmeler şeklinde kavramak kapitalist işleyişe tamamen ters düşer. Kapitalist bloklar kalıcı olamaz. Değişen güçler dengesine bağlı olarak onlar da değişir. AB ya da benzeri birliklerin, birliğe üye olan ulus-devletler arasındaki çelişkileri tamamen ortadan kaldırabileceği ve bu devletler arasında çatışmasız bir üst-birlik dönemini başlatabileceği yolundaki varsayım gerçeklerin sınavına dayanamamıştır ve dayanamaz. Kapitalist düzen içinde çıkarların ve nüfuz bölgelerinin paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların genel ekonomik, mali, askeri gücünden başka bir temel düşünülemez. Paylaşıma katılanlar arasındaki güçler dengesi ise aynı kalamaz, değişir. Çünkü kapitalizm eşitsiz gelişme demektir ve ülkelerin, çeşitli sanayi sektörlerinin, tekellerin eşit şekilde gelişmeleri mümkün değildir. Lenin’in dediği gibi, on ya da yirmi yıl sonra emperyalist güçler arasındaki dengenin değişmeden kalacağı düşünülemez bile. Kapitalist bloklar kalıcı olamaz. Değişen güçler dengesine bağlı olarak onlar da değişir. AB ya da benzeri birliklerin, birliğe üye olan ulusdevletler arasındaki çelişkileri tamamen ortadan kaldırabileceği ve bu devletler arasında çatışmasız bir üst-birlik dönemini başlatabileceği yolundaki varsayım gerçeklerin sınavına dayanamamıştır ve dayanamaz. Emperyalizmin tarihi, diğer rakiplere karşı koyabilmek için çeşitli kapitalist güçler arasında çıkar birliği oluştuğunda, askeri, ekonomik ittifakların, koalisyonların, blokların, kurumların inşa edilebildiğinin örnekleriyle dolu. İşte Avrupa Birliği de böyle bir birliktir. Belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin kaderi de kesinlikle bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Amerika’nın rekabeti Avrupa Birliği’ni dayattı Günümüzde varlığını sürdürdüğü biçimiyle Avrupa Birliği, kimi burjuva yazarların göstermek istediğinin tersine hiç de Avrupa ülkelerinin aralarındaki sınırların kalkması yolunda ilerlemedi. Esasen birliği teşvik eden temel faktör, Avrupa’nın ortak tarihsel ve kültürel kimliğinin bütünleştirilmesi masalı değil, bu tür oluşumlar bakımın-

24

dan her zaman olduğu gibi ekonomik çıkarlardı. AET’yi AB’ye ilerleten başlıca neden, Amerikan ve Japon rakipler karşısında birleşerek daha fazla rekabet gücü kazanma güdüsüydü. Nitekim 60’lı yıllarda emperyalist güçler arasında yükselen rekabet, özellikle ABD ile Avrupa arasındaki çekişme, Avrupa’nın ekonomik birliğinin ilerletilmesi hedefine can verdi. Amerika ve Avrupa ticaret blokları arasındaki yarışma, AB yolundaki çalışmaların hızlandırılması amacıyla Avrupalı burjuva yazarlar tarafından da sıcak bir biçimde gündeme getirildi. Örneğin 1960’larda Servan-Schreiber’in Amerika Meydan Okuyor adlı kitabı türünün önemli bir örneğiydi.2 Mali sermayenin dünya ölçeğinde hareketine dayanan emperyalizm çağında, bir “ortak pazar”ı yalnızca üye devletlerin çıkarları doğrultusunda kontrol ve koruma altında tutmak olanaksızdır. Diğer büyük rakipler, kârlı ve avantajlı gördükleri sürece bu “pazar”a sızmanın yollarını arar ve bulurlar. Nitekim Avrupa ortak pazarı, ekonomik yükseliş dönemi boyunca Amerikan ve Japon firmaları için de cazip bir yatırım ve sürüm alanı oldu. Farklı ticaret bloklarına üye olan emperyalist sermaye grupları, hem kendi ticaret bloklarında ve hem de rakiplerinkinde etkili olmaya çalışarak, parsayı, ulusal ya da kıtasal kimliklere bakmaksızın büyüklükleri ve güçleri oranında paylaşırlar. Bu nedenle, kapitalist bir ortaklıkta tüm bileşenlerin eşit çıkarlar elde etmesi mümkün olmadığı gibi, Avrupa ortak pazarının en büyük getiriyi yalnızca onun bileşenlerine sağlaması da bir kural değildir. Zaten, Almanya, Fransa gibi ülkelerin ortak pazarla yetinmeyip, rakip güçler karşısında daha sıkı bir parasal ve ekonomik birlik arayışı içine girmeleri de buradan kaynaklandı. Keza üye devletlerin kendi ihracatlarını artırabilmek amacıyla başvuracakları devalüasyonların önünü kesecek “caydırıcı” önlemler de getirildi.

AET’den AB’ye İkinci Dünya Savaşından çıkıldığında, Avrupa bitkin ve yıkıntılar içinde bir durumdaydı. ABD emperyalizmi ise yükselişini sürdürmekteydi ve tüm dünyada egemen bir güç haline gelmişti. Amerikan ekonomisinin egemenliği, örneğin doları uluslararası para birimi olarak kabul ettiren Bretton Woods anlaşmasında somutlanıyordu. Bir zamanlar Troçki’nin dediği gibi artık kapitalist sistemin ağırlık merkezi Akdeniz’den Pasifik’e kaymıştı. II. Dünya Savaşı yıkımının ivmelendirdiği bir gerileme içinde, Avrupa Amerika’nın yardımına muhtaç hale gelmişti. Sovyetler Birliği’nin kendi “sosyalist” blokunu oluşturmaya koyulduğu koşullarda ve Avrupa’da gelişebilecek bir devrim tehlikesine karşı ABD’nin Avrupa kapitalizminin yardımına koşmaması düşünülemezdi. Fakat daha da önemlisi, her büyük emperyalist savaş sonrasında olduğu gibi, ABD Avrupa’ya yıkımdan sonraki kârlı bir yeniden inşa sahası, bereketli bir yatırım alanı olarak bakıyordu. ABD’nin Marshall Planıyla Avrupa’ya gelen yardımla bir-


sayı: 87 • Haziran 2012

likte, eski kıtada yeni bir kapitalist canlanma dönemi yaşanmaya başlandı. ABD Generali Marshall’ın 1947 yılında açıkladığı planın temel koşulları, Fransa ve Almanya arasındaki gerilimin giderilmesi, savaşın yaralarını sarmaya başlayan Avrupa ülkelerinde ekonomilerin dışa açılması ve mali disiplinin sağlanmasıydı. Diğer yandan, Avrupa pazarının ABD ve Japonya gibi büyük rakipler karşısında korunabilme ihtiyacı da bir gerçeklikti ve bu durum Avrupa ortak pazarına ve gümrük birliğine giden yolu döşedi. Emperyalizm çağında Avrupa ulus-devletlerinin tek başlarına dünya rekabetiyle başa çıkmaları mümkün olmadığından, Avrupa ülkeleri kendi aralarında ekonomik birlik arayışına girdiler. Öncelikle o dönemde büyük önem taşıyan çelik ve kömür sanayiinin korunması için, 1952 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu adıyla bir birlik oluşturuldu. Bu birliğin altı kurucu üyesi, Altılar olarak da adlandırılan Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg idi. Bunu diğer ürünleri de kapsayan bir ortak pazarın ve daha geniş çaplı bir birliğin oluşturulması hazırlıkları izledi. 1957 yılında biraraya gelen Altılar Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurdular. AET’nin temel amacı, malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbestçe dolaşımını sağlayacak bir ortak pazarın ve gümrük birliğinin kurulmasıydı. Nitekim Ocak 1959’da üye ülkeler gümrük tarifelerinde ilk %10’luk indirimi gerçekleştirdiler. Temmuz 1968’de ise üye ülkeler arasındaki gümrükler kaldırıldı ve topluluk dışı ülkelere uygulanacak ortak bir gümrük tarifesi belirlendi. Esas olarak ABD (ve Japon) emperyalizmi karşısında Avrupa ticaret blokunun yaşatılmaya ve güçlü kılınmaya çalışılması Avrupa büyük sermaye çevrelerinin temel problemi olmuştu. Bunu çözebilme çabası içinde çeşitli Avrupa ülkeleri 1987’de ortak bir fiyat politikası güdecek tek pazar anlaşmasını imzaladılar. AET, 80’li yıllardan itibaren Avrupa Topluluğu (AT) olarak adlandırılacak ve 1993 yılında da Avrupa Birliği’ne dönüşecekti. Birlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünyada oluşan yeni dengeler gereği 1997 yılında genişleme doğrultusunda karar alacaktı.3 AB’nin 1989 yılında yayınlanan Delors Raporu, parasal ve ekonomik birlik doğrultusunda ilerlemeyi sağlamak amacıyla üye ülkelerin uyması gereken yakınlaşma kriterlerini getirdi. 1992 Maastricht Anlaşması ise, AB üyesi devletler için ekonomik ve parasal çeşitli kriterler belirlemekteydi. Anlaşmanın unsurlarından biri de, 1999 başında Avrupa Para Birliği’nin (EMU) sağlanması, tek bir Avrupa parasının yürürlüğe girmesiydi. Avrupa Birliği, yeni milenyumu pek çok üye ülkede “euro”nun kabulüyle karşıladı ve 2002 yılında euro AB’nin genelde tek para birimi oldu. Maastricht Anlaşmasının diğer bir kriteri ise, üye ülkelerde bütçe açıklarının GSMH’nin %3’ünü aşama-

marksist tutum

yacağını öngörmekteydi. Görece güçlü durumda bulunan Almanya bile bu oranı tutturamadı. Fakat bütçe açıklarını düşürme gerekçesiyle tüm Avrupa’da kamusal harcamalar kısıldı. Özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, esnek çalışma rejimi gibi uygulamalarla, işçi sınıfının nice mücadelelerle kazanılmış sosyal haklarına saldırı tırmandırıldı. Avrupa kapitalistlerinin birlik kriterleri olarak dayattığı tüm bu önlemler, Avrupa Birliği’nin kimlerin birliği olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. AB’nin ancak canlı bir ekonomik konjonktürde uygulanabilecek pek çok ekonomik ve mali kriteri, içine sürüklenen durgunluk koşulları nedeniyle işlemedi. Örneğin AB kriterleri birleşme eğiliminin korumacı önlemlerle sekteye uğratılmamasını öngörse de, istenen ekonomik büyümenin gerçekleşmemesi nedeniyle üye devletler kendi ulusal gelirlerini, bütçe dengelerini koruma ve kollama telâşına düştüler. AB’nin başını çeken Alman ve Fransız emperyalizminin tek para biriminin kabulünü dayattığı ve birlik propagandasını yükselttiği bir dönemde, aslında bu birlik projesi dünya ekonomisinin geçirdiği spazm nedeniyle sakatlanmış bulunuyordu. Kalıcı bir para birliği gibi gösterilmek istenen EMU’nun, AB’nin bir parçalanma sürecine girmesi durumunda geleceği belirsizdir. Bugün ABD emperyalizminin Irak’ta başlatmış olduğu hegemonya savaşının başlıca nedenlerinden biri olan AB-ABD rekabetinin doğrudan bir uzantısı da euro ile dolar arasındaki çekişmedir. Tarihsel örneklere bakacak olursak, istikrarlı bir para sisteminin ancak II. Dünya Savaşı sonrasındaki Bretton Woods örneğinde olduğu gibi, kapitalist ekonominin yükseliş döneminde hegemon bir gücün liderliğinde sağlanan görece denge durumunda gerçekleşebildiğini görürüz.

AB çelişkili bir birliktir II. Dünya Savaşı sonrasından 1974’lere dek yaşanan hararetli ekonomik büyüme döneminde, Avrupa’nın büyük kapitalist güçleri, çıkarlarına denk düştüğünden gerçekten de ekonomik birlik doğrultusunda ilerlediler.

25


marksist tutum

Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği bu birlik süreci yine de çelişkisiz ve problemsiz bir süreç değildi. Örneğin De Gaulle liderliğindeki Fransa, İngiltere’nin ABD’ye yakınlığından duyduğu kuşku nedeniyle onun AET’ye ilk katılım başvurusunu veto etmiş ve İngiltere topluluğa ancak 1973 yılında katılabilmişti. İlerleyen yıllar içinde de üye ülkeler arasında nice sürtüşmeler yaşanacaktı. Avrupa Birliği deneyimi, kapitalizm temelinde farklı-ulus devletler arasında çelişkisiz bir birliğin mümkün olmadığını gösterdi. Hele ki, siyasal dengelerin değiştiği ya da ekonomik durumun kötüleştiği dönemeç noktalarında bu çelişkiler derinleşip, önemli gerilimleri, çatışmaları doğurur. Sovyetler Birliği’nin çöküşü de böyle bir dönemdi. Stalinizmin çöküşünü takiben Almanya’nın Doğu ve Batısının birleşmesi onu ekonomik bakımdan büyük bir potansiyel güç haline getirdi. AB içinde yürümekte olan hegemonya mücadelesinde Alman emperyalizmi atağa geçerek, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovenya, Slovakya’da vb. önemli bir rol üstlenmeye koyuldu. Rus pazarında da diğer rakiplerini geçmeye çalıştı. Balkanlar’ı kana boyayan Bosna savaşı, bir yandan AB’nin emperyalist emellerini açığa vururken, diğer yandan üye ülkeler arasındaki çıkar çatışmalarından arındırılmış bir AB’nin olanaksızlığını gösterdi. Bu savaş, Fransa, Almanya ve İngiltere gibi AB’nin ağır toplarının ortak bir dış politika izlemelerinin mümkün olmadığını sergiledi. Çünkü bu ülkelerden her biri, çıkarlarının gerektirdiği noktada kendi Avrupalı “kardeşler”ine aldırmaksızın başka bir güce, örneğin ABD’ye yanaşabiliyordu. Fransa’nın amacı AB içinde Alman emperyalizminin hegemonyasını sınırlamak ve birliğin kalbine Fransa-Almanya ittifakını yerleştirmektir. Almanya ise, İkinci Dünya Savaşı deneyimi nedeniyle kendi emperyalist tutkularını ancak bütünsel bir Avrupacılık kılığına bürüyerek genişletebileceğinin bilincindedir. Alman emperyalizminin ekonomik gücünü politik, diplomatik ve askeri bakımdan da geliştirmeye ihtiyacı vardır. Rusya ile yakınlaşma çabaları, NATO dışında bir Avrupa Ordusu oluşturma planları, Avrupa federasyonunun kurulabileceği propagandası bunun sonucudur. İngiltere’ye gelince, bazı burjuva kesimlerin AB doğrultusundaki tercihlerine rağmen, o zaten AB içinde ABD emperyalizminin uzantısı gibidir.4 Çünkü ABD, Londra’nın dünya ölçeğindeki yatırımlarının garantörü ve savunucusudur. Büyük sömürge imparatorluğu döneminde dünya siyasetinde ve diplomasisinde edindiği deneyim üstünlüğünü ve kurnazlık becerisini

26

Haziran 2012 • sayı: 87

yitirmek istemeyen İngiltere, bu kozlarını ABD’nin ekonomik ve askeri gücüyle birleştirerek AB’ye tepeden bakan bir emperyalist güç rolünü oynamaktadır. Nitekim Avrupa karşısında nev’i şahsına münhasır bir güç olduğunu kanıtlamak istercesine, örneğin çeşitli standartlarda ya da trafik kurallarında başına buyrukluğundan vazgeçmeyen İngiltere, ne Schengen’e dahil olmuş ne de euroyu kabul etmiştir. Onun Avrupa Birliği’nin ilerletilmesi sürecindeki temel rolü Fransa-Almanya ekseninin gücünü kırmaya çalışmaktır. İngiltere, AB içinde ABD’nin Truva atı rolünü oynayacağı düşünülen Doğu Avrupa ülkelerini ya da Türkiye gibi ülkeleri birliğe sokmaya çalışarak, AB’yi Fransa-Almanya ikilisinin arzuladığı bir birlik olmaktan çıkarma, onu baltalama çabası içindedir.

Türkiye’nin sonucu belirsiz AB yolculuğu Türkiye-AB ilişkileri 40 yılı aşkın bir zamandır kaderi tamamen belirsiz inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Türkiye 1959’da AET’ye tam üye olmak için başvurdu. AET tarafından verilen yanıtta, tam üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar yürürlükte kalacak bir ortaklık anlaşmasının imzalanması öneriliyordu. Bu anlaşma 12 Eylül 1963’te imzalandı. Ankara Anlaşması olarak adlandırılan bu mutabakat gereği, bir geçiş döneminin sonunda Türkiye’nin Avrupa Gümrük Birliği’ne katılımının tamamlanması öngörülüyordu. Anlaşmada belirlenen hazırlık döneminin sonunda, 13 Kasım 1970’de Katma Protokol imzalanmış ve 1973 yılında yürürlüğe girmişti. Bu protokolle birlikte ilk gümrük indirimi yapılıyor ve üyelik hazırlıkları hızlandırılıyordu. Ancak Türkiye, ekonomik ve siyasal kriz koşulları nedeniyle yükümlülüklerini yerine getirememekte ve AET ile arasındaki açı büyümekteydi. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından, topluluk Türkiye ile ilişkilerini dondurma kararı almış ve mali işbirliğine son verilmişti. 1983 yılında Türkiye’de parlamento seçimlerinin yapılması, 1984’te dışa açılma sürecinin başlatılması gibi faktörlerin etkisiyle görüşmeler 1986’da yeniden açıldı. Türkiye 14 Nisan 1987’de tam üyelik başvurusunda bulunuyor, ertelenen gümrük vergileri indirim takvimi 1988 yılından itibaren hızlı bir şekilde uygulamaya konuyordu. Türkiye ile Gümrük Birliği sürecinin 1995 yılında tamamlanması kararlaştırılmıştı ve ilerleyen yıllar içinde yapılan müzakereler ve hazırlıklar sonucunda 1 Ocak 1996’da Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği yürürlüğe girdi. Ne var ki, AB’nin 1997 zirve toplantısında kararlaştırılan genişleme sürecine rağmen, Türkiye sorunu çözümlenmeden ortada kalacak ve ancak Aralık 1999’daki Helsinki zirvesinde, Avrupa Birliği Türkiye’ye bazı şartlar çerçevesinde


sayı: 87 • Haziran 2012

aday ülke statüsünü tanıyacaktı. 2000 yılında ise, AB, Türkiye için Katılım Ortaklığı Belgesini (KOB) hazırladı. Türkiye’nin tam üyeliğe yönelik ön şartlara ve kriterlere (Kopenhag Kriterleri) uyum sağlaması için, AB-Türkiye ortaklık ilişkisi planı (yol haritası) çizildi. Bu tarihten sonra Türkiye, AB kriterlerinin yerine getirilmesi için bazı yasal düzenlemeleri yapıyor ve bu arada uzun süredir ertelenen “uyum paketi” de alelacele Meclisten geçiriliyordu. Çeşitli kriterleri uygulama konusunda AB’yi ikna etmiş gözüken Türkiye’ye 2002 Aralık zirvesinde tam üyelik tarihi verilebileceği havası yaratılmıştı. Fakat AB’nin ileri sürdüğü koşullar arasında aslında Kıbrıs sorununun çözümü de vardı. Büyük sermaye çevrelerinin örgütü TÜSİAD ve AB yanlısı burjuva kesimler, Türkiye’de siyasal ve yasal yapılanmada reformların hızlandırılması ve Kıbrıs gibi kangrenleşmiş sorunların AB’nin istemleri doğrultusunda çözümü için bastırdılar. Değişim sürecini tıkadığı söylenen Ecevit hükümeti istifa etmek zorunda kaldı ve erken seçime gidildi. 3 Kasım seçimleri, son yıllarda kitleler nezdinde iyice yıpranmış bulunan eski siyasal partiler ve bu partilere dayanan koalisyon hükümetleri dönemini sona erdirdi. Büyük bir çoğunlukla iktidar koltuğuna oturan AKP hükümeti, AB yanlısı büyük sermaye çevrelerinin basıncıyla daha ilk günlerinde AB’ye katılım sürecini hızlandırmak için seferber oluyordu. Fakat Türkiye’de iktidar zirvesinde uzun süredir yansımasını bulan ABD-AB çekişmesi genç AKP hükümetini de kısa sürede kıskacına alacak ve AB’ye katılım sürecinin kaderi yine belirsizliğe sürüklenecekti. Nitekim Türkiye’nin üyelik beklentisi Kopenhag zirvesinde Kıbrıs sorununun dikenli tellerine takıldı kaldı. 12-13 Aralık 2002’de toplanan zirve, Güney Kıbrıs’ın üyeliği için 16 Nisan 2003 tarihini verirken, Türkiye’nin durumunun ise 2003 Aralık sonunda yeniden gözden geçirileceği söylendi. Türkiye’deki geleneksel iktidar güçlerinin, başta Ordu kurmayı olmak üzere devlet üst bürokrasisinin, Kıbrıs sorununda ya da Kürt sorununda siyasal çözüm önerilerini kabullenmesi ve AB ile uyumlu hareket etmesi neredeyse imkânsız gibidir. Son yıllarda büyük sermaye örgütlerinin giderek daha açık bir biçimde AB’den yana tavır koymalarına rağmen, Türkiye’nin iktidar zirvesinde Ordu kurmayının payı ve belirleyici rolü asla gözardı edilemez. Zaten Türkiye’nin NATO ittifakı içinde ABD’nin stratejik ortağı konumuyla savaş cephesinin içine sürüklenmesinde de birincil rol bu üniformalı iktidar odağına aittir. Aslında Türkiye’de kapitalist sistemin yapılanmasındaki özgün noktalardan biri olarak, Ordu en büyük mali sermaye gruplarından birinin de temsilcisi konumundadır. Genelkurmay, Ecevit hükümetinin son dönemlerinden başlayarak AB kriterleri konusunda eskisi kadar katı olma-

marksist tutum

yan bir tutum sergiler gibi görünmüşse de, Ortadoğu’da içine girilen yeni savaş düzeni, ABD ile işbirliği faktörünü daha öne çıkartmıştır. AB konusunda yürümekte olan kapışmalı süreç, aslında Türkiye burjuvazisinin emperyalist sisteme daha fazla entegre olma ihtiyacından kaynaklanıyor. Unutulmasın ki, aslında tüm kesimleri itibarıyla büyük burjuvazi, ulusal yalıtılmışlığın ekonomik ve siyasal bakımdan bir bakıma intihar anlamına geleceğini pekâlâ biliyor. Onların asıl tartıştığı konu, bir yeniden paylaşım kavgasının içinde müttefiklerini kendi çıkarları doğrultusunda belirleyebilmektir. AB’ye karşı çıkar görünen herhangi bir burjuva kesim ya da kurumun, bu muhalefetini “ulusal bağımsızlık” jargonu eşliğinde yürütmesi, kitlelerin bilincini bulandırma ve tercihin örneğin AB’den yana değil de ABD’den yana yapıldığını gizleme çabasından kaynaklanıyor. Aralık 2002 Kopenhag zirvesinde Türkiye’nin tam üyelik tarihinin kesinleştirilmemesi, AB’nin Türkiye’nin üyelik perspektifinden kurtulma yolunda attığı geri bir adım olarak değerlendirilmektedir. Türk ve Kuzey Kıbrıs egemen çevrelerinin, Kıbrıs sorununda “ortak devlet” çözümünü öneren Annan Planını kabule yanaşmamaları ve daha da önemlisi ABD’den güç almak istemeleri, zaten Türkiye’nin üyeliği konusunda isteksiz olan AlmanyaFransa ittifakının elini güçlendirmiştir. Üstelik ABD emperyalizminin, AB kurmaylarının mutabakatını sağlamadan giriştiği Irak savaşı hazırlıkları ABD-AB gerilimini büsbütün arttırmıştır. Böylece gerek Türkiye’nin ve gerekse Kuzey Kıbrıs’ın AB üyeliği artık tam bir belirsizlik sürecine girmiştir. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşının gidişatına bağlı olarak, Türkiye’nin AB yolculuğunun seyrinde yeni gelişmeler kaydedilebilecek olsa da, bu sorun basitçe bir AB’ye katılım sorunu değildir. Yıllardır çözümlenemeyen bu problem, artık doğrudan doğruya emperyalist savaşların alevleri arasında belirlenmek istenen “yeni dünya düzeni”nin bir parçası haline gelmiştir.

27


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

Avrupa Birliği’nin kaderi belli değildir Fransa ve Almanya tarafından başı çekilen Avrupa Birliği zaten belirli bir süredir ciddi bir gerilim altındaydı. Düşük büyüme oranları, yüksek emek maliyeti ve Avrupa’nın endüstriyel entegrasyonunun arzulanan düzeyde olmaması gibi faktörler, Avrupa’yı baş rakibi ABD karşısında dezavantajlı bir konuma itmişti. Tüm bunların üstüne gelen büyük kriz ve savaş ortamı AB içindeki gerilimi alabildiğine büyüttü, onu adeta bir parçalanmanın eşiğine getirdi. Aslında AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’a, hatta Türkiye’ye doğru genişletilme planı, bir bakıma bu birliğin ABD tarafından sulandırılması anlamına gelmektedir. ABD, AB içine kendi kontrolü altında olabilecek ülkeleri katarak onu iyice etkisizleştirmeye ve bu birliği de kendi hegemonyası altına almaya niyetlidir. Amerikan emperyalizminin dünyaya yeni bir biçim verme iddiasıyla tansiyonu alabildiğine yükselttiği koşullarda, AB tam genişleyip büyüyeceği sırada çatırdamaktadır. Avrupa Birleşik Devletleri hülyası, tekelci aşamaya yükselmiş Avrupa kapitalizmine dar gelen ulus-devlet engelinin aşılması ihtiyacının dayatmasıyla gündeme girmişti. Ne var ki, kapitalizm altında bu engellerin aşılabileceği ve böylece üretici güçlerin gelişimini görece çelişkisiz biçimde sürdürebileceği düşüncesi gerçekleşemeyecek bir hayalden ibaretti. AB’nin üç büyük bileşeninden biri olan İngiltere, bugünkü tutumuyla safını artık Avrupa Birliği’nde değil ABD paktında belirlemiş durumdadır. AB’nin pek çok üyesi ABD’nin savaş koalisyonuna doğrudan ya da dolaylı destek vermektedirler. AB’nin içine düştüğü bu durum bize, Avrupa Birliği’nin hiç de kapitalist Avrupa Federasyonu efsanesinin yaratıcılarının savunduğu üzere ortak devlet doğrultusunda ilerleyen bir birlik olmadığını gösteriyor. Avrupa Birliği esas itibarıyla ekonomik bir birliktir. Bu, çeşitli Avrupa ülkelerindeki büyük sermaye çevrelerinin kendi hegemonya alanlarını korumak ve genişletmek amacıyla oluşturdukları bir ekonomik ortaklıktır. Avrupa kıtasından hareketle oluşmuş bulunması ona özgün bir karakter kazandırıyor olsa da, son tahlilde kapitalizmin tekelci aşaması içinde tanık olunan diğer ekonomik birliklerle benzer bir temele sahiptir. Elbette ki Avrupa ülkelerinin coğrafi ve kültürel yakınlıklarının, aralarındaki ticari ve ekonomik ilişkileri önemli kıldığı gözardı edilemez. Ne var ki, Avrupa ülkelerinin “birlik” sorununa boyundan büyük anlamlar yüklenmesi ve Avrupa’nın çeşitli ulus-devletlerinin tek ve birleşik yeni bir ulus-devlet çatısı altında toparlanacağının iddia edilmesi tamamen yanlış olur. Avrupa Birleşik Devletleri hülyası, tekelci aşamaya

28

yükselmiş Avrupa kapitalizmine dar gelen ulus-devlet engelinin aşılması ihtiyacının dayatmasıyla gündeme girmişti. Ne var ki, kapitalizm altında bu engellerin aşılabileceği ve böylece üretici güçlerin gelişimini görece çelişkisiz biçimde sürdürebileceği düşüncesi gerçekleşemeyecek bir hayalden ibaretti. Bazıları siyasal aymazlığın peronunda AB’yi Avrupa Birleşik Devletlerine taşıyacak treni beklerken, gerçek dünya ABD’nin hegemonya savaşıyla sarsılmaya başladı. İçine girdiğimiz bu yeni dönemle birlikte, bırakın Avrupa Birleşik Devletleri hayalini, II. Dünya Savaşı sonrasında uzun yıllara damgasını vuran tüm kapitalist ittifaklar çatırdamaktadır. NATO’sundan Birleşmiş Milletler’ine, AB’sine dek mevcut tüm kapitalist birlik ve blokların akıbeti belli değildir. Çünkü çıkar çatışmaları üzerinde yükselen her “birlik”, kartların yeniden dağıtılmasıyla birlikte parçalanmaya yazgılıdır. Kısacası, Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen Avrupa Birliği’nin, bu haliyle bile kaderi belli değildir. Bu nedenle, kapitalist Avrupa Birleşik Devletleri düşü bir yana, kalıcı bir Avrupa Birliği projesinin bile gerçeklerin sınavında tökezleyip sınıfta kalmaya yazgılı olduğunu söyleyebiliriz. (devam edecek) _____________________ 1

Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., Eylül 1991, s.48

2

Jean-Jacques Servan-Schreiber Eylül 1967 tarihli bu kitabında, Amerika’nın meydan okuması karşısında onun bir uydusu haline gelmemesi için, Avrupa’da bir organizasyon ve zihniyet değişimine, teknolojik atılıma ihtiyaç olduğunu savundu. Amerika’nın rekabetine karşı koyabilmenin tek yolunun Avrupa çapında ekonomik, mali, siyasal ve hukuksal bir işbirliği olduğunu söyleyen yazar, burjuvaların Avrupa Birleşik Devletleri düşünü yeniden canlandırıyordu. Dünyadaki işbölümünün gereği Avrupa’da da büyük işleri göğüsleyebilecek bir devletin, tıpkı ABD gibi federal bir devlet olması gerektiğini ileri süren Schreiber, bu fikri işçi sınıfına da bir umut olarak yutturabilme çabası içindeydi. Avrupa solunun yenilenmeye ihtiyacı olduğunu ileri sürerek, İngiltere ya da İskandinav tipi sosyal demokrasi örneklerindeki gibi, işçi sendikaları, işveren örgütleri ve hükümetler arasında varılacak bir toplumsal uzlaşma yolunun tutulması gerektiğini öğütlüyordu.

3

Buna göre, AB kriterlerine uyum konusunda daha önde görülen Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Estonya birinci partide olmak üzere, daha sonra Slovak Cumhuriyeti, Litvanya, Letonya, Bulgaristan, Romanya üye kabul edilecekti. Daha sonra listeye Malta, Türkiye ve Güney Kıbrıs da aday üyeler olarak eklendi. Böylece Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Avusturya, İrlanda, İspanya, Yunanistan ve Portekiz’den oluşan 15 üye ülkenin arasına katılması düşünülen 13 aday üyeyle birlikte AB’nin genişletilmesi planlanıyordu.

4

Örneğin 1980’lerdeki neo-liberal dalganın önde gelen simalarından Thatcher, dünyanın uğraştığı tüm sorunların Avrupa’dan kaynaklandığını iddia ediyor ve AB’nin kurulmasını, “belki de modern çağın en büyük budalalığı” olarak nitelendiriyor. Muhafazakâr Partinin eski lideri Thatcher, Britanya’nın AB’nin tarım, balıkçılık ve güvenlik gibi kilit anlaşmalarından çekilmesi gerektiğini söylüyor.


15-16 Haziran ve İşçi Sınıfının Tarihsel Misyonu Zehra Aras

B

undan tam 42 yıl önce Türkiye tarihinin en önemli işçi mücadelelerinden biri yaşandı. İstanbul ve İzmit yollarını iki gün boyunca adeta fetheden onbinlerce işçi, egemenlerin yüreğine devrim korkusu saldı. 60’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından önemli bir yükseliş yaşanmıştı. Militan grevler ve fabrika işgalleri Türkiye’de ilk kez yaşanıyordu. Hızlı adımlarla sanayileşen Türkiye kapitalizminin bağrında genç ve mücadeleye eğilimli bir işçi kuşağı yetişiyordu. 15-16 Haziran 1970’te ayağa kalkan işçi sınıfı devrimci bir önderliğe sahip değildi. 1963’te kurulan TİP, parlamentarist-reformist bir yolda yürüyordu. Öte yanda ise orduyu zinde güçler arasında sayan, Türkiye’de kapitalist devletin resmi ideolojisi olan Kemalizmden kopamamış Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisi yer alıyordu. Her iki akım da, işçi sınıfının bir devrimle iktidarı fethetmesi, işçi meclisleri aracılığıyla kendi iktidarını kurması gibi Marksist fikirlere uzak duruyordu. TİP, sosyalizmi parlamenter yoldan kuracağına inanıyordu. Sosyalistler meclis çoğunluğunu ele geçirecek, ardından reformlarla sosyalizme yürünecekti. İşçi sınıfına biçilen rol, partiyi desteklemekten ibaretti. Milli Demokratik Devrim tezi ise katıksız bir küçük-burjuva ulusalcılığı üzerine inşa edilmişti. “MDD tezinin baş mimarı Mihri Belli, Kemalizm

ile ittifakı mutlak bir zorunluluk olarak öne çıkarıyor ve asker-sivil aydın kadroların «öncülüğünde», «milli devrimci» bir hareketin örgütlenmesini esas alıyordu. MDD tezini savunanların yakın hedefi, ordu, gençlik, aydınlar ve milli burjuvazinin oluşturacağı «milli cephe»nin önderliği altında, bir milli devrimci iktidarın kurulmasını sağlamak ve ülkenin tam bağımsızlığını hedefleyen bir milli kalkınma hamlesini başlatmaktı! MDD’cilere göre, işçi sınıfının partisinin kurulması ve bir sosyalist devrimin hedeflenmesi, ancak ve ancak milli demokratik devrimin başarılması ve «tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye»nin kurulmasından sonra gündeme gelebilirdi! O zamana kadar kimsenin hakkı yoktu «sosyalist devrim» sloganını öne çıkarmaya! Bunu yapmak, «milli cepheyi bölmek» anlamına gelirdi çünkü!” (Mehmet Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, MT, Haziran 2005) MDD’ci anlayış içerisinden devrimci bir çizgide ilerleyen akımlar da çıktı. Bu akımlar, milli kurtuluşu sağlayacak bir halk devriminin kesintisiz biçimde sosyalizmi kurmaya yöneleceğini söylüyordu. Ancak işçi sınıfının tarihsel misyonunu kavramaktan çok uzaktılar. İşçi sınıfının varlığına şüpheyle yaklaştıkları ve sınıfın devrime önderlik edebileceğine inanmadıkları için “işçi sınıfının ideolojik önderliği” diye bir kavram uydurmuşlardı. Kendi politikaskeri örgütleri iktidarı halk sınıflarının desteğiyle ele geçi-

29


marksist tutum

recekti. Önemli olan iktidarın hangi sınıfın elinde olduğu değil, iktidara geçecek kadroların taşıdığı ideolojiydi. İşçi sınıfının devrimci ideolojisini kendileri taşıdıklarına göre, işçi sınıfının tarihsel rolünü de işçi sınıfı adına kendi kadro örgütleri üstlenebilirdi. Türkiye sol hareketine egemen olan bu siyasal anlayışların 15-16 Haziran’ı doğru okumaları beklenemezdi. Nitekim Türkiye solu, 15-16 Haziran yükselişinin etkisini ve gücünü analiz etmek yerine, onun geri çekilişi üzerinde durdu. 16 Haziran’da sokaklara dökülen 150 binin üzerinde işçinin yarattığı basınç sonucunda, düzenin Anayasa Mahkemesi DİSK’i yok etmeyi hedefleyen kanunu iptal etmek zorunda kalmıştı. Bu kitleler düzene geri adım attıracak gücü nereden bulmuştu? Kuşkusuz ki egemenler, mücadeleye girişen bir kitlenin kalabalıklığı, örgütlülüğü ya da kararlılığı gibi hususları hesaba katmak zorunda kalırlar. 15-16 Haziran Genel Direnişi’nde işçi kitleleri, önlerine çıkan barikatları yararak, tankların üzerinden aşarak, ölü ve yaralı vermelerine rağmen geri adım atmayarak sınıfın kararlılığını ve gücünü ispat etmişti.

Kapitalizmi işçi sınıfı yıkacak! Marksistler işçi sınıfına bakarken sadece kalabalık bir yığın görmezler. Devrimi özel mülkiyetin ve sınıfların ortadan kaldırılmasına kadar ilerletebilecek yegâne devrimci sınıftır işçi sınıfı. İşçi sınıfının gücü tek tek işçilerin güçlü kişiliğe sahip erdemli insanlar olmasından kaynaklanmaz: “(…) olağan dönemlerde ya da gericilik dönemlerinde işçiler de burjuva toplumunun ortalama bireylerinden pek farklı değildirler. Bu dönemlerde onlardan olağanüstü davranışlar, yaldızlı kahramanlıklar beklemek ancak hayalcilik olurdu. İşçi sınıfının tarihsel devrimci potansiyeli işçilerin gündelik sıradan davranışları içinde değil, onların bir sınıf olarak örgütlü davranışında yatar. Zira işçilerin kütle halindeki, yani bir sınıf olarak davranışları ile birey olarak davranışları farklıdır. Bu tıpkı, bir su damlasının fiziksel davranışı ile bu damlalardan oluşan bir ırmağın fiziksel davranışının tümüyle farklı dinamiklere tâbi olmasına benzer.” (Levent Toprak, Neden İşçi Sınıfı, MT, Nisan 2005) Sermaye kâr dürtüsüyle emeğin sömürüsünü arttırmaya çalışır. Böylelikle kapitalizm işçileri birlik olmaya ve kolektif davranmaya zorlar. Kapitalistler işçileri bölmek için binbir türlü oyuna girişseler de birlik olmak somut bir ihtiyaç olarak kendini dayatır. İşçiler bir kez birlik olmaya giriştiğinde din, mezhep, milliyet gibi farklar anlamsız hale gelir. Sermaye karşısında çıkarlarını savunmak için birleşmek zorunda olan işçilerin kolektif davranışı, tek tek işçilerin kişisel tutumlarının ve ortalama bilinç düzeylerinin çok ötesine geçer. Hatta işçiler için birlikteliğin yani örgütlenmenin kendisi, uğrunda mücadeleye girişilen taleplerden daha değerli hale gelir. İşçi sınıfına birlik olma ve kolektif davranma yeteneğinin

30

Haziran 2012 • sayı: 87

zeminini bizzat kapitalizm döşer. Modern sanayi toplumunda üretimin sürdürülmesi için işçilerin organize olması zorunludur. İşçiler organize olmayı ve üretimi kolektif olarak gerçekleştirmeyi öğrenirler. Sınıf temelinde devrimci çalışma yürüten Marksistler, özellikle uzun yıllar boyunca büyük işletmelerde çalışan işçilerin örgütlü davranmaya daha eğilimli olduğunu gözlemlemiştir. İşçi sınıfının devrimci potansiyeli, örgütlenme yeteneğiyle ve sermaye sınıfıyla çıkarlarının uzlaşmamasıyla da sınırlı değildir. İşçi sınıfının üretimden gelen gücü, sermaye egemenliğine karşı mücadelede kilit bir rol oynar. İşçi sınıfı üretimi durdurma, hatta onu kendi kontrolü altında sürdürebilme potansiyeline sahiptir. Bugüne kadar dünya işçi sınıfı, giriştiği mücadelelerde sermaye sınıfı olmadan da üretimi kendi eline alarak sürdürebileceğini defalarca ispat etmiştir. İşçi sınıfının üretim sürecindeki konumu, zaferle sonuçlanacak bir devrim kavgasının sonunda yeni bir toplumu inşa etmeye girişebileceğini de göstermiştir. Kapitalist toplumda küçükburjuvazi ayağındaki mülkiyet prangasından ötürü tutarlı ve bağımsız bir devrimci rol oynayamaz. Bu nedenle de tek tutarlı devrimci sınıf, işçi sınıfıdır. Marksizm dışı sol anlayışlar, işçi sınıfını genellikle yoksul bir yığın olarak algılıyor. Sınıfın sendikal mücadelesinde bir yükseliş yaşandığında sınıfa dönük ilgileri artıyor. İşçi sınıfı sendikal düzeyde bile örgütsüz ve dağınık ise küçük-burjuva solun gündemi içerisinde fazla yer bulamıyor. Bu sol, işçi sınıfının devrimci blinç ve örgütlülüğünü ilerletecek uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmaya fizan kadar uzak duruyor. 16 Haziran 1970’de 150 bin işçi burjuvazinin yüreğine devrim korkusu saldı. Çünkü bu 150 bin insan toplumun değişik kesimleri içerisinden gelmiş, sınıf karakteri taşımayan bir muhalif kitle değildi. Onlar sanayi tesislerini, fabrikaları boşaltarak sokağa inen sanayi proletaryasıydı. Üretimin durduğu işletmeler Türkiye kapitalizminin can damarı niteliğindeydi. Bu işçilerin kaçı Marx’ın fikirlerinden haberdardı bilinmez ama onun sınıfa dair çözümlemelerini doğrulamak üzere adeta söz birliği etmişlerdi. Mücadeleye girişince kolektif olarak davrandılar. Birlik olmanın verdiği güçle işçi sınıfı, devrimci bir cüretkârlıkla ileriye atıldı. 15-16 Haziran Genel Direnişi, proletaryanın devrimci potansiyelini ispat etmiştir. Dünya işçi sınıfı 90’lı yılların ağır yenilgi koşullarının izlerini silmeye başladı. Türkiye işçi sınıfı da üzerindeki ölü toprağını yavaş yavaş silkeliyor. En karanlık dönemlerde bile Marksistler hiçbir yenilgi döneminin ilânihaye sürmeyeceğinin, her yenilginin bir tarihsel atılımla telafi edileceğinin bilinciyle, içinden geçmekte oldukları dönemin görevlerini üstlendiler. Bugün Türkiye’de halen 70’li yıllardaki gibi militan bir sendikal hareket yok. Ama 70’li yıllarla kıyaslanmaz ölçüde daha büyük ve güçlü bir işçi sınıfı var. Türkiye işçi sınıfı 15-16 Haziran direnişini aşacak, atılımlar yapacak potansiyele sahiptir. Marksizmle donanmış, geçmişin tarihsel deneyimlerini öğrenen ve sınıfının geleceği yaratma potansiyelini bilen proleter devrimciler de giderek çoğalıyor ve güçleniyorlar. 


Afrika’nın Kara Bahtı Değişmiyor Kerem Dağlı

D

ünya Mutluluk Raporu’na göre, dünyanın en mutsuz insanları bir Afrika ülkesi olan Togo’da yaşıyor. 195 ülkenin sıralandığı raporda Togo’yu yine Afrika ülkeleri olan Benin ve Orta Afrika Cumhuriyeti takip ediyor. Diğer Afrika ülkeleri de listede üst sıralarda bulunuyorlar, yani rapora göre Afrika ülkelerinde yaşayan insanlar oldukça mutsuzlar. Afrikalıların mutsuz olmalarının başlıca sebepleri olarak da refah düzeylerinin düşüklüğü, özgürlüklerinin kısıtlı oluşu, kendilerini güven duyarak huzurla yaşabilecekleri bir ortamda hissetmemeleri gösteriliyor. Elbette bu tablo hiç de yeni ve şaşırtıcı değildir, çünkü emperyalistlerin acımasızca sömürdüğü Afrika’nın kara bahtı yüzyıllardır değişmemiştir. “Beyaz adam” Afrika’ya “uygarlık” götürdüğünden beri durum aynıdır. Zaman geçtikçe “uygarlık” ilerlemiş ama Afrikalıların kaderi aynı kalmıştır. Geçmişte Batılı emperyalistlere köle olarak hizmet eden Afrikalı halkların tepesine nicedir Çin ve Türkiye gibi ülkelerin burjuvaları da binmeye başlamıştır. Kapitalizmin küresel krizinin kızıştırdığı rekabetin etkisiyle, Afrikalı emekçilerin kanını emmek için kıtaya dadanan emperyalistlerin sayısı ve hırsı da artmaktadır. Emperyalist kapışma şiddetlendikçe Afrika halkı daha da yoksullaşmakta, sefaletin en derin uçurumlarına sürüklenmekte, açlığın pençesinde kıvranmakta, nüfuz ve paylaşım kavgasının uzantısı olan savaşlar ve çatışmalar girdabında kanı oluk oluk akmaktadır. Bunlara, insafsız tekellerin kâr uğruna doğayı katletmesini, kirletmesini ve yağmalamasını da eklemek gerekir. Hızla yok edilen tarım alanları yüzünden insanlar kitlesel halde açlığa sürüklen-

mektedir. Emperyalistlerle işbirliği içindeki yerli egemenler de, emekçi halkı daha fazla sömürmenin koşullarını yaratmak için en ağır saldırı politikalarını büyük bir azimle hayata geçirmektedirler. Emperyalistlerin yöntemleri de niyetleri gibi değişmeden sürmektedir. Demokrasi ve özgürlük getirmek yahut yardım etmek bahanesiyle kimi zaman ulusal, etnik veya dini ayrımları kışkırtarak, kimi zaman da yerel egemenleri birbirine düşürerek Afrikalı halkları bölmeye ve yönetmeye devam ediyorlar. Emperyalist müdahale bazen “barış gücü” şekline bürünüyor, bazen de “insani yardım” şekline. Çürüyen kapitalizm dünyanın her köşesinde, örgütlü bir işçi hareketinin yokluğunda, iyi bilinen iğrenç oyunlarını ve yöntemlerini tekrar tekrar devreye sokabiliyor. Son süreçte Afrika’da yaşanan gelişmeler, emperyalistlerin bu yöntemlerini nasıl da her defasında aynı biçimde hayata geçirebildiklerinin yeni örneklerini oluşturmaktadır.

“Kony’ye karşı Jony” veya kâğıttan öcü yaratmak KONY 2012 adıyla internet ortamında yürütülen kampanya, bilhassa Amerikan emperyalizminin kullandığı yöntemleri ve zihniyetini anlamak açısından bariz bir örnektir. Bir grup sözde insan hakları savunucusu aktivist tarafından başlatılan kampanya, kısa sürede dünya çapında milyonlarca insana ulaştı ve milyonlarca dolarlık bağış topladı. Kampanyanın içeriğini, Orta Afrika ülkelerinden Uganda’da faaliyet gösteren ve liderliğini Joseph Kony adlı savaş ağasının yaptığı LRA’nın (Tanrının Direniş Ordusu)

31


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

faaliyetleri oluşturuyordu. Kampanyanın amacı da, uluslararası kamuoyunun ilgisini çekmek suretiyle Kony’nin ve diğer LRA liderlerinin tutuklanmasıydı. Ancak kısa sürede ortaya çıktı ki, asıl amaç petrol yatakları nedeniyle bölgeye yerleşmiş olan ABD askerlerinin görev süresinin uzatılması ve hatta bölgeye daha fazla ABD askerinin gönderilmesinin sağlanmasıdır. Zaten kampanyanın destekçilerinin de Amerikan sağının finanse ettiği Hıristiyan örgütlerinden ve think-thank gruplarından oluştuğu anlaşıldı. Kampanyanın hazırlanışı ve sunuluşu, aynı zamanda, burjuva medyanın son zamanlarda örgütsüzlüğü propaganda etmek için abartılı biçimde öne çıkardığı “sosyal medya”nın kapitalist devletler açısından nasıl kullanılabildiğini de göstermektedir. İnternetin özellikle gençler arasında yaygın biçimde kullanıldığını bilen burjuva medya, kampanyayı sanki bir grup genç aktivist örgütlüyormuş gibi sundu. Ve her nasıl olduysa (!) bir gün içinde 100 milyona yakın insan KONY 2012 adıyla hazırlanan ve Joseph Kony adlı Afrikalı savaş ağasının küçük çocukları nasıl kaçırıp zorla savaştırdığını, nasıl seks kölesi haline getirdiğini anlatan videoyu izledi. Ardından milyonlarca dolarlık bağış toplandı ve kampanya yürütücüleri başkan Obama’ya bir mektup yazarak, eğitim amacıyla hâlihazırda Uganda’da bulunan 100 ABD askerine ilaveten bir ordu gönderilmesini ve “kötü adam” Kony’nin yakalanmasını talep ettiler. Obama da “istemeye istemeye” konuyla ilgileneceğini duyurdu. Ancak anlaşıldı ki kampanya Amerikan burjuvazisi tarafından el altından desteklenmiş ve manipüle edilmişti ve asıl amaç da petrol yataklarını garantiye almaktı. Ayrıca kampanyada vurgulanan “çocukların asker olarak zorla savaştırılması” işini başlatan ve tek uygulayan da Kony değildi. Bu yöntem Afrika’da, bizzat emperyalist güçlerce beslenen ve kullanılan savaş ağaları tarafından onyıllardır uygulanmaktadır. Daha da önemlisi, ABD’nin Kony’ye karşı desteklediği ve eğittiği Uganda ordusu da bu yöntemi kullanarak ailelerin elinden çocuklarını zorla almakta ve savaştırmaktadır. Üstelik kampanya tam da Kony’nin liderliğini yaptığı LRA’nın en zayıf olduğu, hepi topu 300 askerinin kaldığı bir süreçte yürürlüğe sokulmuştur. Kony’yi provoke etmek ve kampanyaya malzeme çıkartmak için ABD destekli Uganda ordusu sürekli kışkırtıcı taciz saldırılarında bulunmuştur. Kony’nin katliamları dile dolanırken, kimse Uganda ordusunun 1990’ların ortalarından bu yana komşu ülke Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yediği haltlardan ve buna bağlı olarak 6 milyona yakın sivilin zarar görmesinden bahsetmemektedir. Kampanya, Amerikan emperyalizminin kitleleri manipüle etmek için ne denli bayağılaşabildiğinin ve bu anlamda çıkışsızlığının, çürümüşlüğünün de göstergesidir.

32

Emperyalizmin eskimeyen politikası: böl ve yönet Kendi planlarını hayata geçirmek ve nüfuz alanlarını genişletmek için emperyalistlerin onyıllardır uyguladıkları politikaların başında “böl ve yönet” politikası gelmektedir. Bu amaçla etnik veya ulusal ayrımlar kaşınır, çatışmalar tırmandırılmaya çalışılır ve sonra da “barış gücü” yahut “hakem-garantör” olarak bölgeye yerleşilir. Kârlı petrol, doğalgaz, maden anlaşmaları yapılır. Doğal kaynaklar ve ucuz işgücü sonuna kadar sömürülür. Halkların birleşmesini ve başkaldırmasını önlemek için de çatışma hali kronikleştirilir. Bu amaçla kabileler, aşiretler veya yerel egemenler birbirine karşı kışkırtılır, silahlandırılır (ve bu arada silah satışlarından elde edilen tatlı kârlar cebe indirilir), “düşük yoğunluklu” savaşlarla birbirlerine girmeleri sağlanır. Filler tepişir, çimenler ezilir… Afrika’nın kaderi ve rutini haline gelen bu duruma bir örnek de Sudan’la Güney Sudan arasında tekrar tırmanan gerilimdir.* İngiliz emperyalizminin sömürge döneminde temelini attığı ayrılık tohumlarının kısa sürede yeşermesiyle onyıllarca içsavaş felâketiyle boğuşan ve katliamlara kurban edilen Sudan halkı, 2005’teki anlaşma ve 2011’deki referanduma dayalı ayrılıktan sonra barışa kavuşacağını düşünüyordu. Ama emperyalizmin elini attığı yerde barışın ve huzurun varolmayacağının tipik bir kanıtı olarak, petrol rezervlerinin kontrolü yüzünden başlayan gerginlik kısa zamanda çatışmaya dönüştü ve iki ülkeyi tekrar savaşın eşiğine getirdi. Güney Sudan’ın bağımsızlığını kazanmasından önce Çin ve Rusya El Beşir’i destekliyor, Batılı güçler ise Güney’in arkasında duruyorlardı. Aynı Batılı güçler, bölünmeden hemen sonra Güney Sudan’ı, Sudan’la aralarındaki tampon bölgede yer alan ve petrol rezervleri açısından zengin olan bölgede hak iddia etmesi için de cesaretlendiriyorlardı. Ne zamanki Güney Sudan’ın ürettiği petrolün önemli bir kısmı Çin’e gitmeye başladı ve Çin bu yeni ülkenin en önemli ekonomik partnerlerinden biri haline geldi, Batılı emperyalistlerin tutu-


sayı: 87 • Haziran 2012

mu da değişmeye başladı. Bağımsızlığını kazanması sürecinde Güney Sudan’ı destekleyen Batılı emperyalist güçler (çünkü petrol rezervlerini elinde tutan Sudan yönetimi Batı’nın planlarına uygun hareket etmeyi reddediyor veya işi yokuşa sürüyordu), son süreçte ise Güney’in hizaya gelmesi için Sudan’ın Darfur katliamlarıyla ünlenmiş lideri El Beşir’in çıkışlarına göz yummaya başladılar. Kendisine sunulan fırsatı kullanmakta gecikmeyen El Beşir’in talimatıyla, sivillerin yaşadığı bölgeler de dâhil olmak üzere Güney’deki birkaç şehir Sudan uçakları tarafından bombalandı ve sınıra yakın bazı bölgeler işgal edildi. Sudan’ın niyetinin Güney’e gözdağı vermenin ötesine geçtiğini fark eden ABD derhal tutumunu değiştirerek (İngiltere ve Fransa da onu takip ettiler), Sudan’ın bombardımanı hemen durdurması gerektiğini, aksi takdirde garantör olarak müdahale etmek durumunda kalacaklarını ilan etti. Obama’nın bu çıkışı karşısında Rusya ve Çin de karşı açıklamalarda bulunarak Sudan’ın (kuzey) meşru müdafaa hakkının bulunduğunu öne sürdüler. Emperyalistler Sudan halkının kaderiyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynarken, silah tacirleri de her iki ülkeye olan silah satışlarını arttırdılar. İsrail Güney Sudan’a ve Rusya da Sudan’a milyon dolarlık silah satışı gerçekleştirdi. Emperyalist müdahalelerin halklar açısından anlamının açlık, sefalet, toplu tecavüzler ve katliamlar olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Emperyalistler ve onların uzantıları olan yerel güçler arasında Sudan’da yaşanan bu tepişmelerle eş zamanlı yaşanan bir başka gelişme de, kıtanın batı yakasındaki bir ülke olan Mali’deki darbe oldu. Birkaç hafta gibi kısa bir zaman diliminde ülkede önce “genç subaylar” askeri darbeyle Afrika standartlarına göre demokratik sayılabilecek bir rejimin liderini devirdiler. Gerekçeleri, mevcut cumhurbaşkanının ülkenin kuzeyindeki ayrılıkçı Tuareglerle yeterince baş edememesiydi. Ardından Tuaregler kuzeydeki bazı şehirlerin yönetimini ele geçirerek bağımsızlıklarını ilan ettiler ve sonra bu şehirlerden birisinde şeriat ilan edildi. Ve son olarak da darbeci subaylar meclis başkanı yönetiminde seçimlere gidilecek olan bir geçiş sürecini başlattıklarını açıkladılar. Yarıdan fazlası çölle kaplı olan ve yıllardır Batı’nın ilgisini çekmeyen 3 milyon nüfuslu bir Afrika ülkesinde yaşanan bu başdöndürücü hızdaki gelişmeler, haliyle herkesin aklına “acaba bu işin içinde başka birilerinin parmağı mı var” sorusunu getirecek türdendi. Nitekim emperyalizm çağında bu tür kuşkucu soruların her zaman sorulması gerektiğini doğrularcasına, üzerinden biraz zaman geçtikçe meselenin içyüzü aydınlanmaya başladı. Öğrendik ki, me-

marksist tutum

ğer kimsenin umursamadığı Mali’de zengin altın madeni yatakları bulunuyormuş ve geleneksel olarak Fransa’nın nüfuz alanında bulunan ülkedeki darbenin amacı ABD çıkarlarına daha yakın bir yönetimi işbaşına getirmekmiş. Kapitalizmin küresel kriziyle daha da açgözlü ve müsamahasız hale gelen Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu ve Güney Asya’nın yanı sıra, Batı Afrika’da da daha fazla pay istemekte, Fransa’nın kaymağın tümünü götürmesine göz yummayacağını ortaya koymaktadır.

“Arap baharı”nı destekle, sınıf hareketini köstekle! Kuşkusuz emperyalistler eskilerin yanında yeni yöntemler de geliştiriyorlar. Arap coğrafyasındaki isyan dalgasının halklar üzerinde yarattığı olumlu havayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak ve planladıkları yönetim değişikliklerini bu isyanlardan da yararlanarak gerçekleştirmek, özellikle Batılı emperyalistlerin geliştirdiği yeni yöntemlerden birisidir. Bu maksatla başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistler, işlerine gelen yerlerde anti-demokratik işleyişi öne çıkararak, isyan hareketlerini destekliyorlar. İşlerine gelmeyen yerlerde ise halk isyanlarını demokrasiyi tehdit eden bozguncu ayaklanmalar, sivil darbe girişimleri veya El Kaide bağlantılı terör hareketleri olarak lanse ediyorlar. Suriye’de yaşanan süreç birinci duruma tipik bir örnek olarak verilebilir. Afrika ülkelerinin birçoğunda yaşanan gelişmelerse ikinci duruma örnektir. Mevcut devlet başkanının 2000 yılından beri iktidarda olduğu Senegal’de, anayasa mahkemesi geçtiğimiz Şubat ayında, artan işsizlik ve sefaletten dolayı isyan eden yoksul kitlelerin öfkesinin de basıncıyla, 85 yaşındaki başkanın artık seçimlere katılamayacağına hükmetti. Batı medyası ve El Cezire ise, anayasa mahkemesinin bu girişimini “sivil darbe” olarak yansıttı ve (85 yaşındaki birisi tarafından 12 yıldır baskıyla yönetilen) Senegal’in diktatörlükle yönetilmeyen az sayıda Afrika ülkesinden biri olduğunu ve

33


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum

(isyancı halkın nefret ettiği) mevcut başkanın halk arasındaki popülaritesinin de hayli yüksek olduğunu anlatmaya başladı. Afrika’nın gelişkin ülkelerinden Nijerya’da yaşananlar da, kendilerini “demokrasi ve özgürlük yanlısı” olarak yutturmaya çalışan emperyalist-kapitalist güçlerin işçi sınıfı hareketi karşısındaki konumunu açıktan ortaya koymaktadır. Hatırlanacak olursa Ocak ayının sonlarına doğru Nijerya’da milyonlarca işçi ve emekçi, petrol fiyatlarına yapılan zammı protesto etmek için sokaklara dökülmüştü. Elbette kitlelerin bu yığınsal öfkesi, onyıllardır süregelen ve giderek artan yoksulluğun, işsizliğin, sefaletin dışavurumuydu. Kitlelerin tepkisi o kadar yüksekti ki, hükümet zamların geçici olduğunu açıklamak zorunda kaldı. Bu açıklamayla birlikte sendika bürokrasisi 4 gün süren genel grevi apar topar sonlandırdı. Çünkü protesto gösterileri kontrolden çıkmaya başlamıştı ve işler hükümetin devrilmesine doğru gidiyordu. Afrika’nın en büyük petrol yataklarına sahip ülkelerinden birisi olan Nijerya’daki bu gelişmelere Amerikan emperyalizmi müdahale etmekte gecikmedi. Çünkü ABD petrol ithalatının %9’unu bu ülkeden sağlıyordu ve ABD’li petrol tekellerinin en çok yatırımlarının bulunduğu Afrika ülkesi Nijerya’ydı. Bizlere çok tanıdık gelen senaryolar ivedilikle uygulamaya sokuldu. Genel grevin bitmesinden birkaç gün sonra ülkenin onlarca noktasında bombalı saldırılar gerçekleşti ve suç İslamcı örgütlerden birine yıkıldı. ABD’li istihbarat servislerinin ve Nijerya hükümetinin iddiasına göre bu İslamcı örgüt El Kaide ile bağlantılıydı ve yığınsal gösterileri düzenleyen sendikaların içine de sızmıştı. Ülkede sürek avı başlatılarak sözümona El Kaide militanları “tespit edilmeye ve etkisiz hale getirilmeye” başlandı. Kısacası ABD ve Nijeryalı kapitalistler, milyonlarca insanın günler boyu sokaklara dökülerek ve polisle çatışmayı göze alarak gerçekleştirdikleri protesto gösterilerini “El Kaide bağlantılı terör örgütü”nün kışkırtması olarak göstermeye çalıştılar. Kuşkusuz bu yalanlar Nijerya halkı nezdinde itibar görmedi ve tehlikenin bu kadar kolay atlatılamayacağının bilincinde olan ABD, Afrika kıtasındaki askeri güçlerini olası “acil durumlara” karşı alarma geçirdi. AFRICOM (ABD Afrika Komutanlığı) bir acil durum senaryosu hazırlayarak bölgeye 20 bin ABD askeri sevketti. Tabii ki emperyalistler ve kapitalistler için tehlikede olan tek ülke Nijerya değildi. Benzer durumlar ve senaryolar, Zambiya ve Güney Afrika’daki protesto gösterileri, genel grevler için de hazırlandı.

Afrika’nın kaderini işçi sınıfının devrimci mücadelesi değiştirir Emperyalistlerin ve onlarla işbirliği halindeki egemenlerin bu kadar pervasızca ve rahatlıkla istediklerini yapabilmelerinin yegâne koşulu, ortada, birikmiş öfkeyi ve açığa çıkan tepkiyi sonuna kadar götürecek devrimci bir işçi

34

hareketinin olmamasıdır. Tıpkı dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Afrika’da da, Arap coğrafyasındaki isyan dalgasının da azımsanamaz etkisiyle, ezilenler ve işçi sınıfı yavaş yavaş ayağa kalkmaya, kendisine yönelik saldırılara ve baskılara karşı tepkisini ortaya koymaya başlamıştır. Ancak sayıları rahatlıkla milyonları bulabilen kitle hareketi henüz siyasal bilinç açısından ya çok yetersizdir ya da reformist partilerin veya sendika bürokrasisinin kontrolündedir. Hal böyle olunca da “böl ve yönet” politikaları, terörizm bahanesi, düzen güçlerince yaratılan sahte öcüler, emperyalistlerce kışkırtılan ulusal-etnik-dinsel ayrımlar başarıya ulaşabilmekte ve sınıf hareketinin birleşip güçlenmesi önlenebilmektedir. Ancak bu kandırmacanın ilâihaye süremeyeceği açıktır. Nitekim hemen her örnekte, kitle hareketi geri çekilse bile bu geçici olmakta, taleplerinin karşılanmadığını ve gerçekte bir şeyin değişmediğini fark ettikleri anda yığınlar tekrar sokaklara dökülmektedirler. Afrikalı işçi-emekçi sınıflar da, kurtuluşlarının bu düzen dâhilinde gerçekleşmeyeceğini öğreneceklerdir. Emperyalistleri ve kapitalistleri “acil durum” planları hazırlamaya sevkeden de budur.  _____________________ *

Bkz: Berdan Güney, Güney Sudan’da Bağımsızlık Referandumu, Marksist Tutum, Şubat 2011


“Okul Sütü, Akıl Küpü” Projesi Gülhan Dildar

H

ükümetin hazırladığı “Okul Sütü, Akıl Küpü” projesi 2 Mayısta uygulamaya koyuldu. Bu projeyle birlikte, Türkiye genelinde, anasınıfı ve beşinci sınıfa kadar olan ilköğretim öğrencilerine UHT sütler 200 mililitrelik kutular halinde dağıtılmaya başlandı. Ancak programın uygulandığı ilk gün yüzlerce çocuk hastanelik oldu. Diyarbakır, Sivas, İstanbul, Edirne, Adana, Mersin, Konya gibi birçok şehirde çocuklarda mide bulantısı, yüksek ateş, karın ağrısı gibi şikâyetler ortaya çıktı. Öğrencilerin hastanelik olmasına ilişkin olarak valisinden bakanına hükümet kanadından yapılan hiçbir bilimsel dayanağı olmayan açıklamalar tam anlamıyla ibretlikti. Örneğin zehirlenme vakalarına dair ilk açıklamayı yapan Ömer Dinçer, “şu ana kadar elde ettiğimiz bilgiler bir zehirlenme vakası değil. Süte karşı hassasiyet olabilir” derken, Sivas Valisi Ali Kolat ise zehirlenmelerin üzerini şöyle kapatmaya çalışıyordu: “Zehirlenme değil de arkadaşlar sanıyorum süt herhalde biraz bozuk. Bozuk süt olduğu anlaşılıyor, arkadaşlarımızın tespitleri öyle. Zehirlenme demeyelim de bozuk sütün, bozuk gıdanın verdiği biraz kısmen psikolojik diyelim, kısmen de rahatsızlık şeklinde ama ciddi bir vaka yok.” Vali bir taraftan utanmadan sütün bozuk olduğunu itiraf ediyor, diğer taraftan da medyaya telkinde bulunuyordu: “Aman ha zehirlenme demeyin!” Farklı şehirlerdeki yüzlerce öğrencinin birbirlerinin

psikolojilerinden etkilenmeleri zor olsa gerekti ama bunu başarmışlardı hükümet yetkililerine göre! Bülent Arınç da çocukların süte karşı alerjileri olduğunu söyledi. Ama, Türkiye’de süt alerjisinin ve “süt şekeri (laktoz) tahammülsüzlüğü”nün son derece yaygın olduğu bilindiği halde gerekli testler yapılmadan ya da veliler uyarılmadan böyle bir dağıtımın nasıl olup da gerçekleştirildiği konusunda hiçbir hükümet yetkilisi ağzını açmadı. Üstelik bu vakaların tümü alerjiden kaynaklansaydı, Türkiye genelinde daha homojen bir dağılım göstermesi gerekirdi. Yani örneğin bir sınıfta 15 çocuk birden zehirlenme belirtileri göstermezdi. Aynı şey laktoz tahammülsüzlüğü için de geçerlidir. Bu vakalardan sonra yapılan araştırmalar, etkilenen çocukların önemli bir bölümünün “ciddi manada aç” olduğunu, bu nedenle de aç karnına içilen sütün mide bulantısına sebep olduğunu göstermiştir. Peki, on yıldır iktidar koltuğunda oturan bir hükümetin kendine sorması gerekmez mi, “ilkokul çağındaki bu çocuklar neden okula aç geliyorlar” diye? Ama bir sermaye partisinden vicdan beklemek, emekçilerin sağlığını dikkate almasını beklemek boşunadır? Burjuva düzen partileri her daim sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, Çernobil faciası döneminde yapılanlar bunun için

35


marksist tutum

iyi bir örnektir. 1986’da gerçekleşen Çernobil faciasından sonra Karadeniz bölgesinde depolarda bulunan ve sonrasında toplanan tonlarca radyasyonlu çay emekçilere içirildi. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, arsızlığı televizyonların karşısına geçip halkı radyasyonlu çayın sağlığa yararlı olduğuna ikna etmeye kadar ilerletti. Yine aynı dönemde ihraç edilmek istenen fındıklar yüksek oranda radyasyon tespit edildiği için iade edilmişti. Satılamayan bu fındıklar “heba” edileceğine okullarda avuç avuç öğrencilere dağıtıldı. O dönem ne güzel fındık yediklerini düşünen insanlar, sağlıklarının hiçe sayıldığının ve radyasyonlu fındık yediklerinin farkında bile değillerdi.

Asıl amaç süt firmalarına kıyak Krizin derinleştiği, işçi ücretlerinin reel olarak her geçen gün daha da düştüğü, işsizliğin, açlığın yoksulluğun arttığı böylesi bir dönemde, yüzbinlerce aile çocuklarının en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz haldedir. Yüzbinlerce çocuk anne sütü haricinde süt içememektedir. Asgari ücretle yaşamlarını devam ettirmeye çalışan aileler, sağlıklı beslenmenin başında gelen bol protein içeren besinleri, süt ve süt ürünlerini tüketememektedirler. Oysa bilimsel olarak her gün çocukların iki su bardağı süt veya eşdeğeri süt ürünleri tüketmeleri tavsiye edilmektedir. Türkiye, yıllık 14,5 milyon ton süt üretimi ile dünyada 7’nci sırada yer almasına rağmen kişi başına düşen yıllık süt tüketimi yaklaşık 25 litredir. Oysa Finlandiya’da bu miktar 134, İngiltere’de 106, İspanya’da 94 litredir. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı verilerine göre ise Türkiye’de “düzenli olarak süt içiyorum” diyen çocukların oranı %30’dur. Bu rakamın resmi ağızdan yapıldığını düşünecek olursak, gerçekte bu oran çok daha düşüktür. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı “Okul Sütü” projesinin amacını şöyle açıklıyor: “2012 yılı içinde yürütülecek proje, öğrencilerin sağlıklı ve dengeli beslenmesi ile süt içme alışkanlığının kazandırılmasını ve geliştirilme-

36

Haziran 2012 • sayı: 87

sini sağlayacak. Ayrıca, piyasada oluşacak süt arzı fazlasının alınarak üreticiyi düşük fiyat baskısından korumayı amaçlıyor.” Bakanlığın yaptığı bu açıklama oldukça manidardır. Elbette ki, bu projenin hayata geçirilmesiyle birlikte ücretsiz süt dağıtılarak çocukların süt ihtiyaçlarının karşılanması önemlidir. Ancak AKP hükümeti, yoksul işçi ve emekçilerin çocuklarının sadece protein ihtiyacının karşılanması amacıyla bu programı devreye sokmuş değildir. AKP’nin asıl derdi, tam da yukarıda açıklamakta hiçbir beis görmedikleri gibi üretim fazlası sütü eritmektir. Çocukların süt ihtiyacı ise burada araç olarak kullanılmaktadır. Bizzat başbakan Erdoğan’ın da dediği gibi amaç üretimde istikrarı tesis etmektir! Geçtiğimiz yıllarda da AKP, süt sanayicilerine sağladığı teşviklerle süt fiyatlarının düşmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Süt sanayicilerine sadece geçen yıl 70 milyon lira süt tozu desteği verildi. Yapılan teşviklerle kurulan yeni çiftlikler sayesinde süt üretimi iki katına çıkmıştır. Ancak süt miktarındaki artışa rağmen, süt fiyatlarında düşüş olmamıştır. Üstelik “Okul Sütü Akıl Küpü” projesi kapsamında hükümet sütü ihaleye giren firmalardan piyasa fiyatının iki katına almaktadır. Ayrıca dikkat çekilmesi gereken diğer bir nokta ise, bakanlık tarafından mevsimsel süt arzı fazlalığının olduğu dönemler dikkate alınarak süt dağıtımı takviminin belirlenecek olmasıdır. Yani, hükümet çocukların süt ihtiyacına göre değil, eğer süt firmalarının ellerinde süt fazla kalmışsa sütün “heba” olmaması, fiyatların düşmemesi için dağıtım gerçekleştirecektir. Yoksa kimin umurundadır “sağlıklı genç nesiller”! Burjuva hükümetler işçi-emekçi kitlelerin gözünü boyamak için birtakım hizmetlerde bulunuyormuş gibi görünürler. Bazen de kaşıkla biraz olsun pay verirler. Ama görünürde verdiklerinin kat be katını kepçeyle geri almasını da çok iyi bilirler. Gerek AKP hükümeti, gerekse geçmiş hükümetler döneminde en insani ihtiyaç olan sağlık dahi sermayenin çıkarlarına endekslenmiştir. Çocuklara radyasyonlu fındık dağıtılması veya bozuk sütlerin dağıtılması, çocukların zehirlenmesi, kanser olması onlar açısından sorun değildir. Onlar için önemli olan sermayenin istikrarının sağlanmasıdır, kapitalistlerin kâr oranlarının düşmemesidir. Sağlıklı bir toplumun yaratılmasını bu çürümüş kâra dayalı kapitalist düzenden beklemek ham hayaldir. Bu ancak üretimin gerçek anlamda insanlığın ihtiyaçları temelinde planlandığı ve gerçekleştirildiği bir düzende mümkündür. İşte o zaman tüm insanlık rahatlıkla dilediği gıda maddelerine de ulaşabilir, her türlü ihtiyacını da karşılayabilir. 


Kapitalist Tüketim Her Araçla Pompalanıyor Hakan Sönmez

K

apitalist sistemde tek amaç vardır, o da daha fazla kâr elde etmektir. İşçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyan kapitalistler, bunu ancak üretilen ürünler satıldığında kâr biçiminde realize edebildiklerinden tüketimi alabildiğine körüklemek zorundadırlar. Gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistler tüketimi körüklemek için her yönteme başvurmakta, bu konudaki yaratıcılıklarında sınır tanımamaktadırlar. Gelişen teknolojiyle birlikte tüketim eğilimini genişletecek araçların sayısı da artmıştır. Başta TV ve internet olmak üzere çok çeşitli araçlarla toplumda tüketim çılgınlığı yaratılmakta ve bu sayede büyük kârlar elde edilmektedir. Kapitalistler mallarını pazarlamak için devasa bir reklâm ağı yaratmışlardır. Sadece TV ve internetteki reklâmlarda değil, caddelere asılan afişlerde, billboardlarda da sürekli “tüketin” mesajı verilmektedir. “Tüketin ve mutlu olun” mesajı verdikleri önemli bir hedef kitleyi ise çocuklar oluşturmaktadır. Çünkü çocukları etkilemek ve tüketmelerini sağlamak hem kolaydır, hem de reklâmdan etkilenen çocuk aile üzerinde basınç oluşturabilmektedir. İşte “daha fazla nasıl satarım”ı düşünen kapitalistler şeytanın dahi aklına gelmeyecek noktaların farkındadırlar. Özellikle son dönemde devasa alışveriş merkezlerinin açılması, birçok ürünün bu mağazalarda bir arada oluşu tüketimi daha kolaylaştırmış, geriye AVM’leri dolduracak kalabalıkları örgütlemek kalmıştır. Daha fazla tüketimi körüklemekte TV, internet ve diğer reklâm araçları yetmemekte, reklâmlar artık okul kitaplarına dahi taşınmaktadır. Örneğin Amerika’da Pizza X’in okuma programında, bir ayda öngörülen kitapları okuyan çocuklara Pizza X’te bedava pizza kuponu vermek gibi reklâm mesajları verilirken, Türkiye’de de reklâmlar ders kitaplarına girmiş durumdadır. 3. sınıf Türkçe kitabındaki bir okuma

parçasında yer alan satırlar durumu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Her tarafı reklâm kokan okuma parçasında bakın ne anlatılıyor: “Ekin, özellikle her şeyin bulunabildiği büyük marketlerden alışveriş yapmayı seviyor. Binlerce ürün, tekerlekli arabalar, elbette bisküviler, şekerler Ekin’i çok heyecanlandırıyor. Adeta paten yaparcasına marketin rafları arasında oradan oraya gidip geliyor. Hatta geçen yıl gittiği Disneyland’deki kadar eğlenebiliyor. O yüzden evde malzemelerin bittiği günü iple çekiyor. Genelde markete hafta sonları babası ve annesiyle gidiyorlar. Elbette bu arada Ekin kendi listesini de çıkarıyor. Ailesi «Haydi! » dediğinde, Ekin de hızla hazırlanıyor. Listesinde genellikle kırtasiye malzemeleri ve bazı yiyecekler oluyor. Bu marketler, gerçekten de çok fazla malı aynı anda bulundurabiliyorlar. Tek yere gidip birçok şeyi alabilmek, satın alabilmek daha ekonomik. Hem de daha az yorucu. Kısacası dışarıda olduğu gibi kasaptan manava, bakkaldan kırtasiyeye gitmek zorunda kalmıyor.” (akt. Pınar Öğünç, Radikal, 6 Nisan 2012) Bu satırları okuyan çocukların her şeyi bir arada bulabilecekleri AVM’lere gidip alışveriş yapmanın büyük mutluluk olduğunu düşünmemeleri mümkün mü? Ne deniliyor, “evde malzemelerinin bittiği günü iple çekiyor”... Bu satırları okuyan o yaştaki çocuklar Ekin’e özenecek ve böylece onlar da mutlu olmanın yolunun soluğu AVM’lerde almak olduğunu düşüneceklerdir. O halde mesaj verilmiştir. Mutlu olmak için tüketmen gerekiyor! Böylelikle burjuvazi her alanda malının reklâmını yapabilmekte, tüketimi körüklemekte, gözü hiçbir şeyi görmemektedir. Çürümüş kapitalist sistem çocuklara sahte mutluluktan başka ne verebilir ki?

37


marksist tutum

Reklâmların hedefi neden çocuklar? Kapitalistler pazarladıkları ürünlerin reklâmına tonla para harcamaktadır. Her gün milyonlar TV ekranlarında dönen reklâmları seyretmektedir. Reklâmları seyreden insanların etkilenmeme şansı neredeyse yoktur. Çocuklar yetişkinlere oranla daha fazla etkilendikleri için onları cezbetmek üzere her türlü yöntem denenmektedir. Bu yöntemleri denerken de birçok öğeden yaralanabilmektedir. Burjuvazi emrinde çalıştırdığı psikologlar aracılığıyla hangi çocuk grubuna ne tür reklâmların gösterilmesi gerektiğini, hangi grubun ne şekilde etkileneceğini, dolayısıyla tüketimi ne kadar arttırabileceğini önceden hesaplamaktadır. Örneğin 8-12 yaş çocuk grubuna yönelik reklâmlarda bu yaş gurubuna büyük gibi davranarak daha fazla mal pazarlayabilmektedirler. Yani daha ergen yaş gurubu için üretilen mallar, oluşturulan bu psikolojiyle 8-12 yaş gurubuna da sunulmaktadır. Bu reklâmlara maruz kalan çocuklar ailelerinden sürekli bir şeyler istemekte, aileler çocukların isteği karşısında baskı altında kalmakta ve haliyle isteği yerine getirmek için çabalamaktadırlar. Böylelikle çocukların tüketime etkisi büyük olmaktadır ve bu da burjuvazinin oluşturduğu sınırsız reklâm ağıyla daha fazla mal satması, kâr etmesi demektir. Burjuvazi kendi ideolojisi olan bencillik, rekabetçilik, kıskançlık gibi duyguları da çocuklara aşılıyor ve onların gencecik beyinlerini zehirliyor. Reklâmlar çocukların kişiliklerinde de bozukluklar yaratıyor. Örneğin burjuvazi sürekli ilgi isteyen sanal bebekleri çocukların sorumluluk duygusunu arttırıyor diyerek piyasaya sürmüş ve büyük paralar kazanmıştı. Oysa çocukların sürekli sanal bebekle uğraşmaları başka hiçbir şeyle ilgilenmemelerine, çevrelerinde olup biteni görmemelerine yani asosyal olmalarına neden oluyor. Her şeyden önce sürekli tüketen, her şeyin hazır bir şekilde önlerine geldiği çocuklar hayal gücünden, yaratıcılıktan uzak bir şekilde büyüyor. Burjuvazi bir taraftan malını satarken, diğer tarafta da kendi hâkim düşüncelerini genç nesillere enjekte etmiş oluyor.

İhtiyaçlar mı kâr mı? Kapitalizmde üretim insan ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr için yapılır. Bugün bilim ve teknolojinin tüm gelişimine, üretkenliğin bunca artmasına rağmen 3 milyar insan yoksulluk sınırının altında yaşamakta ve en temel insani ihtiyaçlarını dahi karşılayamamaktadır. Neden? Çünkü insanların ihtiyaçlarının karşılanması kapitalizmin umurunda değildir. Dünyada yılda 1,5 trilyon dolar silahlanmaya harcanmaktadır. Bu kadar silah tüketimi insanlığın hangi ihtiyacını çözmektedir? İnsanlık açlıktan kırılırken, Haiti’de insanlar çamur kurabiyesi yerken, ileri kapitalist ülkelerde milyarlarca dolar zayıflamak için üretilen ürünlere ya da hizmetlere akıtılmaktadır. Dahası, hiçbir gerçek ihtiyaca

38

Haziran 2012 • sayı: 87

denk düşmeyen ama büyük reklâm kampanyalarıyla ihtiyaçmış gibi algılatılan çok sayıda ürün de üretiliyor bu sistemde. Bir dönem Japonya’da büyük bir furya haline gelen sanal bebekler bunun tipik bir örneğidir. Türkiye’ye 3G’nin gelmesi de tam da böyle bir reklâm bombardımanıyla gerçekleşmişti. Kısa bir sürede 3G çılgınlığı yaratılmış, ekranlar 3G reklâmından geçilmez olmuştu. Günde 16 saat çalışan ve yoksulluktan kırılan işçilere, 3G hayatın olmazsa olmaz gereksinimi olarak yutturulmaya çalışıldı. Türkiye’de 3G teknolojisine geçmek için 14,5 milyar TL harcandı ve cep telefonu operatörleri ceplerini doldurdu. Kapitalistlerin tüketimi artırmak için kullandıkları diğer bir yöntem de kalitesiz ve dayanıksız ürünlerdir. Bu yolla insanlar sürekli tüketime teşvik edilmekte, ihtiyaç listesi kabarmakta ve sanki ihtiyaçlar sınırsızmış gibi bir psikoloji yaratılmaktadır. Yaratılan tüketim toplumuyla aslında kapitalizm insanlığı tüketmektedir. Mutluluğu daha fazla tüketmekte gören ve sürekli tüketen milyonlar aslında kendilerini tükettiklerinin farkında değildirler. Kapitalizmin tüketimi körüklerken pompaladığı egoistçe duygular, sosyal yaşamı da derinden etkilemektedir. Dünyada her 5 insandan birinin psikolojisinin bozuk olması bunun bir göstergesidir. Kapitalizmin tüketim kültürü, her alanda sığlaşmayı, yüzeyselleşmeyi de beraberinde getirmektedir. Sanat alanı da bundan fazlasıyla nasibini almaktadır. Kitleler bu alanda da önlerine konulan, yaratıcılıktan uzak, üzerinde anlamlı bir emek sarf edilmemiş şeyleri tüketmeye mecbur bırakılmaktadır. Burjuvazi insani değerleri yok etmekte, onun yerine insanları hasta edecek alışkanlar koymaktadır. Yardımlaşma, paylaşma, örgütlenme, onur gibi insani değerler yerine burjuvazi bencillik, kariyerizm, kıskançlık gibi toplumsal yaşamı baltalayan, onu sakatlayan davranışlar yerleştirmektedir. Böylece insanlık kapitalizmin elinde hem maddi hem de manevi olarak tükenmektedir. Kapitalizm insanlığın üzerine giydirilmiş deli gömleğinden başka bir şey değildir. Üretim araçlarının bunca üretkenliğine rağmen dünya nüfusunun büyük bir bölümünün açlıktan ve yoksulluktan kıvranması, hastalıkların, savaşların, yıkımların olması neyle açıklanabilir? Kapitalizm altında insanlık asla mutlu olamaz. İnsanların mutlu olması için kimsenin kimseyi sömürmediği, açlığın, yoksulluğun, savaşların, yıkımların olmadığı bir dünya gerekir. Bu dünyayı yaratacak olan yine her şeyi üreten işçi sınıfı ve onun devrimci mücadelesidir. Kapitalizmin yok etmeye çalıştığı insani değerler ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle ayakta durabilir. Kapitalizmin sahte mutluluk hayallerinden çıkıp insanlığın kurtuluşu için savaşmak kadar mutluluk ve onur verici bir şey olamaz. İnsanlığı her geçen gün tüketen ve yıkıma sürükleyen bu sömürü düzenini yıkmak için yüreği kor gibi yanan ve Marksizmi rehber edinmiş sınıf devrimcilerine fazlasıyla iş düşüyor. 


Kimin Sanatı, Kimin Sanatçısı? Ezgi Şanlı

1

Mayıs 2012 Taksim mitingi toplumun tüm muhalif kesimlerinin kendi sorunlarıyla ve talepleriyle alanda yer aldığı kitlesel bir miting olarak gerçekleşti. Mitingin dikkat çekici yönlerinden biri, başta tiyatro oyuncuları olmak üzere, sanatçıların da yoğun katılım göstermesiydi. Kendi pankartıyla mitinge katılan Oyuncular Sendikası’nın Genel Sekreteri Mehmet Ali Alabora, oyuncuların da işçi olduklarını, 4A statüsünde, yani sigortalı çalışmak istediklerini dile getirmek için alanda olduklarını vurguladı. Alanda bulunan her daldan sanatçılar, buna benzer taleplerini öne çıkardılar. AKP hükümeti iktidarda olduğu süre boyunca, işçi sınıfına yönelik dizginsiz saldırıların yürütücüsü oldu. Bu arada, yaptıkları iş nedeniyle kendilerini işçi sınıfından saymayan ve toplum tarafından daha ayrıcalıklı görülen kesimler de büyük oranda işçi sınıfının saflarına katıldılar ya da zaten o saflarda olduklarının farkına vardılar. Hükümetin artarak süren saldırıları, bu kesimlerin kendilerini ifade etmek için işçi sınıfının kürsüsünü seçmesinde şüphesiz etkili olmuştur. Şüphesiz oyuncusuyla, yazarıyla, heykeltıraşıyla, müzisyeniyle, ressamıyla sanatçıların 1 Mayıs alanında olması, kendilerini işçi sınıfının kürsüsünde ifade etmeleri anlamlıdır. Kendilerini işçi olarak görmeleri önemlidir. Ancak unutulmaması gereken bir gerçek var ki o da sınıflı toplumlarda sanatın sınıflardan bağımsız olamayacağıdır.

Bunun farkında olarak ve tarafını işçi sınıfının saflarından yana belirleyerek emek veren sanatçılar, bu nedenle toplumun değişmesine de katkıda bulunurlar. Tarihin ilerleyişini kavrayan ve bu ilerleyişin temel dinamiğinin sınıf savaşımları olduğunu bilen sanatçılar, kapitalist sistemi yıkacak ve sömürüsüz bir dünyayı kuracak gücün işçi sınıfı olduğunu da bilirler. Bu nedenle burjuva ideolojinin hizmetindeki sanatçılardan farklı olarak, işçi sınıfını cahil ve kültürsüz olmakla, kendi eserlerini anlamamakla suçlamazlar. İşçi sınıfını küçümsemezler, tersine ona ve dünyayı değiştirebilme gücüne umut bağlarlar. Sınıflı bir toplumda yaşadığının farkında olan ve safını sınıfsız toplumu yaratacak işçi sınıfından yana belirleyen sanatçılar ve yapıtları toplumsal hafızadaki yerlerini korurlar. Onları, yalnızca bugünün işçi kuşakları bağrına basmayacak. Onlar, geleceğin toplumunda da yaşayacaklar. Tıpkı Nâzım Hikmet, Ahmed Arif ve Orhan Kemal gibi. Bu toprakların en büyük şair ve romancılarından Nâzım Hikmet’i, Ahmed Arif ’i ve Orhan Kemal’i bir Haziran ayında kaybettik. Nâzım Hikmet 3 Haziran 1963’te, Orhan Kemal 2 Haziran 1970’te, Ahmed Arif ise 2 Haziran 1991’de ayrıldı aramızdan. “Biz de işçiyiz” diyen ve 1 Mayıs meydanlarına çıkan sanatçılar, şu günlerde belki de işçi sınıfının gerçek sanatçılarının yaşamını daha dikkatle incelemeli. Hasan Hüseyin’in dediği gibi “Haziranda ölmek zor”, ancak

39


Haziran 2012 • sayı: 87

marksist tutum Orhan Kemal ve Ahmed Arif

Haziranda kaybettiklerimizin mücadelesini her alanda olduğu gibi sanat alanında da ileri taşımak daha zor! İşte bu nedenle, belki de işçi sınıfının bu romancı ve şairlerinin eserleri, bu topraklarda yazılmış en görkemli eserler arasında yer alıyorlar. Orhan Kemal, ömrünün sonuna kadar emekçilerin yaşamlarını, çelişkilerini, umutlarını, sevinçlerini ve mücadelelerini anlattı. Onun öykü ve romanları, bu toprakların insanlarını derinlemesine işlemekte ve düzeni çeşitli yönleriyle teşhir etmektedir. Orhan Kemal, işçilerin gündelik yaşamlarını, yoksulluklarını, çaresizliklerini ve hayallerini anlatırken, arka planda da Türkiye’nin siyasi ve toplumsal atmosferini işlemektedir. “1950’li yıllardan sonra değişmeye başlayan Türkiye’nin çehresini, insanlardaki değişimleri, güçlü bir gözlem gücüyle, özgün ve yalın bir anlatımla kaleme almıştır. O dönemde neredeyse bütün temel ihtiyaç maddelerini kapsayan karaborsa ekonomisini, rüşvetçi memurları, yolsuzlukları romanlarında açık bir şekilde görmek mümkündür. Romanlarında öne çıkan temalardan biri de, sınıf bilincine sahip olmayan, mücadele etmeyi bilmeyen işçilerin kısa yoldan zengin olma, ne pahasına olursa olsun köşeyi dönme, «seçkin» bir iş sahibi olmak için devlete kapağı atma hayalleridir.”* Kısacası isyanları ve zaaflarıyla, çaresizliği ve gücüyle işçilerdir, emekçilerdir onun eserlerinin ana kahramanları. Ahmed Arif, daha çocuk yaşta başladı şiir yazmaya. Daha 12 yaşındayken dergilerde şiirleri yayınlanmaya başladı. Arif ’in şiirleri, yaşadığı toprakların insanını müthiş bir duyarlılıkla anlatıyordu. Daha o zamandan, tercihini dalkavukluktan yana değil, bedeli ne olursa olsun gerçekleri anlatmaktan yana yapmıştı Arif. Onun şiirlerinde toprağı işleyen, o toprağın buluttan ak, köpükten yumuşak pamuğunu, ak pirincini, başak başak buğdayını üreten insanlar vardır. Bu insanların ürettikleri, beyler sofrasına gider kendi sofralarına değil! Çukurova’nın ırgatlarını anlatır Arif. Çukurova güneşinin altında sabır taşları çatlarken, yürekleri çatlamayan ırgatları, işte onları anlatır şiir-

40

lerinde, pembe hayalleri, kahpe masalları değil. Şifre buyuran paşaların sorgusuz sualsiz yüreklerini kurşunlattığı yiğitlerin hikâyesini anlatır. Sınırların yapaylığını, halkların düşman değil, akraba, kardeş olduğunu anlatır. Bin yıllık Anadolu’yu, Anadolu’nun mahpuslarını anlatır. Coşkuyla anlatır gerçekleri ki o gerçekleri değiştirme gücü ortaya çıksın. Dünya değişsin, sömürü bitsin. Bir ayağımız uzay çağındayken diğer ayağımız ham çarık, kıl çorapta olmasın. Anlatır ki kimsenin ağzına gül memeler yerine domdom kurşunları dolmasın! Ahmed Arif anlattıklarının bedelini de ödedi. Yıllarını şiirlerinde anlattığı bereketli toprakların üzerine inşa edilmiş dört duvarlar arasında geçirdi. Yine de dışarıyla ve mücadeleyle bağını koparmadı. İçerideyken, akşamlar erken indi mahpushaneye. Ahmed Arif efkârını yazdı. Yazdı yazmasına ama yüreği vazgeçmedi umutla, dışarıyla atmaktan. Şafakları ben balığa çıkarım Akan akmayan sularda, Benim, bütün tezgâhlarda paydosa giden, Bir bahar akşamı dünyada. Ben dört duvar arasında değilim, Pirinçte, pamukta ve tütündeyim, Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de. Kederi biliyordu, efkârı biliyordu Arif. Tütün sardı, kendini öldüresiye dumanını içine çekti. Hasretinden prangalar eskittiği sevdalarını, yüreğinin düşlerini yazdı. O düşler bencil değildi. Tek bir yüreğin düşleri de değildi. O düşlerde bütün insanlar için mutluluğun hasreti vardı. Genciz namlu gibi, Ve çatal yürek, Barışa, bayrama hasret. Uykulara, derin, kaygısız, rahat, Otuz iki dişimizle gülmeğe, Doyasıya sevişmeğe, yemeğe... Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri, Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret Ve asıl biz biliriz kederi. Ahmed Arif, dünyanın haline kederlendi ama boyun eğmedi. “Yürü üstüne üstüne, tükür yüzüne cellâdın” diyerek boynu vurulmak istenenlere cesaret verdi. “Bir umudum sende” diye seslendi isyanını beklediği Anadolu’ya. O yaşamı boyunca ayrıcalık beklemedi, kendisi için saygı ve zenginlik istemedi. Namus işçisiydi, yürek işçisiydi kendi deyimiyle. O ezilenlerin gerçek bir şairiydi. Nâzım Hikmet… O işçi sınıfının komünist ozanıydı, büyük insanlığın büyük şairiydi. Üreten, yaratan, ter


sayı: 87 • Haziran 2012

marksist tutum

döken, ezilen, ölümde bile adalet görmeyen her kim varsa, onun şiirinde kendine yer buldu. İşçi sınıfının isyanları, meydanlardan kaçması, tekrar ayağa dikilmesi vardı onun şiirlerinde. Onun şiiri silah oldu burjuvaziye yöneldi, meydan okuma oldu işçilerin yüreğine aktı, isyan oldu grev meydanlarını zapt etti. Onun şiiri kavgaydı, sevdaydı, umuttu, bahtiyarlıktı. Sanatı sömürüye hizmet edenlere kin kustu onun şiiri: Behey! kaburgalarında ateş bir yürek yerine idare lambası yanan adam! Behey armut satar gibi san’atı okkayla satan san’atkâr! Ettiğin kâr kalmayacak yanına Nâzım Hikmet, türkü söyler gibi şiir yazdı. Yalındı şiiri, içtendi, yürekliydi. Onun şiiri bir türkü gibiydi. Eğlence meclislerinde alkış için söylenenler gibi değil, buğday tarlalarında, pamuk ovalarında meşakkatle ter dökerken yürekten kopup gelen, umutla söylenen türküler gibi: yıldızlar gibi rüzgar gibi su gibi bir türkü. Bu türkü diyor ki, “Korkumuz yok! İnmedi bir gün bile gözlerimize bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.” Bu türkü diyor ki, “Çizmişiz rotamızı dostların alkışlarıyla değil, gıcırtısıyla düşmanın dişlerinin Hayatın hiçbir alanına ilgisiz kalmadı Nâzım. Şiirlerinde fabrika tezgâhları da vardı, atom reaktörleri de. Japon balıkçıları da vardı, Krupp fabrikaları da. Her şeye dair şiir yazdı o. Çünkü kapitalizm her şeyi kirletmişti ve kapitalizmden temizlenmesi için işçilerin usta elleriyle yeniden var edilmesi gerekiyordu dünyanın. Nâzım bunları anlatmaktan kaçmadı. Tarafını işçi sınıfından yana belirleyememiş “sanatçılar” gibi suya sabuna dokunmayan bir sanat anlayışı olmadı. O, eşsiz yeteneği olan sanatını, ezilenlerin ezenlere karşı bir silahı olarak tasarladı ve bunun bedellerini yüreklilikle göze aldı. İşçiler, nasırlı ellerin şairine “Nâzım Usta” dediler. O ustaydı. Sömürüye karşı savaşta ustaydı. İşçi sınıfının destanını şiir şiir anlatmakta ustaydı. Hapisteyken bile alınteri dökmekte ustaydı. Nesiller boyunca, daha güzel bir dünya düşleyen gençlerin yüreğini kazanmakta ustaydı. Bir Haziran sabahının onu aramızdan almış olması hiçbir şey değiştirmedi. O işçi sınıfının ölümsüz ozanı olarak yaşamaya devam ediyor ve edecek. Nâzım’ın ölümünden 48 yıl sonra, 1 Mayıs meydanında kürsüye çağrılan sanatçılar kitlelere onun dizelerini okudular. Ne güzel! Ama Nâzım, yalnızca kürsülerde şi-

irlerini okumakla anlaşılamaz ve sahiplenilemez. Nâzım’ı sahiplenebilmek için önce tereddütsüzce onun katıldığı mücadele saflarını sahiplenmek gerekir. İşçi sınıfından ve tüm ezilenlerden yana tutum almak gerekir. Kendisi için bir ayrıcalık beklemeden, herkes kadar ve herkesle beraber kahır çekmeyi bilmek gerekir. Herkes sustuğunda bile ezilenlerin çığlığı olmak gerekir. Sanatı kendinden menkul bir olgu olarak yücelten, onu kutsal bir dokunulmazlık halesiyle bürümek isteyen, genel olarak kitlelerden kopuk seçkinci bir tavır içinde olanların sitemlerinin, işçiler ve ezilenler arasında yankı bulması beklenemez. Onların ağlayıp sızlanmaları, kıymetlerinin bilinmediğini iddia etmeleri, toplumun ezilen kesimleri arasında, işçi sınıfı içinde kendine karşılık bulamayacaktır. Sınıflı, sömürülü toplumların sonunu getirmek için yüreğini ortaya koyan sanatçılarsa, daha iyi bir dünya yaratma çabasının onurunu işçi sınıfıyla paylaşacaklardır. İşçi sınıfının mücadelesine, örgütlerine, kendi gücüne sahip çıkamadığı karanlık günler kimseyi yanıltmasın. İşçi sınıfı büyümeye ve gelişmeye devam ediyor. Tarih ilerliyor. İşçi sınıfı kendi sanatçılarını yeniden hatırlayacak. Onlara ve hayatlarını adadıkları davalarına sahip çıkacak. İşçi sınıfı, kendi içinden şiirle, şarkıyla, resimle, sinemayla kendisini kurtuluş için dövüşmeye çağıranlara ses verecek. İşçi sınıfının mücadelesi yükseldikçe, daha nice Nâzımlar, Ahmed Arifler, Orhan Kemaller, Hasan Hüseyinler, Ruhi Sular, Yılmaz Güneyler, Brechtler çıkacak ve insanlığın kurtuluş mücadelesinde yerini alacaktır. ______________________ *

Aylin Dinç, Orhan Kemal ve Romanları, MT, Nisan 2008

41


Öğrenim H Kredisi Borcu Olan Milyonlar Mikail Azad

42

er şeyin kâra endekslendiği kapitalizmde, okullar ve üniversiteler de birer ticarethaneye dönüşmüştür. Bu sistemde parasız eğitim talebi bir suç olarak görülürken, bu hakkın gasp edilmesi karşısında tepkilerini dile getiren yüzlerce öğrenci okuldan uzaklaştırılmakta, haklarında hapis cezalarıyla davalar açılmaktadır. Kimi burjuva köşe yazarları ise daha da ileri gidip parasız eğitim isteyenleri aşağılamaktadır. “Yüzleri hiç kızarmadan parasız eğitim istiyorlar ve bunu da bir hak olarak talep ediyorlar” diyen Sabah yazarı Emre Aköz de bunlardan biri. Aköz’ün parasız eğitimin yerine önerdiği yöntem ise, öğrencilerin kredi kurumlarından borç alıp eğitimlerini tamamlayınca bu borcu geri ödemesi esasına dayanan Amerikan modelidir. Ancak bu modeli önerenler, ABD’de milyonlarca insanın öğrenim kredisi borcu olduğu ve bu nedenle çok zor durumlara düştüğü gerçeğinden hiç söz etmemektedirler. Üniversite eğitiminin paralı olduğu ABD’de öğrenciler, üniversiteye girebilmek için öğrenim kredisi veren şirketlerin esiri olmuş durumdalar. New York Eyalet Merkez Bankasının açıkladığı verilere göre ülkede 7 milyon öğrencinin öğrenim kredisi borcu bulunuyor ve bu borcun Nisan ayı itibariyle 1 trilyon doların üzerine çıktığı ifade ediliyor. Amerika’da üniversite öğrenimi gören bir öğrencinin yıllık öğrenim gideri ortalama 30 bin dolar civarında ve diğer giderleri de katıldığında öğrencilerin aldıkları öğrenim kredisi 80 bin doların üzerine çıkıyor. Öğrencilerin öğrenim kredisini okul bittikten 6 ay sonra geri ödemeye başlamaları gerekiyor. Ancak işsizliğin giderek tırmandığı ve üniversiteyi yeni bitirmiş öğrencilerin %53’ünün işsiz


sayı: 87 • Haziran 2012

olduğu bu “rüyalar ülkesi”nde, öğrencilerin aldıkları öğrenim kredilerini geri ödeyebilmeleri öyle kolay olmuyor. Üstüne bir de öğrenim kredilerinin faiz oranlarının giderek yükselmesini eklediğimizde, gençlerin bu borcun faizini dahi ödeyemeyecek durumda olduğunu görebiliriz. Öğrenim kredisi borcunun 1 trilyon dolara çıkması üzerine sermayenin kalbinin attığı Wall Street’i panik havası sardı. Ekonomistler ve kimi önde gelen şirketlerin CEO’ları birbiri ardı sıra açıklamalar yaptılar. Tüm dünyayı içine alan ekonomik krizin giderek derinleştiği bu süreçte, 1 trilyon dolar borcun yansımalarının nasıl olacağına dair senaryolar çizilmeye de başlandı. Devlet yetkililerinden bazıları kredi borcunun tahsil edilememesi durumunda geçmişte yaşanan mortgage krizine benzer bir krizin yeniden hortlayacağı türünden açıklamalar yaptı. 1 trilyon dolar borcun resmi olarak açıklanmasının ardından, öğrenim kredisi borcu olan binlerce öğrenci protesto gösterileri düzenledi. “Wall Street’i İşgal Et” girişimi ve birçok öğrenci grubu eş zamanlı olarak üniversitelerde ve alanlarda birleşerek, parasız eğitim ve öğrenim kredisi borçlarının silinmesi taleplerini yükselttiler. Düzenledikleri gösterilerde öğrenciler ayaklarına prangalar, yakalarına ne kadar kredi borçları olduğunu gösteren kartlar taktılar. Birçok üniversitede “1 Milyon Dolar Günü” adıyla kampanyalar örgütlendi. 1 milyon kredi borcuna karşı 1 milyon imza toplamak için çalışmalar yapılmaya başlandı. Bu gösterilere katılan öğrenciler kredi borcunun üzerlerinde yarattığı etkiyi çok iyi özetlemekteler. 110 bin dolar öğrenim kredisi borcu olan bir kadın öğrenci, okuldan mezun olduğunda bu borcun yaklaşık iki katını ödemek zorunda olacağını söyleyerek, bankaları kurtarmaya çalışanların kriz döneminde öğrencilere verilen kredilerin faizlerini yükseltmelerine tepki göstererek sistemin çürüdüğüne dikkat çekiyor. Bir başka öğrenci ise şöyle diyor: “Bizim burada olma nedenimiz, öğrenci kredisi sisteminin aslında bir suç sistemi olduğunu göstermek. Öyle bir sistem ki, kredi alan öğrenci olarak sizin bu sistemden çıkma ya da kurtulma hakkınız sıfır; kredi verenin, geri alma hakkı ise yüzde yüz garanti altında. Bu da şu demek, aylık ödememi yapamayacak duruma düşsem bile hükümet sosyal güvenlik ödeneğimden ya da asgari ücretimden bu parayı kesecek. Ölürsem de, kredi kuruluşları, bana kefil olan ailemden bu parayı zorla alacak.” ABD de çok daha yaygın olarak yaşanan bu sorun elbette bütün kapitalist ülkelerde var. Örneğin Türkiye’de de aldığı öğrenim kredisini geri ödeyemeyen ya da ödemeyen 750 bin kişi bulunuyor. Devlet, haklarında takibat başlattığı bu kişilerin borcunu bankalar aracılığıyla tahsil ediyor. Maliye Bakanlığının alacaklarının tahsili için uyguladığı elektronik haciz sistemi, eğitim kredisi borcu olanları da

marksist tutum

saptayıp yakalıyor. Bankalara e-haciz emri gönderen Gelir İdaresi, bu yolla binlerce borçludan alacaklarını tahsil ediyor. Üniversiteyi borçla bitiren gençler, üniversiteden dışarıya adım atar atmaz hayalini kurdukları yaşamı bulamayacaklarını hissetmeye başlıyorlar. Bir yandan iş bulamaz, diğer yandan da kredi borcunu ödeyemez duruma düşüyorlar. Borcunu ödeyemediği için “kara listeye” alınanların ileriki yaşamları daha da katlanılmaz bir hal alıyor. ABD’de on binlerce dolarlık kredi borcu yükü ömrü boyunca kişiyi adeta esir alıyor. 40 yaşın üzerinde binlerce insan öğrencilik döneminde aldığı krediyi ödemekle meşgul. Sırf kredi borcu yüzünden binlerce genç bunalıma giriyor ve intihara sürükleniyor. Borcunu ödeyebilmek için çoğu insan hiç yapmak istemediği şeyleri yapmaya başlayabiliyor. Yalnızlaşıyor, pasifleşiyor ve düzen mengenesi içinde insanın suyunu çıkarıyor. Binlerce genç üniversiteyi bitirdikten sonra borcunu kapatabilmek için istemeye istemeye Amerikan ordusuna yazılıyor ve paralı asker oluyor. Irak’a, Afganistan’a vb. giden binlerce asker, eskisi gibi geri dönemiyor, psikolojik sorunlar yüzünden kendini kaybediyor, büyük travmalar yaşıyor. Daha iyi ve rahat bir yaşam için üniversiteye giden öğrenciler, yaşamları boyunca ödeyemeyecekleri bir borcun içine girerek büyük bir depresyon ve aşağılanmanın ortasına düşürüyor. Kapitalizmin en gelişmiş ülkesi olan ABD’de ortaya çıkan bu durum aslında her şeyi özetliyor. Kapitalizmde gençlerin üniversiteye giderek geleceklerini kurtarmak, özgürleşmek türünden beklentileri boş bir hayaldir. Yoksul öğrencilerin yaşadığı bu ve bunun gibi sorunlar, kapitalizmin doğasından kaynaklanıyor. Onların sorunları işçilerin, emekçilerin sorunlarından bağımsız değildir. Bu sömürü düzeninin ürünü olan bu gibi sorunların gerçek çözümü, işçi sınıfının yürüteceği devrimci mücadeleden geçmektedir. Tam da bu yüzdendir ki, parasız, bilimsel, laik bir eğitim için verilecek mücadele de bu mücadelenin parçası olmak zorundadır. Çünkü kapitalizm yıkılmadan bu sorunlardan gerçekten kurtulmak mümkün değildir. 

43


Okurlarımızdan I

Roboski Katliamını Unutturmayalım

rak sınırından Şırnak’ın Uludere ilçesine dönmekte olan Kürt köylülerin 28 Aralık 2011 tarihinde TSK’ya ait savaş uçakları tarafından bombalanmasının üzerinden 150 gün geçti. 34 Kürt köylüsünün yaşamını kaybettiği bu katliamın faillerinin hâlâ açığa çıkartılmamış olmasını protesto etmek için Halkların Demokratik Kongresi çeşitli kentlerde eylemler düzenledi. İstanbul’daki eylem Dolmabahçe’deki Başbakanlık çalışma ofisinin önünde gerçekleştirildi. Eylemde Başbakan Erdoğan’ın “Tazminatlarını veriyoruz daha ne istiyorlar” ve İçişleri Bakanı İ. N. Şahin’in “Sonuçta kaçakçılar, PKK’nın figüranları bunlar, özür dilenmesini gerektirecek bir durum yok ortada” sözlerine tepki gösterildi. Katliamda hayatını kaybedenlerin yakınları yaptıkları konuşmalarda “Biz para falan istemiyoruz, bize 34 canımızı tekrar verebilecekler mi? Sorumluların yargılanmasını istiyoruz. Savaş uçaklarıyla atılan bombaların sorumluları ortaya çıkarılmazken, bir kaymakam dövüldüğünde 70-80 tane sanık bulunuyor ve bu kişiler adam öldürmeye tam teşebbüsten yargılanıyor” dediler. HDK milletvekillerinden Sırrı Süreyya Önder yaptığı konuşmada “Roboski katliamının sorumluluğunu iki-üç komutana yıkmaya çalışıyorlar. Siz iki-üç değil binlerce kurban bulsanız da bu halka hesap veremeyeceksiniz, yutturmaya çalıştığınız şey aslında sizin gerçek yüzünüzdür” dedi. Evinin geçimini sağlamak için, çocuklarının okul harç-

H

Kartal’dan bir Marksist Tutum okuru

Üç Çocuk, Beş Çocuk… Çook Çocuk!

er yerinden çatlayan kapitalizm artık yama tutmaz oldu. Egemenlerin ağzından çıkan her söz öyle fütursuz, öyle niyetleri belli eden cinsten ki, insan bu pervasızlık karşısında şaşırıyor. Başbakan Erdoğan’ın en son yaptığı açıklama bunlardan biridir. “Her kürtaj bir cinayettir, Uludere’dir” diyen Erdoğan’ın sözlerini neresinden eleştireceğime karar veremiyorum. Bir yerinden başlamak gerekli. Yıllardır “babacan” bir tavırla üç çocuk yapma tavsiyesinde bulunan başbakan, bu çocuklara nasıl bakılacak sorusuna asgari ücrete yaptığı zamla cevap veriyor. Tabii biz işçilerin durumu belli, bırakın üç çocuk yapmayı geçim sıkıntısı korkusu yüzünden evlenmeye bile kalkamıyoruz. Bu yol tutmayınca başbakan niyetini biraz daha belli eden cümleler kurmaya başladı. Türkiye’nin genç nüfusu azalmış, eğer güçlü bir ülke olmak istiyorsak genç nüfusumuzu arttırmamız gerekirmiş. Yani demek istiyor ki, “siz işçiler için çok güzel planlarım var. Bana sizden daha çoook gerekli”. Sömürecek, çalışmaktan belini bükecek daha fazla taze kana ihtiyacı olduğunu söylüyor yani. Bir işçi arkadaşımız üç çocuk yapma fikrini şöyle değerlendirmişti: “Üç çocuğu niye yapın diyor? Şimdi bir iş ilanı verirseniz 500 kişi gelir. Ama üçer çocuk daha yapsak bu sefer 1500 kişi gelir. İşveren her zaman avantajlı olur.

44

lığını çıkarmak için yıllardır bölge insanı sınır ticareti yapıyor. Bu sınır ticaretine “kaçakçılık” diyen devlettir. Bu da yetmezmiş gibi çok büyük rant döndüğünü ve milyonlarca liralık kaçak mal götürülüp getirildiği yalanını da söyleyen devlettir. Neresinden tutarsak tutalım elimizde kalan tek gerçek, bu katliamın sorumlusunun devlet ve hükümet olduğudur. Belki ilerleyen süreçte birkaç kurban bulacaklar ama er ya da geç işçi sınıfına ve Kürt halkına hesap verecek olan yine bu kapitalist devlet olacaktır! Devletin işlediği tüm katliamların hesabını sormak üzere, katledilen daha tüyü bitmemiş Roboskili çocukların hesabını sormak üzere birleşelim, örgütlenelim ve devletin katliamlarını unutmayalım, unutturmayalım!

Birine 500 TL vereceğine üç kişiyi birden 500 TL’ye çalıştırır.” Ne kadar da yerinde bir tespit. Başbakan, üçer çocuğun da patronlar sınıfını kurtarmayacağını düşünmüş olacak ki, çocuk sayısını beşe çıkardı. Bunu söylerken de öylesine zırvaladı ki, tek sorunumuzun çocuklara bakacak zaman olduğuna bizi ikna etmeye çalıştı. Ona göre eskiden kadınlar çamaşır ve bulaşığı ellerinde yıkıyorlarmış, çocuklara zaman ayıramıyorlarmış. Ama şimdi makineler bu işi yaptığı için zamanımız da varmış. Öyleyse beş çocuk yapabilirmişiz! Peki başbakana buradan soruyorum: Bu makineler bedava verilip, dere suyuyla mı çalışıyor ve bu çocuklar topraktan mı büyüyor? Tüm bu tavsiyeler tutmayınca çareyi vicdanlara seslenmekte bulan Erdoğan bu sefer de “kürtaj cinayettir” demekten geri durmadı. Kürtaj olmayın, daha çok çocuk doğurun diyen başbakan, kürtajı 34 Kürt köylüsünün katledildiği Uludere’ye benzetti. Yani Uludere’nin de bir cinayet olduğunu kabul ediyor artık ama katil nerede bunu söylemiyor! Neyse bu meselenin başka bir boyutu elbette. Ama tüm bu akıl tutulmalarına karşı bugün yaşanılan her durumu kendi lehine çevirmeye çalışan patronlar sınıfının gerçek niyetlerini açığa çıkarmak için örgütlenelim. Örgütlenelim ki bizi vicdanlarımıza seslenerek kandırmalarına izin vermeyelim. Ankara’dan bir sağlık işçisi


Okurlarımızdan

Film Değil Gerçek! İ

stanbul’da, Beykoz Çavuşbaşı’nda insanın kanını donduracak bir olay yaşandı. Türkmen bir genç 6 yıl önce Türkiye’ye gelmiş ve vizesi bitince de kaçak olarak çalışmaya başlamış. En son Çavuşbaşı’ndaki bir ekmek fırınında çalışan bu genç, kendisini çok düşük bir ücretle uzun saatler boyunca çalıştırdığı için fırın sahibine işten ayrılacağını söylüyor. Bunun üzerine fırın sahibi işçiyi dokuz metrelik bir zincirle ayağından hamur teknesine zincirliyor. Kaçamasın diye. İşçi bir ucu ayağına bağlı olan dokuz metre zincirle kendini bulduğu bir delikten sokağa atıyor. Yaşananlar film gibi olunca da sokakta onu bu halde görenler film çekildiğini zannediyorlar. Patron kaçak olarak çalışmak zorunda kalan işçiyi sigortasız, güvencesiz, ucuza ve fazla çalıştırdığı yetmiyormuş gibi, gitmek istediğinde de tutup ayağından zincirliyor. Doğup büyüdüğü topraklarda iş bulamadığı ve karnını dahi doyuramadığı için işçiler görece daha iyi bir ücret alabileceklerini düşündükleri ülkelere göçüyorlar. Ancak iş başka bir ülkeye ulaşmakla bitmiyor. Çoğu zaman asıl mücadele orada başlıyor. Çünkü göçmen işçi olarak şansları ve maddi olanakları varsa çalışma veya oturma izni alabiliyorlar. Yoksa kaçak işçi olarak çalışmak zorunda kalıyorlar. Ama her iki durumda da yaşadıkları sorunlar son bulmuyor. Tersine katlanarak artıyor. En kötü işlerde ve en düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Yasal çalışma saati, hafta tatili, resmi tatil hak getire. Göçmen veya kaçak işçi olunca artık yasalar da işlemez oluyor. Yasaları artık her bir işveren kendisi koyuyor. Göçmen işçiler de her gittikleri yerde benzer uygulamalarla karşılaştıkları için birinden birine razı olmak zorunda kalıyorlar. Ayrıca buna bir de bu ülkelerde karşılaştıkları ırkçı saldırılar ve uygulamalar, aşağılama, dayak, cinsel taciz, angarya iş ve ücret alamama da ekleniyor. Türkiye’de yaşanan zincire vurma olayı da bunun bir örneğidir. Kaçak olarak hayata tutunmaya çalışan göçmenlerin durumu çok daha kötüdür. Yok sayılıyorlar, sağlık ve eğitim hizmetinden faydalanamıyorlar. Hiçbir yasal, sosyal ve siyasal haktan faydalanamıyorlar. Sendikaya ve işçi örgütlerine üye olamıyorlar. Bu da patronlar sınıfının işine gelmekte, çünkü kaçak işçiler çoğu zaman hayatta kalmak ve barınabilmek için her şeye razı olmaktadırlar. Savaş ve kriz dönemlerinde de binlerce işçi, kitleler halinde başka ülkelere göç etmek zorunda kalıyor. Emperyalist güçler Afganistan’a, Libya’ya, Irak’a özgürlük ve demokrasi götüreceklerini iddia ederek bombalar yağdırdılar. Götürdükleri demokrasi önce evlerini başlarına yıktı emekçilerin. Sonra çocukları annesiz babasız yetim, insanları sakat bıraktı. Yüz binlerce emekçi, kapitalistlerin yeni kâr ve yatırım alanlarına açılması uğruna feda edildi. Yüz binlercesi de kapitalist yağma ve talandan dolayı hayatta kalabilmek için göç etmek zorunda kaldı. Hakan Sönmez’in “Batı’nın İkiyüzlülüğü ve Göçmen Emekçiler” (MT, no:75) yazısında daha ayrıntılı yer alan

örnekler de göçmenlerin başına neler geldiğini gösteriyor: “Sözde «insanlık» adına Libya’ya müdahale eden ve bomba yağdıran emperyalist güçler, gözlerinin önünde batmakta olan bir tekneye yardım etmeye bile lüzum görmüyorlar. 25 Martta, içinde İtalya’ya ulaşmaya çalışan 72 kişinin bulunduğu bir teknenin, batmak üzereyken İtalya sahil güvenliği ve NATO’dan yardım istediği halde yardım çağrısının karşılıksız bırakılması ve içindekilerin ölüme terk edilmesi bunun bir örneği. Her gün onlarca insan Libya’dan ve Tunus’tan teknelerle İtalya kıyılarına ulaşmak için ölüm yolculuğuna çıkıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından yapılan açıklamaya göre, son dönemde batan teknelerde Avrupa sahillerine varamadan ölenlerin sayısı 800’ü buluyor.” Bugün ekonomik kriz başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı sarmış durumda. Çok fazla göçmen işçi çalışmakta olan ülkelerin egemenleri ise işsizlik ve yoksulluk gibi kapitalist toplumun kronikleşmiş sorunlarının kaynağı olarak göçmen işçileri göstererek hedef şaşırtmaya çalışıyorlar. Bu ülkelerin işçileri çoğu zaman kurulan tuzağı göremiyor ve sorunlarının kaynağı olarak kapitalizmi değil göçmen işçileri görüyorlar. Bu nedenle kendi yaşadıkları ülkedeki düşmanı yani o ülkenin burjuvazini göremiyor ve öfkelerini kendileri gibi işçi olan göçmenlere yöneltmiş oluyorlar. Oysa işsizliğin de, yoksulluğun da, bu düzende yaşanan pisliklerin de kaynağı, bizden daha kötü koşullarda çalıştırılıp, işten çıkmak istediğinde de ayağından köle gibi zincirlenen işçi kardeşlerimiz değil kapitalizmdir. Bu yüzden, milliyetçi, ırkçı söylemlere kapılmadan yerli, yabancı, göçmen, kaçak ayırt etmeden, işçiler olarak birlikte örgütlenip, birlikte mücadele etmeliyiz. Eğer birlikte mücadele etmezsek asıl suç, düşük ücretle, güvencesiz ve uzun saatlerde çalışan göçmen işçilerin değil onların bu şekilde yani insanlık dışı koşullarda çalıştığını görüp müdahale etmeyen işçilerin olacaktır. Kapitalizm yıllardır savaşlarla, krizle, siyasi ve ekonomik baskılarla işçileri başka ülkelere göçe sürüklüyor. Göç edilen ülkelerde de yalnız ve örgütsüz oldukları için yeri geliyor kamyon kasalarında havasız kalarak, yeri geliyor denizin sularına gömülerek hiç de azımsanamayacak oranlarda ölmeye devam ediyorlar. Göçtükleri ülkelerde en kötü işlerde çalıştırılıyorlar. Her yıl binlerce göçmen kadın işçi iş vadiyle kandırılıp zorla fuhuş sektörüne sürülüyor. Bu da kapitalizmin çürümüşlüğünü, çirkefliğini ve çığrından çıkmışlığını gösteriyor. İşte bu nedenle rengimiz, dilimiz, dinimiz ne olursa olsun, göçmen, kaçak veya yerli diye bizi ayırmalarına izin vermeksizin bir araya gelmeliyiz. Gün gelecek ve elbet işçi sınıfı o zinciri kaçak işçilerin ayağından çıkarıp patronların boynuna geçirecek. Aydınlı’dan bir işçi

45


Okurlarımızdan TRT’den Diyanet TV Açılımı A

Denetimli Serbestlik mi? Koşullu Kölelik mi? İ

KP, kendi iktidarını tehdit eden anti-demokratik girişimler karşısında ya da yürütme erkini sınırlayan müdahaleler karşısında demokrat kesilip, “ileri demokrasi” nutukları atıyordu. İktidardaki konumu statükocu düzen güçleri karşısında güçlendikçe, kısmi demokrat söylemi de terk etmeye ve devlet olanaklarından fazlasıyla istifade etmeye başlamıştır. Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü AKP de diğer burjuva partiler gibi kendine ve işine geldiği kadar demokrattır. Okuduğum bir gazete haberine göre, TRT, TRT Anadolu’yu Diyanet’e tahsis edecek. Diyanet TV 17 Temmuzda yayına başlayacak ve günde 12, haftada 84 saat tamamen dini yayın yapacak. Kanal ilk etapta 12 saat yayın yapacak. Başarılı olursa yayın süresi 24 saate çıkacak. Diyanet TV’de naklen Cuma namazı, gurbette dini yaşam, dini soruları yanıtlama gibi programların yanı sıra, çizgi filmlere de yer verilecek. Bu kapsamda oluşturulacak çizgi film karakteri çocuklara abdest almayı, namaz kılmayı öğretecek. TRT, devlet adına radyo ve televizyon yayınlarını gerçekleştirmek amacıyla kuruldu. AKP, iktidarda olduğu sürece kendi hükümetine tesis edilmiş bu güçlü silahı hiç boş bırakmaya niyetinin olmadığını da çeşitli vesilelerle gösteriyor. Milliyetçişoven diziler, işçilere dönük saldırgan politikaların makyaj yapılarak büyük reformlar olarak sunulması vs. Şimdi ise AKP, dini eğitime başlamak için 5 yaşını da geç bulmaya başladı ki, TRT aracılığıyla çocuklara, televizyon izlemeye başladıkları andan itibaren daha fazla din aşılama gayretindedir. Haberin devamı bunu gayet net bir biçimde göstermektedir. TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, TRT’nin ünlü çocuk çizgi filmi Pepe benzeri bir karakterin de Diyanet TV için oluşturulacağını belirterek şunları söylemiş: “Belki Yusuf veya Yusufçuk gibi bir karakter öne çıkacak. Bizim TRT Çocuk’taki Pepe, Keloğlan karakteri gibi. Bu markalarla belki yavruların, çocukların dini, milli duygularını geliştirici çalışmalar üreteceğiz. Adı başka bir şey olabilir ama Yusuf, abdest alacak, namaz kılmayı öğrenecek, umreye gidecek, Kuran öğrenecek.” Aslında bu söylemler bize çok yabancı gelmedi. Daha birkaç ay önce bu ülkenin başbakanı “dinine, kinine, ırzına sahip, milli ve manevi değerlere uygun dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” dememiş miydi? Eğitimde 4+4+4 yasasını geçirerek imam-hatip okullarının orta kısımlarını açan, normal okullardaki zorunlu din derslerini ek din dersleriyle pekiştiren aynı zihniyet değil mi? İşte bu zihniyetin ait olduğu sınıf, bu yol ve yöntemlerle gelecek işçi kuşaklarının zihnini bulandırmak suretiyle düzenin bekasını sağlamaya çalışıyor. Kendileri maddi dünyada bir eli yağda bir eli balda yaşarlarken bizleri uhrevi dünyadaki zenginliklere ikna etmeye çalışıyorlar. Sorgulamayan, eleştirmeyen elindekine biat eden, şükreden bir nesil yaratmak istiyorlar. İşsizleri göstererek, kölelik koşullarına boyun eğ diyorlar. Madenlerde, inşaatlarda, tersanelerde yaşanan iş cinayetlerinin sorumlusunun “kader” olduğuna inanmamızı istiyorlar. Bugün bu yalan dünyalara daha çok inanmamızı istiyorlar. Çünkü kapitalist sistem her yanından su alıyor, eşitsizlik, adaletsizlik her geçen gün giderek artıyor. Bu yüzden patronlar ve onların temsilcileri şunu çok iyi bilmelidir ki, hiçbir engel, hiçbir set durduramayacaktır işçilerin coşkun akan mücadele selini!

çinde yaşadığımız kapitalist sistemde işsiz kalan, aç kalan, borcunu ödeyemeyen insanlar hırsızlığa itiliyor. Borç batağına sürüklenen işçiler, cinnet geçirip kendilerinin ya da yakınlarının canlarına kıyıyor. Bu tür olaylar her geçen gün artıyor. Sömürüsüz bir dünya için mücadele eden sosyalistler, demokratik haklarını isteyen Kürtler ise yoğun bir şekilde tutuklanıyor. İşte bu nedenlerle cezaevlerindeki tutuklu sayısı kapasiteyi aşmış ve doluluk oranları %110 civarına ulaşmış durumda. Yeni mahkûmlara yer kalmadığı için devlet, adli suç işleyen mahkûmları Denetimli Serbestlik Yasası ile salıvermeye başladı. Devlet patronların devleti, yasa patronların yasası olunca bize bir hayır getirebilir mi? Elbette getirmez. Denetimli Serbestlik Yasası ile cezasının belirli bir kısmını çekmiş olan mahkûmlar, geri kalan kısmını da dışarıda tamamlayacaklar. Bunların bir kısmı elektronik kelepçe takılarak evlerinde, bir kısmı ise ücretsiz olarak kamu görevinde çalışarak cezalarını bitirecekler. Geçtiğimiz günlerde cezaevlerinden serbest bırakılan mahkûmlar oldu. Bu insanlar kamu işlerinde ücretsiz olarak çalıştırılacaklar. Bu insanlara yol, sigorta gibi hakları şöyle dursun, evlerine götürebilecekleri bir ekmek parası bile verilmeyecek. Serbest bırakılan mahkûmlardan Kadir Kartal, “Bebeğim ve eşime yemek getiremedikten sonra ne yapayım dışarıda? Cezaevinde geçirseydim bu süreyi daha iyiydi. Devlet bu şekilde bizi suça teşvik ediyor. Her gün imza vermek zorundayız ama yol parası bile bulamazken bunu nasıl yapacağız?” diyerek içinde bulunduğu zor durumu anlatıyor. Mahkûmların ücretsiz köle gibi çalıştırılması buz dağının sadece görünen yüzü, bir de buz dağının görünmeyen yüzü var. Bırakılan mahkûmlar kamu görevinde çalıştırıldıklarında, kamuda işçiye ihtiyaç kalmıyor. Türkiye’de milyonlarca işsiz varken, neden bunlar çalıştırılmıyor da mahkûmlar çalıştırılıyor? Nedeni apaçık ortadadır. Bu mahkûmlar ücretsiz ve sigortasız çalıştırılacak. Yani mahkûmların devlete hiçbir külfeti olmayacak. Devlet kamuda çalıştıracağı mahkûmların yemek, yol parası, sigorta primlerinin yatırılması gibi sosyal haklarını karşılamayacak. Mahkûmlar serbest bırakılmalarına dahi sevinemiyorlar. Çünkü bugün işçiler aldıkları ücretlerle geçinemezken, serbest bırakılan mahkûmlar açlığa ve sefalete mahkûm ediliyorlar. Bir nebze de olsa bu insanların geçinebilmeleri için ek iş bulup çalışmaları gerekiyor. Yani mahkûmları uzun iş saatleri, kuralsız çalışma bekliyor. İşte bu düzen insanlara ancak böyle bir yaşamı reva görüyor. Bizlerin hak ettiği yaşanası bir dünya ise ancak tüm bu sorunlara karşı duyarlı olup, bir araya gelmemizle mümkündür.

Tuzla’dan bir işçi

Aydınlı’dan bir grup işçi

46


Okurlarımızdan

Eğitimde 4+4+4’ün Sıkıntıları Yaşanmaya Başladı! A

KP hükümeti, büyük bir reform yapıyormuş gibi çocuklarımızın eğitimine müdahale etti. Çocuklarımızı göndermeye mecbur edildiğimiz okullarda verilen eğitim patronlara boyun eğen işçi taburları yetiştiriyordu. Şimdi bu işi biraz daha geliştiriyorlar. Geleceğin işçi kuşakları sadece dünya nimetlerine şükrederek değil, bir de bu dünyada yaşadığı zulmü öteki dünyaya daha çok havale ederek, daha çok boyun eğecek patronuna. Yani bizim ekmeğimizi çalarken adamlar, çocuklarımıza daha çok korkmanın yanı sıra daha fazla tevekkül etmeyi de öğretecekler. Yine kârlarına kâr katacaklar. Bunu sadece küçücük çocuklarımıza daha fazla dini eğitim dayatarak yapmayacaklar. Bu işin sadece bir yönüdür. Ama geçirdikleri maddeler de kâğıtta durduğu gibi durmayacak. Çocuklarımızı istedikleri gibi çalışan, düşünmeyen, boyun eğen robotlar olarak yetiştirecekler. Yetmeyecek, bedenlerini de ruhlarını da sakatlamaya devam edecekler. Dün bunu “vatan, millet, Sakarya!” diyerek yapıyor, “milli güvenlik” denilen zorunlu derslere asker sokuyorlardı. Şimdi zorunlu din gibi derslere imamlar da girecekmiş. Bugün çeşitli fakültelerden öğretmen olmak için mezun olmuş binlerce insan pedagojik formasyon denen belgeyi almadan öğretmenlik yapamıyor. Ama iş bu yasayı çıkarmaya geldiğinde çocuklarımızın pedagojisini, beden ve ruh sağlığını, burunlarındaki kıllar kadar umursamadılar. Çocuklarımızı 27 maddenin arasına sıkıştırıverdiler. Sanmayın ki geleceği çalınanlar, sakatlanacak olanlar herkesin çocuklarıdır. Hayır, kazın ayağı öyle değil. Kaybetmekte olduğumuz işçi ve emekçi sınıfın çocuklarıdır. Bizim gelecek kuşaklarımızdır. Bu düzenin ilkokulundan üniversitesine kadar egemenlerin kendi çıkarları, fikirleri doğrultusunda eğip büktükleri çocuklarımızdır. Tuzukuru olanlar çocuklarını zaten devlet okullarına göndermiyorlardı. Bu yasayla, imam-hatip ortaokullarını açabilmek için 8 yıllık kesintisiz eğitimi kaldırdılar. Eğer tepki görmeselerdi çıraklık yaşını da 11 yaşa çekiyorlardı. Böylece 11 yaşındaki yoksul işçi ve emekçi çocuklarının da kanı patronlar tarafından emilecekti. İlköğretimde yaptıkları değişiklikler yüzünden bugün yüz binlerce aile ne yapacağını bilemez bir pozisyona itildi. Okula başlama yaşı 5’e çekildi. Eskiden de bu denenmiş ancak uygulanamamıştı. Şimdi ise aileler arada sıkışmış durumdalar. Okula gönderme-

seler hem ceza yiyecekler, hem de çocukları kendi akranlarının okula erken başlaması sebebiyle geride kalacak. Okula gönderseler, oyun çağındaki, okul öncesi eğitim alması gereken ve özel koşullarda, ayrı sınıflarda bedensel, ruhsal gelişimini tamamlaması gereken çocuk kendinden büyük çocuklarla ve uygun olmayan koşullarda kışla disiplinine, itilmeye kakılmaya maruz kalacak. Önceki yasada teselli kabilinden de olsa var olan “ilköğretimin devlet okullarında parasız olduğu” maddesini de bu yasayla bir çırpıda siliverdiler. Başbakan özel okul ve dershane sahiplerine de müjdeyi verdi. Böylece bizden vergiler yoluyla topladıklarını kimin cebine akıtacaklarını da görmüş olduk. Zenginleri daha da zengin ederken, FATİH projeleri ayağına yatarak devletin kaynaklarını kendi patronlarına peşkeş çekerken ne din, ahlâk arıyorlar ne de Allahtan korkuyorlar. Ama çocuklarımızın yarın büyüdüğünde devletten, kan emici patronlardan, işyerinde direnirken saldıran asker ve polisten, “grev günahtır” diyen imamdan daha fazla korkması, kuru ekmek yerken “buna da şükür”, başkalarının savaşında ölen çocuğunu gömerken “Allah devletimize, milletimize zeval vermesin, vatan sağ olsun!” demesi için daha fazla zorunlu ders koyuyorlar. Yani “dindar nesiler yetiştireceğiz” diyenlerin asıl derdi din-iman değil. “Sen bir Cuma namazının bana kaça mal olduğunu biliyor musun?” diye soran ama başını secdeden kaldırmayan sahtekârları günü gelince işçilerin elinden öteki dünya bile kurtaramaz. Tıpkı Mısır’da, Tunus’da olduğu gibi. Marksist Tutum okuru bir sağlık emekçisi

47


Okurlarımızdan

“Aynı Otobüse Binmişiz Biz!” A

kşam 9 civarıydı. Otobüsle eve dönüyordum. İlk durakta otobüs ağzına kadar doldu. Adım atacak, ayaklarımızı yerleştirecek yer yoktu! Etrafta Fenerbahçe, Galatasaray formalı, flamalı kadın, erkek, genç, yaşlı çok sayıda insan sağa sola koşturuyordu. Otobüstekiler kendi aralarında konuşuyorlardı. Ama kimse şikenin, kulüplerin kendisine zerre kadar bir faydasının olmadığının farkında değildi. Ben de içimden “ah şu hakikatin bir farkına varsanız, gerçek gözlerimizin önünde, birileri görmemizi engelliyor. Hadi görün artık şu gerçeği” diyordum. Arka taraftan birinin “gooool, gol, gol” diye bağırmasıyla birçok insan “kim attı?” diye sordu, konuşmalar başladı. Biri “atan şampiyon olur” diye bağırdı. Otobüsün içinde sevinenler, üzülenler vardı. O andan sonra tüm dertler unutulmuş, otobüsü dolduran onlarca insan, “kupa onun hakkıydı, yok bunun hakkıydı” diyerek karpuz gibi ikiye bölünmüştü. Sırtı bana dönük ayaktaki bir yolcunun telefonu çalmaya başladı. Çalan telefona bir türlü cevap veremiyordu. Herkes ona doğru bakıyordu. Telefonun melodisi, AKP’nin seçim öncesi propaganda şarkısı idi. İşçileri, emekçileri kandırıp oylarını almak için başörtülü kadınlara, baretli işçilere, mutlu görünen emeklilere söylettiği, “aynı yoldan geçmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz” nakaratını tekrarlayıp duruyordu telefon. Dikkatlice bakınca 55-60 yaşlarında, elinde görme engellilerin kullandığı bastonu olan adamı gördüm. Adam “kızım bir bakıver kimmiş arayan, ben zor tutunuyorum” dedi. Kızı zor da olsa kalabalığı yararak babasına yaklaşmıştı. “Baba, annem arıyor, al konuş” dedi. Adam “ilahi kızım, ben kendimi zor tutuyorum, otobüsteyiz de kapat” dedi. Kalkıp yer verdim. Gözleri görmeyen adam eliyle

kontrol ettikten sonra, kendini koltuğa bıraktı. Bir oh çektikten sonra, “Allah yer verenden razı olsun” dedi. Ben: “Ne önemi var, aynı otobüse binmişiz biz, aynı mahallelerde oturmuşuz biz. Yazımız bir, kışımız bir, pastırma, sucuk olmuşuz biz” dedim. Adam: “Hem vallahi hem billahi doğru söyledin. Ayakta durmakta zorlandım. Sesimi çıkartmadım yanlış anlaşılırım diye. Çok güvendim bunlara çok. Seçimden önce hem eve hem de bizim Altınokta Körler Derneği’ne geldiler. Engelliye çok haklar tanınacak dediler. Bu telefonu da onlar verdiler. Ama bunların da diğerlerinden hiç farkı yok. Vergilere, faturalara yetişemiyorum. Bunlarda din iman kalmadı. Şu rezilliğe bak! Çok güvenmiştik çok” dedi. Otobüste yaşadıklarımız, gördüklerimiz, bize reva görülenin yalnızca rezillik olduğunu gösteriyor. Otobüsün girişindeki yazıda, “Oturan 21, Ayakta 44, Engelli 1” diye yazıyor. İşçilerin sabah işe, akşam evlerine döndükleri saatlerde her gün bu rezilliği çekiyoruz. Bu rezilliğin üstüne bir de her seferinde 1 lira 75 kuruş ödüyoruz. Oysa otobüs bizden alınan vergilerle çalışıyor, yollar, kanallar, köprüler, her şey bizden kesilen vergilerle yapılıyor. Biz emekçilere yaşattıkları bu rezilliği görmeyelim diye gözümüze çektikleri perde öyle renkli, öyle karmaşık ki… Seçim öncesi vaatler havada uçuşur. Lakin onlar bu vaatleri yerine getirmek için değil, işçileri, emekçileri kandırmak için dile getirirler. Bu perde öyle bir perde ki, onların kötülüklerini, pisliklerini, rezilliklerini görmemizi engeller. Meselâ işyerinde ya da mahallemizde biri ekmek çalsa onu bütün fabrika, koca mahalle hırsız ilan eder. Kimse o kişiyle arkadaşlık etmez. Yüzüne bile bakmaz. Ekmek çalan da utancından kimsenin gözünün içine bakamaz. Başı yerde gezer. Peki, onlar? Siz hiç sizi iliklerinize kadar sömüren patronunuzun bundan utanç duyduğunu gördünüz mü? Şike yaptıkları ortada olduğu halde biz işçi-emekçiler, her biri birer holding olan futbol kulüplerine, takımlarına bu soruları soruyor muyuz? Biz işçiler aynı sınıfın evlatlarıyız. Aynı fabrikalarda yan yana çalışıyoruz, aynı mahallelerde oturuyoruz. Aynı otobüslerde birlikte işe gidiyoruz. Biz bir sınıfız. Aynı yolda yürüyen, aynı sudan içen biziz. İnsan gibi çalışmak, insan gibi seyahat etmek için, gözümüzün önüne çekilen perdeyi yırtıp atmak için mücadele edelim, örgütlenelim. Emekli bir işçi

48




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.