TC’nin Kürtlere Suriye’de de Tahammülü Yok İlkay Meriç
E
mperyalist Batı ittifakının Suriye’de Esad rejimini alaşağı etmek üzere son dönemde yoğun bir çaba içerisine girdiği açık. Muhaliflere sunduğu askeri ve siyasi destek eşliğinde bu süreçte mızrak ucu rolü oynayan Türkiye ise, son haftalarda hiç de istemediği bir gelişmeyle yüz yüze kaldı. Suriye Kürdistanı’nda Temmuz ayı ortalarından itibaren hızlı bir seyir izleyerek ilerleyen süreç, TC egemenlerini derin bir kaygıya sevk etti. Söz konusu süreç, Suriyeli Kürtler arasındaki en etkin örgüt olan ve PKK’ye yakınlığıyla bilinen PYD’nin (Demokratik Değişim Partisi), Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile bir anlaşma imzalayarak Kürt Yüksek Konseyi’ni (KYK) oluşturmasıyla tetiklendi. Esad sonrasında iktidara oturmayı hedefleyen ve muhalif Suriyeli Arapların oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi’nin Kürtlerin özyönetim taleplerini reddetmesi nedeniyle, bu ay başında Kahire’de gerçekleştirilen toplantıda, gerek PYD gerekse Suriye Kürt Ulusal Konseyi bu muhalif güçlere katılmayı reddetmişlerdi. Suriye Ulusal Konseyi’nin başına İsveç’ten ithal edilen bir Kürdün getirilmesi de bu direnci kırmaya yetmemişti. Çok geçmeden KYK ile PYD bağımsız bir ittifak oluşturmaya giriştiler. 15 örgütten oluşan ve Barzani’nin üzerinde etki sahibi olduğu Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile ondan çok daha güçlü bir konumda olan PYD, 12 Temmuzda Erbil’de biraraya gelerek, Kürt coğrafyasında Esad rejiminin gücünü yitirmesiyle doğan boşluğu KYK’nın dolduracağını ve demokratik haklarının tanınacağı özerk bir yönetim talep ettiklerini açıkladılar. Bu arada Suriye Kürdistanı’nın belli başlı kentleri birbiri ardına PYD’nin ağır bastığı KYK’nın denetimine geçti ve Türkiye güneyde 800 kilometrelik bir hat boyunca fiilen bu konseyin yönetimindeki bir bölgeyle komşu haline geldi. İşte tüm bu gelişmeler TC’yi tam bir teyakkuz haline geçirdi.
Son bir yıldır, Esad rejiminin despotluğundan, gaddarlığından dem vurarak Türkiye topraklarını Esad muhaliflerine açıp onlara her türlü askeri ve siyasi yardımda bulunan AKP hükümeti, sıra yıllardır yok sayılan ve demokratik haklarını isteyen Kürtlere gelince, tıpkı içeride olduğu gibi dışarıda da TC’nin geleneksel refleksleriyle hareket etmektedir. Suriye Kürtlerine, Esad devrildikten sonra da “size statü filan yok, oturun oturduğunuz yerde” denmektedir. Kürt halkını silah gücüyle zapturapt altında tutabilecekleri zehabından kurtulamayan TC egemenleri, bugün gelinen noktada Kürdistan coğrafyasının dört bir parçasında, kendine çok daha güvenli ve özyönetim hakkında ısrarlı bir Kürt halkıyla karşı karşıya kalmanın telâşı ve endişesi içindedir. Yaşanan gelişmelerin TC’nin Kürt sorunundaki açmazını iyice derinleştirdiği ortadadır.
1
marksist tutum
Bunlar yaşanmadan hemen önce, dergimizin geçen ayki sayısında, Batı Kürdistan’ın (Suriye Kürdistanı) Irak’ta olduğu gibi otonomlaşmaya ve giderek bağımsızlaşmaya doğru evrilmesinin açık ve kuvvetli bir olasılık olarak ufukta belirdiğini ve bunun Türkiye’nin başlıca endişe kaynağını oluşturduğunu belirterek şunları dile getirmiştik: “Arap halklarını saran isyan dalgası Suriye’ye de ulaştığı andan itibaren Türkiye Irak’a benzer bir durumun Suriye’de yaşanmasını engellemeyi ana hedefi olarak tayin etmiş durumdadır. Bu nedenle Suriye konusundaki politikasını alelacele ve kaba biçimde 180 derece çevirerek öne atılmış, ileride yaşanabilecek süreçlerde temel bir aktör olarak masada ve sahada etki sahibi bir güç olarak yer almayı güvencelemeye çalışmıştır. Özetle, Irak’ta “kaçan fırsatı” Suriye’de kaçırmak istememektedir. Bu politikanın aynı zamanda Suriye üzerinde genel anlamda nüfuz sahibi olma açısından da Türkiye’nin alt-emperyalist konumuna uygun düştüğünü kaydetmek gerekir. “Türkiye Suriye’de otonom ya da bağımsız bir Kürdistan oluşmasını engellemeye, engelleyemiyorsa bunun öncelikle PKK’nin hâkimiyeti altında olmamasına ve de doğrudan ya da Barzani üzerinden dolaylı olarak kendi nüfuzu altında kalmasını sağlamaya çalışmaktadır. Tarihsel olarak Barzaniciliğin hâkim olduğu Irak Kürdistanı’ndan farklı olarak Suriye Kürdistanı’nda PKK’nin etkin bir güç konumunda olması Türkiye için büyük bir sıkıntı oluşturmaktadır. Her halükârda Suriye Kürdistanı’nın otonomlaşmasının Kürt coğrafyasının bütününde büyük bir hava değişimine yol açacağı ve Türkiye’deki mücadeleye olağanüstü bir itilim vereceği açıktır. “İşte Türkiye’nin gerek daha önce Esad’la canciğer kuzu sarması diye tarif edilebilecek Suriye siyasetinden aniden çark etmesi, gerekse de Türkiye’deki Kürt sorunun-
2
Ağustos 2012 • sayı: 89
da izlemeye başladığı ürkek «açılım» siyasetinden dönmesi asıl olarak bu bağlamda olmuştur. Böylece Arap halklarının isyan dalgası hem içeride hem dışarıda, korkak TC’nin gerici yüzünü ortaya çıkarmıştır.” (Levent Toprak, Kürt Sorununda Açmaz Sürüyor, MT, Temmuz 2012) Türk devleti bir yandan bu topraklardaki Kürtlerin demokratik haklarını tanımamakta ısrarcı davranıp yükselen mücadeleyi zor yoluyla bastırmaya çalışırken, öte yandan Kürdistan’ın diğer parçalarında Kürt halkı lehine yaşanan gelişmeleri baltalamaya uğraşmaktadır. Suriye’de Kürt bölgesinin Kürtlerin denetimine geçtiği günlerde Diyarbakır’da estirilen devlet terörü AKP’nin Kürt politikasının tipik bir dışavurumudur. BDP’nin Öcalan üzerindeki tecridi protesto etmek üzere 14 Temmuzda Diyarbakır’da gerçekleştireceği mitingi bir hafta kala yasaklayan hükümet, bu yasağa rağmen biraraya gelen binlerce Kürdün üzerine polisi salmış ve bu azgın saldırı sonucunda Diyarbakır’da tam bir vahşet yaşanmıştır. Kente dışarıdan gelenler engellenirken, polis elindeki gaz bombası stoklarını tüketene dek kenti gaza boğmuştur. Bu esnada 100’e yakın insan gözaltına alınmış, aralarında BDP milletvekili Pervin Buldan’ın da bulunduğu onlarcası yaralanmıştır. Kürt halkını içerde devlet terörüyle yıldırmaya uğraşan AKP hükümeti, bu vahşetin hemen ardından Suriye Kürtlerine de ateş püskürmeye başlamıştır. Son bir yıldır, Esad rejiminin despotluğundan, gaddarlığından dem vurarak Türkiye topraklarını Esad muhaliflerine açıp onlara her türlü askeri ve siyasi yardımda bulunan AKP hükümeti, sıra yıllardır yok sayılan ve demokratik haklarını isteyen Kürtlere gelince, tıpkı içeride olduğu gibi dışarıda da TC’nin geleneksel refleksleriyle hareket etmektedir. Suriye Kürtlerine, Esad devrildikten sonra da “size statü filan yok, oturun oturduğunuz yerde” denmektedir. Hatırlanacağı üzere, TC, bir zamanlar Irak Kürdistanı’nda federal ya da özerk bir yapı oluşmasını kırmızıçizgi ilan edip bunu savaş nedeni sayacağını açıklamış, ancak yaşanan gelişmeler sonucunda o çizgileri bir bir yalayıp yutmak zorunda kalmıştı. Şimdi aynı tepki Suriye Kürdistanı’na gösterilmekte ve başta Erdoğan ve Davutoğlu olmak üzere AKP hükümeti esip gürleyerek savaş tamtamları çalmaktadır. Ordu birlikleri Suriye sınırına kaydırılıp, sınır tanklarla, toplarla, füze bataryalarıyla tahkim edilmektedir. Birkaç hafta öncesine kadar Barzani’yle anlaşarak PKK’yi etkisiz hale getirme planları yapan ve bu planın işe yarayacağına duyduğu güvenle Kürt halkına acımasız-
sayı: 89 • Ağustos 2012
ca saldırmaktan geri durmayan AKP hükümetinin, Barzani’nin etkin olduğu Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile PYD’nin anlaşmaya varması karşısında hüsrana uğradığı çok açıktır. Zira AKP bu durumu Barzani’yle PKK’nin uzlaşmaya varması olarak okumak gerektiğini gayet iyi bilmektedir. Kürt sorununu demokratik yollardan çözmek yerine, onlarca yıldır sürdürülen savaşçı politikalara geri dönüş yapan ve dış güçlerden medet uman AKP, devam ettirdiği bu politikayla kendinden önceki TC hükümetlerinin kaçınılmaz sonuyla karşı karşıya kalmakta ve amacının tam tersine, dize getirmeye çalıştığı Kürt hareketinin elini güçlendirmektedir. Kürt halkını silah gücüyle zapturapt altında tutabilecekleri zehabından kurtulamayan TC egemenleri, bugün gelinen noktada Kürdistan coğrafyasının dört bir parçasında, kendine çok daha güvenli ve özyönetim hakkında ısrarlı bir Kürt halkıyla karşı karşıya kalmanın telâşı ve endişesi içindedir. Güney’de giderek güçlenen federe Kürt devletinin yarattığı coşku ve umut, şimdi Batı’da şekillenen yapıyla daha bir yükselmektedir. İşte bu durum AKP’yi ve genel olarak TC egemenlerini çileden çıkarmaktadır. Erdoğan’ın “Kuzeyde oluşacak yapılanma bir terör yapılanmasıdır, bu oluşuma eyvallah edecek halimiz yok” diyen tehdit dolu açıklamaları, “orada devlet kuracak kadar Kürt nüfusu yok” demeye getiren Davutoğlu’nun Suriye’deki Kürt varlığını inkâra varan saçmalamaları bu çileden çıkma durumunun ifadesidir. Yaşanan gelişmelerin TC’nin Kürt sorunundaki açmazını iyice derinleştirdiği ortadadır. Bir yandan ait olduğu emperyalist eksen itibariyle İran, Suriye ve Irak’ı karşısına alan Türkiye, diğer yandan Kürt düşmanlığı konusunda bu devletlerle aynı noktada durmaktadır. Yani Kürtlere vurmak söz konusu olduğunda düşmanlar dost haline gelebilmektedir. Siyasi ve askeri operasyonları tırmandıran, savaşı köy ve mezraların uçaklarla bombalanmasına kadar vardıran ve her gün birkaç asker ve gerillanın yaşamını yitirdiği bu savaşın geldiği boyutu halktan gizlemeye çalışan AKP hükümetinin eli hem içeride hem de dışarıda sıkışmıştır. İzlediği savaşçı politikayla PKK’yi sıkıştırıp etkisiz hale getirmeyi ümit eden AKP, şimdi Suriye sınırında PKK’nin etkin olduğu bir Kürt oluşumuyla yüzyüze kalmıştır. Bilindiği gibi Türkiye Suriye’de olası bir Kürt bölgesi oluşumunu engellemek maksadıyla tampon bölge kurulmasını savunuyordu. Bugün o “tampon bölge” fiilen kurulmuştur, ama Şam’la Türkiye arasında bir Kürt bölgesi olarak! Öte yandan, yukarıda da belirttiğimiz gibi, PKK’nin tasfiye edilmesi noktasında Barzani’ye bağlanan umutlar da büyük ölçüde boşa çıkmıştır. Bir yandan Irak Kürdis-
marksist tutum
tanı’yla ekonomik ilişkiler ve petrol anlaşmaları daha da geliştirilmek istenmekte, ama öte yandan bu federe devletin içerideki Kürtler üzerinde yarattığı coşkudan son derece rahatsız olunmaktadır. Üstelik şimdi buna bir de Suriye Kürdistanı eklenmiştir. Dört bir parçada özerk Kürt bölgelerinin kurulması talebinin artık çok daha güçlü bir şekilde dile getirileceği açıktır ve bu durum AKP hükümetini ve TC egemenlerini fazlasıyla rahatsız etmektedir. Ne var ki bu rahatsızlığın tetiklediği savaşçı politikalar sorunu daha da derin hale getirmektedir. Kürt sorununu Kürt halkının demokratik taleplerini karşılayarak çözme seçeneğinden uzak durdukça, bu açmazın daha da derinleşeceği açıktır: “100 yılı aşkın süredir var olan Kürt ulusal sorunu, bu süre zarfında dört ülkede nice baskılara, nice katliamlara, nice acılara rağmen her seferinde yeniden su yüzüne fışkırmış ve kendini kabul ettirmiştir. Cin çoktandır şişeden çıkmıştır. “O halde ulusal baskı ve onun yarattığı acılardan da, emperyalist plan ve tezgâhlardan da kurtulmanın yolu soruna gerçek bir çözüm sağlanmasından geçiyor. Tarihsel deneyimlerin gösterdiği ve devrimci işçi sınıfının da yüz elli yılı aşkın mücadele tarihinde programına yazmış olduğu tek tutarlı çözüm ise ezilen ulusa kendi kaderini tayin hakkının verilmesidir. Bugünün Türkiye’sindeki mevcut şartlarda ilk yapılacaklar ise, Kürt hareketinin çeşitli temsilcilerinin uzun zamandır dile getirdikleri Kürt halkının anadilde eğitim, özerklik, anayasal vatandaşlık gibi haklı demokratik taleplerinin yerine getirilmesi ve bu temsilcilerin muhatap alınarak barışçı bir çözümün yolunun açılmasıdır.” (Levent Toprak, age) Bunun yanı sıra Türkiye işçi sınıfı Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale çığırtkanlığına ve AKP hükümetinin Suriye Kürtlerine yönelik tehditlerine prim vermemeli, ezenlere karşı ezilenlerin ortak mücadelesini yükseltmelidir. n
3
Polis Terörü Tırmanıyor Dicle Yeşil
H
ak gaspları, anti-demokratik uygulamalar, baskıcı politikalar ve işkence her geçen gün artıyor. AKP hükümetinin dilinden düşürmediği “ileri demokrasinin” ne demek olduğunu, sokakta, karakolda, cezaevinde yaşanan olaylardan görebiliyoruz. 2011 yılında üçüncü kez seçimleri kazanan ve ustalık dönemine geçtiğini açıklayan AKP hükümeti, şiddet ve baskı politikalarında da ustalaştı. Kadın, erkek, genç, yaşlı ve çocuk demeden insanlar polis şiddetiyle karşılaşıyor, sokak ortasında dayak yiyor. Hatta 1,5 yaşındaki bebeğin suratına bile biber gazı sıkılıyor. Burjuva devlet, ezilen ve sömürülen çoğunluğun, azınlık durumundaki egemen sınıf tarafından baskı ve denetim altında tutulması için vardır. Burjuva hükümetler de polisi bir baskı aygıtı olarak kullanırlar. Kriz ve savaş kıskacındaki AKP hükümeti de, sistemin bekasını sağlamak için devlet terörünü tırmandırıyor. Baskının dozajını arttırırken, yargı eliyle işkencecileri ve kiralık katilleri sokağa salıyor. Elbette ki polis, sahiplerine hizmette kusur etmiyor. Dayak attığı, işkence ettiği insanları, toplum nezdinde de suçlu göstermek için terörist, bölücü, eroinman, konsomatris, tinerci gibi ithamlarla suçlu ilan ediyor. İşkenceci polisler cezalandırılmak yerine terfi ettiriliyor. Dolayısıyla işkenceciler cezalandırılmayacaklarını bildikleri için daha bir cesaretleniyor, pervasızlaşıyor, vicdansızlaşıyor ve zorbalaşıyorlar.
İşkence artıyor AKP hükümeti iktidara geldiği ilk dönemlerde işkenceye sıfır tolerans tanıyacağını açıklamıştı. Ancak ilk dönemlerdeki düşüş kısa bir süre sonra yerini insan hakları ihlallerinde ve işkence vakalarında yükselişe bıraktı. İnsan Hakları Derneği’nin 2011 raporuna göre, sadece Marmara bölgesindeki işkence vakaları bir önceki yıla göre %200 oranında arttı. Marmara bölgesinden 818 kişi
4
İHD’ye başvurarak işkenceye ve kötü muameleye maruz kaldığı için şikâyette bulundu. Elbette bu rakamlar yalnızca İHD’ye gidebilenleri kapsıyor. Korktuğu ya da tehdit edildiği için gidemeyenleri de düşündüğümüzde bu oranın daha ciddi boyutlara tırmanacağı açıktır. Raporda işkence yöntemleri şöyle sıralanıyor: “Tekme ve tokatla kaba dayak atılması, coplanmak, ölümle ve tacizle tehdit, kolların kelepçelenmesi, yakınlarına haber vermenin engellenmesi. Kalabalık bir grup içerisine alınıp linç edilme duygusu yaratarak dövülme, ajanlık teklifi, kutsal değerlerine ve aile fertlerine hakaret ve küfür edilmesi, kafasına silah dayayarak öldürme tehdidi, karakollarda darp edilmesi…” Liste uzayıp gidiyor. 2012’nin başından itibaren işkence vakaları baskı politikalarına paralel olarak arttı. Yalnızca Haziran ve Temmuz aylarında yaşanan olaylar durumun vahametini ortaya koyuyor. Polis, 2 Haziranda İstanbul Ataşehir’de kimlik kontrolü sırasında 3 gence saldırdı. Karakolda tehdit edilen gençlerden Ahmet Yılmazer olayı şöyle anlatıyor: “Polisler babamı karakolda «Bu işin sonu kötüye gider. Şikâyet ederse cebine eroin koyarım» diyerek tehdit ettiler. Bizi bu hale getirenlerin cezalandırılmasını istiyorum. Ben hangi suçu işledim ki beni bu hale getirdiler? Ben suçlu olsam bile beni bu hale getiremezler. Gözümde de bir görme kaybı var, yazıları seçemiyorum. Bu yüzden çalışamıyorum. Beni bu hale getirenlerin cezalandırılmasını istiyorum.” Bu olaydan birkaç gün sonra 6 Haziran gecesi Taksim’de 10 sivil polis tarafından dövülen Murat Şalcı beyin kanaması geçirdi. Polisler, Murat Şalcı’nın kafasını yere vurup kendisine zarar vermeye çalıştığını iddia etti. Aynı tutanakta polisler Murat Şalcı’yı “terör örgütüne üye olmak ve örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla suçladılar. 20 Haziranda İstanbul Fatih’te Ahmet Koca, hamile akrabasını hastaneye yetiştirmeye çalışırken, polise yol vermediği gerekçesiyle sokak ortasında 10’a yakın polis ta-
sayı: 89 • Ağustos 2012
rafından öldüresiye dövüldü. Hızlarını alamayan polisler, yerde yatan Koca’ya elleri kelepçeli olduğu halde kemerleriyle vurmaya devam ettiler. Etraftan yardıma gelen esnafı da iteleyerek uzaklaştıran polisler, Ahmet Koca’yı hastane yerine Yenikapı’da bir arka sokağa götürerek dövmeye devam ettiler. Saatlerce süren dayakla yetinmeyen polisler, işkenceyi karakolda da sürdürdüler. Aslında tartışma, Ahmet Koca’nın yardım etmesi için ağabeyini aradığında Kürtçe konuşması nedeniyle başladı. Kürtçe konuşuyorsan teröristsin diyen polisler, Koca’ya saatlerce işkence ettiler. 17 Temmuz gecesi Diyarbakır’ın Sur ilçesinde bir polis, ehliyetsiz araba kullanan 18 yaşındaki Kürt genci vurdu. Ensesine sıkılan kurşun nedeniyle Nurhak Çartay hayatını kaybetti. Ailesi Cumhuriyet Başsavcılığına polisler hakkında suç duyurusunda bulunduklarında, savcı, katil polisleri koruyarak, “kardeşinin o sırada orada ne işi vardı? Polisler, onları terörist sandığı için havaya ateş açmışlar” dedi. Önce Kürt halkı potansiyel terörist ilan ediliyor ve sonra da tüm baskı, işkence ve öldürme olayları “terör” bahane edilerek aklanıyor. Niyazi Buldan, 19 Temmuz gecesi trafik kontrolüne takıldı. Soyadı “Buldan” olduğu için vahşi bir biçimde dövüldü. Hastane yerine karakola götürülüp dayak işkencesine devam edildi. Oysaki Buldan’ın GBT taramasında hiçbir gözaltı ya da aranma kararı çıkmamıştı. Üzerinde çakı bile yoktu. Ellerine kelepçe takıldı, boğazı sıkıldı ve bir süre nefessiz bırakıldı. Buldan, hastaneye götürülmek yerine bir minibüse bindirilerek evine gönderildi. Buldan’ın göğsüne aldığı darbeler sonucunda iki kaburgasının kırıldığı ve kaburgalarından birinin akciğerine saplandığı tespit edildi. Buldan, yoğun bakım ünitesinde yaşam savaşı veriyor. Buldan’ın ailesi Pervin Buldan’la aynı soyadını taşımanın bir suç olmadığını anlatmak zorunda kalıyor: “Biz sadece Muşluyuz, BDP milletvekili Pervin Buldan’la bir alakamız yok. Aynı aileden olsak da suçlu mu olacağız? Böyle saçmalık olur mu? Polis üniformasını, güvenliğinden sorumlu kişilere işkence etmek için kullanıyor. Kardeşim, o haldeyken yolda, dolmuşun içinde ölebilirdi. Bunu hak edecek hiçbir şey yapmadık.” Karakoldaki polisler gözaltı defterinde olayla ilgili bir kaydın bulunmadığını ve şikâyeti olanın savcılığa gitmesi gerektiğini söyledi. En son yaşanan olay ise, 23 Temmuzda gerçekleşti. Trabzon’da kucağında 1,5 yaşındaki bebeği olmasına rağmen polis, Ebubekir Bıyıklı’ya biber gazı ile saldırdı. Kuzeninin karakola götürülmesini engellemek isteyen Ebubekir Bıyıklı polisin şiddetine maruz kaldı. İşçilerin, sendikaların, Kürtlerin hak arama mücadelesine dönük yoğun bir baskı var ve her geçen gün artıyor. İşçilerin, memurların eylemlerine saldıran devlet, Kürt halkının haklı talepleri için sokağa çıkmasına bile izin vermiyor. 14 Temmuzda Diyarbakır’da yapılmak istenen ama yasaklanan mitingde polis, Kürt halkına ve temsilcilerine, sanki düşmanla savaşıyormuş gibi saldırmış ve BDP mil-
marksist tutum
14 Temmuzda, Diyarbakır’da, polisin attığı gaz bombasıyla ayağı kırılan Pervin Buldan
letvekili Pervin Buldan’ın ayağını kırmıştı. Hopa olaylarını hatırlayalım. Orada yaşanan vahşetin sonucunda emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetmişti.
“İşkenceye sıfır tolerans” diyenler işkencecileri sokağa salıyorlar Bazı işkence ve dayak olayları, görüntülerin kameralara yakalanması ve medyaya yansıması nedeniyle tez zamanda kapatılamıyor. Ancak tutanaklar, ifadeler ve raporlar, görüntülere rağmen işkence gören ve dayak yiyenleri suçlu çıkartıyor. Dövülen kişi Kürtse polis onun bölücü olduğunu, Türkse alkolik, uyuşturucu kullanıcısı ya da tinerci olduğunu, sisteme muhalif bir kişiyse yine terörist olduğunu rapor ediyor. İşkence yapan polis, kendisi hakkında bir şikâyette bulunulması, soruşturma ya da dava açılması halinde, işkence görenler hakkında derhal “memura hakaret ve mukavemet etmek, bu sırada onu yaralamak, kamu malına zarar vermek” gibi gerekçelerle karşı davalar açıyor. Polislere karşı açılan davalar ise yıllarca uzatılıyor ya da sonuçlanmıyor. İşkenceci polisin yaptığı yanına kâr kalırken, işkence görenler aleyhine açılan davalar kısa sürede ağır cezalar ile sonuçlanıyor. Karakollarda tutulan tutanaklara kişinin kafasını duvara çarptığını, kendisine zarar verdiğini ya da dengesini kaybederek düştüğünü yazıyorlar. Nerede olursa olsun,
5
marksist tutum
benzer iddialar her yerde aynı şekillerde kayda geçiriliyor. Aslında polis bu işin eğitimini okul sıralarında alıyor. Hastaneye gidildiğinde ise dayak yiyene değil, dayak atana rapor veriliyor. Ahmet Koca olayında dayakçı polisler hastaneye bile gitmeden ciddi bir darp raporu aldılar. Rapor tam anlamıyla ironik. Doktor, dayak atarken bileklerinde incinme olduğu gerekçesiyle polise rapor verebiliyor. Tabii suç Ahmet Koca’da: Dayak yerken yerinden kıpırdamış, kendini korumuş ve bu arada işkence eden polisin bileklerinde sorunlar oluşmaya başlamış! Bu arada, Ahmet Koca’ya verilen raporda ise ufak sıyrıklar olduğu yazıyordu. Ahmet Koca hakkında “Görevi yaptırmamak için direnme ve kamu görevlilerine görevlerinden dolayı zincirleme hakaret” suçundan 2 yıl 3 aydan 6,5 yıla kadar hapis davası açılırken dayakçı polisler yalnızca açığa alındı. Ancak bu açığa almaların çoğu durumda kamuoyunun gazını almak amacıyla yapıldığı ve kısa bir süre sonra polislerin göreve iade edildikleri de ortadadır. Bir başka olaysa şu: Hrant Dink’in ilk ölüm yıldönümünde, polisin ateş açması sonucu yaralanan Kemalettin Rıdvan Yalın, gözaltı kararı olmamasına rağmen, tedavi olduğu hastanede gözaltındaymış gibi muamele gördü. Ailesi onu göremedi. Taburcu olduktan bir süre sonra Yalın’ın evinde bomba olduğu iddiasıyla arama yapıldı fakat hiçbir şey bulunamadı. Polis kendisini dava eden kişiyi, elindeki gücü kullanarak rahat bırakmıyor. Kişinin hem kendisini, hem ailesini hem de çevresini taciz ediyor, tehditler savuruyor. Yalın’ı yaralayan Muhammet Gişi, terfi ettirilerek Suruç’a atandı ve bir süre ortalıklarda görün-
6
Ağustos 2012 • sayı: 89
mesi engellendi. Gişi, “kasten adam yaralama” suçundan 17,5 ay hapis cezasıyla yargılandı. Ancak nedense hiçbir duruşmaya katılmayan Gişi hakkında hâkim, bir daha hiçbir suç işlemeyeceği kanaatine vardı. Gişi’ye ceza verilmedi. Hâkimin daha önce hiç görmediği Muhammet Gişi hakkında bir daha suç işlemeyeceğine dair vicdani kanaati nasıl oluşturduğu ise bir muamma! Polis, sisteme muhalif olan, demokrat ya da devrimci olan kişileri bölücü ve terörist diye damgalarken, bunu yapamadığı koşullarda da insanları ahlâksız ve namussuz diyerek damgalamaya çalışıyor. Hatırlayalım, 2011 Aralık ayında eşiyle birlikte eğlenmek için müzikhole giden Fevziye Cengiz, yanında kimliği olmadığı gerekçesiyle yaka paça gözaltına alınmış ve karakolda dayak yemişti. Fevziye Cengiz’in şikâyetçi olmasının ardından oturduğu mahalleye giden polis, kadın hakkında “zaten o konsomatristi” dedikodusunu yayarak aileyi evlerinden, mahallelerinden ettirmişti. AKP hükümeti “insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, işkence ve kötü muamelenin önlenmesi amacıyla işkence ve kötü muameleye sıfır tolerans politikasını uygulamaya koyduk” diyordu. Şişinerek “ülkemizi bu insanlık ayıbından kurtardık” diyen AKP hükümeti, işkenceden tescilli polis şefi Sedat Selim Ay’ı İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdür Yardımcılığı’na atadı. 1996 yılında 15 devrimciye işkence eden, kadın devrimcilerden birine tecavüzde bulunan, Limter-İş Sendikası’ndan Süleyman Yeter’i işkenceyle katledenler arasında bulunan Sedat Selim Ay terfi ettirilerek devlete yapmış olduğu kusursuz hizmetlerinden dolayı ödüllendirildi. 7 TİP’li öğrencinin ve Kemal Türkler’in katledilmesi davasında da, yargı paketi değişikliği ile eli kanlı Bünyamin Adanalı ve Ünal Osmanağaoğlu serbest bırakıldı. Kiralık katillerine “arkanızdayım” mesajını veren devlet, yeni cinayetlerin de önünü açıyor. Örneğin Mehmet Ağar’ın hangi hapishanede kalacağı onun tercihine bırakılmıştı. Ziyaretine gelecek iş adamları ve devlet bürokratları zorlanmasınlar diye şimdi hapishane yakınına helikopter pisti de yapıldı. AKP hükümeti baskıcı ve despot devlet geleneğini açıktan devam ettiriyor. Hakkını arayan işçi ve emekçinin demokratik haklarının kullanılması, Kürtlerin demokratik taleplerinin karşılanması, cezaevlerinin daha insani koşullara kavuşturulması hak getire. İnsanlar sokakta yürürken bile işkenceye maruz bırakılıyor. Yaşanan tüm bu insanlık dışı koşullar sermaye sınıfının gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Burjuva devletin polisi, her daim sermayenin hizmetinde, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların karşısında duracaktır. Kriz derinleştikçe bu saldırılar daha bir artacaktır. Ancak tüm bu baskılar karşıtını doğurmaktan ve öfkeyi arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Yarın örgütlü işçi sınıfının gücüyle, egemenlerin üzerlerindeki koruyucu zırh parçalanacak ve tüm bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir. n
Grev Yasakları Örgütlü ve Militan Mücadeleyle Aşılır Selim Fuat
Ü
retim sürecinin devamı için aslında patronların varlığı hiç de gerekli değildir. Bu durum grevlerde son derece çıplak biçimde açığa çıkar. İşçiler çalışmadığı zaman duran faaliyet patronların sömürü mekanizmasının da sekteye uğramasına yol açar. Bu yüzden doğru biçimde kullanılan grev silahı patronlar için büyük bir tehdittir. Grevler aynı zamanda işçi sınıfının geniş kesimlerinin de birleştiklerinde neler başarabileceklerini onlara gösterir. Bunların bilincinde olan kapitalist sınıf elinden geldiğince işçi sınıfının bu önemli silahının teklemesi için uğraşır; mümkünse de grev silahını işçilerin elinden alır. Bilhassa kapitalizm için kritik önemdeki üretim faaliyetlerinin gerçekleştiği işletmelerde işçi sınıfının elinde bu silahın olmaması için elinden gelen her şeyi yapar. Dünyanın dört bir yanında uzun yıllardır süren işçi mücadelelerinin tarihi bunun örnekleriyle doludur. Geçtiğimiz aylarda Türkiye’de sivil havacılık işkolunda grev hakkının yasaklanması sırasında yaşananlar da bu gerçekleri bir kez daha ortaya koymuştur. AKP hükümeti, Türkiye’de patronlar sınıfının uzun süredir hayata geçirmek için fırsat kolladığı sivil havacılık alanında grev yasağını da içeren maddeleri mecliste yasalaştırmış; bu saldırıya iş bırakarak yanıt veren havayolu işçilerinden 305’i ise Türk Hava Yolları tarafından “yasadışı grev” gerekçesiyle işten atılmıştır. Bütün bunlar yaşanırken başbakan Erdoğan ve başbakan yardımcısı Ali Babacan’ın has bir burjuva anlayışla ortaya koyduğu tutumlarsa patronlar sınıfının işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması karşısındaki dü-
şüncelerinin açık ifadeleri olmuştur. Babacan’ın şu sözleri patronlar sınıfının işçilerin grev silahını kullandığında nasıl zorluklar yaşayacağını ve buna tahammüllerinin olmadığını net bir biçimde ifade etmektedir: “Öyle stratejik sektörler vardır ki, o sektörlerde grev uygulaması yoktur. Dolayısıyla bunun önünün açık olması bana göre hataydı. Çok doğru bir adım atılmıştır, TBMM bunun gereğini yapmıştır… Çünkü öyle sektörler vardır ki, o sektörün durması binlerce sektörü, yüz binlerce işletmeyi durdurur. Yani herhangi bir kuruluşunuzdaki bir tıkanma tüm ekonomiye zarar verebilir. Dolayısıyla biz bunlara izin veremeyiz. Ekonomide etkisi olacak sektörlerde kimse kusura bakmayacak, grev yasağı olacak.” Babacan, “Bu aslında havacılık sektörüne özel değil. Bankacılık sektöründe de bugün grev yasağı vardır. Bugün herhangi bir bankanın çalışanlarının greve gittiğini düşünün, Türkiye’de herhangi bir bankanın bir gün kepenk kapattığını, bütün finansal sistemi etkiler. Dolayısıyla bu işleri aklı başında, rasyonel değerlendirmemiz lazım. Bunu yapan tek ülke Türkiye değildir. Gelişmiş ülkelerde de sektör bazında grev yasakları vardır” diyerek de, işçi sınıfın kapitalizmin kalbi durumundaki sektörlerde girişeceği mücadelenin patronları nasıl korkuttuğunu dışa vurmaktadır. Kapitalist üretimi sekteye uğratan grevler karşısında kapitalistlerin işçileri ne yapıp edip üretimin başına döndürmek dışında seçenekleri yoktur. Çünkü çok açık bir gerçek vardır: İşçi olmazsa kapitalist üretim de olmaz! Ancak işçilerin taleplerini tam olarak karşılamak da, hem
7
marksist tutum
kapitalistler arasındaki giderek dozu yükselen rekabet hem de sermayenin sürekli büyüme ihtiyacı yüzünden mümkün değildir. Bu yüzden işçilerin kapitalistleri zora sokacak grevleri gerçekleştirmemesi için açık-gizli tüm tedbirler patronlar tarafından alınmaya çalışılır. Grev yasaklarına ilişkin yasaların sınırlarının genişlemesi kapitalistlerin sürekli tekrarlanan talebidir. Grev silahı kullanıldığında ise patronlar sınıfı bastırmak için tüm imkânlarıyla işçilerin üzerine gider. Burjuvalar grevleri etkisizleştirebilmek için grevlerin tüm yurttaşlara zarar verdiği, işçilerin hak ettiklerinden çok daha fazlasını istedikleri palavralarını atarlar. Nitekim söz konusu THY grevinden sonra Başbakan Erdoğan da aynı telden çalıyordu: “Düşünün ki bu grev kanunsuz değil kanunlu olarak da yapıldığında, uzun süreli bir grev olduğu zaman bunun bedelini kim ödeyecek, kim öder? Millet ödeyecek, millet öder. Bu stratejik bir kurum ve bu stratejik kurumda atılacak bu tür adımlar ciddi manada ülkemizde çöküşün habercisi olur ki, buna fırsat vermemek gerekir diye düşünüyorum.” Burjuvalar “bedeli millet öder, bu yüzden olmaz” diyorlarsa bilinmelidir ki, milletten kastettikleri kendileridir. İşçiler kazanırsa patronlar, patronlar kazanırsa işçiler kaybederler. Yoksa toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilerin, grevci işçilerin ekonomik ve sosyal haklar kazanması yüzünden kayba uğraması gibi bir durum asla söz konusu olamaz. Aksine işçilerin bir kısmının kazanımları bile sınıfın tüm kesimlerinin kazanımına dönüşme potansiyelini içinde barındırır. Başbakanın ve bakanlarının gerek sözleri gerekse de meclisten çıkan yasaların gösterdiği tablo, işçi sınıfına dönük tüm diğer saldırılarla birlikte zaten işçilerin elini kolunu alabildiğine bağlamış haldeki grev yasaklarının da genişleyeceğini gösteriyor.
TC yasalarında grev yasakları Hâlihazırda pek çok sektörde bugün greve çıkmak kanunlarca engellenmiştir. 12 Eylül darbesinin ürünü olan 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunuyla; can ve mal kurtarma işlerinde, cenaze ve tekfin işlerinde, su, elektrik, havagazı, termik santralleri için kömür çıkarılması, doğalgaz ve petrol sondajı, üretimi, tasfiyesi ve dağıtımı işlerinde, nafta veya doğalgazdan başlayan petrokimya işlerinde, banka ve noterlik hizmetlerinde, kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye ile şehir içi deniz, kara, demiryolu ve diğer raylı toplu yolcu ulaştırma hizmetlerinde grev yasaklanmıştır. Ayrıca ilaç imal eden işyerleri
8
Ağustos 2012 • sayı: 89
hariç olmak üzere, aşı ve serum imal eden müesseselerle, hastane, klinik, sanatoryum, prevantoryum, dispanser ve eczane gibi sağlıkla ilgili işyerlerinde, eğitim ve öğretim kurumlarında, çocuk bakım yerlerinde ve huzurevlerinde, mezarlıklarda, Milli Savunma Bakanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığınca doğrudan işletilen işyerlerinde de grev yapılması yasaktır. Kamuda çalışan memur statüsündeki işçiler için de son anayasa değişikliği ile toplusözleşme hakkı tanınmış olsa da grev yasaktır. Tüm bu anılan sektörlerde çalışan işçiler için grev yasaktır ama örtülü grev yasakları bunlardan çok daha geniş kesimleri kapsar. Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’na göre savaş halinde veya kısmi seferberlik süresince grev yapılamaz. Ayrıca; yangın, su baskını, toprak veya çığ kayması veya depremin sebebiyet verdiği ve genel hayatı felce uğratan felaket hallerinde Bakanlar Kurulu, bu hallerin vuku bulduğu yerlere inhisar etmek ve bu hallerin devamı süresince yürürlükte kalmak üzere, gerekli gördüğü işyerleri veya işkollarında grevin yasak edildiğine dair karar alabilir. Yurtiçi ve yurtdışı ayırımı yapmadan ve başladığı yolculuğu yurt içindeki varış mahallerinde bitirmemiş deniz, hava ve kara ulaştırma araçlarında grev yapılması da yasaklanmış bulunmaktadır. Bunların yanı sıra, sıkıyönetim uygulamalarında sıkıyönetim komutanı grevi durdurabilir, olağanüstü hal uygulamasında ise mülki amir bir ay süre ile grevi erteleyebilir. Grev yasağı kapsamına girmeyen işlerde ise patronlar için devreye son merci olarak Bakanlar Kurulu girer. Aslında son dönemlerde en yaygın biçimde kullanılan ve en etkili olan yol da budur. 2822 sayılı yasanın 33. maddesine göre, karar verilmiş veya başlanılmış olan kanuni bir grev “genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte” ise, Bakanlar Kurulu bu uyuşmazlıkta grevi bir kararname ile altmış gün süre ile erteleyebilir. Bu cümle bize aslında şunu söylemektedir. Bundan önce tek tek sayılan grevin yasak olduğu yerler boşuna belirtilmiştir. Hükümet isterse her yerde grevi yasaklayabilir. Çünkü “genel sağlık” ve “milli güvenlik” kavramları o kadar kolayca her tarafa çekiştirilebilir ki, istenen bütün grevler ertelenebilir. Bunun birden fazla kez yapılabilmesinin önünde bir engel de olmadığına göre siz rahatlıkla “ertelenebilir” kelimesini “yasaklanabilir” diye okuyabilirsiniz. Nitekim özellikle önemli pek çok grev bu gerekçeyle yıllardır ertelenmekte, fiilen yapılamaz hale getirilmektedir. Üstelik Bakanlar Kurulu çoğu zaman grev ertelemesi kararının genel sağlık ya da milli güvenlik değil
sayı: 89 • Ağustos 2012
ekonomik gerekçelerle alındığını açık açık söylemektedir. Örneğin 2003-2004 yıllarındaki Şişe Cam grevleri ertelenirken resmi gerekçe milli güvenlik olarak belirtilmiştir, ama hükümet sözcüsü Cemil Çiçek basına “söz konusu kararı otomotiv sektörüne ve ekonominin geneline verdiği zarar nedeniyle aldık” demekte bir beis görmemiştir. Bu karar alınmadan önce patron örgütlerinin hükümet nezdinde yaptıkları ricaların, yazılan mektupların da aleni olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Hepsi hâlâ gazete arşivlerinde durmaktadır. Ertelemelerin temel gerekçesinin patronlar sınıfının genel çıkarları olduğunu, bu konudaki herhangi bir Bakanlar Kurulu kararına bakarak da görebiliriz zaten. Örneğin 2003 Şişe Cam grevinin ertelenme gerekçesi şöyle idi: “Grev uygulanan Türkiye Şişe Cam Fabrikalarının işyerinin üretim kalemleri itibariyle kendi sektöründe sanayinin ikmal kaynağı olduğu, grevin ihracat gelirlerinde önemli azalmaya neden olacağı, bu durumun ise milli ekonomiye zarar vereceği, üretim yapılan cam fabrikalarının dur-kalk şeklinde çalışmasının olanaklı olmadığı, grev nedeniyle üretim dursa dahi fırınların normal üretim yapıyormuş gibi hammadde ile beslenmesinin sağlandığı, günümüzde «milli güvenlik» kavramının güçlü bir ekonomiyi gerektirdiği ve kapsadığı, milli ekonomiye zarar verecek her girişimin ise milli güvenliğe zarar verdiği...” “Milli güvenlik” kavramı güçlü ekonomiyi gerektirdiğine göre her grev milli güvenliğe, yani burjuvazinin güvenliğine zarar verecektir elbet! Gerçi Danıştay söz konusu erteleme ile ilgili kararı iptal etmiştir ama Bakanlar Kurulu ikinci bir erteleme kararı almakta gecikmeyip grevin yapılmasını fiilen engellemiştir. Bir başka çarpıcı örnek de Lastik-İş Sendikası’nın toplu iş sözleşmesi görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanan Goodyear, Türk Pirelli ve Brisa lastik fabrikalarında aldığı grev kararının Bakanlar Kurulu tarafından, “milli güvenliği bozucu nitelikte” görülerek 60 gün süreyle ertelenmesidir. Bu işyerlerinde sendikanın grev kararı alması karşısında yapılan erteleme 12 Eylül’den sonra dördüncü kez uygulanıyordu. Yani fiilen sendikaya aldığı grev kararlarının hiçbiri uygulatılmamıştı. Grev ertelemesi de “milli güvenlik” gerekçesine şöyle uyduruluyordu. “Lastik-İş tarafından motorlu taşıt araçları ile diğer araç ve iş makineleri için lastik üreten üç işyerinde uygulanmakta olan grev, ülke lastik üretiminin çok büyük bir bölümünün bu işyerlerinde üretilmesi nedeniyle başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere ulaştırma ve iş makinelerinin kullanıldığı tüm sektörlerin lastik ihtiyaçlarını olumsuz yönde etkileyeceği hususu göz önüne alındığında söz konusu grevin genel hayatı dolayısıyla milli güvenliği bozucu nitelikte olduğu görüldüğünden, Bakanlar Kurulu (...) grev ertelemesi kararı almıştır.” Bu kararlar ve onların dayandıkları yasa maddeleri bizlere açıkça “burjuvaları zora sokacak grevler yapamazsınız, biz de istediğimiz zaman istediğimiz grevi erteleriz”
marksist tutum
demektedir. Türk Hava Yolları’nda çalışan işçilerin “yasadışı grev” gerekçesiyle işten atıldıkları söylüyor Başbakan. Ancak yukarıda andığımız ve benzeri onlarca örnek bize THY işçilerinin “yasal grev” yapmasına da hiçbir zaman izin verilmeyeceğini gösteriyor. 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olan yasalar kalkmadıkça da bu durum hiçbir önemli grev için değişmeyecektir. İşçi düşmanı yüzünü sergilemek konusunda iyice pervasızlaşan ve her defasında en âlâsından bir burjuva partisi olduğunu kanıtlayan AKP de grevlerde işçi sınıfı aleyhine kararlara imza atmaktan çekinmeyecektir. Demek ki Türkiye işçi sınıfının ve onun bütün örgütlerinin önünde mevcut yasaları değiştirmek için mücadeleyi yükseltme görevi durmaktadır. Bu engeller aşılmadan kalıcı kazanımlar elde etmek mümkün değildir. Grevler çok uzun yıllar boyunca yasadışı eylem sayıldı. Ama işçi sınıfı grevi bir mücadele silahı olarak kullanmaya başladığı yıllarda, mücadeleci işçiler iş bırakmak yasal mı değil mi diye düşünerek hareket etmiyordu. Çünkü onları yasalar değil haklı olup olmadıkları ilgilendiriyordu. Tıpkı 1963 yılında “yasadışı” olarak greve çıkan ve militanca mücadeleleriyle grevi yasalara hak olarak yazdıran Kavel işçileri gibi. Bugün de işçiler haklar elde etmek istiyorlarsa mücadelelerini yasaların belirlediği sınırlarda sürdürme çekingenliğiyle davranmamalı, Kavel işçilerinin gösterdiği cüreti gösterebilmek için güç toplamalıdır. Çünkü grev yasaklarını aşmanın yolu örgütlü bir biçimde militanca mücadele etmekten geçiyor. n
9
“Sel Felâketi” ve “Kentsel Dönüşüm” Gerçeği Gülhan Dildar
S
amsun’da 3 Temmuzda gece yarısı meydana gelen sel bir felâkete dönüştü ve 13 kişi yaşamını yitirdi. Ölenler arasında zemin katlarda yaşayan ve çocuklarıyla birlikte boğularak can veren kapıcı aileleri de vardı. Sel, özellikle Mert Irmağı’nın geçtiği Canik ilçesini etkiledi. Mert Irmağı’nın taşmasıyla köprüler yıkıldı, kenarında bulunan ve iki yıl önce TOKİ tarafından yapılan 2 bin 688 konutluk semtte evlerin zemin katları sel suları ve patlayan kanalizasyonlar altında kaldı. Büyük bir ihtişamla “büyük başlangıçların ve büyük sonuçların” kenti, “cazibe merkezi” olarak parlatılan Samsun’da, selden etkilenen sadece evler değildi. 2011’de dere yatağı üzerinde Bülent Arınç tarafından temeli atılan ve “Karadeniz’in en büyük alışveriş merkezi” olarak gururla reklamı yapılan Lovelet Outlet AVM de selden nasibini almış, sular ve çamur altında kalmıştı. Yaşanan sel felâketi gündüz gerçek-
10
leşmiş olsaydı, “cazibe merkezi” daha fazla insanın yaşamını yitirdiği bir “ölüm merkezi” haline gelecekti.
Sel felâketinin açığa çıkarttığı “kentsel dönüşüm” gerçeği Yaşanan selin bir felâkete dönüşmesiyle birlikte, büyük bir şatafatla açılışları yapılan ve bölgenin en büyük kentsel dönüşüm projeleri olarak devreye sokulan konutların yoksul işçi ve emekçi ailelerine mezar olduğu bir kez daha görüldü. Oysa dönemin TOKİ başkanı olan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Kuzey Yıldızı Projesini büyük bir iftiharla kamuoyuna tanıtmıştı. Belediyelerle el ele vererek gerçekleştirdikleri ve sermayenin iştahını kabartan projelerini Bayraktar şöyle açıklıyordu: “Dünya ile kucaklaşmaya çalışan Türkiye’de
sayı: 89 • Ağustos 2012
120 belediye ile toplu konut anlaşması imzaladık. Projelerimizi büyük bir başarıyla yürütüyoruz. Türkiye’nin gerekli imar şartlarını taşımayan binalardan artık kurtulmasının zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Canik’te halkımız için çağdaş bir yaşam alanı oluşturacağız. Bu projede sadece konutlar yaklaşık 350 milyon liraya mal olacak. Ticaret merkezleri, okullar, camiler, parklar, diğer tesisler ve cezaevinin yeniden inşa edilmesi de dikkate alındığında beldede yaklaşık 500 milyon liralık bir yatırım gerçekleşecek.” Ancak TOKİ’nin Fransız balkonlu, göğü yırtan kuleleriyle övünen Bayraktar, eski dere yatağı üzerine kurulan Kuzey Yıldızı TOKİ Konutlarının kurulu bulunduğu alanın taşıdığı riski ağzına dahi almıyordu. Tıpkı şimdi, “Yer seçiminde ve yapılaşmada bir hata olduğunu zannetmiyorum” diyerek üzerini kapattıkları gibi. TOKİ yaptığı açıklamalarla olayı “doğal” bir afet olarak yansıtmanın yanı sıra pişkinlikte ve utanmazlıkta da sınır tanımıyor. TOKİ, “Dikkat edilmelidir ki söz konusu alanda idaremiz eliyle uygulanan kentsel dönüşüm projesi sayesinde söz konusu taşkına yapısal olarak dahi dayanması mümkün olmayan eski yapıların yerine fen ve sanat kurallarına uygun sağlam ve dayanıklı konutlar inşa edilmesiyle facianın önüne geçilmiştir” diyor. Yani insanlara “susun ve şükredin, yaptığımız konutlar olmasa daha çok insan ölürdü” demiş oluyor. Ayrıca pişkince selin sadece TOKİ konutlarını etkilemediğini söyleyerek kendisini aklamaya çalışıyor. Oysa yaşanan acılar, insanların çocuklarını ve eşlerini böylesi selde yitirmesi “doğal” bir olay değildir. Göz göre göre insanlar kâr ve rant uğruna ölüme sürüklendiler. Burada bir doğallık varsa, o da doldurulan derenin eski mecrasına akmak istemesidir. Burada felâkete yol açan şey, dereleri ıslah edeceğiz diye uygulanan yanlış fizikî müdahalelerdir. Örneğin, Yılanlı Dere yatağının değiştirilmesiyle elde edilen arazi yeşil alan olarak ayrılacağına, TOKİ’nin Kentsel Dönüşüm Projelerine açılmış ve “çağdaş” konutlar inşa edilmiştir. TOKİ ve belediyeler her türlü doğal afete dayanıklı, sağlıklı, insanların sosyalleşebileceği konutlar inşa edeceğine, türlü oyunlarla dere yatakları için imar planlarını değiştirerek yapılaşmaya açmıştır. Üstelik Yılanlı Dere ve İncirli Dere üzerine yapılaşmanın yanlış ve tehlikeli olduğu uyarısı bölgedeki Mimar ve Mühendisler Odası tarafından defalarca yapılmış olmasına rağmen, TOKİ ve belediyeler el ele vererek gerekli imar ve iskân planlarında birtakım değişiklikler yaparak rant projelerini hayata geçirmişlerdir. TOKİ bölgelerin coğrafi özelliklerini göz önünde bulundurmadan Türkiye’nin dört bir tarafına hep aynı tipte
marksist tutum
konutlar inşa etmektedir. Kimi yerlerde eğimden yararlanılarak birden fazla bodrum kat yapılabilmekte ve iskâna açılmaktadır. Bu uygulama Samsun’da olduğu gibi düz arazilerde de hayata geçirildiğinde bodrum katlar (daha çok kapıcı ailelerinin kaldıkları daireler) toprak altında kalmaktadır. Oysa Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliğinde şöyle deniyor: “Kapıcı dairelerinin ve bekçi odalarının taban döşemesi üst seviyesinin hiçbir yeri tabii zemine (0,50) metreden fazla gömülü olmayacaktır.” Ortalama bir dairenin 3 metre yükseklikte olması gerektiği düşünüldüğünde, kapıcı dairelerinin bodrum katına değil, giriş katına denk gelecek şekilde inşa edilmesi gerekmektedir. Aynı yönetmelikte “Kapıcı daireleri doğrudan ışık ve hava alabilecek şekilde düzenlenecektir” hükmü yer almaktadır. Görülüyor ki, yönetmeliğin açıkça ortaya koyduğu hükümler TOKİ tarafından pek de dikkate alınmamış, onlarca insan bodrum katlarında ölmüş, yaralanmış, mahsur kalmış, yüzlercesinin evi yaşanamaz hale gelmiştir. Üstelik Bakan Bayraktar, felâketin ardından feryat figan “Kapıcıları bodrumlardan kurtaralım” demiş ve sanki böyle bir yönetmelik yokmuş gibi utanmadan, “zemin altında yerleşimi yasaklayan bir düzenleme hazırlandığını” söylemişti. Zaten var olan yönetmelikleri dahi takmayan bir iktidarın, yeni düzenlemeler getirmesinden ne beklenebilir ki?
Sermayenin “kentsel dönüşüm” planları İktidara geldiği günden beri “Kentsel Dönüşüm Projelerini” her fırsatta gündeme getiren AKP, kendilerinden önceki burjuva partileri kat kat aşan bir açgözlülükle bu projeleri hayata geçirmekte. 1990’ların başlarından beri gündeme getirilen “kentsel dönüşüm” meselesi en çok da AKP döneminde hayat bulmuştur. Sermayenin ayağındaki prangaları çözeceğini söyleyen Başbakan Erdoğan ve AKP, karşılarına çıkan her fırsatı alabildiğine değerlendirmekte, özellikle de ekonomiye itilim kazandırmak ve sermayeyi
11
marksist tutum
daha da palazlandırmak için inşaat sektörünün önünü alabildiğine açmaktadır. 23 Ekim ve 9 Kasımda Van’da yaşanan iki büyük depremin ardından “kentsel dönüşüm” adı altında rantsal dönüşüm planları büyük bir iştahla yeniden gündeme getirilmişti. Bu bağlamda Bayraktar, tasarısı gündemde olan kentsel dönüşüm yasası, yapı denetimleri yasası, yabancılara gayrimenkul satışını serbest kılan yasa ve 2B alanlarının satışını sağlayan yasanın en kısa zamanda çıkarılacağı müjdesini vermişti. Nihayetinde çok zaman geçmeden Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından afet riski taşıdığı ilan edilen alanlardaki bütün taşınmazların kapsam içine alındığı yasa Mayıs ayında Meclis’ten geçirildi. Yasaya göre, kentsel dönüşüm bölgesinde riskli binaları belirleme ve her türlü inşaatı yapma ya da yaptırma yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığında olacak. Bakanlık burada isterse TOKİ’yi devreye sokacak ve “işlemleri hızlandırmak için” ihale kanununu devre dışı bırakarak ihaleye çıkacak. Sadece İstanbul’da yıkım kararı alınmış 14 bin konut olduğu düşünüldüğünde, sektördeki patronların salyalarını akıtan pastanın büyüklüğü de daha iyi anlaşılacaktır. İstanbul’da 1,6 milyonu aşkın bina ve 4 milyonu aşkın konut var ve bunların önemli bir bölümünün ruhsatlı olmasına rağmen yarısından fazlasının riskli olduğu bizzat Ali Ağaoğlu, Halit Dumankaya gibi büyük inşaat firmalarının patronları tarafından dillendiriliyor. TOKİ ve büyük inşaat şirketleri geçirilen yasalarla önlerinde yeni kâr kapıları açıldığı için ellerini ovuştururken, bankalara da yeni konut kredileri olanakları sayesinde gün doğmuş oluyor. Bu durumda yine olan işçi-emekçi ailelere oluyor. Bir taraftan çıkartılan kentsel dönüşüm yasalarıyla evsiz barksız kalırken, bir taraftan da kafalarını sokacak bir evleri olması için yıllarca içinde debelenip duracakları bir borç batağına sürükleniyorlar. Belediyelere verilen yetkilerle askeri alanlar hariç her yer “kentsel dönüşüm” alanı olarak ilan edilebilirken, nedense sürekli olarak büyük inşaat şirketlerinin göz diktiği
12
Ağustos 2012 • sayı: 89
arsası değerli gecekondu bölgelerini ya da kentin içinde kalmış ve arsaları alabildiğine kıymetlenmiş yoksul mahallelerini, tarihsel semtleri gözümüzün içine sokuyorlar. Bir de utanmadan büyük bir ikiyüzlülükle konutların çürüklüğünden, depreme dayanıksızlığından, çarpık kentleşmeden dem vuruyorlar. Kentsel dönüşüm kapsamında yıkılan evler sahiplerinin ağızlarına bir parmak bal çalınarak ellerinden alınmış oluyor ve çoğu zaman “ne haliniz varsa görün” deniyor. Paranız varsa el konulan evinizin yerine yeni, ihtişamlı yapılardan alabilirsiniz. “Yok, o kadar para nereden bulayım” diyorsanız, kaderinize boyun eğip kentin dışında bulunan TOKİ konutlarından “kira öder gibi” konut sahibi olabilirsiniz! “Eğer sermaye ve temsilcileri emekçi kitleleri düşündüklerini söylüyorlarsa, bilinmelidir ki gerçek bunun tam tersidir. Sulukule örneği bu hakikati çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. İstanbul’da tarihi yarımada sınırları içinde kalan Sulukule “kentsel dönüşüm” kapsamına alındı ve Romanlar buradan sürüldü. Fatih Belediyesi evleri ucuza kapattı, gitmek istemeyenlerin evleri zorla istimlâk edildi ve insanlar kentin dışında, kuş uçmaz kervan geçmez bir yere yerleştirildiler, toplumsal yaşamdan kopartıldılar. AKP ve ona bağlı belediyeler, Sulukule’nin “kentsel dönüşüm” çerçevesinde yeniden, tarihi özelliklerine göre inşa edileceğini söylüyorlardı. Evet, şu anda Sulukule tarihsel özellikleri de korunarak yeniden lüks bir site olarak inşa ediliyor, ama bir daha Romanlar oraya asla yerleşemeyecekler. Zira bu evleri alacak paraları yok. Kaldı ki, burjuvaziye hitap edecek şekilde yapılan yeni Sulukule, başta AKP çevresi olmak üzere zenginler tarafından kapatılmış durumda.” (Utku Kızılok, AKP’nin “Çılgın Proje”leri, Kent ve Kapitalizm, MT, no 75) Samsun’daki sel ve yaşanan felâketin de gözler önüne serdiği üzere, sermaye düzeninden işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarını karşılayacağı sağlıklı yaşam alanları inşa etmesini beklemek boşunadır. Her fırsatta deprem tehlikesiyle halkın gözünü korkutup evlerini, arsalarını ucuza kapatmakta hiçbir beis görmeyen sermayenin arzularını büyük bir başarıyla yerine getiren AKP hükümeti, insan hayatını hiçe sayan projeleri hayata geçirmekten de çekinmiyor. Zenginler için denize nazır lüks konutlar, villalar inşa edilirken, işçi ve emekçiler içinse bataklıklar ve dere yatakları üzerinde “ölüm ovaları” yaratılıyor. Yalova’da inşa edilen konutlar bunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. TOKİ, Yalova’da 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde yerle yeksan olan Hacı Mehmet Ovası’na yüzlerce konut inşa etti. Bu ova, eskiden bataklıkken 1980’lerin sonlarında doldurulmuş ve üzerine binalar dikilmişti. Sonrası ise malûm; 17 Ağustos depre-
sayı: 89 • Ağustos 2012
minde buradaki binalar bırakın yıkılmayı adeta toprağa gömülmüştü ve 2 binden fazla insan enkaz altında kalmıştı. Afet İşleri Genel Müdürlüğü “ölüm ovası” olarak anılan bu bölgeye önce Önlem Şartlı Alan statüsünde iki kat sınırı getirmiş olmasına rağmen, TOKİ 2006’da kendi imar planını devreye sokarak bölgeye 4 katlı binalar dikmeye başladı. 2008 yılında ise 1152 konut tamamlanarak hak sahiplerine teslim edildi. Ne yazık ki, ova TOKİ konutlarıyla da sınırlı kalmamış, belediyenin de teşvikleriyle insan yaşamı hiçe sayılarak inşaat sektöründeki yatırımcılara daha cazip hale getirilmiştir. Dönemin Belediye Başkanı tarafından “Ölüm Ovası Değil, Hayat Mahallesi” sloganıyla bölge yeniden imara açılmıştır. Belediye, kat iznini ikiden üçe çıkarttı ve imar planlarında ova “düşük yoğunluk”tan “orta yoğunluklu” konut alanına dönüştürüldü. Bölge şantiyeye dönmüş durumda. Üstüne üstlük bir de, “Depremden beri kullanılmıyordu, insanların yürümeye bile çekindiği bir alandı. Şu an Yalova’nın en hızlı gelişen mahallesi” diye yüzleri kızarmadan övünüyorlar. Bütün bu uygulamalar gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistlerin akıldışılığını bir kez daha açığa çıkarıyor. Jeofizik ve deprem uzmanları bu duruma akıl erdirmekte güçlük çektiklerini ve TOKİ’nin yer seçiminin yanlış olduğunu ifade ediyorlar. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Yalova Temsilcisi Özgür Bayraktar şunları dile getiriyor: “Burası bataklık. Zemin diye bir şey yok. 1999 depreminde bu ovanın %80-90’ı yıkılmıştı. İmara açılması çok büyük hata. Türkiye’de yapı denetimi zaten bir muamma. TOKİ de kanun gereği kendi ruhsatını kendi alıyor, yapı denetimi ciddi bir soru işareti.” Teknoloji bu kadar gelişmişken, Dubai’de insanoğlu denizin ortasında suni adalar oluşturup binalar dikerken, çöle gökdelenler ve oteller inşa edilirken, TOKİ de bataklığın ortasına konut dikebilir herhalde! Sağlam konut inşa
marksist tutum
etmenin maliyeti düşünüldüğünde, TOKİ’nin işçi ve emekçiler için bu maliyeti karşılayıp sağlam konutlar inşa ettiğini düşünmek ahmaklık olur. Bugün inşaat sektörünün alabildiğine genişlemesi, mantar gibi yapıların çoğalması işçilerin konut sorunu çözülsün diye değildir. AKP hükümeti, bir taraftan hazine arazilerinin satışından muazzam bir gelir elde ederken, diğer taraftan bu sektörde faaliyet gösteren kendi sermaye gruplarını palazlandırmaktadır. İnşaat sektörü, alt sektörleri de harekete geçirerek ekonomiyi canlandırması bakımından ayrıca önem kazanmaktadır. Bunun yanı sıra, inşaat sektörünün emek yoğun bir sektör ve vasıfsız işgücüne yaygın iş olanağı sunmasından kaynaklı, AKP bir taraftan işsizliğin daha fazla artmasını önlemekte ve öte yandan ise işçi-emekçi aileleri “kira öder gibi” ev sahibi yaptığını söyleyerek kandırabilmekte ve bu kandırmaca üzerinden oy devşirebilmektedir.
Kapitalizmde konut sorunu çözülür mü? Ekonomik çıkar ve kâr mantığı üzerine kurulu kapitalist düzende, işçi sınıfının toplumsal ihtiyaçlarını sağlayabileceği, sağlam, rutubetten uzak, sağlıklı, estetik, doğayla iç içe konutlar beklemek ne yazık ki hayalden öteye geçemez. İşçi sınıfının mücadeleleri sonucunda Birleşmiş Milletler sözleşmelerine yazılan barınma hakkı, kapitalizmde kâğıt üstünde kalmanın ötesine geçmemiştir. Dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde dahi milyonlarca insanın evsiz ve sokakta yaşıyor oluşu, bu sorunun kapitalizm altında çözülemeyeceğinin kanıtıdır. Ancak “herkesin ev sahibi olacağı” yalanı, her fırsatta krediler üzerinden halkı soyan bankalar, sektör üzerinden büyük kârlar elde eden burjuvalar ve bizzat devlet tarafından yayılmaya devam ediliyor. Elbette ki bizler, iyi bir altyapı planlamasına dayanan, insan sağlığına ve doğaya uygun bir kentsel dönüşümden yanayız. Ancak bunun kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşmeyeceğinin de farkındayız. İşçi sınıfının doğayı ve insanlığı katleden beton yığınlarından kurtuluşu ve konut sorununun çözümü ancak kapitalizm engeli kaldırıldığında mümkün olacaktır. Ancak bu engelin ortadan kaldırılmasıyla ve yerine kurulacak bir işçi iktidarıyla toplumsal ihtiyaçlar temelinde üretimin yolu açılabilir. İlkay Meriç’in dediği gibi, yeter ki işçiler, emekçiler, ev sahibi olmak için harcadıkları umarsız çabanın küçük bir kısmını bu mücadeleye harcasınlar! n
13
“Muhafazakâr Sanat” Tartışmaları ve Sanat Utku Kızılok
İ
stanbul Büyükşehir Belediyesi, 12 Nisanda, birdenbire Şehir Tiyatroları yönetmeliğini değiştirdi ve oyun repertuarını saptama işini genel sanat yönetmeninden alarak bürokratların ağırlıkta olduğu bir “edebi kurul”a verdi. Sanatsal faaliyetin nasıl belirleneceğinin bürokratlara bırakılmasına sanat çevrelerinin ve tiyatrocuların tepki göstermesi üzerine Başbakan Erdoğan, AKP ve onunla birlikte hükümet yanlısı medya cepheden saldırıya geçti. Bazı doğruları kendine kaldıraç yapan AKP ve Erdoğan, tutarsız ve sermayenin çıkarlarını başa koyan açıklamalar yaptı. “Bunlar sanatı toplum için yapmazlar, sanatı sanat için yaparlar” eleştirisi getiren ve bir buçuk asır öncesinin tartışmasını gündeme taşıyan Erdoğan, tiyatroların özelleştirilmesini buyurdu. Böylece Erdoğan, sanatı ya da tiyatroyu kapitalist şirketlere bırakacaklarından dem vurarak “halk için sanat”ı nasıl da arzuladıklarını ispatlamış oldu! Belediyenin aldığı karar ve Erdoğan’ın çıkışından kısa bir süre önce, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen “muhafazakâr sanat” tartışması başlatmıştı: “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsediyorsak, o zaman «muhafazakâr estetik» ve «muhafazakâr sanat» diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz.” İsen’in bu açıklaması adeta bir işaret fişeği işlevi gördü. İslamcı yazarlar bu doğrultuda kalem oynatmaya başlarken ve Zaman gazetesi yazarı İskender Pala “muhafazakâr sanat” için yirmi maddelik bir manifesto yayınlarken, AKP yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden ise tiyatroya bürokratlar eliyle müdahale geldi. Olayların gelişimi ve zamanlaması, hiç kuşku yok ki tesadüf değildir. Dindar ve uslu bir gençlik yetiştirmeyi hayal eden ve bu kapsamda eğitim
14
sistemine müdahale eden AKP, “muhafazakâr sanat” adı altında sanatı kontrol altına almayı, sanatın muhalefetin bir parçası haline gelmesinin önüne geçmeyi ve kendi iktidarının payandası haline getirmeyi arzulamaktadır. Devletin dümenine oturan ve mağduriyet barutunu tüketen AKP, içine girdiği sıkışıklığı aşmak, kitleleri oyalamak ve iktidarının devamını sağlamak maksadıyla, uygun bir toplumsal ortam yaratmaya çalışıyor. Meselâ, toplumdaki muhafazakâr sembollerin daha fazla öne çıkartılmasının nedeni budur. Bu anlayış, “dindar gençlik”, “kürtaj cinayettir”, “Çamlıca’ya görkemli cami” gibi çıkışlarda ya da Osmanlı mirasına yapılan vurgularda da kendini göstermektedir. Bunun yanı sıra, İslamcı kesimlerin Karunlaştığı ve firavunlaştığı, halktan koptuğu eleştirilerine de “bakın biz halktan kopmadık” mesajı verilmek istenmektedir. Bu nedenle, Erdoğan kalkıp “halk için sanat” istediğini söyleyebilmektedir. Hakikat böyle olmamasına rağmen, İslamcı burjuva kesimler mütemadiyen bir “halkla iç içe oldukları” vurgusu yapıyorlar. Erdoğan ve AKP, emekçi halkın çıkarlarını temsil ediyormuş edasıyla konuşuyor. Sanat çevrelerinin halk kitlelerinden kopukluğunu, tiyatrocuların işgal ettikleri mevkilerde bir kast yapısı oluşturmalarını kendi siyasi arzularına kaldıraç yapıyor. Halk kitlelerine tepeden bakan ve küçümseyen Kemalist ya da o cephenin etkisinde kalan sanatçı ve yazar taifesinin tutumu ise, AKP’nin ekmeğine yağ sürmeye devam ediyor. AKP’nin tiyatroya müdahalesi gündeme geldiğinde bu kesimler, İslamcı kesimleri ve muhafazakârlığı eleştirirken, daha önce olduğu gibi halkı aşağılayan bir dil tutturdular. Onlara göre AKP sıradanlığı, görgüsüzlüğü, cahilliği, gericiliği temsil ederken; kendileri seçkin olanı, bilimin ve sanatın aydınlığını temsil etmekteler! Örneğin, tartışmaların alevlendiği günlerde Müjdat Gezen, Afife Jale ödülleri tö-
sayı: 89 • Ağustos 2012
reninde tiyatro ödülü vermek amacıyla sahneye çıktı. İlgili kişiye ödülünü verirken, salondakilere önce “selamun aleyküm” dedi ve bilahare şu sözleri ekledi: “Belediyenin 20 yılı aşkın temizlik işlerinde çalıştıktan sonra Darül Bedayi (Şehir Tiyatroları) Yönetim Kurulu’na tayin oldum.” Bu arada, salon alkıştan adeta inlemekte ve kahkahalarla çınlamaktaydı. Böylece Gezen ve onu alkışlayan sözümona sanatçılar ve “aydınlar” halk kitlelerini hakir gördüklerini açık etmiş oluyorlardı. Bilimin ve sanatın ışığından söz edenler, birazcık bu ışığı kendilerine çevirseler ve yanılsamalarla dolu Kemalist mağaralarını aydınlatsalar ne iyi olur. Gerçek şu ki, ne AKP ve İslamcı burjuvazi “halk için sanat” istemektedir, ne de bugün AKP’ye itiraz eden ve bunu seçkinci bir edayla sürdürenler “halk için sanat” yapmaktadırlar. Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekiyor: İşçi-emekçi kitlelerin tiyatro izleme olanağı elde edebileceği ve bu bağlamda sanatın imkânlarına ulaşabileceği devlet ve belediye tiyatrolarının sayısı oldukça azdır. Bunun yanı sıra, tiyatro sahneleri işçi-emekçi mahallelerine bir hayli uzaktır. Her şeye kâr odaklı bakan burjuvazi, bu alanda sermayesini büyütemeyeceğini düşündüğü için tiyatro sahneleri açmaktan geri durmaktadır. Geniş kitlelere sanatsal faaliyetleri kamusal hizmet bağlamında sunması ve diyelim ki, tiyatro sahnelerinin sayısını çoğaltması gereken devlet, üzerine düşen görevi yerine getirmemektedir. Meselâ, “halk için sanat” edebiyatı yapan Başbakan Erdoğan’ın 1994’ten beri partisinin yönetimde olduğu ve bir dönem başkanlığını da yaptığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi, işçi-emekçi kitlerin tiyatroya ve sanatsal etkinliklere daha kolay ve ucuz ulaşması için neredeyse hiçbir şey yapmamıştır. Son on yıldır iktidarda olan AKP hükümeti, emekçi mahallerine sanatı yaygın bir şekilde götürmek amacıyla ne yapmıştır; kaç tane tiyatro salonu açmıştır? Geniş emekçi kitlelerin tiyatrodan ve diğer sanatsal faaliyetlerden uzak olduğu bir hakikattir. Tiyatro salonlarının emekçi mahallelerinden uzak olması, sanatsal faaliyetlerin emekçi mahallelerine götürülmesi için bir çaba harcanmaması ve emekçilerin paralarının olmaması bu uzak duruşta temel etmenlerdir. Daha da önemlisi, uzun ve ağır çalışma koşulları altında inleyen işçi sınıfı, bıraktık sosyal ve kültürel aktivitelere katılmayı, fiziksel yorgunluğunu giderecek zaman bile bulamıyor. Lakin işçi kitlelerinin sanattan uzak oluşu ne kapitalistlerin ne de burjuva devletin umurundadır. Burjuvazi, temelde işçi sınıfının kültürlü olup olmamasıyla değil, onu daha fazla nasıl sömüreceğiyle ilgilenmektedir. Meselenin bir diğer boyutu ise, yapılan tiyatronun ya da sanatsal etkinliklerin muhtevasıdır. Tiyatro bağlamında konuşacak olursak ve istisnaları bir kenara bırakırsak, özel, belediye ya da devlet tiyatrolarında işçi-emekçi kitlelerden yana bir anlayışın söz konusu olmadığını görürüz. Oyun repertuarı toplumdaki derin çelişkileri, toplumun bağrın-
marksist tutum
da kanayan yaraları, sınıfsal farklılıkları, haksızlıkları, mücadeleleri ve ileriye doğru çıkışın yolunu gösteren bir bakış açısıyla hazırlanmıyor. Hiç kuşkusuz, burada bahis konusu olan şey sanatsal içeriğin düşürülmesi, yüzeysel ve bayağı hale getirilmesi değildir. Emekçi kitleleri duyunca muhayyilesinde basit ve düzeysiz tiyatro veya sanatsal faaliyetler canlanan kimseler, aslında fena halde yanılıyorlar. Mesele, toplumun uzlaşmaz karşıt sınıflara bölündüğü, çelişkilerin her alanda bir çatışma biçiminde kendini dışa vurduğu kapitalist düzende; sınıflardan ve onların çıkarlarından bağımsız bir sanat olup olamayacağında düğümleniyor. Kapitalist piyasanın denetiminde ve burjuva ideolojisinin etkisi altındaki sanatçılar, genel olarak suya sabuna dokunmayan, ama son tahlilde burjuva düzene hizmet eden bir anlayışla hareket ediyorlar. Devlet burjuvazinin devletidir ve belediyeler de o devletin bir parçasıdır. Sanatın yapıldığı yerin burjuvaziye ait olması, genel olarak onun içeriğini de belirlemektedir. Sahnelenen oyunların içeriğine bakılınca bu somut olarak görülmektedir. Dolayısıyla durulan nesnel temele, olup bitenin bütünde neye hizmet ettiğine, hangi düşüncenin yeniden üretildiğine bakılmadan, kendinden menkul bir “sanat”tan söz edilemez. AKP’nin gerici saldırısına karşı sanat ve sanat kurumları doğal olarak savunulmalıdır. Ancak “sanatı savunma” adına mevki ve çıkarların savunulması da kabul edilemez. Bir kesim sanatçının sanat kurumlarında kast oluşturması ve suyun başını tutması, kendi burjuva entelektüel kaygıları ya da siyasal istemleri doğrultusunda sanatsal içeriği belirlemesi neden işçi sınıfının çıkarına olsun? AKP’nin bu gerici saldırısına karşı sanat ve sanat kurumları doğal olarak savunulmalıdır. Ancak “sanatı savunma” adına mevki ve çıkarların savunulması da kabul edilemez. Bir kesim sanatçının sanat kurumlarında kast oluşturması ve suyun başını tutması, kendi burjuva entelektüel kaygıları ya da siyasal istemleri doğrultusunda sanatsal içeriği belirlemesi neden işçi sınıfının çıkarına olsun? Gerçekliği olduğu gibi gözler önüne sermek gerekiyor: AKP’nin gerici saldırısı karşısında sözde “sanat için çırpınanlar”ın büyük bir kesimi, gerçekte bilmem kaç dizide rol alıyorlar, o setten o sete koşturuyorlar. Demek ki, tüm yapılıp edilenler “yüce sanat” adına değil maddi çıkarlar adına yapılıyor. Gerçekte kendi çıkarını gözetmeyen, ezilenlerden, emekçilerden ve dünyanın değiştirilmesinden yana olan her namuslu sanatçı farklı bir tutum almalıdır. Sanatın toplumsal bir içerikle yapılması ve bunun emekçilere ulaştırılması için çalışmalıdır. Meselâ, tiyatroların devletin sultasından kurtarılarak özerkleşmesi ama bütçesinin devletten sağlanması, sanatın yaygın bir şekilde halk kitlelerine ulaştırılması ve onların sanatsal sürece etkin bir şekilde katılması için mücadele vermelidir. Elbette bu mücadele sonucunda tiyatrolar tümüyle burjuva ide-
15
marksist tutum
olojisinin sultasından kurtulamayacaktır; bunun için kapitalizmin yıkılması gerekmektedir. Lakin böyle bir mücadele işçi-emekçi kitlelerin sanata olan ilgisini artıracak, sanata sahip çıkmalarını sağlayacak ve AKP’nin yaptığı gerici saldırıya bizzat onlar karşı çıkacaklardır.
Sanat ve tarafsızlık Sanat kelimesi temelde, bir şey ortaya koyma ve yaratma anlamına gelmektedir. Dolayısıyla sanat, insan duygu, düşünce ve güzellik anlayışının belirli bir tasarım içinde ve estetik formda ifade edilmesi ve yüceltilmesidir. Hiç şüphesiz bu yaratma ve yaratıcılık dış dünyanın, insanın ve toplumun basit bir şekilde yansıtılması değildir. Sanat, insan ruhunun derinliklerini ve toplumdaki çelişkileri çarpıcı bir biçimde gösterirken, bunu, belirli ölçüler içinde ve estetize ederek yapar. İnsanı diğer canlılardan ayıran şey onun tasarlayarak üretmesidir. Örümcekle insanı karşılaştıran Marx, insanın ediminin bilincinde olmasına özellikle dikkat çeker: “Bir örümcek, bir dokumacınınkine benzer işlemlerde bulunur, bir arı da peteğinin hücrelerini inşa edişiyle birçok mimarı utandırır. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan ayırt eden şey şudur: Mimar, kendi yapısını fiilen inşa etmezden önce onu kendi kafasında kurar. Her iş sürecinin sonunda, bu sürecin daha başından, çalışanın kafasında tasarım halinde var olan bir sonuç ortaya çıkar.”1 İnsan, üzerinde çalıştığı nesneyi dönüştürmekle kalmaz, bunu yaparken kendini de dönüştürür. Lenin’in ifadesiyle “insan bilinci nesnel dünyayı yalnızca yansıtmakla kalmaz, ama aynı zamanda onu yaratır da.” Verili gerçeklik ile insanın bu gerçekliğe müdahale ederek onu dönüştürmesi ve yeni temeller üzerinde yaratması arasındaki diyalektik ilişki, sanatta doğrudan ifadesini bulur. Sanat, gerçekliğin bilinmesine, değerlendirilmesine ve insanın yeni bir zeminde hareket etmesine olanak sunar, hizmet eder. Genel planda baktığımızda sanat, insanın doğaya karşı mücadelesinin ve toplumsal yürüyüşünün, bu yürüyüş içindeki evrelerinin, sınıfsal çatışmaların, ayaklanmaların, devrimlerin, ileri ve geri salınımların kaydını düştüğü devasa bir insanlık abidesidir. İlkel insan ritüelinden mağara resimlerine, Yunan hayalgücünün bir ifadesi olan heykel ve tragedyalarına, insanın içsel dünyasını kıskıvrak yakalayan Rönesans’ın tutkulu yaratıcılığından günümüze değin sanat eserlerinde; insanın doğaya karşı mücadelesini, toplumsal çatışmaları, dönüşümleri, değişik dönemlerin ekonomik-politik yapısını ve bilinç bi-
16
Ağustos 2012 • sayı: 89
çimlerini görürüz. Sanat, bir toplumsal bilinç biçimidir ve o biçimi belirleyen insanın toplumsal varlık koşullarıdır. Toplumdaki diğer şeyler gibi sanat da kendi iç yasalarına bakılarak kavranamaz. Elbette sanatın karmaşık yapısı ekonomiye indirgenerek açıklanamaz. Böyle olmakla birlikte, son tahlilde her dönemin bilinç biçimleri o dönemin ekonomik temeli üzerinde yükselir. Hiçbir şey havada boşlukta durmaz. Marx’ın vurguladığı üzere insan bilincini belirleyen, insanın ilişkili olduğu toplum ve bu toplumun üzerinde yükseldiği üretim tarzıdır, toplumun kendini üretme biçimidir. Ancak bir kez ekonomik temel üzerinde yükselen bilinç, döner altyapıyla etkileşerek onun değişim ve dönüşümüne katkıda bulunmaya başlar. Tam da bundan ötürüdür ki, nesnel dünyayı yansıtan sanat, sadece onu yansıtmakla kalmaz, değiştirir de. Maddi ilişkiler değiştiğinde toplumdaki bilinç biçimleri de dönüşüme uğrar. Böylece ideolojinin yansımasını bulduğu başlıca alanlardan biri olan sanatın içeriği ve biçimi de farklılaşmış olur. Bu nedenle, köleciliğe dayanan Antik Yunan’daki sanatla, ücretli emek ve genelleşmiş meta ekonomisi üzerinde yükselen kapitalizmdeki sanatın içerik ve biçiminin aynı olması düşünülemez. İnsanın kaderini ve insanlar arasındaki ilişkileri tanrıların belirlediği anlayışına dayanan antik tragedya; çok açıktır ki, insan ilişkilerinin doğaüstü güçler tarafından değil metalar tarafından belirlendiği kapitalist toplumda üretilemez. Ortaçağ’da din tüm toplumsal yaşamın merkezine oturmuştu ve o dönemin sanatında, Hıristiyan dünya görüşü etkisini boğucu bir şekilde dışa vuruyordu. Kapitalizm, eşyanın doğası gereği dinin insan ilişkilerinin merkezine oturmadığı, her şeyin alınıp satıldığı, zamanın baş döndürücü bir hızla aktığı, genişletilmiş üretime ve tüketime dayalı seküler bir toplum yaratmıştır. Kapitalizmin tanrısı, tabiri caizse tüm metaları kendinde cisimleştiren ve her birisiyle ilişkiye ve değişime girebilen paradır. Para, meta fetişizminin çarpıcı bir şekilde ifadesini bulduğu en yoğunlaşmış kapitalist nesnedir. Kapitalist üretim tarzının geliştiği ve paranın bugünkü rolüyle başköşeye oturmaya başladığı erken burjuva dönemde Shakespeare, muhteşem bir öngörüyle paranın kudretini ele almıştır. Yani toplumsal dönüşüm ve farklılaşan ilişkiler doğrudan sanatta ifadesini bulmuştur. Shakespeare’in ve Goethe’nin eserlerinde paranın rolünün ne denli derin bir şekilde ele alındığına değinen Marx, paranın nasıl da “ilah” haline geldiğini muhteşem bir şekilde resmeder: “Ne olduğum ve neye gücümün yettiği demek ki hiç de benim bireyselliğimce belirlen-
sayı: 89 • Ağustos 2012
memektedir. Ben çirkinim ama kendime dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. O halde çirkin değilim ben, çünkü çirkinliğin etkisi (itici gücü) paraca sıfıra indirilmiştir. Bireysel özelliklerim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana kırk tane ayak sağlar. O halde kötürüm değilim. Ben kötü, namussuz, vicdansız, aptalın biriyim; ama para saygındır, öyleyse sahibi de. Para, en yüksek iyiliktir, o halde sahibi de iyidir. Para, ayrıca beni namussuz olma derdinden kurtarır: O yüzden namuslu da sayılırım. Ben beyinsizim, ama her şeyin gerçek beyni paradır, nasıl olur da sahibi beyinsiz olabilir?”2 İşte kapitalizm, paranın bu rolünü oynayacağı bir ekonomi ve toplum yaratmıştır. Her şeyi metalaştıran ve pazara çeken kapitalizm, sanat ürünlerini de metalaştırarak piyasaya sürmüştür. Böylece sanatçı da metalar üretmeye başlayan biri haline gelmiştir. Marx, maddi üretim ile manevi üretim arasındaki doğrudan bağa dikkat çeker ve her devrin maneviyatının muhtevasını o devrin üretim tarzının belirlediğini ifade der. Kapitalist maddi üretim ve tüketime denk düşen bir manevi üretim ve tüketim ortaya çıkmıştır. Sanatçının bir meta üreticisi olmasıyla birlikte, sanatçının yaratma özgürlüğü de elinden alınmış olur. Artık sanatçıyı temelde güdüleyen şey, tutkulu bir şekilde özgürce yaratmak değil, para kazandıracak şekilde yaratmaktır. Kapitalizm sanatçıyı artı-değer üreten ücretli emekçi konumuna sürükler. Kapitalist için amaç insanların ihtiyacını karşılayacak ve sanatçının özgürce yaratımını içerecek manevi bir ürün üretilmesi değil, kendisine artı-değer getirecek bir ürünün üretilmesidir. Bu nedenle Marx şöyle yazar: “Sözgelişi, kapitalist üretim, birtakım manevi üretim dallarına, örneğin, sanata ve şiire düşmancadır.” Kapitalist, yaygın bir şekilde tüketilecek ve kâr getirisi yüksek olacak manevi bir meta üretilmesini arzular. Oysa şiir ve bazı sanat dalları geniş kitleler tarafından, meselâ sinema gibi ilgi görmez. Marx, kapitalist piyasanın baskısı altında kalmadan, özgürce duyumsayarak yaratıcılığını kullanan sanatçının nasıl çalıştığını John Milton’ı örnekleyerek anlatır: “Milton, Yitik Cennet’i bir ipek böceği nasıl ipek üretiyorsa öyle üretmiştir.” Lakin kapitalist piyasaya meta üreten sanatçı, Milton’ın aksine, yeteneklerini kendi istediği temelde değil, sermayedarın olmasını istediği şekilde kullanır ve üretir. Meselâ, günümüzde sinema endüstrisine baktığımızda bunu çarpıcı bir şekilde görmek mümkün. Film ya da televizyon dizileri doğrudan doğruya yüksek kârlar elde etmek için üretilmekte, bu kapsamda içeriği kapitalist şirketler belirlemekte, sanatçının ise yalnızca emeğine başvurulmaktadır. Yukarıda üzerinde durduğumuz üzere, sanat bir toplumsal bilinç biçimidir. Dolayısıyla kapitalist toplumda burjuva sanatta ifadesini bulan bilinç, burjuva bilinci/ideolojisidir. Burjuva sanat, egemen ideolojinin geniş kitlelere empoze edildiği bir üretim alanıdır. Toplumun uzlaşmaz karşıt sınıflara bölündüğü, çelişkilerin her alanda bir çatışma biçiminde kendini dışa vurduğu kapitalist dü-
marksist tutum
zende, sınıflardan ve onların çıkarlarından bağımsız, kendinden menkul bir sanat olamaz. Marksizmin kurucularının önemle üzerinde durdukları gibi, her çağın egemen fikirleri o çağın egemen sınıfının fikirleridir. Günümüzde, özellikle sinema sektörü üzerinden burjuvazinin fikirleri –yani kapitalist düzenin ilişkileri, bu ilişkilerin meşruluğu ve kapitalizmin ebedi olduğu biçimindeki egemen sınıf ideolojisi– yeniden ve yeniden üretilerek geniş kitlelerin bilincine zerk edilmektedir. Hal böyleyken, burjuvazi çıkıp sanatçının özgürlüğünden dem vurabilmektedir. Bu özgürlük söylemi gerek sanatçılar gerekse aydınlar üzerinde oldukça etkili olmaktadır. Bu toplumda sanki tarafsızlık ve sınıflar üstü bir sanat mümkünmüş gibi, sanatçılar, bir taraftan kapitalist piyasaya ya da burjuva kurumlarda çerçevesi çizilmiş bir içerikle üretim yaparken, öte taraftan kendinden menkul bir sanattan ve sanatçı özgürlüğünden söz etmekteler. Lenin, bu metafizik anlayışa sert bir şekilde saldırır: “Sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde yaşarken emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek, fiili hiçbir «özgürlük» olamaz… Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.”3 Sanatçı, içinde yaşadığı nesnel dünyadan kaçıp kurtulamaz, bu nesnellik üzerinde hareket ederek eserini ortaya çıkartır. Sanat eserinin içeriğinden, maddi-tarihsel şartlara uyup uymadığından bağımsız olarak sanatçı, yarattığı sanat eseri üzerinden hangi tarafta olduğunu ortaya koymuş olur. Her ne şekilde üretilirse üretilsin, içinden çıktığı toplumun lekelerinin, sosyal ilişkilerinin ve sosyal psikolojisinin damgasını taşımayan bir sanat eseri olamaz. Çok açık ki, sınıflı bir toplumda, politika ya da sanat için tarafsızlık, yalnızca egemen sınıfın tarafında olmak anlamına gelir.
“Muhafazakâr sanat” mı? İslamcı burjuva yazarların ortaya attığı “muhafazakâr sanat” kuşkusuz egemen sınıfın dünya görüşünün damgasını taşıyacaktır. Zaten “muhafazakâr sanat” meselesinin ortaya atılmasının arkasındaki niyet de, muhafazakâr, yani boyun eğmeye yatkın bir toplum yaratmaktır. Bu “muhafazakâr sanat” da, sömürünün devam etmesi amacıyla işçilerin kendi sınıf çıkarlarının farkına varmamaları, sınıf bilinçli kimseler haline gelmemeleri, uzun ve ağır çalışma koşullarına boyun eğmeleri, sömürü düzeninin ebedi ve değişmez olduğuna inanmaları anlayışını yaymaya hizmet edecektir. İslamcı yazarlar, “muhafazakâr sanat” konusunda konuşmaya pek hevesli görünüyorlar. Bugüne kadar böyle bir sanatın ortaya çıkmamasının nedeni ise, İslamcı ke-
17
marksist tutum
simlerin iktidardan uzak tutulmasına ve geleneklerden kopuk olunmasına bağlanıyor. Artık İslamcı sermaye önemli bir güç haline geldiğine ve AKP eliyle devletin dümenine oturduğuna göre; mukaddesatçı, mukadderatçı, milliyetçi, muhafazakâr gelenek ve ilişkiler üzerinde bir sanat yaratılabilir! Lakin bu konuda kalem oynatanların yazıp ettiklerinin üzeri birazcık kazındığında, büyük bir çelişki ve açmazla karşı karşıya oldukları görülmektedir. Yirmi maddelik “muhafazakâr sanat manifestosu” yayınlayan İskender Pala, dokuzuncu ve onuncu maddede şunları yazıyor: “Muhafazakâr sanat, söz gelimi Fuzuli veya Dede Efendi’yi, Şekspir yahut Molier’i, Brahms veya Vivaldi’yi, Kurosawa yahut Coppola’yı bilir ama onların bilmem kaçıncı taklit versiyonunu üretmek yerine bir Fuzuli, bir Molier, bir Vivaldi yahut Coppola olma idealiyle kendi eserini üretir. Muhafazakâr sanat, Mehmet Akif veya Necip Fazıl’a kapılanıp kalmadan Nazım Hikmet veya Orhan Kemal’i, Karacaoğlan veya Şeyh Galib’i, Dostoyevski veya Dante’yi vb. harmanlayarak üretim yapma idealini taşır.” İktidarın merkezine oturan ve her şeyi yapmaya muktedir oldukları sarhoşluğuna kapılan İslamcı burjuva kesimler ve bunların okumuşları, aynı zamanda toplumu kültürel alanda kuşatacak alternatif bir sanat yaratabileceklerini zannediyorlar. Fakat birtakım önemli şahsiyetlerin isimlerinin yan yana sıralanmasından ve bunların birlikte okunmasından doğan coşku yeni bir sanat yaratmaz. Hiçbir devrin sanatı gökten zembille inmez; belirli toplumsal koşulların sonucu olarak gelişir ve ortaya çıktığı toplumun kültürünün ve geleneklerinin en ileri öğelerini özümseyerek onu aşar. Burjuva kültürü ve sanatı kapitalist üretici güçler üzerinde gelişti. Feodal soyluluk karşısında burjuvazi, insanlığın kültürel birikimini kendi potasında eritti ve evrensel bir dünya kültürü yarattı. Zira tüm eski üretim ilişkileri karşısında kapitalizm daha ileri üretici güçleri, bilimi, insan aklının üstünlüğünü ve yeni bir toplumu temsil ediyordu. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ve toplumsal ilişkilerdeki değişim yepyeni bir
18
Ağustos 2012 • sayı: 89
nesnellik yarattı ve büyük sanatçılar ortaya koydukları eserlerle burjuva toplumunun düşünsel öncüleri oldular. Dante, Shakespeare, Molier, Brahms, Vivaldi gelişen devrimci burjuvazinin temsilcileriydiler. Engels, Dante için şunları yazıyordu: “İlk kapitalist ulus İtalya’dır. Feodal ortaçağın kapanışı ve modern kapitalist çağın açılışı, büyük bir kişinin adıyla işaret edilir; gerek ortaçağın son şairi gerek yeniçağın ilk şairi olan, İtalyan Dante’yle.”4 Shakespeare’i ölümsüz yapan şey, onun insanın karanlık dehlizlerine yolculuk yapması; insanın hırs, ihtiras, kıskançlık, gurur, iktidar arzusu, açgözlülük, vicdan ve ruhsal çöküşlerini muazzam bir üslupla dışa vurmasıydı. Burjuvazi feodal soyluluğa karşı insanın eşitliğini, siyasal erkin kaynağının tanrı değil halk olduğunu, ticaret özgürlüğünü ve metaların özgürce dolaşımını savunuyordu. Nitekim bunun bir yansıması olarak, antik Yunan tragedyalarının ya da Ortaçağ kilise oyunlarının aksine, Shakspeare’in oyunlarının merkezinde din ve tanrı değil, insan vardır. Shakespeare, gelişmekte olan burjuva bireyi ve onun özgürlük sorununu işlemiştir. Belki Shakespeare, kahramanlarını kraliyet ailesinden ve soylulardan seçmiştir; lakin gerçekte prens Hamlet ya da Romeo ve Juliet burjuva bireyi temsil etmekte ve onun özgürlük mücadelesini dile getirmekteydi. Keza Molier, zengin cimriliğini hicvederken, dini taassubu Tartuffe’de sert bir dille yerden yere vurmuştur. Yani burjuva devrimci çağın sanatçıları verili yerleşik ilişkilere ve kültüre başkaldırmışlardı. Eski olanı muhafaza etmeye çalışmıyor, tersine, buna karşı mücadele ediyor; yeni toplumu, onun ilişkileri ve insanını sanatın konusu yapıyorlardı. Peki, Dante’yi Necip Fazıl’la harmanlayan (hadi öyle kabul edelim), Shakespeare ve Molier idealiyle eser üretecek olan ve dolayısıyla daha ileri bir noktayı temsil etmesi gereken “muhafazakâr sanat”ın merkezinde ne olacaktır? Meselâ, paraya kavuşan İslamcı kesimlerin nasıl değiştiğini, aslında dinin bir kabuğa dönüştüğünü, ihtirasın, kıskançlığın, açgözlülüğün, görgüsüzlüğün ve iktidar tutkusunun ruhlarını nasıl teslim aldığını; nasıl da riyakârca, ahlâksızca davrandıklarını işleyecek mi “muhafazakâr sanat”? “Muhafazakâr sanat”ın aşk, kadın erkek ilişkisi, aldatma, arzu, şehvet konusunda söyleyecekleri erkek egemen bakış açısını ne ölçüde aşacaktır? Televizyon dizilerinde öpüşmeyi, içki içmeyi, evlilik dışı ilişkiyi yasaklayan, olmadı rol kişilerinin resmi nikâh kıymasını buyuran bir anlayış, insanlığın sorunlarına cevap üretecek bir sanat geliştirebilecek midir? Muhafazakâr kelimesinin karşılığı tutuculuktur. Muhafazakârlık, mevcut toplumsal düzenin, düşüncelerin, ilişkilerin, kurumların, alışkanlıkların ve kültürün değişmeden muhafaza edilmesi anlamına gelmektedir. O halde “muhafazakâr sanat”, her alanda dondurulmuş bir yaşam biçimini kendine malzeme yapacak ve bunu estetik bir
sayı: 89 • Ağustos 2012
görünüme kavuşturmaya çalışacaktır. Elbette muhafazakâr değer yargılarını yücelten bir oyun yazılır ve sahneye konur, filmler çekilir, resim yapılır vs. Ancak toplumu olduğu gibi muhafaza etmeye çalışan bu anlayışa ters bir şekilde, toplumlar kaçınılmaz ve kesintisiz bir değişim ve dönüşüm süreci içerisindedirler. Sanatın bu doğal akışa ters bir mecrada gelişmesi beklenemez. Bu yöndeki bir zorlama sanatsal yaratıcılığa ve zenginliğe darbe vurulması anlamına gelecektir. İran bunun çarpıcı bir örneğini sunmaktadır. Zira sanatın üzerinde gelişeceği ne varsa molla rejimi tarafından devlet zorbalığıyla baskı altına alınmış ve sanatın gelişim kanalları kapatılmıştır. Kendine yeni kanallar bulmaya çalışan İran sinemasının, tüm anlatmak istediklerini çocuk teması üzerinden anlatmaya girişmek zorunda kalması da bu gerçeğin bir yansımasıdır. Sanatı tepeden kontrol altına alarak kendi siyasal amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenler, gerçekte sanatın kolunu kanadını kırarak insanlığın kültürel birikimlerine büyük darbeler indirmişlerdir. Meselâ Ortaçağ’da sanat kilisenin hizmetine koşulmuştur. İsa’nın doğuşunu, cennet ve cehennemi, melekleri, günahkâr insanın pişmanlıklarını anlatan dini oyunların dışında oyunlar yazılmasına ve sahnelenmesine izin verilmemiştir. Sanatın gelişmesi bu dönemde kesintiye uğramıştır. Ne var ki, hiçbir yasak ya da sanatın bastırılması canlı yaşam karşısında uzun süre dayanamaz. Nitekim burjuva toplumun şafağı söktüğünde, kilise tiyatrosunun yanında oldukça güçlü ve canlı bir tiyatro gelişmeye başlamış, aynı zamanda sanatın diğer alanlarda gelişmesinin de önünü açmıştır. Dolayısıyla, AKP ya da bir başka iktidarın sanatı tepeden kontrol etmesi ve bastırması yaşamın dinamiği karşısında tutunamaz.
Kapitalizm sanatın hapishanesidir Üzerinde durulması gereken bir başka konu, burjuva toplumda sanatın gelişme kanallarının ne kadar açık olduğudur. Bir zamanlar devrimci olan burjuvazi, bilimin ve sanatın gelişmesinin önünü açmıştı. Ancak feodal soyluluk karşısında zafer kazanan burjuvazi, sömürü düzenini korumak için tutuculaştı ve gericileşti. Bu andan itibaren, giderek artan bir tempoyla sanatın gelişme kanalları tıkandı ve zincire vurulan sanat, burjuva düzendeki verili ilişkileri meşrulaştıran ve onu yeniden üreten bir yavanlık içinde debelenmeye başladı. Burjuva muhafazakârlaşması her alanda boğucu bir toplumsal ortam yaratmış ve bu durum sanatın üzerine karabasan gibi çökmüştür. Tarihsel perspektiften baktığımızda da görüyoruz ki, muhafazakârlık sanatın hapishanesidir ve sanatın özgürce gelişmesi için burjuva gericiliğinin elinden kurtarılması gerekmektedir. Şöyle dönüp geriye baktığımızda, kapitalist toplumda sanata damgasını basan akımların ekseriyetinin 20. asrın ilk çeyreğine kadar olan sürede sahneye çıktığını görüyoruz. Zira emperyalist çürüme çağıyla birlikte burjuva si-
marksist tutum
yasal gericiliği toplumun tüm alanlarında kendini göstermeye başlar. Üretici güçler gelişip sınıfsız bir toplumun zeminini döşerken, burjuvazi hem üretici güçlerin sınırsız gelişmesini engellemekte hem de bu üretici güçler üzerinde yeni bir toplum kurulmaması için gerici bir mücadele yürütmektedir. Bu gerilim bir taraftan kriz ve savaş, öte taraftan ise toplumsal çürüme olarak kendini açığa vurur. Nitekim kapitalizmin krizi ve patlayan iki dünya savaşı milyonların canını alıp sakat bırakırken, kentler yok oldu, üretici güçler yıkıma uğradı ve insanlık umutsuzluğa sürüklendi. Kapitalizm, insanlığa faşizm dehşetini ve nükleer bomba felâketini yaşattı. 1990’lardan sonra ise, kapitalist gericileşmenin ve çürümenin hızlanan bir evresine girmiş bulunuyoruz. Elbette bu tesadüf değildir. Kapitalizmin tarihsel buhranı ve çıkışsızlığı kendini daha derinden hissettirmeye başlamıştır. Patlak veren küresel ekonomik kriz ve yürüyen emperyalist hegemonya savaşları bu çıkışsızlığın dünya planındaki görünümleridir. Kapitalizm, topluma bir gelecek vaat edemiyor ve bu durum her alanda kendini bir kriz olarak gösteriyor. Şöyle bir bakalım: İşsizlik, yoksulluk ve açlık artarken, milliyetçilik ve ırkçılık yaygınlaşmaktadır. Afrika’da insanlar açlıktan kırılmaya devam ediyorlar. Tutuculuk, düşünme tembelliği, geleceğe inançsızlık, boşvermişlik, hiççilik, hurafelerden ve mistik güçlerden medet umma, akıl dışılık toplumsal atmosfer haline gelmiştir. Son yirmi yılın sanatına ve edebiyatına, özellikle de sinema sektörüne fantastik yaratıkların damgasını basması, aslında kapitalist çürümenin ve çıkışsızlığın bir resmidir. Romanlarda ve bunlardan uyarlanan filmlerde vampirlerden, zombilerden, bilmem kaç başlı canavarlardan, garip görünümlü istilacı uzaylılardan, UFO’lardan, büyücülerden geçilmiyor. Bunların yanı sıra tufanlar, depremler, kasırgalar ve dünyanın yıkımın eşiğine gelmesi... Aslında günümüz burjuva sanatından daha ilerisini beklemek de haksızlık olacaktır. Zira sanat, üzerinde yükseldiği nesnel durumu yansıtır ve onu değişik formlarda üretir. Bu nedenle yukarıdaki tablo, kapitalist çürümenin ve çıkışsızlığın sanatsal ifadesidir. Sanatın toplumun gerçek sorunlarıyla ilgilenmesi ve insanın yaratıcılığını tüm yönleriyle dışa vurabilmesi için kapitalizmden kurtarılması gerekiyor. Sanatçı kapitalist piyasanın tutsaklığından kurtulduğunda özgürce yaratmaya girişecektir. Şurası açık ki, kapitalizmin alaşağı edilmesiyle sanata vurulan zincirler kırılacak ve bilinci özgürleşen sanatçının toplumsal temelde yaratıcılığı gürül gürül akmaya başlayacaktır. n
_________________ 1
Marx, Engels, Lenin, Sanat ve Edebiyat, Evrensel Yay., s.106
2
Marx, age, s.91
3
Lenin, “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı”, age, s.199-200
4
Engels, age, s.138
19
Küçük-Burjuva Sosyalistlerinin Devletçilik Hastalığı Zehra Aras
Küçük-burjuva sosyalizmi burjuva devlet mülkiyetini halkın mülkiyeti olarak görüyor. Daha da kötüsü burjuva devlete halkın malını muhafaza etme misyonu biçiliyor. Hatta halkın kendi ortak mallarını devlete emanet ettiği iddia ediliyor. Hükümete yönelik muhalefet ise, bu emanetlere hıyanet edildiği söylemi üzerinden şekilleniyor. Bu algılayışın ardında kapitalizmin ideolojik bir söylemi yatmaktadır. Kapitalist devlet kendisini tüm ulusun, tüm halkın devleti olarak pazarlar. Burjuvazi bu yalan üzerinden toplumsal meşruiyet sağlamaya çalışır. Kapitalist ideologlar “devlet mülkiyeti” ile “kamu mülkiyeti” kavramlarını aynı anlamda ve birbirlerinin yerine kullanırlar. Ulusalcı reformist anlayış da bu tezler üzerinden hareket etmektedir. Oysa devletin tüm halkın temsilcisi olduğu ve devlet mülkiyetinin de tüm halkın mülkiyeti olduğu iddiası burjuvaziye aittir.
20
K
üçük-burjuva sosyalizmi, işçi sınıfının devrimci ideolojisi olan Marksizmden uzlaşmaz çizgilerle ayrılır. Marksizm dışı sosyalizm anlayışı, dünyaya işçi sınıfının penceresinden bakamaz. Burjuva ideolojisinden kopamadığı için söylemde ne kadar keskin görünürse görünsün, burjuva muhalifliğin dar çerçevesini aşamaz. Sorunlar karşısındaki tepkisi sınıf doğasını ele verir. Burjuva ideolojisi olan milliyetçilik bu akımların en çaresiz hastalığıdır. Milliyetçi anlayış bu akımların hemen her soruna yaklaşımında kendini ele verir.
Burjuvaların ülkesi yağmalanıyor! Türkiye’de Marksizm dışı sol akımların büyük bir kesiminin hemen hiç sorgulamadan kabullendikleri bir argüman var: “Özelleştirmelerle halkın malı yağmalanıyor.” Ulusalcı muhalefetin bu tespit çerçevesinde geliştirdiği siyasi talepler de, yine küçük-burjuva sosyalizminin milliyetçiliğiyle ve devletçiliğiyle damgalanmaktadır. Sol.org’da yer alan bir yazı, sözünü ettiğimiz devletçi anlayışın tipik bir örneğidir: “Hangi sermaye gruplarının lobi sözcüsü olduğunu tam saptamak mümkün olmayan birilerinin hâkim olduğu parlamentolarda eller kalkıyor, eller iniyor. Her el kaldırışla yeni bir soygun ve yağma yasallaşıyor. Aslında halkların malı olan ve devletin muhafaza etmekle yükümlü olduğu tüm değerler el değiştiriyor. Yeraltı, yerüstü kaynakları, fabrikalar, her türden işletmeler... Halkın hizmetinde olması gereken devletin üstüne düşen toplumsal görevler... Sağlık, eğitim, enerji, her alandaki iletişim sistemleri, posta hizmetleri, toplu ulaşım, demiryolları, su, kanalizasyon, belediye hizmetleri... (Galiba hepsini saymaya sabrım yetmeyecek.) Tüm bu görevleri başarabilmek için devlete emanet edilmiş değerler, sucuk dilimlercesine parça parça (yasal olarak) yağmalanıyor, (yasal olarak) gasp
sayı: 89 • Ağustos 2012
ediliyor ve bir takım sermaye gruplarının mülkiyetine devrediliyor.” (Cemil Fuat Hendek, Hırsızı Yakalayın) Görüldüğü üzere küçük-burjuva sosyalizmi burjuva devlet mülkiyetini halkın mülkiyeti olarak görüyor. Daha da kötüsü burjuva devlete halkın malını muhafaza etme misyonu biçiliyor. Hatta halkın kendi ortak mallarını devlete emanet ettiği iddia ediliyor. Hükümete yönelik muhalefet ise, bu emanetlere hıyanet edildiği söylemi üzerinden şekilleniyor. Bu algılayışın ardında kapitalizmin ideolojik bir söylemi yatmaktadır. Kapitalist devlet kendisini tüm ulusun, tüm halkın devleti olarak pazarlar. Burjuvazi bu yalan üzerinden toplumsal meşruiyet sağlamaya çalışır. Kapitalist ideologlar “devlet mülkiyeti” ile “kamu mülkiyeti” kavramlarını aynı anlamda ve birbirlerinin yerine kullanırlar. Ulusalcı reformist anlayış da bu tezler üzerinden hareket etmektedir. Oysa devletin tüm halkın temsilcisi olduğu ve devlet mülkiyetinin de tüm halkın mülkiyeti olduğu iddiası burjuvaziye aittir. Büyük burjuvazinin, yani dev tekellerin kapitalist devlet üzerinde diğer burjuva kesimlerle kıyaslanamayacak ölçüde daha güçlü bir etkinliği ve belirleyiciliği vardır. Özelleştirmeler söz konusu olduğunda, parsayı en büyükler ve hükümetlerle en sıkı ilişki içinde olan sermaye grupları paylaşır. Küçük-burjuvazi ise “ortak değerlerimiz peşkeş çekiliyor” diye feryat eder. Bu feryadın siyasetini formüle eden küçük-burjuva aydınların bir kesimi kendilerini “sosyalist” olarak tanımlar. Marksistler ise devletin bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenlik aracı olduğunu söyler. Kapitalist devlet burjuvazinin devleti olduğuna göre, kapitalist devletin mülkiyeti de burjuvazinin ortak mülkiyetidir. Ancak burjuvazinin bütünü bu ortak mülkiyetlerinden eşit bir biçimde nasibini alamaz. Büyük burjuvazinin, yani dev tekellerin kapitalist devlet üzerinde diğer burjuva kesimlerle kıyaslanamayacak ölçüde daha güçlü bir etkinliği ve belirleyiciliği vardır. Dolayısıyla büyük burjuvazi devlet teşviklerinden ve kredilerden çok daha büyük bir pay alır. Özelleştirmeler söz konusu olduğunda, parsayı en büyükler ve hükümetlerle en sıkı ilişki içinde olan sermaye grupları paylaşır. Küçük-burjuvazi ise “ortak değerlerimiz peşkeş çekiliyor” diye feryat eder. Bu feryadın siyasetini formüle eden küçük-burjuva aydınların bir kesimi kendilerini “sosyalist” olarak tanımlar. Büyük burjuvazinin açgözlülüğünden ve devletin hep o büyükleri kayırmasından şikâyet eden küçük-burjuva aydın, sosyalizan soslara bulandırılmış söylemlerle işçi sınıfını ve yoksul halk kesimlerini kendi arkasına takmaya çalışır. Böylelikle büyük burjuvazinin güç ve etkinliğine karşı halkı da arkasına alarak muhalefet edecektir. Onun kafasındaki ideal devlet, tüm sınıflara karşı eşit mesafede durabilecek, büyük burjuvaziyi kayırmayacak hatta yok edecek, tüm halkın ortak çıkar-
marksist tutum
larını gözetebilecek bir devlettir. Şayet küçük-burjuvanın “sosyalist” örgütü parlamenter yolla, halk ayaklanmasıyla ya da bir askeri darbeyle başa geçerse; partinin, devlet aygıtının (ya da bürokrasinin) otoritesi tüm sınıfların üzerinde yer alırsa ve büyük burjuvazinin mülkiyeti devletleştirilirse (buna da kamulaştırma hatta toplumsal mülkiyet diyor küçük-burjuva sosyalistleri) işte o zaman bu küçükburjuvalar da hayalini kurdukları tipte bir “sosyalizm”e kavuşmuş olurlar. Libya’daki Kaddafi veya Venezuela’daki Chavez rejimlerine ya da Stalinist bürokratik diktatörlüklere sosyalizm diyerek sahip çıkan, bu rejimleri “ilerici” addeden siyasetlerin temelinde küçük-burjuvazinin bu sınıfsal doğası ve özlemleri yatar.
Hayallerinin devleti! Aydınlar içerisinde küçük-burjuva muhaliflerin sayısı hiç de az değildir. Bunların ideolojik-siyasal etkisi öylesine yaygındır ki, gerçekte kapitalist devletin sınıf doğasını bilen, Marksizmi referans alan, hatta işçi sınıfının devrimci mücadelesini temel almaya çabalayan akımlar bile şu ya da bu ölçüde küçük-burjuva sosyalizminin etkisi altında kalmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Dolayısıyla günümüzde, Marksizm ile küçük-burjuva sosyalizmi arasında salınan, “merkezci” tabir ettiğimiz akımların Marksist fikirler ile küçük-burjuva sosyalizminin fikirlerini bir arada savunabilmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Sadece Marksizmin ışığında ideolojik-teorik netlik zeminini yaratabilenler, işçi sınıfının devrimci ideolojisinin tutarlı bir temsilini üstlenebilmektedir. Küçük-burjuva sosyalistlerinin kafasındaki çarpıklığı ibretle okumaya devam edelim: “Araya sokuşturulan ve sıradan insanların gözünü kamaştıran yarısı yalan laf çok. Say gitsin: “rasyonel yönetim”, “efektif üretim”, “mal/hizmet-kalite-fiyat eşitliği” falan filan… (…) Sanki bu işletmeler devlet mülkiyetinde olduğunda bunlar başarılamazmış gibi. Bu arada kimseye de şu soruyu sorma hakkı tanınmıyor? ‘Siz ne hakla bu işletmelerin maliyet-kâr hesabını sadece ve sadece kâr elde etmek üzere çalışan özel sektörle karşılaştırırsınız?” (agm) Burada, kapitalist devletin de elindeki kaynakları tıpkı özel girişimciler gibi rasyonel yönetebileceği söyleniyor. Bu doğru. Kapitalist piyasanın koşullarına uygun olarak işçi sınıfını acımasızca sömürebilir. İş cinayetleriyle işçileri katledebilir! Kapitalist üretimde rasyonalite, verimlilik, kârlılık, piyasa rekabetinin gerekleri gibi esaslardan hareket eder. Tam da bu yüzden ister özel girişim ister devlet olsun, kapitalistler işçi sınıfının çalışma koşullarını ağırlaştırır, çalışma saatlerini uzatır; işçi sınıfını sefalete, güvencesizliğe hatta iş cinayetlerine sürükler. Ancak küçük-burjuva sosyalisti tam da bu noktada rasyonalitenin anlamını çarpıtarak yine devleti aklamaya girişir. Güya devlet, elindeki üretim araçlarını özel girişimci gibi kâr güdüsüyle işletmemektedir. Yine karşımıza küçük-burjuva sosyalistlerinin hayallerindeki devlet çıkmaktadır.
21
marksist tutum
Ordusunu da, donanmasını da, devletini de… Kapitalist devlet mülkiyetini savunmanın mantıksal sonuçları, ister istemez işçi düşmanlığına kadar varmaktadır. Küçük-burjuva sosyalisti işçi sınıfını sömüren kapitalist devleti aklayıp paklayabiliyor. Küçük-burjuva sosyalisti özelleştirmeler sonucu büyük sermayeye kaptırdığı “ortak değerleri” bakın nasıl yâd ediyor: “Son yirmi beş yıl içinde satışa çıkarılan devlet malları ve işletme haklarının 42 milyar ABD Dolarını aştığı söyleniyor. 1985-2002 arasındaki on yedi yılda bunun sadece 8 milyarlık bölümü gerçekleştirilmiş. 2003-2011 yılları arasındaki sekiz yıl içindeyse bunun dört mislinden fazlası, 34 Milyar ABD Dolarlık devir yapılmış. PETKİM’ler, Erdemir’ler, telekomünikasyon, TEKEL işletmeleri, bankalar, enerji üretim ve dağıtımı alanında ne varsa... say sayabildiğin kadar. Doğru ya, kapitalizm koşullarında her şeyin fiyatı vardır ve her şey satılıktır. Parayı bastıran alır. Ama satılan mal halkın malıymış. Kim dinler? Sermayenin lobi sözcüleri, doluştukları meclislerde ellerini kaldırıp indirerek tüm değerleri “babalar gibi” sattılar; hala satmaya devam ediyorlar. Madenlerin, otoyolların, köprülerin, deniz ve hava limanlarının işletme haklarını... Tatlı su kaynaklarını, nehirleri, gölleri... Hatta ordusunun, donanmasının silah, teçhizat ve mühimmatının üretimini ve satışını...” (agm) Devlet malına “halkın malı” diyen, satılan her devlet mülkünün ardından ağıtlar yakan küçük-burjuva sosyalisti, ülkesini ve devletini sahiplenirken elbette onun baskı aygıtlarının, ordusunun ve donanmasının silah ve mühimmatını da düşünmek zorundadır. Devlet, ordusunun silahını ve külahını kendi mülkiyetindeki fabrikalarda üretemiyorsa, küçükburjuva sosyalisti bunun derdine de yanacaktır. Devlet malına “halkın malı” diyen, satılan her devlet mülkünün ardından ağıtlar yakan küçük-burjuva sosyalisti, ülkesini ve devletini sahiplenirken elbette onun baskı aygıtlarının, ordusunun ve donanmasının silah ve mühimmatını da düşünmek zorundadır. Devlet, ordusunun silahını ve külahını kendi mülkiyetindeki fabrikalarda üretemiyorsa, küçük-burjuva sosyalisti bunun derdine de yanacaktır: “Hiç durmadan, yorulmadan ve bıkmadan haykıracağız: ‘Ey, halkım! Bu ülkede özelleştirme adı altında yağmalanan ne varsa, aslında senin malındır! Malına sahip çık!’ diyeceğiz. Haykırmak yetmez. Bu soyguna son vermenin yollarını ve varılacak hedefi de göstermek; bunu gerçekleştirebilmek için harekete geçmek üzere yığınları bir araya getirmek gerekiyor. Ve bunu başardığımız gün... O gün bu yağmaya son verilecek. Kendi malına sahip çıkan insanlar kendi madenlerinde, fabrikalarında, her türden işletmelerinde elbirliğiyle, can-
22
Ağustos 2012 • sayı: 89
la başla ve güvenle çalışarak üretecek... Üretimden hak ettiği payı alarak refah içinde yaşayacak. Bunun adı Sosyalizm olacak.” (agm) Küçük-burjuva sosyalistinin sosyalizm hayali bile, küçük-burjuva darkafalılığın sınırları içerisine hapsolmaktadır. “Devletleştirme” artı “bölüşüm alanında adalet ve sosyal refah” eşittir “sosyalizm.” Bu sosyalizm tasavvurunda işçi sınıfının payına düşen patronu durumundaki devlete güvenmek ve canla başla çalışmak. Küçük-burjuva sosyalisti, işçi sınıfı için ne istediğini gayet güzel özetlemiş. Biz daha ne diyelim!
Sosyalizm mi, devletçilik mi? Küçük-burjuva sosyalistinin fikir dünyasında ulusalcılık ile devletçilik arasında da sıkı bir bağ vardır. Küçükburjuva sosyalisti ülkesindeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yabancı sermaye tarafından işletilmesinden ve elde edilen kârın dışarı kaçmasından son derece rahatsızdır. Bu kaynakları yabancı sermaye yerine devlet kendisi işletmeli ve korumalıdır. Yerli büyük sermayedarlar da yeterince güvenilir değildir. Çünkü özel şirket, her an için işletmesini yabancı bir şirkete satabilir yahut devredebilir. Oysaki küçük-burjuva sosyalisti üretim sürecinde yaratılan artıdeğerin başka (rakip) ülkelerin burjuvalarının cebine girmesinden de muzdariptir. Sınıf bilinçli işçiler, burjuvaların işçileri sömürmelerinde küçük-burjuva sosyalistlerinin bir sakınca görmediğini anlarlar. Burjuvazinin yegâne amacının işçileri sömürmek ve yaratılan değere el koymak olduğunu bilen işçiler açısından, sırtlarından kazanılan paranın kimlerin cebine girdiğinin önemi yoktur. İşçilerin tepesindeki patronun kim olacağını seçmeleri onları özgürleştirmez. Köle sahibi yerli olmuş yabancı olmuş; özel girişimci olmuş, devlet olmuş; bilinçli işçiler bunlar arasında tercih yapmaya, herhangi birinin ardında saf tutmaya çağıranların ardından yürümez. Ücretli köleliği tamamen ortadan kaldıracak, sınıfın birliğini sağlayacak ve sınıfı burjuvaziye karşı mücadelede güçlü kılacak fikirlerin ardından gider. İşçilerin sömürülmesine karşı olmayan, sırtlarından kazanılan paranın devletin cebine gitmesini talep eden küçük-burjuva sosyalistleri bu devletin dümenini ele geçirmeye talip. İşçilere daha adil bir paylaşım ve sosyal refah vaat ediyorlar! İşçilerin yönetmeyeceği bir devlet için canla başla çalışmalarını bekleyen tüm dünyadaki sosyal demokrat partiler de işçileri böyle vaatlerle kandırmıştı. Mücadeleci işçiler bu soytarılığa artık itibar etmemeli. Özgürlüğünü kazanmak için bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle ve ezilenlerle birleşmeli, aynı yolda yürümeli. Gerek ulusal gerekse de uluslararası sermaye kendi çıkarları için bütün dünyadaki kaynakları yağmalıyor. Patronların devleti de her zaman bu işlerin içinde. Ne patronlardan ne de onların devletinden işçilere hayır yok. “Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla
sayı: 89 • Ağustos 2012
kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır.” (F. Engels, Anti-Dühring) Yeraltı ve yerüstü kaynakları kapitalizmde tıpkı üretim araçları ve işgücü gibi, üretici güçler arasında yer alır. Özel mülkiyete alternatif olarak devlet mülkiyetini önerenler, aslında işçi sınıfına kapitalizmin yok edilmesi gerektiğini söylememiş oluyorlar. Bilakis devlet, bir kez daha kutsanıyor. Doğadaki cevherin işçinin emeği sayesinde değişim değeri kazandığını açıklamayanlar, işçi sınıfının ne ölçüde sömürüldüğünü de gizlemiş oluyorlar. Oysa ısrarla vurgulamalıyız: Sermayenin kaynağı artı-değer yani işgücü sömürüsüdür. Tüm mallara değerini veren onun elde edilmesi için harcanan emek miktarıdır. Emek sömürüsü olmadan doğa durduk yerde artı-değer yaratmaz, sermayeyi büyütmez. İşçi sınıfı açısından ulusal sermayenin kayırılacak hiçbir yanı yoktur. Hem yerli hem de yabancı kapitalist işçi sınıfını acımasızca sömürmekte, doğal kaynakları yağmalamaktadır. Çoğu durumda ulusal denilen sermaye gerçekte uluslararası sermayenin ortağı ya da bir parçasıdır. Her ülkenin egemen burjuvaları ve devletleri, bu sömürü ve yağma düzeninin parçasıdır. Her ülkenin işçi sınıfı kendi tepesindeki sermaye egemenliğini ve kapitalist devleti alt etme göreviyle karşı karşıyadır. Bu uğurda verilen mücadelenin kazanacağı her zafer dünya burjuvazisinin yenilgi, dünya işçi sınıfının kazanım hanesine işlenecektir. İşçi sınıfı açısından ulusal sermayenin kayırılacak hiçbir yanı yoktur. Hem yerli hem de yabancı kapitalist işçi sınıfını acımasızca sömürmekte, doğal kaynakları yağmalamaktadır. Çoğu durumda ulusal denilen sermaye gerçekte uluslararası sermayenin ortağı ya da bir parçasıdır. Her ülkenin egemen burjuvaları ve devletleri, bu sömürü ve yağma düzeninin parçasıdır. Her ülkenin işçi sınıfı kendi tepesindeki sermaye egemenliğini ve kapitalist devleti alt etme göreviyle karşı karşıyadır. “Doğal kaynakların yağmalanması” meselesinde ortaya konan küçük-burjuva argümanlar bir kez daha ortaya koymaktadır ki, enternasyonalist komünist bir siyaset izlenmeksizin kapitalizme karşı tutarlı bir muhalefet yürütülemez.
Doğayı sosyalizm kurtaracak! “Kapitalist toplumda devletleştirme ya da özelleştirme, mülkiyetin özü açısından işçi sınıfı için alternatifleri temsil etmezler. Mülkiyet sorunu söz konusu olduğun-
marksist tutum
da, işçi sınıfı açısından tek bir alternatif vardır, o da, bir devrimle kendi iktidarını kurarak, yani kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek, toplumsal mülkiyete giden yolu açmak üzere başlıca üretim araçlarına bizzat kendi devleti aracılığıyla kolektif olarak el koymaktır.” (Özgür Doğan, Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme) Dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ve elbette insan emeğinin gözü dönmüş kapitalistlerce hunharca yağmalanması, işçi sınıfı iktidarı altında son bulacaktır. Sadece işçi sınıfının iktidarı altında devlet mülkiyeti doğayı koruyabilir. Daha baştan sönümlenmek üzere kurulan işçi devleti, sınıflar ve sınıf savaşımlarıyla birlikte yok olacaktır. Bu süreç içerisinde işçi devletinin mülkiyeti de toplumsal mülkiyete dönüşecektir. Dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarının ve elbette insan emeğinin gözü dönmüş kapitalistlerce hunharca yağmalanması, işçi sınıfı iktidarı altında son bulacaktır. Üretim kâr amacından ve rekabet baskısından kurtulduğunda doğa ile insan ihtiyaçları arasında barışçıl bir denge kurulmaya başlanacaktır. Altın ve elmas gibi değerli madenler bankaların ve hazinelerin birikim aracı olmaktan kurtulacak; burjuvaların güç ve gösteriş aracı olmaktan çıkacaktır. Dolayısıyla, örneğin birkaç gram altın cevheri için binlerce ton toprağın siyanürle zehirlenmesi işlemi son bulacaktır. Doğadaki cevherler kapitalist piyasanın ihtiyaçları için değil, planlı ekonomi altında insan ihtiyaçlarını gidermek için işlenecektir. Doğanın acımasızca tahrip edilmesinin zemini bu sayede yok olacaktır. Sadece işçi sınıfının iktidarı altında devlet mülkiyeti doğayı koruyabilir. Daha baştan sönümlenmek üzere kurulan işçi devleti, sınıflar ve sınıf savaşımlarıyla birlikte yok olacaktır. Bu süreç içerisinde işçi devletinin mülkiyeti de toplumsal mülkiyete dönüşecektir. İnsanoğlu sosyalizm altında kendi geleceğini yaratmaya başladığında doğa, üzerindeki tüm güzelliğiyle; toprak, içerisindeki tüm cevherleriyle birlikte dünya toplumunun koruması altına alınacaktır. Çünkü toplumsal mülkiyet altında üretim ilişkileri değişecek, doğa acımasızca sömürülecek bir kaynak olarak görülmeyecektir. Madenler, tarım alanları, ormanlar ve sular, değerlerini metaya katarak tükenecek birer üretim aracı olarak görülmeyecektir. Doğanın bir parçası ve ürünü olan insanoğlu kendi doğasıyla barışacaktır. Sadece insanın değil, tüm canlı yaşamın kaynağı olan toprak ve su, insan aklıyla ve emeğiyle, bilim ve teknolojiyle işlenecektir. Doğa, sermayenin çıkarları için tahrip edilmeyecek, kirletilmeyecek, yok edilmeyecek; bilakis tüm canlı yaşamın ve gelecek kuşakların emaneti olarak görülecektir. Doğanın, insan emeğinin ve teknolojinin uyumlu birlikteliği, “soframızdaki kedileri bile doyuracak” bolluk ve bereketin kaynağı olacaktır. n
23
Enternasyo G
eçmişte olduğu gibi günümüzde de çeşitli ülkelerden işçilerin kapitalizme karşı mücadelede dayanışmaya, ortak eylemler gerçekleştirmeye ihtiyacı var. O nedenle, işçi sınıfının sendikal ve demokratik kitle örgütleri vasıtasıyla uluslararası mücadele ve dayanışma ağının örülmesi büyük önem taşıyor. Fakat bunun da ötesinde, kapitalist düzene karşı devrimci mücadelenin başarıya ulaştırabilmesi sınıfın enternasyonal örgütünün var edilmesini şart koşuyor. Bu konuda yıllar içinde yaratılan bulanıklık nedeniyle daha baştan vurgulamalıyız ki, işçi sınıfının enternasyonal örgütü (işçi enternasyonali), sınıfın dünya ölçeğinde kapitalizme son verecek sosyalist devriminin örgütü yani dünya devriminin partisi anlamına gelmektedir. İşçi sınıfının devrimci mücadele tarihi, bu mücadelenin ulusal değil enternasyonal bir nitelik taşıdığını ve enternasyonal düzeyde çabaları gerektirdiğini defalarca kanıtladı. Açık ki, işçi ve emekçi kitlelerin kapitalizm ve sınıflı toplum belâsından kurtuluşu, ulusalcı anlayışa hapsolmayan bir enternasyonal mücadele ve örgütlenme perspektifine sahip olmayı zorunlu kılmaktadır. Bu tarihsel gerçeklik, kapitalist toplumda sınıf mücadelesinin önemli yasalarını çözümleyen Marx ve Engels’ten itibaren ortaya konulmuş ve ete kemiğe büründürülmeye çalışılmıştır. Devrimci mücadelenin içerdiği enternasyonal boyut ve bununla uyumlu bir enternasyonal örgütlülüğün yaratılması çabası, kapitalizmin tarihsel bir sistem krizi içinde debelendiği günümüz koşullarında misliyle önem kazanmış bulunuyor.
Tarihten çıkartılması gereken dersler Avrupa’da burjuva düzene proleter tarzda başkaldırının habercisi olan 1848 dönemecine, Marx ve Engels’in de içinde yer aldığı ilk enternasyonal örgütlenme çabaları eşlik ediyordu. Bu temelde önce 1847 yılında Komünistler
24
Birliği adlı örgüt kurulmuş ve daha sonra ise 1864 yılında Birinci Enternasyonal olarak da adlandırılan Uluslararası İşçi Birliği vücut bulmuştu. Her iki örgütlenme de Marx ve Engels’in başa aldığı enternasyonal mücadele perspektifini yansıtıyordu. Kapitalizmin bir dünya sistemi yarattığı ve kapitalizmde temel sınıfların özünde ulusal değil dünyasal olduğu gibi önemli gerçekler, Marx ve Engels’in bilimsel çaba ve analizleriyle ortaya kondu. Böylece Marksizm, işçi sınıfının kurtuluşunu gerçekleştirebilmesinin yani kapitalizme son verebilmesinin, ulusal ölçekle sınırlı kalan bir eylemle mümkün olamayacağını açıklığa kavuşturdu. Marksizmin kurucuları gerek teorik ve politik alandaki katkıları gerek oluşumu için ter akıttıkları Birinci Enternasyonal örgütlenmesiyle, aslında işçi hareketinin dünyaya gözlerini yeni açmakta olduğu erken dönemlerden itibaren mücadelenin yolunu aydınlatmışlardır. Marx ve Engels sayesinde zenginleşen Birinci Enternasyonal deneyimi, proleter mücadelenin enternasyonal düzeyde gerekli ilkelerini ortaya koymuş ve programatik, stratejik, taktiksel açılardan sağlam bir tarihsel temel oluşturmuştur. İşçi sınıfı ulusal düzeyde örgütlenirken bile enternasyonal mücadele perspektifini asla gözden yitirmemeli, ulusalcılığa prim vermemeli ve örgütlenmesini enternasyonal alana taşıyarak kurtuluşunun koşullarını hazırlamalıdır. Birinci Enternasyonal, ne yazık ki 1871 Paris Komünü yenilgisini takiben çeşitli iç tartışmalar ve bölünmeler temelinde güç yitirmeye başlamış ve parçalanmaya yüz tutmuştu. Bu noktada Marx ve Engels’in, enternasyonalin devrimci işçi mücadelesine aykırı politik eğilimler tarafından çürütülüp lime lime edilmesine izin vermeyen ve daha sağlıklı bir enternasyonal örgütlenmenin yaratılabilmesi için birinci deneyi sona erdiren yaklaşımları eğiticidir. Onların bu tutumu, enternasyonal örgüt sorununun devrimci içeriğin yaşayıp yaşamadığından bağımsız bir biçime ya da tabuya dönüştürülemeyeceğini anlatan son de-
onal Sorunu Elif Çağlı
rece önemli bir tarihsel derstir. Sonuç olarak vurgulamak gerekirse, Birinci Enternasyonal örgütsel açıdan yeterli olgunluğa ve kitleselliğe ulaşamasa da işçi sınıfının tarihsel mücadelesini başlatan bir ön deneyim olmuştur. İşçi sınıfının mücadele tarihi içinde enternasyonal örgüt bağlamında yer alan ikinci deneyim 1889 yılında kurulan İkinci Enternasyonaldir. Birinci ve ikinci örneğin karşılaştırılması önemli bir tarihsel dersi ortaya koyar; bu ikisi arasında bir süreklilik ilişkisi yoktur. İkinci Enternasyonal çeşitli Avrupa ülkelerinin o dönemlere özgü sosyal-demokrat partilerini kucaklayarak bir kitleselliğe ulaşmış, fakat birinci enternasyonal deneyiminin devrimci içeriğinden uzaklaşmıştır. Kendilerini kapitalizmin ekonomik yükseliş eğilimine uyarlayan İkinci Enternasyonal partileri reformizmin batağına sürüklenmişlerdir. 1914’te birinci emperyalist paylaşım savaşıyla ilerleyen zor günler geldiğinde, kendi burjuva hükümetlerinin yanında yer alıp savaş kredilerine olumlu oy vermişlerdir. Bu tarihsel örnek bize olumsuzundan çok şey anlatır. Devrimci özün karşısına dikilmeye çalışılan reformist politik eğilimlerle sulandırılmış bir kitleselliğin, işçi sınıfının anti-kapitalist mücadelesini başarıya ulaştırması mümkün değildir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin kitleleri kucaklayabilmesi amacıyla çalışmak ne kadar doğruysa, kitlesellik adına devrimci politikadan ödün vermek o kadar yanlıştır. Aslında hedeflenmesi gereken, gerek ulusal gerek enternasyonal mücadele alanında sınıfın devrimci mücadele çizgisi temelinde bir kitleselliğe ulaşabilmektir. Lenin önderliğinde biçimlenen Bolşevik örgütlenme ve mücadele anlayışı, bu bakımdan ihtiyaç duyulan tarihsel örneği somutlar. Günümüzde de sahip çıkılması gereken devrimci Bolşevik çizgi, hem mücadelenin ulusal düzeyde nasıl örgütlenmesi gerektiğine ışık tutmaktadır hem de devrimci bir işçi enternasyonalinin nasıl olması gerektiği konusunu ana hatlarıyla açıklığa kavuşturmaktadır. Bu açıdan 1919 yılında dünyaya gözlerini açan Üçüncü
Enternasyonal (Komintern) deneyimi büyük önem taşır. Ve nasıl ki İkinci Enternasyonal birincisinin süreklilik içinde bir tekrarı değilse, aynı özellik Üçüncü Enternasyonal için de geçerlidir. Üçüncü Enternasyonal, ikinci deneyimin eleştirisi ve çeşitli yaşamsal noktalarda ondan kopuş çabası üzerinde yükselmiştir. Birinci emperyalist savaş döneminin yakıcı devrimci ihtiyaçları hatırlanacak olursa, Üçüncü Enternasyonalin inşa faaliyetinin biraz geciktiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak buna rağmen Üçüncü Enternasyonalin yine de kısa sürede kurulabilmiş olması, doğrudan Ekim Devriminin şevklendirici ateşi sayesinde mümkün olabilmiştir. Üçüncü Enternasyonal deneyimi, işçi sınıfının mücadele tarihinde ilk kez olarak hem devrimci öze hem de kitlesel boyuta sahip bir enternasyonalin yaratılabildiğini gözler önüne serer. Ne var ki bu deneyimi de sanki eksiksiz ve mükemmel bir noktaya ulaşmışçasına idealize etmemek gerekir. Ne yazık ki Üçüncü Enternasyonal, çeşitli ülkelerde sabırlı ve azimli bir hazırlık çalışmasının ürünü olarak biçimlenen sağlam seksiyonlar üzerinde yükselememiştir. Avrupa ülkeleri söz konusu olduğunda, seksiyonlar biraz acele biçiminden ve yeterli siyasal netliğe ulaşmadan oluşturulmuştur. Türkiye’nin de içinde bulunduğu ve dönemin daha geri durumdaki Asya ülkelerine ait seksiyonlar ise, henüz o ülkelerde kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişmediği bir tarihsel momentte kaçınılmazlıkla köylülükle ya da ulusal kurtuluşçulukla bulaşık bir siyasal çizgiye dayanmıştır. Taşıdığı bu gibi zaaflara rağmen Üçüncü Enternasyonalin genel hatlarıyla devrimci bir işçi enternasyonali olarak vücut bulması, Ekim Devriminin yarattığı haklı siyasal otorite ve Bolşevik Partisinin enternasyonalist yardımları sayesindedir. Ancak Lenin tarafından da önemle altı çizildiği üzere, bu özellik Üçüncü Enternasyonalin bileşenlerini fazlasıyla Rus örneğine ve Bolşevik Partisine bağımlı kılmıştır. Bu yüzden onun devrimci özü bileşen seksiyonlar tarafından yeterince içselleştirilip özümsene-
25
marksist tutum
memiş ve seksiyonların devrimci kaderi doğrudan Rus devriminin kaderine bağımlı hale gelmiştir. Nitekim Ekim Devriminin sonunu getiren ve Rusya’da işçi iktidarını içten yıkan bürokratik karşı-devrim, Üçüncü Enternasyonal seksiyonlarının da devrimci hayatiyet damarlarını kesip atmıştır. Lenin’in ölümüyle birlikte değişen koşulların damgasını bastığı 1924 dönemeci, işçi sınıfının ulusal ve enternasyonal mücadele tarihinde inanılmaz derecede olumsuz bir dönemeç noktası oluşturur. Bolşevik Partisi, Sovyet devleti ve Komintern içinde yükselişe geçen bürokrasi giderek tüm iktidar iplerini eline geçirmiştir. Nihayetinde egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasi, Rusya’da Stalin önderliğinde iktidar koltuğuna yerleşmiştir. Böylece Komintern’in de sınıfın devrimci enternasyonal örgütü olma niteliği sona ermiştir. Ekim Devriminin böyle uğursuz bir süreç neticesinde yenilgiye uğradığı noktada, mücadeleyi Lenin dönemindeki Bolşevik çizgiye sahip çıkarak sürdürmeye çalışanlar ise Troçki ve onu izleyen yoldaşları olmuştur. Troçki’nin Lenin’in ölümünden sonra da devam eden devrimci çabası, sahip çıkılması gereken bir tarihsel özellik taşır. Troçki ve yoldaşları bürokrasinin iktidarına karşı Ekim Devriminin kazanımlarını savunmak amacıyla Uluslararası Sol Muhalefet adlı örgütlenmeyi biçimlendirmeye çalışmışlardır. Ne yazık ki bu mücadele egemen bürokrasinin ele geçirdiği siyasal güç ve olanaklara kıyasla son derece eşitsiz koşullarda yürütülmüştür ve o nedenle de kötü gidişatı tersine çevirememiştir. Fakat egemen bürokrasinin eliyle gelen her türlü zorluğa, inanılmaz eziyet, cefa ve siyasal katliamlara rağmen, Lenin dönemindeki devrimci çizginin yaşatılması mücadelesi sona ermemiştir. Nitekim bu kapsamdaki çabaların bir uzantısı olarak, 1938 yılında Dördüncü Enternasyonalin kuruluşu Troçki tarafından ilan edilmiştir. Daha önceki enternasyonal örgütlenme deneylerinin karşılaştırılmasında olduğu gibi, bu noktada da Üçüncü ve Dördüncü Enternasyonallerin tarihsel bir kıyaslamasını
26
Ağustos 2012 • sayı: 89
yapmamız gerekir. Dördüncü Enternasyonalin inşa çabası, Üçüncü Enternasyonalin inkârına ya da ondan kopuşa dayanmaz. Tam tersine, Komintern’in Lenin döneminde biçimlenen devrimci özünü ayakları altında çiğneyen Stalinist egemen bürokrasiye karşı, bu devrimci özü savunup sürdürme mücadelesini yansıtır. Ne var ki Dördüncü Enternasyonal mücadelesi, –öznel eksiklikler bir yana– Bolşevik Partideki ve Sovyet devletindeki Stalinist egemenliğin inanılmaz ölçülere varan baskı ve zorbalığının yarattığı nesnel engellere takılmıştır. Bu yüzden Dördüncü Enternasyonal deneyimi, yalnızca devrimci özün savunulmasına yönelik bir başlangıç düzeyinde kalmış ve örgütlenme anlamında yol alamayan bir tarihsel çaba olmuştur. Troçki’nin örgütsel alanda Lenin’e kıyasla zayıf olduğu pek çok yön mevcuttur. İşin gerçeğini itiraf etmek gerekirse, aslında vaktiyle büyük oranda etkilendiği Menşevik örgüt anlayışından kendisini tam anlamıyla kurtarabilmesi mümkün olmamıştır. Ne var ki Dördüncü Enternasyonal deneyiminin örgütsel açıdan başarılı olamayışında doğrudan ve birincil derecede rol oynayan faktör, Stalinist egemenliğin oluşturduğu olumsuz nesnelliktir. Yaşanmış tarihsel olgular son tahlilde kendi dönemlerine ait koşullar temelinde değerlendirilmelidir. Troçki’nin Lenin dönemindeki Bolşevik çizgiyi savunma çabasının, dünden bugüne uzanan son derece önemli ve değerli bir tarihsel çaba olduğu açıktır. Ancak Troçki’nin ölümünden sonra başlayan Troçkizm tarihini oluşturan çeşitli eğilim ve yapılanmalar için aynı şeyi söyleyebilmemiz pek mümkün değildir. Çünkü genelde Troçkist hareket Troçki’yi derinden anlayıp, onun bıraktığı teorik-politik mirası sahiplenmeyi ve geliştirmeyi başaramamıştır. Tersine, Troçki’yi izleme adına onun önemli değerlendirmeleri dondurularak dogmalara dönüştürülmüş ve böylece devrimci hayatiyet sona erdirilmiştir. Troçki’nin ölümünden sonra, Dördüncü Enternasyonal irili ufaklı Troçkist gruplar arasında son derece kısır ve küçük-burjuvaca politik çekişmelere alet edilen içi boş bir biçime dönüşmüştür. Bu nedenle, başlangıçta devrimci enternasyonal geleneğini sürdürmek amacıyla yaratılmaya çalışılan Dördüncü Enternasyonal Troçki’nin ölümüyle birlikte anlamını yitirmiştir. Troçki’nin ölümünden günümüze uzanan yıllar içinde çeşitli Troçkist örgüt ve eğilimler tarafından sahip çıkılmaya, resmen temsilcisi olunmaya veya küçük-burjuvaca kısır çekişmeler temelinde sözde yeniden inşa edilmeye çalışılan bir “Dördüncü Enternasyonal” tarihini biz devrimci geleneğimizin bir parçası olarak kabul etmiyoruz. Bu yaklaşımımızı kendi açımızdan haklı kılan başlıca ideolojik, politik ve örgütsel nedenleri ise bugüne dek Marksist Tutum eğiliminin temellerini döşeyip var eden tüm
sayı: 89 • Ağustos 2012
yazılı materyal ve dokümanlarımızda ortaya koymuş bulunuyoruz. Kısaca belirtmek gerekirse, Troçki ile Troçkizm arasında öznel değerlendirmelerle kapatılamayacak nesnel bir farklılık vardır. Ekim devriminin önderlerinden biri olan ve gelecek kuşaklara devrimci bir tarihsel miras bırakan Troçki ile onun ölümünden sonra kendilerine özgü yanılgılar ve sekter ihtiraslar temelinde varlık sürdüren Troçkist yapılanmalar arasında kesin bir ayrım çizgisi çekmek zorunludur. Bugün Troçkist çevrelerin pek çoğunun bu gibi tespitlerimize katılmadığının ve katılmayacağının farkındayız. Ama biliyoruz ki, tarihten ders almamakta ayak direyenlerin devrimci temellerde yeni bir geleceği yaratabilme şansı yoktur. Üstelik daha önceki dönemler bir tarafa, özellikle Sovyetler Birliği ve benzeri bürokratik yapıların çöküşünden itibaren işleyen süreç tarihsel bir gerçeği yakıcı biçimde gözler önüne seriyor. Geçmişteki yanılgılarından devrimci tarzda dersler çıkartmaya niyetli olmayanların politik bir geleceği de olamaz! O nedenle açıktır ki, yanlışlarıyla yüzleşmeye yanaşmaksızın kendi durumlarından hoşnut biçimde yaşayıp giden çevrelerin birliğinden, işçi sınıfının mücadelesini ilerletecek yeni bir enternasyonal doğmaz! Aslında bu tür çevrelerin, yeni enternasyonal inşası gibi iddialar bir yana, politik iflas ve ölümden kurtulabilmek için kendi yanılgılarıyla yüzleşmeye, hesaplaşmaya ihtiyaçları vardır. Ancak kendilerini doğru ve devrimci bir anlayış temelinde sakat yönlerinden arındırıp yeniden var edebilenler politik mücadelede anlamlı bir şekilde yol alabilirler. Ve ancak böyleleri, yeni bir enternasyonal de dahil, işçi sınıfının devrimci mücadelesini ileriye taşıyabilme olanağını yaratabilirler.
Yeni bir Enternasyonale ihtiyaç var İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinde her zaman ve her düzeyde örgütlülüğe ihtiyacı var. Ancak kapitalizmin yıkıcı darbeler almaya çok daha elverişli hale geldiği derin kriz dönemlerinde, sınıfın ulusal ve uluslararası düzeyde devrimci örgüt gereksinimi yakıcı boyutlara ulaşıyor. Kapitalist düzenin ekonomik, siyasal, ideolojik alanlarının tümünü saran sarsıcı kriz dönemleri, temel iki sınıftan hangisinin üstün geleceğini sınayan tarihsel dönemeçler oluşturuyor. O nedenle böylesi dönemler geldiğinde, proletaryanın ulusal ve enternasyonal çapta devrimci bir örgütlülüğünün olup olmaması olayların gidişatını belirleyecektir. İşçi hareketinin tarihsel akışı hatırlanacak olursa, kapitalizmin bazı zayıf momentlerinde ne yazık ki böyle bir örgütlülüğün olmaması nedeniyle fırsatların kaçırılmış olduğu rahatlıkla görülecektir. Kapitalizmin tarihsel bir krizin sancıları içinde kıvrandığı günümüz koşullarında da işçi sınıfının devrimci örgüt gereksinimi inanılmaz derecede yakıcı bir önem kazanmış bulunuyor. Tüm ülkelerde komünistlerin bir yandan ulusal düzeyde örgütlenme çabalarına hız verirken, yanı sıra
marksist tutum
enternasyonal bir örgütlülüğün yaratılması amacıyla da planlı bir mücadele yürütmelerine muazzam ihtiyaç var. Kapitalizmin yaşadığı krizle birlikte devrimin nesnel koşulları dünya ölçeğinde daha da olgunlaşmıştır. Ayrıca geçmiş on yıllara oranla günümüzde devrimin öznel koşullarını, yani sınıfın devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyini geliştirmek bakımından da genelde daha olumlu bir atmosfer mevcuttur. Kapitalist düzenin ekonomik, siyasal, ideolojik alanlarının tümünü saran sarsıcı kriz dönemleri, temel iki sınıftan hangisinin üstün geleceğini sınayan tarihsel dönemeçler oluşturuyor. O nedenle böylesi dönemler geldiğinde, proletaryanın ulusal ve enternasyonal çapta devrimci bir örgütlülüğünün olup olmaması olayların gidişatını belirleyecektir. Hatırlanacağı üzere, 80’ler sonrasında Sovyetler Birliği’nin çöküşüne paralel olarak büyük sermaye çevreleri ve onların sözcüsü burjuva hükümetler işçi hareketini olumsuz yönde etkileyen bir ortam yaratabilmişlerdi. Bunun neticesinde dünya genelinde işçi hareketinde ciddi bir gerileme yaşanmıştı. Günümüzde bu gerilemenin izleri henüz tamamen silinememiştir. Ne var ki kriz bataklığında debelenen burjuva düzenin, işçi sınıfının kazanılmış sosyal haklarına yönelttiği ağır saldırılar işçi kitlelerinde düzen karşıtı bir öfke yaratmıştır. Artık çeşitli ülkelerde işçileri ve emekçileri ve onların genç kuşaklarını kucaklayan kitle hareketlerinde patlamalı yükselişlerin yaşandığı bir gerçektir. Kısacası, kapitalizmin sistem krizi dünya genelinde gerek burjuvazi gerek proletarya açısından sınıf psikolojisinde önemli değişikliklere yol açmaktadır. Yaşanan tarihsel sürecin burjuvaziyi yeni devrimlerin korkusuyla büsbütün gericiliğe sürüklediği ve pek çok ülkede ırkçı, faşizan uygulamaların yaygınlaştığı ortadadır. Burjuva devletler dünya genelinde işçi-emekçi kitleler ve ezilen kesimler üzerindeki baskı aygıtlarını pekiştirmeye koyulmuşlardır. Aynı sürecin işçi cephesinde yarattığı olumlu değişim ise, kapitalist düzene karşı mücadeleye ve devrimci bir örgütlülüğe duyulan ihtiyacın henüz zayıf ölçülerde bile olsa yeniden bilince çıkartılmaya başlanmasıdır. Olumlu faktörler istenilen düzeyde olgunlaşmamıştır ama daha önceki yılların işçilere örgüt düşmanlığını aşılayan koşullarına oranla, bugün mevcut durum sınıf devrimcilerine daha elverişli bir hazırlık ortamı sunuyor. Dikkat edilirse, doğrularla yanlışların, avantajlarla dezavantajların boz bulanık biçimde iç içe geçtiği ilginç bir geçiş dönemi yaşamaktayız. Örneğin örgütlülük konusunda çeşitli çevrelerden yükseltilen çağrılar mevcut, ama işçi sınıfının kapitalizmden kurtulabilmesi için ne tip bir örgüte ve nasıl bir örgütsel tarza ihtiyaç duyduğu noktasında kafalar karışık. Dünya genelinde kitle eylemlerinin gereğine yapılan vurgular ve kitleye bu anlamda seslenişler yoğunlaşıyor, ama örgütsüz kitlelerin kabarışının kısa
27
Ağustos 2012 • sayı: 89
marksist tutum
sürede sönmeye yazgılı olduğu gerçeğini öne çıkaranların sayısı henüz tatmin edici olmaktan uzak. İçinden geçtiğimiz dönem, işçi sınıfının enternasyonal örgüt gereksinimine ilişkin tutumlar bakımından da benzer bir özellik sergiliyor. Örnekse, sınıfın enternasyonal düzeyde mücadele ve örgütlenmeye ihtiyacı olduğunu genel düzeyde dile getirenlerin sayısı artıyor. Fakat bu ihtiyacın giderilmesi için “ne yapılmalı” ve “nasıl yapmalı” gibi somut sorunları gündemine alan ve tatmin edici yanıtlar bulmaya çalışanların sayısı henüz son derece az. Ancak gözden kaçırmamaya çalıştığımız tüm olumsuzluklara karşın, geleceği sağlam temellerde yaratabilecek olan bir değişimin mayalanmakta olduğu açıktır ve işin sevindirici tarafı da budur. Ne var ki güçlü temellere sahip olmak isteyenler, zayıf yönleri de görebilmeyi ve bunlara karşı kararlı bir mücadele yürütmeyi başarmak zorundadırlar. Bu bakımdan en başta belirtmek gerekirse, işçi sınıfının örgütlenmesini kitle eylemlerinin dalgalanmasına terk eden kendiliğindenci eğilimlere asla prim vermemek gerekiyor. Bu konuda gösterilecek siyasal zaaf, işçi sınıfının geleceğini karartmaya çıkartılmış peşin bir davetiye mahiyetindedir. Mücadele tarihi boyunca ağır yenilgiler pahasına edinilen derslerin açık bi- çimde gösterdiği üzere, kapitalizmin yaşadığı kriz dönemleri proleter harekette kendi başına devrimci kazanımlar üretmez. Kapitalizmin ekonomik, siyasal, ideolojik çeşitli boyutlarda yaşadığı krizin derinleşmesi, ancak ve ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesinin nesnel koşullarını olgunlaştırabilir. Bu faktör kuşkusuz ki fevkalâde önemlidir, ancak devrimci mücadelede sıçramalar kaydedilebilmesi bakımından kendi başına asla yeterli değildir.Devrimin olgunlaşan nesnel koşullarına paralel olarak, devrimin öznel koşullarında
28
da ilerleme yaratılabildiği takdirde kapitalist düzene karşı mücadelede başarı kaydedilebilir. Devrimin öznel koşullarında yaşanacak bir ilerleme, kitle hareketindeki kendiliğinden yükselişlerin doğrudan ürünü olamaz. İşçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinin ilerletilmesi, sınıf içinde ve sınıfın öncüleri temelinde yürütülen azimli ve planlı örgütsel faaliyetlerin ürünü olabilir ancak. Günümüz koşullarını bu açıdan da olumlu ve olumsuz faktörleri kavramak üzere irdelememiz gerekiyor. Görülüyor ki, dünya genelinde anti-kapitalist iddialar taşıyan kişi, akım ve siyasi yapıların sayısında ve etki alanlarında bir genişleme yaşanıyor. Buna karşılık, işçi hareketine uzanan reformist ve tasfiyeci eğilimler sınıfı doğru bir bilinçlenme ve örgütlenme sürecinden uzak tutuyorlar. İşçi sınıfının mücadele tarihi içinde sınıfı iktidara getiren örnek olarak sivrilen Ekim Devriminin öncüsü Bolşevik Parti gerçeği reddediliyor. Tarihsel gerçekliğin bu yönünü ellerinin tersiyle bir kenara itmeye son derece hevesli olan tüm inkârcı, tasfiyeci eğilim ve çevreler, Stalinist bürokrasi eliyle iğdiş edilmiş bir sözde Bolşevik Parti eleştirisinin ardına sığınıyorlar. Bunu yaparak Lenin’e ve devrimci Bolşevik parti anlayışına küfürler yağdırıyorlar. Ve aslında işçi devriminin başarıya ulaştırılabilmesi için olmazsa olmaz derecede elzem olan Bolşevik tipte parti anlayışı, söz konusu uğursuz yaklaşımlar ve en çok da Stalinizmin günahları nedeniyle sahiplenilmiyor. Böylece günümüzde işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu devrimci örgütlenme alanındaki boşluk da bir türlü doldurulamamaktadır. Bu gibi faktörleri hesaba kattığımızda, devrimin öznel koşullarında anlamlı bir atılım çabasını zorlaştıran faktörlerin henüz ağır bastığını söylememiz gerekir.
Yanlışlara prim verilmemeli Geçmişten günümüze uzanan her türlü olumsuz faktöre rağmen, günümüzde işçi sınıfının devrimci mücadelesini ilerletmeyi mümkün kılacak koşullar da içten içe mayalanıyor. Geçtiğimiz on yıllarda büyük ölçüde prim yapan ve o dönemin genç kuşaklarını esir alan örgüt düşmanlığından sonra, şimdi dünya genelinde değişen sosyo-politik iklime bağlı olarak gençliği de yeniden kapsamak üzere mücadeleden ve örgütlenmeden dem vuranların sayısı artmaktadır. Bugün bütünüyle ulusalcılığa batmış yapıları bir kenara bırakacak olursak, devrimci mücadeleden şu ya da bu ölçüde bahsedenler enternasyonal mücadele ve örgütlenme gereğine de bir şekilde değinmektedirler. Ne var ki, ihtiyaç duyulan enternasyonal örgütün nasıl inşa edileceği konusunda görüş ve yaklaşımlar muhteliftir. Aslında Avrupa ve Latin Amerika ülkeleri başta olmak üzere, çeşitli ülkelerde işçi sınıfı enternasyonaline ilişkin sorunlar yıllardır esasen Troçkist eğilimler tarafından ele alınmaktadır. Bunda şaşılacak bir yön de yoktur, çünkü Stalinist sol vaktiyle Komintern’i tasfiye eden bir siyasal çizginin takipçisi olarak bir işçi Enternasyonalini yeni-
sayı: 89 • Ağustos 2012
den var etme sorunundan uzak kalmıştır. Troçki’yi izleyen Troçkist akımlar ise, ya Dördüncü Enternasyonali şu ya da bu biçimde yaşatıp temsil etme veya yeni bir enternasyonali (beşinci) inşa etme iddiasındadırlar. Özetle, günümüzde bir işçi enternasyonalini var etme çerçevesinde ortaya atılan projeler, somut girişimler, çağrılar vb. genelde Troçkist örgüt ve çevrelerden kaynaklanmaktadır. Bu kadarıyla bu durumu Troçkist hareket adına pozitif bir faktör olarak değerlendirmek mümkündür. Ne var ki bu noktadan sonrası, odağında işçi sınıfının devrimci mücadele ve örgütlenme tarzına dair ciddi farklılıkların ve sorunların yer aldığı bir alana açılıyor. Avrupa ülkelerinden örnek vermek gerekirse, diyelim işçi sınıfının devrimci örgütlenme ihtiyacından söz edip pratikte antrist taktikler vb. adına kendini sosyal-demokrat partilere adapte eden Troçkist eğilimler mevcut. Troçkist yelpaze, Leninist parti anlayışını kâğıt üzerinde kabul eder görüneninden açıkça reddedenine dek pek çok eğilim ve çevreyi kapsıyor. Sayıları az bile olsa daha doğru ve sağlıklı siyasal tutumlar geliştiren istisnai örnekleri bir tarafa bırakırsak, genelde Troçkist hareket ulusal ve enternasyonal düzeyde örgüt sorunlarında proleter devrimci bir çizgi izlemeyi başaramıyor. Troçkizm Avrupa’da yaygın olduğu şekliyle, küçük-burjuva solculuğuyla fazlasıyla bulaşıktır ve sınıfa önderlik edebilecek yetenekte bir örgütün yaratılması yerine amorf bir kitlesellik ikame edilmektedir. Troçkizmin Latin Amerika ülkelerine uzanan örneklerine bakıldığında ise, bu kez Cadilloculuk (kurtarıcılık) ile bulaşık bir solculuk anlayışı ağır basmaktadır. Güncel örneğiyle somutlanacak olursa, diyelim Chavez gibi bir devlet başkanı temelinde oluşturulan bir sol popülizm ve bir kitle kuyrukçuluğu devrimcilik diye savunulup benimsetilmeye çalışılmaktadır. Enternasyonal örgüt konusunda diğer önemli sorunlar kümesini ise, böyle bir örgütün inşa tarzına dair doğru ve yanlış yaklaşımlardan müteşekkil farklılıklar oluşturuyor. Burada bu tür farklılıkların her biri üzerinde duramayacağımız için bazı önemli hususlara dikkat çekmekle yetinelim. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine önderlik edebilecek kapasitede bir enternasyonal örgütün inşası, çeşitli ülkelerde fiilen devrimci tarzda örgütlü bir mücadele yürüten komünistlerin girişim ve çabaları üzerinde yükselebilir. Fakat hiç kuşku yok ki, böyle bir inşa faaliyeti planlı bir süreç işidir. Bunun temposu ve süresi, yalnızca bunun için çalışıp ter akıtanların öznel niyetlerine ya da iradelerine bağlı değildir. Bunda, bu süreci hızlandıracak ya da yavaşlatacak veya kolaylaştıracak ya da zorlaştıracak nesnel ortam (özetle kapitalist düzenin dünya ölçeğindeki durumu ve sınıf mücadelesinin genel gidişatı) birinci derecede rol oynar. Örnekse, Üçüncü Enternasyonalin inşasının kısa sürede başarılmış olması, doğrudan doğruya Ekim Devriminin dünya ölçeğinde yarattığı olumlu nesnel ortama bağlıdır. Üçüncü Enternasyonal kuruluşunun örneklediği üzere,
marksist tutum
komünist bir işçi enternasyonali bağlamında ortaya örgütsel bir varlık ve yapının çıkartılmasının şu ya da bu ülkede ya da ülkelerde yaşanacak devrimci deneyimlerle yakından bağlı olduğuna hiç kuşku yoktur. Fakat bir işçi enternasyonalinin yaratılması için, gelecekte olabilecek olayları beklemekle veya geleceğe dair fal açmaya çalışmakla zaman yitirilemez. Yapılması gereken, enternasyonal örgütün inşası konusunda net bir görüşe, amaç ve tarz birliğine varmış olan çeşitli ülkelerden komünistlerin enternasyonal düzeyde bir çekirdek yaratabilmeleridir. Bu uğurda sarf edilecek anlamlı çabaların karşısına çıkartılacak içi boş ve yararsız yaklaşımlarla araya kalın bir çizgi çekmek gerekiyor. Örneğin, sınıfa devrimci önderlik edebilme potansiyeline sahip olmayan ve reformist tarzda sözümona bir işçi kitle enternasyonali yaratmaya yönelik çağrılar bu kapsamdadır. Yine günümüzde moda olduğu üzere, gerçek bir örgütlenme çabasının yerine ikame edilen ve aslında örgütsüzlüğü yaygınlaştıran sosyal network üzerinden sanal birlikler yaratma eğilimine de prim verilemez. Bugün çeşitli biçimler altında gündeme sokulan bu tür yanlış yaklaşımlar, sınıf içinde örgütlenme perspektifini yitirmiş ya da bunu açıkça inkâr eden örgütsüz kişi ve bazı ukalâ aydınların kendilerini oyalamaya çalıştıkları bir sosyal hobi alanı yaratıyor. Sosyal projecilikle gönül eğleyen küçük-burjuva unsurların, yaşamı şimdi de böylesi hayhuylarla sürüklemesine vesile teşkil eden sözde enternasyonal çağrılarına kulak asılmamalı. Böyleleri eliyle ortaya atılan proje ve çağrılardan dünyanın hiçbir ülkesinde işçi sınıfına en ufak bir yarar gelmediği ve gelmeyeceği açıktır. Konu enternasyonal alandaki yanlışlıklar komedyasına doğru açılmışken, bu anlamda son derece çarpıcı bir örnek olarak Venezuela devlet başkanı Chavez tarafından yapılan 5. Enternasyonal çağrısına da kısaca değinebiliriz. Hatırlanacağı üzere, Venezuela’nın başkenti Caracas’ta 2009 yılında toplanan Birinci Sol Partiler Uluslararası Buluşmasında Chavez dünya solunun yeni bir birliğe ihtiyaç duyduğunu belirtmiş ve 5. Enternasyonal’in yaratılması için çağrı yapmıştı. Yeni bir enternasyonale gerek olduğu kesin olsa da, Chavez gibi burjuva sol devlet adamlarının kurulma çağrısını ve inisiyatifini üstlendiği bir enternasyonalin devrimci Marksistlerin savunduğu bir enternasyonal inşasıyla uzak yakın bir ilgisinin olamayacağı aşikârdır. Aslında Chavez’in derdi, “enternasyonal” etiketi yapıştırılmış projelerle kendi iktidarının ABD’ye kafa tutuşunda dünya solunun desteğini yanına alacak bir birlik oluşturmaktır. Kuşkusuz devlet koltuğunda Chavez ya da bir başkası otursun, ABD emperyalizminin tertiplerine karşı Venezuela’da oluşacak sol halk cephelerine destek verilebilir. Fakat bu gibi gerekçelerin ardına sığınıp, Chavez odaklı “enternasyonal” çağrılarını Marksistlerin gündemini işgal edebilecek yeni bir enternasyonal projesi olarak sunmak affedilmez bir oportünizm ve politik hafifliktir. Bu konuda
29
marksist tutum
somut örnek vermek gerekirse, Alan Woods liderliğinde Chavez’in kuyrukçusu pozisyonuna indirgenen IMT’nin içler acısı durumu hatırlanabilir. Açık ki, yeni bir enternasyonal inşası konusunda Chavez gibilerin aldatıcı çağrıları işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bir olanak yaratmaz. Tersine, olsa olsa doğru çabaları engelleyici biçimde ortalığı bulandırır.
Amaç ve tarz birliği için İşçi sınıfının enternasyonal örgütünün yaratılabilmesi için, ortak bir başlangıç noktasından hareket edebilecek komünistlerin amaç ve tarz birliğinin de sağlanması ve o halde buna hizmet edecek yaklaşımların öncelikle netleştirilmesi gerekiyor. Bir kere en başta vurgulanmalı ki, ilkelerde sağlam taktiklerde esnek olabilen bir duruşa ihtiyaç var. İşçi enternasyonalini yaratma mücadelesi, Marksizme derinden bağlı ve devrimci azimle sınıf içinde fiilen çalışma yürüten komünistlerin öncü çabaları sayesinde yol alabilir. Farklı ülkelerden benzer amaç ve ilkelerle yola koyulan komünistler çabalarını fiili adımlara dönüştürebilmelidirler. Bu uğurda son derece mütevazı bir başlangıç yapılabilmiş olmasının bile günümüz koşullarında kıymeti büyük olacaktır. Devrimci bir işçi enternasyonalinin inşası için gereken birliğin çimentosu, ancak Marksizme ve mücadele deneyimine dayanan bir devrimci gönüllülük ve kararlılık olabilir. Bu olmadan kâğıt üzerindeki hiçbir yazılı kural ete kemiğe bürünemez ve aslında devrimci mücadelenin komünistlere dayattığı devrimci disiplin ihtiyacının üstesinden de ancak bu sayede gelinebilir. Bu gibi temel noktalardan hareket edecek olan komünistlerin kendi aralarında amaç ve tarz birliğini sağlamaları ve çabalarını sınıfın enternasyonal devrimci mücadelesine ışık tutacak ortak bir platformun kabulüne doğru ilerletebilmeleri arzulanır. Bu ilerleyiş kuşkusuz kendiliğinden gerçekleşmeyecektir ve bunun için siyasal temas, tartışma ve ortak mücadeleyi içeren bir sürecin işletilmesine ihtiyaç vardır. İşte böyle bir sürecin sağlıklı biçimde işletilebilmesi için gerekli bazı hareket noktalarını kısaca maddeler halinde sıralayabiliriz. 1. Enternasyonal örgüt, çeşitli ülkelerden komünistlerin gevşek temaslarından ibaret amorf bir birlik ya da daha kötüsü son dönem moda olan cinsten network (ağ) tipi oluşumlar değildir. Enternasyonal örgüt işçi sınıfının dünya partisi anlamına gelir ve gerçekten de o nitelikte bir örgüt inşa edilebilmelidir. 2. Bugün işçi sınıfının enternasyonal bir örgütü yoktur ve günümüzde 4. Enternasyonali temsil ya da 5. Enternasyonali inşa temelinde ileri sürülen iddialar bu gerçekliği değiştirme kudretine sahip değildir. Tarihten olumlu anlamda örnek almak gerekirse, Lenin döneminde Ekim Devriminin ilerletici ateşiyle inşa edilen Komintern deneyimi hatırlanabilir. Bu deneyim genel hatlarıyla bugün de bir işçi enternasyonalinin inşasında yol göstermeyi sürdür-
30
Ağustos 2012 • sayı: 89
mektedir. 3. Sınıfın devrimci enternasyonal örgütlülüğü, ancak onu yaratma çabası içinde olan ve bu çabayı kararlılıkla sürdüren benzer parçaların birliğiyle var edilebilir. Önemli olan, böyle bir birliğin bileşenlerini yaratabilmek amacıyla ciddi denemelere girişmekten kaçınmamaktır. Ve bir de, siyasal yakınlık ya da uzaklıklar mutlaka devrimci Marksizmin terazisinde tartılmalıdır. 4. İşçi sınıfının dünya partisine bir çırpıda varılamayacağı aşikârdır. Ancak temel nitelikteki ideolojik, politik ve örgütsel konularda anlaşma zemininde, bu hedefe doğru ilerleyen bir uluslararası eğilim oluşturmak ve birlikte yürümek mümkün ve gereklidir. Böyle bir eğilimi yaratıp örgütlemek için bir uluslararası devrimci çekirdeğin oluşturulması hedeflenmelidir. 5. Kimse yola çıkarken uluslararası alanda ikiz kardeşini bulma hayaliyle zaman yitiremez. Yaşam hiçbir konuda katı ve tek tip düşünce temelinde yol almaz. Bu nedenle, temel ideolojik-politik ve örgütsel konularda bir birlik zemini varsa, diyelim SSCB’nin sınıf doğası türünden tarihsel-teorik konulardaki görüş farklılıkları birlikte yürümeyi engellememelidir. Fakat Marksist kavrayışın derinleştirilmesi amacıyla bu gibi konularda da tartışmalar ve görüş alışverişi sürdürülmelidir. 6. Birleşmeler ilkeli olmalı, fikir ayrılıkları konusunda daha baştan net bir tutum takınılmalıdır. Farklılıkların üzeri örtülmemelidir. Aceleci zorlamalardan uzak durulmalıdır. Devrimci işçi mücadelesi ulusalcılığa düşülmemesini ve sınıfın enternasyonal çıkarlarının daima başa alınmasını emrediyor. Ama komünistler yaşadıkları ülkelerde işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünün inşası için gereken çabayı sarf etmezlerse, proletaryanın devrimci enternasyonal örgütlenmesi de asla yaşama geçmeyecektir. Zira enternasyonal örgütlülük, çeşitli ülkelerde fiili mücadele yürüten komünistlerin çabasından bağımsız bir harici büro değildir. Enternasyonal örgüt, uluslararası arenada parlak görünen siyasi fikirler ileri sürmekle kendiliğinden oluşmaz. Aslında hayatın hiçbir alanında doğru bir çizgide fiili emek sarf etmeden ve yanlış uygulamalara kafa tutmadan anlamlı bir başarı elde edilemez. Fikirler ne denli devrimci, haklı ve tatmin edici görünürlerse görünsünler, doğru bir örgütlenme olmadan kendi başlarına maddi güce dönüşmez ve yaşamı kendiliğinden değiştirmezler. İşçi sınıfının devrimci bir enternasyonal örgütünün olmadığı günümüz koşullarında, bizzat ter akıtarak devrimci Marksist çözümler üretmekten ve bunları uluslararası platformlara taşımaya çalışmaktan başka bir mücadele yolu bulunmuyor. O yüzden günümüzde işçi sınıfının enternasyonal örgüt sorununun çözümü yolunda çeşitli deneylere girişilmesi kaçınılmazdır. Unutulmamalı ki bütün büyük devrimci atılımlar, zorluklardan yılmadan fiilen işe girişen ve çeşitli deneyler yaşamayı göze alan devrimci sınıf tavrı sayesinde başarılı olabilmiştir. n
Burjuvazinin Özel Mahkemeleri Bitmez Kerem Dağlı
A
KP hükümetinin 2004 yılında Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) yerine hayata geçirdiği Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM), Temmuz ayı başlarında 3. Yargı Paketi kapsamında kapatıldı. DGM’lerin devamı niteliğindeki ÖYM’lerin yerini benzer nitelikteki Özel Ağır Ceza Mahkemeleri aldı. Yani isim değişikliği ve bazı rötuşlar dışında, ağırlıkla bu mahkemelerde yargılanan ezilenler, devrimciler ve sosyalistler açısından değişen pek bir şey olmadı. Zaten “yargı reformu” yapıyoruz diye böbürlenen ama dağın fare doğurması misali bazı rötuşlar dışında bir değişikliğe imza atmayan AKP hükümetinin derdi de başkaydı. Ergenekon davasıyla ünlenen eskinin ÖYM’lerine yönelik kimi burjuva kesimlerden gelen ciddi eleştiri ve tepkilerin giderek artması, AİHM’in de eleştirenler kervanına katılması ve nihayetinde özel yetkili bir savcının MİT müsteşarını ve bazı üst düzey yetkililerini sorgulamak istemesi üzerine Erdoğan talimatlarını vermiş ve yeni yargı paketi hazırlanmaya başlanmıştı. Ardından Erdoğan ve kurmayları, her zamanki AKP uyanıklığı ve bir taşla birkaç kuş vurma niyetiyle, artık iyice yıpranmış olan (ve dolayısıyla hükümeti de yıpratmaya başlamış olan) ÖYM’lerden bir çırpıda kurtulmuş oldular. Hem muhalefetin elindeki kozlardan biri alınmış oldu hem de Erdoğan kendisine yönelik gördüğü bir tehdidi bertaraf etti. Üstelik tüm bunlar
“yargı reformu” gibi kitlelerde olumlu çağrışımlar yapan bir propaganda eşliğinde gerçekleştirildi. Ancak içeriğine kısaca bir göz atıldığında dahi, yeni yargı paketinin bir reform niteliği taşımadığı, bilakis ÖYM’lerin başka bir isim altında sürmesinin kılıfı olduğu görülecektir. Aralara serpiştirilen bir iki olumlu madde ise pakete kılıf özelliği kazandırabilmek içindir. Bu durum da göstermektedir ki, özel mahkemelerin ortadan kalktığı falan yoktur. Çünkü AKP’nin özel mahkemelere olan ihtiyacı sona ermiş değildir. Daha da önemlisi, sadece AKP’nin değil, ondan önceki burjuva hükümetler ve hatta bir bütün olarak burjuvazi ve devletinin de özel mahkemelere olan ihtiyacı devam etmektedir. Özelde TC egemenlerinin genelde de burjuvazinin bu türden “özel” mahkemelere ve hukuka olan ihtiyacı, devrimcilerin, sosyalistlerin, mücadeleci işçilerin ve ezilen halkların temsilcilerinin pekiyi bildiği bir gerçektir.
Yeni yargı paketinde neler var? AKP’nin üçüncü yargı paketiyle birlikte Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun (CMK) 250, 251 ve 252. maddeleri kaldırıldı ve neredeyse olduğu gibi Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 10. maddesine eklendi. Bunun anlamı ise, CMK’nın ilgili maddelerine göre kurulmuş olan
31
marksist tutum
ÖYM’lerin artık ortadan kalkması ve fakat işlevlerinin TMK’ya göre çalışacak özel ağır ceza mahkemelerine geçmesiydi. Yani HSYK, artık TMK’nın 10. maddesine göre özel hâkimler ve savcılar atayacak. Ergenekon ve KCK davaları gibi, hâlihazırda ÖYM’lerde süren davalar ise sonuçlanıncaya kadar aynen devam edecek. Bu davaların hâkim ve savcılarına dokunulamayacak. Hâkimler yetkisizlik veya takipsizlik kararı veremeyecek. Böylece AKP, kendisi açısından son derece önemli gördüğü bu davaların seyrini yahut akıbetini de garanti altına almış olmaktadır. Kendi işini ilgili maddelerle gören AKP, muhalefet partilerinin tutuklu milletvekillerinin tutuksuz yargılanmalarını sağlayacak önergelerini ise reddetmiştir. Muhalefetin ÖYM’lere yönelik tepkilerini bertaraf etmek içinse, Fransa’nın ceza hukukundan alınan “özgürlük ve tutuklama hâkimliği” getirilmiştir. Bu uygulamayla, özel mahkemelere yapılacak itirazlara aynı yetkilere sahip üst mahkemelerin değil, özel atanmış hâkimlerin bakması sağlanmıştır. AKP, güya AİHM içtihatlarına göre karar verecek olan bu özel hâkimler aracılığıyla, özel mahkemelerindeki haksız uygulamalara yönelik eleştirilerin önünü kesmeye çalışmaktadır. Yine kamuoyunda çok tartışıldığı için AKP’nin sıkıntı çektiği konulardan biri olan “taş atan çocuklar”ın ÖYM’lerde yargılanması meselesine de el atılmış, 18 yaşından küçüklerin özel mahkemelerde özel kanunlarla yargılanması usulü kaldırılmıştır. Ama bu değişiklik, TMK’nın olduğu gibi devam etmesinden kaynaklı olarak, tutuklu haldeki çocuklar açısından çok da büyük bir yarar sağlamamaktadır. Çünkü TMK içerisinde, bu çocukları onlarca yıl içerde tutmaya yetecek nitelikte maddeler fazlasıyla mevcuttur. Polisin işkence konusundaki pervasızlığını besleyen uygulamalardan biri olan “olağanüstü hallerde gözaltı süresinin 7 güne kadar uzatılabilmesi” hükmü de kaldırılmış, gözaltı süresi 48 saatle sınırlandırılmıştır. Bu olumlu yönde bir değişikliktir, ama baskıcı devlet aygıtının bir parçası olan polis gücünün zihniyeti ve yapısıyla ve Türk polisinin devrimcilere, sosyalistlere ve Kürtlere yönelik tutumuyla birlikte değerlendirildiğinde, bu sürenin
32
Ağustos 2012 • sayı: 89
bile, polisin her türlü işkenceli sorgu yöntemini uygulaması için yeterli olduğu bir gerçektir. Üstelik varlığını herkesin kabul etmek zorunda kaldığı işkenceyi önlemeye yönelik gerçek anlamda hiçbir adım atılmış da değildir. İçişleri Bakanı gibi burjuva devlet adamlarının varlığı, bu konuda polisin en büyük teminatıdır. Pakette, iletişim tespiti, gizli soruşturma ve teknik takip gibi yöntemlere de bazı yüzeysel sınırlamalar getirilmiştir. Ancak yüzeysel bile olsa bu sınırlamaların, devletin, düzen karşıtı güçlere yönelik faaliyetlerini etkileyeceği düşünülmemelidir. Bu sınırlamaların asıl uygulama alanı, burjuva kesimlerin birbirlerine yönelik dinleme vb. eylemleridir. Yoksa devrimcilere, sosyalistlere veya Kürtlere sıra geldiğinde burjuva devletin her kesimi tam bir ortaklık içinde her türlü imkânı ve olanağı sonuna kadar kullanmakta ve gerektiğinde en illegal ve kirli yöntemlere başvurmakta en ufak bir beis görmemektedir. Pakette yer alan diğer değişikliklerden bazıları ise özetle şöyledir: Mahkûmiyet hükmünün infazı ertelenen kişi hakkında bu mahkûmiyete bağlı olarak herhangi bir hak yoksunluğu doğmayacak; koşullu salıverilmesine bir yıldan az süre kalan ve açık ceza infaz kurumunda bulunan iyi halli hükümlüler talep ederlerse cezanın koşullu salıverilme tarihine kadar olan kısmını denetimli serbestlikle geçirebilecek; soruşturmanın amacı tehlikeye düşebilecekse yakalanan veya gözaltına alınan veya gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında, Cumhuriyet savcısının emri ile sadece bir yakınına bilgi verilecek; gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine hâkim kararıyla 24 saat süreyle kısıtlanabilecek, bu zaman zarfında ifade alınamayacak; ekonomik faaliyetini bedeni çalışmasıyla sürdüren borçlunun mesleğini sürdürebilmesi için gerekli olan her türlü eşya, aile bireyleri için lüzumlu eşya, borçlunun haline münasip evi ve öğrenci bursları haczedilemeyecek. Sonuç olarak diyebiliriz ki, reform diye allanıp pullanan yeni yargı paketinin asıl amacı, artık AKP açısından da rahatsız edici hale gelmiş olan ÖYM’lerin yerini adı değişen ama işlevi değişmeyen “özel” mahkemelere bırakmasıdır. Diğer maddeler ya paketi “reform” kılığına sokmak için araya serpiştirilen kırıntılar ya da bu özel mahkemelerin iş görmelerini kolaylaştıracak bazı teknik düzenlemelerden ibarettir. Zaten CMK’dan alınan ve bu özel mahkemelerin kimlere karşı kurulduğunu özetleyen ifadeler aynen TMK’ya aktarılmıştır. Buna göre yeni oluşturulan Özel Ağır Ceza Mahkemelerinde görülecek dava konuları özetle şöyle sıralanmaktadır: “Anayasayı ihlal”, “Temel milli yararlara karşı hakaret”, “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü
sayı: 89 • Ağustos 2012
bozmak”, “Yasama organına karşı suç”, “Hükümete karşı suç”, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı silahlı isyan”, “Devlet hizmetlerinde sadakatsizlik”, “Halkı askerlikten soğutma” vb. Bu ifadelerin anlamı açıktır, “egemenliğime ve kurduğum düzene tehdit olarak gördüğüm unsurlara karşı özel hukukumu ve mahkemelerimi devreye sokarım”! Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin kurdurduğu yeni “özel” mahkemeler amaç ve işlev bakımından eskinin devamıdır. Tıpkı kapatılan ÖYM’lerin DGM’lerin devamı olması ve DGM’lerin de İstiklal Mahkemeleriyle aynı zihniyeti taşıması gibi.
İstiklal Mahkemelerinden ÖYM’lere Sömürülü ve sınıflı bir düzen olan kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazinin normal hukukunun ve mahkemelerinin ve bir bütün olarak yargı sisteminin, toplumun sömürülen ve ezilen sınıfları için ne anlama geldiği çok açıktır. Bu gerçekliğin üstünü örtmek ve kitlelerin gözünü boyamak için hukukçuların dillerine pelesenk ettiği hukukun üstünlüğü ve bağımsız yargı gibi kavramlar da, sonuçta, burjuvazinin sınıfsal pozisyonunu, diğer sınıflarla ilişkilerindeki egemen konumunu ve kendi sınıfının farklı kesimleriyle olan ilişkilerini ifade ederler. Fakat tıpkı kendinden önceki egemenler gibi burjuvazi de zaman zaman bu “normal” hukuk ve mahkemelerle yetinemez olur. Rejimini ve düzenini tehdit eden olağandışı tehlikeler hissettiğinde “özel” kanunları ve mahkemeleri devreye sokar. Nasıl ki geçmişte kiliselerinin yıkılacağından korkan Katolik papazları Engizisyon mahkemelerini hayata geçirmişlerse, bugünün egemenleri de TMK’larını ve Özel Ağır Ceza Mahkemelerini, “Patriot Act”lerini* kullanarak düzenlerine karşı tehdit olarak gördüklerini bertaraf etmeye uğraşmaktadırlar. Ortaçağ karanlığının ve zihniyetinin sembollerinden biri haline gelmiş olan Engizisyon mahkemeleri, Avrupa’ya egemen olan Katolik inanç ve değer sistemine aykırı olarak görülen muhalif anlayışları ve odakları yok etmek, İspanya örneğinde olduğu gibi Yahudi ve Müslüman nüfusu Hıristiyanlaştırmak için kullanılmıştı. Engizisyon tarafından suçlanmak için, hiç tanımadığınız ve bilmediğiniz (kimliği gizli tutulan) birinin size iftira atması veya aleyhinizde konuşması yeterli olabiliyordu. Suçlu görülen kişi masumiyetini ispat etmekle yükümlüydü. Sorgulamalar işkenceyle yapılıyor ve kişi suçunu itiraf edinceye kadar sürüyordu. Bu yüzden de çoğunlukla insanlar sorguda can veriyorlardı. Suçunu kabul etse de etmese de kişinin sonu çoğunlukla acılı bir ölümdü. Ortaçağa ait bu tablonun, günümüz modern yargı sistemiyle benzeştirilemeyeceğini ve konumuzla alâkasız olduğunu düşünenler olabilir. Kuşkusuz pek çok açıdan bu doğrudur da, ama işin içine burjuvazinin özel kanunları ve mahkemeleri girince farklılıklardan çok benzerlikler göze çarpmaktadır. Her şeyden önce zihniyet açısından bir pa-
marksist tutum
ralellik söz konusudur. Özel mahkemelerin ilgi alanına giren konularda suçlanan kişiler, hele ki sosyalist veya Kürt ise, neyle suçlandığını tam olarak bilmemekte, suçu ispatlanmadığı ve hüküm giymediği halde aylarca hatta yıllarca tutuklu olarak hapislerde alıkonulabilmektedir. Örneğin özel mahkemelerde tutukluluk süresi halen 10 yıldır. Üstelik çoğu durumda suçlamalara dayanak oluşturan iddialar son derece gülünç ve saçmadır. İdeolojik halay çekmek, saç-sakal uzatmak, sıradan bir protesto gösterisine katılmış olmak, fikrini yüksek sesle söylemek, kendi anadilinde konuşmak gibi… Savcının iddiasını dayandırdığı delillerin toplanması da çoğu zaman kanunsuz denecek usullerle gerçekleştirilmektedir. Ayrıca devrimcilerin, sosyalistlerin, Kürtlerin suçlandığı davalarda işkence neredeyse sıradan bir sorgu yöntemi olarak uygulanabilmektedir. Özellikle Türk egemenlerinin bu konudaki deneyimleri, başka ülkelerin burjuvalarına ışık tutacak kadar zengindir. Osmanlı dönemini bir tarafa bırakacak olursak, yakın tarihimizden verilecek iki örnek, TC egemenlerinin zihniyetinin Ortaçağ Engizisyonundan ne kadar ileri olduğunu (!) ortaya koyacaktır. Bunlardan biri İstiklal Mahkemeleri, diğeri ise DGM’lerdir. Askeri vesayete ve Kemalist ideolojiye karşı olduğunu her fırsatta dile getiren AKP, sıra burjuvazinin devletine ve düzenine geldiğinde Kemalistleri aratmayan bir muhafazakârlıkla ve devletçilikle hareket ettiğini bir dolu örnekte ortaya koymuştur. Özel yetkili mahkemeler de bu örneklerden biridir. ÖYM’lerin yerine getirilen yeni “özel” mahkemelerin İstiklal Mahkemeleriyle ve DGM’lerle aynı zihniyeti ve işlevi taşıdığı açıktır: siyasi iktidarın kendisine karşıt gördüğü unsurları ortadan kaldırması veya etkisizleştirmesi. Özel mahkemelerin ilgi alanına giren konularda suçlanan kişiler, hele ki sosyalist veya Kürt ise, neyle suçlandığını tam olarak bilmemekte, suçu ispatlanmadığı ve hüküm giymediği halde aylarca hatta yıllarca tutuklu olarak hapislerde alıkonulabilmektedir. Örneğin özel mahkemelerde tutukluluk süresi halen 10 yıldır. Geçmişte İstiklal Mahkemeleri ilk kurulurken sunulan gerekçe asker kaçaklığının, casusluğun, bozgunculuğun önlenmesi ve iç güvenliğin sağlanmasıydı. Ancak kısa sürede anlaşıldı ki, İstiklal Mahkemelerinin asıl hedefi, yeni kurulan Kemalist-burjuva düzene karşı tehdit oluşturduğu düşünülen muhalefet güçlerinin ortadan kaldırılmasıdır. 20’li yıllarda faaliyet gösteren bu mahkemeler, burjuva cumhuriyetin kırılganlığına paralel olarak, son derece sert ve acımasız yöntemlerle tehdit gördüğü unsurların katledilmesine yönelik kararlar vermiştir. Burjuva demokrasisinin, hukukunun ve yargı sisteminin evrensel değerlerine bile tamamen aykırı biçimde, bu bölgesel ve seyyar mahkemeler, gittikleri veya bulundukları yerlerde son derece hızlı ve acımasız biçimde işlevlerini yerine getiriyorlardı.
33
marksist tutum
Ağustos 2012 • sayı: 89 DGM’lerin tabelası değiştirilerek oluşturulan ÖYM’ler şimdi yine bir ad değişikliğiyle Özel Ağır Ceza Mahkemelerine dönüştürülmüşlerdir
Ağırlığını komünistlerin, Kürt isyancıların, dini önderlerin ve eski İttihatçıların oluşturduğu listedeki kişiler, çoğunlukla birkaç gün içinde yargılanıyor ve idam ediliyorlardı. Suçlanan kişinin kendini savunma ve mahkemenin kararını temyiz etme şansı yoktu. Çünkü gerçekte kararlar mahkemece değil Kemalist bürokrasinin çekirdeği tarafından alınıyordu. Tıpkı bugünün özel mahkemeleri gibi tamamen siyasi amaçlarla kurulmuş olan bu mahkemeler sayesinde Kemalistler neredeyse tüm karşıtlarını birkaç yıllık bir dönemde fiilen ortadan kaldırdılar. Genel olarak 1920-27 yılları arasında faaliyet gösteren toplam 17 İstiklal Mahkemesinde yaklaşık 55 bin kişi yargılanmış, 4352 kişi hakkında idam kararı verilmiş ve bunlardan 1352’si idam edilmiş, 43 bin kişiye sürgün ve hapis cezası verilmişti. İstiklal Mahkemeleri özel kanunlarla kurulmuş olağanüstü mahkemelerdi. Mahkeme üyeleri milletvekillerinden seçiliyordu ve savcılar hariç hiçbiri hukukçu değildiler. Hâkimler ve savcılar verdikleri kararlardan dolayı sorumlu tutulamıyordu, kararlar temyiz edilemiyordu. İnfazlar (idam cezaları da dâhil olmak üzere) anında yerine getirilmek zorundaydı. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu, sanıkların avukat tutması nadir olarak izin verilen bir durumdu, hâkimler kararlarını keyfi bir şekilde verirlerdi ve infazlar o kadar hızlı yerine getirilirdi ki yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olmuştu. Kemalist devlet, kendisi açısından olağanüstü durumun geçtiğine kanaat getirdiğinde bu mahkemeleri kaldırdı. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ise, burjuvazinin iç kapışması çerçevesinde, yeni tipte özel mahkemelerin kurulması gündeme geldi. 1961 anayasasına eklenen hükümlere istinaden 1973’te DGM’ler kuruldu. Ancak bunlar devrimci işçi sınıfının büyük protestoları ve artan toplumsal muhalefetin baskısı sayesinde dönemin Anayasa Mahkemesi tarafından kaldırılmak zorunda kalındılar. Oysa burjuvazinin DGM’leri kurmak istemesinin sebebi de bu toplumsal muhalefeti bastırmaktı. Bunu olağan burjuva rejim çerçevesinde gerçekleştiremeyen burjuvazinin DGM’leri kurması, ancak 12 Eylül faşizminin demir yumruğu altında mümkün olabildi. DGM’ler 1982’de faşist anayasaya konan maddeler sayesinde kurulabildiler. Tek amacı devrimcileri, sosyalistleri, işçi önderlerini ve
34
başkaldıran Kürtleri ortadan kaldırmak, dolayısıyla da toplumsal muhalefet adına ne varsa kökünü kazımak olan DGM’lerin baktıkları davaların içeriği bugünkü ÖYM’lerle aynıdır. Bu açıdan tam anlamıyla bir süreklilik söz konusudur. Tek fark, AKP döneminde kurulan ve DGM’lerin yerini alan ÖYM’lerin hedefine koyduğu tehdit unsurları arasında, dünün egemenlerinden statükocu-Kemalist darbecilerin de bulunmasıdır. Geçmişte İstiklal Mahkemelerinde İslami hareketin temsilcilerini vatan hainliğiyle yargılayan Kemalist zihniyetin temsilcileri, şimdilerde tam da aynı suçlamalarla sanık sandalyesine oturtulmuşlardır. Birbirinin devamı olarak görülebilecek bu mahkemelerin yargılama ve işleyiş usulleri ise neredeyse aynıdır. Bu açıdan yegâne farklılık olarak DGM’lerde askeri savcı ve hâkimlerin bulunması gösterilebilirse de, anlayış ve amaç benzer olduğunda bu farklılığın fiiliyatta pek de kaydadeğer bir değişiklik yaratmadığı örneklerle sabittir. Dolayısıyla her ikisinde de, burjuva hukuk anlayışının temel prensibi olarak takdim edilen “adil yargılanma hakkı”ndan bahsetmek mümkün değildir. DGM’lerde, sanığın duruşmada bulunma hakkının ihlal edilmesi bunun basit örneklerinden biridir. Bu ve benzeri yollarla sanığın kendini savunma hakkı da elinden alınmış olmaktadır. Yine burjuva hukukunun bir başka prensibi olan “eşitlik ilkesi” de çiğnenmiştir. Örneğin aynı fiilden verilecek ceza, yargılanan mahkemeye göre değişmekte, “terörist” olarak DGM’de yargılanan bir siyasi sanık, adli sanığa göre iki kat fazla ceza alabilmektedir. Burjuva hukukunun yere göğe sığdıramadığı sözde bağımsız yargılamadan ise eser yoktur. Gerek DGM’lerde gerekse de bugünkü özel mahkemelerde yer alan hâkim ve savcılar tamamen siyasi iktidarın emrinde davranan ve dahası ideolojik ve politik olarak da siyasi iktidarla organik bağları bulunan kişilerden seçilmektedir. Geçmişte DGM’lerde yer alan askeri savcı ve hâkimlerle bugünkü özel mahkemelerde görev yapanların pozisyonu ve işlevi aynıdır. Burjuva devletin özel mahkemeleri arasındaki sürekliliğin önemli kanıtlarından birisi de kurumsal devamlılıktır. Tıpkı ÖYM’lerden özel ağır ceza mahkemelerine geçişte olduğu gibi, DGM’lerden ÖYM’lere geçişte de, DGM hâkimleri kesintisiz olarak ÖYM’lerde görev yapmaya devam etmiş, DGM’lerde görülen davalar aynen ÖYM’lere aktarılmış, DGM’lerin arşiv, kalem, emanet gibi birimleri olduğu gibi ÖYM’lere devredilmiş, değişiklik yapılmayan
sayı: 89 • Ağustos 2012
çeşitli kanun ve mevzuatlarda DGM’lere yapılan atıfların ÖYM’ler için geçerli olacağı kabul edilmiştir. En önemlisi de, sosyalistler ve Kürtler gibi, burjuvazinin ortak düşmanı olarak gördüğü toplumsal muhalefet güçlerine yönelik tutumda olumlu anlamda en ufak bir değişikliğin olmamasıdır. Kemalistlerin de AKP’nin de düzen karşıtı güçlere bakışı ve yaklaşımı aynıdır. Bu açıdan DGM’lerle bugünün özel mahkemelerinin uygulamaları neredeyse standarttır. Keyfi suçlamalar, uzun gözaltı ve tutukluluk süreleri, sistematik hale gelmiş işkence, savunma hakkının tanınmaması gibi uygulamalar artık sıradan hale gelmiştir.
Özel mahkemeler de “terör” yasaları da kaldırılmalıdır Konunun bir diğer önemli boyutu da, sistemin çürümesine paralel olarak sınıflar mücadelesinin kızıştığı ve egemen sınıfların gözünü daha korkutur hale geldiği dönemlerde, normal hukuk ve mahkemelerin burjuvaziye giderek daha fazla durumda yetmez hale gelmesidir. Kapitalizm, küresel ekonomik kriz ve emperyalist savaş koşulları altında “olağan” işleyişinden çıkarak “olağanüstü” bir işleyişe doğru yöneldikçe, hukuk ve yargı sistemindeki “özel” uygulamalar da yayılmakta ve aslında “genel” bir hal almaktadır. Bu durum sadece Türkiye için değil dünya geneli için de geçerlidir. Başta sözümona demokrasi şampiyonu geçinen ABD ve İngiltere gibi Batılı ülkeler olmak üzere, hemen her kapitalist devlet “özel” kanunlar çıkarmakta ve “özel” mahkemeler kurarak bunları yaygın hale getirmektedir. Bu olgu, içinden geçtiğimiz “olağandışı” dönemin yansımalarından biridir. Bugün Türkiye’de konunun diğer bir önemli yönünü ise, burjuvazinin kavgalı kesimlerinin birbirlerine karşı işlerine geldiği gibi hak, hukuk istemeleri oluşturuyor. Bu bağlamda, AKP’nin özel mahkemeler için “bunlar aslında bir tür ihtisas mahkemeleridir, normal hâkimler terör suçlarından veya Ergenekon davası gibi konulardan anlamıyor” şeklindeki ifadeleri çarpıcı bir örnektir. Aslında bu tür ifadeler, adeta dalga geçercesine insanları aptal yerine koymaya çalışarak meseleyi çarpıtmaktan öte bir anlam taşımıyor. Nitekim AKP yetkilileri, bir burjuva gazetecinin “madem öyle neden işkenceye karşı mücadele, kadın haklarının korunması için özel ihtisas mahkemeleri kurulmuyor” sorusuna bile cevap verememişlerdir. Ayrıca bugün AKP’nin özel mahkemelerini eleştirenlerin çoğu, dünün İstiklal Mahkemelerinin ve DGM’lerin bir gereklilik olduğunu savunmaktadırlar. Burjuva muhalefet partilerinin, örneğin CHP ve MHP’nin derdi Ergenekoncu paşalar ve bürokratlarla, kendi vekilleriyle yani kadrolarıyla sınırlıdır. Son yıllarda darbeci paşaların ve kontr-gerillacıların maruz kaldığı adaletsizliklerden, tutuklu yargılanmalarından, yargı sisteminin bozukluklarından bahsederek katliamcılar, işkenceciler ve darbeciler
marksist tutum
için gözyaşları dökenler, cumhuriyetin kuruluşundan beri bu adalet ve yargı sisteminden zulüm gören komünistleri, devrimcileri ve Kürtleri zerre kadar umursamazlar. Açıkçası, sorunun kaynağı sistemin özünde ve burjuvazinin genel zihniyetindedir. Bu yüzden AKP’nin kendiliğinden veya AİHM’nin yahut burjuva muhalefetin baskısıyla yapacağı sözde reformlar işçi ve emekçilerin lehine köklü bir değişiklik yaratmayacaktır. Nitekim bugün ÖYM’lerin yerini alan özel ağır ceza mahkemelerinin amacı ve işlevi bellidir: burjuva düzeni ve devleti korumak. AKP, yeni mahkemelerin hedefinin “devlete karşı işlenen terör suçları” olacağını açıklamakla niyetini de net biçimde belli etmiştir. Uluslararası konsepte de uygun olan bu terminoloji ve içerik ve buna uygun yapılanma da gösteriyor ki, KCK davası ve Kürt hareketi yine birinci sıraya oturmuştur. Onun yanı sıra devrimciler ve sosyalistler de burjuvazinin özel adaletinden fazlasıyla nasibini almaktadır. Devrimcileri, sosyalistleri ve ezilenleri yok etmek, susturmak için kurulmuş bu özel mahkemelerin toptan kaldırılması elbette ki işçi sınıfının talebidir. Bu bağlamda sadece isim değişikliğinden ibaret kalan düzenlemelerin yeterli görülmesi veya bundan medet umulması düşünülemez. Öte yandan özel mahkemelerin kaldırılmasının yetmeyeceği de açıktır. TMK gibi kanunlar ortada durdukça toplumsal muhalefeti oluşturan kesimlere rahat ve huzur olmayacaktır. TMK ve benzeri içerikteki kanunlar ve kanun maddeleri de kaldırılmalıdır. Kâğıt üstünde kalan lehte maddeler ve düzenlemelerin de tek başına bir anlamı yoktur, yani mesele salt kanun maddelerinin veya ilgili mevzuatların değişmesiyle hallolacak bir mesele de değildir. Yargı sistemini oluşturan hâkimlerin ve savcıların kafaları değişmediği, zihniyet aynı yerde durduğu, aynı zihniyetteki emniyet müdürleri ve polisler olduğu yerde kaldığı sürece fiiliyatta bir şeyin değişmeyeceği ortadadır. Gerçek anlamda ve köklü bir değişim için çok daha fazlası gerekir. Çünkü sorun tamamen siyasi niteliktedir ve siyasi mücadelenin konusudur. İşçi sınıfının istemesi ve uğruna mücadele etmesi gerekenler, burjuva partilerin iç çekişmelerinin çerçevesine sığmayacak denli kapsamlıdır. Açıkçası, işçi sınıfını ve ezilenleri ilgilendiren her konuda olduğu gibi burada da sorun, işçi sınıfının örgütlü bir şekilde toplumsal mücadele sahnesindeki yerini alması noktasında düğümlenmiş bulunuyor. n ____________________ *
“Patriot Act” yani “Yurtseverlik Yasası”, 11 Eylül olaylarından sonra Bush döneminde yürürlüğe sokulmuş ve “terör zanlıları”nın sorgusuz sualsiz, avukatıyla görüşmesine izin vermeden, sınırsız gözaltı süresince, neyle ve kim tarafından suçlandığını bile bilmeden yargılanmasına olanak tanıyan ve üstelik suçlanan kişiye temyiz hakkı bile tanımayan bir yasadır. Dolayısıyla bu yasadan yargılananlar özel yargılama usullerine tâbi tutulmaktadır.
35
Asıl Düşman Kim? Ezgi Şanlı
K
endisinden önceki tüm sınıflı toplumsal düzenlerde olduğu gibi kapitalizm de geniş yığınların küçük bir azınlık tarafından sömürülmesi ve yönetilmesine dayanır. Yaşamını sürdürebilmek için kölece çalışmak zorunda olan ama buna rağmen sefaletten kurtulamayan yığınlar bu nedenle öfkelidir. Kapitalizmde yokluk, yoksulluk emekçilerin büyük çoğunluğu için geçerli bir olgudur. Yoksulluk tam da üretim araçlarının özel mülkiyeti temelinde gerçekleşen kapitalist sömürüden kaynaklanmaktadır. Bu durum, gelir dağılımında ve zenginliğin paylaşılmasında korkunç bir eşitsizlik doğurmaktadır. Ürettikleri tüm zenginlikler ellerinden alınan, kaderleri başka güçler tarafından belirlenen, siyasal yaşamın dışına itilen kitleler, yıllar yılı umutsuzluk ve öfke içinde yaşadıktan sonra, bıçağın kemiğe dayandığı noktaya ulaşırlar. Dünyadaki tüm zenginlikleri üreten ama ürettiği bu zenginlik küçük bir azınlık tarafından gasp edilen işçi yığınları, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için yeniden ve yeniden mücadelelere girişirler. Yenilgiler, kısmi zaferler ve ağır bedellerin ardından, yaşamak için savaşmaktan başka çare olmadığını yeniden fark ederler. O halde kapitalizm, kendini işçi sınıfı tarafından yok edilmekten nasıl korumaktadır? Ezilen, sömürülen, sömürüye öfke duyan, bu sömürüyü ortadan kaldırmak üzere bir araya gelme potansiyeli taşıyan, örgütlenme yeteneği olan ve aslında gerçekten güçlü olan işçi sınıfını boyunduruk altında tutma “başarısını” nasıl gösterebilmektedir? Devletin esas olarak geniş yığınlar için bir baskı ve zor aygıtı olarak örgütlenmesi, her ihtiyaç duyduğunda kitleler üzerinde şiddet kullanması tek başına sömürü düzenini devam ettirmeye yetmez. Bu sorunun temelde birbiriyle
36
bağlantılı iki cevabı vardır. İlki, kapitalistlerin kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi göstermekte büyük olanaklara sahip olmasıdır. İkincisi ise işçi sınıfının devasa kitlesini akla gelebilecek her türlü yöntemle bölüp parçalamış ve böylelikle zayıflatmış olmasıdır. İşçi sınıfının gücünü bölmenin en etkili yöntemlerinden biri de kuşkusuz milliyetçilik kışkırtmasıdır. Kapitalistler için kârlarını nerede ve hangi yöntemle elde ettiklerinin bir önemi yoktur. Bu nedenle hangi ulustan insanları sömürdükleri, yok ettikleri önemli değildir. Kârlarını hangi ulustan insanlarla işbirliği içinde kazandıkları da önemli değildir. Milliyetçilik onlar için sadece işçileri aldatmak için kullanılacak bir silahtır. Sömürdükleri geniş işçi yığınlarını bölüp parçalamak için, onları ait oldukları ulusu diğer bütün uluslardan daha üstün tutmaya çağırırlar. İnsanların ait oldukları sınıfların değil, ulusların ortak çıkarları olduğunu öne sürerler. Böylelikle hem diğer uluslardan burjuvalar karşısında avantajlar elde etmeyi hem de işçiler karşısında çıkarlarını ve varlıklarını korumayı hedeflerler. Sanki ortaya çıktığından beri, insanlık uluslara bölünmüş gibi bir yanılsama yaratılır. Oysa ulus kavramının ortaya çıkması ve önem kazanması 18. yüzyıla rastlamaktadır. Yani aslında hangi ulusa ait olduğumuz, kapitalizmin ortaya çıkmasıyla beraber önem kazanmaya başlamıştır. Kendisinden önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak üretim ilişkilerini dünyanın en ücra köşelerine kadar yayan, farklı dillere ve geçmişe sahip, farklı kültürlerden gelen milyarlarca insanı tek bir sınıf halinde birleştiren kapitalizm, oluşturduğu bu birliği yeniden parçalar. Dünya işçi sınıfını sınırlarla böler, uluslara ayırır.
sayı: 89 • Ağustos 2012
Milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı kapitalizm tarafından sürekli olarak körüklenir. Egemen sınıfların marifetiyle işçi sınıfı, insanlığın nereye doğru gittiğinden çok, nereden geldiğiyle, hangi millete ait olduğuyla ilgilenmeye zorlanır. Milliyetçilik, tüm dünyaya yayılan işçi sınıfının zehirlenmesine ve kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda bölünmesine, savaşlarda yığınlar halinde yok olmasına neden olur. Yaşadığımız topraklarda da Türk burjuvazisi milliyetçiliği işçi sınıfını zehirlemekte temel bir ideolojik araç olarak kullanmaktadır. TC’nin kuruluşundan bu yana Türk ulusu dışında geri kalan bütün uluslar düşman yerine konulmuştur. Yüzyıllardır bu topraklarda beraber yaşayan halklar birbirlerine düşman belletilmiş ve katliamlara maruz bırakılmıştır. Dünya halklarının tümünün Türklük için büyük tehdit oluşturduğu paranoyası yayılmıştır. Bu paranoyanın geldiği vahim nokta, Türk ırkçılığının önde gelenlerinden Nihal Atsız örneğinde olduğu gibi defalarca karşımıza çıkmıştır. Atsız, 4 Mayıs 1941’de, daha bir buçuk yaşındaki oğluna yazdığı vasiyetnameyi şu sözlerle bitirir: “Yağmur Oğlum! Bugün tam 1,5 yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlar ve Amerikalılar yarın ki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun.” Bu durumda içeride de dışarı da düşman olmayan yok gibidir. Herkesin düşman olduğu paranoyasıyla bilinçler tam anlamıyla esir alınmak istenmektedir. Bu vasiyette iyi bir insan olmak değil iyi bir Türk olmak önemlidir. Türklerin dünyaya gelmesinin nedeni büyüdüklerinde komünizm gibi “zararlı” düşüncelere ve diğer uluslara karşı çarpışmaktır. Bu nedenle eğitim daha bebeklikten başlamalıdır. Çocuklar okula başlar başlamaz savaşların ve “düşman ulusların” entrikalarının anlatıldığı öykülerle büyürler. Resmi törenlerde, çocuklar için hazırlanan gösterilerde masum Türkleri bebek, çocuk, kadın ayırmadan hunharca katleden Ermeniler, Rumlar anlatılır. Bu gösterilerde küçücük çocukların önünde darağaçları kurulur, kan gövdeyi götürür. Aynı çocuklar her gün, Türk olmakla övündükleri, varlıklarını Türk varlığına armağan ettikleri antlar okurlar. Bu eğitim o kadar etkili olur ki, bir grup çocuk kendi kanlarıyla boyadıkları bayrağı devlet büyük-
marksist tutum
lerine hediye ettiklerinde bu olay sempatiyle karşılanır. Farklı olana karşı düşmanlıkla beyni yıkanan çocuklar, büyüyüp işçileştiklerinde patronların ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini bilmeden maruz kaldıkları ayrımlara kanarlar. Patronlarla aynı gemide olduklarına inandırılırlar. Aynı dili konuşmanın, aynı coğrafi sınırlar içinde yaşıyor olmanın, ortak çıkarlara sahip olmak için yeterli olduğuna inandırılırlar. Kendi patronlarının sömürmesi nedeniyle değil, düşman ulusların oyunları yüzünden yoksul olduklarına ikna edilirler. Bu vatanın cennet olduğunu ve kanla korunması gerektiğini iddia eden patronlar, egemenler, kendi kanlarını değil işçi sınıfının kanını döküyorlar. Kurtlar sofrasında işçi ve emekçilerin kanını pazarlık konusu ediyorlar. Savaş ve çatışmalardan geriye işçi sınıfı için cesetler ve gözyaşları kalırken, egemenlere tatlı kârlar, yeni yatırım ve pazar alanları kalıyor. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen hâlâ İstanbul’un “fethi” şaşalı törenlerle kutlanıp milliyetçi duygular kabartılmaya çalışılıyor. Köle gibi çalışılan, makinelerden, tezgâhlardan kafaların kaldırılamadığı pek çok fabrika, her sene işçileri için Çanakkale gezileri düzenliyor. Vatan toprağının ne mücadelelerle korunduğunu hatırlatmak üzere işçilere şehitlikler gezdiriliyor. Aynı vatan toprakları üzerinde demokratik hakların korunması, ücretlerin yükseltilmesi, iş saatlerinin kısaltılması için verilen mücadeleler, sendikalaşma çabaları terör olarak adlandırılıyor. Bu vatanın cennet olduğu iddia ediliyor ama işçilerin bu cennetten istifade etmeleri fiilen engelleniyor. Bu vatanın cennet olduğunu ve kanla korunması gerektiğini iddia eden patronlar, egemenler, kendi kanlarını değil işçi sınıfının kanını döküyorlar. Kurtlar sofrasında işçi ve emekçilerin kanını pazarlık konusu ediyorlar. Savaş ve çatışmalardan geriye işçi sınıfı için cesetler ve gözyaşları kalırken, egemenlere tatlı kârlar, yeni yatırım ve pazar alanları kalıyor. Bu toprakların en eski halklarından olan Ermeniler, neredeyse yüz yıldır, uğradıkları soykırımın tanınmasına uğraşıyorlar. Bir zamanlar yaşadıkları topraklarda izleri kalan koca bir halk iken bugün bir avuç olan Ermenilerin çektiği acı, bir de Türkiyeli egemenlerin yoğun milliyetçi propagandasının etkisi altında şekillenen Türk halkının inkârcı ve düşmanca yaklaşımıyla katmerleniyor. Ermeniler bedel ödemeye devam ediyorlar. Bunca acıya rağmen, Ermeni halkının Türk halkından beklediği kardeşçe el uzanmıyor. Yunan halkı kendisine kesilen kriz faturasını reddetmek için bedeller öderken, hem Yunan egemenlerini hem de Avrupa Birliği egemenlerini korkuyla titretiyor. Yunan işçi sınıfı, bir avuç sömürücünün çıkarları uğruna daha fazla kemer sıkmayı reddediyor. Türkiyeli egemenlerse, bu toprakların işçilerini, saldırılara boyun eğmeye ve Yunanistan’a benzememeye davet ediyorlar. Ekmeğini,
37
marksist tutum
Çocuklar okula başlar başlamaz savaşların ve “düşman ulusların” entrikalarının anlatıldığı öykülerle büyüyorlar
kursağındaki lokmayı teslim etmezse, Yunanistan’a benzemekle tehdit edilen işçi sınıfının, Yunan işçilerinin tüm dünya işçilerinin geleceğini etkileyecek mücadelesini görmemesi için titiz bir çalışma yürütüyor burjuva medya. Haber bültenlerinde sıklıkla yinelenen “baklavamıza, lokumumuza, nazar boncuğumuza sahip çıkıyorlar” yaygaraları ve “biz onları denize döktük” hezeyanları eşliğinde Yunan halkını küçümsemeye davet ediliyor Türkiyeli işçiler. Örnekleri çoğaltmak mümkündür, ancak yaşadığımız topraklarda milliyetçiliğin en keskin biçimiyle ortaya çıktığı ve işçi, emekçi kesimleri felç ettiği alan Kürt sorunudur. Egemenlerin propagandasına göre Kürtler, kan dökerek kurulan ve korunan Türk vatanına göz dikmiş hainlerdir. Türk vatanı bölünme tehlikesi altında olduğu için Kürt halkına karşı uygulanan şiddet “teröre karşı mücadele” olarak tanımlanır ve kaçınılmaz olduğu iddia edilir. Kürtlerin kendi dillerinde konuşmaları, eğitim görmeleri yasaklanıyor. Kürtler “kart kurt” diye aşağılanıyor. Köyleri yakılıp boşaltılıyor. Kendi kaderlerini tayin etme talepleri katliamlarla sonuçlanıyor. Temsilcileri hapsediliyor, meydanlarda polis terörüne maruz bırakılıyor. Eşit ve özgür yurttaşlık, anadilde eğitim gibi temel demokratik hakların mücadelesini veren Kürt halkı terörist yerine konuluyor, devletin uyguladığı terör ise haklı ve meşru gösteriliyor.
38
Ağustos 2012 • sayı: 89
Türkiye’nin işçi-emekçi kitlelerinin “vatan toprakları” üzerinde hiçbir söz hakkı yok. Yoksul Türk emekçiler, işçiler nerede ve nasıl yaşayacaklarına kendileri karar veremiyorlar. Alacakları ücretleri kendileri belirleyemiyorlar. Çalışma ve yaşam koşulları üzerinde hiçbir söz hakları yok. Neye ne kadar vergi ödeyeceklerine, askere gidip gitmemeye ya da evlatlarını, yakınlarını askere gönderip göndermemeye kendileri karar veremiyorlar. İstedikleri yerde değil, nerede iş bulurlarsa orada yaşıyorlar. Buna rağmen egemenler, işçi ve emekçileri bu vatanın sahibi olduklarına ve onu korumaları gerektiğine inandırıyorlar. Kürt halkının vatanı parçalayacağı paranoyasına sürüklenen Türk işçi ve emekçilerin, asıl sömürüyü ve asıl düşmanı görmeleri engelleniyor. Bu nedenle de, Kürt halkı üzerinde kullanılan silahların ve şiddetin, dönüp hak arama mücadelelerinde kendilerini de vuracağı düşünülmüyor. Milliyetçilik, vücudu felç eden bir zehir gibi, sınıf bilincinden yoksun kitleleri felç ediyor. Egemenlerin dayattığı gözlükle gerçeklere bakmak zorunda bırakılan kitleler, o gerçekleri ters yüz edilmiş halde görüyor. İşçi sınıfının gözünde yalanlar en katı gerçekler halinde tezahür ederken, gerçeklerse ucuz yalanlara dönüşüyor. Sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyi kadar sınıf hareketinin gerilediği dönemlerde, burjuvazinin bu çabaları çok daha etkili oluyor. Ancak grevlerle, direnişlerle tanışan, bu ortam içinde sınıf mücadelesine atılan farklı kökenlerden işçilerin, burjuvazinin ve polisin ortak saldırısı karşısında, bu tür önyargılarını çok çabuk aşabildikleri de bir gerçektir. Tekel direnişi, bunun sayısız örneği içerisinde son yıllarda çarpıcı olarak öne çıkan bir deneyimdir. Türk ve Kürt halklarının düşmanlıktan bir çıkarı yoktur. Hangi ulustan olursa olsun, hangi sınırlara hapsedilmiş olursa olsun işçiler kardeştir. Kaderleri birdir ve birbirine bağlıdır. Dünyanın egemenlerinin zulmü altında aynı acıları çekerler. Hangi dili konuşsalar, acının ortak dilini paylaşırlar. Patronların kâr hırsı yüzünden çıkardıkları savaşlarda, hep aynı gerekçe ile birbirlerine düşürülürler: Vatanı savunmak! Oysa patronlar dünyanın hiçbir yerinde işçilere insanca ve özgürce yaşama şansı tanımazlar. Patronlar işçilere yaşanacak bir vatan, yaşanacak bir dünya bırakmazlar. İşçi sınıfının büyük önderi Marx’ın dediği gibi, işçilerin vatanı yoktur. İşçilerin vatanı bütün dünyadır. Şimdiki dünyada işçiler her toprak parçasında sömürü ve ızdırap içinde yaşıyorlar. Oysa dünyanın bütün işçileri birleştiğinde ve kapitalizmi yıkmak için mücadeleye giriştiğinde diğer bütün ayrımlar ortadan kalkacaktır. İnsanın insanı sömürmesinin araçları ortadan kalktığında sınırlar da ortadan kalkacaktır. İnsanlığın gelecek kuşakları tek bir dünya toplumu halinde mutluluk içinde yaşayacaktır. Milliyetçilikle savaşanlar, işçilerin birleşmesinin önünü açacak ve terlerini geleceğin özgür dünyasının harcına akıtmış olacaklar. n
Kıdem Tazminatı Saldırısında Yeni Hamleler Hakan Sönmez
S
ermaye sınıfı ve emrindeki AKP hükümetinin işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırı dalgası devam ediyor. Dünyanın 16. büyük ekonomisi olmakla övünen AKP hükümeti, gözünü ilk 10’a dikmiş durumda ve hazırladığı saldırı paketleriyle sermaye sınıfı için dikensiz gül bahçesi yaratmaya çalışıyor. Sermaye sınıfı ne zamandır kendisine ayakbağı olan, işçi sınıfının başlıca güvencilerinden kıdem tazminatından kurtulmak istiyordu. Sermayenin bu isteğini AKP hükümeti burjuva örgütlerle birlikte planladığı Ulusal İstihdam Stratejisi ile hayata geçiriyor. AKP hükümeti TOBB, TUSKON, TÜSİAD, MÜSİAD ve TİSK gibi 29 burjuva kuruluşla bir araya gelerek işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik geniş bir saldırıyı içeren bir plan hazırlamış durumda. AKP, adına “Ulusal İstihdam Stratejisi” denilen bu saldırı paketini hükümet programına alarak adım adım uygulamaya geçmiştir. Kıdem tazminatının gaspı, saldırı planının bel kemiğini oluşturmaktadır. Hazırlanan saldırı planında yer alan bazı maddeler torba yasayla hayata geçirilirken, diğer maddeler de genel sağlık sigortası adı altında yasalaşmıştır. Hükümet saldırılarına devam etmiş, hava işkolunda grev yasağı getirmiştir. Yeni bir saldırı daha yoldadır, hükümet borsada grev yasağı getirmek niyetindedir ve grev yasağını diğer işkollarında da uygulamak istemektedir. AKP Ulusal İstihdam Stratejisinde öngördüğü saldırı maddelerini bir taktikle sıraya koymakta ve adım adım uygulamaktadır. İşte bu saldırı maddelerinin en önemlisi kıdem tazminatının gasp edilmesidir. Ancak hükümet bunun kolayına olmayacağını bildiği için kıdem saldırısını şirin gösterecek birtakım açıklamalar yapmakta, gündeme getirip tartıştırmaktadır. Saldırı ilk gündeme geldiğinde hükümet bir fon kurulacağını, artık işçilerin kendisi işten çıksa dahi tazminatını alacağını, tazminatının devlet güvencesinde olduğunu söylemiş, medya desteği ile bu ya-
lanını cazip hale getirmişti. TV’lerin mikrofon uzattığı ve saldırının içeriğinden habersiz işçiler, “iyi olur, tazminatımız devlet güvencesinde” diyerek aldanıyordu. Devlet güvencesi gibi söylemlerle kıdem tazminatı gaspını şirin göstermeye çalışan AKP, bu yöndeki yalanlarına yenilerini eklemiştir. Hükümetin kıdem tazminatına yönelik hazırladığı saldırı taslağına koyduğu yeni aldatmacalar basın tarafından ballandırılarak verildi. “Ev alana kıdem tazminatı müjdesi” gibi başlıklarla, kıdem tazminatının fona devredilerek iç edileceği gerçeğini gizlemeye çalışan haberler birbiri peşi sıra sökün etti. Bütün bunların amacı bellidir: Kamuoyunda, işçiler nazarında iyi bir şey yapılıyor, yapılan düzenleme iyiliğimize intibaını yaratmak! Böylece işçiler aldatılarak saldırı daha kolay yoldan yasalaşacak ve işçilerin en büyük güvenceleri ellerinden alınacak. Durumun ciddiyeti ortadadır. Bu nedenle, işçilere hazırlanan bu sinsi saldırının içeriğinin anlatılması, hangi tuzaklarla dolu olduğunun gösterilmesi ve teşhir edilmesi son derece önemlidir.
Kıdem tazminatı saldırı tasarısı ne içeriyor? Sermaye hükümeti AKP saldırı tasarısını ilk gündeme getirdiğinde “işçiler mevcut durumda kıdem tazminatlarını alamıyor” diyerek bir fon kurulacağını, patronların işçilerin brüt maaşı üzerinden bu fona para yatıracağını, böylece işten atılan veya kendi isteğiyle çıkan işçinin gidip fondan parasını çekebileceğini söylemişti. Ancak tasarı irdelendiğinde sermaye hükümetinin cazip söyleminin altında tuzakla dolu maddelerin olduğu görülmekteydi. Tasarıya göre işçiler kendileri dahi işten çıksa ancak 10 yıl sonunda fondan parasını alabilecekti. Peki, işçiye kıdem tazminatı ödemekten kurtulan patronun işçiyi
39
marksist tutum
istediği gibi işten attığı bir durumda hangi işçi kaç sene çalışacak ve fonda ne kadar parası birikecekti? Üstelik tasarıya göre, kıdem tazminatı, giydirilmiş yani sosyal haklar eklenerek oluşan brüt ücret yerine sadece çıplak brüt ücret üzerinden hesaplanıyordu. Örneğin maaşı 1500 TL olan ve sosyal hakları da eklendiğinde brüt maaşı 2000 TL’ye yükselen bir işçi, 5 yıl çalışması karşılığında her yılına bir aylık brüt ücretten 10 bin TL kıdem tazminatı alabiliyor. Fona devredildiğinde patron çıplak brüt maaş üzerinden, yani 1500 TL üzerinden, fona her ay yüzde 2,5 oranında para yatıracak. İşsizlik Fonundan da bu fona yüzde 1,5’luk bir pay aktarılacak. Bu durumda işçinin bir yıllık çalışmasının karşılığında fonda birikecek para miktarı 720 TL olacak. Nerede bir yıllık hakkına karşı aldığı 2000 TL, nerede fonda biriken 720 TL? Ayrıca fonda genelde para birikse bile işçinin bu parayı alması için on yıl beklemesi gerekecek. Sermaye hükümeti kıdem tazminatlarıyla birlikte bölgesel asgari ücret, esnek çalışma, kölelik büroları gibi, kıdem tazminatının altını oyan saldırıları da uygulamaya koymayı hedeflemektedir. Kuralsız çalışma koşullarında ne zaman, hangi gün çalıştığı belli olmayan, düzenli sigorta primi ödenmeyen bir işçinin fon hesabında para birikebilir mi? Ayrıca hükümet çıkardığı teşvik yasalarıyla 18-29 yaş arasındaki işçilerin sigorta primlerinin 5 yıllık süre içinde kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonundan ödenmesini sağlıyor. Bu durumda gözünü kâr hırsı bürümüş patronlar ucuz işgücü olarak genç işçileri işe alırken, 30 yaş üzeri işçileri işe almamakta ve işten atmaktadır. Bu yaş grubu işçiler hangi zamanda iş bulacak ve fonda paraları birikecek. Kısacası fonda birikecek para tam bir muamma. Saldırı tasarısı bu haliyle kamuoyunun gündemine girdi ve bir süreliğine tartışıldı. Şimdilerde sermaye hükümeti yeni bir hamleyle birkaç ekleme yaparak saldırı paketini şirin göstermeye çalışıyor. Ancak yeni diye getirilen şeyler tam bir kandırmacadan ibaret. Tasarının yeni haline göre, ev almak isteyen işçi 10 yılı beklemeden paranın yarısını, 15 yıl çalışan ve 3600 günü dolduranlar da tamamını alabilecek. Yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren fon uygulamasının başlayacağını düşündüğümüzde, hangi işçinin hesabında ev alacak kadar paranın birikeceği ortadadır. Senelerdir sigortasız çalıştırılan işçilerin 3600 günü dolduramayacağı da açıktır. Ancak hükümetin neden ev meselesinden yola çıktığı belli oluyor. Çünkü bugün işçilerin en büyük sorunlarından biri başını sokabileceği bir evdir. Sermaye hükümeti bunu bildiğinden saldırıyı şirin göstermek için, ev alan fondan parasının yarısını çekebilecek gibi aldatıcı maddeler koymaktadır. Üstelik paranın tamamını da değil yarısını çekebilecek. Haliyle ev sorunu yaşayan bir işçi tuzaklardan habersiz ev alma umuduyla hükümetin yalanına kanabilmektedir. Ayrıca yeni düzenlemeye göre askere gidenler ve evlenip işten ayrılan kadınlar fondan yararlanamayacak. Fonda zaman aşımı olacak, emekliliği takip
40
Ağustos 2012 • sayı: 89
eden on yıl içinde fonda biriken parasını almayan işçiler haklarını kaybetmiş olacaklar. Böylece fonda biriken paralar yine patronlara peşkeş çekilecek.
Saldırının sonuçları nelerdir? Kıdem tazminatlarına yönelik saldırının içeriğini teşhir etmek yetmiyor, asıl mesele işçilere sonuçları anlatmak ve mücadeleyi örgütlemektir. Kıdem tazminatı fona devredildiğinde patronların işçileri işten atmak için önlerinde hiçbir engel kalmayacaktır. Böylece patron istediği işçiyi alıp istediğini atacak, herhangi bir tazminat ödemediği için de en ağır iş koşullarını dayatabilecektir. Bunun ne anlama geldiği bellidir: uzun ve yorucu iş saatleri, olabildiğince düşük ücret ve sosyal güvencenin olmaması. Bu durum sendikal örgütlenmenin önünde daha da büyük bir engel yaratacaktır. Mevcut durumda bile sendikalılaşmak bu kadar zor iken, sürekli işçilerin işe alınıp çıkarıldığı bir durumda sendikal örgütlenmenin önü fiili olarak kesilmiş olacak. Hükümet kıdem tazminatını tamamen yok etme niyetinde olsa da şimdilik bir ara formülle fona devrilmesini öngörmüştür. Ancak bu hali bile patronları büyük bir yükten kurtarmaya yetiyor. Kıdem tazminatı fona devredildiğinde patronların işçileri işten atmak için önlerinde hiçbir engel kalmayacaktır. Böylece patron istediği işçiyi alıp istediğini atacak, herhangi bir tazminat ödemediği için de en ağır iş koşullarını dayatabilecektir. Bunun ne anlama geldiği bellidir: uzun ve yorucu iş saatleri, olabildiğince düşük ücret ve sosyal güvencenin olmaması. Bu durum sendikal örgütlenmenin önünde daha da büyük bir engel yaratacaktır. Diğer yandan kıdem saldırısının destekleyicisi ve dizginsiz sömürünün önünü açacak yan saldırı maddeleri olan bölgesel asgari ücret uygulaması, esnek çalışma türleri ve kölelik büroları da sırayla uygulamaya geçirilmek istenmektedir. İşverenin fona ödediği primlerin bir kısmı işsizlik fonundan karşılanacak, böylece her işçi kendi kıdem tazminatının bir kısmını kendisi ödemiş olacak. Sermaye hem fonun bir kısmını işçinin cebinden karşılayacak hem de fonu dilediği gibi kullanacak. Güya işçiye kıdem tazminatından biriken parayı, adına açılan bireysel hesapla takip etme imkânı getirilmiş. Sürekli işe girip çıkan, işsiz kalan ve bundan ötürü fonda parası birikmeyen, birikse bile üç beş kuruşu aşmayan işçi hesabını takip etse ne olur? Oysa milyonlarca işçinin hesabında toplanan cüzi paralar toplamda tıpkı işsizlik fonunda olduğu gibi büyük meblağlar oluşturacaktır. İşçinin ulaşamadığı bu büyük paralar devlet eliyle patronlara aktarılacaktır. Fon taslağının 4. maddesinde fon yönetimi şu şekilde düzenleniyor: “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının önerisi üzerine müşterek kararname ile atanacak bir tem-
sayı: 89 • Ağustos 2012
marksist tutum
silci ile en fazla işvereni temsil eden işveren konfederasyonu tarafından seçilen iki ve en fazla işçiyi temsil eden işçi konfederasyonunca seçilen bir üyeden oluşur.” Fon yönetiminde işverenin iki, işçilerin bir temsilcisinin bulunmasının ne anlama geldiği bellidir. Devletin temsilcisi de sermayenin temsilcisi olduğuna göre fon yönetimi ve tasarrufu tamamen sermayenin kontrolündedir. Kıdem tazminatı fonunun akıbeti işçiler için oluşturulmuş diğer fonların akıbetiyle aynı olacaktır. Milyonlarca işsizin olduğu bir durumda işsizlik fonunda biriken 78,5 milyar liranın 4,8 milyar lirası işçilere işsizlik ödeneği olarak verilirken, 13,5 milyar lirası devlet eliyle burjuvaziye aktarılmıştır. Meseleyi özetleyecek olursak, amaçlanan sonuç bellidir: Kıdem tazminatı yükünden kurtulan sermaye sınıfı örgütlenmenin önüne büyük engeller getirerek ve en ağır iş koşullarını işçilere dayatarak dizginsiz bir sömürünün önünü açacak ve oluşturulan fonları da yağmalayacaktır. Sermaye ve emrindeki AKP hükümetinin işçi sınıfa yönelik bu ciddi saldırılarına karşı mücadeleyi örgütlemek, işçi sınıfını bu saldırılar karşısında seferber etmek gerekiyor.
Sendikalar ne yapıyor, ne yapmalı? Burjuvazi “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altında işçi sınıfının kazanılmış haklarını budarken, saldırılara karşı mücadeleyi örgütlemesi gereken sendikalar ne yapıyor? İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarının mücadelesi için kurulan sendikalar, sendika bürokratlarının elinde can çekişiyor. “Ulusal istihdam stratejisi”nde açıklanan saldırı maddeleri yasalaşırken, sendikalar bu saldırıya karşı herhangi bir ciddi mücadele örgütlememiş, basın açıklamalarıyla durumu idare etmeye çalışmışlardır. Sendika bürokratları kıdem tazminatına dokunulmasını genel grev sebebi sayacaklarını ve buna izin vermeyeceklerini söylüyorlar. Hükümet hava işkolunda grev yasağı ilan ediyor, çıt yok, GSS ile milyonlarca emekçinin sağlık hakkını gasp ediyor, çıt yok. Sendikaların hükümetin bu hamlelerini boşa çıkartmak için hiçbir taban çalışmaları yok. Sendikalı olup da yeni düzenlemeyi iyi bulan da var, haksız bulan da, hiç haberi olmayan da. Sendikalı işçi sayısını bir yana bıraktığımızda, geride milyonlarca örgütsüz işçi var ve büyük bir bölümünün ya saldırıdan haberi yok ya da kıdem tazminatının ne olduğunu bilmiyor. Mevcut durum bu iken, sendikalardan, sanki bütün işçiler örgütlü ve yapılan saldırıdan haberleri varmış gibi, hükümet saldırıyı meclis gündemine aldığı an grev yapılacak ve saldırı püskürtülecek şeklinde açıklamalar geliyor. Türk-İş yönetimi yaptığı açıklamada şöyle diyor: “İşçilerin ve Türk-İş’in bu konudaki tavrı açık ve nettir. Konunun sürekli gündemde tutulması nedeniyle kıdem tazminatına yönelik herhangi bir saldırı karşısında diğer eylemlerimizin yanı sıra üretimden gelen gücümüzü kullanacağımız yönünde bir karar aldık ve bu kararı yerine getireceğiz.” Sendika bürokratları üretimden gelen
gücümüzü kullanacağız diyorlar, iyi de bunun için ortada bir hazırlık var mı? İşçiler saldırı konusunda uyarıldı mı, işçilere bunun teşhiri yapıldı mı? İşçileri eyleme geçirecek faaliyetler örgütlendi mi? Bütün bunların cevabı hayır olmasına rağmen, sendika bürokrasisi göstermelik bir grevle saldırıyı durdurabileceğini iddia etmektedir. Saldırıdan haberi olamayan veya hükümetin yalanına kanmış hangi işçi genel greve katılacak? Sendikaların üzerine düşen onca iş ortada duruyor. Sendikalar kapsamlı kampanyalarla, seminerlerle, büyük mitinglerle, saldırıyı işçi sınıfının gündemine sokup işçileri gelen tehlikeye karşı uyarabilirler. Fabrikalarda, işyerlerinde, mahallelerde saldırıyı teşhir edecek faaliyetler düzenlenebilir. Uyarı grevleri, iş yavaşlatma gibi birçok eylem sendikaların örgütlemesi gereken işlerdir. Ancak o zaman işçi sınıfının içinde bir duyarlılık yaratılmış olur. Neyle karşı karşıya olduğunu, neyi kaybettiğini bilen işçi mücadelesine de sımsıkı sarılır. Genelde sendikalar bu konuda bugüne kadar laf üretme düzeyini geçemediler. Fakat tekil örnekler de olsa, saydığımız işleri mütevazı bir şekilde yapmaya çalışan UİD-DER (Uluslararası İşçi Dayanışması Derneği) gibi işçi örgütleri de var. UİD-DER’in yürüttüğü mütevazı fakat azimli çalışmalarla mahallelerde, işyerlerinde, fabrikalarda binlerce işçiyle yüz yüze görüşülerek saldırı teşhir ediliyor, işçiler bir araya getirilebiliyor. Sendika bürokratlarının sınıfı mücadeleden uzak tutan tutumları karşısında, saldırının püskürtülmesi ve sendikal bürokrasinin defedilmesi için mücadeleyi örgütlemek sınıf devrimcilerine düşüyor. n
41
Ö Olimpiyat Hazırlığı mı, Savaş Hazırlığı mı? Suphi Koray
42
nde gelen uluslararası spor organizasyonlarından olimpiyat oyunları 27 Temmuzda görkemli bir törenle başladı. Londra’nın ev sahipliği yaptığı oyunlar 12 Ağustosa kadar sürecek. İngiliz hükümeti olimpiyatlar için gerekli spor komplekslerinin yapılması ve diğer altyapı ihtiyaçlarının karşılanması için hazırlıklara uzun zaman önce başlamıştı. Bir ülkede olimpiyatların düzenlenebilmesi için çok ciddi bir altyapı hazırlığının yapılması gerekiyor. Bu da büyük bir bütçenin olimpiyatlara ayrılması anlamına geliyor. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez düşüncesiyle, bütün devletler olimpiyat oyunlarının kendi topraklarında yapılması için kıyasıya bir rekabete tutuşuyorlar. Bu oyunlar tüm dünyada yüz milyonlarca insan tarafından izlendiği için milyarlarca dolarlık kâr kaynağı olduğu gibi, önemli bir politik araçtır aynı zamanda. Bu sebeple Türkiye de uzun zamandan beri olimpiyatların İstanbul’da düzenlenmesi için yoğun bir faaliyet yürütüyor. Bugüne kadar yapılan harcamalar hariç Türkiye’nin 2020 olimpiyatları için öngördüğü bütçe 30 milyar dolar tutarında. 2004 Atina Olimpiyatlarında 15 milyar dolar harcanırken, 2008 Pekin Olimpiyatları harcanan 40 milyar dolarla tarihin en maliyetli olimpiyat oyunları olarak tarihe geçti. Londra’da ise olimpiyatlar için yaklaşık 15 milyar dolar harcandı. Başbakan Cameron’a göre olimpiyatlar önümüzdeki dört yıl içinde İngiliz ekonomisine 20 milyar dolardan fazla katkı yapacak. Olimpiyat bütçesinin önemli bir kısmını altyapı harcamaları oluştururken, bir o kadarını da “güvenlik” harca-
sayı: 89 • Ağustos 2012
maları oluşturuyor. Londra olimpiyatları alınan “güvenlik” önlemleriyle oldukça dikkat çekiyor. Hükümet, güvenlik düzeyini en üst seviyeye çıkardı. Her gün neredeyse 10 bin polis görev yapacak. 18 bini aşkın asker olimpiyat oyunları sırasında kentte olacak. Bu sayının artması bekleniyor. Londra modern çağın bir başkentinden öte, düşman tehdidiyle karşı karşıya kalmış bir kaleyi andırıyor. Öyle ki olimpiyatlarda görev alacak güvenlik güçlerinin sayısı, İngiltere’nin Afganistan’da konuşlandırdığı asker sayısının neredeyse iki katı. Alınan güvenlik önlemleri bunlarla da sınırlı değil. Kentin çeşitli yerlerinde bulundurulan asker ve polislerin yanı sıra yüzlerce uzman subay da herhangi bir olayda doğrudan müdahalede bulunabilmek için hazır bulunacak. Ayrıca polis daha ağır silahlarla donatıldı ve yoğunlaştırılmış bir eğitimden geçirildi. Böylece, bu polisler askeri desteğe gerek kalmadan kent meydanlarında askeri taktikleri uygulayabilecekler.
Olimpiyatlar sadece spor mu? Olimpiyat tüzüğüne göre, olimpiyatlarda gösteri veya politik propaganda yapmak yasak. Tüzükle yasaklanan elbette muhalif kesimlerin yapacağı eylemler. Hakeza olimpiyat tarihine baktığımızda bugüne kadar düzenlenen bütün olimpiyatlar tüzükteki yasağın tersine, egemenler tarafından birer politik araç olarak kullanıldılar. Naziler, 1936 Berlin Olimpiyatlarını “arî ırk” teorisinin propagandası için kullandılar. Ama bir siyahın dört madalya kazanması “arî ırk” düşüncesinin saçmalığını kanıtladı. 1948’de 2. Dünya Savaşı nedeniyle Almanya ve Japonya’nın olimpiyatlara alınmaması, 1956’da Olimpiyat Komitesi’nin Tayvan’ı tanıması üzerine Çin’in olimpiyatlardan çekilmesi, 1980’de Moskova Olimpiyatlarını başını ABD’nin çektiği 60’tan fazla ülkenin boykot etmesi ve buna mukabil SSCB ile birlikte 14 ülkenin 1984 Los Angeles oyunlarını boykot etmesi olimpiyatların sadece spor olmadığını gösteren birkaç örnek. Bütün olimpiyatlar, içinden geçilen konjonktürün ruhunu, havasını ve politikasını yansıttılar. 2012 Londra Olimpiyatları da içinden geçtiğimiz konjonktürü yansıtıyor. Ev sahibi ülke İngiltere’nin olimpiyat hazırlıkları kapsamındaki “güvenlik” politikası olimpiyatlara damgasını bastı. İngiltere hükümeti alınan “güvenlik” önlemlerinin “terörist” saldırılara karşı olduğunu söylese de bu hiç inandırıcı değil. Alınan önlemleri, “bütün planı yaptık, geçmişte teröristlerin hangi yöntemleri
marksist tutum
kullanarak saldırılar gerçekleştirdiklerine baktık ve bunlardan hiçbirinin güvenlik önlemlerimizi aşmaması konusunda emin olmaya çalıştık” diye açıklıyor İngiltere olimpiyat güvenliği danışmanı. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’de yapılan kış olimpiyatlarında bile bu kadar sıkı güvenlik önlemi alınmamışken, ortada hiçbir somut saldırı kanıtı yokken bu tehdit yalanına kim inanır? Alınan “güvenlik” önlemleri El-Kaide gibi örgütlerin tehdit potansiyeli ile karşılaştırıldığında oldukça orantısız bir tablo ortaya çıkıyor. Kullanılan silahlar da buna işaret ediyor. Typhoon jetlerinin Londra semalarında devriye gezmesinin, bazı mahallelerde çatılara uçaksavar füzelerin koyulmasının ya da İngiliz donanmasının en büyük savaş gemisinin ağır silah ve helikopterlerle Thames nehrinde hazır kıta bekletilmesinin sebebi “terörist tehdit” olmasa gerek. Bu kadar geniş çaplı önlem ve hazırlıklar 1956 Süveyş krizinden beri alınmamış. Peki, o zaman İngiliz hükümetinin bu kadar “güvenlik” önlemi almasının sebebi nedir? Bu önlemler “terörist” gruplara karşı değilse kime karşı? Ya da kim bu “teröristler”? Bu soruların cevabını emperyalist savaş konjonktürü ve dünyanın farklı ülkelerinde patlak veren ayaklanmalar veriyor bize. Bu konjonktürde emperyalist kampın başını çeken ülkelerden biri olan İngiltere’de egemen sınıf, olimpiyatlar vesilesiyle alınmış gibi gösterilen “güvenlik” önlemlerini, bir yandan halkı terörize etmek, tehdit algısını yükseltmek, militarize ederek yeni savaşların psikolojik ortamını hazırlamak, öte yandan ise gövde gösterisinde bulunmak için bir fırsat olarak görmektedir. Bu abartılı önlemlerin bir bölümü olimpiyatlardan sonra elbette kaldırılacaktır, ancak bir kısmının da kalıcı hale geleceği açıktır. Yetkileri ve silah gücü arttırılan polis, asker sayısı arttırılan “Kamu Düzeni Taburu” vb. bunlardan birkaçıdır. Bunun da nedenini anlamak zor değildir. İngiltere de tıpkı diğer kapitalist ülkeler gibi, ne kapitalist krizden ne de kitle ayaklanmalarından azade! Hatırlayalım, geçen sene Ağustos ayında Tottenham’da polisin bir siyahı Typhoon jetlerinin Londra semalarında devriye gezmesinin ya da bazı mahallelerde çatılara uçaksavar füzelerin koyulmasının yanı sıra, İngiliz donanmasının en büyük savaş gemisi de ağır silah ve helikopterlerle Thames nehrinde hazır kıta bekletilmektedir
43
marksist tutum
Ağustos 2012 • sayı: 89
Mevcut savaş ve kriz konjonktüründe, emperyalist kampın başını çeken ülkelerden biri olan İngiltere’de egemen sınıf, olimpiyatlar vesilesiyle alınmış gibi gösterilen “güvenlik” önlemlerini, bir yandan halkı terörize etmek, tehdit algısını yükseltmek, militarize ederek yeni savaşların psikolojik ortamını hazırlamak, öte yandan ise gövde gösterisinde bulunmak için bir fırsat olarak görmektedir. öldürmesinden sonra büyük bir ayaklanma başlamıştı. Bu tepki artan yoksulluk ve işsizliğin sonucuydu. Hükümetin bu isyana yanıtı da zalimce olmuştu. Londra’ya takviye polis ekipleri gönderilmiş, göstericilere sert bir biçimde müdahale edilmiş, kentte günlerce polis terörü estirilmişti. 5 kişi öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, binlerce kişiyse tutuklanmıştı. Burjuvazinin saldırısı sadece polis terörüyle sınırlı kalmamıştı. Olayların “üç beş kendini bilmez gangster” tarafından çıkarıldığı iddia edilerek zihinler felç edilmeye çalışılıyordu. Medya ve siyasetçiler bin bir türlü yalanla, isyanın sebebinin kapitalist sistemin sebep olduğu yoksulluk ve işsizlik olduğunu gizlemeye çalışıyorlardı. Nihayetinde hükümet ayaklanmayı bastırdı. Burjuvazi bu isyandan dersler çıkardı. Kapitalist çıkmazın yarattığı umutsuzluk ve öfkenin, her an yeni bir ayaklanmaya sebep olabileceğini devrimci Marksistler kadar burjuvazi de biliyor. Bunun için gerekli hazırlıkları yapıyorlar. 2012’nin başlarında Daily Telegraph gazetesinin haberine göre, İngiliz ordusu halk isyanlarında polise destek olması amacıyla özel birlikler oluşturdu. Bu birliklerde yer alan askerlere, eylem yapan kitlelere nasıl müdahale edecekleri, kendilerini nasıl koruyacakları konusunda eğitim verilmiş. Ayrıca “Kamu Düzeni Taburu” olarak bilinen askeri birimin asker sayısı arttırılmış ve askerler isyanlara müdahale konusunda Tottenham dersleri ışığında yeniden eğitilmiş. Son bir yıl içerisinde İngiliz işçi sınıfının eylemliliklerinde artış, büyük grev ve gösterilerin düzenlenmesi burjuvazinin endişe etmekte haksız olmadığını gösteriyor. Kasım 2011’de gerçekleştirilen son 30 yılın en büyük grevinde 2 milyon işçi iş bıraktı. 10 Mayıs 2012’de emeklilik yaşının arttırılmasına karşı yüz binlerce kamu çalışanı yeniden bir günlük grev yaptı. Yine aynı sebeple bu sefer doktorlar 40 yıl aradan sonra Haziranda ülke çapında iş yavaşlatma eylemi yaptılar. Olimpiyat hazırlıkları sırasında da işçiler mücadeleye
44
devam ettiler. 22 Haziranda Londra’da otobüs sürücüleri fazla çalışma ücreti talebiyle greve gittiler. Olimpiyat oyunlarını izlemek için yüz binlerce kişi Londra’ya gelmiş olacak. Konulacak ek seferler sebebiyle sürücüler, daha uzun çalışmış olacakları gibi 800 bin civarında fazla yolcuyu taşıyacakları için iş yükleri de artmış olacak. Son rakamlara göre otobüs şirketleri 2 milyar sterlin kâr etmiş olmalarına rağmen, sürücülerin taleplerini başlangıçta kabul etmedi. Hatta çıkarttıkları mahkeme kararıyla işçilerin haklı mücadelesini engellemeye çalıştılar. Ancak işçilerin taleplerinde ısrarı sonucu, şirketler 577 sterlin ek ödeme yapmayı kabul etti. Gümrük çalışanları da kadro kesintileri sebebiyle 26 Temmuzda bir günlük genel grev yapmayı planlıyorlardı. Başbakan Cameron, grevi kınadığını açıkladıysa da sendikayla görüşme yapmayı kabul etti. Grevin adı bile burjuvaziyi korkutmaya yetiyor. Gümrük çalışanlarının greve gitmesi, Avrupa’nın en işlek havaalanlarından biri olan Heathrow’da yolcu girişinin kilitlenmesine yol açacaktı. Üstelik grev olimpiyat oyunlarının arifesinde yapılacağı için havaalanında normalin çok üzerinde bir yoğunluk olacaktı. Olimpiyatlara hazır olduğunu iddia eden İngiliz hükümeti açısından havaalanının tıkanması, tam bir fiyasko olacaktı. İçişleri Bakanlığı bunu engellemek için grev kararının usul yönünden geçersiz olduğu gerekçesiyle mahkemeye başvurdu. Ancak sendikanın hükümetle uzlaşması üzerine grev iptal edildi. Olimpiyatlar vesilesiyle bir kez daha görülüyor ki, bu oyunlar burjuvazi için büyük bir kâr kapısı olmanın da ötesinde, ekonomik, siyasi ve ideolojik hedeflerini hayata geçirmek için uygun bir ortam yaratma aracıdır aynı zamanda. “Spor barış, dostluk ve kardeşliktir” lafı kapitalist dünyada “spor savaş, rekabet ve kalleşliktir”den başka bir manaya gelmez. “Barış, dostluk ve kardeşliğin” dünyaya gelebilmesi için, kapitalist sistemin bu dünyadan def edilmesi gerekiyor. n
Ok rlarımızdan Diyarbakır’da Devlet Terörü
1
4 Temmuzda BDP ve DTK öncülüğünde Diyarbakır’da bir miting yapılmak istendi. Yaklaşık bir yıldır devletin ağır tecrit ve baskı politikasına maruz kalan Abdullah Öcalan’a özgürlük talebiyle Kürt halkı Amed meydanlarına çıkmak istedi. Ancak devlet, valisi aracılığıyla bu mitinge izin vermedi ve yasakladı. Diyarbakır’da adeta olağanüstü hal ilan edildi. Kente şehir dışından kimsenin girişine izin verilmedi. Kürt halkına karşı devlet terörü uygulandı. Sabahın erken saatlerinde devlet, on binlerle alana akmak için hazırlanan Kürtleri engellemek üzere binlerce polisle sokak başlarını tutmaya başladı. İstasyon meydanına giren bütün sokaklar abluka altına alınmaya başlandı. Fakat bu duruma boyun eğmeyeceklerini dile getiren BDP milletvekilleri, kitleyle birlikte istasyon meydanına doğru yürümeye başladı. İlk çatışma da burada gerçekleşti. Milletvekillerinin önü panzerlerle kesilmek istendi ve alana girmelerine izin verilmedi. Bunu kabul etmediklerini ifade eden vekiller, polis barikatını aşmaya, alana girmeye çalıştılar. Ancak söz konusu olan Kürt milletvekilleri olunca polis zorbalığı eksik olmadı. Vekillere polis tazyikli su ve biber gazı sıkarak ve cop kullanarak saldırdı. Beş koldan alana girmeye çalışan kitleye polis amansızca saldırarak şiddet uyguladı. Biber gazı ve tazyikli sudan etkilenen kitle, Abdulcelil Camisinin içine girmek zorunda kaldı. Konu Kürt halkı olunca polis cami, kutsallık falan dinlemiyor. Camiye sığınan kitlenin üzerine de su sıkıldı ve insanlar coplanmaktan kurtulamadılar.
Polisin “orantılı şiddeti” sonucunda başta vekiller olmak üzere yüzlerce insan yaralandı, yüze yakını gözaltına alındı. Ancak tüm zorbalığa ve polis zulmüne rağmen direniş Diyarbakır sokaklarında sabaha kadar sürdü. Kürt hareketinin bu mitingle yaratacağı ulusal ve uluslararası yankıdan son derece endişelenen devlet, bir kez daha yasakçı yüzünü gösterdi ve zorbalıkla kitleleri evlere tıkmaya çalıştı. Ancak yaşanalar bunun başarılamadığını ortaya koyuyor. Kürt halkının haklı talepleri karşılanmalı ve Kürt sorunu demokratik yöntemlerle çözülmelidir. Türkiye işçi sınıfı Kürt halkının taleplerine kulaklarını tıkayamaz. Unutmayalım ki, sorununun çözümsüzlüğü Türk ve Kürt işçilerin birliğine de darbeler indirmektedir. Kürtlere Özgürlük, Kurdara Azadi! Başka Bir Ulusu Ezen Ulus Özgür Olamaz! Gebze’den bir metal işçisi
İ
Devletin Yasakçı Zihniyeti
nsan sosyal bir varlıktır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden biri düşünen ve konuşarak iletişim kuran bir varlık olmasıdır. Bir insan kendini en rahat kendi diliyle anlatabilir. Ancak kapitalist devlet bu topraklarda başka bir şeyi dayatıyor: Tek dil, tek devlet, tek millet! Yeri geldiğinde farklı milletlerin, farklı dillerin, farklı inançların olması nedeniyle kültür mozaiğiyiz diyen egemenler, gerçekte bu farklılıkların dile getirilmesini çoğu zaman yasaklamış ve bu yasakçı zihniyet nedeniyle binlerce insan cezaevlerinde işkencelerden geçirilmiştir. Ermeniler ve gayrimüslimlere yönelik katliam ve pogromlar, Alevilerin katledilmesi ve elbette Kürtlerin yok sayılıp imha edilmeye çalışılması bu zihniyetin bir ürünüdür. Kültür mozaiğinin bir parçası olan Kürtler, siyasal ve kültürel olarak egemen devletçi zihniyete göre şekillendirilmek istenmekte. Daha düne kadar Kürt halkı yok sayılıyor ve dağda gezerken “kart kurt” sesleri çıkaran Türkler olarak ifade ediliyordu. Gelinen aşamada artık Kürt halkının varlığı kabul edilirken kendi kültürünü yaşamasının önüne engeller çıkartılıyor. KCK operasyonu adı altında binlerde Kürt gözaltına alındı. Mahkemeye çıkarılanlar kendi dilleri olan Kürtçe ile savunma yapmak istediler, fakat Kürtçe “bilinmeyen dil” olarak görülüp engellendi. Oysa bu topraklarda bu “bilinmeyen dil” milyonlarca insan tarafından konuşuluyor! Madem bilinmeyen bir dil, neden devlet kendi eliyle TRT ŞEŞ diye bir televizyon kurup Kürtçe yayın yapıyor? Böyle bir dili kabul etmiyorsun, neden eğitim sistemine seçmeli olarak Kürtçe dersi koyuyorsun? Daha düne kadar sanatçılar ceza alma korkusu nedeniyle anadillerinde müzik yapmaktan kaçındılar, her şeyi göze alanlar gizlice eserler verdiler. Şiirinden müziğine, tiyatrosundan sinemasına yasaklanan bu dil, milyonlarca insan tarafından günlük yaşam içinde kullanılıyor. Yasaklarla bir toplumu ve onun kültürel değerlerini yok edemezsin. Farklılıklar toplumun kültürel zenginliğidir ve insanların kültürel değerlerini yasaklamak değil kendi kültürünü yaşamasının önündeki engelleri kaldırmak gerekir. Çözüm inkâr, imha ve asimilasyonda değil, yasakçı zihniyetin ortadan kaldırılması ve halkların özgürlüğünün sağlanmasındadır. İstanbul’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
45
Ok rlarımızdan A
Altını Yiyebilir misiniz?
ltın ne işe yarar? Acıktığınızda karnınızı doyurur mu? Yiyebilir misiniz? Üstünüze giyebilir misiniz? Isıtır mı? Dolaylı olarak altının bunların hepsini yapabildiğini söyleyenler vardır elbet! Ama bu ancak ona ulaşabilenler için geçerlidir. Sınıflı toplumların tarihi boyunca altın, zenginliğin ve bolluğun simgesi olmuştur; zenginlik ise egemenleri ve onların devletlerini güçlü kılmıştır. Kristof Kolomb’un Hindistan’a doğru yola çıkmasının arkasındaki en belirleyici etken altın elde etmek arzusuydu. Tüm kutsal bilinen değerler altınla süslenmişti. Altın hükümdarların simgesiydi. Hükümdarların tahtları, taçları, kadehleri değerli taşlarla süslenmiş som altındandı. Sınıflı toplumlarda, altını çıkaranla ona sahip olan hep farklı sınıflardan insanlar olmuş. Altından tahtlarda oturup, altından kadehlerde içki içen hükümdarlar altını çıkarmak için madenlere inmediler ama birileri bu altını çıkardı ve işledi. Bugün de altını topraktan çıkaran, işlenmesindeki bin bir türlü zahmete ve sağlıksızlığa katlanan insanlar var, ama onlar bu çıkan altının sağladığı zenginlik ve güçten zerre kadar faydalanamıyorlar. Aksine bu işin üzerlerinde ve çevrelerinde yarattığı etkiler yüzünden hayatları cehenneme dönüyor. Bugün dünyada üretilen altının büyük çoğunluğu siyanürleme tekniği denilen yöntemle çıkarılıyor. Altın bulunduğu saptanan arazide patlayıcılar patlatılarak toprak gevşetilir ve altın ve gümüş içeren cevher ayrılır. 1 ton cevher içinde yaklaşık 10 gr altın bulunmaktadır. Cevher ayrıldıktan sonra üzerine çeşitli aşamalardan geçirilerek kireç, su ve siyanür eklenir. Burada siyanürün işlevi altının siyanürle birlikte çözülerek sıvı hale getirilmesidir. Bu aşamada çok çeşitli reaksiyonlar meydana gelir. Bu işlemler sonucunda elde edilen karbon, altın ve gümüş çözeltisi asit, su ve siyanürle yıkanır. Böylece karbon çözeltiden arınır ve elde altın ve gümüş kalır. Bilimsel kelimeler bir araya getirilip altının yer altından çıkarılma öyküsü yazıldığında sanki hiç sorun yokmuş gibi gözükebilir ama toprağı yumuşatmak için yapılan uygulamalardan, çıkan cevherin yıkanmasına kadar geçen süreçte veya tüm bu sistemde beklenmeyen bir durum yaşandığında doğa ve insan bu olanlardan acaba nasıl etkilenir? Altın çıkarılırken yapılan sondaj veya dinamitleme işlemi toprağın yapısını bozuyor ve çevredeki hayvanların doğal ortamına zarar vererek oradan uzaklaşmalarına neden oluyor. Bu durum da altın aranılan bölgedeki doğal yaşam döngüsünü negatif etkiliyor. Ayrıca kullanılan siyanür bir tür zehirdir. Altını ayrıştırmak için kullanılan siyanürlü çözelti arıtma tesislerinde muhafaza edilmeye çalışılır ama siyanürün bu göletlerde hiçbir şeye karışmadan durması imkânsızdır. Altın madenlerinde kullanılan siyanürün nehir sularına karışmasıyla nehirdeki canlılar ölmekte, tarlalardaki sulama sularına karışmasıyla da meyve ve sebzelere siyanür karışmakta ve insan sağlığını tehdit etmektedir. Ayrıca altın ma-
46
deninin çıkarılması sırasında kullanılan siyanür havaya karışmaktadır. Siyanür insan sağlığında ciddi hasarlar oluşturmaktadır. Solunması ve vücuda herhangi bir şekilde alınması sonucunda zehirlenmeye yol açar. Beyin, akciğerler ve kalp üzerinde hızlı bir zehirleme etkisi vardır. Hem Türkiye’de hem de dünyada yaşanan çeşitli vakalar siyanürlü altın çıkarmanın nelere yol açabildiğinin acı örnekleridir. Kütahya’da Eti Gümüş A.Ş.’ye ait gümüş işletmesinde, 7 Mayıs 2011’de, siyanürlü çamur barajında bir kaza meydana gelmişti. Kaza sonrasında Sağlık Bakanlığının işçiler ve bölgede oturanlar üzerinde yapılan analizlerde siyanürle ilgili zehirlenme saptanmadığını belirtmesine karşın, TMMOB’un yaptığı ölçümler, sızan siyanürün kilometrelerce uzaktaki köylerin içme sularına karıştığını, içme suyundaki siyanür oranının kabul edilebilir değerin 40 kat üstüne çıktığını göstermişti. Bianet’in 22 ağustos 2011 tarihli haberine göre, doğal güzellikleri ve yeraltı zenginlikleriyle tanınan Kaz Dağlarında, 16 yerli ve yabancı firma 400 bin ton siyanür kullanarak 34 noktada altın aramak üzere ruhsat almış. Bölgedeki 2 milyon insanın temiz su kaynağı da
Brezilya’da bir altın madeni ve karınca gibi çalışan işçiler
Ok rlarımızdan olan Kaz Dağlarında bu firmaların yol açacağı tahribat, tarımla geçimini sağlayan 750 bin insanın yanında yüzlerce tür canlıyı ve 10 milyon zeytin, kiraz, şeftali ve elma ağacını da ciddi biçimde tehdit ediyor. Üstelik Evrensel gazetesinin 17 Mayıs 2012 tarihli haberinde, ruhsat verilen işletme sayısının bir yıldan kısa bir süre içinde 848’e çıktığı belirtiliyor. Ayrıca altın madenlerinde çalışan işçilerin çalışma ve yaşam koşulları da hiç iç açıcı değil. Dünyanın en büyük altın rezervlerine sahip Afrika kıtasında her yıl çoğunluğu çocuk olan binlerce işçi kurşun zehirlenmesi gibi nedenlerle ölüyor. ILO’nun raporlarına göre Afrika ve Güney Amerika’da altın madenlerinde çalışan çocukların yaşı 4’e kadar iniyor. Sadece Burkina Faso ve Nijer’deki madenlerde çalışan çocukların sayısı 500 bine yakın. Bunların yüzde 70’i 15 yaşın altında. Batı Afrika’daki madenlerde çalışan çocukların sayısıysa 250 bin civarında. Bir günde 8-14 saat arası çalışan çocukların aldığı ücret günde en fazla 2 dolar.
Bütün dünyada patronlar biz işçilerin emek gücünü sömürmekle kalmıyor, bin bir yolla hayatı bize zehir ediyor. Yaşam alanlarımızı talan ediyor, suyumuzu, havamızı, toprağımızı zehirliyor. Ve tüm bunları burjuvazinin güç ve zenginlik sembolü olan altın gibi “değerli” madenlere sahip olmak için yapıyor. Elektrik iletkenliği yüksek (bakırın yaklaşık %70’i oranında) olan ve kolayca kimyasal tepkimelere girmeyen altın elbette ki bilim ve teknolojide pek çok alanda kullanılıyor ve insanlığa faydalı şeyler üretmek için altına da ihtiyaç var. Ama dünyadaki her şey gibi altın ve diğer madenler de bu amaçla değil meta olarak üretiliyorlar. Tüm ürünlerin hem üretiminin hem de kullanımının gerçekten insanlık için olabilmesi için de her şeyin insanların ihtiyaçlarına göre örgütlendiği bir dünya yaratmak gerekir. Bu dünyayı yaratacak olan güç ise işçi sınıfının birleşen ellerinde mevcuttur. Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin! Ankara’dan Marksist Tutum okuru bir işçi
Sahar Vardi Olmak
İ
srail egemenleri Filistinliler üzerindeki baskılarını yıllardır sürdürüyor. Bugüne kadar Filistin halkına yönelik saldırılarda binlerce insan katledildi. Filistin halkı ve İsrailli işçiler bu durum yüzünden büyük acılar çekiyorlar. Ama aynı zamanda egemen sınıfın zulmü karşısında yürekli tutumlar sergiliyorlar. Bu duruma ilişkin çarpıcı bir örneğe Radikal gazetesi yazarı Yıldırım Türker’in 8 Temmuz tarihli “Vatan Haini ile Çocuk” başlıklı yazısında rastladık. Türker yazısında, İsrail’in 1967 savaşından zaferle çıkışının kutlanması amacıyla her yıl düzenlenen Kudüs Günü kutlamalarından bazı görüntülere yer vermişti. İsrail milliyetçilerinin sokaklarda boy gösterdiği bu günde, Filistinlilere “sokağa çıkmayın” uyarıları yapılacak kadar ortalık geriliyormuş. Buna rağmen İsrailli solcu aktivistler Filistin halkına yapılan zulmü protesto etmek ve onlara destek olmak için sokaklardaymış. Bazı Filistinliler de ellerinde Filistin bayraklarıyla aktivistlerin arasında yer almış. Bunlardan birisi de 10 yaşında Filistinli bir çocuk. İsrailli askerin bu Filistinli çocuğun elindeki bayrağı alıp tutuklamaya kalkışması üzerine ilk tepkiyi Sahar Vardi isimli İsrailli kadın aktivist vererek polise engel olmaya çalışıyor. Sonucun ne olduğu yazıda anlatılmamış ama anlatılan şu ki tüm bu görüntülerin sanal âlemde yayınlanmasıyla Sahar bir anda İsrailli milliyetçiler tarafından “vatan haini” ilan edilmiş. Ama belli ki Sahar kendi milliyetini, dinini umursamadan halkların özgür olması için “kendi devletinin” askerinin karşısına çıkmaya cesaret etmiş. Onlar için Sahar Vardi ne kadar hain ise bizler için o kadar çok sahiplenilecek yürekli ve onurlu bir insandır. Sahar Vardi gibi insanlar dünyanın dört bir yanındaki haksızlıklara karşı isyan duyguları besleyenler için cesaret vermektedir. Bu yazının bütününü okuduğumuzda aslında hiçbir
şey bize yabancı gelmedi. Sadece ülkelerin ve olayın kahramanlarının isimleri farklıydı. Burada da sırf Kürt olduğu için insanlar sokak ortasında alınıp götürülüyor, sırf Kürt olduğu için siyaset yapması tutuklamalarla engellenmek isteniyor. Uğur Kaymazlar, Ceylan Önkollar, Roboski’de yaşamını yitiren Serhatlar, Cihanlar, Şıvanlar bu topraklarda onyıllardır yaşanan kirli savaşın katlettiği gencecik bedenler. Bu tablo Sahar Vardi’nin yürekli ve onurlu insanlara yakışan tavrının yaygınlaşması ve bunun sınıf bilinciyle tamamlanması gerektiğini bizlere anlatıyor. Çünkü aynı zulüm ve baskılar burjuvazinin egemenlik sürdüğü her yerde, yani tüm dünya üzerinde sürüyor. Haksız yere süren bu savaşlara, baskılara, zulümlere karşı durmanın yolu hakların kardeşliğini gür bir sesle haykırmaktan ve egemenlere karşı örgütlü mücadeleden geçer. Ankara’dan bir grup işçi
47
Ok rlarımızdan T
“Jetimiz” Düşmüş!
ürk jetinin vurulmasını ilk önce bir işçi arkadaşımdan duydum. Arkadaş büyük bir kızgınlıkla bastı küfürü ve “jetimizi düşürmüşler” dedi. Ben de tam olayı anlamaya çalışarak “jetinizi mi düşürmüşler” diye sordum. “He ya jetimizi düşürmüşler” dedi ve ben aynı şaşkınlıkla devam ettim: “Jetiniz mi vardı, kim düşürmüş?” İlerleyen günlerde Tayyip esip gürlemeyi, “vay efendim nasıl jetimizi düşürürler, biz onlara sorarız” gibi ağır tehditler savurmayı sürdürdü. Daha doğrusu emekçileri savaşa ikna etmeye uğraştı. Bir kere bu jet krizinde sormak gerekir: Türk savaş uçağının Suriye topraklarında ne işi var? Suriye uçakları Türkiye üzerinde keşif uçuşları yapsa Tayyip acaba nasıl davranırdı? Aylardır Suriye’deki muhalifleri silahlandıran Türkiye’nin aynı zamanda bu gruplara kucak açtığı da biliniyor. ABD’de bir gazetede çıkan haber Tayyip Erdoğan’ı çileden çıkarmış. Haber, Tayyip Erdoğan’ın bölgede provokatörce davrandığını ve halkı birbirine karşı kışkırttığını yazmış. Türkiye içerisinde her ay yüzlerce işçi iş cinayetlerine kurban gidiyor, Kürt halkı üzerinde tam bir terör estiriliyor, sürekli kadın cinayetleri gündeme geliyor. Bunlar karşısında kılını kıpırdatmayan Tayyip Erdoğan bir anda Suriye’de yaşanan olaylar karşısında insansever kesiliverdi. Şüphesiz ki Tayyip Erdoğan ve AKP’nin derdi katledilen Suriye halkına sahip çıkmak değil. Suriye üzerinde emperyalist planları var. Suriye’nin üzerine ağır savaş makinelerini sürmek için o makineleri kullanacak askerlerin ailelerini ikna süreci tam gaz devam etmektedir. Türkiye’deki savaş lobisinin sözcüsü Erdoğan, kontrol altına alınacak bir bölgenin hesabını yapmaktadır. Aynı zamanda kendi bölgesinin efesi olmak gayretindedir. Hem Suriye’den hem de Türkiye’den birileri öldürülmüş bu egemenler için bir şey ifade etmiyor. Timsah gözyaşları bu egemenlerin ikiyüzlülüğünü gizlemeye yetmeyecektir. AKP ile hep karşı karşıya gelen CHP genel başkanı ise bu jet krizinde yağmış gürlemiş ve bunun kabul edilemeyeceğini ve gerekenin yapılması gerektiğini söylemiştir. CHP AKP’den farklı gibi görünmeye çalışsa da savaş konusunda AKP ile aynı telden çalmakta, işçi-emekçileri geri dönülmesi çok zor bir yola sokmak istemektedir. Diğer bir sorun ise Suriye tarafı. On yıllardır iktidarda olan Esad ailesinin temsilcisi olduğu kanlı rejim resmen Suriye içinde terör estirmektedir. Suriye’deki muhalif kesimi ABD, İngiltere, Türkiye vb. desteklerken Esad rejimini Rusya, Çin, İran gibi ülkeler kendi emperyalist çıkarları için desteklemektedir. Burada işçi sınıfının ve sınıf devrimcilerinin takınması gereken tutum tamamen farklı olmalı ve iki farklı emperyalist kutbun çıkarlarına hizmet etmemelidir. Bir emperyalist güce karşı başka bir emperyalist gücün yanında yer almak işçi sınıfının çıkarlarıyla hiçbir şekilde örtüşemez. Bölgede büyük bir kanlı hesaplaşmanın planları yapılırken kitleler de bu kapışmaya ikna edilmeye çalışılmaktadır. Biz işçiler, bir savaş patlak verdiğinde bunun faturasını kimin nasıl ödeyeceğini düşünmeliyiz. Bu savaşta
48
kim eline silah alıp savaşacak? Karşısındaki ateş ettiği kişi kim olacak? Orada kullanılan bombaların parası kimin cebinden çıkacak ve çıkan paralar kimin cebine girecek? Tüm dünyada biz işçilerin her yıl birçok hakkımız gasp edilirken bu güya insani liderler acaba neredeler? Tüm dünyada milyonlarca kişi açlıkla boğuşurken korkunç servetlerinden ne kadarını açlıkla mücadeleye ayırıyorlar? Yani dostlar emperyalist savaşın bir parçası olmayalım, çünkü bu savaş bizim çıkarımıza bir savaş değildir. Biz işçilerin, yeri geliyor cebinde bir simit parası bile yokken nasıl oluyor da koca bir jet bizim oluyor? Bizim diye yutturdukları şey düştüğünde mi bizim oldu? Emperyalistlerin birinin yanında taraf olmak yerine, esas olan şey işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine omuz vermek ve bu yalan kampanyasına karşı sınıf bilincini diri tutmaktır. Sınırsız, sınıfsız ve savaşsız bir dünya için yaşasın sınıf savaşı!
Kıraç’tan bir metal işçisi
Kadınlar Katlediliyor, Devlet Seyrediyor
Y
ine bir kadın yaşama gözlerini yumdu. Başka bir kadın ise kaynanası, kayınpederi ve eşi tarafından öldürülesiye dövüldü. Kadınlar eşlerinden ya da aile büyüklerinden gördükleri şiddetten dolayı devletten kendilerini korumalarını talep ediyorlar. Fakat bu bir çözüm olmuyor. Çünkü devlet şiddet gören kadına yönelik bir önlem almıyor. Birçok kadın tekrar evinin yolunu tutuyor. Çaresiz bir şekilde kocasının dayağını yiyor ya da hayata veda ediyor. Kadına yönelik şiddet dur durak bilmediği için devlet bu duruma güya çözüm getirdi. Artık kadına yönelik şiddeti engellemek için Diyanet İşleri de devreye girecekmiş. Camilerde erkeklere “kadınlarınıza iyi davranın, şiddet uygulamayın” diye anlatılacakmış. Erkekler de hemen Diyanet’i dinleyeceklerdir! Bir insan kendi karısını neden öldürsün, çocuklarına neden kıysın, kendine neden zarar versin? Devlet bunları düşünüp buna karşı bir adım atmıyor. Çünkü onlar biz işçileri asla düşünmezler. Tam tersi kârları uğruna işçi sınıfını karın tokluğuna çalıştırıyorlar. Açlık sınırında yaşayan bilinçsiz ve örgütsüz işçinin cinnet geçirmesi işten bile değil. Kapitalizm dediğimiz bu sistem insanları delirtiyor, vahşileştiriyor, kendisiyle birlikte işçi sınıfını da çürütüyor. İşçi sınıfının kadınlarını burjuva devlet koruyamaz. İşçi sınıfı olarak kadınıyla erkeğiyle örgütlenirsek kendimizi koruyacağız, bizlere bu kokmuş sistemi dayatanların üstesinden geleceğiz. Avcılar’dan bir kadın işçi