Şemdinli Olaylarının Gösterdiği Deniz Moralı
Şemdinli halkı, suçüstü yakaladığı kontracılarla, hem kapitalist devletin karanlık yüzüne bir kez daha ışık tuttu, hem de başbakanın sözde Diyarbakır açılımlarından sonra bir kez daha unutturulmaya çalışılan Kürt sorununu bir şamar gibi düzenin suratına çarptı. Olay sonrasında gelişen süreçte bölge halkının gösterdiği siyasal etkinlik düzen temsilcilerinin eteklerinin bir kez daha tutuşmasına yol açtı. Medya köşelerindeki akıl hocaları yine yana yakıla ne yapılacağını tartışıyorlar. Bıraktık liberal muhalifleri, genelde tutucu bir tutum takınanlar bile, Erdoğan’ın Ağustostaki Diyarbakır gezisinden bu yana, verilen sözler doğrultusunda aylardır hiçbir adım atılmadığından dem vurur hale geldiler. Olayın patlak vermesinden sonraki ilk günlerde tartışma gündemine, “derin devlet”, “çeteler”, “Susurluk” gibi konular hâkim olduysa da, gerçeğin gücü, tartışmaları hızla Kürt sorununa getirdi. Bir komediye dönüşen “alt kimlik-üst kimlik” tartışmaları da bu çerçevede alevlendi. Her geçen gün daha da yakıcı biçimde görülüyor ki, özellikle Güney Kürdistan’da bağımsız bir devlete doğru ilerleyen sürecin hızlanmasıyla birlikte, Türkiye’deki Kürt sorunu, düzenin dikiş yerlerini daha çok zorlayan bir nitelik kazanıyor. Şemdinli olayları ve sonrasındaki süreç, güneydeki gelişmelerle de bağlantılı olarak Kürt kitlelerin sabrının giderek azaldığını bir kez daha ortaya koymaktadır. Tam da bu nedenledir ki, başbakan, burjuva medyanın nitelemesiyle bölgeye “yangın söndürmeye” gitmek zorunda kaldı. Ancak bunun pek bir işe yaramayacağı ve tepkileri bir an olsun azaltmak için hemen somut ve acil bir şeyler yapılması gerektiği o denli açıktı ki, düzen cephesi belki de ilk defa, talepler karşısında bir kurban vermek zorunda kalarak, bölge halkının büyük tepkisini çeken Hakkâri valisini bölgeden aldı. Üstelik başbakan, ziyaretindeki konuşması sırasında, vali konusundaki talepleri sloganlarla dile getiren halka bu konuda efelenmesine rağmen bunu yapmak zorunda kaldı. Tüm bunlar düzenin Kürt sorunundaki sıkışmışlığını ve özellikle de geleneksel inkâr ve imha siyasetinin iflâsını bir kez daha gözler önüne sermiş bulunuyor.
Olayın patlak vermesinden sonraki ilk günlerde tartışma gündemine, “derin devlet”, “çeteler”, “Susurluk” gibi konular hâkim olduysa da, gerçeğin gücü, tartışmaları hızla Kürt sorununa getirdi. Bir komediye dönüşen “alt kimlik-üst kimlik” tartışmaları da bu çerçevede alevlendi. Her geçen gün daha da yakıcı biçimde görülüyor ki, özellikle Güney Kürdistan’da bağımsız bir devlete doğru ilerleyen sürecin hızlanmasıyla birlikte, Türkiye’deki Kürt sorunu, düzenin dikiş yerlerini daha çok zorlayan bir nitelik kazanıyor.
1
marksist tutum
Gelişmelerin arka planı Tam da bu sıkışmışlığın bir ifadesi olarak, Şemdinli’yle birlikte artık hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde açığa çıkan gerçek şu ki, düzen içinde bir kanat, Kürt halkına karşı kirli savaşı bir kez daha tırmandırmaya çalışmaktadır. Gerçekte bu tırmanışın birçok işaretleri mevcuttu ve buna zaten daha önce de değinmiştik. Bugün bu nokta artık büyük bir kesinlik kazanmış bulunuyor. Şemdinli’ye gelmeden önceki birkaç aylık süreçte bölgede yaşanan “esrarengiz” bombalamalar zaten aşağı yukarı Newroz’dan beri yürürlükte olan savaşı tırmandırma operasyonunda yeni bir evreye girildiğini gösteriyordu. Ama Şemdinli’deki bombalamanın ardından halkın ele geçirdiği arabada açığa çıkan işaretli ölüm listesi ve diğer deliller, Kürt halkına karşı yeni katliamlar tezgâhlanmakta olduğu gerçeğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Ele geçen şeylerin önemi, halkın nezaretinde metazori tetkik yapmaya gelen savcı ve emniyet müdürünü dahi gözden çıkaracak şekilde, tetkik yapanların üzerine panzerden ve jandarma otosundan ateş açılmasıyla anlaşılıyor. Yine Şemdinli’deki bombalamadan çok değil birkaç gün sonra, Silopi’de Cumhuriyet Başsavcısının makam aracının bombalanmasının ve ardından İlçe Emniyet Müdürlüğünün önünde eş zamanlı olarak iki bombanın patlatılmasının da, olayın kurcalanmaması için verilen mesajlar olduğu anlaşılıyor. Bu arada, bu son eylemleri gerçekleştirenlerin, aralarında kontrgerilla, itirafçı ve korucuların bulunduğu JİTEM elemanları olduğu da açığa çıktı. Besbelli ki tüm bunlar, hükümetin Şemdinli bombalamasının ardından “olayın üzerine gideceğine” dair mesajlarına karşı da bir gözdağı niteliği taşıyor. Bu tırmandırma stratejisinin nereye kadar götürüleceği ya da düzen cephesi içindeki farklı eğilim ve yönelimler açısından ne gibi çelişkiler taşıdığı tümüyle ayrı bir sorundur. Gerçek olan, en azından düzen cephesinin bir
2
Aralık 2005 • sayı: 9
kanadının bu stratejiyi izlemekte olduğudur. Kürt hareketinin, Güney Kürdistan’daki gelişmelerle de bağlantılı olarak, buna nasıl karşılık vereceği sorununu bir an için kenara bırakırsak, düzen cephesindeki diğer güçlerin bu stratejiye karşı koyma niyetine sahip olup olmadığı ya da bu gücü ne ölçüde göstereceği belirsizdir. Biz gerçeklere bakalım. Kimi tutucu düzen sözcülerinin bile, fiiliyatta sorunun çözümü adına şu ana kadar hiçbir ciddi adım atılmadığını kabul ettiğini yukarıda belirttik. Bunun gerçekliğin isteksizce bir itirafından başka bir şey olmadığını söylemeye bile gerek yok. Ama savaşı tırmandırma yanlısı kanadın kontrolsüzce hareket ettiğini düşünmek saflık olur. Pek muhtemelen, inisiyatif alarak yeni bir durum yaratmak ve isteksizler de dahil tüm düzen cephesini bu yeni duruma uyarlanma mecburiyetinde bırakmak istemektedir. Öte yandan dünya ölçeğindeki emperyalist hegemonya mücadelesinin karmaşık ve belirsizliklerle dolu ilerleyişinin, bu statükocu kesimler için yeni olasılıklar açabileceğine dair hesaplar da yapılıyor olsa gerek. Örneğin, Büyükanıt’ın Aralık ortalarına doğru ABD’yi ziyaret edecek olması anlamlıdır. Bu ziyaretin bir yönünü Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturma öncesi icazet almak oluşturuyorsa, bir yönünü de önemli pazarlıkların oluşturacağı muhakkaktır. Diğer taraftan devletin Irak Kürt egemenleriyle ilişkilerinde bir politika değişikliğine gitme hazırlıkları yaptığına dair işaretler bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde, MİT müsteşarının ABD gezisi öncesinde Barzani’yi ziyaret etmiş olduğu ortaya çıkmış ve öte yandan Genelkurmay Başkanı bile, “artık Irak’taki yeni duruma göre davranmak ve Barzani ve Talabani’ye eskinin aşiret reisleri gözüyle bakmamak gerektiği”ni söylemiştir. Yine, bunlarla ilintili olarak, geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanlığının hazırlayıp Başbakanlığa sunduğu rapor Barzani’yle işbirliği yapılmasını önermektedir. Bütün bunlar elbette bir realitenin kabulü ve “kırmızı çizgi” siyasetinin süngüsünün düşmesidir. Diğer taraftan kimi milliyetçilerin Türkiye’de “Barzaniciliğin güçlendirilmeye çalışıldığını” vurgulamaları da aynı resme oturuyor. Kürt hareketine günahını bile vermeyecek bir şovenizmle karakterize olan Perinçekçi İPin, Şemdinli olaylarının altında yatan nedenlerden biri olarak, “Türkiye içinde çözüm arayan çizginin tasfiyesi ve Barzaniciliğin güçlendirilmesi operasyonunu” göstermesi düşündürücüdür. Tüm bunlar, kombinasyonlar değişse de, devletin Kürdü Kürde kırdırma siyasetinden vazgeçmeye pek niyetinin olmadığını gösteriyor. Ve yine görünen o ki, her halükârda düzen cephesinin bütünü, mevcut haliyle PKK’nin bir şekilde tasfiyesinde hemfikirdir. Bir kısım,
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
Gerçek şu ki, düzen içinde bir kanat, Kürt halkına karşı kirli savaşı bir kez daha tırmandırmaya çalışmaktadır. Şemdinli’ye gelmeden önceki birkaç aylık süreçte bölgede yaşanan “esrarengiz” bombalamalar zaten aşağı yukarı Newroz’dan beri yürürlükte olan savaşı tırmandırma operasyonunda yeni bir evreye girildiğini gösteriyordu. Ama Şemdinli’deki bombalamanın ardından halkın ele geçirdiği arabada açığa çıkan işaretli ölüm listesi ve diğer deliller, Kürt halkına karşı yeni katliamlar tezgâhlanmakta olduğu gerçeğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
bu tasfiyeyle birlikte ya da sonrasında Kürt halkına birtakım kırıntılar verilmesinden yanayken, diğer kısım, değişik biçimler alabilirse de özünde geleneksel Kürt politikasının devamından yana. Egemenler arasındaki kapışma ve oyunların seyri ne olursa olsun, sonuç olarak Şemdinli’deki bombalama, en geniş anlamda Kürt halkına karşı güdülen geleneksel inkâr ve imha politikasının bir sonucudur. Düzen bir bütün olarak bundan sorumlu olduğu gibi, düzenin Kürt sorununu gerçek niteliğine uygun olarak, yani bir ulusal sorun olarak, kendi kaderini tayin (yani ayrılma) hakkının tanınması çerçevesinde gerçek bir çözüme kavuşturmayı telaffuz eden bile yoktur. En keskin liberal sözcüler dahi bunu ağızlarına almamaktadırlar. Türkiye işçi hareketinin mevcut zayıflığı koşullarında Kürt halkı, olabilecek bu tek samimi müttefikten ne yazık ki henüz yoksundur. Bu durumda Kürt halkının kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmekten başka seçeneği yoktur. Her ne kadar Kürt halkı AKP’ye bir kredi açmış ve bunda hayli cömert davranmışsa da, artık Başbakanın taklalarına bel bağlanmadığı çok açık görülüyor. Valinin bölgeden çekilmesi ve başlangıçta serbest bırakılmış olan kontracı iki astsubayın sonradan tutuklanarak cezaevine konması bir yönüyle bu gerçeğin AKP tarafından idrak edildiğini gösteriyor. Ama Başbakanın sonraki açıklama ve tavırları (Roj TV meselesi, ifade özgürlüğü hakkındaki inciler, “Şemdinli halkının tanıklığına güvenilemeyeceği” yolundaki skandal açıklamalar vb.), bunların göstermelik niteliğini hemen ortaya koyuverdi. Benzer bir durum ABnin tutumu için de geçerlidir. AB sözcüleri tüm yaşananlara rağmen bölgedeki “istikrarsızlığın” baş sorumlusu olarak PKK’yi gösteren açıklamalar yapıyorlar. Ülke genelindeki ve bölgedeki tüm gerici güçlerin Kürt halkını boğazlamak için birbirinden melun senaryolar üzerinde çalıştıkları açıktır. Ancak gelinen noktada, Kürt sorununu bir daha toprağa gömmek mümkün değildir. Statükocu-şovenist güçlerin hiçbir olası senaryosu
onları bu sorundan kurtaramayacaktır. Dört ülkeye yayılmış 20-30 milyonluk bir kitleyi oluşturan Kürt halkı, mevcut tarihsel evrede geri döndürülemez biçimde bir ulusal kimlik kazanmış durumdadır ve bu temeldeki politizasyonun önümüzdeki dönemde daha hızlı ilerleyeceği bellidir.
Derin devlet değil burjuva devlet Olayın hemen ardından en popüler tartışma başlıkları, “derin devlet”, “Susurluk”, “çeteler” vb. oluverdi. Doğrusu hadisenin tam da Susurluk’un yıldönümü anılırken patlak vermesi ilginç bir tesadüf oldu. Tabii bildik liberal yaveler yine ortalığa saçıldı. “Devlet içinde yuvalanmış çeteler”den, “karanlık odaklar”dan dem vurularak, “şeffaf devlet”, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “temiz toplum” ayinleri yapıldı. Bu liberal devlet tasavvuruna göre “temiz bir devlet mümkündür ama birtakım kötü niyetli unsurlar zaman zaman devlete sızarak karanlık işler çeviriyorlar. Yapılması gereken, devleti bu kanundışı karanlık unsurlardan temizlemektir”! Devlet hakkında öne sürülen bu liberal saçmalıkların hepsi gerçekte devletin kapitalist sınıfın diktatörlük aygıtı olduğunu gizleme çabasıdır. Liberallerin burjuva devlet kavramının dışına atmaya çalıştıkları “karanlık organizasyonlar” aslında burjuva devletin temel varlık sebebini oluşturan işlevlerini yerine getirirler. Bu işlevler olmaksızın genel olarak devlet, özel olarak da burjuva devlet olamaz. Burjuva demokrasisi tiyatrosunda işler aksamadığı sürece varlığı pek hissedilmeyen bu organizasyonlar, burjuva demokrasisinin burjuvazinin çıkarlarını şu ya da bu biçimde zedeleme ihtimalini doğurduğu hallerde sahnede belirirler. Burjuva devlet var olmaya devam ettikçe onun bu tür yapılanmaları hep olacaktır. Liberallerin pek imrendikleri gelişmiş kapitalist ülkelerde de bu tür yapılanmalar, hem de daha gelişkin biçimde mevcuttur. (Bu konuda bkz. Serhat Koldaş, Derin
3
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
Devlet mi, Burjuva Devlet mi?, Marksist Tutum, no:3) Tam da işin özüne ilişkin bu temel gerçeklik nedeniyle bu “pisliğin temizlenmesi”, ancak işçi sınıfının bir proleter devrimle burjuva devleti ortadan kaldırması ve kendi iktidarını kurmasıyla mümkün olacaktır. Bu nedenle liberallerin “temizlik” söyleminin anlamı, bu tür olaylarda, bir kısım alt kademe görevlilerin yanı sıra en azından birkaç üst düzey yetkilinin de ifşa ve mahkûm edilmesinden ibarettir. Bunlar, kusuru gizlenemeyecek biçimde açığa çıkanın cezalandırılması veya istifa etmesini isterler. Aslında bunun anlamı bundan sonra bu işlerin daha usturuplu ve “denetimli” yürütülmesidir. Böylece liberal vicdan rahat edecektir. Şu soruyu sormak gerekiyor: Hangi liberal, devletin gizli “istihbarat” örgütlenmelerinin mantığını sorgular? Hiçbirisi. Onlar sadece, bunların faaliyetlerinin düzenin bütünü açısından risk doğurabilecek şekilde, çok göz önünde ve “ölçüsüz” olmasını istememektedirler. Bu görüş açısına sahip olanlar, bir yandan, “Susurluk temizlenseydi bugün bunlar olmazdı” diye dövünürken, diğer yandan da, Şemdinli’yi o çok arzuladıkları “temizlik” için bir fırsat olarak değerlendirmekteler. Oysa ne Susurluk temizlenebilirdi, ne de Şemdinli “temizlenecektir”. Hatta liberallerin istediği kadarının bile olmasının mevcut durum ve güç dengeleri içinde pek mümkün olmadığı görülüyor. Olayın patlak vermesinden itibaren yaşanan tüm süreç, bariz kanıtlara rağmen örtbas girişiminin tam gaz yürümekte olduğunu göstermektedir. En alt kademede işlerin içinde olan astsubayların bile sorgulanıp tutuklanabilmesi ve olayın “çete” kapsamına alınabilmesi zorlukla olabildi. Bunda da hükümetin, düzen cephesindeki iktidar kavgasında bir mevzi kazanma hesabı etkili olmuştur. Buna rağmen ve bu düzeyde bile, gün geçtikçe işin tavsatılması ya da o astsubayların bile aklanması büyük olasılık olarak görünüyor. Nitekim tam da aynı günlerde “Yüksekova Çetesi” davası sanıkları beraat ettiler ve Yargıtay-Çakıcı ilişkileri skandalı nedeniyle sürmekte olan soruşturmada da aynı şekilde kirli ilişkiler aklandı. Şemdinli’ye ilişkin olarak da, başka alâmetlerin yanı sıra, Başbakanın, “Oradaki vatandaştan tanık olarak istifade edemezsiniz. Çünkü her an tehdit altında. Orada bölücü örgütün istemediği bir şey söylerse yanmıştır. Çünkü tehdit altındadır” şeklindeki skandal sözleri de buna işaret etmektedir. “Ora”daki vatandaşın gerçekte kimin tehdidi altında olduğu, görmek isteyen gözler için çok açık ve nettir. Hükümetin gözünde bu mesele en iyi durumda, bir tarafı olduğu düzen içi iktidar kapışmasında mevzi kazanma, hadiseyi bir fırsata dönüştürme meselesidir. Burada elde edilecek bir başarının vaat ettiği başka bir sonuç da, Kürt halkının gönlünü çelip zaman kazanmaktır. “En iyi durumda” diyoruz, çünkü işaret etmiş olduğumuz gibi, olayın ardından gelişen sürece bakıldığında sözde “kararlılık” mesajlarını her adımda geleneksel devlet politikalarını ifade eden tutumlar takip etmektedir. Bu vesileyle yeniden sahneye çıkan imzacı aydınlara da
4
geçerken değinmek gerekiyor. Bunlar bir kez daha soyut şiddet karşıtlığı söylemiyle arzı endam etmiş durumdalar. Şemdinli gerçeğinden sonra bile bölgede yaşanan zulmün gerçek sorumlusunun devlet olduğunu söylemekten acizler. İşin gerçeği şu ki, bu sol liberaller, Kürt sorunu gibi dikenli sorunların olmadığı halim selim bir solculuk hayaliyle yanıp tutuşuyorlar. Bunlar dünyanın her yerinde aynıdırlar. Bu gibilerin Türkiye’deki temennisi “ah şu Kürt sorunu olmasa”, Fransa’daki temennisi ise “ah şu sağı solu ateşe veren göçmenler olmasa”dır. Bu “temiz” solculuğun devrimcilikle ilgisi yoktur ve bu anlayışın teşhisinde en küçük bir hata yapılmamalıdır.
*** Önümüzdeki süreç politik arenada çelişkilerin daha da keskinleşeceğine işaret ediyor. Gelinen noktada devletin Kürt hareketinin birtakım asgari taleplerini bile karşılamaktan aciz olduğu açıkça görülüyor. Kürt hareketi ve geniş Kürt kitleleri için en acil talep konumuna gelmiş olan, Öcalan’ın tecrit koşullarının kaldırılması konusunda bile hiçbir adım atılmamış olması bunun sembolik bir ifadesini oluşturuyor. Yeni bir şoven dalgaya karşı Marksistlere düşen görev değişmiyor. Bir yandan, işçi sınıfını enternasyonalist bir ruhla donatarak, şovenizmi etkisizleştirmek ve ulusal sorunun gerçek çözüm yolunu bıkmadan usanmadan göstermek, diğer yandan da, devletin niteliği konusundaki liberal saptırmacaları teşhir ederek, “pisliği” temizlemenin tek gerçek yolunun proleter devrim olduğunu göstermektir. Devletlerin bu tür pisliklerinin nasıl açığa çıkarıldığına ilişkin en güzel örneği 1917 Ekim Devrimi vermiştir. Devrimci işçi hükümeti, yıkılan Çarlık devletinin yaptığı gizli anlaşmaları ve gizli polisin arşivlerini teşhir etmişti. İşçilere olduğu kadar ezilen halklara da kan kusturan burjuva devlet denen pisliği temizleyecek olan tek güç devrimci işçi sınıfıdır. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı / 3 Mehmet Sinan
E
ngels’e yazdığı 21 Haziran 1853 tarihli mektubunda Marx şöyle diyordu: “Bernier haklı olarak Doğu’daki bütün olayların temelinde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve bu konuda Türkiye, İran ve Hindistan’a atıfta bulunur. Bu, Doğu cennetinin gerçek anahtarıdır.”1 Engels de hemen o ay içinde Marx’a yazdığı cevapta şöyle der: “Toprak mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğu’nun tümü için anahtar. Doğu’nun siyasal ve dinsel bütün tarihi de burada saklıdır. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçiminde de olsa toprak mülkiyetine varamadılar?”2 Kapitalizm öncesi ekonomik-toplumsal oluşumlarla ilgili çalışmalarını bu dönemde kesintisiz olarak sürdüren Marx, doğuluların neden toprakta özel mülkiyete (feodal biçiminde de olsa) varamadıklarını sonunda keşfetmişti. Marx’a göre bunun birbirine bağlı iki nedeni vardı. Birinci neden, Doğu toplumlarında çok eski zamanlardan beri devam edegelen despotik devlet oluşumlarının varlığıydı. Bu tip devletler, tarımcı toplulukların üzerine çöreklenerek bu toplulukları her açıdan kendilerine bağımlı hale getiriyorlardı. Batı’da görülen güçsüz ve dağınık feodal devletlerden farklı olarak, Doğu’nun despotik devletleri son derece merkezi-bürokratik bir yapıda örgütlenmiş güçlü devletlerdi. Doğuda ortaya çıkan bütün Arap-İslam ve Türk-İslam devletleri de bu kategoride devletlerdi. İkinci neden ise, Doğu’da tüm toprakların her zaman üstün bir topluluğun, yani despotik devletin mülkiyeti altında bulunmasıydı. Bu yüzden, topraklar üzerinde bireysel ya da ailesel düzeyde bir “özel mülkiyet” gelişmemişti. Toprağın devlet mülkiyeti altında olması, toprağı işleyen köylüleri de devlete bağımlı “daimi kiracılar” durumuna getirmişti. “Bu şartlar altında, bu devlete tâbi olan herkes için geçerli olandan daha güçlü bir siyasal ya da iktisadî baskının varlığına gerek yoktur. Devlet bu durumda en yüksek beydir. Burada egemenlik, ulusal çapta yoğunlaşmış olan toprağın sahipliğinden oluşur. Ama öte yandan, toprağın gerek özel, gerek ortaklaşa zilyetliği ve tasarrufu olmasına karşın, toprakta özel mülkiyet yoktur.”3
Doğuluların toprakta özel mülkiyete (feodal biçiminde de olsa) varamamasının nedenlerini keşfeden Marx’a göre bunun birbirine bağlı iki nedeni vardı. Birinci neden, Doğu toplumlarında çok eski zamanlardan beri devam edegelen despotik devlet oluşumlarının varlığıydı. Bu tip devletler, tarımcı toplulukların üzerine çöreklenerek bu toplulukları her açıdan kendilerine bağımlı hale getiriyorlardı. Batı’da görülen güçsüz ve dağınık feodal devletlerden farklı olarak, Doğu’nun despotik devletleri son derece merkezi-bürokratik bir yapıda örgütlenmiş güçlü devletlerdi. Doğuda ortaya çıkan bütün Arap-İslam ve Türk-İslam devletleri de bu kategoride devletlerdi.
5
marksist tutum
Doğu toplumlarının gelişim çizgisinin Batı’ya göre farklı oluşunun temelinde yatan gerçeklik, nereden bakarsak bakalım, çok eski zamanlarda ortaya çıkmış ve kapitalizm öncesi tüm Doğu toplumlarını derinden etkilemiş olan despotizm geleneğidir. Bu geleneğin taşıyıcısı olan Doğu’nun despotik devletleri, toplum içinde bir sınıfa dayanıyor değillerdi aslında. Tersine, toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir güç olarak örgütlenmiş olan bu devletler, tüm toplumun tepesinde “süper bir güç” olarak durmakta ve tüm toplumu bir sürü gibi gütmekteydiler. Dolayısıyla bu devletler, toplumsal yaşamın tüm alanlarını (ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb.) mutlak kontrolleri altında tutabildikleri sürece, yaşamlarını sürdürebilirlerdi. Böyle bir despotizm düzeninde en üstün, en yüce otorite olarak toplumun en tepesinde oturan ve devlet iktidarını kendi şahsında somutlaştırmış bulunan despot (hükümdar), elbette ki “tanrısal bir güç” ya da “kutsal bir baba” olarak görünmekteydi topluma. O halde burada asıl açıklığa kavuşturulması gereken nokta şu oluyor: Toplumdan bağımsız olarak örgütlenen, dolayısıyla toplumun herhangi bir sınıfına dayanmayan bu tip devletler, nasıl oldu da yüzyıllar boyunca ayakta kalabildiler? Despotik devletleri ayakta tutan ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında belirleyici bir güç olmalarını sağlayan “gizemli” mekanizma neydi acaba? Bildiğimiz kadarıyla bu mekanizma, kendini devletle özdeşleştirmiş olan yönetici devletlû sınıfın, yani Doğu despotizmine özgü “kapıkulu bürokrasi”nin oluşturduğu örgütlü güçten başkası değildir. O halde gelin, Doğu despotizmine özgü bu muazzam bürokratik mekanizmayı, önce genel oluşumu bakımından ve daha sonra da Osmanlı toplumu özelinde incelemeye çalışalım.
Despotik devlete özgü bir yönetici sınıf: Kapıkulu bürokrasi Despotizmin egemen olduğu toplumlarda, devlete ait olan mülkün (yani topraklar üzerindeki güç ve hükümranlığın) her ne surette olursa olsun bölünmesi ve yönetici sınıfın şu ya da bu bireyinin veya yönetici sınıf dışındaki toplum bireylerinin “özel mülkiyeti”ne geçmesi söz konusu olamazdı. Bu toplumlarda mülkün tek sahibi, tanrının yeryüzündeki elçisi sıfatıyla ve devletin başı olarak, yönetici sınıf piramidinin en tepesinde oturan hükümdardır. Ama bu sahiplik, bugün anladığımız anlamda bir “özel mülkiyet” sahipliği olmayıp, devletle “özdeş” olmanın getirdiği bir “devlet adına” sahipliktir. Despotik tarzda düzenlenmiş eski Doğu toplumlarında, hükümdar (despot) da dahil olmak üzere yönetici egemen sınıfın unsurları (devleti yöneten asker-sivil bürokrasi, ulema vb.), görevlerinin karşılığı olarak ya hazineden maaş alırlar ya da devlete ait toprağın intifa hakkından, yani toprak gelirinden (vergi-rant) yararlanırlardı.
6
Aralık 2005 • sayı: 9
Ama öte yandan, yönetici-egemen sınıf konumundaki bürokrasinin sahip olduğu bu “yararlanma” hakkı irsî bir hak değildi. Yani veraset yoluyla mirasçılara intikal edemezdi. Çünkü yönetici bürokratın devlet katında işgal ettiği makam ve taşıdığı ünvan, onun özel mülkü ya da soydan geçme “müktesep hakkı” olmayıp, devlet yönetimindeki fonksiyonuna (işlevine) bağlı ve görev süresiyle sınırlanmış olan bir “hak” idi. Doğu toplumlarının gelişim çizgisinin Batı’ya göre farklı oluşunun temelinde yatan gerçeklik, nereden bakarsak bakalım, çok eski zamanlarda ortaya çıkmış ve kapitalizm öncesi tüm Doğu toplumlarını derinden etkilemiş olan despotizm geleneğidir. Bu geleneğin taşıyıcısı olan Doğu’nun despotik devletleri, toplum içinde bir sınıfa dayanıyor değillerdi aslında. Tersine, toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir güç olarak örgütlenmiş olan bu devletler, tüm toplumun tepesinde “süper bir güç” olarak durmakta ve tüm toplumu bir sürü gibi gütmekteydiler. Tarihte uzun ömürlü olmuş despotik devletlerin başındaki hükümdarların, şu üç kuralı bir doğa yasası gibi benimseyip uyguladıkları biliniyor: Birincisi, toprakta “devlet mülkiyeti” sisteminin sıkı bir şekilde uygulanması; ikincisi, mülkiyeti devlete ait olan topraklarda devletin “daimi kiracı”sı olarak çalışan toprağa bağlı çiftçilerin sıkı bir denetim altında tutularak aynı düzen içinde kalmalarının sağlanması ve üçüncüsü, devletin toplumun üstünde mutlak bir güç olarak yaşamasını sağlamak üzere, toplumun sınıflarından tamamen bağımsız, kapıkulu denen bir yönetici devlet sınıfının yaratılması ve bu yolla devletin monolitikliğinin korunması. Bu kurallar, tarihte ortaya çıkan despotik yapıdaki devletlerin hemen hepsinde uygulanmış ortak kurallardır. Dağınık ve parçalı bir görünüm arz eden Batı Avrupa’daki feodal yapıların tersine, Doğu’nun despotik devletlerinin uzun ömürlü oluşu, söz konusu kuralları sıkı bir biçimde uygulamış olmalarına bağlıdır. Nitekim, tarih incelendiğinde görülmektedir ki, Doğu’da kurulan despotik devletlerin pek çoğu, bu kurallara uydukları ve dış etkenlere kapalı bir yapıyı sürdürebildikleri sürece ayakta kalabilmişler, fakat kurallar bozulduğunda ve bu toplumlar dış etkenlere açık hale geldiklerinde, çözülme ve çöküş kaçınılmaz olmuştur. Tarih bize, en eski çağlarda bile despotik hükümdarların, devleti yönetecek bürokrasiyi doğrudan kendilerine bağlı kullardan seçerek oluşturduklarını ve bunu yaparken de nasıl ince eleyip sık dokuduklarını gösteren pek çok örnek sunmaktadır. Örneğin, Mısır, Çin, Laos, Vietnam vb. gibi eski çağın asyatik toplumlarında, devlet memurluğuna alınacak insanlar son derece sıkı sınavlardan geçirilirdi. Öte yandan, Osmanlı’daki uygulamasını akta-
Aralık 2005 • sayı: 9
rırken de değineceğimiz gibi, devlete bağlı “kapıkulu yönetici” yetiştirmek üzere devşirilen gençlerin, geldikleri toplumsal sınıf ve çevreyle her türlü bağlarının kesilmesi de gene kesin bir kuraldı bu despotik devletlerde. Devşirilen gençler sarayda uzun bir eğitimden geçirilerek devlete kapıkulu yetiştirilirlerdi. Kapıkulları, kapıkulu ocakları denen, tamamen dışa kapalı, korporatif bir örgütlenme içinde tutulurlardı. Örneğin, Osmanlı’da Hıristiyan çocuklardan devşirilip eğitilerek devletin en yüksek makamlarına getirilen asker-sivil yöneticiler, Mısır’da köle sülalesinden gelerek hanedanlık kuran Memlûklar ve bazı eski Hint devletlerinde krallığa kadar yükselmiş köle kökenli hükümdarlar hep bu kapıkulu sınıfına mensuptular. Yeri gelmişken, “devlet” sözcüğünün, bugünkü yaygın anlamına nazaran bu toplumlarda taşıdığı farklı anlama dikkat çekmek gerekiyor. Arapçadan gelen bu sözcük, “feleğin çarkının dönüşünün bazı kişileri «talihli» kılması demekti... Asıl önemli olan şey devlet değil, hükümdar ve onun adamlarıdır. Bunlar en yüksek güç yerine gelme talihine uğramış, başlarına «devlet kuşu» konmuş talihliler olduklarından kendilerini devletli sayarlardı. Bu toplumlarda devlet bir müessese değil, güç sahibinin bir sıfatıdır. Çiftçi nasıl çiftli çubuklu, zenaatkâr nasıl iş yerli ve araçlı, tüccar nasıl paralı ise baştakiler de devletlidir.”4 Despotik devletlerin devasa bir bürokratik mekanizmaya sahip olmaları ve bu mekanizma içinde kapıkullarının sayısının sürekli artması, bu devletlerin yumuşak karnını oluşturuyordu aynı zamanda. Çünkü, tarihteki örneklerinden de biliyoruz ki, üretimden ve toplumdan tamamen kopuk bu yapay sınıfa mensup olanların sayısının sürekli artması, despotik sistemin iç dengelerinin bozulmasına, devlet yönetiminde yozlaşmalara, çıkar çatışmalarına, iktidar kavgalarına ve nihayet sistemin kaçınılmaz çöküşüne yol açmaktaydı. Doğu despotizmine özgü bu kapıkulu sınıfı, eski sınıfsal köklerinden tamamen koparılmış ve sosyal çevreleriyle bağları tamamen kesilmiş unsurlardan meydana geldiği için, devlet dışında hiçbir kökensel aidiyeti bulunmayan, “köksüz” ve “yapma” (sentetik) bir sınıftı. Bu sınıf, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumlardaki (örneğin köleci, feodal ve kapitalist toplumlardaki) sınıflardan hiçbirine benzemez. Çünkü bu sınıf, üretim sürecindeki toplumsal işbölümünün bir sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. O, üretim sürecinden bağımsız olarak, devlet katındaki fonksiyonel bir işbölümünün sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, devlette yönetici sınıf konumunda olan kapıkullarının bu “sınıf ” konumları geçici bir nitelik taşımakta ve üstlendikleri yöneticilik işleviyle (yani mevki ve makamlarının süresiyle) sınırlanmış bulunmaktadır. Öte yandan, despotik devletlerin devasa bir bürokra-
marksist tutum
tik mekanizmaya sahip olmaları ve bu mekanizma içinde kapıkullarının sayısının sürekli artması, bu devletlerin yumuşak karnını oluşturuyordu aynı zamanda. Çünkü, tarihteki örneklerinden de biliyoruz ki, üretimden ve toplumdan tamamen kopuk bu yapay sınıfa mensup olanların sayısının sürekli artması, despotik sistemin iç dengelerinin bozulmasına, devlet yönetiminde yozlaşmalara, çıkar çatışmalarına, iktidar kavgalarına ve nihayet sistemin kaçınılmaz çöküşüne yol açmaktaydı.
Bizans’ın fethi ve Osmanlı’da “kapıkulu bürokrasi”nin iktidara gelişi Osmanlı devletinin niteliği ve yönetici sınıf korporasyonunun bileşimi, kurulduğu 14. yüzyılın başından yıkıldığı 20. yüzyıla kadar hep aynı kalmış değildir. Kuruluş döneminde, alpler, gaziler gibi aşiret kökenli askerî unsurlar ile, şeyhler, dervişler, abdallar gibi yarı askerî-yarı mistik tarikat ehline dayanan Osmanlı devlet örgütlenmesi, asıl asyatik despotik karakterine II. Mehmed (Fatih) zamanında kavuşmuştur. Tabii, bu aynı zamanda egemen devletlû sınıf içinde esaslı bir değişikliğin olduğu ve yeni bir örgütlenmenin yapıldığı anlamına geliyordu. Bu dönemin tarihsel sınırlarını belirtmek istersek şunu söylemeliyiz: Osmanlı’da asya tipi despotik imparatorluk modeline uygun yapılar esas olarak 15. yüzyılın ortalarında oluşmuş ve 17. yüzyılın başlarına kadar da bozulmadan devam etmiştir. Diğer taraftan sözü edilen bu dönem, Batı Avrupa’da kapitalizme geçildiği, para ekonomisinin geliştiği ve bir burjuva sınıfın ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Avrupa’daki gelişmeler ile Osmanlı sisteminin statik bir yapıya kavuşması arasındaki çarpıcı tezat da burada başlar zaten. Osmanlı hükümdarları, güçlenme belirtisi gösteren merkezkaç eğilimlere karşı baştan beri olumsuz bir tutum içinde olmuştur. Kuruluş dönemindeki Osmanlı hükümdarları, güçlerinin yettiği yerlerde, feodal yapıdaki beyliklerin yaşamasına asla izin vermediler. Güçlerinin tam olarak yetmediği kimi yerlerde ise, uzlaşmalar yaparak var olan feodal yapıdaki beylikleri kendilerine bağlı tutmaya çalıştılar. Bu da gösteriyor ki, Osmanlıların kurduğu devlet, Doğu geleneğine uygun olarak daha baştan “despotizme eğilimli” bir devlet idi. Nitekim ilk Osmanlı hükümdarlarının başlangıçtaki uygulamaları, yani fethedilen toprakların hükümdar ailesi ve savaş ortakları (gaziler, şeyhler, dervişler) arasında “ülüş” sistemiyle paylaştırılması yöntemi, çok uzun ömürlü olmamıştır. İlk başlarda görülen, akrabalara ve savaş ortaklarına “malikâne”, “yurtluk” vb. biçiminde toprak temliki (mülk verme) usulü, belli bir zaman sonra tamamen terk edilmiş ve bunun yerini, genel bir uygulama olarak “askerî tımar” sistemi almıştır. Bunun anlamı, toprağın mülkiyeti (rakabesi) devlette kalmak şartıyla,
7
marksist tutum
toprağın vergi gelirinin askerî şeflere hizmet karşılığı tahsis edilmesidir. Artık bütün tımarlar doğrudan doğruya Osmanlı sultanı tarafından verildiği ve istendiğinde geri alınabildiği için, akıncı beylerinin ve benzeri askerî şeflerin iktisadî güç elde ederek ve kendi özel silahlı güçlerine dayanarak, ileride feodal beyler haline gelmeleri önlenmiştir. Bu nedenledir ki, Osmanlı toplumunda orta çağ Avrupasındaki gibi toprak mülkiyetine dayanan soylu bir aristokrasinin ortaya çıkması hiçbir zaman söz konusu olmadı. Kaldı ki, devletin mutlak hâkimi konumunda gözüken Osmanlı ailesi de, Batı’daki feodal beyler gibi soyluluğa dayanan bir geçmişe sahip değildi. Osmanlılık aslında bir soyun temsilcisi olmayıp, tamamen fetih savaşlarına dayalı iktisadî durum ve şartların yarattığı bir birliğin adı idi. Toprağın mülkiyetinin devlete ait olduğu bir durumda, devleti temsil eden hâkim unsurlar da ancak fonksiyonel olarak (yani görev yetkilerine dayanarak) bu konumu elde edebilirlerdi. Nitekim, “eski vak’a-nüvisler Osmanlılardan bahsederken, onları daima «devlet hizmetinde bulunan ve devlet bütçesinden geçinen hâkim ve müdir (idare eden –M. S.) sınıf» olarak nitelendirmişlerdir.”5 Osmanlılar, kendilerinden önceki despotik devletlerin (örneğin, İran ve Anadolu Selçuklu Devletlerinin) deneyimlerini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle, fetihler yoluyla genişlemiş olan topraklar üzerinde savaş ortaklarının hak iddiasında bulunarak ayrı bir baş çekmelerinin (derebeyleşmelerinin) önüne geçebilmek için, daha I. Murad (Hüdavendigâr) zamanında (1360-89) önlem almaya başlamışlardı. İlk önlem olarak, doğrudan padişaha bağlı olacak yeni bir yönetici bürokrasiyi (kul zümresini) örgütlemeye giriştiler. Osmanlı toplumunda orta çağ Avrupasındaki gibi toprak mülkiyetine dayanan soylu bir aristokrasinin ortaya çıkması hiçbir zaman söz konusu olmadı. Kaldı ki, devletin mutlak hâkimi konumunda gözüken Osmanlı ailesi de, Batı’daki feodal beyler gibi soyluluğa dayanan bir geçmişe sahip değildi. Osmanlılık aslında bir soyun temsilcisi olmayıp, tamamen fetih savaşlarına dayalı iktisadî durum ve şartların yarattığı bir birliğin adı idi. Osmanlı beyliği başlangıçta henüz küçük bir hanedanlık devleti iken, ilk Osmanlı hükümdarlarının bu beyliği savaş ortaklarıyla (gaza beyleriyle) birlikte yönetmeleri pekâlâ mümkün olabilmişti. Ama fethedilen topraklar genişleyip de gaza beyleri üzerinde kontrol güçleşince, Osmanlı hükümdarlarının endişeleri de artmaya başladı. Devleti birlikte kurdukları ve yönettikleri eski savaş ortakları kendi aralarında bir çıkar birliği oluşturabilir ve el-
8
Aralık 2005 • sayı: 9
lerinin altında bulundurdukları silahlı güçlere dayanarak ayrı bir baş çekebilirlerdi pekâlâ. Nitekim bunun ön belirtileri de ortaya çıkmıştı. I. Murad’ın tahta geçmesinden hemen sonra Ankara’da ahîlerin başkaldırması ve Trakya’da kimi akıncı beylerinin kendi hesaplarına topraklarını genişletmiş olmaları, Osmanlı hükümdarı için birer tehlike sinyali idi. Selçuklu devlet geleneği içinde yetişmiş bir aileden gelen Osmanlı hükümdarları, kendi yönetimleri altındaki gaza beylerinin güçlenmesine ve ayrı bir baş çekmesine asla fırsat vermeyeceklerdi. Nitekim I. Murad, merkezkaç güçlerin oluşması tehlikesine karşı, doğrudan kendine bağlı olacak yeni bir askerî ve idarî yapıyı oluşturmaya girişecekti. Bu yapı, hükümdarın merkezî iktidarını güçlendirecek bir şekilde örgütlenecek ve mutlak bir şekilde hükümdara bağlı olacaktı. Böylece, Osmanlı devletinde yeni bir yönetici bürokrasinin (doğrudan padişaha bağlı kapıkulları) örgütlenmesi uygulaması başlamış oluyordu. Bu örgütlenme Avrupa feodalizminde hiç görülmemiş bir örgütlenmeydi. Osmanlı devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenecek olan bu kapıkullarının devşirme usulüyle örgütlenmesi dâhiyane fikrini padişaha ilk öneren ve teşvik edenler, ulema sınıfına mensup devlet adamları oldu. Aslında ulemanın bu önerisi, bir iktidar çekişmesi içinde oldukları askerî şeflerin artan gücünü dizginlemeye yönelikti. Fakat tarihin bir ironisi olsa gerek, ulemanın, askerî şeflerle mücadelesinde vurucu güç olsun diye yarattığı bu devasa bürokratik makine (kapıkulları) sonunda yaratıcısını da ikinci plana iterek, kendisi iktidara el koyacak ve böylece Osmanlı yönetici sınıfının üçüncü kuşağı tarih sahnesine çıkmış olacaktı. Osmanlı devlet teşkilâtında kapıkullarının ilk nüveleri, savaşta tutsak edilen Hıristiyan gençlerden (pençik oğlanları) devşiriliyordu.6 Devşirmelerin bir araya getirildikleri ve yetiştirildikleri yer, “acemi ocağı” denen kurumdu. Fakat tutsak edilen bu Hıristiyan gençlerin ellerine geçen ilk fırsatta kaçmaları yüzünden, sonradan bu yöntemden vazgeçildi. Yeni sisteme göre, tutsak alınan gençler önce Anadolu’daki Türk reaya çiftliklerine gönderiliyor ve burada hem çalışıp hem de Müslüman adet ve geleneklerini öğrendikten sonra, yedi-sekiz yıllık bir eğitim dönemi için acemi ocağı denen kapıkulu yetiştirme ocağına giriyorlardı. Bu dönem acemilik ve aynı zamanda da hizmet görme dönemiydi. Devşirme yöntemi esas olarak Fatih Kanunnamesi ile yasalaştı ve kuralları iyice belirlendi. Fatih zamanında çıkan devşirme kanunnamesine göre, Müslüman ve Yahudilerin, Gürcü, Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türklerin çocukları devşirilemezdi. Bunun yanı sıra, hanenin tek çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, bir sanatı bulunanlar, İstanbul’u görmüş olanlar da devşirilemezdi. Başlıca devşirme bölgeleri ise Yuna-
Aralık 2005 • sayı: 9
nistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan idi.7 Kul olarak yetiştirilecek oğlanlar artık savaşta esir alınanlardan değil, Hıristiyan reaya ailelerin 14-18 yaş arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocukları arasından devşiriliyor ve bunlar asker ya da idareci yetiştirilmek üzere ayrılıyorlardı. Acemi ocağında eğitilip yetiştirilen devşirmelerin bir bölümü kapıkulu ocaklarına alınıyordu. Bu ocaklar, Osmanlı Devleti’nin sürekli ordusunu (ücretli) oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocakları idi. Yeniçeri Ocağı da bu ocaklardan sadece biriydi, ama daha sonra en önemlisi ve sistemin temel taşı olacaktı. Bunun yanı sıra, bir de padişahın yakın hizmetinde ve idarî görevlerde çalışmak üzere sarayın Enderun8 bölümünde eğitime alınan saray içoğlanları (buradaki “iç” kelimesi, padişahın devamlı olarak oturduğu sarayı belirtiyor) vardı. Kapıkulu adayları, Balkanlar’daki Hıristiyan köylerinden devşirilip Anadolu’ya gönderildiklerinde, orada sipahilerin ve Türkçe bilen reayanın yanında basit bir Türkçe de öğreniyorlardı. Daha sonra İstanbul ve Edirne’deki acemi okullarında Arapça ve Farsça da öğrendiklerinden, bunların karmasından Osmanlıca dediğimiz bir dil gelişecekti. Bu dil de tıpkı padişah, kul ve devlet gibi, toplumdan kopuk, köksüz ve sentetik (yapma) bir şeydi. Ama tıpkı kapıkulları gibi, bu Osmanlıca dili de ilerde devlet-i âlî Osman’ın alâmeti fârikasından biri olacaktı. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren devlet katında iktidarı yavaş yavaş eline geçiren “kapıkulu bürokrasi” tümüyle devşirme kullardan oluşuyordu. Sınıfsal köklerinden tamamen koparılmış olduklarından toplum içinde hiçbir sınıfla kökensel bağları kalmamış olan ve kendilerini bütünüyle devlete ait hisseden bu kapıkulları, devlet içinde tam manasıyla “kapalı kutu” bir sınıf oluşturdular.
Kullar köle miydi? Peki, devlet katında yöneticilik düzeyine kadar çıkan bu kullar köle miydiler? Bu konu eskiden beri yeterince anlaşılmış olmadığından, sık sık yanlış yorumlara kapı açmıştır. Örneğin bizde ve Batı’da yazılan kimi Osmanlı tarihi kitaplarında, kulların birer “köle” (saray köleleri) oldukları söylenmektedir. Oysaki Osmanlı kaynaklarından hiçbirinde bunlara köle dendiğine rastlanmıyor. “Birçok hallerde de bunlar açık bir şekilde kölelerden ayrılıyor (meselâ Koçi Bey devlet adamlarının kapılarında köle kullanacaklarına kul kullanmalarını tenkit eder). Gerçekte yükselmiş kapıkullarının çoğunun kendi köleleri vardı.”9 O dönemin koşullarında köle, satın alınabilen bir mal gibiydi. Bu anlamda kölenin sivil hakları olmadığı gibi, hiçbir politik yetkisi de yoktu. Kölelik aslında devşirilme yolu ile doğmazdı. Köleler ya kaçırılarak, ya tutsak edilerek, ya da satın alınarak köle yapılan insanlardı. Ya da bir
marksist tutum
köleden doğdukları için köle olurlardı. Erkek ve kadın köleler, ya şahısların hizmetinde, ya da üretim sürecinde birer üretim aracı olarak kullanılırlardı. Tüm bunların hukukî ifadesi ise, bir insanın bir başka insanın malı olmasının kabulü anlamına geliyordu. Nitekim, antik çağdaki Roma hukuku ile orta çağdaki İslam hukuku, kölenin durumunu bu bakış açısıyla bir özel hukuk (kişi hukuku) konusu olarak düzenlemişti. Tabii, kendi özel hukukunda buna yer vermeyen toplumlar ise, insanları köleleştirme eylemlerini suç saymakta ve bir tüzel hukuk hükmü ile yasaklamaktaydılar. Nitekim eski Yunan’da, yoksullaşan yurttaşların geniş çapta köleleştirilmesi eylemine son vermek için çıkarılan Solon Kanunları bunun bir örneğidir. Osmanlı devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenecek olan kapıkullarının devşirme usulüyle örgütlenmesi dâhiyane fikrini padişaha ilk öneren ve teşvik edenler, ulema sınıfına mensup devlet adamları oldu. Fakat tarihin bir ironisi olsa gerek, ulemanın, askerî şeflerle mücadelesinde vurucu güç olsun diye yarattığı bu devasa bürokratik makine (kapıkulları) sonunda yaratıcısını da ikinci plana iterek, kendisi iktidara el koyacak ve böylece Osmanlı yönetici sınıfının üçüncü kuşağı tarih sahnesine çıkmış olacaktı. Osmanlı’da da köleler vardı; ama bunlar eski Roma ve Yunan’da olduğu gibi üretim sürecinde birer üretim aracı olarak değil, daha çok kişisel hizmetlerde (ev hizmetlerinde vb.) kullanılırlardı. Bu anlamda sarayda da bol miktarda erkek ve kadın kölelerin bulunduğu bilinen bir şey. Osmanlı’da kişisel hizmetler için kölelik, 19. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Oysa kullar, kölelerden çok farklı bir statüdeydiler. Bir kere kullar, belli bir amaç için devşirilen ve yalnızca erkeklerden oluşan bir insan grubuydu. Devşirilme amaçları ise, yalnızca devlet hizmetinde görev yapacak olmalarıydı. Köleler gibi haklardan mahrum değillerdi, tersine pek çok imtiyazlara sahiptiler. Bunlar saraya mensubiyetle birlikte, kişilikleri ve yerleri belirlenen “adamlar” oluyorlardı. Yani bir anlamda devlet “ricali”ne (rütbeli mevki sahibi kimseler) katılmış oluyorlardı. Tüm politik kimlikleri saraya mensubiyetten kaynaklandığı için, bunların hepsi padişah kulu sayılıyorlardı. Dolayısıyla kullar, devlet katında ve padişahın emrinde bir ocak (korporasyon) olarak örgütlenmiş görevliler grubuydular. Öte yandan, kölelerden de kul devşirilebilirdi kuşkusuz. Ama köle olan kulluğa derildiği zaman köleliği sona ererdi. Çünkü onun statüsü tamamen değişmiş olurdu. O artık bir kişinin malı olmaktan çıkar, bir kapıya (devlet makamına) kapılanırdı. “Kapı”, bir siyasi gücün sembolüydü ve o güce intisab etmekle
9
marksist tutum
birlikte kapıkulu da o gücün taşıyıcısı, uygulayıcısı ve aracı olurdu. Kul bu gücü kullanırken bir “hak” ile donanmış değildi, ama gücü kullanma işinde kendisine bir “yetki imtiyazı” verilmişti. “Hak geri alınmaz bir şeydir; imtiyaz ise takmadır, geri alınabilir.”10
Toplumsal değil fonksiyonel bir sınıf Bizans’ın fethinden hemen sonra, ulemanın önde gelen isimlerinden Sadrazam Çandarlı Halil Paşa idam edildi (1453). Bu olay aslında Osmanlı devlet yönetiminde ulemanın üstünlüğüne son veren bir olaydır. Eski “savaş ortaklığı” döneminin ilmiye sınıfına mensup olan bu ulema taifesi, kendilerini çok önemli bir yerde görmekteydiler. “Çünkü bunlar kendilerini bir yandan İslâm peygamberinin şeriatinin temsilcileri, bir yandan da «ulülemrin» yani hükümdarın delegesi sayarlardı. Bir yandan padişaha şeriati öğretirler, öte yandan halka «Ulül-emr»e itaatin bir borç olduğunu telkin ederlerdi. Bunlar ne halktılar ne de kul.”11 Ama devlette üstlendikleri görevler nedeniyle (kadılık, müftülük, müderrislik vb.) daima halktan uzak, devlete yakın oldular. Fatih Sultan Mehmed’in padişahlığı döneminde, ulemanın yanı sıra devlet idaresinde sözü geçen eski ailelerin nüfuzları da bertaraf edilmiş ve bunların yerine, padişahın emir ve arzusuna mutlak surette uyan kişiler getirilmeye başlanmıştı. Bu kişiler aslında devşirme usulüyle toplanıp sarayda (Enderun mektebinde) yetiştirilen padişaha bağlı kullardır. Böylece, Fatih zamanında kulların devletin askerî-idarî-ilmî-mülkî tüm yürütme mekanizması içine geniş çapta nüfuz ettiğini ve devlet iktidarının giderek bu kul taifesinin eline geçmiş olduğunu görüyoruz. Nitekim, bu tarihten Kanunî Sultan Süleyman’ın ölümüne (1566) kadar olan dönemde sadrazamlık makamına gelen 23 kişiden 20’sinin kapıkullarından, sadece 3’ünün ulemadan olması da bunun bir göstergesidir. Batı’dan farklı olarak, toplumsal değil fonksiyonel bir işbölümünün ürünü olan ve anonim bir varlığa sahip bulunan Osmanlı hâkim sınıfı (yönetici bürokrasi), kapıkullarının iktidara gelişiyle birlikte bu vasfını büsbütün pekiştirmiş oluyordu. Aynı zamanda bu durum, Osmanlı Devleti’nin despotik niteliğinin tam olarak belirginleşmesi anlamına gelir. Osmanlı Devleti artık başlangıçtaki gibi küçük bir hanedanlık devleti değil, Bizans’ın muazzam bürokratik mekanizmasını da devralmış, asya tipi despotik bir imparatorluk devleti idi. Nitekim Osmanlı tarihinde, “hükümdarlar hükümdarı” anlamına gelen “Padişah” ünvanını ilk kullanan da Fatih Sultan Mehmed olacaktı. Dolayısıyla, Osmanlı despotizminin gerçek anlamda ilk kurucusu ve kanuncusunun Fatih Sultan Mehmed olduğunu söyleyebiliriz. Fatih’ten önceki dönemlerin devlet yönetiminde esas olarak medreseden gelme ulemanın ağırlıkta olduğu ve padişahı yetiştirenlerin de bizzat bunlar olduğu bilinmek-
10
Aralık 2005 • sayı: 9
tedir. Dolayısıyla, önceleri bu ulema “ekâbir” takımı karşısında, padişahın mutlak yetkisi az çok sınırlanmış durumdaydı. Fakat Fatih zamanında bu durum tamamen değişti. Devlet iktidarının her kademesi ve hükümet idaresi (başta vezirlik olmak üzere), Enderun’da yetişmiş ve doğrudan padişaha bağlı olan kulların eline geçti. Kullardan oluşan yeni hükümet mekanizması, sırtını kendisi gibi kullardan oluşan ordunun ulufeli (ücretli) kesimine (özellikle yeniçerilere) dayadı. Fatih zamanında kulların devletin askerî-idarî-ilmî-mülkî tüm yürütme mekanizması içine geniş çapta nüfuz ettiğini ve devlet iktidarının giderek bu kul taifesinin eline geçmiş olduğunu görüyoruz. Batı’dan farklı olarak, toplumsal değil fonksiyonel bir işbölümünün ürünü olan ve anonim bir varlığa sahip bulunan Osmanlı hâkim sınıfı (yönetici bürokrasi), kapıkullarının iktidara gelişiyle birlikte bu vasfını büsbütün pekiştirmiş oluyordu. Aynı zamanda bu durum, Osmanlı Devleti’nin despotik niteliğinin tam olarak belirginleşmesi anlamına gelir. Osmanlı hükümdarlarının haftada iki gün devletin en yüksek yönetim organı olan Divana (hükümete) başkanlık etmeleri ve toplantıları yönetmeleri kuralı da Fatih’in padişah oluşuyla birlikte ortadan kalktı. Artık Divana katılmayan padişah, “devleti yönetme görevindeki en önemli bir fonksiyonunu da «vekil-i mutlak»ı olan vezir-i azama geçirmek suretiyle, kendisi ancak arzları ve divanın kararlarını kabul veya geri çeviren mutlak iradeli bir baş otorite haline gelmişti.”12 Osmanlı’daki despotik devlet yapılanmasının önemli bir özelliğini ortaya koyması bakımından, burada bir noktanın daha kaydedilmesi gerekiyor. Fatih döneminden itibaren, “devlet kadrosunda hükümdarın (kendi iddiasının aksine olarak) artık «mülkün sahibi» durumunda bulunmadığı, padişahlık görevinde ancak irsî bir memur gibi oturduğu” gerçeğidir.13 Bundan böyle devlet, Osmanlı ailesine miras kalmış bir mülk (mülk-i mevrus) olarak değil, birliği padişah tarafından temsil olunan tek ve bölünmez bir varlık olarak algılanacaktır.14 Osmanlı devletinin despotik yapısı Fatih döneminde tam manasıyla belirginleşince, aslında padişahın da fonksiyonel bakımdan “yüce devlet”in bir kulu olduğu (kulpadişah) ortaya çıkmıştır. Padişah, kulların en tepesinde duran bir kuldur; bürokratik korporasyonun ve dolayısıyla despotik devletin bölünmez bütünlüğünün bir sembolüdür o! “Osmanlı padişahının, kapıkulu ocaklarının birinci ortasının yoldaşlarından sayılması, ulufe günü yeniçeri ağası giysisi ile kışlaya gelmesi ve ulufesini alması, at
Aralık 2005 • sayı: 9
üstünde bir kâse şerbet içmesi gelenekti.”15 Padişahı devletin “ücretli” kullarından biri olarak sembolize eden bu “kul-padişah” ritüeli de göstermektedir ki, toplumun tepesine çöreklenmiş olan despotik devlet, aslında toplumun üstünde asılı duran bürokratik korporasyonun anonim gücünden başka bir şey değildir. Yani Osmanlı devleti, Batı’da olduğu gibi toplumun bir sınıfına değil, toplum sınıflarıyla hiçbir bağı olmayan “yapma bir sınıf ”a (kullara) dayanmaktadır. İşte asıl Osmanlı denilenler de, devletin halktan ayırıp kullandığı bu kullardır. Dolayısıyla, Osmanlı padişahları da esasen toplumun veya halkın değil, has Osmanlı denen bu kapıkullarının başbuğudurlar. Osmanlı toplumunda sınıfsal ayrışmayı yaratan esas faktör toplumun içinde gelişen dinamik mekanizmalar değil, despotik devletin ta kendisidir. Osmanlı toplumundaki sınıfsal oluşumlar, toplumun kendi doğal gelişimi içinde gerçekleşen ekonomik-toplumsal bir ayrışmanın ürünü olmayıp, devletin dayattığı fonksiyonel bir ayrışmanın ürünüdürler. Yeri gelmişken, “kerim devlet” konusunda bizde çok sık ve yaygın olarak düşülen bir yanlışa da burada değinmek isteriz. Osmanlı’nın bahsettiğimiz bu despotizm dönemini romantikleştirenler, bu dönemde devletin adaletinin toplumsal yaşamı mükemmel biçimde düzenlediğini ve bu nedenle de sınıf ayrımı ve çatışması olmadığını söylerler. Bu düşünceye göre, Osmanlı devleti öyle bir “kerim” devlet idi ki, tüm toplumu hem yüce varlığıyla koruyor, hem de toplumun bireyleri arasında adaleti temin ediyordu. Onun için Osmanlı toplumu imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum idi! Aslında tarihimize ait bu yanlış ve çarpık düşünceler, Türkiye sol hareketinde de oldukça yer etmişlerdir. Eski kuşaktan sosyalistlerimiz arasında Osmanlı’nın bu döneminden övgüyle söz eden ve örnek alınmasını isteyen az insan çıkmamıştır. Evet, Osmanlı’nın despotik sisteminde devlet adaleti ve düzenlemesi vardı ama, bu hiçbir zaman halkın çıkarlarını korumak ya da sınıfsız, imtiyazsız bir toplum yaratmak için değildi. Devletin, dolayısıyla yönetici sınıfın (yani bürokratik korporasyonun) gelir kaynakları kesilmesin, süt veren ineğe iyi bakılsın diye yapılıyordu bu düzenlemeler. Devletin “kerimliği”, sürüyü koruyan sürü sahibinin “kerimliğinden” daha ileri değildi Osmanlı’da!
Despotik devlet altında ekonomi ve toplum Burada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor. Osmanlı toplumunun evrim çizgisinin Batı’daki gelişmeyle tam bir tezat oluşturduğunu daha önce söylemiştik. Batı’da devlet, bizzat toplumun geçirdiği evrime göre, yani toplumsal sınıfların ekonomik ilişkilerdeki ağırlığına göre
marksist tutum
biçimlenmiştir. Bir başka deyişle, özel mülkiyete dayanan Batı toplumlarında devlet, iktisaden egemen olan sınıfın devletidir. Oysa, aşağıda göreceğimiz gibi, Osmanlı’da bunun tam tersi söz konusudur. Osmanlı’da devlet, ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir ürünü olmayıp, tam tersine, kendisi ekonomiyi ve toplumu elinde yoğurarak biçimlendiren “kutsal” bir varlık görünümündedir. Buradan çıkan sonuç şudur ki, Osmanlı toplumunda sınıfsal ayrışmayı yaratan esas faktör toplumun içinde gelişen dinamik mekanizmalar değil, despotik devletin ta kendisidir. Osmanlı toplumundaki sınıfsal oluşumlar, toplumun kendi doğal gelişimi içinde gerçekleşen ekonomik-toplumsal bir ayrışmanın ürünü olmayıp, devletin dayattığı fonksiyonel bir ayrışmanın ürünüdürler. Osmanlı devletinin elindeki muazzam güç, daha önce de değindiğimiz gibi, bütün toprakların ve doğal kaynakların mülkiyetinin onun tekelinde bulunmasından ileri geliyordu. Kuruluşundan başlayıp 17. yüzyıla kadar olan dönemdeki devlet ve toplum yaşantısını göz önünde bulunduracak olursak, Osmanlı’da toplumun bireylerinin başlıca üç büyük fonksiyonel bölüme ayrıldığını söyleyebiliriz: 1- genel anlamda askerîler sınıfı diye çağırılan yönetici bürokrasi; 2- şehirliler; 3- çiftçiler. Bu fonksiyonel bölünme aslında yönetenler ve üretenler diye de özetlenebilir. Bu ayrışmada padişah en üstte durmakta, askerî ve sivil işlevler üstlenmiş kullar da onun altında yer almaktadır. Padişah da dahil, birinci sırada gelen bu askerîler sınıfı her türlü vergiden muaftır. Bu sınıf kendi içinde ayrıca ücretli (yani hazineden geçinmeli) ve dirlikçi (yani reayadan topladıkları vergi geliriyle geçinen) olmak üzere iki kategoriye ayrılmıştır. Doğunun despotik devletlerinin yaşamını incelemiş olan İbn Haldun’un söylediği gibi, bu devletler doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Ama bu devletlerin üzerine oturdukları toplumlar olduğu yerde dururlar ve her defasında bu toplumların tepesine, aynı tipte bir yenisi gelip oturur. Fakat Osmanlı devleti için böyle olmamıştır. Çünkü Osmanlı devletinin “bozuk düzen” içinde yaşamını sürdürdüğü dönem, onun yerini bir başka “despotik” devletin gelip almasının artık mümkün olmadığı kapitalizm dönemiydi. Askerîler diye tanımlanan bu devletlû sınıf dışında kalan bütün halk yığınları (ister şehirli, ister köylü olsun), “reaya” deyimi ile ifade ediliyordu. Bütün topraklar ve doğal kaynaklar devletin mülkü sayıldığı için, şehirli ve çiftçi reaya da bu dev işletmenin emekçileri sayılıyordu elbette. Artık ürünleri devletlû sınıf (askerîler) tarafından (vergi adı altında) çekilip alınan ve iliklerine kadar sömürülen emekçiler!
11
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
Bu devlet sisteminin toplum anlayışına göre, toplum, devletin güdümü altında çalışmak üzere örgütlenmiş ve her birinin işlevi ve görevi ayrı ayrı önceden belirlenmiş olan organlardan oluşmaktadır. Ama devlete karşı farklı işlevler ve görevlerle yükümlü olsalar bile, bu insan gruplarının birlikte oluşturdukları bütünsel bedenin (yani toplumun) tek bir amacı vardır: devlet-i âlî Osman’ın bekasını sağlamak! Bu toplum nizamının hiç bozulmadan sürmesi, Osmanlı devleti için yaşamsal önemdeydi kuşkusuz. Çünkü anlattığımız cinsten bir devlet düzeni, ancak böyle koyun sürüsü gibi güdülen ve hiçbir değişim geçirmeyen statik bir toplumun üzerinde durabilirdi. Sürekli değişim içinde olan bir toplumun üstünde ise asla! Onun için, Osmanlı devlet adamlarının ve ulemanın ağızlarını her açtıklarında, “düzen”den, “nizam”dan dem vurmaları boşuna değildi. Tüm Doğu despotizminde olduğu gibi, Osmanlı despotizminde de toplum başka, devlet başka şeydi. “Toplum, onların deyimiyle «reaya» yerden bitme bir şey. Osmanlı kafasına göre, toplum «reaya» ve «beraya» yani köylü ve kentli halktır. Devlet ise efendi veya babadır. Bulunduğu yere tanrı tarafından getirilip konmuştur. … Bu iki varlığı İslâm ve Osmanlı yazarları çok defa «sürü» ile «çoban»a benzetirlerdi.”16 Klasik anlamda Osmanlı despotizmi, Kanunî Süleyman döneminde en yüksek noktasına ulaştıktan sonra, 16. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başladı. Doğunun despotik devletlerinin yaşamını incelemiş olan İbn Haldun’un söylediği gibi, bu tip devletler doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Ama bu devletlerin üzerine oturdukları toplumlar olduğu yerde dururlar ve her defasında bu toplumların tepesine, aynı tipte bir yenisi gelip oturur. Fakat Osmanlı devleti için böyle olmamıştır. Çünkü Osmanlı devletinin “bozuk düzen” içinde yaşamını sürdür-
düğü dönem (18. ve 19. yüzyıllar), onun yerini bir başka “despotik” devletin gelip almasının artık mümkün olmadığı kapitalizm dönemiydi. Osmanlı despotizminin “bozuk düzen” içinde yaşamını nasıl sürdürdüğünü ve Avrupa’da gelişen kapitalizm karşısında nasıl bir çöküş sürecine girdiğini de gelecek bölümde incelemeye çalışacağız. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır. —————————————— 1 Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol. Yay., Kasım 1995, s. 90, düzeltilmiş çeviri 2 age, s. 90, düzeltilmiş çeviri 3 Marx, Kapital, c.3., Sol Yay., Şubat 1990, s. 695, düzeltilmiş çeviri 4 Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c.1, Gerçek Yay., Nisan 1972, s. 55 5 Fuat Köprülü’den aktaran Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, s.65 6 Pençik: Akın ve savaşlarda ele geçirilen her beş tutsaktan birinin devletin payı olarak devlete verilmesi. Osmanlı’da bu uygulama, fetihler döneminin kapandığı 17. yüzyılın sonlarına değin sürmüştür. 7 kaynak: Ana Britannica 8 Enderun: Kelime anlamı iç, yürek demek. Osmanlı’da sarayın harem dairesi kısmına verilen ad. 9 N. Berkes, age,s. 94 10 N. Berkes, age, s. 100 11 N. Berkes, age, s. 115 12 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, c.2, Cem Yayınevi, 1974, s. 72 13 M. Akdağ, age, s.73 14 M. Akdağ, age, s. 73 15 kaynak: Ana Britannica 16 N. Berkes, age, s. 56
BONAPARTİZMDEN FAŞİZME Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili Elif Çağlı Elif Çağlı bu kitapta Fransa’da Marx döneminde yaşanan Louise Bonaparte’ın 18 Brumaire deneyiminden Almanya’daki Bismarck dönemine, İtalyan ve Alman faşizminden İspanya ve Portekiz’e, Yunanistan’dan Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş deneyimleri gözönünde bulundurarak, burjuvazinin olağanüstü rejimlerinin biçimlerini ve evrimlerini, bu rejimlere ilişkin değerlendirmenin hangi teorik-politik temellere dayanması gerektiğini ortaya koyuyor. Çağlı, Türkiye’deki burjuva rejimin kuruluş süreci ve sonraki evrimini, yaşanan darbeler ve bunların doğurduğu rejimin karakteri sorununu tartışarak, modern Türkiye tarihine ilişkin Marksist bir perspektif ortaya koyuyor. (336 sayfa, 10 YTL)
12
Faşizme Giden Yolda Maraş Katliamı Akın Erensoy
D
ünya ölçeğinde kendini hissettiren ekonomik ve siyasi istikrarsızlık giderek derinleşiyor. Dünya ekonomisinin eş zamanlı kriz eğilimi emperyalist-kapitalist sistemi çelişkilerin keskinleştiği, emperyalist hegemonya savaşının kızıştığı bir sürecin içine çekmiştir. ABD’nin başını çektiği emperyalist hegemonya savaşı dünyanın her köşesine yayılarak genişliyor; savaş, çoktandır günümüzün olağan gündemi haline gelmiş bulunuyor. Ekonomik kriz ve emperyalist hegemonya savaşının basıncı burjuva devletlerin militarist yönünü öne çıkarmakta, bu durum, anti-demokratik uygulamalarla kendini açığa vurmaktadır. Sözümona “uluslararası terör”ü önlemek bahanesiyle başta ABD ve İngiltere olmak üzere tüm emperyalist-kapitalist ülkeler polis devleti uygulamalarını hayata geçiriyorlar. Anti-demokratik yasalar ve faşizan uygulamalar, kapitalist sistemin ekonomik bunalımı ve süren hegemonya savaşı derinleştikçe işçi-emekçi kitlelere karşı daha fazla hayata geçirilecektir. Sınıf mücadelesinin yükseldiği ve kapitalizmin işçi-emekçi yığınların devrime dönüşecek başkaldırısıyla tehdit edildiği her ülkede burjuvazi faşizm gibi olağanüstü rejimlere başvurmaktan çekinmeyecektir. Nitekim Fransız burjuvazisi de geçtiğimiz günlerde patlak veren isyan karşısında burjuva devletin baskıcı ve militarist yüzünü emekçi kitlelere göstermekten geri durmamıştır. Üç aylık sıkıyönetim ilan edip isyanın yayılıp güçlenmesini engellemek isteyen Fransız burjuvazisi, bir taraftan da anti-demokratik ve faşizan içerikli yasaları gün-
deme getirmiştir. Beri yandan ise, dünyanın birçok köşesinde ve Avrupa’da faşist hareket çoktandır kıpırdanmakta ve işsizlik ve yoksulluğun pençesinde kıvranan yığınların en bilinçsiz kesimlerini de yanına çekmeye çalışmaktadır. Türkiye’de ise faşist hareket hep diri kalmıştır; 1980 öncesinde oynadığı uğursuz role her vesileyle soyunma peşindedir. Kürt halkına ve devrimcilere dönük linç saldırılarıyla faşist hareketin kendine alan açmak istemesi dikkatlerden kaçmamalıdır. Milliyetçilik işçi sınıfının gözüne takılmış bir burjuva bağdır; örgütsüz ve gerçek komünist önderlikten yoksunsa işçi sınıfı, burjuvazinin peşinden gitmeye mahkûm olur. Girmiş olduğumuz dönem, gerçekten de pek çok gelişmeye gebedir ve bu nedenle savaş, devrim ve karşı-devrim olarak özetlenebilecek bu süreçte faşizm meselesini her vesileyle ele almakta yarar var.
Maraş: faşizmin iktidara tırmanışında önemli bir basamak 12 Eylül rejiminin faşist karakterini reddedenler daha ziyade, bu rejimin kitle hareketini arkasına alan faşist bir partinin iktidara gelmesi şeklinde kurulmadığı iddiasını öne çıkarmışlardır. Oysa faşizm iktidara, her yerde Almanya veya İtalya’daki klasik örneği tıpatıp izleyerek gelmemiştir. Askeri diktatörlük biçiminde kurulan faşist diktatörlükler bile, darbeyi önceleyen süreçte sivil faşist hareketleri örgütleyip işçi sınıfının üzerine salmaktan, toplumu terörle sindirip kitle pasifikasyonu yöntemlerine baş-
13
marksist tutum
vurmaktan ve kitlelerde “düzen” beklentisi oluşturmaktan geri durmamıştır. İşte geriye dönüp baktığımızda, Maraş katliamının, tam da bu yöntemlerin bir örneği olarak, faşist bir darbenin hazırlanması sürecinde önemli bir basamak oluşturduğunu görürüz. Maraş’ta 19 Aralık 1978’de başlayan kanlı saldırılar günlerce sürmüş ve kelimenin gerçek anlamıyla karşı-devrimci güruhun katliam ve yağmasına dönüşmüştü. MHP’nin başını çektiği muhafazakâr, mutaassıp küçük-burjuva ve lümpen kitleler “bugün cihat günüdür, Alevileri öldüren cennete gider”, “komünistleri bırakmayın” sloganları eşliğinde saldırılarını günlerce sürdürmüşlerdi. Saldırılar sonucunda 111 kişi ölmüş, Alevilerin ve solcuların evleri ve işyerleri yakılıp yıkılmış, Alevi nüfusun yüzde 80’i Maraş’ı terk etmişti. Esasında Maraş’ta başlayan katliam, Anadolu kentlerinde ve kasabalarında süren bir dizi saldırı ve yağmanın ardından gelmişti. 1978 yılı boyunca faşist hareket, Alevi ve Sünni kökenli nüfusun yoğun olarak yaşadığı kentlerde mezhep ayrılıklarını kışkırtan provokasyonlar düzenlemiş ve birçok yerde çatışmalar çıkmıştı. Türkeş’in 19 Aralık 1978’de İzmir’de Mussolini’den esinlenerek başlattığı “büyük yürüyüş” açıkça iç savaş ilanı anlamına geliyordu ve devam eden günlerde faşist saldırılar her yerde artacak ve kitlesel kıyımlara dönüşecekti. Maraş olayları öncesinde Malatya, Sivas ve Elazığ gibi kentlerde büyük çatışmalar
14
Aralık 2005 • sayı: 9
yaşanmış, kısa zaman içinde çatışmalar tüm Anadolu kent ve kasabalarına yayılmıştı. İşçi sınıfının hâkim olduğu kentlerde tüm çabasına rağmen tutunamayan MHP’nin örgütlenmesini, sermayenin tekelleşmesi karşısında tükenen küçük-burjuvazinin hâkim olduğu Anadolu kent ve kasabalarına kaydırması tesadüf değildir. Bunun altında, kapitalist gelişmenin sıçramalı temposu daha geri olan bu bölgeleri sarsması ve sermayenin tekelleşmesi ve mali-sermayenin her sektörü ahtapot gibi sarması karşısında küçük-burjuva kentli ve köylü sınıfların yıkıma uğrayarak umutsuzluğa kapılması yatıyordu. Tekelci sermaye karşısında tükenen ve yükselen devrimci mücadele ile huzuru kaçan küçük-burjuva yığınlar, devletin sıcak kollarına kendilerini bırakıp kredi imkânlarından yararlanarak düzen ve istikrar içinde yaşamayı arzulamaktaydılar. Unutmamak gerekiyor ki, “düzen” küçük-burjuvazinin amentüsüdür! İstikrarsızlık ve “düzensizlik” küçük-burjuva yığınlar için küçük mülklerini hepten kaybederek tükenebilecekleri korkulu süreçlerdir. Faşizm, küçük-burjuva ve işsiz-güçsüz lümpen kitlelere yaşadıklarının sorumlusunun “komünizm” (yani yükselen devrimci işçi hareketi) olduğunu söyleyerek düzen ve istikrar vaat etmekteydi. Bir taraftan da tıpkı Maraş’ta olduğu gibi mezhepsel farklıkları kaşıyarak Alevilere ve devrimcilere karşı gerici kitleleri; “komünistler camiyi yaktı”, “Aleviler camiye bomba attı”, “komünistler ve Aleviler si-
Aralık 2005 • sayı: 9
lahlanıyorlar” yalanlarıyla galeyana getirerek harekete geçiriyordu. 3 Eylül 1978’de Sivas’ta başlayan katliam ve yağmada gerici kitlenin, “dinsizleri yok edersek malları bize kalacak” sözleri, faşist hareketin nasıl bir zemine oynadığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Maraş olayları, faşist karşı-devrimci hareketin en kanlı girişimlerinden biri değildi sadece, aynı zamanda 1980 darbesine giden sürecin önemli bir basamağıydı da. O güne kadar faşist hareketin durmaksızın tekrarladığı “sıkıyönetim ilan edilmeli ve askerler sokağa çıkarak devlete sahip çıkmalı” söylemi böylece bir gerçeğe dönüşüyordu. Devam eden günlerde CHP hükümeti ve onun başındaki “Karaoğlan” Ecevit, 13 ilde sıkıyönetim ilan edecek ve bilahare sıkıyönetim tüm Türkiye ölçeğine yayılarak ‘80 faşist darbesiyle pekişecekti. Sıkıyönetim silahı, burjuvazi için gerçekten de vazgeçilmez değerdedir; emekçi kitleler ne zaman kapitalist düzene karşı devrimci başkaldırıya girişmişlerse, burjuvazi hareketi ezmek, pörsütmek ve sönümlendirmek için sıkıyönetim silahını kullanmış ve devrimci hareketi kontrol altına almaya çalışmıştır. TC’nin Kürt halkını kontrol altında tutmak amacıyla yıllarca “olağanüstü hal” uygulaması ve Fransız burjuvazinin geçtiğimiz günlerde patlak veren isyan karşısında hemen sıkıyönetim silahına sarılması bunu bir kez daha tanıtlamıştır. Burjuvazi işçi sınıfının yükselttiği mücadele bayrağını 12 Mart 1971 darbesiyle yere düşürmeye çalışmış, ama bunu başaramamıştı. Tüm engellemelere ve sürecin darbeyle kesintiye uğratılmasına rağmen işçi hareketinin 60’larda başlayan yükselişi durdurulamadı. Sınıf mücadelesinin yükselmesiyle, emekçi kitlelerin politikleşmesinin önüne çekilen duvarlar yıkılıyor ve tüm toplum politik sürece dahil oluyordu. Devrimci yükselişin toplumu politize etmesiyle sosyalist fikirler işçi-emekçi kitleler nezdinde hızla itibar kazanıyor ve kapitalist düzene karşı işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü büyüyordu. 1977 1 Mayısına 500 bin kişinin devrim şarkıları eşliğinde katılması sınıf hareketinin geldiği politik düzeyi ortaya koyarken, burjuvaziye ise alarm zilleri çaldırtıyordu. Devrim/karşı-devrim ikilemi keskinleşmişti. Bu yıllar aynı zamanda, burjuvazinin tekelci mali-sermaye sentezine ulaştığı ve içe dönük sermaye birikim modelini terk ederek dış pazarlara açılmak istediği yıllardır. Tekelci sermayenin ihtiyaç duyduğu ekonomik ve siyasi yapısal dönüşümler elbette ki, işçi sınıfının kapitalist düzeni devrimci başkaldırıyla tehdit ettiği bir ortamda hayata geçirilemezdi. Böylesi bir gerçekle karşı karşıya kalan tekelci sermaye, düzenin bekası ve selâmetini sağlayacak, devrim tehdidini bertaraf ederek önünü açacak faşist hareketi destekledi ve ‘80 faşizminin koşullarını hazırlatmaya girişti. Bu yıllarda MHP merkezinden Türkeş’e verilen bir raporda “işadamlarında ve sermaye çevrelerinde büyük ilgi vardır, ‘bizi koruyan Türkeş’in adamlarıdır’ demektedirler” yazmaktaydı.
marksist tutum
1975’te kurulan Milliyetçi Cephe Hükümeti, 12 Mart cuntasının ezemediği devrimci yükselişin olağanüstü yöntemlere başvurularak durdurulmasını isteyen burjuvazinin özleminin bir ifadesiydi. Demirel’in başında bulunduğu AP, MSP ve MHP’den müteşekkil bu cephe, işçi sınıfına karşı savaş ilan etmişti. Demirel, adeta Mussolini gibi konuşuyordu: “komünizm ile mücadelemiz devam edecektir. Gerekirse bu mücadelede şehadet mertebesine de ulaşırız. Bozguncuları behemehal bozguna uğratacağız.” MHP, iktidar olmanın avantajlarını kullanarak tüm devlet kademlerine yerleşirken, emekli subay ve polislerin eğitiminden geçirilen Ülkücü faşist hareket, adeta asker ve polisten sonra ikinci silahlı güç haline gelmişti. 1976’da MHP’nin Hergün gazetesine bir demeç veren Demirel, “ülkücü gençlik milletimizin teminatıdır. Ülkücüleri suçlayanların devleti yıkmak isteyenler olduğu bellidir” demekteydi. Karşı-devrimci güçler 1973’ten başlayarak işçi grevlerine, mitinglere ve devrimcilere saldırarak yüzlerce devrimciyi öldürdüler. Toplumun korkutulmasını ve pasifize edilmesini amaçlayan tedhiş/terör yöntemleriyle kitleler, “düzen isteriz”, “artık bu çatışmalar bitsin” noktasına getirilmek isteniyordu. Her gün onlarca saldırı oluyor; kahvehaneler, üniversiteler, grevler basılarak kurşunlanıyordu. Planlı saldırılarla, devrimci hareketle doğrudan bağı olmayan solcu aydın ve yazarlar dahi öldürülüyor, karşı-devrimci terör, dehşete kapılmış kitleleri korkutup sindirmeyi amaçlıyordu. 1978’den sonra karşı-devrimci terör daha bir yaygınlaştırılacak ve hemen her şehirde çatışmalar baş gösterecekti. Burjuvazinin ‘80 faşist darbesini kitlelerin gözünde meşrulaştırmak üzere ileri sürdüğü “kardeş kardeşi öldürüyordu” söylemi, bu dönemdeki karşı-devrimci faşist terörün sonucuydu. Faşist hareket, iç savaşı tırmandırırken bir taraftan da orduyu işbaşına çağıran bildiriler yayınlıyordu; “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devredilmesi”ni talep eden açıklamalar faşist hareketin tüm gayretinin ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Maraş olayları ve ardından sıkıyönetim ilan edilmesi faşizmin iktidara tırmanışında önemli bir dönemeç noktasıydı. 1979 yılı boyunca faşist hareket, sıkıyönetim uygulamasından hiçbir şekilde etkilenmeden saldırılarını sürdürdü. İşçi sınıfına önderlik edecek ve devrimci yükselişi bir devrimle taçlandırarak faşizmi ezme perspektifini taşıyan enternasyonalist komünist bir önderliğin olmaması koşullarında faşist saldırılar emekçi kitlelerin pasifikasyonunu derinleştirdi. Sol kendi içinde bir çatışmanın içine çekilirken, işçi sınıfı içinde örgütlü bir güç olan TKP, burjuvazinin has temsilcisi olan CHP ile “ulusal demokratik cephe” gibi sınıf işbirlikçi politikalar peşinde koşuyordu. Böylece kitleler karşı-devrimci şiddet sarmalının içine alınarak pasifize edildi ve faşizm askeri bir darbeyle iktidara yükseldiğinde karşısında örgütlü bir güç kalmamıştı. MHP liderlerinden Sadi Somuncuoğlu daha 1973’de, “12 Martta Ülkücü gençliğin nöbeti Mehmetçiğe devrettiğini”
15
marksist tutum
söylemişti! Esasında bu sözler ‘80 askeri faşist darbesinin rolünü ve yaşananları da özetleyecekti. Sivil faşist hareket iktidarın yolunu temizlemiş ve iktidara askeri görünümlü faşizm oturmuştu; görev tamamdı!
Askeri diktatörlük mü, faşist diktatörlük mü? Türkiye’de faşizmin sivil bir hareket önderliğinde iktidara gelmemesi, 1980 askeri darbesinin niteliğinin ne olduğu tartışmasını da beraberinde getirmiştir. Faşizmin kitle tabanını oluşturan küçük-burjuva ve lümpen yığınların askeri darbede doğrudan rol oynamadığını ve faşizmin bir parti önderliğinde sivil hareket aracılığıyla iktidara gelmediğini ileri sürenler, ‘80 askeri darbesini faşizm olarak tanımlamaktan kaçınarak, “askeri diktatörlük” demeyi tercih etmekteler. Oysa görülmesi ve kavranması gereken şey, kurulan iktidarın taşıdığı niteliktir, askeri darbeyle nasıl bir iktidarın doğduğudur. İktidara tırmanan faşizm ile iktidardaki faşizm arasında ayrım yapmak gereklidir. Faşizm, her ülkede farklı görünümlere bürünerek iktidara gelebilir ve bu, Marksistler için hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. Faşizm olgusunu sadece Almanya ve İtalya örnekleri temelinde dondurarak ele alanlar, farklı görünümlere bürünerek gelişebilecek faşist iktidarların niteliğini kavrayamadıkları için, gerçekte işçi sınıfına doğru bir mücadele perspektifi de sunamazlar: Klasik faşizmde küçük-burjuvazinin desteğinin çok belirgin olduğu, askeri diktatörlük örneklerinde ise bu unsurun bulunmadığı düşüncesiyle bunların faşist olarak nitelenmesine karşı çıkanların bu husus üzerinde iyice bir düşünmeleri gerekiyor. Faşizmin hep faşist partilerin iktidara gelişiyle kurulduğu düşüncesiyle, hiçbir askeri diktatörlüğün faşizm kategorisi altında değerlendirilemeyeceğini iddia etmek, faşizmi yalnızca klasik biçimleriyle sınırlandırarak kavramaya çalışma tutuculuğu anlamına geliyor. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.112)
Yunanistan, Şili ve Türkiye örnekleri göstermiştir ki, faşizm, askeri bir görünüme bürünerek iktidara gelebilir ve ordu, sermayenin faşist programını örgütlü işçi sınıfını ve devrimci güçleri ezerek hayata geçirebilir. Kaldı ki “askeri faşist darbeler ansızın üstten geliyor gibi görünseler de, bir ön hazırlığa dayanmayan, iktidarı için önceden ortamı hazırlamayan bir askeri faşist diktatörlük düşünülemez.” “Kapitalizmin krizleriyle umutsuzluğa sürüklenen ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın yarattığı istikrarsızlık koşullarından bezen küçük-burjuva, işsiz, lümpen kitlelerin askeri faşist bir diktatörlüğün iktidarına giden zeminin döşenmesinde üstlendikleri rol asla göz ardı edilemez.” (Elif Çağlı, age, s.111) Türkiye’de de, işçi sınıfının devrimci yükselişine karşı faşist hareket bu kesimleri örgütlemiş ve karşı-devrimci bir güç olarak kullanmıştır. MHP önderliğinde, bir taraftan işçi sınıfı içinde alternatif sendikalar (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) yaratılmaya çalışılırken, öte
16
Aralık 2005 • sayı: 9
taraftan lümpen, işsiz kitleler ve küçük-burjuva kesimler Ülkü Ocakları, Ülkücü Esnaf ve Sanatkârlar Derneği gibi örgütler altında bir araya getirilmiştir. “Komünizme karşı savaş dernekleri”ni de bu kapsamda saymak gerekiyor. Görüldüğü üzere her düzeyde bir örgütlülük yaratılmaya çalışılmış ve karşı-devrim, yaygınlaştırdığı terörle toplumu pasifize ederek kendi stratejisini hayata geçirmeye çalışmıştır. Ancak faşist hareketin kapsamı ve ulaştığı kitlesellik, Almanya ve İtalya’daki gibi bir düzeye ulaşamamış, burjuvazi, işçi sınıfının ve devrimci hareketin örgütlülük düzeyini dikkate alarak, işini şansa bırakmadan devletin çekirdeğini yani ordusunu işbaşına çağırmıştır. Kuşkusuz faşizmin sivil bir hareket olarak iktidara gelmemesinde uluslararası etmenler olduğu gibi, burjuvazinin Almanya ve İtalya örneklerinden çıkardığı dersler ışığında, sivil faşist hareketin iktidara geldiğinde toplumda yaratacağı huzursuzluk ve çatışmayı göz almak istememesi gibi faktörler de söz konusudur. Zira ordu, solun da büyük katkıları sonucunda emekçi yığınların bilincinde “halkın ordusu” olarak yer tutmuş ve sanki “tarafsızmış” gibi algılanmıştır. Faşizm, küçük-burjuva ve lümpen yığınları kapitalist düzeni tehdit eden işçi sınıfının devrimci yükselişini ezmek üzere bir koçbaşı olarak kullandıktan ve hareketi ezip iktidara geldikten sonra onu burjuva devletin çelik mengenesinde ezerek geldiği yere gönderir. Nitekim MHP’nin kapatılması ve faşist kadroların cezaevlerine tıkılması ve fakat buna karşın Türkeş’in “kendimiz içerideyiz ama, fikirlerimiz iktidarda” demesi manidardır. Sonuç olarak, faşizmin Almanya ve İtalya’daki gibi, her daim faşist sivil parti önderliğinde, küçük-burjuva ve lümpen proleter kitlelerin üzerine basarak iktidara yükseleceğini söylemek ve bunu mutlaklaştırmak yanlıştır. Faşizmin genel olarak küçük-burjuva ve lümpen kesimler üzerine basarak bir kitle hareketi oluşturduğu doğrudur; fakat Şili örneğinde olduğu üzere, anlamlı sayılabilecek bir kitle desteğine sahip olmadan, doğrudan tankıyla, topuyla ve tüfeğiyle iktidara gelebileceğini de unutmamak gerekiyor. Önümüzdeki süreçlerde kapitalist düzenin bir devrim tehdidi karşısında burjuvazi, faşizm gibi olağanüstü rejimlere başvurmaktan geri durmayacaktır. Kaldı ki, daha şimdiden emperyalist burjuvazi, geniş işçi-emekçi yığınlara başkaldırdıkları takdirde nelerin yaşanabileceğini uyguladığı devlet terörüyle göstermiş bulunuyor. ABD’de faşizan yasaların çıkarılması ve bir milyon kişinin ajan yapılmak istenmesi, toplumun geneline dönük fişleme ve baskı; İngiltere’de polisin olağanüstü yasalarla donatılmak istenmesi ve Fransa’da patlak veren isyan karşısında burjuvazinin emekçi kitlelere karşı devlet terörü uygulaması gelecek günlerde nelerin olabileceğinin işaretidir. Tarihsel olguları dondurmadan ve şabloncu bir bakış açısına saplanıp kalmadan, yaşananları Marksizmin ışığında, somut verili durum çerçevesinde değerlendirmek ve ona göre tutum almak gereklidir. www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
Ortadoğu: “Özgürlük ve Demokrasi” Diyarı! İlkay Meriç
A
nayasa referandumunun “özgürlüğe ve demokrasiye” giden yolda önemli bir adım olarak kutsandığı Irak’ta, “hür” parlamenter seçimlerin yapılacağı 15 Aralık tarihi beklenirken, savaş cehennemi tüm Ortadoğu’yu kapsayacak şekilde genişliyor. ABD’nin hegemonyasını korumak ve pekiştirmek amacıyla Afganistan’da başlattığı ve ardından Irak’la beraber Ortadoğu’ya taşıdığı emperyalist savaş, sönümlenmek bir yana giderek daha da derinleşip yayılma eğilimi taşıyor. Irak’ı, 300 binden fazla insanın katledildiği Balkanlar’a dönüştürme yolunda istikrarlı bir şekilde yol alanlar, şimdi de Suriye’yi topun ağzına yerleştirdiler. Büyük lokma İran ise sıradaki yerini beklemeye devam ediyor. 2003 Martında Bağdat’ın bombalarla yerle bir edilmesinin üzerinden 2,5 yılı aşkın bir süre geçti. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında uygulamaya koyduğu emperyalist paylaşım planı bu süre zarfında il-
mek ilmek dokundu ve bugünlere gelindi. Demokrasi ve özgürlüğü Kuzey Afrika’dan Güney Asya’ya kadar olan geniş coğrafyaya taşıma iddiasıyla ortaya çıkan ABD, tüm dünyayı adım adım bir kan ve barut fıçısı haline getirmiştir. Yürüyen emperyalist paylaşım savaşının odağında ise hiç kuşkusuz Ortadoğu yer almakta. Irak her geçen gün daha fazla kana bulanıyor. İşgal güçlerinin ve işbirlikçi hükümetin el ele yürüttükleri işkence ve katliamlar, patlayan bombalar, her gün onlarca insanı canından ediyor ve onlarcasını sakat bırakıyor. Gazze’nin boşaltılmasını bir lütuf olarak aksettiren ve Yahudi yerleşimcilerin günler süren direnişini iç parçalayıcı bir trajedi gibi pazarlayıp tüm dünyaya naklen izlettiren Siyonist İsrail yönetimi, Filistinlilere saldırılarını sürdürüyor. ABD’nin saygın müttefiki olan Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinin baskıcı şeriat yönetimlerinde ancak göstermelik değişimler
17
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
yaşanıyor. Mısır’da yapılan göstermelik seçimlerde kendini onaylattıran Mübarek diktatörlüğü, eski rejimi korumaya devam ediyor. Ve bu arada TC, birkaç yıldır geçici bir yumuşama evresine giren kirli savaşı yeniden alevlendiriyor. Kısacası, emperyalistlerin Birinci Dünya Savaşıyla birlikte bölüp parçaladıkları ve daha sonra da kirli ellerini üzerinden hiç eksik etmedikleri Ortadoğu’nun bugünkü manzarasının özgürlükle, demokrasiyle, barışla en ufak bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Derinleştirilmiş vahşet projesi! 300 bin insanın evlerini terk etmek zorunda kaldığı ve 2 binden fazlasının ABD askerleri tarafından hunharca öldürüldüğü Felluce katliamının yıldönümünde, İtalyan RAI televizyonunda yayınlanan bir belgesel, emperyalizmin vahşetinin sınır tanımazlığını bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya koydu. Felluce’de yapılan katliamın ve sivillere karşı kullanılan kimyasal silahların bu belgeselde teşhir edilmesinin ardından ABD nihayet fosfor bombası kullandığını itiraf etmek zorunda kaldı. Ama yalnızca “teröristlere karşı” kullanıldığını iddia ederek! Oysa yapılan video çekimleri ve resimler, çocuk, kadın, yaşlı demeksizin katledilen sivillerin görüntüleriyle dolu. Bilindiği gibi, Irak’a saldırmadan önce ABD’nin en temel argümanlarından birisi Saddam’ın kimyasal silah bulundurması ve bunu Halepçe örneğinde de görüldüğü gibi sivil halka karşı kullanmasıydı. ABD’ye göre Saddam rejimi tüm Ortadoğu için büyük bir tehdit oluşturuyordu ve Irak’ın Saddam’dan arındırılıp “demokrasi ve özgürlük” diyarı haline getirilmesi gerekiyordu. Böylece Ortadoğu halkları huzura kavuşturulacaktı! Savaşın ilerlediği her geçen gün, ABD öncülüğündeki emperyalist işgal güçlerinin özgürlük ve demokrasiden ne anladıkları kitleler nezdinde daha net ortaya çıkıyor. Tam da Felluce’deki katliamın burjuva medyaya taşındığı günlerde, ABD askerlerinin haberdar olmadıklarını iddia ettikleri bir işkence merkezinin bulunmasıyla, özgürlük ve demokrasi oyununun bir ileri sahnesine sıçradık. 173 Sünni mahkûmun aylarca aç bırakılıp ağır işkencelerden geçirildiği bu merkezde yapılanlar, “masum” ABD askerleri tarafından, hiç beklenmedik, duyulmadık ve görülmedik olaylarmış gibi yansıtılıyor (Ebu Garip’te yaşananlar bu durumda hayal ürünü olsa gerek!). Oysa çok açık ki, ne emperyalist işgal güçleri ve ne de işbirlikçi yönetim, tüm muhalif unsurlara ve bu arada elbette eski Baasçılara yönelik imha ve işkence uygulamalarında sınır tanımamaktadır. Bu pervasızlık sadece Irak’la da sınırlı değildir. ABDnin, aralarında Türkiye, İspanya, Portekiz, Almanya, Finlandiya ve Hollanda’nın da bulunduğu en az 20 ülkenin havaalanlarını kullanarak, çeşitli ülkelerden kaçırdığı sözde suçluları CIA uçaklarıyla Avrupa’nın ve dünyanın pek çok bölgesindeki gizli işkencehanelere taşıdığı artık gizle-
18
nemez hale gelmiştir. ABD’nin, tüm dünyayı, havada-karada bir işkence merkezi haline getirmesi, emperyalist savaşın önümüzdeki dönemde nasıl bir vahşete dönüşeceğinin sadece bir dışavurumudur.
Irak’ta iç savaşa doğru Irak, emperyalistlerin sözünü ettiği istikrar, demokrasi ve özgürlük vaatlerinin aksine, bugün korkunç bir iç savaşın eşiğine getirilmiş bulunuyor. Yönetimden büyük oranda dışlanan Sünnilerin yeni Anayasayla petrol gelirlerinden mahrum kalma olasılıkları, aynı zamanda eski ayrıcalıklı konumlarını da yitirmiş olan Sünni egemenleri Şii egemenlerle karşı karşıya getiriyor. Sünni egemenlerin çıkarları doğrultusunda emperyalist işgal güçlerine karşı direnen eski Baasçıların başını çektiği Sünni gruplar, silahlarını Şii halka çevirmekten çekinmiyorlar. Irak’ta referandum sürecinden bu yana sayısı ve şiddeti gözle görülür şekilde artan patlamalarda her gün onlarca sivil insan yaşamını yitiriyor. Daha önce ağırlıklı olarak askeri hedeflere ve hükümet güçlerine yönelen saldırılar, son birkaç aydır giderek artan biçimde Şii sivilleri de hedef almaya başladı. Irak’ta işgal güçlerinin verdiği kayıplar, bombalamalarda ölen Iraklı sivillerin yanında ihmal edilecek kadar düşük sayılarda kalmaktadır. Savaş başlamadan önce Irak petrollerini emperyalist tekellerin emrine sunmayı ve Ortadoğu’yu kendi çıkarları temelinde yeniden yapılandırmayı planlamış olan ABD, Irak’taki icraatıyla halklar arasında bir iç savaş ve boğazlaşmanın zeminini döşemiş bulunmaktadır.
Kürdistan tehlikeden muaf mı? Yıllardır 36. paralelin kuzeyinde fiilen özerk bir konum kazanmış olan Güney Kürdistan, yürüyen savaştan kazanımla çıkan tek bölge olarak görünüyor. Her ne kadar Irak’tan ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma pozisyonu bugün için çok sivriltilerek dillendirilmese de, Kürt liderler asıl hedeflerinin bu olduğunu ve birkaç yıl sonra bunun eninde sonunda gündeme geleceğini ifade ediyorlar. Ne var ki, görece daha istikrarlı ve gelecek umudu olan bir bölge olarak görülen Güney Kürdistan’ın bile yarınki Irak ve Ortadoğu atmosferinde kendini nasıl bir durumda bulacağı son derece meçhuldür. Dört parçaya bölünmüş bir sömürge konumunda olan Kürdistan’ın, en azından Irak sınırları dahilindeki Güney bölümünde siyasal bağımsızlığına kavuşma doğrultusunda ciddi bir olanak yakaladığı ne kadar açıksa, bu olanağın yine emperyalist oyunlarla berhava olma olasılığı da bir o kadar geçerlidir. Dolayısıyla, Kürtlerin, gerek muhtemel iç savaş tehlikesinden gerekse Ortadoğu’yu bekleyen daha şiddetli bir savaş atmosferinden kendilerini uzak tutmaları ve bunun dışında kalmaları olanaksızdır.
Aralık 2005 • sayı: 9
Ortadoğu’da yürüyen hegemonya savaşının ne şekilde ve hangi şiddette devam edeceği kuşkusuz emperyalistler arası güç dengelerinin de belirleyici bir öneme sahip olduğu pek çok faktöre bağlı. Ne var ki, başta İran ve Suriye gibi devletlerin de savaş cehenneminin içine çekilmesiyle yaratılacak atmosferde Irak’ın muhtemel federatif bileşenlerini oluşturacak halkların kanlı bir oyuna çekilme ihtimalleri oldukça yüksektir. Buna dur diyebilecek tek sınıfın, işçi sınıfının mevcut örgütsüzlük ve dağınıklık tablosu ise durumu daha da vahim kılıyor.
Suriye topun ağzında Geçtiğimiz Şubat ayında gerçekleştirilen Hariri suikastıyla bulunmaz bir fırsat yakalayan (ya da yaratan!) ABD, Suriye üzerindeki baskılarını giderek arttırıyor. Suikastta Suriye yönetiminin parmağı olup olmadığını araştırmak üzere Birleşmiş Milletler tarafından savcı Mehlis başkanlığında kurulan komisyon, ABD emperyalizminin isteği doğrultusunda Suriye’yi sanık sandalyesine oturtuyor. Her ne kadar bu komisyon, suçlamalarını yalancı tanıkların ifadesine dayandırdığı ortaya çıktığı için güvenilirliğini önemli ölçüde yitirdiyse de, bu durum Suriye’yi hedef tahtası olmaktan çıkartmıyor. Esad yönetiminin geçtiğimiz günlerde, suikastla suçlanan beş Suriyeli yetkilinin ülke dışında sorgulanmasına izin vereceğini açıklamasıyla tansiyon biraz düşmüşe benzese de, bunun ABDyi planlarından vazgeçireceğini sanmak fazlasıyla saflık olur. Aksine Irak’taki duruma nazaran, değişik emperyalist güçler arasındaki konumlanışlar açısından bugün ABD için daha elverişli bir durum söz konusu. Kuşkusuz Suriye’ye müdahalenin ne tür araçlarla sürdürüleceği bugün için belirgin değildir. Ama gerçek olan bir şey var ki, Esad yönetimi şu ya da bu şekilde köşeye sıkıştırılmıştır ve Suriye ABD’nin istekleri doğrultusunda hizaya getirilmeye çalışılmaktadır. Suriye’deki yönetimin değişmesi ve bu ülkenin kapalı bir ekonomi olmaktan çıkıp kapitalist dünya ekonomisine tam entegre olması, BOP çerçevesinde ABD açısından son derece önemli görünüyor. Ancak Suriye’yi hedef tahtasına oturtan daha dolaysız, daha özgül nedenler bulunuyor. Suriye bugüne kadar ABD emperyalizminin nüfuz alanının dışında kalmasının yanı sıra Ortadoğu’daki çıkar çatışmalarında her daim ABD’nin karşıt saflarında yer almıştır. Bu bakımdan Suriye’nin bir ayakbağı olmaktan çıkarılıp ABD nüfuzuna sokulması BOP çerçevesindeki planlar açısından zorunlu görünüyor. Böyle bir adım aynı zamanda ABD’nin
marksist tutum
diğer emperyalist güçlerle arasındaki hegemonya kapışmasında onlar aleyhine bir mevzi kazanması anlamına geliyor. Bir petrol ülkesi olmayan Suriye’nin de hedef tahtasına oturtulmuş olması, yürüyen savaşın basitçe bir petrol savaşından ibaret olmadığını gösteriyor. Suriye emperyalist hegemonya savaşının Irak’tan sonraki en olası alanı olarak görünse de son basamak olmayacaktır. Sıradaki en güçlü aday İran gibi görünmektedir. Ve böyle bir atmosferde, Türkiye de dahil hiçbir ülkenin kendini bu kanlı savaşın dışında tutması mümkün olmayacak, alevler bütün bölgeyi saracaktır.
Filistin’de de sular durulmuyor Emperyalist yol haritalarının çıkmaz sokakları işaret etmenin ötesine geçemediği Filistin’de, Gazze’den geri çekilişin ardından estirilen bahar havasının yerini dondurucu soğukların alması için birkaç hafta geçmesi yetmiş ve İsrail’in katliamları hız kazanarak artmaya devam etmişti. Bu arada Gazze’nin Yahudi yerleşimcilerden arındırılmasını, diğer bir Filistin bölgesi olan Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim yerlerinin %15 oranında arttırılması izledi. Keza Doğu Kudüs’te de benzer bir durum yaşanıyor. Bütün bunlarla birlikte, İsrail’de son günlerde yaşanan politik altüstlük İsrail-Filistin sorununda yeni bir dönüm noktasına gelinebileceğinin ipuçlarını sunuyor. Geçtiğimiz haftalarda, mevcut koalisyonun ortağı olan İşçi Partisinin başına ülkenin en büyük sendika konfederasyonu Histadrut’un başkanı olan Peretz’in geçmesi ve partinin koalisyondan çekilmesi, İsrail’de parlamenter dengeleri altüst etmiş, Şaron’un isteğiyle gündeme gelen oylama sonucunda Meclis kendini feshetmişti. Aynı dönemde pek de beklenmedik bir gelişme daha yaşandı ve Şaron Likud Partisinden istifa ederek yeni bir parti kuracağını açıkladı. Bir süredir Likud içinde Şaron’la aşırı-sağ kanat (tahayyül etmek zor olsa da Şaron’dan daha sağcılar da var!) arasındaki sürtüşme gözlerden kaçmıyordu ve bu sorun
19
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
kendini en çok Gazze’den çekilişte hissettirmişti. Nihayetinde, yaşanan gerilim Likud’un ikiye bölünmesiyle sonuçlandı. Kuşkusuz bütün bu gelişmeleri Amerika’nın bölgeye ilişkin planlarından bağımsız olarak ele almak yanlış olur. ABD, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan ve merkezini de Ortadoğu’nun teşkil ettiği geniş alana yönelik planların uygulanmasında yeni bir aşamaya geçişe hazırlanırken, Türkiye, Mısır, İsrail gibi müttefiklerini de pürüzlerinden arındırmak istemektedir. Türkiye ile ilişkilerin yeniden sıcaklaştırılması, PKK konusunda verilen sözler, AB konusundaki destek, bir yönüyle bu sadık müttefikin ileride mız çıkarmaması için alınan önlemlerdir. Türkiye’ye akmaya başlayan Arap ve Yahudi sermayesi de mevcut plandan bağımsız olarak ele alınamaz. Keza bir diğer müttefik ülke olan Mısır’da yıllar sonra ilk kez seçimlerin yapılması da ABD planları doğrultusunda attırılmış bir adımdır. İsrail ise ABD’ye sadakat konusunda en ufak bir şüpheye yer bırakmazken, Filistin sorununda takındığı tutum nedeniyle BOP’un sorunsuz bir şekilde uygulamaya geçirilmesinin önünde engel oluşturma potansiyeli taşımaktadır. Bu bağlamda Rice’ın İsrail’e yaptığı son ziyaret, bu engelden bir an önce kurtulmak için İsrail’in gerekenleri yapması konusunda uyarılar içeriyordu. İsrail ve Filistin’de iki ayrı devleti savunan Peretz İşçi Partisinin başına geçer geçmez, iki ayrı devlet, Batı Şeria’dan tamamen çekilme ve sosyal adalet sözleri verdi. Aynı şekilde Likud’dan ayrılan Şaron da, önümüzdeki dönemde ilk işinin Filistin sorununu çözmek olduğunu deklare etti. Filistin sorununda esas olarak ABD’nin baskılarıyla yeni bir dönemeç noktasına gelinmiş gibi görünüyor. Fakat bundan önceki sayısız “çıkmaz yol” haritaları, emperyalizme ve onun planlarına asla güvenilmemesi gerektiği gerçeğini yeterince kanıtlıyor. * * * Bugün bir yandan İngiltere’nin 2006 sonunda Irak’tan çekilebileceği söylentileri, öte yandan gerek Irak gerekse ABD içinden yükselen çekilme takvimini belirleme tale-
20
bi, Irak’ta seçimlerden sonra işlerin yolunda gideceği izlenimini yaratıyor. Oysa mevcut çelişkiler ne seçimlerden sonra bir istikrar ortamının oluşmasını mümkün kılmaktadır, ne de ABD emperyalizminin Irak’tan bütünüyle çekilmesi söz konusudur. Çünkü çok açıktır ki, Irak ABDnin planlarının sadece bir başlangıç noktasıdır. Bugünlerde üst üste patlak veren skandallarla Bush’un kamuoyu desteği %30’lara kadar düşmüş olsa bile, Demokratların çeşitli vesilelerle aldıkları tutumlardan çok açık ortadadır ki, bölgeye dair planları henüz tamamlanmamış olan Amerikan tekelci sermayesi yaşananların derin bir politik krize dönüşmesini istemiyor ve Cumhuriyetçilerin suyunun yeterince ısındığını düşünmüyor. Bush ve ekibinin sermaye için yapacakları işler henüz tamamlanmış değil. Dolayısıyla “temiz süpürge” kampanyasıyla iktidara oturtulacak Demokratların nöbeti devralmalarına daha zaman var. Her ne kadar Amerikan halkının Bush’a karşı tepkisi artıyor, savaş karşıtı gösterilere katılımda yükselişler yaşanıyor, asker anneleri pek çok protesto gösterisinde bulunarak Irak’tan çekilme yönündeki talebi güçlendiriyor olsa da, bir şey çok açık ki, gerek ABD işçi sınıfının, gerekse Ortadoğu işçi sınıfının mevcut örgütsüzlük düzeyi, Ortadoğu’nun başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalizm için bir Vietnam bataklığına dönüştürülmesinin önündeki en büyük engeldir. “Bölgede emperyalizme karşı gerçek bir mücadeleden söz edilecekse, bu esas olarak işçi sınıfının sorunudur ve Ortadoğu’ya barış da, demokrasi de işçi sınıfının mücadelesiyle gelecektir.”1 Bu gerçek dikkate alınmaksızın ve mevcut örgütsüzlük tablosunu tersine çevirmek başta komünistler olmak üzere dünya işçi sınıfının birinci gündem maddesi haline getirilmeksizin, emperyalizmin içinde boğulacağı bir bataklığın kendiliğinden oluşmasını beklemek, hatta bunu Sünni egemenlerin kuyruğuna takılmış dar ölçekli bir burjuva direniş hareketinden beklemek, Ortadoğu coğrafyasından başlayarak tüm dünyanın işçi ve emekçi sınıflar için bir bataklık olmaya devam etmesine göz yummak demektir. Daha önce de sayısız defa tekrar ettiğimiz gibi, “Emperyalist kapitalist sistem onu hafife alarak ya da liberal solun kuyruğuna takılıp gönül eğlendirerek zayıflatılamaz. Ortadoğu’da olsun ya da diğer bölgelerde olsun, ABD emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin yayılmacı emellerini bozguna uğratabilecek yegâne güç, işçi sınıfı öncülüğündeki örgütlü devrimci mücadeledir. Ortadoğu’yu ABD emperyalizmi için gerçekten bataklığa dönüştürebilmenin başka bir yolu bulunmuyor.”2
————————————————— Elif Çağlı, İstanbul’daki Saldırıların Ardında Yatan Gerçekler, 29 Kasım 2003, www.marksist.com 2 Elif Çağlı, agm 1
Bütçe: Devletin Burjuva Karakterinin Bir Yansıması Kerem Dağlı
B
urjuva medyanın gündemini yoğun bir şekilde işgal eden, fakat işçi sınıfının pek de umursamadığı bütçe taslağı, yılsonuna doğru son halini almış olacak. Bütçe, bir yönüyle burjuva devletin faaliyet programını oluşturan bir siyasi belge, diğer yönüyle de bu faaliyetlerden etkilenecek yahut faydalanacak sınıflara ne kadar kaynak aktarılacağını gösteren bir mali belgedir. Burjuva iktisatçıların, daha ziyade, ne kadar “açık” verdiği, bu açığın nasıl kapatılacağı, hangi kalemlerde tasarrufa gidilmesi gerektiği gibi yönleriyle tartıştıkları 2006 yılı bütçesi, aslında burjuvazinin yeni dönemde hayata geçirmeyi düşündüğü saldırıların da belgesi niteliğindedir. Hükümetin üç yıllık bir plan dâhilinde gündeme getirdiği bütçe taslağı, burjuvazinin ekonomi politikalarının hangi hedefler doğrultusunda ve hangi temellerde yürütüleceğinin de göstergelerini içeriyor. Hiç kuşkusuz, büyükçe bir kısmı burjuva devletin işçi ve emekçi halktan alınan dolaylı ve dolaysız vergiler yoluyla elde ettiği gelirlerden oluşan bütçenin paylaşımı, esasen sınıf mücadeleleri tarafından belirlenen bir olgudur. Örneğin sosyal güvenlik harcamalarına bütçeden ayrılan pay yıldan yıla azalırken, faiz ödemeleri veya yatırımlar şeklinde yerli ve yabancı sermayeye giden pay sürekli artmaktadır. Bunun sebebi çok açıktır: Burjuva hükümetlerin on yıllardır üst üste yürüttüğü saldırılara göğüs geremeyen, dağınık ve örgütsüz haldeki işçi sınıfı. Oysa 12 Eylül öncesindeki gibi sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemler, aynı zamanda bütçeden kamu hizmetlerine ve sosyal harcamalara ayrılan payın en çok arttığı dönemlerdir.
Burjuvazinin saldırı programı devrede Bu çerçeveden bakıldığında, ne 2006 bütçesinde ve ne de üç yıllık Orta Vadeli Programda (2006–2008) işçi sınıfı lehine değişen bir şey vardır. Devlet Planlama Teşkilatına
hazırlattırılan ve hükümetin onaylamış olduğu bu programın amacı, devletin sahip olduğu kaynakları sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak ve kapitalist gelişim için “öngörülebilir bir yol haritası” oluşturmaktır. Böylece, ekonomik büyümenin yani kapitalistlerin sahip olduğu sermayenin büyümesinin sürdürülebilmesi için gerekli koşulların geliştirilerek devamı hedefleniyor. Bu koşulların neler olduğu ise işçi sınıfı tarafından çok iyi bilinmektedir. Ana hatlarıyla ortaya koyacak olursak programda öne çıkan hususlar, kamu harcamalarında ve hizmetlerinde kısıntıya gidilmesi, sosyal güvenlik sisteminin “reforme” edilmesi ve vergi düzenlemeleridir. Kısacası, devletin işçi sınıfından aldığı vergiyi arttırırken burjuvaziden aldığını azaltması ve işçi ve emekçi sınıfların ihtiyacı olan sosyal harcamaları (ki zaten bütçenin %20’sini aşmamaktadır) kısmasıdır. Burjuvazinin “devletin küçülmesi” ile kastettiği de budur: devletin, uluslararası işçi sınıfının uzun mücadelelerle burjuvaziyi mecbur bıraktığı birtakım sosyal harcama ve hizmetlerden elini çekmesi ve dolayısıyla bütçeden bu alana ayırdığı payı azaltması. Örneğin eğitim ve sağlık hizmetlerini özelleştirerek giderek daha fazla paralı hale getirmesi, sosyal güvenlik harcamalarını olabildiğince kısarak sözümona bütçe üzerinde bir kambur gibi gördüğü bu yükten kurtulmaya çalışması, kamu personelinin ücretlerinde ve sosyal haklarında kısıntıya gidilmesi, emeklilik sisteminin iyice iğdiş edilerek emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi, sağlık sigortasından doğan yükümlülüklerde kısıntıya gidilmesi vs. Burjuva devlet, bu alanlarda kısıntıya giderek giderlerinden sağladığı tasarrufu, özel sektörün yani burjuvazinin önünü açıcı yatırımlar yaparak değerlendirmeyi hedeflemektedir. Devletin bu hedeflerini gerçekleştirmesi için sadece mevcut harcamalarından tasarruf yapması yetmeyeceğinden, önemli ölçüde ek gelire yani yeni kaynaklara ihtiyacı
21
marksist tutum
vardır ve doğal olarak ilk akla gelen çare vergilerin arttırılmasıdır. Ancak burjuvaziden alınan vergilerin artması değildir söz konusu olan. Yapılacak düzenlemeyle, finansal işlemler ve bankacılık sektörlerinde vergi indirimine gidilmesi, kurumlar vergisinin azaltılması hedeflenirken, dolaylı vergilerin arttırılması yoluyla işçi ve emekçilerin ücretlerinin bir kısmına daha bu sayede elkoyulması amaçlanıyor. İşin özü burjuvaziden alınan vergiler azaltılacak, işçi sınıfından alınan vergiler arttırılacaktır.
Ödediğimiz vergiler nereye gidiyor? Nitekim 2006 yılı bütçe tasarısı da burjuva hükümetin öngördüğü Orta Vadeli Programın içerdiği hedefler ve öncelikler doğrultusunda hazırlanmıştır. Bütçe tasarısı detaylı bir şekilde incelenip geçmiş yıllara ait değerlerle de karşılaştırıldığında, devletin kendi doğasına uygun olarak kaynak aktarımında burjuvazinin çıkarlarını gözettiği daha iyi anlaşılacaktır. 2006 yılı bütçesi, bize, bahsi geçen programın özüne uygun veriler ve rakamlar sunmaktadır. İşe, devletin bütçeye konu olan gelirlerinin kaynağının ortaya konmasıyla başlayalım. Ulusal gelirin (GSMH) yaklaşık olarak %27’sine el koyan devletin bütçesi, 2005 yılı itibariyle 131 milyar YTL’dir. Bütçe gelirlerinin GSMH1 içindeki payı sürekli bir artış içerisindedir. 1980 yılında %17,2 olan bu oranın 2006 yılında %26,7 olması bekleniyor. Aradan geçen 26 yıllık süredeki bu sürekli artış, devletin küçüldüğü iddiasında olanlara da sanırız iyi bir cevaptır. Küçülen devlet değil, devletin sosyal hizmet ve harcamalara ayırdığı paydır. Devlet gelirlerinin içinde en büyük payı işçi ve emekçi kesimlerden alınan vergiler oluşturmaktadır. Vergi gelirlerinin bütçe içinde tuttuğu oran 2005 yılı için %86’dır. Vergi gelirlerinin içinde, gelir vergisi ile dolaylı vergilerin toplam payı ise aynı yıl için %77 civarındadır. Bu toplamın içerisinde işçi ve emekçi kesimlerden alınan dolaylı ve dolaysız vergilerin tuttuğu pay ise, son 25 yılın ortalaması alındığında %45-55 arasında değişmektedir ve bu oran 2005 yılı için %58 civarındadır. Böylece devletin elde ettiği toplam gelirin %48 gibi yüksek bir kısmı, işçiemekçi sınıflardan alınan ve adına “vergi” denilen soygunla sağlanmaktadır. Burjuvaziden alınan vergilerin düşürülmesinden bahsedilirken, asgari ücretle çalışan bir işçinin aldığı ücretin yaklaşık %19’u gelir ve damga vergisi olarak devletin kasasına gitmektedir. Üstelik dolaylı vergiler denilen KDV (Katma Değer Vergisi), ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) ve devletin sunduğu mal ve hizmetlerden alınan diğer vergilerin, toplam vergi içindeki oranının da arttırılması hedeflenmektedir. 1980 yılı için dolaylı vergilerin toplam gelirlere oranı %37,5 iken, Orta Vadeli Program çerçevesinde bu oranın (2008 yılında) %40,5 olması hedeflenmektedir. Burjuva devlet işçi sınıfının ücretinin bir kısmına el koyduğu yetmiyormuş gibi, onun yaptığı harcamaların için-
22
Aralık 2005 • sayı: 9
den de vergi almaktadır. Bu manzara devletin hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini, dolayısıyla kime ait olduğunu gayet güzel göstermektedir. Devletin elde ettiği geliri nereye ve ne için harcadığı da aynı gerçeğin bir diğer göstergesidir. Bütçenin dağılımı, devletin hangi kurumunun bütçeden ne kadar pay aldığı ortadadır. Aslan payı her zaman için doğrudan burjuvazinin cebine gitmektedir. Şimdi bu dağılıma bir göz atalım ve kapitalist devletin nasıl da sinsice işleyen bir sınıf egemenliği aygıtı olduğunu bir kez daha görelim. Harcamalar içerisinde en büyük pay daima faiz ödemelerine gitmektedir. Faiz ödemelerinin bütçe harcamaları içindeki payı 2005 yılında %31,8 olarak gerçekleşmiş ve 2006 yılında da %29,4 olacağı hesaplanmıştır. Böylece işçi ve emekçi sınıflardan toplanan vergilerin yaklaşık %75’i faiz ödemeleri için gasp edilmiş olmaktadır. Açıkçası iç ve dış borçlara karşılık ödenen bu faizler, direkt olarak finans kapitalin yani büyük sermaye sahiplerinin cebine gitmektedir. Burjuvazi ürettiğimiz artı-değere el koyduğu yetmiyormuş gibi, bize verdiği üç kuruşluk ücretin bir kısmını daha bu şekilde geri alıyor! İşçi ve emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını gözetecek bir bütçe, ancak ve ancak yine işçi sınıfının iktidarında hazırlanabilir ve uygulanabilir. Burjuva iktidarlar altında böyle bir şey mümkün değildir. Ancak işçi sınıfı burjuvazinin egemenliğini yıkarak kendi iktidarını kurduğunda, devletin tüm kaynakları emekçilerin ortak ihtiyaçlarına göre düzenlenebilecektir. İşçi sınıfının iktidarı altında, insanların eğitim, sağlık, ulaşım, konut vb. en temel ihtiyaçları tümüyle parasız olarak devlet tarafından karşılanacaktır. Çünkü işçi iktidarında devletin bütçesini hazırlayanlar, yine işçilerin kendileri olacaktır. 2006 yılı bütçe giderleri içerisinde, kamu hizmetleri ve sosyal harcamalara ayrılmış olan pay yaklaşık olarak 38 milyar YTL civarındadır (ancak bu sınırlı miktarın bir kısmı, bizzat devlet eliyle özel sağlık ve eğitim kurumlarına kaynak aktarımları olarak ve başka birtakım yollarla, yine burjuvazinin istediği doğrultuda ve onun çıkarlarına uygun bir şekilde kullanılacaktır). Bu meblağın toplam bütçe harcamaları içindeki oranı %20,6’dır (sağlığa %4,1, eğitime %9,1 ve sosyal güvenliğe ise %7,4) ve özellikle sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesiyle birlikte devletin ciddi ölçüde kamu harcamalarında indirime gitmesi hedeflenmektedir. Oysa işçi ve emekçi sınıflardan toplanan vergilerin tutarı yaklaşık olarak bu meblağın iki katıdır. Dev-
Aralık 2005 • sayı: 9
let vergi gelirinin yarısından fazlasını bu sınıflardan aldığı halde, gerçekte bu paranın ancak yarısından azı onların faydalandığı sosyal hizmetlere gitmektedir. Fakat sıra burjuvazinin ve onun devletinin kendi ihtiyaçlarına geldiğinde akan sular durur. Örneğin sadece “savunma” ve “güvenlik” için bütçeden ilgili kurumlara ayrılan pay %11-12 civarındadır. Üstelik buna, ilgili kurumların örneğin TSK’nın yıl içinde yapacağı silah alımları veya modernizasyon harcamaları dâhil değildir. Bahsi geçen ödenekler bu kurumların rutin giderleri (personel masrafları ve sabit giderler vs.) için ayrılmaktadır. Bütün olarak ele alındığında bu oran yılsonunda bütçenin %2122’sine ulaşmakta, hatta bazı yıllarda %30-40’lara kadar çıkmaktadır. Açıkçası savunma ve askeri harcamalar için burjuvazi hiçbir sınırlama getirmemiştir. Hatta askeri alanda yapılacak yatırımlar bütçe planlarına dahi sokulmamakta, meclis içindeki özel komisyonlarca değerlendirilmektedir. Eğitim veya sağlık gibi işlerle ilgilenen devlet kurumlarının ek ödenek almak gibi bir hakları yokken, özellikle TSK ve Emniyet teşkilâtının silah ve modernizasyon gibi yüksek maliyetli harcamaları için ek ödenekler çıkartılması neredeyse sıradan uygulamalar haline gelmiştir. Örneğin TSK’nın önümüzdeki dönemde almayı planladığı 120 savaş uçağının toplam maliyeti 5 milyar doları bulmaktadır ve bu rakam sağlığa ayrılan bütçeden daha fazladır. Özetlersek, bütçenin dağılımında öncelikle ve her durumda burjuvazinin çıkarları söz konusu olmakta, işçi sınıfına ise sadece kırıntılar kalmaktadır. Bu gerçeklik bile devletin sınıf karakterinin anlaşılması için yeterlidir. Kapitalist toplumun her alanında olduğu gibi, burjuva devletin ve hükümetin siyasi-mali programı olan bütçenin hazırlanması ve uygulaması konusunda da belirleyici olan sınıf mücadelesidir. Mücadelenin yükseldiği dönemler, devletin sosyal hizmet ve harcamalarının da nispeten art-
marksist tutum
tığı dönemlerdir. Bu anlamda “sosyal devlet” denilen şey de, burjuva devletin işçi sınıfına bir lütfu değil, sınıfın geçmişte düzeni tehdit eden devrimci mücadelelerinin yan ürünü olarak elde ettiği kazanımlardır. Ancak bu kazanımların veya iyileştirmelerin hiç de kalıcı olmadığı, bizzat “sosyal devlet” yakıştırmasının en çok yapıldığı Avrupa ülkelerinde, işçi sınıfına yönelik olarak hayata geçirilen ekonomik ve politik saldırılarda görülmektedir. Neredeyse istisnasız tüm AB ülkelerinde, burjuvazi işçi sınıfının mücadeleyle elde ettiği bu kazanımları birer birer geri almakta ve işçi sınıfının haklarını açıkça gasp etmektedir. Yıllar yılı reformizmin en önemli argümanlarından birini oluşturmuş olan “sosyal devlet” masalının nasıl da büyük bir gümbürtüyle çöktüğü, işçi sınıfının kendi örgütlü gücünden başka hiçbir güvencesinin olmadığı, böylece bir kez daha ispatlanmış olmaktadır. Kapitalizm sürdüğü ve devlet burjuvazinin devleti olarak kaldığı sürece, ne bu tür kazanımların kalıcı olmasını ne de devletin hayata geçirdiği ekonomik programların işçi sınıfının yararına düzenlenmesini beklemek gerekir. Bütçe düzenlemelerinde de durum farklı değildir. Devletin kapitalist karakteri, bir eliyle işçi sınıfını soyarken diğer eliyle bu aldıklarını burjuvazinin “sosyal” ihtiyaçlarını gidermesinde, kendini yeterince açığa koymaktadır. Bütçenin dağılımında öncelikle ve her durumda burjuvazinin çıkarları söz konusu olmakta, işçi sınıfına ise sadece kırıntılar kalmaktadır. Bu gerçeklik bile devletin sınıf karakterinin anlaşılması için yeterlidir. Kapitalist toplumun her alanında olduğu gibi, burjuva devletin ve hükümetin siyasi-mali programı olan bütçenin hazırlanması ve uygulaması konusunda da belirleyici olan sınıf mücadelesidir. İşçi ve emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını gözetecek bir bütçe, ancak ve ancak yine işçi sınıfının iktidarında hazırlanabilir ve uygulanabilir. Burjuva iktidarlar altında böyle bir şey mümkün değildir. Ancak işçi sınıfı burjuvazinin egemenliğini yıkarak kendi iktidarını kurduğunda, devletin tüm kaynakları emekçilerin ortak ihtiyaçlarına göre düzenlenebilecektir. Bu olmadan, işçi sınıfı en iyi durumda kırıntılarla yetinmek zorundadır. İşçi sınıfının iktidarı altında, insanların eğitim, sağlık, ulaşım, konut vb. en temel ihtiyaçları parasız olarak devlet tarafından karşılanacaktır. Çünkü işçi iktidarında devletin bütçesini hazırlayanlar, yine işçilerin kendileri olacaktır. 1
————————————— GSMH, 2005 yılı itibariyle 485 milyar YTL ve 2006 yılı için beklenen değer ise yaklaşık 540 milyar YTL’dir.
23
Burjuva İşçi Pa Birlik ihtiyacı Grevlerden mitinglere, çeşitli düzey ve büyüklükteki işçi eylemlerine eşlik eden sloganı pek çoğumuz duymuşuzdur: “Dünya yerinden oynar, işçiler birlik olsa!” İşçilerin neşeli bir melodi ve militanca bir hareketlilik eşliğinde haykırdığı bu sloganı duydukça insanın içi devrimci heyecanla doluyor. Dünya burjuvalarının gerici propagandalarına inat, “ben ölmedim” diyor işçi sınıfının yukarı kalkık yumrukları! Bir işyerinde patlak veren grevde yaşanan mütevazı düzeydeki bir bilinç sıçraması bile, aslında patronlar karşısında hiç de tek tek bireyler olmadıklarını ve koskoca bir sınıf oluşturduklarını gösteriyor işçilere. Aynı sınıfın evlâdı olduğunu kavrayan her işçi, örgütlenmenin ve birlik oluşturmanın nasıl da yakıcı bir ihtiyaç olduğunu dile getirmeye başlıyor. Kısacası kapitalist toplumda mücadele ve yaşam tecrübesi, işçileri bu temel gerçeklerle öyle ya da böyle yüz yüze getiriyor. Sınıfın kitlesini ilerleten bu tür gelişmeler sevindirici olmakla birlikte, bu kadarı işçi sınıfının ücretli kölelik zincirlerinden kurtulabilmesi ve özgürlüğe kavuşabilmesi için asla yeterli değildir. Kurtuluşun koşulları, işçilerin siyasal bilinçlenme ve örgütlenme alanında aldıkları yolun niteliğine ve niceliğine bağlı olarak olgunlaşabilir. Bu bakımdan, sınıfın hiç değilse öncü unsurlarının “nasıl bir örgütlenme?” veya “nasıl bir birlik?” sorularını mücadeleyi ilerletecek tarzda yanıtlar duruma getirilmesi yaşamsal önem taşıyor. Sınıf mücadelesinin tek bir biçimde veya alanda cereyan etmediği, teorik, iktisadi ve siyasal boyutlarının olduğu açıktır. Dolayısıyla, bilinçlenme, örgütlenme ve daha geniş bir birlik oluşturma ihtiyacı da çeşitli düzeylerde varlığını sürdürür. Ancak, sınıf mücadelesinin çeşitli veçheleri son tahlilde birbirinden kopuk olgular değildir ve birbirleri üzerinde etkide bulunurlar. Fakat eninde sonunda öne çıkan ve diğerlerini de yakından etkileyen faktör her zaman ve her yerde siyasal faktör olmuştur ve olmaya da devam edecektir. O halde, insanın insanı ezmediği ve sömürmediği bir toplumsal düzeni kurabilmek için işçi sınıfının nasıl bir siyasal örgütlülüğe ve nasıl bir siyasal birliğe sahip olması gerektiği soruları doğru yanıtlanabilmeli. Uzak ve yakın geçmişte yaşanan çeşitli deneyler, dev-
24
rimci isyan ve ayaklanmaların ancak işçi sınıfının devrimci önderliği altında ilerlerse burjuva egemenliğini yıkabileceğini ve kapitalist sömürü koşullarına son verebileceğini gösteriyor. Yoksul halk kitleleri, açlığın, işsizliğin ve aşağılanmanın öfkesiyle ne denli bilenmiş olurlarsa olsunlar, devrimci bir önderlikten yoksun iseler zafere koşamıyorlar. Fazla eskilere uzanmaya gerek yok. Avrupa Birliği’nin motor ülkelerinden Fransa’da yoksul ve işsiz gençlerin yaktığı isyan ateşi göğü kızıla boyasa da, kapitalist düzenin gerici ve faşist güçleri pusuya yatmış, devrimci bir pusulası olmayan açlık ordularını bastırıp ezecekleri günlerin hesabını yapmaktalar. Devrim isteyen onun aracını da istemek ve yaratmak zorundadır. Aksi halde her şey devrimci lafazanlığa döner. Birbirine karşıt sınıflara bölünmüş kapitalist toplumda, bu aracın, burjuva partileri karşısına dikilecek ve işçi sınıfının siyasi örgütlülüğünü sağlayacak devrimci bir parti olması gerektiği aşikârdır. Ama zaman içinde bu konuda o kadar çok söz söylendi, öylesine farklı siyasal akımlar ve örgütlenmeler vücut buldu ki, bu devrimci partinin nasıl bir parti olacağı ve nasıl yaratılacağı noktalarında herkesin hemfikir olması asla beklenmemeli. O yüzden, tıpkı geçmişte olduğu gibi günümüzde de, işçi sınıfının şu ya da bu tipte bir sol partiye ihtiyacı olduğu konusunda nice fikir ortaya atılacak, nice farklı yollar tutulacak ve bu alandaki tartışmalar son bulmayacaktır. İlk bakışta işçilerin birlik arzusuna ters bir durummuş gibi görünse de, bu gerçeklik aslında kapitalist yaşamın kaçınılmaz bir yansımasını oluşturuyor. Zira farklı sınıfların olduğu yerde, sağda veya solda çeşitli siyasal akımların ve partilerin yer alması doğaldır. Bunun tersine bir durum, ancak despotik yapılarda ya da totaliter siyasal rejimlerde karşımıza çıkabilir ve bunun da savunulacak bir tarafı olamaz. Egemenlerin planları ve uygulamaları sonucunda tepeden dayatılan sendikal veya siyasal “birlikler”in işçi sınıfının mücadelesini ilerletmediği, aksine durdurduğu deneyle sabittir. Doğru bir siyasal kavrayışa dayanmayan, mücadeleyle kazanılmayan ve sınıf içinde taban çalışmasıyla ilmek ilmek örülmeyen bir “birlik” sağlıklı ve kalıcı olamaz. Sonuç olarak, bu gibi önemli hususlara kafa yormayan ve doğruyu bulup yaşama geçirme konusunda fiilen ter akıtmayan siyasal çevrelerin içi boş birlik temennilerine ve
rtileri Üzerine Elif Çağlı birlik gevezeliklerine itibar etmenin de hiçbir yararı yoktur. Taşıdığı tarihsel özellikler nedeniyle, Türkiye gibi bir ülkede işçi sınıfının birlik sorununa gerek sendikal gerek siyasal düzlemde ekstra bir özenle yaklaşılmalı. Korporatif bir tarihsel arka plana sahip, siyasetin uzun yıllar boyunca tek parti içine hapsedildiği bu ülkede önemli devrimci deneyler yaşanmamıştır ve işçi solu son derece gecikmeli olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Türkiye pek çok şeyin devletten beklendiği, sivil toplumun gelişmediği, taban inisiyatifi nedir, nasıl örgütlenir bilinmeyen ve daha da kötüsü “birlik”lerin hep tepeden zor yoluyla kurulmasına alışkın bir ülkedir. Böyle bir ülkede işçi sınıfına da yanlış ve fuzuli bir birlik anlayışı rahatlıkla egemen olabilir. Bu nedenle işçi sınıfının birliğinin sağlanması konusunda dikkatli ve ilkeli davranmak büyük önem taşıyor. Uyanık olmayı gerektiren diğer bir konu ise, çeşitli sol eğilimleri içine tıkıştıran bir işçi kitle partisinin kurulmasına yönelik çağrılardır. Hatırlanacaktır, eski sendikacı Lula önderliğindeki Brezilya İşçi Partisi örneğinden esinlenilerek, 90’larda Zonguldak madenciler grevinin öne çıkardığı sendikacı Şemsi Denizer başkanlığında bir işçi kitle partisi kurulması için de propaganda yürütülmüştü. Kimi Troçkistlerce, “işçiler kendi partilerini kurmalı” noktasından hareketle desteklenen ve zaman zaman şu ya da bu sendika bürokratı tarafından ortaya atılan işçi kitle partisi mevzuu şimdilerde de DİSK tarafından gündeme getiriliyor. İşçi sınıfının alabildiğine örgütsüz ve dağınık olduğu koşullarda bir bakıma olumlu gibi görünen bu tip çağrıların, sınıfın parti anlayışını bulandıran ve ucu bir burjuva işçi partisinin kuruluşuna açılan olumsuz bir boyutu da vardır. O nedenle işçi kitle partisine ilişkin çağrılar karşısında ilkeli ve mesafeli bir tutum takınmak devrimci işçi hareketini zayıf düşürmeyecek, tersine asıl görevlerin bulandırılmasını engelleyecektir.
Sorunun tarihsel geçmişi
Yıllar önce, daha devrimci Marksizmin temellerinin atılmaya başlandığı bir dönemde Marx ve Engels, bütün mücadele süreci boyunca fevkalâde önem taşıyacak bir hususu en baştan aydınlatma ihtiyacı hissetmişlerdi. Bu önemli kalkış noktası, kapitalist toplumda farklı sınıfsal temellere dayanan farklı sol veya sosyalist akımlar olabileceği gerçeğiydi. Devrimci işçi hareketinin pusulası sayılan Komünist Manifesto bu hususa açıklık getiriyordu. Zaten proletaryanın burjuva düzene karşı yükselttiği bu mücadele bildirgesinin adı bile, burjuva nitelikli sol hareketle devrimci nitelikli sol hareketi ayırt edebilme azmiyle seçilmişti. Engels 1890 yılında Manifesto’ya
25
marksist tutum
yazdığı Almanca önsözde, bu tarihsel belgeyi özellikle “Komünist Manifesto” diye adlandırdıklarını hatırlatacaktı. Zira o dönemde sosyalizm kavramı sulandırılmış ve reformist burjuva hareketini ifade eden burjuva sosyalizmi düzeyine indirgenmişti. Toplumsal devrimin gerekliliğine inanan mücadeleci işçiler ise kendilerine komünist demekteydiler. Bu henüz başlangıç düzeyinde ve içgüdüsel bir komünist kavrayış olsa bile, yine de ilerlenmesi gereken hedefe işaret ediyordu. İşçilerin kurtuluşunun işçi sınıfının kendi eseri olacağına yürekten inanan Marx ve Engels, hiçbir ikircim göstermeksizin komünist adını seçtiler. Marx ve Engels’in katkıları sayesinde oluşan ve devrimci örgütlülüğün ilkesel çerçevesini çizen ilk kuruluş da burjuva reformcularıyla ayrım çizgisini çekti, Komünistler Birliği (1847-1850) adını aldı. Marksizmin kurucuları siyasal örgütlenme çabalarını 1864 yılında kurulacak Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal) içinde de sürdüreceklerdi. Birinci Enternasyonal, farklı sol siyasal akımları izleyen ve çeşitli uluslara mensup işçi örgütlerini kapsamaktaydı. Varlığıyla adeta, “bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!” çağrısıyla biten Manifesto’ya can verir gibiydi. Ne yazık ki bu ilk uluslararası örgütün ömrü uzun olamadı. Kuruluşuna ideolojik ve siyasal birliğin damgasını basmadığı Birinci Enternasyonal, anarşizm, reformizm gibi çeşitli eğilimlerin kızışan didişmelerinin arasında parçalanıp dağılıverdi. Daha sonra Avrupa ülkelerinde kitlesel işçi partilerinin oluşumuyla birlikte yeni bir enternasyonal örgütlülük (İkinci Enternasyonal) 1889 yılında yaşama gözlerini açacak, fakat bu enternasyonal temsil ettiği yozlaşmayla aslında devrimci işçi hareketini bir hayli sulandıracaktı. Nitekim bu uluslararası örgütlülüğün başını çeken Alman İşçi Partisi daha baştan komünist nitelemesini bir tarafa atmış ve sosyal demokrat sıfatını kuşanmıştı. Marx’ın ölümünden sonra kurulan İkinci Enternasyonal içinde beslenip bü-
26
Aralık 2005 • sayı: 9
yüyen ve Marx’ın emanet ettiği devrimci mirasa ihanet eden siyasal anlayışlar (revizyonizm, legalizm, oportünizm, reformizm vb.) kendilerini uzunca bir süre boyunca işçi hareketi içindeki Marksist damarın temsilcileri gibi göstermeyi başardılar. Engels’in eleştirilerini hasıraltı ederek onu yasalcılık aşığı bir kişi olarak göstermeye çalışan İkinci Enternasyonal revizyonistleri, diğer ülkelerde de sosyal demokrat nitelemesinin egemen olmasını sağladılar. Bu geriye kayış ve yaratılan bu bulanıklık kuşkusuz yalnızca kavramlar âlemini ilgilendiren bir problemden ibaret değildi. İşin önemli yanı, burjuva ve küçük-burjuva sosyalizminin, kendisini, işçilerin kurtuluşunu amaçlayan yegâne siyasal akım olan devrimci Marksizm yani komünizm yerine ikame etmiş olmasıydı. Bu noktada altını çizeceğimiz başlıca husus, İkinci Enternasyonal çizgisinin Marksizme aykırılığının yalnızca sonradan yaşanan bir yozlaşmadan ibaret olmadığıdır. Birinci Dünya Savaşı dönemecinde proletaryaya açıkça ihanet edip “kendi” burjuvalarının yardımına koşan İkinci Enternasyonal partilerinin bizzat doğumu lekelidir. Zira daha baştan, bir zamanlar Marx’ın çok açıkça eleştirdiği sosyal demokrasi akımının üzerine inşa edilmişlerdir. Hatırlanacağı gibi, bu siyasal akım 1848 Fransa’sında küçük-burjuva demokratları ile sosyalistler arasındaki ilkesiz bir ittifak neticesinde vücut bulmuştu. Uzlaşma sağlanması için proletaryanın toplumsal taleplerinin devrimci sivriliği giderilmiş ve onlara küçük-burjuva demokratlarının kabul edebileceği düzeyde demokratik ifadeler verilmişti. Küçükburjuvazinin demokratik talepleri ise, salt siyasal biçimler olmaktan kurtarılarak biraz sosyalizm yağına bulanmıştı. Marx, sosyal demokrasinin özel niteliğinin, sermaye ile ücretli emeği ortadan kaldırmak değil, ama bu iki uç arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi hafifletmek ve bunlar arasında bir uyum sağlamak şeklinde özetlenebileceğini ifade ediyordu. İkinci Enternasyonal marifetiyle yerleşik hale gelen sosyal demokrat nitelemesi, Rus devrimci işçi hareketinin doğumu esnasında sorgulanmaksızın veri kabul edildi. Lenin’in de kurucu faaliyetinin parçası olduğu parti, bu nedenle Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) olarak adlandırıldı. Lenin’in bu yanlışın farkına varıp, yıllarca unutturulan komünist parti adına sahip çıkması için aradan epeyce zaman geçmesi gerekecekti. 1917 Nisan Tezleri’nde Lenin, sosyal demokrasi adlandırmasının siyaseten uygun ve bilimsel bakımdan da doğru olmadığını gündeme getirdi ve böylece partinin isminin komünist olarak değiştirilmesini sağladı. Sosyal demokrat partiler çeşitli safhalardan geçen bir dönüşüm neticesinde, başlangıçta bir ölçüde olduğu varsayılan Marksist köklerinden tamamen uzaklaştılar. Zamanla başta Avrupa’da olmak üzere çeşitli ülkelerde kendilerini sosyal demokrat ya da sosyalist diye niteleyen burjuva işçi partileri vücut buldu. Bu kapsama giren muhtelif sol partiler arasında nüanslar ve ulaştıkları kitlesellikte farklılıklar
Aralık 2005 • sayı: 9
olsa dahi, bunlar esasen tabanını işçilerin veya sendikaların oluşturduğu, tepedeyse burjuva siyasetin yürütüldüğü burjuva işçi partileriydiler. Sosyal demokrat siyaset zamanla çok daha açık biçimde burjuva sol siyasete dönüştü. Zaten partiler canlı organizmalardır. Siyasette ileriye hamle yapamayan geriye düşer. Aslında bu tür bir dönüşüm tehdidi tüm sol partiler için geçerlidir. Nitekim 1970’lerde Avrupa’nın resmi komünist partilerini etkileyen “Avrupa komünizmi” rüzgârıyla birlikte bu partilerin önemli bir kısmı da sosyal demokratlaştı. Keza sosyalist diye nitelenen ülkelerde 80’lerin sonu 90’ların başında gerçekleşen çöküş neticesinde genelde resmi komünist partiler sosyal demokrat başkalaşım geçirdiler. Dünya üzerinde 80’lerde yaygınlaşan siyasal gericilik ve işçi hareketindeki gerileme dalgasıyla birlikte, İngiliz İşçi Partisinden Alman Sosyal Demokrat Partisine ve Brezilya İşçi Partisine varana dek genel bir sağa kayış ve burjuvaziye büsbütün teslim olma furyası yaşandı. Böylece daha önceki dönemlerde bazı durumlarda belki bir ölçüde anlamlı olabilecek bir soru da (burjuva işçi partileri ile burjuva sol partiler arasında bir fark olup olmadığı sorusu) önemini yitirdi. Günümüzde burjuva işçi partileri kavramını değiştirmek gerekmese de, onun içeriğine ilişkin bir açıklama getirmek –mekanik tarzda abartmamak koşuluyla– yararlı olacaktır. Tartışmaya konu olan partiler vaktiyle işçi sınıfının “burjuva” partileri idiler. Bugün bunlar düpedüz burjuvazinin “işçi” partilerine dönüşmüş bulunuyorlar.
Hangi örnek izlenmeli? İşçi sınıfının devrimci mücadele tarihi, tutulması gereken siyasal yola işaret ediyor. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir ve burjuva işçi partilerinin kuyruğuna takılarak bu amaca hizmet edilemeyeceği çok açıktır. İşçilerin diğer sınıf siyasetlerinden bağımsız ve enternasyonalist devrimci bir partiye ihtiyacı vardır. İşte tam da bu noktada, işçi partileri ve komünistlere düşen görevler konusuna tarihsel bir belge eşliğinde açıklık getirmeye çalışalım. Komünist Manifesto’da, “komünistler öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar” diye yazar. Sınıf partisinin yaratılması konusunda yanlış görüşlere sahip olanlar bu ilkenin içeriğini çarpıtıp durur ve komünistlerin görevini bir işçi kitle partisinin desteklenmesine indirgemeye çalışırlar. Oysa Manifesto’da açıklandığı üzere, bu ilke, komünistlerin proletaryanın çıkarlarının dışında ayrı çıkarlara sahip olmadıkları anlamına gelmektedir. Komünistler, işçi sınıfını devrimci siyaset temelinde örgütlemeye çalışırlar ve bunu yaparken sınıfın kurtuluşu hedefiyle ters düşen birtakım sekter ilkeler ileri süremezler. Manifesto, komünist siyasi örgütlülüğün diğer işçi partilerinden farkını başlıca iki noktada vurgular: Birincisi, her türlü milliyetten bağımsız olarak tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret etmesi, yani enternasyonalist olması; ikincisi, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin çeşitli gelişme aşamaların-
marksist tutum
da, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil etmesi. Proletaryanın devrimci tarzda örgütlenmesinin içeriğini aydınlatan bu ilkeler dönemsel değil tarihsel ve biçime değil öze değindir. Özü deforme etmemek koşuluyla, biçim, içinde bulunulan somut duruma göre kuşkusuz değişebilir. Örneğin Manifesto’nun yazıldığı tarihsel kesitte henüz yolun başında olan komünistlerin, kendi fikirlerini yaymak ve siyasal örgütlülüklerini genişletmek amacıyla bazı ülkelerde mevcut işçi partileri içinde çalışma kararı aldıkları hatırlanacaktır. Ama ilerleyen yıllarla birlikte işçi sınıfı nicel ve nitel açıdan gelişmiş ve buna koşut olarak biçim de olduğu yerde çakılıp kalmamıştır. Yine biraz geçmişe, 1917 Ekimine uzanalım. Bu tarih kesitinde işçi sınıfı Rusya’da, dünyayı gerçekten yerinden oynatacak devrimci eylemin ve sınıf birliğinin ne olduğunu ortaya koydu. Tarihe dünyayı sarsan on gün diye kaydı düşülen Büyük Ekim Devrimi, mücadeleye atılan işçilerin, Lenin’in öncülüğündeki Bolşevik Partisi gibi bir devrimci önderlik sayesinde devrimi muzaffer kılabildiklerini dünya âleme kanıtladı. Burjuvazinin yıllardır yürüttüğü gerici propaganda ve karalamalar, bu yaşanmış gerçekliği ortadan kaldıramaz. Zaten sorun biraz derinlemesine kurcalanacak olursa, bu konuda bilinç bulandıran faktörün açık burjuva karalamalardan çok, kendini Bolşevik geleneğin takipçisi gibi sunan sinsi bürokratizmin yalanları olduğu görülür. Ekim Devriminin önderi Bolşevik Parti, ne yazık ki, Lenin’in ölümünden sonra egemen olan bürokrasinin çizmeleri altında can vermiştir. Bu nedenle, Stalinizmin günahlarını bahane göstererek Leninist parti anlayışını mahkûm etmeye çalışanları tarih haklı çıkartmamıştır ve çıkartmayacaktır. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün inşası bağlamında Lenin’in adının kendi döneminin Marksistleri arasında ayırt edici bir yere sahip olması boşuna değildir. Zira devrimci Marksizmin düşünsel düzeyde savunulup geliştirilmesiyle, bu içeriğe sahip bir siyasal örgütlülüğün yaratılması her zaman bire bir örtüşmemiştir. Yaşamını, Marksist düşüncenin siyasal örgütlenme alanında maddi güce dönüşmesine hasreden Lenin, işçi sınıfının devrimci örgütünün nasıl yaratılabileceğini fiilen gösteren devrimci liderdir. Ancak Leninist parti anlayışı her derde deva bir reçete, dondurulmuş bir kalıp veya biçimsel kurallar katalogu değildir. Onu böyle bir düzeye indirgemeye çalışanlar fena halde yanılıyorlar. Bazen ortalık, henüz asgari bir nicelik ve niteliğe ulaşmamışken, işçi sınıfının partisini kurduğunu ya da kuracağını iddia eden “Leninist”lerden geçilmiyor. Böyleleri en iyi ihtimalle kendi çevrelerini bir tekke olarak yaşatsalar bile, işçi sınıfına pek bir hayırları dokunmuyor. Ne var ki, bu gibi hastalıklar son yıllarda ve özel-
27
marksist tutum
likle de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra içine girilen siyasal gerileme ve boşluk koşullarında bir hayli azdı. Ama yeni oldukları da söylenemez. Marksizm daha kuruluş yıllarından başlayarak, işçi hareketini geriletecek sekter eğilimlerle mücadeleye girişmiştir. Karşı uçta ise, küçük siyasal tekkeler yaratmanın yanlışlığından hareketle büyük ve kitlesel işçi partilerini savunan siyasal eğilimler yer almaktadır. Peki ama, büyük ve kitlesel işçi partilerine sahip olmayı istemenin ve böylesi partiler yaratmak için çaba sarf etmenin ne kötü yanı olabilir ki? Gerçekten de, diğer unsurlardan soyutladığımızda aksini düşünmek saçma gibi görünüyor. Ancak burada üzerinden atlanmaması gereken çok önemli bir ayrım noktası gizli. İşçi sınıfının kurtuluşunu tüm yüreği ve bilinciyle arzulayan öncülerin ve bu uğurda canla başla mücadele eden devrimci işçilerin oluşturduğu bir siyasal örgütlülüğün büyüyüp bir işçi kitle partisi boyutlarına ulaşmasıyla, pek çok siyasal eğilimin çıfıt çarşısı gibi içine tıkıştırıldığı türden bir kitlesel parti inşa etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Arzulanan kuşkusuz ki birincisidir, ama böylesi hedeflere salt arzularla veya iradi kararlarla ya da olağan koşullar altında varılamıyor. Sınıfın devrimci öncüsü olmayı hak eden bir siyasal örgütlülük, ancak fiili devrimci durumlar yaşandığında kitlesel bir işçi partisine büyüyebilmektedir. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğünün inşası bağlamında Lenin’in adının kendi döneminin Marksistleri arasında ayırt edici bir yere sahip olması boşuna değildir. Zira devrimci Marksizmin düşünsel düzeyde savunulup geliştirilmesiyle, bu içeriğe sahip bir siyasal örgütlülüğün yaratılması her zaman bire bir örtüşmemiştir. Yaşamını, Marksist düşüncenin siyasal örgütlenme alanında maddi güce dönüşmesine hasreden Lenin, işçi sınıfının devrimci örgütünün nasıl yaratılabileceğini fiilen gösteren devrimci liderdir. Lenin adı, Rusya’da RSDİP’in inşa faaliyetiyle başlayan ve bu parti içindeki Menşevik-Bolşevik ayrışması neticesinde Bolşevikler olarak adlandırılan bir siyasal örgütlenmeyi temsil eder. Bu siyasal örgütlenmeye damgasını basan ilkeler (her kademede örgütlü, disiplinli ve demokratik merkeziyetçilik temelinde bir işleyiş) Leninist parti anlayışının köşe taşlarıdır. Böyle bir partinin amacı, esasen öncü işçileri komünist bilinçle donatıp, işçi sınıfını örgütlü halkalar halinde mücadeleye sevk etmeye çalışmaktır. Lenin, diğer sol siyasal akımlarla farklılıkların üzerini örtmeyip tersine ayrılık çizgilerini net biçimde çeken, ilkesiz uzlaşmalara prim vermeyen ve birliğin gerekli olduğu durumlarda da mücadele bayraklarının karışmamasını düstur edinen bir parti yapısı ve anlayışı geliştirmiştir. Döneminin enternasyonal örgütü İkinci Enternasyonalle de, kendi örgütsel ilkelerinden ödün vermeyen mesafeli bir ilişki kurmayı tercih etmiştir. Bu örgütün yozluğunu iyice kavradıktan sonra, yeni bir enternasyonalin inşası için girişimleri başlatır Lenin. Ekim Devriminin önderlerinden Troçki’nin siyasal çizgisi ise, parti anlayışı konusunda ve işçi kitle partilerinin
28
Aralık 2005 • sayı: 9
değerlendirilmesi bağlamında kimi problemler içermektedir. Örneğin Lenin’e göre bir işçi partisinin kitleselleşmesi, devrimci ve bağımsız siyasal hattan asla ödün verilmemesi koşuluyla anlamlı olacaktır. Ve olağan koşullarda işçi sınıfının kitlesi “kolay” görünen yolları denemeye, reformistlerin peşinden gitmeye eğilimli olduğuna göre, devrimci kitleselleşme ancak devrimci buhranlar ortamında gerçekleşebilecektir. Troçki’nin yaklaşımı ise, örneğin ABD’de bir işçi kitle partisinin gerekliliği konusunda düşüncelerini açıkladığı makalesinden anlaşılacağı üzere (Kitlesel İşçi Partisi Perspektifi Ne Olmalı, 31 Mayıs 1938) biraz sorunludur. Dördüncü Enternasyonal’in henüz yolun başında ve güçsüz bulunması nedeniyle, ayrıca işçilerin kitle partisinin kuruluşunun gerekli olduğunu savunur Troçki. Aynı anda iki parti için de slogan yükseltilebileceğini söyler. Kitle partisi olması umulan bir “bağımsız işçi partisi”nin, “kendi partimiz için zemini hazırlayacağı” düşüncesindedir. Parti inşası konusunda adeta “çift kayıtlı muhasebe defteri tutmak” misali bulanıklık yaratan Troçki’nin bu yaklaşımı, ölümünden sonra Troçkistlerin büyük bir bölümü (ve en başta da Dördüncü Enternasyonal’in resmi temsilci Birleşik Sekreterya) tarafından değişmez bir şablon olarak değerlendirilecektir. Bu tutumun sonucu, Sosyal Demokrat veya Brezilya İşçi Partisi gibi partilere işçi kitle partisidirler diye gereğinden çok önem atfedilmesi veya ilkesiz destek sunulmasıdır. Örgütsel sorunlarda Marksizmin kızıl damarının Rusyada Lenin önderliğindeki Bolşevik örgütlenmeye can verdiği aşikâr. Ne var ki Bolşevizmin kabaca kopyalanarak karikatürize edilmesi tehlikesi de vardır ve vaktiyle bu tehlikeye karşı mücadele yürüten bizzat Lenin’dir. Örgütsel taktikler daima içinde bulunulan somut koşullara göre belirlenmelidir. Bu kurala uyulmaması halinde parti inşası konusundaki en doğru yaklaşımlar bile yozlaşır, ölü ve içi boş kalıplara dönüşürler. Örneğin Lenin, dört parçaya bölünmüş İngiliz komünistlerine, ayrı ayrı seçim çalışmaları yürütmek yerine, ilkelerden ödün verilmemesi ve bay-
Aralık 2005 • sayı: 9
rakların karıştırılmaması koşuluyla İngiliz İşçi Partisi içinde çalışmalarını öğütlemişti. Lenin bu partinin bir burjuva işçi partisi olduğunu pekâlâ bilmekteydi ve verdiği öğüdün gayesi İngiliz komünistlerini bağımsız siyasal örgütlenmeden geri tutmak değil, tam tersine böyle bir örgütlülüğü güçlendirmekti. Konumuzu doğrudan ilgilendirdiği için bu önemli noktaya geçerken çok kısaca değinelim. Örgütsel alanda gerçek ve yaratıcı bir önder olan Lenin’in kitlesel işçi partilerinde çalışmalara dair kimi önerileriyle, Troçkist çevrelerce çiğnene çiğnene adeta sakız haline getirilen bazı içi boş örgütsel taktikler arasında dağlar kadar fark vardır. Örneğin siyasal literatürde antrizm diye adlandırılan örgütsel taktik, genelde komünistlerin bir kitle partisi içine girip çalışmaları anlamına gelmekte ve yıllardır çeşitli tartışmalara da konu teşkil etmektedir. Bunlar arasında en fazla önem taşıyanı, antrizm taktiğinin devrimci ve oportünist tarzda, yani birbirine tamamen zıt şekilde yorumlanmasına dairdir. Devrimci örgütün bağımsız olarak inşası çalışmalarına birincil derecede önem verilir ve antrizm taktiği buna tâbi kılınırsa, devrimci tutumdan ödün verilmemiş olur. Devrimci örgütün, bir işçi kitle partisi içinde yürütülecek siyasi faaliyet dolayımıyla nasılsa biçimlenmiş olacağı anlamına gelecek bir antrizm taktiği ise tamamen yanlış ve oportünist bir yaklaşımdır.
Burjuva işçi partilerine ilişkin hatırlatmalar Kapitalizmin sınai devrim eşliğinde şahlanışa geçtiği İngiltere örneğini yakından gözlemlemiş bulunan Marx ve Engels, İngiliz işçi hareketindeki burjuvalaşmayı daha baştan tespit etmişlerdi. Engels Marx’a yazdığı bir mektubunda, İngiliz proletaryasının giderek daha çok burjuvalaştığını söylüyordu. Mektupta, bütün uluslar içinde en burjuva ulus haline gelen İngiltere’nin, dünyayı sömüren burjuvazisinin yanı sıra bir burjuva aristokrasisine ve bir burjuva proletaryasına sahip olmayı amaçladığı belirtilmekteydi. Yine Marx’a yazdığı bir başka mektubunda ise Engels, burjuvaziye satılmış ya da en azından burjuvazi tarafından parayla beslenen kimselerin yönetimine kendini bırakmış o berbat İngiliz sendikalarından söz etmekteydi. İngiliz işçi hareketindeki burjuvalaşmanın nedenini bu ülkenin tekelci konumunda arayan Engels, bu temelde işçi sınıfı içinde yaratılan ayrıcalıklı bir katmana, işçi aristokrasisine de dikkat çekiyordu. Ne var ki işçi sınıfı içindeki bu görece ayrıcalıklı kesimin nitel ve nicel konumunu abartılı tarzda yorumlamak da yanlış olacaktır. Zira o dönemde İngiltere bu konuda bir uç örnek teşkil etti, fakat diğer ülkelerde yaşanan sıçramalı kapitalist gelişim sonucunda eski sömürge tekeli mazi oldu. Geçmiş dönemin ayrıcalıklı usta işçilerinin üzerinde yükselen meslek sendikaları da tarihe karıştı. İngiltere’nin dünya üzerindeki eşsiz üstünlüğünün sona ermesiyle birlikte, eski tip meslek sendikalarına dayanan ayrıca-
marksist tutum
lıklı işçi katmanı da giderek zayıfladı. Zamanla vasıfsız işçileri kucaklayan yeni tipte sendikalar ortaya çıktı. Engelsin deyişiyle bunlar, eski sendikaları yozlaştıran burjuva “saygınlığı”na itibar etme hastalığından uzak bakir topraklar oluşturmak gibi bir üstünlüğe sahiptiler. Eski tip işçi aristokrasisi zamanla tarihe karışmış olsa da, işçi sınıfı içinden çıkan veya işçi hareketinden türeyen ayrıcalıklı unsurlar son bulmadı. Bu gerçeğin kabulü için illâ da yanılgılı bir noktaya savrulmak ve örneğin emperyalist ülkeler işçi sınıfını tekel kârından pay aldıkları gerekçesiyle toptan aristokrat ilan etmek gerekmiyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi, işçi sınıfının yaşam düzeyi bakımından aslında çeşitli ülkeler arasında ve bizzat aynı ülke içinde her zaman farklılıklar yaratıyor. Ama öte yandan tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının bütünü burjuvazi tarafından giderek artan oranlarda sömürülmektedir. Proletarya içindeki bilinç çarpılmasını bire bir ekonomik faktörlere bağlamak ve en az ücret alan işçinin en devrimci ya da burjuva etkisinden en uzak kişi olacağı anlamına gelecek görüşler geliştirmek saçmadır. Ne var ki kapitalist toplumda işçiler diğer sınıflardan yalıtılmış fanuslarda yaşamazlar ve aslında işçi hareketine burjuva etkisini taşıyan unsurlar da asla eksik olmazlar. Burjuva yaşam tarzına hayranlık duyan, bu yolda ruhunu satarak cebini şişiren ve sınıf atlamayı başaran ya da işçi hareketi içinde birtakım ayrıcalıklar elde edip burjuva âleme katılan ince bir kaymak tabaka varlığını sürdürür. Lenin, yaşam tarzları, ücretleri ve dünya görüşleri itibarıyla burjuvalaşmış işçi tabakasının İkinci Enternasyonal sosyal-şovenizminin de başlıca desteğini oluşturduğuna değinmiştir. Sendika veya parti bürokrasisinde edinilen üst düzey koltuklar, parlamenter ayrıcalıklar, yasalcı faaliyetlerin sağladığı ün vb. işçi hareketine burjuva etkisini bulaştıran başlıca kaynaklardır. Bu kaynaklardan beslenen kişiler, yaşam tarzları, değer yargıları bakımından burjuva âlemin bir parçasıdırlar ve etkili oldukları ölçüde işçi hareketini burjuvalaştırır, işçi partilerini burjuva işçi partilerine dönüştürürler. Burjuva etkisinin taşıyıcısı unsurları, dün olduğu gibi bugün de burjuva “saygınlığı”na itibar etme hastalığıyla malûldürler. Bu hastalığın önemli tezahürlerinden biri de, “saygın” kabul edilen kişilere sırnaşma, burjuva devlet adamlarıyla içli dışlı olmakla övünme tutumudur. Engels Sorge’ye yazdığı bir mektubunda buna değinir ve İngiltere’deki sosyalistler arasında hepsinden daha iyisi diye düşündüğü Tom Mann’ın bile Londra belediye başkanıyla öğle yemeği yiyeceğini söylemekten pek keyif aldığını hatırlatır.
Herkes kendi yoluna! Tarih, sınıf mücadelesinin görece sakin seyrettiği sıradan dönemlerin olağan koşullarına uyarlanan nice işçi partisine sahne oldu. Bunlar sırasında büyük bir kitleselliğe ulaşsalar bile, neticede burjuva işçi partileri olmanın ötesine
29
marksist tutum
asla geçemediler. İkinci Enternasyonal’in kurucu unsuru ve milyonlarca işçiyi bağrında toplayan Alman Sosyal Demokrat Partisi, tarihsel yolculuğunu bir burjuva sol partiye dönüşerek noktaladı. Keza yakın zamanların Brezilya İşçi Partisi (BİP), Lula liderliğinde iktidara geldiğinde burjuva işçi partisi niteliğini açıkça sergiledi. Devrimci Marksistler açısından BİP’in bu niteliği aslında daha başından belliydi ve öyle de olmalıydı. Ne var ki böylesi partileri işçi sınıfının kitlesini örgütledikleri gerekçesiyle model ilan edip savunan Marksistler de olmadı değil. Şimdilerde böylelerinin bir kısmı, Lula’nın burjuva iktidarına bakıp BİP için gözyaşları döküyor olabilir. Oysa Brezilya’da yaşam açıkça bir başka gerçeğe işaret etmektedir. Bir banker, Lula’yı yoksulların temsilcisi diye destekleyenlere ders verircesine, “o, onlar için konuştu ama bize çalıştı” diyor. Diğer örneklere nazaran en kısa sürede en fazlasıyla sağa kaydığı, alabildiğine yolsuzluğa battığı ve başlangıçta kendisini destekleyen yoksul seçmenleri derin bir hayal kırıklığına sürüklediği söylenen BİP iktidarı, işçi sınıfı adına bir kitle partisinin oluşturulmasıyla hiç de esenliğe çıkılamayacağını kanıtlamıştır. Aslında temel sorun, savunulan kitle partisinin niteliğinin ne olduğudur. Örneğin BİP zaten çoktandır burjuva parlamenter sistemi esas alan bir kitle partisine dönüşmüştür. Brezilya’da devrimci kabarma döneminde halk meclislerine ait olan karar alma mekanizmaları, nicedir parlamenter ve bürokratik yetkililere devredilmiştir. Dün Brezilya’da yaşananlar bugün Venezuela’da Chavez iktidarı için ibret vericidir. Ayaklarını sıkıca burjuva düzene basıp yoksullardan yana reformlara girişen devlet adamları ses getirici kitle hareketleri yaratmayı başarabilirler. Ama böyle bir hareketin niteliğinin burjuva solun sınırlarını aşamayacağı baştan bellidir. Sorun bu tür yığın hareketlerinin ortaya çıkmasında değil, bunların Marksizm adına yeterli görülüp desteklenmesindedir. Aslında kapitalist toplumda yaşam, hiç de yalnızca işçi sınıfının devrimci mücadelesi temelinde ilerlemiyor. Burjuva liberalizmi, burjuva solu, burjuva işçi partileri de sırasında sürece kendilerince katkıda bulunabiliyorlar. Önemli olan bu tür “katkıların” sınıf karakterini unutmamak ve bunların işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve örgütlenmesi yerine ikame edilmemesi için çaba sarf etmektir. Lenin, “yığınlardan kopmak istemiyoruz” bahanesiyle burjuva işçi partileri ile uzlaşan eğilimi eleştirir. Bu eğilimin önde gelen temsilcisi Kautsky, burjuva işçi partilerine verilen hararetli desteği, “biz yığınlardan ve yığın örgütlerinden kopmak istemiyoruz” gerekçesiyle haklı kılmaya çalışmıştır. Oysa bu konuda Marx ve Engels’in sergilediği tutum tamamen farklıdır. Onlar, İngiliz sendikaları bir burjuva işçi partisini savundular diye bu fikirle uzlaşmamışlar, kıyasıya eleştirmişler ve yanlışlığını göstermişlerdir. Marksizm adına hareket ettiğini iddia eden bazı siya-
30
Aralık 2005 • sayı: 9
sal çevrelerin savunduğu “işçi kitle partisi” anlayışının temel yamukluğu da bu ayrım noktasında rahatça kavranabiliyor. Keza geçmiş yıllarda Türkiye ölçeğinde görece kitlesel bir işçi partisi oluşturan birinci TİP örneği de irdelenebilir. TİP o dönem için genelde bir ilerlemeyi temsil etse de, özelde işçi sınıfının devrimci örgütünün yaratılması başarılamamıştır. İşte böylesi bir durumda TİP’in işçi sınıfının öz örgütü olduğunu iddia eden siyasal yaklaşımlar, yakın zamanlarda BİP’i hararetle destekleyenlere benzer bir yanlış tutumun örneğini vermişlerdir. İşçi sınıfının devrimci örgütünü yaratmaktan ziyade kendi siyasal kimliklerini sürdürecek bir şemsiye arayanlar, işçi kitle partileri sorununa hep kendi çıkarları açısından yaklaşırlar. O yüzden, ÖDP gibi bir partiyi de hararetle savunabilmişlerdir. Tarih yaprakları gerçekten de yaşananlardan ibret almayı bilmeyenlerin tekrarlayıp duran yanılgılarıyla dolu. İşçi sınıfının devrimci önderlikten yoksun bulunduğu günümüz koşullarında tam da geçmişin eğrisi ve doğrusunu ayırt etmek gerekirken, kimileri yine aynı yanlış yolları tutmakta ısrarcılar. Bugün Türkiye’de burjuvazinin bir kesimi Avrupa tipi bir sosyal demokrat partinin yaratılmasını arzularken, kimi sendika bürokratları da bir işçi partisinin kurulmasını savunmaktalar. İlk bakışta iki ayrı sınıf cephesinden kaynaklanıyormuş gibi görünen bu istem ve çabalar neticede ortak bir noktada buluşuyorlar. Siyasal niteliği burjuva, tabanı işçi olan bir kitle partisi yaratmak! Ne var ki, bu tür bir partiyi savunanların bu kapsamda bir parti kurmak için çaba sarf etmelerinde garipsenecek bir taraf bulunmuyor. Asıl eleştirilecek yön, Marksist geçinen bazı sosyalist çevrelerin mal bulmuş mağribi gibi bu kervana katılmakta bir sakınca görmemeleridir. Genelde partilerin niteliğini ayırt eden unsur, bunlara hangi sınıf siyasetinin hâkim olduğudur. Eğer amaçlanan kapitalizmi ortadan kaldırmak değil de onun bazı yönlerini reforme etmekten ibaretse, buna hangi sol söylem eşlik ederse etsin bu siyaset neticede burjuvazinin kabul sınırlarını aşmayan bir sol siyaset anlamına gelir. Böyle bir siyasetin temsilcisi bir partiyi ister burjuva solu, ister sosyal demokrat, ister burjuva işçi partisi diye niteleyin sonuç pek de değişmeyecektir. Keza bu tür partilerin kuruluş çağrılarını sendika bürokrasisinin mi yoksa Marksist geçinen sol çevrelerin mi yaptığı da sorunun özünü farklılaştırmayacaktır. Neticede herkes kendi yolunda yürür ve işçi sınıfı açısından temel gerçek aynı kalır: devrim isteyen onun aracını da yaratmak zorundadır!
www.marksist.com sitesinden alınmıştır.
Devrimci İsyan Bayrağını Yükselt! Utku Kızılok Hayal ve gerçek
Marx, bireyin mutluluğu toplumun mutluluğundan geçer demişti. Marx’ın vurguladığı üzere insan toplumsal bir varlıktır ve birey, toplum gerçek mutluluk düzeyine ulaştığında mutlu olabilir ancak. Oysa kapitalist düzen altında insanlar huzursuz, kaygılı ve mutsuzdurlar; burjuvazi insanın toplumsal varlığına karşı “bireysel” var oluş fikrini yüceltmekte ve kolektivist değerleri insanın gelişimine ve doğasına yabancıymış gibi sunmaktadır. Burjuvazi üretimin kolektif olarak yapılmasına karşı çıkmazken, üretilen ürünlerin toplumsal paylaşımına karşı çıkmakta, özel mülkiyeti ve bireyciliği kutsamaktadır: her şey “bireysel kurtuluş” için! Toplumun –dolayısıyla da kendisinin– mutluluğu ve refahı için burjuva düzene karşı mücadele etmek, genç kuşaklara öylesine “korkunç” bir şey olarak sunulmaktadır ki, devrimci mücadelenin saflarına katılmak adeta “aklını kaçırmak”la eş anlama gelmektedir. Bu durum, içinden geçtiğimiz gericilik yıllarının boğucu atmosferini çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir. Sosyalizm hayalinin “çökmesi” ve işçi sınıfının dünya ölçeğinde bir gerileme içine girmesiyle burjuvazi, komünist dünya görüşüne karşı ideolojik saldırılarını her alanda yoğunlaştırmış ve tarihsel hafızadan yoksun genç kuşaklar üzerinde etkili de olmuştur. Türkiye’de de 1980 faşist askeri darbesiyle ağır bir yenilgi alan işçi sınıfı ve onun genç kuşakları, burjuva gericiliğini daha katmerli bir şekilde yaşamışlardır. İşçi sınıfının örgütsüz, devrimci öncüden yoksun olduğu ve kapitalizme karşı devrimci darbeler indirmek üzere harekete geçemediği koşullarda, her düzeyde bir güvensizlik, güvencesizlik insanları esir almaktadır. Tek başına kaldığı hissiyatıyla kıvranan insanlar, bir yolunu bulurlarsa bireysel kurtuluşlarını sağlayabilecekleri yanılgısına rahatlıkla savrulabilirler. Bireysel kurtuluş dürtüsü kapitalist toplumda burjuvazinin ideolojik çarpıtmaları sonucunda insanın gerçek amacı haline gelerek toplumsal kurtuluş mücadelesinin önüne geçmektedir. Toplumsal kurtuluşa ve kolektivizme savaş açan ve verili durumu bir doğa kanunu veya kader olarak gösteren
burjuvazinin insanlığa sunduğu nedir? Savaşlar, açlık ve sefalet, işsizlik, fuhuş ve uyuşturucu! Dahası insanın çürümesi, manevi yozlaşması ve kendi varlığına yabancılaşarak sefilleşmesi! Burjuvaziye göre bu, olağan bir durumdur ve doğanın kanunudur: “güçlü olan ayakta kalır!” Bu duruma başkaldırmak beyhude bir çabadır, en iyisi herkes çalışmalı ve kendisini kurtarmalıdır! Bu propagandanın bir ayağı da “sınıf atlama” hayalidir. Bu meyanda işçi sınıfına ve yoksul emekçilere “orta sınıf ” yaşam biçimi pompalanır. Özellikle Türkiye gibi kapitalizmin orta ölçekte geliştiği ve küçük-burjuvazinin toplumsal yaşamda önemli bir yer tuttuğu ülkelerde, bu sınıfların gençliği “orta sınıfa atlama” hayaliyle yanıp tutuşmazlar sadece, uğradıkları bilinç çarpılması sonucunda sınıfsal köklerinden de utanır hale sokulurlar. Sınıf atlama hayalleri öğrenci gençlik içinde kendine daha güçlü bir zemin bulur. Üniversiteli olmak bu hayallerin manivelâsı olarak sunulmaktadır. Türkiye’de her yıl iki milyon kişinin üniversite sınavlarına girmesi bu bilinç çarpıklığının ve “körleşmenin” çarpıcı bir ifadesidir. Bu gerçekten de hayal ile gerçek arasında yaşamak demektir; zira sınavı yalnızca 300 bin kişi kazanmakta ve bunlardan mezun olanların önemli bir kısmı işsizler ordusuna katılmaktadır. Fakat her şeye karşın ünvanlar, statüler ve tüketim üzerinden kendine kimlik edinme bugünün gençliğinin temel düsturu yapılmaktadır. İyi bir üniversiteden diploma almak, yüksek kazançlı bir iş, takım elbise giymek, araba ve ev sahibi olmak ve bunları “pazarlayacağı” bir çevre, istenen yaşam biçimi olmuştur. Küçük-burjuvazi ünvanlara bayılır, konum ve statüler onun amentüsüdür. Bir başka deyişle tüketim, “orta sınıflar” için toplumdaki statü ve konumun temel göstergesidir. Burjuvalaşma hayali ile proletaryanın saflarına itilme gerçekliği arasında sıkışıp kalan küçük-burjuvazi hezeyana sürüklenir; bu durum onu proletaryayı küçümseme ve ondan kendini ayırt etme gayretine iter. Kendini çılgınca bir tüketime kaptırarak burjuvazi karşısındaki aşağılık kompleksini unutmaya çalışır; toplumsal ilişkilerini ne kadar çok tüketim yapıldığı üzerinden kurar. İşte işçi-emek-
31
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
çi kitlelere ve genç kuşaklara “bireysel kurtuluş” olarak sunulan budur! İnsanların müreffeh bir yaşam arzulamaları elbette ki doğaldır ve insanlığın sömürüsüz toplum mücadelesi bunu amaçlamaktadır. Fakat insanın kendi doğasına yabancılaşmadığı, açlık, yoksulluk, gelecek kaygısının olmadığı bir yaşam ancak kapitalist sömürü düzeninin yıkılmasıyla mümkündür. Genç kuşaklar hayal âleminde günlerini tüketerek yaşamlarını heba etmek yerine, devrimci Marksist dünya görüşüyle donanarak kapitalizmi yıkmak üzere mücadeleye atılmalılar.
Burjuvazi ehlileştiriyor-sinikleştiriyor Burjuvazi, işçi-emekçi kitleleri her düzeyde yürüttüğü ideolojik savaşımla kontrol altına almaya çalışır. Devlet eliyle uygulanan şiddet, baskı ve korkutma operasyonuna diğer ideolojik aygıtların devreye sokulması eşlik eder. Bir taraftan her türlü yöntemi kullanarak gençlerin devrimci saflara katılmasının önüne geçmeye çalışılırken, diğer taraftan da devrimci saflara katılmış gençliğin ensesinde boza pişirerek onları yılgınlığa sürüklemek istenmektedir. Kapitalist toplumu sorgulayan ve ona devrimci isyan bayrağını açarak baş kaldıran bir gençliğin varlığı burjuva düzenin bekası için oldukça tehlikelidir. Burjuvazi genç kuşakların bu “karanlık yollara” sapmaması için her düzeyde önlemini alır ve daha “yılanın başı küçükken ezilmeye” çalışılır. Burjuvazi, yaşadığı toplumun verili gerçekliğini bir kader olarak kabul eden ve boyun eğen bir toplum arzulamaktadır. Zira ehlileştirilmiş, sinikleştirilmiş ve kişiliksizleştirilmiş bir toplumda mücadelenin başını çekecek olan genç kuşaklar burjuvaziye karşı devrimin isyan bayrağını açamazlar. Genç kuşakları ehlileştirmede ekonomik zor, işsizlik ve açlık tehdidi zaten güçlü etmenler iken, bunun üzerine bir de ideolojik aygıtların etkisi biner. Dünyaya gözlerini açtığında burjuvazinin temel kurumlarından biri olan “kutsal aile”den ilk “terbiye”sini alan çocuklar, sonraki yıllarda burjuva eğitim kurumları aracılığıyla “burjuva birey” kalıbına dökülürler. Henüz dünyayı anlama ve kavrama çağındaki çocuklar rekabetçi, insanın değersiz, buna karşın mevki-statü ve “malın” ise her şey olduğu burjuva ideolojisi ve kültürüyle yoğrulurlar. Burjuva ideolojisinin bilinç çarpıtma operasyonu devlet kurumlarının uyguladığı baskı ve şiddetle desteklenir. Türkiye gibi ülkelerde ise bu baskı ve şiddet çok daha yoğun ve geniş kapsamlı bir hal alır. Çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak horlanır, azarlanır ve dayağın cennetten gelen eşsiz güzelliği ve zarafetiyle hizaya sokulurlar. İlkokul sıralarından başlayan ve lise sıralarında devam eden bu terbiye etme ve kalıplaştırma operasyonu, üniversite sıralarında daha incelmiş biçimlerde devam eder. Hiç kimsenin kendisini “sürüden” ayırmamasını sağlayacak tek tip formalarıyla her gün itile kalkıla sıraya sokulan, bilmem kaç türlü marş
32
ve ant okuyan çocuklar, kişiliklerini sakatlayan ve onları alıklaştıran, tüm edimlerini baskılayarak doğmadan öldüren bu bitmez tükenmez işkenceye senelerce maruz kalırlar. Bu süreç sonucunda işçi-emekçi kitleler ve onların genç kuşaklarının bilinci öylesine bir çarpılmaya uğrar ki, egemen sınıfın çıkarları uğruna savaşın ve ölümün kucağına atılmaya itiraz etmezken, sıra kendi sınıflarının kurtuluşuna geldiğinde tereddüt ederler. Özellikle gericilik dönemlerinde toplumsal yaşamın her alanında bir tutuculaşma, atalet ve akıl dışılık egemen hale gelir. Emekçi kitleler, içinde yaşadıkları koşullara, haksızlıklara ve politikaya duyarsızlaşırlar.
“Kutsal aile” devrede Genç kuşaklar devrimci mücadeleye atıldıklarında ilk karşılarına çıkan genellikle aileleri olmaktadır. Burjuvazinin her vakit övgüler düzdüğü, evlilik kurumuyla yüceleştirdiği o “kutsal aile”, genç kuşakların karşısına kapitalist düzenin ilk gardiyanı olarak çıkmaktadır. Türkiye’de 1980 askeri faşist darbesiyle işçi sınıfının ağır bir yenilgi alarak sahneden çekilmesiyle başlayan gericilik yılları, aileler üzerinde burjuvazinin ideolojik etkisini daha da artırmıştır. Faşist darbeyle topluma hâkim olan korku ve siniklik, burjuva ideolojisiyle tamamlanınca ailelerin bilincinde gerçekten de bir çarpılma meydana gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki, aileler çocuklar üzerindeki baskı ve denetimlerini akıl almaz boyutlara vardırmış, genç insanlar güneş batmadan evin yolunu tutar hale gelmişlerdir. Kendi sınıfının toplumsal kurtuluşu için devrimci mücadeleye katılan çocuklarına aileler adeta “akıl hastası” muamelesi yapmakta, mücadele saflarını terk etmeleri için yoğun çaba harcamaktalar. Çekirdek aile olarak annebaba başta olmak üzere tüm akrabalar duygusal bağlarını kullanarak çocuklarının üzerine gitmekte ve onları her yönlü baskı altına almaktalar. Burjuva ideolojisinin yarattığı bilinç bulanıklığının etkisinde kalan aileler, çocuklarına “kimseye güvenmemelerini” ve kendi bireysel kurtuluşları için çalışmaları gerektiğini öğütlemektedirler. Kapitalist toplumun rekabet, yarış, kısa yoldan zengin olma, insanı meta sayma anlayışı, aileler tarafından genç kuşaklara unutmamaları gereken değerler olarak sunulmaktadır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde aileler çocuklarını bir yatırım aracı olarak da görmekteler. Üniversite okuyan iyi bir iş bulmalı ve “aile ekonomisine” en üst düzeyde katkı yapmalıdır; işçi genç, kazandığı parayı “aile fonu”na aktarmaya devam etmelidir. Eğer gençler devrimcileşir de “aile fonu”na akan para kesilirse bu hiç de olumlu bir durum değildir! Aileler kendi gelecekleri için adeta çocuklarını yatırım fonu, “menkul kıymet”, yani hayat sigortası olarak görmekteler. Kapitalist toplumun yarattığı güvensizlik ortamı kuşkusuz bunda önemli bir rol oynamaktadır.
Aralık 2005 • sayı: 9
Kurtuluş mücadelede! Fakat burjuvazinin tüm ideolojik çarpıtmalarına ve manipülasyonlarına rağmen güneş balçıkla sıvanmıyor. Kapitalist toplumun yarattığı savaşlara, yıkımlara, işsizliğe, açlık ve yoksulluğa, insanı bunaltan ve “hiçleştiren” yapısına karşı mücadele bayrağını elden bırakmayanlar da var. Yukarıda da vurguladığımız üzere insan toplumsal bir varlıktır; devrimci mücadeleye katılarak kapitalist düzenin akıl dışılığına karşı isyan bayrağını açmak her şeyden önce insanlık tarihine, geçmişten bugüne taşınan tüm bilgi ve kültürel birikime sahip çıkmak anlamına geliyor. İnsanın sosyal bir varlık olarak geçmişten günümüze taşıdıklarına sahip çıkmak ve gelecek kuşaklara taşımak tüm insanların toplumsal-tarihsel görevidir. Aksi takdirde, Marx’ın dediği gibi, “adam öküz olmayı seçmişse, elbette insanlığın acılarına sırtını dönebilir ve kendi postunun derdine düşebilir.” Kapitalist toplum, insanın bilinçli bir varlık olarak tüm yanlarını geliştirebileceği, henüz çözülmemiş ve karanlıkta kalan birçok özelliğini aydınlatarak, her yönüyle kendi gerçekliğinin bilincine varmasını sağlayacak bir toplum değildir. İnsanlığın daha gelişmiş ve müreffeh toplumlar kurmasının ve insanın kendisini sınırsızca geliştirmesinin koşullarını sunan üretici güçler, kapitalist toplumda bir avuç asalağın elinde bulunuyor. Bilim ve teknolojinin geldiği aşama ile insanın kapitalist toplumdaki ortalama bilinç düzeyi ne yazık ki tezat bir durum oluşturuyor. Toplumsal ilişkilerin yerini, yani insanla insan ilişkisinin yerini insanla meta ilişkisi alıyor. Kapitalizm toplumu hızla depresif bir ruh halinin içine çekmekte ve milyonlarca insan “mutluluk” haplarıyla yaşamaktadır. Bireysel kurtuluş hülyaları ile yaşayan ve burjuva topluma karşı mücadeleyi erteleyen her insan, her geçen gün kapitalist çürümüşlüğün bataklığına biraz daha gömülmektedir: Genç işçi ve emekçi, kapitalizm altında manevi ve fiziki niteliklerini geliştiremez. Bu düzen kendisine, ruhunu ve vücudunu yıpratıp mahvedeceği koşulları sunar. O, çalıştığı sürece sermayenin bir uzantısı gibidir ve bireyselliğini asla duyumsayamaz. Yalnızca çalışmadığı zaman kendisi olabilme ve kendi varlığını hissedebilme şansına sahiptir. Fakat özellikle günümüzde, tüm yaşam alanının boş zamanları da içine alacak şekilde sermaye tarafından örgütlenmesiyle birlikte bu şans da buhar olup havaya karışmaktadır. Böylece, bilinçsizliğin çıkmazına saplanan ve kapitalizmin dayattığı yaşam tarzına karşı muhalif tutum alamayan kişi, hayatının tüm saatleri itibarıyla adeta sermayenin kuklasına dönüştürülmektedir. (Elif Çağlı, Marksizm ve Gençlik, Marksist Tutum, no.2)
marksist tutum
Gerçekten de insanların, “bireyselliklerini” duyumsayabilmeleri kapitalizmde mümkün değildir. Dış dünyaya kapalı, kendi dışında olup bitenlere kayıtsız, duyarsız, “ben”ini seven, sürekli iç dehlizlerine yönelen ve giderek “kendi içinde” kaybolan hastalıklı bir varlığa dönüşürler. Kapitalizmde doğasına uygun bir yaşam sürdüremeyen insan, kendi etkinliğine, yani emeğine ve doğasına yabancılaşır; sapkın davranış biçimleri geliştirir. Örneğin ABDde her on dakikada bir kadına tecavüz edildiği söylenmektedir; diğer yandan tarikatlar yayılmakta, insanlar kendilerini avutacakları kör bir çıkışsızlığa hapsolmaktalar. Sınıf atlama hayalleriyle yaşamlarını heba eden genç kuşaklar, gerçekte devrimin isyan bayrağını kapitalizme karşı yükselttiklerinde kendileri olabileceklerdir. Ancak o zaman burjuva toplumunun duygu ve düşüncelerde yarattığı parçalanmışlık, kişilik bölünmesi ve hastalıklara karşı savaşılabilir. Burjuva toplumunun her türlü çirkefinden kurtulmak isteyen tüm insanların, hayatı gerçek boyutlarıyla kavramak ve yaşayabilmek için duygu ve düşüncelerini aynı safta birleştirmeleri gerekmektedir. Ve bunu tüm insanlara ancak, kapitalizme karşı devimci mücadele verebilir. Bu mücadele sonucunda kurulacak olan geleceğin sınıfsız toplumu, “insanla doğa ve insanla insan arasındaki uzlaşmaz çatışmaları ortadan kaldıran, insanın duygularını kelimenin gerçek anlamında insanlaştırıp varlığının toplumsal ve doğal özüne uygun hale getiren bir düzen olacaktır. Bugün kapitalizmin sömürüsü ve baskısı altında yaşamı sürüklemeye çalışan bahtsız kitleler, ancak kapitalizmi yıkıp sınıfsız toplum düzenine ilerlemeye koyulduklarında kişiliklerinin serpilip geliştiğini, maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatmin edebildiklerini duyumsayabilecekler. Sınıfsız toplum düzeni, bireysel ve toplumsal çıkarların uyumunu sağlayan, en soylu insani ilkelerin benimsendiği ve bu değerlerin yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna dönüştüğü bir toplumsal aşama olacak.” (Elif Çağlı, age) Genç kuşaklar yarınların büyük ateşini yakacak enerjiyi kendilerinde ve alazları ise Marksizmde bulacaklardır. Kapitalist düzenin kahredici ve aşağılatıcı yaşamına karşı “onlar, devrimci proletaryanın kapitalist topluma karşı açtığı isyan bayrağını genç dimağları, coşku dolu yürekleri ve güçlü cesaretleriyle daha da yükseklerde dalgalandıracaklar. Komünist Manifesto’nun satırları devrimci gençliğin andı olacak: Sınıfları ve sınıf uyuşmazlıkları ile birlikte eski burjuva toplumunun yerine, her insanın özgür gelişiminin, insanların tümünün özgür gelişiminin koşulu olduğu yeni bir toplum kuracağız!” (Elif Çağlı, age)
33
İşsiz İşçiler Elif Çağlı
İ
şçi sınıfının kapsamını belirlerken nesnel hareket noktasını oluşturan işgücünü satmak kriterinin, işçinin kapitalist emek pazarında mutlaka bir alıcı bulacağı anlamına gelmediğini biliyoruz. İşsizlik sorunu, burjuva iktisatçıların suçu kapitalist düzenin sırtından başka yerlere yıkmak amacıyla kasıtlı olarak gösterdikleri gibi, yanlış ekonomik politikaların ya da işçi sendikalarının yükselen ücret taleplerinin vb. ürünü değildir. Gerçekte, işsiz bırakılmış bir emekçi nüfusu üretmeyen, aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir kapitalizm düşünülemez. Çünkü kapitalizmin hizmetindeki makineleşme, bir taraftan kapitalistlere, işçi sınıfının daha önce el atamadıkları –örneğin kadın işçiler gibi– yeni tabakalarını çalıştırma olanağı sağlarken, diğer taraftan da kendi yerlerini makinelerin aldığı işçilerin açıkta kalmalarına neden olarak bir artı-işçi nüfusu yaratır. Ek işçi istihdamını mümkün kılmak ve de çalışmakta olanları muhafaza edebilmek için, artan oranda sermayeye ihtiyaç vardır. Oysa rekabet ve merkezileşme koşullarında sermayenin büyümesi, daha çok makineleşme ve sonuç olarak toplam sermaye içinde işçi ücretlerine ayrılan değişen sermayenin görece küçülmesi sonucunu doğurur. Böylece, çalışan işçiler kendi ürettikleri sermaye birikimiyle birlikte, bir artı-nüfusu da üretmiş olurlar; bu durum kapitalist birikim sürecinin bir yasasıdır.
34
Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir.
Aralık 2005 • sayı: 9
“Fazla işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu artı-nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu artı-nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiilî nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu artı-nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır, bir insan malzemesi kitlesi yaratır.”1 Önemle vurgulanması gerekir ki, işçi sınıfının bu iki kesiminin kaderleri doğrudan doğruya birbirlerine bağlıdır ve birbirlerinin yaşam ve çalışma koşulları üzerinde etkide bulunur. Örneğin, çalışan işçilerin fazla mesai düzenini sürdürmeleri sınıfın işsiz kesimini büyütür. Fakat yedek sanayi ordusunun yarattığı basınç da hem ücretleri aşağı çekerek işçileri daha çok çalışmak ve hem de sermayenin dayatmalarına boyun eğmek zorunda bırakır. Yedek bir sanayi ordusunun varlığı, kapitalist ekonominin duraklama ve ortalama refah dönemlerinde, faal işçi ordusunun kapitalistlere karşı yükselttiği istemleri baskılar. Aşırı-üretim ve coşkunluk dönemlerinde bindirdiği basınç biraz azalsa da, yine de dizginleyici bir faktör oluşturur. İşte bu nedenle Marx, “nispî artı-nüfus, emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispî artınüfus, bu yasanın geçerlik alanını, sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içerisinde tutar” demektedir.2 Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir. Marx bu önemli hususa dikkat çekmiştir: “İşçiler ... aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin tamamıyla nispi artı-nüfusun baskısından ileri geldiğini anlar anlamaz; ve, kapitalist üretim ile ilgili bu doğal yasanın kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ya da azaltmak için, çalışanlarla işsiz kalanlar arasında düzenli bir işbirliği kurmak üzere işçi sendikaları ve benzeri yollara başvurur vurmaz, sermaye ile, kendisine dalkavukluk eden ekonomi politik, «ebedi» ve sözde «kutsal» arz ve talep yasası çiğneniyor diye feryadı basar. Çalışanlar ile işsizler arasındaki her yakınlaşma, bu yasanın «uyumlu» çalışmasını bozar.”3 Özetle, iş güvencesi olmayan küçük atölyelerde son derece elverişsiz koşullarda çalışan ya da evlerde fason iş
marksist tutum
yapan işçilerle, işsiz yığınların aslında işçi sınıfının kapsamı içinde olduğunu ve bu kesimlerin de mutlaka önemsenmesi ve örgütlenmesi gerektiğini belirten eleştirilerin muhatabı Marksizm olamaz. Ancak, sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin başını çekebilecek unsurlarla, sınıf hareketinin düzene karşı yönelebilecek kitlesel yıkıcı potansiyeli arasındaki ayrım da önemsiz değildir. Devrimci bir önderlikten yoksun olarak patlayan kitle hareketleri, en yoksul ve en ayrıcalıksız kesimlerin içinde birikmiş haklı öfkeyi dışa vuruyor olsa da, başarıya ulaşma şansına sahip değildir. Bu husus çeşitli deneyimlerle kanıtlanmış ve Marksist teori tarafından ifade edilmiştir. Bu nedenle işçi sınıfı içindeki farklılıkları, bir cins “işçici” popülizm akımının gerekçesi olacak biçimde kullanan eğilimler Marksizme yabancıdır. İşçi sınıfının işsiz kesiminin kapitalist düzen açısından bir tehlike kaynağı olduğu doğrudur. Ne var ki, sınıfın bu kesimi, içinde bulunduğu nesnel koşullar nedeniyle siyasal örgütlenmelerin başını çekmeye hiç de yatkın değildir. Üstelik işsizler homojen bir bütün olmayıp, siyasi bakımdan önemli sonuçlara yol açacak şekilde kendi içinde farklı özelliklere sahip kesimlerden oluşur. Örneğin, daha önce büyük fabrika deneyiminden geçip işsiz kalmış olanlarla; küçük atölye deneyimine sahip işsizler; ya da kırsal kesimden göçüp ilk kez işçiliğe adım atmaya hazırlanan işsizler arasında önemli farklılıklar vardır. Katı bir kural olarak algılamamak koşuluyla, genelde birincilerin işçi sınıfını esas alan bir devrimci faaliyete, diğerlerinin küçük-burjuva popülizmine yatkınlık duyduğu söylenebilir. Öte yandan, büyük sanayi merkezlerine yığılmış işsizlerle, küçük yerleşim bölgelerindeki ve kırsal kesimdeki işsizler arasındaki ayrımlar da göz ardı edilemez. Keza, gözünü modern sanayi proletaryası arasında yer almaya dikmiş unsurlarla, kırsal kesimde egemen gerici düşüncelerin esaretinden kurtulamamış unsurlar arasındaki farklılıkların siyasi mücadeledeki yansımaları hiç de önemsiz değildir. Marx nispî artı-nüfusun farklı biçimlerini ayırt ederken, bu nüfusun mümkün olan her biçimde var olduğunu belirtiyordu. “Her işçi, ancak burada, yarı ya da tam işsiz olduğu zaman yer alır. Sınaî çevrimin değişen evrelerinin zorladığı, bunalım sırasında had, durgun zamanlarda tekrar kronik bir durum alan büyük devresel biçimler dikkate alınmazsa – daima üç biçimi vardır: akıcı, saklı ve durgun.”4 Akıcı biçimle geçici süre işsiz kalan işçiler; saklı ile kentin ihtiyacı olan yeni işçi talebini karşılayacak kırsal kesimin gizli işsizleri ve durgun biçimleyse, ev sanayii ve küçük atölyelerdekiler gibi bir işte çalışmalarının son derece düzensizlik gösterdiği işçiler kastedilmektedir. Bunun dışındaysa, lumpen proletarya olarak nitelenen en dipteki tortu ve Marx’ın yine üçe ayırdığı bir işsizler topluluğu vardır. “Nispî artı-nüfusun en dipteki tortusu, nihayet, sefalet alanında bulunur. Serseriler, suçlular, orospular, tek
35
marksist tutum
Aralık 2005 • sayı: 9
Büyük işletme deneyiminden geçmiş işsiz işçinin devrimci örgütlenme bağlamında çok önemli bir potansiyel taşıdığını asla unutmamak, öte yandan yedek sanayi ordusunun en dipteki tortusuna ise ihtiyatla yaklaşmak doğru bir tutum olacaktır. Bu gibi noktalardan hareketle, siyasi mücadeleye ilişkin sonuçlar çıkartırken, hangi işsiz kesiminden söz edildiği önem taşır. Belirtilmesi gereken bir başka husus da, işçi sınıfının sınıf bilinci düzeyi bakımından ileri olan kesimlerini ikinci plana iterek, birinci plana yedek sanayi ordusunun şu ya da bu kesimini çıkartan ve bu kesimlerin üzerine özel stratejiler inşa eden yaklaşımların yanlışlığıdır.
sözcükle «tehlikeli» sınıflar dışında, bu toplum katı, üç kategoriyi kapsar, önce, çalışabilecek durumda olanlar. ... İkincisi, yetim ve öksüz çocuklarla, fakir fukara çocuklar. ... Üçüncüsü ahlâk düşkünleri, zavallılar, çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizler; normal işçi yaşını aşan kimseler; sayıları ... artan sanayi kurbanları, sakatlar, hastalıklılar, dullar. Yoksulluk, faal işçi ordusunun hastanesi, yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Sefalet, nispî artı nüfusla birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu koşuludur; artınüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu teşkil eder.”5 Görülüyor ki, işsizler topluluğu homojen olmayıp, onun farklı kategorileri sınıf mücadelesi içinde tutabileceği yerler bakımından birbirinden oldukça farklı özellikler taşımaktadır. Örneğin, işçi sınıfının devrimci siyasal örgütlenmesinde elbette ki Marx’ın “akıcı” diye nitelediği geçici işsizlerle, “tehlikeli” diye adlandırdığı tortuyu aynı kapsamda değerlendirmek yanlıştır. Büyük işletme deneyiminden geçmiş işsiz işçinin devrimci örgütlenme bağlamında çok önemli bir potansiyel taşıdığını asla unutmamak, öte yandan yedek sanayi ordusunun en dipteki tortusuna ise ihtiyatla yaklaşmak doğru bir tutum olacaktır. Bu gibi noktalardan hareketle, siyasi mücadeleye ilişkin sonuçlar çıkartırken, hangi işsiz kesiminden söz edildiği önem taşır. Belirtilmesi gereken bir başka husus da, işçi
36
sınıfının sınıf bilinci düzeyi bakımından ileri olan kesimlerini ikinci plana iterek, birinci plana yedek sanayi ordusunun şu ya da bu kesimini çıkartan ve bu kesimlerin üzerine özel stratejiler inşa eden yaklaşımların yanlışlığıdır. “Üçüncü Dünya” ülkelerine özel bir ilgi ve sempati besleyen “Marksistler” olduğu gibi, emperyalist ülkelerin “alt proletarya”sına birincil derecede devrimci misyonlar yüklemiş olan “Marksistler” de mevcut. Bunların yazılarında, bizce Marx’ta genel hatlarıyla aydınlatılmış bulunan bir bütünün keyfî biçimde kopartılmış bir parçasına, üstelik de yanlış temellerde gösterilen ilgi, neredeyse bir uzmanlık alanına dönüştürülüyor. Bu gibi yaklaşımları onaylamadığımızdan, kimi Batılı Marksistlerin çok özel bir yer ayırdıkları “alt proletarya” benzeri konular üzerinde uzun boylu durmuyoruz. Yalnızca, tartıştığımız sorunları ilgilendirdiği kadarıyla belirtecek olursak, aslında bu “alt proletarya” kavramının içeriği ve siyasi niteliği konusunda çeşitli yorumlar söz konusudur. Fakat genel hatlarıyla bu kavram temelinde yürütülen tartışmalar, geri kalmış ülkelerden kapitalist metropollere göç eden ve böylece emperyalist ülkelerdeki gettolarda, sürekli bir işe sahip olmaksızın, eğitimsiz, yoksul ve siyasi anlamda marjinal nüfusun olası tutumları etrafında dönmektedir. Bu gibi kesimler, kapitalist toplumun içerdiği önemli bir realitedir; asla göz ardı edilemez. Fakat, işçi sınıfının nesnel ve öznel açıdan bütünsel kavranışının parçalanmasıyla öne fırlatılmak istenen ve hiçbir bakımdan öncü nitelik taşımayan şu ya da bu kesim üzerine teoriler inşa etmek de doğru bir tutum değildir. Öte yandan, işçi sınıfının işsiz kesiminin en dibinde yer alan ve aslında insanların bir bölümünü uçuruma iten kapitalizmin insanlık dışı yüzünün sergilendiği lumpen proletarya olgusu, sosyal bir gerçeklik olarak asla küçümsenemez. İşçi sınıfının tortusu, parlak ışıklar altında görünen kısmıyla cicili bicili vitrinler sergileyen kapitalist sistemin, karanlıklara boğulmuş dipteki gerçekliğinden başka bir şey değildir. Tıpkı Marx’ın “Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî
Aralık 2005 • sayı: 9
kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde, fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb. çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz yüze gelmiş oluruz.
yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur” diyerek dile getirdiği gibi.6 Kapitalizmin yarattığı sefaletin boyutları karşısında duyarlı olmak ve bunu ifade etmek devrimci tutumun doğal harcıysa da, insanlığın yakasını bu belâlı düzenden kurtarabilmesi için yürütülen mücadele, siyasi gerçeklerin hafife alınmasını affetmeyecek ciddi bir iştir. İşçi sınıfının sendikalı kesimini ya da işli kesimini ayrıcalıklı kabul ederek, bu kesimin devrimci potansiyelini yitirdiğini iddia edenlerin ileri sürdüğü sav, bu işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin de olduğu yolunda. Küçük-burjuvaca bir yaklaşım olmaktan öteye gidemeyen bu düşünce tarzı Marksizmi kavramış olmaktan uzaktır. Sınıfın devrimci misyonunu, paçavralar içinde yaşayan işçi olgusuna bağlayanlar yanılıyorlar. Bu anlamda Marx’tan bu yana biçimsel bir değişim olmuştur, fakat özde pek bir şey değişmemiştir. Dün olduğu gibi bugün de, yoksulluk içindeki yığınlar, derin bir siyasal bilinçlendirme faaliyetine gerek kalmaksızın, bizzat yaşamın zorluğu nedeniyle, öfkelerini zaman zaman kendiliğinden patlamalarla dışa vururlar. Yoksulluğun ve ezilmişliğin yarattığı öfkenin, düzene karşı patlayıcı bir madde deposuna dönüşmesi, kuşkusuz ki çok önemli bir durumdur. Ne var ki, işçi sınıfının öncü rolünü oynayabilmesini mümkün kılacak bir örgütlülüğün bulunmadığı koşullarda, yoksul ve işsiz kitlelerin öfkesi ve bu öfkenin dışavurumları tek başına sonuç getiremez. Sermaye düzeni, bu öfkeyi bastıracak veya istediği bir doğrultuya kanalize edecek yolları bulmakta hüner sahibidir. İşçi sınıfının büyük işletmelerde çalışan kesiminin ya da genelde sendikalı işçilerin büyük bir atalet içine sürüklenmiş olmaları ise, sınıfın devrimci potansiyelinin yok oluşuna değil, bilinç ve örgütlülük unsurunun öneminin kat be kat artmakta olduğuna işaret ediyor. Bu gibi sorunların üzerinden atlayarak, artık işçi sınıfını devrimci bir özne olarak kabul etmeyenler ve yerine sözümona başka kesimleri ikame etmeye çalışanlar, gerçek yaşamda var olan yakıcı gerçeklerin duvarına toslamaya mahkûmdurlar. İşçi sınıfının işsizler bölümüne, yalnızca çalışabilir durumdaki işsizler girmez. İşçi sınıfının iş kazası ve çeşitli meslek hastalıkları sonucunda iş-
marksist tutum
güçleri sakatlanmış olan bir bölümü, defolu mallar misali yedek sanayi ordusunun en aşağılarına fırlatılıp atılırken, daha şanslı olanları ise sosyal güvence kapsamından yararlanabilmektedir. Kuşkusuz ki, bu durum sermayenin işçilere bir lütfu olmayıp, emek ve sermaye arasındaki çetin mücadelelerin sonucunda işçilerin elde ettikleri bir sosyal haktır. Kapitalizm altında bu hakkın ne denli güdük olduğu tartışma götürmez. Burjuva devletler getirdikleri hukuksal düzenlemelerle, işçilerin çalışabildikleri süre boyunca ödedikleri sigorta primlerinden oluşan fonların yönetimini kendi egemenlikleri altında tutmaktadırlar. Bu nedenle, iş kazası, vb. sonucu çalışamaz duruma düşen işçilerin ancak belirli koşullara uyan bölümü malûlen emekli aylığına hak kazanabilmektedir. Keza, sosyal sigorta yasalarında belirlenen genel emekli aylıkları açısından da, kapitalist devletlerin getirdiği pek çok kurallar ve sınırlamalar söz konusudur. O halde, ister doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni ilgilendirmemekte, işçi sınıfı işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadır. Kısacası, kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde, fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb. çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini (ki yaşlılar ve küçük çocuklar dışında çoğunluğuyla sınıfın gerçekten işsiz bölümünü oluştururlar!) hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz yüze gelmiş oluruz. (Yazarımızın Büyüyen İşçi Sınıfı adlı kitabından alınmıştır.)
————————————— Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.670 2 Marx, age, s.676 3 Marx, age, s.677-678 4 Marx, age, s.678 5 Marx, age, s.681 6 Marx, age, s.683 1
37
Evrimin Diyalektiği İsmail Karagil
G
enel olarak hayatın ortaya çıkışı ve özel olarak da canlılığın çeşitlenip gelişerek insanlığın ortaya çıkışı hep bir merak konusu olarak varlığını sürdürmüştür. Ama bu merakı gidermeye dönük ileri sürülen görüşlerin çoğu, içinde bulunulan dönemin egemen sınıflarının çıkarlarına uygun nitelikte olmuştur. Her olağan döneme hâkim olan düşünceler o dönemin egemen sınıflarının düşünceleridir. Hâkim düşüncelere ters düşecek fikirler ya baskı altında tutulur ya da sessizlik fesadı ile geçiştirilir. Canlılığın gelişim sürecini materyalist bir tarzda ortaya koyan ve yaratılış efsanesini çöp tenekesine gönderen evrim teorisi ise her ikisinden de nasibini almıştır. Evrim düşüncesi on dokuzuncu yüzyılın başlarında yoğun olarak tartışılıyor; çoğunluk tarafından kabul edilmese de büyük doğa bilimcileri tarafından benimseniyordu. Ancak tam anlamıyla maddeci bir tarzda ele alınmıyordu. Hatta yaratılış düşüncesinin savunucuları bile canlıların sürekli gelişimini Tanrının bir kusursuzluğu olarak ele alıp evrim düşüncesini kabul edebiliyorlardı. Çünkü bu ilk dönem evrimci fikirlerin ortaya konuluş biçimi idealizme açık kapı bırakıyordu. Evrim düşüncesi, ancak Darwin’in çalışmaları sonucunda diyalektik materyalist anlayışın doğruluğunu kanıtlayan veriler sunar bir hale geldi. Darwin’in türlerin sabitliğine olan inancı Beagle gemisindeki beş yıllık gözlemlerinin ardından yıkıldı ve 1838’de canlı türlerinin değişimine dair evrimci fikirlerini oluşturmaya başladı. Ne var ki Darwin bu gözlemlerinin ve çalışmalarının sonucunu ancak 1859’da, yani aradan tam 21 yıl geçtikten sonra, benzer sonuçlara ulaşan A.R. Wallace kendisinden önce davranmasın diye, Türlerin Kökeni adlı eserinde yayınlayabildi. Darwin’in kuramını bu kadar geç yayınlamasının nedeni, sonuca ulaşabilmesi için bu kadar zamana ihtiyaç duyması değil, idealist düşüncelerin hâkim olduğu bilim dünyasından gelecek tepkilerden çekinmesiydi. Bu dönemde aklın, yani düşüncelerin beynin ürününden başka bir şey olmadığını söyleyen maddeci felsefeyi savunmak büyük cesaret gerektiriyordu. Darwin’in teorisini geliştirmesinde esinlendiği kaynaklardan biri de, Malthus’un nüfus teorisidir. Malthus’a göre
38
insan nüfusu geometrik olarak (katlanarak) artıyorken geçim araçları aritmetik oranda (toplanarak) artar: “Nüfus artışı, besin artışından daha fazla ve ekilebilir toprak alanları sınırlı olduğuna göre, nüfus artışı besin artışını geçecektir. Ancak; tabii engeller (açlık, afetler...) ile doğum kontrolü ve evlenme yaşının geciktirilmesi gibi durumlar gerçekleşirse, nüfus artışı besin artışının gerisinde kalır.” Darwin buradan hareketle, “canlılar hayatta kalabilecek yavru sayısından daha fazla sayıda yavru yapıyorsa bunlardan ancak bulundukları ortama daha iyi uyum sağlayanlar hayatta kalabilir” fikrinden, doğal seçilim fikrini türetti. Ancak onun Malthus’un sakatlıklar içeren düşüncesinden esinlenmiş olması, doğadaki yaşam savaşımının özünü değiştirmez. Nitekim Engels evrim teorisinin diyalektik yanını görmek istemeyen kesimleri eleştirir: Gerçekte, yaşama savaşımı fikrinin kökenini Malthus’ta aramak gerektiğini söylemek, Darwin’in aklına bile gelmez. O yalnızca kendi yaşama savaşımı teorisinin, hayvan ve bitki dünyasının tümüne uygulanmış Malthus teorisi olduğunu söyler.1
Marx ve Engels’in Evrim Teorisine Yaklaşımları Marx ve Engels, Darwin’in evrim teorisini kendi diyalektik materyalizm düşüncelerine doğadan somut örnekler sunduğu için büyük bir heyecanla karşıladılar. Marksizmin kurucuları diyalektik materyalizmi toplumlara ve onların tarihlerine uygulamışken, Darwin de benzer şekilde çok bilinçlice olmasa da materyalizmi doğaya ve canlıların gelişimine uygulamıştı. Marksizmden önce de insanların kafalarında yeni bir düzen, yeni bir toplum düşüncesi mevcuttu. Ama bu düşünce hiç kimse tarafından sağlam temellere oturtulamamıştı; ne Fourier, ne Saint Simon ne de Robert Owen! Sosyalist düşüncenin kafalardaki ussal bir düşünce olmaktan çıkıp maddi bir zemine oturtulabilmesi ve böylece bilimselliğe kavuşması şarttı. Marx ve Engels diyalektik yöntemle tarihsel gelişmeyi ve kapitalizmi inceleyip, aynı zamanda işçi sınıfı için yol gösterici bir kılavuz geliştirerek sosyalizmin gökteki ayaklarını yere indirdiler. Darwin’in evrim te-
Aralık 2005 • sayı: 9
orisi de her ne kadar egemen sınıfların ideolojisinin etkisinde de olsa diyalektik materyalizm için doğada somut kanıtlar sunuyordu. Darwin’in kuramı bir yaratıcının varlığına açık kapı bırakan mevcut idealist evrim teorisinden devrimci bir kopuşu ifade etmesine rağmen Darwin’in sağlam felsefi bir bakış açısının olmaması, kuramında sakat noktaların bulunmasına yol açıyordu. Bu yüzdendir ki Marx hiçbir şekilde Darwin’in kuramını eleştirmemezlik etmedi. Nitekim Marx, Manchester’da bulunan Engels’e 1862 yılında yazdığı mektubunda şunları dile getiriyordu: Darwin’i yeniden gözden geçirdim; “malthusçu” kuramı bitkilerle hayvanlara da uyguladığını söyleyerek beni çok eğlendiriyor; sanki bay Malthus’ta –ve geometrik artış dizisinde– tüm sorun, kuramın bitkilerle hayvanlara değil de yalnızca insanlara uygulanmasıymış gibi… Darwin’in hayvanlarla bitkiler arasında, işbölümüyle, rekabetiyle, yeni pazarlar açışıyla, “icatlarıyla” ve malthusçu “varolma savaşımıyla” kendi İngiliz toplumunu bulup görmesi çok dikkate değer bir şey.2
Darwin’in evrim kuramının en büyük açmazı, evrim sürecini tedrici bir süreç olarak, düz bir çizgi üzerinde ağır ve yavaş dönüşümlerden oluşan bir süreç olarak görmesiydi: Natura non facit saltum, yani doğada hiçbir zaman ani sıçramalar ortaya çıkmaz. Doğadaki değişiklikler; örneğin yeni bir türün ortaya çıkışı, dengeli bir şekilde yavaş yavaş gerçekleşen değişimlerin sonucuydu ona göre. Dahası, doğal seçilim, türlerin hayatta kalmalarını sağlamak için yeni özellikler kazanmasını açıklamasına karşın, yeni türlerin ortaya çıkışına bir cevap getiremiyordu. Darwin’in teorisinde canlıların tek hücreliden insana kadar olan değişim sürecinde bazı noktalarda kopukluklar vardı. Darwin, bu kopuklukları, kuramının tedriciliğinden kaynaklı olarak yeterli fosil kanıtlarının henüz keşfedilmemiş olmasına bağlıyordu. Bu fosil kayıtları ortaya çıktığında evrimin tedriciliği kanıtlanmış olacaktı! Hatta bazı bilim insanları bunun için birçok zorlamaya başvurmuştur. Canlıların önemli bir kısmının çok kısa bir zaman diliminde yeryüzünde belirdiği Kambriyen patlama dönemi evrim teorisinin zayıf karnını oluşturuyordu. Evrim teorisi bu patlamayı açıklayamıyordu. Darwin bu durumun teorinin açık bir yanı olduğunu dürüstlükle kabul ediyordu, ancak bunu Prekambriyen döneme ait fosil kayıtlarının eksikliğine bağlıyordu. Oysa sorun fosil kanıtlarının eksikliğinden Charles Darwin değil, doğayı ve toplu-
marksist tutum
mu kavrayış yöntemindeki yanlışlıktan kaynaklanıyordu. Tedrici evrim anlayışı tamamıyla diyalektik dışı bir yaklaşımdır. Milyonlarca yıl içerisinde gerçekleşen niceliksel değişiklikler on binlerce yıl gibi kısa bir süre içinde niteliksel bir değişime dönüşürler. On binlerce yıl mutlak olarak bizim için çok uzun bir süreymiş gibi gelebilir, ama milyonlarca yılın yanında bir an gibi kalır. Darwin’in evrim teorisinin diyalektik olmayan bu yönünü eleştiren Stephen Jay Gould, Niles Eldredge ile birlikte tedrici evrim kuramına karşı kesintili denge kuramını ortaya attı. Bu kurama göre Darwin’in evrim teorisinin temel yanlışlığı onun tedrici yaklaşımındadır. Böylesi tedrici bir gelişimin kanıtı olacak fosiller, Darwin’in düşündüğü gibi henüz bulunmadığı için değil, gerçekte olmadıkları için asla bulunamayacaktı. Çünkü türlerin değişimi, küçük niceliksel özelliklerin birikmesinden ibaret değildi. Bu niceliksel değişimler niteliksel sıçramalara yol açıyordu. Yani doğa bal gibi de sıçramalarla ilerliyordu. Gerçekten de belli dönemlerde çok hızlı bir şekilde yeni türler ortaya çıkmıştır. Örneğin Kambriyen dönemde birkaç milyon yıl gibi jeolojik bakımdan anlık bir sürede bugünkü hayvanların tüm ataları ortaya çıkmıştır. Tıpkı ısıtılan suyun bir süre sonra fokur fokur kaynaması gibi.
Evrimde İlerleme Yok mudur? Kesintili denge teorisi evrimin diyalektik temelini çok daha sağlamlaştırmıştır. Nitekim bu teorinin mimarlarından Stephen Jay Gould, Marx ve Hegel’in diyalektiğini bilen ve bunu bilimsel çalışmalarında da kullanan; ayrıca gerici düşüncelere karşı olan solcu bir bilim insanıydı. Gould, sık sık grevlerde ve gösterilerde de boy gösterdi. 1960’ların başlarında İngiltere’de Leeds Üniversitesinde zencilerin okuldan atılmalarına karşı haftalık gösteriler örgütledi. Yine Vietnam savaşında muhalif bir tutum takındı. Yardımcı profesörlük görevini yürütürken dahi öğrencilerin savaşı protesto etmek için yaptıkları işgal eylemini destekledi. Gould’un politik düşünceleri doğal olarak bilimsel çalışmalarına da yansıdı. Bilimsel ırkçılık, yaratılışçılık, biyolojik belirlenimcilik ve “sosyobiyoloji” hipotezleriyle, statüko ve eşitsizliğe bilimsel temel oluşturmaya çalışan düşüncelere karşı amansız bir mücadele yürüttü. Kesintili denge kuramı, aslında diyalektiğin evrim teorisine uygulanmasının sonucuydu. Gould, Darwin’in kuramının üç ana bileşenini şöyle tespit etmişti: 1) evrimin ana etmenleri olarak bireyler üzerinde durması, 2) uyumun düzeneği olarak doğal seçilimi göstermiş olması ve 3) evrimsel değişimin yavaş ve tedrici olduğuna inanması. Gould özellikle Darwin’in evrim kuramının bu sonuncu yönünü eleştirerek diyalektiği evrim teorisine uyguladı ve kesintili denge kuramını ileri sürdü. Ne var ki, Darwin’in görüşlerine eleştirisi ve katkısı yalnızca bununla sınırlı değildi. Gould, evrimin ana etmeni olarak bireylerin alınmasının yetersiz ve o ölçüde yanlış bir yaklaşım olduğunu ve yine
39
marksist tutum
Stephen Jay Gould evrimin tek mekanizmasının doğal seçilim olmadığını savunuyordu. Kesintili denge kuramının özü, doğanın düz bir çizgi üzerinde ilerlemediği, görece daha uzun sakin dönemlerin çok hızlı başlangıç ve bitişlerle kesintiye uğradığı gerçeğine dayanır. Gerçekten de, tedrici evrim savunucularının sabırla bekledikleri yeni fosil kayıtları, evrimin tedriciliğine değil ama tersine kesintili oluşuna kanıt sunuyor. Yeni bulunan Pre-Kambriyen (Kambriyen öncesi) dönemine ait fosiller henüz çok basit yaşam formlarının varlığını gösteriyordu. Oysaki bundan çok kısa bir süre sonra aniden bir patlama gerçekleşiyor ve gelişmiş canlılar ortaya çıkıyordu. Ayrıca Gould, araştırmaları sonucunda, yeryüzünde iki buçuk milyar yıl boyunca sadece basit hücreler olan prokaryotların (çekirdeksiz hücre) var olduğunu ortaya koymuştur. Daha sonra 700 milyon yıllık süre boyunca ökaryotlar (çekirdekli hücre) var oldu; hemen ardından 100 milyon yıl gibi iki buçuk milyar yıla göre çok kısa bir süre içinde karmaşık çok hücreli organizmalar sahneye çıktı. Bu canlıların ortaya çıkmasıyla birlikte eski yaşam formlarının temeli olan stromatolitler de yine çok hızlı bir şekilde kitlesel şekilde yok olmuşlardır. Tüm bunlar kesintili denge kuramının doğruluğunu açıkça gösteriyor. Ancak Gould, kesintili denge kuramıyla evrime diyalektik bir bakış sergilemesine karşın, evrimin şu ya da bu anlamda bir ilerleme anlamına gelmediğini savundu. Ona göre doğal seçilim yalnızca değişen yerel koşullara uyumu ifade eden bir kuramdır, ilerlemeci bir gelişmeye tekabül etmez: “…çünkü bir amip kendi çevresine, bizim kendi çevremize sağladığımız kadar iyi uyum sağlamışsa, daha üstün yaratıklar olduğumuzu kim söyleyebilir?”3 Oysaki canlılığın başlangıcı olan tek hücreli canlılardan memelilere kadar gelen sürece baktığımızda bir ilerleme olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Tabiî ki doğa inişli çıkışlı bir seyir göstermektedir. Gould’un haklı olarak iddia ettiği gibi, evrim süreci, nihai sonucu önceden belli bir planın adım adım gerçekleşmesi demek değildir. Yine Gouldun çok haklı olarak ortaya koyduğu gibi, evrim süreci, merdiven şeklinde bir gelişim demek değildir. Yani, evrim doğrusal şekilde yükselen bir çizgi üzerinde gerçekleşmez; ev-
40
Aralık 2005 • sayı: 9
rim süreci içerisinde, kopuşlar, gerilemeler ve duraklamalar vardır. Ama bu, inorganik maddeden organik canlıya doğru, daha basit canlılardan daha karmaşık canlılara doğru, genel anlamda bir ilerleme olmadığı sonucunu doğurmaz. Nitekim insanın ortaya çıkışı tüm bu süreç içerisinde müthiş bir ilerlemedir. Üstelik milyonlarca yıldır süren evrimin sadece bir değişime değil, aynı zamanda bir gelişmeye de yol açtığını kabul etmek için evrimin insanın gelişimiyle birlikte son noktasına ulaştığını kabul eden tek yanlı bakış açısına dönmek de gerekmiyor. Aynı şekilde, evrimsel süreç içerisinde yalnızca bir değişimin değil, gelişimin de olduğunu söylemek, evrimin önceden tasarlanmış nihai bir amaca doğru ilerleyen bir süreç olduğunu iddia etmek değildir. Gould, Kambriyen dönemde çeşitliliğin daha fazla olduğunu, evrimde uzun dönemli eğilimler bulunmadığını ve yaşamın bu denli karmaşıklaşmasının, yani zeki yaşamın, evrimin tesadüfî bir sonucu olduğunu öne sürer. Ne var ki, Marx ve Engels’in diyalektik yaklaşımından haberdar olan ve bu yaklaşımı uygulamaya çalışan Gould bu noktada çubuğu fazla büker. Oysa çok doğru bir tespitle, “evrim, tesadüf ve zorunluluğun bir bileşimidir –değişiklik düzeyinde tesadüf, seçilimin işleyişinde zorunluluk” diyen de yine Gould’dur. İnsanın ortaya çıkışı, evrimin ilginç oyunlarından biridir gerçekten de. Nitekim bugün gerek evrimsel biyologlar, gerekse de fosilbilimciler, canlıların özellikle de insanın evrim sürecinde, yalnızca biyolojik evrimin değil, onun topluluk yapısının, kültürel evriminin de ne denli önemli etkilerde bulunduğunu göstermiş bulunuyorlar. Gerçekten de canlıların evriminde Darwin bireylerden yola çıkmıştı. Ona göre, bireylerin tek tek sahip oldukları özelliklerin, ortama uyum açısından elverişli ya da elverişsiz olması belirleyici önemdeydi. Avantajlı olanlar çoğalır ve bu avantajlı özellikleri gelecek nesillere aktarırken, o ortamda avantajsız olanlar elenip giderlerdi. Ne var ki, memelilere ve özellikle insana geldiğimizde işler değişiyor. Grup halinde yaşayan memelilerde, avantajlı olmak artık yalnızca bireysel özelliklere indirgenemez bir boyut kazanıyor. Dayanışma, yardımlaşma, “işbölümü”, grup içi ilişkiler gibi etkenler, belli bir grubu, içinde yaşadığı ortama çok daha uyumlu hale getirip, bu grubun bireylerinin de yalnızca kendi bireysel avantajlarından değil topluluğun kolektif avantajından yararlanması sonucunu doğuruyor. İnsana geldiğimizde durum daha da çarpıcı hale geliyor. Diğer tüm canlılardan farklı olarak, insan, denebilirse, kendini var etmiştir: Emekle. İnsan, daha başından itibaren içinde bulunduğu doğal koşullara kölece bağlı kalmaya karşı amansız bir savaşım içerisine girmiştir. İnsanın bilinçli üretim faaliyeti, artık onun içinde bulunduğu doğal ortamı değiştirebilir bir nitelik kazanmıştır. Bugün insanoğlu, doğanın ya da genlerinin kölesi olmaktan kurtulma yolunda nesnel olanaklar bakımından muazzam bir geliş-
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
me kaydetmiş durumdadır. İnsanlık gerek doğal, gerek kültürel ve gerekse de toplumsal evrimiyle, bugün artık doğanın kölesi değil efendisi olma noktasına nesnel bakımdan son derece yaklaşmış durumdadır. Hatta bunun dehşet verici göstergeleri de mevcuttur. Açgözlü sermaye egemenliğinin hüküm sürdüğü kapitalist toplum, bıraktık doğanın tek taraflı belirlemesine tâbi olmayı, bugün doğayı mahvedecek güçleri de kendi ellerinde (maalesef) biriktirmiş ve kendisi de dahil tüm canlıların yaşamını tehdit eder bir hale gelmiştir. Ne var ki, bilimsel gelişmeler, kapitalist toplumun aşılmasıyla birlikte, bal gibi de evrim sürecinin biçare figüranları olmaktan kurtulabileceğimizi göstermektedir. Tıpkı Marx’ın 150 yıl önce dile getirdiği gibi: İnsanlığın gerçek tarihi, yani bilinçli insanlık komünizmle başlayacaktır. Ve bugün bunun nesnel temelleri gün geçtikçe daha da hazır hale geliyor. Tüm bunlardan sonra, gerçekten de bir amip ile bir insanı aynı gelişkinlik düzeyine koymak mümkün mü? Peki Gould neden evrimin aynı zamanda bir gelişmeilerleme demek olmadığını savunmaktadır? Bunun nedeninin, Gould’un, evrim teorisini dini, gerici ya da ırkçı düşüncelerine temel haline getirmek isteyen gericilere karşı yürüttüğü haklı ve onurlu mücadelede çubuğu tam ters tarafa bükmesinde yattığını söylemeliyiz. Gould, evrimsel ilerleme fikrinin nasıl kötüye kullanıldığından hareketle, bu fikrin kötüye kullanılışını değil, fikrin kendisini yok etmeye girişir. Pire için yorgan yakar. Ne var ki meslekten olmayanların çoğu evrimi hâlâ ilerlemeyle özdeşleştiriyor ve insan evrimini yalnızca değişiklik olarak değil, artan zekâ ya da uzayan boy gibi varsayımsal gelişmişlik ölçüleriyle tanımlamayı sürdürüyor. (…) Organik evrimle ilerleme arasında kurulan bu hatalı denklem talihsiz sonuçlar üretmeyi sürdürüyor. Tarihsel olarak, (Darwin’in kendisinin bile büyük kuşkuyla karşıladığı) toplumsal Darwinciliğin kötüye kullanılmasına neden olmuştur. Bu utanç verici kuram insan gruplarını ve kültürlerini, sözde evrimsel gelişmişlik düzeylerine göre, (hiç de şaşırtıcı olmayan bir sıralamayla) beyaz Avrupalıları en üste, onların sömürgelerinde yaşayanları ise en alta yerleştirerek sınıflara ayırmıştır. Bu denklem bugün de, küresel kendini beğenmişliğimizin yani gezegenimizde yaşayan bir milyondan fazla tür ile kader birliği içinde değil de onlardan üstün olduğumuz inancının ana bileşenlerinden biri olarak varlığını sürdürüyor.4
Demek ki, Gould’un evrimde ilerleyişin olmadığını savunmasının asıl
amacı, ırkçı, statükocu, dinci düşüncelerin bilimsel bir temelle açıklanmasına engel olmak istemesiydi. Çünkü evrimle ilerleme arasında bir bağlantı kurulması “sosyal Darvinizm”i besliyordu: “Sömürgelerde yaşayan insanlar evrimsel olarak daha geri bir türü oluşturuyor; biz onlardan daha üstün ırklar olduğumuz için onları birer köle olarak kullanmak bizim suçumuz değil!” yollu sonuçlara mahal vermemek için Gould evrimin ilerleme olduğunu reddederek çubuğu öbür tarafa büküyordu. Irkçılığa karşı ömrü boyunca mücadele eden saygıdeğer bir bilim insanının çabasıdır aslında söz konusu olan. Benzer şekilde insanların genetik biyolojilerinin onların bilinçlerini belirlediği şeklindeki gerici görüşe karşı da savaş vermişti Gould. Aşağıdaki satırlar Gould’un dünyaya bakışı hakkında önemli ipuçları vermektedir: Biyolojik belirlenimcilik yandaşları bilimin, bir boş inanç ve duygusallık ağını yararak bize gerçek doğamızı gösterebileceğini iddia eder. Ancak iddialarının temel etkisi çoğu zaman farklı olmuştur: Sınıf ayrımlaşmasının var olduğu toplumların liderleri bu iddiaları kullanarak, geçerli toplumsal düzenin sürmesi gerektiğini, çünkü bunun doğanın yasası olduğunu ileri sürmüşlerdir.5
Gould’un evrimin ilerlemeye tekabül ettiği görüşüne karşı olmasının bir başka nedeni de yine egemen sınıfın varlığını sürdürme araçlarından biri olan dine temel sağlayan teolojik yaklaşıma karşı olmasıydı. İlerleme kavramının evrimde kabul görmesinin teolojik yaklaşıma; yani doğanın ve doğada yaşayan tüm canlıların üstün bir yaratıcı güç tarafından ayrıntılı bir şekilde tasarlanmış olduğu, doğanın önceden yapılmış bir plan çerçevesinde işlediği anlayışına yol açma olasılığı vardır. Gould bu olasılığı bertaraf edip, teolojik yaklaşıma mahal vermemek adına var olan bir gerçekliği yadsımıştır. Şurası açık ki, gerek dini yorumlar gerekse de ırkçı yorumlar, belli gerçeklerin üstü örtülerek bertaraf edilemez. Bu tür sağ ve gerici düşünceler, kendi gerçek köklerini bilimsel görüşlerden değil, kapitalist toplumdan alırlar. Dolayısıyla onları yok etmenin tek yolu da insanlığın başına belâ olan kapitalist toplumu ortadan kaldırmaktır. Bu sistem işçi sınıfı tarafından yerle bir edildiğinde, Gould gibi, kapitalist bir bataklığın içerisinde bile pırıl pırıl parlayan ender bilim insanları, insanlık tarihi içerisinde hak ettikleri yerleri alacaklardır. www.marksist.com sitesinden alınmıştır. —————————————— Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.142 2 Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay, Kasım 1995, s.147 3 Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, Mayıs 2000, s.21 4 Stephen Jay Gould, age, s.23 5 Stephen Jay Gould, age, s.239 1
41 41
marksist tutum
Aralık 2005 • sayı: 9
1 dolarlık sosyalizm… Selam dostlar, Ben bir deniz emekçisiyim ve büyük usta Nazım’ın şiirindeki gibi yıldızların, rüzgârın ve suyun türküsünü çağıranların arasından yazıyorum sizlere bu mektubu. İşim gereği yılın büyük bir kısmını yurtdışında, geride bıraktığım sevdiklerime hasret ve özlem duyarak geçiriyorum. Farklı ülkeleri, insanları ve kültürleri tanıma şansım oluyor. Ancak dünyanın neresine gidersem gideyim, henüz kapitalizmden ve onun yarattığı insanlık dışı sistemden başka bir şey göremedim. İstediğim, yaşadıklarımı ve düşündüklerimi sizlerle paylaşmak, kafama takılan sorulara cevap bulmaya çalışmak. Bu yüzden elimden geldiğince ve dilim döndüğünce yazmaya ve derginizi/sitenizi takip etmeye gayret edeceğim. *** Marksist Tutum’daki yazıları okuyuncaya kadar, kafama takılan ciddi bir soruya cevap bulamamıştım. Bu soru, birkaç yıl önce çalıştığım gemiyle gittiğimiz bir limandan ayrılırken oluşmuştu. Burası, bitip tükenmek bilmez doğal güzelliğiyle sizi kendine hayran bırakan, ama insanların bu güzelliklerin yanı başında açlıkla pençeleştiği, yoksulluğun ve sefaletin her tarafta kol gezdiği bir garip ülkeydi. Bu garip ülkenin adı Vietnam’dı. Hani o Amerikan emperyalizmini yenilgiye uğratarak destanlar yazan, yenilmez denilen Amerikalı Yankileri toz duman ederek arkalarına bile bakmadan evlerine geri dönmeye mecbur bırakan insanların ülkesi. Onurunu ve özgürlüğünü elinden almak isteyenlere karşı muazzam bir direniş sergilemiş yoksul bir halkın kurduğu bu bedbaht ülke, bugün yoksulluğun, sefaletin, açlığın ve her türlü iğrençliğin kol gezdi-
ği, emperyalizm denilen doymak bilmez canavarın ve tepelerine çöreklenmiş bürokratların, kanının son damlasına kadar sömürdüğü insanların yurdudur. Kafama takılan soru ise böyle bir ülkeye “sosyalist” sıfatının nasıl yakıştırılabildiğiydi. Kendine “sosyalist halk cumhuriyeti” diyen bir ülkede yaşayanların, on dolarlık bir viski şişesi uğruna bütün gece çalıştırılmamaları yahut bir dolarlık yeşil bir banknot uğruna bedenlerini satmamaları gerekmez miydi? Yoksa Marx’ın bahsettiği sınıfların, devletin ve sömürünün olmadığı sosyalizmin Vietnam dilindeki karşılığı; sınıfların, devletin ve sömürünün alabildiğine kendini hissettirdiği, Komünist Parti binasının arka sokağında genelevlerin bulunduğu, babaların kendi kızlarını, kocaların karılarını sattığı, rüşvetin, bürokrasinin ve her türlü yozluğun kol gezdiği bir toplum muydu? Bu nasıl bir sosyalizmdir ki, tamamı sendikalı olduğu söylenen (!) işçileri sendika “patronu” çalıştırıyor, insanlar tek bir işte aldıkları ücret karınlarını doyurmaya bile yetmediğinden neredeyse günün üçte ikisini çalışmakla geçiriyor, son derece bereketli topraklarda açlık çekiyor, on binlerce evsiz ve işsiz sokaklarda can çekişiyordu. “Devlet görevlisi” bürokratlar ise, siyahla beyazın tezatlığı kadar orantısız bir biçimde ayrıcalıklı hayatlar yaşıyordu. Bu arada, yıllar önce nice bedeller ödeyerek kovulan Amerikalı Yankileri turist olarak ülkeye çekebilmek için de adeta yarışılıyordu… Ve bunları bile bile, bizlerden bunun adının sosyalizm olduğuna inanmamız isteniyor. Bu soru kafamı uzun bir süre meşgul etmişti. Ancak derginizi ve sitedeki yazılarınızı okudukça düşüncelerim daha da netleşti. Bütün insanlığın kurtuluşu olarak düşlediğimiz bir sistemin, üstelik de kapitalizmden daha ileri olduğunu öne sürüyorsak, böylesine insanlık dışı bir toplum düzeni yaratmaması gerekirdi. Ben, bu garabetin sosyalizm olduğuna inanmıyorum ve yaşananların tek doğru ve doyurucu açıklamasının bu derginin yazarları tarafından ortaya konulduğunu düşünüyorum. Aksi halde, önce bizlerin bu düşten vazgeçmesi gerekirdi. Oysa ne Vietnam ne de adına “sosyalist” denen diğer örneklerde yaşananlar sosyalizmdi. Düşlerimizin kâbusa dönüşmesini istemiyorsak, gerçekleri görmeli ve tarihi doğru dersler temelinde kavramalıyız. Marksist Tutum okuru bir deniz emekçisi
42
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
Kapitalizmin İkiyüzlülüğü Yeni doğan bir çocuğun en az kaç ay anne sütü alması gerektiği sorusunu insanlara sorduğumuzda, genel olarak ilk altı ay cevabını alırız. Bebeklerin ilk altı ay mutlaka ve mutlaka anne sütü ile beslenmeleri gerektiğini ekranlardan, uzmanların açıklamalarından dinlemiş, duymuşuzdur. Bu konuda kampanyalar düzenlenir, boy boy afişler asılır. Bu ne çelişkidir ki, içinde yaşadığımız bu sistemin kanunlarını bilmiyorlarmış gibi altı aylık bir zamandan bahsedebiliyorlar. Evet, yeni doğan bir çocuğun değil altı ay belki de sekiz ay ya da on ay anne sütüne gereksinimi vardır. Özellikle işçi aileleri, bebeklerini başka bir gıda ile besleyecek ekonomik güçten yoksun olduklarından dolayı, bu süre onlar için biraz daha uzayacaktır. Ama kapitalist devletin yeni doğum yapmış bir kadın işçiye verdiği ücretli izin 2 ayla sınırlıdır. Bırakalım altı ay sürekli emzirmeyi, anne (işten ayrılma gibi bir lüksü olmadığından) bebeği daha 60 günlükken onu yalnız bırakmak zorunda kalıyor. İşbaşı yaptıktan sonra anneye günde 1,5 saat ya da haftada bir gün emzirme izni veriliyor. Eğer anne emzirme iznini günde 1,5 saat olarak kullanıyorsa, o 1,5 saatte bebeğini öyle bir doyurmalıdır ki bebek gün boyu idare edebilsin! Ya da izin hakkını haftada bir gün olar kullanıyorsa, o gün bebeğin karnını öyle bir doyurmalıdır ki, bebek onunla bir hafta idare edebilsin! Ama anne bu izin hakkını bile kullanamayabilir. Nasıl mı? Çalıştığımız fabrikalarda çoğumuz şahit olmuşuzdur. Kapitalistler açısından sorunun kökten çözümü, gebe işçi kadınları işten atmaktır. Çünkü onlar artık eskisi gibi performans sergileyemez ya da her işte çalışamazlar. Patronlar gebe işçi kadınları sırtlarında bir yük olarak görürler. Gebeyken çıkartmamışlarsa eğer, doğum sonrası izin dönüşlerinde emzirme izinlerini kullanacaklarından dolayı işten çıkartırlar. En azından benim çalıştığım fabrikada şimdiye kadar hep böyle oldu. Aileye yeni bir fert ekleniyor ve siz tam da masrafların arttığı bu dönemde işsiz kalıyorsunuz. Bütün bu uygulamaları gördüğümüzde ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: Kapitalist sistemde anne olmak suç! Anne olmak istiyorsan daha baştan işsiz kalmayı, bebeğini aç bırakmayı göze almak zorundasın. Gene yasalarda olan, ama şimdiye kadar hiç tanık olmadığımız bir uygulama daha var. Emziren annelere emzirme odası tahsis edilmesi. Diyelim ki oda tahsis edildi. Bebek nerede? Anne o odada kimi emzirecek? Bebeği evden kim getirecek? Yoksa bebek beslenme saatlerinde ayaklanıp fabrikaya mı taşınacak? Gebeyken ya da doğum sonrasında işten çıkartılmadığı durumlarda, anne çalışırken bebek evde bir şekilde beslenmek zorundadır. Kapitalizmde her şeyin çözümü tabii ki var: kârlı bir sektör haline gelen mama sektörü meselâ! Biz çalışan anneleri “çok düşündüklerinden” böyle bir sektör yaratmış durumdalar. Bir kutu mamanın fiyatı bugün ortalama 15 milyon civarındadır. Yeni doğan bir bebek bir kutu
mamayı 2-3 günde tüketmektedir. Artık gerisini siz hesaplayın. Bir bebeğin beslenmesi için gerekli olan aylık mama masrafı ne kadar tutar? Büyük fabrikalarda çalışan işçi kadınlar, bürolarda ve küçük işyerlerinde çalışan işçi kadınlardan görece daha avantajlı durumdalar. En azından süt izni, ücretsiz izin (verilirse tabii ki!) gibi yasal haklarını kullanabiliyorlar. Ama küçük işyerlerinde ve bürolarda çalışan işçi kadınlar, genelde örgütsüz olarak çalıştıklarından dolayı, değil haftada bir gün süt izni kullanmayı, akşam iş çıkış saatleri, hafta sonu çalışma saatleri bile düzensiz durumda. Bu tür işyerlerinde çalışan işçiler, işçi sınıfının en örgütsüz ve hakları en çok gasp edilen kesimleri durumundalar. Bütün bu uygulamalar gözlerimizin önünde yaşanırken, bu sistemin ikiyüzlü temsilcileri, utanmadan kalkıp, ilk altı ay anne sütü gerekli diye vaaz vererek tavsiyelerde bulunuyorlar. Bu ne ikiyüzlülüktür ki gözlerimizin içine baka baka altı ay anne sütü verin deyip, sonra da anne olmak “suçundan”, izin hakkını kullanmaktan dolayı işten atılmaları görmezden gelebiliyorlar. Kapitalist sistem, kendi koyduğu yasalarla sürekli çelişen ve ikiyüzlülüğünü ayan beyan sergileyen bir sistem. Onun gerçek yüzünü görmek isteyene tek bir göz bile yeter. Her 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü geldiğinde, bu mücadele gününün içini boşaltmaya çalışan burjuvazi, burjuva “kadın dernekleri”nin temsilcilerini ekranlara çıkartarak, tüm kadınların kadın olmaktan kaynaklı aynı sorunları yaşadıklarını anlatıp durur. Biz işçi sınıfının kadınları ile burjuva sınıfın kadınları kesinlikle aynı sorunları yaşamıyoruz ve hiçbir ortak yönümüz olamaz. Çünkü aramızda, asla inkâr edilemeyecek bir sınıf farkı var. Hangi burjuva kadın çocuğunu emzirme problemi yaşıyor? Hangi burjuva kadın mama masrafından dolayı sıkıntı yaşıyor? Hangi burjuva kadın anne olduğu için ya da süt izni kullandığı için işinden atılıyor? Çalıştığım fabrikadaki kadın müdür, jipine biniyor, her iki saatte bir gidip çocuğunu emzirip tekrar işine gelebiliyor. Nasıl olur da bizim bu burjuva sınıfın kadınları ile sorunlarımız ortak olabilir? Kapitalist sistem içerisinde, işçi sınıfının yaşadığı sorunlardan biriydi yukarıda anlatılan. Bizler biliyoruz, daha ne zorluklarla, ne uygulamalarla yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Tüm dünyayı yaratmanın, üretmenin karşılığında, onların kârları uğruna savaşlarda ölen bizler, iş kazalarında fabrikalarda ölen bizler, aç kalan, evsiz kalan, işsiz kalan bizler, daha bebekken annesiz büyümek zorunda kalan yine bizler. Bütün bunlar kader değil. Bunun kader olmadığını, 1917 şanlı Ekim Devrimi bizlere gösteriyor. Büyüttüğümüz çocuklara, bebeklerin anneleriyle büyüyebilecekleri, savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünya bırakabilmek için mücadele etmek zorundayız. Metal sektöründen bir kadın işçi
43
marksist tutum
Aralık 2005 • sayı: 9
bir sağlık emekçisinden
Hastane Enfeksiyonlarından Kim Sorumlu? Sağlık hizmetlerinin verildiği yerler olan hastanelerin en ciddi sorunlarından biri de hastane enfeksiyonlarıdır. Geçtiğimiz Ağustos ayında Erciyes Üniversitesi Hastanesinde 8 bebeğin hastane enfeksiyonu sonucu ölmesi, bu sorunu medyanın gündemine de taşımıştı. Ne var ki, tıpkı daha önceki yıllarda olduğu gibi devlet yetkilileri gündemi geçiştirmek için dikkatleri, hastaneler için zorunlu kılınmış olan enfeksiyon komitelerine kaydırmışlardı. Bakanlığın suçu yüklediği “enfeksiyon komiteleri”; el yıkama, atıkların kontrolü, enfeksiyon, aşılar, hijyenik çalışma koşulları, bulaşıcı hastalıklardan korunma konularıyla ilgili hizmet içi programları düzenlemek gibi bir göreve sahip. Ancak mesele sağlık çalışanlarının bu konudaki bilgi eksikliği değildir! Hastanelerin servislerinde el yıkama tekniklerini anlatan resimli panolara rastlamak hiç de zor olmazken, hastanelerde hijyenin kuralı olan sabun ve havlu peçete bulmak bir lüks haline gelmiştir! El yıkama tekniğinin kurallarını çok iyi bilen doktor ve hemşirelerin ellerini yıkadıktan sonra formalarıyla kurulamaları gözlerden kaçmayan, sık rastlanan bir manzaradır. Hepatit, AIDS, TBC’li (verem) hastalar için eldiven, maske, önlük gibi gerekli malzemeler ne çalışan sağlık personeline verilmekte, ne de hastası için hizmet vermek zorunda kalan refakatçiye. Asıl sorun, bürokratik komitelerin görevlerini yapmaması değil, hastanelerin alt yapısı, malzeme eksikliği, sağlık hizmetinin ücretli olması ve bu alanda çalışan işçi yetersizliğidir. Dünya genelinde yatarak tedavi gören her 10 hastadan biri hastane enfeksiyonuna yakalanmaktadır. Enfeksiyon kapma oranları ise koşullara göre yüzde 5 ile 12 arasında değişim göstermektedir. Türkiye’ye dair net veriler yok; fakat, Sağlık Bakanlığına göre Türkiye’de yaşanan vakalar dünya ortalamasının altında değildir. Tabii burjuva istatistiklerin ne kadar güvenilir olduğu da malûm! Hastane enfeksiyonlarının Amerikan ekonomisine yıllık maliyeti 6,7 milyon dolar, İngiliz ekonomisine 1,7 milyon dolar civarındayken, Türk ekonomisine verdiği zarar ise bir muamma. Hacettepe Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre hastane enfeksiyonları hastaya bir haftada yaklaşık 1200 dolar ekstra maliyet yaratmaktadır. Hastane enfeksiyonlarının en önemli nedeni hastanelerdeki işçi yetersizliğidir. Nitekim Türkiye’de her 1228 kişiye 1 hemşire, her 702 kişiye 1 doktor düştüğü koşullarda, hastanelerde çalışan emekçilerin hastaları tedavi ederken hijyen kurallarına uyması mümkün değildir. Toplumumuz tarafından da, sağlık çalışanları tarafından da doktor, hemşire ve hastabakıcı yetersizliği kanıksanmış bir sorundur. Tam da hastanelerde yeterli sayıda işçinin istihdam edilmemesinden kaynaklı olarak hayata geçirilen refakatçi uygulaması, hastası olanların aynı zamanda sağlık çalışanı ola-
44
rak çalışmasını da beraberinde getiriyor! Hastane enfeksiyonlarının kilit kavramı olan hijyenlik açısından bakıldığında, yeteri kadar korunamayan refakatçiler, enfeksiyonları taşımada önemli bir rol oynuyorlar. Hastaların sondalarını boşaltan, serumlarını çıkartan ve takan, yeri geldiğinde ilaçlarını içirmeye çalışan, hastaların, hastane içi tetkikler için bölümler arası taşınmasını sağlayan tampon eleman olarak refakatçilerin kullanıldığı göz önüne alınırsa durum daha iyi kavranır. Doktor, hemşire, hastabakıcı yetersizliğinin yanı sıra sağlık hizmetlerinin ücretli olmasının doğurduğu tıbbi malzeme ve ilaç eksikliği, enfeksiyonun öteki yüzüdür. Tıbbi malzemeler yetersizdir. Bu durumda eksik malzemeyle gerekli tüm işler giderilmeye çalışılıyor; uygunsuz kullanılmak zorunda kalınıyor. Örneğin bir kez kullanılması gereken eldiven gün boyu sağlık çalışanlarının cebinde dolaşmaktadır. Hemşire ve doktora verilen eğitimlerde “yokluklar alanı olan hastanelerde yaratıcı olmaları” gerektiği sık sık vurgulanır. Bir kere kullanılması gereken eldiveni gün boyu cebinde dolaştırarak beş defa kullanan hemşireden daha yaratıcısı var mıdır? Çalışan sayısındaki yetersizlik sağlık çalışanlarının kaldırabileceklerinden çok sayıda hastaya bakmalarını, çalışma saatlerinin uzamasını da dayatmaktadır. Bu yoğun çalışma koşulları karşılığında, sağlık emekçilerinin aldığı ücretin ne denli düşük olduğu da biliniyor. Böylesine düşük ücretlerle, yoğun çalışma koşullarıyla ve üstelik de son derece yetersiz ekipmanlarla baş başa kalan sağlık emekçileri, işlerine ve dolayısıyla işlerinin konusu olan “insan”a da yabancılaşıyorlar. Bu ise onların tıbbi alanda da dikkatsiz davranmalarını kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir. Burjuvazi, işçilerin sabahın köründe kalkarak kuyruklara girdiği hastanelerde tedavi olmuyor. Hastanelerde türeyen hastalıklar burjuvaziyi değil, emekçi kitleleri vuruyor. Burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki bölünme ve sınıfsal ayrım her düzeyde kendini böylesine çıplak olarak açığa vurmaktadır işte. Kapitalistlerin esas amacı kâr elde etmektir ve eğer kâr yoksa sağlık da yok demektir. Hastalar şifa bulmaları gereken insanlar değil, son kuruşa kadar ceplerindeki tüm parayı hastaneye yatıracak ve kapitalistleri kâra geçirecek müşteriler olarak görülürler. Bu kapitalizmin amentüsüdür! Kapitalist sistemde işçi sınıfına verilen hizmet ancak bu kadardır; daha fazla değil! İşçi sınıfı gerçek ve ücretsiz sağlık hizmetine ancak kendi iktidarı altında kavuşacaktır. Teknolojiyi, bilimi ve doğayı tüm insanlığın kullanımına açacak tek güç işçi sınıfıdır. İşte o zaman sağlıklı insanlar yetişebilir ve hastalar hastalıklarına şifa bulabilirler. D.K.
Aralık 2005 • sayı: 9
marksist tutum
İşgücü Pazarında İğne Deliğinden Geçmek Ben otomotiv fabrikalarında bir süredir iş arayan bir işçiyim. Uzun yıllardır küçük işyerlerinde çalışıyordum. İlk defa büyük fabrikalarda böyle yoğun bir şekilde iş aradım ve başvurular yaptım. Burjuvazi bizlerin içinden hem işine yarayabilecek hem de sindirilmiş işçileri bulmak için nasıl taklalar atıyor bir görseniz. Burjuvazi büyük sanayilerde çalışan işçilerin kişiliklerinin sindirilmesinin, kendi varlığını sürdürebilmesi için ne kadar önemli olduğunu ölesiye biliyor. Özellikle çokuluslu şirketlerin insan kaynakları bölümü, istedikleri ideal işçiyi saptamak için envai çeşit teknikler icat etmiş. Burada istedikleri ideal işçileri bulmanın dışında çok daha önemli bir görevleri var. Sistem tarafından sindirilememiş, kişiliksizleştirilememiş ve sınıfının politik bilincini taşıyan işçilerin (yani onlara göre sakıncalıların) aradan sızmasını önlemek. Çünkü maazallah bunlardan bir tanesi içerdeki yüzlerce işçinin arasına sızarsa, virüs gibi yayılıp bütün şirketi sarabilir! Sarabilir çünkü içerideki işçi arkadaşlarımız bu sistemde, vardiyaların da desteği ile sınıfımıza karşı uygulanan en çetin çalışma koşullarını ve sömürünün katmerlisini yaşıyorlar ve sayıları da oldukça fazla. Yazılı ve sözlü mülakatların kapsamında başvurdukları oyunların çoğu bilinçli işçileri; hatta bilinçlenme potansiyeli taşıyanları ayıklamak için. Meselâ bir tane başvurumu biraz aktarayım. Önceden belirlediğim bir şirkete başvuru için gidiyorum. Bu şirket çok fazla çalışanı bulunan bir işyeri. “İnsan kaynakları” bölümü düşündüğümden daha kapsamlı ve büyük. Bir görevlinin masasına gidiyorum, adamın tahmin ettiğimin ötesinde lanet bir suratı var. Beni şöyle bir küçümseyerek süzüyor. Sanki bu işlemi ezberden yapıyor, çünkü bana dair bir fikri olması mümkün değil. Ben de refleks gibi, şöyle biraz kendimi tanıtıp ayrıntılandıracak oluyorum, görevli hemen yüzünü buruşturup “git şuradan bir form doldur öyle gel karşıma!” diyor kabaca! Ben en son askere alınırken çavuşlar tarafından böyle muamelelere maruz kalmıştım, demek ki son değilmiş diye düşünüyorum. Kapitalizm varolduğu sürece işçilere reva görülen bu tutumların sonunun geleceğine inanmıyorum. İnsanın içinden “insan kaynakları” müdürünün suratına kapıyı çarparak çekip gitmek geliyor. Ama bunu yaparsanız daha ilk şutta golü yemiş olacağınızı anlamak zor değil arkadaşlar. Böyle yerlere girerken eğer varsa küçük-burjuva gururunuzu fabrika girişindeki güvenliğe bırakmayı sakın unutmayın, yoksa içerde bir bomba gibi patlayabilirsiniz. Form sonrasında yüzlerce test sorusunu ve daha değişik mülakatları içeren 3 saatlik bir sürece giriyorum. Ve neyse ki çıkabiliyorum. Arkadaşlar, bu mülakatlarda bizlere sorulanları ve yapılan sabır testlerini bir görseniz! Kim bilir neler dü-
şünürdünüz? Arıyorlar, gerçekte ne olduğumuzu ya da ne olmaya müsait olduğumuzu. Nezaketmiş, hoşgörüymüş, insaniyetmiş arayın ki bulasınız. İş başvurusuna gelenlerin içerisinde kendini tutamayıp ağlayanları mı istersiniz yoksa sabır testlerinde patlayanları mı? Burası böyleyse üretimde çalışan işçi arkadaşlar ne durumdadır sorusu geçiyor insanın aklından. Fark ettirmemeye çalışıyorlar, sanki bizi umursamıyorlarmış gibi davranıyorlar ama öylesine dikkatliler ki bizlere karşı, hele bir sıra dışı hareket yapın, o zaman anlaşılıyor. Orada sorulara ve çeşitli testlere doğru cevapları yani “potansiyel sakıncalı” olduğunuzu deşifre etmeyecek cevabı verebilmelisiniz. Bunun için de ortalama bir vatandaş gibi düşünebilmelisiniz. “Ortalama”, her alanda ortalama! Ne çok uyanık ne çok saf, ne çok aceleci ne de uyuşuk, ne geveleyeceksiniz lafı ne de hazır cevap olacaksınız, ne bilgili gözükeceksiniz ne cahil. Yani ortalama bir Türk vatandaşı (Türk olmayı unutmamak lazım) olacaksınız önce; sonra burjuvalar için işlerine yarar bir işçi olup olamayacağınız değerlendirilecek. Ama insanı “kaynak” olarak gören dolayısıyla da insana “eşya” gibi davranan o çakalların yuvasına girdiğimizde sadece bir tek konuda ortalama bir Türk vatandaşı olmamalıyız bence. O da “sabır”. En çok ona saldırıyorlar. Çünkü içeri, işçilerin arasına girdiğinizde ne deniyorsa yapabilecek kadar sabırlı ya da bir hiç olmamızı bekliyorlar. Sanmayın ki ben çok abartıyorum yaşadıklarımı ya da çok fazla etkilendim. Oralarda burada anlatmayacağım daha çok şey var. Tıpkı ilkokul sıralarında söylediğimiz gibi “varlığım varlığına armağan olsun” besmelesini her gün işe başlamadan önce söyleyebilecek işçiler arıyorlar. Ha unutmadan her şey bittiğinde içeride alabileceğiniz ücretin “asgari ücret” olduğunu öğreniyorsunuz ve “biz sizi ararız” denilip gönderiliyorsunuz. Şimdi dışarı çıkıp, çay, sigara tedavisine başlayabilirim. Arkadaşlar, buralarda yaşadığım tecrübelerle biz işçilerin koca bir sınıf olduğunu daha iyi anladım. Ve burjuvaziyle olan kaçınılmaz mücadelemizin kapitalizm varoldukça süreceğini de. Kimse beni sınıflar arası bir savaşın varolmadığına inandıramaz. İşe başvururken, işyerlerinde çalışırken, insanca varolabilmek için burjuvazi ile yaptığımız bu mücadelelerin ne kadar acımasız koşullarda olduğu ortada. İleride proletarya gücünü kazandığında ve çalışma koşullarını belirleyebilecek duruma geldiğinde burjuvazi proletaryanın adaletine şahit olacak. Ve o gün geldiğinde proletaryanın burjuvaziden daha az acımasız olacağını kimse düşünmesin. Yaşasın örgütlü mücadelemiz! Yaşasın sınıf bilincimizin bayrağı Marksist Tutum! bir oto tamircisi
45
Okurlarımızdan Merhaba Marksist Tutum ve okurları. Ben Gebze’de yaşayan bir işçiyim. Sizlerle yaşamımda bir ilk olan “grev” ziyaretini paylaşmak istiyorum. Bu ziyaret yaşamımda birçok şeyin farkına varmamı sağladı. Kelimenin gerçek anlamıyla bir İŞÇİ olduğumun bilincine ulaştım, artık dünyaya farklı bakıyorum. GREV bir okuldur denilirken sanırım anlatılmak istenen böyle bir şey. Şimdi grev ziyaretimi anlatmak istiyorum. 19 Kasım tarihinde Serna-Seral işçilerini bir gurup arkadaşla ziyarete gittik. Grevci arkadaşların deneyimlerini dinledik, sorular sorduk. Bir işçi kadın, on beş yıldır çalıştığını, 43 yaşında olduğunu, yıllardır hiçbir sosyal hakkı olmadan sadece karnını doyuracak bir ücret aldığını anlattı. Bu zamana kadar seslerini çıkaramamışlar, çünkü patronun ve onun yalakalarının yalanlarına inanmışlar. 150’ye yakın işçinin çalıştığı bu tekstil firmasında ilk zamanlarda bilinçsiz ve örgütsüz işçi kardeşlerimiz burjuva sınıfı tarafından iliklerine kadar sömürülmüşler, tacize uğramışlar. Bir ay içerisinde yirmi gün sabaha kadar çalışmaları her şeyi ortaya koyuyor. Zaman içerisinde bilinçlenip örgütlenmek fikri işçi arkadaşların gündemine girmeye başladıktan sonra neleri başaracaklarını öğrenmişler ve sendikalaşmaya başlamışlar. Zorlu bir mücadelenin içine girdiklerinden eminmişler, çünkü tekstil sektörü farklı bir sektör, yılgınlığa kapılmadan sabırlı ve uzun soluklu bir mücadele vermek gerekiyor. Uzun ve çetin bir mücadelenin sonunda sendikalı olmuşlar. Fakat bunun bir başlangıç olduğunu, asıl mücadele bundan sonra başlayacağını, kan emici patronun sendikayı yok etme girişimlerine karşı durmak gerektiğini bilerek, ve öyle de yapmışlar. Sendika yetkisini aldığında toplu sözleşme görüşme-
lerine katılmışlar, görüşmeler istenildiği gibi sürmeyince grev sireni çalmaya başlamış. İşveren ise firmayı zararda gösterip lokavt kararı almış. İdari işlerde çalışanlar da dahil 150’ye yakın işçinin üretimde çalışan 72’si, başlayan grevle mücadeleye kenetlenmiş. 19 Kasımda yapmış olduğumuz bu ziyarette grev 65. günündeydi. O güne kadar umutlarını hiç yitirmeden örgütlenmişler. Samimi duygular vardı, birlik beraberlik vardı, sıcak bir ortam vardı, her şeyden önemlisi ne yaptığını bilen bilinçli bir işçi topluluğu vardı. Onlar bu grev sayesinde devletin, polisin, yasaların, sermayenin çıkarını koruyan kurumlar olduğunu gördüler ve şimdi biliyorlar ki dünya işçilerini iliklerine kadar sömüren sermaye sınıfı ortadan kalkmadan kurtuluş yok. Mücadeleleri bizlere birçok şeyi öğretiyor. Bu ziyaret bana çok şeyi öğretti. İşçi sınıfının bilimi olan Marksizmi öğrenmek su gibi ihtiyaçtır. Safımızı güçlendirmek için mücadeleye atılmalıyız. Arkadaşlar sınıf bilinçli bir işçi olmak çok önemli, ne yaptığımızı iyi bilip öğrenmeliyiz ve diğer işçi kardeşlerimize de öğretmeliyiz. İşçi ile patron arasındaki farkın ne olduğunu bilmezsek kan emici sermaye kesimi bizleri istediği gibi sömürür. Bireyci, sadece kendini düşünen insanlar olmamalıyız. Dünya işçilerinin bir parçası olduğumuzu bilmeliyiz. Birlik olalım ve mücadeleye kenetlenelim. Biz işçiler olmadan hayat durur, bunu bilip dünyayı değiştirelim. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok, kazanacağımız bir dünya var. MARKSİZMİN IŞIĞIYLA MARKSİST TUTUM SAFINA KATIL Gebze’den Marksist Tutum okuru bir cam işçisi
Hacettepe Üniversitesinde Kürt Halkıyla Dayanışma Eylemi İşçiler ve siyasal hakları gasp edilmiş Kürt halkı için, TC devletinin demokrasi söyleminin içinin ne denli boş olduğu, burjuva devletin kontrgerilla örgütünün Şemdinli fiyaskosuyla bir kez daha gözler önüne serildi. Devrimciler için zaten açık olan bu gerçeklik, burjuva medyanın yoğun dezenformasyon çabalarına karşın, bu olayla, geniş kitlelerinde gündemine girmiş oldu. Kürt halkına dönük bu saldırı karşısında, Kürt halkının yanında ve taleplerinin arkasında olduğumuzu göstermek üzere Ankara’da yapılan eylemlere Marksist Tutum okuru öğrenciler olarak bizler de katılıyoruz. Bunlardan biri de 28 Kasım pazartesi günü Beytepe Kampüsünde gerçekleştirildi. Edebiyat fakültesinin önünde 100 civarında öğrenci toplanıp yemekhane önüne kadar sloganlarla yürüdük. “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Yaşasın Şemdinli Direnişimiz”, “MGK, MİT, CIA, Kontrgerilla, Bu Abluka Dağıtılacak”, “Yaşasın Devrimci Dayanışma” en çok atılan sloganlardı. Büyük bir coşkuyla atılan bu sloganlarla geldiğimiz yemekhane önünde devrimci grupların birlikte hazırladığı bir bildirinin okunmasıyla eylemimizi bitirdik. Bizler biliyoruz ki, Kürt halkına doğrultulan silahlar bize de doğrultulmuştur. Kürt halkı özgür olmadıkça bizim özgürlüğümüzün önündeki engellerden en önemlisi de varlığını sürdürecektir. Bu yüzden bulunduğumuz her yerde Kürt halkıyla dayanışmamızı yükseltelim. DERİN DEVLET, BURJUVA DEVLETTİR. KAHROLSUN BURJUVA DEVLET! KAHROLSUN ŞOVENİZM! KÜRT HALKINA ÖZGÜRLÜK! Beytepe Kampüsünden Marksist Tutum okuru öğrenciler
46
ODTÜ’de Kürt Halkıyla Dayanışma Eylemi Ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin edemediği, işçi sınıfının kafasını bulandırmak üzere Kürt halkına düşmanlık temelinde milliyetçiliğin yükseltildiği bu topraklarda, pek çok insan gözleri kör, kulakları sağır yaşamaya devam ediyor. Ama bilmeliyiz ki bugün Şemdinli’de, Mersin’de burjuva devletin terörüyle yıldırılmaya çalışılan sadece Kürt halkı değildir. Bu yaşananlar ve bu gelişmelere verilecek tepkiler hem Kürt halkının hem de Türkiye işçi sınıfının geleceğini belirleyecek. 21 Kasım Pazartesi günü, ODTÜ’de devrimci öğrenciler Şemdinli’de yaşanan olaylarda burjuva devleti protesto etmek amacıyla yemekhaneden yurtlar bölgesine yürüdü. Saat 18’de toplanmaya başlayan değişik politik görüşlere sahip öğrenciler, “devlet terörüne son, çeteler yargılansın” pankartının arkasında sloganlar atarak yürümeye başladı. Atılan sloganlardan bazıları şunlardı: “Yaşasın Halkların Kardeşliği!”, “Yaşasın Şemdinli Direnişimiz!”, “Kürt Halkına Özgürlük!” Yurtlar bölgesine gelindiğinde, meşaleler yakıldı ve yurtta kalan insanlara çağrı başladı: “Çetelere karşı ışıkları aç kapa!” Yurtlardan ışıkları açıp kapayarak, zafer işaretleri ile eyleme destek verildi. Yurtlar bölgesinde atılan turdan sonra 5. yurt önünde toplanan grup Kürdistan’da ve dünyanın diğer coğrafyalarında ölen devrimciler için bir dakika saygı duruşunda bulundu. Sonra hep beraber haykırdık: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!” Evet, bireysel bir kurtuluş olamazdı. Birbirine bağlı ortak kaderleri yaşayan halkların çocuklarıydık, siyam ikizleriydik biz: Kürt-Türk, Alevi-Sünni işçiler ve yoksullar... Hepimizin desteğiyle o gün 5. yurt önüne bir çam fidanı dikildi. Devrimci ruhun/mücadelenin büyüyüp yeşermesinin simgesi, Uğur Kaymaz fidanı, devrimci mücadelede ölenlerin fidanı. ODTÜ’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci
Bu sene de öğrenim yılına sürprizlerle girdik; kameralar, turnikeler... Bir de buna geleneksel olarak düzenlenen açılış şenliğinin yasaklanması eklendi. Rektörlüğe başlar başlamaz üniversitede siyaseti bitireceğim diyen Mesut Parlak, öğrencilerin en doğal hakkı olan şenliği sakıncalı bulduğu için yasaklamıştı. Sorunların hiçbirine somut bir çözüm getiremeyen bir yönetimden böyle saçma yasaklar gelmesi bizleri tabii ki şaşırtmadı. Elbette bu engellere rağmen devrimci öğrenciler olarak bu şenliği yapmaya kararlıydık. Şenlik günü geldiğinde ise ses sistemleri içeri alınmak istenmedi ve buna benzer engellemelerde bulunuldu. Ama yürüttüğümüz mücadeleyle bunun da üstesinden geldik. Çabalarımızın sonunda şenlik başlayabilmişti ve Hergele Meydanını yüzlerce öğrenci çoktan doldurmuştu bile. Birçok sanatçı ve grubun katıldığı şenlik halaylarla türkülerle çok güzel geçti. Burada bir kez daha anladık ki her şey bizim mücadelemizle gerçekleşebilir; bunun için mücadelenin içinde olmak zorundayız. Yoksa burjuvaların yasaklarına, baskılarına boyun eğmeye mecbur kalırız. İstanbul Üniversitesi’nden bir öğrenci
Okurlarımızdan Ben tekstil sektöründe çalışan bir işçiyim. Ağırlıklı olarak penyede çalışıyoruz. Günde yüzlerce kıyafet üretip, giyim mağazalarının vitrinlerini süslüyoruz. Ama o vitrinlerden istediklerimizi kolayca alamıyoruz. Günde yüzlerce tişört üretmemize rağmen bir tanesini almak için bir günlük çalışma ücretimiz maalesef yetmiyor. Biliyorum ki, bütün işçiler aynı çelişkiyi yaşıyor. Ürettiğine sahip olamamanın çelişkisini. Çünkü kapitalist bir sistemde yaşıyoruz. Kapitalistler bir sürü reklâm, sözde indirim ve taksit kampanyalarıyla her gün bizi kandırmaya çalışıyorlar. Bize verdikleri üç kuruşu bizden almak için bütün kapitalist firmalar birbirleriyle yarışıyorlar. Ve birçoğumuz gündelik yaşamın akışı içinde maddi zorluklarımızı unutup, sözde kampanyalara kanıyoruz. Bazen ihtiyacımız olan, bazen de ucuzluk dönemlerinde “bu kadar ucuzunu bir daha bulamam” deyip o an ihtiyacımız olmayan şeyleri alıyoruz. Her aldığım şeyde “kahrolası kapitalizm gene kandırdı beni” diyorum ve kendime kızıyorum. Şimdi grevdeyiz ve bütçelerimizi ve grev fonunu oluştururken planlı davrandık. Grev süreciyle birlikte kapitalist sistemi ve onun insanları nasıl tüketime özendirdiğini çok daha iyi anladık. Burjuvazi sınırsız alışveriş özgürlüğünü kullanıyor. Biz işçilerse kendimizi birçok şeyden kısıtlayarak asgari ücretle yaşamaya çalışıyoruz. Çoğu kez mağazaların vitrinlerinden bakıp alamadan geri dönüyoruz. Geri dönmediğimiz anlar ise paramızın çıkışmayıp ellerimizin kredi kartlarına uzandığı anlardır. Bizleri asgari ücretle çalıştırıp kredi kartlarıyla borçlandırmasını onlar çok iyi biliyorlar. Biz ise çok iyi kanıyoruz. Ödeme günü geldiğinde ise burjuvazinin bankalarına nasıl ödeyeceğimizi kara kara düşünmek zorunda kalıyoruz. Burjuva sistem bizi borç mekanizmasıyla avucunun içine almış durumda. Bizler sistemi sorgulamayan bilinçsiz işçiler oldukça sermaye sırtımızdan kâr etmeye devam edecek. Bu sistemin, yani kapitalizmin, bizleri kandırmaması için bu sistemi çok iyi kavramamız gerekiyor. Hatta bu sistemi devirip yerine herkesin eşit şartlarda yaşayabileceği sosyalist bir dünyayı kurmamız gerekiyor. Aksi halde bu sistem bizi yok edecek. Bu sistemi yıkmak için, insanca yaşanacak bir dünya için öğrendiğimiz Marksist fikirleri etrafımızdaki insanlara anlatmalı ve onları örgütlemeliyiz. Yaşasın örgütlü mücadelemiz! grevci bir tekstil işçisi
Yaşadığımız süreçte tüm dünyada olduğu gibi TC sınırları içersinde de işçi sınıfının mücadeleyle kazanılmış haklarına yapılan saldırılarla karşı karşıyayız. Burjuvazi bu saldırıları bize yutturabilmek için kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi göstermek zorunda. Bunun en etkili araçlarından biri de milliyetçiliktir. “Vatan, millet, Sakarya” edebiyatıyla sanki her şeyi bizim için yaptıkları havasını yaymaya çalışıyorlar, “kendimiz için bir şey istiyorsak namerdiz!” diyorlar. Köşeye sıkıştıkları her an imdatlarına vatan, millet kavramları yetişiyor. Bu yüzden, işçi sınıfının mücadelesinde büyük yanılgıya ve sapmalara yol açan ve bu mücadelenin önündeki engellerden biri olan milliyetçilik mikrobunu iyi tanımamız gerekir. Hepimizin yaşadığı gibi ben de “bayrak, vatan, devlet, sınırlar” gibi terimlerle küçüklüğümde tanıştım. İlkokula adım attığım günden itibaren, hemen herkes gibi, İstiklal Marşı, “Türküm doğruyum”, “ne mutlu Türküm diyene” diye diye yetiştirildim. Dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkede olduğum her defasında beynime işlendi. Okul yıllarımda tanıştığım milliyetçi duygular, okul bittikten sonra arkadaş çevremin de etkisiyle iyice artmaya başladı. Aşırı sağ milliyetçi örgütlenme çalışmalarında bulundum. Bunların ayak işleri diye tabir edilen çek-senet tahsilatı ve adam korkutma vs. işlerde yer aldım. Bu dönemde gündemdeki birçok olayda da milliyetçilik temelinde çok büyük tepkiler verdim. Kürtlerin özgürlük hareketini terörizm ve bölücülük, Türk-Yunan hükümeti arasındaki sorunları Türk-Yunan gerginliği olarak gördüm. Okul yıllarım ve gençliğim böyle geçti. Daha sonra bir tekstil fabrikasında çalışmaya başladım. Bu fabrikada Kürdü, Lazı, Türkü, Merhaba, Marksist Tutum okuyucuları. Ben bu dergiyi ilk sayısından beri alıyor ve okuyorum. Kendi yaşamımda bu dergi önemli bir yer tutmaya başladı. Marksist Tutum sayesinde kendimi daha gelişmiş hissediyorum. Marksist Tutum sayesinde işçi sınıfının mücadele bayrağını yükselteceğimize olan inancım daha da pekişti. Ben, başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. Bundan üç yıl önce, bir özel üniversitede temizlik elamanlığı yapıyordum. Oradaki işçileri örgütlemeye çalıştığım zaman patron beni yanına çağırıyor ve başka bölümlere atmaya çalışıyordu. 1 Mayıs’a katılabilmek için, patrona cenazem var diyerek o gün işe gitmedim. Ondan sonraki günlerde patronun tavrının biraz daha değiştiğini gördüm. Patron yalan söylediğimi anlamıştı ve o gün işe gitmediğim için o ayki maaşımdan bir günlük yevmiyemi kesti. Bostancı’da Serna tekstil işçilerini ziyarete gittik. İşçi kardeşlerimizin başlatmış olduğu haklı greve dayanışmamızı sunduk. İşçi sınıfının birleştiğinde ne kadar büyük bir güç olduğunu bir kere daha gördük. Grevdeki işçilerle halaylar çektik, sloganlar attık, marşlar söyledik. Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey! Bağcılar’dan bir Marksist Tutum okuru
Alevisi, Sünnisiyle her kesimden insanlar çalışıyordu. Kısacası benim gibi milliyetçi insanların her an tartışma çıkarabileceği bir ortamdı. Uzunca bir süre böyle kavgaların içinde kaldım. Hiç unutmam bir radyo kanalı yüzünden bile arkadaşlarla kavga eder tartışırdık. Ta ki, patronun zam yapması gereken zaman geldiğinde patron “zam yapmıyorum” diyene kadar kafamda hiçbir soru işareti yoktu. Herkes gibi ben de zam alamadım. Patronun karşısına çıkıp “zam istiyorum, bu benim hakkım ve emeğimin karşılığını istiyorum” dedim ve işten atıldım. Daha sonra da girdiğim birçok işte bununla karşılaştım. Örgütlü mücadelenin ne olduğunu bilmediğim için hep bireysel hareketlerde bulundum. Çalıştığım hiçbir işyerinde bir örgütlü mücadelenin içinde olmadım. Hepsinde bölünmüşlük had safhadaydı. Çünkü sistem tarafından bu ayrımlar çok iyi kışkırtılıyordu. ‘80 sonrasında, kardeşin kardeşe güvenmediği bir ortam çok iyi hazırlanıp yaratılmıştı. Benim de milliyetçi fikirlerle bunu görmemin imkânı yoktu ve göremezdim de! İnsanlar ortak mücadele doğrultusunda örgütlenmedikçe ve gözlerini bir perde gibi örten milliyetçilikten sıyrılmadıkça, bu sömürü sistemi devam edecektir. Sınıf hareketinin çok zayıf olduğu bu dönemde çok büyük yanılsamalara yol açan milliyetçilikten bir an önce kurtulmalıyız. Bu sömürü sistemi ayırt etmeden hepimizin kanını emmektedir. Sermaye vatan, millet demeden tüm dünyayı dolaşmıyor mu? Biz niye kendimizi sınırların içine hapsedip milliyet, yurt, vatan, bayrak gibi terimleri yüceltiyor ve onun için savaşıyoruz? Bizim vatanımız bütün dünyadır. Marksist Tutum okuru bir tekstil işçisi
Merhaba dostlar ben sanayi bölgesinde gıda üzerinde çalışan bir dostunuzum. Size burjuvazinin nasıl örgütlü olduğunu, kendi çıkarları söz konusu olduğunda nasıl bir araya geldiğini anlatmak istedim. Bu bizim de, nasıl, kimlere karşı, neden örgütlenmemiz gerektiğinin ufak da olsa bir göstergesidir. Tanık olduğum bir olayı tüm işçi kardeşlerimle paylaşmak istedim. Trafik kazası geçiren bir işçinin nasıl patronların gözünde değersiz olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Bu işçinin sakat kalmasına rağmen baskılar sonucu tedavisi yarım bıraktırılarak işbaşı yaptırıldığını görünce patronlardan bir kez daha tiksindim. Bu arada işçi kardeşimize vurup kaçan şahıs da 400 kişilik bir tekstil firmasının sahibiydi. Kendisi aylardır işçilerinin maaşını ödemiyordu. Bu adam, sakat bıraktığı işçinin patronuyla anlaşarak, işçiye vereceği parayı kendi sınıfından birine iş karşılığı ödemeyi tercih etti. Bu arada sakat işçinin yasal haklarından vazgeçmesi için yapılan baskılar ve onu yıldırmak için üç ay maaşının ödenmemesi işin başka bir boyutu. Sonunda işçi, yapılan baskılardan yılarak, birikmiş kira borçları karşılığında bir meblağa razı edildi, tabii bütün yasal haklarından vazgeçtiğini ifade ettiği bir yazıya imza atarak. Sonuç olarak işçilerin neden örgütlenmesi gerektiğini bir kez daha anlamış bulunmaktayım. Birleşmediğimiz takdirde sürekli sömürülmeye mahkûmuz. Sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum için daha çok mücadele etmeliyiz. Yaşasın dünya işçilerinin birliği! Bayrampaşa’dan bir Marksist Tutum okuru
47
Okurlarımızdan Selam arkadaşlar. Ben ilkokula giderken bana büyüyünce ne olacaksın diye sorarlardı, en çok hemşire ya da öğretmen olmak istediğimi söylerdim. Çünkü o mesleklerin de işçi olduğunu kavrayamazdım. Ekmek elden su gölden diye düşünürdüm. Fakat yaşam koşulları benim ne hemşire ne de öğretmen olmama izin verdi. Para yüzünden okutmadılar, doğru tekstile. Kız çocuğu okumaz, okuyup da ne yapacaksın, başımıza avukat mı olacaksın vb. Küçük yaşta çalışmaya başladım; ezilmeye, sömürülmeye daha neyin ne olduğunu bilmeden başladım. Beni nelerin beklediğini, iş koşullarının ne kadar zor olduğunu, ne kadar ağır bir yük altına girdiğimi o zaman anladım. Ve hep sorguladım, ailemi suçladım, beni neden okutmadılar diye. Halbuki suç ailede değil kapitalist sistemdeydi. Aileler de bu sistemle bütünlemişlerdi. Burjuva sistem tümünü esir almıştı. Ama benim içimde bir hınç vardı ve hep şunu söylerdim: beni okutmadılar ama ben boş durmayacağım mutlaka bir şeylerle uğraşaca-
ğım. Azimliydim de. Ve nihayetinde Marksist Tutum’la tanıştım. Yavaş yavaş, kavraya kavraya, adım adım öğrenmeye başladım. Bu sistemde okusan da işsiz ve açsın, okumasan da. Yani okusaydım pek bir şeyin değişmeyeceğini şimdi daha iyi anlıyorum. Sonuçta ne yaparsan yap yine sömürülen bir makinesin. Kapitalizmin bir üretim aracısın. Bir makine parçası kadar değerinin olmadığını, her şeyiyle seni güdüp yönettiğini, bir robot gibi işyerine bağladığını, televizyona kitlediğini, gözünün açılmasına fırsat vermediğini görüyorsun. Evet Marksist olmak kolay değil, çünkü bu kapitalist sistemde büyümüşsün, seni köreltmiş. Mutlaka yol ayrımına geliyorsun ve ben de yol ayrımına gelmiştim. Kafam almıyordu, kapitalizmi yaşamından bir anda söküp atamıyorsun, kitap okuma yerine dizi izlemeyi tercih ediyordum. Hani derler ya şeytan dürtüyor, bence kapitalizm dürtüyor işçileri. Kafam çok karışmıştı. Bir süre sonra çalıştığım yerde aylıkları geç vermeye başladılar. Haddinden fazla mesai
Günümüz gericilik koşullarında kapitalist sömürü sisteminin kendi çıkarları doğrultusunda yarattığı egemenliğin tam da karşısında bileğinin gücüyle dimdik duran işçi sınıfının bir bireyi olarak merhaba. Öncelikle çalışan-üreten işçi olmanın onurunu ve haklı mücadele tarzını, sınıf örgütlülüğünü, birlikte hareket etmenin önemini benimseten, işçi sınıfının çıkarlarının ne denli önemli olduğunu kavratan Marksist Tutum’a ve yürekli çalışanlarına iyi ki varsınız diyorum. Önceleri sınıf bilincini tanımayan ve taşımayan, ekmek parası derdine düşmüş, geçinme derdiyle uğraşan milyonlarca işçiden biriydim. Belki de çarpık düzenin bir parçasıydım, yani sistem içerisinde varolabilme savaşı veriyordum. Fakat bilinç yangını alev aldıkça işçi olmanın gerçek anlamını daha iyi anlıyor ve savunuyorsunuz. Sosyal hakların gasp edildiği, ucuza çalışıp ağızlara bant çekilmesinin alışılageldik bir uygulama olduğu, çalışma koşullarının ağır olduğu, ucuz insan pazarı diyebileceğimiz bir işkolunda, tekstilde işçiyim. Her gün yaklaşık otuz kilometre yol gidip günde on saat ayakta çalışıyorum. Çoğumuzun sigortası dahi yok. Buna karşın işverenin endamlı bir şekilde aramızda dolaşması hiç eksik olmaz. Burjuvanın, emeğimin üzerinden pervasızca kâr edip rant sağlaması onlarla mücadelede kaçınılmaz haklılığımı gösteriyor. Yakın bir zamanda aramızdan iki arkadaşımız yok yere işten çıkarıldı. Bu durum karşısında onların tekrar işe alınmasını istedik, buna karşılık olarak biz de işten çıkarılmak istendik, ama yapamadılar. Çünkü, bizi de çıkarmaları işlerini aksatacaktı, göze alamadılar. Yetkililerle birkaç görüşmeden sonra bir arkadaşımızı işe geri aldırdık, diğerini de alana kadar iş yavaşlatma kararı aldık. Burada etkili olan açıkça üretimden gelen gücümüzdü. Bilinçli ve doğru hamleler ile kazanabilmeyi öğrendikçe, kendimize olan güvenimiz artıyor, kazanmanın da tadına varıyoruz. Böğrümüze saplanan isyan bayrağı dalgalanmıştı, diğer arkadaşlarla diyaloglarımız sıklaştı, ortak çalışmalar içerisinde birleşmeye başladık. Şunu unutmuyor ve biliyorum ki, Marx’tan Lenin’e, elde edilen zorlu kazanımlar kolay olmamış, buyur edilmemiştir. Bu anlamda bana göre her bir işçi arkadaşım bilinçlendikçe, kendi haklarını savundukça, sınıf haklarını kavradıkça, artık her işyeri bir kale olacak, işçi sınıfının kendine olan güveni de artacaktır. Bizlere düşen görev, değerlerimizi koruyup zincire bir halka daha eklemektir ve sosyalizmin tüm dünya üzerinde kurulana dek mücadeleyi sürdürmektir. bir tekstil işçisi / Beylikdüzü
48
vardı. İşçilerin boğazına kadar gelmişti artık. Zeminsiz, örgütsüz, bilinçsiz bir direniş patlak verdi. Her şey bir anda oldu, herkes patronlardan, müdürlerden korkmadan patır patır haklarını dile getirebildiğini gördü. Patronun karşımızda hiçbir şey yapamadığını gördük ve yine yüzümü Marksist Tutum’a döndüm. Bir laf vardır kanına işlemiş derler, benim de bir kere kanıma işlemişti. Marksist Tutum düşüncelerimi değiştirmişti. Mutluluğumun, huzurumun işçi sınıfıyla bütünleşerek olabileceğini şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdi daha net ve daha kararlıyım. Sonuçta dünyanın neresine gidersek gidelim bizler işçiyiz ve kapitalizm her yerde var. Tek kurtuluşumuz işçi sınıfının var olan sisteme karşı bütün gücüyle mücadele etmesinde. Biz ne kadar uyursak kapitalizm o kadar uyanıktır. Hep diyoruz, demeye de devam edeceğiz: KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ! YAŞASIN DÜNYA İŞÇİ SINIFI! Yenibosna’dan bir işçi
Merhaba! Ben şu an öğrenciyim. Sizlere kişiliğimle nasıl savaştım ve savaşıyorum bunu anlatmak istiyorum. İki yıl kadar önce, içime kapanık, felsefe ile uğraşan biriydim. Dünyanın merkezinde ben vardım. Ben görmezsem yok derdim. Yani her şeyi algılayan benim, bunun için de kendi yarattığım dünyada yaşıyorum derdim. Karşımdaki kişililikleri de kendim gibi sanırdım. Yani yanlış yapıyor ve yanlış yaşıyorlardı. Her zaman eleştirdim ama salt eleştiri. Felsefe bölümünde okumayı isterdim hep, bir kitap, beynimde kafa karıştıran bir soru, bir çay, bir sigara başka da bir şey aramazdım. Herkesin at gözlüğü taktığını bilirdim. Ama benim de taktığımı bilmezdim. Gerçekten yanlış bir şeyler vardı. Özgür desen özgür değildim. Yani aslında tam anlamıyla hiçbir şey olamıyordum. Biraz üzerine gidince, koşulların yanlış olduğunu kavradım. Sonra da şu söz: “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır”. Demek ki nesnel koşulları tanımalıydım ve o da kapitalizmdi. Nesnelliği kavradıkça ve okudukça yerimde duramıyordum. Gece bir iki saat dışarı çıkıyordum. Her şey rayına oturmaya başlamıştı. Yani öyle bir bilinç ve düşünme tarzı ki, hiç bilmediğiniz bir konuda doğruya ulaşabiliyorsunuz. Eskiden biraz “makine kırıcılığa” soyunmuştum. Sevmezdim televizyonu, radyoyu ya da telefonu. Yani teknolojinin insanları yozlaştırdığını düşünürdüm. Ama teknoloji kimin elinde, ben kimim ve neden yozlaşma var, bunu bilmezdim. Erkek egemen toplumdan erkek olmama rağmen rahatsızlık duyardım. Ama nedenin özel mülkiyet olduğu hiç aklıma gelmezdi. Şu noktaya gelmek istiyorum: Savaşımız ilk önce kendimizle olacak, sonra ailelerle, sonra da patronlarla! Gerçekten bilinç sorunu sorunumuz. Marksist Tutum dergisinin önemi anlatılamaz. Elif Çağlı ve yoldaşlarının da önemi anlatılamaz bu bilinç konusunda. Koşulları netleştirdikleri için minnettarım onlara. Artık felsefe bölümünde değilim ama çay, sigara ve okumayı hâlâ seviyorum. Ama kafamı karıştıran sorular hemen çözülüyor. Böylece kalan zamanlarda daha somut işler yapabiliyorum. Birçok grup, parti var kendine Marksist diyen. Oysa köşe bucak kaçmak değildir Marksizm doğruyu görünce, ya da nicelik uğruna nitelikten taviz vermek de değildir. Kapitalizm dünya sistemidir. Sosyalizm de öyle olacaktır. Ya sosyalizm ya barbarlık! Kocaeli Üniversitesinden Marksist bir öğrenci