Mt no 91

Page 1

Ölüm Değil Çözüm İstiyoruz!

Kürt Halkının Talepleri Karşılanmalıdır! • Kürt sorunu ve AKP’de güz sancıları

Ekim 2012

• Sendikalar ve barış sorunu • İslamofobik provokasyonlar sürüyor

91

• Bir kitabın anımsattıkları /1 • İnternet ve “sosyal medya” • 2012 ABD seçimleri • Üniversite har(a)çları


Kürt Sorunu ve AKP’de Güz Sancıları İlkay Meriç

T

ürkiye son iki aydır Kürt halkına karşı yürütülen savaşın en kanlı günlerini yaşıyor. Her gün birbiri ardısıra gelen asker cenazelerinin doğurduğu tepkiyi “biz daha çok öldürüyoruz” diyerek yatıştırma ve güçlü görünme telâşındaki AKP hükümeti, Genelkurmay’la elele ölü sayıcılığı yapıyor. Yeni öğretim döneminin açılışı sırasında ortaokul öğrencileri karşısında yaptığı konuşmada bile “son bir ay içinde toplamda 500 terörist etkisiz hale getirildi” diyerek övünen Erdoğan’a ve burjuva medyaya 90’lı yılların devlet dili hâkim olurken, imha politikası yeniden hortlatılıyor. PKK’yi altı ayda bitirme planları yaparken Şırnak başta olmak üzere bölgenin belli merkezlerinde önemli bir acizlik görüntüsü sergileyen hükümet, bu görüntüyü bölgeyi topyekûn savaş alanına çevirerek ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ancak binlerce askerin katıldığı, savaş uçaklarının dağları, mezraları bombaladığı, ormanların yakıldığı ve generallerin komuta ederek gövde gösterisinde bulunduğu askeri operasyonlar, otuz yıldır olduğu gibi şimdi de Kürt halkının direngenliğini arttırmak dışında hiçbir sonuç vermiyor. Kürt hareketini ezerek bastırmaya çalışan AKP hükümeti, buna paralel olarak milliyetçiliği de tırmandırmakta. Bu noktada Erdoğan’ın mümkünse başkanlık, değilse cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturma hesapları da büyük bir rol oynuyor. Asker-sivil bürokrasinin siyasetteki belirleyici ağırlığını kırma mücadelesi verirken Kürt halkının desteğine muhtaç olan Erdoğan o dönemlerde “Kürt sorunu vardır ve bu benim sorunumdur” diyordu. Son bir yıldır ise “benim için artık Kürt sorunu yoktur” diyerek

dümeni inkâr politikalarına kırmıştır. Ulusal demokratik taleplerini karşılamaksızın Kürt halkından geniş destek alamayacağını gören Erdoğan, ihtiyaç duyduğu desteği, milliyetçi söylemi pervasızlaştırarak MHP tabanından elde etmeye yönelmiştir. HAS Partinin AKP’ye katılması da, bir puana bile muhtaç olabileceğini bilen Erdoğan’ın seçim hesaplarının ürünüdür. Erdoğan’ın son dönemlerde iyice şirazeden çıkan ruh hali ve bunu birebir yansıtan saldırgan üslubu da dikkat çekicidir. Kürt hareketinin taleplerini çok daha ısrarlı ve açık bir şekilde ifade etmesi, diline ve davranışlarına eskisi gibi ket vurmaması, PKK’nin tüm saldırılara direnerek orduya peşpeşe kayıplar verdirmesi ve çeşitli bölgelerde alan hâkimiyeti kurmuş olması Erdoğan’ı ve hükümetini zıvanadan çıkarmaktadır. Suriye meselesi ve ekonominin eski büyüme temposunu yitirerek eğik düzleme girmesi de bu hastalıklı tepkileri iyice pekiştirmektedir. “En yakın zamanda Şam’a gidecek, Emevi Camiinde namaz kılacağız” deyip “Şam fatihi” havalarına giren Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik planlarındaki aksaklıklar malûmdur. Obama yönetiminin Suriye meselesini Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri nedeniyle ağırdan alması, BM’nin eli tutuk davranması ve muhalefetin halen Esad’ı alaşağı edecek güce ulaşamaması Erdoğan’ı fazlasıyla rahatsız etmektedir. Suriye Kürdistanı’nda yaşanan gelişmelerse bu rahatsızlığı katlayarak arttırmaktadır. Suriye Kürdistanı’nda özerk bir yönetim kurulması talebini yüksek sesle dile getiren ve bu talep doğrultusunda harekete geçen Kürt Yüksek Konseyi, geçtiğimiz günlerde, Kürt

1


marksist tutum

partilerinin temsil edildiği birleşik bir ordu oluşturacaklarını açıklamıştır. Güney sınırındaki Kürt cephesinde gelişmelerin bu ölçüde hızlı ilerlemesi AKP’yi iyice germektedir. Ne var ki, mülteci sayısının 90 bine yaklaşmasının getirdiği sorunlar, el atından yürütülmeye çalışılan askeri desteğin ayan beyan ortaya çıkması, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) savaş karargâhının Türkiye olduğunun deşifre olması ve halkın büyük bir kesiminin Suriye’ye yönelik bir savaşa karşı olması AKP’nin acil müdahale konusunda elini zora sokmaktadır. Türkiye kamuoyunda tepkilerin yükselmesi üzerine, ÖSO karargâhını Suriye’ye taşıdığını açıklarken, Erdoğan da son günlerde Suriye konusunda frene basmak zorunda kalmıştır. Bunların yanı sıra, ekonomik büyümenin yavaşlamasıyla birlikte AKP emekçileri oyalamakta önemli bir avantajını yitirmiştir. Bu yüzden önümüzdeki dönemde milliyetçiliği daha da körükleyerek halkın dikkatini en hassas olduğu ekonomik sorunlardan bu alana odaklamaya uğraşması muhtemeldir. Oy oranını bu şekilde korumaya çalışan Erdoğan, AKP politikalarını eleştiren tüm kesimlere karşı öfke kusup tehditler savurmaktadır.

Kürt sorunundaki sıkışmışlık AKP, PKK’nin ilan ettiği ateşkeslerle dönem dönem çözüm yoluna girdiği izlenimini yaratmayı başarsa da, Kürt sorununun Türkiye’nin en yakıcı sorunu olduğu gerçeği kendini her vesileyle çarpıcı bir şekilde dışavuruyor. Savaşın iyice kızıştığı bugünlerde ise Kürt sorunundaki çözümsüzlük hükümeti sıkıştırıyor. Birbiri ardına gelen asker ölümleri, her türlü savaş yöntemine rağmen PKK’nin gücünün kırılamaması, çıtayı yükselten Kürt hareketinin özerklik ve “Öcalan’a özgürlük” talebini aleni bir şekilde dile getirmesi hükümeti çileden çıkarıyor. PKK’nin hamleleri karşısında girilen sıkışıklığın en çarpıcı göstergesi ise, son günlerde Oslo’ya atıfla “gerekirse yine olur” minvalli sözlerin hükümet cenahından farklı isimler, özellikle de Erdoğan tarafından yeniden dillendirilmeye başlanmış olmasıdır. Açıktır ki içinde bulunduğu açmaz, hükümeti Kandil’i durdurmak için Öcalan’ı devreye sokma noktasına getirmiştir. Bir yılı aşkın bir süredir kimseyle görüştürülmeyen Öcalan’ın 21 Eylülde kardeşiyle görüştürülmesi bunun ilk işaretlerini vermektedir. Nitekim bu görüşme bir hafta gecikmeyle de olsa bizzat Erdoğan tarafından açıklanmış ve ertesi gün medyaya “Öcalan’dan Kandil’e sert çıkış” başlıklarıyla yansıtılarak dezenformasyon ve manipülasyon çarkları döndürülmeye

2

Ekim 2012 • sayı: 91

başlanmıştır. Belli ki, AKP bir yandan Öcalan aracılığıyla Kandil’i dizginlemek isterken, öte yandan da bildik oyalama taktiklerini yeniden yürürlüğe sokmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz bu plan, yeni bir umut dalgası yaratacak ılımlı açıklamalar eşliğinde devreye sokulmaktadır. Ne var ki bu açıklamalardan tutarsızlık ve samimiyetsizlik akmaktadır. “BDP’lilerle görüşmem, aynı çatı altında olamayız” diyen Erdoğan, Öcalan’la ve Kandil’le müzakere etmekten söz edebilecek bir dengesizlik içindedir. Ancak ağız değişikliğine gider görünen hükümetin Kürt halkının temel taleplerinin karşılanması konusunda hiçbir somut adımı bulunmamaktadır. Aksine bu talepleri dile getirenler “terörist” ilan edilip derdest edilmeye devam edilmektedir. En doğal taleplerden biri olan anadilde eğitim talebi Kürtçe seçmeli ders kandırmacasıyla boşa çıkarılmaya çalışılırken, Erdoğan “Kürtçe seçmeli dersi yeterli bulmuyorlar. Neymiş, zorunlu olmalıymış. Kusura bakmayın, o kadar da değil” diyerek özgürlüklere keyfi sınırlar çekmektedir. Öcalan’a ev hapsi talebini de kesin bir dille reddetmektedir. Kürtlerin demokratik taleplerine kulak tıkanması ve çözümsüzlükte ısrar edilmesi yeni anayasa çalışmalarında da kendini ortaya koyuyor. Bu yıl sonunda genel çerçevesinin hazır edilmesi hedeflenen yeni anayasada henüz ciddi bir yol alınmış değildir. AKP, CHP ve MHP’nin anayasanın vatandaşlık, idari yapı ve anadile dair maddelerinde Kürt halkının talepleri doğrultusunda demokratik değişiklikler yapılması konusundaki engellemeleri, kilitlenmenin başlıca nedenini oluşturmaktadır. 90’lı yıllarda kontrgerilla operasyonlarıyla katledilen Kürtler, bugün AKP hükümetinin “yüce gönüllülüğü” sayesinde zindanlara doldurularak etkisiz hale getirilmeye çalışılıyorlar. KCK operasyonlarıyla BDP’yi ve BDP’li belediyeleri tasfiye etmeye uğraşan AKP, belediye seçimlerini öne alarak, BDP’nin kolunu kanadını kırdıktan sonra gerçekleştirilecek bu seçimlerden galip çıkma hesapları ya-


sayı: 91 • Ekim 2012

pıyor. BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılarak Meclisten dışlanması doğrultusundaki adımlara da hız verilmiş bulunuyor. Erdoğan’ın “yargıya talimat verdim, gereğini yapacak!” sözleriyle yaptığı itiraf, meyvesini kısa sürede vermiş ve Sebahat Tuncel hakkında görülen dava uydurma bir tanık ifadesiyle apar topar karara bağlanarak Tuncel’e PKK üyeliği suçlamasıyla 8 yıl 9 ay hapis cezası verilmiştir. Meclis’in açılmasıyla birlikte düzen partilerinin ilk icraatlarından biri muhtemelen Tuncel’in milletvekilliğinin düşürülmesi olacaktır. Ne var ki, Kürt halkının, 3 milyon oy alan BDP için “milletin sinesinde bunlara yer yok” diyebilecek kadar ucuz bir politika yapan Erdoğan’ın hesaplarını boşa çıkartacağı da açıktır. Her şeyden önce, toprakları dört ülke tarafından ilhak edilmiş olan Kürt halkının nüfusu 30 milyonu aşmaktadır ve bu nüfusun en ağırlıklı bölümü Türkiye sınırları içinde yaşamaktadır. Karşılaştırmak için bakacak olursak, sıkça gündeme gelen İrlanda, Bask ve Filistin sorunları dikkate alındığında, bu, söz konusu ezilen uluslarınkiyle kıyaslanmayacak derecede büyük bir nüfustur. Buna rağmen Kürt halkı, bu ulusların sahip oldukları hakların hiçbirine sahip değildir. Özünde bağımsız bir devlet kurma hakkı demek olan kendi kaderini tayin hakkı şöyle dursun, ne bu halkların yaşadıkları bölgelerdeki özerk yapılar benzeri bir idari statüye sahiptir, ne anadilinde eğitim hakkı vardır, ne de anadilini resmi alanda kullanma hakkı vardır. Anayasa, nüfusu 15 milyona varan Kürt halkına karşı kördür. Kürt olmak askerin ve polisin doğrudan hedefi olmak için yeterlidir. TC’nin yürüttüğü haksız savaşta son otuz yılda katledilen Kürtlerin sayısı 40 bini aşmıştır. Bu sayı, Filistin, İrlanda ve Bask ülkesinde yürüyen ulusal kurtuluş mücadelelerindeki ölü sayılarının toplamının kat be kat üzerindedir. Tüm bunlar ortadayken, AKP seçmeli Kürtçe dersi ve TRT Şeş’le Kürtleri kandırabileceği zehabına kapılmış, bunu başaramayınca da klasik savaş politikalarına

marksist tutum

sarılmıştır. Ancak otuz yıldır yürütülen bu politika, Kürt isyanını bastırmak bir yana, Kürt halkını daha cesur ve direngen hale getirmiştir. Toplumsal tabanı alabildiğine genişleyen Kürt hareketi, bu dinamiğe yaslanarak ve dış gelişmelerin yarattığı konjonktürden yararlanarak saldırı stratejisine geçmiştir. Amaç açıktır ki, TC’yi masaya oturmak zorunda bırakmak ve o zamana kadar gücünü ispat ederek masa aşamasında elini yüksek tutmaktır. Yaşanan tüm gelişmeler, AKP’nin masadan uzak durma politikasını uzun süre devam ettirme lüksü bulunmadığını göstermektedir. Eninde sonunda ya diyalog yoluna girecek ya da sorunu daha karmaşık hale getirecektir. Üstelik bugün PKK’yle masaya oturup çözüm yolunda gerekli adımları atmaktan çekinenlerin, yarın BM’nin de dahil olduğu masalarda ter dökmeleri de muhtemeldir.

Açık veren savaş bütçesi zamlarla telafi ediliyor İçeride ve dışarıda savaş politikası AKP hükümetini ekonomik açıdan büyük bir sıkışmışlığın içine sürüklüyor. Sekiz ayda 8,5 milyar lira olarak gerçekleşen bütçe açığı, akaryakıta, alkollü içkilere, otomobil ve tapu harçlarına getirilen fahiş ÖTV zamlarıyla kapatılmaya çalışılıyor. Bu sayede 9 milyar liralık bir ek gelir bekleyen hükümet, Ekim başında da doğalgaz ve elektriğe %10 zam yapmıştır. Bunu KDV oranlarındaki 1 puanlık artışın izlemesi beklenmektedir. Geçen yıl tepkiler üzerine ertelenen 4 puanlık ek ÖTV de Ocak ayında uygulamaya girecek ve bu oran doğrudan fiyatlara yansıtılacaktır. Tüm bunların yanı sıra, sağlık hizmetlerinde de kesintiye gidilmesi, bazı diş tedavilerinden tüp bebek tedavisine çeşitli pahalı hizmetlerin SGK kapsamı dışına çıkarılması, ilaçta sınırlamaların arttırılması gündemdedir. Hükümet bütçe açığındaki sıçramalı artışta en büyük etkenin çarpıcı bir şekilde yükselen savaş harcamaları olduğunu gözlerden saklamakta, topu her zaman olduğu gibi memur maaşlarına ve SGK açıklarına atmaktadır. Oysa son iki ayda silah, araç gereç ve mühimmata yapılan harcamaların, yılın ilk altı ayında yapılan toplam harcamanın iki katına çıktığı görülmektedir: “«Silah araç gereç ve savaş teçhizatı» kalemindeki verilere göre, temmuz ayında 286.6, ağustosta ise 197.8 milyon liralık harcama yapılmış. İki ayın toplamı 483.4 milyon lira. Peki bu rakam, yılın ilk altı ayında ne kadardı? Hatırlatıyorum: 202.8 milyon lira. İki ayda bütçeden silaha yapılan

3


marksist tutum

harcama, altı aylık harcamayı ikiye katlamış da geçmiş.” (Çiğdem Toker, Akşam, 23/09/12) Üstelik bu yılın ilk altı ayı da geçen yıla göre 8,5 katlık fahiş bir artışa tanık olmuştur ve bunun nedeni Kürt ulusal mücadelesine karşı yürütülen haksız savaş ve Suriyeli muhalif güçlere akıtılan silah ve teçhizattır (bkz. Kemal Erdem, Savaş Harcamaları Artıyor, www.marksist.com). İçeride ve dışarıda yürütülen bu savaş, örtülü ödenekten yapılan harcamalarla da harlanmaktadır: “Bütçede, «gizli hizmet giderleri» kalemi altındaki örtülü ödenekteki gelişmeler ise güvenlik ve silah harcamaları kadar dikkat çekici. Ocak-Haziran döneminde toplam 431 milyon lira olan örtülü ödenek harcaması, son iki ayda yapılan 156.5 milyon liralık harcamayla, 587.7 milyon liraya yükselmiş. Burada dikkat çeken unsur, yine temmuz ayı. Silah harcamalarında olağanüstü artışın gözlendiği temmuz ayı, örtülü ödenek açısından da dramatik bir yükseliş göstermiş: 127.7 milyon lira. Bu veri, bugüne kadar yapılmış en yüksek aylık harcamaya işaret ediyor.” (Çiğdem Toker, agm) Görüldüğü üzere, emekçilerden toplanan vergiler savaş canavarını beslemek için tanka, topa, mermiye, bombaya akıtılmakta, açıklarsa zamlarla kapatılmaya çalışılmaktadır.

Hükümetin ve devletin borazanı medya AKP’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü savaş politikalarının en büyük destekçisi burjuva medyadır. Bu borazan medya, Kürt savaşı söz konusu olduğunda, yılların getirdiği refleksle, hükümetin ya da Genelkurmay’ın talimatlarına ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden otosansür uygulamakta pek mahirdir. Savaşı milyonlardan gizleme konusunda her türlü yalan, dezenformasyon ya da gerçekleri gizleme operasyonu başarıyla yerine getirilmektedir. Hatırlanacak olursa, geçtiğimiz yıl Ekim ayında, Erdoğan, medya kuruluşlarının sahipleri ve yöneticileriyle bir toplantı yapmıştı. Söz konusu zevatın Erdoğan karşısında el pençe divan durarak hizaya geçtikleri bu toplantının hemen ardından, Anadolu Ajansı, Ajans Haber Türk, Ankara Haber Ajansı, Cihan Haber Ajansı ve İhlas Haber Ajansı ortak bir deklarasyon yayınlayarak hükümetin ve Genelkurmay’ın emirlerine amade olduklarını beyan etmişlerdi. Esas duruşa geçen bu beş haber ajansı, söz konusu deklarasyonda, “terör ve şiddet olaylarıyla” ilgili yayınlarda “kamu düzeni dikkate alınacak”, “korkuya, kaosa, düşmanlığa, paniğe ve yılgınlığa neden olacak yaklaşımlardan uzak durulacak”, “yetkili mercilerin yayın yasağına uyulacak”, “örgütlerin doğrudan propagandası niteliği taşıyan yayın yapılmayacak”, “haber ve görüntüler, toplumsal fayda ve dayanışma dikkate alınarak abonelere ulaştırılacak” gibi ifadelerle emir tekrarı yapmışlardı. Bu ortak deklarasyonun altında imzası olmayan medya organlarının büyük bir kısmının da bu noktada zerre-

4

Ekim 2012 • sayı: 91

ce farklı bir noktada durmadıklarını, yayın çizgileri açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Savaşa ve Kürt hareketine ilişkin haberler, onyıllardır olduğu gibi bugün de Genelkurmay ya da Emniyet bülteni formundan dışarı çıkmamaktadır. Ancak belli ki, AKP’ye ve devlete bu kadarı da yetmemektedir. Çareyse, muhabirleri doğrudan Polis Akademisinde eğitmekte bulunmuştur. Anadolu Ajansı ile Polis Akademisinin ortaklaşa düzenlediği “Savaş Muhabirliği Sertifika Programı”nın ardından, şimdi de “Polis Muhabirliği Sertifika Programı” başlatılma kararı alınmıştır. Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanı Ahmet Abakay’ın, “Bunun adı «polis gazeteci» yetiştirmektir. Eskiden «asker gazeteciler» vardı, şimdi de «polis gazeteci» yetiştirmeye kalkışıyorlar” diyerek tepki gösterdiği bu kurslarda, “propaganda stratejileri” gibi derslerle “devlet gazetecileri” yetiştirilmek istenmektedir. Oysa medyada bu gibilerin eksikliği hiç hissedilmemektedir. Genel yayın yönetmenlerinin şevkle çalışmaları sayesinde medyada tam bir karartma ve dezenformasyon hüküm sürmektedir. Örneğin cezaevlerindeki Kürt tutsaklar 12 Eylülden bu yana “Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması” talebiyle süresiz-dönüşümsüz açlık grevindedir fakat burjuva medyada buna dair tek satır bulunmamaktadır. PKK’nin anadilde eğitim talebi karşılanana kadar okul boykotu çağrısı yapması ve bu çağrının ne kadar karşılık bulduğu konusunda da medya suspustur. Verilen haberler Genelkurmay-Emniyet kaynaklı hazır haberlerdir ve burjuva medya dezenformasyon ve çarpıtma konusunda bile bu çerçevenin dışına çıkabilecek bir zekâ pırıltısı gösterememektedir. Bütün gazeteler ve haber bültenleri tek elden çıkma klişelerle doludur. Aklıevveller gerçekleri gizleyip sorunun üzerini örterek bölünmenin önüne geçebileceklerini sanmaktadırlar. Ne var ki devlet-hükümet-medya işbirliğiyle yürütülen bu savaş ve benimsenen aşağılayıcı, dışlayıcı, ırkçı dil, bölünmeyi engellemek yerine körüklemektedir. İzlenen politika, halklar arasında duygusal bir kopuş yaşanmasına, Kürt halkının birlik yönündeki arzu ve inancının her geçen gün daha da azalmasına neden olmaktadır. AKP hükümetinin çözümü olabildiğince erteleyerek siyasi risk almama siyasetinin, akan kanın artması ve çekilen acıların katmerlenmesi dışında hiçbir sonuç vermediği ortadadır. On yıllardır süren bu haksız savaş 50 bini aşkın can almıştır ve 20’li yaşlarında toprağa gömülen gencecik insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Türk ve Kürt emekçilerin ölüme değil çözüme ihtiyaçları vardır ve sorunun çözümü nettir: Kürt halkının iradesine saygı duyarak ulusal demokratik taleplerinin karşılanması! Akan kanın durması ve Kürt halkının özgürlüğüne kavuşması için Türkiyeli emekçiler egemenlere bu çözüm doğrultusunda güçlü bir basınç bindirmeli ve egemenlerin çıkarları için akıtacak kanları olmadığını yüksek sesle haykırmalıdırlar.


Sendikalar ve Barış Sorunu Kerem Dağlı

G

azeteler ve televizyonlar asker cenazelerinin haberleriyle dolu. Buna, burjuva medyada yer almasa da, anaların yüreğini aynı derecede yakan gerilla cenazelerinin haberleri eşlik ediyor. TC’nin Kürt sorununda çözümsüzlük ve savaşta ısrar eden politikaları yüzünden, Türk ve Kürt, gencecik insanların bedenleri toprağa düşüyor. Komşumuz Suriye’de de her gün onlarca insan hayatını kaybediyor. Kanlı Esad rejimiyle muhalefet güçleri arasındaki çatışmalar, giderek daha fazla iç savaşa dönüşecek biçimde gelişiyor. Esad’ın ordusuyla muhalefet güçleri sadece kendi adlarına değil, emperyalist güçler adına da savaşıyorlar. Bir tarafta içinde Türkiye’nin ve Körfez ülkelerinin de yer aldığı Batılı emperyalist kamp, diğer tarafta ise İran-Rusya-Çin’in yer aldığı kamp bulunuyor. Ortadoğu coğrafyasının geri kalanında da durumun pek parlak olduğu söylenemez. Suriye ve İran’a yönelik emperyalist müdahale kapıda beklerken, İsrail ordusu Filistin halkına zulmetmeye devam ediyor. ABD’nin “demokrasi ve özgürlük götürmek” sloganıyla işgal ettiği Irak’ta da durum daha iyi değil. Kısacası Türkiye her açıdan bir savaş alanının orta yerinde bulunuyor. Tablo o kadar net ve savaşın sıcaklığı o kadar yakıcı ki, durumun vahametinin herkes bir biçimde ve düzeyde farkında. Halkın çoğunlunun farkında olmadığı şey ise bu tablonun kaçınılmaz olmadığı. İşçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz yeterli olmadığı için ya AKP’nin yalanlarına büyük oranda kanıyor ya da burjuva muhalefetin peşine takılıyor. Sınıfa yönelik saldırılara, anti-demokratik uygulamalara ve emperyalist-haksız savaşlara karşı mücadele etmesi gereken sendikalara ise kahredici bir duyarsızlık hâkim. Sendikal hareket, bürokrasinin sultasında felce uğramış durumda.

Tamamen AKP’ye ve devlete yedeklenmiş Türk-İş ve Hak-İş bürokrasisinden kaynaklı olarak, bu konfederasyonlardan savaş karşıtı en ufak bir söz dahi çıkmıyor. Kendini sınıfın sorunlarına ve demokrasi mücadelesine duyarlı bir konumda tarif eden DİSK, KESK gibi konfederasyonlarla Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) gibi Türk-İş merkez yönetimine muhalif az sayıdaki sendika ise ya yeterince duyarlı davranmıyor ya da basın açıklamalarıyla, küçük çaplı eylemlerle durumu idare etmeye çalışıyor. Çünkü ne tabanı harekete geçirecek bir örgütlülüğe sahipler ne de buna mecalleri var. Bu yüzden de, alevleri Türkiye’ye kadar uzanmış olan emperyalist savaşa ve Kürtlere karşı yürütülen haksız savaşa karşı sendikal cenahta dişe dokunur bir tutum alınamıyor. İşçi sınıfı savaş karşıtlığı temelinde seferber edilemiyor. Nitekim 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yapılan mitingde sendikaların anlamlı bir varlık gösterememesi de bunun kanıtlarından biri olmuştur.

Sendikalara milliyetçi-devletçi ve uzlaşmacı bir anlayış hâkimdir Kuşkusuz 1 Eylül mitinginde görülen tablo yeni bir şey değildir. Türkiye’de sendikal hareketin emperyalist ve haksız savaşlar karşısında aldığı ya da alamadığı tutumlar nedeniyle sicili öteden beri bozuktur. Ne 1950’lerde Kore’ye asker gönderilirken, ne 70’lerde Kıbrıs harekâtı sırasında ve ne de 80’lerden beri ülke gündeminin başköşesini işgal eden Kürt sorununda doğru veya anlamlı bir tavır takınabilmişlerdir. Benzer sorunlu yaklaşımlar demokrasi mücadelesi konusunda da mevcuttur. Örneğin cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde askeri darbe-

5


marksist tutum

lere karşı sendikalardan ciddi bir tepki yükselmemiştir. Sendikal mücadelenin tarihi, maalesef, ya teslimiyetçilikle ya da darbe şakşakçılığıyla doludur. Çeşitli hükümetlerin işçi sınıfına, devrimcilere veya muhalif kesimlere yönelik anti-demokratik uygulamalarına karşı da sendikal hareket içinde köklü bir mücadele geleneği bulunduğundan bahsedilemez. 70’lerin Maden-İş ve DİSK örneği, kısa ömürlü bir istisna olmanın ötesine geçememiştir. Son dönemde ayyuka çıkan KCK tutuklamalarına, Terörle Mücadele Yasası’na yahut gemi azıya alan polis terörüne karşı kaç sendikanın dişe dokunur anlamda tavır aldığından bahsedilebilir? Üst düzey sendika yöneticilerinin devlet erkânı ve burjuvaziyle iç içe geçmişliği, doğal olarak, sendikaları işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda mücadele eden araçlar olmaktan çıkarıp, fiilen düzenin payandası haline dönüştürüyor. Hâkim sendikacılık anlayışı, sınıfın örgütlü gücüne güvenerek mücadele etmek değil, devletin çeşitli kurumlarına ve iktidar partisine ya da en azından iktidara gelme olasılığı olan, mecliste belli bir ağırlığı bulunan burjuva partilere yakın durmak ve onunla iyi geçinerek işini görmektir. Bu durumun temel sebebi tabii ki sendikalara egemen olan ve onları devlet güdümüne sokan tepe bürokrasisidir. Üst düzey sendika yöneticilerinin devlet erkânı ve burjuvaziyle iç içe geçmişliği, doğal olarak, sendikaları işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda mücadele eden araçlar olmaktan çıkarıp, fiilen düzenin payandası haline dönüştürüyor. Hâkim sendikacılık anlayışı, sınıfın örgütlü gücüne güvenerek mücadele etmek değil de devletin çeşitli kurumlarına ve iktidar partisine ya da en azından iktidara gelme olasılığı olan, mecliste belli bir ağırlığı bulunan burjuva partilere yakın durmak ve onunla iyi geçinerek işini görmek olduğundan; kendini solda ve duyarlı olarak tanımlayan sendikaların dahi çoğu CHP kuyrukçuluğunun ötesine geçemiyor. Çoğu sendika yönetimi, gerçek anlamda muhalif bir konuma geçerek militan bir sınıf mücadelesi vermek yerine, burjuva muhalefetinin sınırları içinde kalmayı ve onun siyasetinin kuyruğuna takılmayı daha güvenli buluyor, bununla yetiniyor. Küçükburjuvazinin devlet fetişizminin etkisi altındaki sendika yöneticileri, tekelci kapitalizmin azgın ve aman vermez saldırıları karşısında çareyi devletin kanatları altına sığınmakta, devleti de kendilerini daha fazla kayıran bir konuma çekmeye çalışmakta buluyorlar. Az sayıdaki dürüst ve bir şeyler yapmaya çalışan sendikacı ise, bu genel tablonun çıkışsızlığı içinde kayboluyor. Hal böyle olunca da, tepeden aşağıya doğru, işyeri temsilcilerine ve üye tabanına varıncaya kadar burjuvazinin milliyetçi ideolojisi sendikalara egemen hale geliyor. Milliyetçi ve muhafazakâr anlayışın toplumun genelinde

6

Ekim 2012 • sayı: 91

de yaygın olması nedeniyle zehrin sendikaların gövdesine yayılması daha kolay gerçekleşiyor. Sol düşünceye ve mücadeleci bir çizgiye sempati duyan ya da bu gelenekten gelen sendika yöneticileri dahi, alttan ve üstten gelen basınçların arasında kalarak, örneğin savaş sorununda burjuva muhalefetin ortalama tepkisini aşan tutumlar alamıyor. Sendikaları esir almış olan bu milliyetçi ideolojiye, Türkiye gibi ülkeler özelinde, bir de devletçiliği eklemek gerekir. Asyatik tarihsel arka planın ve uzun yıllara yayılan askeri vesayetin ürünü olan bu devletçilik en az milliyetçilik kadar tehlikeli bir zehirdir. Türkiye cumhuriyetinin kurucu ideolojisi olan Kemalizmden beslenen bu devletçilik, sol harekete hâkim olan Stalinizmin etkisiyle de pekişmiş, burjuvazinin işçi hareketi içindeki ajanı konumundaki sendika bürokratlarının işini de epey kolaylaştırmıştır. İşte bu milliyetçi-devletçi ideoloji yüzünden gerek sendika yöneticilerinde gerekse de tabandaki işçilerde neredeyse bir refleks ve ezber oluşmuştur. Patronla anlaşmazlığa düşüldüğünde sendikacının da işçinin de önce devletten medet umması ve çözümü ondan beklemesi bundandır. Ne işçi ne de sendikacı, kendi gücüyle mücadele ederek istediğini bileğinin hakkıyla almayı düşünür. Bu anlayışı kıracak yöndeki örnekler ve eğilimler her seferinde boğulmuş ve sınıf içinde kök salarak bir gelenek haline gelmesi engellenmiştir. Bugün hemen her kanattan sendika yöneticisinin ve dolayısıyla da çoğu işçinin yegâne özlemi, eskinin “sosyal devlet” uygulamalarına geri dönülmesidir. “Sosyal devlet” diye bir olgunun olup olmadığının, bu kavramla ifade edilenin aslında ne tür tarihsel ve siyasal koşulların ürünü olduğunun ya da Avrupa’da işçi sınıfına verilen haklar bağlamında kastedilen “sosyal devlet” uygulamalarının Türkiye’de hiçbir dönem elde edilmemiş olmasının onlar açısından bir önemi yoktur. Geçmiş dönemlerde sendika bürokratları için “sosyal devlet”in anlamı, mücadele vermeden sendikacılık yapmak olmuştur. Türkiye’deki sendikal harekete damgasını vurmuş olan bu kültür, sınıf uzlaşmacılığının ve işbirlikçiliğinin sendikalarda hâkim hale gelmesinin de nesnel zeminini oluşturmuştur. Hatırlanacak olursa 90’ların sonlarına kadar büyük ölçüde varlığını ve ekonomi içindeki ağırlığını koruyan devlet işletmelerinde sendikaya üye olmak fiilen zorunluydu. Yani sendika yönetimlerinin örgütlenme gibi bir derdi yoktu. Aidatlar işçilerin maaşlarından otomatik olarak kesilmekteydi ve bir ihtilaf yaşandığında da mesele grev gibi radikal ve “komünist işi” yöntemlerle değil, her biri birer devlet bürokratından farksız sendika yöneticileriyle işletme müdürleri arasında “güzellikle” çözülmeye çalışılırdı. Olmadı devreye siyasi bağlantılar sokulur ve nihayetinde iş hallolurdu. Özal’la başlayan ve AKP’yle tam gaz devam eden süreçte özelleştirmeler eliyle bu safahat devri sona erince sendikalar bir anlamda sudan çıkmış balığa döndüler. Üye sayıları muazzam bir hızla düştü ve sendikalar bu kez de yetki alabilme endişesiyle devlete


sayı: 91 • Ekim 2012

gebe hale geldiler. O kadar ki, bugün 10-15 sendika hariç hiçbir sendikanın gerçekte yetki barajını aşacak yeterlilikte üyesi yoktur. Sadece bu durum bile, işkolundaki üye sayılarını açıklamak suretiyle sendikaların yetkilerini bir çırpıda düşürme gücüne sahip devletin eline önemli bir koz vermektedir.

Sendikalar sınıfın devrimcilerine ve devrimci sınıf siyasetine kapılarını açmalıdır İşte bu koşullar ve hâkim anlayışlar, sendikaların emperyalist savaş ve Kürt sorununda doğru veya anlamlı tutumlar almasını engellemektedir. Türk-İş, Hak-İş, KamuSen ve Memur-Sen gibi konfederasyonların yönetimleri ya tamamen ya da ağırlıklı ve geleneksel olarak iktidarda hangi parti varsa ona yani devlete endeksli bir çizgi izlediklerinden, fiilen işçilerin çıkarlarını savunan örgütler gibi değil de birer devlet kurumu gibi çalıştıklarından, devletin ve/veya iktidarın resmi politikası, söylemi neyse üç aşağı beş yukarı onu tekrarlamaktadırlar. Her gün onlarca insanın öldüğü, anaların yüreğini yakan ve yoksulların ocağını söndüren haksız savaşa karşı tamamen duyarsız kalmakta, daha da kötüsü, duyarlı davranarak bir şeyler yapmaya çalışan sendikacıların da en iyi ihtimalle önünü kesmekte ya da sendikal hareketten tasfiye etmektedirler. Bu konfederasyonlar, örneğin sendikalı olmak istediği için işten atılan ve direnişe çıkan işçilere sahip çıkmadıkları gibi, bu işçilerin terörle mücadele yasası hükümlerine göre suçlanmalarına da sessiz kalıyorlar. KESK yöneticilerinin tamamen keyfi bir biçimde, KCK operasyonları bahanesiyle gözaltına alınmalarına veya tutuklanmalarına, yıllarca mahkemeye bile çıkmadan hapiste tutulmalarına karşı da kulakları ve vicdanları sağırlaşmış biçimde susuyorlar. Hatta bazı konfederasyon yöneticileri, hiç utanmadan, “onlar zaten teröristti” diyerek bu baskıcı ve anti-demokratik uygulamalara destek çıkıyor. Bu konfederasyonların tepesine çöreklenmiş, ensesi kalın sendika bürokratlarına karşı amansız bir mücadele yürütmek gerekmektedir. Kendisini solda tanımlayan, daha duyarlı ve mücadeleci olduğunu söyleyen konfederasyon veya sendikaların durumu da pek parlak değildir. 1 Eylül mitinginin ortaya koyduğu tablodan yürüyecek olursak aslında ne kadar vahim bir manzarayla karşı karşıya olduğumuzu daha rahat görebiliriz. Zaten pek kalabalık geçmeyen mitinge Türkİş’ten ve SGBP’den sadece Hava-İş ve Tümtis katılmıştır. Bu iki sendikanın katılımı da direnişçi işçiler ve sendika yöneticileriyle sınırlı kalmıştır. Devrimciliği çoktandır mazide kalmış olan DİSK’in katılımı ise tamamen sembolik düzeyde olmuştur. Mitinge konfederasyon olarak katılan DİSK pankartının arkasında en fazla 30 kişi olduğunu söylemek mümkündür. Yine konfederasyon bazında mitinge gelen KESK’in korteji de birkaç yüz kişiyi aşama-

marksist tutum

mıştır. Gerek bu konfederasyon ve sendikaların mitinge bu denli cılız katılmaları, gerekse de diğer sendikaların ortada bile görünmemeleri, yukarıda anlattığımız faktörlerin ne denli etkili olduğunu açıkça göstermektedir. Oysa DİSK mitingi örgütleyen kurumlardan biriydi ve miting öncesi (KESK, TMMOB ve TTB’yle ortaklaşa) yayınladığı bildiride “şimdi daha güçlü bir barış çağrısını seslendirme zamanıdır. Ülkede, bölgede ve dünyada barış için, kardeşlik ve özgürce bir arada yaşamak için, şimdi her zamankinden daha fazla mücadele zamanıdır” diyerek “emek örgütlerinin ortak mücadelesi” için çağrıda bulunuyordu. Benzer ifadeler ve temalar yine DİSK’in, KESK, TMMOB ve TTB’yle birlikte “Suriye’de Emperyalist Müdahaleye Hayır” başlığıyla yayınladığı bildiride de yer alıyordu. Yakın zaman önce de DİSK, KESK yöneticilerinin gözaltına alınması ve tutuklanmasına karşı bir bildiri yayınlayarak şöyle diyordu: “…içinde bulunduğumuz dönemde bütün demokrasi güçlerinin tepkilerini ortak bir mücadele zemininde birleştirmesi bir zorunluluktur. Ülkemizin sürüklendiği bu karanlık gidişata artık dur demek için, bu acımasız soygun ve zulüm düzenine karşı birleşik bir mücadele hattını kurmak tarihsel bir görevdir. Bugün demokratlığın, ilericiliğin, devrimciliğin temel kriterlerinden birisi budur!” Elbette bunlar son derece doğru, anlamlı ve tüm diğer sendikalar tarafından da yapılması, sahiplenilmesi gereken çağrılardı. Ama bildiri yayınlayarak büyük laflar etmek yeterli değildir. Söylediklerinizin karşılığını pratikte de ortaya koymak ve gereğini yapmak lazımdır. Mitingin de gösterdiği gibi lafa gelince mangalda kül bırakmayan DİSK yönetimi, gerçekte üyelerini alana getirmek için hiçbir şey yapmamıştı. Maalesef bu durum sadece 1 Eylül mitingine mahsus değildir. DİSK yönetimi, kendisine bağlı sendikaların uzun zamandır kan kaybetmesine ve işçi sınıfına yönelik saldırıların alabildiğine artmasına karşın genel olarak CHP kuyrukçuluğu dışında bir politika üretmemekte ve fiili mücadeleden kaçmaktadır. Ve bu durum tabanda giderek daha fazla tepkinin oluşmasına yol açmaktadır. Nitekim son DİSK İstanbul Bölge Temsilciler Kurulu toplantısında yaşananlar, tabanda konuya duyarlı, ne yapılması gerektiğini bilen ve DİSK yönetimine tepkili unsurların da bulunduğunu göstermiştir. Daha açılışta, genel başkanın konuşmasının sonuna doğru temsilcilerin salonu terk etmeye başlamaları, sendikalı işçilerin sendika yöneticilerine duydukları güvensizliğin ve inançsızlığın bir göstergesidir. Aynı toplantıdaki Limter-İş üyesi ve işyeri temsilcisi olan bir işçinin şu konuşması da, emperyalist savaş ve Kürt sorununda DİSK’in izlediği çizgiye karşı biriken tepkinin ifadesidir: “AKP bugün Kürtlere saldırıyor, öğrencilere saldırıyor, işçilere saldırıyor. Kimse, bu yılan bana da dokunmaz diye düşünmesin. Bu yılan hepimizi ısırıyor. Kapalı salonlarda slogan atmak değil, sokaklarda diğer işçilere gitmeliyiz. Toplantı boyunca dikkatle dinli-

7


marksist tutum

yorum. Kimse çıkıp da Suriye’den bahsetmedi. Arkadaşlar, burnumuzun dibinde bir savaş var ama kimse burada buna değinmiyor. Korkuyor musunuz? Korkmayın, yoksa korktukça sıra bize de gelecek.” Devamla bir başka işçinin söz alarak “başta yöneticiler disiplinli olmalı ve işçi sınıfının gücüne güvenmeyenler bu salonu şimdi terk etmeli. Eğer bugün kendimize çekidüzen vermek istiyorsak fabrikalarda, işçiler arasında eğitimler örgütlemeliyiz. Kahve kahve, ev ev gezip işçilere ulaşmanın yollarını aramalıyız. Yani mücadeleyi Taksim ve Beyoğlu gibi yerlerin dışına çıkaralım. Esenler, Gaziosmanpaşa, Esenyurt gibi işçi semtlerine gidelim, oralarda işçilere derdimizi anlatalım” demesi de yapılması gerekenin aslında ne kadar basit olduğunun ve tabandaki öncü unsurlar tarafından pekâlâ bilindiğinin göstergesidir. Yöneticileri haksız, asılsız ve keyfi suçlamalarla gözaltına alınan, tutuklanan ve hapislere tıkılan KESK’in mitinge birkaç yüz kişilik bir kortejle katılması, onun da benzer dertlerden muzdarip olduğunun ifadesidir. DİSK’in yayınladığı bildirilerin hemen hepsinin altında KESK’in de imzası vardır. O da tıpkı DİSK gibi mitingin örgütleyicileri arasındadır. Daha da önemlisi, tutuklanan KESK yöneticileri tam da Kürt sorununda AKP’nin uyguladığı baskıcı ve anti-demokratik politikaların kurbanlarıdırlar. Yani tam da kitlesel biçimde katılması ve tabanını seferber etmesi beklenirken KESK de, tıpkı DİSK ve diğer sendikalar gibi üyelerini mitinge katmak adına neredeyse hiçbir şey yapmamış, sadece cep telefonlarına mesajlar atarak haber vermekle yetinmiştir. Yukarıda alıntıladığımız ifadelerin altına imza atan bir kurumun, üyelerini telefon mesajıyla mitinge çağırmasından daha abes bir şey olabilir mi? Bunu gören burjuva devlet ve hükümet, bildiride veya çeşitli basın açıklamalarında sendika yöneticilerinin ettiği büyük lafları yutar mı? Ardı ardına çıkardığı saldırı paketleri ve pervasız uygulamalarıyla bu lafları sahiplerine yutturmaz mı? Bu tablodan sendikaların içinde bulunduğu acizliğin sapır sapır ortaya dökülmesinden başka ne sonuç çıkar? İyi kavranması gereken önemli bir husus şudur. Emperyalist çürüme çağında, taban örgütlülüğünden aldığı güçle militan mücadelenin saflarını seçmemiş sendikaların önünde sadece iki seçenek vardır: düzenin tam uşağı olmak ya da yok olmak. Devleti ve tüm kurumlarıyla tekelci kapitalizm, ortada yükselen devrimci bir sınıf hareketinin de olmadığı koşullarda, sendikalara kırıntı vermek konusunda bile istekli değildir. Sendikalar, bugünkü pozisyonlarını sürdürmekle geleceklerini garanti altına almış olmamaktadırlar. Aksine yok oluşa giden yolun taşlarını döşemektedirler. Sendikaların bıraktık işçi sınıfı adına yeni kazanımlar elde etmeyi, hayatta kalmak için dahi devrimci siyasete ve devrimcilere kapılarını açmaktan başka çıkar yolu kalmamıştır. Tüm dünyayı etkisi altına almış olan kriz ve emperyalist savaş koşullarında bu gerçeklik giderek daha

8

Ekim 2012 • sayı: 91

fazla belirgin hale gelmektedir. Ancak bu sayede üst düzey sendika bürokrasisinin egemenliği kırılabilir, sendikalar devlet güdümünden kurtarılır ve işçi demokrasisi sendikalarda tesis edilebilir. En azından kendini solda tarif eden daha duyarlı ve mücadeleci sendikaların sınıf devrimcilerine ve devrimci sınıf siyasetine kapılarını açması gerekmektedir. Korkunun ecele faydası yoktur. Tepe bürokrasisinin gazabından veya koltuğunu kaybetmekten korkmakla, tabanın geriliğini bahane etmekle bir yere varılamaz. Bu anlamda yolun sonuna çoktan gelinmiş, kaybedecek pek fazla bir şey kalmamıştır. Dünyanın her yerinde, kriz ve savaşın kızışmasına paralel olarak, sendikaların tepesine çöreklenmiş bürokratlar devlete veya hükümete daha fazla yanaşmaktan ve sendika içindeki “çatlak” sesleri kısmaya çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Bu durum da, sendika yönetimlerinde yer alan az sayıdaki bir şeyler yapma ihtiyacı duyan yöneticiyi, giderek daha fazla oranda, keskin bir tercihle yüz yüze bırakmaktadır: ya devlete-sendika bürokrasisine tam itaat ya da devrimci-militan bir yönelime girmek. İlk iş burjuvazinin milliyetçi-devletçi ideolojisinden kurtulmaktır. Bu ideolojinin ve çeşitli yanlış anlayışların, kavrayışların izlerini, DİSK-KESK-TMMOB-TTB imzalı ve SGBP destekli 1 Eylül bildirisinde, KESK yöneticilerinin tutuklanmasına karşı yapılan basın açıklamasının metninde (bu metin DİSK’in Kürt sorunundaki yaklaşımını anlamak açısından da önemlidir) ve Suriye’de


sayı: 91 • Ekim 2012

Emperyalist Müdahaleye Hayır başlıklı bildiride bulmak mümkündür. Muhalifliği AKP karşıtlığına indirgemek ve sanki AKP iktidardan düştüğünde tüm sorunlar hallolacakmış gibi bir hava yaratmak doğru değildir. Bu, CHP gibi burjuva partilerin değirmenine su taşımak sonucunu doğuracaktır. “Sosyal devlet” hayalinden vazgeçmek ve bu yanlıştan kurtulmak gerekmektedir, çünkü neoliberal ekonomi politikalarının alternatifini devletçilik olarak koymak yanlıştır. Aslolan ister özel ister devlet işletmesinde olsun, işçilerin örgütlülüğü ve mücadeleci bir ruh haline sahip olmasıdır. Patronun devlet veya şahıs olması bir şeyi değiştirmez. İşçilerin kafasını bulandıran ve kendi örgütleri olan sendikalara inançlarını ve güvenlerini yitirmelerini sağlayan söylemler terk edilmelidir. Örneğin sırf AKP’ye karşıtlık adına 12 Eylül darbesini bile savunur pozisyona düşmek, darbecilere dönük davalarla Kürt hareketine dönük linç davalarını aynı kefeye koyarak yargı sistemini eleştirmek, askeri vesayete vurulan darbeleri görmezden gelmek doğru değildir. Türkiye’nin “ABD’nin uşağı ve taşeron” olduğu yanılgısından artık kurtulunmalı ve altemperyalist bir güç olarak Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımdan büyük pay kapmaya çalıştığı gerçeğinin farkına varılmalıdır. Aksi takdirde, 70’lerde Kıbrıs harekâtında olduğu gibi milliyetçi-şoven pozisyonlara savrulmak ve kendini burjuva militarizminin hayrına işçilerden bağış toplarken bulmak kaçınılmazdır. Kürt sorununda net bir tutum alınmalı ve (CHP’lilere has bir tarzda) AKP’yi köşeye sıkıştırmak için Kürt sorununu kullanmak uyanıklığından vazgeçilmelidir. Türkiye işçi sınıfının burjuva milliyetçiliğinin etkisinden kurtulması için Kürt sorununda doğru tutum takınılması hayati derecede önemlidir. Elbette ki Kürt halkının haklı talepleri desteklenmeli ve hükümet de bu temelde hedef tahtasına konulmalıdır. En önemlisi de, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun oylarını almış bir burjuva partisi olan AKP doğru temellerde eleştirilmeli ve politikalarına karşı mücadele verilmelidir ki, bu işçiler AKP’nin yalanlarına kanmaktan kurtulabilsin.

Emperyalist savaşa hayır! Ortadoğu’ya barış! Kürtlere özgürlük! Devletin savaş politikalarına angaje olmuş bir sendikal hareketin anti-demokratik yasalara ve uygulamalara karşı tutarlı bir mücadele yürütemeyeceği ve dolayısıyla işçi sınıfının ekonomik çıkarları uğruna mücadeleyi de layıkıyla yerine getiremeyeceği açıktır. Bir başka deyişle, siyasetten uzak durulursa iktisadi mücadelenin daha kolay verileceği anlayışı, tüm pratiğin de gösterdiği üzere geçersiz ve yanlıştır. Siyaseten burjuvazinin güdümüne girilmişse, diğer konularda da farklı bir çizgi izlenmesi söz konusu olmayacaktır. Ezilen Kürt halkının taleplerinin karşılanması, Türk ve Kürt emekçilerin ölmesinin önüne geçilmesi ve Orta-

marksist tutum

doğu’da süren emperyalist savaşa dur denmesi de güçlü bir işçi mücadelesinin yükseltilmesine bağlıdır. Tam da bu yüzden 1 Eylül mitingi benzeri fırsatlar sonuna kadar değerlendirilmeye çalışılmalıdır. Çünkü savaş ortamının devam etmesi, egemen güçler açısından, Kürt ve Türk halkını birbirine düşürmenin, işçi sınıfını bölmenin ve bu arada kendi planlarını hayata geçirmenin de bir aracıdır. Savaş ortamının devam etmesi sayesinde burjuvazinin milliyetçi ve şoven politikalarını hayata geçirmesi, işçi kitleleri bu zehirle paralize etmesi mümkün olmaktadır. Bu gidişata dur demenin, sendika bürokrasisinin sınıf hareketi üzerindeki felç edici egemenliğini kırmanın ve işçi demokrasisini tesis ederek sendikaları sınıfın mücadele araçları haline getirmenin yolu bellidir: devrimcilerin sendikalarda mevzi kazanması ve militan sınıf sendikacılığının hâkim kılınması. Bir zamanlar Türk-İş’in baş sloganı olan ve yıllar içinde başarıyla hayata geçirilen “siyaset üstü sendikacılık” anlayışının sendikaları götüreceği yer bellidir. Bu sayede sendikalardan devrimci siyaset dışlanabilmiş ve burjuva siyaseti hâkim hale gelebilmiştir. Ancak kendilerini mücadeleci olarak gören sendikacıların devrimcilerle el ele vermesi halinde taban örgütlülüklerini güçlendirmek mümkün olacak ve böylece aşağıdan yukarıya bindirilecek basınçla bürokrasi def edilebilecek ve sendikal hareket güçlenecektir. Bunların başarılabilmesi için de sosyalistlere, sınıf devrimcilerine ve devrimci işçi örgütlerine önemli görev düşmektedir. Salt küfretmekle, uzak durmakla, kafa çevirip hariçten gazel okumakla veya devrimci lafazanlıkla sendikalarda mevzi tutmak olanaksızdır. Sınıfın içine girerek bıkmadan, usanmadan ve sabırla çalışmak tek yoldur.

9


Emperyalist Savaşa Dur Diyelim!

İşçilerin Birliğini ve Halkların Kardeşliğini Güçlendirelim! İşçiler, emekçiler, kardeşler! Suriye’de kanlı bir iç savaş sürüyor; her gün onlarca insan ölüyor, yüzlercesi sakat kalıyor ve binlercesi göç ediyor. Peki, kim savaşıyor Suriye’de? Bir tarafta eli kanlı Beşar Esad diktatörlüğü, öte tarafta ise çeşitli silahlı muhalif gruplar var. Özgür Suriye Ordusu adı altında toplanan grupların bir kısmını, uluslararası İslamcı örgütlerin paralı militanları oluşturmaktadır. Ancak bu görüntünün ardındaki gerçeğe baktığımızda; Esad rejiminin arkasında Rusya, Çin, İran; Özgür Suriye Ordusu’nun arkasında ise başta Türkiye olmak üzere ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Suudi Arabistan olduğunu görmekteyiz. Demek ki, Suriye’deki savaş yalnızca Esad diktatörlüğü ile muhalif güçler arasındaki bir savaş değildir. Suriye’deki savaş, aynı zamanda emperyalist-kapitalist güçler arasında yürütülen bir savaştır. Rakip emperyalist-kapitalist güçler, Suriye üzerinden kıran kırana bir savaş yürütüyor ve Ortadoğu’da kendi borularını öttürmeye çalışıyorlar. İşte tüm işçi ve emekçiler bu büyük fotoğrafı gör-

10

mek zorundadırlar. İşçi sınıfı gerçeği görmeli, Esad rejimini destekleyen Rusya ve İran’ın, muhalif güçleri destekleyen Türkiye ve ABD’nin savaş planlarının arkasına takılmadan, kendi bağımsız tavrını ortaya koymalıdır. Söz konusu Suriye olunca, Türkiye’deki işçi-emekçi halk çok daha dikkatli olmalıdır. Çünkü AKP hükümeti, “mazlumun yanındayız” söylemi arkasına sığınarak Suriye üzerinden kendi kapitalist çıkarlarını hayata geçirmeye çalışıyor ve emekçi kitleleri aldatıyor. Türkiye, Özgür Suriye Ordusu’na kucak açmakta, muhalif grupları bir araya getirerek biçim vermekte, onları silahlandırmakta ve eğitmektedir. Böylece Türkiye, dolaylı olarak Suriye’deki savaşın bir parçası haline gelmiş bulunuyor. Oysa çok değil bir sene önce, Başbakan Erdoğan zalim Esad’dan “kardeşim” diye söz ediyor, Türkiye ve Suriye ortak Bakanlar Kurulu toplantısı düzenliyordu. AKP hükümeti, vizeleri kaldırdığını, barışı savunduğunu, “komşularla sıfır sorun” politikasını devreye soktuğunu söylüyor ve bu söylem üzerinden emekçi kitlelerden oy istiyordu. Şimdi tüm emekçiler şu soruyu sormalı: O zaman Esad diktatör değil miydi? Dün diktatöre “kardeşim”


sayı: 91 • Ekim 2012

diyenler, şimdi cellât diyorlar. Neden? Açıkça ifade edelim: Türkiye’nin ve AKP hükümetinin asıl derdi gerçekte Esad diktatörlüğü altında inleyen, demokratik haklarından yoksun Suriye halkı değildir. Gerek Türkiye gerekse ABD ve diğer emperyalist güçler, acı çeken Suriye halkının durumunu istismar ederek kendi planlarını hayata geçirmeyi hedefliyorlar. Hatırlayalım: Tunus ve Mısır’da başlayan halk isyanları sonucunda bu iki ülkede diktatörler devrildi. “Arap Baharı” denen isyan dalgası hızla Ortadoğu’ya sıçradı. Emperyalist güçler, halk isyanlarını kendi çıkarları temelinde kullanmaya ve bölgeye şekil vermeye giriştiler. O güne kadar diktatör Kaddafi’ye yalakalık yapan Fransa ve İtalya gibi ülkeler, ABD’nin de fişteklemesiyle Libya’ya savaş açtılar. Bu utanmazlar, her zamanki gibi savaşı “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarıyla meşrulaştırmaya çalıştılar. “Arap Baharı” daha sonra Suriye’ye sıçradı ve halk kitleleri demokratik hakları için harekete geçtiler. Fakat zalim Esad diktatörlüğü, halkın haklı taleplerini kanla bastırdı. Bu durumu kendi çıkarları için fırsat olarak gören emperyalist güçler, Suriye’ye dönük bir müdahaleyi tartışmaya başladılar. İşte tam da bu süreçte, Libya’daki müdahalede oyunun dışında kalan ve paylaşımdan yeterince pay alamayan AKP ve Türkiye, Suriye’de aynı duruma düşmemek için hızla öne atıldı ve bir gecede “kardeş” Esad, oluverdi cellât Esad! İşin gerçeği buyken, bir de utanmadan çıkıp mazlumdan yana olduklarını söylüyorlar! Suriye, tüm Ortadoğu’yu tutuşturacak bir savaşın kapısı niteliğindedir. Çok iyi biliyoruz ki, Suriye’den sonra sıra İran’a gelecek. Şu anda Suriye’deki iç savaşın bir tarafı olan Türkiye’nin, bölgesel bir savaşın dışında kalması düşünülemez. Zaten AKP hükümeti ve patronlar sınıfı, bu emperyalist paylaşım savaşının dışında kalmak istemiyorlar. İçeride, Sünnilik-Alevilik ekseninde mezhepçilik kışkırtılıyor ve Suriye’ye dönük olası bir müdahalenin temeli mezhep ayrımları üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Suriye’deki Kürtlerin bile demokratik haklarına kavuşmasına karşı çıkılıyor. Kürt halkının en küçük demokratik talebi bile zalimce bastırılıyor. Kürt sorunu çözülmediği için Türk ve Kürt emekçi çocukları yaşamlarının baharında ölüyorlar. AKP ve MHP gibi sermaye partileri, Kürt düşmanlığını kışkırtarak siyasi rant elde ediyorlar. Oysa süren haksız savaştan Türk işçi ve emekçilerinin hiçbir çıkarı yoktur. Kürt halkının demokratik ta-

marksist tutum

lepleri karşılandığında, Türk işçiler kaybeden değil kazanan taraf olacaktır. Çünkü Kürt sorunu devam ettiği müddetçe, gerek sermaye partileri gerekse patronlar, her iki taraftan da işçileri birbirine düşürecek ve hakları için birleşmelerinin önüne geçeceklerdir. Kürt sorunu çözüldüğünde ise, Türk ve Kürt halkının kardeşliği pekişecek, ön yargılar kırılacak ve işçilerin birliğinin önü açılacaktır. Unutmayalım: İşçileri ve halkları çok büyük bir tehlike bekliyor. Suriye’deki savaşın büyümesi, Türkiye ve emperyalist güçlerin bu savaşa aktif bir şekilde müdahil olmasıyla tüm Ortadoğu alev alacaktır. Ortadoğu’da savaşın büyümesi, içeride Kürt ve Alevi düşmanlığı temelinde halkların karşı karşıya getirilmesi çok büyük trajedileri de beraberinde getirecektir. Sermaye hükümetlerinden ve kapitalistlerden mantık beklemek boşunadır. Eğer bunlarda mantık olsaydı iki dünya savaşı çıkmaz ve on milyonlarca insan ölmezdi. Ortadoğu’nun ağabeyliğine soyunan, sermaye için pazar ve yatırım alanları peşinde koşan AKP ve Türkiye egemenlerinin çılgınlığının önüne geçecek olan işçiemekçi halk kitleleridir. İşçi-emekçi halk, Suriye halkının Esad diktatörlüğü altında zulüm görmesine karşı çıkarken, emperyalist müdahaleye de hayır demelidir. Mezhepçi ve milliyetçi kışkırtmalara gelmeden, Kürt halkının demokratik istemlerinin karşılanmasını istemelidir. İşte o zaman gerçekten de işçilerin birliği ve halkların kardeşliği güçlenmiş olacaktır. Arap, Türk, Kürt, Fars işçilerinin birliği ve halkların kardeşliği için tüm gücümüzle haykırmalıyız: Emperyalist savaşlara hayır! Ortadoğu’ya barış! Kürt halkına özgürlük! Eylül 2012 tarihli UİD-DER İşçi Dayanışması bülteninden alınmıştır

11


İslamofobik Provokasyonlar Sürüyor Oktay Baran

G

eçtiğimiz ay neredeyse tüm Müslüman coğrafyası irili ufaklı protesto gösterilerine şahit oldu. Bu gösterileri tetikleyen olgu, açıkça İslam karşıtlığı temelinde İslam dinine ve onun peygamberine dönük aşağılamalar ve hakaretler içeren bir filmin (Müslümanların Masumiyeti – The Innocence of Muslims) internette yayınlanan kısa versiyonu idi. Sanatsal olarak da düşünsel olarak da beş paralık bir kıymeti olmayan bu ucube filmin bu denli yankı uyandırması, hak ettiğinden milyon kez daha fazla bir tepkiyle karşılanması, içinden geçtiğimiz konjonktürün niteliğine dair önemli ipuçları sunuyor. Söz konusu filmin emperyalist bir provokasyon olduğu, bu provokasyonun bir numaralı ve baş sorumlusunun ABD ve İsrail’deki emperyalist savaş tacirleri olduğu çok açık bir gerçektir. Ne var ki, provokatörlerin bunlarla sınırlı olduğunu söylemek de mümkün değildir. Nitekim, filmi yapanların, finanse edenlerin, gösterime sokanların ve internette yayınlayanların tüm çabalarına rağmen, film bir ilgi uyandırmamış ve unutulmaya yüz tutmuştu. Film ilk kez geçtiğimiz Haziran ayında ABD’nin Los Angeles kentindeki bir sinemada küçük bir seyirci topluluğuna gösteriliyor ve gösterimlerin arkası tüm çabalara rağmen gelmiyor. Ardından Temmuz ayında memnuniyetsiz yapımcılar filmi YouTube’a koyarak internetten yayınlıyorlar ancak film internette de pek bir ilgi çekmiyor. Bunun üzerine yapımcılar filme Arapça seslendirme yapıp bu versiyonunu da internete koyuyorlar, ama “tık yok”. Bu pro-

12

vokatif filmin amacına ulaşmasını sağlayan zat, Mısır’dan çıkıyor. El-Nas adlı Mısır merkezli İslamcı bir uydu televizyon kanalında program yapan Şeyh Halid Abdullah filmi “keşfediyor”. Şaibeli ilişkilere sahip bu şahıs 8 Eylülde filmden bölümler yayınlıyor ve tüm Müslümanları protestoya davet ediyor, tabii ki en başta Mısır’da yaşayan Hıristiyanlara (Kıptiler) karşı! Böylece başlayıp yayılan protestolar kimi ülkelerde barışçı biçimlerde sürerken, kimi ülkelerde onlarca insanın öldüğü şiddetli çatışmalar yaşandı. 11 Eylül’ün yıldönümüyle de çakışan bu protestolar içerisinde en çok ses getireni elbette Libya’nın Bingazi kentindeki ABD büyükelçisinin ölümüyle sonuçlanan saldırı oldu. Daha sonra özellikle İslamcı hükümetlerin sözcülerinin “soğukkanlılık” çağrılarının da etkisiyle protestolar sönümlenmeye başladı. Ne var ki, bu tarz provokasyonların ne ilkiydi bu film, ne de sonuncusu oldu. Daha konu tümüyle kapanmadan bu kez Fransa’da, üstelik de sözkonusu filme verilen tepkileri alay konusu haline getiren ve yine İslam peygamberiyle ilgili cinsel imalar içeren karikatürler, “fikir özgürlüğü” kılıfıyla yayınlanıyor. New York metrosunda ise bilboardları, Filistinlileri ve onlar dolayımıyla Müslümanları barbar ilan eden İslamofobik afişler süslüyor, üstelik de ABD yüksek mahkemesinin onayıyla. Bu afişlerde şunlar yazıyor: “Uygar insan ile barbar arasındaki her savaşta uygar insanı destekle. İsrail’i destekle. Cihadı mağlup et.” Görülüyor ki, Müslüman ülkelerde yaşayan tüm in-


sayı: 91 • Ekim 2012

marksist tutum

sanları aynı çuvala dolduran, onları barbar, cahil, geri, cani, tahammülsüz ve hoşgörüsüz, rasyonel olmayan, ilkel tepkiler veren, kışkırmaya bahane arayan yaratıklar olarak resmeden İslamofobik girişimler giderek artacak ve pervasızlaşacaktır. Bu ırkçı ve faşist yaklaşımla varılmak istenen hedefi iki noktada özetlemek mümkün. Birincisi, emperyalist paylaşımın bugünkü temel önceliği olan Ortadoğu’ya askeri müdahaleyi psikolojik ve ideolojik olarak meşrulaştırmaya katkıda bulunmak. İkincisi, Batı ülkelerinde yaşayan Müslüman ülkelerden gelen göçmenleri hedef göstererek Batı işçi sınıfının birliğini bozmak ve faşist demagojiye daha güçlü bir zemin hazırlamak.

Emperyalist müdahalenin aracı olarak İslamofobi ABD emperyalizminin Suriye ve İran’a yönelik hesapları biliniyor. Bu hesapların barışçıl-diplomatik yollardan hayata geçirilemeyeceği de bilinen bir diğer gerçek. Ne var ki, her iki ülkeye karşı da askeri saldırılarda bulunabilmek için, kamuoyunun her türlü manipülatif araçlarla aldatılması, kandırılması ve bir savaşa onay verir hale getirilmesi gerekiyor. Bu ise her türlü emperyalist komplonun, yalan haber ve düzmece istihbarat raporlarının yanı sıra aynı zamanda ideolojik bir savaşı da zorunlu kılıyor. Bugüne dek hiçbir büyük emperyalist savaş yoktur ki, üstü çeşitli ideolojik gerekçelerle örtülmüş olmasın. Hatırlanacağı gibi Birinci Emperyalist Dünya Savaşında, kimi emperyalist güçler sömürge halklarının kurtuluşu için savaşa tutuştukları yalanına bel bağlamışlardı. İkinci Dünya Savaşı, özgürlük ve demokrasi için anti-faşist bir savaş olarak propaganda edilmişti. Bugün henüz genelleşmiş ve yaygınlaşmış olmasa da yürüyen yeni büyük emperyalist savaş, özgürlük ve demokrasi için “uluslararası terörizm”e karşı bir savaş olarak propaganda ediliyor ve bunun ideolojik arka planını da “Medeniyetler Çatışması” tezi oluşturuyor. Bu son noktada, çatışan bu medeniyetlerin mevcut kutup başları da şimdilik İslam ve Batı olarak resmediliyor. Durum bu olduğunda da, “Batı” dünyasında İslam düşmanlığı (İslamofobi) modern ve çağdaş geçinen Batı burjuvazisi ve onların siyasal temsilcileri aracılığıyla giderek daha da pervasızca körükleniyor. Bu noktada İslamofobi, Müslümanları tehlikeli insanlar olarak resmederek, bu “tehlike ve tehdidi” bertaraf edecek emperyalist girişimleri meşrulaştırıyor. Dahası, Müslümanları barbar ilan ederek, emperyalist müdahalelerde yüz binlerle katledilmesini normalleştirmekte, rasyonelleştirmektedir. Böylelikle Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de katledilen yüz binlerce insan kâğıt üstündeki bir rakamdan öte bir anlam taşımazken ve haber bülten-

lerinde ancak bu kadarıyla yer bulurken, çeşitli İslamcı örgütlerin saldırıları sonucu hayatını kaybeden her “uygar Batılı”, yaşamı büyük değer taşıyan, ardında bir hikaye bırakan bir insan olarak resmedilecektir. İsrail’e karşı mücadele veren Filistinlilerin bu “uygar” dünyadaki algılanış biçimi yeterli bir göstergedir. İslamofobik provokasyonların İslam coğrafyasında doğurduğu haklı tepkiler İslamcı radikaller tarafından Batı düşmanlığı zeminine çekildikçe (ki provokatörlerin beklediği de buydu), gerçekte Batı ülkelerindeki İslamofobik demagojinin değirmenine su taşınmış oluyor. Böylelikle din ve mezhep farklılıkları daha da körüklenebilecek ve bu gerekçelerle emperyalistlerin bölgeye “insani” kılıflı askeri müdahaleleri daha da kolaylaşacaktır. Sarıklı, cüppeli, uzun sakallı, kızgın ve öfkeli kalabalıkların elçiliklere saldırdığı, yakıp yıktığı seçmece abartılı görüntülerin döne döne ekranlara yansıtıldığı bir ortamda Batı’daki sıradan insanların bu görüntülere korkuyla yaklaşacağı ve tehdit algılamasının artacağı kesindir. Kendisini tehdit altında hissedenlerin bu tehdide karşı saldırıyı çok daha kolaylıkla benimseyip meşru gördüğü ise bilinen bir gerçek. Özellikle radikal İslamcı grupların başını çektiği gösterilerdeki manzara, “Arap baharı”nın çığrından çıktığı, bu gruplara müdahale edilmesi, ABD’nin elini çabuk tutarak İran ve Suriye’ye saldırması, Ortadoğu’ya ve İslam coğrafyasına bir an önce yeni bir şekil verilmesi vb. gerektiği şeklindeki emperyalist-militarist söylemlere güç ve meşruluk kazandıracaktır. Bu provokasyonda parmağı olduğu kesin olan İsrail ise Obama yönetimiyle arasına giren mesafeyi daraltmak, onun üzerinde daha güçlü bir basınç oluşturmak ve İran’a saldırı sürecini hızlandırmak için önemli bir fırsat elde etmiştir. Provokasyonu hazırlayanlar bu açıdan bakıldığında arzularına ulaşmış görünüyorlar. Dahası bu sayede ABD emperyalizmi, bölgede kendisiyle işbirliği yapmak isteyen muhafazakâr ya da açıkça İslamcı iktidarlara ya da güç odaklarına, emperyalizmin kontrolü dışında olan ya da o yöne meyleden bu tarz İs-

13


marksist tutum

lami grup ve hareketleri baskı ve daha sıkı denetim altına almayı dayatmaktadır. Ve bu yerli burjuva güçler hiç beklemeden bu basınç doğrultusunda itidal çağrıları yapmaya ve bu tür hareketleri daha fazla kontrol altına almaya girişmişlerdir. TC başbakanının bu doğrultudaki çağrıları, Suudi Müftünün ABD dostluğunu vurgulayan fetvaları, Libya’daki hükümetin İslamcı güçlerin milislerini silahsızlandırmaya girişmesi gibi gelişmeleri böyle okumak gerekir. Bunların içinde en çarpıcı olanlardan biri de, Fettullah Gülen ve tarikatının Amerikan emperyalizminin elçisi için taziye kuyruğuna girip derin üzüntülere gark olmasıydı. İslam kardeşliği demagojisiyle her fırsatta yoksul emekçileri aldatan bu zevatın emperyalizm yardakçılığı bu vesileyle de ortaya çıkmış oldu.

Faşist demagojinin zemini olarak İslamofobi İktisadi kriz ve emperyalist paylaşım kavgası şiddetlendikçe, emperyalist ülkeler kendi içlerinde yükselecek sınıf mücadelesine karşı güvenlik önlemlerini arttırıyor, yeni anti-demokratik yasalar çıkarıyor, işçi sınıfını daha da bölüp parçalamaya dönük girişimlere hız veriyorlar. İşte ABD ve AB’de giderek körüklenen İslamofobi, bu açıdan bu ülkelerin iç politikasında da önemli bir kaldıraç oluyor. Dışarıda olduğu kadar içeride de İslam’dan kaynaklı bir tehlike ve tehdit algılaması yaratılıyor. Üstelik bu kez tehdit kendi içimizde denilerek emperyalist metropollerdeki Müslüman göçmenler hedef gösteriliyor. Bir taraftan Müslümanları rencide edici uygulama ve yeni yasaklar gündeme taşınırken, diğer taraftan bu bahaneyle yeni anti-demokratik uygulamalarla işçi sınıfının devrimci mücadelesinin önüne yeni engeller dikiliyor. Öte yandan faşist çeteler, Müslüman göçmenlere karşı düzenledikleri saldırılarla gelecekte uygulayacakları karşı-devrimci misyonun pratiğini yapıyorlar. Bugün İslamofobi, geçmişte faşist ideolojinin popüler söylemi olan Yahudi düşmanlığının (anti-semitizm) yerini almıştır ve diğerine kıyasla çok daha büyük bir etki yaratabilme potansiyeline sahiptir. Bu noktada Avrupalı Marksistlerin önünde ırkçılığa, göçmen düşmanlığına ve İslamofobiye karşı mücadele görevi durmaktadır. Bu görevden şu ya da bu gerekçeyle yan çizmek, yükselen faşizm tehdidine ve emperyalist savaşa karşı mücadele görevinden yan çizmek anlamına gelecektir. “Etnik farklılıktan çok daha ayrıştırıcı, çok daha katılaşmış ve çok daha zor eritilebilecek bir faktör olarak dini farklılıklar, baskılar ve ayrımcılık konusunda Marksistlerin son derece duyarlı olmaları şarttır. Bu noktada dini azınlıklara uygulanan ayrımcı, dışlayıcı, küçümseyici, yasakçı, aşağılayıcı vb. tüm uygulamalara karşı her daim uyanık olmak, bu ayrımcılığa karşı sistematik bir mücadele yürütmek devrimci siyasal mücadelenin görevleri arasındadır. Bu konu-

14

Ekim 2012 • sayı: 91

da üzerine düşen görevleri hassasiyetle yerine getirmeyen bir devrimci hareketin, halklar arasındaki kardeşliği ve proletarya enternasyonalizmini savunmasının özellikle ezilen azınlık ya da ulusun emekçi kitleleri nezdinde pek bir inandırıcılığı kalmayacaktır. Bu da demek oluyor ki, Avrupa’daki sosyalistlerin önünde İslamofobiye karşı sistematik bir mücadele görevi duruyor. Yükselen ırkçılığa ve İslamofobiye karşı mücadele görevi aslında faşizme karşı mücadele görevinin bir parçasıdır. Ne var ki, bilhassa Avrupa solunda, faşizm tehlikesini küçümseyen, onu geçmişin karanlığında kalmış ve bir daha yaşanmayacak bir kâbus olarak görenlerin sayısı hiç de az değil ve üstelik böyleleri kendilerine Marksist sıfatını da yakıştırabiliyorlar.” (Oktay Baran, “Minare Yasağı, İslamofobi ve Görevlerimiz”, MT, no: 58) Bugün Avrupa sosyalist ve işçi hareketinin bu görevi layıkıyla yerine getirebildiğini söylemek güç. Dahası sendikal bürokrasinin yanı sıra kimi sosyalist geçinen çevreler bile, azınlıklara, göçmenlere ve Müslümanlara dönük anti-demokratik, ayrımcı, aşağılayıcı uygulamalara ses çıkarmamakta ve kimi durumlarda en akıl almaz gerekçelerle bu tür uygulamaları desteklemektedirler. Kadın hakları gerekçesiyle başörtü yasağının arkasında duranların ya da “fikir özgürlüğü” gerekçesiyle İslamofobik provokasyonların yarattığı tepkiyi “gereksiz ve aşırı” bulanların tavrı hiç de hayra alamet değildir. Hele ki, geçmişin sömürgeci gücü olan ve ellerinde diğer halkların yanı sıra Müslüman halkların da kanı bulunan emperyalist ülkelerde yaşadıkları halde, ezen ve ezilen arasındaki farkın üstünden atlayarak, İslamofobiye karşı uzlaşmaz bir mücadeleyi yükseltmek yerine çubuğu esas olarak dine karşı “mücadele görevi”ne bükenler en hafifinden politik körlük içindedirler. Bu tutum sonuçta emperyalizmin değirmenine su taşımak anlamına gelmektedir. Kuşku yok ki, Marksistler fikir ve ifade özgürlüğünü temel bir demokratik hak olarak savunurlar. Genel olarak din, din felsefesi ve

mistisizmi bilimsel temellerde eleştirme hakkını kısıtlamaya dönük girişimlerin kabul edilir bir tarafı yoktur. Ne var ki, genel olarak dini ya da özelde şu ya da bu dini bilimsel temellerde değerlendirip eleştirmek başka bir şeydir, insanların dini duygularıyla alay etmek, onların kutsal saydıkları değerlere hakaret edip aşağılamak, bu temelde açıkça provokasyonlara girişmek bambaşka bir şeydir. Gerek karikatür


sayı: 91 • Ekim 2012 Geçtiğimiz yıl, Mübarek iktidarını yıkan kitlelerin birliğini parçalamaya dönük provokasyonlara karşı Müslümanlar saldırıya uğrayan Kıpti kiliselerini korumak için onların çevresinde etten duvar ördüler ve Kıptilerle omuz omuza mücadele verdiler

krizinde gerekse de film meselesinde, konunun “ifade özgürlüğü” ile bir ilişkisi yoktur, sözkonusu olan düpedüz aşağılama ve hakarete dayanan bir provokasyondur, emperyalist planlarla sıkı sıkıya bağlantılı gerici, emperyalist bir saldırıdır.

İslamofobi ve radikal siyasal İslam Her provokasyon, sadece provokatörlere (kışkırtıcılara) değil, aynı zamanda kışkırtılmak için psikolojik açıdan hazır bir kitleye de ihtiyaç duyar. İslamofobik provokasyonlarda, uygun malzemeyi sağlayan Batı dünyasının ırkçı faşist provokatörleri radikal siyasal İslamcı önderliklerin bu provokasyonlara çanak tutan demagojileri sayesinde, yoksul Müslüman kitleleri galeyana getirmekte hiç de zorluk çekmiyorlar. Batı dünyasının İslam düşmanları ile İslam dünyasının gerici odakları aslında genel bakış açısı ve yöntemde birbirlerinin kopyalarıdırlar. Her ikisi de hem Batı toplumlarını hem de İslam dünyasını, homojen, dini değerler temelinde bütünleşmiş, ötekine karşı çıkar ortaklığı olan topluluklar olarak resmetmektedir. Her ikisine göre de sözkonusu olan “medeniyetler ve kültürler” arası bir çatışmadır. Her ikisinin gözünde de gerek kendi toplulukları gerekse de öteki topluluklar içinde sınıfsal ayrışma ve kutuplaşmalar ya yoktur ya da önemsiz ve konu dışıdır. Onlara göre hem kendi toplulukları içindeki hem de dünya çapındaki gerilim ve çatışmaların temelinde sınıf mücadelesi değil, dinler mücadelesi yatmaktadır. Bu bakış açısı, hem sınıflar arasındaki mücadelenin din kardeşliği temelinde sona erdirilmesini talep ettiğinden, hem de emekçi sınıfları din temelinde bölüp ayrıştırmaya ve böylelikle de güçsüz düşürmeye yol açtığından, kapitalist dünyaya hükmeden burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmektedir. Halbuki yaşadığımız dünyanın nesnel gerçekliği bu dinci demagojiyle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. Gerek İslam dünyasında gerekse de Batı dünyasında, ezenlerle ezilenler, sömürenlerle sömürülenler arasında kalıcı bir uzlaşmanın yaşandığına hiç şahit olmadık ve olmayacağız da. Ama tüm siyaset tarihi, hangi dinden olursa olsun ezen ve sömürenlerin, yine hangi dinden olursa olsun

marksist tutum

ezilen ve sömürülenlere karşı işbirliğinin ve ortaklıklarının örnekleriyle doludur. Yine sınıf mücadelesinin tarihi göstermektedir ki, mücadelenin yükseldiği ve devrimci bilinç ve örgütlülüğün güçlü olduğu dönemlerde emekçiler dinsel, mezhepsel, ırksal, ulusal, etnik, cinsel önyargı ve ayrımları aşıp tek vücut olarak davranabilmekte, örgütlenebilmekte ve mülk sahibi sınıflara karşı ortak bir mücadele yürütebilmektedir. Aslında her büyük grev ve direniş bu gerçeğin nüvelerini sergilemektedir. Son TEKEL direnişi bunun somut bir örneğiydi. Yine güzel örneklerinden birini, geçtiğimiz yıl Mısır’da Mübarek iktidarını yıkan kitle gösterileri içinde Müslümanlarla Hıristiyanların omuz omuza duruşunda gördük. Mübarek iktidarı yıkıldıktan sonra bu birliği parçalamaya dönük provokasyonlara karşı Müslümanların saldırıya uğrayan Kıpti kiliseleri korumak için onların çevresinde etten duvar ördüğüne şahit olduk. Biliyoruz ki, Batı işçi sınıfını da zehirleyen İslamofobi güçlendikçe, bunun bir yansıması olarak Müslüman emekçi kitleleri zehirleyen siyasal İslamcı demagoji daha da güç kazanmaktadır. Tüm İslam coğrafyası bugüne kadar emperyalist güçlerin ya da diğer yerli egemen sınıfların uyguladığı baskılardan, katliamlardan, aşağılanmadan, hor görülmeden, ezilmeden, sömürü, talan, yağma ve yoksulluktan nasibini fazlasıyla almıştır. Üstelik bunlar yalnızca uzak bir geçmişin acı hatıraları olarak değil, her gün yaşanıp tekrarlanan güncel olgular olarak emekçi kitlelerin bilincine nakşetmiştir. Yabancı ya da yerli egemenlerin İslam düşmanlığıyla pekiştirdikleri sömürü ve baskı, zaten büyük bir bölümü geri kapitalist ülkeler olan ve bunun da doğal bir sonucu olarak dini değerleri halen güçlü olan bu ülkelerin emekçilerinde, genel bir Batı düşmanlığı ve dini değerlere daha da sıkı sarılma ihtiyacı doğurmaktadır. İslamofobik provokasyonlar, gerici İslamcı önderliklere, bu yanlış bilinci suistimal ederek kitleleri harekete geçirmek, kendilerine yeni kadro ve güçler devşirmek için bulunmaz fırsat sunmaktadır. Gerçekte her ikisi de mülk sahibi sınıfların bir ifadesi olan bu iki akım aslında birbirini besleyerek büyümektedir. Her ikisinin de bu denli rahat büyümesinin temelinde ise gerek Batı’da gerekse İslam dünyasında, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünün geri düzeyi, devrimci proleter partilerin yokluğu yatmaktadır. Emekçi yığınları dinsel ayrımcılığın çıkmaz sokaklarına sürükleyip parçalayan ve takatsiz bırakan bu ikilemi ortadan kaldırmanın tek yolu da devrimci sınıf bilinci ve örgütlülüğünü güçlendirmekten geçiyor.

15


Savaş Harcamaları Artıyor Kemal Erdem

D

evletlerin bütçe harcamaları egemenlerin politik tercihlerini yansıtır. Hangi sektörlere ne kadar teşvik dağıtıldığı, hangi vergilerin arttırıldığı ya da hangi vergilerde indirime gidildiği, hangi bakanlıkların hangi harcama kalemlerinin bütçeden ne kadar pay aldığı, doğrudan doğruya hükümetlerin iç ve dış politika tercihlerinin sonucudur. TC’nin savaş bütçesi 2012 yılının ilk altı ayında ciddi artışlar gösterdi. Milli Savunma Bakanlığı’nın 2012 yılı bütçesi 18 milyar 230 milyon TL olarak belirlenmişti. Ancak savaş harcamaları bu belirlenen bütçeyle sınırlı kalmadı. Örtülü ödenek harcamalarında da rekor düzeyde artış gözleniyor. Maliye Bakanlığı verilerine göre “güvenlik” ve “savunma” amaçlı mal ve hizmet alımları bu yılın ilk 6 ayında 733 milyon TL’ye ulaşmış. Kamuoyunda örtülü ödenek olarak bilinen, Maliye’nin kayıtlarında “gizli hizmet giderleri” olarak geçen harcama kalemi 2012 yılının ilk 6 ayında geçen yıla göre %46’lık artışla 431 milyon TL’ye yükselmiş. Bir yıl öncesine göre 135 milyon TL artış gösteren bu gizli harcamalar sadece Başbakanlığa ait değil. Başbakanın emriyle gerekli görüldüğü takdirde başta MİT olmak üzere farklı bakanlık ya da müsteşarlıklar da örtülü ödenekten yararlanıyor. Bütçeden “güvenlik” için ayrılan pay Milli Savunma Bakanlığı bütçesiyle sınırlı değil. 2012 yılı bütçesinden Jandarma Genel Komutanlığı 4 milyar 900 milyon, Emniyet Genel Müdürlüğü 12 milyar 100 milyon, Sahil Güvenlik 376 milyon TL alıyor. Devletin, kendi düzeninin güvenliği için 2012 yılı bütçesinden kolluk güçlerine akıttığı para 36 milyar TL’yi buluyor. Bu rakam devletin 2012 bütçesinin %10’unu aşmaktadır.

16

AKP’nin seçimleri kazanarak hükümete geldiği 2002 yılında MSB bütçesi 8 milyar 200 milyondu. 10 yılda bu bütçe rakamsal olarak 2 katından biraz fazla artış göstermiş. Emniyet Genel Müdürlüğü bütçesi ise 2002 yılında 2 milyar 400 milyon TL idi. Son 10 yılda o da yaklaşık 5 kat artmıştır. Savunma Bakanlığı bütçesi rakamsal olarak yaklaşık 2 kat artarken Emniyet Genel Müdürlüğü bütçesinin rakamsal olarak 5 kat artması tesadüf değildir. Hükümet, İçişleri Bakanlığı vasıtasıyla Emniyet Müdürlüklerine kendi kadrolarını süratle atayabilmekte ve polis teşkilatının üst yönetimine doğrudan müdahale edebilmektedir. Oysa ordu hiyerarşisinde atamalar Yüksek Askeri Şura başta olmak üzere kendi iç bünyesindeki kurumlarca gerçekleştirilmektedir. Hükümet bu atamalara ancak dolaylı yoldan ve sınırlı bir müdahalede bulunabiliyor. Polis teşkilatının orduyla kıyaslandığında daha fazla kayırılmış olması AKP hükümetinin siyasi ihtiyaç ve tercihlerini yansıtmaktadır. Geçtiğimiz yıllar boyunca AKP ile askeri bürokrasinin iktidarda daha fazla söz sahibi olmak üzere çekişmesi, AKP hükümetinin doğrudan kendi emri altında tutabileceği silahlı gücü arttırmaya ihtiyaç duymasının en temel sebebiydi. Öte yandan polis teşkilatının bu derece güçlendirilmesinin burjuva hükümetin kendisini iç tehditlere karşı koruma refleksini de yansıttığı açıktır. Burjuvazi bir bütün olarak polisin tahkim edilmesinden memnundur. Türkiye’de orduya ayrılan bütçe burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından dönem dönem tartışma konusu edilmiştir; ancak polis teşkilâtının bütçesi nedense burjuvazinin hiçbir kesimi tarafından tartışma konusu edilmemiştir. Başlangıçta da belirttiğimiz üzere egemenlerin kolluk


sayı: 91 • Ekim 2012

güçlerine akıttığı para resmi bütçe rakamlarıyla sınırlı değil. Örtülü ödenekler, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Fonu gibi ek parasal kaynaklar da kolluk güçlerinin hizmetine sunulmaktadır. Kürt illerinde savaşın şiddetlenmesi, savaş için ayrılan bütçenin nasıl kullanıldığını da doğrudan doğruya etkilemiştir. Örneğin geçen yılın ilk 6 aylık döneminde mermi ve bomba gibi silah mühimmatına harcanan para 15 milyon TL iken, bu yılın ilk 6 ayında bu rakam birden bire 123 milyon TL’ye yükselmiştir. Silah mühimmatına ödenen paranın 1 yıl içinde tam 8,5 kat artmış olması, geçen yılın aynı dönemine göre Kürt ulusal mücadelesine karşı yürütülen haksız ve kirli savaşın ne kadar şiddetlendiğini kanıtlamaktadır. MİT bünyesinde istihbaratçılara ödenen para da 216 milyon TL’den 265 milyon TL’ye çıkartılmıştır. Uçak, tank, helikopter ve zırhlı araçların bakım onarımına harcanan paraysa 102 milyon TL’den 130 milyon TL’ye çıkmıştır. Bu artışlar da TC egemenlerinin iç ve dış politika tercihlerini açıkça göstermektedir. “Komşularla sıfır sorun” politikası geride kalmıştır. Ortadoğu’da emperyalist savaş rüzgârları esiyor. TC egemenleri kurtlar sofrasından daha fazla pay kapabilme hevesiyle gerilimi yükselten saldırgan bir siyaset izliyorlar. TC, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerle birlikte Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi için Özgür Suriye Ordusu’na her türlü desteği sunmaktadır. Egemenler Suriye’deki muhalif güçlere para ve silah akıtıyor. Hatay’da ve İstanbul’da kurulan kamplarda muhalif militanlar eğitiliyor. Geçtiğimiz haftalarda CHP milletvekilleri Hatay’daki sözde mülteci kampına girmek istedi. Ancak İslamcı militanların eğitildiği bu kamplara milletvekillerinin bile girişine izin verilmedi. Konu Meclis’te de gündeme geldi. Başbakan mülteci kamplarına milletvekillerinin sokulmamasıyla ilgili olarak “oralar yolgeçen hanı değil” dedi. Erdoğan, CHP’li vekillerin kamplara sokulmaması tavrının arkasında durdu.

Suriye Kürdistanı’nda özerk yönetim TC, Suriye sınırında özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgeleri işgal ederek tampon bir askeri bölge oluşturma isteğini dillendiriyordu. Bu adımı atabilmek için yeterli uluslararası desteği bulamadı. TC, hem Suriye pastasından daha fazla pay kapmak hem de Irak’taki gibi bir Kürt özerk bölgesinin oluşmasının önüne geçmek istiyordu. Ne var ki Suriye Kürdistanı’nın özerklik yolunda ilerlemesine engel olamadı. Bu gelişme, sadece TC’nin resmi sınırlarının öte yanında değil, kendi sınırları içerisinde de bundan böyle işinin hiç de kolay olmayacağına işaret ediyor. AKP askeri bürokrasinin gücünü yeterli ölçüde kırdığına ve kendi lehine yeni bir denge kurduğuna emin olduğu andan itibaren Kürtlere yönelik geleneksel politikalara doğru bir dönüş yapmıştır. Demokratikleşme vaatleri,

marksist tutum

Kürt sorununu çözme, hatta Kürt halkını temsil etme iddiaları mazide kalmıştır. Bugün AKP’nin, devletin Kürtlere yönelik geleneksel inkâr ve imha siyasetinin çerçevesini pek değiştirmediği herkesin malûmudur. AKP’nin Kürt sorununu çözeceğini zanneden liberal burjuva çevreler hüsran yaşamaktadır. Suriye’deki Kürt örgütleri iç savaşın başından bu yana gerek Esad yönetimine gerekse de ABD emperyalizminin güdümünde hareket eden Özgür Suriye Ordusu’na mesafeli durdular. Esad artık Suriye’nin bütününe hâkim olamayacağını bildiğinden hiç değilse Suriye’nin bir bölümünde kendi iktidarını sürdürebilecek bir manevra yaptı ve Suriye’deki Kürt bölgelerinden askeri güçlerini çekti. Suriye Kürdistanı’nda PKK’nin ve Barzani’nin öncülüğünde birleşen Kürt örgütleri yaklaşık 3 milyon Kürdün yaşadığı bölgede fiilen özerkliği kurmaya giriştiler. TC egemenlerinin kâbusları gerçek oldu. Ancak TC, Suriye Kürdistanı’nı işgal edip özerkliği boğma girişiminin fiyaskoyla sonuçlanma riskinin yüksek olması nedeniyle böyle bir adım atamıyor. AKP hükümeti yıllar önce Kandil’i fethetme sevdasıyla Irak sınırının içlerine doğru büyük bir askeri operasyona girişmişti. Kamuoyunda milliyetçilik pompalanmış, şovenizmin etkisi altına giren kitlelerde büyük zafer beklentileri yaratılmıştı. Ancak birkaç gün içinde ordu ağır kayıplar vermiş, ilerleyememiş ve geri çekilmişti. O zaman da TC’nin geri çekilebilmesi için imdadına ABD yetişmişti. Buna rağmen yenilgi, burjuva siyaset alanında tam manasıyla kısa süreli bir kaos yaratmıştı. Burjuva siyasetçiler şaşkın bir biçimde birbirlerini suçlamaya girişmişti. Bu karmaşa kamuoyundan gizlenmeye çalışılmış, ama yine de bozgun yaşamanın getirdiği ruh hali siyaset arenasını dikkatli takip eden gözlerden gizlenememişti. Sınıf bilinçli işçiler emperyalist savaşa da, kardeş Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşa da karşıdır. Burjuvazi kendi ekonomik ve siyasi çıkarları uğruna işçi ve emekçi çocuklarının canlarını savaş alanlarına sürmektedir. Yoksul emekçilerden kendi evlatlarını feda etmeleri, üstelik bununla gurur duymaları isteniyor. Örgütlenen ve bilinçlenen işçi sınıfı kendi çocuklarını haksız savaşlar için feda etmeyecektir. Burjuvazinin çıkarları için ölmeyi de öldürmeyi de reddedecektir. Burjuva devlet işçi sınıfının sömürüsünden vergiler yoluyla önemli bir pay almaktadır. Bu paranın önemli bir kısmı savaş bütçesi olarak harcanıyor. Örtülü ödenekler kontrgerilla örgütlerine ya da Suriye örneğinde olduğu gibi yandaş silahlı çetelere aktarılabiliyor. Kendilerinden kesilen vergilerin bu tür karanlık işlerde kullanılmasına karşı çıkmak; toplanan vergilerin daha fazla bomba ve mermi için değil, parasız eğitim, parasız sağlık, parasız ulaşım ve parasız konut gibi işçilerin temel ihtiyaçlarının giderilmesi için harcanmasını talep etmek, işçi sınıfının en doğal hakkıdır. www.marksist.com sitesinden alınmıştır

17


Üniversite Har(a)çları ve Eğitimde Özelleştirme Adımları Gülhan Dildar

Y

eni öğretim yılı başlarken, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç büyük bir sevinçle harçların kaldırıldığı müjdesini verdi. Bakanlar Kurulu’nun yayınladığı kararnameye göre, 2011-2012 öğretim yılında birinci öğretimde okuyan 1 milyon 524 bin 380 ve açıköğretimde okuyan 1 milyon 951 bin 494 öğrenci olmak üzere yaklaşık 3,5 milyon öğrenci için harçlar kaldırıldı. Fakat ikinci öğretimde okuyan ve okulunu zamanında bitiremeyen öğrenciler bu kararnamenin kapsamı dışında bırakıldı. Gerekçe olarak da birinci öğretim ve açıköğretim için kanunda geçen tabirin “katkı payı ve harç”, ikinci öğretimde ise “öğrenim ücreti” olması gösterildi. Yıllardır har(a)çlarla soyulup soğana çevrilen öğrencilere ve ailelerine “müjde” veren Bülent Arınç, sıra birinci öğretimlere göre kat kat fazla harç ödeyen ikinci öğretimdeki öğrencilere gelince yasanın değiştirilmesi gerektiğini söylüyordu: “Öğrenim ücreti, katkı payı olmadığı için ayrıca bir kanun çıkarılması gerekmektedir. Şu anda kararnamemizin içinde katkı payları ve harçlar bulunmaktadır.” Sanki söz konusu olan işçi ve emekçilerin haklarına el koymak olunca bir gecede diledikleri yasayı çıkaranlar, kişiye özel yasalar çıkartarak yargılanmaların önüne geçen veya diledikleri kişileri içerden çıkaranlar kendileri değilmiş gibi! Ya da sanki ellerinde kanun değişikliğini gerçekleştirecek güç yokmuş gibi! Madem herkes için parasız ve eşit eğitim savunuluyor, öyleyse neden harçların tamamı kaldırılmıyor? 31 yılı aşkın süredir 12 Eylül faşizminin ürünü olan YÖK’ün cen-

18


sayı: 91 • Ekim 2012

deresi altında olan üniversitelerde eğitim, bir yandan bilimsel olmaktan daha da uzaklaşmış, diğer yandan ise ticarileştirilip paralı hale getirilmiştir. YÖK’ün kuruluşuyla birlikte devlet üniversitelerinde öğrencilerden harç alınmaya başlanmış ve yıllar içerisinde bunun miktarı katlanarak artmıştır. Eğitim için toplandığı iddia edilen vergilere rağmen, bu yıla kadar toplanan har(a)çların miktarlarına kat kat zamlar yapılmıştır. Anayasaya göre sözümona “herkese eşit eğitim hakkı” tanınırken, fiiliyatta ise eğitim toplumun sadece belli bir kesiminin hakkı haline getirilmiştir. İşçi ve yoksul emekçi aileleri açısından eğitim bir lüks haline gelmiştir. Eğitimdeki fırsat eşitliği ise sadece kâğıt üzerinde kalan boş bir aldatmacadan ibarettir. Devrimci, ilerici öğrenciler yıllarca üniversitelerin ticarethaneye dönüştürülmesine, eğitimin paralı hale getirilmesine karşı mücadele vermiş ve har(a)çların kaldırılmasını savunmuşlardı. 80’li yıllardan beri çeşitli eylemlerle sürdürülen bu mücadele, her aşamasında devletin ve YÖK’ün güdümündeki üniversite yönetimlerinin pervasız saldırılarına uğradı. “Harçlara Hayır” pankartı açtıkları için öğrencilerin evleri basılıyor, gözaltına alınıyor, yıllarca tutsak ediliyor ve işkencelerden geçiriliyordu. Böylece hakkını aramak isteyen diğer öğrencilerin de gözü korkutulmak ve sindirilmek isteniyordu. Keza 2010 yılında sözde Roman açılımı sürecinde, Başbakan Erdoğan’ın katıldığı kurultayda “Parasız eğitim istiyoruz, alacağız” pankartı açan öğrenciler de yine tutuklandılar. Üstelik pankart açan öğrenciler “silahlı örgüt üyeliği” iddiasıyla yargılandılar. Yüzlerce öğrenci parasız eğitim hakkını savundukları için yıllar boyu tutuklu kaldı, haklarında soruşturmalar açıldı, okuldan uzaklaştırma cezaları aldı. Şu an hâlâ yüzlerce öğrenci cezaevlerinde tutuklu bulunmakta. Peki en ufak bir hak arama eylemine dahi tahammülü olmayan AKP, niye durup dururken üniversite harçlarını kısmi de olsa kaldırmıştır? Başbakan Erdoğan partisinin MYK’sında harçların kaldırılmasını gündeme getirirken, iki yıllık yüksekokullardan doktora düzeyine dek 4 milyona yakın üniversite öğrencisinin yıllık harçlarının 1,1 milyar lira tuttuğunu, harç paralarının öğrenciler üzerinde ciddi bir yük oluşturduğunu ve sık sık eylem konusu olduğunu belirtmişti. Erdoğan, çalışma yapılması için bakanlarına talimat vermişti. AKP’nin harç paralarını kaldırmaktaki amacının, elbette ki ailelerin omuzlarındaki yükü kaldırmak olmadığı, aksine işçi-emekçi kitlelerin ağzına bir parmak bal çalıp onları kendi çıkarları doğrultusunda aldatmak olduğu aşikârdır. Erdoğan, bir taraftan yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri, diğer taraftan tırmandırılan emperyalist savaş konjonktüründe partisine ve kendisine olan desteği kaybetmemek ve prim toplamak istemektedir. Erdoğan tam da burjuva siyasetçilere yaraşır bir ikiyüzlülükle, harçların kaldırılmasını kendi lütuflarıymış gibi sunuyor. Oysa devrimci öğrenciler her türlü baskıya rağmen onyıllardır parasız eğitim mücadelesi vermiştir ve bu

marksist tutum

talebin geniş bir tabanda karşılık bulduğunun gayet farkında olan Erdoğan da bu durumu kendi açısından fırsata dönüştürme çabası içerisine girmiştir. AKP öğrencilerin eğitim hakkı üzerinden prim toplamaya çalışadursun, ikinci öğretim öğrencileri ve gerçek anlamda parasız eğitimi savunan devrimci öğrenciler, çıkartılan kararnamenin ikinci öğretimleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi talebiyle çeşitli eylemler gerçekleştirdiler. Ancak ben yaparsam olur kibriyle davranan AKP, kolluk güçlerini birçok ilde eylemci öğrencilerin üzerine salmaktan geri durmadı. Üstelik burjuva medya aracılığıyla da bol bol parlatılan “parasız eğitim”in yalandan ibaret olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Kayıt yaptırmaya giden açıköğretim öğrencileri, kayıt sırasında herhangi bir para ödemeleri gerekmeyeceğini düşünürken, kitap vs. giderleri bahanesiyle “öğrenim gideri” adı altında para ödemeye devam etmek zorunda oldukları gerçeğiyle yüz yüze kaldılar. Sonuçta açıköğretim öğrencilerinden örneğin önceki yıl 250 lira harç parası ödeyenler, hepitopu 45 liralık bir indirimle 205 lira “öğretim gideri” ödemeye mecbur edildiler.

Harçların kaldırılması parasız eğitim için yeterli değildir Harçların kaldırılması yukarıda da bahsi geçtiği üzere bütçeye sadece 1 milyar lira civarında bir yük getirmektedir ki, bu da 18 milyar liralık Milli Savunma Bakanlığı bütçesi düşünüldüğünde karşılanamayacak bir tutar değildir. Burjuvalar için kaale alınmayacak kadar küçük rakamlar olan harçlar, emekçi ailelerin üzerinde ciddi bir yük teşkil etmektedir. Harç parasını ödeyemediği için okulunu bırakmak zorunda kalan, hatta intihara kadar sürüklenen öğrenci sayısı hiç de az değildir. Ayrıca öğrencilerin üzerindeki yük sadece harç paraları değildir. Ulaşım, barınma, yemek, kitap vb. ücretleri öğrenciler ve aileleri için büyük bir külfettir. Öğrenciler masraflarını karşılayabilmek için çeşitli işlerde çalışmakta, Kredi Yurtlar Kurumunun geri ödemeli kredilerine başvurmakta, burs alabilmek için kırk takla atmaktalar. Eğitimin gerçek anlamda parasız olması, tüm bu ihtiyaçların bedelsiz olarak sağlanmasıyla mümkün olabilir ancak. Elbette ki bölümüne göre değişiklik gösteren ve yüzlerce lirayı bulan harçların kaldırılması önemlidir. Ne var ki yeterli değildir ve parasız eğitim mücadelesini yürüten öğrenciler için asla bir sus payı olarak kabul edilemez. Üniversitelerin her geçen gün birer ticarethaneye dönüştüğü gerçeği, yeni uygulamalarla daha da gün yüzüne çıkmaktadır. Son olarak, üniversiteye kaydolan öğrencilere kimlik kartlarının üniversite kampüsleri içerisindeki banka şubelerinden verilmesi uygulaması devreye sokulmuş durumda. Öğrencilerin normalde okula ve sınavlara girişlerde öğrenci olduklarını göstermek amacıyla kullandıkları öğrenci kimlik kartları, üniversite senatolarının bankalar-

19


marksist tutum

la yaptıkları protokollere göre banka kartı olarak da kullanılıyor. Şu ana kadar 23 üniversite ve son olarak da on binlerce öğrencisi bulunan İstanbul Üniversitesi, kimlik kartlarının banka kartı olarak kullanılabildiği bu uygulamayı devreye soktu. Okul içerisinde spor salonu, kütüphane gibi birçok alandan faydalanmak için bu kartın gösterilmesi zorunlu. Ayrıca okulun yemekhanesinden yemek yiyebilmek için de bu kartlara para yüklenmesi gerekiyor. Üniversite senatoları tarafından öğrencilerden hiçbir şekilde izin alınmaksızın bankalara öğrencilerin kimlik bilgileri veriliyor ve öğrenciler protokol imzalanan bankaların zoraki olarak müşterisi haline getiriliyor. Daha şimdiden bankalar tarafından öğrencilerden hesap işletim bedelleri kesilmeye başlandı bile.

Özel üniversitelerin sayısı katlanarak artıyor Öğrencileri birer müşteri olarak değerlendiren bu uygulamalar her geçen gün beraberinde adım adım eğitimin özelleştirilmesini getirmektedir. YÖK sisteminde yapılmak istenen yeni değişikliklerle birlikte vakıf (özel) üniversitelerinin önü açılmak ve hatta devlet üniversiteleri yönetimleri mütevelli heyetlerine devredilmek suretiyle zamanla özelleştirilmek istenmektedir. Türkiye’de halihazırda 68 vakıf, 103 devlet üniversitesi bulunmaktadır ve bu vakıf üniversitelerinin 36’sı sadece İstanbul’da bulunmaktadır. İstanbul’da neredeyse her semtte bir özel üniversite açılmaktadır. Vakıf üniversiteleri bizzat devlet tarafından desteklenmekte ve vergi muafiyeti, arazi sağlanması gibi devlet üniversitelerine tanınan büyük olanaklardan da yararlanabilmektedirler. 1991’de YÖK yasasında yapılan değişiklikle vakıf üniversitelerinin açılması teşvik edilmiş ve yüksek öğrenim burjuvazi açısından kârlı bir yatırım alanına dönüşmüştür. 1992 yılında vakıf üniversitelerinin sayısı 2 iken, bugün hızla katlanarak 68’e ulaşmıştır ve 15 vakıf üniversitesi de devreye girmek için YÖK’ten onay beklemektedir. Vakıf Üniversiteleri Birliği temsilcileri hedeflerinin 2023’te vakıf üniversitelerinin sayısını devlet üniversitelerinin sayısına eşitlemek olduğunu söylüyorlar. Vakıf üniversitelerinde bugün 200 bin olan öğrenci sayısının 2023 yılında 575 bine çıkarılması hedeflenmektedir. Buna ek olarak yabancı öğrenci sayısının da 40 bine çıkarılması planlanmaktadır. Vakıf Üniversiteleri Birliği Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, Cumhurbaşkanından aldıkları referansa dayanarak cumhuriyetin 100. yılında eğitimin yüzde 20-25’ini vakıfların karşılayacağını söylemektedir. Ancak geçtiğimiz ay öğrencilerin üniversitelere yerleştirilmesiyle birlikte gerek devlet, gerekse de vakıf üniversitelerinde binlerce kontenjan boş kaldı. Üniversite sayısının artmasıyla birlikte üniversite yönetimleri öğrenci kapmak için kıyasıya bir yarış içerisine girecekler. Bir de “ulusal sınırlar içerisinde kalamayız, uluslararası ölçekte markalaşmış Türk üniversiteleri oluşmalı ki uluslararası

20

Ekim 2012 • sayı: 91

pazardan payımızı alabilelim” diyorlar. Eğitim sektöründe yer alan patronların da, ruhunu kapitalist sisteme satmış akademisyenlerin de ortak amacı kıyasıya rekabete dayanan bu sistem içinde var olabilmek için öğrenci avlamak ve kârlarına kâr katmaktır. Mütevelli heyetleri birer eğitimci, akademisyen gibi değil üniversitelerde serbest rekabetin önünün açılması gerektiğini söyleyen birer işadamı şeklinde konuşmaktadırlar. Görüyoruz ki, eğitim alanı burjuvazi için milyar dolarların döndüğü muazzam bir sektöre dönüşmüş ve metalaştırılmıştır. Eğitimin bir pazar haline gelmesi sadece yüksek öğretim aşamasında değil, eğitimin her aşaması için geçerlidir. Özellikle de dershanecilik gibi bir sektörün oluşmuş olması “paran kadar eğitim” anlayışını yaygınlaştırmıştır. Ancak son günlerde Başbakan Erdoğan, dershanelerin kapatılıp özel okullara dönüştürülmesini gündeme getirmiştir. AKP iktidarı uygulamaya koyulduğu 4+4+4 eğitim sistemiyle açığa çıkan okul ihtiyacını, özel okulları destekleyerek kapatmayı planlamaktadır. Hükümet kanadı özel okullara teşvikler getireceklerini, devlet okullarına sunulan imkânlardan özel okulların da yararlanmasıyla özel okul işletmeciliğinin dershaneler için de cazip hale geleceğini ve bu kurumların kapatılabileceğini söylemektedir. Atılan bu adımlar aynı zamanda AKP’nin eğitimde ciddi özelleştirme saldırıları olacağını da göstermektedir. AKP iktidarı uygulamaya koyulduğu 4+4+4 eğitim sistemiyle açığa çıkan okul ihtiyacını, özel okulları destekleyerek kapatmayı planlamaktadır. Hükümet kanadı özel okullara teşvikler getireceklerini, devlet okullarına sunulan imkânlardan özel okulların da yararlanmasıyla özel okul işletmeciliğinin dershaneler için de cazip hale geleceğini ve bu kurumların kapatılabileceğini söylemektedir. Atılan bu adımlar aynı zamanda AKP’nin eğitimde ciddi özelleştirme saldırıları olacağını da göstermektedir. Burjuvazi ve onun temsilcisi olan iktidar partileri toplumsal ihtiyaçlar temelinde değil, ekonomik rant ve kâr doğrultusunda planlar yapmakta ve hayata geçirmektedirler. Ne harçların kaldırılması, ne de dershanelerin kapatılması parasız eğitim doğrultusunda atılan adımlardır. Üstelik harçlara ilişkin düzenleme Bakanlar Kurulu tarafından sadece bu seneye ilişkin alınmış bir karardır. Dolayısıyla bu uygulamanın kalıcılığı meçhuldür. Yapboz tahtasına çevrilen eğitim sisteminde yarın nelerin değiştirileceği burjuva siyasetçilerin iki dudağı arasındadır. Sonuç olarak parasız eğitim mücadelesi bitmiş değildir. Toplumun her kesimine eşit eğitim hakkı tanınması, öğrencileri birer yarış atına dönüştüren sınavların kaldırılması, herkese anadilde, bilimsel, demokratik, parasız eğitimin sağlanması, bunun için mücadele yürüten devrimci tutuklu öğrencilerin serbest bırakılması talepleri güncelliğini korumaktadır.


2012 ABD Seçimleri Suphi Koray

A

BD, dünya çapındaki ekonomik ve siyasal çalkantılar eşliğinde 6 Kasımda yeni başkanını seçecek. Son iki yılda Arap coğrafyasında yaşanan ayaklanmalar, Müslümanlara hakaret içeren film provokasyonu sebebiyle yapılan ABD karşıtı gösteriler ve ekonomik krizin ABD halkını ittiği işsizlik ve yoksulluk, seçim yarışında öne çıkan konular. Ancak ABD halkı için şu anda en önemli sorun ekonomik durum. İşte bu yüzden hem mevcut başkan Obama hem de rakibi Cumhuriyetçi Mitt Romney seçmenin oyunu kazanmak için vaatlerinde ekonomiyi düzeltme meselesini ön planda tutuyorlar.

Obama yanılsaması Mevcut başkan Obama 2008’de seçimi kazanmış ve ABD’nin ilk siyah başkanı olarak tarihe geçmişti. Obama’nın temel söylemi “değişim” üzerine kuruluydu. Çünkü ABD’de, Bush’un 2000-2008 yılları arasındaki başkanlığı döneminde toplumsal sorunlar oldukça keskinleşmiş-

ti. “Bu 8 yıllık sürede, sınıflar arasındaki gelir uçurumu inanılmaz ölçüde büyüdü. Bugün (2008-S.K.) Amerika’da 20 milyona yakın insan işsiz ve 25 milyon kişi de geçici işlerde hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalışıyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 40 milyonu aştı. Yine 40 milyondan fazla Amerikalı sağlık sigortası olmadan yaşıyor. Bush döneminde, sadece imalat sanayiinde 2,5 milyon kişi işini kaybetti. Ücretler sürekli bir gerileme içinde. Ortalama bir işçi, geçimini sağlayabilmek için çalışma süresini her yıl dört hafta arttırmak zorunda. İşçi sınıfının borcu, gelirinin %110’una ulaşmış durumda. Kapitalistlerden her yıl yapılan 1-1,5 trilyon dolarlık vergi indirimi, işçi sınıfının sırtına ek yük olarak bindirildi. Devletin sosyal harcamaları ise alabildiğine kısıldı. Şirketler ve devlet bürokrasisi, gırtlağına kadar rüşvete ve dolandırıcılığa batmış halde.” (Kerem Dağlı, Amerikan Demokrasisi, MT, Nisan 2008) Böyle bir siyasi ve ekonomik ortamda Obama, Amerikan sermayesi tarafından allanıp pullanarak bir kurtarıcı

21


marksist tutum

olarak piyasa sürüldü. Elbette Amerikan emekçilerini kurtarmak için değil, büyük sermaye sahiplerini kurtarmak için Obama’nın yıldızı parlatılmıştı. Yoksulluk, işsizlik, sosyal güvencesizlik, evsizlik, suç oranlarında artış, Afganistan ve Irak işgalleri Amerikan emperyalizminin iç ve dış çelişkilerini keskinleştiriyordu. Amerikan burjuvazisi açısından önemli olan, bütün olumsuzluklara rağmen kitlelerin kapitalist düzenden umutlarını kesmemesiydi. Zaten Amerikan seçimleri Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasında gidip gelen bir sarkaç gibidir. Seçim sistemi öyle bir biçimde dizayn edilmiştir ki, bu iki partiden başka bir partinin veya bağımsız bir adayın seçimleri kazanması neredeyse imkânsızdır. ABD burjuvazisinin planına göre, Demokrat Partili siyah tenli Obama “değişim umudu” ile hem içerde Amerikan halkının öfkesini absorbe edecekti; hem de tüm dünyada gittikçe artan ABD düşmanlığını sona erdirecekti. “Değiştirebiliriz” sloganıyla seçimlere giren Obama, ABD’li askerlerin Irak’tan çekilmesini, ekonomik durgunluğa son vermek için yeni bir teşvik paketi, finans sektöründe yeni düzenlemeler, gelire göre artan oranlı vergilendirme vaat ediyordu. Ayrıca sağlık, eğitim gibi Amerikan emekçilerinin sorunlar yaşadığı konularda önemli değişiklikler yapma sözü veriyordu. Bütün bu vaatler savaştan, ekonomik krizden, finans kapitalin açgözlülüğünden ve yüksek vergilerden bıkmış Amerikan halkının büyük çoğunluğunun Obama’yı bir “kurtarıcı” olarak görmesine yetti. Nitekim Obama seçmenin %52’sinin oyunu alarak başkan seçildi. Peki, aradan geçen dört yıl boyunca ne oldu, vaatler yerine getirildi mi? Elbette hayır! Burjuvazinin temsilcisi Obama’nın işçi ve emekçilerin derdine derman olmayacağı baştan belliydi. Bütün dünyada olduğu gibi emperyalist piramidin tepesindeki ABD’de de seçimler, toplumun kendi temsilcilerini seçtiğini sandığı bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Adaylar, iktidara gelene kadar bin bir türlü vaatte bulunurlar. Ama bir kez iktidara gelindiğinde ise sözler unutulur, ya da göstermelik birkaç reformla durum geçiştirilir. Obama da Amerikan sisteminin bu kurallarının dışına çıkmadı. Öyle bir niyeti de yoktu zaten. Irak’tan ABD askerlerini çekeceğini vaat eden Obama, iktidara gelince bunu çeşitli şartlara bağlamaya başladı. Irak’tan çekilen askerler Pakistan ve Afganistan’a kaydırıldı. Irak’taki ABD askerlerinin “resmen çekilmesi” ancak 2011 yılının sonunda gerçekleşti. Medya Irak’tan son askerlerin de çekildiğini ilan ederken, bu askerlerin nereye gönderildiğinden pek bahsetmedi. Irak’tan çekilen bu 4500 asker Kuveyt’te konuşlandırıldı. ABD’nin yurtdışındaki askerlerinin sayısına baktığımızda askerlerin geri çekilmesi diye bir şey olmadığını açıkça görüyoruz. Savunma Bakanlığının 31 Aralık 2011 tarihli rakamlarına göre yurtdışında 196.248 ABD askeri aktif olarak görev yapıyor. Bu birçok ülkenin ordusundan daha büyük bir

22

Ekim 2012 • sayı: 91

orduya denk düşüyor. Üstelik ABD ordusunun resmi askerleri Irak’ı terk etmiş olsalar da, Blackwater (yeni adıyla Academi) gibi şirketlerin paralı katilleri Irak’ta cirit atmaya devam ediyor. Obama’ya barış umuduyla oy verenlerin hayal kırıklığı sadece Irak’taki askerlerin geri çekilmesiyle sınırlı kalmadı. Demokrat Obama, yıllık savaş bütçesini 680 milyar dolara çıkartarak ABD tarihinin en savaşçı başkanı oldu. Aynı Obama 2009 yılında Afganistan’a 33 bin asker göndermiş ve buna rağmen hemen ardından Nobel barış ödülüne layık görülmüştü. 2008 seçimlerinde de Amerikan halkı için en önemli mesele ekonomiydi. Seçimlere bir buçuk ay kala peşpeşe dev şirketler iflas etmiş, ekonomi çökmüştü. Bunun faturasını işsizlik, evsizlik ve yoksullukla ödeyen ABD’li emekçiler için başkan adaylarının ekonomik vaatleri büyük önem arz ediyordu. Çünkü ABD’li işçiler, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar dışında bir seçenek göremiyorlardı. Halkın içinden gelen adam portresi çizen Obama, ekonomik planlarıyla yeni işler yaratacağını ve ekonomiyi düze çıkaracağını iddia ediyordu. Obama seçimlerden sonra, daha başkanlık koltuğuna oturmadan* ilk iş olarak tekellerin yöneticileriyle toplantılar yaptı ve izleyeceği ekonomik politikanın detaylarını belirledi. Bu görüşmelerin sonucunda 2009 Ocağında daha başkanlığının ilk ayında 787 milyar dolarlık teşvik paketi imzalandı. Bu paketle birlikte yeni işler yaratılacağı, işsizliğin 2012 yılında %6’ya düşeceği iddia edildi. Oysa bugün ABD’de işsizlik halen %8,1.

ABD’li emekçiler kimi seçecek? Obama, “yeni” vaatlerle bu seçimlerde de seçmenin oyunu istiyor. Dört yıllık sürede vaatlerinin tümünü yerine getiremediklerini ama bu kadar kısa sürede önemli bir mesafe kaydettiklerini ifade eden Obama, yeniden başkan seçilirse vaat ettiği “değişimi” tamamlayacağını iddia ediyor. Sağlık için daha fazla yatırım yapmayı, vergileri arttırmayı, göçmen haklarının iyileştirilmesini, Afganistan’dan askerlerin çekilmesini ve kürtaj hakkını savunuyor. Obama’nın vaatleri arasında bir tarafta Irak ve Afganistan işgalleri için ayrılan bütçenin ekonomiye aktarılması varken, diğer taraftan ordunun kuvvetlendirilmesi yer alıyor. Ayrıca, istihdamı bir milyon kişi arttırmak, ihracatı iki katına çıkarmak gibi vaatleri de var. Romney de tıpkı Obama gibi orduyu güçlendirme, ihracatı arttırma, işsizliği azaltma, daha zengin ve daha güçlü bir Amerika vaatlerinde bulunuyor. İşsizliği azaltmak için dört yıl boyunca 12 milyon kişiye istihdam sağlayacaklarını iddia ediyor. Ancak, kürtaj, göçmen hakları, idam gibi konularda ise Obama’dan farklı olarak partisinin klasik söylemini devam ettiriyor. “Yaşam hakkı” gerekçesiyle kürtaja karşı çıkıyor, idamı savunuyor, göçmenliğin engellenmesi için sert önlemler alınmasını istiyor.


sayı: 91 • Ekim 2012

Obama adaylık konuşmasında “Eğer bu ülkenin vaat ettiklerinin yalnızca bir azınlığa ait olduğuna inanmıyorsanız bu seçimde sesinizi duyurmanız gerek. Eğer bu ülkede yönetimin en çok parayı verene sonsuza dek borçlu olduğuna inanmıyorsanız bu seçimde tepkinizi göstermeniz gerek” diyerek zengin azınlığın değil çoğunluğun çıkarlarının savunulduğu bir ABD vaadinde bulundu. Kuşkusuz, emekçilerin bu seçimlerde tepkilerini ortaya koymaları anlamlı olurdu. Ama Obama’ya oy vererek değil! Demokratlar ve Cumhuriyetçiler arasında sıkışıp kalan ABD halkı 2008 seçimlerinde başka bir alternatif göremediği için ehven-i şer olarak Obama’yı seçmişti. Bu alternatifsizlik maalesef bugün de devam ediyor. Anketlere göre Obama, rakibi Romney’in bir adım önünde. Romney’in internete sızan bazı konuşmaları, Demokratların elini biraz daha güçlendirdi. Romney’in bağışçılarıyla yaptığı bir toplantı esnasında sarf ettiği “Amerikalıların yüzde 47’si Obama’yı destekliyor, bunlar hükümete muhtaçlar ve kendilerini mağdur olarak görüyorlar. Hükümetin onlarla ilgilenmesi gerektiğine, sağlık, barınma ve beslenmenin hakları olduğuna inanıyorlar. Siz söyleyin. Bunları hak olarak görüyorlar ve hükümet bu hakları onlara vermeli. Ve ne olursa olsun bunlar başkana oy verecekler. Bu insanlar gelir vergisi vermeyecek olan insanlar” şeklindeki sözleri, kararsız yoksul seçmenlerin ibrelerini Obama’ya çevirmesine yol açtı. Aynı toplantıda Romney Yahudi lobisinin desteğini alabilmek için Filistin sorununa dair şunları dile getiriyor: “Bunlar çözülmesi çok zor sorunlar. Zaten Filistinliler de barışı istemiyor, siyasi amaçlarla İsrail’in yıkımına ve yok edilmesine kendilerini adamışlar. Bunlar çok çetrefilli meseleler ve ben, «bir yolu yok» diyorum.” Cumhuriyetçi Romney’in gerek ABD halkına yönelik sözleri gerekse dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan sorunlara dair düşünceleri, onun kimin sözcüsü olduğunu şüphe bırakmaz bir biçimde ortaya koyuyor. 200 milyon dolar servete sahip bir burjuvanın emekçilerin çıkarlarını düşünmesi beklenemez. Obama’ya gelince işin rengi değişiyor. Obama da tıpkı Romney gibi Amerikan sermayesinin başkan adayı olduğu halde, kullandığı politik dil ve daha sade geçmişi ile bu gerçeği gizlemeye çalışıyor. Romney, hükümetin kimseye sağlık, eğitim, barınma konusunda yardım etmek gibi bir sorumluluğunun olmaması gerektiğini söylediğinde, Obama ve ekibi Romney’in sözlerini sert biçimde eleştirdiler. Ancak yukarıda bahsettiğimiz üzere Obama’nın iktidarda olduğu dönemde ABD’li işçi ve emekçilerin sorunları çözülmedi. Obama “değişim” getirmedi. Bankalar ve diğer tekeller milyarlarca dolar

marksist tutum

harcanarak devlet eliyle kurtarılırken, işsiz ve evsiz kalan ABD’liler için hükümet yardım eli uzatmadı. İşsiz kalan ve kredi borcunu ödeyemeyen sayısız Amerikalı kendi kaderine terk edildi. Bunların hepsi azınlığın değil çoğunluğun sesi olduğunu iddia eden, bütün Amerika’nın başkanı olduğunu söyleyen Obama’nın başkanlığı sırasında yaşandı. İşsizlik, yoksulluk ve savaşların biriktirdiği öfke 2011 yılında ABD’de “Biz %99’uz” diyen “İşgal et” hareketini ortaya çıkardı. Kendileri yoksulluğun pençesinde kıvranırken büyük şirketlerin yöneticilerinin servet içinde yüzmeleri haklı bir tepkiye sebep olmuştu. Wall Street’i işgal eden gençler, bunu 15 Ekimde dünya çapında bir eyleme dönüştürmüşlerdi. Bine yakın şehirde yüz binlerce insan kapitalizme karşı tepkisini ortaya koymuştu. Ancak siyasi bir örgütlülüğe sahip olmayan bu hareket bir müddet sonra etkisini yitirdi. Bugün halen ABD’de bu hareket çeşitli eylemler örgütlese de, işçi ve emekçileri Obama mı Romney mi ikileminden kurtaracak bir güce sahip değil. Kapitalizmin derin ekonomik krizi ve bununla birlikte cereyan eden bölgesel savaşlar ve emperyalist müdahaleler, dünyanın bütün işçi ve emekçilerini etkiliyor. Savaşlar, işsizlik, yoksulluk hem bir öfke hem de umutsuzluk doğuruyor. Emperyalist piramidin tepesindeki ABD’nin işçi ve emekçileri de bundan azade değil. Obama bu yüzden “değişim” ve “umut” söylemiyle karşılarına çıkıyor. Miadı dolmuş emperyalist-kapitalist sisteme umut oluyor. Ancak şurası kesin ki, “yumuşak güç” Obama da seçilse, sert Romney de seçilse dünyayı güzel günler beklemiyor. İşçi sınıfı, Demokratından Cumhuriyetçisine burjuva siyasetçilerine sırtını dönüp kendi devrimci siyasal örgütlülüğünü inşa edemediği sürece gerçeklik budur. ______________________ *

ABD’de seçimler Kasımda yapılır. Yeni başkan göreve Ocak ayında başlar.

23


Bir Kitabın Anı E

lif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabı bu yılın başında1 Tarih Bilinci Yayınları tarafından yayınlandı. Sovyetler Birliği deneyimini ve sosyalizmin teorik sorunlarını irdeleyen bu kitap, aslında bundan tam on iki yıl önce, yani “reel sosyalizm” denen rejimlerin toptan çöküş sürecine girdiği bir dönemde (1990-91) kaleme alınmıştı. Elif Çağlı, SSCB’de ve diğer bürokratik rejimlerde “sosyalizm” adına yaşanan süreci ve ortaya çıkan tarihsel tabloyu Marksist teorinin ışığı altında ele alıp irdeliyor ve bu bağlamda proletarya diktatörlüğü (işçi demokrasisi), geçiş dönemi, sosyalizm, komünizm gibi en temel konularda Stalinizmin yaptığı tahrifatı, ideolojik çarpıtmaları gözler önüne seriyor. Kitapta ele alınan konular ve yürütülen tartışmalar bizi on beş yıl öncesine götürüyor ve o dönemde SSCB ve Doğu Avrupa’da yaşanan fırtınalı olayları, Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârlarını ve bu gelişmeler üzerine Türk solunda yapılan hummalı tartışmaları yeniden hatırlamamızı sağlıyor. Stalinci “ulusal sosyalizm” anlayışının Türkiye sosyalist hareketinde ne denli güçlü bir etkiye sahip olduğu ve nasıl bir gelenek yarattığı, bu tartışma sürecinde çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmıştı. Biz burada, Marksizmin Işığında’nın çağrıştırdıklarından hareketle, 1990’lardaki tartışmalara bir geri dönüş yapacağız ve Türk solunda bir hayli yaygın olan ulusalcı ve de devletçi “sosyalizm” anlayışının sınıfsal ve kültürel temelleri hakkında bazı notlar düşmeye çalışacağız. Bu çabamız tarihsel hafızanın tazelenmesine yardımcı olursa ne mutlu!

*

24

*

*

Bundan tam on beş yıl önce (1987 yılında), Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Gorbaçov’un MK Plenumunda sunduğu ekonomik ve politik yeniden yapılanma (perestroyka) ve demokratikleşme (glasnost) programı, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ilgiyle karşılanmış ve yoğun tartışmalara neden olmuştu. Gorbaçov’un önce SBKP’nin 27. kongresinde ve daha sonra da MK toplantısında okuduğu rapor, Sovyetler Birliği ekonomisinin içinde bulunduğu durumu, devlet aygıtındaki siyasal yozlaşmayı, Sovyet toplumunda yaşanan sosyal ve psikolojik çöküntüyü vb. gözler önüne sermekteydi. Sistemin bunalımının dünya kamuoyu önünde böylesine açıkça sergilenmesi –üstelik de bir devlet başkanı tarafından– SSCB’nin tarihinde çok sık rastlanan bir manzara değildi kuşkusuz. Yapılan açıklamalardan anlaşılıyordu ki, “reel sosyalizm” denen rejimlerin en gelişmişi ve en güçlüsü olarak bilinen Sovyetler Birliği, daha ileriye gidemeyeceği bir noktaya gelip dayanmıştı. SSCB’de yıllardan beri varlığını sürdüren, fakat iktidardaki bürokratik oligarşinin (resmi KP’nin) marifetiyle her defasında üstü örtülüp halktan gizlenen ve çözülemediği için de kartopu gibi büyümüş olan yapısal sorunlar, artık sistemi kökünden sarsmaya ve tehdit etmeye başlamıştı. Gorbaçov’un ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamdaki olumsuzluklara ilişkin yaptığı açıklamalar ve


ımsattıkları /1 Mehmet Sinan

verdiği somut örnekler, SSCB’nin “gelişmiş sosyalist bir toplum” olduğuna ve hatta komünizmin eşiğinde bulunduğuna inananlar üzerinde kuşkusuz soğuk bir duş etkisi yapmıştı. Gorbaçov’un raporu, SSCB’nin içinde bulunduğu durumu “kriz öncesi durum” olarak değerlendiriyor ve eskiden beri süregelen resmi söylemlerin aksine, bu ülkede ekonomik ve toplumsal yaşamın hiç de parlak olmadığını itiraf ediyordu. Yıllardan beri yapılagelen resmi propagandanın aksine, Sovyetler Birliği’nde üretici güçlerin gelişme düzeyi kapitalist ülkelerdekinin çok gerisinde kalmış, emek üretkenliği gerilemiş, ürünlerin kalitesi alabildiğine düşmüş, yatırımlar durmuş, 70’li yılların başından beri yapılan ekonomik planların çoğu gerçekleşmemiş, ulusal gelir son yirmi yılda yüzde elli gerilemiş ve nihayet, Sovyet toplumunda temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığıyla yüz yüze gelinmişti. Gorbaçov ayrıca Sovyet sisteminin siyasal ve toplumsal açıdan içinde bulunduğu durumu da şu veciz cümlelerle ifade ediyordu: “Maddi refahı ve her türlü aşırı kazancı yaşamın amacı kabul eden kişiler, gençler arasında da arttı. ... Uyuşturucu salgını, cinayetlerin ve alkol düşkünlüğünün artması, toplumsal ahlâk değerlerinin düşüşünün bir göstergesidir. Göz boyama ve rüşvet, dalkavukluğu ödüllendirme ve övgü, yasalara karşı saygısız

davranışlar toplumun ahlâksal yapısı üzerinde yıkıcı bir etki gösterdi. İnsanlarla onların çalışma ve yaşam koşulları, sosyal durumları hakkında gerçek kaygıların yerini sık sık topluca madalya, unvan ve ödül dağıtma gibi politik oyunlar aldı ... Güncel gerçeklerin dünyasıyla göstermelik refah dünyası gittikçe net bir şekilde birbirinden kopmaya başladı. ... Sovyet toplumunda ilkel zevkleri ve ruhsal kokuşmuşluğu empoze eden, klişeleşmiş burjuva kültürünün etkisi güçlendi. ... Kendilerine güvenilip yetki verilmiş, devletin ve yurttaşların çıkarlarını korumakla görevlendirilmiş, ancak yetkilerini kötüye kullanmış, eleştirileri susturmuş, yasadışı yollardan kazanç sağlamış, suçlara örgütleyici ya da ortak olarak katılmış yöneticilerin davranışları karşısında emekçilerin duyduğu haklı öfkeyi suskunlukla geçiştiremeyiz ... sosyalizmin çok önemli bir ilkesi olan emeğe göre dağıtım ilkesi bozuldu. Emeksiz kazançla kararlı bir şekilde mücadele edilmedi, asalaklık arttı.”2 Gorbaçov’un raporu sistemin çürümüşlüğünü, yozlaşmışlığını sergileyen daha bir dizi örnekle doluydu. Resmedilen bu manzara, hiç kuşku yok ki, gelişmiş sosyalist bir topluma değil, sömürünün ve rüşvetin kol gezdiği, çürüme ve yozlaşmanın her yanı sardığı sınıflı bir topluma benzemekteydi. Gorbaçov’un eleştirileri gerçekten de o güne değin SSCB’de sistemin işleyişine yöneltilen içerden (resmi) eleştirilerin en çarpıcı olanıydı ve bu bir bakıma, rejimin derin bir krize sürüklendiğinin ikrarı anlamına geliyordu. Kısacası, SSCB tarihsel bir dönemeç noktasına gelmiş bulunuyordu. İşte Gorbaçov’un köklü yapısal değişim programı olarak sunduğu ekonomik ve siyasal reformlar programı da böy-

25


Ekim 2012 • sayı: 91

marksist tutum

Mihail Gorbaçov

lesi bir dönemde gündeme geldi. Perestroyka ve glasnost, “sosyalizmin karşılaştığı tıkanıklıkları aşmak, gelişmeye ayak bağı olan eski düşünce ve kalıpları kırmak, her alanda atılımları gerçekleştirerek, çağdaş koşullarda sosyalizmi daha da ilerletmek” olarak sunuluyordu Gorbaçov tarafından. Gorbaçov’un yeni ideolojik açılımları ve önerdiği yapısal değişim programı, dünya solunda olduğu gibi Türk solunda da yoğun tartışmalara neden olmuştu: Sovyetler Birliği nereye gidiyordu? Gorbi’nin estirdiği değişim rüzgârları “sosyalist” sistemin ve solun geleceğini acaba nasıl etkileyecekti? Dünyadaki politik dengeler nasıl gelişecek ve ne yönde değişecekti, vb.? Tartışmalar kuşkusuz bu sorularla da sınırlı kalmadı. Gorbaçov’un raporunda ortaya dökülen gerçekler, Türkiye sosyalist hareketinde yıllardan beri hasıraltı edilen ve tartışılmasından köşe bucak kaçılan temel tarihsel bir sorunu da yeniden tartışma gündemine soktu: Başta SSCB olmak üzere, “reel sosyalizm” denen rejimlerin (Doğu Avrupa, Çin, Arnavutluk, Vietnam, Küba vb.) sosyo-ekonomik ve siyasal karakterinin Marksizmin ışığı altında esaslı bir biçimde sorgulanması! Kendini sosyalist ya da komünist olarak tanımlayan hiçbir kişi veya politik grup, sosyalizme dair tarihsel önemdeki bu sorunu tartışmaktan ve bu konuda kendi öz düşüncesini ortaya koymaktan artık kaçınamazdı. Türkiye sosyalist hareketinde yıllardan beri hakim olan “resmi sosyalizm” anlayışı (Stalinizm) ve onun yarattığı ideolojik-teorik sorunlar ilk kez bu denli radikal bir sorgulamaya tabi tutuluyordu. Bu belki de Türkiye sosyalist hareketinde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktı.

*

*

*

1990 yılının başında, sosyalist harekette ideolojik düzeyde başlıca iki farklı eğilim ayırt ediliyordu: Birinci eğilim, Türkiye sosyalist hareketinin büyük ço-

26

ğunluğunu oluşturan ve bizim geleneksel (Stalinist) sol ya da “resmi sosyalizm” diye adlandırdığımız eğilimdi. Bu eğilim, politik olarak birbirleriyle kavgalı olsalar da, temelde aynı sosyalizm anlayışını (tek ülkede sosyalizm) savunagelen çeşitli Stalinci grupları (Sovyetçisinden Maocusuna, Enver Hocacısından Kastrocusuna kadar) kapsamaktaydı. İkinci eğilim, “resmi sosyalizm” geleneğine ve bu geleneğin ürünü olan ulusal sosyalizm anlayışına tümüyle karşı çıkan, hatta bu anlayışın reddi anlamına gelen ve kendi çizgisini devrimci Marksizm olarak tanımlayan eğilimdi. Bu eğilim hem Troçkistler tarafından, hem de kendi politik geçmişleriyle (yani Stalinist gelenekle) esaslı bir biçimde hesaplaşarak devrimci Marksizme yönelen devrimci sosyalistler tarafından savunulmaktaydı. Devrimci Marksistler ne SSCB’nin, ne Çin Halk Cumhuriyeti’nin, ne de diğerlerinin sosyalizmle hiçbir ilgisinin bulunmadığını açıkça ortaya koyuyor ve bu ülkelerin sosyalist olarak tanımlanmasını reddediyorlardı. Bir de bu iki eğilimin arasında bir yerlerde duran, bu rejimler için “bürokratik sosyalizm” tanımını getirmekle birlikte sosyalizm anlayışında aslında birinci eğilime daha yakın olan ortayolcu bir eğilim mevcuttu.

*

*

*

İşte yukarıda genel hatlarıyla sıraladığımız eğilimler nedeniyle, Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârları sosyalist solda çok farklı yorumlar ve farklı tepkilerle karşılandı. O dönemde Gorbaçov’un perestroykasını ve “yeni” ideolojik açılımlarını ateşli bir biçimde destekleyenlerin başında elbette ki geleneksel solun “Sovyetçi” kanadı geliyordu. Sovyetler Birliği’ndeki rejimin gelişmiş ya da olgun bir sosyalizm olduğuna inanan ve öteden beri “reel sosyalizm”in ateşli savunuculuğunu yapmış olan bu çevrelere göre, “SSCB’de yaşanan son gelişmeler, sosyalizm açısından gayet açık ve anlaşılır bir şeydi”! Kendi bilgilerinin doğruluğundan ve bağlı oldukları ideolojik geleneğin (Stalinizmin) haklılığından hiç kuşku duymamış olan bu geleneksel solcularımız, “reel sosyalist” sistemdeki gelişmeleri en doğru olarak kendilerinin kavradığına inanmaktaydılar. Ve bu inançla onlar Gorbaçov reformlarını, “olgun sosyalizmin karşılaştığı sorunları çözecek ve Sovyet toplumunu komünizme ilerletecek devrimci reformlar” olarak alkışladılar. Ama öte yandan bu insanlar merak edip de şu soruları sormuyorlardı kendilerine: Bu nasıl “gelişmiş” ya da “olgun” bir sosyalizmdi ki, elli yıl geçmesine rağmen ekonomisi hâlâ kapitalizmin çok gerisindeydi ve ara da giderek açılmaktaydı? Bu nasıl bir sosyalizmdi ki, bu top-


sayı: 91 • Ekim 2012

lumda da tıpkı sınıflı toplumlarda olduğu gibi rüşvet, yolsuzluk, çürüme ve yozlaşmanın varlığından söz edilmekteydi? Nasıl oluyor da sosyalist bir toplumda emekçiler ihtiyaç maddeleri kıtlığıyla yüz yüze gelebiliyorlardı? Eğer bu düzen işçi sınıfının kendi öz düzeniyse ve sınıf olarak işçiler iktidardaysa, nasıl oluyor da işçiler kendi düzenlerine karşı, örneğin Romanya’da olduğu gibi ayaklanabiliyorlardı ? Geleneksel solun mensupları bu soruları hiçbir zaman sormadılar kendilerine. Bu kez de onlar Gorbaçov’un yapısal değişim programının (perestroykanın) “sosyalizmi” daha da ilerleteceğine inanmışlardı! Bu inanç (!), onların SBKP’ye ve Sovyet bürokrasisine olan “sorgusuz sualsiz” bağlılıklarından kaynaklanıyordu şüphesiz. Bazıları Gorbaçov reformlarının “yeni bir devrim” olduğunu ilân ederken, bazıları da bunun sosyalizmin “ikinci kuruluş dönemi” olduğunu iddia edebiliyordu. Öteden beri Türkiye’de geleneksel Sovyetçi çizginin resmi temsilcisi olarak bilinen TKP, perestroykayı destekleyenlerin en başında geliyordu. Ne var ki TKP’nin yanı sıra, TİP, TSİP, TKEP gibi partiler ve Toplumsal Kurtuluş, Gelenek, Çağdaş Yol gibi dergiler de Sovyet bürokrasisinin ve onun yeni şefi Gorbaçov’un “değişim” programının önde gelen savunucularındandılar o dönemde. Gene o dönemde TKP ve TİP’in birleşmesiyle oluşan TBKP’nin programında da Gorbaçov’un yapısal değişim programı destekleniyor ve Sovyetler Birliği’ndeki yeni durum şöyle değerlendiriliyordu: “Öte yandan sosyalizmin kuruluş koşullarının olumsuzluğu, emperyalizmin saldırı ve baltalamaları ve nesnel etkenlerin yanı sıra, öznel etkenler sonucunda sosyalist ülkeler de karmaşık sorunlarla yüz yüze gelmektedir. SBKP’nin yeni stratejisi (Gorbaçov’un reformları kastediliyor, M.S.) bu sorunları çözmeye ve sosyalizmin tarihsel üstünlüğünü geliştirmeye yönelik güçlü bir atılımın ifadesidir. Bu atılım yalnız sosyalist ülkeler için değil, halkların dünya çapındaki barış ve toplumsal ilerleme mücadelesi için de devrimci bir anlam taşımaktadır. ... Bu süreç uluslararası alanda da hem dünya barışı için gelişen etkinliklere güç katmakta, hem de sosyalizmin çekiciliğini arttırmaktadır ... Yeni toplum kapitalist dünyada çözümsüz olan önemli sorunları emekçilerden yana çözme yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamıştır. İşsizliğe son verilmiş, herkese eşit haklar sağlanmış, emekçilerin yönetime katılmaları gerçekleştirilmiştir. Sosyalist ülkelerde yeni bir yaşam tarzı, yeni değerler oluşturulmaktadır.”3 Görüleceği gibi, resmi TKP’nin başındaki bürokratlar SSCB’de yaşanan gerçeklere Gorbaçov’un değindiği kadarıyla bile değinmekten kaçınıyorlardı. Çünkü SSCB’de rejimin akıbetinin ne olacağı henüz belli değildi; bürokrasi hâlâ iktidardaydı ve belki bu vartayı da atlatıp iktidarını sürdürebilecekti! O halde, erken konuşup yanlış bir şey söylemek ve SBKP nezdinde politik pozisyonlarını tehlikeye atmak hiç de hoş bir şey olmazdı TKP’nin üst düzey

marksist tutum

bürokratları için! Anlayacağınız, esen rüzgâra göre yön tayin etmede ve koku almada oldukça deney sahibiydi bürokrasi. Nitekim Gorbaçov biraz daha açılıp saçılmaya ve Sovyetler Birliği’nde değişim rüzgârları daha bir hızlı esmeye başlayınca, bu değişime anında uyum sağlayanlar ve neredeyse bukalemunları bile kıskandıracak bir çabuklukla renk değiştirme hünerini gösterenler gene en başta TKP’nin bürokrat yöneticileri olacaktı. Daha önce söylediklerini anında unutuveren bu bürokratlar, şimdi eski dönemi eleştirip tukaka ediyor ve Gorbaçov’la birlikte yükselen “yeni değerler”e sarılıyorlardı. En başta da piyasa ekonomisinin “yaratıcılığına”, burjuva demokrasisinin “erdemlerine” ve barışçı olacağını iddia ettikleri “yeni dünya düzeni”ne övgüler düzmeye başlamışlardı. Eski günlerde kızıl gömlekleriyle arz-ı endam eden ve “komünistliği” kimselere bırakmayan bu bürokratların gözünde devrim ve sosyalizm şimdi modası geçmiş kavramlar oluvermişti birden. Onlar için Marksizm artık “aşılmış”, Leninizm ise “çağdışı” kalmıştı! Geleneksel solun mensupları, Gorbaçov’un yapısal değişim programının (perestroykanın) “sosyalizmi” daha da ilerleteceğine inanmışlardı! Bu inanç (!), onların SBKP’ye ve Sovyet bürokrasisine olan “sorgusuz sualsiz” bağlılıklarından kaynaklanıyordu şüphesiz. Bazıları Gorbaçov reformlarının “yeni bir devrim” olduğunu ilân ederken, bazıları da bunun sosyalizmin “ikinci kuruluş dönemi” olduğunu iddia edebiliyordu. Türkiye’de Sovyet bürokrasisinin geleneksel çizgisini savunan, onun kurduğu bürokratik-totaliter rejim “sosyalizm” diye kutsayan yalnızca resmi TKP değildi elbette. Bu cenahta, tıpkı TKP bürokrasisinin yaptığı gibi “reel sosyalizm”in ideoloji memurluğunu yapan ve Gorbaçov’un programını “devrimci” bulup alkışlayan daha başkaları da vardı. Burada onlardan da birkaç satırla söz etmek, o dönemin tartışmalarına ilişkin hafızamızın tazelenmesi bakımından yararlı olacaktır. Aktaracağımız bu örnekler, bir dönem “reel sosyalizm”in ve Gorbaçov’un ateşli savunuculuğunu yapan ve daha sonra hayal kırıklığına uğrayan Stalinist solun halet-i ruhiyesini yansıtması bakımından gerçekten de ilginç örneklerdir. O günlerin tartışma atmosferinde, Gorbaçov’un çizgisini ve Sovyetler Birliği’ndeki rejimin niteliğini bakın nasıl değerlendiriyordu “reel sosyalizm”in ortodoks savunucuları: “Artık sosyalist sistem, hiç kimsenin cesaret edemeyeceği şiddetteki eleştirileri kendisine yöneltecek kadar güçlü ve güvenlidir. 1970 yıllarının sonlarından itibaren toplanan eleştiriler, Genel Sekreter Mihail Sergeyeviç Gorbaçov Yoldaş ile birlikte kristalleştirilerek büyük bir yüreklilikle ortaya konmaya başlanmıştır. Sosyalist sis-

27


marksist tutum

temin böylesine büyük bir güven duygusuna ulaşmış olması ve sorunlarına cesaretle sahip çıkması dünyanın sosyalistleri için büyük bir sevinç kaynağı oluyor. ... Genel Sekreter Gorbaçov haklıdır. Sovyet toplumunda geçerli düzen, hâlâ 1930 yıllarında Genel Sekreter Stalin’in önderliğinde temeli atılan ve kurulan sistemdir. Büyük özverilerle ve yaratıcı tartışmalarla geliştirilmiş olan bu yapı çok büyük başarılara kaynaklık etmiştir. Fakat bugün bu tarihsel yapıda paslanmalar teşhis ediliyor ve bu yapı olgun sosyalizmin iç dinamizmine dar gelmeye başlıyor. Bir yeni kuruluş için ihtiyaç var. Perestroykayı ikinci kuruluş anlamında son derece doğru bir değerlendirme ve açılım olarak görüyorum.”4 Görüleceği üzere, bu ünlü “reel sosyalizm profesörü”müz de o günlerde Gorbaçov’a büyük bir güven ve hayranlık beslemekte ve onun yapısal değişim programını “ikinci devrim” olarak alkışlamaktaydı. Stalin’in kurduğu rejimin sağlam ayaklar üzerine oturduğunu ve asla sarsılmayacağını düşünen Küçük, Sovyetler Birliği’nde sorunlar çıktığında çözümlerin de otomatik olarak bulunacağını ciddi ciddi iddia edebiliyordu o günlerde. Ama ne ilginçtir ki, onun “reel sosyalizm” hakkındaki bu övücü sözleri, tam da SSCB ve Doğu Avrupa’da rejim bunalımının patlak verdiği ve devlet aygıtını elinde tutan “komünist (!)” bürokrasinin bin bir türlü rezilliğinin ortaya döküldüğü, hatta Gorbaçov’un bile bu gerçeği itiraf etmek zorunda kaldığı bir dönemde sarf ediliyordu. Kraldan fazla kralcı olan küçük-burjuvalarımızın mantalitesi bir tuhaf çalışıyordu besbelli! Oysa aynı yıllarda (1987-91) Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki gelişmeleri değerlendiren devrimci Marksistler, Gorbaçov refomlarıyla başlayan sürecin, kapitalist restorasyona yol açıcı nitelikte olduğuna dikkat çekiyorlardı. Çünkü Sovyet bürokrasinin iktidar bloğundaki çatlama ve açığa çıkan iç çatışmalar, bürokrasinin içinde giderek kapitalizm yanlısı eğilimlerin güçlenmekte olduğunu açıkça gösteriyordu. Olayları ve olguları duygusallıkla değil bilimsel serinkanlılıkla değerlendiren devrimci Marksistler, Gorbaçov’un başlattığı yeniden yapılanmanın, bürokratik rejimin çözülüşünü daha da hızlandıracağını ve sonunda kapitalizm yönünde ilerleyecek yeni bir süreci başlatacağını ısrarla vurguluyorlardı. Ama devrimci Marksistlerin bu doğru tespitlerine karşılık, Sovyet bürokrasisini ve Gorbaçov’u savunan “reel” sosyalistlerimizin verdikleri yanıt şu oldu: “Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’ni kapitalist restorasyona götürdüğü savı, CIA kaynaklıdır. Gorbaçov bir restoratör değildir. Glasnost ve perestroyka çizgisinin, 1968 Baharı ya da Dubçek reformları ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Gorbaçov reformlarının hedefi, sosyalizmi daha da ileriye götürmektir.”5 Böylesine önemli bir tarihsel konjonktürde, burjuvazinin anti-komünist propagandalarına ve Stalinist solun yukarıda örneklerini gördüğümüz tarihsel körlüğüne kar-

28

Ekim 2012 • sayı: 91

şı, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da yaşanan süreci doğru kavramak ve doğru anlatabilmek ve bu temelde Marksizmin ideolojik mevzilerini savunabilmek en önemli ve en öncelikli görev haline gelmişti. Çünkü bir yanda burjuvazinin anti-komünist propaganda mekanizması işliyor, öbür yanda solun büyük bir çoğunluğunun bürokratik rejimler hakkındaki tarihsel yanılgısı hâlâ devam ediyordu. Hem Gorbaçov’un reformlarını, hem de iktidardaki Stalinist bürokratik oligarşileri “sosyalizm” adına alkışlamaya devam edenlerin sayısı hiç de az değildi o dönemde. O nedenle devrimci Marksistler, Sovyetler Birliği’nde ve diğer tüm benzerlerinde varolan rejimlerin sosyalizmle hiçbir ilgilerinin bulunmadığını ve Gorbaçov’un başlattığı reformların da Sovyet toplumunu komünizm yönünde değil, tam tersine kapitalizm yönünde dönüşüme uğratacağını tekrar tekrar vurgulamak zorundaydılar. Stalinizm okulunda yetişmiş bürokrasinin yeni şefi Gorbaçov da, Stalin döneminde kurulan ve altmış yıldan beri Sovyet işçilerinin tepesine çöreklenmiş olan asalak bürokratik-despotik rejimi, tıpkı kendisinden önceki liderlerin yaptığı gibi, “eşitlikçi, sınıfsız bir toplum, gelişmiş bir sosyalizm” olarak sunmaktaydı kamuoyuna. Öte yandan tam bir oportünist tutum içinde olan Gorbaçov’un sosyalizm ve demokrasi hakkında söyledikleri ve bürokrasiye yönelttiği “eleştiriler” de soldaki yanılgılı bekleyişi ve kafa karışıklığını daha da arttırıyordu. Stalinizm okulunda yetişmiş bürokrasinin bu yeni şefi de, Stalin döneminde kurulan ve altmış yıldan beri Sovyet işçilerinin tepesine çöreklenmiş olan asalak bürokratik-despotik rejimi, tıpkı kendisinden önceki liderlerin yaptığı gibi, “eşitlikçi, sınıfsız bir toplum, gelişmiş bir sosyalizm” olarak sunmaktaydı kamuoyuna. Ekim Devriminin yetmişinci yıl dönümü raporunda şöyle diyordu Gorbaçov: “Lenin’den sonraki yirmilerin ve otuzların bir mizanını çıkarırsak, çelişki ve karmaşıklıklarla dolu zor bir yolu, ama aynı zamanda büyük ve destansı bir yolu aştığımızı söyleyebiliriz. ... Joseph Stalin tarafından başı çekilen yönetici çekirdek Leninizmi ideolojik bir mücadelede korudu. ...sosyalist kuruluşun ilk aşamalarında strateji ve taktikleri belirleyenler bu çekirdek içindekiler oldu.”6 Gorbaçov’un Stalinizme bağlılığını dile getiren bu açıklamalarının, o dönemde bizim geleneksel solcularımızı da çok sevindirdiğine hiç kuşku yok. Kafalarının içi “devletçi sosyalizm” anlayışıyla kuşatılmış olan geleneksel solcularımız, Gorbaçov’un Stalinizme bağlılığını, sosyalizme bağlılığının bir karinesi olarak değerlendirmekteydiler herhalde. Hele onun Stalin’in jargonuyla konuşup, Troçki’ye ve sol muhalefete saldırması ve “tek ülkede sosyalizm” öğretisini övüp yüceltmesi de o dönemde büyük bir keyif vermiş olsa gerek “reel” sosyalistlerimize! Ve böylece onların Gorbaçov’a tam desteği 1986’dan 1991’e


sayı: 91 • Ekim 2012

kadar hararetli bir biçimde sürdü. Bu dönemde yaptıkları tek şey tarihi gerçekleri çarpıtmaya devam etmek ve doğruları dile getiren Troçki’ye, devrimci Marksistlere saldırıyı sürdürmek oldu.

Sonun başlangıcı 1989 yılına girildiğinde Sovyetler Birliği henüz ayaktaydı ve Gorbaçov’un popülaritesi de devam ediyordu. Ama 1989’un sonuna gelindiğinde işler birden çatallaştı. Gorbaçov’un estirdiği değişim rüzgârları Doğu Avrupa’da fırtınaya dönüşmüş ve bir bütün olarak bürokratik rejimler sallanmaya başlamıştı. 1989 yılının Aralık ayında ani bir şekilde patlak veren ve hızla gelişerek Çavuşesku’yu iktidardan alaşağı eden Romanya’daki ayaklanmanın ardından, bu kez tüm gözler Sovyetler Birliği’ne ve Doğu Avrupa’ya çevrilmişti. Acaba şimdi olaylar nasıl gelişecek ve neyle sonuçlanacaktı? 1990 yılına girildiğinde, Romanya’dakine benzer olaylar Varşova paktına dahil diğer ülkelere de sıçradı. Polonya, Doğu Almanya, Macaristan, Çekoslovakya ve Bulgaristan’da resmi KP’lerin toplum üzerindeki bürokratik-totaliter iktidarlarına karşı, yer yer isyana varan kitle gösterileri başladı. Kitleler değişim istiyordu. Olayların gelişimi, bu toplumlarda artık hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceğini ve sancılı bir değişim sürecinin başladığını göstermekteydi. Yıllardan beri kendilerini “gelişmiş sosyalizm”, “olgun sosyalizm” vb. olarak lanse eden SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinin ekonomik ve toplumsal temelleri hızlı bir çözülüş sürecine girmişti. Böylesi bir durumu hiç beklemeyen ve “reel sosyalizm” denen bu garabet rejimlerin gerçek doğası hakkında derin bir yanılsama içinde olan Türkiye’deki geleneksel solda tam bir şaşkınlık hakimdi. Stalinist solun bu şaşkınlığını daha da arttıran, sosyalist olduğuna inandıkları rejimlerin herhangi bir kapitalist dış müdahaleye maruz kalmaksızın, bizzat içerden, iktidardaki “komünist (!)” bürokrasinin marifetiyle çökertiliyor oluşuydu. Öteden beri resmi “sosyalist” ideolojinin gözlükleriyle dünyaya bakan ve bu nedenle de yaşananları kavramakta zorlanan geleneksel solcularımız, gözlerinin önünde cereyan eden olayların tarihsel nedenlerini anlamaya çalışmak yerine, yozluğu ve çürümüşlüğü çoktan ortaya dökülen bu bürokratik-despotik rejimlerin içine düştükleri acınası duruma hâlâ özür aramakla meşguldüler! Stalinist solun kendi içindeki tartışmaları, kazan kazana dibin kara, seninki benden kara mantığıyla yürüyordu hâlâ. Kimisi Çin’in, kimisi Küba’nın, kimisi de Arnavutluk’un daha tutarlı sosyalizm olduğunu ve olayların da kendilerini haklı çıkardığını ciddi ciddi savunabiliyordu! Ne var ki, olaylar yıldırım hızıyla gelişecek ve Stalinist solun bu türden mesnetsiz atıp tutmalarını çok kısa zamanda ıskartaya çıkartacaktı.

marksist tutum

1990-91 yılları, Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere despotik-bürokratik rejimlerin domino taşları gibi art arda çöktüğü yıllar oldu. Sosyalizme dair düşünce dünyaları ve teorik kavrayışları öteden beri Stalinizmle sınırlanmış olan geleneksel sollar, bu rejimlerin çöküşünü tam da kendilerinden bekleneceği üzere “sosyalizmin büyük çöküşü” olarak algılayacak ve tabii bu sonucu hiç beklemedikleri için de ideolojik, politik ve örgütsel olarak derin bir kaosun içine sürüklenivereceklerdi. Geleneksel solcular çöküşten sonraki süreçte de asıl yapılması gereken işi yapmaktan ısrarla kaçındılar. Onlar bu rejimlerin gerçek doğasını sorgulamayı bir yana bırakarak, bu kez de çöküş sürecinde kimin ya da kimlerin suçlu olduğunu, ya da hainlerin kimler olduğunu aramaya koyuldular. Ve tabii çok geçmeden de aradıklarını hemen buluverdiler! Meğer hainler, daha düne kadar kendilerinin de alkışladığı o anlı şanlı “komünist” liderler değil miymiş! Gorbaçov, Yeltsin, Jivkov, Ramiz Aliya vb., bizim “reel” sosyalistlerimizin gözünde hain oluvermişlerdi birden! Geleneksel solcular çöküşten sonraki süreçte de asıl yapılması gereken işi yapmaktan ısrarla kaçındılar. Onlar bu rejimlerin gerçek doğasını sorgulamayı bir yana bırakarak, bu kez de çöküş sürecinde kimin ya da kimlerin suçlu olduğunu, ya da hainlerin kimler olduğunu aramaya koyuldular. Ve tabii çok geçmeden de aradıklarını hemen buluverdiler! Meğer hainler, daha düne kadar kendilerinin de alkışladığı o anlı şanlı “komünist” liderler değil miymiş! Gorbaçov, Yeltsin, Jivkov, Ramiz Aliya vb., bizim “reel” sosyalistlerimizin gözünde hain oluvermişlerdi birden! Bu topraklarda küçük-burjuva okumuşların oldukça yerleşik, yapısal bir özelliği olan düşünce tembelliği (bu Asyatik kültürel temel), bu tarihsel olayın değerlendirilişinde de bir kez daha boy gösteriyordu. Olayların derinine inerek, kendi düşünce ve analizlerinin, ulaştıkları sonucun doğru olup olmadığını bilimsel verilerle test etmek yerine, kestirmeci, ön yargılı ve yüzeysel yaklaşımlar daha kolayına geliyordu bizim küçük-burjuva çeyrek aydınımızın! Hep aynı refleks egemendi ruhsal davranışlarına: Bir zamanlar aşkla bağlandıkları ve göklere çıkardıkları değerleri ya da kişileri, bir yenilgi yaşandığında derhal yerin dibine batırmak ve bütün suçu onların sırtına yıkarak kendi ruhlarını rahatlatmak! Gorbaçov iş başındayken ona övgüler düzen, perestroykayı “ikinci devrim”, “sosyalizmin ikinci kuruluş dönemi” vb. diye selamlayanlar, çöküşten hemen sonra keskin bir U-dönüşü yapıyor ve hiçbir özeleştiriye gerek duymaksızın şöyle konuşabiliyorlardı: “Artık Gorbaçov’un 16. Lui’den hiçbir farkı olmadığı ortaya çıktı. Gorbaçov, kendi düzenini yıktı ve kellesini kurtardı. Yirminci yüzyılın en büyük hainidir.”7

29


Ekim 2012 • sayı: 91

marksist tutum Gorbaçov 1991 Ağustosundaki darbe teşebbüsünün ardından alındığı ev hapsinden çıktıktan sonra parlamentoda

Dikkat edilirse burada “ihanet” gene bir kişinin sırtına yıkılıveriyor (Gorbaçov hain ilân ediliyor), ama bir sınıf olarak Sovyet bürokrasisine ve onun işçi sınıfı üzerinde uyguladığı kahrolası totaliter düzene tek bir laf dahi edilmiyordu. Çünkü bu baylara göre, SSCB’de hiçbir zaman bürokrasi diye egemen yönetici bir güç olmamıştı! “Sovyet sisteminin bir bürokrasinin yönetimine geçtiği ve bu nedenle çözüldüğü çözümlemesi, ancak bir çıkmaz sokak kadar yol açıcıdır ve hiçbir kapıya uymayan bir anahtar niteliğini taşıyor. Devrim yoluyla kurulmuş, donatılmış bir işçi sınıfı iktidarının, bir garip bürokrasi eliyle ortadan kalkabileceğini söylemek, materyalizmden hiçbir ders almamak anlamına geliyor. ... Bürokrasiye böylesine stratejik bir rol vermek, Amerikan sosyolojisini benimsemektir.”8 Aslında bürokrasi sorunu, bütün ortodoks Stalinistlerin dayandıkları ideolojinin yumuşak karnıydı. Eğer Sovyetler Birliği’nde ve benzerlerinde egemen yönetici gücün işçi sınıfı değil de bürokrasi olduğunu ve iplerin bürokrasinin elinde bulunduğunu bir kez itiraf edecek olsalardı, o zaman Stalin’in kurduğu rejimin Marksizmin tanımladığı anlamda sosyalist bir toplumla da proletarya diktatörlüğüyle de hiçbir ilgisinin bulunmadığını itiraf etmek zorunda kalacaklardı. Bunun farkında olan Stalinistlerimiz, Sovyet bürokrasisinin konumu söz konusu olduğunda dehşetli sıkıntıya düşüyor ve bu sorundan kaçmanın yolunu, koskoca bir tarihsel gerçekliği (bürokrasiyi) yok saymakta buluyorlardı: “Bürokrasi bir sınıf değildir. Ancak bürokrat bir tipolojidir. Sovyet sisteminde bürokrasi hiçbir zaman egemen olmadı. … Sovyet sistemini bürokratlar yönetmedi. Ancak Sovyet sosyalizmi yeni insan olarak bürokrat tipleri yarattı. ... Bunların en gelişmişini, Mihail Gorbaçov’u hem genel sekreter ve hem de devlet başkanı yaptığı zaman bitti.”9 Oysa aynı yazarlar iki yıl önce, gene aynı derginin say-

30

falarında Gorbaçov’u göklere çıkartıyor ve onun reformlarını “ikinci devrim” olarak alkışlıyorlardı. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi, aslında gerçeklerden köşe bucak kaçan küçük-burjuvanın sağlıksız ruh halini yansıtmaktaydı. Çöküşten sonra geleneksel solcularımız işi öyle bir noktaya vardırmışlardı ki, SSCB’de oluşmaya başlayan büyük kapitalistlerin, eski yönetici bürokrasiden ya da bürokrat kökenliler arasından değil de, “tamirci, berber, şoför, garson vb.” gibi küçük-burjuvalar arasından çıktığını iddia edecek kadar gülünçleşmişlerdi: “Bugün eski Sovyet düzeninde ortaya çıkan yeni kapitalistler ... bürokrasiden değil, Toplumsal Kurtuluş’ta çok doğru biçimde yazıldığı gibi her türlü küçükburjuva arasından çıkıyor. Sovyet düzeninin taksi şoförleri, tamircileri, berberleri, şimdi büyük kapitalistler sınıfını yaratmaya aday görünüyorlar.”10 Bu Stalinci kafa, hâlâ “komünist” olarak gördüğü o eski bürokrasiyi aklamak için ne kadar demagojiye başvursa da güneş balçıkla sıvanamıyordu. Her şey apaçık ortadaydı. Sovyetler Birliği’nin yeni kapitalistleri, şoförler, berberler, garsonlar vb. arasından değil, gayri meşru yollardan ve ikinci ekonomi denen yeraltı piyasasından müthiş servet biriktirmiş o eski MK, Politbüro, KGB üyeleri ve diğer üst düzey bürokrasi arasından sivrilmekteydi. “Kızıl” gömleklerini fırlatıp atan bu eski bürokratlar, çok geçmeden yeni burjuva sınıfını oluşturacaklardı. Öte yandan, “reel sosyalizmi kim çökertti” sorusuna yanıt arayan geleneksel Stalinist solcular arasında, “hain” bulma konusunda aşka gelip daha da ileri gidenler vardı. Örneğin bunlardan bazıları, çöküşün asıl sorumlusunun bürokrasi değil “işçi sınıfı” olduğunu keşfetmişler (!) ve işçi sınıfını “sosyalizm düşmanı” ilân edivermişlerdi bir çırpıda! Şöyle diyordu bu Stalinizm müminleri: “… kurulmuş bir sosyalizmin yıkılışını bürokratik değişkenle açıklamak işçi sınıfının rolünü sıfırlamak anlamına geliyor. ... Polonya işçi sınıfı, kütlesel olarak ve inatla bir sosyalizm düşmanlığı ortaya koymuştur. ... Rusya işçi sınıfı, kazanımlarını saklı tutabilmek için homurdandı ancak sosyalizmin kökü kazınırken, sosyalizm için savaşmamayı tercih etti. ... dünyada ilk sosyalist ülkede, sosyalizm içinde doğmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı, sosyalizmin kökü kazınırken ve kapitalizm yeniden kurulurken, savaşmayabilmiştir; durum ve sorun burada yatıyor. ... Bu yepyeni bir durumdur. ... Çözümlemenin merkezine bürokrasiyi koymak, böylesine tarihsel bir transformasyonu bürokratikleşme ile açıklamak, işçi sınıfı dalkavukluğu ... demektir.”11 Bu savı öne sürenlere göre, çöküşün sorumlusu bürokrasi olamazdı, çünkü Sovyet sistemini bürokrasi yönetmi-


sayı: 91 • Ekim 2012

yordu. Peki ya kim yönetiyordu? Elbette ki işçi sınıfı! O halde asıl suçlu, sosyalizmi savunmadığı ve rejimin çöküşüne seyirci kaldığı için işçi sınıfı olmalıydı! Ne var ki, işçi sınıfını suçlu ilân eden bu “zeki” baylar, sistem çökerken işçilerin niçin seyirci kaldığını açıklamıyor ya da açıklayamıyorlardı. İnsan gerçekten merak ediyordu; mademki bu rejimler işçilerin özbeöz kendi düzenleriydi ve de tüm iktidar işçilerin ellerindeydi; o halde işçiler kendi iktidarları ellerinden kayıp giderken, onlara ait olan zenginlikler başkalarına devredilirken ve tüm kazanımları yok edilirken, yani kısacası kendi sosyal düzenleri yıkılırken niçin tepkisiz kalmışlardı gerçekten? Eğer gerçek durum bu olsaydı, işçilerin aklını yitirmiş olduğuna inanmamız gerekecekti! “Reel sosyalizm” denen garabetin yarattığı ideoloji, bir yandan kendisine tepeden bakan burjuvaziye öfke duyan, ama öte yandan işçi sınıfı karşısındaki ayrıcalıklı sosyal statüsünün de ortadan kalkmasını asla istemeyen okumuş küçük-burjuvazinin ideolojisidir. Bu sınıfın mantalitesi, hem devrimde hem de sosyalizm kuruculuğunda işçi sınıfını özne olarak değil, güdülecek bir nesne olarak görmeye pek yatkındır; o nedenle de işçi sınıfının yerine kendilerinin iktidarını ikame etmeye ve kurtarıcı pozlarına bürünmeye pek teşnedirler. Ama gerçek durum bu muydu acaba? Kimilerinin iddia ettiği gibi, işçi sınıfı gerçekten sosyalizme mi yoksa başka bir düzene mi düşmanlık etmişti? Diğer bir deyişle, Sovyetler Birliği’ndeki düzen gerçekten işçi sınıfının özbeöz kendi düzeni miydi, yoksa başkalarının çıkarına işleyen bir düzen mi? İşte asıl sorgulanması gereken, ama Stalinistlerin yanıtını vermekten köşe bucak kaçtıkları soru buydu. Stalinist solun SSCB’de ve diğer bürokratik rejimlerde yaşayan işçi sınıfını suçlayıcı tarzda öne sürdüğü zırva iddiaların hiçbir gerçekliği ve geçerliliği yoktu kuşkusuz. Sovyet bürokrasisini değil de, işçi sınıfını suçlayıcı bu iddiaları hiç sıkılmadan ve yüzleri kızarmadan öne sürenlerin asıl derdinin, yıkılan bu soysuz, kokuşmuş bürokratik diktatörlükleri hâlâ “sosyalizm” gibi göstererek, Stalinizmin savunusunu yapmak olduğu apaçık ortadaydı. Gerçek şu ki, gerek Sovyet işçi sınıfı, gerekse diğer bürokratik rejimlerdeki işçiler, içinde yaşadıkları düzenin yıllardan beri kendi yararlarına işlemediğini, mevcut iktidarların kendi iktidarları olmadığını, siyasal ve toplumsal yaşamda kendilerinin söz ve karar sahibi olmadıklarını, üretimin planlanması ve yönetiminin kendilerine ait olmadığını, yaratılan ürünlerin ve zenginliğin bölüşümünün sosyalistçe olmayıp, bürokrasinin çıkarlarına göre planlandığını çok iyi bilmekteydiler. Bu durum elbette ki işçi sınıfının düzene tamamen yabancılaşması sonucunu getirmişti. Bu yabancılaşma kuşaktan kuşağa geçerek ve bilinen toplumsal psikolojiyi oluşturarak günümüze kadar gelmişti. İşte

marksist tutum

işçiler yıllardan beri kendilerini aldatan, istismar eden ve kendilerine yabancı olan bu bürokratik-despotik düzene ve o düzenin yarattığı yeni efendilere (bürokratik oligarşiye) düşmandılar, yoksa sosyalizme değil. Nitekim öyle olduğu için de, bu rejimler çökerken işçiler rejimi savunmak için en ufak bir çaba göstermemiş, hatta pasif bir biçimde bu çöküşü desteklemişlerdi. Bu tarihsel realite, bugün artık bakar kör olmayan her insanın kabul edeceği bir olgudur. İşin ilginç yanı, yıllardan beri bu bürokratik-despotik rejimlerin “sosyalizm” ya da “komünizm” olduğu yolunda ısrarcı olan ve bunun propagandasını yapan bir Stalinizm bir de burjuvazi kalmıştı. Karşıtların bu fikir birliği, kuşkusuz ki tarihin bir ironisi olarak geçecektir tarihe! İnsan o dönemdeki Stalinist yayınları tekrar okuyunca, “reel sosyalizm” denen garabetin ve onun yarattığı ideolojinin, aslında küçük-burjuvazinin sınıfsal konumuna ve sosyal psikolojisine nasıl da denk düştüğünü daha iyi anlıyor. Bu ideoloji, bir yandan kendisine tepeden bakan burjuvaziye öfke duyan, ama öte yandan işçi sınıfı karşısındaki ayrıcalıklı sosyal statüsünün de ortadan kalkmasını asla istemeyen okumuş küçük-burjuvazinin ideolojisidir. Bu sınıfın mantalitesi, hem devrimde hem de sosyalizm kuruculuğunda işçi sınıfını özne olarak değil, güdülecek bir nesne olarak görmeye pek yatkındır; o nedenle de işçi sınıfının yerine kendilerinin iktidarını ikame etmeye ve kurtarıcı pozlarına bürünmeye pek teşnedirler. İşçi sınıfı adına her şeyi kendilerinin yapması ve kendilerinin yönetmesi gerektiğine inandırmışlardır kendilerini ve bunu doğal bir hak olarak görmektedirler. Nitekim, yıllardan beri mevki ve makamlarını ve bunlara bağlı ayrıcalıklarını her şeyin üstünde tutan ve kendine özgü bir rejim yaratmış olan Sovyet bürokrasisinin ve benzerlerinin ilk orijinleri de işte bu sosyal temelden türemişti. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır

___________________ 1

Bu yazı 15 Mayıs 2002 tarihlidir ve www.marksist.com sitesinde yayınlanmıştır

2

Gorbaçov, Her Şey İnsan İçin, Dönem Yay.

3

TBKP Programı, 1989

4

Yalçın Küçük, Toplumsal Kurtuluş, 1987, sayı 6, s.26

5

Yalçın Küçük, Toplumsal Kurtuluş, sayı 1

6

Toplumsal Kurtuluş, sayı 6

7

Toplumsal Kurtuluş, sayı 51, s.3

8

Çelik Bilgin, “Bilim ve Sosyalizm”, Toplumsal Kurtuluş

9

Toplumsal Kurtuluş, sayı 51, s.3

10

Toplumsal Kurtuluş, sayı 51, s.3

11

Çelik Bilgin, “Bilim ve Sosyalizm”, Toplumsal Kurtuluş

31


İnternet ve “Sosyal Medya” Üzerine Zehra Aras

İ

nternet erişiminin hızla arttığı günümüzde internet tabanlı sosyal iletişim ağları dünya üzerinde yüz milyonlarca insanı kapsayan ve üzerine pek çok tartışmalar yürütülen toplumsal bir fenomen haline gelmiş durumda. 2012 yılı itibarıyla 7 milyarlık dünya nüfusunun 2 milyarı internete erişiyor. Türkiye’de ise 2008’de 6 milyon internet abonesi varken, mobil internet erişiminin de etkisiyle bugün internet abonesi sayısı 18 milyonu geçmiş durumda. Türkiye’de her 2 evden birinde (%47,2) internet olduğu hesaplanıyor. Myspace, Facebook, Twitter gibi sosyal ağlar, mobil internet erişiminin yaygınlaşmasıyla birlikte yüz milyonlarca insan tarafından her gün, hatta her an takip edilebilir hale geldi. Türkiye’de yaklaşık 32 milyon kişinin yani nüfusun %40’ının Facebook hesabı var, son 3 ayda Facebook’a eklenen hesap sayısı ise 1 milyona yaklaşıyor. Bu hesapların bir kısmının fake (uydurma/ sahte) hesap olduğu söyleniyor. Pek çok aile yeni doğan bebek ya da evde besledikleri hayvan adına bile Facebook’ta hesap açıyor. Bunları 32 milyonluk sayıdan düşsek bile yine de sosyal ağ kullanımının hızla yaygınlaştığı su götürmez bir gerçek. Özellikle de genç kuşağın internete bir biçimde erişebilenlerinin büyük bir kısmı kendilerini sosyal ağlardan birine ya da birkaçına kaydediyor. İnsanların iletişim araç ve imkânlarının gelişip çeşitlenmesi elbette çok önemlidir. Bu muazzam bir imkân sunuyor. Ancak bu konunun bir boyutudur. Diğer taraftan teknolojiyle alâkalı pek çok konuda olduğu gibi sosyal paylaşım sitelerine de kapitalizm damgasını vuruyor. İnternet üzerindeki sosyal ağlar bazı kapitalist girişimcilerin çok küçük maliyetlerle kurdukları küresel dükkânlardır. Hatta bu ağlara yapılan her kayıt, sitenin sahibi şirketin sermayesine değer olarak eklenmektedir. Milyonlarca insanın kendilerini eklediği sosyal ağlar, onlarca milyar dolarlık bi-

32


sayı: 91 • Ekim 2012

rer reklâm alanına dönüşmektedir. Kullanıcı sayısı ve kullanma süreleri arttığı ölçüde bu sitelerde yer alan reklâm alanlarının piyasa değerleri de katlanıyor. Facebook geçen yıl 1 milyar dolar kâr açıkladı. Şirketin borsadaki hisselerinin değeri ise 100 milyar dolara ulaşıyor. Şirketler internet üzerindeki web sitelerinin yanı sıra sosyal ağlar üzerinde de ürünlerini tanıtacak sayfalar oluşturuyor; hatta bu sayfaları müşteri hizmetlerini yürütebilecekleri interaktif platformlar olarak değerlendiriyor. Sosyal ağların burjuvaziye sunduğu olanaklar saymakla bitmiyor. Bazı şirketler işe alacakları personelin özel hayatı, geçmişi, ilgi alanları, sosyal çevresi ile ilgili bilgi edinmek üzere sosyal ağlardaki kayıtlarını inceliyor. Politikacılar güncel konulara ilişkin görüşlerini Twitter üzerinden “tweetliyor”. Gazeteciler intihar eden bir gencin Facebook’taki kaydından bilgi toplayarak haber yapıyor. Durum öyle bir boyut kazanmış bulunuyor ki, sevgililer birbirlerinden ayrılmak istediklerinde bunu Facebook hesapları üzerinden duyuruyorlar. İnsanlar özel hayatlarıyla ilgili bilgilerinin (örneğin ilişki durumlarının) duyurularını, fotoğraflarını sosyal paylaşım sitelerinde yayınlıyor. İlginç bir görüntü, fotoğraf ya da çağrı bir anda yayılabiliyor. Bu yüzden ilginç durumlar da yaşanabiliyor. Geçtiğimiz günlerde Hollanda’nın küçük bir kasabasında 16 yaşına basan bir genç kız Facebook üzerinden doğum günü partisine yaptığı çağrının gizlilik ayarını yanlışlıkla herkese açık yapınca, parti daveti bir anda yayıldı. Partiye katılmak üzere 3 bin kişinin kasabaya akın etmesiyle birlikte olaylar çıktı. Kısacası sosyal paylaşım siteleri yüz milyonları kapsayan ve özellikle internete erişebilen tüm genç kuşağı giderek daha fazla sarmalayan bir fenomen haline geldi.

“Bilgi çağı”nda bilgi kirliliği ve dezenformasyon İnternet bilgiyi çok hızlı ve kolay erişilebilir hale getirdi. Ancak bu durum insanların doğru bilgiye ulaşabildikleri anlamına gelmiyor. Bir konuyu araştırmak üzere harcanan emeğin yerini “ilahi bilge” Google arama motoru aldı. Araştırılan konuya ilişkin o güne değin en çok tıklanmış veriler herkesin sorgulamaksızın kabul ettiği bilgi kaynağı haline geldi. Çok az insan internetteki bilgi kirliliğinin içerisinden doğru bilgiyi süzebiliyor. Kaynağı

marksist tutum

belirsiz, doğrulanmamış pek çok yalan haber ya da dedikodu internet üzerinden çok kısa bir süre içinde yayılabiliyor. Bazı burjuva yorumcular internetin bilginin paylaşılma ve yayılma olanaklarını genişletmesi sayesinde artık hiçbir şeyin gizli kalamadığını, bilgi tekelinin kırıldığını ileri sürüyorlar. Oysa gerçeklik hiç de propaganda edildiği kadar parlak değil. Egemen güçler kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtılmış verileri ya da yalan haberleri çok hızlı biçimde dolaşıma sokabiliyorlar. Bazı burjuva yorumcular internetin bilginin paylaşılma ve yayılma olanaklarını genişletmesi sayesinde artık hiçbir şeyin gizli kalamadığını, bilgi tekelinin kırıldığını ileri sürüyorlar. Oysa gerçeklik hiç de propaganda edildiği kadar parlak değil. Egemen güçler kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtılmış verileri ya da yalan haberleri çok hızlı biçimde dolaşıma sokabiliyorlar. Burjuvazinin yazılı ve görsel medyası, sanal âlemde sayısı çok daha fazla olan haber siteleri marifetiyle enformasyon alanındaki hâkimiyetini pekiştiriyor. Sosyalist basının burjuva basın karşısındaki durumu neyse, benzer bir durum sanal dünyada da devam ediyor. İnternet medyasının geleneksel yazılı ve görsel basından tek farkı sosyalist medyanın da çok çok düşük bir maliyetle bilgiyi paylaşıma sunma olanağı bulmasıdır. Rakip burjuva güçler, aralarındaki çekişme şiddetlendiğinde kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek üzere internet cephesinde de şiddetli bir enformasyon savaşı yürütüyorlar. Emperyalistlerin Libya operasyonunun zeminini hazırlamaktan, Suriye’deki sürece müdahaleye kadar enformasyon araçlarını ne kadar etkin olarak kullandıklarını izleyebiliyoruz. Türkiye’de birkaç yıl önce AKP ile generaller arasındaki iktidar çekişmesinin nasıl bir enformasyon/ propaganda savaşı eşliğinde yürüdüğüne şahit olduk. Ergenekon davasında, generallerin hükümeti yıpratmak üzere internet siteleri kurdurduğu, psikolojik savaş uzmanı ekiplerin internette gazetelerin okur yorumları yapılan kısımlarını yorum bombardımanına tutmaktan yalan haber yaymaya kadar kamuoyunu yönlendirmek üzere pek çok faaliyet yürüttükleri açığa çıktı. Bu tür faaliyetleri sadece Ergenekoncular değil

33


marksist tutum

tüm burjuva klikler icra ediyorlar. İnternet, enformasyon/propaganda savaşlarının en önemli cephesi haline gelmiş durumda. Dolayısıyla internet sayesinde toplumun özgürce bilgilenebildiği ve gerçekleri öğrenebildiği iddiaları gerçeklerle bağdaşmıyor.

Sanal örgütlen, gerçekten örgütlenme! Burjuva ideologlar insanların sanal âlemde hızla birbirlerini bularak örgütlenebildiğini, böylelikle devletin şeffaflaştığını, demokrasinin geliştiğini iddia ediyorlar. 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısına karşı gelişen protestolardan Arap Baharı’na kadar bütün toplumsal hareketlerin internet sayesinde gerçekleştiği ısrarla propaganda ediliyor. Günümüzde sınıflar mücadelesinde iletişim imkânlarının muazzam ölçüde artmasının ötesinde, öz itibarıyla değişen bir şey yok. Seattle’daki kitlesel gösterilere imza atan küreselleşme karşıtı gruplar, sanal gruplar değildi. İnternet sadece haberleşmelerini, etkileşmelerini kolaylaştırdı. Tunus ve Mısır’da gelişen halk ayaklanmalarında kitleler diktatörlere karşı kavgayı sanal âlemde parmaklarının ucundaki bilgisayar tuşlarıyla değil, sokaklarda ve meydanlarda göğüs göğüse çarpışarak yürüttüler. Oysa toplumsal hareketler sanal değil gerçek toplumsal güçlere dayanır. Bir toplumsal eylemin bilgisinin yayılması, ona katılan toplum kesimlerinin haberleşmek üzere interneti kullanması, eylemin kendisi değildir. Sanal iletişim araçlarının toplumsal çelişkilerin ve patlamaların mayalanmasının ve açığa çıkmasının biricik aracı olarak sunulması, maksatlı bir ideolojik propagandadır. 1848 devrimleri tüm Avrupa’ya yayılırken ne mobil iletişim olanakları vardı ne de internet. Komünist Yazışma Derneklerinin mektupları at arabalarıyla taşınıyordu. 1. Enternasyonal’in çatısı altında birleşen işçi örgütlerinin dayanışması sanal bir dayanışma değil örgütlülüğe ve eylemselliğe dayalı somut bir birliktelikti. 3. Enternasyonal’in varlığı sayesinde inşasına girişilen komünist partiler, işçi sınıfı militanlarının devrimci umutları üzerinde yükseliyordu. Kapitalistlerin kâbusu haline gelen proletarya örgütleri, öncü işçilerin ve sınıf devrimcilerinin sabır ve sebatla ter akıtması sayesinde hayat buldu. Oysa bugün sendikaların yetki krizini aşması için işçilerin sendikalara internet üzerinden üye olmasına imkân verilmesini öneren/talep eden sendika bürokratları bile türemiş durumda. İşçiyi hayatında bir kere bile sendikasına uğramaması, dolayısıyla işçinin fiilen örgütsüz, sendikanın da fiilen işçi sınıfının basıncından azade olması anlamına gelecek bu tür hoppalıkları ileri sürenlerden sınıf hareketinin so-

34

Ekim 2012 • sayı: 91

runlarını ciddiyetle ele almaları beklenemez. Günümüzde sınıflar mücadelesinde iletişim imkânlarının muazzam ölçüde artmasının ötesinde, öz itibarıyla değişen bir şey yok. Seattle’daki kitlesel gösterilere imza atan küreselleşme karşıtı gruplar, sanal gruplar değildi. İnternet sadece haberleşmelerini, etkileşmelerini kolaylaştırdı. Tunus ve Mısır’da gelişen halk ayaklanmalarında kitleler diktatörlere karşı kavgayı sanal âlemde parmaklarının ucundaki bilgisayar tuşlarıyla değil, sokaklarda ve meydanlarda göğüs göğüse çarpışarak yürüttüler. İsyana kalkışan genç işsizlerin ve yoksul emekçi kitlelerin pek azının internete erişme olanağı vardı. Örneğin Mısır’da kıvılcımı çakan şeyin, bir grup gencin internet üzerinden yaptıkları eylem çağrısı olduğunu kabul edelim, peki sonuç ne olmuştur? Mübarek sonrasında iktidara gelenler kimler olmuştur? Eylem çağrıcılarının da aralarında bulunduğu özgürlükçü, demokrat, laik, fakat alabildiğine örgütsüz olan kesim mi, yoksa onyıllardır sıkı bir örgütlenmeyle geniş bir taban elde eden ve tabanları itibariyle belki de internete en uzak kesimi oluşturan Müslüman Kardeşler benzeri burjuva güçler mi? Burjuva ideologlar bu gerçekleri gayet iyi bilirler. Ancak burjuvazi muhalif hareketleri, işçi sınıfını ve gençliği gerçek örgütlerde değil, sanal birliktelikler içinde yer almaya, yani örgütsüzlüğe bilinçli bir biçimde yönlendirmektedir. Gelişen her kendiliğinden hareket örgütlenme sorununu daha da yakıcı bir biçimde ortaya koyarken burjuvazi, sanal gruplaşmaları, tam da bu ihtiyaca yanıt olarak propaganda etmektedir. Bu tür gruplaşmalar hem gerçek birliktelikler gibi tehlikeli olmayacaktır, hem de devletlerin ilgili güvenlik birimleri tarafından kolayca takip edilebilecektir. Nitekim kapitalist devletler internet polisliği yapan birimler organize etmiş durumda. CIA bünyesinde yüzlerce uzman Arapçadan Çinceye kadar birçok dilde internet yazışmalaBurjuvazi muhalif hareketleri, işçi sınıfını ve gençliği gerçek örgütlerde değil, sanal birliktelikler içinde yer almaya, yani örgütsüzlüğe bilinçli bir biçimde yönlendirmektedir. Gelişen her kendiliğinden hareket örgütlenme sorununu daha da yakıcı bir biçimde ortaya koyarken burjuvazi, sanal gruplaşmaları, tam da bu ihtiyaca yanıt olarak propaganda etmektedir. Bu tür gruplaşmalar hem gerçek birliktelikler gibi tehlikeli olmayacaktır, hem de devletlerin ilgili güvenlik birimleri tarafından kolayca takip edilebilecektir. rını izliyor. Sosyal ağlardan elde ettikleri bilgileri yerel gazeteler, haber kanalları ve internet sohbet odalarından topladıkları bilgilerle karşılaştırarak, yaklaşan siyasi krizlerle ilgili öngörüler geliştiriyor. 11 Eylül sonrasında terörle mücadele gerekçesiyle kurulan birimler 2009


sayı: 91 • Ekim 2012

marksist tutum

yılında İran’da gelişen kitle hareketlerinden bu yana, sosyal medyayı çok daha yoğun biçimde gözlem altında tutuyor. Devletler muhalif hareketlerin etkilerinin internet üzerinden hızla yayılabilmesi tehlikesine karşı da önlemlerini alıyor. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın “sosyal medya büyük toplulukları gaza getirebiliyor. Bu bir tehdittir. Tedbir alınması lazım” sözleri üzerine bakanlık acil durumlarda Facebook ve Twitter’ı anında durdurmak üzere hazırlık yapıyor.

Sosyal medyada “sosyalleşme” İnsanlar arası iletişimde internet temelli teknolojilerin hızla yaygınlaşması, sosyal medyanın sosyal paylaşım alanı olarak kendi gerçekliğini yaratmasına yol açıyor. İnternetin sağladığı iletişim olanakları elbette yadsınamaz. Ancak internet üzerinden iletişim kuran ve bilgi paylaşımında bulunan insanların gerçekte ne kadar sosyalleştiği ciddi bir tartışma konusudur. Sosyal medya üzerinden gelişen iletişim sosyal hayatın dolaysız bir yansıması, buradaki araçlar da sosyal iletişimin basit birer araçları olarak kalsaydı elbette böyle bir tartışmaya gerek kalmazdı. Oysa sosyal medya zemininde yaratılan sanal ilişkiler yüzyüze iletişimin yerini alıyor. Gerçek insanlar değil giderek onların suretleri, yani internet üzerinde kurguladıkları kişilikler aralarında iletişime geçiyor. Sanal dünya, kişinin gerçek hayatta karşılaşmadığı ve belki ömür boyu karşılaşmayacağı kişileri sosyal ağlarına “arkadaş” olarak eklemesine olanak tanıMuhalif düşüncelerini sosyal ağlarda paylaşarak “mücadele ettikleri” yanılgısına sürüklenenler, sanal dünyada muhalif gruplara katılarak örgütlendiklerini zannedenler, burjuvazinin onlara sunduğu sanal dünyaya kendilerini hapsettiklerinin farkına varmalıdır. Sanal dünyada sanal ilişkilerle vakit harcamak yerine gerçek dünyada gerçek ilişkiler kurmak, gerçek insanlarla gerçek adımlar atmak üzere çaba sarf etmek… Dünyayı değiştirme iddiasında olanların izleyeceği yol bu olmalıdır. yor. Gerçek hayatta fazla arkadaş edinemeyen bir genç Facebook’ta “arkadaş” listesine yüzlerce, hatta binlerce kişiyi ekleyebiliyor. Onlara kendisiyle ilgili veriler sunarak gerçekten arkadaşlık kurduğu yanılgısına kapılıyor. Özellikle gençlerin sosyal medyaya sundukları kişilikleri, gerçek kişiliklerinden giderek uzaklaşabiliyor. Kişinin kendi gerçeği sanal dünyaya çarpılarak yansıyor. Sanal dünya bu çarpılma için son derece elverişli bir zemin sunuyor. Gerçek hayattaki gerçek sosyal ilişkiler, etraflarında farklı imaj oluşturmaya çalışan kişileri kolayca ele verir. Yüz yüze bakan, iç içe yaşayan insanlar

-

D a h a

f a z l a a r k a d a ş e k l e m e y e ç a l ı ş ı y o r u m . . .

birbirlerine kolay yalan söyleyemez. Yalanı ortaya çıktığında yaşayacağı utancın basıncı altında kalır. Gerçek dünyada insanların birbirlerini sınama ve birbirlerine güvenme imkânı vardır. Gerçek dünyada insanlar birbirlerine karşı sorumluluk taşır. Oysa sanal dünyada edinilen sözde arkadaşlara karşı sorumluluk taşımaya gerek yoktur. Hoşuna gitmeyen bir durum olduğunda biri diğerini “arkadaş” listesinden siler, kendi sayfasına erişimini engeller, olur biter. Zaten hemen her gün listeye birkaç kişi daha eklenmektedir. Sanal arkadaşlarla dertlerini değil komik videoları ya da görüntüleri paylaşırsın; kuru ekmeği paylaşamazsın. Üzüntülerini ya da sevinçlerini birlikte yaşayıp birlikte hissedemezsin. Elini bir kez bile sıkmadığın, gözlerinin içine bakmadığın birine gerçekten güvenemezsin. Onun için fedakârlık yapmayı seve seve göze alamazsın. Sosyal ağlarda her gün saatlerini harcayan gençler giderek sanallaşan dünyaları içerisinde gerçek arkadaşlığı, gerçek sosyalleşmeyi yaşayamadan binlerce arkadaşa sahip olduğu yanılsamasına sürüklenebiliyor. Okul derslerine ya da kurslarına internet üzerinden katılan, karşı cinsle internet üzerinde tanışan ve iletişime geçen, “arkadaşlarını” Facebook’tan edinen ve iletişimini de bu platformdan sürdüren bir kişi gerçekte ne kadar sosyalleşebilir? Muhalif düşüncelerini sosyal ağlarda paylaşarak “mücadele ettikleri” yanılgısına sürüklenenler, sanal dünyada muhalif gruplara katılarak örgütlendiklerini zannedenler, burjuvazinin onlara sunduğu sanal dünyaya kendilerini hapsettiklerinin farkına varmalıdır. Sanal dünyada sanal ilişkilerle vakit harcamak yerine gerçek dünyada gerçek ilişkiler kurmak, gerçek insanlarla gerçek adımlar atmak üzere çaba sarf etmek… Dünyayı değiştirme iddiasında olanların izleyeceği yol bu olmalıdır.

35


Türkiye’nin Göçmen Politikası Can Alıyor Dicle Yeşil

S

uriye’den kaçan ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu 61 göçmen İzmir’de boğuldu. Tekne aşırı yükten dolayı kayalara çarptı. Aralarında 3 bebek ve 28 çocuk vardı. Boğulan kişilerin çoğunluğu, teknenin alt tarafında kilitli tutuluyorlardı ve kaçamadılar. Ölü sayısının bu kadar fazla olması gözlerden gizlenemeyen bir haber niteliği taşıyordu. Olay, gazete sayfalarına ve televizyon ekranlarına taşındı. Bile bile ölüm teknesine bindirilen göçmenlerin umutları yarım kaldı. Olayların ardından sorumlu tutulan birkaç kişi tutuklandı. Ancak gerçek sorumlu, insanların kanı canı üzerinden kâr eden bu kapitalist sömürü sistemidir. 61 göçmenin ölmesine neden olan insan kaçakçılığı oldukça kârlı bir iş. Uluslararası Terörizm ve Sınıraşan Suçlar Araştırma Merkezi’nce hazırlanan rapora göre, geçen yıl kaçakçıların kazancı 300 milyon doları aşarken yüzlerce kişi de göç yollarında hayatını kaybetti. Bu kazanç kapısı, tıpkı uyuşturucu kaçakçılığı gibi ülke ekonomisine kayıt dışı giren kalemler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Türkiye de coğrafi konum itibariyle bir geçiş ülkesi olması bakımından uluslararası şebekelerin faaliyet alanı haline gelmiş durumda. İnsanlar, kadın çocuk demeden sadece birer meta haline geliyor. Yollarda satılanlar, fuhuş yapmaya zorlananlar, öldürülenler… Bu insanların büyük çoğunluğu ucuz işgücü olarak da kullanılıyor. Düşük ücretlerle, en pis işlerin yaptırıldığı bu insanları sömürmek patronlara oldukça büyük bir getiri sağlıyor. Böylesine kârlı bir kapıyı kapatmak istemeyen devletler kaçakçılığın yapılmasına göz yumuyor. Bir ülkeden diğerine daha iyi iş bulmak ve daha iyi yaşam kurmak umuduyla yollara düşen insanlar, varını yoğunu satıp para denkleştirenler, göç yollarında telef ediliyorlar. Bin bir çileyle göç etmenin de parasına göre bir konforu var. Paran kadar konforlu ve rahat koşullarda kaçak yolculuk yapabilirsin. Kaçakçıların sağladığı pasaport ve vize ile Avrupa ülkelerine uçakla gitmenin tarifesi, gidilecek ülkeye göre kişi başına 9 ile 14 bin avro arasında de-

36

ğişiyor. İstanbul’dan Edirne güzergâhını kullanarak Meriç Nehri’ni geçip Yunanistan’a gitmenin bedeli 2 bin 500 ya da 3 bin avro arasında değişiyor. Bulgaristan’a karayolu ile gitmenin bedeli bin 500 ile 2 bin 500 avro arasında değişirken Yunanistan veya Bulgaristan üzerinden karayolu ile Batı Avrupa ülkelerine gitmenin ücreti ise 5 bin avro civarında. İzmir ve Silifke üzerinden özellikle Yunanistan ve Kıbrıs’a tekneyle gitmenin bedeli ise en az 5 bin avro. Daha önce özellikle İzmir, Edirne, İstanbul ve Van üzerinden yapılan göçler şimdi Suriye’deki iç savaştan kaçan göçmenlerin yoğun olarak gelmesiyle birlikte Hatay ve Gaziantep merkezine kaymaya başladı. Bugüne kadar Türkiye’ye 90 bini aşkın Suriyeli göç etti. 9 ayrı kampa yerleştirilen göçmenlerin durumlarına ilişkin hükümet tarafından net açıklamalar yapılmıyor. Bugüne kadar bu insanlara nasıl bir statü verildiği henüz netleşmiş değil. Savaştan kaçanların ne kadarının burada kalmak istediği ya da ne kadarının geçici sığınma talep ettiği kendilerine sorulmuyor. 61 göçmenin ölümü bir tarafıyla da göç ettirilen, kamplarda yaşamak zorunda kalan insanların durumunun, çaresizliğinin sonucudur. Kapalı kapılar ardında, kimsenin giremediği kampların güvenli olup olmadığı sorunu tartışılıyor. Göçmenlerden birçoğu bu nedenlerle kampları terk ederek kaçak yollarla Avrupa ülkelerine gitmeyi planlıyor. Bunu yapmak için de kaçakçılardan yardım alıyor. İnsanın aklına sözde her türlü ihtiyacı karşılanan, güvenliği sağlanan Suriyelilerin kamplarda kalmak yerine neden insan kaçakçılarının eline düştüler sorusu takılıyor. Sınır kapılarını açan Erdoğan, elbette ki Suriyelilerin gelmesinden farklı bir çıkar umuyordu. Suriyeli göçmenlerin akın akın gelmesi, Erdoğan açısından elinde bir koz olma özelliğini taşıyordu. Tampon bölge oluşturarak buradaki kampları Suriye’ye çekmeye çalışan AKP hükümeti, Suriye pastasından doğrudan pay kapmanın derdindeydi. Tampon bölge, milletleri ya da grupları birbirinden ayırmak amacıyla oluşturulan “ara bölge”, “güvenli bölge”


sayı: 91 • Ekim 2012

anlamına geliyor. Bu bölgenin kurulmasıyla göç akını engelleniyor ve insanlar için sınırda güya güvenli bir alan oluşturuluyor. Bir bölgenin tampon bölge ilan edilmesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararıyla oluyor. Kararın verilmesinin ardından NATO’nun ya da ülkenin BM kararına dayanarak harekete geçmesi gerekiyor. Bölgenin kara ve havayolu, askeri araçlarla kontrol edilmeye başlanıyor. Böyle yapmak aslında ilgili ülkeye fiili askeri müdahale yapılması anlamına geliyor. Türkiye’nin Suriyeli göçmenlere böylesine kucak açmasının bir nedeni, tampon bölge oluşturarak, bu bahaneyle Suriye’ye direkt müdahale etme isteğinden başka bir şey değildi.

Türkiye sınırlarını AB ile uyumlu hale getiriyor Diğer taraftan AKP hükümeti, sınırları AB yasalarına uygun hale getirmek için yeni bir yasa hazırlığı içerisine girmiş durumda. AB entegre sınır yönetim projesi adı altında geliştirilen proje, uzun çalışmaların ve AB ile yürüyen pazarlıkların ardından netleşti. Bu yasaya göre Sınır Güvenliği Teşkilatı ve Göç İdaresi Genel Müdürlüğü adı altında iki ayrı kurum oluşturulacak. Sınır güvenliğinin sorumluluğu askerden alınıp İçişleri Bakanlığı’na devredilecek. 6,5 milyar avroluk bu projenin %20’lik kısmını Avrupa Birliği karşılayacak. Yasaya göre 48 sınır kapısında Sınır Mülki İdare Amirliği kurularak, sınırda görev yapacak “profesyonel” bir sınır güvenliği teşkilatı oluşturulacak. Türkiye ile sınır komşusu ülkeler arasında ortak sınır kontrolü yapılabilmesi için “Ortak Sınır Temas Merkezleri” kurulacak. Europol yani Avrupa Polis Ofisi ile ortak çalışmalar yapılacak. Bu da aslında Frontex gibi göçmen avlayıcı kurumlarla işbirliğinin geliştirilmesini sağlayacak. Bu projenin karşılığında Türkiye “Geri Kabul” anlaşmasını imzalayacak. Geri Kabul anlaşmasının imzalanması karşılığında Ekim ya da Kasım ayında AB, Türkiye’ye vize muafiyeti eylem planını sunacak. Anlaşmayla, Türkiye üzerinden AB ülkelerine giren göçmenler Türkiye’ye iade edilerek kurulan mülteci kamplarına yerleştirilecek. Türkiye ise bu insanları en kısa

marksist tutum

sürede geldikleri ülkelere geri gönderecek. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez misali Türkiye’nin yakaladığı her göçmen başına ne kadar ödül alacağı ise belli değil. Bahsi geçen Frontex, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin dış sınırlarını korumak için 2005 yılında kuruldu, Avrupa’nın sınırları bu cellâtlara emanet edildi. Kurulduğu günden bu yana göçmen avcılığı yapan Frontex binlerce göçmenin ölümüne neden oldu. Frontex yakaladığı göçmenler arasında hiçbir ayrım yapmadan onları aynı kategoride değerlendiriyor. Ekonomik nedenlerle ülkelerini terk ettiği yargısına varılan göçmenler geldikleri ülkelere teslim ediliyor. Siyasi nedenlerle sığınma talep eden mülteciler de aynı muameleyi görüyorlar. Ülkelerine teslim edilenlerin birçoğu idam edilmezlerse eğer, kalan ömürlerini hapishanelerde geçirmeye terk ediliyorlar. Türkiye’nin Yunanistan sınırına yerleştirilen Frontex ekipleri 2010 Kasımından bu yana özellikle Meriç yolu üzerinde nöbet tutuyor. Frontex timi Yunanistan sınırlarına yerleştirildiğinde silahlı bir saldırıya uğrarsa karşılık vermekle yetkilendirildi. Aynı zamanda bu saldırı onlara değil Yunan askerlerine yapılmış gibi değerlendiriliyor. Ama Frontex timi bugüne kadar böylesine silahlı bir saldırıyla karşılaşmadı. Aslında Frontex avcılarının işe başladığı günden bu yana birçok göçmen silahlı saldırıya uğradı. Örneğin 2011 yılında Yunanistan’ın Türkiye sınırındaki Sidero köyünde 167 mültecinin gömüldüğü bir toplu mezar bulundu. Yine 2011 yılında Meriç Nehrinden geçmeye çalışan göçmenler Frontex’in silahlı saldırısına uğradı. Bir kişi vurularak öldürüldü. 29 Nisan 2012’de Frontex’ten kaçan 3 kişi bir arabanın içerisinde yanarak can verdi, 4 kişi ağır yaralandı. Eli kanlı silahlı çete sınırda “güvenliği”ni böyle sağlıyor. Yasanın onaylanmasıyla birlikte Türkiye sınırlarında da Frontex’in adı sık sık duyulacak ve bu türden işlerin altına ortak imzalar atılacak! Böylece “sınır güvenliği” AB ile uyumlu hale getirilecek.

Türkiye’de göçmenlerin statüleri Mültecilerin durumu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda imzalanan ve 1954 yılında yürürlüğe giren Cenevre Sözleşmesine göre; ırkı, dini, “sosyal bir gruba mensubiyeti”, milliyeti ve siyasi düşünceleri nedeniyle zulme maruz kalan ya da kalmaktan korku duyan kimselerden kendi ülkeleri dışındaki başka ülkelere, başka bir devlet otoritesine sığınanlar “mülteci” olarak tanımlanıyor. Bu nedenlerden dolayı ülkesini terk eden bir kişi sınırı aştığı anda sığınmacı olarak adlandırılıyor. Sığınma nedenlerinin “doğruluğu araştırılıp” karara bağlandıktan sonra “mülteci” statüsü kazanılıyor. Sığınmacı ve mülteci kavramları uluslararası alanda bu şekilde tanımlanıyor ama Türkiye’ye gelince durum değişiyor. 1967 yılında yalnızca Avrupa Birliği’ne üye ülkelerle sınırlandırılan mültecilik tanımı, kabul edilen bir protokol ile genişletildi ve mültecilik statüsü tüm dünya için

37


marksist tutum

tanımlandı. Türkiye bu protokolü coğrafi sınır şartı koyarak imzaladı. Türkiye sadece Avrupa Konseyi üyesi ülke vatandaşlarına mültecilik hakkı tanıyor. Diğer ülkelerden gelenlere ise üçüncü bir ülke tarafından kabul edilene kadar “geçici sığınma” imkânı tanıyor. Türkiye mültecilere Avrupalı olan ve olmayan diye ayrımcılık uygulayan tek ülke durumunda. Sığınmacılar kendi ülkelerinden bir başka ülkeye geçerken çoğunlukla yasal olmayan yolları kullanıyorlar. Bazen sahte belgelerle, bazen hiçbir belgeye sahip olmadan sınırı geçiyorlar. Asker veya polis tarafından yakalandıklarında sığınma amacıyla geldiğini anlatamadan yasadışı göçmen muamelesine tâbi tutuluyorlar. 1951 sözleşmesine göre, ülkeler kendilerine sığınan kişileri sınırları yasadışı yollarla aşıp geldikleri için cezalandıramazlar. Ama Türkiye’de yasadışı göç eden kişiler neden kaçtıklarına bakılmadan, peşinen suçlu olarak kabul ediliyor. Mecliste bekleyen Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu Türkiye’ye sığınmacı olarak gelenlere yeni haklar tanıyor. Buna göre, işkence, saldırı ya da diğer ciddi psikolojik, bedensel şiddete maruz kalan kişilere tedavi imkânı sağlanacak. Kimliklerinden şüphe edilenler gözetim altına alınacaklar. Ancak bu gözetim 30 günü geçmeyecek ve kişinin mahkemeye itiraz başvurusu yapma hakkı da bulunacak. Dil problemini çözebilirse mahkemeye başvuru yapabilir. Başvuru sahibi kişilerin yapılan ilk mülakatlarda taleplerinin doğru olduğu izlenimi edinilmesi halinde, hem başvuru sahibine ve hem de varsa birlikte geldiği aile üyelerine, uluslararası koruma talebinde bulunduğunu belirten ve yabancı kimlik numarasını içeren 6 ay süreli Uluslararası Koruma Başvuru Sahibi Kimlik Belgesi düzenlenecek. Bu işlem yıllarca sürmez ise 6 ay içinde tamamlanacak. İsteyene avukat sağlanacak. Başvuru sahibi ve uluslararası koruma statüsü sahibi kişilerden, gönüllü olarak geri dönmek isteyenlere para desteği sağlanacak. Çocukları okula gidebilecek ve sosyal yardımlardan faydalanabilecek. Fakat genel sağlık sigortası kapsamından yararlanacak kişiler arasında “sığınmacılar” kelimesi geçmesine rağmen Türkiye’de bu haktan yararlanabilecek kimse olamayacak. Çünkü Türkiye’de sığınmacı statüsü alan kimse yok. Göçmenlere Türkiye’de kalış sürelerinin uzaması halinde çalışma izni verilecek. İşverenler genellikle vergi ve SGK primi ödememek için bu işçileri kabul ediyor. Bir yıl içerisinde 200 bin kaçak işçinin çalıştığı tahmin ediliyor. Çoğu zaman işyerinde yatıp kalkan göçmen işçiler hiçbir haktan yararlanamıyor. Türkiye’de sayıları net olmamakla beraber 3 milyon civarında göçmen bulunuyor. Türkiye’deki prosedüre göre mülteci statüsü almak için başvuru yapanları İçişleri Bakanlığı, 51 ildeki uydu kentlere dağıtıyor. Başvuranların neredeyse hepsi de Türkiye’nin daimi mülteci kabul etmediği ülkelerden. Genellikle Afganlar, Iraklılar, İranlılar, Somalililer, Özbek ve Uygur Türkleri başvuruyor. Birleşmiş Milletler başvuruya onay verirse ve bu zamana kadar Tür-

38

Ekim 2012 • sayı: 91

kiye sınır dışı etmezse, mülteciler kendilerini kabul etmeye hazır üçüncü ülkelere gönderiliyor. Kanada, ABD, İsveç, Norveç ve Avustralya olmak üzere 5 ülke bu statüdeki yabancıları ülkesine kabul ediyor. Ancak hepsi de mültecinin yaşına, cinsiyetine, eğitim durumuna ve sağlığına bakarak ülkesine kabul ediyor. Sığınmacının gideceği ülkeyi belirleme hakkı yok. İşte bu süre de bazen 1-1,5 yılı buluyor. Böylece bir sığınmacının Türkiye’deki yasal serüveni 3 yılı aşabiliyor. Türkiye’ye sığınmak için bekleyen Suriyeli olmayan mültecilerin sayısı 30 bine ulaştı. Yığılmanın temel sebebi ABD, Kanada, Avustralya gibi Türkiye’den mülteci kabul eden üçüncü ülkelerin kotalarına sınırlama getirmesi. Tüm dünyada göçmenlerin çilesi bitmiyor. Sınırlarını kapatan AB ve Amerika göçmenlere karşı ciddi yasalar geçirdi. Gözünü kulağını kapatan devletler, göçmenlerin çığlığını duymuyor, kıyıya çıkmaya çalışanları vuruyor, medya boğulanların haberlerini yapmıyor. Kaybolanlar, isimsizler ne görülüyor ne de duyuluyor. Ege ve Akdeniz bugüne kadar çok büyük acılara sahne oldu. 9 Aralık 2007’de 85 kişinin bulunduğu tekne batmış ve yalnızca 6 kişi kurtulabilmişti. 2011 yılının 10 Nisanında 72 göçmenin bulunduğu tekne günlerce denizde sürüklendi. 61 göçmen, NATO, İtalya ve dünyanın gözleri önünde açlık ve susuzluktan dolayı hayatını kaybetti. Aynı günlerde 600 mülteciyi taşıyan bir geminin battığı ihbar edildi ancak geminin akıbetinin ne olduğuna dair hiçbir araştırma yapılmadı. Uluslararası Af Örgütü’nün verilerine göre sadece 2011 yılında 1500 göçmen Akdeniz’de hayatını kaybetti. Frontex gibi sınır muhafızlarının katlettikleri insanların sayısı da bilinmiyor. Zulüm, açlık, işsizlik, yani kapitalizm var olduğu sürece insanlar kendi canlarını, yakınlarının canlarını kurtarmak için göç edecekler, umut yolculuklarına devam edecekler. İnsanların diledikleri yere gitme, can güvenliğinin sağlanması, yaşam hakkı ve yer değiştirme özgürlüğü en temel haktır. Bu hakkı gasp edense, çoktan beridir gericileşmiş ulusal sınırlarıyla ulus-devletler ve kapitalizmdir. Zehra Aras’ın dergimizin Temmuz sayısında yayınlanan Mültecilerin ve Göçmen İşçilerin Türkiye’de Yaşam Savaşı adlı yazısında belirttiği üzere “Baskı ve eziyetten kaçan emekçilerin Türkiye’de de mülteci statüsü kazanabilmesi talebi demokrasi mücadelesinin gereğidir. Göçmenler ve mülteciler vatandaşlık haklarından yararlanabilmelidir. Evrensel bir hak olan çalışma hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Göçmen ve mülteci işçilerin örgütlenme, sendikalara üye olabilme hakları tanınmalıdır. İşçi sınıfının uluslararası mücadele birliğini savunan bilinçli işçiler, göçmen işçilerin ve mültecilerin yaşadığı sorunlara sahip çıkmalıdır. Egemenlerin kışkırttığı ulusal, kültürel ve dinsel farklılıklara dayalı ayrımcılığa ve önyargılara karşı uyanık hale gelen işçi sınıfı, sınıf düşmanının oyunlarını bozmayı ve dünya işçilerinin birliğine giden yolda yürümeyi başaracaktır.”


Quebec’te Gençlik Mücadele Etti ve Saldırıları Püskürttü Derya Çınar

K

riz şiddetleniyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinde Suriye başta olmak üzere kan gövdeyi götürüyor. Türkiye’de ise egemenler milliyetçiliğin ve şovenizmin dozunu her geçen gün biraz daha arttırıyor. Dünya ekonomik ve siyasi çalkantılarla sallanarak önemli bir dönemece doğru yol alıyor. Dünyanın en zengin ülkeleri olarak bilinen coğrafyalarda ortaya çıkan mücadeleler artıyor. Eylül ayının başlarında ABD’nin Chicago eyaletinde binlerce öğretmen greve gitti. Chicago öğretmenler sendikasının öncülüğünde yürütülen mücadelenin talepleri ücretlerin arttırılması, çalışma koşullarının ve sosyal şartların iyileştirilmesi idi. Yaklaşık 30 bin öğretmenle başlayan grevde 9 gün sonra Chicago belediyesi anlaşmaya varmak zorunda kaldı. Bu grev öğretmenlerin 1987’de yine Chicago’da yaptıkları ve 19 gün süren grevlerinden 25 yıl sonra gerçekleşiyordu. Bu mücadele bir süre önce yöneticilerin masaya oturup taleplerin bir kısmını kabul etmesiyle sonuçlansa da işçi sınıfının kapitalist sistemde sorunlarının çözülmeyeceğinin, geleceğini güvenceye alamayacağının yarattığı öfkenin arttığını ve mücadelelerin kızışacağının da örneklerinden biriydi. Çünkü bir süre önce aynı kıta üzerinden öğrencilerin mücadelesinin sıcak hava dalgası geçmişti.

Kuzey Amerika’nın refah içinde yaşadığı söylenen ülkesi Kanada’nın en büyük eyaletlerinden Quebec’de aylarca ortalığın tozunu atan öğrenci eylemleri önemli gelişmelerin de habercisiydi. Nitekim öğrencilerin çok uzun bir süredir sürdürdükleri ve giderek kitleselleşen eylemleri eyalet seçimlerine de damgasını vurdu ve Jean Charest liderliğindeki Liberal Parti seçimlerde büyük bir yenilgi aldı. Seçimi %0,7 gibi küçük bir farkla da olsa Quebecois Partisi (PQ) kazandı. Quebec’in bağımsızlığını savunan bu parti, eylemleri sırasında öğencileri destekleyen tek büyük partiydi. Öğrenciler, harçlarda yapılan %80’lere varan artış saldırısına karşı sokaklara çıkmış ve eyaleti kasıp kavurmuşlardı. Öğrenci sendikası ve çeşitli öğrenci örgütlerinde bir araya gelen ve harçlara hayır diyen gençler, paralı eğitim istemediklerini haykıran çok kitlesel eylemler yapmış ve çoğu zaman polisle karşı karşıya gelmişlerdi. Eylemlerinde hükümetin zam saldırılarına karşı öfkelerini Liberal Partinin bayrak ve flamalarını yakarak da gösteren öğrencilerin hareketi seçimlere kadar da durdurulamadı. Liberal Parti seçim öncesi yarattığı bu fırtınayı durdurmak ve seçimleri sağsalim atlatabilmek için öğrenim ücretlerini ve harçları arttıran saldırı planını erteleme kararı alsa da bu manevra onu kurtarmaya yetmedi.

39


marksist tutum

Quebec’te öğrenci hareketi ve içinde bulunduğu dönem Quebec’te yüksek öğrenim görmekte olan öğrenci sayısı 300 binin üzerinde. Burası Kanada’da öğrenim harçlarının da en düşük olduğu eyalet. Bu özelliği nedeniyle de bir tür öğrenci cenneti. Dünyanın birçok ülkesinden öğrenciler buraya okumaya geliyorlar. Öğrenim harçlarının diğerlerine göre düşük olmasının sebebi de yine mücadele. İlk ciddi öğrenci eylemi 1958 yılında yine benzer bir saldırıyı geri püskürtmek üzere gerçekleşiyor ve başarıya ulaşıyor. Öğrenim harçlarının diğerlerine göre daha düşük olması bizi yanıltmasın, yine de genel olarak işçi ve emekçi çocuklarının yüksek öğrenim görebilmesi için oldukça yüksek maliyetlere sahip. 1960’ların sonlarından 1990’lara kadar yıllık 540 dolarda tutulan harç miktarı 1994’te 1668 dolara çıkartılmıştı. 2007 yılında yeni bir uygulama hayata geçirildi ve harçların her yıl 100 dolar arttırılması kararlaştırıldı. Bu durum 2012’ye kadar böyle sürdü. Son zam saldırısından hemen öncesinde yıllık harç miktarı 2168 dolar iken Liberal hükümet 5 yıllık bir saldırı planını devreye sokarak harçları 3793 dolara çıkarmaya karar verdi. Bu karar öğrencileri ayağa kaldırdı. Her ne kadar hükümet planını 5 yıl gibi bir zamana yayarak halen okumakta olanları etkilemeyeceği için tepkileri en aza indirip vur kaç taktiği izlese de, öğrenciler bu zokayı yutmadı ve bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın demedi. Protesto eylemleri, 13 Şubat 2012’de boykot kararı alan Laval Üniversitesi Sosyal Bilimler öğrencileri tarafından başlatıldı. 22 Marta gelindiğinde boykota katılan öğrenci sayısı 160 bini bulmuş ve giderek artmıştı. İlerleyen aylarda eylemlere katılanların sayısı 300 binleri buldu. Zaman zaman durgunlaşsa da toplumsal desteği artan öğrenci eylemleri 7 ay boyunca sürdü. Eylemler sırasında polis şiddeti nedeniyle öğrencilerden birinin bir gözünü kaybetmesine, yüzlerce öğrencinin fişlenmesine, binlercesinin gözaltına alınmasına ve ağır

40

Ekim 2012 • sayı: 91

para cezaları kesilmesine rağmen öğrenciler geri çekilmediler. Polisin saldırılarına taş, sopa ve barikatlarla karşılık verdiler. Bu eylemler Mayıs ayının ortalarında hükümetin Eğitim Bakanını istifa etmek zorunda bıraktı. Hükümet yeni Eğitim Bakanını yeni bir yasa paketiyle görevinin başına getirirken, öğrencilere ise yeni ve yasal kılıfı hazırlanmış bir saldırı paketini (Yasa 78) hediye ediyordu. Apar topar yerel parlamentodan geçirilen bu yasaya göre: • Herhangi bir üniversite veya kolejin 50 metre yakınında toplanmak, gösteri yapmak yasaktı. • Gösterilerde göstericilerin maske takması yasaktı. • 50 kişiden fazla insanın bir araya gelerek yapacakları toplantı veya gösteri için yer, saat belirterek Quebec polisinden izin almak zorunluydu. Aksi her tür girişim yasadışı kabul ediliyordu. • Bu yasaya uymayan herkes ceza ödemeye mahkûm ediliyordu. Kişi başı bin ilâ beş bin dolar civarında değişen cezalar, eylem ve gösterileri organize edenler kişi ise 7 bin-35 bin, kurumlar ve örgütler ise 25 bin-125 bin dolar arasında çeşitleniyordu. Kitlesel gösterilerin ve protestoların engellenmesini amaçlayan yasaya rağmen mücadele durdurulamadı. Haklı bir mücadele kitleselleşmiş, toplumsal meşruiyetini kazanmış ve burjuva hükümetin yasalarla kurduğu barikatı aşıp geçmişti. Quebec’te öğrencilerin sendika kurma ve bu sendikalarda örgütlenme olanaklarının varlığı, verilen mücadeleyi de güçlendirdi. CLASSE (öğrencilerin sendikal dayanışma birliği), FEUQ (Quebec üniversite öğrencileri federasyonu) ve FECQ (Quebec kolej öğrencileri federasyonu) önderliğinde öğrenciler eylemlerine devam ederken zaman zaman hükümetin temsilcileri ile görüşmeler de yapıldı. Öğrenci örgütleri ve temsilcileri bu görüşmeler sırasında havalarından geçilmeyen egemen sınıfların temsilcilerinin fiyakasını bozdular ve nihayetinde Eğitim Bakanı öğrencilerin kararlı ve militan mücadelesi sonucunda istifa etmek zorunda kaldı. Eyalette hükümette olan Liberal Partinin hedefinde sadece öğrenciler yoktu. Burjuvazinin krizle boğuşurken faturayı işçilere, emekçilere, öğrencilere, yani toplumun ezilen kesimlerine kesmeye çalıştığı tüm çıplaklığı ile görülüyor. Maden işçilerine yönelik saldırılar, aile sağlığı vergisi gibi vergilerde yapılan artışlar ve öğrenim harçlarına yönelik saldırı öğrencileri mücadelenin fitilini ateşlemeye iterken, kitle desteğinin de koşullarını yaratmıştır. Buna dünyanın başta Ortadoğu ve kuzey Afrika ülkelerindeki halk hareketlerinin sıcaklığı, Amerika’da ve Avrupa’da yaygınlaşmakta olan kapitalizm karşıtı eylemlerin havası ve Yunanistan rüzgârı da eklendiğinde, Quebec’te öğrencilerin mücadelesi daha da moral bulmuştur. Yerel hükümetin eğitim fonlarında yeterince para olmadığını, okulların onarılması


sayı: 91 • Ekim 2012

gerektiğini gerekçe göstererek başlattığı saldırı yeni değildi. Bir süredir, tam burslu okuyan öğrencilerin burslarını kaldırmanın ve onları daha mezun olmadan borç yükünün altına itmenin hesabı da yapılmaktaydı. Burjuva hükümetin efendilerinin dayatmasında geri adım atması söz konusu olmayınca giderek kitleselleşen ve toplumsal desteği de artan öğrencilerin başkaldırısı şiddetle ve anti-demokratik yasalarla durdurulmaya çalışılmıştı. “Acil durum yasası” da denilen ve burjuva zor aygıtının çok yönlü devreye sokulmasını sağlayan “Yasa 78” parlamentodan 18 Mayısta geçirildi. Ancak bu aylardır eylemde olan öğrencileri korkutup sindirmek bir yana onların öfkesini daha da bilemeye yaradı. Daha sonra giderek yaklaşmakta olan parlamento seçimlerinin telâşı ve yapılan anketlerde ciddi oy kaybetmekte olduğunu görmesi Liberal Partiyi öğrencileri kandırmaya dönük manevralar yapmaya kadar götürdü. Harçlardaki artışı bir yıl ertelemeyi teklif eder hale geldiler. Bir süre öncesine kadar öğrenci sendikaları ve örgütlenmeleriyle görüşmelere bile yanaşmayanlar seçim telâşına düşmüşlerdi. Liberal Parti öğrenci hareketinin arkasındaki işçi ve emekçi sınıfın desteğini ciddiye almamıştı. Bedelini de ağır ödedi. 4 Eylülde yapılan parlamento seçimlerinde, son 9 yıldır muhalefette olan PQ çok düşük bir farkla da olsa Liberal Partinin önünde seçim yarışında ipi ilk göğüsleyen oldu. Ona bu zaferi yaşatan atmosferi ise 7 aydır mücadele eden, toplumun her kesiminden özellikle işçi sınıfı ve örgütleri olan sendikal konfederasyonlardan destek gören öğrenci hareketi yaratmıştı. Normal bir zamanda olsa bu seçimleri kazanmasına ihtimal verilmeyen PQ bir zafer elde etmişti. Böylesi bir tepkiye neden olmasa ve bundan faydalanmanın hesabını yapmasa PQ’nun da yapılan harç zamlarını destekleyeceği herkesin malumu. Ama tüm burjuva partilerinde olduğu gibi o da seçimi kazanabilmek için bu süreçten faydalanması gerektiğinin farkında olduğunu gösterdi. Seçim kampanyasında bu sorunu öne çıkardı ve öğrenim harçlarına yönelik artışa gazetelere tam sayfa ilanlar vererek, televizyonlarda tartışma programlarını kullanarak karşı çıktı. Bunları durdurmayı vaat etti. PQ eski öğrenci liderlerinden birini de saflarına kattı ve dönemin ortaya çıkardığı fırsatlardan yararlandı. Karşısında gerçek bir alternatifin yokluğunda da iktidara giden kapıyı araladı. Aslında bu seçim sonuçları PQ’nun değil öğrenci hareketinin başarısıydı. Quebec’te bağımsızlık yanlısı PQ’nun lideri Pauline Marois, seçim zaferinin ardından, ilerleyen dönemde yeniden bir ayrılık referandumunun gündeme geleceğinin sinyallerini verdi. Quebec halkı 1980 ve 1995’te iki kez yapılan referandumda ayrılmaya onay vermemişti. Son dönemlerde yapılan anketlerin sonuçlarına göre ise %30’lara kadar gerilemiş bir destek söz konusu. Quebec’in ayrı bir ülke olması gerektiğini ve Kanada’dan bağımsızlığını savunan PQ’nun ayrılıkçı politikaları çok

marksist tutum

büyük bir destek görmüyordu. Buna rağmen onun seçimlerden zaferle çıkmasını sağlayan şey, üç dönemdir iktidarda olan Liberal Partinin başta öğrencileri hedef alan harçları artırmaya yönelik pervasız tutumu ve burjuvaları krizden korumak için zaten çok fazla vergi ödemekte olan halktan alınan vergileri artırma girişimi oldu.

Seçim sonuçları öğrencilerin başarısıdır ancak PQ’nun hanesine yazılmıştır Quebec’te gençler aylar boyunca sürdürdükleri mücadeleyle hükümetteki Liberal Partiyi alaşağı etmeyi başardılar, ancak yerine yine bir burjuva partiyi göreve getirdiler. PQ seçimi popülist politikalarla kazanmış olsa da Quebecli işçi ve emekçilerin daha önce denemediği bir siyasi alternatif değildi. Bu seçim sonuçları onlar için şimdilik alternatifsizliğin bir tescili idi. Özellikle öğrencilere yönelik son saldırı özelinde düşünüldüğünde bile bu durum ilânihaye böyle devam etmeyecektir. Yani tehlike bertaraf edilmiş değildir. Burjuvazinin işçi sınıfı, emekçiler ve onun gençliğiyle yan yana göründüğü sahneler dereyi geçinceye kadardır. Eyaletteki öğrencilerin büyük bir bölümü çalışarak okumaktadır. Yani öğrenci-işçidir. “Genç nüfusun giderek azaldığı Kanada’da üniversite öğrencileri aldıkları eğitimin artık onlara parlak bir gelecek garantileyemeyeceğinin farkındalar. Yüzde 75’e yakını hem çalışıp hem okuyan bu gençler, gelecekte karşılaşacakları zorluklarla mücadele için üniversite eğitiminin yeterli olmadığını düşünüyor.”* Zaten kaderi kendi sınıfının yani işçi sınıfının kaderine bağlı olan on binlerce genç, bir saldırıyı şimdilik bertaraf etmiştir. Tıpkı İspanya’da olduğu gibi sendika, dernek vb. örgütlülükleri ile saldırıya karşı durmuş ve Fransa’daki akranları gibi geleceğin mücadelesi için meydanlara akmıştır. Quebec’teki gelişmeler, öğrenci gençliğin toplumsal sorunlar karşısında duyarlı olması ve özünde işçi sınıfının öfkesinin bir dışavurumu olması sebebiyle de önemlidir. ___________________ *

Kumru Bilici, AGOS, 08/06/12

41


Hayırseverlik Dünyayı Değiştirebilir mi? Mikail Azad

A

BD finans çevrelerinin ve tüm dünya kapitalistlerinin canı gönülden takip ettiği Forbes dergisi, her yıl geleneksel olarak yaptığı gibi, bu yıl da Amerika’nın en zengin 400 kişisini açıkladı. Açıklanan liste bir önceki yıla göre bir değişiklik göstermiyor. Ancak listeye giren kişilerin servetlerinin geçen yıla oranla arttığı görülüyor. Listenin başında, 66 milyar dolarlık servetiyle Bill Gates bulunuyor. İkinci sırada Warren Buffett, üçüncü sırada Oracle Corp’un yöneticisi Larry Ellison ve Walmart ailesinden Christy Walton var. Walton aynı zamanda 27,9 milyar dolarlık varlığıyla Amerika’nın en zengin iş kadını oldu. Listenin 7, 8, 9. sıralarını ise Walmart ailesinin diğer üyeleri paylaşıyor. Milyarderlerin listesi böylece uzayıp gidiyor. Listeye bakınca değişmeyen şeyin şu olduğu görülüyor: Zenginlik ve servet birkaç elde toplanıp artarken, açlık ve yoksulluk milyarlarca insanı içine alarak büyümeye devam ediyor. Forbes dergisinin, servetlerini büyüten kapitalistlerin listesini yapmakta fazlaca zorlandığını söyleyemeyiz. Milyarlarca insanın yaşadığı dünyada, zenginliği ellerinde tutan kapitalistlerin sayısı oldukça azdır. Ancak diğer yanda finans çevrelerince listeleri yapılmasına gerek duyulmayan, önemsenmeyen aç ve yoksul insanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Her yıl 11 milyon çocuk açlıktan yaşamını yitiriyor, 1 milyar insan sürekli açlık çekiyor. Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan ise 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor!” Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 cent. Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de ya-

42


sayı: 91 • Ekim 2012

marksist tutum

şayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 522 milyon kişi, Sahra-altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor. Buna karşılık dünya nüfusunun %10’u dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor. Bir yanda işçi sınıfının yarattığı muazzam zenginlik, öte yanda bu zenginliğe el koyan bir avuç asalak azınlık. Servetlerini iki katına çıkartan kapitalistler, diğer taraftan da topluma şirin görünmek ve vicdan sahibi kimseler olduklarını düşündürtmek için, göstermelik ve bir o kadar da sinsi bir yola başvuruyorlar: “Hayırseverlik!”

Büyük bağışçılar! 2010 yılının Haziran ayında Bill Gates ve Warren Buffett’un öncülüğünde başlatılan “Bağış sözü” kampanyasına, şimdiye kadar 100’ün üzerinde dolar milyarderi destek verdiğini duyurdu. Dolar milyarderleri, servetlerinin en az yarısını bağışlayacakları sözünü vererek, dünyada açlığı ve yoksulluğu hayırseverlik yaparak ortadan kaldıracaklarını çok “vicdanlı” bir biçimde ifade ettiler! Türkiye’den de, işçi sınıfının alınteriyle zenginleşen kapitalistlerden bazıları bu kampanyaya destek verdiklerini söylediler. Bu arada Sabancı Vakfı tarafından Aralık 2010’da “Hayırseverlik Dünyayı Değiştirebilir mi?” adıyla bir seminer düzenlenmişti. Seminere The Economist dergisinden Matthew Bishop ve Belçika’daki King Baudouin Vakfı’ndan Luc Tayart konuşmacı olarak katılmıştı. Seminer boyunca, hayırseverliğin dünyayı çok daha iyi bir yere getireceği söylenmiş ve kapitalist sistemin “insancıl-vicdanlı” yüzünü açığa çıkarmanın zamanının geldiği vurgulanmıştı. Matthew Bishop konuşmasının ana içeriğini Michael Green ile birlikte yazdıkları Filantrokapitalizm: Hayırseverlik Dünyayı Nasıl Kurtarır? kitabını tanıtarak, 21. yüzyıl hayırseverlerinin görevleri üzerinde durmuştu. Konuşmada, aslında “insancıl kapitalizm”in açlık ve yoksulluk içinde kıvranan kitlelerin dertlerine çare olmak için değil, tersine, işçi sınıfının bu çürümüş sisteme isyan etmesine karşı geliştirilmiş olduğu açığa çıkıyordu. Dünyayı daha iyi bir yer yapmak ve sosyal sorumluluk türünden söylemlerle kitlelerin kalplerini fethetmeye çalışan kapitalistlerin, “hayırseverlik” için hareket ettiklerini söylemeleri tam bir yalandır. Dünyanın en zenginlerinin çıkıp “kapitalizmin vicdanlı yüzü” olduklarını söylemeleri tam bir ikiyüzlüktür. Bağış verme kampanyasını başlatanların başında yer alan Warren Buffett, iki yıl önce Rockefeller Başkanlık Sarayında Amerikalı 40 milyarderle birlikte yaptığı toplantıya, İsa’nın havarileriyle yediği son yemeğin üzerinden bir anlam biçmişti. Böylece kendilerini çağın hayırseverleri

ve kurtarıcıları olarak sunuyorlardı. Açlığın kökünü kurutmak, yoksulluğu, sefaleti kaldırmak, adalet ve barışı tesis etmek gibi bir söylemle yola çıkan bu pek hayırsever kapitalistler, kapitalist sömürü sisteminin yaşam pınarına su vermekten başkaca bir amaç gütmemektedirler.

Dünyayı proleter devrim değiştirecek! Kapitalist sistem tarihsel bir kriz içinde debeleniyor. Dünyanın her yerinde durum aynı; işsizlik çığ gibi büyürken işçi-emekçi kitleler gittikçe yoksullaşıyorlar. Fakat kriz karşıtını da yaratıyor. Sömürüye ve kemer sıkma programlarına karşı çıkan kitleler, dünyanın birçok yerinde kitlesel grevler yapıyor ve sokaklara çıkıyorlar. Kuzey Afrika’da kitlelerin isyanları hükümetleri ve diktatörleri devirdi. Avrupa’da, Amerika’da, Asya’da da emekçiler huzursuzluklarını dışa vurarak, büyük protesto gösterileri düzenliyorlar. İşte kapitalistlerin korktukları ve önüne bir an önce geçmek istedikleri şey bu tepkinin işçi devrimlerine doğru büyümesidir. “Hayırsever kapitalistler”, kapitalizme insancıllık maskesi takarak kitlelerin tepkisini yatıştırmaya çalışıyorlar. Ancak korkunun ecele faydası yok; Açlığın da, yoksulluğun da, sömürü ve aşağılanmanın da kökünü kazıyacak olan işçi devrimleri, eninde sonunda kapitalistleri kâbuslarıyla yüz yüze bırakacaktır!

43


Okurlarımızdan

Biz de Geçelim Şu Yalan Dünyadan!

B

ütün gerçek ve büyük halk ozanları böyledir. Hangi yöreden, etnik kökenden, dinden, dilden, ırktan olursa olsunlar, insanlığın ortak duygularını, acılarını, sevinçlerini öylesine yalın, öylesine derin biçimde söze ve saza dökerler ki, yaktıkları türküler insanın yüreğine işler. Gönül telini titretir. İnsana insanlığını hatırlatır. Ağlamayanı ağlatır, gülmeyeni sevindirir. Onca kitap, onca söz fayda etmez ama o yanık türkülerin bir dizesi bizi en derin düşüncelere daldırır. Çünkü onlar biçarelerin umudu olurlar. Sessizlerin sesi olurlar. Kimi zaman zalimin zulmüne karşı bir haykırıştır türküleri, kimi zaman hasretle yanıp tutuşan bir aşığa dert ortağı. İnsan olanda, insana dair ne varsa onu katık ederler türkülerine. Başkasının derdiyle dertlenir, o dertle yanıp tutuşur, ateş olur yüreğimizi dağlarlar. Ama onlar zalimlerin, egemenlerin, sömürücülerin değil, ezilenin, dert çekenin, yoksulun, biçarenin sesini, duygularını ve düşüncelerini yansıtırlar türkülerine. İşte Neşet Ertaş da, tıpkı babası Muharrem Ertaş gibi bu büyük halk ozanlarından biriydi. Şimdi göçtü gitti aramızdan. Onun gibi nicesi geçti gitti bu yalan dünyadan, gönül dağına olan yolculuğunu nihayete erdirdi. Gerçek bir halk ozanıydı Neşet Ertaş, Anadolu halkı neyse o da oydu. Bu coğrafyanın binlerce yıllık birikimini gönül imbiğinden süzerek damıtıp bize sunanlardandı. “Her nerde gördüysem garip ağlar” diyerek sazını da onunla birlikte ağlatırdı. Bu yalancı dünyada gülüm deyip gülemeyenleri anlatırdı. Aç olanın halinden anlamayan karnı toklara seslenirdi, yalan dünyaya kanmayın derdi. Cahilim derdi, şu yalan dünyaya kandım, hayale aldandım, boşuna yandım. Dünyanın bozuk düzenini gördükçe dertlenirdi, “aman dünya ne dar imiş, dert çekmesi ne zor imiş, içimde yâre varmış, dermanını arar oldum”. İnsana ve insanlığa olan inancını hiçbir zaman yitirmedi, biliyordu düzenin çarkını bozanlar insanlığını yitirenlerdi: “Aşkı kimden aldın, sevgiyi kimden, aslı bozuk deme gel şu insana, soracak olursan eğer ki benden, aslı bozuk deme gel şu insana ya dost!” Düzeni, nizamı, iyiyi, kötüyü, imanı, imansızlığı hep kendi çıkarına göre yoranlara cevabı basitti: “Zengin isen ya bey derler ya paşa, fukara isen ya abdal derler, ya cingan haşa. Sen de bir insansın insanlar gibi, haksız kazancınan sürmedin demi, insanlığın kuralları böyle mi? O Hakk’ı tanımaz kul kandıranlar, insanlığın ne olduğun ne anlar, insanlık varlıkla olur sananlar.” Okumuş cahiller kadar bilgisi yoktu amma her insanın eşit ve kardeş olduğunu bilirdi, kardeşi kardeşe kırdırmak isteyene, insanlığını unutup hayvanlaşana “din-

44

le sana bir sözüm var” diyerek seslenirdi: “Dinle sana bir sözüm var, kimseyi hor görme gardaş, kim nasıldır Allah bilir, kötüleyip yerme gardaş. Kerameti sende bilip, bilmeden günahkâr olup, insan doğup hayvan ölüp cehenneme girme gardaş.” Bilirdi ki, bu bozuk düzen sürdükçe garibin dünyada yüzü gülemez, her zaman işleri zordur garibin, sever sever sevdiğini alamaz, bülbül gibi işi zardır garibin, iniler arı gibi kendinden geçer, her çiçek bağrına bir yara açar, bir bina yapsa da çabucak göçer, böyle kara bahtı vardır garibin, garibin yüzüne gülen bulunmaz, gül olsa bazarda alan bulunmaz, garibin derdinden bilen bulunmaz, dünyası başına dardır garibin. Sözleri derin ve güzel türküleri kâh karabahtlıların derdine ortak olurdu, “karadır bu bahtım kara, sözüm kâr etmiyor yare, yüreyimi yakti nara, eyvah”; kâh düzenin zindanlarda tutsak ettiği mahkûmların derdine, “mahpushanelerde güneş doğmuyor, geçiyor bu ömrümüzde gün doğmuyor, eşim dostum hiç yanıma gelmiyor, yok mu mahpushane beni arayan, bu zindanda ölem canım gardiyan.” Kısacası o, Anadolu insanının ruhunu, özünü yansıtanlardandı. Yunus Emrelerin, Bedrettinlerin, Pir Sultanların, Karacaoğlanların, Âşık Veysellerin soyundandı. Devran döndü, devir değişti, böylesi insanların devri geçti diyenlere cevabı ganiydi: “Şu fani dünyaya geldim gidiyom, sıkı tut bir yârin elinden gönül, yârine yar isen daha ne diyon, anca yârin anlar halından gönül. Dünya güzeldir belki hoşuna, değme sakın bela gelir başına, doğru git gel hele olan işine, belki saptırırlar yolundan gönül.” Cefakâr ömrünü insanca, onuruyla, dürüstlüğüyle tamam etti. İnsana olan sevgisi hiç bitmedi, yalan dünyanın nimetlerine kanmadı, gönül yolundan hiç sapmadı. Bizi de kendine mecnun kıldı, gönül dilimiz söyler oldu, “ben ağlarsam ağlayıp gülersem gülen, bütün dertlerimi anlayıp gönlümü bilen, sanki kalbimi bilerek yüzüme gülen, gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?” Pendik’ten bir büro işçisi


Okurlarımızdan

Kredi Borçları Ayağımıza Takılmış Prangalardır Ö

yle bir dönemden geçiyoruz ki herkesin bankalara yolu düşüyor. Banka şubeleri eskiden İstanbul’un merkezi yerlerinde olurdu. İşçilerin de arada sırada işi düşerdi buralara. Ama artık durum eskisi gibi değil. Bankalar işçi mahallelerinde de şubeler açtı ve açmaya da devam ediyor. Artık maaşlar bankadan alınıyor. Bankalar ve beraberinde getirdiği sorunlar artık yaşamımızın önemli bir parçası haline gelmiş durumda. Çevremdeki işçi arkadaşlarımdan gözlemlediğim bir sorun var ki tam bir baş belâsı. Daha önceleri banka, kredi kartı ve krediler birçok işçi için hiçbir şey ifade etmezdi. Her şey maaşların banka üzerinden ödenmesiyle başladı. Önce bankamatik kartları elimize geçti. Daha sonra bir telefon çaldı ve telefondaki ses “kredi kartı kullanmak ister misiniz?” diye sordu. Bankalarla olan serüvenimiz böylelikle başlamış oldu. Maaşlarımızın yatırıldığını öğrenince bankamatiklere hücum ettik. Gittiğimizde sıraya geçtik, acemiliğimizin verdiği telaşla, bir önceki kişinin yaptıklarını göz ucuyla takip ettik. Sıra bize geldiğinde biraz utangaç, biraz da kasılarak kartı iliştirdik ATM’ye. Yatırılan paranın miktarına bakarken gözümüze ek hesap ya da “artı para” diye bir ibare ilişti. Limitinizden belirli bir miktar daha fazlasını kullanma imkânı veren bu “artı para” kredisine birkaç ay dokunmadık. Gel zaman git zaman bir gün paraya sıkıştık (bu işçilerin hayatında her zaman olan bir şeydir) ve artı para “imdadımıza yetişti”! Bankanın ne kadar “önemli” bir şey olduğunun farkına vardık. Derken, artı para başımıza artı sorunlar getirdi. Artık maaşımızın bir kısmını banka bizden önce alıyordu. Bu açığı kapatmak için ikinci ay yine artı paraya başvuruluyor ve yine sıkıntılar yaşanıyordu. Bu durum neredeyse her defasında tek-

rarlanıyordu. Diğer can yakıcı sorun ise kredi borçları. Özellikle ev, araba sahibi olmak için alınan yüklü miktarlardaki kredi borçları, işçilerin ayağına takılmış bir pranga haline geldi. Zaten işyerlerine esir edilen işçi, işyeri ve ev arasındaki yolda iyice sıkıştırıldı. Artık alınan kredinin taksitlerinin ödenmesinden daha önemli bir şey yok işçi için. Çünkü insan ömrünün önemli bir kısmı banka tarafından ipotek edilmiştir. Bir ev sahibi ya da araba sahibi olduğu için mutlu olmaya çalışır ama kredi borcunu düşündükçe de “ya ödeyemezsem” korkusuyla bütün mutluluğu uçup gider. Sahip olduğunu sandığı şey artık onun korkulu rüyası haline gelmiştir. Bu korku daha fazla çalışmayı da beraberinde getirir. Zaten patronların zorunlu olarak dayattığı fazla mesailer, böylelikle işçi için de zorunlu hale gelir. Kredi borcu olan işçinin çalıştığı işyerinde yapılan haksızlıklara karşı sesi diğer işçilere göre daha az çıkar ya da hiç çıkmaz. Çünkü işten atılma korkusu daha çok ürkütür o işçiyi. Sahip olduğunu sandığı şey yapılan haksızlıklara boyun eğmesine sebep olur. Bu durumdan vazife çıkartan patronlar ise bindikçe binerler işçilerin sırtına. Patronların sermayesi büyür, işçilerin ise sorunları. Her şeyi biz işçiler üretirken, koca bir ömrü ev almak için tüketmek, kendimize yaptığımız en büyük haksızlıktır. Elbette ev sahibi olmak da araba sahibi olmak da hakkımız. Karşı çıkmamız gereken ise bu temel ihtiyaçlarımızı gidermek için ömrümüzü tüketmek zorunda kalışımızdır. Hakkımız olanı elde etmek için prangalarımızdan kurtulalım. Ayrıca sıkıntılarımızdan tek başımıza kurtulabileceğimiz düşüncesinden de vazgeçmeliyiz. Gazi Mahallesi’nden bir işçi

En Zenginle En Yoksul Arasındaki Gelir Farkı T

ürkiye İstatistik Kurumu 2011 yılında yaptığı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’nın sonuçlarını açıklamış. Bu “araştırma”nın sonuçlarına göre Türkiye’de en zenginle en yoksul arasındaki gelir farkı sadece 8 katmış. Yani düşünün ki, Koç Holding’in veya Sabancı Holding’in sahibi olan ve on binlerce işçiyi sömüren patronların aylık geliri sadece ve sadece 8 asgari ücret! Bu habere göre, bizler farkında olmadan milyon dolarlar kazanıyoruz! İşte yalanın kuyruklusu dedikleri budur. En zenginle en yoksul arasındaki fark her geçen gün gittikçe daha da artarken, patronlar bizleri bu tip yalanlarla kandırmaya çalışıyor. Adına kapitalizm dediğimiz bu sistemde bir avuç asalak dünyanın bütün nimetlerinden faydalanırken, geriye kalan işçi kitleler yoksulluk ve sefalet içinde kıvranıyorlar. Çünkü bu düzen o bir avuç patronun milyonlarca işçiyi sömürmesi üzerine kurulmuştur. Biz işçiler bu tip haberlerin kocaman bir yalan olduğunu kendi yaşamlarımızdan biliyoruz. İşçiler aldıkları sefalet ücretleriyle geceleri aç yatarken, patronlar altınla süslenmiş pastalar yiyorlar. Bugün işçilerin aylık ücreti, patronlar için bir öğle yemeği parası kadar. Bizler koca bir yıl gece

gündüz çalışıp senelik izinlerimizde memlekete bile gidemezken, patronlarımız dünyanın en güzel yerlerinde dilediklerince tatil yapıp geziyorlar. İşçi ve emekçiler çocuklarını parasızlıktan okula bile gönderemiyorlar. Ancak patronlar çocukları için en kaliteli eğitimi, gerekirse dünyanın diğer ucunda bile olsa sağlıyorlar. Yoksul halk, başını sokacak bir ev için kredi borçlarıyla boğuşurken, o bir avuç zengin ise kale gibi evlerde, boğaz manzaralı köşklerde, tam teknolojik donanımlı villalarda bolluk içerisinde yaşıyorlar. Evet, bunlar sadece zenginler ve yoksul kitleler arasındaki birkaç fark. Kaldı ki Türkiye’de milyonlarca işsiz var. Bu insanların aylık geliri bile yok. Ama tüm bunlara rağmen devletin istatistik kurumu en zenginle en yoksul arasındaki gelir farkının sadece 8 kat olduğunu söyleyebiliyor. Kim inanır bu yalana! Bu gelir farkının iki basamaklı sayılarla bile ifade edilemeyecek kadar büyük olduğunu bizler gayet iyi biliyoruz ve örgütlü mücadelemiz sayesinde kapitalist sömürü sistemiyle birlikte bu gerçeği de yerle bir edeceğiz. Altınşehir’den işsiz bir işçi

45


Okurlarımızdan B

66 Aylıklar İşbaşında

eş buçuk yaş denildiğinde küçük oldukları daha kolay anlaşılıyor olsa gerek ki, “66 aylık” diyorlar onlara. Henüz birçok ihtiyacını tek başına gideremeyen, yolda bile doğru düzgün yürüyemeyen minikler onlar. Kimisi elini yıkamak için lavaboya yetişemiyor, kimisi de tuvalete girdiğinde klozete yetişemiyor. Çoğu, yaşının kaç olduğunu bile bilmiyor, sorulduğunda annesine soruyor. Bazıları annelerinin kucağında uyuya kalmış, bazıları anneleri olmadan sınıfa girmiyor. Her yerde olduğu gibi benim çalıştığım yerde de bu 66 aylıklar konuşuluyor. Telefonda bile çocuklarının okulda neler yaptıklarını anlatıyorlar birbirlerine. Bir anne telefonun ucundaki diğer anneye küçük çocuğunun önceki gün okulda yaşadıklarından söz ediyor. “Akşam eve gittiğimde öğretmenini bana şikâyet ediyor” diyor ve başlıyor anlatmaya... - Anne öğretmen bana en yüksek sesiyle bağırdı. - Neden bağırdı, ne yaptın? - Hiiç, balkonda arkadaşımla konuşuyordum. - Ama bir şey yapmazsan bağırmaz ki... - Valla bir şey yapmadan bağırdı. - Yapmışsınızdır bir şey, durduk yere bağırmaz. Söyle bakalım, ne yaptınız? - “Balkondan atlamaca oynayalım mı” diyorduk. Ben ayağımı yukarı kaldırmıştım. Bizi görmüş, birden en yüksek sesiyle bağırdı. “İndir o ayağını, döverim seni” dedi, kolumdan tutup çekti beni. Telefonda konuşurken bir taraftan da gülüyordu. Telefonu kapattıktan sonra bana baktı, karşılıklı gülüştük. Sonra çocuğun kaç yaşında olduğunu sor-

dum, “66 aylık” dedi. Geçen sene birlikte kreşe gittiği arkadaşıyla aynı okula gidiyorlar deyip telefonda anlattıklarını bir de bana anlatı. Diğer bir anne ise “bu sistem gelecek sene de böyle giderse ben çocuğumu bu okula göndermem. Gider rapor alırım” diyor. Çalıştığım yerde hem annelerde, hem babalarda genel olarak bir tepki var. Durmadan söyledikleri tek şey: “Bizim çocuğumuzu bizden iyi mi düşünecekler?” Çok doğru! 4+4+4 sistemini bizim çocuklarımızı düşündükleri için getirmediler. Amaçları kendi istedikleri gibi bir gençlik yaratmak! Hiçbir şeyi sorgulamayan, devletine sadık ve ucuz işçi olabilecek çocukları daha iyi kullanabilmek. Boşuna dememişler “ağaç yaşken eğilir” diye. Şimdiden çocuklarımıza tek tip olmayı, disipline gelmeyi, emirlere itaat etmeyi öğretecekler. Patronların devleti, çocuklarımız için de bizim için de faydalı bir şey yapmıyor. Peki, bizler ne kadar düşünüyoruz çocuklarımızı? Kaçımız onlara güzel bir gelecek bırakmak için mücadele ediyoruz? Kaçımız hakkımızı arayıp çocuklarımıza örnek oluyoruz? Kaçımız onurlu yaşamak için hakkımızı aramak gerektiğini anlatıyoruz? Ben de bir anneyim, 15 yaşında bir çocuğum var. Hayatının daha kötü olmaması, onurlu biri olması için mücadele ediyorum. “Çok oku kariyer yap, çok çalış, zengin ol” nasihatleri vermiyorum. Dünyanın iki sınıftan oluştuğunu, kendi sınıfının içinde olmasını, haksızlıklara karşı koymasını, bir işçi çocuğu olduğunu, geleceğin işçisi olacağını anlatıyorum. Buradan tüm anne babalara sesleniyorum: Çocuğumuz için yapacağımız en iyi, en doğru şey onlara güzel bir gelecek bırakmak için mücadele etmektir! Söğütlüçeşme’den bir kadın işçi

46


Okurlarımızdan

Neden Cinnet Geçiriyoruz? D

ünya Sağlık Örgütü verileri, dünyada her 5 kişiden birinin ruh sağlığının bozuk olduğunu ve her geçen gün bu sayının arttığını gösteriyor. Her yıl akıl sağlığını kaybettiği için 800 bin kişi intihar ediyor. Akıl sağlığını yitiren kişi yalnızca kendi yaşamını sonlandırmakla kalmıyor. Cinnet geçirdiği anda kontrolünü kaybeden kişi, kendinden önce yakınlarının canına da kıyabiliyor. Bireysel yaşam tarzını dayatan bu sistem, kişiyi kendi sorunlarına olduğu gibi toplumun sorunlarına da yabancılaştırarak insanları yalnızlığa sürüklüyor. Kurtuluşu bireysel çabada arayan kişi çevresiyle hep rekabet temelinde ilişki kurarken, kendisiyle toplum arasındaki bağlar gitgide zayıflıyor. Sorun olarak gördüğü olay karşısında sağlıklı düşünme ve karar verme yetisini de bu nedenle kaybediyor. Bir yığın sorunlar yumağında kendini bulan kişi, kurtuluş için gereken gücü kendinde göremeyince yaşamanın anlamsız, boş olduğunu düşünerek, hem kendi yaşamına hem de çevresindekilerin yaşamına son verebiliyor. İnsanı insanlıktan çıkartan, sefalete iten, “değersizleştiren” kâr düzeni yüzünden, Türkiye’de de cinnet örnekleri hızla çoğalıyor. Geçtiğimiz ay, üç gün içerisinde cinnet vakaları sonucu 16 kişi yaşamından oldu. Bu tür vakaların ardından, patronların sözcüleri ve medya organları, her zaman olduğu gibi “öfkeli, şiddet eğilimli bir toplum” tespitleri yapıyorlar. Ancak asıl sebebi sorgulamaya yanaşmıyorlar. Bir babanın, iki oğlunun yaşamına son verdikten sonra kendini de öldürmesine sebep olan neydi? Olay Adana’da yaşandı. Celil Barbaros, kanser tedavisi gören Cenk ile en büyük oğlu Cem’i öldürüp intihar etti! Mersin’de taziye evinde cinnet geçiren Hasan Yılmaz, taziye ziyaretine gelen 1 çocuk annesi kız kardeşini, amcasını, yengesini ve amcasının kızını evinin önünde av tüfeği ile öldürdü. Daha sonra eve girerek aynı tüfekle intihar etti. Bursa’da inşaatlarda boyacılık yapan Savaş Özer, tabancayla kayınvalidesinin ve eşinin başına birer el ateş et-

B

tikten sonra, aynı silahla kendi kafasına sıktı. Diyarbakır Bağlar ilçesinde bir kişi, ayrı yaşadığı eşi ile eşinin annesini silahla vurdu. Hastaneye kaldırılan eşi kurtarılamadı. Gaziantep’te bir baba kızının kafasına vura vura öldürdü… İnsanı dehşete düşüren bu olaylar, öfke ataklarıyla çılgına dönen cani ruhlu insanların ölüm saçtığını değil, toplumun nasıl çürüdüğünü gösteriyor. Ailelerine, evlatlarına bakamayan, geçim sıkıntısı giderek daha da katlanılmaz boyutlara ulaşan, dayanışma, birlik olma gibi değerlerini yitiren, yalnızlaşan, kendine ve topluma güvensizleşen insanlar ayakta kalmayı başaramıyor. Bir insanın evladını, eşini öldürmesi, kendi yaşamına son vermesi o kadar kolay mı? Hiç değil! Cinnetlerin büyük çoğunluğunun ekonomik sorunlardan kaynaklandığı biliniyor. Neden cinnet geçirip çoluk çocuğunu öldürenlerin çoğu erkek işçiler? Eve bakmakla yükümlü sayıldıkları için mi? Çocuklarına bakamayacak durumda mıydılar? Onlara bakamadıkları için kendilerini mi suçladılar? Çocuklarını öldürerek, onları bu sefaletten kurtarmak mı istemişlerdi? Yoksul oldukları için toplum tarafından, eşleri tarafından saygı gösterilmeyen, varlığını değersiz, anlamsız bulan insanlar mıydı onlar? Bu düzen insanları sefalete mahkûm etmekle kalmıyor. Cinnet geçirmeyenler de sağlıklı kalamıyor. Toplumda herkesin kendi paçasını kurtarabileceği yalanını pompalayan egemenler, işçiler arasındaki en güzel değerleri de yok ediyor. Kimse kimsenin derdine ağlamıyor. Yoksula yardım etmek, dayanışma sağlamak neredeyse unutuldu. Sorunlar yardımla-yamayla çözülecek değil elbet! Sorunlar birlik beraberlik içinde yürütülecek mücadeleyle çözülecek. Bencillikten, korkularından, yalanlardan kurtulan işçi ve emekçiler hak ettikleri yaşamı elde etmek için mücadele ettiklerinde, çaresiz kalan patronlar olacak! Sefaköy’den bir sağlık işçisi

GDO Açlığa Çözüm mü?

ir canlının genetik özelliklerinin insan eliyle değiştirilmesi ile elde edilen organizmaya GDO, yani Genetiği Değiştirilmiş Organizma deniyor. İnsan sağlığı gözetilmeden üretilen GDO’lu besinler, özellikle hamileler, büyüme çağındaki çocuklar, beslenme bozukluğu olanlar ve kronik hastalar için oldukça zararlı. Et, kıyma, salam, sosis, sucuk gibi gıdalarda GDO’ya rastlamak mümkün. Ayrıca hayvan yemlerinde de GDO kullanılması sebebiyle süt, yoğurt ve peynirde de GDO içeriği bulunuyor. Son zamanlarda bazı fındık kremaları da dâhil birçok besinin GDO’lu üretildiği tespit edildi. Neredeyse GDO’suz ürün yok gibi. GDO’ları savunanların en temel argümanı, bu ürünlerle dünyada giderek artan besin ihtiyacını karşılamak ve açlık sorununa çare bulmaktır. Zaten kapitalist sistemden farklı bir çözüm beklemek de yanlış olurdu. Dünyada 800

milyonun üzerinde insan açlık çekmektedir. Ancak dünyada üretim potansiyeli tam gerçekleştirilse tüm insanlar ve hatta fazlası doyar. Ayrıca esas sorun gıdaya ulaşmak için yeterli paraya sahip olamamaktır. Yani sorun üretimin yetersizliği değil, üretilen gıdaların adil paylaşılmamasından kaynaklanıyor. Kapitalizmin gıdaları ya da diğer ihtiyaçları adil paylaşmak gibi bir derdi de yok zaten. Gıdalar üzerinde, dolayısıyla insan sağlığı üzerinde oynanan oyunların amacı daha fazla kâr elde etmekten başka bir şey değildir. Yapmamız gereken, işçi sınıfı olarak örgütlenip bu aşağılık ve köhnemiş sistemi yeryüzünden silmek için mücadele etmektir. İşçi sınıfı iktidarı ile insanca bir yaşama kavuşacağız ve sağlıklı gıdalarımızı herkesin ihtiyacına göre paylaşacağız. Maltepe’den bir işçi

47


Okurlarımızdan

Bilmek Bilmek, Rüzgârla yürüdüğünü insanın, Ve yaşamı ölümle tecrübe ettiğini. Halbuki, karın tokluğu içindi mızrak, ve ektiğini bölüşmek içindi toprak, yani doğası gereği birlikte çalışıp, birlikte bölmek ekmeği. Daha suyun başı tutulmamıştı, daha haramiler bölüşmemişti bereketi.

ve anısı mücadelemizde yaşayan bütün insanlara, borç bilip bu tutsak zamanı, dövüşmek; zincirleri kıra kıra

Bilmek, Dönüşen dünyayı, değişen zamanı. Artık güneş ve yıldızlardı herkese eşit olan. Çünkü; toprak sarayın mülküdür, ekmek beylerin. Ya çalışmak gündüzden geceye, ya da razı olmak açlığa. İlk tüten bacaya, ilk siren sesine, ilk tulum giyildiğinde, uyandı modern çağın köleleri, düştü geçmişinde bıraktığı hürriyetin peşine.

Bilmek, tarif etmektir, yalanı, talanı insanın insana kulluğunu.

Bilmek, dövüşerek yürüdüğünü insanın. Kavganın en değerlisiyle haramilere, asalaklara karşı. Spartacus’ten ilham almak, Bedreddin’le düşlemek kardeşliği, asır sonra bölüşmek yine ekmeği. Ve dövüşmek… Paris’te bir kominar gibi, kurşuna dizileceğini bile bile bir gece vakti. 1917’de var etmek günlerin en güzelini ve sarsmak dünyayı. Ya bu topraklar, ya bu toprakların insanları, insanlarımız, hep divana el pençe çıkan, “ferman devletlimundur” diyen insanlarımız. Onlar da düşlediler kardeşliği, Bedreddin’le yürümek topraksız bir köylü gibi.

Dedim ya, bilmek doğru yerde olmaktır. Birlikteliktir, en güzel günleri daha yaşamadan var etmektir bilinçte sevmektir ve dövüşmektir, bugünden yarına taşımak için bütün güzellikleri.

Bölüşmek, yarın yanağından gayrı her şeyi, Eti, ekmeği, Pir Sultan’la küfretmek bozuk düzenin çarkına, o günlerden 15-16 Haziranlara Kavel’e, Neteş’a

48

Bilmek, Bu karanlığın içinde en zor olan şey, Bilmek, doğru yerde olmaktır. Kendin de var olan ama farkında olmadığın her şeyin farkına varmaktır.

Bilmek, Dünü, çok daha önceyi sana ait olan tarihi ve sana benzeyenlerin hikayelerini. Bilmek, Tanımlamak dünyayı ve çözmektir bu kördüğümü.

Sarıgazi’den bir işçi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.