Mt no 92

Page 1

Emperyalist Saldırganlığa, İşçi Sınıfına ve Kürt Halkına Yönelik Saldırılara Son! • Açlık grevleri kritik aşamada

Kasım 2012

• İşçi sınıfını zorlu mücadeleler bekliyor • Emperyalist savaş, Ekim Devrimi ve barış

92

• Bir kitabın anımsattıkları /2 • Yeni sendikalar ve toplu iş sözleşmesi kanunu • Chavez’e endeksli bir sosyalizm hikayesi • Güney Afrika işçileri isyanda


Açlık Grevleri Kritik Aşamada T ürkiye çapında 60 cezaevindeki Kürt siyasi tutsakların, Öcalan’a tecridin kaldırılması, anadilde savunma ve eğitim hakkının tanınması talepleriyle başlattığı açlık grevleri kritik aşamaya ulaşmış durumda. 12 Eylülde başlayan eyleme katılan tutsak sayısı 700 civarında ve bu sayı her geçen gün artıyor. Son günlere kadar iktidar partisi AKP başta olmak üzere tüm düzen partilerinin ve medyasının görmezden geldiği açlık grevi, cezaevi dışında birçok eylemi ve inisiyatifi harekete geçirmiş durumda. Başta ezilen Kürt halkı, en temel demokratik hakların tanınması uğruna bedenlerini ölüme yatıran evlatlarına sahip çıkıyor ve her geçen gün artan bir eylemlikle soruna çözüm üretilmesini talep ediyor. Ölümlerin önüne geçilmesi ve talepler doğrultusunda bir çözüm yolunun açılması için başta Kürt illeri olmak üzere bütün Türkiye genelinde yürüyüşler, gösteriler, kitlesel basın açıklamaları, boykotlar düzenleniyor. 30 Ekimde Kürt illerindeki kitlesel boykot eylemine büyük bir katılım gerçekleşti. Öğrenciler okullara gitmedi, kepenkler tümüyle kapatıldı, on binler sokaklara aktı. Çeşitli demokratik kitle örgütleri, aydınlar, sanatçılar yoğunlaşan eylemliliklerle soruna dikkat çekmeye, duyarlılığı artırmaya çalışıyorlar ve bir çözüm girişiminin başlatılması çağrısında bulunuyorlar. Hükümet ise soruna çözüm için adım atacağına “gerekirse müdahale ederiz” yollu söylemlerle ateşe benzin dökmeye, gözlemci heyetlerin grevcileri ziyaret etmesine engel olmaya, grevcilere gerekli B1 vitamini gibi kalıcı hasarı önlemeye dönük bazı zorunlu maddelerin ulaşmasını engellemeye ve bu haldeki tutsakları işkenceye ve kötü muameleye tâbi tutmaya devam ediyor. Bu yetmezmiş gibi dışarıdaki eylemlere de saldırmaktan geri durmuyor. 31 Ekimde ODTÜ’de yapılan destek eyleminde öğrenciler AKP merkezine yürümek isteyince, polisin grubun kampüsten çıkmasına izin vermemek için yaptığı saldırı bunun tipik örneklerinden biriydi. Pervasızlıkta sınır tanımayan Başbakan ise kendi Adalet Bakanının söylediklerini bile unutarak açlık grevlerinin varlığını inkâr edecek denli ileri gidebiliyor. İftar sofralarında bile tıksırıncaya kadar tıkınanlar, hiç yüzleri kızarmadan, kendi çanak yalayıcı medyalarının asparagas haberleri eşliğinde BDP’lilerin dı-

şarıda ziyafet çektiklerini iddia edebiliyorlar. Düzenin medyası hem meşrebi hem de efendilerinin talimatları doğrultusunda soruna büyük oranda sağır kaldı. Durumun ciddileşmesi sonucu bu tavrı devam ettiremeyeceğini anlayınca da büyük oranda eylemcileri karalamaya, Kürt hareketine bir kez daha saldırmaya ve Kürt halkını bir kez daha aşağılamaya dönük bir tutum benimsedi. Yılışık yılışık “Öcalan neden açlık grevi yapmıyor”, “BDP’liler neden açlık grevi yapmıyor” diyenlerden tutun, onca zaman sustuktan sonra “bir eylem biçimi olarak” açlık grevinin “uygun olup olmadığını” sorgulayanlara kadar her türlü tiksindirici tutumu görmek mümkün. Net biçimde vurgulamak gerekiyor: Açlık grevleri temelde Kürt sorunundaki çözümsüzlükten kaynaklanmaktadır. Bu eylem Kürt halkının özgürlük çığlığının bir kez de zindanlardan yükselmesidir. Tam da bunu ortaya koyacak biçimde, açlık grevindeki Kürt siyasi tutsaklar soruna çözüm yolunu açabilecek basit ve net talepler ileri sürüyorlar. Açlık grevlerinde ölümler başlayacak olursa bunun sorumlusu hiç şüphesiz başta hükümet olacaktır. Hükümet Kürt sorununda izleyegeldiği baskıcı ve savaşçı politikayla sorunu daha da büyük açmazlara sokmuş durumdadır. Bu tabloya açlık grevlerinden kaynaklanan ölümler de eklenecek olursa, bu durum Kürt halkının acılarına yeni ve daha büyük acılar eklenmesi anlamına geleceği gibi, Kürt sorunundaki açmazları daha da büyütmüş olacaktır. Hele hele, “hayata dönüş” operasyonu benzeri yollara başvurulursa bunun sonuçlarının çok ağır olacağı açıktır. Bu nedenle eylemcilerin son derece haklı taleplerinin karşılanması ve böylece hem yeni ölümlerin önüne geçilmesi hem de Kürt sorununda demokratik-barışçı bir çözüm yolunda yeni bir sayfa açmak için işçi sınıfının mazlum Kürt halkına destek vermesi büyük önem taşımaktadır. İşçi sınıfının uzatacağı enternasyonalist kardeşlik eli egemenlerin zehirli söylemine bir cevap olacağı gibi, onbinlerce can almış bu yakıcı sorunun gerçek bir çözümü için büyük bir adım olacaktır. Kürt siyasi tutsakların talepleri derhal karşılanmalıdır! Ölüm değil, Kürt sorununa demokratik çözüm!

1


Türkiye İşçi Sınıfını Zorlu Mücadeleler Bekliyor Levent Toprak

T

ürkiye işçi sınıfı çok zorlu sorunlarla yüz yüze olduğu bir dönemin içinden geçiyor. Bir yandan işçilerin doğrudan ekonomik ve sosyal koşullarını hedef alan saldırılar dizisine yeni ve büyük halkalar eklenmekteyken, diğer yandan, başta Kürt sorunu ve Suriye sorunu gibi büyük siyasal sorunlar dolayısıyla ciddi riskler birikmektedir. Egemenler işçi sınıfına birkaç cephede birden kâh açık kâh örtük yürüyen bir savaş ilan etmiş durumdadır. Türkiye işçi sınıfının maruz kaldığı saldırılar ve yaşadığı sorunlar hiç şüphesiz dünya işçi sınıfının maruz kaldığı sorunlardan bağımsız değildir. Burjuvazinin neoliberal saldırıları ve dünya çapında esmekte olan savaş, militarizm ve baskı rüzgârları bilinen bir gerçek. Ancak Türkiye işçi sınıfı bugün dünya çapındaki sorunların bir bakıma düğümlenme noktasındadır ve tarih ona bu bölgede büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Bu bakımdan Türkiyeli işçi sınıfı devrimcilerine kapitalist saldırıların püskürtülmesi için büyük görevler düşmektedir. Bugün Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeleri belirleyen bir dizi etmen var. Halen sürmekte olan derin küresel ekonomik kriz, emperyalist savaş konjonktürü, Ortadoğu’da kriz ve çalkantı, Suriye sorunu, hem genel anlamıyla hem de Türkiye bağlamında Kürt sorunu, Türk burjuvazisinin emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşisinde yükselme hesapları ve bu çerçevede ülkeyi yeniden yapılandırma çabaları, Erdoğan’ın başkanlık hesapları gibi etmenleri bu bağlamda sıralamak mümkün. Bu etmenler değişik derece ve biçimlerde birbiriyle ilintili etmenler ve bu nedenle bir bütünlük içinde görülmeleri gerekiyor. Bu etmenlerin işleyişi çerçevesinde, gerek uluslararası düzlemde gerekse de içeride Türkiye hızla kritik dönemeç noktalarına doğru yaklaşıyor. Örneğin önümüzdeki iki-üç yıl içinde gerçekleşecek seçimler sıradan seçim sü-

2

reçleri olmayacak. Bu seçimler, yeni anayasa ve başkanlık sistemine geçiş tartışmaları çerçevesinde düşünüldüğünde Türkiye’de rejimin yeniden yapılandırılmasıyla yakından alâkalı seçim süreçleri olarak anlam kazanacaklar. Bu nedenle sadece Türkiye’deki seçim takvimi bile kendi başına önemli bir etmen niteliği taşıyor. Başkanlık seçimlerinin ardından ABD’nin Ortadoğu’ya dönük yönelimlerinin daha belirli hale gelecek olması, Suriye’deki iç çatışmanın ve Suriye Kürdistanı’ndaki özerkleşme sürecinin hiç şüphesiz kat edeceği mesafe, bunun Türkiye’deki Kürt sorununa yansımaları, önümüzdeki birkaç yıllık süreci olağanüstü bir niteliğe büründürüyor. AKP’nin içeride en ufak muhalefete karşı bile sergilediği tahammülsüzlük ve kudurgan tavır aslında bu gerilimli süreçlerin bir yansıması olarak görülmeli. İster bilinçli bir öngörü ister salt bir önsezi olsun, AKP bu süreçlerin çatışmalı ve tehlikeli karakterinin farkındadır. Bu bakımdan, konumunun doğası gereği, kontrol dışı addettiği her gelişmeyi pervasız ve hırçın bir tavırla bastırmaya, bertaraf etmeye çalışmaktadır.

Ekonomik-sosyal saldırı İşçi sınıfının son dönemde maruz kaldığı ve devam edeceği kesin olan saldırıların hepsi yukarıda işaret ettiğimiz üzere birbiriyle bağlantılı bir bütünlük oluşturmaktadır. En sıradan görünümlü ekonomik, sosyal, siyasal düzenlemeler ya da uygulamalar bile bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Örneğin son çıkan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununu ele alalım. İşçi sınıfına vurulmuş açık bir darbe olan bu kanuna göre, sendikal nedenle işten çıkarmalara karşı bir tedbir niteliğindeki sendikal tazminat işçilerin büyük bölümü (30 kişinin altında işçi çalıştıran işyerlerin-


sayı: 92 • Kasım 2012

deki işçiler ile 6 ayını doldurmayan işçiler) için ortadan kaldırılmıştır. Sendikal barajlar kaldırılmak bir yana, indirme söylemi altında fiilen yükseltilmiştir. Dahası, geçiş sürecinde sağlanan görece kolaylık da sadece Ekonomik ve Sosyal Konseye üye olan konfederasyonlara bağlı sendikalar için geçerli kılınmıştır. Öte yandan, Bakanlar Kurulunun grev erteleme kararlarına karşı sendikaların yargıya gitme hakkı da ortadan kaldırılmıştır. Sonuç olarak sendikal özgürlükleri sözde arttırma adı altında pompalanan bu yeni yasa, mevcut toplu sözleşme yetkisine sahip sendikaların ve bundan yararlanan işçilerin büyük bölümünü bu haktan mahrum bırakmak gibi bir sonuca yol açıyor. Bu yasanın kapitalizmin dünya çapında yaşadığı derin ekonomik krizle bağlantısız olduğunu aklı başında kim iddia edebilir? Aynı şekilde kim bu yasanın Türkiye kapitalizminin yeniden yapılandırılmasıyla, emperyalist hiyerarşide yükselme çabalarıyla, dünya çapında yaşanan güç kaymaları çerçevesinde krizi fırsata çevirme arzularıyla bir ilgisinin olmadığını iddia edebilir? Dahası, çekmecede tutulan başka düzenlemelerle birlikte sendikal hareketi tümüyle kontrol altına almaya ve mücadeleci yeni sendikal odakların oluşmasını engellemeye dönük bu düzenlemenin, bölgede izlenen yayılmacı-militarist-saldırgan politikalara karşı işçi sınıfından yükselebilecek muhalefeti daha baştan boğmaya dönük olmadığı söylenebilir mi? Çok açıktır ki, şu anda Türkiye başta Kürt halkı olmak üzere Suriye’ye, Irak’a ve İran’a karşı düşmanca bir politika gütmektedir ve özellikle Kürt sorunu ile Suriye sorunu bağlamında gerilim günden güne artmaktadır. Kapitalizmin içinde bulunduğu derin küresel ekonomik kriz kapitalistleri çok haşin bir rekabete sürüklemektedir. Sermayenin doğal bir eğilimi olan “işgücü maliyetlerini” düşürme çabası kriz dönemlerinde çok daha büyük bir baskıya dönüşür. Bu eğilimin önünde engel olarak görülen her şey ortadan kaldırılmak istenir. İşte sendika da, onunla birlikte gelen hak ve özgürlükler de, kazanımlar da bu kapsamdadır. Geriden gelen ama sıçramalı bir gelişme yaşayarak yeni dünya konjonktüründe kendisi için bir fırsat kapısı açıldığını düşünen hırslı Türkiye kapitalizminin konumu düşünüldüğünde, bu eğilimin daha da katmerleneceğini tahmin etmek güç değildir. Nitekim bu siyasette özellikle etkin olan ve büyüme ihtiyacını çok daha yakıcı hisseden sermaye kesimlerinin (TOBB, TUSKON), söz konusu yeni sendika yasası sürecinde yasanın işçi sınıfının canın en çok yakacak maddelerini tasarıya ekletmek üzere cansiperane bir lobi faaliyeti yürüttüğü ve başarılı olduğu biliniyor. Üstelik sorun sadece “işgücü maliyetlerinin” dolaysız anlamda düşürülmesi değildir. Daha geniş bir anlamda sermaye devletinin bütçesinin ve bu kapsamda onun harcamalarının da zapturapt altına alınması ve bir yandan işçi-emekçilere giden devlet harcamalarının mümkün olduğunca kısılması bir yandan da onlardan sızdırılan devlet

marksist tutum

gelirlerinin arttırılması gerekir. Yani vergi almaya gelince ilk akla gelen işçi-emekçiler, hizmet sunmaya gelince unutuluveriyorlar. İşte yakın dönemde elektrik ve doğalgaz gibi temel ihtiyaçlara yapılan fahiş zamlar da, yeni bütçede vergi gelirlerinin büyük ölçüde yine işçi-emekçilerin sırtına yıkılması da bu kapsamda işçi sınıfına saldırılardır. Öte yandan işçi sınıfının sırtına bindirilen bu büyük vergi yükü aynı zamanda hükümetin yürüttüğü Kürt ve Suriye savaşı ile de alâkalıdır. Son aylarda silahlanma harcamalarında dikkat çeken büyük yükselişler bu savaşçı-militarist politikanın eseridir ve maliyet doğrudan ve dolaylı vergiler yoluyla olsun, zamlar yoluyla olsun, işçilerden çıkarılmaktadır. Yani işçiler sadece bu haksız ve emperyalist güdülerle yürütülen savaşçı politikaların bizzat canlarıyla bedelini ödemekle kalmıyorlar ve kalmayacaklar, aynı zamanda mali külfetini de üstlenecekler! Türkiye işçi sınıfı çok zorlu sorunlarla yüz yüze olduğu bir dönemin içinden geçiyor. Bir yandan işçilerin doğrudan ekonomik ve sosyal koşullarını hedef alan saldırılar dizisine yeni ve büyük halkalar eklenmekteyken, diğer yandan, başta Kürt sorunu ve Suriye sorunu gibi büyük siyasal sorunlar dolayısıyla ciddi riskler birikmektedir. Egemenler işçi sınıfına birkaç cephede birden kâh açık kâh örtük yürüyen bir savaş ilan etmiş durumdadır. Önümüzdeki dönemde hükümetin yeni saldırılarının gündemde olduğunu da biliyoruz. Bunlar da şu ana dek anlatageldiğimiz genel çerçevenin bağlamına oturmaktadır. Şimdilik rafa kaldırılmış görünen kıdem tazminatı fonu saldırısı elbet raftan indirilecektir. Bunun yanı sıra kamu çalışanlarının çalışma koşullarını ağırlaştıracak, güvencesizleştirecek düzenlemeler ve genel olarak esnek çalışmayı daha sistemli ve derinleştirici istihdam yasaları hazırlanmaktadır. Dahası emeklilik yaşının bir kez daha yükseltilmesi, geçişte kademelendirmenin çalışanlar aleyhine bir kez daha kötüleştirilmesi hazırlıkları var. Sağlık ve eğitimin gitgide daha paralı hale getirilmesi sürecinin de işlemeye devam edeceğine şüphe yok. İş kazaları gibi dışarıdan bakıldığında konu dışı görülebilecek bir sorun bile bununla bağlantılıdır. Bu bakımdan, eşini “iş kazası”nda kaybetmiş kadının gözyaşları üzücü bir talihsizliğe bağlanamaz. Türkiye burjuvazisinin kendisine biçtiği yeni şahlanış misyonu çerçevesinde, kaçınılmaz addedilen ve “zayiat” olarak görülen bir trajedinin neticesidir. Ya da, başka türlü ifade edersek, bu gözyaşlarının sorumlusu, bu şahlanma misyonunun baş süvarisi konumundaki Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi “bu işin tabiatı” ya da “kader” değil, açgözlü burjuvazinin kudurgan kâr ve egemenlik hırsıdır. Derinleşen kriz nedeniyle daralan pazarlar, kızışan rekabet ve emperyalist hiyerarşide basamak atlama arzuları, artan yayılmacı emeller, başka şeylerin yanı sıra, daha fazla iş kazası olarak işçi sınıfına

3


Kasım 2012 • sayı: 92

marksist tutum

dönmektedir. Önümüzdeki dönemde bu yönde işçiler üzerinde daha çok baskı olacağı açıktır.

Suriye sorunu, savaş, militarizm İşçi sınıfının önündeki bir diğer önemli mücadele başlığı Suriye konusudur. Bugün AKP öncülüğündeki Türkiye’nin egemenleri Suriye’ye karşı örtülü bir savaş yürütmektedirler. Türkiye her açıdan besleyip desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) aracılığıyla Suriye’de iç savaşı etnik ve mezhepçi çizgiler üzerinden genişletmeye iteklemektedir. Bu siyaset gerici, saldırgan, militarist bir siyasettir ve özünde Suriyeli emekçilere, Kürt halkına ve Türkiyeli emekçilere karşıdır. Bu siyaset Türkiyeli emekçilerle Suriyeli emekçileri ve Kürt halkını birbirine boğazlatma noktasına gidecek türde bir siyasettir. O nedenle Türkiye işçi sınıfı şimdilik vekâleten ÖSO üzerinden yürütülen savaşın, önümüzdeki dönemde doğrudan neferi konumuna sokulabilir. Dahası Türkiye izlediği saldırgan siyasetin bir sonucu olarak Irak, İran ve hatta Rusya ile de dalaşmakta ve böylelikle dört bir yanda düşmanlar yaratmaktadır. Şu anda Türkiye’nin dostane ilişki içinde olduğu sınır komşusu bulunmamaktadır. Komşularla “sıfır sorun” diye son yıllarda pompalanan siyasetin tam bir fiyasko olduğu ve gerçek hayatta bunun hemen hemen tüm komşu ülkelerle düşmanlık haline geldiği açıktır. Bu düşmanlık siyaseti emekçi halkları birbirine karşı kışkırtma, düşmanlaştırma sonucunu doğurmaktadır. Bu durum işçi sınıfının uluslararası birliğini tehlikeye düşürmekte, bunun önüne zehirli engeller çıkarmaktadır. Tüm tarihin şaşmaz biçimde tanıklık ettiği üzere, egemenler arası haksız savaşlardan daima ezilen ve sömürülen emekçi sınıflar zarar görmüştür. Büyük acılar çekilmiş, büyük bedeller ödenmiştir. Tarihin bu anlamda tekerrür etmesini engellemek tüm ülkelerin işçilerinin elindedir. Türkiye’nin izlediği gerilim siyasetinin, sonunda Rusya ile dalaşma noktasına kadar gelmiş olması, üzerinden atlanmaması gereken ciddi bir gelişmedir. Bu, meselenin boyutlarının ne denli büyük olduğuna ve ne büyük riskler içerdiğine ışık tutmaktadır. Dünyanın ikinci büyük askeri gücü olan Rusya şimdilik gerilimi yükseltmemeyi tercih etse de, Türkiye’nin kışkırtıcı girişimlerinin tekrarının çok ciddi sonuçlar doğurabileceği açıktır. Meclisten çıkarılan ve ucu açık savaş tezkeresi de bu saldırgan gidişin doğal bir parçasını oluşturmaktadır. Türkiyeli egemenler Suriye konusunda tam anlamıyla uçurumun kıyısında dolaşan bir siyasi hat izliyorlar. Suriye’ye açıkça saldırmaktan kaçınsalar da, kışkırtmalarla gerilimin sürekli artması belli bir noktada doğrudan bir savaşı kaçınılmaz hale getirebilir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, hükümet büyük bir kumara girişmiş durumda. Kürt sorununda ikinci bir Irak yaşamak istemeyen egemenler, akıllarınca bu kez risk alarak atak bir siyaset izlemekteler. Irak’tan sonra ikinci

4

bir Kürdistan’ın büyük sonuçları olacağı açıktır. Çünkü her şeyden önce bu, PKK’nin çok daha etkin olacağı bir özerk yapı olacaktır. Böylece büyük olasılıkla PKK’nin içinde etkin olduğu bir devlet oluşumu ortaya çıkacak ve bu da genel olarak Arap egemenler hariç uluslararası planda sempati görecektir. Bunun Türkiye egemenleri için bir korkulu rüya olduğu açıktır. Türkiye’nin “tampon bölge” diye uğraştığı şeyin aslında Irak Kürdistanı ile Suriye Kürdistanı’nın arasında toprak sürekliliğini önlemek olduğunu görmek gerekiyor. Bu iki bölge arasına kama gibi girecek bir tampon bölge! Ve elbette Türkiye buradan askeri olarak hiçbir zaman çıkmayı istemeyecektir. Aynı şu anda Irak’taki askeri güçlerini artık orada hiçbir işleri kalmadığı ve Irak hükümeti tarafından bizzat talep edildiği halde çekmemesinde olduğu gibi. Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir gelişmeyi Türkiye’nin izlediği gerici siyasetin bir sonucu olarak görmek gereklidir. Suriye’deki çatışmada taraf olmayan Kürtler ilk kez ÖSO saldırısına maruz kalmışlardır. Bunun sonucunda ilk kez PYD güçleriyle ÖSO güçleri çatışmaya girmişler ve 30 kişi hayatını kaybetmiş, birçok kişi de kaçırılmıştır. Bunun üzerine KCK, Suriye Kürtlerine “askeri destek sunmak zorunda kalabiliriz” açıklaması yapmıştır. Türkiye’nin Suriye konusunda izlediği siyaset gericidir. Bu gericilik ne sözde emperyalizm taşeronluğundan ya da uşaklığından ne de AKP’nin dinciliğinden kaynaklanmaktadır. Bu gericilik AKP yönetimindeki Türkiye’nin, bir ezilen halk konumundaki Kürt halkına karşı düşmanca bir siyaset izlemesinden ve bölge çapındaki emperyal arzularından kaynaklanmaktadır. Türkiye solunun geniş kesimi geçmişten tevarüs eden çarpık sosyalizm anlayışı temelinde yeşeren önyargıları nedeniyle bunu kabul etmeye isteksiz olsa da, Türkiye bugün alt-emperyalist bir ülke konumundadır ve kendine ait arzu ve hesapları vardır. Bunlar onun siyasetini gerici olarak tanımlamak ve bu siyasete karşı proleter devrimci temellerde mücadele yürütmek için fazlasıyla yeterlidir.

Kürt sorunu Hiç kuşkusuz bugün Türkiye’deki en yakıcı siyasal sorun ve aynı zamanda AKP’yi de en çok sıkıntıya sokan konu Kürt sorunudur. Son bir buçuk yıldır AKP baskı ve savaş politikasını daha da tırmandırmış ve savaşın bu çerçevede şiddetlenmesiyle son yılların en büyük kayıp bilançosu ortaya çıkmıştır. Legal alanda siyaset yapan binlerce Kürt bu süreçte hapse atılmış, anadilde savunma yapmaları engellenmiş, en sıradan burjuva hukuk normları bile hiçe sayılmış, Öcalan tecrit edilerek avukatlarıyla görüştürülmemiştir. Birçok kadro cezaevine atıldığı için legal Kürt hareketi belli bir sıkıntı yaşadıysa da, bu, milyonlarca Kürdün ulusal harekete bağlılığında bir azalmaya yol açmadığı gibi aksine hareketin destek tabanı daha da genişlemiştir. Diğer taraftan Kürt hareketi Suriye’de yeni


sayı: 92 • Kasım 2012

bir özerk yönetim oluşturma yolunda önemli mevziler elde etmiştir. Bu durum TC’nin alarm seviyesini azamiye yükseltmiş ve onun Suriye politikasını daha da hırçınlaştırmıştır. Ancak tırmandırılan baskı politikası AKP namına kâr etmemiş, sonuç bir bakıma hüsran olmuştur. Savaşın şiddetlendiği yaz dönemi boyunca evlere giden asker cenazelerinin sayısının hızla artması AKP’nin fiyakasını bozmuş ve Erdoğan hariç birçok ileri gelen AKP sözcüsü süngünün düştüğünü haber veren açıklamalar yapmaya başlamışlardır. Nitekim Öcalan’a yönelik tecrit delinmiş ve Öcalan kardeşiyle görüştürülmüştür. Diğer taraftan Erdoğan da dâhil AKP sözcüleri görüşmelerin yeniden başlayabileceğini söylemek zorunda kalmışlardır. Bugünlerde cezaevlerindeki Kürt mahpusların yürüttüğü açlık grevleri vesilesiyle Kürt hareketi bir kez daha canlanmakta, destek için bölgede yapılan boykot eylemlerine katılım büyük boyutlara ulaşmaktadır. Bu basınçların sonucu olarak şimdilerde AKP çevrelerinden yeni bir yargı paketinin gündeme getirileceği ve bu çerçevede anadilde savunma hakkının verileceği, “terör suçunun” kapsamının daraltılacağı sözleri yayılmaktadır. Açlık grevleri sürecinde eğer ölümler başlayacak olursa bunun Kürt halkı cephesinde çok daha büyük bir duyarlılık yaratacağı muhakkaktır. Böylesi bir durum AKP’nin Kürt halkını ekonomik rüşvet ve din

tacirliği çerçevesinde tavlama siyasetinin iflasını bir kez daha tescilleyecektir. Uludere (Roboski) Kürt halkının bilincinde nasıl büyük bir travma anlamına geldiyse bu tür ölümler de aynı sonucu doğuracaktır. Haftalardır açlık grevleri konusunda çıtı çıkmayan hükümetin son günlerde “zorla müdahale” sözünü ağzında gevelemesi, doğacak böylesi sonuçlarla ilgili korkusunu yansıtmaktadır. Ancak, Kürt sorunu bağlamında genel anlamda söyleyecek olursak, korkunun ecele faydası yoktur. AKP Kürt halkının belli bir kesiminin bir dönem açtığı krediyi çoktan tüketmiştir. Suriye’deki gelişmeler vesilesiyle Kürt hareketinin kazanmakta olduğu yeni mevziler de düşünüldüğünde, Kürt sorununu geçiştirmek artık mümkün

marksist tutum

değildir. Ancak tam da bu nedenle Türkiye’nin egemenleri gözlerini karartıp yeni savaş maceraları için hazırlıklar yapmaktadırlar. Öte yandan tüm bu süreçleri AKP ve Erdoğan’ın anayasayı değiştirme ve Türkiye’yi bir başkanlık düzenine geçirme arzuları çerçevesindeki hamleleriyle birlikte ele almak gerekiyor. AKP önümüzdeki seçim süreçleri boyunca geniş bir oy tabanını muhafaza etmek ve hatta anayasa değişikliği ve başkanlık sistemi arzuları nedeniyle bunu daha da arttırmak istiyor. Bunun için yüzde 55-60’lar düzeyinde bir oy çoğunluğunu hedefliyor. Bu yüksek oy düzeyini tutturmak ise zorlu bir burjuva siyaset cambazlığını gerektiriyor. CHP ve BDP kitlesini bu bakımdan esas olarak gözden çıkaran AKP, bir kutuplaştırma siyaseti izleyerek MHP dahil geriye kalan kitleyi kendi etrafında toplamak istiyor. Bu da yüzde birlerin, hatta yüzde yarımların hesabının yapıldığı bir oyun anlamına geliyor. İşte bu nedenledir ki AKP, az çok tanınırlığı olan liderleriyle birlikte HAS Parti ve DP gibi küçük partileri uygun yemlerle kendi bünyesine katmakta ve büyük bir birlik yarattığı izlenimi vermeye çalışmaktadır. Ancak bu noktada da işler AKP açısından tereyağından kıl çeker gibi gitmemiş, yeni anayasa ve başkanlık sistemi hesapları açısından önem taşıyan yerel seçimleri erkene çekme girişimi mevcut aşamada başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Diğer taraftan Abdullah Gül’den çıkan çatlak ses giderek belirginleşmektedir. Bunlar Erdoğan ve AKP’yi hırçınlaştırmakta, her türlü muhalefete ve çatlak sese karşı tahammülsüzlüğünü, saldırganlığını arttırmaktadır. AKP’nin bu süreçte Kürt hareketinin sıkıştırmasıyla ve gerek içerideki gerekse dışarıdaki demokratik kamuoyunun baskısıyla imaj düzeltmek amacıyla bazı makyajlar yapması da kimseyi yanıltmamalıdır. Bunlar sürecin genel karakterini değiştirmez. Süreç bir savaş ve çatışma sürecidir. Sonuç olarak Türkiye işçi sınıfı burjuva egemenlerin birçok cephede yürüttüğü açık ya da örtülü bir savaşa maruzdur ve dünya çapında içinde bulunulan genel kriz ve savaş konjonktürü düşünüldüğünde bu durum önümüzdeki dönemde devam edecektir. Bir yanda ekonomik-sosyal saldırıları göğüslemek için mücadeleyi yükseltme zorunluluğu varken, diğer yanda bu cephedeki sorunların hiç de kopuk olmadığı savaş politikalarına karşı mücadele gereği bulunmaktadır. Sorunlar birbirinden kopuk olmadığı gibi mücadelenin farklı cepheleri de birbirinden kopuk olmamalıdır. Kürt sorunundaki çözümün en büyük handikaplarından birisi Kürt halkının mücadelesine işçi sınıfının yeterli ilgi ve desteği göstermemesidir. Kürt sorununda şovenizmle ve korkuyla felçleştirilen bir işçi sınıfı kaçınılmaz olarak ekonomik-sosyal saldırılar alanında da zayıf kalmaktadır. Benzer şeyler Suriye’ye karşı yürütülen saldırgan politikalar konusunda da geçerlidir. Bu bakımdan mücadelenin farklı cephelerinin bütünlük içinde görülmesi önem taşıyor.

5


Emperyalist Savaş, Ekim Devrimi ve Barış Utku Kızılok

9

5. yıldönümünde 1917 Ekim Devrimi kapitalizm karşısında işçi sınıfına fener olmaya devam ediyor. Uluslararası ölçekte büyük sarsıntılar yaratan bu devrimin evrensel sonuçlarından biri de, hiç kuşku yok ki sürüp giden I. Dünya Savaşına “dur” demesi ve halkların barış çığlığının aracı haline gelmesiydi. Kurulan işçi iktidarı, “tazminatsız ve ilhaksız” barış talebini yükselterek ve tüm gizli savaş anlaşmalarını deşifre ederek Rusya’nın savaştan çekildiğini açıklamıştı. Savaştan bıkan ve barış sağlanmasını arzulayan dünyanın emekçileri için Rusya’daki işçi iktidarı, müthiş bir umut olmuş ve kararan dünyalarına ışık saçmıştı. Devrimden sonra Avrupa’da grevler başlarken, cephelerde asker isyanları baş göstermiş ve emperyalist burjuvazinin kendine olan güveni bir anda sarsılmıştı. Ekim Devrimi, en karanlık dönemlerde dahi insanlığın ortak değerlerini ve gelecek ideallerini savunmanın ne denli hayati olduğunun bir kanıtıdır. Öyle dönemler vardır ki insanlığın barış, özgürlük ve sömürüsüz dünya ideali yalnızca bir avuç insanın mücadelesinde ifadesini bulur. Bu bir avuç insan geleceğin büyük ateşini tutuşturacak alazları elinde tuttuğunu bilir ve çoğu zaman “bilinçsiz insanlığa” karşı da mücadele verir. İşte Lenin önderliğindeki bir avuç Bolşevik komünistin, Troçki’nin, Almanya’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in durumu tam olarak budur. Emperyalist savaş dünyayı kasıp kavurduğunda ve II. Enternasyonal’in sözümona sosyalist partileri işçi sınıfına ihanet ederek kendi ülkelerinin yanında savaşa destek verdiğinde, insanlığın barış talebini yükselten bu bir avuç komünistten başkası değildi. Savaşın yarattığı karanlık atmosfere, kaynatılan cadı kazanlarına ve tüm yalnızlıklarına rağmen, devrimci Marksizmin emperyalist savaşa karşı tutumunu kararlılıkla savunmuşlardı. Savaşın acımasız yüzü kendini tüm yıkıcılığıyla ortaya serdiğinde, emekçi kitleler insanlığın barış ve özgürlük talebini seslendiren komünistlere kulak vermeye başladılar. Bugün de kapitalist krizin derinleştiği ve emperyalist savaşın kendine yeni cepheler açtığı bir dönemden geçiyoruz. Vurgulayageldiğimiz üzere

6


sayı: 92 • Kasım 2012

insanlığı büyük tehlikeler bekliyor. Tarih bilinci insanlığın belleğidir. Geleceğin yolunda emin adımlarla yürüyebilmek için geçmişi unutmamak ve deneyimleri her vesilede hatırlatmak elzemdir.

Kapitalizm, savaş ve barış Barış, ezelden beri insanlığın özlemlerinin başında gelir. Barışın yanına özgürlüğü, mutluluğu ve bolluğu da koymak lazım. Fakat güvercinde simgeleştirilen –böylece temiz, sevecen, mutlu ve özgür olanı temsil eden– barış, bir türlü insanlığın bahçesine inip savaşı kovamıyor. Sömürülü toplumlar ve kapitalizm yaşadığı müddetçe, insanlığın bu özlemi bir ideal olarak kalmaya da devam edecek. Kapitalizmle birlikte savaşın araçları öylesine tahripkâr bir boyuta yükselmiştir ki, meydana gelen yıkımlar insanlığın hayal gücünün önünde yürümeye başlamıştır. Yaşanan iki emperyalist dünya savaşı on milyonların canını almış, milyonları sakatlamış, kentleri yerle yeksan etmiş ve milyonları yerinden yurdundan göçe zorlamıştır. Lakin insanlığın böylesine tarifsiz acılar çekmesine ve nükleer silahların yarattığı yıkımın deneyimine rağmen, emperyalist savaşlar devam ediyor. Uzun bir süredir bölgesel savaşlar biçiminde kendini dışa vuran bir üçüncü emperyalist savaş sürmektedir. Bir dünya ekonomisi yaratan kapitalizm, buna paralel olarak savaşları da dünya ölçeğine yaymıştır. Bölgesel savaş biçiminde kendini dışa vuran her savaş, aslında küresel boyutları olan ve emperyalistlerin de dâhil olduğu bir savaştır. 1990’larda Balkanlar’da, Afrika’da ve Kafkasya’da yaşanan “bölgesel” savaşların arkasında, yeni pazar ve yatırım alanları için kozlarını paylaşmaya girişen emperyalist güçler vardı. ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak’ı işgal ederek doğrudan savaşın başını çekmesiyle birlikte, savaşın emperyalist niteliği daha görünür hale gelmiştir. Daha da önemlisi, dünya siyasetini net bir biçimde savaş konjonktürü şekillendirmeye başlamıştır. Kısacası, uzatmalı bir emperyalist çatışma dönemi yaşanmaktadır. Şimdilik mevzi savaşları verilmektedir. Afganistan, Irak, Gürcistan ve Libya’dan sonra emperyalist kozların paylaşılmakta olduğu Suriye’deki iç savaş, bu mevzi savaşlarını ifade etmektedir. Suriye’nin düşmesiyle Batılı emperyalist güçlerin savaş tanrıları İran’ın kapılarını daha gür çalacaktır. Emperyalist savaşın İran’a sıçramasıyla birlikte, tüm Ortadoğu’nun aynı anda cehenneme döneceği ve Türkiye’nin de bunun dışında kalamayacağı açıktır. Şu an Özgür Suriye Ordusu üzerinden Suriye’deki iç savaşın aktif bir tarafı olan Türkiye burjuvazisi, “dünya devleti” olma hayalleri kuruyor. AKP öncülüğünde şekillendirilen bu emperyalist siyasete göre Türkiye küresel bir aktör haline gelmeli, küresel güçler tarafından belirlenen değil, onlarla birlikte dünya siyasetini belirleyen bir güç olmalıdır. Yani Türkiye’nin alt-emperyalist bir konuma yükselmiş olması Türkiye burjuvazisine yetmemektedir. O, emperya-

marksist tutum

list hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanmayı ve paylaşımdan daha fazla pay kapmayı hayal ediyor. Türkiye’nin emperyalist siyasetine ideolojik bir zemin döşemeye çalışan AKP hükümeti ve onun ideologları, tarihi kendi istemleri temelinde çarpıtmaktan da geri durmuyorlar. Bu bağlamda “Osmanlı Barışı”ndan, Osmanlı gibi cihan devleti olmaktan, İslam kardeşliğinden, mazlumun yanında yer almak gerektiğinden, demokrasiden, “büyük devlet” siyasetinden dem vurmaktalar. Böylece bu ideolojik şurup içirilerek militarist politikalar, savaş, diğer halklara karşı kin ve öfke emekçi kitlelere benimsetilmek istenmektedir. Yaşanan iki emperyalist dünya savaşı on milyonların canını almış, milyonları sakatlamış, kentleri yerle yeksan etmiş ve milyonları yerinden yurdundan göçe zorlamıştır. Lakin insanlığın böylesine tarifsiz acılar çekmesine ve nükleer silahların yarattığı yıkımın deneyimine rağmen, emperyalist savaşlar devam ediyor. Uzun bir süredir bölgesel savaşlar biçiminde kendini dışa vuran bir üçüncü emperyalist savaş sürmektedir. Geçmişten günümüze savaş, benzeri ideolojik argümanlarla haklılaştırılmaya çalışılmıştır. ABD emperyalizmi Afganistan’ı ve Irak’ı yerle bir edip yüz binlerin canını alırken şu gerekçeleri sıralıyordu: “Uluslararası terörizm”in başının ezilmesi, uygarlığın savunulması, özgürlük ve demokrasi! Dün Libya’ya dönük emperyalist müdahalenin, şimdi ise Suriye’ye dönük saldırı hazırlıklarının da aynı kavramlar üzerinden geliştirildiğini belirtelim. I. Dünya Savaşı’nda her iki emperyalist kampın savaş gerekçesi de aynıydı: Özgürlüğü, vatanı ve uygarlığı savunmak! Lakin bu gerekçeler, kin ve nefret akşamdan sabaha kitlelerin bilincinde kabul görmez. Bu nedenle, savaş öncesinde milliyetçilik kışkırtılır, söz konusu ülkenin özgürlüğün ve demokrasinin savunucusu olduğundan dem vurulur ve kitlelerin bilincinde militarist politikalar hâkim kılınmaya çalışılır. Batılı emperyalist ülkelerde militarizmin toplumda kabul görmesi amacıyla milliyetçilik, bu kapsamda ise İslam düşmanlığı kışkırtılmakta ve kullanılmaktadır. Provokasyonlarla “medeniyetler çatışması” safsatasına inandırıcılık kazandırılmaya çalışılmakta, İslam ile “terörizm”in özdeş olduğu ve Batı uygarlığını tehdit ettiği söylenmektedir. Dolayısıyla “özgürlük” ve “demokrasi” için savaş haklı, kutsal ve kaçınılmazdır! Kapitalist krizin, hak gasplarının ve işsizliğin can yakmasının da bir sonucu olarak, İslamofobi kitleler arasında zemin bulabilmektedir. Bu aradaysa anti-demokratik yasalar hayata geçirilmekte, militarist kültür toplumun derinlerine sızmakta ve böylece emekçi yığınlar savaşa koşullanmış olmaktalar. Türkiye’de ise, Osmanlı geçmişinden kaynaklı olarak militarizm söylemi daima canlı kalmıştır. Cumhuriyetin

7


marksist tutum

kuruluşundan beri, “dört tarafı düşmanlarla çevirili” bir Türkiye hikâyesi anlatılmakta ve militarizm ateşi harlanmaya çalışılmaktadır. Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaşla ve kışkırtılan milliyetçilikle toplumdaki militarist eğilim beslenmeye devam edilmektedir. Suriye’deki iç savaşın Türkiye sınırlarına sıçraması, Türkiye’nin Suriye’yi bombalaması ve Erdoğan’ın halk kitlelerine “savaşa hazır olun” çağrısı yapmasını da eklemek lazım. Özetle, savaş gelmeden önce kitleler savaşa hazırlanır, gündelik hayatın dili militarize edilir ve böylece savaş normal bir durummuş gibi algılatılır.

Savaşa karşı devrimci tutum 1914’te I. Dünya Savaşı patlak vermeden önce, bir taraftan savaş makinelerinin yenilenip savaş düzenine sokulduğu, öte taraftan ise kitlelerin savaş fikrine alıştırıldığı uzun bir hazırlık evresi yaşanmıştı. Yaklaşmakta olan savaş, örgütlü işçi hareketinin de gündeminde olmuştu. Henüz işçi sınıfının devrimci görüşlerini kâğıt üzerinde kabul eder gözüken II. Enternasyonal, devrimci kanadın basıncıyla 1907’deki Stuttgart Kongresinde emperyalist savaşın yaklaşmakta olduğunu tespit etmiş ve bu temelde neler yapılması gerektiğini ortaya koymuştu. Lenin ve Rosa’nın önerisiyle kabul edilen bu bildiride, savaşın kapitalizme içkin olduğunun ve militarizme karşı mücadelenin sosyalist sınıf savaşından ayrılamayacağının altı çiziliyordu. 1907’de Militarizm ve Anti-militarizm adıyla bir kitap kaleme alan Liebknecht, toplumda militarist eğilimin güçlendirilmesine ve savaşa karşı devrimci Marksizmin görüşlerini ortaya koyuyor ve işçi sınıfını uyarıyordu. Katıksız bir enternasyonalist olan Liebknecht, emperyalist savaşa karşı devrimci işçi sınıfının tutumunu savunmuş ve bundan asla geri adım atmamıştır. Savaşa karşı çıktığı için tutuklanıp askeri mahkeme karşısına çıkartıldığında, kendisini “vatana ihanet”le suçlayan mahkeme başkanına şöyle der: “Vatana ihanet enternasyonalist bir sosyalist için hiçbir anlam taşımaz.” O, şuna inanmaktadır: “Proletaryanın sınıf mücadelesi ancak uluslararası düzlemde sürdürülebilir, ancak uluslararası bakımdan başarıya ulaşabilir.” 1912’de Balkanlar’da başlayan savaş, emperyalist dünya savaşının ön girişinden başka bir anlama gelmiyordu. Kasımda Basel’de yapılan kongrede II. Enternasyonal, daha önceki kongre kararlarını tekrar etti. Savaşın yaratacağı ekonomik ve politik krizden yararlanarak kapitalist sınıf egemenliğine son verme çağrısı yaparken, bütün ülkelerin proleterlerinin emperyalizme karşı mücadelede eşzamanlı olarak ayağa kalktığını dile getirdi. Hiç kuşkusuz, II. Enternasyonal bildirilerinde dile getirilen savaş karşıtı tutum temelde doğruydu. Fakat bu tutum, biçimsel olmanın ötesine geçerek sosyalist parti yönetimlerinin içselleştirdiği devrimci düşünceler haline gelmiyordu.

8

Kasım 2012 • sayı: 92

Nitekim 1914’te savaş patladığında neredeyse tüm II. Enternasyonal partileri, yurtseverlik adı altında kendi hükümetlerinin arkasına takılarak savaşa destek verdiler. II. Enternasyonal partilerinin ihanetiyle işçi sınıfı, savaş ve burjuvazinin ideolojik saldırısı karşısında yapayalnız bırakıldı. Bu karanlık ortamda, insanlığın evrensel kurtuluşunun rehberi olan devrimci Marksizmin dünya görüşünü Rusya’da Lenin, Troçki ve bir avuç Bolşevik komünist, Almanya’da Rosa, Liebknecht, Clara Zetkin ve onların etrafında toplanan küçük bir grup savunmaya devam ediyordu. Başlayan gericilik döneminde, devrimci Marksizmin fikirlerinin kitaplarda kalmaması, tüm zor koşullara karşın kitlelere taşınmaya çalışılması ve böylece akıntıya karşı inadına kürek çekilmesi tarihi bir önem taşıyordu. Ağır bedeller isteyen bu koşullarda Liebknecht, Alman parlamentosunda tek başına emperyalist savaşa karşı çıkıyor ve “asıl düşman içeride” diye haykırıyordu: “İç barış değil, iç savaş! Sözde ulusal ahenge karşı, sınıfların sözde yurtsever ahengine karşı proletaryanın uluslararası dayanışması, barış için, sosyalist devrim için uluslararası sınıf mücadelesi.” Liebknecht, her halkın ana düşmanının kendi egemenleri olduğunun altını çiziyordu: “Her halkın ana düşmanı kendi ülkesindedir! Alman halkının ana düşmanı Almanya’dadır: Alman emperyalizmi, savaştan yana olan Alman partisi, Alman gizli diplomasisi. İşte Alman halkı için, mücadelesi kendi ülkesindeki emperyalistlere doğru yönelmiş olan, başka ülkelerin proletaryasıyla işbirliği yaparak siyasal mücadelede savaşması gereken düşman, işte kendi ülkesindeki bu düşmandır.” Lenin’in emperyalist savaşa karşı iç savaş sloganı, emperyalist savaş karşısında devrimci işçi sınıfının teorik, ideolojik ve politik dünya görüşünün ve ilkelerinin özlü bir ifadesidir. Lenin, kapitalizmin yıkılmasında savaşın büyük bir rol oynayacağını düşünüyor ve bu yolda devrimci bir politika geliştiriyordu. II. Enternasyonal partileri işçi sınıfının önüne kendi burjuvalarının arkasına takılmayı ve ihaneti koyarken, o kapitalizmin yıkılması hedefini koyuyordu. Lenin’in sloganı da aslında farklı değildi: Emperyalist savaşı iç savaşa çevir! Lenin, emperyalist savaşa karşı doğru tutumun ne olması gerektiğini ortaya koyarken, tarihsel deneyimlere ve devrimci Marksizmin ilkelerine özellikle dikkat çekiyordu. Lenin’e göre, Paris Komünü deneyimi ve 1912 Basel Kararları işçi sınıfı için biricik doğru şiardı ve bu şiar kapitalizmin yıkılmasını işaret ediyordu. Lenin, Komünist Manifesto’ya atıfta bulunarak şöyle diyordu: “Komünist Manifesto’nun şu sözleri, bugün her zamankinden daha çok doğrulanıyor: «İşçilerin vatanı yoktur.» Sadece proletaryanın burjuvaziye karşı uluslararası mücadelesi, proletaryanın kazanımlarını koruyabilir ve ezilen kitlelere daha iyi bir geleceğin yolunu açabilir.” Lenin,


sayı: 92 • Kasım 2012

bir taraftan savaşın gerçek nedenlerini ortaya koyup bunun emekçi kitlelere ulaştırılması üzerinde dururken, öte taraftan II. Enternasyonal’in oportünist önderliğinin ihanetiyle uluslararası işçi hareketinde doğan boşluğun nasıl doldurulacağına kafa patlatıyordu. Lenin, çöken şeyin proletarya enternasyonalizmi olmadığını vurgulayarak şunları dile getiriyordu: “Proleter Enternasyonal çökmedi ve çökmeyecek. İşçi kitleleri bütün engelleri aşarak yeni Enternasyonal’i kuracaktır. Oportünizmin bugünkü zaferi uzun süreli olmayacak, savaş gittikçe daha çok kurban istedikçe, işçi kitleleri oportünizmin işçi davasına ihanetini daha iyi kavrayacak, silahları her ülkenin kendi hükümetine ve kendi burjuvazisine yöneltmenin zorunluluğunu daha iyi anlayacaktır.” Lenin’in öngörülerini Ekim Devrimi ve onun yarattığı moral üstünde yükselen Üçüncü Enternasyonal doğruladı. Lenin’in emperyalist savaşa karşı iç savaş sloganı, emperyalist savaş karşısında devrimci işçi sınıfının teorik, ideolojik ve politik dünya görüşünün ve ilkelerinin özlü bir ifadesidir. Lenin, kapitalizmin yıkılmasında savaşın büyük bir rol oynayacağını düşünüyor ve bu yolda devrimci bir politika geliştiriyordu. II. Enternasyonal partileri işçi sınıfının önüne kendi burjuvalarının arkasına takılmayı ve ihaneti koyarken, o kapitalizmin yıkılması hedefini koyuyordu. Emekçiler silahlarını diğer ulustan sınıf kardeşlerine değil, kapitalizmin yıkılması için kendi ülkelerindeki burjuvalara doğrultmalı, onu alt etmeli ve emperyalist savaşa dur demeliydiler! Savaşa karşı geliştirilen bu devrimci politika, sebatla işçi kitleleri içinde doğru bir dille propaganda edildi ve zamanla geniş yığınların bilincinde yer etmeye başladı. Çok net bir şekilde söylemek lazım: Bolşeviklerin savaş karşıtı doğru devrimci politikaya ve işçi sınıfı içinde doğru temelde bir çalışma anlayışına sahip olmaları dünya tarihini değiştirmiştir.

Devrim, savaş ve barış Bolşeviklerin işçi ve asker kitleleri arasında yaptığı savaş karşıtı çalışma maya tutmuş, savaşın getirdiği büyük yıkımın da bir sonucu olarak işçiler, askerler ve köylüler savaş karşıtı cepheye doğru kaymaya başlamışlardı. 1917’ye gelindiğinde geniş kitleler artık savaş istemiyorlardı. Belki kitleler halinde doğrudan Bolşeviklerin görüşlerini dile getirmiyor ve onların saflarına katılmıyorlardı, ama “tazminatsız ve ilhaksız barış” sloganını yürekten sahipleniyorlardı. 1917 Şubat Devriminin en temel sloganı barıştır! Şubat Devrimi cephelerde büyük yankı uyandırmış ve askerlerin psikolojisini değiştirmiştir. Artık savaşan, bu yöndeki kışkırtmalara kanan bir ordu değil; Alman cephelerine bildiriler atan, selamlar gönderen, onları kardeşleşmeye çağıran, komitelerde ve sovyetlerde örgütlü, barışı ve terhis olmayı bekleyen bir ordu vardır. İtilaf devletlerini oluşturan İngiltere ve Fransa, başlan-

marksist tutum

gıçta Çarlığın çökmesini kendi savaş planları açısından olumlu bulmuştu. Ancak birkaç gün içinde fikirlerini değiştireceklerdi. Çünkü devrim, uluslararası siyasal dengelere büyük bir darbe indirdi. Rusya’da yükselen devrim ve barış çığlığı kısa zamanda İngiltere ve Fransa’nın ve onların karşısında yer alan Almanya, Avusturya ve Osmanlı’nın savaş cephelerinde yankılanmaya başladı. Emperyalist hükümetler, devrimin ve barış talebinin kendi askerlerinin maneviyatını bozduğundan ve onların savaşma arzusunu yok ettiğinden yakınıyorlardı. İngiltere ve Fransa, ittifaklarının bir parçası olan Rus ordusunu kaybetmişti ve üstelik şimdi kendi askerleri arasında da isyanlar baş göstermişti. Mayısta Fransız askerleri alaylar halinde cepheye gitmeyi reddettiler. İki alay ise Paris üzerine yürümek istemişti. Bu isyanlar bir devrimci durum doğurmasa da, kentlerde yüz binlerce işçinin greviyle birleşerek siyasal bir krize yol açtı. İşçi sınıfına ihanet ederek savaşa destek veren ve hükümette yer alan sosyalistler, Rusya’daki devrimin basıncı altında kalarak barış talebini dillendirmeye başladılar. Devrim, Alman egemen sınıfı içinde de buhrana neden olmuştu. Patlak veren siyasi kriz sonucunda hükümet düşerken, savaşı destekleyen reformist sosyalistler ilhaksız barış talebini yükseltmek zorunda kalıyorlardı. Ancak Rusya’da başlayan devrim henüz bir işçi iktidarıyla sonuçlanmış ve barış getirmiş değildi. Bir tarafta burjuva hükümetin, öte tarafta ise sovyetlerin olduğu bir ikili iktidar vardı. Devrimci kitlelerin basıncı altında ka-

9


marksist tutum

lan burjuva hükümet kamuoyu önünde farklı konuşuyor, ama kapalı kapılar arkasında müttefik devletlerine savaşa devam edeceğinin ve savaş planlarına bağlı kalacağının sözünü veriyordu. Çünkü Rus egemen sınıfı, İngiltere ve Fransa ile yapılan paylaşım planlamasında İstanbul’un ve Osmanlı’nın bazı bölgelerinin kendisine verilmesinin sözünü almıştı. Bu nedenle, kitleler oyalanıyor ve devrim pörsütülerek savaş sürdürülmek isteniyordu. Sovyetlerde çoğunluğu elinde tutan ve daha sonra burjuva hükümete giren Menşevikler ve Sosyal Devrimciler de burjuvazinin planlarını destekliyorlardı. Lakin savaş arzusu burjuvazinin kursağında kaldı. Devrimci kitleler kesinlikle savaşa karşıydılar. Devrimci yığınların taleplerini dile getiren yalnızca Bolşeviklerdi: Toprak, barış, ekmek ve işyerlerinde üretimin denetimi! Şubattan Ekime ilerleyen süreçte devrimci yığınlar Bolşeviklerin çizgisine kaydılar. “İlhaksız ve tazminatsız barış” diyen Bolşevikler, tüm gizli anlaşmaları açıklayacaklarına da söz vermişlerdi. Ekim Devriminden sonra, ilk çağrı dünya halklarınaydı: “İşçi, Asker ve Köylü Delegeleri Sovyetlerine dayanan 6 ve 7 Kasım Devriminin kurduğu İşçi ve Köylü Hükümeti, bütün savaşan halklara ve bu halkların hükümetlerine adaletli ve demokratik bir barış için hemen konuşmaya başlamayı teklif eder.” İlerleyen günlerde Lenin, karşı cephelerdeki “düşman” askerleriyle barış görüşmelerini başlatmaları için askerlere direktif verdi. Böylece Bolşevikler, barış görüşmelerini tabana yayarak emperyalist güçleri sıkıştırmış da oluyorlardı. Emperyalistler, savaşın en çetin döneminde devrimin Avrupa’ya sıçramasından ölesiye korkuyorlardı. İtilaf devletleri Bolşevikleri tanımadıklarını, Rus ordusunun anlaşmalara bağlı kalmasını ve Almanya ile ayrı bir barış imzalanmasının Rusya için “çok ciddi sonuçları” olacağını ilan ettiler. Fakat devrimci işçi iktidarının burjuvaziden farklı bir ahlâk anlayışı vardı ve bu anlayış tüm gizli belgelerin yırtılıp atılmasını emrediyordu. Bolşevikler gizli anlaşmaları açıkladığında emperyalist burjuvazi tam anlamıyla şaşkına döndü. Devrim, kapitalist sınıfın düzenini, geleneklerini, ilişkilerini ve alışkanlıklarını paramparça etmişti. Birkaç ay sonra BrestLitovsk’ta Almanya ile yapılan anlaşmayla Rusya savaştan resmen çekildi. Böylece 5 milyondan fazla Rus askerinin ölümüne, yüz binlerin yaralanıp sakat kalmasına, kentlerde ve köylerde açlıktan kırılmaya neden olan savaşa işçi iktidarı son vermiş oldu. Birkaç ay sonra Almanya yenildi ve savaşı, ABD’nin

10

Kasım 2012 • sayı: 92

de sonradan dâhil olduğu İngiliz ve Fransız ittifakı kazandı. Ancak Rusya’daki işçi iktidarının varlığı ve Avrupa’da esen devrimci rüzgârlar, savaşın galibi emperyalist güçlerin arzularını sınırladı. Devrimci rüzgârlar tüm Avrupa’yı sararken, Macaristan ve Almanya’da da devrim başlamıştı. Ekim Devrimi, Avrupa işçi sınıfını etkilediği kadar Asya’nın ve Afrika’nın ezilen halklarını da etkilemiş, bağımsızlık savaşı için emperyalistlere karşı harekete geçmelerini sağlamıştı. Ortaya çıkan bu tablo, dünya siyasetinin dinamiklerini ve görünümünü değiştirdi. İngiltere ve Fransa savaşı kazanmalarına rağmen, gerçekte 1914 öncesine göre dünya siyasetinde daha az güçlüydüler. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarı “savaşa karşı iç savaş, asıl düşman içeride, savaşı durdurmak için kapitalizmi yık!” şiarının tecessüm etmiş haliydi, somuttu, ortadaydı. 1914’te ortaya konan devrimci tutum bir fikir olmanın ötesine geçmiş, işçi iktidarıyla taçlanmış ve böylece dünya emekçilerine moral ve esin kaynağı olmaya başlamıştı. Savaştan bitap düşen ve kapitalizme öfke duyan geniş emekçi yığınlar için devrim umuttu. Devrim; insanlığın savaşsız, sömürüsüz, özgürlük ve barış dolu dünya idealini yeniden ihya etti, yepyeni bir dünyanın kurulabileceğini gösterdi. Ne var ki, kapitalizm dünya ölçeğinde alaşağı edilemediği için savaş ve sömürü durmamış, insanlık barış özlemine kavuşamamıştır. Nükleer silahların da devreye sokulduğu II. Dünya Savaşı çok daha büyük yıkımlara yol açmıştır. Şu an birçok ülkede nükleer silah bulunuyor ve bu silahlar dünyayı birkaç kez ortadan kaldıracak kapasiteye sahiptir. Geliştirilen türlü kimyasal silahların yanı sıra diğer savaş makinelerinin yıkım gücü de alabildiğine artmaktadır. İnsanlığın sınıflı toplum ve kapitalizm deneyimi şunu berrak bir şekilde ortaya koyuyor: Kapitalizm yıkılmadan ve sınıfsız bir toplum kurulmadan savaşlar asla son bulmayacak ve kalıcı barış gelmeyecektir! Nükleer silahların insanlığı gezegen üzerinden silebileceği tehlikesi kapitalistlerin umurunda bile değildir. Unutmayalım ki, kapitalist sistemin işleyiş yasalarıdır baskın olan ve bu yasalar burjuvaları körleştirir, çirkinleştirir, vicdansızlar haline getirir. Burjuvazi insanlığın geleceğine değil, sermayenin dar çıkarlarına odaklanır. Kapitalizm yıkılmadığı ve insanlık sömürülü toplumlardan kurtularak kendi kaderini eline almadığı müddetçe de bu böyle devam edecek. Aslında kapitalizm, tüm önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak sınıfsız bir toplumun nesnel temellerini yaratmış durumda. Fakat insanlık, yaratılan bu nesnel koşullara rağmen sınıfsız topluma giden kapıları açabilmiş değil. İşte işçi sınıfının önünde bu kapıları açma görevi duruyor.


Yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Demet Yalçın

2

821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununu birleştirip yeniden düzenleyen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 18 Ekimde Meclis’ten geçti. İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğünün önündeki engelleri kaldıracağı iddiasıyla takdim edilen bu yasa, makyaj kabilinden birkaç düzenlemenin dışında sendikal yasak ve sınırlamaları olduğu gibi korumaktadır. Bu yasayla altına imza atılan ILO sözleşmesinin çok gerisinde kalındığı gibi, eski yasanın da gerisine düşülen bazı yönler mevcuttur. Yasaya geçmeden önce Türkiye’nin ILO üyeliğine dair birkaç noktayı hatırlatmakta fayda var. Türkiye ILO’ya (Uluslararası Çalışma Örgütü) 1932 yılında üye oldu. Üye olduğundan bu yana da pek çok ILO sözleşmesinin altına imza attı. Örneğin 1949 yılında ILO tarafından kabul edilen 98 no’lu “Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkı Sözleşmesi” 1951 yılında Türkiye tarafından da kabul edildi. Ancak bu sözleşmeyi kabul eden Türkiye, bundan bir yıl önce, yani 1948 yılında ILO tarafından kabul edilen 87 no’lu “Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin Sözleşme”yi ancak 1993 yılında kabul edecekti. Fakat gerek 1951 yılındaki, gerekse geç de olsa kabul edilen 1993 yılındaki sözleşme maddeleri gerçek anlamıyla hayata geçirilmedi. Kâğıt üzerinde birtakım iyileştirmeler yapılmış gibi görünse de bu iyileştirmeler başka ek maddelerle zaten işlemez hale getirildi. Bu durum hem işçi sınıfının örgütlenmesinin önünde en-

gel oldu hem de işçi sınıfının örgütsüzlüğünün sonucuydu aslında. AKP hükümeti de açgözlü patronlar sınıfının isteklerini tam gaz yerine getirirken, uluslararası antlaşmaları kendi elleriyle defalarca çiğnedi ve çiğnemeye de devam ediyor. Oysa anayasada da yer alan hükme göre: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” Bu maddeye göre ILO’nun uluslararası sözleşmelerinin altına imza atan Türk devletinin, kendi yasaları ne olursa olsun bağlı olduğu ILO sözleşmelerini hayata geçirmesi gerekiyor. En basitinden kamu ya da özel sektör olduğuna bakılmaksızın tüm çalışanların, emeklilerin, öğrencilerin, tarım ve ev işçilerinin sendika kurma ve toplu sözleşme yapma hakkı ve bu haktan doğan grev hakkının tanınması ve bu hakların güvence altına alınması gerekiyor. Ama gerçeklik bunun çok uzağındadır. Nitekim geçtiğimiz yıl Haziran ayında Türkiye ILO tarafından kara listeye alınmıştır. Kara listeye alınma nedenleri ise şu şekilde sıralanmıştır: • Türkiye, imzaladığı halde, ILO’nun sendikal hakları düzenleyen 87 ve 98 numaralı sözleşmelerine uymuyor. • Sekiz yıldır tartışılan Sendikalar Yasası hâlâ Meclis’ten geçirilmedi. • Avrupa’nın tümündeki sendikal nedenlerle işten atmaların yüzde 66’sı Türkiye’de yaşanıyor.

11


marksist tutum

• Türkiye’de sendikaya üye olan her 5 metal işçisinden 3’ü işten atılıyor. • Sendikacılar sadece sendikal faaliyette bulundukları için gözaltına alınıp tutuklanabiliyor. • Sendikaların eylemlerinde polis aşırı güç kullanıyor.

Yeni yasada değişenler Şüphesiz işçi sınıfı en fazla hak gaspını 12 Eylül faşist cuntasının çıkardığı yasalarla yaşadı. İşte bugün değiştirilen Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu da faşist darbenin ardından 1983 yılında kabul edilen kanunlardır. Yasakçı zihniyetle hazırlanmış bu kanunların değişmesi ve işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması işçi sınıfı için büyük önem taşıyor. Ancak işçi sınıfının örgütsüzlüğü koşullarında ILO sözleşmeleri ve AB yasalarına uyum adına yapılan yasal düzenlemelerin güdük kalacağını da bu yeni yasayla bir kez daha görmüş olduk. Öncelikle yıllarca taslak olarak gündemde tutulan bu yasada, tüm bu süreçte, devede kulak misali kalan iyileştirmelere bile tahammülü olmayan işverenlerin itirazları ve talepleri doğrultusunda pek çok değişiklik yapıldığını belirtelim. Yeni yasanın 5. maddesi, işverenlerin işkolu itirazının toplu sözleşme sürecini etkilemeyeceğini söylüyor. İşkolu itirazı işverenlerin sendikalaşmanın önüne geçmek için zaman kazanmak adına uyguladığı yöntemlerden biriydi. Bu madde bunun önüne geçmektedir. Ancak aynı düzenleme yetki itirazında yapılmamıştır. Yasaya göre işverenin yetki itirazı sonuçlanıncaya kadar yetki işlemleri ve yetki olmaksızın yapılan toplu sözleşmelerin uygulanması durdurulacak. Olumlu bir değişiklik olarak, sendika üyelik yaşının 16’dan 15’e indirilmesini söyleyebiliriz. Ayrıca sendikaya üye olmak ya da istifa etmek için artık noter şartı aranmayacak olması da önemlidir. Üye işçilerin iş güvencesinin korunması konusunda yapılan değişikliklerse hiçbir şey ifade etmiyor. Eski yasayla yenisi arasındaki tek fark, işe iade davası açmadan da sendikal tazminat davasının açılabiliyor olmasıdır. Ama örneğin hem işe iade davası hem de sendikal tazminat davası açan bir işçi her ikisini de kazandığı takdirde sendikal tazminat alacağı için, kendisini işe geri almayı reddeden işverenden yasalarda belirtilen tazminatı ayrıca alamayacaktır. Yani sendikal nedenlerle işten atılan işçi işe iade davasını kazandığı halde onu işe alıp almama tasarrufu hem de hiçbir yaptırım olmaksızın yine işverene bırakılmıştır. Üstelik işe iade davası açmak 30 işçiden fazla işçi çalıştıran işyerinde çalışıyor olmak ve 6 aylık kıdeme sahip olmak koşuluna bağlanmıştır. Oysa yasa taslağının daha önceki halinde sendikal nedenle işten atılan işçiye bu şart aranmaksızın işe iade davası açma hakkı veriliyordu. Üstelik işverenin sendikal tazminat ödemek durumunda kalması halinde işe geri almadığı işçi

12

Kasım 2012 • sayı: 92

için ayrıca tazminat ödemeyeceğine dair bir ibare de yer almıyordu. Yani işçi her iki davayı kazanması halinde ve işverenin işe geri almayı reddetmesi durumunda çift tazminat alabilecekti. Ancak işverenlerin itirazı üzerine bu değişiklikler geri çekildi. Sendika yöneticiliği yapanların ya da işyeri temsilcilerinin çalışma haklarının korunması eski yasaya nazaran biraz daha iyileştirilmiş durumda. Eskisinden farklı olarak yeni yasaya göre sendika yöneticiliği yapanlar dilerlerse kıdem tazminatlarını talep ederek işten ayrılabiliyorlar. İşyeri temsilcilerinin işten atılmaları halinde, mahkeme işe iadelerine karar vermişse, fesih tarihinden iade kararının verildiği tarihe kadar geçen sürenin ücretleri işçiye ödenecek ve işverenin işçiyi işe geri almama gibi bir hakkı olmayacak. Bununla birlikte, işyeri temsilcisinin sendika tarafından atanmasını öngören anti-demokratik uygulama yeni yasada da aynen korunuyor. Tek fark olarak sendika tüzüğünde temsilcinin seçimle belirleneceğinin yazılması halinde atama yerine seçim yapılabileceği belirtiliyor. İşçi sınıfının haklarından ziyade kendi çıkarlarını korumak peşinde olan sendikal bürokrasi sayesinde sendikaların bu yasaya tepkisi, mesai saatleri dışında yapılan cılız katılımlı basın açıklamalarının ötesine geçememiştir. Türkiye’de işçi sınıfının örgütlenme sorunu çok ciddi boyutlarda devam etmektedir. Var olan sendikal anlayışla da bu sorunun çözülemeyeceği ortadadır. Yeni yasada işkolu barajı %10’dan %3’e düşürülmüştür ve bu baraja kademeli bir geçiş öngörülmektedir: 2016 yılına kadar %1, takip eden iki yıl %2 ve 2018’den itibaren de %3 olarak uygulanacaktır. Ne var ki bu kademelendirme, yalnızca Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara bağlı sendikalar için geçerli olacak, diğer sendikalar daha baştan %3 barajına tâbi olacaklardır. Barajın düşürülmesi ilk bakışta bir olumluluk gibi görünebilir, ancak gerçeklik tam olarak göründüğü gibi değil. Bir kere yetki sorununun çözümü, barajı düşürmekten değil tamamen ortadan kaldırmaktan geçmektedir. İkincisi, taslakta önerilen baraj %0,5 iken işverenlerin itirazı üzerine %3’e çıkarılmıştır. Üçüncüsü, baraj yüzdesi düşürülmüş olabilir, ancak işkolu sayısının 28’den 20’ye düşürülmesiyle her bir işkolunda çalışan işçi sayısının daha da artacağı düşünüldüğünde sendikaların yetki alabilmesi için örgütlemesi gereken işçi sayısı otomatik olarak artmıştır. Dördüncüsü, 2009 yılında yapılan düzenlemeyle işkolunda çalışan işçi sayısının tespiti için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının gerçek dışı istatistiklerinin değil de SGK verilerinin dikkate alınmasına karar verildi. Ancak bu karar yeni yasa çıkana kadar ertelendi. Şimdi yeni yasanın onaylanmasıyla beraber artık Bakanlığın gerçek dışı verilerine kıyasla çok daha yüksek


sayı: 92 • Kasım 2012

marksist tutum

lı grev, genel grev ve dayanışma grevi kanun dışı grevdir. İşyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve diğer direnişler hakkında kanun dışı grevin müeyyideleri uygulanır” ibareleri kaldırılarak, bu tezatlığın çözülmesi için bir adım atılmış görünüyor. Ama yeni yasanın 58. maddesinde “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması hâlinde, isçilerin ekonomik ve sosyal durumları ile çalışma şartlarını korumak veya geliştirmek amacıyla, bu Kanun hükümlerine uygun olarak yapılan greve kanuni grev denir. Kanuni grev için aranan şartlar gerçekleşmeden yapılan grev kanun dışıdır” ifadesi korunmakta, dolayısıyla basit bir ifade sadeleştirilmesine gidilerek gerçekte hiçbir değişiklik yapılmamış olmaktadır. Sonuçta adı konmasa da toplu iş sözleşmesi dışında alınacak tüm grev kararları kanun dışı ilan edilerek grev yasağı devam ettirilmektedir. Ancak bu kadarına bile işveren örgütlerinin tahammülü olmadığını söylemeden geçmeyelim.

Sendikaların tutumu

olan sigortalı işçi sayılarının baz alınacağı düşünülürse, %3’e rağmen neden pek çok sendikanın baraj altında kalacağı anlaşılabilir. “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in açıklamasına göre, kanun tasarısında öngörüldüğü üzere işkolu yetkileri için SGK verileri esas alındığında 41 bağımsız sendika da dâhil, var olan 100’den fazla sendikadan Türk-İş’e bağlı 11, Hak-İş’e bağlı 1 sendika olmak üzere yalnızca 12 sendika yetki alabilecek. DİSK’e bağlı sendikaların ise tümü barajın altında kalacak.” (Ezgi Şanlı, Yetki Krizi Sendikal Hareketin Krizidir, MT, Eylül 2012) İşkolu barajının yanısıra işyeri barajının %50+1 olarak devam ettiğini de hatırlatalım. İşletme düzeyinde (örneğin market zincirleri, benzin istasyonları vb.) barajın %50+1 yerine %40’a düşürülmüş olması da tek başına çok fazla bir anlam ifade etmemektedir. Gelelim 12 Eylül 1980 faşist darbesinin yasakçı zihniyetinin ürünü olan ve aslında sendikal örgütlenme özgürlüğü ile ilgili tüm olumlu düzenlemeleri otomatik olarak devre dışı bırakan grev yasağı meselesine. Hatırlayacak olursak 2010 yılında yapılan referandumla anayasada genel grev, dayanışma grevi, siyasi grev yasakları kaldırılmıştı. Ancak 2822 sayılı yasada bu grevler halen “kanun dışı grev” olarak adlandırılıyordu. Dolayısıyla ortada çözülmesi gereken bir tezatlık vardı. Şu anda eski yasanın 25. maddesindeki “Kanunî grev için aranan şartlar gerçekleşmeden yapılan greve kanun dışı grev denilir. Siyasî amaç-

Ne yazık ki işçi sınıfının haklarından ziyade kendi çıkarlarını korumak peşinde olan sendikal bürokrasi sayesinde sendikaların tepkisi, mesai saatleri dışında yapılan cılız katılımlı basın açıklamalarının ötesine geçememiştir. Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonları bu kadarına bile tenezzül etmemişler, tersine hükümetle al gülüm ver gülüm bir anlaşma içine girmişlerdir. Türk-İş’in yasa Meclis’ten geçtikten sonra iki maddeyi gerekçe göstererek Cumhurbaşkanına iade çağrısında bulunması tam bir sahtekârlıktır. Yasanın asıl vurucu maddelerine ses çıkarmayan Türk-İş, “sendika kurucusu olmak için aynı işkolunda çalışıyor olma” ve “Türkçe okur-yazar olma” koşullarının kaldırılmış olmasına ve 30 ve daha az işçi çalıştıran işyerlerinde sendikal tazminat hakkının kaldırılmasına itiraz etmiştir. DİSK ise taslak görüşmelerinin başında görüşmelerden çekilerek yeni yasada hâşâ hiçbir günahının olmadığını kanıtlamaya girişmiştir. İşçi sınıfını ve sendikaları bu kadar yakından ilgilendiren böyle bir konuda soru işaretlerini giderecek, yeterince anlaşılır ve sağlam bir temele oturan açıklamalar ve tabanı harekete geçirerecek ciddi eylemler ne DİSK’ten ne de başka herhangi bir konfederasyondan gelmiştir. Anlaşılan o ki sendikalar son ana kadar hükümetin yetki krizi konusunda kendilerine bir “güzellik” yapacağı umudunu korumuşlardır. Adı konmamış bir anlaşmanın gereği olarak da bu umuda karşılık “kısık sesli protestoları” tercih etmişlerdir. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu, militan sınıf sendikacılığı anlayışının güçlü olmadığı böyle bir dönemde daha fazlası da beklenemezdi zaten. Şu anda yasa Cumhurbaşkanlığında. Cumhurbaşkanının onayının ardından yürürlüğe girecek. Türkiye’de işçi sınıfının örgütlenme sorunu çok ciddi boyutlarda devam etmektedir. Var olan sendikal anlayışla da bu sorunun çözülemeyeceği ortadadır.

13


Yeni YÖK Yasa Tasarısı Hakan Sönmez

12 Eylül askeri faşist darbesinin üzerinden 32 yıl geçmesine rağmen darbenin hesabı sorulmadığı gibi, başta 12 Eylül anayasası ve faşist darbenin yarattığı birçok kurum hâlâ ayakta durmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de faşist rejimin düşünmeyen, sorgulamayan, bilimsellikten yoksun nesiller yetiştirmek, gençleri siyasetin ve devrimci mücadelenin dışında tutmak ve burjuva ideolojisini kolayca empoze edebilmek için oluşturduğu YÖK’tür. 6 Kasım 1981’de kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK), kuruluş yasasında çeşitli değişiklikler yapılmasına rağmen antidemokratik uygulamalarına aynen devam ediyor. Bugünlerde yeni YÖK yasa tasarısı gündemde ve her zamanki gibi bu tasarı da yine sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hazırlanmıştır.

14

1

2 Eylül askeri faşist darbesinin üzerinden 32 yıl geçmesine rağmen darbenin hesabı sorulmadığı gibi, başta 12 Eylül anayasası ve faşist darbenin yarattığı birçok kurum hâlâ ayakta durmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de faşist rejimin düşünmeyen, sorgulamayan, bilimsellikten yoksun nesiller yetiştirmek, gençleri siyasetin ve devrimci mücadelenin dışında tutmak ve burjuva ideolojisini kolayca empoze edebilmek için oluşturduğu YÖK’tür. 6 Kasım 1981’de kurulan Yükseköğretim Kurulu (YÖK), kuruluş yasasında çeşitli değişiklikler yapılmasına rağmen anti-demokratik uygulamalarına aynen devam ediyor. Bugünlerde yeni YÖK yasa tasarısı gündemde ve her zamanki gibi bu tasarı da yine sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hazırlanmıştır. Bugüne kadar birçok siyasi partinin vaatleri arasında YÖK’ü kaldırmak yer alıyordu. Ancak hiçbiri bunu gerçekleştirmedikleri gibi, ele geçirdikleri YÖK’ü kendi ideolojileri doğrultusunda kullanmaktan geri durmadılar. Bunlardan biri de iktidarda bulunan AKP’dir. İktidara ilk geldiği dönemde yeni bir YÖK yasasını gündeme getiren AKP hükümeti, gelen tepkiler üzerine tasarıyı geri çekmişti. Sonra yapılan birçok değişiklik AKP’nin YÖK’ü değil, YÖK yönetiminde bulunan Kemalist-statükocu kesimi tasfiyesine yönelikti. YÖK başkanlığına Yusuf Ziya Özcan’ın getirilmesiyle dümeni eline alan AKP hükümeti, güya karşı olduğu bu kurumu kendi siyasi çıkarlarına cevap verecek şekilde yeniden şekillendirmeye girişti. Bugün tartışılan ve gündemde olan yeni YÖK yasası işte tam da bu ihtiyacı karşılayacak bir nitelik taşıyor.

Tasarı ne getiriyor, ne götürüyor? Tasarının öngördüğü ilk değişiklik, YÖK’ün başına bir “T” eklenerek, adının Türkiye Yükseköğretim Kurulu (TYÖK) olarak değiştirilmesidir. Mevcut yasada YÖK üyelerini Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve


sayı: 92 • Kasım 2012

Üniversitelerarası Kurul belirlerken, tasarıda yenilik olarak yönetim mekanizmasını belirlemede TBMM de yer alıyor. Görüldüğü üzere yapılan değişiklikle iktidara gelen siyasi partinin ilk yaptığı şey, yönetimi belirleme önceliği. Daha önce AKP hükümeti YÖK yönetiminin oluşumunda Cumhurbaşkanının ağırlığının azaltılmasını savunurken, dümeni eline alınca şimdi Cumhurbaşkanının bu konudaki yetkilerine dokunmamaktadır. AKP hükümeti YÖK yönetimini belirlemede elini rahatlattıktan sonra ilk iş olarak sermayenin ihtiyaçlarına göre kurulların yeniden düzenlenmesine girişiyor. Buna göre devlet üniversitelerinde üniversite konseyleri oluşturulacak ve üniversiteyle ilgili temel kararları bu kurul alacak. Tasarıya göre Üniversite Konseyi 11 kişiden oluşuyor. 5 üyenin üniversitenin her biri farklı fakültelerden ve bölüm başkanı ve üstü herhangi bir idari görevi olmayan kendi öğretim üyeleri arasından; 2 üyenin Bakanlar Kurulu tarafından; 2 üyenin Yükseköğretim Kurulu tarafından (ilgili üniversitenin profesörleri) arasından seçilmesi öngörülüyor. Bu 9 üyenin seçeceği 1 üyenin ilgili üniversitenin mezunları arasından; 1 üyenin de üniversitenin bulunduğu ilde en çok vergi verenler arasından ve/veya üniversiteye en çok bağışta bulunanlar arasından seçileceği belirtiliyor. Tasarı, konseyin “amaç ve işleyişini” şöyle ifade ediyor: “Üniversite Konseyi, rektör ve dekanları seçer ve atar; üniversite stratejik planını ve performans programını onaylar; üniversite yatırım programını karara bağlar; üniversite adına kamulaştırmaya, gayrimenkul satın alınmasına ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisine karar verir; öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde belirler; sözleşmeli öğretim elemanlarına ve idari personele yapılacak ücret ve diğer ödemeleri belirler; senatonun ve üniversite yönetim kurulunun bazı kararlarını onaylar.” Hedeflenen, üniversitelerin kendi finansman ihtiyaçlarını döner sermaye yoluyla karşılaması ve devletin bütçeden ayırdığı payın ortadan kaldırılmasıdır. En dikkat çekici hususlardan biri de öğrencilerden alınacak öğrenim ücretidir. Yakın bir zamanda AKP hükümeti üniversitelerde (ikinci öğretim hariç) harcı kaldırmıştı. Sermaye hükümetinin neden harçları kaldırdığı böylece ortaya çıkmış oluyor. Aslında kalkan bir şey yok, sadece devlet üniversitelerinin öğrenim ücreti adı altında paralı hale getirilmesi için atılan bir adım var ortada! AKP hükümeti bu manevrayı emekçilere büyük bir lütuf olarak yutturmaya çalıştı. Yıllarca dershane parası vererek çocuğunu güç belâ

marksist tutum

bir üniversiteye yerleştirebilen emekçiler için harç parasının kalkması gerçekten de çok önemliydi. Ama bu kez de AKP’nin bu cazip söyleminin altından emekçilere yönelik yeni bir saldırı hamlesi çıkıverdi: Harç gitti, yerine “öğrenim ücreti” gelecek! Diğer önemli bir mesele de üniversite konseylerinde en çok vergi ödeyen işadamlarının yer alacak olmasıdır. Açıktır ki, yönetiminde işadamlarının olduğu bir üniversitede, bilimsel ve teknik araştırmalar çok daha fazla, çok daha doğrudan ve çok daha keyfi biçimde sermayenin hizmetinde olacaktır. Örneğin, Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu uzun süren çalışmaları sonucunda Dilovası’nda demir, çelik, kimya, petrol, otomotiv ve lastik sektörü olmak üzere 400’ün üzerinde büyük ölçekli sanayi kuruluşunun havaya saçtığı kimyasallar yüzünden her üç kişiden birinin kanser olduğunu ortaya koymuş ve Dilovası’nda fabrikaları bulunan patronların tepkisini çekmişti. Bu patronlardan birinin konsey üyesi olması durumunda, bu tür bir bağımsız bilimsel araştırma gerçekleştirilebilecek midir? Onur Hamzaoğlu’nun yaptığı gibi patronların kâr düzenini teşhir ederek, doğayı ve insanı koruyacak projeler ve araştırmalar yapabilecekler midir? Atasözünün dediği gibi, kimin ekmeğini yersen onun kılıcını kuşanırsın! Böylece sermaye üniversiteleri hem paralı hale getirecek, hem de bu kurumların yapacağı bilimsel araştırmaları tamamen kendi ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirecektir. Kapitalist sistemde üniversitelerde her daim sermayenin işgücü ihtiyacını karşılayacak düzeyde ve oranda bir eğitim verilmiştir. Ancak devlet üniversitelerinin yönetimlerinde burjuvaların yer alması, sermayeyle üniversiteler arasındaki işbirliğinin bundan böyle hiçbir dolayıma ihtiyaç duymaması anlamına gelmektedir.

15


marksist tutum

Diğer önemli bir husus da, konseyin görevlerinden birinin, “sözleşmeli öğretim elemanlarına ve idari personele yapılacak ücret ve diğer ödemeleri belirlemek” olmasıdır. Böylece kadrolu öğretim üyelerinin sözleşmeliye çevrilmesine cevaz verilmiş olmaktadır. İlköğretimden üniversiteye kadar kadrolu personelin sözleşmeliye dönüştürülmesiyle, ucuz ve güvencesiz çalışma koşulları eğitim alanına da egemen olacaktır. Ayrıca öğretim üyelerine getirilmek istenen performans sistemiyle bir taraftan kıyasıya bir rekabet ortamı yaratılırken, diğer taraftan da sözleşmelilik nedeniyle işten atmalar kolaylaşacaktır.

YÖK’te değişmeyen ne? Kurulduğu günden beri YÖK’ün temel işlevinde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Temel amaç, üniversiteleri, devrimci öğrencilerden ve öğretim üyelerinden temizlemek, düşünmeyen, sorgulamayan, pasif bir gençlik yaratmaktır. 12 Eylül rejiminin bir ürünü olan YÖK, üniversiteleri boğan bir cenderedir. 31 yıl geçmesine rağmen hâlâ öğrenciler ve öğretim üyeleri siyasi fikir ve faaliyetleri yüzünden kovuşturmaya uğramakta, okuldan uzaklaştırılmakta ve atılmaktadır. YÖK öğrencilere yönelik baskı ve yıldırma politikasını aymazca devam ettirmektedir. “İdeolojik halay çekmek”, “karnını şüpheli bir şekilde tutarak uzaklaşmak” ve “Kürtçe anadilde eğitim istemek” gibi birçok komik gerekçeyle öğrencilere ağır cezalar verilmektedir. YÖK’ün üniversite disiplin yönetmeliği 27 yıl aradan sonra değiştirilmiştir. Ancak 18 Ağustosta yürürlüğe giren yeni yönetmelikte bazı maddeler kalkmış olsa da, anti-demokratik uygulamaların dayanağı olan birçok madde birtakım değişikliklerle korunmuştur. Örneğin siyasi partilere üye olan öğrencilerin okulda parti propagandası yapmaları artık suç sayılmayacaktır, fakat okulda bildiri dağıtmak, afiş ve pankart asmak “suç” olmaya devam etmekte, sadece ceza değişmektedir. Bu “suç”u işleyen öğrenciler artık “okuldan uzaklaştırma” değil “kınama” ce-

16

Kasım 2012 • sayı: 92

zası alacaklar. Bir başka madde de, “ders, seminer, uygulama, laboratuar, atölye çalışması, bilimsel toplantı ve konferans gibi çalışmaların düzenini bozma”yı suç olarak tanımlamaktadır. Mesela bir konferansta konuşmacıyı (örneğin hükümet yetkililerini, kapitalistleri, burjuva siyasetçileri) protesto etmek en demokratik hak iken, bu maddeye dayanılarak öğrenci hem karga tulumba dışarıya atılacak hem de ceza alacaktır. Yönetmelikte yapılan değişiklikler AKP hükümeti ve burjuva medya tarafından 12 Eylül’le hesaplaşma olarak lanse edildi. Oysa yapılan değişiklikler YÖK’ün asıl amacına yönelik değişiklikler değildir. Bir yandan makyaj kabilinden değişikliklerle YÖK’ün toplum gözündeki imajı yenilenmekte, öte yandan üniversiteler sermayenin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmektedir.

YÖK’süz, anadilde, demokratik, parasız ve bilimsel eğitim! Görece demokratik bir üniversite ortamının oluşabilmesi için 12 Eylül rejiminin kalıntısı olan YÖK mutlaka kaldırılmalıdır. YÖK’ün yerine TYÖK’ü koyarak biçimsel değişiklikler yapmak, üniversite yönetimlerinin gerici ve baskıcı karakterini değiştirmiyor. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dizayn edilen bu kurumlar burjuva ideolojisinin üretim ve empoze merkezleri olmaya devam ediyor. Demokratik bir üniversitenin kapitalizm altında bir sınırı olsa da, devrimci gençliğin görevi parasız, bilimsel ve anadilde eğitim talebiyle bu sınırları zorlayarak aşmaktır. Anadilde eğitimin önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Eğitim müfredatı milliyetçi-şoven içeriğinden arındırılmalı ve bilimsel bir içeriğe kavuşturulmalıdır. Gerek öğrencilerin gerekse de öğretim üyelerinin siyasi faaliyet yürütmelerinin önü açılmalıdır. Kıyafetlerle ilgili çağdışı yasaklar kaldırılmalıdır. Bu bağlamda bugün sermaye hükümeti AKP’nin istismar ettiği, Kemaliststatükocuların ve arkasına yedeklenen kimi kesimlerin destekledikleri türban yasağı kaldırılmalıdır. Kapitalist sistemde hiçbir sorun sınıfsal temelinden yoksun değerlendirilemez. Dolayısıyla demokratik, parasız ve anadilde eğitim yalnızca öğrenci gençliğin sorunu değildir. Çünkü öğrenci gençlik de kendi içinde işçi-emekçi ve burjuva çocukları olarak ayrılmaktadır ve öğrenci gençliğin önemli bir bölümü işçi ve emekçi sınıfların parçasıdır. Dolayısıyla bu taleplerin karşılanması da işçi sınıfının kapitalizme karşı verdiği sınıfsal mücadeleye sıkı sıkıya bağlıdır.


Chavez’e Endeksli Bir Sosyalizm Hikâyesi İlkay Meriç

V

enezuela’da 7 Ekimde yapılan başkanlık seçimleri bir kez daha Chavez’in zaferiyle sonuçlandı. Burjuvazinin geniş bir cephe halinde desteklediği Henrique Capriles Radonski’nin %44’lük oy oranı karşısında %55 ile galibiyet elde eden Chavez, böylece dördüncü kez başkanlık koltuğunda oturmaya hak kazandı. Katılım oranının %81 ile rekor düzeyde gerçekleştiği bu seçimlerde, Chavez 19 milyon kayıtlı seçmenin 8 milyonunun oyunu alırken, rakibi Capriles 6,4 milyon oyda kaldı. Ne var ki, Chavez, 2006’da yapılan bir önceki başkanlık seçimlerine göre 7,6 puanlık bir oy kaybına uğradı. Chavez karşıtı burjuva kamp ise oy oranını 7,2 puan arttırarak ilk kez bu ölçüde güç kazandı. 2006 seçimlerindeki oy sayısı dikkate alındığında da benzer bir tablo söz konusudur. Gerek nüfus artışı gerekse katılım oranındaki artış yüzünden seçmen sayısının 2006 seçimlerine göre epeyce arttığı bu seçimlerde, Chavez bir önceki seçimlere göre oy sayısını yaklaşık 825 bin arttırırken, burjuva cephenin oy artışı 2,2 milyona ulaştı. Sonuç olarak 2007’deki anayasa referandumu haricinde Chavez’in seçmen desteğinin ilk kez bu kadar düştüğü görüldü. Üstelik bu sonuç, Chavez’in hastalığının seferberlik ruhunu canlandırmak üzere başarılı bir şekilde kullanıldığı koşullarda alındı. Bu gerilemede kuşkusuz çeşitli etmenler rol oynuyor. Bunların başında da, emekçi kesimlerin sosyalist geçinen Chavez yönetiminin izlediği oyalama politikalarına duydukları tepkinin artması geliyor. Bunu daha ayrıntılı olarak ele almadan belirtmemiz gereken bir diğer unsur

ise, bu uzun süreçte sürekli olarak seçim başarısızlığına uğrayan oligarşinin, bu kez farklı bir taktik kullanarak, Chavez’e rakip olarak çıkardığı adayı “sol” soslara bulanmış bir söylemle piyasaya sürmüş olmasıdır. Venezuela’nın nüfusu en yüksek ikinci eyaleti Miranda’nın eski valisi olan Capriles, tam da bu senaryo gereğince, “merkez sol”da yer aldığını ve Chavez’in yoksullara karşı uyguladığı destek programını devam ettireceğini açıklayarak adaylığını ilan etmiştir. Gerçekte ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarlarını savunup korumak üzere seçim yarışına dahil olan Capriles, kendine Brezilya’nın solcu devlet başkanı Lula’yı örnek aldığını sıkça tekrarladığı bir kampanya yürütmüştür. Bunun sonucunda da muhalefet emekçi sınıflardan aldığı oyları arttırarak şimdiye dek tanık olduğu en yüksek oya ulaşmıştır.

On dört yıllık Chavez iktidarı 1998 Aralığındaki başkanlık seçimlerinde Chavez, yoksulluğun, yolsuzluğun, gelir dağılımındaki adaletsizliğin önüne geçme, petrol gelirlerini halkın yararına kullanma, demokratik bir anayasa yapma ve demokratik, katılımcı yeni bir cumhuriyet kurma vaatlerinde bulunmuş, bunun sonucunda %56’lık bir destekle başkanlık koltuğuna oturmuştu. Chavez’i destekleyenlerin ağırlıkta olduğu Kurucu Meclis’in hazırladığı yeni anayasa ise bir yıl sonra yapılan referandumda %72 gibi ezici bir çoğunlukla kabul edilmişti. Chavez’in iktidara adım attığı dönemde Venezuela,

17


marksist tutum

Kasım 2012 • sayı: 92

ekilebilir toprakların %77’sinin ülkenin en zengin dalgası da kısa sürede sönümlendi. Bugün Chavez’in en %3’ünün elinde toplandığı, yoksul köylülerin toprakların ateşli destekçileri bile, PSUV’un sadece seçim kampanyalnızca %1’ine sahip olduğu, birkaç ailenin elinde toplayalarında aktif olduğunu, devrimci kitlelerin PSUV’un nan tarım arazilerinin büyük bir kısmında hiçbir tarımsal bürokratik liderliğine karşı büyük bir hoşnutsuzluk faaliyet yapılmadığı, nüfusun yarısının yoksulluk sınırının içinde olduklarını itiraf etmek zorunda kalmaktadırlar. altında yaşadığı, milyonlarca insanın hayatı boyunca eğiValisinden belediye başkanına çeşitli kademelerdeki devlet tim ve sağlık hizmeti alamadığı bir ülkeydi. Chavez yönegörevlilerinin yaptıkları yolsuzlukların ayyuka çıkmasının timi, gerçekleştirdiği reformlarla bu tabloyu belirgin şekilyanı sıra, “Bolivarcı devrim” yeni bir sermaye kesimini de de değiştirerek halktan önemli bir destek aldı. Eğitim ve palazlandırmıştır. Bolivarcı yönetime yakın duran, ihalesağlık alanında çarpıcı bir iyileşme yaşanırken, topraksız lerden ve çeşitli devlet kaynaklarından beslenen bu serköylülere toprak dağıtımı, kooperatiflerin teşvik edilmesi, maye kesimi, “boliburjuvazi” olarak anılmaktadır. Tüm işçi sınıfının çalışma koşullarında iyileştirmelere gidilmesi, bunlar, yolsuzlukla mücadele iddiasıyla iktidara gelen ve burjuvazinin vergi takibi yoluyla sıkıştırılması, yerlilerin sosyalizmden dem vuran Bolivarcı hareketin güvenilirliğidemokratik haklarının tanınması bu reformların belli başni ve inandırıcılığını sarsmıştır. lılarıydı. Petrol şirketinin devletleştirilmesi, sosyal hizmetBolivarcı yönetimin mücadeleci işçilere yönelik tutulere önemli bir kaynak aktarılmasını sağlayarak Chavez’in mu da, Chavez’in kitle desteğinin azalmasında önemli bir elini rahatlatmıştı. rol oynamaktadır. “Sosyalist” Chavez, işçilerin bağımsız Bu süreçte Chavez’in politik vurguları da değişti. inisiyatifini bastırmakta, kamu kurumlarında toplu söz2006’da başkanlık seçimlerine Chavez’in sosyalist söyleleşme hakkını fiilen gasp etmekte, sendikaların devletten mi damgasını vurdu. Darbe tehditlerine karşı koymak ve bağımsız olmasını “karşı-devrimci zehir” olarak nitelendiiktidarını güçlendirmek için emekçi sınıflara ve ulusal ve rip reddetmektedir. Kamu sektöründeki grev ve protesto uluslararası alanda sola muhtaç olunması nedeniyle başvueylemleri “ulusal güvenliği savunma yasası” bariyeriyle rulan bu politika, “Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi”nin karşılaşmaktadır. Tam da bu yüzden, kamulaştırılması için (PSUV) kuruluşuyla taçlandırıldı. Bolivarcı hareketin büyük mücadeleler verilen ve nihayetinde kamulaştırılan temsiliyet bulduğu PSUV 2007’de kuruldu ve iktidar parSİDOR gibi fabrikaların işçilerinin bir zamanlar Chavez’e tisi haline geldi. Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” söyleduydukları sempati yerini öfkeye bırakmıştır. Sadece minin yanı sıra bu parti de sosyalist kesimin büyük ilgikamu sektöründe değil, özel sektördeki mücadeleci işçiler sine mazhar oldu. Oysa söz konusu olan, daha baştan her de polis terörüyle karşı karşıya kalmaktadır ve benzer bir türden ikbal avcısı bürokrata mevki-makam sunan ve kittepki buralarda da boy vermektedir. lelerin gözünü boyayıp Chavez’in iktidarını güvence altına Burjuvazinin mülksüzleştirilmek bir yana ekonomik almak üzere kurulan bir devlet partisi idi. gücünü daha da arttırması, yoksul emekçilere verilen sözBu süreç, aynı zamanda, yaratılan yanılsamaların aklerin tutulmaması, devlet yardımlarının seçimlere endekssine, “sosyalizme doğru ilerlemek” yerine, reformların hız lenmesi, yoksulluğun yıllardır %33’ün altına düşmemesi, kesip giderek durma noktasına gelişinin başlangıç döneenflasyonun %30’a tırmanması, konut sorununun tüm mine işaret ediyordu. Nitekim iktidar koltuğunu uzun yakıcılığıyla varlığını koruması, suç oranlarının (cinayet, yıllar işgal etmiş her burjuva hareket gibi Chavezci hareadam kaçırma, hırsızlık vs.) patlamalı bir şekilde artmaketin de reformcu yönü giderek dumura uğradı ve yerini sı, özetle kapitalizmin yarattığı tüm sorunların varlığını iktidarın maddi-manevi olanaklarından yararlanma çabadevam ettirmesi işçi ve emekçi yığınları Chavez iktidalarına bıraktı. Yoksulluk oranı 1999-2006 yılları arasınrından giderek uzaklaştırmaktadır. İşte 14 yılın ardından, daki reformlarla %49’dan %36’ya düşerken, bunu izleyen “Venezuela devrimi”nin geldiği nokta budur. altı yılda sadece 3 puanlık bir düşüş kaydedildi. Petrol fiyatlarındaki artışa bağlı olarak petrol gelirlerinde ciddi bir yükselme yaşanırken ve bu kişi başı milli gelire sahte bir artış olarak yansırken, gerçekte gelir dağılımındaki adaletsizlikte ciddi bir düzelme yaşanmadı. En yoksul %5’lik dilimin milli gelirden aldığı pay 2000-2011 yılları arasında sadece 1 puan artarak %5,7’ye çıkarken, en zengin %5’lik diliminki yarım puanlık bir azalışla %44,8’e indi. “Sosyalist” Venezuela’nın “eşitlik” tablosu buyken, söz konusu tablo emekçi kitleleri giderek daha fazla rahatsız eder oldu. “Sosyalist” Venezuela’da gasp edilen hakları için protesto PSUV’un ilk dönemlerde yarattığı heyecan gösterisi düzenlemek isteyen ve polis saldırısına uğrayan işçiler

18


sayı: 92 • Kasım 2012

marksist tutum

Reformist cephe Chavez’e kan veriyor Emekçi yığınların hoşnutsuzluğunun derinleşmesi, Venezuela’da yaşananları devrimci Marksist bir bakış açısıyla değerlendirenler için şüphesiz hiç de şaşırtıcı değildir. Venezuela’ya ilişkin çeşitli yazılarımızda, Chavez’in “karşı-devrim ve Amerikan emperyalizmi kapıda bekliyor” propagandasına dayalı bir kitle seferberliğiyle elde ettiği seçim zaferlerinin ilanihaye devam edemeyeceğini, Chavez’in devrimci bir önder değil popülist bir Bonapart olarak sivrildiğini ve bunun eninde sonunda dönüp onu da vuracağını ifade ettik. Venezuela’da proleter devrimin bizzat Chavez tarafından engellendiğini, sosyalist solun önemli bir kesiminin Chavez’e alkış tutarak buna alet olduğunu söyledik. İzlenen çizginin devrimci değil burjuva reformist bir çizgi olduğunu ve kısa süre içinde tıkanacağını, bu tıkanmışlığın görülmesinin ise emekçi kitlelerde büyük bir hayal kırıklığı yaratacağını vurguladık. Ne var ki, gerçeklik alenen ortadayken, sosyalist solun büyük bir kesimi “Venezuela devrimi”ne övgüler düzmekle ve onun kazanımlarını savunmak adına gerçekliğe gözlerini kapamakla meşguldü. Bugün de yaygın durum açısından değişen bir şey yok. 2010’daki parlamento seçimlerini yorumlarken vurguladığımız gibi, “Sosyalizme ancak proleter devrim aracılığıyla kurulan bir işçi devleti sayesinde geçilebileceğini, böylesi bir devletin işçilerin özörgütlülüklerine dayanan ve bürokrasisiz bir devlet olması gerektiğini oportünistler hatırlamaya hiç mi hiç yanaşmıyorlar. Burjuva devletin ve bürokrasinin tasfiyesini hiç dillerine almıyorlar. Yalnızca kötü bürokratların değiştirilmesinden ve devletin dönüştürülmesinden dem vuruyorlar! «Bolivarcı devrimin ilerleyişinin yavaşlığı»ndan yakınırken ve son seçimin ortaya çıkardığı gerçekleri yorumlarken, ister Troçkist geçinsin ister Stalinist, tüm oportünist ve reformistlerin, Chavez’e toz kondurmayarak, onun “danışmanları”nı, bürokrasiyi ya da «reformlara ayak direten devlet aygıtı»nı hedef olarak göstermesi ilginçtir. Bakanlarından valilerine ve bürokratlarına, danışmanlarından parti yöneticilerine kadar dayandığı ve tepesinde bulunduğu tüm ekibi kişisel kariyer ve zenginleşme peşindeki «sonradan görme kalın bir tabaka» olarak adlandırarak, Chavez’i bu burjuva kariyeristler ordusu içindeki yalnız ve mağrur devrimci general olarak pohpohlamak mide bulandırıcı bir oportünizmdir.” (Oktay Baran, Venezuela’da Chavez’in Pirus Zaferi, MT, Kasım 2010) Yıllardır “bu seçimler devrim için hayati önem taşıyor” diyerek Chavez’e koşulsuz destek verenler, aynı şeyi son seçimlerde de yapmışlardır. Üstelik bunu “nihai zafere ilerlemenin” önkoşulu olarak lanse etmişlerdir. Oysa Chavez 14 yıldır iktidarda olmasına rağmen burjuva devlet aygıtı olduğu gibi yerinde duruyor. Kamulaştırmalar ham petrol üretim alanıyla sınırlı kalırken, özel sektörün ekonomideki ağırlığı Chavez iktidarını izleyen on yılda %65’ten %71’e çıkmış durumda. Bankaların kâr rekorla-

rı kırdığı Venezuela’da, temel sanayi kuruluşları ve toprak halen oligarşinin tekelinde bulunuyor. Emperyalist tekeller petrol başta olmak üzere her alanda faaliyet gösteriyor. Reformistler bu gerçeklerin üstünü ikiyüzlü bir şekilde örtmeye çalışırlarken, işçi ve emekçi kitlelerin artan öfkesi, son iki seçimdir tepki oyları şeklinde oligarşi cephesinin hanesine artı puan olarak yansıyor. Venezuela’da yaşananları “sosyalizme ilerleyen bir devrim” olarak nitelendiren reformistler, üzerinden yıllar geçmesine rağmen kapitalizmin halen yıkılmamış olduğu gerçeğini dillendirenlere karşı “devrim bir süreçtir” yanıtını veriyorlar. Venezuela’daki bu epey uzun sürecin ne zaman ve nasıl sona ereceğine dairse hiçbir şey söylemiyorlar. Bunlar, bir zamanlar “devrimin kazanımlarını korumak” adına SSCB’yi ve benzeri bürokratik diktatörlükleri körlemesine nasıl savundularsa, Chavez yönetimini de aynı mantıkla savunmaya devam ediyorlar. Venezuelalı işçi ve emekçiler, 2000’li yılların başından bu yana burjuvazinin karşı-devrimci saldırılarına var güçleriyle karşı koydular. Onlar, baskı ve sömürünün sona erdiği, eşitlikçi, adil bir Venezuela için mücadele ettiler ve kendi temsilcileri olarak gördükleri Chavez’in ardından gittiler. Ne var ki yıllar geçtikçe, değiştirilmesini istedikleri düzenin sacayaklarının yerli yerinde durduğunu görerek hayal kırıklığına uğradılar. 14 yıldır her seçimde, Chavez’i desteklememenin burjuvaziyi desteklemek anlamına geldiğini vaaz eden, Chavez’i devrimci bir lider olarak alkışlayıp melanetin kaynağını bürokraside gören reformistlerse, emekçi kitleleri Chavez’in kuyruğuna takmaya çalışmayı sürdürüyorlar. İşçi hareketinden gelen ve son seçimlerde başkanlığa adaylığını koyan Orlando Chirino gibi sosyalistleri ise burjuvazinin değirmenine su taşımakla suçlayarak aforoz ediyor ve dolayısıyla seçimlerde devrimci alternatifleri saf dışı bırakıyorlar. Yıllardır Chavez’e kan veren bu reformist cephe, gerçekte proleter devrimin önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Bunların desteğiyle Chavez altı yıl daha başkanlık koltuğunda oturarak emekçileri oyalayıp dizginleme şansını yakalamıştır. Venezuela’da devrimci durumun yolundan saptırılıp heba edilmesinin vebali Chavez’in olduğu kadar bunların da boyunlarındadır.

19


İş Kazaları: S Kader mi, Cinayet mi? Dicle Yeşil

20

endikasızlaştırma, taşeronlaştırma, kuralsız çalışma, iş saatlerinin uzaması, gerekli güvenlik önlemlerinin alınmaması vb. kötü çalışma koşulları nedeniyle iş kazaları sonucunda gelen ölümler her geçen gün artıyor. Dünyada her 15 saniyede bir işçi hayatını kaybediyor. Üstelik tüm bunlar teknolojinin geliştiği, insan hayatını kolaylaştıracak türlü türlü ürünlerin üretildiği bir yüzyılda yaşanıyor. Sermaye sınıfının ışıltılı dünyası, işçilerin emeğiyle daha bir parıldarken, işçilerin hayatları kararıyor. Patlamalarda, yangınlarda dağlanan vücutlar tanınmayacak hale geliyor. Meslek hastalıkları binlerce işçinin hayatını katlanılmaz kılıyor. Analar, babalar kendilerinden önce evlatlarını toprağa koymanın acısını yaşıyor. İşçilerin can ve sağlık güvenliği güya yasalarla güvenceye alınmış durumda. Örneğin Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), iş sağlığı ve iş güvenliği hususunda imzacı devletlere, “Her çeşit işte çalışan işçilerin, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik hallerinin muhafazası ve geliştirilmesi; çalışma koşullarından ötürü işçilerin sağlıklarını yitirmelerinin önlenmesi; çalışma sırasında, işçilerin sağlıklarını olumsuz yönde etkileyecek etmenlerden korunmaları; işçilerin fizyolojik ve psikolojik yapılarına uygun işe yerleştirilmesi ve bunun sürdürülmesi” yükümlülüğünü getiriyor. Ama sıra uygulamaya geldiğinde tüm bunlar kâğıt üzerinde kalıyor. Ne burjuva devletler ne de sermaye yükümlülüklerini yerine getiriyor. İşçilerin sağlıkları da hayatları da kapitalistlerin umurunda değil. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) iş kazalarının gelişmiş ülkelerde azalmasına karşılık, dünya çapında arttığına dikkat


sayı: 92 • Kasım 2012

çekiyor. Bunun nedenini de “hızlı kalkınma ve küreselleşmenin getirdiği rekabetçi baskı politikaları” olarak açıklıyor. ILO araştırmalarına göre dünyada her 15 saniyede bir işçi, günde 6300 işçi ölüyor. Her yıl 2,3 milyondan fazla işçi, iş kazaları veya meslek hastalıkları nedeniyle hayatını kaybediyor. Kanserojen bir madde olan asbest (amyant) her yıl 100 bin işçinin hayatını çalıyor. Diğer kimyasallardan ve çeşitli maddelerden kaynaklı olarak 350 bin işçi ölüyor. 160 milyon işçi, yaptığı işten kaynaklı meslek hastalıkları nedeniyle acı çekiyor. İş kazalarında, savaşta kaybedilen insan sayısından daha fazla sayıda işçi hayatını kaybediyor. Üstelik bu gelişmiş kapitalist ülkeler için de geçerli bir olgu. Obama yönetiminin Çalışma Bakanı Hilda L. Solis, “Uluslararası İş Güvenliği ve Sağlığı Günü” vesilesiyle yaptığı bir konuşmada bu durumu şöyle itiraf ediyor: “Amerika’da her gün 12 işçi işe gider ama bir daha evine dönemez. Her yıl, yaklaşık 4 milyon işçi iş kazalarından dolayı yaralanır ve bir kısmı bir daha asla iyileşemeyecek hastalıklara yakalanır. Bizim işçilerimizi iş göremez hale getiren, aileleri acılara boğan ve ekonomimize ciddi zarar veren tüm bu trajediler önlenebilir. Amerikalı işçiler, sadaka ya da bedava bir öğle yemeği için çalışmıyorlar. Onlar yoğun bir çalışma gününe karşılık iyi bir ücret istiyorlar. Yalnızca ailelerine bakabilmek için işe gidiyorlar. Amerika’da bir yılda, 9 yıl süren Irak savaşından daha fazla sayıda insan iş kazalarında hayatını kaybetti.” Oysa 9 yıl boyunca Irak savaşına harcanan para, işçilerin sağlığı ve güvenliği için harcanmış olsaydı, ne Irak’ta yüz binlerce insan ölecekti ne de Amerikalı işçiler hayatlarını kaybedeceklerdi. Ancak kapitalistlerin derdi sermayelerini büyütmek, rakiplerini ezerek geçmektir. İnsanların savaşta ölecek olması onların umurlarında değildir. Kapitalistler, işçiler hasta olacak ya da ölecek diye zehirli maddeleri kullanmaktan kaçınmazlar. Çalışma temposunun hızlanması yüzünden işçiler ellerini, kollarını yaralıyorlar, saçlarını makinelere kaptırıyorlar diye kıllarını dahi kıpırdatmazlar. Onlara göre suç hep işçidedir!

İş kazalarının nedeni işçinin dikkatsizliği midir? AKP hükümeti, bağıra bağıra gelen iş kazalarını kaderle, kısmetle açıklıyor. Oysa işveren örgütlerinin de itiraf ettiği acı gerçeklerden en önemlisi, iş kazalarının %98’inin, meslek hastalıklarının da %100’ünün önlenebilir oluşudur. Onlar bu gerçekliği kuşkusuz işçinin canının hatırına değil, işgünü kayıpları, üretim kayıpları ve maliyetlerin artmasına sebep olduğu için itiraf ediyorlar. Ancak uzatılan çalışma saatleriyle, aşırı fazla mesaiyle, taşeronlaştırmayla, ücretlerin düşürülmesiyle, gerekli güvenlik önlemlerinin alınmamasıyla vb. bizzat kendilerinin iş kazalarına yol açtıklarından söz etmiyorlar. Fabrikalarda işçilerin önüne konan arttırılmış üretim

marksist tutum

hedefleri işçileri yarış atı haline getiriyor. Bu tempoya ayak uyduramayan işçi, performans düşüklüğü bahanesiyle işten atılıyor. Fazla mesailerle alabildiğine uzatılan iş günü nedeniyle 8 saat çalışılan işyeri sayısı her geçen gün azalıyor. Uzun çalışma saatleri kalp krizi geçirme riskini arttırıyor. Günde 11 saat çalışanların, 8 saat çalışanlara göre kalp sorunu yaşama olasılığının %67 daha fazla olduğu tespit edilmiş durumda. Fazla mesailerle birlikte işçinin sosyal yaşamı kalmıyor. Eşini, çocuklarını, ailesini ya da arkadaşlarını göremeyen işçiler sosyalleşememenin getirdiği depresyonu yaşıyor. Stresle birlikte gelen çöküş, intihar eğilimini arttırıyor. AKP hükümeti, bağıra bağıra gelen iş kazalarını kaderle, kısmetle açıklıyor. Oysa işveren örgütlerinin de itiraf ettiği acı gerçeklerden en önemlisi, iş kazalarının %98’inin, meslek hastalıklarının da %100’ünün önlenebilir oluşudur. Çalışma ortamının düzensizliği, insan sağlığına uygun olmaması da iş kazaları ve meslek hastalıklarının nedenleri arasında yer alıyor: Sıcak, soğuk, rutubetli, tozlu ortamlar, radyasyon, gürültü, titreşim, yetersiz aydınlatma, yetersiz havalandırma, kimyasal maddelerin kullanımı, koku vs… Arızalı, tamir edilmeyen, değiştirilmeyen makineler işçilerin parmaklarını, kolunu, bacağını koparıyor. Vardiyalı çalışma sisteminden kaynaklanan iş kazaları da hiç de az değil. Vardiya işçilerinin yaşadığı uykusuzluk ve yorgunluk sonucu ortaya çıkan konsantrasyon bozuklukları, ciddi hatalara ve ölümle sonuçlanan iş kazalarına neden olabiliyor. Yapılan araştırmalar, vardiya işçilerinin işyerinde, evde ve yolda kaza yapma oranlarının gündüz çalışan işçilere göre 40 kat fazla olduğunu gösteriyor. İş kazalarına karşı alınacak önlemlerin maliyeti insan hayatının yanında hiç kalırken, sermaye bu önlemlerin bedelini de yine işçinin cebinden çıkarma derdinde. Örneğin Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonunun hazırladığı “İşveren” dergisinin Mayıs ve Haziran sayısında, iş sağlığı ve güvenliği konusunda işverenlerin motivasyona ihtiyaç duyduğu belirtiliyor. O sırada henüz taslak halinde olan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nın değerlendirildiği yazıda, yükümlülüğün büyük bir bölümünün işverene verilmesini “hakkaniyet çerçevesinde ele almanın mümkün olamayacağı” söyleniyor. Doç. Dr. Serdar Odaman, “İş Sağlığı ve Güvenliği İçin Motivasyon Gerekiyor” başlıklı yazısında, hiç utanmadan şunları söylüyor: “İşçilere eğitim sağlama yükümlüğünü yerine getiren işverenlere, bir sonraki yılın eğitimlerinin maliyetlerinde avantaj olabilmesi için İşsizlik Sigortası Fonundan destek olunması ya da eğitim alan her işçinin sigorta primlerinin belli bir bölümünün devlet tarafından ödenmesi, kanımızca amaca ulaşma yönünde isabetli uygulamalar olacaktır.” Yani

21


marksist tutum

burjuvazi, iş kazalarını önlemek için verilecek eğitimin maliyetini bile işçinin karşılamasını isteyecek kadar arsızlaşmış durumdadır. Bu pervasızlığın yegâne nedeni elbette işçi sınıfının örgütsüzlüğünden alınan cesarettir. Tarihten de bilindiği üzere, karşılarında güçlü ve mücadeleci sendikalar bulunan patronlar hiçbir zaman böylesine pervasız davranamamışlardır, davranamazlar.

“Adalet saraya girmiş, halk ona ulaşamıyor!” Her iş cinayetinin ardından, sermaye sınıfının temsilcilerinden benzer açıklamalar geliyor. Hatırlayalım, Zonguldak Karadon madeninde 30 işçinin öldüğü kazada dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer “O konuda acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini rahatlıkla söyleyebilirim” demişti. Nasıl olsa ölen ne kendi evladıydı ne de bir yakınıydı. Başbakan Erdoğan ondan daha yüzsüz bir biçimde yaşanılan ölümlerin doğal olduğunun altını çizerek “bu mesleğin kaderinde var” demişti. Onların bu kayıtsız tutumları, iş cinayetleri sonucunda ailelerin açtıkları davalarda da adaletin izlediği yolu gösteriyor. Karadon maden cinayetinin ardından hazırlanan raporda, galeri açmak için yapılan dinamit patlatma işleminden sonra açığa çıkan metan gazının tahliye edilmemesinin patlamaya neden olduğu yazıyordu. Gerekli yalıtımı yapılmayan makinelerden çıkan elektrik ise madendeki gazın alev almasına yol açtı. Ancak işverenin itirazı üzerine, işverenin sorumlu tutulmadığı ve kazanın “kaçınılmazlık” sonucu meydana geldiğini yazan bir rapor daha hazırlatıldı. Bu raporla aslında suçlu, madencilerin “kara kaderi” oldu! 21 işçinin hayatını kaybettiği, yüzlerce insanın yaralandığı Davutpaşa patlamasının davası ise ancak iki yıl sonra açılabildi. İlk kez davada ifade verecek olan Zey-

22

Kasım 2012 • sayı: 92

tinburnu belediye başkanı hastalık mazeretiyle duruşmaya katılamayacağını bildirmiş, ancak bu ne yüzsüzlüktür ki, duruşmanın olduğu gün “hasta haliyle” gezdiği Dolmabahçe’nin fotoğraflarını, kendi sosyal paylaşım sitesine yüklemişti. Mahkemeye de ailelere baskı oluşturmak için belediye başkanı yerine 30 zabıta görevlisi gönderilmişti. 1 Mayıs günü sette ölen işçi Selin Erdem’in davası da sürüyor. Trafik kazası olarak gösterilmeye çalışılan kaza, ailenin ısrarları sonucunda iş kazası kapsamına alındı. Ancak adalet yerini bulmuyor, işçilerin ve ailelerinin yanına bile uğramıyor. Gerçek sorumlular yargılanmıyor, sanık sandalyesine oturtulmuyor. Selin Erdem’in annesi bu tepkisini “adalet saraya girmiş, halk ona ulaşamıyor” sözleriyle dile getiriyor. İnsan öldürme, başkasını tehlikeye atma, onura saldırı ya da tehlikedeki insana yardım etmeme bütünüyle cezasız bırakılıyor. Ellerini kollarını sallayan patronlar kârlarına kâr katmaya devam ediyor. Adalet de, hukuk da, yargı da, yasa da patronlar sınıfının hizmetine sunuluyor.

İş güvenliği yasası işçiye değil patrona güvence sağlıyor 20 Haziran 2012 tarihli İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, aslında adıyla zihniyetini de ortaya koyuyor: İşçinin değil işin sağlığı ve güvenliği! Gerçek dert, işçilerin iş kazaları ya da meslek hastalıkları sonucu sakat kalmalarının ya da ölmelerinin önüne geçmek değil. Patronların genel çıkarlarının hizmetine sunulan yasa, işçilerin tamamını bile kapsamıyor. Yasa 1 ilâ 2 yıl boyunca yalnızca 50 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerine yükümlülükler getirerek, on binlerce işyerini kapsam dışı bırakıyor. Yeni yasa, kamu kurumları ile 50’den az işçi çalıştıran ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 2 yıl, 50’den az işçi çalıştıran ve tehlikeli ve çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 1 yıl, diğer işyerlerinde ise 6 ay sonra yürürlüğe girecek. Yeni yasayla patron daha fazla korunarak iş kazalarının suçu işçi temsilcilerine, iş güvenliği uzmanına ya da işyeri hekimine yıkılıyor. Yasaya göre patronlar, işçilerin işle ilgili sağlık ve güvenlik tedbirlerini alacak, tedbirlere uyulup uyulmadığını denetleyecekler. 10 ve üzeri işçi çalıştıran işyerleri iş güvenliği uzmanı çalıştırmak ya da bu hizmeti veren şirketlerden yardım almak zorunda olacaklar. Çalıştıracakları uzman sayısı işkolunun tehlike derecesine ve işçi sayısına göre belirlenecek. 50 ve daha fazla çalışanın bulunduğu ve altı aydan fazla süren sürekli işlerin yapıldığı işyerlerinde ise işveren, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili çalışmalarda bulunmak üzere bir kurul oluşturacak.


sayı: 92 • Kasım 2012

Yasaya göre ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan işçiler, İş Sağlığı ve Güvenliği Kuruluna veya işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasını talep edebilecek. Ancak bunun kâğıt üzerinde kalacağı açıktır. İşçileri eski ve bozuk makinelerde, tedbir almadan çalıştıranlar zaten patronlar değil mi? Onlar mı üretimi durdurup tedbir aldıracaklar? İşyerindeki bina ve eklentilerde, çalışanlar için hayati tehlike oluşturan bir husus tespit edildiğindeyse, bu tehlike giderilinceye kadar, işyerinin bir bölümünde veya tamamında iş durdurulabilecek. Ancak işsizliğin ve taşeron çalışmanın alabildiğine yaygınlaştığı günümüzde işçilerin bu haklarını kullanmaları ne kadar mümkün olabilir? Yasaya göre işveren, çalışanları arasından iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve diğer sağlık personeli görevlendirecek. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarının hak ve yetkileri, görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle kısıtlanamayacak. Bu kişiler, görevlerini mesleğin gerektirdiği ilkeler ve mesleki bağımsızlık içerisinde yürütecek. İşyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanları, işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili alınması gereken tedbirleri yazılı olarak bildirecek. Çalışanın ölümü veya maluliyetiyle sonuçlanacak şekilde vücut bütünlüğünün bozulmasına neden olan iş kazası veya meslek hastalığının meydana gelmesinde ihmali tespit edilen işyeri hekimi veya iş güvenliği uzmanının yetki belgesi askıya alınacak. Kâğıt üzerinde hoş duran bu sözlerin, kapitalist gerçekler dünyasında nasıl uygulanacağı daha baştan belli değil mi? Hangi işyeri hekimi ya da güvenlik uzmanı, ücretini ödeyen patrondan bağımsız karar alma yiğitliğini gösterecek? Açık ki, yasa koyucular, patronlar dışında bir sorumlu bulmak için epeyce ter dökmüş ve nihayetinde kabağı işyeri hekimi ve güvenlik uzmanın başında patlatmışlardır. Yasa, işverenin, çalışanların iş sağlığı ve güvenliği eğitimi almasını sağlamasını şart koşuyor. Verilecek eğitimin maliyetinin çalışanlara yansıtılamayacağını söylüyor. Eği-

marksist tutum

timlerde geçen sürenin çalışma süresinden sayılacağını, eğitim sürelerinin haftalık çalışma süresinin üzerinde olması halinde bu sürelerin fazla sürelerle çalışma ya da fazla çalışma olarak değerlendirileceğini belirtiyor. Ancak biz bu eğitimlerin fiiliyatta nasıl yapıldığını gayet iyi biliyoruz. İşçi sadece önüne eğitim aldığına dair getirilen belgeye imza atma “eğitimi” görüyor o kadar. Yükümlülüklerini yerine getirmeyen işverenlere çeşitli para cezaları öngören yasa, tüm Türkiye’de bu denetimi yapması için bakanlığa 340 kadro ayrılacağını belirtiyor. Yüz binlerce işyerinin bulunduğu bir ülkede işçi sağlığı ve güvenliğinden sorumlu iş müfettişi sayısının bu kadar az olması traji-komik bir tablo oluşturuyor. İş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenebilmesi için, İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kurullarının yönetimi kesinlikle işçilere verilmelidir. Bu kurulda yer alan işçi temsilcilerinin işten atılması yasaklanmalıdır. Patronların baskısı altında kalmamaları için, işyeri hekimlerinin ve iş güvenliği uzmanlarının ücretleri, sendikaların ve meslek örgütlerinin denetimindeki bir devlet fonundan karşılanmalıdır. İşçilerin yönetimindeki İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kurullarının karar alma ve bunu patronlara uygulatma yetkisi olmalıdır. Bu kararları uygulamayan patronlara daha ağır cezalar verilmelidir. Ayrıca işçilerin, topluca üretimi durdurma ve gerekli güvenlik önlemleri alınana kadar çalışmama hakkı olmalıdır. Bunu sağlayacak olan şey ise işçilerin örgütlü mücadelesidir. İşçilerin can güvenliklerini sağlamanın temel yolu örgütlü mücadeleden geçmektedir. Yakın zamanlarda bunun canlı bir örneğine de tanık olduk. Manisa’nın Soma ilçesinde bulunan Uyar Madencilikte çalışan 700 maden işçisi, iş kazalarına karşı 7 Ekimde iş bıraktı. Türk Maden-İş’in örgütlü olduğu maden ocağında iki hafta içerisinde yaşanan kazalar sonucunda 1 madenci ölmüş, 12 madenci ise ağır şekilde yaralanmıştı. Ağır çalışma koşullarına karşı, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin sağlanması talebiyle iş bırakan işçiler, madenlerde gerekli denetimin yapılmasını istediler. İşçilerin iş bırakmasının ardından, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı madene müfettişler gönderdi. Ne tesadüftür ki 5 Ekimde aynı madende denetim yapmış olan müfettişler, bu kez işçilerin iş bırakmasının ardından madende eksiklikler olduğunu tespit ettiler ve bu eksiklerin giderilmesi için madeni kapatmak zorunda kaldılar. Madencilerin bu mücadelesi, işçilerin taleplerine kulak tıkayan patronlara, işini yapmayan müfettişlere, kılını kıpırdatmayan sendikalara ve diğer işçilere de örnek olmalıdır.

23


Bir Kitabın An Sovyet bürokrasisinin karakteri Gorbaçov’un “değişim rüzgârları” estirdiği yıllarda, devrimci Marksistler Sovyetler Birliği’ndeki rejimin karakteri ve Gorbaçov’un yeniden yapılanma programı hakkında, Stalinistlerle taban tabana zıt bir değerlendirme yapmaktaydılar. Stalinistlerin iddiasının aksine, devrimci Marksistler Sovyetler Birliği’ni gelişmiş bir sosyalist toplum olarak değil, işçi sınıfı üzerinde baskının, sömürünün, istismarın, rüşvetin kol gezdiği, çürüme ve yozlaşmanın yaşandığı sınıflı bir toplum olarak değerlendirmekteydiler. Dikkatli bir göz, daha doğrusu görmek isteyen bir kimse, Gorbaçov’un açıklamalarından da Sovyet toplumunun iki ayrı sosyal kümeye bölünmüş olduğunu hemen fark edebilirdi: Bir yanda devletin, üretimin ve toplumsal yaşamın tüm yönetimini tekeline almış ve bu dolayımla toplum üzerinde egemenlik kurmuş bir yöneticiler oligarşisi; diğer yanda ise, endüstri ve tarım işçileri, bilim, sanat, kültür, hizmet vb. emekçileri, yani toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan üreticiler kitlesi vardı. Böyle bir toplumda devleti yönetenin alttakiler, yani işçiler ve emekçiler olmadığı kesindi. İşçilerin, emekçilerin kaderi, onların üstünde egemenlik kurmuş olan bir yönetici elitin (bürokratik oligarşinin) ellerindeydi. Bu hem Sovyetler Birliği’ndeki hem de diğer bürokratik rejimlerdeki durumun bir özetiydi aslında. Sovyetler Birliği’nde bürokratik-totaliter sistemin tarihsel olarak bir çözülüş sürecine girmiş olması, sosyalizm konusunda doğru bir kavrayışa ve sağlam bir tarih bilincine sahip olan devrimci Marksistler açısından hiç de şaşırtıcı olmamıştı. İşte Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı

24

kitabında, Sovyet bürokrasisinin kaçınılmaz sonuna nasıl yaklaştığı ve bu rejimlerin neden kalıcı olamayacakları bilimsel temelleriyle açıklanmaktadır. Elif Çağlı daha o yıllarda yaptığı çözümlemelerde, Sovyet bürokrasisinin ve benzerlerinin sınıf karakterini ortaya koyuyor ve Stalinist solcuların bu bürokrasiyi “komünist” olarak nitelendirmesinin ne kadar gülünç ve anti-Marksist bir değerlendirme olduğunu gözler önüne seriyor. Ama öte yandan, Sovyet bürokrasisinin egemen bir sınıf oluşturduğunu görmezden gelen ve onu hâlâ işçi sınıfının bir parçası (işçi sınıfı içinde bir tabaka) olarak mütalaa eden kimi Troçkist yazarların (örneğin Mandel gibi) yanlış ve klişeleşmiş değerlendirmelerini de sözünü sakınmaksızın eleştiriyor. Çağlı’ya göre, Sovyet bürokrasisi yıllardan beri iktidarda tekel kurmuş, devleti adeta mülk edinmiş, toplumdan bağımsızlaşarak toplumun tepesine çöreklenmiş örgütlü, kolektif bir egemen gücü temsil etmekteydi. Stalin’in iktidarıyla birlikte, yönetici bürokrasi Sovyet toplumda tek örgütlü güç haline gelmişti. Toplumun asıl üretken gücünü oluşturan işçi sınıfı ise, yıllar önce bu bürokrasinin marifetiyle iktidardan uzaklaştırılmış ve siyasal alandan tasfiye edilmişti. Bu karşı-devrimci eylemini 1930’larda zaferle taçlandıran Sovyet bürokrasisi, başlangıçta yalnızca toplumsal işlevine dayanarak elde ettiği yetkileri ve bu yetkiye dayanarak elinde tuttuğu iktidar organlarını bütünüyle kendi öz çıkarları doğrultusunda dönüştürerek, kendisini süreç içinde “kolektif yönetici” egemen bir sınıf katına yükseltmeyi başarmıştı. Aslında Sovyet bürokrasisinin de, benzerlerinin de tarihsel gerçekliğinin özeti buydu. Elif Çağlı, SSCB’nin sosyo-ekonomik yapısının hem


ımsattıkları /2 Mehmet Sinan

kapitalizme hem de sosyalizme göre özgünlüğünü ve Sovyet bürokrasisinin bağımsız bir sınıf olma özelliğini, Sovyetler Birliği’nde yaşanan bürokratik karşı-devrim süreci eşliğinde açıklamaktadır. Stalinist bürokrasinin 1928’lerden itibaren iktidarın tüm iplerini eline geçirmesinden ve bürokratik-totaliter bir devlet aygıtı oluşturmasından sonra, artık SSCB’de yeni bir süreç başlamıştı. Bu süreç tarihsel olarak da, niteliksel olarak da Ekim Devriminin bir devamı değil, tersine onun tasfiyesiydi. Proletaryanın iktidar organlarından uzaklaştırıldığı, işçi sovyetleri devletinin adım adım tasfiye edildiği ve yerine despotik-bürokratik bir devlet aygıtının geçirildiği karşıdevrimci bir süreçti bu. İşte Sovyetler Birliği’nde kendine özgü üretim ilişkileri sistemini (ne kapitalist ne de sosyalist olan) yerleştiren de bu despotik devletin ta kendisiydi. SSCB’de ekonomik ve toplumsal yaşamın yukarıdan aşağıya, bürokratik-despotik devletin emir ve kumandası altında yapılandırılması sonucunda ortaya çıkan üretim ilişkileri ve bu ilişkiler üzerinde yükselen siyasal, hukuki, entelektüel vb. yapı, elbette ki kapitalist-burjuva toplumla özdeşleştirilemezdi. Ama bu bürokratik sistemin, Marx’ın tanımladığı anlamda sosyalizmle de hiçbir benzerliğinin olmadığı çok açıktı. SSCB’de ortaya çıkan bu özgün sosyo-ekonomik formasyonun oluşumunu ve Sovyet bürokrasisinin sınıf karakterini, Marx’ın “Asyatik üretim tarzı ve Doğu despotizmi” hakkındaki tezlerine başvurarak açıklıyor Çağlı. Marx, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri ve mülkiyet biçimlerinin tarihsel evrimi üzerinde yaptığı çalışmada (1853-1859), eski Asyatik toplumlarda mülkiyet biçimleri ve üretim ilişkilerinin, Batının antik-köleci ve feodal top-

lumlarından farklı olduğunu keşfetmişti. Aynı zamanda, bu Asyatik üretim ilişkileri üzerinde yükselen devlet oluşumları da Batıdakinden farklıydı. Marx’ın materyalist tarih tezi niteliğindeki bu tespitleri, hem Grundrisse’de hem de Kapital’de yer aldı. Marx’ın bu tezleri incelendiğinde görülmektedir ki, toplumların barbarlıktan uygarlığa geçişi sürecinde, tarihte iki farklı uygarlık çizgisine (dolayısıyla iki ayrı “sömürülü-sınıflı” toplum tipine) tanık olunmuştur. Birincisi esas olarak devlet mülkiyeti temelinde gelişen Asyatik sömürülü-sınıflı toplumlar (Doğu uygarlık çizgisi), ikincisi ise özel mülkiyet temelinde evrimleşen sömürülü-sınıflı toplumlardır (Batı uygarlık çizgisi). Marx’ın eski Asyatik toplumlara ilişkin yaptığı incelemeler, sonuçta onu şu kanaate vardırmıştı: Toprak üzerinde kolektif topluluk mülkiyetine dayanan ve kendi kendine yeterli olan eski Asyatik topluluklar (Asyalı tarım komünleri) daima bir “üst birlik” ya da despot tarafından temsil edilmekteydiler. Başlangıçta bu üst birlik, toplumsal işlevler yüklenerek ortaya çıkar. Örneğin, toplulukların ortak yararı için bayındırlık işlerini düzenlemek, üretimi örgütlemek, savunma ve fetih gibi toplumsal işlevler. Doğrudan üretimden kopmuş olan bu üst birlik ya da üst topluluk üyeleri, doğrudan üreticilerin (tarım komünlerinin) artı-ürünüyle geçinirler. Fakat zamanla bu üst topluluk, giderek despotik bir devlete dönüşür ve bu topluluğun üyeleri de, kolektif sömürücü bir egemen sınıfı (alttaki tarım topluluklarının gözünde kutsallık katına yükselmiş yönetici devletlû sınıf ) oluştururlardı. Bütün eski Doğu toplumlarının evrim çizgisiydi bu. Daha önce tarım komünlerinin, yani doğrudan üreticilerin ortaklaşa mül-

25


marksist tutum

kiyetinde olan topraklar, üst birliğin (despotik devletin) oluşumundan sonra bütünüyle üst birliğin mülkiyetine geçiyor ve bu üst birlik de bir despotun şahsında cisimleşiyordu. Evrimlerini Doğu tipi uygarlık çizgisinde sürdüren ve Doğu despotizmini simgeleyen bu toplumların pek çok örneğine rastlanmıştır tarihte. Örneğin eski Mısır, Hint, Çin, Asur, Pers gibi arkaik dönem uygarlıkları ile, daha geç dönemdeki Moğol, Rus, Selçuklu, Osmanlı gibi toplumlar bu kategorideydiler. Marx’ın Doğu despotizmi diye tanımladığı bu sistem, tarihin tanıklık ettiği en eski sömürücü sınıf egemenliği sistemiydi. Kölecilik, feodalizm, kapitalizm gibi Batı uygarlığı çizgisini temsil eden toplumlar ise, tarih sahnesine daha geç girmiş ve toprakta bireysel ya da ailesel özel mülkiyet temelinde gelişmiş sömürücü sınıf egemenliği sistemleriydi. Batılı sınıflı toplumlarda egemen sınıfların iktidarı, üretim araçları (en başta toprak) üzerindeki özel mülk sahipliğine ve dolayısıyla bireysel sömürüden kaynaklanan zenginliğe dayanıyordu. Örneğin Antik Yunan ve Roma toplumları, Orta Çağdaki Batı feodalitesi ve nihayet kapitalist toplumlar bu kategorideydiler. Oysa despotik devlet yönetimi altında biçimlenmiş olan eski Asyatik üretim tarzlı toplumlarda, egemen yönetici sınıfın iktidarı, esas olarak devlet mülkiyeti üzerinde kurduğu hakimiyete ve despotik-bürokratik askeri ve idari aygıtına dayanıyordu. Toprakta özel mülkiyetin değil, devlet mülkiyetinin hakim olduğu; devletin hakimiyetinden bağımsız bir özel meta ilişkileri ve mübadele alanının (Marx’ın deyimiyle sivil toplumun) gelişemediği bu Asyatik yapılı toplumlarda, her türlü zenginlik ve servet birikiminin aslan payı, merkezi otoritenin (devletin) ve dolayısıyla despotun hazinesinde yoğunlaşmaktaydı.

26

Kasım 2012 • sayı: 92

Devleti elinde tutan yönetici sınıf (hazineden geçinmeliler), kendi sosyal kökenleriyle bağları kesilmiş, devşirme bir sınıftı. Devlete kapılanan ve yönetici bürokrasiyi meydana getiren bu sınıf, yalnız ve yalnızca devlete dayanan ve devleti temsil eden kolektif bir sınıftı. Bu devlet sınıfı içinde zamanla ortaya çıkan siyasal çekişmelerin temelinde esasen çıkar çatışmaları, yani güç ve iktidar kavgası yatmaktaydı. Bu toplumlarda güç ve iktidar sahibi olabilmek, devletin elinde yoğunlaşan zenginliğe hükmetmekten, onu kullanabilmekten; bu da devletteki mevki ve makamları elde tutmaktan geçiyordu. Devletin başı olan despotun ve yakınlarının dışında bireysel servet biriktirmenin hoş karşılanmadığı ve bu nedenle merkezi otoritenin sık sık müsaderelere gittiği bu toplumlarda, güç ve iktidar hırsıyla hareket eden yönetici sınıf mensupları gene de her yola (rüşvet, irtikap, düzenin yasalarına aykırı bir biçimde devlet gelirlerini kendi mülkiyetine geçirme, kendisine emanet edilmiş devlet mülkünü bireysel çıkarları için kullanma gibi) başvurarak, gayri meşru servet birikimine yönelirlerdi. Yönetici sınıf katında içten içe yürüyen bu çatışmaların had safhaya vardığı dönemlerde, despotik devlet yapısında tıkanma, bozulma ve yozlaşmalar baş gösterir ve sistem krize girerdi. Despotik devlet yapılı eski Doğu toplumlarında bitip tükenmek bilmeyen hanedan kavgalarının temelinde yatan da buydu. Ne var ki bu kavga toplumun sınıfları (yönetici devlet sınıfı ile üreticiler sınıfı) arasında değil, toplumun tepesine çöreklenmiş yönetici devletlû sınıfın kendi içinde yürürdü. Üreticiler sınıfı genellikle bu kavganın dışındaydı; katıldığında da ancak, güç ve iktidar için savaşan şu ya da bu hanedan adayına payanda olmaktan öte bir şey yapamazdı. Marx, devlet mülkiyeti temelinde gelişen bu Asyatik üretim tarzlı toplumları (Doğu despotizmini), değişime karşı en dirençli olan ve kendini her seferinde yeniden üretme potansiyeline sahip toplumlar olarak tanımlamaktaydı. Tarihte bu toplumlardan hiçbiri kendi içsel dinamikleriyle bir başka topluma evrilememiş ve ancak dışsal dinamiklerin etkisiyle (örneğin kapitalizmle etkileşim içine girdiklerinde) çözülüp dağılmışlardır. Bu toplumları anlatırken Marx’ın belirttiği gibi, eski Doğu toplumlarında tepede yürüyen iktidar kavgaları (politika), kendi içine kapanık alttaki tarım komünlerine gök yüzü kadar uzak kalırdı. Hangi hanedanın iktidar olacağı, kendilerinden kimin haraç alacağı onları pek ilgilendirmezdi; yeter ki, eski alışıldık düzenleri ve gelenekleri bozulmasın ve yeni gelen hanedan vergi toplamada “adaletsizlik” yapmasın! Sonuçta devletin tepesindeki hanedan değişiklikleri, toplumun yapısında ve üretici komünlerin durumunda herhangi bir değişiklik yaratmazdı. Her yeni gelen hanedan, despotik devlet düzenini yeniden kurar ve alttaki üretici toplulukların artı-ürünlerini (vergi biçi-


sayı: 92 • Kasım 2012

mine bürünmüş toprak rantını) toprağın asıl sahibi gözüken devletin, yani merkezi otoritenin (sultan, han, hakan, padişah, satrap vb.) emrindeki hazineye akıtmaya devam ederdi. Ve böylelikle, sistem kendini yeniden ve yeniden üretirdi. Marx, devlet mülkiyeti temelinde gelişen bu Asyatik üretim tarzlı toplumları (Doğu despotizmini), değişime karşı en dirençli olan ve kendini her seferinde yeniden üretme potansiyeline sahip toplumlar olarak tanımlamaktaydı. Tarihte bu toplumlardan hiçbiri kendi içsel dinamikleriyle bir başka topluma evrilememiş ve ancak dışsal dinamiklerin etkisiyle (örneğin kapitalizmle etkileşim içine girdiklerinde) çözülüp dağılmışlardır. Sovyetler Birliği’ndeki devletin ve yönetici bürokrasinin konumunu, Marx’ın yukarıda değindiğimiz tezlerinden hareket ederek irdeleyen Elif Çağlı, özel mülkiyetin bulunmadığı ve tümüyle devlet mülkiyetinin egemen olduğu koşullarda, devlet mülkiyetine hükmeden Sovyet bürokrasisinin nasıl egemen bir sınıf katına yükseldiğini açıklıyor. Ve Sovyetler Birliği’ndeki durumu, mülkiyet ilişkileri bakımından eski Asyatik egemenlik tarzına benzeterek, aynı mülkiyet ilişkilerinin (yani devlet mülkiyeti temelinde gelişen üretim ilişkilerinin), modern endüstri çağında bile nasıl benzer bir sınıf egemenliği tarzı yaratabileceğine dikkat çekiyor. Sovyetler Birliği örneğinde bu egemenlik, işçi sınıfının iktidarını gasp ederek devlet gücünü kendi tekeline alan ve bu dolayımla devletleştirilmiş mülkiyete ve üretime hükmeden bürokratik oligarşinin kolektif egemenliğidir. Bu anlamda, SSCB’de yönetici oligarşinin egemenliği, bir bakıma eskiye ait olan bir egemenlik tarzının (Doğu despotizminin), bu kez endüstri çağında, devlet mülkiyetinin koşullandırdığı üretim ilişkileri formları altında yeniden zuhur etmesi gibi görünmektedir. O nedenle Çağlı, modern çağda ortaya çıkan bu durumu “anakronizm” olarak değerlendiriyor ve şu önemli teorik saptamayı yapıyor: “Sovyetler Birliği’nde ve benzerlerinde egemen sınıf konumunda olan bürokrasinin tarihsel bakımdan bir geleceği yoktur; modern endüstri toplumları çağında yaşadığımızı ve çağımızın iki temel belirleyici sınıfının (burjuvazi ve proletarya) olduğunu reddetmiyorsak eğer, o zaman bu devletlû sınıfın (despotik bürokrasinin) çağın koşullarına uymayan, anakronik bir biçimde ortaya çıkmış, geçici karakterde bir sınıf olduğunu söylemeliyiz. Bu sınıf ya gerçek bir proleter devrimle (yalnızca siyasal değil, toplumsal anlamda da) tarih sahnesinden silinecek, ya da dünya ölçeğinde gelişen kapitalist piyasa güçleri karşısında tutunamayıp, çözülecektir.” Çağlı bu saptamayı aslında bundan tam on iki yıl önce, yani SSCB henüz çökmemişken ve geleneksel solcularımızın övgüye boğduğu Gorbaçov henüz iş başındayken yapmıştır. Ne var ki o dönemde Türk solunun, “sosyalist” sisteme ilişkin geleneksel bakış açısı, bu tarihsel gerçekliği kabullenmeye hiç de yatkın değildi. Tam tersine geleneksel Türk solu o dönemde SSCB’yi hâlâ “devrimci

marksist tutum

merkez” olarak görüyor ve iktidarı elinde tutan bürokrasiyi ve onun sınıf ayrıcalıklarının kolektif bekçiliğini yapan resmi “komünist” partileri de “sosyalizmin savunucusu”, “işçi sınıfının öncüsü” vb. olarak değerlendiriyordu.

Geleneksel solun “Marksizmi” Aslında 1990 yılı Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde yeni bir milattır. Bu hareketin geçmiş altmış yıllık tarihinde (1930-1990), ne “reel sosyalizm”e ilişkin teorik sorunlar Marksizmin ışığı altında ele alınıp ciddi olarak sorgulanabilmiş, ne de bu rejimlerdeki uygulamaların sosyalist düşüncede yarattığı tahribatın boyutları doğru dürüst tartışılabilmişti. 60’lı ve 70’li yıllarda, Sovyet bürokrasisine ve onun ideolojik hegemonyası altında biçimlenmiş olan resmi “komünist” çizgiye karşı Türkiye sol hareketinde kimi eleştirel tutumlar gelişmişse de, bunlardan hiçbirisi Stalinizmin yarattığı “ulusal sosyalizm” anlayışıyla köklü ve tarihsel bir hesaplaşmaya girişebilmiş değildi. Tam tersine bu ulusal sosyalizm anlayışı, Türkiye sosyalist hareketinde nicedir içselleştirilmiş ve iyice benimsenmiş bir anlayıştı. 60’lı ve 70’li yıllarda, Sovyet bürokrasisine ve onun ideolojik hegemonyası altında biçimlenmiş olan resmi “komünist” çizgiye karşı Türkiye sol hareketinde kimi eleştirel tutumlar gelişmişse de, bunlardan hiçbirisi Stalinizmin yarattığı “ulusal sosyalizm” anlayışıyla köklü ve tarihsel bir hesaplaşmaya girişebilmiş değildi. Tam tersine bu ulusal sosyalizm anlayışı, Türkiye sosyalist hareketinde nicedir içselleştirilmiş ve iyice benimsenmiş bir anlayıştı. Türk solunun 1960’lı ve 70’li yıllardaki siyasal yelpazesine baktığımızda, tekil birkaç istisna dışında “tek ülkede sosyalizm” ideolojisine (Stalinizme) karşı açıktan bir tavır alış göremeyiz. Örneğin bu istisnalardan birini, Troçki’nin görüşlerini benimseyen sosyalistler oluşturmaktaydı. Troçkistler, Stalinist “tek ülkede sosyalizm” teorisini ve bunun pratikteki ifadesi olan “ulusal sosyalizm” anlayışını kökten reddediyorlardı. Dolayısıyla SSCB’nin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve sosyalist olarak bilinen diğer tüm rejimlerin, hiçbir biçimde sosyalist toplumlar olmadıklarını açıkça dile getiriyorlardı. Ama öte yandan, o yıllarda Troçkistlerin Türkiye sosyalist hareketi içindeki konumları son derece cılızdı ve politik açıdan hiçbir etkiye sahip değillerdi. Hatta 1990’lara kadar örgütlü bir siyasal gelenek yaratamadıkları ve anlamlı bir siyasal akım oluşturamadıkları da bir gerçektir. O dönemde geleneksel Stalinist çizginin (Sovyetçi ve Maocu çizginin) dışına çıkabilen bir diğer istisnai gelişme de, Türkiye İşçi Partisi içinde liderliğini Aybar’ın yaptığı “güler yüzlü sosyalizm” çizgisi olmuştu. Aybar, 1968 Çekoslovakya olaylarından sonra, Sovyetler Birliği’nin bü-

27


marksist tutum

rokratik totaliter yapısını ve hegemonyacı tutumunu eleştiren açık bir tavır sergilemişti. Ne var ki, Sovyet rejiminin bürokratik-totaliter karakterini eleştirip, anti-bürokratik bir tutum takınmasına karşın, bu “güler yüzlü sosyalizm” çizgisi de aslında “ulusal sosyalizm” anlayışının bir başka versiyonunu oluşturmaktaydı. Çünkü Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm” çizgisi de, burjuva parlamentarizmi çerçevesinde bağımsız bir ulusal sosyalizmin kurulabileceği tezine, yani herkesin malûmu olan reformist, evrimci (Bernştayncı) bir “burjuva sosyalizmi” anlayışına dayanıyordu. Bir başka deyişle, Aybar’ın sosyalizm anlayışı da ulusal-devletçi bir toplumsal kalkınma projesi olmaktan öteye geçmiyordu. 60’lı ve 70’li yıllardaki bu tekil örnekler bir yana koyulacak olursa, Türkiye’de sosyalist solun büyük çoğunluğunun (Sovyetçisi, Maocusu, Kastrocusu, Enver Hocacısı vb.) Stalinist “ulusal sosyalizm” geleneğine ve Stalinist resmi tarihe sadakatle bağlı kaldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, Türk solunun ne uzak (1930-60) ne de yakın (1960-90) geçmişinde, “tek ülkede sosyalizm” geleneğinin eleştirisi ve reddi temelinde örgütlenmiş, kelimenin gerçek anlamında enternasyonalist devrimci bir sosyalizm geleneğinin yaratılabildiğini ne yazık ki söyleyemeyiz. Görünürdeki tüm politik ve örgütsel ayrılıklarına ve kendi aralarındaki sözümona “ideolojik” kavgalarına karşın, o dönemin sosyalist siyasal yelpazesinde yer alan ve bizim “geleneksel sol” diye tanımladığımız politik örgütlerin hemen hepsinin ideolojik köklerinin Stalinizme dayandığı bir gerçekliktir. O nedenle, 1930’lardan 1990’lara kadar, Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğuna ideolojik damgasını basan da esasen Stalinizm ve onun “ulusal sosyalizm” öğretisi olmuştur. “Tek ülkede sosyalizm” sözde teorisine dayanan anlayışın Marx’ın bilimsel komünizm anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktu. Bu sözde teorinin mucidi, kendi bencil çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu temelde devletçi, totaliter bir rejim kurmuş olan Sovyet bürokrasisiydi. Ama bu anlayışın dünya sosyalist hareketinde yaygınlaşmasını ve kök salmasını sağlayan resmi KP’ler oldu. Bu ideolojik geleneği benimseyenler şu ortak kanıda birleşiyorlardı: “Dünyada ilk sosyalist toplum Stalin’in önderliğinde Sovyetler Birliği’nde kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra Doğu Avrupa’da ve Çin’de kurulan diğer ulus-devletli sosyalizmlerle birlikte, sosyalizm bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünya sosyalist sistemi, bundan böyle de tek tek ülkelerde kurulacak ulusdevletli yeni sosyalizmlerin eklemlenmesiyle ilerleyecektir. Kapitalizmle sosyalizm uzun bir tarihsel dönem boyunca yan yana var olacak ve fakat bu süreçte sosyalizm üstün geleceği için, kapitalist ülkeler tek tek ortadan kalkacaktır!”

28

Kasım 2012 • sayı: 92

Şurası bir gerçek ki, “tek ülkede sosyalizm” sözde teorisine dayanan bu anlayışın Marx’ın bilimsel komünizm anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktu. Bu sözde teorinin mucidi, kendi bencil çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu temelde devletçi, totaliter bir rejim kurmuş olan Sovyet bürokrasisiydi. Ama bu anlayışın dünya sosyalist hareketinde yaygınlaşmasını ve kök salmasını sağlayan resmi KP’ler oldu. Sovyet bürokrasisinin icadı olan “ulusal sosyalizm” anlayışının yaygınlaşmasıyla birlikte, sosyalizm düşüncesi öylesine bulanık ve belirsiz bir hale getirildi ki, İkinci Dünya Savaşından sonra gelişen her türlü ulusal kurtuluşçu, anti-sömürgeci burjuva, küçük-burjuva devrimler ve bu devrimlerin ürünü olarak kurulan ve özünde burjuva karakterli olan ulus-devletler de artık kendilerini “sosyalist” ya da “sosyalist yönelimli” devletler olarak tanımlayabiliyorlardı. Böylece, Afrika’da henüz çobanlığı ve kabile aşamasını yaşayan Somali’den tutun da, açlıkla boğuşan Etiyopya’ya, Nasır’ın Mısır’ından Kaddafi’nin Libya’sına, Pol Pot’un Kamboçya’sından Laos’a, Yemen’den Afganistan’a vb. her tipten ulus-devlet kendisini sosyalist olarak ilân edebiliyordu. Oysa Marx ve Engels, geleceğin komünist toplumuna ilişkin bilimsel öngörülerinde, komünizmin yerel ya da ulusal ölçekte gerçekleşecek bir fenomen olmadığını özellikle vurgulamışlardı. Onlara göre komünizm, insanlığın ancak evrensel-tarihsel planda gerçekleştirebileceği bir eylem olacaktı. Komünizm ampirik olarak, ancak egemen halkların ani ve aynı zamanda meydana gelen hareketi olarak mümkündü. Bu da üretici güçlerin evrensel gelişmesini ve komünizme sıkı sıkıya bağlı dünya çapında değişimleri var saymaktaydı. Eğer bu koşul gerçekleşmezse, komünizm ancak yerel bir görüngü olarak var olabilirdi ve değişimlerin her yayılması, yerel komünizmi ortadan kaldırırdı. 1980’lerin sonuna gelindiğinde, SSCB’de ve Doğu Avrupa’da patlak veren olaylar tam da Marx’ın bu kehanetini doğrular yönde gelişmekteydi aslında. Kurulduğu ve tamamlandığı, hatta “olgunlaştığı” ve “geri dönüşsüz” olduğu varsayılan ulusal ölçekteki “sosyalizm”lerin (örneğin SSCB, Doğu Avrupa ülkeleri, Çin vb.) gerçekte aldatıcı birer görüngü olmaktan öteye gidemedikleri ve zorunlulukların dayatmasıyla bu ülkelerde kapitalist çirkefe doğru bir geri dönüş sürecinin yaşandığı artık bir sır olmaktan çıkmıştı. Ama tabii görmek isteyen gözler için bu böyleydi, yoksa bakar kör olanlar için değil! Geleneksel Stalinist solun ideolojik panoramasının ve siyasal meşrebinin gözler önüne serilmesi bakımından, Gorbaçov’un başlattığı perestroyka süreci gerçekten de ilginç bir işlev gördü. Geleneksel solda yer alan politik örgütlerin nasıl bir ideolojik kaynaktan beslendikleri, bu örgütlerde baskın sınıfsal eğilimin ne olduğu perestroyka sürecinde daha bir netlikle açığa çıktı. Türkiye sosyalist hareketinde çok uzun bir döneme damgasını vuran gele-


sayı: 92 • Kasım 2012

neksel sol, tarihinin hiçbir döneminde gerçek bir işçi sınıfı hareketi olarak gelişmiş değildi aslında. İşçi sınıfı içinde örgütlenmiş bile olsalar, genelde bu sol politik örgütlere damgasını vuran hakim sınıfsal eğilim, Asyatik kültürü ve devletçi-ulusalcı gelenekleri oldukça ağır basan bir küçük-burjuva eğilimiydi. Dolayısıyla Stalinist örgütlerin (Sovyetçisinden Maocusuna kadar) sosyalizm anlayışını, ideolojisini ve siyasetini biçimlendiren de hep bu hakim sınıfsal eğilim olmuştur. Bu geleneğin son 40 yıllık dönemde (1960-2000) sosyalizm düşüncesine ve sosyalist harekete ne kazandırdığı sonuçlarıyla ortadadır. Türkiye’de sosyalist kadroların büyük çoğunluğunun bilincinde sosyalist devrim bir dünya devrimi olarak değil, ulusal bir devrim olarak yer etmiştir. Aynı şekilde sosyalizm de, insanlığın evrensel kurtuluşunu amaçlayan, enternasyonalist-devrimci bir proje olarak değil, kurtuluşu ulusal temelde arayan, geleneksel devletçi bir ulusal kalkınma projesi olarak algılandı çoğu zaman. Dolayısıyla, devletçilik temelinde ulusal kalkınmacılık ile sosyalizm zihinlerde hep özdeşleştirildi. Türkiye sosyalist hareketinin 70 yıllık tarihinde pek çok kuşak gelip geçti. Bizlerin de içinde olduğu bu kuşaklardan her biri, farklı dönemlerde ve farklı koşullar altında yönetici ve militan olarak örgütlü sosyalist mücadeleye katıldı. Ama hemen her kuşak, ortak bir zaafı taşıdı kendinden sonraki kuşaklara. Bu zaaf, sahip olduğumuz sosyalizm anlayışındaki zaaftı. Ulusal yanın oldukça ağır bastığı, ama buna karşılık enternasyonalist yanın son derecede zayıf kaldığı bir sosyalizm anlayışıydı bu. Sosyalist kadroların büyük çoğunluğunun bilincinde sosyalist devrim bir dünya devrimi olarak değil, ulusal bir devrim olarak yer etmiştir. Aynı şekilde sosyalizm de, insanlığın evrensel kurtuluşunu amaçlayan, enternasyonalist-devrimci bir proje olarak değil, kurtuluşu ulusal temelde arayan, geleneksel devletçi bir ulusal kalkınma projesi olarak algılandı çoğu zaman. Dolayısıyla, devletçilik temelinde ulusal kalkınmacılık ile sosyalizm zihinlerde hep özdeşleştirildi. Ve ne yazık ki sosyalist solun büyük çoğunluğu, bu ulusalcı ve devletçi bakış açısının dar ufkunu hiçbir zaman tam olarak aşamadı. Türkiye sosyalist hareketinde yarım yüzyılı aşkın bir dönem boyunca, Marksizm öylesine çarpıtıldı ve tarih bilinci öylesine bulandırıldı ki, sonuçta Marx’ın bilimsel teorilerinin yerine, onun tahrif edilmiş versiyonları “gerçek Marksizm” olarak algılanır oldu. Böyle olduğu için de, sosyalist ve işçi hareketi bu tahrif edilmiş fikirlerle beslenen küçük-burjuva çeyrek aydın kadroların sultasından kurtulamadı. Bunun getirdiği sonuç ise, ister reformist isterse devrimci tarzda savunulmuş olsun, yaygın bir küçük-burjuva ulusal sosyalizm anlayışı ve geniş bir yelpaze oluşturan popülizm oldu. Devrimci Marksizmi ve prole-

marksist tutum

tarya enternasyonalizmini gerçek içerikleriyle savunan bir politik hareket ise, esasen kayda değer bir gelişme gösteremedi. Kadroların çoğunluğunun bilincinde, “ulusal sosyalizm”, “ulusal devrimcilik”, “ikamecilik”, “devletçilik” gibi anlayışların daha bir kök salmış olması da herhalde bu topraklardaki Asyatik-devletçi geleneklerin güçlü etkisinde aranmalıdır, başka yerde değil! Gerçek şu ki, parti ve devlet aygıtında işçi sınıfına değil, yönetici bürokrasiye ayrıcalıklı bir konum bahşeden Stalin’in despotik-devletçi “sosyalizm” anlayışı, küçükburjuvazinin özlemleriyle de pek güzel örtüştüğü için kök salabilmiştir Türkiye sol hareketine. Marx ve Engels’in bilimsel sosyalizm hakkında söyledikleri ve yazdıkları Türkiye’de de okunuyor ve biliniyor olmasına karşın, bu topraklarda bilimsel komünizmin değil de, Stalinist “sosyalizm” anlayışının böylesine geniş bir kabul görmesi başka neyle açıklanabilir?

*

*

*

Evet, başta da belirttiğimiz gibi 1990 yılı Türkiye sosyalist hareketi açısından gerçekten yeni bir milat olmuştur. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan fırtınalı olaylardan ve ardından gelen tarihi çöküşten sonra, farklı bir süreç yaşanmaya başlanmıştır Türkiye sol hareketinde. “Resmi sosyalizm”in çöküşünün Türkiye sosyalist hareketini derinden sarstığı ve alt üst ettiği kesin. Bu sarsıntının sosyalist harekette faklı gelişmelere yol açması kaçınılmazdı ve nitekim öyle de oldu. Bir yanda Marksizmden bütünüyle bir uzaklaşma, devrim fikrinden, sınıf mücadelesinden bir kaçış furyası yaşandı. Kaçış içinde olanlar, burjuva reformculuğunun ve burjuva parlamentarizminin “erdemlerini” birden keşfediverdiler ve “sivil toplumcu” bir söylemin ardına sığınarak, sözümona “yeni düşünceci” bir sol liberal akım yarattılar. Kimileri de, ideolojik söylemlerinde “devrimci” kavramları kullanmaya devam etmekle birlikte, geçmişten beri savunageldikleri Stalinizmin resmi teorileriyle ve Stalinist gelenekle köklü bir hesaplaşmayı göze alamadıkları için, merkezci bir pozisyonda kalmayı yeğlediler ve hâlâ da öyleler. Bazıları ise, despotik-bürokratik rejimlerin ve dolayısıyla Stalinizmin nihai çöküşünden sonra bile, dünyada olup bitenin sanki hiç farkında değillermişçesine, “geçmişte de doğruyduk, şimdi de …” biçiminde bir aymazlığı sürdürerek, Stalinizmin yarattığı “ulusal devrimciliğin” dar çemberi içinde dönenip durmaktadırlar. Ama öte yandan, geçirilen bu derin sarsıntının ardından, yaşananlardan son derecede önemli dersler çıkaran ve bu temelde Stalinist anlayışın ve merkezciliğin her tür versiyonuyla köklü bir hesaplaşmaya girişerek devrimci Marksizmi savunan gerçek anlamda enternasyonalist komünist bir eğilim de gelişmektedir sosyalist harekette. Ve Marksizme bağlı kalanlar açısından asıl önemli olan ve geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan da işte bu gelişmedir.

29


Güney Afrika: Marikana Katliamının Gösterdiği Gerçekler Kerem Dağlı

A

ğustos ayında, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yaşanan ve Lonmin tekeline ait Marikana platin madenlerinde çalışan 34 madencinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan polis katliamı, işçi sınıfıyla ANC (Afrika Ulusal Kongresi) iktidarı arasındaki sınıf çatışmasını açık biçimde gözler önüne serdi. Bu katliamın ve ANC’nin sonrasındaki tutumlarının, siyah işçilerin ANC’nin aslında kendi sınıflarının temsilcisi olmadığını bilince çıkarmaları bakımından önemli bir dönüm noktası olduğunu söylemek mümkündür. Kuşkusuz bu tablo gerçekte yeni bir şey değildi, çünkü siyah işçilerin ekonomik ve sosyal durumları ANC iktidarı altında zaten sürekli kötüye gidiyordu. Marikana katliamına kadar uzanan 18 yıllık ANC iktidarı ve onu önceleyen mücadele dönemi, ulusal sorun çözüm yoluna girmeye başladığı andan itibaren, ezilen ulus içinde o zamana kadar geri planda kalmış olan sınıfsal farklılıkların ve çatışmaların nasıl da hızla gün yüzüne çıkmaya başladığının hikâyesidir aynı zamanda. Bu bağlamda Güney Afrika ve ANC örneği, politik özü itibariyle bir ulusal sorunun varolduğu ve bir kurtuluş mücadelesinin verildiği her yerde, işçi sınıfının kendi bağımsız siyasetini ve örgütlülüğünü yaratmasının ve savaşımı toplumsal kurtuluş düzeyine yükseltebilmek için mücadele

30

etmesinin ne kadar hayati önemde olduğunu da bir kez daha ortaya koymaktadır. 1912 yılında, ırkçı ve sömürgeci beyaz azınlık iktidarına karşı, ırk ve renk ayrımı gözetmeksizin tüm Güney Afrika halklarının özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini yürütmek üzere kurulan, başarılı ama bir o kadar da kahırlı bir mücadele yürüten ANC, tüm dünyada ezilen uluslar için önemli bir örnek teşkil ediyordu. Irkçı beyaz azınlık rejiminin yıkılmasının ardından 1994 yılında, SACP’nin (Güney Afrika Komünist Partisi) ve işçi sendikalarının desteklediği bir ittifakla iktidara geldiğinde, başta yüzyıllardır ezilen ve sömürülen siyah halklar olmak üzere dünyanın pek çok kesiminde bir model olarak görülmüştü. Bu mücadelenin simgesi olan Nelson Mandela 1994’te cumhurbaşkanı olarak seçildiğinde Güney Afrika’nın siyah halkı günlerce kutlamalar yaparak coşku gösterilerinde bulunmuşlardı. Ama Nelson Mandela ve halk tarafından kahraman olarak görülen diğer ANC liderleri, ırkçı rejim ortadan kalkmış olsa da beyaz burjuvazinin ekonomik egemenliğinin devam etmesini, neo-liberal ekonomi politikalarının insafsızca uygulanmasını, açlığın, yoksulluğun ve işsizliğin artmasını engelleyemediler. Tersine ANC iktidarı altında Güney Afrika, toplumsal eşitsizliğin en fazla arttığı ülke-


sayı: 92 • Kasım 2012

lerden biri haline geldi. Beyaz sermayenin ve maden tekellerinin gücü ve kârları daha da arttı. Bu arada geçmişin “gerilla liderleri” ve ANC’nin tepe kadroları da burjuvalaştılar. Devlet aygıtıyla kaynaşan ANC kadroları, bürokrasinin ve orta sınıfın çekirdeğini oluşturdular. ANC ile koalisyon halindeki SACP ve işçi sendikalarının yöneticileri de kuşkusuz nasiplerini aldılar. Sendika yöneticileri maden tekellerinin yönetim kurullarında yerlerini alırken, Stalinist gelenekten gelen ve bir burjuva işçi partisine dönüşmüş olan SACP yöneticilerinin aile efradı Güney Afrika’nın zenginleri arasına girdiler. Kısacası ulusal sorunun çözülme yoluna girmesiyle birlikte bir siyah burjuvazi de oluşmaya başladı ve bunlar, ırkçı rejimin egemenleri olan beyazlarla uzlaşarak Güney Afrika’yı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmeye giriştiler. Öyle ki, ırkçı rejimin cesaret edemediği ekonomi politikalarını bile arkalarındaki muazzam kitle desteğinden aldıkları güvenle birer birer hayata geçirdiler. İşte Marikana madencilerinin grevi ve kararlı duruşları, bu koşullar altında gerçekleşti. Ve yine tam da bu koşulların kaçınılmaz bir sonucu olarak geçmişin şanlı ANC’si ve her biri şimdi devletin üst düzey yönetiminde söz sahibi olan liderleri, işçilerin üzerine siyah polisleri göndermekte ve o polislerin kurşunlarıyla siyah işçileri katletmekte tereddüt etmediler. Artık devlet aygıtının bir parçası haline gelmiş olan sendika konfederasyonu COSATU (Güney Afrika Sendikaları Konfederasyonu) ve reformist SACP da, katliamı kınamakla yetinerek öfkeli işçileri sakinleştirmeye, madencilere yönelik karalama kampanyaları örgütlemeye, hızla yayılmaya başlayan grev dalgasının önünü kesmeye çalıştılar. Ancak onyıllardır uygulanan politikalardan ve çektiği eziyetlerden sonra, bıçak kemiğe dayandı diyen siyah işçileri durdurmak mümkün olmadı. Marikana madencilerinin başlattığı grev dalgalar halinde önce diğer madenlere sonra da başka sektörlere yayıldı. Bir yandan işbirlikçi sendika yönetimlerine ve diğer yandan da devletin azgın polislerine karşı kavga veren Marikana madencileri, maden şirketinin taleplerini kabul etmesi sonucunda dahi mücadelelerini sonlandırmadılar ve diğer madenlerdeki

marksist tutum

sınıf kardeşlerine desteği sürdürdüler. Kurşunların üzerine yürüyen Afrikalı maden işçilerinin bu kararlı mücadelesi ve ülkenin diğer sektörlerindeki işçilerin giderek artan tepkisi, işçi ve emekçi sınıfların içinde bulunduğu dayanılmaz sosyal ve ekonomik koşullarla birlikte ele alındığında ortaya tek bir sonuç çıkmaktadır, o da ırkçı rejimden sonra yıkılma sırasının kapitalist düzene gelmiş olduğudur.

ANC iktidarı ve yıkılan hayaller Marikana madencilerinin mücadelesi ve sonrasında yayılan grev dalgası, Güney Afrikalı siyah işçilerin ve emekçilerin içinde bulunduğu koşulların doğal bir sonucudur. Bu koşulları yaratan politikalar ise, daha iktidara bile gelmeden önce ANC’nin dönüşmeye başlamış oluşuyla, yani ırkçı rejime karşı özgürlük mücadelesi veren bir önderliğin bir burjuva iktidar partisine evrilmesiyle yakından alâkalıdır. ANC, 1912 yılında çeşitli yerli topluluklarının şeflerinin, toplumsal örgütlerin ve kilise temsilcilerinin biraraya gelmesiyle kurulur. 1923’e kadar Afrika Yerlileri Ulusal Kongresi adıyla devam eder ve programının ana maddesi de Güney Afrika’daki tüm halkların biraraya gelerek hak ve özgürlüklerini savunmasıdır. Farklı bazı oluşumların aksine, ırk, din, dil ayrımı gözetmeyeceğini söylemesi önemlidir. Bu ilk dönemde ANC, yerli halkın topraklarından kopartılarak madenlerde çalıştırılması için çıkartılan arazi kanununa karşı ve siyahların dolaşım hakkını kısıtlayan pasaport kanununa karşı mücadele yürütür, madencilerin grevlerine destek verir. Ancak genelde pasif bir mücadele çizgisi izlediğinden, özellikle 1921 yılında kurulan SACP’den ciddi eleştiriler alır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında, beyazların egemenliğindeki rejimin ırkçı politikalara hız vermesi sonucu, ANC’nin siyasi çizgisi de sertleşmeye başlar. Bu dönemin gençlik önderlerinden olan Nelson Mandela, Walter Sisulu ve Oliver Tambo gibi isimler, bu mücadelenin önde gelen isimleri olarak sivrilirler. Mücadele, grevler, boykotlar, meydan okuma çağrıları temelinde gelişir ve 50’lerde sivil itaatsizlik kampanyaları şeklinde daha da kitleselleşmeye başlar. İkinci Dünya Savaşının bitiminden sonra ırkçı politikalar ve baskılar iyice artar ve “apartheid” rejimi tam anlamıyla kurulur. Bu durum, azımsanmayacak sayıdaki Hintli, Asyalı ve melez işçilerin örgütlerini de ANC’ye yaklaştırır. Ortak eylemler düzenlenmeye başlanır. 1955 yılında, siyahlara ek olarak ırkçı rejime karşı çıkan beyazlara ait örgütlerin de katılımıyla toplanan Halk Kongresi’nde kabul edilen Özgürlük Sözleşmesi, ANC’nin ve siyah hareketin temel programatik metnini oluşturur. Bu sözleşmede yer alan “toprakların topraksız insanlara verilmesi”, “siyah halkın ikamet ve serbestçe dolaşım hakkı”, “iş ve can güvenliği”, “ırk ve milliyet ay-

31


marksist tutum

rımı olmaksızın parasız ve zorunlu eğitim”, “asgari ücret belirlenmesi ve çalışma saatlerinin kısaltılması” gibi talepler yoksul halk arasında ciddi bir destek bulur. Kongre, adeta ırkçı beyaz rejime meydan okuyan şu sözlerle biter: “Halk yönetecek ve tüm zenginlikler halkın olacak!” Sözleşme emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı bağımsızlık ve özgürlüğü, ırkçı rejime karşı demokrasi mücadelesini savunur ve bu değerler temelinde bir ulus yaratmayı önüne koyar. Bu dönemde ANC’nin komünist partiyle daha da yakınlaşmasından ve siyah hareketin giderek devrimci ve sol bir çizgiye kaymasından ürken ırkçı rejim, Özgürlük Sözleşmesi’ni komünist bir metin olarak ilan eder. Komünizm 1950 yılında yasaklanmış olduğundan, 156 ANC lideri komünistlik ve devlete isyanla suçlanarak tutuklanır. 1960 yılında pasaport yasasını protesto etmek için düzenlenen bir eylemde polisin kalabalığa ateş açarak 69 kişiyi katletmesi (Sharpeville Katliamı) ve akabinde de binlerce insanın tutuklanarak ANC’nin yasaklanması önemli bir dönüm noktası olur. ANC liderliği, ırkçı rejimin artık barışçıl yollardan değiştirilemeyeceği düşüncesinden hareketle ANC’yi ve bağlı örgütleri illegaliteye geçirme ve silahlı mücadeleyi başlatma kararı alır. Bu karar çerçevesinde yurtdışına çıkan ve özellikle SSCB blokundaki ülkelerden silah ve para yardımı toplayan Mandela, hareketin silahlı kanadını SACP ile işbirliği içinde kurar. Ardından tutuklanır ve ömürboyu hapis cezasına çarptırılır, 1990 yılına kadar hapiste kalır. Artan baskılara rağmen, 70’li yıllara gelindiğinde ekonomik krizin de etkisiyle ardarda grevler ve öğrenci isyanları boy vermeye başlar. Polisin göstericilere ateş açması sonucu ülkenin hemen her yerinde ayaklanmalar patlak verir ve binden fazla insan polis tarafından katledilir. Özellikle 1973 Durban Grevi, ülkede sendikal hareketin gelişmesi, sendikal birliklerin kurulması ve işçi hareketinin yükselişe geçmesi bakımından önemlidir. 80’lerden itibarense gösteriler kitle ayaklanmaları halini almaya başlar. Ardı arkası kesilmeyen sokak gösterileri, rejimin tüm baskı önlemlerine, saldırılarına ve katliamlarına rağmen durmaz. Uluslararası arenada da oluşan ciddi tepkiler sonucu ırkçı rejim her açıdan sıkışmaya başlar. Artık gösterilerde, boykotlarda ve grevlerde kısmi taleplerin yerini siyasi iktidarı hedefleyen talepler almaya başlamıştır. Siyahların yaşadığı gecekondu bölgelerinde belediye ve devlet binaları basılır ve sokak komiteleri, halk mahkemeleri kurulmaya başlanır. Rejimin sıkıyönetim ilanları ve iyice zıvanadan çıkan devlet terörüne rağmen, birçok bölgede halk kontrolü ele geçirir. Silahlı mücadele ve kitle mücadelesi birbirleriyle uyumlu olarak yükselmektedir. Nihayetinde 1987 yılında 300 bin maden işçisinin greve çıkması ve buna diğer sektörlerdeki kitle grevlerinin eşlik etmesi sonucu, rejim, sürecin geri dönülemez bir noktaya geldiğini anlar. Irkçı rejim, 1990 yılında ANC ve diğer siyasi örgütler

32

Kasım 2012 • sayı: 92

üzerindeki yasağı kaldırmak zorunda kalır ve müzakerelere başlamaya hazır olduğunu ilan eder. Nelson Mandela ve diğer liderler serbest bırakılırlar. ANC ve ırkçı hükümet arasında müzakereler başlar. Müzakerelerin özellikle ekonomi başlıklı görüşmelerinde ANC, arkasında IMF ve Dünya Bankası’nın bulunduğu tüm programları kabul eder. Bu durum, aslında, siyasi açıdan istediğini elde eden ANC liderliğinin bunun karşılığında beyaz burjuvaziye ve emperyalistlere, ekonominin eskisi gibi devam edeceğinin güvencesini vermesidir. Örneğin merkez bankasının ırkçı rejimden kalma başkanı görevini sürdürür ve bankaya özerk statü tanınır. ANC adına ekonomi başlığı altında müzakereleri daha sonra cumhurbaşkanı olacak olan Mbeki yürütür. Bu tavizlerden ANC militanlarının ve halkın çok sonradan haberi olacaktır. Ülkenin anayasası haline gelecek olan Özgürlük Sözleşmesi’nde yer alan ve kapitalist sömürüyü hedef alan hiçbir maddenin kabul edilmediğini çok sonradan fark edeceklerdir. Çünkü ırkçı rejimin tüm bu “geçiş süreci” boyunca ortamı terörize etmeyi sürdürmesi, kitlelerde bir an önce ve her ne pahasına olursa olsun müzakerelerin tamamlanması yönünde bir psikoloji oluşturur. Sonrasında ise “ulusal demokratik devrim”in zaferinin ilanıyla gelen sarhoşluk belirli bir dönem gerçekliğin görülmesini engeller. “Geçiş süreci” olarak adlandırılan ve nihayetinde ANC’nin, COSATU ve SACP’nin de ittifakıyla, büyük bir oy çokluğuyla iktidara gelmesiyle sonuçlanan bu müzakere dönemine ilişkin olarak bir ANC militanının şu sözleri, neye geçildiğini açıkça ortaya koymaktadır: “Geçiş denilen şey şu sözlerden ibaretti: Biz her şeyi muhafaza edeceğiz ve siz ANC adına yöneticilik yapacaksınız. Siyasal bir güce sahip olacaksınız, yönetici görüneceksiniz, fakat asıl dümen başka bir yerde olacak.” Bir başka militan da şunları söylüyordu: “Onlar bizi asla özgür bırakmadılar. Boynumuzdaki zinciri alıp ayak bileklerimize taktılar sadece.” ANC’nin iktidarı aldığı 1994 yılından itibaren uygulamaya koyduğu politikalar ve sonuçları da, bu sözleri doğrulayacaktır. Mandela da dâhil olmak üzere, ANC li-


sayı: 92 • Kasım 2012

derliğinin tamamı, “sosyalizmin çöktüğü” ve “serbest piyasa ekonomisi”nin tarihsel zaferini ilan ettiği bir dönemde, Özgürlük Sözleşmesi’ndeki tüm ekonomik hedefleri terk eder ve neo-liberal politikaların sürdürülmesinden başka çare olmadığına hükmederler. Uluslararası mali kuruluşlarla birlikte yeni bir ekonomik program hazırlanır, hazırlanan bu program maden tekellerine onaylatılır ve hatta onların istekleri doğrultusunda bazı değişiklikler yapılır. Daha ikinci yılında ANC hükümeti özelleştirmelere, kamu harcamalarını kısmaya, devalüasyona girişir. Gümrük vergileri düşürülür, maden tekellerinin ödediği vergiler yarıya yakın azaltılır, serbest bölgeler oluşturulur ve esnek çalışma kuralları hayata geçirilmeye başlanır. Yıllar geçtikçe iktidarın nimetlerinden faydalanmaya başlayan ANC, COSATU ve SACP’nin tepe yöneticilerinin de dâhil olduğu siyah bir azınlık, yeni siyah burjuvazinin ilk çekirdeğini oluştururlar. Hükümetin bu eğilimi teşvik eden politikaları sayesinde siyah burjuvazinin oluşması ve gelişmesi süreci hızlı bir şekilde ilerler. ANC kadroları devlet bürokrasisinde ve özel şirketlerde yönetici olarak işe alınırlar. Sendika liderleri maden tekellerinin yönetim kurullarına girerler. Bu politikalar sonucu gelir dağılımı daha da bozularak toplumun en yoksul %40’ı milli gelirin %4’ünden azını alır hale gelmiştir. İşsizlik 1991’de %23’ken, 2002 yılında %48’e kadar çıkar, bugün ise %25 civarındadır. Hükümet bir yandan konut inşa ederken, diğer yandan ev kredilerini ödeyemeyen 2 milyon insan evini kaybeder. Gecekondularda yaşayanların sayısı %50 artarken, elektriği ve suyu olmayan konutlarda yaşayanların sayısı nüfusun %25’ine ulaşır. Beyaz toprak sahipleri, ekilebilir toprakların %80’ine sahip olmaya devam eder. Beyazların gelirleri siyahlara göre 2 kat daha fazla artar. Sağlık sisteminin yetersizliği yüzünden Güney Afrika 5 milyon gibi korkunç bir sayıyla dünyanın en çok AIDS hastasını barındıran ülke haline gelir. Bu neo-liberal politikaların halkta yarattığı tepkinin de etkisiyle, 2007’deki seçim sürecinde, güya ANC içindeki sol kanat yönetimi ele geçirir ve “solcu” Zuma cumhurbaşkanı seçilir. Ama yoksul siyah halk açısından değişen bir şey olmaz. Hükümette yirmiyi aşkın büyük sermaye temsilcisi bulunmasına rağmen, ANC’ye taban desteği sağlayan sendikalardan ve komünist partiden gelen temsilcilerin sayısı 5’i geçmez. Madenlerdeki ağır ve kölece çalışma koşulları devam eder, su ve elektriği dahi olmayan gecekondu bölgelerinde yaşayan insanların sayısı artmaya devam eder, başta maden işçilerininki olmak üzere her türlü kitlesel grev acımasızca bastırılmaya çalışılır. “Kentsel Dönüşüm” adı altında emekçi kitleler zorla şehir merkezlerinin dışına sürülmeye başlanırlar. Irkçı rejim döneminde verdikleri mücadeleyle bu bölgelerin kontrolünü ellerine almış olan emekçilerin dire-

marksist tutum

nişleri son derece sert önlemlerle ve açık bir polis terörüyle kırılmaya çalışılır. Bu yetmezmiş gibi, lümpen kesimlerden bizzat devlet eliyle oluşturulan çeteler aracılığıyla bu bölgelerde “yabancıları” hedef alan bir terör estirilir. Afrika’nın başka bölgelerinden gelmiş göçmen ve siyah işçilere yönelik bu saldırılarla adeta siyahlar siyahlara kırdırılır.

Madenci grevleri yeni bir dalganın habercisidir ANC iktidarı altında burjuvazi semirirken, emekçi sınıflar için çalışma ve yaşam koşulları her gün daha kötüye gitmektedir. Bu yüzden de Güney Afrikalı siyah işçiler ve emekçiler, özellikle son 5 yıldır gittikçe artan bir biçimde tepkilerini ve öfkelerini ortaya koymaktadırlar. Daha 2010 yılında madencilerin kitlesel grevleri ülkeyi sarsmış, 2011 yılında ise petrol, enerji, ulaşım ve metal sektörleri başta olmak üzere pek çok sektörde ülke tarihinin gördüğü en büyük grev dalgası yaşanmış ve polisin ciddi saldırıları gündeme gelmiştir. Maden işçilerinin köklü mücadele geleneği, işçi sınıfının yükselen hareketinde onların başı çekeceğini açıkça göstermiştir. Ama grevler madencilik sektörüyle sınırlı olmadığı gibi, kitlelerin öfkesini dışavurduğu tek eylem biçimi de grevler değildir. Gecekondu bölgelerinde yaşayan halk, ırkçı rejimin gettolaştırma politikalarına benzeyen “kentsel dönüşüm” saldırılarına karşı çoktandır kendi öz-örgütlenmelerini oluşturmak için harekete geçmiş durumdadır. Burjuva hükümetin uyguladığı siyasi ve iktisadi politikalara karşı tepkinin dozu ve yaygınlığı da giderek artmaktadır. Kapitalizmin küresel ekonomik krizi de bu tabloya eklendiğinde, burjuva ANC hükümetinin içinde bulunduğu sıkışıklığı görmek zor olmayacaktır. Ve işte bu sebeple ANC hükümeti, maden tekellerinin de basıncıyla, Marikana madencilerinin grevini ve ücret artışı talebini son derece tahammülsüz biçimde karşılamıştır. Daha grevin ilk günlerinde, ANC’yle ittifak içinde olan COSATU’ya bağlı NUM (Ulusal Madenciler Sendikası) sendikasının provokasyonu sonucu Marikana

33


marksist tutum

işçilerinin üyesi olduğu militan AMCU’ya (Maden İşçileri Birliği ve İnşaatçılar Sendikası) bağlı işçilere polis saldırmış, 8 işçi çatışmalarda hayatını kaybetmişti. Ardından bu bölgedeki platin madenlerini işleten Lonmin tekelinin işten atma tehdidine kulak asmayan madencilerin üzerine bu kez de polis saldırmış ve bizzat siyah polislerin de aralarında yer aldığı kolluk güçleri 34 işçiyi makineli tüfeklerle tarayarak katletmişti. Ama bu katliam da işçileri durdurmaya yetmedi. Hükümet hemen grevleri yasadışı ilan etti. Ancak katliamcı polislere dava açılmazken savcılığın 270 madenciyi “ölüme sebebiyet vermek”le suçlaması ve ardından tepkiler nedeniyle suçlamayı geri çekmesi, polisin Anglo American Platinum şirketinin madenlerindeki işçilere de ateş açması ve bir işçiyi öldürmesi, Marikana madenleri yakınındaki evinde eski bir sendikacının ölü bulunması gibi gelişmeler sonucu protestolar o kadar büyüdü ki, Lonmin tekeli madencilerin taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Bu kez de diğer madenlerdeki işçiler benzer taleplerle greve çıkmaya başladılar ve madenlerin %39’unda üretim durdu. Maden tekellerinin bazıları üretime ara verdiklerini duyurmak zorunda kaldılar. Marikana madencilerinin kararlı duruşu ve hükümetin alçaklığı diğer sektörlerdeki işçilerin de tepki göstermesi ve 100 bin işçinin greve çıkmasıyla sonuçlandı. Bu arada maden işçilerinin taleplerinin ücret artışıyla sınırlı olduğunu da belirtmek gerekiyor. ANC’nin kalantorlarından ve NUM sendikasının bürokratlarından bıkmış durumdaki madenciler, çok daha militan ve kendi kurdukları bir sendika olan AMCU’da örgütlenerek, maden tekelleriyle işbirliği içindeki sarı sendikaları istemediklerini açıkça ortaya koymuş oldular. Çünkü öteden beri burjuvaziyle işbirliği içindeki COSATU ve bağlı sendikalar, son süreçte de Marikana madencilerinin grevini ve AMCU sendikasını karalamak için ellerinden geleni yapmışlardır. COSATU ve SACP, bariz biçimde polisin yaptığı katliamı bile NUM ile AMCU sendikaları arasındaki çatışmanın sonucu gibi göstermeye çalışmıştır. Hatta bu çarpıtma, burjuva medyanın da katkılarıyla uluslararası kamuoyunu bir süre yanıltabilmiştir. Farklı ülkelerdeki Stalinizm artığı komünist partiler de (Britanya ve Fransa KP’leri ve hatta TKP) bu tür haberleri kendi yayın organ-

34

Kasım 2012 • sayı: 92

larında yayınlayarak, Güney Afrika KP’sine destek vermeyi ihmal etmemişlerdir. Ancak COSATU’nun ve SACP’nin tüm desteğine rağmen ANC hükümetinin oyunu tutmamıştır. Grevin ilk günlerinde, zırhlı bir polis aracı içinde kendilerine konuşma yapmaya gelen NUM sendikası başkanını kovmuş olan Marikana madencileri, 27 Ekimde COSATU’nun mücadeleci işçilere karşı güç gösterisi yapmak ve iyice zedelenen imajlarını toparlamak için bir stadyumda yaptıkları toplantıyı da bastılar. ANC milletvekillerinin ve sendika bürokratlarının hazır bulunduğu toplantıya, “katliam yapılan Marikana’yı hatırla!”, “katil polislerin kaçmasına izin verme!” gibi dövizlerle ve bir başka maden tekeli olan Amplats’ın grevdeki işçileriyle birlikte katılan işçiler polisle çatıştılar. Çünkü işbirlikçi NUM, işçilerin hiçbir bilgisi olmadan Amplats tekeliyle anlaşmış ve grevci işçilerin atılmaması karşılığında ücret zammı talebinden vazgeçildiğini açıklamıştı. Tüm bunlar göstermektedir ki, Güney Afrikalı işçiler nezdinde ANC’nin ve onu destekleyen COSATU’nun kredisi büyük ölçüde tükenmiştir. Reformist SACP de, her ne kadar izlediği sinik politikalarla kendini bu tepkilerin dışında tutmaya çalışsa da, işçi sınıfının gözünde itibar kaybetmektedir. Yıllardır mayalanmakta olan yeni bir mücadele dalgasının, Ortadoğu’daki Arap halklarının uyanışı ve Avrupa’da yükselen sınıf hareketinin de etkisiyle, ANC iktidarını ciddi biçimde zorlayacağı açıktır. İşçi sınıfı ve emekçiler, kendilerine hâlâ “ulusal demokratik devrim” masalları anlatmaya çalışan ANC-COSATU-SACP ittifakından bıkmış durumdadırlar. Siyah işçiler ve emekçiler, geçmişte ırkçı rejime karşı verilen zorlu mücadelenin, ödenen bedellerin ve elde edilen hakların öneminin elbette bilincindedirler. Ama bir yandan kendilerine sürekli geçmiş günlerin hikâyelerini anlatırken diğer yandan sınıf atlayan yeni siyah türedilere inanmayacak kadar da deneyim elde etmiş durumdadırlar. İşçi ve emekçilerin içinde bulunduğu bu ruh halinin farkında olan kimi ANC yöneticilerinin ayrılarak yeni siyasi oluşumlar yaratma çabasına girişmesi, SACP’nin gemisini kurtarmak için giderek ANC’ye karşı daha nötr açıklamalar yapması vb. tüm girişimler, henüz bağımsız bir sınıf siyasetine ve örgütlülüğüne sahip olmayan işçi sınıfı için ciddi tehlikelerdir. Devrimci bir alternatifin yokluğunda işçi sınıfının bu tür burjuva tuzaklara düşmesi kaçınılmazdır. ANC iktidarı karşısında yükselen sınıf hareketi, eğer kendi siyasetini yaratamaz ve bu burjuva muhalefetinin peşine takılırsa, ikinci bir hüsran kaçınılmaz olacaktır. Tek çıkış yolu, Güney Afrikalı işçi ve emekçilerin kaldıkları yerden devam ederek, ırkçı rejimi yıktıkları gibi mevcut iktidarı da devirmeleri ve kapitalist düzene son vermeleridir. O zaman Güney Afrika, dünya işçileri için olumlu bir örnek ve umut ışığı olmaya devam edecektir.


Kolombiya Devleti Gerillalarla Müzakere Masasına Oturuyor Serhat Koldaş

K

olombiya devlet başkanı Juan Manuel Santos ve Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri - Halk Ordusu (FARC-EP) lideri Timoleon Jimenez, barış müzakereleri için Ekim ayında Norveç’in başkenti Oslo’da biraraya geldiler. Görüşmelerin Küba’nın başkenti Havana’da devam etmesi planlanıyor. Bilindiği üzere Oslo, çeşitli ülkelerden çatışan tarafların yürüttüğü barış müzakerelerine pek çok kez ev sahipliği yaptı. İsrailFilistin, Sri Lanka-Tamil gerillaları, Filipinler-Yeni Halk Ordusu ve Türk devleti ile PKK arasında yürütülen gizli ya da açık müzakerelerin adresi Oslo idi. Kolombiya’da devlet ile gerillalar arasında 60 yıldır süren savaşı sonlandırmak üzere daha önceleri üç kez “resmi”, sayısız kez de gayrı-resmi müzakere süreçleri yaşanmış, yıllar süren müzakereler her seferinde tıkanmış ve çatışmalar yeniden başlamıştı. Havana’da FARC ile Kolombiya devleti arasındaki resmi müzakerelerden sonuncusu 2002 yılında sona ermişti. Son 6 aydır gizli müzakereler yürütülüyordu. Bu kez taraflar uzlaşma sağlanacağı konusunda umut dağıtan açıklamalar yapıyorlar. FARC ile çatışmaların son bulması için sürdürülen görüşmelerde ilerleme sağlandığını söyleyen Santos, başkan-

lık yemini ettiği ilk günden itibaren Kolombiya’da barışı tesis etmeye çalıştıklarını iddia ediyor. Santos bir yandan hükümetlerinin geçmişten ders çıkardığını ve aynı hataları tekrar etmeyeceklerini, süreci uzatmadan çatışmalara son verecek adımlar atacaklarını iddia ederken, öte yandan da operasyonlara devam edeceklerini ve Kolombiya ordusunun ülkenin her santimetresine nüfuz etmesi prensibiyle hareket edeceklerini söylüyor. Ülkenin %5’lik bir kısmı gerillaların denetimindeyken, hem ordunun operasyonlara devam edeceğini ve her karış toprağın üzerinde egemenliklerini kuracaklarını hem de çatışmaları sona erdirecek adımlar atacaklarını iddia edebilmesi bu burjuva politikacının niyetinin pek de hayırlı olmadığını ele veriyor. Hiç kuşkusuz Kolombiya egemenlerinin nihai amacı gerillaları ve onları destekleyen yoksul köylülüğü teslim almaktır. Dünyanın bütün burjuva politikacılarının yanar-döner olduğunu da unutmamak gerek. Santos’un Savunma Bakanı bir süre önce gerillalarla yürütülen gizli müzakerelerin varlığını reddetmiş, FARC gerillaları ile hiçbir şekilde barışa yönelik görüşmelerde bulunmadıklarını iddia etmişti. Oysa Venezuela, Norveç ve Kübalı arabulucular eşliğinde geçen Mayıs ayında Havana’da gizlice başlatı-

35


marksist tutum

lan görüşmelere devlet başkanı Santos’un kardeşi, güvenlik danışmanı ve hükümetin bir bakanı katılmış. Burjuva politikacılara özgü yalancılığın dünyanın her yerinde aynı olduğu bu tür örneklerde bariz biçimde göze çarpıyor.

Sonu gelmeyen müzakereler 1964’te Kolombiya Komünist Partisi’nin silahlı kanadı olarak kurulan gerilla örgütü FARC ile Kolombiya devleti arasındaki ilk barış müzakereleri, 1982-1986 döneminde başlatıldı ama başarısızlıkla sonuçlandı. 1990-1994 döneminde yeniden başlatılan görüşmeler yine sonuçsuz kaldı. 1998’de yeniden başlatılan görüşmeler ve çatışmasız dönem 2002 yılında tekrar sona erdi. Önceki girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanmasına karşın son dönemde yapılan anketler Kolombiyalıların %74’ünün barış görüşmelerinin yeniden başlamasını istediğini gösteriyor. Altı aydır süren gizli görüşmeler sürecinde uzlaşma sağlamak üzere izlenecek yol konusunda ön anlaşmalar yapılmış ki, taraflar daha önce üç kez sonuçsuz kalan barış görüşmelerinin tekrar başlayacağını ülke ve dünya kamuoyuna resmen ilan edebiliyorlar. Geçtiğimiz aylarda FARC barış çağrısı yapmış ve elinde rehin olarak tuttuğu askerleri ve polisleri serbest bırakmıştı. FARC’nin kurucu lideri Manuel Marulanda 2008 yılında kalp krizi sonucu ölmüştü. Kolombiya devleti örgütün lider kadrosundan Raul Reyes ve Ivan Rios’u 2008’de; askeri lider Jorge Briceno’yu 2010 yılında öldürmüştü. 2008’de Marulanda’nın ölümünün ardından örgüt Alfonso Cano’yu liderliğe getirmişti. Devlet 2011 Kasımında düzenlediği bir askeri operasyonda Cano’yu da öldürdü. Cano’nun öldürülmesinin ardından örgüt 52 yaşındaki Timoleon Jimenez’i liderliğe getirdi. ABD Jimenez’in yerini ihbar edene 5 milyon dolar ödül vereceğini açıkladı. Kolombiya’da çok uzun süredir devam eden gerilla mücadelesi ülkenin siyasal yapısı ve mülkiyet ilişkileriyle ilgili. FARC ile Kolombiya devleti arasında on yıllardır süren çatışmayı anlamak için Kolombiya’yı tanımak, ülkenin tarihine ve sınıf mücadelelerinin seyrine bakmak gerekiyor.

Kolombiya Kolombiya Güney Amerika kıtasının kuzey ucunda 45 milyon insanın yaşadığı tropikal iklime sahip bir ülke. Adını, ülkeye hiç ayak basmamış olmasına rağmen, Amerika’yı “keşfetmesiyle” ünlü Kristof Kolomb’dan alıyor. İspanyol sömürgecilerin Kolombiya adını verdikleri ülkenin neredeyse yarısı sık tropikal ormanlarla kaplı. Nüfusun %57’sini İspanyol ve yerli karışımı Mestizolar, %20’sini İspanyol kökenli beyazlar, %14’ünü Avrupalı-Afrikalı karışımı Mulattolar oluşturuyor. Kıyı kesimlerinde bir zamanlar sömürgecilerin

36

Kasım 2012 • sayı: 92

tarım plantasyonlarında köle olarak çalıştırmak üzere getirdikleri Afrika kökenli Afrokolombiyalılar yaşamakta. Sömürgecilerin “Kızılderili” olarak adlandırdığı Amerikan yerlilerinin torunları ve Arap asıllı Lübnanlı Kolombiyalılar da ülkedeki küçük etnik gruplar arasında. İklim ve coğrafi koşullar sayesinde tropikal meyveler ve kakao üretimi yapılan Kolombiya’da, zengin zümrüt, platin, altın, gümüş, bakır, kömür, demir, nikel, fosfat yatakları sayesinde madencilik gelişmiş durumda. Venezuela sınırları yakınında çıkarılan petrol, tarım ürünleri ve yasadışı olarak üretilen koka bitkisinden elde edilen kokain ihracatı Kolombiya ekonomisinin gelişmesinde önemli rol oynuyor. ABD’de tüketilen kokainin %90’ının Kolombiya’da üretildiği iddia ediliyor. Bu haliyle Kolombiya dünyanın 28. büyük ekonomisi durumunda ve kişi başına ortalama milli gelir 10 bin dolar civarında. Ancak zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu bakımından dünyanın en adaletsiz 3. ülkesidir Kolombiya. Nüfusun %20’sini oluşturan İspanyol kökenli beyazlar, sömürgeci atalarından bu yana nesillerdir toprakların, madenlerin, ülkede değerli olan hemen her şeyin sahibi durumundadır. 19. yüzyıl başlarında verilen bağımsızlık mücadelesi sömürge statüsünü ortadan kaldırmış ama üretim araçlarının özel mülkiyeti sömürgeci İspanyol kökenlilerin ellerinde kalmaya devam etmiştir. 1808 yılında Fransa’nın İspanya’yı işgal etmesinin ardından Amerika kıtasındaki İspanyol sömürgeleri bağımsızlık için savaşmaya giriştiler. Simon Bolivar liderliğinde Cartagena’da bağımsızlık ilan edildi. 1810-1819 yılları arasında çetin süren bir bağımsızlık savaşı verildi. 1819’da Bolivar liderliğindeki ordunun zaferiyle İspanya orduları Kolombiya’dan atıldı. Bolivar, Venezuela ve Ekvador gibi ülkelere de ordular göndererek İspanya ile savaşmaya devam etti. 1821’de Büyük Kolombiya adıyla şimdiki Kolombiya, Ekvador, Panama ve Venezuela topraklarını kapsayan bir federasyon kuruldu. 1829’da Venezuela, 1830’da da Ekvador federasyondan ayrıldı. 1840’larda başlayan kanlı çatışmalar onlarca yıl sürdü. Muhafazakârlarla liberaller arasındaki iç savaş, yönetim biçiminin merkezi mi federal mi olacağı meselesiydi. Elbette bu mesele verimli topraklar ve madenlerle dolu arazilerin nasıl paylaşılacağı, kimin daha fazla borusunun öteceği üzerineydi. Kentlerdeki sanayi ve ticaret burjuvazisinin önünü açmak isteyen liberaller toprak reformunu savunurken muhafazakârların derdi büyük toprak sahiplerinin hâkimiyetini sürdürmekti. 1899-1903 arasında şiddetlenen iç savaşta yüzbinlerce kişi öldü. Savaşı kazanan muhafazakârlar liberalleri baskı altına aldı. 1903 yılında ABD’nin de desteğini alan Panamalılar ayaklanarak Kolombiya’dan bağımsızlıklarını kazandılar. Panama siyasi bağımsızlığını kazanır kazanmaz Panama Kanalı’nın kullanım hakkını ABD’ye verdi. 1948’de liberallerin bir sonraki seçimi kazanacaklarına kesin gözüyle bakılırken liberallerin adayı Gaitan öldürül-


sayı: 92 • Kasım 2012

dü. Bu suikastin ardından yeniden iç savaş patlak verdi. “La Violencia” (şiddet) dönemi olarak anılan ve 1958’e dek devam eden bu kanlı iç savaşta 300 bin kişi hayatını kaybetti. 1930’da kurulan Kolombiya Komünist Partisi giderek güçleniyordu. Özellikle iç savaşın sonlarına doğru toplum giderek radikalleşmeye ve Komünist Partiye yönelmeye başlamıştı. Hem muhafazakâr hem de liberal burjuva güçler komünistlerin güçlenmesi üzerine aralarındaki savaşa son vererek “büyük tehlikeye” karşı ittifak yapmak zorunda kaldılar. 1957’de yaptıkları anlaşmaya göre bu iki burjuva güç 1974’e dek seçim sonuçlarına bakılmaksızın sırayla hükümete gelecekti. İç savaş döneminde devlet otoritesi yok olmuş, yoksul ve topraksız köylüler silahlı isyanlara girişmiş, kurdukları gerilla birlikleriyle kurtarılmış bölgeler yaratmıştı. Topraksız köylüler ve savaş sırasında topraklarını silahlı güçler besleyen büyük toprak sahiplerine kaptırmış köylüler ülkenin yerleşim olmayan bölgelerine göç ederek buralardaki boş araziler üzerinde koloniler kurdular. 1950’li yıllarda oluşan bu küçük “bağımsız köylü topluluklarında” yoksul köylüler komünal yaşam tarzını benimsemiş, burjuva düzenin yanı başında alternatif bir yaşam ve yönetim tarzı oluşturmuşlardı. Latin Amerika’nın en eski gerilla hareketlerinden Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia (FARC) da yoksul köylülüğe dayanıyordu. 1960’lı yıllarda Kolombiya’da işsizlikle beraber hoşnutsuzluk da artıyordu. Bu durum Küba devriminin Latin Amerika üzerindeki etkisiyle de birleşince FARC örgütlenmesini daha da güçlendirdi. Kolombiya devleti ABD’nin kontr-gerilla uzmanlarından aldıkları destekle gerillaların kontrolündeki “köylü komünleri”ne karşı saldırıya geçti. FARC ülkenin güneyindeki bölgelere çekilmek zorunda kaldı. 1972’de büyük toprak sahiplerinin finanse ettiği paramiliter faşist çetelerden biri 16 yerliyi katletti. Katiller mahkemede “Kızılderilileri” “zararlı hayvan” olarak gördüklerini söylemişler ve yine de mahkemece beraat ettirilmişlerdi. Bu olaydan sonra Amerikan yerlilerinin torunları daha kalabalık gruplar halinde gerilla ordularına katıldılar.

ABD emperyalizminin bölgedeki tarihsel rolü 2. Dünya Savaşı sonrası ABD dünyanın pek çok bölgesindeki ülkelerle yardım anlaşmaları imzalıyor, böylelikle ülkelerin ekonomik bağımlılıklarını arttırarak hegemonyasını güçlendiriyordu. ABD’nin arka bahçesi olarak gördüğü Orta Amerika ve Güney Amerika ülkeleri de bu sürece dahil oldular. ABD’den büyük miktarlarda borç alan ülkeler arasında Kolombiya da vardı. ABD

marksist tutum

Kolombiya’yı “ziyaret eden” bir ABD generali, katledilen ya da yakalanan FARC militanlarının resimlerine bakarken

Amerika kıtasındaki diğer ülkelerin siyasi bağımsızlıklarını kazanmasını desteklemişti. Sömürgecilik döneminin sona ermesi ABD’nin işine geliyordu. Avrupalı sömürgeci devletlerin Amerika kıtasındaki sömürgelerinin siyasi bağımsızlıklarını kazanmaları ABD’nin “arka bahçesinde” hegemonyasını güçlendirmesine yarıyordu. Çünkü ne de olsa siyasi bağımsızlık biçimsel bir şeydir. Dünya kapitalizmi tüm ülkeleri eşitsiz bir temelde de olsa ekonomik açıdan birbirine bağımlı kılar. Gelişmiş kapitalist ülkenin burjuvalarıyla az-gelişmiş ülkenin burjuvaları arasında kurulan ortaklıklar her iki tarafın egemenlerinin çıkarınadır. Yabancı sermaye yatırımları az-gelişmiş ülkelerin burjuvalarını süratle zenginleştirir. İşçi sınıfının sömürüsünden elde edilen artı-değerin aslan payı büyük ülkenin burjuvazisinin cebine akar. Emperyalist güçlerin en önemli güvencesi küçük ülkedeki burjuvazinin siyasi egemenliğini sürdürmesidir. Emperyalistler bu ülkelerdeki egemenlere her türlü karşı-devrimci yardımı sunarlar. Bu küçük ülkelerde ulusal bağımsızlığın ardından, emperyalist egemenlere mali, askeri ve siyasi bağımlılık şekillenir. Egemenler, emperyalist güçlere sınai ve ticari ayrıcalıklar sunarlar. Karşılığında da ezilenlerin muhalif hareketlerine karşı emperyalistlerden yardım ve destek görürler. Orta Amerika ve Latin Amerika’da 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan sayısız faşist askeri darbenin baş destekleyicisi ABD idi. ABD, Kolombiya’da da gerici rejimleri destekleyerek tüm Orta Amerika ve Latin Amerika’da olduğu gibi uğursuz rolünü oynamaktadır.

ABD emperyalizminin uyuşturucu bahanesi ABD’de satılan kokainin yüzde 90’ı Kolombiya’dan geliyor. ABD bu durumu bahane ederek Kolombiya ile

37


Kasım 2012 • sayı: 92

marksist tutum

“Plan Kolombiya”yı protesto eden bir FARC pankartı ve FARC gerillaları

yakından ilgilendiğini ileri sürüyor. 1999 yılında “Plan Kolombiya” isimli bir plan devreye sokuldu. Büyük paralar harcanan bu proje kapsamında ABD, sözde uyuşturucu üretimini sona erdirmek adına Kolombiya asker ve polis gücünü eğitiyor ve istihbarat sağlıyor. Uyuşturucu imalatı asıl olarak paramiliter faşist çetelerin ve başlarındaki uyuşturucu baronlarının elinde olmasına karşın Kolombiya devletine akıtılan para, silah ve istihbarat gerilla güçlerine karşı savaşta kullanılıyor. Gerillaların denetimindeki bölgelerde yoksul köylüler ve küçük toprak sahipleri de koka bitkisini yetiştiriyor. ABD’nin ve Kolombiya’daki egemenlerin asıl derdi kokain üretimine son vermek değil, isyancı güçleri yok etmek ve kokain piyasasının olduğu gibi koka bitkisinin yetiştirilme işinin de tamamını kendi denetimleri altına almaktır. Kokainle savaş bahanesiyle Kolombiya hükümeti 2009 yılında ABD’nin Kolombiya topraklarındaki askeri hava üslerini kullanmasına izin veren bir anlaşma imzaladı. ABD ve Kolombiya’nın bahanesi “uyuşturucu ve terörizmle savaş” idi. Başta Venezuela ve Küba olmak üzere bölge ülkeleri, ABD’nin Güney Amerika’da nüfuzunu arttırdığını söyleyerek anlaşmayı protesto ettiler. ABD kendi kamuoyunu kandırmak üzere, tehlikenin kaynağını daima “dışarıda” gösteren sistematik bir propaganda yürütüyor. Uyuşturucuya karşı seferberlik söylemleriyle, çürüyen kapitalizmin ürünü olan kokain piyasasının pisliğini örtüyor. Kolombiya’daki yoksul köylülüğün direnişini yenilgiye uğratmak üzere karşı-devrimci bir kampanya yürütülüyor. Uyuşturucu bahanesi ABD emperyalizmine başta Kolombiya olmak üzere tüm Orta ve Güney Amerika ülkelerine müdahale imkânı sağlıyor. ABD emperyalizminin uyuşturucu konusundaki kirli geçmişi bilinen bir gerçektir. Amerikan devletinin Nikargua’da kontr-gerillaları uyuşturucu parasıyla finanse

38

ettiği yıllar önce açığa çıkmıştı. Oysa bugün Amerikan toplumu, Güney Amerika’daki yoksul köylülüğe dayalı tüm gerilla hareketlerinin narkotrafiğin hizmetindeki hareketler olduğuna inandırılmış durumda. 11 Eylül sonrasında meşrulaştırılan “önleyici savunma ve saldırı” ABD’nin ulusal güvenliğini koruma bahanesiyle ülke dışında gerçekleştirdiği operasyonları dünya arenasında da meşru göstermesini sağladı. 11 Eylül’le birlikte ABD’nin Kolombiya egemenleriyle birlikte yürüttüğü operasyonlar ahlâki ya da demokratik argümanlarla süslendi. Oysa asıl neden, gerillaların varlığının burjuva düzenin istikrarını tehdit etmesidir. Enerji ve madencilik alanında faaliyet yürüten uluslararası tekeller gerillaların varlığından rahatsızdırlar. Denetimindeki bölgelerde köylülerin koka yetiştirmesinden dolayı FARC uyuşturucu ticareti yapmakla suçlanıyor. Kolombiya Komünist Partisi ise yayınladığı bir bildiride uyuşturucu sorununa yaklaşımını şöyle açıklıyor: “Bizim açımızdan uyuşturucu kaçakçıları ile devrimci hedefler arasında ortak amaçlar varolamaz. Gerilla hareketi ile, narkotrafikle bağlantısı olan ve milli güvenlik politikasının başka bir kolu olan paramilitarizm arasında herhangi bir benzerlik yoktur. (…) Devrimciler, en alttaki işçiden narko-finansörlere kadar geniş bir alana yayılan bir sosyal tabakayı içeren ve kapitalizmin bağrından doğan uyuşturucu ticaretine baskı uygulamak için Kolombiya hükümetinin polisliğini yapamaz. Bu konuyu ele alırken açık sınıf farklılıklarını ortaya koyuyoruz. Asıl büyük uyuşturucu baronları, çokuluslu tekellerin başında olan, narkotik ticaret ile kısa yoldan servet yaratan ve bu serveti şiddet yoluyla muhafaza eden kapitalistlerdir. Bunlar, sistemin içinde yer alan ve çeşitli biçimlerde ona hizmet eden karşı-devrimci güçlerdir. Uyuşturucunun hammaddesini yetiştiren sıradan insanlar ise, iş güvencesinden ve devletin ilgisinden yoksun, polis ve asker baskısı altında giderek artan bir yoksulluk içinde yaşayan, dolayısıyla devrimin zafere ulaşması durumunda kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan yoksul ve orta köylülük katmanına mensupturlar. (…) Karmaşıklığı nedeniyle narkotrafik sorununu çok yanlı olarak ele almak gerekir. Ekonomik açıdan bu alanda bir tekelleşme eğilimi görülmekte ve ABD denetimi elinde tutmaktadır. Finans alanında ise aslan payını kimin aldığını görmek zor değildir. Hammadde üretimi yapılan alanların birkaç büyük mülk sahibi elinde toplandığı da bir sır değildir. Kolombiya’nın 40 milyon hektarlık tarım alanının yüzde 8’i bu narko toprak sahiplerinin denetimindedir. Bunlar içinde hayvancılığa ayrılmış 5 milyon hektarlık


sayı: 92 • Kasım 2012

en verimli topraklar ve toplam 1050 beldenin 400’ünde etkinlik sahibi olmaları sözkonusudur. Tek başına bir aile –Ochoa aşireti– bir milyon hektar toprağı elinde bulundurmaktadır. Kimyasal madde üretimi ele alındığında ise, Kolombiya’da kullanılan kimyasal maddelerin yüzde 90’ının Amerikan şirketlerinden karşılandığı görülür. ABD’de kimse bu ticarete denetim uygulama konusuna ilgi duymaz. Bu maddelerin ne kadarının yasal alanda, ne kadarının uyuşturucu imalatında kullanıldığını belirleyip bu alandaki kullanım için ithalatı durdurmak kolay olduğu halde (…)” ABD’de her yıl yüzlerce ton kokain tüketiliyor. Kokain üst sınıflarca kullanıldığı için ABD’deki adalet sistemi kokain kullananları cezalandırmıyor. Kokainin daha alt sınıflarca satın alınabilen düşük kaliteli versiyonlarının kullanımı ise cezalandırılıyor. Bu ikiyüzlü ABD düzeninde 18 yaşından küçüklerin sigara satın alması yasak ama gençler uyuşturucuya kolaylıkla ulaşabiliyorlar. Gençleri uyuşturucudan korumak üzere gerçek bir çaba gösterilmiyor, çünkü uyuşturucu kullanımındaki artışın nedeni çürüyen kapitalizmin ta kendisidir. OECD uyuşturucudan sağlanan gelirin 600 milyar dolardan fazla olduğunu açıklıyor. Bu paranın yarısı ABD bankalarında dolanıyor. Kolombiya kapitalizmi ise uyuşturucu ticaretinden yılda 5 milyar dolardan fazla gelir elde ediyor. Bu gelir başta inşaat, turizm ve otelcilik olmak üzere Kolombiya’daki pek çok sektörün canlanmasında rol oynuyor. Kolombiya’daki uyuşturucu baronları ve paramiliter faşist çeteler uyuşturucudan kazandıkları paralarla ABD’den silah alıyor. Bu silahlar hem gerillalara hem de işçi önderlerine karşı kullanılıyor. Kolombiya burjuvazisi sendikacı ve öncü işçi cinayetlerinde birinciliği hiçbir ülkeye kaptırmıyor. Sadece geçtiğimiz yıl 49 sendika lideri ve sendika aktivisti öncü işçi, patronların emrindeki paramiliter faşist çetelerce hunharca katledildi.

Çözümsüzlük sarmalı Kolombiya’daki gerilla hareketlerinin iç savaş döneminde oluşmuş, yoksul köylülüğe dayalı bir toplumsal tabanı vardır. Etnik çelişkiler ve özellikle de İspanyol kökenli olmayan halkların yoksulluğa ve aşağılanmaya maruz kalması, FARC’nin bu toplumsal tabanı muhafaza etmesini sağlamaktadır. Kolombiya devleti, ABD emperyalizminin aktif desteğine ve son yıllarda çok sayıda gerilla

marksist tutum Kolombiya’daki gerilla hareketlerinin iç savaş döneminde oluşmuş, yoksul köylülüğe dayalı bir toplumsal tabanı vardır. Etnik çelişkiler ve özellikle de İspanyol kökenli olmayan halkların yoksulluğa ve aşağılanmaya maruz kalması, FARC’nin bu toplumsal tabanı muhafaza etmesini sağlamaktadır.

liderinin öldürülmesine rağmen gerilla hareketini dize getiremedi. Kolombiya devleti ile gerilla hareketinin onyıllardır süren çatışmalarda yenişemedikleri ortadadır. Kolombiya’da başlayan barış müzakerelerinde FARC, kırsal bölgelerin kalkındırılması, tarım reformu, liberallerle muhafazakârların dönüşümlü olarak iktidara gelmelerini sağlayan politik sistemin yerini politik çeşitlilik sağlanarak demokratik bir yapının alması, çatışmalardan zarar görenlerin güvenliğinin sağlanması ve kurbanlara tazminat verilmesi, politik tutsakların serbest bırakılması gibi talepler ileri sürmektedir. FARC silah bırakmaya istekli olduğunun da işaretlerini vermektedir. Ne var ki FARC ile hükümet arasında yürüyen müzakereler işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün sorununu ortadan kaldırmayacaktır. Büyük toprak sahipleri ve kapitalistler paramiliter faşist çeteleri beslemekten ve işçi önderlerini ve sendikacıları katletmekten müzakere masasında vazgeçmeyecektir. Ezilen ve horlanan etnik gruplara statü tanınmasından kimse söz etmiyor. Müzakere masasının kurulması çatışmaların durmasını sağlayabilse bile –ki bu bile oldukça zor görünüyor– Kolombiya’daki toplumsal çelişkilerin çözümünün bu masada üretilebilmesi mümkün değildir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Kolombiya’daki siyasal denklemde de asıl eksikliği duyulan işçi sınıfının enternasyonalist devrimci örgütlülüğüdür. Orta ve Güney Amerika işçi sınıfını birleştirecek güçlü bir enternasyonalist devrimci örgütlülük yaratılabilirse, yoksul köylülük ve ezilen azınlıklar da işçi sınıfı nezdinde sağlam bir müttefik ve sorunlarının gerçek çözümlerini bulacaktır. Bölge ülkelerini kucaklayacak bir işçi devrimi ABD emperyalizmini, uyuşturucu pisliğini, mafyayı ve paramiliter faşist çeteleri altedecektir. Bölge ülkelerini kapsayacak bir işçi devrimini çözüm seçeneği olarak görmeyenler yüz yılı aşkın süredir Orta ve Güney Amerika’da yaşananlara bir baksınlar. Kapitalizm altında üretilen “çözümler” tüm sonuçlarıyla ortadadır.

39


Rantsal H Dönüşüm Devam Ediyor Suphi Koray

40

ükümetin “Kentsel Dönüşüm” adını verdiği yıkım projesinin startı Esenler’de Başbakan Erdoğan’ın da katıldığı şaşaalı bir törenle verildi. 33 ilde eşzamanlı olarak başlatılan proje kapsamında yaklaşık 7 milyon konut yenilenecek. Törende konuşan Erdoğan projenin amacını şöyle anlattı: “Teknik olarak riskli bulunanların kısa bir süre içinde yıkılıp, yerine sağlıklı yapılar inşa edilmesi için gerekli mekanizmaları kurduk, işletmeye başlandı. Buradaki asıl amacımız, bir binayı yıkıp yerine yeni bir bina yapmak değil. Asıl amacımız, afetler karşısında can ve mal güvenliğini sağlayacak bir dönüşümü gerçekleştirmek. Yani rant değil, insan odaklı bir proje yürütüyoruz.” Elbette kimse kendi yoğurduna ekşi demez. Başbakanın da bu projenin rant için hayata geçirildiğini söylemesini kimse beklemiyordu zaten. Başta Başbakan olmak üzere hükümet ve belediye yetkilileri projenin ne kadar faydalı olacağını etkileyici sözlerle anlatarak bu projeden etkilenecek olanları kandırmaya çalışıyorlar. Halkın yıllardır bıkmış olduğu sorunları iyi bilen AKP, bu sorunları çözeceği vaadinde bulunarak birçok alanda sermayenin istek ve çıkarları doğrultusunda değişiklikler yaptı. “Kentsel dönüşüm” projesi için de aynı yola başvuran AKP, depreme dayanıklı ve sağlıklı konutlar inşa edeceğini iddia ederek büyük bir rant projesine imza atıyor aslında. Erdoğan “Hiç kimse gecekondu yapan vatandaşımıza kızmasın. Gecekondu dediğimiz hadise, şehirleri yönetenler işlerini doğru ve tam yapmadığı için, vatandaşımızın kendi kendine, el yordamıyla bulduğu bir çözümdür” diyerek, bir taraftan çarpık kentleşmenin sorumluluğunu kendinden önceki hükümetlere atıyor, diğer taraftan da gecekondu sakinlerinin sempatisini kazanmaya çalışıyor. Oysaki AKP iktidarı boyunca yapılan yıkımlara baktığımızda görüyoruz ki, bu sözler inandırıcı olmaktan oldukça uzaktır. İstanbul’un birçok semtinde yapılan yıkımlarda mahalle sakinlerinin rızası alınmadan yıkımlar gerçekleştirildi; itiraz edip evlerinin yıkılmasına karşı çıkanlar karşılarında Çevik Kuvveti buldular. Başını sokacak bir dama sahip ol-


sayı: 92 • Kasım 2012

mak için gecekondu yapanlara bütün iktidarlar siyasi çıkarları gereği izin verdiler. Bugünse “ustalık döneminde” bulunan AKP, ekonomik çıkarları gereği milyonlarca insanı zorla evlerinden çıkartmaktadır. Gecekondu yapan vatandaşa “kızmak” ne kelime, polis copla, biber gazıyla saldırmaktadır. Yıkımlara karşı oluşan haklı tepkinin etkisini kırmak ve projeye destek kazanmak için hükümet ideolojik hazırlık yapmayı ihmal etmiyor. Hükümetin çanak yalayıcılığını yapmakta üstüne düşeni hakkıyla yerine getiren medya, Sulukule, Tarlabaşı gibi semtlerin hırsızlık, kapkaç gibi suçların merkezi olduğu, “teröristlerin” buralardan çıktığı, bu semtlerin şehrin huzurunu bozduğu algısını yaratacak tarzda haber ve programlar yaptı. Böyle olunca, yoksul halkın oturduğu bu bölgelerde yapılan yıkımlar, birçok insan tarafından olumlu karşılandı. Ancak AKP, buna rağmen “kentsel dönüşümü” tümüyle hayata geçirebilecek bir ortam yaratamamıştı. Bu yüzden Van depreminde yüzlerce insanın ölmesini, bu projenin gerekliliğine bir bahane olarak kullandılar. Erdoğan, Van depreminden sonra, “iktidarı kaybetmek pahasına kentsel dönüşüm projesini başlatacağız” demişti. Aslında bunu söylemekle Başbakan, “kentsel dönüşümün” emekçiler için büyük acılara ve sıkıntılara yol açacağını ve bu yüzden AKP’ye karşı bir tepki olacağını da itiraf etmiş oluyordu. Büyük bir depremin beklendiği İstanbul gibi bir şehirde yeniden yapılandırma ihtiyacına, gerekli önlemlerin alınmasına aklı başında hiç kimsenin itiraz etmeyeceği gayet açık. Ancak Van depremindeki ölümleri sadece kaçak yapılara bağlamak gerçeklerin çarpıtılması demektir. Çünkü Van’da yıkılan binalar arasında kamu binaları da vardı ve ölümler sadece kaçak binalarda gerçekleşmedi. TOKİ’nin yaptığı binalarda da sel sonucu ölümler gerçekleşiyor.

Afet yasası mı, rant yasası mı? AKP, “kentsel dönüşüm” için çıkardığı yasaya afet yasası adını vererek, bu projenin asıl mahiyetini gizlemeye çalışıyor. Bu proje kapsamında nerelerin yıkılacağına, evi yıkılan insanların halinin ne olacağına ve buradan kimlerin kazançlı çıkacağına baktığımızda Kentsel Dönüşüm Projesinin bir kentsel yağma ve talan projesi olduğu görülecektir. Ekim ayında proje kapsamında olan öncelikli illerde “kentsel dönüşümde sektörler buluşuyor” başlıklı toplantılar düzenlendi. Görüldüğü üzere evleri yıkılacak olanlarla değil, projeden doğacak pastadan yararlanacaklarla toplantılar düzenleniyor. Bu ve benzeri toplantıların amacı, pastadan kimlerin ne kadar yararlanacağını belirlemektir. Nitekim İzmir’de yapılan toplantıda, Vali Yardımcısı, “Kent dönüşümüne en çok ihtiyaç İzmir’de gözüküyor. Dönüşüm tamamlanarak şehrin bütünlüğü sağlanacaktır. Bu turizm, ticaret ve sanayiye de yansıyacaktır” diyerek projenin kime yarayacağını da itiraf etmiş oldu. Medyada

marksist tutum

depreme karşı dayanıklı binalardan, insanların daha güzel evlerde yaşayacağından, yeşil alanlardan, parklardan, bahçelerden bahseden hükümet yetkilileri ve inşaat patronları, kapalı kapılar arkasında yaptıkları toplantılarda ticaret, sanayi ve turizm gibi daha önemli (kârlı) konuları konuşuyorlar. Yasa bütünlüklü olarak incelendiğinde görülüyor ki, asıl amaç arsa ve arazilerin kime, nasıl peşkeş çekileceğidir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve TOKİ bu konulardaki tek merci olarak belirlenmiş durumda. Gerektiğinde TOKİ’ye, Bakanlığa ve belediyelere “kamulaştırma” yetkisi veriliyor. Doğa ve kültür varlıklarını, ormanları, kıyıları ve meraları koruma altına alan yasalardan TOKİ muaf tutularak bu alanların yağmalanmasının önü açılmıştır. “İstanbul’da mezarlıktan başka neredeyse yeşil alan kalmadı” diyor Başbakan ama yasanın yeşili talanın önündeki bütün engelleri neden kaldırdığından bahsetmiyor. Yasa bütünlüklü olarak incelendiğinde görülüyor ki, asıl amaç arsa ve arazilerin kime, nasıl peşkeş çekileceğidir. Doğa ve kültür varlıklarını, ormanları, kıyıları ve meraları koruma altına alan yasalardan TOKİ muaf tutularak bu alanların yağmalanmasının önü açılmıştır. Yasaya göre, Bakanlığın lisans verdiği kurumlar tarafından riskli binaların tespiti yapılacak. Bina sahipleri kendilerine verilen sürede risk tespitini yaptırmadığı takdirde, Bakanlık belirlediği bölgelerde ya kendisi risk tespiti yapacak ya da belediyelerden bunun yapılmasını isteyecek. Bina sahipleri risk tespitine itiraz edebilirler. Ancak itiraz kurulları da yine Bakanlığa bağlı olacağı için, bu itirazların kabul edilmesi olasılığı oldukça düşük. Ayrıca, yapı riskli olmasa bile eğer belirlenen “riskli alan” içerisinde kalıyorsa “uygulama bütünlüğü” açısından yıkılabilecek. Bu şu anlama geliyor, inşaat firmalarının gözünü diktikleri rantabl yerlerde, büyük kârlar getirecek siteler yapmaya engel olan binalar varsa, bunlar da yıkılacak. Bunun için riskli olup olmadıklarına bakılmayacak. Bu binalarda oturanların ne düşündüğüne de! Bakan “Biz istemeyen, razı olmayan, gönlü razı olmayan, gönüllülük kazanmayan, gönüllülük esasını yakalamayan hiç kimsenin binasında dönüşüm yapmıyoruz” diyor, ama Erdoğan öyle demiyor, yasa da! Yasaya göre öncelikli olarak konut sahipleriyle anlaşma yoluna gidilecek. Binaların yıkılması için sahiplerine 60 gün süre verilecek. Eğer bu süre içerisinde kendileri yıkmazlarsa, Bakanlık tahliye ve yıkım işlemlerini kendisi yapacak. Üstelik masrafını da tapuya ipotek koyduracak. Konut sahiplerinin kentsel dönüşüm çerçevesinde Bakanlığın aldığı kararlara karşı dava açma hakkı var. Ama açılan davalarda yürütmeyi durdurma yetkisi kararı alınamıyor. Yani gönüllülükten bahsetmek mümkün olmadığı gibi itiraz etme hakkı bile

41


marksist tutum

fiiliyatta yok aslında. Eğer, evinizin başınıza yıkılmasını engellemeye kalkışırsanız Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uyarınca Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacak. En çok tartışılan konulardan birisi konutları yıkılan insanlara ne olacağı. Yasada anlaşma yapanlara geçici konut tahsisi veya kira yardımı yapılabileceği söyleniyor. Ama kesin bir hüküm belirtilmiyor. Yani kira yardımı veya konut tahsisi hükümetin insafına kalmış durumda. Başbakan Esenler’deki törende 10 milyonluk kira yardımı çekini dağıtmak üzere herkesin gözü önünde yetkili kişilere verdi. Ama bu paranın kime, nasıl, ne zaman ve ne kadar verileceği meçhul! Daha önceki kira yardımlarından da biliyoruz ki, yapılan yardımlar kentin dışındaki konutların kirasını ancak karşılayabiliyor. Böylece emekçiler şehrin dışına sürülmüş oluyorlar.

“Güvenmiyoruz” Aslında “kentsel dönüşüm” yıllardır devam eden bir proje. İstanbul, Ankara, Bursa gibi büyük şehirlerde emekçilerin yaşadığı mahalleler yıkımlardan ilk nasibini alan yerler oldu. İstanbul’un Küçükçekmece, Zeytinburnu, Okmeydanı, Fatih, Kartal, Pendik ilçelerinde binlerce bina yıkıldı. Bu bölgelerde yaşayanların yaşadığı sıkıntılar, önümüzdeki yıllarda yaşanacak mağduriyetlerin de habercisidir. Sulukule’de yaşananlar, “kentsel dönüşüm” projesinin amacının “depreme dayanıklı, yeşil alanlarla çevrili, yaşanabilir kentler yaratmak” olmadığının, asıl amacın yoksulların yaşadığı bölgelerin (özellikle rant değeri taşıyan merkezi bölgelerin) sermayeye yatırım alanı olarak açılması olduğunun bariz bir örneğidir. Sulukule sakinlerinden mahallelerinin yıkılmasına karşı çıkanlar olduğu gibi, hükümetin vaatlerine kanıp projeyi destekleyenler de oldu. Sonuçta bütün Sulukule rantsal dönüşümün kurbanı oldu. 10 bin ilâ 50 bin lira arasındaki fiyatlara satın alınan evlerin yerine yapılan yeni evlerin fiyatı 950 bin liraya kadar çıktı. Sulukule’de evler çok ucuza satın alındı. Verilen sözler tutulmadı. Örneğin, Radikal gazetesine konuşan bir mahalle sakini, evinin 58 bin liraya sayıldığını anlatıyor. Yeni yapılacak ev içinse 107 bin liralık borcu kabul etmiş. Oysa şimdi hangi evde oturacağı bile belli değil. Elbette mahallelinin yüzde 80’ini oluşturan kiracıların durumu daha kötü. Ortalama 300 liralık aylıkla geçinmeye çalışan Romanlar, şehrin dışındaki TOKİ konutlarına sürüldüler. Burada 500 lira kirayı ödemekte zorlandıkları için Sulukule’nin etrafındaki izbe yerlere geri döndüler. Okmeydanı, Tozkoparan, Alibeyköy, Dikmen gibi mahallelerde yaşayanlar, Romanların durumuna düşmemek için “kentsel dönüşüm” projesine karşı mücadele ediyorlar. “Hükümetin vaatlerine güvenmiyoruz” diyorlar. Kime nasıl bir ev verilecek, mahalleli ne kadar ödeyecek belli değil! Okmeydanı halkı Sulukule ve Tarlabaşı örneklerin-

42

Kasım 2012 • sayı: 92

den sonra protokol olmadan yıkımlara başlanmasına karşı çıkıyor. Belediyenin sorularına cevap vermesini, her şeyin açık açık protokolde yazılmasını istiyorlar. Evi yıkılacaklar kara kara düşünürken, medya ve hükümet işbirliği içerisinde “kentsel dönüşümün” reklamını yapıyor. Bu müthiş projeyle milyonlarca insanın can güvenliğinin sağlanacağını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Kendileri yalılarda oturup, utanmadan şunu söyleyebiliyorlar: “Gelin bir defalığına riyakârlık yapmayalım.” Afet gerekçesiyle on binlerce insanın evini yıkıp, onları “daha güzel evlerde oturacaksınız” vaadiyle kandırmak riyakârlık değil midir? Bu projenin amacı rant değildir deyip, haraç mezat satın alınan evleri 15-20 katına satmak riyakârlık değil midir? “Kentsel dönüşüm” projesinin rant amaçlı olduğunu söyleyenler mi riyakârlık yapıyor, karşı çıkanları hainlikle suçlayan hükümet mi, yoksa hükümete yalakalık yapanlar mı? Mehmet Ali Birand kentsel dönüşüm projesini överek herkesi buna destek olmaya çağırıyor: “Bu olayı popülizm adına sulandırmayalım. Aksi halde, bu proje ilerlemezse, ölüme mahkûm olan insanların sorumluluğu vicdanlarımızdan hiçbir zaman silinmez, bunu da bilmeliyiz.” (Hürriyet, 6 Ekim 2012) “Doğal” afetlerde ölen binlerce insan, ne bütün derdi kâr olan sermaye sahiplerinin, ne onların hükümetlerinin, ne de onların borazanlığını yapan medya baronlarının ve kalemlerinin umurundadır. Onların doğal afetleri bile fırsata çevirip sermayelerini büyütmekten başka bir dertleri yok. Afet riski altında yaşayan milyonlarca insanı düşünselerdi, dere yataklarına inşaat yapmazlardı, çürük binalara imar izni vermezlerdi. Afetlere karşı dayanıklı konutlar inşa edeceği iddiasında olan TOKİ’nin Samsun’da yaptığı site yoksul işçi ailelerine mezar olmuştu. Daha geçtiğimiz günlerde Trakya ve Şanlıurfa’da meydana gelen selde 6 kişi öldü. Doğu Karadeniz’de gerçekleşen sel ve heyelanda ise büyük maddi zarar olurken, şans eseri can kaybı olmadı. Gelin bir defalığına dürüst olun! İnsanı ve doğayı düşünmeyen sermaye düzeninin, rant olmadan dönüşüm yapmayacağını söyleyin. Kapitalist gelişmenin doğayı ve insanlığı dikkate almadan yapılandırdığı şehirler, insanca bir yaşam için uygun olmadığı gibi, “doğal” felâketlerde kayıplara sebep olma riskini de taşıyorlar. Başta İstanbul’da olmak üzere işçi ve emekçiler için sağlıklı barınma alanları yaratmak büyük bir ihtiyaç olarak kendini dayatmaktadır. Ancak “kentsel dönüşüm” projelerinin bu amaca hizmet etmediği, etmeyeceği kesindir. Bu yüzden yıkımlara karşı mücadele yürütmek gerekiyor, ama tekil ve dağınık mücadelelerle başarı kazanmak mümkün değildir. “Rüyalar ülkesi” ABD’de bile milyonlarca insan evsizken, kapitalizm altında herkesin sağlıklı ve doğaya uygun inşa edilmiş konutlara sahip olabileceğini düşünmek saflık olur. Bu, ancak kapitalizmin yıkılmasıyla mümkündür. Kapitalistler evlerimizi başımıza yıkmadan, biz kapitalizmi yıkalım!


sayı: 92 • Kasım 2012

marksist tutum

Krizin Pençesindeki Avusturya’da Güncel Tablo

D

ünya kapitalist sisteminin tarihsel çıkışsızlığı, tükenmişliği ve sürdürülemezliği artık bir kısım burjuva ideologu ve teorisyeni tarafından da yarım ağızla kabullenilen bir gerçek. Sosyalist devrimin nesnel koşullarının mevcudiyetine rağmen, dünya işçi sınıfının ve bu çürümüş düzenden hiçbir çıkarı olmayan emekçi katmanların geri politik bilinç düzeyi hâlâ kapitalizme hayat vermeye devam ediyor. Elindeki bütün imkân ve silahlarla düzenini sürdürmeye çalışan burjuvazi, nakavt olmadan ringi terk etmemeye kararlı görünüyor. Ancak dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü ve en örgütlü sömürücü sınıfı olarak tarihe geçecek olan kapitalist-emperyalist burjuvazi için çanlar artık daha hızlı ve gürültülü çalıyor. Devrimin öznel koşulları da kapitalizmin derin tarihsel krizinin sebep olduğu sosyal ve ekonomik yıkım sayesinde hızla olgunlaşıyor. Avrupa Birliği’nin zayıf halkalarını oluşturan Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde kapitalist krizin yıkıcı etkileri daha da derinleşirken, görece sağlam ekonomilere sahip AB ülkelerinde de ekonomik gidişat burjuvazi için umut verici değil. Tüm zenginliğine ve gelişmişliğine rağmen toplumsal zenginliğin üçte ikisinin nüfusun %10’unun elinde toplandığı kapitalist Avusturya’da da genel ekonomik durum ülke burjuvazisinin uykularını kaçırıyor. Hem devletin yetkili ağızları hem de burjuva medyası 2013 yılında ülke ekonomisinin daralmaya devam edeceğini; işsizliğin, yoksulluğun ve gelir dengesizliğinin daha da artacağını şimdiden utangaç bir ruh haliyle itiraf ediyorlar. Bolluk ve zenginliğin içinde yoksulluğu ve işsizliği “müjdeleyen” bu pervasız burjuvalar yüzsüzlüğü daha da ileri götürüp reklâm ve ilânlar yoluyla emekçileri daha çok şans oyunları oynamaya, kumarhanelere gidip şanslarını denemeye davet ederek bireysel kurtuluş umutlarını pompalıyorlar. Devletin Sağlık Bakanlığının açıkladığı istatistik bilgilerine göre, son yıllarda ekonomik krizden kaynaklı olarak depresyon vakaları büyük bir tırmanış göstermiş bulunuyor. Ağırlıklı olarak işçi sınıfını vuran ruhsal rahatsızlıkların başlıca sebepleri doğal olarak ağır çalışma koşulları, işini yitirme korkusu veya kronik işsizlik sonucunda oluşan karamsarlık ve umutsuzluk durumu. Alkol, uyuşturucu ve anti-depresan kullanımına dair gerçekçi ve sağlıklı istatistik veriler açıklanacak olsa, kapitalizmin insanlığı

nereye sürüklediğine dair daha net ve açık bir tabloyla yüzleşmek mümkün olurdu. Bundan haftalar önce başlayan metal endüstrisi toplu iş sözleşmeleri uzun bir maratondan sonra sendika bürokrasisinin her zamanki uzlaşmacı tutumu sayesinde zayıf bir ücret zammıyla sonuca bağlandı. Henüz toplu sözleşmeler başlamadan önce Avusturya metal sanayicilerinin işveren örgütü çatısı altında bir araya gelen farklı sektörlerden işveren dernekleri burjuva kurnazlığı yaparak, toplu sözleşme görüşmelerini çatı örgütü altında ve tüm metal endüstrisini kapsayacak şekilde değil, ilk defa ayrı ayrı kesimler bazında ve o kesimlerdeki yetkili işçi temsilcileriyle yürütmek istediklerini açıkladılar. Amaç işçi sınıfının pazarlık gücünü kırarak sendikanın elini zayıflatmaktı. Bu karara başta sert tepki gösterip bu koşullarda pazarlık masasına oturmayacağını ve karar geri alınmadığı takdirde grevin kaçınılmaz olacağını ilan ederek kükreyen metal işçileri sendikasının bürokratları, daha sonra yelkenleri suya indirerek metal endüstrisinin farklı kesimleriyle tek tek toplu sözleşmelere başladı. Burjuvalar metal işkolunda her kesimin kârlılık, verimlilik ve istihdam durumunun farklı olduğunu bahane ederek, ekonomik kriz koşullarında her kesim için ayrı toplu sözleşme yapılması gerektiğini savundular. Sendika 2013 yılı için %5’lik ücret zammı talep ederken, işveren örgütleri metal işçilerine %2,6’lık bir zammı reva gördü. Haftalar süren görüşmelerden sonra sendika bürokratları %3,4 gibi komik bir ücret zammının altına imza atarak pazarlığı yaklaşık 190 bin metal işçisi adına noktaladılar. Görüşmelerin sona ermesinden sonra burjuva medya zam oranını işçi sınıfı için büyük bir lütuf olarak lanse etti. Bir sermaye paçavrası olan “Österreich” gazetesi, “metal işçileri enflasyon oranının üzerinde zam kopararak reel ücretlerini yükseltti” diye baş sayfaya manşet attı. Oysa bu kuyruklu bir burjuva yalanı. Devletin istatistik kurumları gerçekleri çarpıtarak yıllık enflasyon oranlarını %2-3 olarak verirken, ülkede hayat aslında her yıl en az %10 pahalanıyor. Gaz, merkezi ısıtma, elektrik, konut, ulaşım, akaryakıt ve gıda fiyatları ücret zamlarının çok üzerinde artıyor. Metal işçileri daha iyi bir yaşam için mücadele verirken siyaset arenasında burjuva it dalaşı kızışmaya devam ediyor. Avusturya asıllı Kanadalı kapitalist ve uluslara-

43


Okurlarımızdan rası Magna tekelinin patronu Frank Stronach tarafından kurulan yeni sermaye partisi “Team Stronach” parlamentoda kulüp statüsü kazanarak devletin vereceği 1,2 milyon euroluk ödeneğe erişebilmek için kesenin ağzını iyice açtı. Parlamentoda belli bir sayıda milletvekilini diğer partilerden kendi saflarına kazandığı takdirde hem yüklü bir parti ödeneği alacak hem de parlamento tartışmalarında söz hakkı elde edecek olan yeni partinin “patronu” Stronach, bu hedefe ulaşabilmek amacıyla bol keseden milletvekili satın almaya başladı. Gerici, milliyetçi FPÖ’den (Avusturya Özgürlük Partisi) faşist Jörg Haider’in liderliğinde ayrılan bir grubun kurduğu BZÖ (Avusturya’nın Geleceği İçin Birlik) partisinin parlamentodaki vekillerine göz dikip bunlardan 5 tanesini kısa sürede “ikna” etmeyi başaran Stronach’ın niyetinin ciddi olduğunu gören diğer sermaye partileri, burjuva politik hayatındaki tatlı kazançlarına ortak olmak isteyen bu rakibe diş bilemeye başladılar. BZÖ Jörg Haider’in 2008 yılında şaibeli bir trafik kazasında ölümünden sonra zaten politik arenada önemini yitirmiş ve FPÖ’nün gölgesinde kalarak marjinalleşmişti. Benzer siyasi perspektife sahip ve maddi olarak güçlü yeni bir partinin ortaya çıkması BZÖ’nün bir bakıma ölüm fermanı oldu. Parti üst yönetimi bu transferler karşısında derhal tavır alarak kendisinden ayrılan vekiller ve Stronach hakkında “siyasete rüşvet ve yolsuzluk karıştırmak” iddiasıyla dava açacağını açıkladı. Yeşiller Partisinden üst düzey politikacı Peter Pilz daha ileri giderek “Kuzey Amerika formunda yeni bir yolsuzluk par-

tisine sahip olduk” dedi ve “Team Stronach”ın kulüp statüsüne kavuşmasına engel olmak için harekete geçeceklerini açıkladı. Daha sonra ülkenin “saygın” burjuva hukukçuları devreye girerek Stronach’ın transferler için yapmış olduğu ödemelerin Avusturya yasalarına göre rüşvet olarak değerlendirilemeyeceği ve bu eyleme karşılık gelen bir ceza maddesi bulunmadığı açıklamasını yaptılar. Bunu duyan Stronach derhal karşı saldırıya geçerek rakipleri hakkında “haksız yere hakaret ve imaj zedeleme” iddiasıyla dava açabileceğini beyan etti. Gelinen son aşamada yeni parti, kurucusu ve lideri Stronach’ın “cömert” harcamaları sayesinde burjuva siyaset arenasında kendine bir yer açacak ve giderek BZÖ’yü tasfiye edecek gibi gözüküyor. Onlar ganimeti bölüşme kavgası yapadursun, bütün bu şarlatanlıkları kafa sallayarak izleyen Avusturya emekçi halkı için hangi düzen partisinin parlamentoda ne kadar temsil edildiği bir önem taşımıyor. Sonuçta onların sırtından burjuva devletinin kasasına akan paralar şu veya bu sermaye partisinin vekillerinin cebine dolgun maaşlar olarak transfer edilecek ve emekçiler için aynı tas aynı hamam değişen bir şey olmayacak. Avusturya işçi sınıfının ve emekçi halkının eşitlik, iş, barış ve refah özlemine yanıt verebilecek enternasyonalist, Marksist bir işçi sınıfı partisi sahneye çıkıp bu arsız burjuvalarla mücadeleye girişmediği sürece ülkedeki azgın sömürü, soygun ve talan düzeni de saltanatını sürdürecek. Avusturya’dan A.E.

Türkiye’de İşçiler 113 Gün Tatil Yapıyormuş! H

er bayram öncesinde olduğu gibi bu Kurban Bayramı öncesinde de patronların ve onların temsilcilerinin kopardıkları o bildik yaygara tekrar gündeme geldi. Söz dönüp dolaşıp yine Türkiye’de işçilerin çok fazla tatil yaptıklarına, bu durumun patronları zora soktuğuna, ülke ekonomisinin zarar gördüğüne geldi. Her bayram tatili öncesinde gündeme gelen bu konulara medya da oldukça geniş yer veriyor. Patronların sözcüleri çıkıp televizyonlarda, gazetelerde demeçler veriyorlar. Son olarak yine bir gazetede, her yıl Türkiye’de dini bayramlar ve resmi tatiller nedeniyle tam 113 gün tatil yapıldığından ve bunun ülke ekonomisine zarar verdiğinden söz ediliyordu. Bu haberi okuyanlar hangi ara bu kadar tatil yaptım diye düşünmüştür herhalde! Kuşkusuz bu sözler de tıpkı diğerleri gibi patronların uydurduğu yalanlardan ibarettir ve bizleri yanıltmamalıdır. Biz işçiler bırakın 100 günün üzerinde tatil yapmayı, bize dayatılan fazla mesailer, 12-16 saatlik çalışma saatleri yüzünden evlerimizi sadece otel niyetine uyumak için kullanıyoruz. Birçok fabrikada işçiler 3’lü vardiya sistemi yetmiyormuş gibi 4’lü, 7’li vardiya sistemleri ile çalıştırılıyor. Böylece işçiler ne bir sosyal faaliyette bulunabiliyor, ne ailesi ile ne de arkadaşları ile zaman geçirebiliyor. Zamanı olsa bile aldığı üç kuruş parayla ay sonunu getiremediği için evde oturmayı tercih etmek

44

zorunda kalıyor. İşçiler yıllık izinlerini bile patronlarının keyfine göre kullanmak zorunda kalıyorlar. Kimi zaman parça parça, kimi zamanda hiç kullanamıyorlar. Tüm bunlara rağmen birileri karşımıza geçip gözlerimizin içine bakarak bize “siz bu dünyaya çalışmak için geldiniz, tatil sizin neyinize” diyebiliyor. Ortalama bir hesap yaptığımızda yıllık resmi tatillerin sayısı 15 günü geçmiyor. Birçok işletmede de üretimin hiç durmadığını hesaba kattığımızda patronların medyasının tatil konusunda da yalancılıkta bayrağı en önde taşıdığını görebiliriz. Anlaşılan o ki bu hesapları yaparken çoğu zaman kullanamadığımız hafta tatillerimizi de hesaplarına dâhil ediyorlar. Oysa işin gerçeği birçok fabrikada işçiler hafta tatili kullanmadan, gece gündüz demeden çalışmaktadırlar. İnsanca bir hayat sürmek, insana yakışır çalışma koşullarına sahip olmak bizlerin en doğal hakkıdır. Çalıştığımız makinalar bile aylık ya da haftalık bakıma alınıp dinlendirilirken, patronlar biz işçilere dinlenmeyi çok görüyorlar. Medyası da asılsız haberlerle bunu perçinliyor. Bizleri insan olarak görmeyen bu asalaklar sürüsünden hesap sormak için bir araya gelmeli ve tek vücut olarak hareket etmeliyiz. Ancak o zaman insana yaraşır bir hayata ve yaşanası bir dünyaya kavuşabiliriz. Kocaeli’den bir petrokimya işçisi


Okurlarımızdan Ekim Devriminin yıldönümü vesilesiyle Erzurum H Tipi Kapalı Cezaevinden aldığımız bu mektubu, tüm devrimci tutsaklara devrimci sevgi ve selamlarımızla yayınlıyoruz.

1917 Ekim

Bir sevdadır geleceğin şarkısı, serçelerin ötüşü, çocukların gülüşü Tarihin derinliğinden süzülüp gelen bir aşk gibi yudum yudum içtik acıları Ölümüne yarenlik ettik uğrunda öldüğümüz güne Umudu ekmek, su, hava ve toprak gibi hep yüreğimizde diri tuttuk Aç bırakıldık özgürlüğe Alınteri döktük yarınlara Nice bedeller ödedik şanlı şafağın arifesinde O günün sevdasına Kanarya senfonisi eşliğinde turnalar semaha durur dil hareketlenir bir ezgi dökülür dudaklardan Ruhun gıdası olur yalar mavi göğün rengini 1917’de Paris Komünüyle gübrelenmiş toprağa serpildik Toprağın döşünde soluklandık Kızıl alevleriyle gürül gürül güneşin kan kırmızı dudağına aktık Düşenlerin anılarıyla kainatı aydınlattık Yüreğimiz Tabiat Ana’nın sevinciyle coştu Şubat 1917’de Büyük Usta Lenin’in bilimsel ışığında gıdamızı alarak rengarenk çiçeklere dönüştük Ruhumuz bilimle harmanlandı tomurcuklandı yüreğimiz Mavzer çattık yıldızlara Saatleri öğüte öğüte karanlığı kırbaçlayıp mevsimleri devirdik Karanlık karabasan gibidir Firari dolanır ortalıkta Işığı görünce infilak eder mavilikte Yoldaş Lenin 1917 şafağında Dünyanın tüm güzelliklerini insana armağan eder Sevginin sonsuz ışığı altında Umut ışığa, aşka erişir Bu inancın ışığında yürüyelim yoldaşlar yeni Ekimler yaratmaya

Gelecek biziz Cenneti de biz yaratacağız Uzat elini dokunsun güneşin sarı saçlarına Parlasın gözlerde Lenin’in ışığı Kanatlansın sevdamız O günün umuduyla… Biz Devrimci Sosyalist tutsaklar bu inançla siz dostlarımız Marksist Tutum’un tüm emekçilerinin 1917 Ekim Devriminin 95. yıldönümünü en içten devrimci duygularla kutluyoruz. Salvegerina 95 şoreşa cotmehê 1917 hün karkeran u gellê bêndest u hemû karkerên cihanêra piroz be. 1917 Ekim Devriminin tüm kızıl yüreklerinin şahsında devrim ve sosyalizm mücadelesinin tüm kızıl güllerini saygıyla anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Anıları yolumuza ışık tutacak. Şadolsun ki tüm kızıl güllerimize yeni Ekimleri armağan edene kadar asla durmayacağız. Yüreğimizin olanca sıcaklığıyla umutla, dirençle ve sevgiyle o proleter yüreğinizi selamlıyoruz. Sevgi ile, umut ve inatla kalın. Serkeftin. Yaşasın devrimci enternasyonal dayanışma ve proletarya kardeşliği! Şanolsun 1917 Ekim Devrimine! Yaşasın devrim ve sosyalizm! Azad

45


Okurlarımızdan

Egemenlerin Bombalarını Sayarken…

E

ylül başında Afyon’daki askeri kışlada mühimmat deposunun patlaması sonucu 25 asker yaşamını yitirmişti. Cephanelik havaya uçtuğunda öyle bir sarsıntı olmuş ki Afyon’da 6 şiddetinde deprem etkisi yarattığı söyleniyor. Patlama, el bombası deposundaki sayım sırasında önce bir el bombasının infilak etmesiyle gerçekleşmiş. Patlamanın şiddetiyle ölen askerlerin parçaları, kışlanın 500 metre etrafına kadar dağılmış. İlk saatlerde cephaneliğin bulunduğu bölgede orman yangınları başlamış. Yaşanan bu olayın ardından başta o bölgede çocukları asker olan aileler olmak üzere tüm toplumun kafasında birçok soru işareti oluştu. Patlamanın hemen ardından olayın “terör saldırısı” veya “sabotaj” olmadığı, sadece bir “kaza” olduğuna yönelik açıklamalar yapıldı. Kaza! Bu kelime işçi ve emekçiler için hiç yabancı değil. Madenlerde, fabrikalarda iş cinayetleri yaşandığında da sık sık patronların ve hükümetin telefuz ettiği bir kelime. Zaten olaydan sonra hükümet sözcülerinden gelen açıklamalar, yaşamını yitiren 25 askerin hayatının egemenler tarafından ne denli “önemli” olduğunun kanıtıydı! Olay sonrası açıklama yapan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, ölenlerin “nasibini” aldığını şu sözlerle dile getirdi: “Her şey nasip işi. Şehitlik de, gazilik de, uzun yaşamak da, genç yaşta şehit olmak da nasip işidir.” İçişleri Bakanının pervasızca yaptığı açıklama aslında birçok şeyi ortaya koyuyor. Egemenlerin sözcüleri yaşamlarının baharında ölen işçi ve emekçi çocuklarını, kendi çıkarları doğrultusunda kullandıklarını açıkça dile getiriyorlar. Egemenlere göre her şey o kadar anlaşılır ve basit ki, ölen işçi ve emekçi çocuklarının hiçbir önemi yok. Bu düzende onların “nasibine” işte bu acılar düşmektedir! Peki, emperyalist savaşlar ve bombalar kimlerin işine yarar? Başta Türkiye olmak üzere, Ortadoğu’da körüklenmek istenen emperyalist çıkar savaşında birbirleriyle yarışan emperyalist ve kapitalist güçlerin savaş hazırlıkları tam gaz sürüyor. Dünya genelinde silah sanayiinin bacalarından çıkan kirli dumanlar, emekçi halkı zehirlemeye devam ediyor. Her geçen gün yeni bombalar ve kitle imha silahları üretiliyor. Kapitalistler bilimi ve teknolojiyi silah sanayii için seferber etmiş durumdalar. Kapitalist devletler her yıl bütçelerinin büyük bir kısmını silah harcamalarına ayırıyorlar. Örneğin Türkiye’de bütçe açıklamaları yapıldığında askeri harcamalara ayrılan paraların, eğitime ve sağlığa ayrılan bütçeden kat be kat fazla olduğu görülüyor. Egemenler askeri yatırımlarını genişleterek yeni bombalar ve füzeler aldıklarını açıklıyorlar. Ancak o bombalar patladığında ölenler asla onlar olmuyor. Savaşlar için üretilen bombaların yapımında, sayımında ve kullanımında ölenler emekçi çocuklarıdır. O nedenle TSK’nın Afyon ve diğer cephaneliklerindeki bombaların kimlerin üzerinde patlayacağı açıktır. O bombalar ya Kürtlerin üzerine yağdırılmak üzere kullanılacaktı ya da yine Türk egemenlerin çıkar-

46

ları doğrultusunda “Özgür Suriye Ordusuna” gidecekti. Yıllardır patlayan bombalardan “nasiplenen” Kürt halkı üzerinde yürütülen haksız savaşın iyice tırmandırıldığı ve AKP’nin Ortadoğu’daki emperyalist emelleri doğrultusunda Suriye’ye müdahale özlemiyle yanıp tutuştuğu şu günlerde, egemenlerin nefesleri kan kokmaktadır. Türk egemenleri Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesine dair hiçbir tutarlı adım atmadılar. Aksine bu sorunun masada çözülmesi konusunda siyaset yürüten demokratik kitle örgütlerine, siyasi partilere ve aydınlara her gün saldırmaktan geri durmuyorlar. Kürt bölgelerine gece gündüz yağmur gibi bomba yağdırarak bu savaşı daha da körükleyen TC devleti Suriye’de özgürlüklerini ellerine almaya çalışan Kürtlere de açıktan “askeri müdahalede bulunuruz” diyerek tehditler savuruyor. Egemenler tarafından sistematik olarak savaş çığırtkanlığı yapılıyor.

Vatan, millet, askerlik… Depolardan çıkartılan bombaların patladığı ve burjuvazinin savaş çığırtkanlığı yaptığı şu günlerde askerlik tartışmaları da gündemden düşmüyor. Burjuvazi “vatan, millet” edebiyatıyla işçi ve emekçi kitleler üzerinde milliyetçi, şoven bir hava yaratmaya çalışıyor. On binlerce yoksul genci zorunlu askerlik yasası ile silah altına alıyor. Burjuvazi devlet aygıtını kullanarak askere gitmeyi toplum içerisinde gelenek hale getirmiş durumda. Genç yaşta ölen çocuklarının üzüntüsüyle kavrulan yoksul aileler, evlatlarını “en büyük asker bizim asker” naralarıyla askere gönderiyorlar. Hangi anne 20 yaşında oğlunun ölmesini ister? Elbette hiçbiri. Ama oğullarının ölmesini asla istemeyen annelerin, babaların, diğer taraftan askerlik meselesini bir vazife olarak algılamasını bizzat burjuvazi istiyor. O nedenle daha küçük yaşlardan itibaren toplumda “her Türk asker doğar” zırvalarıyla “vatani görev” algısı yaratılmaya çalışılıyor. Egemenlerin “vatan” diye bahsettikleri bu topraklarda emekçiler oturdukları evlerin kirasını, elektrik, su gibi en doğal ihtiyaçlarını bile karşılamakta güçlük çekerken ve vergi adı altında soyulurken bir de onlardan “vatan savunusu” yapmaları isteniyor. Hatta askerde çocuklarını yitiren ailelerin “vatan sağ olsun” demeleri bekleniyor. Afyon’daki patlamada oğlunun ölüm haberini alan bir babanın dediği gibi: “Vatanınız batsın. Vatan sağ olmasın. Oğlum sağ olsun!” Evet, televizyon ve gazetelerde duymaya alışık olmadığımız tepkiler. Birçok aile askerde ölen evlatlarının ardından bu gibi gerçek tepkiler gösteriyor. Fakat patronların medyası bu ailelerin isyanını televizyonlarda göstermek yerine, “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sesleri yükselen ve o gözü yaşlı babanın istemeye istemeye de olsa “vatan sağolsun” dediği cenaze törenlerini gösteriyor. Böylelikle toplumun gözünde bu ölümleri meşrulaştırıp “olması gereken de budur” imajı yaratmaya çalışıyor. Başka bir asker ailesi


Okurlarımızdan soruyor: “Neden hiç zengin çocukları ölmüyor, hep gariban çocukları ölüyor” diye. Devlet onu da düşünmüş tabii. Parası olan çocuğunun ölmesini istemiyorsa “bedelli askerlik” yasasından faydalanabilir. Nasıl mı? 30 bin lira gibi bir para ödeyerek. Ancak işçi ve emekçilerin bu parayı ödemesi imkânsız. Zaten “bedelli askerlik” yasası emekçiler için değil, zenginler için çıkarılmıştır. Yani paran varsa ecelin ve “nasibin” kendi elinde. Türk devleti savaşı yücelterek, “her Türk asker doğar” safsatasıyla genç nesillerin beyinlerini bulandırıyor. Bu topraklarda yetişen her çocuğun kafasına militarist düşünceler kazınıyor. Hatta bireylerin yaşamlarının planlarını doğrudan devlet kendisi yapıyor. Önce o çocukların “milli eğitim” tedrisatından geçmesini, daha sonra askere gitmesini, peşinden devlet izniyle evlenmesini, kitlelere yaşamın kaçınılmaz aşamaları şeklinde empoze ediyor. Ancak Marksistlerin bu konudaki tutumu açık ve nettir. “Militarizm geleneğinin tarihsel olarak güçlü olduğu bu topraklarda, komünistler açısından militarizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadele-

K

Savaş ve Kâr

apitalizmde her şey para ve kâr üzerine kuruludur. Savaş da daha fazla kâr etmenin araçlarından biridir. Bize çocukluğumuzdan beri bellettikleri “bütün dünya bize düşman”, “düşmanlar gelip vatanımızı elimizden alacak”, “her şey vatan için” gibi şovenist söylemler aslında savaşa her zaman hazır bir kuşak yetiştirmek içindir. Tüm bu sözler patronlar ve onların hükümetlerinin yararınadır. Cephelerde ölenlerse işçi sınıfının çocuklarıdır. Son günlerde Suriye ile savaşın eşiğine gelen Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfına ait olan ASELSAN’ın (Askeri Elektronik Sanayii) hisseleri yaklaşık %8 prim yaptı. ASELSAN’ın bugünkü piyasa değeri 3,5 milyar liradır. Patronlar için daha fazla kâr demek olan ASELSAN, işçi emekçi kesim için ölüm ve zulüm olan savaş makineleri demektir. Bir günde tezkere çıkaran hükümet, sırf çeşitli yönlerden kâr kapıları aralansın diye savaş çıkması için can atıyor. Nasılsa askerde gidip ölecek olan onların çocukları değil. R. Tayyip Erdoğan bir de utanmadan çıkmış “gerekirse cepheye en önde ben giderim” diyerek kahramanlık pozları kesiyor. Kürt ve Türk halkının ya da Türk ve Arap halklarının arasında bir sorun yoktur. Sorun patronlar sınıfının daha fazla kâr etme arzusudur. Bir fabrikada çalışan binlerce işçi nasıl bir patronu zenginleştiriyorsa, savaşta ölecek olan işçi-emekçi sınıfın çocukları da topyekûn egemen sınıfı güçlendirir. O zaman haykıralım: Burjuvazi için dökecek kanımız yok! Savaşa hayır! İstanbul’dan bir Marksist Tutum okuru

nin vazgeçilmez ve önemli bir unsurudur. 20. yüzyılda SSCB, Çin, Vietnam, Kore, Kamboçya gibi Doğu toplumlarında sosyalizm adına koyu bir militarizm eşliğinde ortaya çıkan despotik-bürokratik diktatörlük garabetleri, komünistlerin bu konuda ne denli uyanık olmaları gerektiğini gösteriyor. Kemalizmden kopamayan, halka tepeden bakan ve farkında olmadan militarizme teslim olan bir sosyalist hareketin, demokratik bir sosyalizm geleneği yaratması da, demokratik bir işçi devleti yolunda işçi sınıfına öncülük etmesi de mümkün değildir.” (İlkay Meriç, Asker Olunacak, Ol!, MT, Ağustos 2010) İlkay Meriç’in ifade ettiği gibi, burjuva devlet genç kitlelere “asker olunacak, ol!” komutuyla asker olunmasını emrediyor. İşçi ve emekçi kitlerin aynı biçimde burjuvaziye cevap verebilmeleri için sıkı bir örgütlülüğe ihtiyaçları var. Genç işçi kuşakları ancak örgütlü mücadeleye atıldıklarında, egemenlerin çıkarları uğruna ölmek yerine, toplumsal kurtuluşa doğru yürüyebileceklerdir. Şahintepe Mahallesinden bir grup işçi

Pardon, Yanlış Hesap Yapılmış!

H

er geçen gün yaşamın daha da zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Doğanın yıkımından, insanların acısından, ölümünden bile kâr sağlamaya çalışıyor patronlar. Onların duygularının insani olmadığını gösteren bir olay daha ortaya çıktı. 19 Mayıs 2011’de Kütahya’nın Simav ilçesinde 5,9 büyüklüğünde bir deprem gerçekleşmişti. Depremin ardından, evleri ağır hasar görenler için TOKİ 6 ay gibi kısa bir sürede 928 konut yaptı. Depremzedeler, geçen yıl Kasım ayında, kurayla 20 yıl vadeli, fiyatı 67 bin ilâ 88 bin lira arasında değişen konutlara yerleştiler. Çeşitli eksiklere rağmen, evlerinde oturmaya devam eden depremzedelerden TOKİ, yanlış hesap yaptığını ileri sürerek konut başına 2 bin ilâ 12 bin lira arasında ek ödeme yapmalarını istedi. Yaşanan doğal afetle hayatları altüst olan, evlerini kaybeden insanlara parayla ev sattıkları yetmezmiş gibi bir yıl sonra çıkıp “hesaplarda yanlışlık olmuş” diyerek tekrar borç çıkarmak insanlığa sığar mı? İnsanlık dayanışmaktır, paylaşmaktır, acıya ortak olmaktır. Devletin insafı, vicdanı olsaydı yoksul depremzedelerin çaresizliklerinden faydalanmak yerine ihtiyaçlarını karşılarlardı. Patronların her başı sıkıştığında arkalarında duran devlet, söz konusu işçiler-emekçiler olunca aradan yıllar da geçse borç çıkarabiliyor. İşçinin-emekçinin her türlü hakkına saldıran devlet asla bizim devletimiz olamaz. Sefaköy’den bir işçi

47


Okurlarımızdan

Tezkereyi İmzalayanlar Buyurun Savaşa! B

ildiğiniz gibi Suriye’ye asker göndermek için TBMM’den tezkere geçti ve Türkiye her an Suriye’ye yönelik bir askeri müdahalede bulunabilir. Yani savaş geldi kapımıza dayandı. Bu savaş nedir? Kime ne kazandıracak? Savaşın tarafları kim? Kim kârlı, kim zararlı çıkacak? Bu soruların kafamızda sürekli bulunması gerekiyor. Savaş demek, ölüm demektir. Anaların bağrının yanması, çocukların öksüz, eşlerin dul kalması demektir. Acının yüzlerce evin kapısını çalması, ocağa ateş düşmesidir savaş. Genellikle bir sınıfın çıkarları uğruna, diğer sınıfın cephelerde canından olmasıdır savaş. Patronlar sınıfının emperyalist çıkarları uğruna, işçi sınıfının gencecik çocuklarının ölüp, öldürmesidir savaş. Ne ceylan derisi koltuklarında tezkereyi imzalayanlar, ne bir patron çocuğu savaş alanında canından olacak, ocağına ateş düşecek. Yine olan işçi, emekçilerin çocuklarına olacak. Hiçbir çıkarları olmadığı halde kirli bir savaşta canlarından olacaklar. ABD, Türkiye, Rusya, Çin, İran gibi emperyalist-kapitalist ülkeler, çıkarları için Suriye üzerinde kıran kırana bir savaşa girmiş durumdalar. Bir tarafta ABD, Türkiye gibi ülkeler, diğer tarafta Rusya, Çin, İran gibi ülkeler Suriye’de emperyalist emellerine ulaşmaya çalışıyorlar. Hem Ortadoğu’da güç sahibi olmak, hem de yeni yatırım ve pazar alanlarına sahip olmak istiyorlar. Tam da

bu yüzden Türkiye Özgür Suriye Ordusu’na kamplar açmış, onları silahlandırıp savaşı daha da kızıştırmıştır. Şimdi de Suriye’ye olası bir müdahalede gencecik bedenleri savaş alanlarında ölüme sürükleyecek tezkereler geçiriyorlar. Ama unuttukları bir şey var. İşçi sınıfının gücünü unutuyorlar. İşçi sınıfı bu kirli oyunu er ya da geç görecek ve bozacaktır. Suriye veya herhangi başka bir ülke ile girilen savaşta işçi ve emekçi halkın hiçbir çıkarı yoktur. Çıkarı olan patronlar sınıfı ve onların hizmetindeki AKP hükümetidir. Kendi emperyalist çıkarları uğruna işçi emekçi çocuklarını gencecik yaşlarında savaş alanlarına sürüp, pastadan en büyük payı kapmaya çalışıyorlar. Bu oyunlara gelmeyelim. Zalim Esad diktatörlüğünü istemiyoruz, ama AKP öncülüğünde Türkiye gibi ülkelerin emperyalist çıkarları uğruna bizi kandırmalarına da izin vermeyelim. Hem Suriye’yi Esad diktatörlüğünden kurtaracak, hem de emperyalist ülkelerin planlarını boşa çıkaracak yegâne güç işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Emperyalist çıkarları uğruna savaş çığırtkanlığı yapan AKP için dökecek kanımız yok. Deri koltuklarında oturarak savaş tezkeresi imzalamak kolaydır. Çok istiyorlarsa savaşa kendileri gitsinler. Hep birlikte savaşa karşı omuz omuza verip, “tezkereyi imzalayanlar, çok istiyorsanız siz buyurun savaşa!” diyelim. Tuzla’dan bir tekstil işçisi

Bu Bizim Savaşımız Değil S

uriye’deki iç savaş emperyalist güçleri ikiye bölmüş durumda. Kimisi Özgür Suriye Ordusu’nu desteklerken, kimisi Esad rejimini destekliyor. ABD ve AB ülkeleri Özgür Suriye Ordusu’nu, Rusya, Çin ve İran ise Esad rejimini destekliyor. Türkiye de bu savaşta tarafını seçmiş ve AKP hükümeti üstüne düşen görevi yerine getirmek için aralıksız çalışmakta. Çıkar savaşı sürerken bunun acısını halk çekmekte. Her gün ölen kadınlar, çocuklar, erkekler... Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerinden çekinen AKP, güney sınırında tampon bölge oluşturarak Kürtleri baskı altında tutmayı amaçlıyor. Hatay’daki mülteci kamplarında tuttukları mültecileri ileride Kürt bölgelerine yerleştirip oradaki Kürtlerin birbiriyle diyaloglarının kesilmesini amaçladıkları bile yazıldı. Çevremizdeki, işyerimizdeki insanlarla konuştuğumuzda kimisi bu savaşın oradaki yeraltı kaynakları için yapıldığını, bir kısmı ise mezhep farklılıklarından dolayı olduğunu söylemekte. Evet, son zamanlarda Erdoğan’ın çeşitli söylemleri Alevilerle ilgili ve Esad’ın da Şii olması üzerine. Ne var ki bundan çok kısa bir zaman önce Libya’da çıkan iç savaşta AKP yine sermayenin yanında saf tutmuştu. Bu da şunu göster-

48

mekte, AKP’nin ilgilendiği şey Suriye halkının ne olacağı değil. Yani AKP tercihini yine sermayeden yana kullanmış bulunmakta. Bunun için de her şeyi planları doğrultusunda kullanıyor. Akdeniz’de düşürülen uçağın durumu tam belli değilken, şimdilerde yolunu şaşıran mermiler ve bombalar Türkiye’yi ziyaret etmekten eksik kalmıyorlar. Bu tür gelişmeler halkın milliyetçi duygularını kabarmakta kullanılıyor. Burjuva medyası da tam gaz devam etmekte manipülasyonlarına, yalan yanlış haberleri vererek. Ama bu bizim savaşımız değil. Bu, sermaye sahiplerinin savaşı. Öyleyse onlar gitsinler savaşa. Herkes bunun farkında ama kimse konuşmuyor, herkes kulaklarını tıkayıp bir köşeden sessizce izlemekte. Peki, biz işçiler ne yapmalıyız? Nasıl bir yol izlemeliyiz? Bizim yapacağımız belli. Kendi basınımızda bu konulara daha ağırlık vererek halkı bilinçlendirmeliyiz. Meydanlara inip tek yürek olup haykırmalıyız ‘’BU BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL’’ diye. Ve Meclis’te bizi temsil ettiklerini söyleyenlere, “siz kime sordunuz da bizim adımıza tezkere çıkarıp bizi savaşa gönderiyorsunuz” diye tepkimizi sert bir şekilde koymalıyız. Zeytinburnu’ndan bir elektrik işçisi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.