Mt no 93

Page 1

Savaş bütçesine, vergi artışlarına, zamlara karşı birleşelim, mücadeleyi yükseltelim! • AKP’nin 10 yılı ve işçi sınıfı

Aralık 2012

• Açlık grevlerinin gösterdikleri • Suriye’de iç savaş tırmanırken

93

• Ulus-devletten emperyalistleşen ulus-devlete ve AKP /1 • 2013 bütçesi, emperyalist ataklar ve işçi sınıfı • MESS sözleşme süreci • ÇKP 18. Kongresi ve gösterdikleri


AKP’nin 10 Yılı ve İşçi Sınıfı Utku Kızılok

T

ürkiye işçi sınıfı, 12 Eylül 1980 faşist darbesinden beri pek çok mevzi kaybına uğradı. Sınıf hareketinin zayıflığının bir sonucu olarak yaşanan bu geri çekilme ve mevzi kaybı, kazanılmış hakların daha fazla gasp edilmesini ve örgütlülüğün her geçen gün erozyona uğramasını da beraberinde getirmiştir. Tam anlamıyla birbirini tetikleyen bir süreç ve yokuş aşağı gidiş söz konusudur. Elbette söz konusu geri çekilmenin kendi içinde evreleri vardır ve son 10 yıllık AKP iktidarı, neo-liberal kapitalist saldırılar bağlamında özel bir döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde neo-liberal saldırılar kesintisiz ve sistematik bir şekilde sürmüş, işçi sınıfının kazanılmış hakları çok yönlü girişimlerle budanmış ve çoğu ortadan kaldırılmış, sermaye birikiminde ciddi bir sıçrama yaşanmış ve fakat tüm bunları hayata geçiren AKP oylarını arttırarak iktidarda kalmaya devam etmiştir. Bu nasıl olabilmektedir? Hiç kuşku yok ki bunda pek çok etmen ve iç içe geçerek ilerleyen kendine has bir süreç belirleyici olmuştur. Fakat burjuva siyaset arenasındaki kutuplaşmanın işçi sınıfına dönük saldırıların ve gerçek çelişkilerin üzerini örtmesi temel etmenlerin başında gelmektedir. Emekçi kitlelerin ekseriyeti, haklı olarak statükocu-Kemalist bü-

rokrasiye tepki duyarken, işçi sınıfının bağımsız cephesi yaratılamadığı için asker-sivil bürokratik kesimler karşısında mağdur rolü oynayan AKP’yi desteklemiştir. Gerilim siyasetiyle emekçileri yanlış eksenlerde kutuplaştırma bugün de yeni biçimlerle devam ettirilmektedir. AKP, aslında ortada “mağdur” rolünü oynayabileceği bir nesnel zemin kalmadığı ve aksine kendisi baskıcı bir muktedir haline dönüştüğü halde, burjuvazinin iç kapışmasında birer sembol haline gelmiş bulunan meseleleri tekrar tekrar ısıtıp gündeme getirmekte ve bundan medet ummaktadır.

Neo-liberal saldırı programını ne örtüyor? 2002’de iktidara gelen AKP’nin ortaya koyduğu program; TÜSİAD’ta temsil edilen büyük sermayenin, önünün açılmasını bekleyen İslamcı sermaye kesimlerinin, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların programıyla örtüşüyordu. Mevcut burjuva partilerin iflas ederek burjuva siyaset arenasını tıkadıkları bir atmosferde, söz konusu kesimler, programlarını ancak yeni bir söylemle ortaya çıkan AKP’nin uygulayabileceğini düşündükleri için ona burjuva siyaset arenasında alan açmışlardır. Bu program, ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaç

1


marksist tutum

duyduğu neo-liberal saldırıların hayata geçirilmesini yani özelleştirmelerin hızla devam ettirilmesini, çalışma yaşamında burjuvazi lehine esnek bir düzenin oturtulmasını, bunun bir devamı olarak taşeronluk gibi güvencesiz ve geçici çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılmasını, sendikaların bir güç olmaktan çıkartılmasını ve işçilerin mücadelesinin önüne geçilmesini, emeklilik yaşının yükseltilmesini, sosyal güvenliğin kapsamının daraltılmasını, iş saatlerinin uzatılmasını, işgücü maliyetlerinin aşağıya çekilmesini ve çeşitli yollarla sermayeye kaynak aktarılmasını içeriyordu. Dönüp geriye baktığımızda, AKP’nin burjuvazi adına tüm bunları hayata geçirdiğini görürüz. Fakat AKP bu neo-liberal programı uygularken, beri taraftan da halkın gündelik hayatında yakıcı bir şekilde hissettiği basit gözüken ama kangrenleşmiş bazı sorunları çözdüğü için kitlelere “reformcu” olarak gözükmüştür. AKP, ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaç duyduğu neo-liberal saldırıları teker teker hayata geçirmiştir. Fakat AKP bu neo-liberal programı uygularken, beri taraftan da halkın gündelik hayatında yakıcı bir şekilde hissettiği basit gözüken ama kangrenleşmiş bazı sorunları çözdüğü için kitlelere “reformcu” olarak gözükmüştür. AKP, son derece elverişli bir ulusal ve uluslararası konjonktürün üzerine oturmuş ve aldığı destekle neo-liberal saldırıları uygulamaya girişmiştir. Bir kere AKP, burjuva siyaset arenasında tam anlamıyla bir çürüme ve çöküşün üzerine gelmiştir. Üstelik 28 Şubat darbesiyle Kemalist elitlerin gadrine uğramış ve mağdur edilmiş bir hareketin temsilci olarak ortaya çıkmıştır. Böylece, köyden kente akan ve modern ilişkiler ile geleneksel yaşam arasında bocalayan, kendisine benzer olanlar üzerinden siyasal tercihlerini yansıtmak isteyen geniş dindar kitlelerden büyük bir destek görmüştür. Bu durum, daha en baştan geniş kitlelerin AKP’ye ciddi bir kredi verdiği anlamına geliyordu. Kemalist asker-sivil bürokrasinin ve cumhuriyetçi olduğunu söyleyen kesimlerin AKP karşısında aldığı aşağılayıcı tutum da, emekçi yığınların AKP’ye olan desteğinin sürmesine neden olmuştur. Ekonominin büyümesi, henüz istim halindeki AB süreci ve bu bağlamdaki kısmi reformlar, kitlelerin bilincine “gelişme ve değişme” olarak yansımıştır. Özellikle inşaat sektörüne itilim verilmesiyle bayındırlık işlerine yatırım yapılması, kentlerin çehresinin değişmesi, emekçilerin türlü zahmete katlanarak da olsa alabileceği konutların inşa edilmesi ve neticede kitlelerin nazarında bir iyileşmenin ortaya çıkması AKP’ye olan desteğin sürmesini sağlamıştır. Bu tablo, Kemalist bürokrasinin vesayetçi dayatmaları sonucunda burjuva siyaset arenasında ortaya çıkan ve temel sınıfsal sorunları baskılayan çatışma/kutuplaşmayla birleşerek neo-liberal saldırıların üzerini örtmüştür. 2003’te sermayenin arzuları temelinde yeni bir İş Kanunu

2

Aralık 2012 • sayı: 93

çıkartıldı. Güvencesizlik, belirli süreli iş sözleşmesi, ana işveren/alt-işveren (taşeron) uygulaması getirildi ve çalışma hayatının esnekleşmesi yasallaştırıldı. Taşeronluğun yasal düzeyde önünün açılmasıyla birlikte işyerlerinde üretim onlarca parçaya bölündü ve ana şirkete bağlı olarak çalışan pek çok alt-işveren türedi. Taşeronluk sistemi kadrolu işçiliği tasfiye etmeye başladı. Böylece işçiler, güvencesiz ve çoğunlukla sigortasız olarak belirli bir süre çalışmaya, sözleşmeleri dolunca ise işten atılmaya mahkûm edildiler. Ana işverene bağlı olarak çalışan birden çok taşeronun varlığı, bu taşeronlarda çalışan işçilerin sayısının az olması, sendikal örgütlenmenin önüne fiili ve aslında dolaylı bir yasal engel olarak dikilmeye başladı. Bugün iş kazaları ve işçi ölümlerindeki artışın en önemli nedenlerinden biri taşeronluk sistemidir. Çalışma yaşamında bir karmaşa yaratan bu sistem denetlenmezken, bir an önce sermaye biriktirme derdinde olan taşeron patronlar, hiçbir iş güvenliği önlemi almamaktadırlar. Taşerona bağlı şirketlerde çalışan işçiler daha fazla iş kazası geçirmekte, ana işveren ise bu sistem sayesinde sorumluluğu üzerinden atmış olmaktadır. Esnek ve güvencesiz çalışma, özel sektörde olduğu kadar devlete ait işyerlerinde de hayata geçirilmiştir. Özelleştirilen işyerlerinin büyük çoğunluğunda sendikalar tasfiye edilmiştir. Özelleştirme kapsamına girmeyen işyerlerinde ise, kadrolu işçiliğin yerini 4-B/C tipi güvencesiz geçici süreli çalışma biçimleri almıştır. Bugün okullardan hastanelere, belediyelerden bakanlıklara değin kamu işyerlerinde hizmetler taşeron şirketler eliyle verilmekte ve okullarda görüldüğü üzere, binlerce öğretmen belirli süreli sözleşmeyle güvencesiz çalıştırılmaktadır. AKP hükümeti, sosyal güvenlik alanında da işçi sınıfına ağır bir darbe indirmiştir. 2008’de SSK dâhil olmak üzere tüm kamu hastanelerini tek bir çatı altında toplayan yasayla, emeklilik yaşı (kadınlarda 58’den, erkeklerde 60’tan) 65’e çıkartılmıştır. İş güvencesinin olmadığı ve dolayısıyla sigortalı olmanın süreklileşemediği bir çalışma düzeninde, emekliliğe hak kazanmak için prim gün sayısı 7 binden 9 bine yükseltilmiştir. İşçileri mezarda emekliliğe mahkûm eden bu yasayla sağlık sigortasının kapsam alanı daraltılmış, pek çok ilaç sistem dışında bırakılmış, bazı ameliyatlar kapsam dışı bırakılmış ve hastalardan katkı payı kesilmeye başlanmıştır. Böylece AKP hükümeti, sağlığın paralı hale getirilmesinin yolunu döşemiştir. Nitekim daha sonra katkı paylarına zam yapılmıştır. Özetle, işçi-emekçiler sağlık harcamalarına daha fazla para ayırmaya mecbur bırakılmışlardır. AKP hükümeti, kendisini zorlayacak bir işçi hareketiyle karşılaşmadan bu denli kapsamlı saldırıları hayata geçirmeyi başarmıştır. Bunda, SSK dönemiyle karşılaştırıldığında, sağlık hizmetine erişimde işçiler açısından belli iyileştirmelerin yapılması önemli rol oynamıştır. Kuşkusuz bunlar büyük reformlar değillerdi. Aslında onyıllardır çözülmesi gereken en basit sorunlarda bazı


sayı: 93 • Aralık 2012

adımlar atılması AKP eliyle “reform” olarak sunulmuştur. İstediği hastaneye gidemeyen, rahat bir şekilde hizmet alamayan, SSK hastanelerindeki kuyruklarda tam anlamıyla çile çeken ve ilaç kuyruklarında aşağılanan, dolayısıyla bu hastanelere gitmekten kaçınan emekçi kitleler, örgütsüzlüğün ve burjuva propagandanın da bir sonucu olarak AKP’nin sağlıktaki saldırı paketini yutturmak için araya sıkıştırdığı bu olumlu yönlere odaklanmışlardır. Hiç kuşku yok ki, bu düzenlemelerle birlikte emekçiler geçmişe nazaran sağlık hizmetlerine daha rahat kavuşuyor, hastanelerin sayısının da artmasıyla istediği hastaneye gidebiliyor ve muayene olabiliyor. Ancak AKP’nin ve burjuvazinin sağlık politikaları, emekçilerin nitelikli bir hizmet alması ve sağlığına kavuşması üzerine kurulmuş değildir. Getirilen performans uygulamasıyla daha fazla hasta “muayene” etmek, puan toplamak ve daha fazla prim almak isteyen doktorlar, hastalara olur olmaz her tetkiki yaptırıyor ve mütemadiyen ilaç yazıyorlar. Belki emekçiler, geçmişe nazaran istedikleri tetkiki yaptırıyor ve katkı paylarını ödeyerek istedikleri ilaçları alabiliyorlar, ne var ki sağlıklarına kavuşamıyorlar. Bu sistem asıl olarak burjuvazinin cebini doldurmaktadır. Zira ilaç ve tıp malzemeleri (medikal) üreten tekellere muazzam ölçüde kaynak akıtılmaktadır. AKP eliyle yürütülen saldırılara karşı durulamamış, sendikalar ve sosyalist hareket işçi kitlelerini harekete geçirememiştir. Bunda, burjuva siyaset sahnesindeki kapışmanın sendikaları ve sosyalist hareketi fazlasıyla etkilemesinin, muhalif sendikaların ve sosyalist hareketin ekseriyetinin Kemalist asker-sivil bürokrasinin argümanlarıyla AKP’ye yüklenmesinin önemli bir rolü vardır. Kapitalist sömürü ve sınıf çelişkileri üzerinden atlanarak tümüyle AKP karşıtlığına indirgenen bir muhalefet hattı izlenmiştir. Türkiye’nin emperyalist yükselişini sürdürmesi ve uluslararası siyasette daha fazla söz sahibi olması için AKP hükümeti, ekonominin her ne pahasına olursa olsun büyüdüğü ve sermayenin palazlandığı bir programı hayata geçirmektedir. İş kazaları savaş derecesinde bir insan yıkımına yol açmasına ve her ay ortalama 100’den fazla işçi ölmesine rağmen, hükümetin ve devletin iş güvenliği önlemlerinin alınması için gerekeni yapmamasının nedeni budur. Bizzat Başbakan Erdoğan, burjuvazinin ayağındaki tüm bağları çözeceklerini açıklamıştır. Ulusal İstihdam Stratejisi’yle kıdem tazminatının ortadan kaldırılması, kurulacak özel istihdam (kölelik) bürolarıyla çalışma yaşamının tümüyle esnekleştirilmesi/güvencesizleştirilmesi ve işgücü maliyetlerinin daha da aşağılara çekilmesi hedeflenmektedir. Ayrıca yeni sendikalar yasasıyla, tümüyle esnek ve güvencesiz çalışma düzeni patronlar açısından güvenceye alınmıştır. 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerinde –ki taşeron firmalar esas olarak 30’un altında işçi çalıştırmakta-

marksist tutum

lar– sendikalaşan ve işten atılan işçinin sendikal tazminat davası açmaktan men edilmesi, dolayısıyla sendikalaşmanın önünün kesilmesi, söz konusu yasanın ne anlama geldiğini gözler önüne sermektedir. Ne var ki tüm bu saldırılara karşı durulamamış, sendikalar ve sosyalist hareket işçi kitlelerini harekete geçirememiştir. Bunda, burjuva siyaset sahnesindeki kapışmanın sendikaları ve sosyalist hareketi fazlasıyla etkilemesinin, muhalif sendikaların ve sosyalist hareketin ekseriyetinin Kemalist asker-sivil bürokrasinin argümanlarıyla AKP’ye yüklenmesinin önemli bir rolü vardır. Kapitalist sömürü ve sınıf çelişkileri üzerinden atlanarak tümüyle AKP karşıtlığına indirgenen bir muhalefet hattı izlenmiştir. Meselâ sendikalar ve sosyalist hareket, emekçi kitlelerin iyileşme olarak gördükleri birtakım düzenlemeleri gözardı ederek, toptancı bir yaklaşımla AKP’nin her yaptığına karşı çıkmış ve bu da onların kitleler nezdindeki inandırıcılığını azaltmıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri de “tam gün yasası”dır. Hastaneleri, kendi özel muayenelerine hasta çekmek için kullanan doktorların tam gün çalışmasını zorunlu kılan yasanın içindeki olumsuz maddelere karşı çıkılacağına, burjuva siyasetindeki bölünmenin devamı olarak AKP’nin sıkıştırılması hedefe konmuş ve ne dediğini bilmeyen bir muhalefet yürütülmüştür. Hele solcu pozlar kesen doktorların ve bunların örgütlü olduğu oda temsilcilerinin televizyonlara çıkıp “tam gün yasası”na toptan karşı çıkması tümüyle AKP’nin ekmeğine yağ sürmüştür. Aslında alttan alta hoşnutsuzluk birikmesine rağmen emekçi kitleler, AKP’nin yarattığı illüzyonu aşamamaktadırlar.

Yapay kutuplaşma neyi örtüyor? Burjuva siyaset arenasındaki kutuplaşmanın belirleyici olduğu koşullarda, sınıf çelişkileri üzerinde yükselmeyen bir “politize” olma durumu söz konusudur ve AKP bunu istediği gibi kullanmaktadır. Neredeyse her mesele bu yapay kutuplaşma ekseninde değerlendirilmekte ve bu temelde taraf olunmaktadır. Örgütsüzlük nedeniyle işçiemekçi kitleler de, ne yazık ki dayatılan bu kutuplaşma ekseninde tutum alıyorlar. Tam da bundan ötürüdür ki, mağdurluk barutunu tüketen AKP ve Erdoğan, kutuplaştırma siyasetine tüm gücüyle asılmakta ve derinleştirmektedir. Şu hususu unutmayalım: İşçi-emekçi kitlelerin çalışma ve yaşama koşulları ağırlaşmıştır ve üstelik işgücü maliyetlerini daha da aşağıya çekmeyi ve çalışma rejimini alabildiğine güvencesiz ve esnek hale getirmeyi hedefleyen yeni saldırı paketleri sırasını beklemektedir. Küresel krizin etkileri Türkiye’de yeniden kendini hissettirmeye başlamıştır. Ortadoğu’da süren savaş ve bu kapsamda Türkiye’nin emperyalist emelleri çerçevesinde atacağı adımlar içerideki gerilimi daha da arttıracaktır. Tüm bunlar, şimdiden toplumun derinlerinde bir tepki mayalandırmaktadır. İşte AKP, mayalanmakta olan bu tepkiyi yu-

3


marksist tutum

muşatmak, çarpıtıp başka kanallara akıtmak ve gütmekte olduğu emperyalist siyaseti sürdürmek amacıyla emekçileri yapay gündemlerle ve milliyetçilikle oyalamaya girişmiştir. Bir taraftan otoriterleşen çizgisini kalınlaştırıp en küçük hak arama eylemine şiddetle saldıran ve toplumu korkutarak gözdağı veren AKP, öte taraftan da gerilim siyasetiyle kutuplaştırmayı derinleştirip kitleleri peşine takmayı hedeflemektedir. Aslında güdülen bu gerilim siyaseti ve kutuplaşma CHP’nin çıkarlarıyla da örtüşmektedir. Zira CHP bu sayede Kemalist kesimleri ve Sünni İslam dayatmasına tepki duyan Alevileri büyük ölçüde blok olarak arkasına takmayı garanti etmektedir. Burjuvazi ve onun temsilcileri, emekçilerin kendi sınıf çıkarları temelinde ve sınıf çelişkileri üzerinden değil, sivriltilen tâli çelişkiler ya da burjuva siyasetinin yapay gündemleri üzerinden taraf olmalarını istemektedirler. Bu bağlamda AKP; uzayan iş saatlerini, düşük ücretleri, savaş derecesinde yıkıma yol açan iş kazalarını ve işçi ölümlerini, esnek çalışmayı ve taşeronlaştırmayı, sendikasızlaştırmayı, kıdem tazminatını gasp planlarını gözlerden saklamaya, gerçek çelişkilerin yerine yapay gündemleri ve tâli çelişkileri geçirmeye çalışmaktadır. Devletin dümenine oturan ve artık darbe tehlikesi, mağduriyet gibi argümanları kullanamayan AKP, burjuva sağ/muhafazakâr siyasetin geleneksel söylemlerine sarılmakta ve bunlar üzerinden politika geliştirmektedir. AKP bunu yaparken, özellikle halkla özdeş olduğu, onun çıkarlarını koruduğu ve onun dalga boyundan konuştuğu görüntüsü vermeye çalışmaktadır. Kürtaja yasak getirilmek istenmesi, dinin toplumsal alanda daha fazla öne çıkartılması, boş bulunan her yere ve özellikle de seküler yaşamın kalbinin attığı kent merkezlerine devasa camiler yaptırılması ya da yaptırılacağının söylenmesi, televizyon dizilerinde içkinin ve öpüşme sahnelerinin bile yasaklanmasına yönelik müdahaleler, halkın geleneksel değerlerine sahip çıkıldığı vurgusu üzerinden yapılmaktadır. Son olarak Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerinden “ecdadımız” tartışması başlatan; Kanuni’nin at sırtından inmediğini ve fethi üstüne fetih gerçekleştirdiğini, harem ve aşk sahnelerinin mukaddes geleneklere küfür anlamına geldiğini söyleyen Erdoğan, savcıları da göreve çağırmıştır. Burada kabına sığmayan otoriter ve milliyetçi dil hemen dikkat çekmektedir. Sağ/muhafazakâr ve milliyetçi bilinçaltı, mutlak iktidar olduğuna inanmanın yarattığı körleşme ve mağrur söylemle kendini dışa vurmaktadır. Alabildiğine mağrur bir dil kullanan AKP ve Erdoğan, her konuda bağırıp çağırmakta, yükseltilen itiraz, eleştiri ve demokratik değerlerin hatırlatılması karşısında, tahammülsüz bir tavırla çılgına dönmektedir. AKP’ye göre kimse hakkını aramamalı, istememeli, sorgulamamalı ve iktidarın ihsanını beklemelidir. Elbette her ihsan karşılığında halk, sevinçten iktidarın karşısında eğilmeli, dalkavukluk etmeli ve şükür

4

Aralık 2012 • sayı: 93

etmesini de bilmelidir! AKP ve medyası yürüttüğü kampanyayla bir taraftan toplum üzerinde yapay kutuplaştırmayı derinleştirecek bir baskı kurarken, öte taraftan da geniş kitlelere lütuf dilenmeyi dayatmaktadır. Toplum çok yönlü baskı altına alınıp yapay temellerde kutuplaştırılırken ve böylece hakiki çelişkiler perdelenirken, bu uğurda milliyetçilik körleştirme sürecinin baş aktörü olarak öne çıkmaktadır. 2014’teki seçimlerde cumhurbaşkanı ya da başkan olmak isteyen ve geniş kitlelerin desteğine ihtiyaç duyan Erdoğan, gerilim siyasetiyle yapay kutuplaşmayı o zamana kadar taşımak istemekte, milliyetçiliği bu bağlamda sonuna kadar kullanmakta ve böylece MHP’nin tabanını da kendi arkasına çekmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla Kürt sorununda son derece otoriter ve milliyetçi bir çizgiye kayılmıştır. AKP ve Erdoğan, açlık grevleri sürecinde de görüldüğü üzere, Kürt hareketine karşı oldukça aşağılayıcı bir dil kullanmaktadır. AKP hükümeti, Kürt sorununun çözümü yönünde bir adım atmaktan ziyade sorunu sürece bırakma, kontrol edilebilir bir düzeye getirme ve aynı zamanda sorunun varlığından milliyetçiliğe oynayarak nemalanma peşindedir. Genel olarak bu siyasal çizgi AKP’nin güdük demokratlık barutunu tüketmiş olduğunu açıkça göstermektedir. Öte yandan AKP’li burjuvazinin hızlı palazlanışı, bu temelde çabuk çürüme/yozlaşma eğilimleri göstermesi ve İslamcı kesim içinde sınıf farklılıklarının gizlenemez hale gelmesi de onun toplumsal meşruiyetini aşındırmaktadır. Emekçilerin yaşamında gerçekleştirdiği bazı tek yanlı düzeltmelerin de gitgide sonuna gelinmesi ve artık saldırıların daha pervasızca yapılması bu tabloya eklenmektedir. Emekçi kitlelerin çoğunluğunun AKP’den henüz kesin bir kopuşu söz konusu değilse de, bir hoşnutsuzluğun mayalanmakta olduğu açıktır. Daha evvel Marksist Tutum sayfalarında da dikkat çekildiği üzere, bazı radikal sol Müslüman siyasi eğilimlerin uç vermesi esasında bunun dolaylı bir ifadesidir. Aslında tarihsel anlamda konuşacak olursak, AKP’nin misyonunu tamamladığı söylenebilir. Ancak tarihsel olanı somut ve güncel hale getirebilmek ve AKP’ye tarihsel ömründen daha fazlasını yaşaması için yeni fırsatlar vermemek için işçi sınıfı devrimcilerine büyük sorumluluk düşmektedir. Bu noktada önemli olan emekçi kitlelerde biriken hoşnutsuzluğu büyüterek açığa çıkartmak ve bunu doğru kanallara yönlendirebilmektir. İşçi sınıfı temelinde gerçek anlamda bir örgütlü çalışma hiç şüphesiz bunun zorunlu şartıdır. Ancak bu çalışmanın siyasi perspektifi de son derece önemlidir. Burada somut olarak önemli hususlardan birisi, işçi sınıfını kendi sınıf çıkarlarına ters düşen yanlış kutuplaşmalardan uzaklaştırıcı bir siyasi hat izlemektir. Bir başka ifadeyle söylersek, burjuva siyasetinin işçi sınıfına kurduğu bu kapanı kırmak öncelikli bir mücadele konusudur. AKP’nin oynadığı din kartının tuzaklarını elinin tersiyle bir kenara iten ve her fırsatta acımasız sınıf çelişkilerine çubuğu büken bir mücadele çizgisi zorunludur.


Açlık Grevlerinin Gösterdikleri Suphi Koray Öcalan’ın yaptığı çağrı üzerine Kürt siyasi tutsakların 12 Eylülde başlattıkları açlık grevi eylemi sona erdi. Açlık grevleri, Kürt sorununda hükümetin izlediği politikaların bir sonucuydu. AKP, demokratik bir çözüm konusunda adım atmaya niyetli olmadığı için binlerce insan bedenini ortaya koydu. Eylemler büyük bir yankı uyandırdı ve hükümeti köşeye sıkıştırdı. Kürt sorununun çözümünde Öcalan’ın kilit bir konumda olduğu da bir kez daha görülmüş oldu. Hükümetin Kürt sorunundaki oyalayıcı tutumu, içinden geçilen konjonktür düşünüldüğünde çok uzun süre işe yarama şansına sahip değildir. Açlık grevleri süreci bu gerçeği yeniden gözler önüne sermiştir.

Ö

calan’ın yaptığı çağrı üzerine Kürt siyasi tutsakların 12 Eylülde başlattıkları açlık grevi eylemi sona erdi. Eylemcilerin talepleri Öcalan üzerindeki tecridin son bulması, anadilde eğitim ve savunma hakkının tanınmasıydı. Haftalarca açlık grevlerini görmezden gelen, adeta üç maymunu oynayan burjuva medya ancak eylemin giderek büyümesi ve insanların ölüm sınırına yaklaşması üzerine konuya haber değeri verdi. Elbette taleplerin karşılanarak kimse ölmeden eylemin sonlandırılması için değil, Kürtlerin ve Kürt hareketinin aşağılanması için. AKP ve Erdoğan’ın “devlete şantaj olmaz”, “şimdi de ciğer kebabı yiyorlar”, “Öcalan ve BDP’liler niye açlık grevi yapmıyorlar” gibi çiğ söylemleriyle eylemlerin yaratacağı etki azaltılmaya çalışıldı. Ancak başarıya ulaşamadılar. Kuşkusuz düzen medyası, iplerini elinde tutanların istediği biçimde haberler yapıyordu. Medyanın konuyu görmezden gelmesi de, sonrasındaki çirkin değerlendirmeleri ve arsız söylemleri de hükümetin meseleye bakışının yansımasından başka bir şey değildi. Erdoğan, Almanya’da Merkel’le yaptığı görüşmeden sonra açlık grevlerine dair sorulan soru üzerine açlık grevi falan ol-

madığını, şov yaptıklarını söyledi. Üstelik aynı gün Adalet Bakanının 683 kişinin açlık grevi yaptığını söylemesine rağmen! Bununla da yetinmeyen Erdoğan bütün dünyanın gözleri önünde, daha açlık grevleri ortada yokken (üç ay önce) yaşanmış bir hadiseyi yeniymiş izlenimi yaratarak dillendirip BDP’lilerin kuzu yediklerini söyledi. Burada bir şov varsa bunu yapan Başbakanın kendisidir. Yüzlerce açlık grevi eylemcisini görmezden gelmesine, milyonlarca kişinin haklı bulduğu talepleri kabul etmemesine rağmen, 75 milyon adına konuştuğunu iddia eden Erdoğan en büyük şovu yapmıştır. Sonraki günlerde de Erdoğan’ın açlık grevlerine karşı tavrı değişmemiş, BDP’li vekillerin de açlık grevine başlamasından sonra pervasızca “Bunlar şantajdır, bunlar blöftür, bunlar şovdur. Ne yapıyorlarsa yapsınlar. Sağlıkla ilgili müdahaleyi yaparız, o kadar” demiştir. Erdoğan konuşmalarında öfkesini kusarken, hükümetin diğer önemli isimleri ise eylemlerin sona erdirilmesi için daha ılımlı bir üslup kullanmışlardır. Örneğin Arınç, açlık grevlerinin kritik aşamaya girmiş olduğu 5 Kasımda, Bakanlar Kurulu toplantısından sonra hükümet adına yaptığı açıklamalarda, eylemcilerin taleplerinin duyulduğunu, AKP’nin inkâr

5


marksist tutum

politikalarına son verdiğini, İmralı’da tecrit olmadığını, Öcalan’ın isterse avukatlarıyla da yakınlarıyla da görüşebileceğini, haftada 2 saatlik seçmeli Kürtçe dersi koyduklarını, anadilde savunma için de zaten gerekli değişiklikleri en kısa sürede yapacaklarını, bunu zaten AKP’nin kongresinde açıklamış olduklarını söylemiştir. Fakat yumuşak gibi duran bu söylemin ardında özetle, “sizin talepleriniz zaten karşılanmış durumda, daha ne istiyorsunuz” yaklaşımı bulunmaktadır. Açlık grevlerini “mantıksız” olarak değerlendiren Arınç, ideolojik talepler için açlık grevleri yapmaya gerek olmadığını da buyurmuştur. Aslında esas mantıksız olan şey bu açıklamalardır ve bunlar hükümetin oyalayıcı tutumunun açık ifadeleridir. Birincisi, taleplerle ilgili hiçbir somut adım atmadan veya en azından sözünü vermeden, üstelik de eylemin mantıksız ve gereksiz olduğunu da ekleyerek, “taleplerinizi duyduk, artık bırakın” demenin hiçbir mantıklı tarafı yoktur. Talepler somut, net ve basittir; bu talepler için Kürt halkının yıllardır mücadele ettiğini zaten herkes duymuştur. En temel demokratik hakları içeren talepler bugüne kadar karşılanmış olsaydı, böylesi bir açlık grevi eylemi de yapılmazdı. İkincisi, Öcalan’ın İmralı’da bulunan diğer 5 mahkûmla görüştüğünü, yakınlarından veya kendisinden talep geldiğinde görüşmenin mümkün olabileceğini teklemeden söyleyebilmek için ya Arınç gibi başarılı bir burjuva siyasetçisi olmak, ya da timsah gibi derisi kalın olmak gerekiyor. “Koster bozuk” parodisi bir yıldan fazla bir süreden beri devam ettiriliyor. Nitekim bu açıklamalardan sonra İmralı’ya gitmek için tekrar başvuran avukatların talebine devletin verdiği cevap yine “koster bozuk” oldu. Üçüncüsü, anadilde eğitim hakkını 2 saatlik seçmeli derse indirgeyen anlayış, Kürt sorununun çözümünden ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Anadilde eğitim hakkı yerine seçmeli dersle yetinilmesini istemek Kürt halkıyla dalga geçmek demektir. Başbakan Yardımcısı Arınç’ın ve Adalet Bakanı Ergin’in açlık grevleri konusunda Başbakandan farklı bir rolleri vardı. Suriye’deki iç savaş, Kürt Sorunu ve Ortadoğu’da yaşanan diğer gelişmeler, başkanlık tartışmaları ve yaklaşan seçimler, Türkiye’nin emperyal hevesleri, AKP’yi hem daha da saldırganlaştırmakta hem de daha ince hesaplar yapmaya itmektedir. Milliyetçi duyguları okşayarak oyunu koruyup arttırmak isteyen AKP, başta Erdoğan’da ve İ.Naim Şahin’de somutlanmak üzere milliyetçi-devletçi bir retorik tutturmuştur. Öte yandan Batı Kürdistan’da da Kürtlerin özerk yönetime sahip olması ihtimali Kürt sorununda Türkiye’yi köşeye sıkıştırmıştır. Açlık grevleri ve hükümetin eylemlere yaklaşımı, hükümetin Kürt sorunundaki sıkışmışlığını bir

6

Aralık 2012 • sayı: 93

kez daha ortaya koymuştur. Geçmişte “açılım” adı altında çözüm havasına giren AKP, bugün “çözüm” noktasından oldukça uzaklaşmıştır. “Açılım” sürecinde bazı Kürt kesimlerinin desteğini alan AKP, Kürtleri kendi yanına çekeceği zehabına kapıldı. Oysaki AKP, Kürtlere karşı geleneksel devlet tavrını sergiledikçe, Kürt hareketi güç kazanmış, AKP ise Kürt illerinde kan kaybetmiştir.

Destek eylemlerinde devlet terörü Kürt hareketine saldırılar Erdoğan’ın ve medyanın hakaretleriyle sınırlı kalmadı. Açlık grevleri yaygınlaşıp dışarıda da destek kazandıkça, hükümetin tavrı daha da sertleşti. Basın açıklamalarına dahi tahammül edilmedi. Parti binaları önünde veya meydanlarda yapılmak istenen eylemlere polis şiddetli bir biçimde saldırdı. Bazı yerlerde ise polisle birlikte devreye “bir grup vatandaş” girdi. Bursa’da AKP binasına siyah çelenk bırakmak isteyen BDP’lilere sopalı yüzlerce kişi saldırdı. Çıkan olaylarda 12 kişi tutuklandı, 20 kişi yaralandı, bir kişi ise başından vurularak öldürüldü. Olayların medyada yer alış biçimi ve medyanın dili Kürt halkının devlet nezdindeki yerini gösteriyor. Çıkan olaylar tarif edilirken kullanılan “vatandaşlar ile BDP’liler arasında” gibi ifadeler, saldıran faşist güruhun “vatandaş” kategorisine alındığı, BDP’lilerin ise vatandaş olarak bile görülmediği anlamına geliyor. Ölümlerin engellenmesi için başta Kürt illeri olma üzere birçok yerde çeşitli eylemler düzenlendi. 30 Ekimde BDP’nin çağrısıyla yapılan eylemlere katılım oldukça yüksek oldu. Kepenkler açılmadı, okullara gidilmedi, on binler sokaklara aktı. Özellikle Diyarbakır, Van ve Hakkâri’de hayat durdu neredeyse. Öyle ki burjuva medya dahi bunu görmezden gelemedi. Kentte adı konulmadan olağanüstü hal ilan edildi ve her türlü gösteri yasaklandı. Basın açıklaması yapmak isteyen gruplara polisin müdahalesi her zamanki gibi sert oldu. Bütün baskılara ve devlet terörüne rağmen ne içerde açlık grevi yapanların direnci kırıldı, ne de dışarıda yapılan destek eylemleri son buldu. Tersine devlet pervasızlaştıkça açlık grevleri yaygınlaştı. Hükümetin çözüme yanaşmayan tavrına karşı


sayı: 93 • Aralık 2012

marksist tutum

on bine yakın siyasi Kürt tutsağın yanı 2000 yılında Ecevit hükümeti, F tipi cezaevlerine geçişi durdurmak için sıra; dışarıda vekiller, belediye başkanları açlık grevi yapan siyasi tutsaklara vahşice saldırdı. 19 Aralıkta yapılan ve diğer BDP’liler de açlık grevine baş- katliamda 28 devrimci yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı. Devlet bu operasyona utanmadan “Hayata Dönüş” adını vermişti. ladılar. Eylemin boyutları Türkiye’nin sınırlarını aştı. Avustralya’dan Amerika’ya, İngiltere’den Rusya’ya birçok ülkeden destek mesajları geldi, dayanışma amaçlı eylemler yapıldı, bazı yerlerde açlık grevine başlandı. Kürtler, bulundukları her yerde eylemler düzenleyerek kimse ölmeden taleplerin karşılanmasını istediler. 17 Kasımda “içerideki on binlere dışarıdaki on binlerden destek” sloganıyla 48 saatlik açlık grevi yapılacağı ilan edildi. AKP hükümeti bir kez daha yasakçı zihniyetini sergizan’ın “yiyorlar” dediği devrimcilerin 12’si ölmüştü. Buledi ve yapılacak her türlü eylemi daha baştan yasakladı. gün Erdoğan devletin küstahlığında çığır açarak, açlık greDiyarbakır’da olağanüstü önlemler alındı, parti binaları, vine başlayan BDP’li vekiller için “zaten rejime ihtiyaçları kültür merkezleri ve eylem yapılabilecek alanlar abluka vardı” diyebilme cüretini gösterebilmiştir. altına alındı. Erdoğan’ın şahsında kuyruğu dik tutmaya 19 Aralık katliamından önce medyada örgütlerin uzçalışan AKP, ulusal ve uluslararası kamuoyundan gelen balaşmaya yanaşmadığı, eylemi sonlandırmak istemediklesıncın etkisiyle bir taraftan da eylemleri sonlandırmanın ri aşağılık bir biçimde yazılıp çiziliyordu. O gün “solcu” yollarını arıyordu. Aynı gün kardeşiyle görüşmesine izin Ecevit “Bu eylemleri hazırlayanlar ve kotaranlar devlete verilen Öcalan “açlık grevleri amacına ulaşmıştır” diyerek bazı dayatmalarda bulunmak istiyorlar. Bunu kabul etmek grevi bitirme çağrısı yaptı. Nihayetinde 68 gün süren açlık mümkün değil” diyordu, bugünse İslamcı Erdoğan “şantaj grevleri sona erdi. yapıyorlar” diyor. Ne de olsa devlette devamlılık esastır! Medya her zaman efendilerinin denetiminde olmuştur. Cüneyt Özdemir, 2000 yılındaki devlet baskısını ve sanDevletin “Hayata Dönüş” zihniyeti sürünü kendisi anlatıyor: “Ara sıra canlı yayında bağlandığım muhabirlerin ağzından dökülen sadece birkaç kelime Devletin ve medyanın dili birçok bakımdan daha önbile Ankara’da birilerini koltuklarından zıplatmaya yeticeki açlık grevlerini hatırlattı. Siyasetçileri ve medyası deyordu. Hızla telefonlar çalışıyor ve daha canlı yayın bitğişmiş olsa da zihniyet değişmemiştir. En basit bir olayda meden o sakıncalı sözcüklere ‘düzeltme’ geliyordu. Baskı dahi her tavrın, her sözün ardında sınıfsal duruş vardır. İsöylesine pervasızdı ki… Mesela cezaevinde hayata dönüşe lamcı da olsa, “solcu” da olsa ortak payda egemen olmaktır, burjuva düzenin temsilcisi ve savunucusu olmaktır. direnenlerin direnişine ‘direniş’ denilmesi yasaklanmıştı. Elbette yaptığımız yayınlar cezasız kalmadı. İlk fırsat2000 yılında F tipi cezaevlerine geçişi durdurmak için ta –ki bunun adı o dönem ekonomik krizdi– o kelimelesiyasi tutsaklar dönüşümlü açlık grevi ve ölüm orucuna ri kullanan tüm ekip arkadaşlarım işten atıldı.” (Radikal, başvurmuştu. Çünkü F tipi cezaevleri devrimci tutsakla26.10.2012). 2000’lerden bu yana köprünün altından çok rı tecrit etmek, hayattan kopartmak üzere tasarlanmıştı. sular aktı, ama medya eşyanın doğası gereği halen burDevrimci tutsakların başlattığı eylem dışarıda da bir dujuvazinin çıkarlarını savunmaktadır. Sansür ve baskı çok yarlılık yaratmış ve bazı aydınların öncülüğünde “solcu” daha sistematik hale gelmiştir, medya AKP tarafından Ecevit hükümetiyle görüşmeler başlamıştı. Ancak devlet zapturapt altına alınmıştır. kesin karar vermişti ve F tiplerine geçilecekti. Bunun için Sonuç olarak, açlık grevleri sona ermiş olsa da Kürt sohazırlanan plan doğrultusunda 19 Aralıkta büyük bir katrunu halen olduğu yerde durmaktadır. Açlık grevleri, Kürt liam yapıldı. 28 devrimcinin ölmesi ve yüzlercesinin yasorununda hükümetin izlediği politikaların bir sonucuyralanmasıyla sonuçlanan bu operasyona devlet utanmadan du. AKP, demokratik bir çözüm konusunda adım atma“Hayata Dönüş” adını vermişti. ya niyetli olmadığı için binlerce insan bedenini ortaya Devletin ve medyanın dilinde bugün de hiçbir değikoydu. Eylemler büyük bir yankı uyandırdı ve hükümeti şiklik yok. Daha önce de, tutsakların aslında açlık grevi köşeye sıkıştırdı. Kürt sorununun çözümünde Öcalan’ın yapmadıkları, gizli gizli yedikleri, örgüt baskısıyla hareket kilit bir konumda olduğu da bir kez daha görülmüş oldu. ettikleri, 19 Aralık katliamında kendilerini yaktıkları söyHükümetin Kürt sorunundaki oyalayıcı tutumu, içinden leniyordu burjuva medyada. 1996 yılında “Ölüm orucu geçilen konjonktür düşünüldüğünde çok uzun süre işe yayok, içeride yiyorlar” diyen dönemin Adalet Bakanı Şevrama şansına sahip değildir. Açlık grevleri süreci bu gerçeket Kazan’ın yaklaşımı ile “kuzu kebabı yiyorlar” diyen ği yeniden gözler önüne sermiştir. Erdoğan’ın yaklaşımı arasında özünde bir fark yoktur. Ka-

7


Suriye’de İç Savaş Tırmanırken İlkay Meriç

S

uriye’de isyancı güçlerin yeni bir yapılanmaya gittiği, Türkiye’nin Patriot füzeleriyle savaş hazırlıklarına hız verdiği, İsrail’in Filistin’e ve dolaylı olarak da İran’a karşı gövde gösterisinde bulunduğu, Irak ve Suriye Kürdistanı’nın da ateş hattına çekildiği Ortadoğu’da, yeni savaş cepheleri açılıyor. Son on sekiz ayda 40 bine yakın insanın öldüğü, 450 bine yakın insanın ülkeyi terk ederek komşu ülkelere sığındığı ve yıkımın had safhaya ulaştığı Suriye’de iç savaş tüm şiddetiyle devam ediyor. Emperyalist güçlerden aldıkları desteğe rağmen şu ana kadar Baas rejimini yıkmayı başaramayan isyancı güçler, Kasım ayı ortalarında Katar’ın başkenti Doha’da biraraya gelerek yeniden yapılanmaya gitttiler. Bilindiği gibi, özellikle son aylarda başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin Suriye’de Baas rejimine karşı yürütülen mücadeleye ilişkin çeşitli endişeleri söz konusuydu. Tüm çabalara rağmen Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) ve Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) Esad’ı devirecek güce erişememesi ve ÖSO içinde önemli bir ağırlığa sahip olan radikal İslamcıların kontrolden çıkmaya başlaması, ABD’yi frene basmaya ve yeni arayışlara yöneltmişti. Bu doğrultudaki girişimlere daha somut bir şekil vermek için ABD’de başkanlık seçimlerinin sona ermesi bekleniyordu ve nitekim seçimlerden bir hafta sonra beklenen adım atıldı. Doha’da toplanan mu-

8

halif gruplar, Suriye Muhalefet ve Devrim Güçleri Ulusal Koalisyonu adı altında yeniden yapılanma kararı aldılar. Daha geniş bir bileşimi kucaklaması nedeniyle içerde ve dışarıda meşruiyetinin artması, SUK gibi ayakları dışarda bir yapı olarak kalmaması ve Esad sonrasında geçiş dönemine önderlik etmesi umuduyla, emperyalist güçlerin yönlendiriciliği altında oluşturulan bu burjuva “Koalisyon”un karargâhı Kahire olarak açıklandı. Başına ise ılımlı görüşleriyle öne çıkarılan Sünni bir din adamı olan Şeyh Ahmed Muaz el-Hatib geçirildi. Bu oluşumun tepe kadroları, Esad iktidarıyla çatışma içinde olan burjuvalardan meydana geliyor. Örneğin Koalisyon’un başkan yardımcılarından biri, Amerika’nın adamı olarak bilinen ve Suriye’nin büyük kapitalistlerinden biri olan Riyad Seyf. Genel sekreteri ise sürgündeki Suriyeli kapitalistlerin oluşturdukları Suriye İş Forumu’nun başkanı Mustafa elSabbah. En önemli muhalefet güçlerinden biri olan Suriye Ulusal Konseyi’nin de aralarında olduğu çeşitli grupları biraraya getiren Koalisyon’un, 60 kişiden oluşan bir “liderlik konseyi” tarafından yönetilmesi kararlaştırıldı. SUK, bu yönetim kadrosunda 22 kişiyle temsil edilecek. Bu arada, Müslüman Kardeşler’in belirleyici bir ağırlığa sahip olduğu SUK’ta da bir yönetim değişikliğine gidilerek, köktenci İslamcıların yarattığı derin korku ve tedir-


sayı: 93 • Aralık 2012

ginliğin ortadan kaldırılması için bir imaj tazelenmesine girişildi. Başkanlığa da, bu korkuyu gidermek üzere incelikle düşünülüp karar verildiği anlaşılan, Hıristiyan ve eski bir komünist olan George Sabra getirildi. Suriye halkının geniş kesimi tarafından kabul görüp görmediğine dair hiçbir belirti olmamasına rağmen, daha ilk günden AB, Arap Birliği ülkeleri ve Türkiye tarafından “Suriye halkının tek meşru temsilcisi” olarak tanınan Koalisyon’un içinde yer almayan muhalefet grupları da var. Şu anda ÖSO içinde savaşan ve bazılarının El-Kaide ile bağlantılı olduğu söylenen 15’e yakın Selefi grup, Koalisyon’u “dış komplo projesi” olarak nitelendirerek katılmayı reddediyor ve İslam devleti kurma çağrısında bulunuyor. Yaklaşık bir yıl önce kurulan ve 13 sol eğilimli siyasi parti, 3 Kürt partisi ve bağımsız aktivistlerden oluşan Ulusal Koordinasyon Komitesi (UKK) de Koalisyon’a katılmıyor. Hasan Abdül Azim başkanlığındaki UKK, büyük ölçüde Suriye içine dayanıyor. Ne var ki Baas rejimine karşı izlediği uzlaşmacı çizgi, uzun bir süre boyunca halk ayaklanmasına destek vermemesi ve Esad’a iktidarı terk etme çağrısında bulunmaması, on yıllardır bu rejimden sıdkı sıyrılan halk kitlelerinde haklı bir güvensizlik yaratıyor ve rejime karşı mücadelede çekim merkezi olmasını engelliyor.

Burjuva güçler arasındaki iktidar savaşı İşçi ve emekçi kitlelerin bağımsız bir örgütlülükten yoksun durumda oldukları Suriye’de, iç savaş burjuva güçler önderliğinde ve onlar arasında bir iktidar savaşı olarak yürüyor. Bir yanda burjuva Baas rejiminin, diğer yanda ona muhalif olan burjuva güçlerin konumlandığı ve emperyalist güçlerin de aynı konumlanış içinde saf tuttuğu bu iç savaşta, emekçi halk kesimleri ya arada kalıyorlar ya da iki taraftan birinin yanında yer almaya mecbur oluyorlar. Yıllardır zorba bir diktatörlük olarak Suriye halklarının tepesine çöreklenen Baas rejiminin yıkılması gerektiği açıktır. Ne var ki bu bizzat iktidarı ellerine almak üzere harekete geçen emekçi kitleler tarafından gerçekleştirilmedikçe, yoksulluğun son bulduğu, eşit, özgür, adil ve demokratik bir toplum hayalinin hayat bulması mümkün değildir. Baas rejimine karşı mücadele eden burjuva güçlerin niyeti halkın bu haklı taleplerini karşılamak değil, kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir baskı rejimi kurmaktır. Burjuva muhalefet güçlerinin temsilcilerinden biri olan George Sabra, yıkıma uğrayan ülkenin ayağa kaldırılması için ilk etapta acilen 60 milyar dolara ihtiyaç olduğunu söylüyor ve “Suriye için Marshall Planı” olarak tanımlanabilecek bir yardım fonunun Arap ülkeleri ve “uluslararası toplum” tarafından geciktirilmeden oluşturulması çağrısında bulunuyor. Koalisyon başkanı Hatib

marksist tutum

Muaz el-Hatib önderliğindeki “Koalisyon”u ilk tanıyan ülkelerden biri de Türkiye oldu

ise emperyalist güçlerden ağır silahlar istiyor ve Batı’nın Libya’da kısa sürede harekete geçerken Suriye’de petrol olmaması nedeniyle burada elini yavaş tuttuğunu söyleyerek Batılı emperyalist güçlere sitemde bulunuyor. Oysa emperyalist güçlerin müdahale ettikleri Libya’nın durumu bugün apaçık ortadadır. Ülkeye akbabalar gibi üşüşen bu güçler, yerli işbirlikçileriyle birlikte petrol başta olmak üzere tüm zenginliği yağmalamak için ilk günden paylaşım masasına otururken, emekçilere düşen şey yoksulluğun ve baskının devamından başka bir şey olmamıştır. Benzer bir emperyalist saldırı Suriye’ye yapıldığında, ya da saldırıya gerek kalmaksızın muhalif burjuva güçler iktidarı aldığında, aynı şey Suriye’de de yaşanacaktır. Dolayısıyla daha önce de ifade ettiğimiz gibi, “Doğru tutum, hem gerici Baas rejimine hem de onun yerini alması muhtemel diğer gerici burjuva güçlere karşı bağımsız bir mücadele hattını savunmaktır. Baas rejiminden de emperyalistlerin ve diğer gerici bölge güçlerinin beslediği burjuva güçlerden de emekçi yığınlara hayır yoktur.” (Levent Toprak, Suriye’de Kanlı Açmazlar, MT, Eylül 2012) “Demokrasi” ve “özgürlük” söylemiyle Suriye halkının dostu oldukları yalanıyla gerçek niyetlerini maskelemeye çalışan emperyalist güçler açısından Suriye’de Baas rejiminin yıkılması çeşitli açılardan önem taşıyor. Her şeyden önce, Suriye, on yıllardır kapalı devletçi yapısıyla emperyalist sisteme tam entegre olamayan, üstelik tarihsel bağları nedeniyle Rusya’ya yakın duran bir konuma sahip. Bunun yanı sıra İran’la da yakın ilişkiler içinde ve işgal altındaki Golan Tepeleri ve Filistin sorunu nedeniyle İsrail’e düşman ülkeler arasında yer alıyor. Suriye’nin bu özellikleriyle mevcudiyetini koruması, ABD emperyalizminin ve müttefik güçlerin petrol ve doğalgaz kaynağı olması bakımından büyük bir önem taşıyan Ortadoğu’ya yönelik planlarına kökten karşıtlık oluşturuyor. Bu nedenle Baas rejimi, bir dönem çeşitli yaptırımlarla, ambargolarla ve tehditlerle, ardından ise Türkiye aracılığıyla daha

9


marksist tutum

yumuşak taktiklerle dize getirilmeye çalışıldı. Bu belli ölçülerde sonuç da verdi. Ne var ki, bölgedeki halk isyanları emperyalist planlarda köklü değişikliklere gidilmesine yol açtı ve Baas’ı gelişen halk muhalefetine dayanarak yıkıp kolay zafer elde etme umutlarını doğurdu. Libya’daki zafer sarhoşluğu da emperyalist ittifakı Suriye’yi kolay lokma olarak görme yanlışına sevk etti. Bu süreçte Esad rejimini devirmek için en gayretkeş çabaları sarfeden ülke ise Türkiye oldu. Tıpkı diğer güçler gibi Türkiye de emperyalist çıkarları uğruna hiçbir ilke ya da etik değer tanımadığını gösterdi. AKP hükümeti, Erdoğan’ın “kardeşim” dediği Esad’ı bir kalemde silerek askeri müdahalenin en ateşli savunucusu haline geldi. Ancak önceleri birkaç hafta ömür biçilen Baas’ın kolay lokma olmadığı kısa sürede anlaşılınca, bu süre çok geçmeden birkaç aya çıkarıldı ve ardından da kehanette bulunmaya son verildi. Tüm çabalara rağmen, Baas iktidarını devirebilecek güçte ve sonrasında geçiş dönemini güvenle yürütebilecek nitelikte bir muhalefet odağının yaratılamaması, büyük emperyalist güçleri zamanla daha temkinli davranmaya itti. Libya’dan farklı olarak Suriye’de Rusya’yla boğaz boğaza gelme durumunun söz konusu olması, emperyalist güçlerin askeri müdahale seçeneğini devreye sokmalarını zorlaştırdı. Muhalefeti ağır silahlarla donatmayı ve gerekirse askeri müdahaleyle desteklemeyi savunan AKP hükümeti de bu durum karşısında ister istemez vites küçültmek zorunda kaldı. Ne var ki ABD seçimlerinin ardından keskin savaşçı dil yeniden kuşanıldı. Özellikle Suriye Kürdistanı’ndaki (Batı Kürdistan) gelişmelerden fazlasıyla rahatsız olan Türkiye’nin tahammülsüzlüğünün giderek arttığı görülüyor. Erdoğan’ın BM’ye yönelik eleştiri dozunu arttırması da bu tahammülsüzlüğün bir işaretidir. AKP hükümeti izlediği politikayla Türkiye’yi savaşın doğrudan parçası haline getirmiş durumdadır. ÖSO’ya bağlı silahlı isyancılar Türkiye’den as-

Aralık 2012 • sayı: 93

keri ve lojistik destek görürken, bunların sınırı rahatça geçerek savaşmaları, yaralanma durumlarında tedavileri vb. sağlanmaktadır. Tam da bu yüzden savaş birkaç aydır Hatay ve Urfa başta olmak üzere Türkiye’nin güney sınırında yakıcı bir şekilde hissedilmektedir. Ceylanpınar gibi sınır bölgelerinde mermiler havada uçuşurken insanlar her an ölüm tehdidiyle yüz yüze bulunmaktadır. Şimdiden bazı sınır köylerinin boşaltılması da söz konusudur. Son haftalarda sınırın hemen karşı tarafında bulunan Resulayn (Serêkaniyê) kasabasında yaşanan çatışmalarda Türk devletinin oynağı rol artık gizlenemez hale gelmiştir. ÖSO ile PKK’ye yakınlığı bilinen Demokratik Birlik Partisine (PYD) bağlı milisler arasında çıkan çatışmalarda iki hafta içinde 80 kişi yaşamını yitirmiş, onlarcası yaralanmıştır. Ölenler arasında PYD’li Halk Meclisi Başkanı Abid Xelil de bulunuyor. PYD, ÖSO içinde yer alan ve El-Kaide’yle bağlantılı olan paramiliter güçlerin Türkiye’den geldiğini ve Türkiye’nin Kürt bölgesini istikrarsızlaştırmaya çalıştığını belirtiyor. Resulayn’daki çatışmaların ardından, Barzanici güçlerin hâkimiyetindeki Suriye Kürt Ulusal Konseyi ile PYD temsilcileri Irak Kürdistanı’nın (Güney Kürdistan) başkenti Erbil’de bir araya gelerek askeri güçlerini birleştirmek üzere bir anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Bu açıklama sonrasında, Peşmerge güçlerinin alınan karar doğrultusunda Suriye Kürdistanı’ndaki Qamişlo’ya gitmesi, Batı ve Güney Kürdistan’ın ortak bir savunma hattı oluşturması açısından önem taşıyor. Bu ortaklığın pratikte yaşam bulmasının TC’nin rahatsızlıklarını daha da arttıracağı ortadadır.

Irak’ta Kürtlerle merkezi yönetim arasında tırmanan gerginlik

Suriye Kürdistanı çatışma üssü haline getirilirken, Irak Kürdistanı’yla Maliki yönetimi arasındaki gerginlik de giderek tırmanıyor. “İstikrar” örneği olarak gösterilen bu bölge, son günlerde Irak merkezi yönetiminin Dicle Operasyon Gücü adı altında oluşturduğu askeri birlikleri kuzeye kaydırmasının ardından diken üstünde bulunuyor. Nisan ayında yapılacak seçimlerin, dolayısıyla Kerkük’ün statüsünün belirlenmesi sürecinin de yakınlaşmasıyla birlikte, petrol yatakları bakımından zengin olan bu Kürt kentini Kürtlere bırakmak istemeyen Maliki yönetimi harekete geçerek Kürtlere gözdağı vermeye girişti. Bunun üzerine Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Kerkük’e 30 kilometre yaklaşan Irak ordusunun kente girişine izin verilmeyeceğini ve yolun Peşmergeler tarafından tutulduğunu açıkladı. Barzani’nin kardeşinin komutasında, PYD’nin Suriye Kürdistanı’ndaki etkinliğinden rahatsız olan tank ve toplarla donanmış bir askeri birliğin Kerkük’e hareket etmesini takiben, merkezi TC, bu gücü kırmak için her yola başvuruyor

10


sayı: 93 • Aralık 2012

yönetimin geri adım atması, gerginliğin şimdilik çatışmaya dönüşmeksizin yatışmasıyla sonuçlansa da, sorun tüm sıcaklığıyla varlığını korumaya devam ediyor. Maliki yönetiminin, Kerkük gibi Kürdistan’a dahil olup olmayacağı tartışmalı olan bölgelerde nüfus sayımı ve referandum yapılmasını ve bu bölgelerin statüsünün buna göre kararlaştırılmasını öngören anayasa maddesinin gereğini yerine getirmeyi reddetmesi, meselenin düğüm noktasını oluşturuyor. Kendi aralarında ciddi anlaşmazlıklar yaşayan Şii ve Sünni Araplar ve Türkmenler bu sorunda Kürtlerin karşısına tek blok olarak çıkıyor. Durum buyken, bir yandan Maliki yönetimiyle arası açık olan, öte yandan üzerinde emelleri olduğu Kerkük’ü Kürtlere kaptırmamaya çalışan Türkiye’nin de, Kürt yönetimiyle merkezi yönetim arasındaki olası bir savaş halinde eli iyice zora girmiş bulunuyor. Şu anda Amerikan planlarıyla gayet uyumlu bir politik hat izleyen ve Irak Kürdistanı’yla ilişkileri tarihinin en iyi noktasında olan Türkiye’nin, Kerkük’ün tümüyle Kürdistan’a bağlanması söz konusu olduğunda aynı çizgiyi koruması mümkün görünmüyor. Yani izlediği çıkışsız Kürt politikası her alanda TC’nin ayağına dolanıyor.

Bir kez daha Patriotlar Suriye’ye yönelik emperyalist planların hızlandırıldığının bir diğer işaretini de ABD’nin Irak’a saldırdığı 1991 ve 2003 yıllarının ardından üçüncü kez Türkiye’ye yerleştirilen Patriot füzeleri oluşturuyor.* Daha önce geldikleri tarihlerin özellikleri dikkate alındığında, Patriotlar aslında Suriye’ye yönelik savaş hazırlıklarında kritik bir dönemece girildiğini gösteriyor. Söz konusu füzelerin Suriye sınırındaki bölgelere yerleştirilmesi, “uçuşa yasak bölge” ve “tampon bölge” kararının alınmasına giden yolun ilk adımı olarak görülüyor. Emperyalist cephede Suriye’ye insani yardım gücü adı altında askeri birliklerin gönderilmesi doğrultusunda çeşitli hazırlıklar olduğu da dikkate alındığında, savaş hazırlıklarının çok yönlü olarak hızlandırıldığı anlaşılıyor. Genelkurmay Başkanının yirmi yıl sonra ilk kez Suudi Arabistan’a gitmesi ve Türkiye’nin bu ülkeyle düzenli ortak

marksist tutum

askeri toplantılar başlatması da bu hazırlıklar kapsamında değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi Türkiye Suriye’ye yönelik emperyalist planların uygulamaya geçirilmesinde Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte başı çekiyor. Bu iki ülke İslamcı muhalif güçlerin maddi destek kaynağı durumundayken, Türkiye aynı güçler için askeri ve politik üs görevini görüyor. Burjuvazinin emperyal çıkarları uğruna Suriye’deki kanlı savaşı körükleyen AKP hükümeti, Türkiye’yi de savaş cehennemine atmak üzeredir. “Kimsenin toprağında gözümüz yok” diyen Erdoğan, hemen ardından “ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz” diyerek, aslında şecaat arz ederken sirkatin söylemektedir. Bu arada pek böbürlendiği bölgesel gücünün, ABD başta olmak üzere büyük emperyalist güçlerin çizdiği sınırlar dahilinde hüküm sürdüğü ortaya serildikçe de çileden çıkmaktadır. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını durdurmak ve ateşkes ilan edilmesini sağlamak üzere başlatılan uluslararası girişimde Erdoğan’ın rolünün ikincil düzeyde kalması ve tahtını Mısır’a kaptırması bunun son örneğidir. Görüşmelerin ateşkesle sonuçlanmasının ardından Clinton, Mısır Dışişleri Bakanıyla ortak açıklama yapmış ve orada “Mısır’ın bölgesel liderliği”ni üzerine basa basa vurgulamıştır. Bunun Erdoğan’a ve Türkiye’ye açık bir mesaj olduğu ortadadır. Bir yandan emperyalist Batı ittifakının asli bileşeni olan İsrail’e kafa tutar gözüküp bölge halkları nezdinde bunun primini toplarken, öte taraftan onun ağababalarının planlarında koçbaşlığına soyunan AKP’ye haddi çeşitli vesilelerle bildirilmektedir. Erdoğan, milliyetçi gururu okşayarak, at sırtındaki ecdattan dem vurup büyüklük pozları keserek, yoksul emekçileri aldatmaya, emperyalist ve militarist siyasetine ikna etmeye çalışmaktadır. Bu arada Filistin halkına sahip çıkar görünürken, tıpkı İsrail’in orada yaptığı gibi Kürt halkının başına bombalar yağdıran da aynı Erdoğan’ın hükümetidir. Emekçilere gelince “bütçeyi daha da sıkı tutmalıyız” diyerek kesintileri arttıran, vergileri ikiye katlayan, akaryakıta zam üstüne zam yağdıran, asgari ücreti sefalet ücreti olarak korumaya devam eden AKP hükümeti, sıra savaş harcamalarına gelince bonkörlükte sınır tanımamaktadır. Bu burjuva iktidarı durduracak tek güç, işçi sınıfının örgütlü gücüdür. “Sınıf kardeşlerimizin ve kardeş halkların kanını dökmek için ne tek bir kuruş, ne tek bir can” şiarıyla, emperyalist ve haksız savaşa, militarizme, milliyetçi saldırganlığa dur diyelim. Sınıfa karşı sınıf, savaşa karşı sınıf savaşı! _____________________ *

Kaç milyon dolar tutacağına dair tek kelâm edilmeyen Patriotların maliyeti, NATO’nun da açıkladığı üzere Türkiye tarafından karşılanacak. Üstelik bu füzeler, ihalesi Aralık ayında sonuçlanması beklenen 4 milyar dolarlık yeni bir füze savunma sisteminin (ihaleye ABD, Rusya, Fransa-İtalya ve Çin şirketleri katılıyor) öngününde getiriliyorlar.

11


Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu Üzerine Zehra Aras

TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu, dört ay süren çalışmasının sonucunda 1400 sayfalık bir rapor hazırladı. Rapor Türkiye’nin siyasi tarihini incelemeye girişiyor ve bürokratik vesayete odaklanıyor. “Derin devlet”, işkenceler, darbe ortamı hazırlamak için yürütülen özel harp operasyonları, MGK yapısı, devlet geleneğindeki çarpıklıklar gibi konuların ele alındığı raporda, komisyonun talep ettiği bilgi ve belgelerin, başta Genelkurmay ve MİT olmak üzere pek çok devlet kurumu tarafından komisyona gönderilmediği belirtiliyor. TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu, darbe ve muhtıra dönemlerini yaşamış siyasetçilere de çeşitli sorular yöneltti. Darbeci ya da muhtıra yayınlamış subayların ifadesini aldı. Yapılan mülakatlarda ibretlik yanıtlar da aldılar. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki, işkenceyle ilgili tüm soruları “Bilmiyorum, duymadım, görmedim” diye yanıtladı. BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder Küçüktiryaki’ye, Kenan Evren’in özel arşivinden çıkan “Beni buraya Amerika getirdi. En çok Alevi ve Kızılbaş soykırımı yapan benim” yazdığı mektubu sordu. Küçüktiryaki haberi olmadığını söyledi. Darbe döneminde aslan kesilen eski Emniyet Müdürü, ifade verirken üç maymuna dönüştü.

Tankların canı sıkılmış, topluca gezinmeye çıkmışlar! 28 Şubat darbesinin başını çeken generaller, komisyonda yöneltilen sorulara trajikomik yanıtlar verdiler. Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı komisyondaki ifadesinde iki lafı bir araya getirmeyi beceremiyordu: “TSK’ya dinsizlik iftiraları

12

atılmaya başlandı. Her kışlada cami olmasına rağmen her nedenle asker dinsiz çıktı ortaya. Aczimendilerin Ankara yürüyüşü çıktı ortaya. Çeşitli cemaatlerin laikliğe aykırı beyanatları var.” Karadayı’ya, 28 Şubat’ın arifesinde, yani 4 Şubat 1997’de, Ankara’nın Sincan ilçesinde yürütülen 20 tank ve 15 zırhlı araç da soruldu. Karadayı evlere şenlik bir yanıt verdi: “Ters zamanda ters iş, ters rastlantı. Şimdi orada Sincan olayları oluyor bir de, tanklar oradan geçiyor. Darbe söylentileri ortaya çıktı. Bu tankların yürüyüşünden benim haberim yoktu. Sayın Cumhurbaşkanı’na bunu söylemiştim. Sonra öğrendim ki tanklar oradan geçer ve Askeri Havaalanı var ya, oranın NATO’yla irtibatı olurmuş, zaman zaman oraya gider eğitim yaparlarmış. Tanklar o gün geç gitmiş. Çünkü tanklardan birisi arıza yapmış. Tanklar yürüdü ama bunun sebeplerini kimse bilmiyor.” Darbeden üç hafta önce ordu, 20 tank ve 15 zırhlı araçla Sincan’da gövde gösterisi yapmıştı. Genelkurmay Başkanı “tankların neden yürüdüğünü kimse bilmiyor” diyor. Dönemin muktedir generallerinden Çevik Bir’in ifadesi de Karadayı’nınkini aratmıyor. Çevik Bir ifadesinde, Batı Çalışma Grubu’nun varlığını da, fişlemeleri de reddetti: “Batı Çalışma Grubu diye bir grup yoktu. Yani ismi böyle yani Batı Çalışma Grubu diye bir grup. Şu anda dava meselesi, fazla konuşmak istemiyorum. Fişleme meselesini de ilk defa duyuyorum. Dava açıldıktan sonra duydum, şaşırdım kaldım.” 28 Şubat’ın post modern darbe olup olmadığı sorusunu Çevik Bir şöyle yanıtladı: “Post modern darbe ifadesini kullanan fevkalâde aptalca bir ifade kullanmıştır. Hani bâzı insanlar vardır, ileri çıkmak, önde görünmek şeyi... Bunu kim çıkarttı, nereden çıkarttılar hâlâ hayıflanırım ve üzülürüm.”


sayı: 93 • Aralık 2012

28 Şubat döneminde hükümette olan Tansu Çiller, Darbe Komisyonu üyelerini Yeniköy’deki yalısında ağırladı. 28 Şubat dönemini anlatan Çiller, darbenin Batı Çalışma Grubu tarafından kendisini ve partisini bitirmek üzere yapıldığını, Refah-Yol hükümetini bitirmeyi amaçladığını, DYP’li milletvekillerinin otel odalarında tehditle, şantajla, ikbal vaadiyle partisinden koparıldığını anlattı. Kesit değil süreç olarak gelişen darbenin 250 milyar TL’lik ekonomik bir maliyet yarattığını ve bu bedeli asıl olarak milletin ödediğini belirten Çiller, darbeyle ilgili kimseden şikâyetçi olmayacağını söyledi. Sırrı Süreyya Önder Tansu Çiller’e, “Bu gölgeyi Meclis’in üzerinden sileceğiz” demecinin hemen ardından Meclis’ten Kürt milletvekillerinin tekme tokat çıkarılmasını; Çiller’in “Kürt iş adamlarının listesi var” demecinin ardından BDP milletvekili Pervin Buldan’ın eşi Savaş Buldan’ın katledilmesini; Çiller’in Özgür Ülke gazetesine dönük etkin önlemler alınması yönündeki yazılı talimatının ardından gazetenin bombalanmasını; Çiller başbakanken boşaltılan 1500 Kürt köyünü; Sivas ve Gazi Mahallesi’ndeki katliamları sordu. Önder, Çiller’e “Doğan Güreş Paşa ile aranızda tak-şaklı bir ilişki vardı. Siz tak diye söylüyordunuz, o şak diye yapıyordu” diyerek Güreş’le aralarındaki ilişkiyi de sordu. Önder sorularına tatmin edici yanıtlar alamadığını, Çiller’in duygusallaşarak gözlerinin yaşardığını, “Benim böyle bir şey yapacağımı nasıl düşünebilirsiniz? Ben bir anayım” dediğini aktardı. Tansu Çiller başbakanlığı döneminde kontrgerilla cinayetlerine “devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizdendir” diyerek kol kanat geriyordu. Çiller’in “analık” güdüleri siyasetten çekildikten sonra kabarmış olabilir mi? Komisyon Demirel’le de 4 saat görüştü. Komisyon Başkanı Nimet Baş’ın aktardığına göre Demirel, demokrasiye her zaman sahip çıkma iradesinin çok güçlü olamayabileceğini, belli dönemlerde insanların korkabileceğini, bu korkunun da anlaşılması gerektiğini, dolayısıyla dönemlere göre bir değerlendirme yapmak gerektiğini ama bugünkü koşulların olmadığını, dolayısıyla demokrasiye sahip çıkmak konusunda bugünkü kadar güçlü olmadıklarını söylemiş. “Darbeler kötüdür” diyen Demirel, 28 Şubat darbesinde Cumhurbaşkanı olarak generallerin yanında yer almıştı. Ordu, Refah-Yol hükümetini devirmeye çalışırken Demirel, DYP’yi bölme çabalarına destek vermiş, koalisyonun devrilmesinin ardından hükümet kurma görevini Meclis’te en çok milletvekili olan DYP’nin başındaki Çiller’e değil ordunun buyruğu doğrultusunda ANAP’ın başındaki Mesut Yılmaz’a vermişti. Gazeteciler Özal’ın öldürülmesi konusunu sorduklarında Demirel, “Turgut Özal’ın başkaları tarafından öldürüldüğü iddialarının hiçbirisine katılmıyorum” demişti. Bu sözleri sarf etmesinden birkaç gün sonra Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü yönünde

marksist tutum

ciddi veriler ortaya çıktı. 28 Şubatçıların bolca parlattıkları Baykal ve darbenin baş aktörlerinden Cindoruk, Darbe Komisyonuyla görüşmeyi reddettiler. Komisyonun görüştüğü eski siyasetçiler arasında 28 Şubat’la ilgili en önemli şeyler söyleyen kişi ANAP döneminde Sağlık Bakanlığı yapan Bülent Akarcalı idi. Bülent Akarcalı, “post-modern” darbeyi kurgulayan askerlerin, İstanbul sermayesi tarafından kullanıldığını söyledi. Akarcalı, “Hapse atılan Çevik Bir, 1 suçlu ise onu kullananlar 10 suçludur. Onu o duruma getirenler, şu an boğazda balık yiyip viski içiyorlar. Elleri cepte hükümetle yan yana fotoğraf çektiriyorlar” dedi. Akarcalı, Çevik Bir’in sırtının birileri tarafından devamlı sıvazlandığını, Bir’in BM’deki görevi sırasında adeta ilâhlaştırıldığını, kendini Büyük İskender zannetmeye başladığını ileri sürdü. Akarcalı, “Burada son dakikada tetiği çeken genç mi suçlu, yoksa 10-20 sene ona tetiği çektirmek için beynini yıkayanlar mı? Çevik Bir’i o duruma getiren işadamları 28 Şubat’ın gerçek suçlularıdır” dedi. Akarcalı, “Esasında çok uzun zamandan beri İstanbul sermayesi tarafından Türkiye üzerinde tezgâhlanmış bir oyun vardı. İstanbul sermayesinin emrindeki basın, bürokratları ‘namuslu ve halkı seven bireyler’ olarak tanıtıyor; siyasileri ise ‘kötü adamlar’ olarak yansıtıyordu” tespitinde bulundu. 28 Şubat darbesinde generallerin yanı sıra yargı mensuplarının ve bürokratların da yer aldığını, İstanbul’da büyük holdinglerin yönetim kurullarında eski generallerin olduğunu, Maliye, Hazine ve Gümrük Müsteşarlarının holdinglere gelip danışman olduklarını belirtti. Baskı ortamının oluşturulmasında medyanın da önemli rol oynadığına değinen Akarcalı, Çevik Bir’in “kurtar bizi ağabey” denilerek öne sürüldüğünü anlattı. Komisyon darbe dönemi mağduru gazetecilerle de görüştü. Komisyonun görüştüğü Mehmet Altan Amerika’nın izni olmadan Türkiye’de darbe olamayacağını, NATO ordusunun NATO sistemi dışında harekete geçirilemeyeceğini, uluslararası sistemin izni olmadan bu işlere kalkışıldığında Talat Aydemir ve Balyoz örneklerinde olduğu gibi darbenin başarısız olacağını vurguladı. Komisyonda, darbe ve muhtıraların sorumluluğu askeri bürokrasi ve onların sivil destekçisi siyasetçiler, medya ve akademisyenlerle sınırlandırılıyor. İşçi sınıfı ve ezilenlere karşı kanlı tertiplere girişen, devlet aygıtını kitlelerin muhalefetine karşı silah olarak kullanan burjuvazi eleştiri dışı bırakılmış. Öte yandan burjuvazinin rakip bölüklerinin kendi iç hesaplaşmalarında işlerine geldiğinde ordu bürokrasisiyle ittifak yapmaları gerçeği de geri plana itiliyor. Böylelikle komisyon, sınıf mücadelelerini devre dışı bırakan bir darbemuhtıra karşıtı rapor ortaya koyuyor. Türkiye’de askeri bürokrasinin büyük sermayenin ve emperyalist güçlerin desteğini almadan giriştiği darbe tezgâhları tutmamış,

13


marksist tutum

Ayışığı, Sarıkız ve Balyoz gibi darbe planları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Burada altı çizilmesi gereken temel noktalardan biri, 12 Eylül’de de 28 Şubat’ta da kararları verenlerin, ABD (ve İsrail) egemenleriyle işbirliği halindeki hâkim sermaye kesimleri ile yüksek askeri bürokrasi olmasıdır. Bir durumda tehdit işçi sınıfı ve sol iken onlara vurulmuş, diğer durumda ise hedef İslamcı çevreler olmuştur.” (Levent Toprak, Darbe Soruşturmaları ve Devrimci Tutum, Marksist Tutum, sayı:86)

Komisyon raporunda öneri paketi Komisyon, darbelerin etkilerini geride bırakmak ve darbe ve muhtıra türü “kazaları” yeniden yaşamamak üzere 20 maddelik bir öneri paketi sunuyor: Çoğulculuğu, insan haklarını ve azınlık haklarını esas alan, halkın önünde tartışılarak yapılmış tam demokratik sivil bir anayasanın hazırlanması; darbe mağdurlarını, işkencecileri, siyasi cinayetleri, katliamları, provokasyonları, kontrgerilla faaliyetlerini araştırmak üzere “Gerçekleri Araştırma Komisyonu” kurulması; darbe ve muhtıraları mahkûm edecek, failleri kınayacak ve mağdurlardan özür dilemeyi sağlayacak bir hukuki çerçeve oluşturulması; MGK’nın sivillerin kontrolündeki bir tavsiye organına dönüştürülmesi; Genelkurmay’ın görev, yetki ve sorumluluk sınırlarının netleştirilmesi; Jandarma teşkilatının sivilleştirilmesi; ordunun denetlenebilmesi; askeri yargının yetkisinin disiplin suçlarını yargılamakla sınırlandırılması ve Askeri Yargıtay’ın kapatılması; fişleme, dinleme ve kayıt faaliyetlerine son verilerek fişlerin imha edilmesi; profesyonel orduya geçilmesi; AB adaylığının gerektirdiği reformların uygulanması; sıkıyönetim ve olağanüstü hallerin komutanlıklarca değil sivil bir modelce yürütülebilmesinin sağlanması; OYAK’ın vergi muafiyetlerine ve imtiyazlarına son verilmesi; devlet sırrı ve ticari sır kavramlarının muğlaklığının giderilmesi; darbe döneminden kalma Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanununun demokratikleştirilmesi; TSK İç Hizmet Kanunu’nun gözden geçirilmesi; darbe dönemlerinde malvarlıklarına el konulan STK’ların malvarlıklarının iade edilmesi; kamu kurumlarındaki, sokak, cadde ve spor salonlarındaki darbeci isimlerinin derhal kaldırılması; askeri okulların ve tüm eğitim kurumlarının müfredatlarının demokratik normlara uygun olarak yeniden düzenlenmesi ve YÖK’ün yeniden yapılandırılması… Öneri paketindeki bazı hususların somut bir sonucu olacağı şüpheli görünmesi bir yana paketin genel olarak büyük bir demokratikleşme hamlesi anlamına gelmediği de görülmektedir. Her şeyden önce burjuvazinin olağanüstü rejim seçeneklerini tamamen ortadan kaldırmayacağını asla unutmamak gerekiyor. Burjuvazi, sermaye düzeninin tehlikeye düşmesi durumunda

14

Aralık 2012 • sayı: 93

sarılabileceği olağanüstü rejim silahını her daim yedekte bulunduracaktır. Meclis Komisyonu’nun önerilerini hangi siyasi iradenin hayata geçireceği ise meçhuldür. Darbe ve muhtıralar askeri bürokrasinin haddini bilmezliğinden kaynaklanmıyor. 12 Mart ve 12 Eylül gibi darbeler doğrudan doğruya burjuvazinin siyasal tercihlerini yansıtıyordu. Diğer darbe ve muhtıraların da arka planında burjuva odakların güç ve iktidar çekişmeleri önemli rol oynuyordu. Generaller hiçbir darbe ya da muhtırayı burjuvazinin tamamını karşılarına alarak yapmadılar. İnsan Hakları ihlallerini, faili meçhul cinayetleri ya da darbeleri araştırmak üzere Türkiye’de ne zaman bir komisyon oluşturulsa, rapor yazanların demokrasi damarı kabarıveriyor. Demokratik reformlar öneren paketler oluştururken demokrasiyi savunmanın bağlayıcı bir yanı yok! Zaten bağlayıcı bir yanı olmadığı için bu tür raporları hazırlayanlardan hiçbiri demokratik taleplere itiraz etmiyor. Demokrasi mücadelesi kâğıt üzerinde kalacak metinlerle ilerlemediği için komisyonlarda yer alan AKP, CHP ya da MHP’li vekiller de demokrasiyi doyasıya savunmanın tadını çıkarıyor. Sivil demokratik bir anayasa oluşturmak AKP’nin hükümet programında yer alıyordu ve en önemli seçim vaadiydi. AKP sivil anayasa vaadini çıkmaz ayın son Çarşambasına erteledi. Gerçekleri Araştırma Komisyonu kurulması BDP ve Kürt siyasi liderler tarafından yıllardır önerilen demokratik bir talep. Komisyondaki AKP, CHP ve MHP vekilleri “gerçekler araştırılmasın” diyemiyor. Hayata geçirilmeyecek olduğu sürece öneriyi desteklemekte mahsur görmüyorlar. Darbe ve muhtıraların faillerini mahkûm etmek de benzer bir içeriğe sahip. 12 Eylül faşizminin cani generallerini mahkemeye çıkartmadan, yataklarında rahatlarını bozmadan yargılayanların darbelerle ne kadar hesaplaştığı ortadadır. Silahlı güçlerin sivil siyasetin denetimi altına alınmasının askeri vesayete bir darbe indireceği muhakkaktır. Ancak sivilleşme ile demokratikleşmenin aynı şeyler olmadığı son yıllarda somut bir biçimde açığa çıktı. Sivilleşme olmadan elbette demokratikleşme olmaz. Ancak sivilleşme demokrasi getiren sihirli bir değnek değil. Türkiye’de liberaller sivilleşmenin otomatikman demokratikleşme getireceğini yıllarca vaaz ettiler. Öyle ki, askeri vesayet alt edildiğinde ve siyaset sivilleştiğinde demokratik bir anayasa yazılacak, militarizm son bulacak, Kürt sorunu çözülecek, ülke güllük gülistanlık olacaktı! Oysa askeri bürokrasi siyasal olarak yenilgiye uğratılır uğratılmaz sivil burjuva siyasetçilerin demokrasi havariliği sona erdi. Yeni anayasa hazırlanması meselesinde ipe un serilmeye başlandı. Erdoğan, bölgesel emperyalist bir güç olma hevesiyle militarizm dozunu iyiden iyiye arttırdı. Kürt halkını ezmek için azgınca saldırıya geçen


sayı: 93 • Aralık 2012

sivil hükümet, artık askerlere vur emrini bizzat veriyor. Roboski katliamı generallerin değil, sivil hükümetin iradesinin hâkim olduğu bir dönemde gerçekleştirildi. Yargı bürokrasisinin vesayetini yok eden hükümet yargıyı bizzat yönetmeye girişti. Erdoğan, Öcalan’ın tecrit edilmesinden KCK tutuklamalarına kadar her konuda hukuku çiğneyen buyruklar yağdırıyor. Canını sıkan gazetecileri işten attırıyor, Kürt gazetecileri hapse attırıyor. 700 tutuklu açlık grevindeyken “açlık grevi yoktur” diyor. İdris Naim Şahin gibi birini İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturtan bir başbakanın, başkanlık hayali gerçekleşirse elinde toplayacağı güç ve yetkiyi nasıl kullanacağını tahmin etmek güç değil. Genelkurmay’ın yetkilerinin sınırlanması elbette önemlidir. Ancak sivil bir burjuva hükümetin başbakanının da darbeci generaller kadar zalim olabileceğini unutmamak gerekiyor. Aralık 2011’de Roboski’de çoluk çocuk 34 Kürt bombalanarak katledilirken, hükümetin var gücüyle bu katliamın arkasında durduğunu gördük. Burjuva devlet aygıtının fişlemelere son vermesini ve var olan fişleri yok etmesini istemek en masum ifadeyle hayalciliği yansıtıyor. Burjuva devlet aygıtı yıkılana dek fişlemeler ve dinlemeler gayri resmi yollarla sürdürülecektir. Meclis komisyonundaki vekiller, “demokrasi” damarları ne kadar kabarsa da devlet sırrından ve ticari sırlardan vazgeçemiyorlar. Sadece bu kavramların çerçevesini netleştirmeyi önerebiliyorlar. Marksistler en tutarlı demokrasi savunucusudur. İşçi sınıfının mücadele tarihi, devrimcileşen işçi sınıfının “kahrolsun devlet sırları”, “kahrolsun ticari sırlar” diye haykırabildiğini gösterir. Siyasi Partiler Kanununun ve Seçim Kanununun demokratikleşmesi gerektiğini hemen her burjuva siyasetçi dile getirebiliyor. Bu tür demokratikleşme laflarını dile getirmekte onlar açısından hiçbir sakınca yok. Ama iş seçim barajlarının kaldırılması gibi somut bir öneriye gelince burjuva siyasetçiler derhal yan çiziyor. Kürtlerden ve devrimci işçi sınıfından duyulan korku, Türk burjuvazisinin kabaran demokrasi damarını bir anda tıkayıveriyor. “Derin devlet”in burjuva devletin ayrılmaz bir parçası olduğu, burjuva düzenin bekası için gizli ordular oluşturmanın NATO konseptinde de yer aldığı Marksist Tutum sayfalarında defalarca açıklanmıştı. Ergenekon soruşturması boyunca liberaller, Türkiye’nin “derin devlet”i tümüyle tasfiye etmeye giriştiğini ileri sürüyorlardı. Biz, egemenler arası kapışmanın “derin devlet”i tasfiye etmeyeceğini, bu gizli örgütlenmelerin egemenler arasındaki kapışmaya bağlı olarak, oluşacak yeni güç dengelerine göre yeniden yapılandırılabileceğini, sivil burjuva güçlerin de bu örgütlerin kontrolü konusunda söz sahibi olabileceğini ama burjuva düzenin bu tür örgütlenmelerden asla vazgeçmeyeceğini

marksist tutum

vurgulamıştık. Meclis Darbe Komisyonu Türkiye’de 100 bin kişilik bir “derin devlet” ordusunun var olduğunu açıklayınca Ahmet Altan, uğradığı sükutu hayali gazetedeki köşesine taşıdı: “(…) başka korkunç bir gerçek de Meclis Darbe Komisyonu tarafından açıklandı. Özel Harp Dairesi’ne bağlı yüz binden fazla silahlı insan saklanıyormuş aramızda. Bildiğiniz Gladyo. Ergenekon’un silahlı parçası. Hükümet ağzını açmadı bu konuda. Başbakan sustu. Televizyon dizisi için mitinglerde bağıran adamdan söz ediyoruz, bu ‘gizli’ ve ürkütücü ordu için tek bir kelime etmiyor. Bu silahlı insanların kimler olduğunu hükümet biliyor mu? Bu adamların görevi ne? Bu adamlar kime bağlı? Bu silahlı adamları canı istediğinde harekete geçirme yetkisi orduda mı? Yoksa bu silahlıların denetimi Başbakan’a mı geçti? Gizli ordu kime bağlı? O gizli orduya emir verenler, onları hangi amaçlarla kullanmayı düşünüyor? Bir yandan Ergenekon davası devam ediyor ama bir yandan Ergenekon’un asıl silahlı parçası dışarıda dolaşıyor. Bu adamların neler yapmış oldukları soruşturulmuyor. Devlet içinde Ergenekon sürüyor mu? Başbakan, Ergenekon’un devam etmesini mi istiyor? Bunların cevaplarını biliyor muyuz? Bilecek miyiz? Herhalde bilmeyeceğiz.” Darbelerden ve darbecilerden hesap sorulması, tüm karanlık güçlerin ve kanlı tezgâhların açığa çıkarılması işçi sınıfının demokrasi için vereceği mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Demokrasi mücadelesi veremeyen bir işçi sınıfı kendisini iktidara hazırlayamaz. Burjuvazinin kendi iç hesaplaşmaları yüzünden gündeme getirdiği darbe soruşturmalarının genişletilmesi ve derinleştirilmesi, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda bindireceği basınçla mümkündür. “Derin devlet” örgütlerinin tamamen tasfiye edilmesi ise çok daha büyük ve köklü bir alt-üst oluşu gerektirmektedir. Burjuva devlet bir işçi devrimiyle yıkılmadığı sürece “derin devlet” yaşamaya ve burjuvazinin kirli işlerinde kullanılmaya devam edecektir.

15


2013 Bütçesi, Emperyalist Ataklar ve İşçi Sınıfı Ezgi Şanlı

Her yılsonu meclis gündemine gelen bütçe planlamaları, devletin toplumun hangi kesiminden ne kadar aldığını, hangi kesimine ne kadar pay ayırdığını, neye ne kadar harcama yaptığını, yani o devletin hangi sınıfın hizmetinde olduğunu, hangi sınıfı baskı altında tutmak için var olduğunu net bir biçimde gözler önüne serer. Devletin bütçe planlaması, aynı zamanda baskı altında tutmak istediği sınıfa yönelik saldırılarının dozunu da ortaya koyar. Türkiye’nin 2013 bütçesi, bu anlamıyla işçi sınıfına yönelik saldırıların dozunda ciddi bir artışa işaret etmektedir.

H

er yılsonu meclis gündemine gelen bütçe planlamaları, devletin toplumun hangi kesiminden ne kadar aldığını, hangi kesimine ne kadar pay ayırdığını, neye ne kadar harcama yaptığını, yani o devletin hangi sınıfın hizmetinde olduğunu, hangi sınıfı baskı altında tutmak için var olduğunu net bir biçimde gözler önüne serer. Devletin bütçe planlaması, aynı zamanda baskı altında tutmak istediği sınıfa yönelik saldırılarının dozunu da ortaya koyar. Türkiye’nin 2013 bütçesi, bu anlamıyla işçi sınıfına yönelik saldırıların dozunda ciddi bir artışa işaret etmektedir. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından açıklanan ve Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda kabul edilen 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı, Türkiye egemenlerinin temel yönelimine bir kez daha işaret etmektedir. Türkiyeli egemenler, bir yandan emperyalist bir iştahla kurtlar sofrasının baş aktörleri arasında yer alma, bölgesel güçten küresel güce sıçrama çabalarını yoğunlaştırırken, öte yandan bununla bağlantılı olarak işçi ve emekçi sınıflara saldırı yöntemlerinde sorunsuzca ileriye doğru bir sıçrama kaydetmek istiyorlar. Başbakan Erdoğan’ın 60. hükümetin eylem planını açıklarken “bizim tek petrol kuyumuz vergi” sözleriyle ortaya koyduğu gibi, Türkiye’de devlet gelirlerinin çok büyük bir kısmı vergilerden oluşmaktadır. 2013 yılı için öngörülen bütçe gelirleri 370 milyar lira iken, bunun 318 milyar lirasının vergilerden karşılanacağı belirtiliyor. Bu rakamın çok büyük bir kısmı işçilerden, emekçilerden alınan dolaylı ve dolaysız vergilerle elde edilmektedir.

16

Sermayenin üzerindeki yük ise bir yandan vergi indirimleriyle öte yandan teşviklerle azaltılmaktadır. Yani devletin finansmanı, temel olarak işçi ve emekçi kesimlerin sırtına yıkılmaktadır. Ancak sıra bu kesimlerin bütçeden alacağı paya gelince işler tersine dönmektedir. Devlet bu kesimlerden kepçeyle aldığını kaşıkla bile vermemekte, ne var ne yoksa sermayeye akıtmaktadır.

“2013’te durumumuz iyi!” Maliye Bakanı Mehmet Şimşek yaptığı açıklamada 2013 yılı bütçesi ile ilgili olarak şöyle diyor: “Türkiye’nin bütçesi sağlam temeller üzerine kurulu hem de imkânlarımızı milletimizin hizmetine harcamaya devam edeceğiz, 2013’te durumumuz iyi yani.” Şimşek hiç şüphesiz “durumumuz iyi” derken temsilcisi olduğu sermaye sınıfını kastetmektedir. Avrupa başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde, ekonomik kriz ve burjuva hükümetlerin izlediği kemer sıkma programları siyasal krizlere neden olur ve bu nedenle hükümetler devrilirken, Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfının anlamlı bir itirazı ile henüz karşılaşmamış olması, onlar açısından “iyi”den de ötedir. Maliye Bakanı bu nedenle aslında tam bir yıkım ve savaş bütçesi olan 2013 bütçesi hakkında arka arkaya pembe yalanlar sıralayabilmektedir. Şimşek, bu seneki bütçenin halkın bütçesi olduğunu söylüyor. En fazla artışı Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığının bütçelerinde gerçekleştirdiklerini anlatıyor. Ama bu payların neye, nasıl harcanacağı konusunda tek


sayı: 93 • Aralık 2012

kelime etmiyor. Önümüzdeki yıllarda kayıt dışı işçi çalıştırmayı ortadan kaldırarak devlet gelirlerini arttıracaklarını, böylelikle millete daha çok hizmet edeceklerini iddia ediyor. Bu “hizmetin” kime, nasıl verileceğini açıklamıyor. “2013 yılında çalışanları, emeklileri, asgari ücretlileri enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyen Bakan, bu kesimlere yapılan komik zamlardan, sefalet ücretinden, yağmur gibi yağan zamlardan hiç bahsetmiyor. “Fakirimizi de unutmadık” diyen bakanın “fakiri” için ayırdığı miktar ise gerçekten göz yaşartıcı! Bakan sosyal hizmetler ve yardımlar için bütçeden ayrılan payın 17,2 milyar lira olduğunu övünerek açıklıyor. Ancak silahlanmaya ayrılan payın bu miktarın kaç katı olduğuna değinmiyor. Bakanın iddiaları, bu bütçenin yükünü asıl olarak sırtlayan yoksul işçiler ve emekçiler için hiçbir anlam ifade etmiyor. Hangi bakanlığa ne kadar pay ayrıldığı tek başına bir anlam taşımaz. Çok fazla pay ayrıldığı iddia edilen Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesindeki artış, yüz binlerce eğitim emekçisinin yaşam koşullarını iyileştirmeye ya da milyonlarca emekçi çocuğunun aldığı eğitimin kalitesini yükseltmeye değil, bu alandaki özel sektör yatırımlarına teşvik olarak akıtılmaktadır. Sağlık bütçesi için de aynı şey söz konusudur. Bu bütçenin önemli bir kısmı, doğrudan ya da dolaylı olarak özel sağlık sektörüne akıtılmaktadır. Bu bakanlıkların bütçesinin artması herkese ücretsiz, kaliteli eğitim ve sağlık hizmeti verildiği anlamına gelmemektedir. Öte yandan işverenlerin kayıt dışı işçi çalıştırmasını “engellemek” için bulunan “formül” patronun ödemesi gereken sigorta primlerini yine işçi ücretlerinden kesilen fonlarla karşılamak oluyor. İşçi ücretlerinden kesilen paralarla oluşturulan İşsizlik Fonu, patronlar tarafından yağmalanıyor. Bunun adı “devlet gelirlerini arttırmak ve milleti refaha kavuşturmak” oluyor. Sosyal harcamalara ayrılan payın nispeten artmış olmasıyla övünmek ise pişkinliğin en uç noktasıdır. Ücretsiz ve kaliteli eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma herkesin hakkı iken, milyonları yoksulluk ve sefalete iten kapitalistlerin ve onların temsilcisi olan hükümetin dönüp sosyal harcamaları arttırmakla övünmesi emekçilerle alay etmektir. Toplumun çok geniş kesimlerinin soyulmasıyla elde edilen devlet gelirleri sermayeye akıtılırken,

marksist tutum

sefaletin üstü “sosyal yardım” makyajı ile kapatılamaz. Bütçenin sermayenin ihtiyaçlarına uygun biçimde planlandığı, işlerine gelmeyen bir uygulama ile karşılaştıklarında kıyameti koparan patron örgütlerinin, bütçe görüşmeleri esnasında sessizliklerini korumasından bellidir. TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON, TİSK gibi patron örgütleri, bütçeyi oluşturma işini gönül rahatlığıyla Meclisteki “çalışkan” temsilcilerinin ellerine bırakmıştır. Ballı teşvik paketleri, bütçe kaynakları, yağmalanan fonlar, kıyak yasal düzenlemeler derken, onlar için işler gerçek manasıyla tıkırında gitmektedir.

2013 bütçesi ve emperyalist iştah 2013 bütçesinde öne çıkan temel eğilim, dünyanın en büyük ekonomileri arasında daha üst basamaklara tırmanmaya çalışan Türkiye’nin, yayılan emperyalist paylaşım savaşında etkin aktörlerden biri olma arzusudur. Bu nedenle, önüne koyduğu hedeflere ilerlerken karşısına çıkacak tüm engelleri temizlemek ve daha güçlü, daha saldırgan bir politika izlemek isteğindedir. İçeride işçi sınıfına, Kürt halkına ve tüm muhalif kesimlere yönelik artan baskılar, dışarıda keskinleşen savaşçı söylemler ve sertleşen diplomatik ataklar bu istekten kaynaklanmaktadır. Başbakan Erdoğan yaptığı bir açıklamada, uzun uzun dindar bir nesil yetiştirme arzusundan söz etmişti. Erdoğan’ın hesaplarına göre dindar, muhafazakâr ve kapitalist sömürünün tüm sonuçlarını kader olarak algılayan bir nesil, çalışacak, üretecek ve boyun eğecektir. Oysa kendisine biçilen kaderi değiştirmek için harekete geçen, mücadele eden bir nesil, egemenlerin planlarına taş koyabilir, durumu tersine çevirebilir. Bu nedenle 2013 yılı bütçesinde de Erdoğan’ın ve sermayenin dindar nesil arzusu için bolca kaynak aktarılmıştır. Bilindiği gibi, AKP iktidarı döneminde Diyanet İşleri’nin bütçesi düzenli olarak artmış ve pek çok bakanlığı geride bırakmıştır. Geçen seneki %22’lik artışa rağmen bu sene de aynı oranda bir artış gerçekleşmiş ve Diyanet bütçesi 4,6 milyar liraya çıkmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu bütçe ile 90 bin camide 130 bin imam çalıştıracak, daha dindar ve Sünni Müslüman bir nesil yetiştirmek ve diğer bütün inançları baskı altında tutmak için çaba harcayacaktır. Mücadeleci bir işçi neslinin yanı sıra Türk egemenlerin heveslerini kursaklarında bırakabilecek bir diğer engel de on yıllardır çözülemeyen Kürt sorunudur. Bu nedenle hükümet, Kürt halkının haklı taleplerine 2013’te de coplarla, envai türden gaz-

17


marksist tutum

larla, kurşunlarla, bombalarla, insansız hava uçaklarıyla, teknolojik silahlarla karşılık vereceğini ilan etmiştir. Başta Kürt halkı için kullanılmak üzere ordunun ve polisin silah gücü iyice arttırılmıştır. 20 milyar lirayı aşkın bütçesiyle Milli Savunma Bakanlığı, %12’lik artışla tıpkı geçen sene olduğu gibi bütçesi en fazla arttırılan bakanlıklardan biri oldu. Ancak bu artışla yetinmeyen hükümet, savunma için 69,4 milyar liralık özel ödenek ayırdı. Bu ödeneğin nasıl ve ne için kullanılacağı ise gizli kalacak. Bunun yanı sıra “savunma” ve “güvenlikle” ilgili tüm devlet organlarının (Milli Savunma Bakanlığı, MİT, Emniyet, Jandarma, Sahil Güvenlik Komutanlığı, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu) bütçesi yüksek artışlar görmüş ve 45 milyar lirayı aşmıştır. Bu rakamlarda görüleceği üzere savaşa, baskıya, silaha ayrılan pay 2013’te de bol keseden arttırılmıştır. Ortadoğu’da yayılan savaşın aktif bir tarafı olmak üzere hazırlıklarını hızlandıran Türkiye, bu savaşa uygun bir donanıma sahip olmak için bütçesinin önemli bir kısmını silahlanmaya ayırmaktadır. Amerika, İsrail, Almanya gibi ülkelerle yapılan silah anlaşmalarının yanı sıra ülke içinde de silah üretimi için yatırımlar hızlandırılmaktadır. Belli başlı metal ve otomotiv fabrikaları, Türkiye’nin sınır içinde ve ötesinde yürüttüğü savaşta kullanılmak üzere, silah üretimi için kolları sıvamış bulunmaktadır. Türkiye’nin yoğun silahlanma çabası ve Özgür Suriye Ordusu’na desteği, savaşın aktif bir tarafı olduğu ve önümüzdeki süreçte daha da aktifleşeceği anlamına gelmektedir. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda “savunma ve güvenliğe” ayrılan pay bütçenin kara deliği olmaya devam edecektir.

Aralık 2012 • sayı: 93

personel alınmayacak, yatırım yapılmayacak. Engelliler için yapılması gereken düzenlemeler yapılmayacak. Sağlık, eğitim ve ulaşım daha pahalı hale gelecek. “Kentsel Dönüşüm” adı altında yoksul halkın yaşam alanlarına el konulacak. Kentlerin altyapısı aslen kâr ve rant esasına göre şekillendirilecek. Hükümet, kamuda çalışan işçilere zam yapmak söz konusu olduğunda “dengeleri korumak adına” komik rakamlar önermiş ve tüm tepkilere rağmen bu rakamlarda anlamlı artışlar gerçekleştirmemişti. Azalan istihdam yüzünden iş yükleri artan kamu emekçileri %4 zamla yetinmek zorunda kalmışlardı. Şimdi sırada asgari ücretin belirlenmesi var. En büyük toplu sözleşme olarak bilinen asgari ücret görüşmeleri başlıyor. Devlet burada da “dengeleri korumaya” çalışıyor. Arttırdığı vergiler ve bombardıman halinde yağdırdığı zamlarla yoksul emekçileri yine inim inim inletiyor. Elektrikten suya, doğalgazdan ev kiralarına, gıdadan giyime, sağlıktan eğitime, ulaşımdan iletişime tüm temel ihtiyaçlar giderek pahalanıyor. Meselâ birkaç ay içinde doğalgaza %30 oranında zam geldi. Elektriğe keza öyle. Ama asgari ücrete yapılan zamlar 6 ayda %3’ü geçmiyor ve bunun adı “denge” oluyor.

2013’te işçiye, emekçiye, kamu hizmetlerine pay yok!

Tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin ve emperyalist savaşın yıkıcı gücü büyümekte ve sermayenin saldırıları o oranda artmaktadır. İşçi sınıfı, ancak örgütlü bir güç olduğunda sermaye düzeninin karşısına dikilebilir. İşçi sınıfının tarihsel görevlerini yerine getirmek üzere ileri atılabilmesi için, sınıf içinde doğru hedefleri mücadeleyle yayacak devrimcilere çok iş düşmektedir.

Türkiye, Avrupa ve OECD ülkeleri arasında, işçiler üzerindeki vergi yükü sıralamasında başlarda yer almaktadır. Oysa işçi sınıfı, milli gelirden en az pay alan kesimdir. En büyük kısmı emekçilerden alınan doğrudan ve dolaylı vergilerden oluşan bütçeden, sermayenin ihtiyaçları ve savaş için ayrılan pay giderek artarken, işçi ve emekçilere ayrılan pay ise giderek azalmaktadır. Yoksul işçi-emekçi halk bu gerçeği iliklerine kadar hissetmektedir. 2013’te devletin toplam vergi gelirinin %14 oranında artması hedefleniyor. Buna göre KDV’den sağlanan gelirlerde %18 ve ÖTV’den sağlanan gelirlerde %17 oranında artış olacak. Büyük şirketleri de kapsayan Kurumlar Vergisine ise tek kuruş zam yapılmayacak. Oysa çok büyük bir kısmı işçi ve emekçilerin ücretlerinden toplanan Gelir Vergisi toplamı, bu yıl 57 milyardan 63 milyar liraya çıkaracak. Eğitim, sağlık, sosyal yardım gibi harcamalar için ayrılan kısmın toplam bütçeye oranı, 1990 yılından bu yana %20’den %16’ya geriledi. Kamu hizmetleri, yeni bütçede de son derece sınırlandırılıyor. Devlet misafirhanelerine, kreşlere, çocuk, evsiz ve yaşlı bakımevlerine, okullara

2013 yılında işçilerin, yoksulların ve emek örgütlerinin talepleri yine yok sayılıyor. 2013 bütçesi de önceki bütçeler gibi sermaye devletinin bütçesidir. Sermaye devleti yıkılmadıkça bu devletin bütçesi temelde egemen sınıfın çıkarlarının ağır bastığı bir bütçe olacaktır. Ancak bu böyledir diye bütçe konusunda işçilerin elini kolunu bağlayıp devlet yıkılana kadar oturması söz konusu olamaz. Bütçeler işçi sınıfının kendi yarattığı değerden daha fazla pay alabilmesi, genel olarak yaşama ve çalışma koşullarını düzeltebilmesi, mücadele koşullarını daha elverişli hale getirebilmesi için bir mücadele alanıdır. Bu bağlamda işçi sınıfının çıkarlarını öne süren talepleri işçi sınıfının gündemine sokmak önem taşımaktadır. Tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin ve emperyalist savaşın yıkıcı gücü büyümekte ve sermayenin saldırıları o oranda artmaktadır. İşçi sınıfı, ancak örgütlü bir güç olduğunda sermaye düzeninin karşısına dikilebilir. İşçi sınıfının tarihsel görevlerini yerine getirmek üzere ileri atılabilmesi için, sınıf içinde doğru hedefleri mücadeleyle yayacak devrimcilere çok iş düşmektedir.

18


MESS Sözleşme Süreci ve İşbirlikçi Türk Metal Hakan Sönmez

Y

üz binlerce metal işçisini ilgilendiren 2012-2014 MESS grup toplu sözleşme sürecinin başlamasıyla birlikte, yıllardır işçilere ihanet eden Türk Metal’e tepkiler de yükselmeye başladı. Türk Metal’in TİS taslağını açıklamasıyla birlikte, Bursa Organize Sanayi Bölgesindeki Oyak-Renault fabrikasında 16.00-24.00 vardiyasında çalışan işçiler iş durdurdular. Bu gelişme üzerine Türk Metal çetesi olabilecek bir işgal eylemine karşı 24.00-08.00 vardiyasını iptal ederken, eteği tutuşan Renault müdürleri de binlerce işçiyi tek tek arayarak gelmemelerini söylediler. Renault işçilerinin eylemine destek olmaya gelen Birleşik Metal üyesi Bosch işçilerine, Türk Metal çetesi saldırdı ve üç işçi yaralandı. Renault, eyleme katılan 34 işçiyi işten çıkarırken, Türk Metal çıkartılan işçilere hiçbir şekilde sahip çıkmadı. Türk Metal’in sözleşme taslağına Arçelik işçileri de büyük tepki gösterdiler. Arçelik Eskişehir’de bulunan fabrikada işçiler yürüyüş yaparak Türk Metal’i protesto ettiler. Arçelik işçileri Temmuz ayında da maaş farkları, kayar vardiya düzenine geçilmesi ve iyileştirme zammı konularında işverene ve Türk Metal sendikasına yönelik tepkilerini yemek boykotu yaparak göstermişti. Uzun süredir komik zamlar alan, iş koşulları ağırlaşan metal işçileri, biriken öfkelerini TİS sürecinde ortaya koymuş oldular. Özellikle Renault, Erdemir, Tofaş, Mercedez-Benz, Siemens, Ford, Alarko, Borusan ve Arçelik’in aralarında olduğu büyük fabrikalarda örgütlü olan Türk Metal, yıllardır metal işçilerinin sırtında kambur olmuştur. 120 bin işçinin örgütlü olduğu metal sektöründe 70 bin işçi Türk Metal üyesidir. Birleşik

Metal’e geçen binlerce Bosch işçisinin ardından, 6 bin işçinin çalıştığı ve ekonominin can damarlarından olan otomotiv sektöründen işçilerin tepkilerinin büyümesi ve diğer fabrikalara da sıçraması hem sermayeye hem de emrinde bulunan Türk Metal çetesine vurulacak önemli bir darbe olacaktır. Çünkü metal sektörü ekonominin ve sermayenin can damarı olduğu gibi işçi sınıfının vurucu gücünün en kuvvetli olduğu sektördür. 1980 askeri faşist darbesinden sonra MESS üyesi patronlar Türk Metal aracılığıyla işçilere istedikleri koşulları dayatmış ve geçen sürede iyice palazlanmışlardır. Bugün Renault araba üretiminde rekorlar kırmakta, kârına kâr katmaktadır. Bu bağlamda gelişen süreçte işçilerin sermayeye ve Türk Metal çetesine karşı biriktirdiği öfke doğru yönlendirilmeli ve hedefe ulaştırılmalıdır.

MESS grup toplu sözleşme süreci TİS sürecinde Türk Metal’in açıkladığı satış taslağı, uzun süredir zam alamamaktan, ağır iş koşullarından, Türk Metal çetesinin her sözleşmedeki ihanetinden bunalan işçiler için bardağı taşıran son damla olmuştur. Esasında işçiler hem koşullardan hem de Türk Metal’den fazlasıyla rahatsız olduklarını, gösterdikleri tepkiyle ortaya koymuşlardır. Bütün bu tepkilere rağmen Türk Metal hazırladığı taslağı öve öve bitiremiyor. Türk Metal’in tepki çeken taslağında şöyle deniyor: “31 Ağustos 2012 tarihinde saat ücretleri 5,50 ve üstünde olan üyelerimizin saat

19


Aralık 2012 • sayı: 93

marksist tutum

ücretlerine de yüzde 18 zam istiyoruz. Böylelikle genel ortalamada ücretlere aylık net 229 TL bir artış istiyoruz. İkinci altı ayda enflasyon, üçüncü altı ayda ise enflasyon artı 2 puan, son 6 ayda ise enflasyon oranında saat ücretlerine zam yapılacak… Sosyal yardımlarda birinci yıl yüzde 24, ikinci yıl ise enflasyon artı 2 puan artış istiyoruz. Çocuk parası olarak her çocuk için grubuna göre 15 TL ve 17 TL. Ölüm yardımı olarak da normal ölümde 2 aylık ücret, iş kazası ile ölümde 3 aylık ücret istiyoruz. Öğretim yardımını; ilk, orta, lise ve yüksek olmak üzere 4 kademede istiyoruz… Ayakkabı yardımını ise, sivil ayakkabı olarak talep edeceğiz.” Birleşik Metal-İş’in hazırladığı sözleşmede toplam zam oranı yüzde 19’a denk gelmekte ve Türk Metal taslağına kıyasla arada bir puanlık fark görünmektedir. Ne var ki istenilen zam oranı aynıymış gibi görünse de Birleşik Metal’in hazırladığı taslakta haftada 5 gün, günde 7,5 saatten 37,5 saat çalışılması, Cumartesi ve Pazar günlerinin hafta tatili olması ve ödemelerin 45 saat üzerinden yapılması, yıllık izin sürelerinin arttırılması, ara dinlenmelerin çalışma süresinden sayılması, tüm mazeret izinlerinin süresinin uzatılması, vergi dilim artışlarını işverenin üstlenmesi ve sözleşmede kıdem tazminatına ilişkin İş Yasasına yönelik yapılan atıfların kaldırılması gibi Türk Metal’in taleplerini fazlasıyla aşan, yeterli olmasa da yine de işçilerin sahiplenecekleri talepler yer almaktadır. Türk Metal’in tasarısında çalışma saatlerine, yıllık izinlere, esnek çalışmaya, ağır iş koşullarına yönelik hiçbir madde yoktur. Talep edilen yüzde 18 zammın arkasında durmayacağı ve yine ihanet edeceği de işçiler tarafından bilinmektedir. Zaten işçiler taslakta açıklanan zammın alınmış olsa bile yetmeyeceğini, iğneden ipliğe her şeye yüzde 50 zam yapılırken maaşlarına enflasyon oranında zam yapılmasının kabul edilemez olduğunu ifade etmektedirler. MESS üyesi patronlar uzun ve yoğun tempolu çalışma saatlerini bizzat Türk Metal aracılığıyla işçilere dayatmaktadırlar. Düşük zamlara ve yorucu iş koşullarına itiraz eden her işçi kendini kapı önünde bulmaktadır. Bütün bunların üzerine her sözleşme döneminde işçiler Türk Metal tarafından satılmaktadır. Dolayısıyla işçiler Türk Metal’in işbirlikçi, hain tutumundan büyük rahatsızlık duymaktadırlar. Nitekim tepkilerin patlak verdiği Arçelik ve Renault fabrikalarının işçileri duydukları rahatsızlıkları şöyle dile getiriyorlar: “Fabrikada gerçekten ağır çalışma koşulları var. Bundan 13 yıl önceki çalışma koşulları ile bugünkü arasında dünyalar kadar fark var. 13 yıl önce işçi fazlaydı ve yapılan iş daha azdı. Daha rahat çalışıyorduk. Şimdi abartısız söylüyorum 4 kişinin işini 1 kişi yapıyor. Yapamayınca da savunma yazdırıyorlar. Psikolojik baskı yapıyorlar. Dışarıda işsizler var, yapmak zorundasın deniliyor.” İşçi eşlerinden biri şunları söylüyor: “Sürekli mesailer yapılıyor. Eşim 12, 16, 18 saat çalışıyor. Çalışma koşulları ağır. Eşimin gitgide sağlık sorunları da patlak veriyordu. Fenalaşıyor, kol ve kas ağrıları yaşıyordu. Hemen

20

hemen bütün işçilerde benzer sorunlar olduğunu da duyduk. İşte bu çalışma koşullarından gelen büyük bir öfke var, bu öfke patladı.” Büyüyen Türkiye ekonomisinde sanayinin, bilhassa metal sektörünün payı büyüktür. Sermaye sınıfı kriz ortamında bile işçi sınıfının örgütsüzlüğünü fırsat bilerek ucuz emek sömürüsüyle yüzde 7,9 oranında büyümüştür. Ancak krizin derinleşmesi önümüzdeki dönemde Türkiye’de etkisini fazlasıyla hissettirecektir. Zaten gelecek yıl büyüme oranı yüzde 3 olarak hedeflenmiştir. Ekonomideki bu daralma sermayenin işçi sınıfına yönelik yeni saldırılar yapacağı anlamına gelmektedir. Bu saldırılar karşısında Türk Metal çetesi fabrikalardan sökülüp atılmadıkça işçi sınıfının mücadelesi zaafa uğrayacaktır. Dolayısıyla bugün tabanda oluşan tepki iyi örgütlenmeli, Türk Metal çetesinin yaptığı ihanetler işçilere iyice teşhir edilmelidir. Burada Birleşik Metal’e büyük sorumluluklar düşmektedir.

İşbirlikçi Türk Metal Bugün Türk Metal’in sanayinin can damarı olan büyük fabrikalarda örgütlü olması sınıf mücadelesi açısından acı verici bir gerçektir. 1963 yılında Türkiye Metal İş Federasyonu adı altında kurulan bu sarı sendika, 1973 yılında MESS aracılığıyla ismi Türk Metal İş olarak değiştirilip Maden İş’in karşısına çıkarılmıştı. Ancak Maden İş pek çok büyük işyerinde örgütlü ve güçlü olduğu için, Türk Metal’in 1980 dönemine kadar MESS sözleşmelerinde etkin bir rolü olmamış, dolayısıyla ihanet görevini grev kırıcılığı, komünizm düşmanlığı yaparak yerine getirmişti. 1980 darbesiyle DİSK kapatıldı ve Maden İş’te örgütlü olan işçiler zorla Türk Metal’e geçirildi. Böylece Türk Metal 500’ün üzerinde fabrikada örgütlü ve 300 bin üyesi olan bir sendika haline geldi. Bu gangster sendikanın başkanı ve yönetim kadrosu bizzat MESS tarafından tepeden atanmıştır. Bu çete, geçen otuz yılı aşkın sürede işçilerin uyanışını bastırarak mücadelenin yükselmesini önlemiştir. Türk Metal çetesinin amacı, ihaneti metal sektörünün tamamına yaymaktır. Bu hedefini de internet sitesinde “hakkımızda” başlığı altında şöyle ortaya koymaktadır: “Türk Metal’in hedeflerinden birisi de ‘Bütün metal işçilerinin Türk Metal çatısı altında bütünleşmesi’dir. Bu hedefe uygun olarak yapılan teşkilatlanma çalışmalarında, bugüne kadar önemli mesafe alınmıştır. Ancak Türk Metal, elde edilen bu başarıyı yeterli görmemektedir. Bu nedenle örgütlenme çalışmaları hız kaybetmeksizin sürdürülmektedir. Türk Metal son üç yıl içinde 26.500 metal işçisini daha bünyesine katarak Türkiye’de sendikacılığın lokomotifi haline gelmiştir.” Oysa gerçekte söylendiği gibi ortada bir örgütlenme çalışması yoktur, zorla, patron baskısıyla işçilerin sendikaya üye yapılması söz konusudur. Ne tezattır ki, işçilerin sendikaya üye olmaması için kıyameti koparan, her türlü


sayı: 93 • Aralık 2012

baskıya, çirkefliğe başvuran patronlar, iş Türk Metal’e geldiğinde kendileri işçileri tehdit yoluyla bu sendikaya zorla üye yapmaktadırlar. Türk Metal sendikası 26.500 işçiyi bünyesine katmakla bu işçilere ihanet etmekte, sendikacılığın değil ihanetin ve sınıf işbirlikçiliğinin lokomotifi olmaktadır. Her ay yüzden fazla işçi, iş kazası ve meslek hastalıklarından dolayı yaşamını yitiriyor, yüzlercesi de sakatlanıyor, sağlığını kaybediyor. Üstelik bunun büyük bir bölümü metal sektöründe yaşanıyor. Türk Metal çetesi işçi ölümlerini görmezlikten geliyor ve iş güvenliği önlemlerinin alınması için kılını bile kıpırdatmıyor, iş kazası geçiren işçileri tehdit ederek patrondan davacı olmalarının önüne geçiyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi işçi sınıfına yaptığı ihaneti sanki bir hizmet veriyormuş gibi gösterebiliyor. MESS’le ortaklaşa para karşılığında işçilere iş güvenliği eğitimi veriyor ve bunu sendikal harekette bir ilk olarak gösteriyor. Evet, bu durum bir ilk, bir patron örgütünün verdiği, üstelik maliyetinin de işçiye ödetildiği iş güvenliği eğitimine imza atarak ihanet eden ilk sendika Türk Metal çetesidir. Yine açıkladığı TİS taslağında bireysel emekliliği işçilere sürpriz olarak sunabilmektedir. Emeklilik yaşının yükseltilmesine, sosyal güvencenin tırpanlamasına sesi çıkmayan Türk Metal, nicedir sosyal güvelik sistemini özelleştirerek burada biriken fonlara el koymayı amaçlayan patronların planlarını, bireysel emekliliği TİS maddesi haline getirmeye kalkacak kadar zıvanadan çıkmıştır. Yapılanlar bunlarla sınırlı kalmamakta, Türk Metal çetesi sürekli işçilere saldırmakta, gelen her eleştiriyi işçileri işten attırarak cevaplamaktadır. İşçilerin üzerinde gölge misali gezinmekte, onları takip etmekte, bir mitinge ve eyleme katılan işçileri tespit edip işten attırmaktadır. Her dönem TİS sözleşmesini işçilere sormadan patronun isteği doğrultusunda imzalamaktadır. Bu gangster sendika, kriz döneminde bile yüzlerce metal işçisinin işten atılmasına ses çıkarmamış, oluşan tepkileri tehdit ve şantajla bastırmıştır. Uzel Traktör’de işçileri istifaya zorlayarak tazminatsız işten atılmalarını sağlayan Türk Metal, ihanetlerine bir

marksist tutum

yenisini daha eklemiştir. İşçilerden toplanan aidatlarla büyük yatırımlar yapılmış, oteller ve gayrimenkul zincirleri oluşturulmuştur. Her yıl binlerce işçiye Büyük Anadolu Otelinde MESS’e bağlı akıl hocaları tarafından eğitim verilmekte, “vatan, millet” edebiyatıyla, işçilerin kendi çıkarlarını patronların çıkarına feda etmeleri gerektiği anlatılmaktadır. Türk Metal bir nevi MESS’in herhangi bir şubesi, bir organı durumundadır. İşin acı yanı işçilerden toplanan milyonlarca liralık aidat, sınıf mücadelesini kırmak için faşist çetelere, Ergenekon’a, “derin devlet”e aktarılmıştır. Yani işçi sınıfına yapılan saldırılar yine işçilerden alınan aidatlarla finanse edilmektedir. Bu durum sınıf mücadelesi yürüten bütün siyasetlere ve mücadeleci, militan sendikacılık iddiasında bulunanlara ağır görevler yüklemektedir.

Militan sınıf sendikacılığı ve görevlerimiz Gelinen noktada özellikle Birleşik Metal İş’e büyük görevler düşüyor. Zira benzer durumun 1998 yılında da oluştuğunu hatırlatmak gerekiyor. 1998 yılında Bursa’da Türk Metal üyesi 80 bin işçi, Tofaş ve Oyak-Renault fabrikalarında, sendikanın ihanetlerine karşı bayrak açmış ve topluca eyleme geçerek tepkilerini ortaya koymuşlardı. “Satılmış Özbek İstifa” sloganını atan işçiler sendikadan topluca istifa etmiş ve Birleşik Metal İş’e geçmek için harekete geçmişlerdi. Ne var ki süreç BMİS tarafından doğru yönlendirilmediği için bu girişim başarısız kalmış ve işçiler tekrar Türk Metal çetesinin eline düşmüştü. Gerek patronların saldırılarını püskürtecek gerekse Türk Metal çetesini işçi sınıfı içinden söküp atacak militan bir sınıf sendikacılığının oluşması için sendikaların kapılarının mücadeleci işçilere, sınıf devrimcilerine açılması şarttır. Oluşan bu yeni tablo aynı zamanda BMİS için bir sınavdır. 1980 öncesi DİSK’in mücadele geleneğinin yaratılmasında en büyük etken, bünyesinde sosyalistlerin yer almış olmasıdır. Geçmişte Maden-İş’in öncülük ettiği direnişler ve 1980 askeri faşist darbesine değin sürdürülen büyük grevler bugüne ışık tutmaktadır. O dönemde MESS’in ve burjuva devletin bütün baskı ve oyunlarına rağmen işçiler pes etmemiş, grev ve direnişlerini inatla, inançla sürdürmüşlerdi. Burjuvazi işçi sınıfı engelini ancak faşist bir darbeyle aşabilmişti. Bugün gelinen noktada sadece Türk Metal çetesinden değil bir bütün olarak sendika bürokrasisinden kurtulmak için gerekli basıncı oluşturmak gerekmektedir. Bu basıncı oluşturmak için geçmişin mücadele deneyimlerini tabana ulaştırmak, tabanda biriken öfkeyi doğru şekilde yönlendirmek sınıf devrimcilerinin görevidir.

21


İsrail’in Gazze Saldırısı Selim Fuat

A

BD’de geçtiğimiz ay yapılan başkanlık seçiminin sonuçlanması, emperyalist kapışmanın yoğunlaştığı bölgelerde bir süredir baskılanan bazı çatışmaların da su yüzüne çıkmasını sağladı. Irak’ta Kürt yönetimi ile merkezi hükümetin ilişkilerinin gerginleşmesi, hatta birbirlerine karşı askeri pozisyonların alınmasına yol açan gelişmeler ile İsrail’in Gazze’ye düzenlediği yoğun hava saldırıları, bölgede süren kapışmanın daha da ilerleyeceğini gösteren önemli işaretlerdir. Kürdistan yönetimi ile merkezi hükümet arasındaki Kerkük’ün kontrolüne dair mücadele henüz küçük çatışmalar ve birbirini tartmalar seviyesinde yürürken, İsrail Gazze’ye 2008 yılının son günlerinde başlattığı ve 1000’den fazla Filistinlinin ölümüyle sonuçlanan saldırılarını çağrıştıran biçimde saldırılar düzenledi. 14 Kasımda İsrail’in Hamas’ın askeri kanadı İzzettin El Kassam Tugayının önemli komutanı Ahmed El Cabari’yi öldürmesiyle başlayan ve sekiz gün sonra yapılan ateşkesle ara verilen son saldırılarda, yarısından fazlası yaşlı, çocuk ve kadın olmak üzere 175 Filistinli öldürüldü, 1500’e yakını ise yaralandı. İsrail’de ise, bu saldırılara verilen karşılıkların sonucu 5 kişi yaşamını yitirdi. İsrail’in hava bombardımanının ardından Gazze’deki altyapı tesisleri başta olmak üzere pek çok binada ağır tahribat oluştu. Maddi hasarların bedelinin ise 1 milyar 200 bin dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. İsrail’in bu saldırıları bir yandan ABD, İngiltere, Al-

22

manya başta olmak üzere Batılı emperyalist ülkelerden “İsrail’in kendini savunma hakkı” argümanıyla destek bulurken, diğer yandan da başta Mısır, Türkiye gibi bölge ülkeleri olmak üzere pek çok ülke tarafından tepki gördü. Bir taraftan da bölgede ilişkilerin yeniden şekillenmekte olduğuna dair bir tabloyu da gözler önüne koydu. TC başbakanı Erdoğan şartların 2008’den farklı olduğunu vurgulayarak İsrail’e gözdağı verirken, son dönemde halk isyanlarıyla değişen iktidarlar ve değişmese de bunun basıncı altına giren hükümetlerle birlikte, İsrail’in artık eskisi kadar rahat bir zeminde hareket edemeyeceğini anlatmak istiyordu.

İsrail neden yeniden Gazze’ye yönelik bir saldırıya girişti? İsrail’in son saldırılarını değerlendirenlerin önemli bir kesimi, saldırılarla İsrail’de 22 Ocakta yapılacak seçimler arasında bir bağ kurdu. 2001 seçimleri öncesi Ariel Şaron’un ikinci intifadayı başlatan provokatif Mescid-i Aksa ziyareti, 2006 seçimleri arifesinde çıkan Lübnan savaşı ve 2009 seçimleri öncesi 1000’den fazla Filistinlinin hayatını kaybettiği kanlı Gazze saldırıları hatırlandığında, İsrail’de savaşçı hükümetlerin kurulması için saldırıların yarattığı atmosferin kullanıldığını söylemek zor değil. Üstelik 2011 Haziranında başlayan ve bu yıl da devam eden kira artışlarının ve hayat pahalılığının protesto edil-


sayı: 93 • Aralık 2012

diği gösterilerin, halen hükümette bulunan partileri seçim sürecinde en fazla endişelendiren konular olduğu düşünülürse, saldırıların böylesi bir etkiyi yaratmasından medet umanlar olduğunu tahmin etmek zor olmaz. Kapitalizmin krizinin derinleşmesinin dünyanın her yerinde yarattığı etkilerden İsrailli emekçiler de muaf değiller. Bu yüzden de giderek daha kitlesel eylemlerle tepkilerini ortaya koyuyorlar. Örneğin 3 Eylül 2011’de gerçekleşen eylemlere Tel-Aviv ve diğer şehirlerde yaklaşık 500 bin kişi katılmıştı. Bu sayı İsrail’in nüfusunun yaklaşık yüzde 10’u kadardır. Bu etkiyle şekillenecek bir parlamentonun varlığı İsrail burjuvazisi için önemli bir endişe kaynağı idi. Bu yüzden İsrail burjuvazisi, İsrail işçi ve emekçilerin güvenliklerinin tehlike altında olduğu kaygısıyla politik tercihlerde bulunması için elinden ne geliyorsa yapıyordu. Nitekim son saldırıların ardından seçime girecek neredeyse bütün partiler propagandalarını milliyetçi-güvenlikçi bir söyleme kaydırdılar. Saldırılar İsrail burjuvazisi açısından bu amaçla kullanılmış olsa da bu durum gerçekliğin yalnızca bir bölümüne işaret etmektedir ve ağırlıklı olanı da değildir. Suriye’de yaşanan iç savaşın İsrail’de yarattığı kaygılar da bu saldırılar için verilen kararın oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Emperyalist güçlerin bir türlü istedikleri gibi bir biçim veremedikleri Suriye muhalefetinin kontrol edilemiyor oluşunun İsrail’de yarattığı kaygılar had safhadadır. Suriye’deki iç savaşla birlikte Esad güçleriyle ters düşen ve karargâhını Şam’dan taşıyan Hamas’ın, Suriyeli İslamcı muhaliflerle olan bağları İsrail’in rahatsızlığını arttırmaktadır. Hamas kendisinin de kuruluşunda önemli rol oynayan Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Suriye muhalefeti içinde güçlü bir konuma sahip olması, Mısır’da hükümete gelmesi ve bölgede genel olarak güçlenmesiyle birlikte siyasal olarak kuvvetlenmiştir. Türkiye’nin de açık biçimde verdiği destekle Hamas uluslararası alanda etkisini arttırmaktadır. İsrail bu durumdan son derece rahatsızdır ve daha da saldırganlaşmaktadır. Ne var ki, İsrail’in umduğunun aksine, son saldırılar sırasında Hamas, Türkiye’yle birlikte özellikle Mısır hükümetinden aldığı destek sayesinde daha etkin ve daha fazla uluslararası desteğe sahip olmuştur. Katar Emiri, Türkiye Dışişleri bakanı Davutoğlu, Arap Birliği Genel Sekreteri ve 9 Arap dışişleri bakanının Gazze’ye ziyareti bunun somut örneğidir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Filistin’in statüsünün değiştirilmesine ilişkin 29 Kasım toplantısı öncesinde, İsrail’in gücünü göstererek, Filistin’e destek verecek ülkelere “bölgede ortalık daha fazla karışır” gözdağını vermek istemesinin de saldırıların yapılmasında etkili olduğu düşünülebilir. İsrail’in son saldırılarında etkili olan bir başka kuvvetli sebep de, Arap coğrafyasındaki halk isyanlarıyla başlayan değişim sürecinde Hamas’ın askeri gücünü de arttırmasıdır. İsrail bu gücü kritik düzeyler aşılmadan geriletmek istemektedir. İsrailli yetkililer yaptıkları açıklamalarda Ha-

marksist tutum

mas’ın elinde 12 bin civarında füzenin olduğunu söylemektedir. Geçmişe göre füzelerin sadece sayısı artmamış, nitelikleri de gelişmiştir. İran’dan alınan 75 km menzile sahip Fecr-5 füzeleri İsrail’in tüm engelleme girişimlerine (örneğin Sudan’da bir limanın vurulması gibi) rağmen bugün Hamas’ın elindedir. Ayrıca Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi sonrasında da önemli miktarda mühimmatın Hamas’ın eline geçtiği söylenmektedir. Nitekim İsrail’in son saldırılarına karşı Gazze’den İsrail’e 1000’e yakın füze atılmıştır. Bunlar henüz İsrail askeri gücü ile baş edebilecek düzeyde olmasa da, İsrail Hamas’ın askeri gücünü kendisi için tehlike oluşturabilecek düzeyin altında tutmaya uğraşacaktır. Tüm bu etmenlerin yanı sıra İsrail ABD’de Obama’nın seçimleri yeniden kazanması nedeniyle de hoşnutsuzdur. Bilindiği üzere Obama İsrail’i Ortadoğu’da daha ılımlı bir pozisyon alması konusunda baskılamakta ve onun birtakım aşırılıklarını dizginlemeye çalışmaktadır. Ancak en küçük bir taviz verme konusunda bile aşırı derecede tahammülsüz olan İsrail açıkça Romney’i destekledi ve Obama’nın seçilmemesi için elinden geleni yaptı. ABD’nin, Obama öncülüğünde daha belirgin biçimde izlediği siyaset gereğince, Müslüman Kardeşler yönetimindeki yeni Mısır’la iyi ilişkiler geliştirmeye çalışması, genel olarak ılımlı İslamcı güçlere sıcak bakması da İsrail için bir sıkıntı kaynağıdır. ABD dikkatini asıl olarak Çin’in odağında yer aldığı Uzak Asya’ya odaklayabilmek için Ortadoğu’da işlerin belli bir dengeye kavuşmasını istemektedir. İsrail Obama’nın “gevşek” siyasetinin bölgedeki İslamcı güçleri cesaretlendirdiğini ve İsrail karşıtlığının artmasına zemin sunduğunu düşünmektedir. Tüm çabasına rağmen Obama’nın yeniden seçilmesi karşısında da, bir hamle yaparak Obama’yı İsrail’e bağlılığını yeniden göstermeye mecbur bırakmak istemiştir. İşte anlatılan tüm bu etmenlerin bileşimi İsrail’i Gazze’ye hava saldırısı yapmaya zorlamıştır. Ancak değişen dengeler İsrail’in arzuladığı bütün sonuçlara ulaşmasına da engel olmuştur. Askeri açıdan üstünlüğü sayesinde muharebeyi kazanmış olsa da siyasal açıdan mevzi kaybetmiş görünmektedir. Hamas süreçten siyasi etkisini arttırarak çıkmıştır. Emperyalist savaşın geliştiği koşullarda çatışmaların giderek daha fazla yayılacağı muhakkak. İçinde yaşadığımız zaman diliminde de bu sürecin işlemekte olduğunu görüyoruz. Bu koşullar altında kapitalistler sorunların çözümü için savaştan başka bir seçenek üretemiyorlar ve halkları birbirini boğazlaması için cephelere sürüyorlar. Bütün haksız savaşlara karşı olan komünistlerin, büyüyen emperyalist kudurganlığa karşı mücadelesi bu yüzden giderek daha fazla önem kazanıyor. Ortadoğu’yu cehenneme çeviren kapitalistlere karşı verilecek cevap ise, ancak işçi sınıfının devrimci programını hayata geçirmek için ileri atılarak sağlanabilir.

23


Ulus-Devletten Emperyalistle Giriş Kemalizm, Osmanlı imparatorluğundan artakalan coğrafyada tek bir etnisiteyi esas alan ve diğerlerini inkâr eden bir ulus-devletin (TC) kuruluş ideolojisidir. Bu resmi devlet ideolojisi, Türklük temelinde kurulan ulusdevletin kuruluş gerekçesini oluşturmak ve savunmak üzere sonradan üretilmiştir. Sınıfsal niteliği bakımından kuşkusuz bir burjuva ideolojisidir Kemalizm. Fakat bizzat burjuvazi tarafından değil, Osmanlı’nın despotik devlet geleneği içinde yetişmiş bürokratik elitler tarafından üretilmiştir. Milli Mücadele’ye askeri ve siyasi yönden önderlik eden ve bu süreçte iktidar mekanizmaları üzerinde ideolojik-siyasal hâkimiyetlerini kurmuş olan bürokratik elitler, cumhuriyetin kuruluşundan sonra da bu hâkimiyetlerini yıllarca sürdürmeyi başardılar. Cumhuriyetin ilanından iki ay önce kurulan CHP de bu ideolojik-siyasal hegemonyanın bir aracı olarak işlev gördü cumhuriyet rejiminde. 27 yıl boyunca iktidar tekelini elinde bulunduran CHP, bu süre zarfında resmi devlet partisi olmanın tüm gereklerini “lâyıkıyla” yerine getirerek, Kemalist ideolojinin siyasal erk mekanizmaları üzerindeki hegemonyasını iyice perçinledi. Dümeni Kemalist bürokrasinin elinde olan bu cumhuriyet gemisinin rotasını, kaptan köşkündeki M. Kemal’in kendi yöntemleriyle çizdiği bilinmektedir. Bu rota, “Batılılaşma, muasır medeniyetler seviyesine yükselme”, yani modern kapitalist bir ülke olma yönünde çizilmişti. Ama rotayı modernleşme yönünde çizenler sonunda yalnızca kendilerini modernleştirebildiler. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi halk kesimleri ise yaşamlarını yıllarca o eski dönemin ilkel koşulları içinde, yoksulluk ve

24

yoksunluk çekerek sürdürmek zorunda kaldılar. Rotası “Batılılaşma-kapitalistleşme” yönünde olan cumhuriyet gemisinin dümenini 27 yıl boyunca tek başına elinde tutan CHP, bu süre zarfında bir yandan Kemalist ideolojiyi devletin her kademesinde hâkim kılmaya çalışırken, diğer yandan da cumhuriyetin kurucu kadroları (bürokratik elit) ile “milli” denen Müslüman-Türk burjuvaziyi korporatif bir tarzda kendi bünyesinde kaynaştırmaya çalıştı. O dönemde “milli” burjuvazi de gelişmesini ancak bürokratik devletin koruyucu kanatları altında sürdürebileceğini gördüğü için, hem yönetici bürokratik elitle sıkı bir ittifaktan yana oldu hem de onun ideolojik-siyasal vesayetini itirazsız kabullenmiş göründü. Dolayısıyla, oluşturulan bu “milli iktidar” bloku içinde liderlik ve hegemonya da uzun yıllar boyunca hep kurucu bürokrasinin elinde kaldı. Bürokrasinin liderlik fonksiyonu, bir resmi devlet partisi olarak örgütlenmiş CHP’de tecessüm ediyordu kuşkusuz. Devletle özdeşleşen CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemindeki (1925-1945) yapısına ve ideolojik-siyasal işlevlerine baktığımızda, bu partinin tıpkı o yıllarda Almanya ve İtalya’da kurulan korporatif faşist partilerinkine benzer işlevlere sahip olduğunu görüyoruz. Yani her bakımdan kendi zamanının ruhunu yansıtan bir partiydi CHP. Zamanın ruhunu belirleyen tarihsel etkenler ise, başta dünya kapitalizminin 1930’lu yıllarda derinleşen ekonomik krizi, yaklaşmakta olan emperyalist savaş ve bununla bağlantılı olarak milliyetçiliğin, ırkçılığın ve faşizmin burjuva iktidarlar tarafından her yerde tırmandırılmış olmasıydı. Türkiye’de kurucu bürokrasi ile burjuvazi arasında oluşturulan “milli” korporatif birliktelik, o yıllarda “tüm


eşen Ulus-Devlete ve AKP /1 Mehmet Sinan

ulusun birliği” gibi lanse ediliyordu halka. Gene aynı şekilde, gerçekte bir sınıf devleti olan bürokrat-burjuva devlet (TC) de “tüm ulusun çıkarlarını temsil eden sınıflar üstü bir devlet” olarak takdim ediliyordu “vatandaşlara”. Oysa bu resmi söylemlerin gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu tabii ki. Nitekim bu otoriter bürokrat-burjuva iktidar yapılanmasına karşı toplumda hoşnutsuzluk ve homurtular yükselmeye başlayınca, salt ideolojik manipülasyonlarla işi idare edemeyeceğini anlayan Kemalist iktidar, hem baskıcı önlemleri arttıracak, hem de otoriter yönetimini kalıcılaştırmak için “hukuki” kılıflar hazırlamaya koyulacaktı. 1925 yılı bu anlamda önemli bir dönemeç noktasıdır TC’nin tarihinde. Çünkü 1925 yılı, bürokrat-burjuva iktidarın tüm muhaliflerini ve muhalefet potansiyeli taşıyan tüm sosyal ve siyasal eğilimleri baskıyla, zorbalıkla etkisiz hale getirerek, arzuladığı otoriter yönetime ulaştığı yıl olacaktı. Bu dönemde otoriter bir iktidar yapılanmasına yönelen Kemalist iktidarın öne sürdüğü temel gerekçe “Kürt ayaklanması” idi. 1925 yılı Kürdistan’da cumhuriyet döneminin ilk ayaklanmasının (Şeyh Said ayaklanması) başladığı yıldır. Bu olay üzerine başbakan İsmet Paşa (İnönü) Meclis’e bir kanun teklifi (Takrir-i Sükûn Kanunu) sundu. Hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bir kanun teklifiydi bu. M. Kemal’in direktifiyle hazırlanmış olan bu kanun teklifi, 4 Mart 1925 tarihinde Meclis’te onaylanarak kabul edildi. Bu kanun “gerici, isyancı ve ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen” diye tanımladığı tüm eylemleri ve bununla bağlantılı gördüğü tüm kuruluşları, yayın faaliyetlerini vb. mutlak yasaklama yetkisi veriyordu hükümete. Kanun ayrıca bu tür girişimlerde bulunanların İstiklâl Mahke-

melerinde yargılanmasını öngörüyordu. Bunun yanı sıra, Hıyanet-i Vataniye Kanununa da bir madde eklenerek, dinin siyasete alet edilmesinin “vatana ihanet” suçu sayılmasını ve bu suçu işleyenlerin idamla cezalandırılmasını hükme bağlıyordu. İnönü hükümeti, Şeyh Said’in liderliğindeki Kürt ayaklanmasını iki ay içinde bastırdı. Fakat her iki taraf da bu çatışmada büyük kayıplar verdi. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Kürt isyancılar ağır cezalara çarptırıldılar ve içlerinden 49’u idam edildi. Kürdistan’da yaşanan olayları fırsat bilen CHP hükümeti, o dönemde yeni kurulmuş olan muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF), Takrir-i Sükûn kanununa dayanarak 3 Haziran 1925’te kapattı. Kapatma gerekçesi, bu partinin Şeyh Said isyanına destek verdiği ve gericiliği kışkırttığı iddiasıydı. Oysa TCF’nin kurucuları M. Kemal’in silah arkadaşlarıydılar ve M. Kemal gibi onlar da Milli Mücadele’nin önder kadrosu içinde yer almış şahsiyetlerdi (Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy vb. gibi). Yani “isyana destek” iddiası, uydurma ve haddinden fazla gülünç bir iddia idi. Asıl sebep ise başkaydı. TCF çoğulculuğu savunuyor ve M. Kemal’in otoriter tek adam yönetimine karşı Meclis’te açık bir muhalefet yürütüyordu. Bu da tabii M. Kemal’in katlanamayacağı bir şeydi ve kendisine muhalefet eden eski silah arkadaşlarının bir an önce siyasetten tasfiye edilmesini istiyordu. Nitekim M. Kemal’in bu arzusu kısa bir süre sonra gerçekleşmiş ve Cumhuriyet tarihinde liberal görüşlerle ortaya çıkan ilk siyasal parti olan TCF de ancak yedi ay yaşayabilmişti Kemalist cumhuriyet rejiminde. Kapatılan TCF’nin önde gelen üyeleri, M. Kemal’e düzenlenen suikast girişimine karıştıkları iddiası ile İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandılar ve partinin bir kısım

25


marksist tutum

yöneticileri suçlu bulunarak ölüm ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Beraat edenler ise siyasetten tamamen uzaklaştırıldılar. Ama Kemalist iktidarın bu tasfiyeci uygulamaları TCF ile de sınırlı kalmadı. Bir süre sonra, sol eğilimli yayınlara ve o dönemde işçi sınıfının tek siyasal örgütü olan illegal TKP’ye karşı da genel bir saldırı başlattı CHP iktidarı. TKP’nin yöneticileri ve üyeleri oldukları gerekçesiyle 38 kişi tutuklandı ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Aralarında Şefik Hüsnü Değmer, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok parti üyesi ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı, otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHP iktidarı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıttıktan sonra, hem Meclis’te hem de toplum üzerinde kendi iktidar tekelini kurmayı başardı. Cumhuriyeti “koruma ve kollama” görevinin ve devleti yönetme yetkisinin yalnızca kendi tekelinde kalmasını amaç edinmiş olan Kemalist bürokrasi, bu amacına ulaşabilmek için sistemli bir siyasal tasfiye hareketi yürüttü. Nitekim sırf bu gayeyle, yani CHP iktidarına karşı halk içinde gelişen muhalefetin boyutlarını ölçmek için, bizzat M. Kemal’in emriyle Serbest Fırka adında ve liberal görünümlü yeni bir parti kurdurulmuştu 1930 yılında. Fakat bu partiye karşı halk kitlelerinde büyük bir ilginin ve sempatinin geliştiğini gören M. Kemal, bu partinin de derhal kapatılması emrini verecekti. Durum anlaşılmıştı! Hiçbir partinin kurulmasına ve CHP iktidarına karşı muhalefet yürütebilecek hiçbir odağın yaşamasına asla izin verilmeyecekti! Kemalist bürokra-

26

Aralık 2012 • sayı: 93

sinin genetik kodlarına işlemiş olan bu siyasal anlayış, sonuçta Türkiye’de sol ve sosyalist düşüncelerin yayılmasını engellediği gibi, Batı tipinde bir burjuva demokrasisinin ve çok partili siyasal rejimin işlerlik kazanmasını da uzun yıllar boyunca engelleyecekti. CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında geçen 1930’lu ve 40’lı yıllar, serbest tartışma ve eleştiri ortamının kalmadığı ve başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere, Kürt halkının, dindarların, azınlıkların sürekli baskı altında tutulduğu yıllar oldu. Kemalist rejim bu yıllarda kendisine muhalefet eden örgütlü iki siyasal hareketi (komünist hareket ve Kürt ulusal hareketi) özellikle düşman belledi ve bu hareketlerin gelişmesini engellemek için her türlü baskı ve yıldırma politikasına başvurmaktan ve bu amaçla çeşitli provokasyon ve komplolar düzenlemekten geri durmadı. TC’nin (burjuva devletin) yıllardan beri süregelen anti-komünist ve anti-Kürt politikalarının ideolojik zemini de esasen bu tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde döşendi. Tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalist bürokrasinin üstlendiği misyonların başında “devleti yüceltme” misyonu geliyordu tabii ki! Kemalizmin “makbul vatandaş” tanımı da bu “devleti yüceltme” anlayışına göre biçimlenmişti: “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalan, devletini sevip sayıp, yücelten ve onun buyruklarına koşulsuz itaat eden” makbul vatandaştı! Bunun dışında bir zihniyete sahip olanlar ise makbul vatandaş değildi devlet nezdinde. Cumhuriyetin hukuk sistemi de buna göre işliyordu haliyle! Kemalist devletin biçimlendirdiği hukuk, devlet karşısında vatandaşı koruyan ve onun haklarını güvence altına alan bir hukuk değil, her halükârda devletin çıkarlarını önceleyen, hatta devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu bakımdan da vatandaşın devlet tarafından ezilmesine cevaz veren bir “hukuk” idi.

Yarattığı devlet anlayışı ve “hukuk” sistemi sayesinde etkisini bir asır sürdürmeyi başaran bir ideoloji Cumhuriyetin kurucu ideolojisi Kemalizm, varlığını ve etkisini bu topraklarda 21. yüzyıla kadar sürdürmeyi başarmış bir ideolojidir. Neredeyse bir yüzyıl demektir bu! Kemalist ideoloji bu başarısını, oluşturduğu “ulus-devlet” anlayışına, “milli hukuka” ve “milli eğitim” sistemine borçluydu kuşkusuz. Bu ülkede hemen herkes (sosyalisti de, liberali de, dincisi de, milliyetçisi de vb.) daha ilkokul sıralarından başlayarak Kemalizmin rahle-i tedrisinden geçmiştir. O nedenle, Kemalizmin yarattığı ulus-devlet anlayışı, hukuk sistemi ve resmi tarih öğretisi, farklı derecelerde de olsa herkesin zihniyet dünyasına sinmiştir bir biçimde. Bu ülkede hükümet etmiş burjuva partilere gelince, Kemalizmin devlet anlayışını ve hukuk sistemini de fac-


sayı: 93 • Aralık 2012

to kabul etmeyen bir burjuva partisinin gerçek anlamda hükümet edebilmesi zaten mümkün olamazdı bu ülkede. Resmi ideolojiye ve resmi devlet anlayışına aykırı bir davranış içinde olan veya gerçek anlamda bir karşı duruş sergilemeye yeltenen burjuva partiler, eninde sonunda hizaya getirilirdi Kemalist devlet mekanizması tarafından. İçlerinden bazıları zaman zaman resmi ideolojiyi sorgulamaya yeltenmişse de bu, Kemalizmin tarihsel anlamda bir sorgulanması değil, kimi uygulamalarının “yarım ağız eleştirilmesi” anlamında kısmi bir sorgulama olmaktan öteye geçememiştir. Burjuva partiler resmi devlet ideolojisini ne kadar sorgularlarsa sorgulasınlar, son tahlilde gene de Kemalist ulus-devlet anlayışını ve onun yarattığı kurumları savunmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini! Çünkü bu devlet, kızsalar da küsseler de esasen onların devletiydi ve ona muhtaçtılar. Resmi ideolojiye ve resmi devlet anlayışına aykırı bir davranış içinde olan veya gerçek anlamda bir karşı duruş sergilemeye yeltenen burjuva partiler, eninde sonunda hizaya getirilirdi Kemalist devlet mekanizması tarafından. İçlerinden bazıları zaman zaman resmi ideolojiyi sorgulamaya yeltenmişse de bu, Kemalizmin tarihsel anlamda bir sorgulanması değil, kimi uygulamalarının “yarım ağız eleştirilmesi” anlamında kısmi bir sorgulama olmaktan öteye geçememiştir. Bilindiği üzere, Türkiye’de tek parti diktatörlüğü ikinci dünya savaşının sonuna kadar (1945) kesintisiz devam etti. Savaş sonrasında ise, Avrupa’da esen demokrasi rüzgârları Türkiye’yi de etkiledi ve çok partili burjuva parlamenter rejime geçişin yolu açıldı. 1950 yılında yapılan genel seçimleri ise, CHP’nin içinden çıkıp, CHP’nin tek parti diktatörlüğünü eleştiren ve “yeter söz milletindir” sloganıyla seçimlere katılan Demokrat Parti (DP) kazandı. DP liberal bir program uygulayacağı ve “demokrasi getireceği” sözünü vermişti seçmenlerine. Fakat DP aynı zamanda, bir devri sabık yaratmayacağı (yani CHP döneminde yapılanları soruşturmayacağı), ayrıca Kemalist devleti ve ilkelerini aynen savunacağı güvencesi de vermişti iktidarı devraldığı CHP’ye ve askeri bürokrasiye. Başka türlü de iktidarı ona devretmezlerdi zaten. DP iktidarının ilk döneminde Kemalist askeri bürokrasi bu iktidarın aldığı siyasi karara uymuş ve kendi “milli” ordusunun emperyalist bir ittifakın (NATO) içinde yer almasına, hatta onun emrine girmesine ses çıkarmamıştı. Kemalist askeri bürokrasiyi böyle bir tutum almaya sevk eden temel faktör, Soğuk Savaş koşullarının onda yarattığı ruh hali ve kuşkusuz iliklerine işlemiş olan komünizm düşmanlığıydı. Kemalist askeri bürokrasi bu konuda kendisi gibi düşünen ve azılı bir “komünizm düşmanı” olan ABD emperyalizmiyle uzun erimli “dostluk kurmayı” bir tercih sebebi saymıştı belli ki. Nitekim başında her daim

marksist tutum

Kemalist subayların bulunduğu Türkiye’nin “milli” ordusu, 1950’den 1990 yılına kadar süren Soğuk Savaş yıllarında, üstlendiği tüm anti-komünist görevleri bihakkın yerine getirerek, NATO ittifakının sadık bir üyesi olduğunu kanıtlayacaktı. Bu Soğuk Savaş yıllarında “milli ordumuz”, hem ülkeyi bölünme tehlikesinden kurtarmış hem de sosyalizm, komünizm, demokrasi vb. gibi “tehlikeli” fikirlerin ülkeye sızmasını üstün gayretleriyle önleyerek, ülkeyi “huzura” kavuşturmuştu! Kemalist askeri bürokrasi Soğuk Savaş yıllarında edinmiş olduğu bu NATO kafayla Türkiye’de art arda üç askeri darbe gerçekleştirdi. Birincisi, alt rütbeli subayların başını çektiği 27 Mayıs 1960 darbesidir. Bu darbe, 1950 yılında büyük bir halk desteğini arkasına alarak CHP’nin tek parti diktatörlüğüne son veren ve böylece çok partili burjuva parlamenter rejime geçişi sağlayan DP hükümetine karşı yapılmıştır. DP hükümetinin orduya karşı uyguladığı politikalar özellikle alt rütbeli subayları huzursuz etmişti. Bu dönemde alt rütbeli subaylar hem ekonomik olarak zayıflamış, hem de ikinci plana itilmekten dolayı onurları kırılmış hissediyorlardı kendilerini. O nedenle de 1960 darbesi esasen alt rütbeli subayların başını çektiği bir darbe oldu. Darbeci subaylar, DP hükümetinin bir başbakanını ve iki bakanını “Anayasayı ihlâl” suçundan yargılayıp asarak, adeta öçlerini aldılar sivil siyasetçilerden! Oysa ihlâl edildiğini söyledikleri bu Anayasayı kendileri tamamen ilga edip (ortadan kaldırıp), yerine yeni bir Anayasa (61 Anayasası) yapacaklardı darbeden bir yıl sonra. Ne denir, tarihin bir ironisi olsa gerek! İkinci darbe, ABD’nin doğrudan işin içinde olduğu 12 Mart 1971 darbesidir. Esas hedefi, gelişmekte olan işçi hareketini, yükseliş içinde olan anti-Amerikancı, antiNATO’cu gençlik eylemlerini bastırmak ve ordu içindeki sol eğilimli subayları tasfiye etmek olan bu darbe, “sol gösterip sağ vuran” bir darbe olarak geçti Türkiye’nin siyasal tarihine. ABD’nin kontrol ve yönlendirmesi altında gerçekleşen 12 Mart darbesi, bir anlamda gelecekteki açık askeri-faşist darbenin de (12 Eylül 1980 darbesinin) bir ön hazırlığı mahiyetindeydi adeta. Nitekim on yıl sonra gerçekleşen 12 Eylül 1980 darbesi, yüksek komuta kademesindeki NATO güdümlü generallerin yukardan aşağıya emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirdikleri, gerçekten açık faşist bir darbe oldu. Günümüzdeki gelişmeleri ve özellikle burjuva iktidar bloku içindeki çatışmaları doğru tahlil edebilmek bakımından, bu üçüncü darbenin gerçekleşme biçimine ve darbe öncesi süreçte gelişen koşullara biraz daha yakından bakmak gerekiyor. 70’lerin sonlarına doğru derin bir ekonomik krizin içinde debelenmekte olan Türkiye kapitalizminde yapısal değişim ihtiyacı da kendini iyice dayatmış durumdaydı. Kendi içine kapanmış ve bir dış borç sarmalına dolanmış bulunan Türkiye kapitalizmi adeta önünü göremez bir durumdaydı. Üstelik böyle bir ortamda, bir yandan gelişen uzun süreli grevler, diğer yandan artan toplumsal

27


marksist tutum

hareketlilik ve tüm bunların sonucunda oluşan siyasal çalkantılar (ön devrimci durumlar), egemen sınıflara korkulu rüyalar gördürmeye başlamıştı. Bu kriz ortamında gerek uluslararası finans-kapitalin örgütleri (IMF, Dünya Bankası vb.), gerekse yerli büyük sermayenin örgütleri (TÜSİAD, TİSK vb.), harekete geçmeleri ve bir an önce önlem almaları konusunda hükümetlere baskı yapıyorlardı. Neticede, Demirel’in dışardan destekli azınlık hükümetinin iktidarda olduğu bir dönemde (1980), IMF patentli ekonomik önlemler programının (24 Ocak Kararları) uygulanması gündeme geldi. Bu program, basit bir ekonomik önlemler programından öte bir şeydi kuşkusuz. 24 Ocak kararlarını gündeme getirenler, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizmle bütünleşmesini sağlayacak yapısal dönüşümlerin de bir an önce gerçekleştirilmesini istiyorlardı. O nedenle de işin başına, ekonomiden anlayan, uluslararası finans kapitalin has adamı Turgut Özal’ı getirmişlerdi. Dünya Bankası uzmanlığı ve MESS başkanlığı yapmış bir işadamıydı Turgut Özal. 24 Ocak kararları hiçbir dirençle karşılaşmaksızın kolayca uygulanabilecek kararlar değildi kuşkusuz. En başta da işçi sınıfı ve onun sendikal örgütlerinin bu kararların uygulanmasına şiddetli bir direnç gösterecekleri belli bir şeydi. Daha ilk günden itibaren işçi eylemleri ve grevler yaygınlaşmaya başladı. Durumun vahametini kavrayan egemen sınıf mensupları, vakit geçirmeksizin düğmeye basıp olağanüstü bir yönetimi işbaşına getirmek için kolları sıvadılar. TÜSİAD gibi işveren örgütleri gazetelere çarşaf çarşaf ilanlar vererek, “ ülkenin selameti ve devletin bekası” için orduyu göreve çağırıyorlardı. Bu davete icabet eden generaller, 12 Eylül 1980’de askeri-faşist bir darbeyle olağan burjuva rejimin işleyişine son verdiler ve parlamentoyu, partileri, sendikaları, kitle örgütlerini kapattılar. İktidara el koyan beş generalin aldığı ilk kararlardan birisi, darbeden önce ekonominin başında bulunan finans-kapitalin has adamı ve 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ı yeniden ekonominin dümenine geçirmek oldu. 12 Eylül cuntası iktidarda kaldığı üç yıl boyunca uyguladığı faşist devlet terörü sayesinde, devrimci ve sosyalist örgütleri dağıtmış, emekçi sınıfların, gençliğin, aydınların, ezilen Kürt halkının örgütlü muhalefetini kan ve şiddetle bastırmış ve burjuva düzende gerici bir stabilizasyonu bu sayede sağlayabilmişti. 12 Eylül rejimi, burjuva düzeni belirli bir dönem için krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan ve “devrim tehlikesinden” uzak tutmayı başarmıştı ama bu arada burjuva siyasal yapının çivisini de adamakıllı yerinden oynatmıştı. 12 Eylül askeri-faşist rejiminin burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutlarının ne denli büyük olduğu ise 1990’larda görülmeye başlanacaktı. 12 Eylül darbesinden sonra kapitalist düzenin istikrarlı denilebilecek tek dönemi, 1983-90 yılları arasındaki Özal dönemi olmuştu.

28

Aralık 2012 • sayı: 93

Turgut Özal ve Vehbi Koç

12 Eylül rejiminin burjuva siyasal düzende yarattığı tahribatın boyutları öylesine geniş oldu ki, ANAP dışındaki tüm burjuva partiler (AP, CHP, MHP vb.) bu süreçten darmadağınık bir vaziyette çıktılar ve bir daha da o eski konumlarına asla dönemediler. Geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan bu burjuva partiler şimdi kendi içlerinde bölünmüş, eski güçlerini yitirmiş, kitle desteği bakımından erozyona uğramış durumdaydılar. 1990’lara girildiğinde ise, burjuva siyasal rejimin o bilinen eski istikrarsızlık dönemleri yeniden geri gelecekti. Üstelik aynı yıllarda, dünyada da önemli gelişmeler yaşanıyordu.

1990’lı yıllarda dünyada yaşanan gelişmeler 20. yüzyılın son on yılına tekabül eden 1990’lı yıllar, dünya ölçeğinde sonuçlar yaratacak önemli gelişmelerin ve değişimlerin yaşandığı yıllardı. On yıllar boyunca “reel sosyalizm”, “yaşayan sosyalizm” vb. gibi sıfatlarla nitelendirilmiş olan totaliter-bürokratik rejimler 1990’ların başında art arda çökmüş ve emperyalist-kapitalist sistem dünyada adeta rakipsiz bir güç haline gelmişti. Bu ani ve beklenmedik değişiklik, dünya kamuoyunda bir şaşkınlık yaratmakla kalmamış, geleceğe yönelik algı ve beklentilerde de derin yanılsamalara yol açmıştı. Bu dönemde burjuvazi uluslararası düzeyde etkili bir propaganda mekanizmasını işletmeye başlamıştı. Bu propagandada işlenen temel fikir şuydu: İki dünya sistemi (kapitalizm ile komünizm) arasında 1945’lerden beri süregelen Soğuk Savaş sona erdiğine ve “sosyalist” denen ülkeler de sonunda kapitalist sisteme dâhil olduklarına göre, artık sonsuz bir barış dönemi açılıyordu insanlığın önünde! ABD ve AB gibi büyük emperyalist güçlerin öncülüğünde “yeni bir dünya düzeni” kurulmaktaydı ve bu küresel düzende artık savaşlara da ideolojilerin çatışmasına da yer olmayacaktı! Dünyanın bütünleşmesini engelleyen tarihi engel (komünizm) ortadan kalktığına göre, kapitalizm ve onun sihirli eli “serbest piyasa”, sonsuza dek uyum içinde yaşayacak “çelişkisiz bir dünya düzeni” yaratabilecekti nihayet!


sayı: 93 • Aralık 2012

Uluslararası burjuvazinin yoğun bir şekilde işlettiği bu propaganda mekanizması, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etkisini göstermişti. Burjuva ideolojisinin hizmetindeki iktisatçıların, sol ve sağ liberal aydınların, akademisyenlerin parlatıp piyasaya sürdükleri “yeni dünya düzeni”, “serbest piyasa”, “liberalizm”, “bireycilik”, “rekabetçilik”, “yarışmacılık” vb. gibi cezbedici kavramlar, genç kuşaklar arasında da yükselen değerler haline gelmişti. Ne var ki, 90’ların başında şişirilen bu emperyalist balonun etkisi çok uzun sürmeyecekti. Zira burjuva ideologların iddialarının aksine, SSCB’nin ve ona bağlı “sosyalist” blokun çökmesi ve emperyalist-kapitalist sistemin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, ne dünyayı ekonomik krizlerin olmadığı “refah dolu bir dünya” yapabilmişti ne de ideolojilerin ve çatışmaların son bulduğu savaşsız, barış dolu bir dünya! Aksine, emperyalizmin mutlak egemenliği altında gelişen bu yeni dönem, çatışmaların, savaşların ve sınıf mücadelelerinin dünya ölçeğinde yaygınlaştığı yeni bir tarihsel sürecin başlangıcı olacaktı. Nitekim bunun ilk çarpıcı göstergesi, rakipsiz kalan emperyalist-kapitalist sistemin çelişkilerinin içte yoğunlaşması ve bunun sonucunda emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışının alabildiğine kızışması oldu. Ve zaman ilerledikçe, bu emperyalist hegemonya yarışının her an bir emperyalist paylaşım savaşına dönüşme riski taşıdığı da daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Nitekim “sosyalist” blokun çöküşünün üzerinden daha beş yıl bile geçmemişken, emperyalist-kapitalist güçler yeni nüfuz alanları elde etmek ve hegemonya yarışında geriye düşmemek için kendi aralarında kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içine girdiler. Bu kıyıcı yarış ortamı, emperyalist güçler arasında yeni bloklaşmaları da gündeme getirdi ve bölgesel düzeyde yeni hegemonya alanları oluşturma girişimlerini hızlandırdı. Bunun bir sonucu olarak, 90’lı yıllar boyunca Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Asya ve Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, arkasında emperyalist güçlerin doğrudan kışkırtmalarının bulunduğu “ulusal çatışmalar” görünümünde kanlı boğazlaşmalar yaşanmaya başlandı. Soğuk Savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların aynen devam etmesinin mümkün olmadığı açıkça görülüyordu. Nitekim eski “dostlar”, şimdi çatışan taraflar haline gelmişlerdi. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler, şimdiden yeni saflaşmaların içine girmiş durumdaydılar.

Türkiye kapitalizminin yapısal krizi ve büyük sermayenin emperyalistleşme ihtiyacı Bu “yeni dünya düzeni” koşullarında, Türkiye’nin egemenleri de bir seçim yapma zorunluluğuyla yüz yüze gelmiş bulunuyorlardı. Türkiye kendi içine kapanık kapitalist bir ülke olarak mı yoluna devam edecek, yoksa dışa açılmanın, uluslararası sermayeyle (örneğin Avrupa sermayesiyle) daha ileri düzeyde entegrasyona gitmenin ve AB

marksist tutum

sürecine katılmanın yollarını mı arayacaktı? Burjuva hükümetlerin ve büyük sermaye çevrelerinin cevaplamaları gereken esaslı bir soruydu bu. Aslında büyük sermaye çevreleri ve TÜSİAD gibi işveren örgütleri, bu konudaki eğilimlerini daha Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde ortaya koymuşlardı. 21. yüzyılın eşiğinde, uluslararası kapitalizmden yalıtılmış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm düşünün imkânsızlığının bilincinde olan TÜSİAD, 90’lardan itibaren uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesabına gerekli sonuçları çıkarmış ve tercihini açık bir şekilde AB’den yana (yani Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana) yapmıştı. Fakat 1990’lı yıllara girildiğinde Özal artık iktidarda değildi. O şimdi cumhurbaşkanıydı ve partisi (ANAP) üzerindeki etkisini de büyük ölçüde yitirmiş durumdaydı. Öte yandan, burjuva siyasal rejimde kararsızlık ve istikrarsızlık dönemleri de yeniden başlamıştı. Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu dönemde kurulan burjuva koalisyon hükümetleri, ne AB ve demokratikleşme konusunda ne de Kürt ve Kıbrıs sorunlarının çözümü konusunda elle tutulur bir adım atabiliyorlardı. Mevcut burjuva partileri böyle tutuk davranmaya iten en önemli etken ise, Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya cesaret edememeleriydi kuşkusuz! Resmi devlet politikalarının ve bu politikalar doğrultusunda yayın yapan burjuva medya organlarının yıllardan beri topluma pompaladığı şovenmilliyetçi duygular, sonunda Kürt sorununun çözümü konusunda partilerin önüne dikilen en büyük engel haline gelmişti! Fakat, büyük sermayenin sözcüsü TÜSİAD o tarihte de Türkiye’de demokratik dönüşümlerin yapılmasını ısrarla savunuyor ve bu bağlamda 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut burjuva siyasal yapının değişmesini, 12 Eylül Anayasası yerine yeni ve daha demokratik bir Anayasa’nın yapılmasını, Kürt sorununun ve Kıbrıs sorununun çözümü için barışçı girişimlerde bulunulmasını ısrarla istiyor ve bu konuda uzmanlarına hazırlattığı raporları kamuoyu ile paylaşıyordu. Aynı dönemde cumhurbaşkanı Turgut Özal da Kürt sorununun çözümü konusunda çalışmalar yapıyor ve danışmanlarına raporlar hazırlatıyordu. Tüm bu gelişmeler, burjuvazinin uzak görüşlü temsilcilerinin tercihinin AB’yle bütünleşmekten yana olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı. İşte burjuva iktidar bloku içinde nicedir sürmekte olan çatışma da tam bu dönemeçte sertleşecekti. İlk esaslı çatışma, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı devlet politikasının belirlenmesi (savaşın durdurularak bir barış sürecinin başlatılması, ya da inkârcılığa dayalı bir savaş siyasetinin aynen devam ettirilmesi) noktasında patlak verecekti. Daha sonra ise, AB ile ilişkiler kapsamında “demokratikleşme” programının uygulanması tartışmalarında, laiklik tartışmalarında, Kıbrıs sorununun

29


marksist tutum

çözümüne ilişkin tartışmalarda yaşanacaktı aynı çatışma. Özellikle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine yürüyen tartışmalarda, bu ülkede şoven Türk milliyetçiliğinin yalnızca faşist MHP ile sınırlı olmadığı, aksine bütün burjuva partilerde (dincisinden muhafazakârına, liberalinden “sosyal demokratına”) ve hatta ulusalcı küçük-burjuva “sosyalist” hareketlerin içinde de “yeterli miktarda” var olduğu çok açık bir biçimde görüldü. Bu şovenizm dalgası daha sonra Kıbrıs patırtısında da sergilenecekti sağlı-sollu “ulusalcı” güçler tarafından! Öte yandan, devlet yönetiminde 12 Eylül rejiminin perçinlediği statükocu yapılara ve bu yapılara dört elle sarılmış bulunan burjuvazinin tutucu fraksiyonlarına (en başta da Kemalist askeri bürokrasiye) yeni dönemin gereklerini benimsetmenin hiç de kolay olmayacağı kısa zamanda ortaya çıkacak ve burjuva iktidar bloku içinde bu konularda derin bir çatlak oluşacaktı. İşte tam da bu noktada, barışçı çözüm arayışlarının önünü kesecek gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı Türkiye’de. Burjuva devletin içinde Gladio ya da Ergenekon diye adlandırılan derin yapıların kanlı eylemleri devreye girmiş ve barışçı çözüm arayışları içinde olanlara “hadleri” bildirilmişti! 1993 yılındaki gelişmeler ve aynı yıl içinde art arda gelen suikast haberleri, bazı gerçeklerin ortaya çıkması bakımından son derece anlamlıydı. Türk egemen sınıfının kendi içinde bile yaşanmış olsa, bu topraklarda iktidar kavgasının ne denli kanlı geçtiği, bu suikastlarla bir kez daha gözler önüne serilmiş oluyordu. 1993 yılının Ocak ayında Uğur Mumcu’nun suikasta uğraması, Şubat ayında Adnan Kahveci’nin “şüpheli” ölümü, ardından aynı ay içinde Eşref Bitlis’in uçağının düşmesi, Nisan ayında ise Özal’ın “şüpheli” ölümü! Yaşamlarını yitiren tüm bu şahsiyetlerin ortak noktası ise, hepsinin de Kürt sorunu üzerinde barışçı bir çözüm yolu bulmak ve savaşı durdurmak için çalışma yapıyor olmalarıydı. Evet, Kürt sorunu, egemen burjuva sınıfını bile kendi içinde “kanlı” bir şekilde ayrıştıran bir sorun haline gelmişti. Çözümsüzlük sürdüğü sürece de bu böyle devam edecekti. Burjuva siyasal rejimin kriz içinde olduğu bu 90’lı yıllarda, burjuva devlet aygıtı içindeki yozlaşma ve çürüme de görülmedik boyutlara ulaştı. Düzeltilmediği takdirde, burjuva düzenin tüm kurumlarında derin bir kaosun ve çöküntünün yaşanması kaçınılmaz gibi görünü-

30

Aralık 2012 • sayı: 93

yordu. Nitekim 90’lardan itibaren yaşanmaya başlanan ve 2001 yılındaki mali krizle birlikte iyice açığa çıkan banka skandalları, uluslararası plana taşan yolsuzluklar, devlet yönetiminin her kademesinde olağan hale gelmiş rüşvet mekanizması, kirli mafya-devlet ilişkilerinin had safhalara ulaşması ve bunun sonucunda devlet içindeki çeteleşmelerin ortalığa saçılması vb. Tüm bu gelişmeler, burjuva düzen açısından tehlikeli bir kaosa işaret ediyordu kuşkusuz. Yaşanan ekonomik ve siyasal krizi dışa açılarak, hatta emperyalistleşerek aşmak isteyen burjuva kesim ile geleneksel içe kapanmacı-statükocu kesim arasındaki çatışma giderek büyüyor ve derinleşiyordu. Büyük sermaye kesiminin örgütü TÜSİAD, statükoya teslim olan ve süreç içinde kitle desteğini de iyice yitirmiş bulunan laik ve modern görünümlü burjuva partilerden iyice umudunu kesmişti. O nedenle de bu partilere (ANAP, Doğru Yol, MHP, DSP, CHP) alternatif olabilecek yeni bir burjuva siyasal parti oluşumunun arayışı içindeydi. TÜSİAD bunun için bizzat kendisi bir parti girişiminde de bulunmuş, fakat bu proje yürümemişti. TÜSİAD’ın genç başkanı Cem Boyner’in, sol liberal aydınlarla birlikte oluşturduğu Avrupa sosyal demokrasisi benzeri Yeni Demokrasi Hareketi girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Oysa Türkiye’yi çok daha iyi tanıyan ve çok daha iyi etüt etmiş olan ABD uzmanları, Avrupai görünümlü sosyal demokrat bir partinin değil, halkın desteğini alabilecek ılımlı İslami görüşlere sahip bir burjuva partinin daha başarılı olacağını düşünüyorlardı ve bunda da yanılmamışlardı. Nitekim böyle bir partinin siyaset sahnesine çıkması için çok beklemek zorunda kalmayacaktı değişim yanlısı AB’ci sermaye kesimleri. TÜSİAD’ın ve büyük sermaye kesimlerinin de onay vereceği böyle bir parti, sonunda beklenmedik bir kaynaktan, Milli Görüş’ün içinden zuhur etmişti 2001 yılında. Kendisi de otoriter-statükocu laik devlet anlayışından mustarip olan ve siyasal varlığını bu devlete kabul ettirebilmek için gene de bir “meşruiyet” savaşı vermek zorunda kalacak olan bu parti AKP idi. AKP Milli Görüş’ten AKP Milli Görüş’ten kopan ve kendilerini hem liberal hem de muhafazakârdemokrat olarak tanımlayan “mütedeyyin” siyasi kadroların kurduğu yeni bir partiydi. Öyle anlaşılıyordu ki, bu parti hem burjuvazinin önemli bir kesiminden hem de ABD’den icazet alabilecek şekilde dizayn edilmişti!


sayı: 93 • Aralık 2012

kopan ve kendilerini hem liberal hem de muhafazakârdemokrat olarak tanımlayan “mütedeyyin” siyasi kadroların kurduğu yeni bir partiydi. Öyle anlaşılıyordu ki, bu parti hem burjuvazinin önemli bir kesiminden hem de ABD’den icazet alabilecek şekilde dizayn edilmişti! Sonunda, denize düşen yılana sarılır misali, laik kesimden umduğunu bulamayan TÜSİAD da AKP’nin meşruiyet kazanması için el altından destek verecekti bu partiye.

AKP’nin iktidara gelişine Kemalist bürokrasinin ve ulusalcı solun canhıraş tepkisi İslâmî ideolojiyi benimsediği ve muhafazakârlık temelinde bir siyasal kimliğe sahip olduğu bilinen bir partinin, 2002 yılında beklenmedik bir seçim zaferi kazanarak tek başına iktidar olması, “laik burjuva cumhuriyet” rejiminin tüm siyasal dengelerini altüst etmişti. Kendilerini laik cumhuriyet rejiminin gerçek sahipleri olarak gören ve gelen giden tüm burjuva hükümetler üzerinde vesayetçi konumlarını sürdürmeye alışmış olan geleneksel bürokratik elitler (askeriyenin, idarenin, yargının, üniversitenin vb. yüksek makamlarını işgal eden “seçkin” zevat), AKP’nin iktidar oluşuna anında tepki göstermiş ve çatışmacı bir tutum içine girmişlerdi. Kemalist cumhuriyet rejiminde merkezi otoriteyi sadece kendilerinin temsil ettiğine ve bu nedenle de herkesten üstün bir konumda olduklarına kendilerini inandırmış olan bu seçkin zevata göre, AKP’nin iktidara gelmesi, Türkiye’de tarihsel bir kavganın yeniden başlamış olduğu anlamına geliyordu! Onlara göre bu tarihsel kavga, AKP’nin temsil ettiği “gerici, dinci-şeriatçı, çağdışı” güçler ile Kemalizmin temsil ettiği “modern, çağdaş, laik, cumhuriyetçi” güçler arasındaydı! Nereden bakarsak bakalım bu tutum, yaşanan gelişmelerin gerçek sınıfsal içeriğini ve nedenlerini gözlerden gizleyen ve olayları salt kendi ideolojik bakış açısıyla gerekçelendirip açıklayarak kamuoyunu aldatmaya çalışan tam bir siyasal manipülasyondu. Bu süreçte başta geleneksel devlet partisi CHP olmak üzere, Kemalizmin ideolojik etkisinden yakasını bir türlü kurtaramamış olan geleneksel küçük-burjuva “sol” ve “sosyalist” çevreler de sivil-asker yüksek bürokrasinin yanında saf tutarak bu manipülasyona iştirak ettiler. Böylece salt AKP’ye duyulan alerji temelinde yeni bir siyasal blok oluşuyordu burjuva siyasal arenada. Bu yeni siyasal blok, yaşanan durumu tıpkı asker-sivil yüksek bürokrasinin algıladığı gibi algılıyor ve herkesin de öyle algılamasını istiyordu. Bunun için büyük gayret gösteriyor, büyük organizasyonlara (cumhuriyet mitingleri, bayrak mitingleri vb. gibi) girişiyordu. Bunların gözünde AKP ve onu destekleyen seçmen kitlesi, sanki bu toplumda daha önce hiç var olmamış da AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte birden zuhur etmişti! Kendilerini “sıradan” halkın dışında ve üstünde görmeye pek alışmış olan bu burjuva ve küçük-burjuva “modernlerin” değer yargısına bakılacak olursa, AKP’nin

marksist tutum

seçmen kitlesini oluşturan yığınlar, zaman bakımından günümüze ait olmayan, “çağdışı” bir güruhtu sanki. Sözü edilen bu insanların da Türkiye halkının bir parçası oldukları ve çeşitli sınıflara mensup bulundukları görmezden geliniyordu adeta. Laikçi modernlerin gözünde bu insanlar, başka bir gezegenden gelen ve bizim “modern toplumumuza” yabancı olan “garip” yaratıklardı. Bu laikçi modernlerimize göre AKP, diğer burjuva partiler gibi bir parti olmayıp, ortaçağ kafasındaki “ilkel” insanların oluşturduğu “mürteci” bir partiydi. Dolayısıyla, bunlara göre AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren Türkiye’de bir “karşı-devrim süreci” yaşanmaktaydı ve toplum bu temelde tam ortasından ikiye bölünmüş durumdaydı. Kendi halkını değerlendirme ya da tanıma konusunda mantığı bu denli çarpılmış olanlar, AKP’nin iktidara gelişinden sonra birden tutum değiştirmiş ve yıllarca karşı çıkar göründükleri şeyleri, örneğin ordunun siyasete müdahalesini ve 12 Eylül Anayasasının getirdiği kimi kurumları bile savunur hale gelmişlerdi şimdi! Bu çarpılmış mantıklarının doğal bir sonucu olarak da, 12 Eylül Anayasası’nın dizayn ettiği askersel ve yargısal bürokratik vesayet sistemini ve bu sistemi ilelebet yaşatmak için darbeler tezgâhlayan generallerin eylemlerini de meşru ve mubah sayıyorlardı artık. Kendi halkını değerlendirme ya da tanıma konusunda mantığı bu denli çarpılmış olanlar, AKP’nin iktidara gelişinden sonra birden tutum değiştirmiş ve yıllarca karşı çıkar göründükleri şeyleri, örneğin ordunun siyasete müdahalesini ve 12 Eylül Anayasasının getirdiği kimi kurumları bile savunur hale gelmişlerdi şimdi! Bu çarpılmış mantıklarının doğal bir sonucu olarak da, 12 Eylül Anayasası’nın dizayn ettiği askersel ve yargısal bürokratik vesayet sistemini ve bu sistemi ilelebet yaşatmak için darbeler tezgâhlayan generallerin eylemlerini de meşru ve mubah sayıyorlardı artık. Cumhuriyeti yalnızca kendilerinin savunduğuna ve çağdaş-modern yaşamı yalnızca kendilerinin temsil ettiğine ciddi ciddi kendilerini inandırmış olan Kemalist cumhuriyetçiler, tüm gayretlerine rağmen gene de halkın çoğunluğunu AKP karşıtlığı temelinde kendi saflarına çekmeyi başaramadılar. Oysa onların başaramadığını, “çağdışı, ilkel, dinci” vb. diye küçümsedikleri AKP rahatlıkla başarabildi. Kendilerini laik, modern ve de pek ilerici addeden bu kesimler, bunun neden böyle olduğunu ve kendilerinin nerede yanıldığını bir kez olsun durup düşünmediler. Oysa durum o kadar karmaşık değildi. Biraz nesnel bakabilseler, AKP’nin başarısının hiç de şaşırtıcı olmadığını görebilirlerdi. Bir kere AKP iktidara gelir gelmez, büyük kitleleri ilgilendiren ama statükocu-bürokratik devletin yıllardan beri çözümsüzlüğe terk etmiş olduğu pek çok soruna el atarak başlamıştı işe. AKP bu

31


marksist tutum

süreçte halkın hoşuna gidecek icraatları hızlı bir şekilde yaptığı için, geniş bir halk kesiminin desteğini arkasına almıştı. AKP bu desteği dinci, İslamcı bir çizgi izlediği için değil, halkın demokrasi ve değişim istemlerine göz kırptığı ve yerine getirme sözü verdiği için kazandı. Kendisi muhafazakâr bir parti olmasına karşın, geniş kitle desteği edinebilmek için liberal-demokrat bir görünüm sergiledi ve hem kendi çıkarı o yönde olduğu için, hem de geniş kitlelerin eğiliminin o yönde olduğunu bildiği için AB yanlısı bir tutum takınmaya özen gösterdi. Nitekim AKP’nin izlediği bu siyasal çizgi, onun iktidardaki konumunu her geçen gün biraz daha sağlamlaştırdı. Öte yandan AKP, sosyo-ekonomik alanda attığı iyileştirici adımlarla kendi seçmen kitlesinin sosyo-kültürel dönüşümünü de sağladı. AKP hükümeti bu süreçte Türkiye’nin kapitalist modernleşmesi yönünde yoğun bir çaba harcadı. Otoyollar, hızlı tren projeleri, ileri teknolojili yatırımlar, herkesi ev sahibi yapma propagandasıyla başlatılan TOKİ projeleri bu dönemde uygulamaya konuldu. Aslında tüm bu yatırımlar ve özellikle inşaat sektörüne yapılan yatırımlardaki muazzam artış, kapitalist ekonominin diğer sektörlerinde de büyük bir canlanma yaratarak sermaye birikimi sürecini hızlandırdı. Bu da bir bütün olarak kapitalist ekonomideki büyüme trendini yükseltti. Bu gelişmeler, kapitalist ekonominin eskiyle kıyaslanamayacak ölçüde modernleşmesi anlamına da geliyordu kuşkusuz. Kırsal kesimden kente göçmüş, varoşlara yerleşmiş ve genellikle dinsel ağırlıklı eğitim almış orta ve alt gelir grubundan halk kesimleri bu süreçte kent yaşamına, dolayısıyla kapitalist tüketim çemberine daha fazla katılmaya ve kamusal alanda daha fazla görünür hale gelmeye başladılar. Kırsal kesimden kente gelen göç dalgaları, eski geleneklerin çözülmesini de beraberinde getirdi kuşkusuz. Bu kitleler temelde dindar ve muhafazakârdılar ama şimdi daha eğitimli, daha modern hale gelebilmenin imkânlarına kavuşmuş hissetmeye başladılar kendilerini. AKP bu halk kitleleri arasındaki çalışmalarında kuşkusuz İslami referanslarla konuştu ve Müslümanlığa dayalı bir siyasal kültür inşa etmeye çalıştı. Ama aynı zamanda, eski kırsal kesim dindarı olan bu kitleleri daha modernleşti-

32

Aralık 2012 • sayı: 93

rici, daha kentlileştirici bir işlev de yerine getirdi. Ayrıca söylemleriyle ve yürüttüğü propaganda çalışmalarıyla, bu büyük kitlenin gelecek umudunu da her daim canlı tutmayı ve bir bakıma onlara yoksulluklarını unutturmayı başardı. AKP’nin her geçen gün kitle desteğini arttırmasının ve iktidarını bu kadar uzun süre koruyabilmesinin temel nedeni, büyük göç kitleleriyle kentsel ortamda kurduğu bu sağlam ittifaktır kuşkusuz! Kentin tahsilli, laik ve modern küçük-burjuvalarını (beyaz Türk denen kesimi) asıl irrite eden de budur işte. AKP’yi destekleyen dindar “aşağı tabakaların” modernleşerek kamu hayatına katılmalarını ve ortalıkta daha fazla görünür hale gelmelerini hazmedemediler bu “modern” beyaz Türkler. Onlar bu durumu “kendi mahallelerine bir tecavüz” olarak algıladılar ve kendilerini bu hissiyattan bir türlü kurtaramadılar. 2007 seçimlerinden de büyük bir zaferle çıkan ve iktidar koltuğuna daha emin bir şekilde yerleşen AKP, o güne kadar kendilerini hep seçilmişlerin üstünde gören ve darbe tehditleriyle siyasileri her zaman hizaya getirmiş olan o “anlı şanlı” generallerden ve ellerindeki yargı kılıcını AKP’nin tepesinde sallandırarak onu sindirmeye çalışan burnundan kıl aldırmaz yargı bürokrasisinden hesap sormaya girişti. AKP bu aşamadan itibaren darbe girişimlerini soruşturmaya, darbeci generaller hakkında peş peşe davalar açtırmaya başladı. Önce 2008 yılında Ergenekon ve ardından 2010 yılında Balyoz darbe planı davaları açıldı. Davalarla ilgili olarak pek çok emekli general ve muvazzaf subay tutuklandı. AKP’nin bu davaları açtırmaktaki maksadı, sonuna kadar gidip devletin işlediği insanlık suçlarını açığa çıkarmak ya da onun kanlı, kirli geçmişiyle bir hesaplaşmaya girişmek değildi elbette. AKP’nin bu davaları açtırmaktaki asıl amacı, sadece kendine yönelik darbe girişimlerini açığa çıkartmak, darbecilerin burnunu sürtmek ve ibret olsun diye onları cezalandırarak diğer darbe niyetlilerine de gözdağı vermekti. Nitekim davaların daha sonraki seyri de bunu açıklıkla gösterecekti. Açılan Ergenekon dava dosyasında ne faili meçhul cinayetlerle, ne köy yakmalarla, ne JİTEM’le, ne suikastlarla ilgili bir soruşturma bilgisine rastlandı! Açık ki, AKP’nin böyle derinlemesine bir hesaplaşmaya niyeti yoktur ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Çünkü bu devlet, ilerde daha geniş değineceğimiz gibi, bir burjuva partisi olan AKP’nin de devletidir ve yayılmacı emelleri için AKP’nin bu devlete de onun generallerine de şiddetle ihtiyacı vardır. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır


ÇKP 18. Kongresi ve Gösterdikleri Oktay Baran

8

0 milyon üyeye sahip Çin Komünist Partisi (ÇKP), Kasım ayı içerisinde kongresini tamamladı. Beklendiği gibi şu anki devlet başkanı yardımcısı Şi Jinping, parti genel sekreteri olarak seçildi. Bu, önümüzdeki yılın Mart ayında yapılacak Çin Halk Kongresinde Şi’nin yeni devlet başkanı olarak seçileceği ve emekliye ayrılacak Hu Jintao’nun yerine geçeceği anlamına geliyor. ÇKP’nin son kongresinin açılış ve kapanışında basına birlik beraberlik tablosu çizilmesine rağmen, kongrenin öncesinde gerçekleşen tasfiyeler, skandallar ve kongrenin bir ay gecikmeyle toplanabilmesi bambaşka bir gerçeğe işaret ediyor. Bu gerçeklik, Çin burjuvazisinin hegemon kanadını oluşturan bürokrasinin ciddi bir bölünme içerisinde olduğudur. Çin burjuvazisinin aslında hemen hemen tüm kesimleri, uzun süredir, ÇKP içerisinde varlıklarını sürdürüyorlar. Olağan bir burjuva demokratik işleyişte, burjuvazinin farklı kesimlerinin çıkarları farklı siyasi partilerde ifadesini bulurken, diğer partilere izin verilmeyen Çin’de bu kesimsel çıkar farklılık ve çatışmaları, ÇKP içindeki hizip çatışmaları şeklinde sürüyor.

Çin’de ÇKP’nin tek parti diktatörlüğü hüküm sürüyor. Bu durumda, ÇKP’nin en üst yönetim organı olan Politbüro Daimi Komitesi (PDK), aynı zamanda ülkenin de en üst yönetim/yürütme organını oluşturuyor. Son kongrede üye sayısı 9’dan 7’ye indirilen PDK, partinin merkez komitesi tarafından seçiliyor ve devlet başkanı, başbakan ve bunların yardımcıları gibi devletin en kilit ve en üst mevkilerini işgal eden kişileri barındırıyor. Partinin kongreleri 5 yılda bir yapılırken, seçilen PDK iki dönem yani 10 yıllık bir süre boyunca hüküm sürüyor. 10 yıl boyunca ülkeyi yönetecek yeni bir liderliğin seçilmesi, her halükârda zaten olağanüstü çatışmalı bir süreçtir. Ama son kongreden önce yaşanan büyük çatışma, olağanlaşan bu çatışmanın daha ötesindeki gerçeklere işaret ediyor.

Hizip savaşının ana çizgileri Son hizip çatışması, kişisel çıkar ve çekişmelerle de el ele yürüyen grupsal çıkarları barındırsa bile, çatışmanın boyutları bize bunun daha ötesinde farklılıklar bulundu-

33


marksist tutum

ğunu gösteriyor. Sorunun temelinde Çin kapitalizminin önümüzdeki dönemde nasıl bir politikayla yönlendirileceği ve dış politika alanında nasıl bir çizgi izleneceği hususları yatmaktadır. Tarafların hiçbiri, tek parti diktatörlüğünün derhal lağvedilmesini, demokratik-sendikal reformları vb. savunmuyor. Bunun yanı sıra, hepsi de kapitalist özel mülkiyetin devamından yana ve hepsi de işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesinden tedirgin. İlk noktada sorun, devletin ekonomideki ağırlığı aynen korunacak mı, yoksa tedrici olarak zayıflatılacak mı şeklinde somutlanıyor. Devlet mülkiyetinin aleyhine olmak üzere özel mülkiyetin geliştirilmesini savunanlar da kendi aralarında bu sürecin nasıl bir hız ve tempoyla yürütülmesi gerektiği hususunda hemfikir değiller. Şurası açıktır ki, Çin devlet kapitalizmi eninde sonunda çözülecektir, ne var ki bu çözülmenin bürokrasinin mutlak denetimi altında, onun belirlediği bir hız ve tempoyla gerçekleşmesi, bürokrat-burjuva sınıf açısından hayati bir önem taşımaktadır. SSCB’nin dağılmasından Çin bürokrasisinin çıkardığı en temel sonuç, siyasal alan üzerindeki tekel konumunu, her şey yoluna sokuluncaya kadar elden bırakmamak gerektiğidir. İster bürokrat kesimi isterse de bürokrasi dışı kesimleri olsun, Çin burjuvazisinin, bu denli keskinleşmiş toplumsal çelişkileri yumuşatarak olağan bir burjuva demokratik rejim aracılığıyla hüküm sürecek bir iktisadi güce ve siyasal güvene sahip olduğundan söz edilemez. Mülk sahibi sınıflar, bu denli yoğun bir emek sömürüsünün, bu denli kutuplaşmış bir zenginyoksul ayrımının olduğu bir ülkede, muazzam büyüklükteki bir proletaryanın ve onunla kader birliği edebilecek büyük bir yoksul köylü kitlesinin varlığı koşullarında toplumu demir yumrukla yönetmektedirler. Çin burjuvazisi, bu çelişkileri belli ölçüde yumuşatabilecek bir sermaye birikim düzeyine sahip değildir. Bu nedenle de, burjuvazinin çeşitli kesimleri, bir proleter devrim tehdidi karşısında domuz topu gibi birleşmekte ve bu despotik rejimin bir

Alt ortada eski Devlet Başkanı Jiang Zemin, solunda mevcut Devlet Başkanı Hu Jintao, sağında Başbakan Wen Jiabao

34

Aralık 2012 • sayı: 93

süre daha devamı yönünde kader birliği yapmaktadırlar. Dış politika alanında da bürokrasinin çeşitli kesimleri arasında derin olmasa da kimi önemli farklılıklar mevcuttur. Temel sorun, Çin’in en büyük ve güçlü rakibi durumundaki ABD’yle ilişkiler noktasında düğümleniyor. ABD emperyalizmi, Çin’in yükselişinin önüne geçmek üzere diplomatik ve askeri ataklarını yoğunlaştırıyor. Bölgedeki ülkelerle yeni ve daha güçlü bağlar kurmaya, Çin’in etkisini dizginlemeye ve onu çevrelemeye çalışıyor. ABD emperyalizmi, son dönemde Asya-Pasifik bölgesine odaklanmaya başlamıştır. ÇKP Kongresiyle aynı dönemde ABD Japonya’yla birlikte büyük bir deniz tatbikatı yapmış, Çin ve Japonya arasındaki “ada ihtilafı”nda Japonya’ya verdiği desteği güçlendirmiştir. Obama’nın seçimlerden sonraki ilk gezisini Güneydoğu Asya ülkelerine yapması da, Çin’in bölgedeki etkisini azaltma stratejisinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. ABD’nin, Vietnam, Filipinler ve Japonya’yı birbirine daha fazla yaklaştırmaya çalışarak Güneydoğu Asya’nın deniz yolları üzerindeki etkisini arttırması, Çin’in kaygılarını arttırıyor. Keza Çin için hem hammadde ithali hem de ürünlerinin ihracı açısından bu denizyolları büyük önem taşıyor. Tüm bunlar önümüzdeki dönemde Asya denizlerinde suların ısınacağı anlamına geliyor. Bu gelişmeler, eski Başkan Hu’nun “barışçıl yükseliş” olarak tarif ettiği dış politikanın miadının dolduğuna işaret etmektedir. Bu politika, Çin’in büyük emperyalist güçlerle, başta da ABD ile askeri bir karşı karşıya geliş yaşamaksızın ekonomik yükselişini devam ettirerek büyük bir güç haline gelmesi ve başta Asya-Pasifik bölgesindekiler olmak üzere çeşitli ülkelerle diplomatik ilişkileri geliştirerek nüfuz alanları elde etmesi stratejisine dayanıyordu. Hu’nun bu çizgisi, partinin daha milliyetçi-devletçi kanadı tarafından ve ordu içindeki kimi kesimler tarafından eleştiriliyordu. Parti/devlet bürokrasisi içindeki bu farklılık, parti dışında varlık bulan kabaca iki muhalif çizgi tarafından da körükleniyor. Bir tarafta iktisadi liberalizasyonu, devlet mülkiyetinin tümüyle tasfiyesini ve tek parti rejiminin sona erdirilmesini savunan burjuva liberal kutup bulunurken, diğer tarafta, özel mülkiyeti sınırlandırarak (ama ortadan kaldırarak değil!) Mao dönemindeki uygulamalara dönülmesini savunan neo-Maocu çizgi bulunuyor. Bu iki zıt kutup bu rafine halleriyle parti içerisindeki yönetim kademelerinde yer bulamasa bile, gerek parti tabanıyla (özellikle neo-Maocular) gerekse de çeşitli düzeydeki yöneticilerle ciddi bir etkileşim içerisindeler. Burjuva liberal kutup, bürokrasi dışı ve zenginliğini bürokrasiye borçlu olmayan burjuvaların küçük bir kısmından ve burjuva entelijensiyadan destek bulurken; neo-Maocu çizgi, ÇKP’nin kapitalist politikalarına kısmen ya da tamamen karşı çıkan geniş bir yelpazeden oluşuyor, partinin eski ya


sayı: 93 • Aralık 2012

marksist tutum

da kıdemsiz üyelerinin arasında, aydınlar ve gençler arasında yankı buluyor ve gerek kır gerekse de kentlerdeki kitlesel gösterilerde ellerindeki Mao posterleriyle giderek artan bir varlık gösteriyor.

Bürokrasinin kanatları Son kongrenin ardından açıklanan yeni PDK’da, Hu Jintao’nun “reformcu” ya da “sağ” kanat olarak anılan Genç Komünistler Birliği (GKB) hizbi sayısal olarak kan kaybetmiş gözüküyor. Ama politik etkisi hiç de azalmamıştır. PDK’da bu hiziple açıkça bağlantılı tek bir kişi mevcut, o da başbakanlık görevini devralacak olan Li Keqiang! Bu kanat, piyasa ilişkilerinin daha da yaygınlaştırılmasını, özel mülkiyet üzerindeki kısıtlamaların daha da gevşetilmesini, finansal serbestliği, devlet müdahalesi ve denetiminin sınırlandırılmasını, özelleştirmelerin hızlandırılarak devlet mülkiyetinin baskın konumunun geriletilmesini savunuyor. Eski başkanlardan Jiang Zemin’in Şanghay kliği ise elini güçlendirmiş görünüyor, yeni PDK’da bu klikle ilişkili üç kişi bulunuyor. “Merkez” olarak adlandırılabilecek bu hizbin temel ilkelerini, devletin ekonomideki konumu ve ağırlığını koruyarak kapitalist gelişimi teşvik etme, ama sıkı ve baskıcı bir tek parti diktatörlüğü rejimini de hiç gevşetmeme olarak özetleyebiliriz. 1989’daki Tiananmen katliamının baş sorumlusu olan Jiang Zemin’in ekibinin güç kazanması, muhalif hareketlere karşı aşırı baskı ve güç politikasının zayıflamayacağını ve “siyasi reformlar”ın pek gündeme gelmeyeceğini gösteriyor. Parti içinde sol olarak anılan ama PDK’da yer bulamayan bir kanat daha var ki, bunlar Bo Şilay’ın “Çongking modelini” savunuyorlar. Bu kanat kapitalist ilişkileri reddetmese de ona daha fazla taviz verilmesine karşı çıkıyor; sosyal bir patlamanın önüne geçebilmek için devlet mülkiyetinin geliştirilmesini, devlet denetimi ve müdahalesinin arttırılmasını, sosyal konut, eğitim ve sağlık hizmetlerinin devlet desteğiyle geliştirilmesini ve böylelikle yaşam standartlarının yükseltilmesini savunuyor. Devlet başkanlığı görevini üstlenecek Şi Jinping ise, her ne kadar Hu’nun GKB hizbine yakın görünse de, bu iki temel hizbin üzerinde bir hakem/dengeleyici olarak duruyor. Yeni seçilen PDK, aslında geçici bir uzlaşmayı yansıtıyor. Öyle görünüyor ki, “merkez” ve “sağ” kanatlar, karşılıklı tavizler vererek, “sol” kanadın tasfiyesinde ve mevcut statükonun korunmasında anlaşmışlardır. “Sağcı” GKB iki önemli adayının PDK’ya alınmamasına razı gelmiş (bunu sağlamak için PDK üye sayısı 9’dan 7’ye indirilmiştir) ama karşılığında “merkezci” Şanghay kliğinden, bir sonraki kongrede PDK’nın 5 üyesinin emekliye ayrılacağı sözünü almıştır. Ne de olsa kapitalist ilişkilerin daha da gelişimi, “sağ” kanadın elini güçlendirecektir. Dahası başbakan bu “sağ” kanadın temsilcisidir ve

parti kongresinde önümüzdeki dönem için kabul edilen politikalar tam da bu ekip tarafından (Hu, Wen ve Li) geliştirilen iktisadi liberalizasyon politikalarıdır. Dünya Bankası’nın Çinli bir bürokratlar heyetiyle birlikte (ki başında müstakbel başbakan Li Keqiang bulunuyor) hazırladığı Çin 2030 adlı raporda ana hatları çizilen bu politikaya göre önümüzdeki dönemde, savunma ve enerji gibi “stratejik” sektörlerle, otomotiv, makine ve çelik sanayiindeki büyük ölçekli işletmeler üzerindeki devlet mülkiyeti korunacak, ancak çok büyük bir kısmı yerel hükümetlere bağlı olan ve 30 milyon işçiyi istihdam eden 100.000 civarında devlet işletmesi tümüyle özelleştirilecek, devletin ekonomiye müdahalesi kısıtlanacak, verimlilik arttırılacak. Bu işletmeler, yerli ve yabancı yatırımcıların yanı sıra her şeyden önce yerel hükümet yetkililerine, işletmelerin yöneticilerine, yani bir bütün olarak ÇKP’nin yerel ve merkezi şeflerine satılacaklar.

Kapitalist ekonomik atılım Çin egemen sınıfı içinde yaşanan kavgaları anlamak için, son yirmi yıllık kapitalist gelişime kısaca göz atmak gerekiyor. 90’lı yıllar boyunca parti genel sekreterliği ve devlet başkanlığı görevini yürüten Jiang Zemin, Çin kapitalizminin gelişiminin önündeki temel engelleri kaldırmasıyla biliniyor. Onun dönemi boyunca kapitalist restorasyon hızlanmış ve esas dönüşüm tamamlanmıştır; tarıma ve kırsal kesime verilen sübvansiyonlar azaltılmış, kırsal bölgelerdeki irili ufaklı sanayi işletmelerinin önemli bir bölümü ya kapatılmış ya da kısmen veya tümüyle özelleştirilmiş, kentlerdeki sanayi işletmelerinin bir bölümü de özelleştirilerek 50 milyon işçi işini kaybetmiş, genel parasız sağlık ve eğitim hizmetleri baltalanmıştır. 2001 yılında Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinin ardından yabancı sermaye yatırımlarının önündeki engeller kaldırılmış ve sonrasında parti genel sekreteri sıfatıyla son kez katıldığı 2002 kongresinde Jiang, “üç temsil teorisi”ni kabul ettirerek ÇKP’ye bürokrasi dışında kalan burjuvaların da üye olabilmesinin önünü açmıştır. Ne var ki, tüm bu politikalar özellikle kırsal bölgelerde

35


marksist tutum

büyük tepkiler doğurmuştur. Hızla yoksullaşan köylülük ve kırsal nüfusun tepkilerini dizginlemek ve bir ölçüde yatıştırmak için 2003’den itibaren iktidarı ele alan Hu Jintao, kırsal bölgeleri hedef alan bir sosyal yardım programını hayata geçirmiş ve Jiang döneminin aksine kitlesel ve çok büyük ölçekli özelleştirmelere girişememiştir. Diğer taraftan, tam da bu dönemde muazzam bir yabancı sermaye yatırımı patlamasına ve dolayısıyla devletin ekonomideki ağırlığının azalmaya devam ettiğine şahit oluyoruz. 2002’den itibaren, Çin ekonomisi sürekli olarak büyüdü, onunla birlikte Çin işçi sınıfı da. Çin’de son on yıl içerisinde kent nüfusu oranı %38’den %50’nin üzerine çıkmış durumda. Dünya işçi sınıfının en büyük taburunu oluşturan Çin işçi sınıfının, aktif çalışanlar itibarıyla 350 milyondan fazla olduğu söyleniyor. Bu sayıya, işçilerin ailelerinin yanı sıra “beyaz yakalılar”ın çoğu da dahil değil. Öte yandan Çin burjuvazisinin büyüyüp güçlenmesi çarpıcı bir tablo oluşturuyor. Bir yandan giderek artan sayıda üst bürokrat büyük burjuva haline gelirken, diğer taraftan bürokrasi dışında da (ama onunla türlü bağları aracılığıyla) yeni bir büyük burjuva katman peydahlanıp palazlanıyor. Son on yıl boyunca ortalama yüzde 10 oranında büyüyen Çin ekonomisi, 2002 yılında 1,5 trilyon dolarlık milli gelirle dünyada altıncı sıradayken, bugün 7,3 trilyon dolarla dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi. Bu arada 2002’de, Çin’de dolar milyarderi yokken, bugün resmi rakamlara göre 270’den fazla dolar milyarderi peydahlandı (bu sayı ABD’den sonra dünyada ikinci sırada olmak anlamına geliyor). Dolar milyoneri olan 2,7 milyon kişiyi (kimi araştırmalara göre 5 milyon kişi) de buna ekleyelim. Bu ekonomik gelişme hiç kuşku yok ki, Çin’in küresel kapitalizmle giderek artan entegrasyonuna ve her şeyden önce de muazzam yabancı sermaye yatırımına bağlıdır. Dünyanın atölyesi haline gelen ve yine dünyanın en büyük meta ihracatçısı konumuna yükselen Çin’in bu atılımı, yalnızca yabancı sermayeye değil aynı zamanda bu sermaye tarafından gerçekleştirilen teknoloji transferine ve yine ileri kapitalist ülkelerin iç pazarlarına sıkı sıkıya bağlı ve bağımlıdır. Bunun doğrudan iki sonucu bulunuyor. Birincisi, Çin ekonomisi dünya ekonomisinin gidişatına doğrudan bağımlıdır ve ondan ayrı bir kaderi sözkonusu değildir. Bir başka deyişle, bugün dünya ekonomisinin lokomotiflerinden biri olan Çin ekonomisinin istikrarı, bu ihracata aşırı bağımlılığı nedeniyle, çok büyük oranda gelişmiş ülkelerin iç pazarlarındaki talebe bağlıdır, ki bu talebin 2008 yılından itibaren dünya kriziyle birlikte nasıl bir düşüş yaşadığı bilinmektedir. Çeşitli burjuva iktisatçıları, dünya ekonomisinin geleceğinin Çin’in büyüme oranlarına bağımlılığını vurgulasalar bile, bu abartılı ve tek yanlı bir vurgudur. 2008 dünya krizinin hemen ardından yaşanan küresel daralma nedeniyle, Çin’de 23 milyon kişi işten atılmıştır. Demek ki gerçek tam tersi gibi gözü-

36

Aralık 2012 • sayı: 93

küyor; Çin ekonomisinin büyümesi, dünya pazarlarında talebin yeniden canlanmasına bağlıdır. Bu noktada da ufukta bir çıkış gözükmüyor ki, bu da Çin ekonomisini çok çalkantılı günler beklediği anlamına geliyor. 2008 kriziyle dünya pazarında yaşanan daralmaya Çin bürokrasisi muazzam bir teşvik programını hayata geçirerek karşılık vermeye çalıştı. Büyük ölçekli altyapı projeleri, yeni kentlerin inşası ve kentsel dönüşüm projeleriyle inşaat sektörü ve gayrımenkul spekülasyonunun önü açıldı. Böylelikle küresel krizin yarattığı durgunluk bir ölçüde aşılabilmiş oldu. Ancak bu teşvikler üç önemli sonuç üretti. Birincisi, azalan ihracat ve artan ithalatla birlikte, bütçe fazlasının giderek erimesi. İkincisi, yerel hükümetlerin sırtına binen artan borç yükü ve hızla şişen bir kredi mekanizması. Giderek şişen emlak balonuyla birlikte, bu borçlar/krediler finans sektöründe büyük bir risk oluşturuyor. Üçüncüsü, sanayi ve imalat sektörünün yanı sıra konut/inşaat sektöründe de muazzam bir aşırı üretim. Devlet teşvikleriyle bu sektöre yapılan yatırımların bugün milli gelirin yarısı kadar bir büyüklüğe ulaştığı söyleniyor; sonuç, Çin’deki konut stoğunun yüzde 30’unun boş kalması! Çin burjuvazisi, 2008 krizinden kurtulmak için büyük bir Keynezyen deneye girişmiş olmasına rağmen, bu çabalar krizi olsa olsa geciktirecektir, ama nihayetinde çok daha devasa hale getirerek. Krizden önce yüzde 80 civarındaki “kapasite kullanım oranı” bugün yüzde 60’a gerilemiştir. Bu, her beş fabrikadan ikisinin atıl durumda olduğu anlamına geliyor. Çin’i büyük bir mali krizle sarmalanmış bir aşırı üretim krizi bekliyor!


sayı: 93 • Aralık 2012

Gelelim ikinci önemli sonuca. Büyümeyi sürdürmek amacıyla halen önemini koruyan yabancı sermaye yatırımlarını ülkeye çekmeye devam edebilmek için Çin egemenleri, zaten dünyanın ucuz işgücü deposu durumunda olan Çin’i emekçi sınıflar için daha da beter bir cehenneme çevirmenin yollarını arıyorlar. Bu, işçi sınıfının daha da ağırlaşan çalışma koşulları ve daha da kötüleşen yaşam koşullarıyla karşı karşıya geleceği anlamına geliyor ki, bunun sonucunun Çin işçi sınıfının mücadelesinin daha da yükselmesi olması neredeyse kaçınılmazdır. Çin’in egemen bürokrat-burjuvazisi, daralan dış pazarlar nedeniyle yaşadığı sıkıntıyı iç pazarı genişletmeye dönük kimi önlemlerle aşmaya çalışıyor. Ne var ki, büyümek ve yabancı sermaye çekebilmek için ucuz işgücü cenneti konumunu sürdürme zorunluluğu ile birlikte düşünüldüğünde, bu çabaların sonuçlarının çok sınırlı kalacağı ve en azından kısa-orta vadede sonuç vermeyeceği ortadadır. Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına rağmen, 1,3 milyarlık nüfusuyla bağlantılı olarak düşünüldüğünde, kişi başına düşen milli gelir düzeyi aslında orta gelişkinlikteki ülkeler kategorisine giriyor. Milli gelirin ancak yüzde 37’si “hane halkı tüketimine” gidiyor ki, bu dünyadaki en düşük oranlardan biridir. Emperyalist bir güç konumuna yükselmesine rağmen, dünyanın emperyalist sömürüsünden kendi işçi sınıfına bir pay aktaramıyor. Durum tam tersi; dünya burjuvazisi Çin işçi sınıfının sömürüsünden büyük bir pay kapıyor. Yabancı sermaye yatırımlarına bu ölçüde bağımlılık esasta Çin’in yerli sermaye birikimi eksikliğinden kaynaklanıyor ve bu eksiklik aşılmadığı sürece iç pazarı geliştirebilecek önlemleri hayata geçirebilmek kısa-orta vadede mümkün gözükmüyor. Çin’deki özgün bürokrat-burjuva diktatörlük rejimi, aslında tam da bu ikilemin ya da bu çıkmazın yarattığı zemin üzerinde yükseliyor. Daha doğrusu, iktisadi alandaki tüm kapitalist ilerlemeye rağmen, rejimin olağan bir burjuva rejimi doğrultusunda çözülmesine, tek parti diktatörlüğünün terk edilerek siyasal alanda burjuva demokrasisine geçilmesine izin verilmemesinin nedeni bu çelişkidir. İktisadi alanda giderek artan bir burjuva liberalizasyon; siyasi alanda totaliter bir diktatörlük! Çin’e damgasını vuran bu durum, burjuva liberallerin ekonomik büyüme ile demokrasi arasında kurdukları neden-sonuç ilişkisinin ne denli yanlış olduğunun en çarpıcı örneklerinden de biridir.

Çin burjuvazisi Çin burjuvazisi aslında iki ana kesimden oluşuyor. İlki, çeşitli tipteki özel şirketlerin sahipleri ya da ortaklarından oluşan bir burjuva kesim. Bu şirketleri üç kategoride sınıflamak mümkün: 1) devlet bürokrasisinden tümüyle bağımsız özel şirketler; 2) devletin doğrudan ortağı durumunda bulunduğu özel şirketler ve 3) büyük bürokratların aile efradının ortağı ya da sahibi olduğu şirketler.

marksist tutum

Bu burjuva kesimin ağır basan bölümünü son iki kategoridekiler oluşturuyor. Öyle ki, bizzat resmi kurumlar tarafından yapılan bir araştırmada, 100 milyon yuandan (16 milyon dolar) fazla bir servete sahip olan 3220 burjuvadan 2932’sinin ÇKP yöneticileriyle kan bağına sahip oldukları ortaya konuluyor. Son ÇKP kongresine katılan delegelerden en az 24 tanesinin özel sektörde faaliyet yürüten büyük burjuvalardan oluştuğu, bunlardan ikisinin Merkez Komiteye aday olduğu biliniyor. Bunlar arasında 11 milyar dolarlık servetiyle Çin’in en zengini olan Liang Wengen de bulunuyor. İkinci ama gerçekte hegemon pozisyonda olan burjuva kesim ise bizzat ÇKP üst bürokrasisinden oluşmaktadır. Bu bürokrat-burjuvalar, devlet işletmeleri üzerindeki kontrolleri, yolsuzluklar, rüşvet ve doğrudan ya da dolaylı ortaklıklar aracılığıyla ciddi bir sermaye birikimine sahip olmuşlardır. Bunlar, kişiler ya da gruplar halinde ülke ekonomisini adeta parsellemiş durumdadırlar. WikiLeaks tarafından yayınlanan 2009 yılına ait gizli diplomatik yazışmaların birinde, Amerikalı bir diplomat şunları aktarıyor: “xxx, Başbakan Li Peng’in ve ailesinin elektrik enerjisiyle ilgili bütün alanları, PDK üyesi ve güvenlik çarı Zhou Yongkang ile arkadaşlarının petrol alanını, önceki ölmüş önder Çen Yun’un ailesinin ÇHC’nin bankacılık sektörünü kontrol ettiğini; PDK üyesi ve Çin Halkının Siyasi Danışma Konferansı Başkanı Jia Qinglin’in Pekin’deki büyük gayrımenkul gelişmelerden nemalanan başlıca kişi olduğunu, Hu Jintao’nun damadının sina.com ve Wen Jiabao’nun karısının Çin’in büyük mücevher sektörünü elinin altında tuttuğunu ‘herkesin bildiğini’ belirtti.” Devlet dolayımıyla ekonomi üzerinde denetim kurup böylesi bir servete ulaşan bürokratların, kendi istekleriyle ÇKP’nin tek parti rejimine son vermeyecekleri çok açıktır. Diğer taraftan, bürokrasi dışı burjuvaların çoğunluğunun da şimdilik bu yönlü bir siyasal reform talebi bulunmuyor, daha ziyade parti/devlet aygıtında etkili olabilecekleri mevkiler ya da bu mevkidekilerle sıkı ilişkiler geliştirme peşindeler. On yıl önce, “özel girişimci” olarak kategorize edilenlerin yüzde 34’ü parti üyesiydi ve bu oran her geçen yıl artmıştır. Parti üyeliği orta ve büyük işletme sahipleri arasında daha da yaygın gözüküyor, onlarda bu oran yüzde 40’ın üzerindedir. Bu oranları, parti üye sayısının tüm nüfusa oranı olan yüzde 6 ile karşılaştırdığımızda, burjuvazi içerisinde partiye üye olma eğiliminin çok daha güçlü olduğunu görüyoruz.

Yolsuzluk, yoksulluk ve emekçi kitlelerin yükselen tepkileri ÇKP’nin yeni liderliği, “beşinci kuşak” olarak adlandırılıyor. Bu liderliğin 1949 Çin Devrimiyle de, onun sonrasında bir dönem boyunca kitlelerde kısmi de olsa ortaya çıkan “devrimci atmosfer”le de organik bir bağı bulunmuyor. Son kongrede seçilen liderlik, 1970’lerde politik

37


Aralık 2012 • sayı: 93

marksist tutum

yaşama atılmış ve esas olarak kapitalist restorasyoncu bir atmosferde yetişip şekillenmiştir. Bu liderliğin de dahil olduğu ÇKP bürokrasisi, hem devlet kaynaklarını açıkça yağmalayarak, hem rüşvet ve yolsuzluklarla, hem de yerli/ yabancı şirketler ve bankalarla kurulan ortaklıklar sayesinde büyük bir servet birikimine ulaşmış ve burjuvalaşmıştır. Kongre öncesinde yaşanan skandallar sayesinde, Çin bürokrat-burjuvazisinin yolsuzluklarla edindiği servete dair sınırlı da olsa bilgi sahibi olabildik. Birkaç örnek verelim. Önümüzdeki dönemde görevinden ayrılacak olan başbakan Wen Jiabao yakın akrabalarıyla birlikte en azından toplam 2,7 milyar dolarlık bir servete sahiptir. Ülkenin en büyük yasama otoritesi olan Çin Halk Kongresi üyesi en zengin 70 delegenin toplam 90 milyar dolarlık bir serveti vardır. Son kongrede ÇKP genel sekreteri olarak yani partinin (ve dolayısıyla da devletin) bir numaralı ismi olarak seçilen Şi Jinping’in, ailesiyle birlikte, 367 milyon dolarlık bir serveti mevcuttur. Çin’de kapitalistlerin bir kısmı da sürekli olarak “hukukun üstünlüğü”nden dem vurmakta ve yolsuzluklarla yeterince savaşılmadığından yakınmaktadırlar. Kuşkusuz bunda, yolsuzluklar, çürüme ve rüşvet nedeniyle kendi ceplerine akmasını hayal ettikleri paraların başkalarının cebine girmesinden ya da o mevkilerde kendilerinin bulunmamasından duydukları rahatsızlığın önemli bir payı vardır. Diğer taraftan ÇKP’nin eski ve yeni liderlerinin de yolsuzluklara karşı mücadele retoriğini giderek artan ölçüde kullanmaları, gerçekte hem ÇKP dışında kalan kapitalistlerin hem de ÇKP’nin bürokrat-burjuvalarının işçi sınıfının tepkisinden duydukları kaygıdan kaynaklanmaktadır. Yolsuzlukların toplumda nasıl bir gerginliğe yol açtığından bahseden devlet başkanı Hu Jintao, genel sekreterlik görevini halefine devrettiği son parti kongresinde şunları söylüyor: “Eğer bu yolsuzluk meselesini halletmekte başarısız olursak, bu durum parti için ölümcül olabilir ve hatta partinin ve devletin çökmesine sebep olabilir.” Çin bürokrat-burjuvazisi içindeki çatlakların siyasi arka planında, sistemi çökertecek bir işçi-yoksul köylü ayaklanmasından duydukları korkunun artması yatmaktadır. Bu korku bir taraftan onları bir arada tutuyor, ama diğer taraftan işlerin bu noktaya gelmemesi için atılması gereken adımlar konusunda kendi aralarında anlaşamıyorlar. Çin kapitalizminin son 20 yıllık gelişimi, ülke içinde büyük bir zengin-yoksul ayrımını körüklemiştir. Devlete ait işletmelerin de piyasa ilkelerine göre (kârlılık ve rekabet) yönetilmesi, özelleştirmeler ve iş yasalarındaki değişiklikler sonucu iş güvencesi ortadan kaldırılmış ve işten atılma tehdidinin baskısı altında sömürü oranları hızla tırmanışa geçmiştir. Öte yandan dünya krizinin ağır etkisiyle işsizlik tehdidi büyümeye başlamış, zaten çok düşük olan işçi ücretleri kısmen ödenemez hale gelmiş ve giderek ayyuka çıkan devasa yolsuzluklar bu ortamda emekçi kitleler nezdinde büyük bir hoşnutsuzluk doğurmuştur. Bu

38

huzursuzluk, toprak mücadelelerinden işçi eylemlerine ve Çin’deki ezilen ulusların eylemlerine kadar bir dizi alanda çatışmalı olarak kendisini dışa vurmuştur. Kayıtlara geçen “kitlesel olayların” sayısı, 1993’de 8700’den 2006’da 90.000’e, 2010’da 180.000’e çıkmıştır. Geçen Ekim ayında ise, tüm bu nedenlerin vektörel bir bileşimine dayanarak gerçekleşen işçi eylemlerinin, protestoların, grev ve direnişlerin sayısı son iki yılın en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Devletten bağımsız bir sendikal faaliyet ortamının bulunmaması, işçi eylemlerinin hızla radikalleşerek sokağa taşmasını beraberinde getirmektedir. Kapitalist restorasyonla birlikte kırsal kesimde daha da artan yoksulluk, uzun süredir köylülük içerisinde hoşnutsuzluğu ve eylemleri arttırarak bir toprak mücadelesini körüklemiştir. Bilhassa 2008 dünya krizinin ardından yerel hükümetler esas gelirlerini, köy arazilerini ucuza kapatıp ya da hepten yasadışı şekilde istimlak edip özel inşaat şirketlerine onlarca kat fazlasına satarak elde etmektedirler. Bir rapora göre 2010 yılında yerel hükümetlerin gelirlerinin dörtte üçü bu yolla elde edilmiş ve yılda ortalama 3 milyon köylü bu nedenle göç etmek zorunda kalmıştır. Bu uygulamalar nedeniyle yerel hükümetlere karşı büyük ve militan köylü eylemleri gerçekleşmiş, kimi yerlerde eylemlere katılanların sayısı onbinleri aşmıştır.

Bo Şilay olayı Parti kongresinden önce tasfiye edilen Bo Şilay, “sol” kanadın temsilcisi olarak aslında hiç de hak etmediği bir şöhrete sahip olmuştur. Ne var ki, onun hayata geçirdiği uygulamaların geniş emekçi kitleler tarafından sempati ve destekle karşılanması Çin bürokrasisinin hâkim kanatlarını hayli tedirgin etmiştir. Onları korkutan, Bo Şilay’ın kendisi değil, kitlelerin beklentileri, patlama noktasına doğru yaklaşmakta oluşları ve ciddi bir liderlik arayışına girmiş olmalarıdır. 2007 yılındaki parti kongresinde ÇKP Politbürosuna seçilen Bo Şilay, Çin’deki dört özel kentten biri olan Çongking kentinin parti sekreterliğini yürütüyordu. Bu yılki son kongrede de PDK’ya seçilmesi bekleniyordu. Bu süre boyunca, Çongking’de hayata geçirdiği politikalar nedeniyle kamuoyunda bir “Çongking modeli”nden bahsedilmeye başlandı. Uluslararası şirketleri bölgede yatırım yapmaya teşvik eden kimi uygulamaları, Çin’in geri kalanındaki uygulamalarla uyum içerisinde hayata geçiren Bo, esas ününü bu kapitalist uygulamalardan değil, onlarla iç içe yürüttüğü sözde sol politikalarla kazandı. Özellikle 2008 dünya krizinden sonra Çin’in tamamında gayrımenkul spekülasyonu, konut ve altyapı inşaat sektörü büyük bir mesafe kaydetti. Kentsel dönüşüm projelerinin hayata geçirilmesi için inşaat izninin çıkartılması ve bunun için de köy topraklarının istimlak yoluyla önce yerel hükümetin mülkiyetine geçirilerek kent arazisi olarak ilan edilmesi gerekiyor. Yerel hükümetler düşük tazminatlarla


sayı: 93 • Aralık 2012

marksist tutum Çin işçi sınıfının önümüzdeki dönemde artacağı kesin olan saldırılara karşı girişeceği mücadele, dünya işçi sınıfı açısından da büyük önem taşıyor. Süren dünya krizinden, derinleşen sefalet koşullarından ve yayılmakta olan emperyalist savaş gerçekliğinden tek hakiki çıkış yolu bir proleter devrimdir.

istimlak ettikleri bu arazileri altyapı yatırımlarının ardından onlarca kat fazla bedellerle (kimi eyaletlerde 40 katına kadar varıyor) özel inşaat şirketlerine satıyorlar. Ardından onlar da yaptıkları konutları yine katlarca fazlasıyla satışa çıkartıyorlar. İşte Çongking’de uygulanan modelin farkı bu noktada yatıyor. Orada gayrımenkul sektörü tümüyle devlete ait ve inşaatları da devlet mülkiyetindeki şirketler gerçekleştiriyorlar. Aradaki muazzam rant özel şirketlerin değil, yerel yönetimin cebine giriyor. Böylelikle oluşan devasa fonlar aracılığıyla bir yandan farklı sektörlerde faaliyet yürüten yine yerel yönetime bağlı çeşitli şirketler kurulup ekonomide devletin payı arttırılırken, diğer yandan da yoksullar için ucuz konutlar ve sosyal hizmetler geliştiriliyor. Bu “sosyal” politika, siyaset alanında çeşitli kampanyalarla ÇKP’nin resmi Mao yorumundan daha ortodoks bir Mao yorumunun propagandasıyla elele yürümektedir. Bo Şilay bu politikalarla kapitalizmin emekçi sınıflarda yarattığı hoşnutsuzluktan kendi çıkarına yararlanmayı hedeflemiş ve önemli ölçüde başarılı da olmuştur. Parti dışındaki çeşitli sözde sol anlayış ve gruplar nezdinde ÇKP’yi ıslah edecek ve devlet mülkiyetinin ağırlıkta olacağı bir kalkınmayı gerçekleştirecek lider olarak sivrilmiştir. Japonya’yla yaşanan ada ihtilafına binaen Çin’in yüzlerce kentinde gerçekleşen son yılların en geniş katılımlı kitle gösterileri de, Bo Şilay’ın kitleler nezdinde sahip olduğu prestiji açığa çıkartmıştır. Bu gösterilerde, denetim giderek merkezi hükümetin elinden çıkmış, açılan pankartlar, Mao resimleri ve Bo’yu savunan sloganlar bürokrasinin hâkim kanatlarındaki tedirginliği arttırmıştır. Her ne kadar Bo’nun çizgisi Keynesyen politikalara dayanan bir devlet kapitalizminden başka bir şey olmasa ve kendisi de (ailesiyle birlikte) temelinde rüşvet ve yolsuzlukların yattığı 136 milyon dolarlık bir servete sahip olan bir burjuva olsa da, onun söylem ve yöntemleri bürokrasinin geniş kesimlerini korkutmaya yetmiştir. Çin bürokrat-burjuvazisinin hâkim kanatları için alarm zillerinin çalmasıyla, yaklaşan kongrenin öncesinde

Bo Şilay ve ailesi, kirli çamaşırları ortaya dökülerek gözden düşürüldü, yargılandı ve Bo partiden atıldı. Onun şahsında, devlet mülkiyetinin ekonomide daha büyük bir yer tutmasını ve “sosyal reformu” savunan bürokrat-burjuva kanat da önemli bir yenilgi almış oldu. Bo’nun tasfiyesinin Çin 2030 raporunun yayınlanmasını takiben gerçekleşmesi de manidardır. Böylelikle ÇKP’nin hâkim hizipleri, uluslararası sermayeye “geri dönüş” olmayacağı yönünde güçlü bir mesaj vermiş oldular aynı zamanda. *** Özetleyecek olursak, Çin, çeşitli boyutlarıyla derinleşen bir kriz ortamında. Bir yanda dünya kapitalist sisteminin tarihsel önemdeki krizi Çin ekonomisini derinden etkiliyor ve Çin’in toplumsal yapısındaki derin sınıfsal fay hatlarını daha da hareketlendiriyor. Diğer yanda yine bu krizle bağlantılı olarak ABD emperyalizmi, Çin’in hem Asya’da hem de küresel ölçekte giderek artan siyasal ve iktisadi etkisini dizginleyip mümkünse geriletmek amacıyla diplomatik ataklarını yoğunlaştırıyor. Bu sonuncusu, Çin egemen burjuva sınıfının yalnızca içeride giderek yoğunlaşan ve keskinleşen sınıf mücadeleleriyle değil, aynı zamanda dış politikada da sertleşen bir rekabetle karşı karşıya kalacağı anlamına geliyor. Çin işçi sınıfının önümüzdeki dönemde artacağı kesin olan saldırılara karşı girişeceği mücadele, dünya işçi sınıfı açısından da büyük önem taşıyor. Süren dünya krizinden, derinleşen sefalet koşullarından ve yayılmakta olan emperyalist savaş gerçekliğinden tek hakiki çıkış yolu bir proleter devrimdir. Çin işçi sınıfı devasa gövdesiyle bu yola adım atmayı başarabildiği takdirde dünya sosyalist devrimi için büyük bir imkân doğmuş olacaktır. Bu imkânı hakkıyla değerlendirebilmek için özelde Çin işçi sınıfının, genelde ise dünya işçi sınıfının Enternasyonalist Komünist bir önderliğe ihtiyacı apaçık ortadadır. Çin’de de, Türkiye’de de, dünyanın bir başka köşesinde de, böylesi bir devrimci atılımı zafere taşıyacak olanlar, milliyetçi ve devletçi sahte solcuların içinden çıkmayacaklar.

39


ABD Başkanlık Seçimlerinin Gösterdikleri Serhat Koldaş

T

üm dünya burjuvazisinin dikkatle takip ettiği ABD başkanlık seçimleri, beklendiği gibi Obama’nın ikinci kez başkan seçilmesiyle sonuçlandı. Demokrat Parti’nin adayı Barack Obama 62,1 milyon oyla geçerli oyların %50,7’sini alırken, Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney 58,8 milyon oyla %47,8’de kaldı. Dev şirketler Cumhuriyetçilerin ve Demokratların seçim kampanyalarına 3 milyar dolara yakın bağış yaptılar. Önceki seçimlerde olduğu gibi bu iki burjuva partisinin başkan adayları milyarlarca dolarlık dev reklâm kampanyalarıyla kitlelere pazarlandılar. Dünyanın en önemli seçimi olarak gösterilmesine ve milyarlarca dolar harcanarak aylar boyu kampanyalar yürütülmesine rağmen, ABD başkanlık seçimlerine dünyanın gösterdiği ilgiyi Amerikan halkı göstermedi. ABD Seçmen Araştırma Merkezi verilerine göre bu seçimlerde, çoğu eyalette seçmenlerin sandığa gitme oranı %50’nin bile altında kaldı. 314 milyon nüfuslu ve 250 milyona yakın kayıtlı seçmen bulunan ABD’de sadece 122 milyon kişi sandık başına gitti. Obama’nın parlatıldığı ve umut olarak pazarlandığı 2008 seçimlerine göre katılım %10 azaldı. ABD’de seçimlerin hafta içi, yani iş günü yapılması da işçilerin seçime katılımını zorlaştırdı. Çoğu işçinin sandığa gitmek için işyerinden izin alması ve saatlerce kuyruk beklemesi gerekiyordu. Ancak işçilerin sandık başına gitmemelerinin asıl nedeni bu değil. Bu kitlelerin seçimlerle hiçbir şeyin değişmediği yönündeki kanaati, burjuvazinin seçim heyecanı yaratma çabalarını boşa çıkarıyor. Yaşlıların seçime katılım oranı nispeten daha yüksek. Genç nüfusun seçimlere

40


sayı: 93 • Aralık 2012

katılımı ise çok daha düşük oranlarda. Seçmen nüfusun %72’sini beyazlar, %13’ünü siyahlar, %10’unu Hispanikler, %3’ünü Asyalılar ve %2’sini diğer etnik gruplar oluşturuyor. Seçimlere işçiler ve genç nüfus çok düşük bir ilgi gösteriyor. Cumhuriyetçi Parti geleneksel olarak esasen orta sınıf yaşam standartlarına ulaşmış muhafazakâr beyazlardan destek görüyor. Cumhuriyetçiler son seçimlerde de beyaz oyların %59’unu aldı. 45 yaş üstü Amerikalıların da çoğunluğu Cumhuriyetçileri destekliyor. 45 yaş altında ise Demokratların ağırlığı var. Demokratlar siyah oyların %93’ünü, Hispaniklerin ve Asyalı göçmenlerin oylarının ise dörtte üçünü alıyor. Irkçı, yabancı düşmanı ve elitist çizgiler taşıyan muhafazakâr Cumhuriyetçiler, siyahların ve göçmenlerin çoğundan destek göremiyor. Obama ise renk avantajını kullanarak bu kesimlere daha sempatik görünmeyi başarıyor. Oy veren kadın seçmenlerin de %55’i bu seçimlerde Obama’yı destekledi. Ancak bu %55’in ilginç bir dağılımı var. Evli kadınların sadece %46’sı Obama’yı desteklerken, bekâr kadınların %67’si Obama’yı destekliyor. Bu farklılığın önemli sebeplerinden birisini kürtaj sorunu oluşturuyor. Cumhuriyetçiler kürtajın yasaklanmasını savunurken, Demokratlar kürtaj hakkından yana. Sağlık sigortasını en önemli sorun olarak gördüğünü söyleyenlerin %75’i Obama’yı desteklerken, “ülkenin en büyük sorunu bütçe açığıdır” diyenlerin %66’sı Romney’i destekledi.

ABD demokrasisi: İki burjuva partiye mahkûm eden seçim sistemi ABD’deki siyasi rejim geleneksel olarak iki burjuva partisinin tekelindedir. Seçim rekabeti tümüyle bu iki burjuva partisi arasında dönüyor. Sistem üçüncü bir siyasi gücün ortaya çıkmasına ve gelişmesine olabildiğince engel oluyor. Bazı eyaletlerde aday olarak oy pusulalarına girebilmek için milyonlarca dolar harcamak gerekiyor. Bazı eyaletlerde ise aday olarak kabul edilmek için on binlerce imza toplamak gerekiyor. Kimi eyaletlerde toplanması gereken imza sayısı 750 bine kadar çıkıyor. Bazı sosyalist partilerin adayları, başkanlık seçimlerine sadece sosyalist fikirlerini açıklama imkânı bulmak için katıldı. Ancak çoğu eyalette yasal ve parasal bariyerler yüzünden seçimlere giremediler. Her ne kadar adına “başkanlık seçimleri” denilse de ABD’de aslında halk doğrudan başkanı seçmiyor. 50 eyaletteki seçmenler, dört yılda bir, başkanı ve başkan yardımcısını belirleyecek olan Seçiciler Kurulunun üyelerini seçiyor. Eyaletler, nüfus büyüklüğüyle orantılı sayıda kişiyi Seçiciler Kuruluna üye olarak seçiyor. Bir eyalette çoğunluğu hangi parti sağladıysa o eyaletin tüm Seçiciler Kurulu üyeleri o partiden belirleniyor. Tek bir ulusal oy pusulası yok. Her eyalette farklı yasalar var. Yani her eyalette oy pusulasına girebilmek için farklı şartları yerine getirmek gerekiyor. Bir parti herhangi bir eyalette %49

marksist tutum

oranında oy almayı başarsa bile bu parti Seçiciler Kuruluna bir üye bile gönderemiyor. Böyle bir sistem üçüncü partilerin seçiciler kuruluna dahil olma şansını da tamamen yok ediyor.

Sönüp pörsüyen Obama balonu 2008 seçimlerinde Obama, Cumhuriyetçi rakibinden 7,5 milyon fazla oy almıştı. 6 Kasım seçimlerinde ise Obama, rakibi Romney’den 3 milyon 350 bin fazla oy alabildi. Üstelik Romney’in zengin işadamlarıyla yediği bir yemek sırasında emekçileri, yoksulları ve yardıma muhtaç insanları alenen aşağılayan sözlerinin kamuoyuna yansımasına rağmen. Romney seçimlere bir ay kala, kendisi gibi işadamlarıyla basına kapalı bir mekânda yemek yerken, ABD nüfusunun %47’lik kısmının kendisini hiç ilgilendirmediğini, bu kesimin devlet yardımına muhtaç acizlerden oluştuğunu söyledi. Bu sözler basına servis edildiğinde Mitt Romney gibi kibirli züppe işadamlarının yoksullara nasıl tepeden baktıklarını ve aşağıladıklarını herkes öğrenmiş oldu. Romney’in muazzam servetini geçmişte nasıl edindiği de şüpheli. Vergi levhasını kamuoyuna gösterememiş ve güven yitirmiş bir adaydı. Üstelik Romney muhafazakâr Hıristiyanların bile antipatiyle baktığı Mormon tarikatına mensup. Romney, jet-ski, kayak ve yatçılık gibi pahalı zevklere sahip, her açıdan halka itici görünen bir başkan adayıydı. Kürtajın yasaklanmasını isteyen, kadınlara ve eşcinsellere yönelik ayrımcı düşüncelerini gizlemeyen, jöleli saçları ve garip mimikleriyle züppe bir burjuva tiplemesi çiziyordu. Rakibinin tüm bu dezavantajlarına rağmen seçmenler Obama ile Romney arasında ciddi bir fark göremediler. Çünkü Obama’nın başkanlık koltuğuna oturduğu 2009 yılı başından bu yana geçen yaklaşık 4 yıl, 2008 yılındaki seçim kampanyası boyunca ABD’de ve tüm dünyada Obama üzerinden yaratılan umutların hiçbir gerçekçi yanı olmadığını ortaya koydu. Hatırlanacağı üzere 2008 yılında dünya burjuvazisi Obama balonunu şişirmek için nefes tüketiyordu. 2008’de kapitalizmin küresel krizi patlak vermişti ve burjuvazi tüm insanlığa yeni umutlar pompalamanın peşindeydi. ABD emperyalizmi Irak ve Afganistan’da 1 milyondan fazla ceset bırakmış, Ortadoğu’yu kana boyamıştı. Obama sözde krize, yoksulluğa, işsizliğe, savaşlara ve ırkçılığa son verecek, sosyal güvenceleri yaygınlaştıracak, herkese sağlık güvencesi sunacaktı. Babası Müslüman olan Obama, medeniyetler çatışmasının değil uzlaşmanın sembolü olarak pazarlandı. Marksist Tutum’un 2008 Aralık sayısında İlkay Meriç, “Obama: Siyahla Aklamak” makalesinde Obama’nın neden parlatıldığını şöyle ortaya koymuştu: “Obama, miadını çoktan doldurmuş olan Cumhuriyetçi Bush yönetiminin ardından, «değişimin» ve «umudun» simgesi olarak pazarlanmış ve albenili bir ürün olarak hedef kitleye ulaştırılmıştır. İşsizlikten, sosyal güvencesizlik-

41


marksist tutum

ten, uzun çalışma saatlerinden, düşük ücretlerden, ayrımcılıktan, yolsuzluklardan ve savaştan alabildiğine hoşnutsuz olan işçi ve emekçiler, bu kötü tabloyu değiştireceği umuduyla Obama’ya yönelmişlerdir. Ancak emperyalist egemenler Obama’yı sadece iç piyasaya pazarlamakla yetinmemişlerdir. O, tüm dünyada nefret edilen bir ülke haline gelen ABD’nin sarsılan imajını tazelemek için de ideal bir figür olmuştur. Bir milyondan fazla insanın katledildiği emperyalist savaşın, esmer tenli herkesin terörist muamelesi görmesinin, en vahşi işkencelerin mekânı haline getirilen Ebu Garib’in ve Guantanamo’nun baş müsebbibi olan ABD, yüz milyonlarca insan için bir nefret öğesine dönüşmüştür. İşte Obama, tüm bu insanlara da, ezilenlerin simgesi, köklü değişimden yana bir demokrat, hatta devrimci olarak sunulmuştur. Seçim öncesi anketlerde Obama’nın ABD’deki halk desteği %48’lerde gezinirken, Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’dan Latin Amerika’ya çok sayıda ülkede bu oranın %70-80’ler düzeyinde seyretmesi ve seçim galibiyetinin tüm dünyada büyük bir coşku ve heyecanla karşılanması, mali sermayenin dünya ölçeğinde de son derece başarılı bir pazarlama kampanyası yürüttüğünün açık bir kanıtıdır.” Obama balonunun şişirilmesi, emperyalist kapitalizmin ezilen kitlelerin tepkisinin düzen dışı kanallara akmasını engelleme niyeti taşıyordu. Aynı makalede “Obama da, tıpkı Bush gibi, krizin faturasını işçi sınıfına yüklemeye devam edecek, emperyalist savaşı derinleştirip yayacak, «terörizmle mücadele» adı altında milliyetçiliği ve ırkçılığı tırmandıracak, ezilenlerin, sömürülenlerin ve ayrımcılığa uğrayanların acılarını katmerlendirecek” denilmişti. Geçen dört yıl boyunca, Marksist Tutum’un Obama’ya dair tüm söyledikleri harfiyen doğrulandı. On milyonlarca işçi, iş-

42

Aralık 2012 • sayı: 93

sizlikle ve ücret kesintileriyle karşılaştı. Kredi borçlarını ödeyemeyen işçiler evlerinden atıldı. 2008’den bu yana işsizlik arttı, ortalama işsiz kalma süresi uzadı. Dünyanın en büyük ve en zengin ekonomisine sahip ABD’de 4 milyon insan günde 2 dolardan daha düşük bir gelirle; yani açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm durumda. 6 milyon insan ellerindeki yiyecek karneleriyle yardım kuruluşlarının dağıttığı yemeklerle karnını doyurabiliyor. ABD Nüfus Bürosu’nun verilerine göre 2008 yılında nüfusun %13,2’si yani 39 milyon 800 bin kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. 2009 yılında bu rakam 43 milyon 600 bine yani nüfusun %14,3’üne; 2010 yılında ise 46 milyon 200 bine yani nüfusun %15,1’ine yükseldi. Parlak siyah Obama liderliğinde ABD kapitalizmi, milyonlarca insana artan işsizlik ve yoksulluk bahşetti. Obama, işsizliği azaltacak hükümet programlarını elinin tersiyle bir kenara iterken, banka kurtarma operasyonlarına trilyonlarca dolar ayırdı. Dev otomobil tekellerinin kârlarını yükseltmek için işe yeni girenlerin ücretlerinin yarıya indirilmesini destekledi. Otomotiv sanayicilerine on milyarlarca dolarlık destek sunan Obama, emekli işçilerin maaşlarının kesilmesini de destekledi. Obama sermayeye sunulan bu desteklerin faturasını emekçilere yükledi. ABD para basarak bütçe açığını kapatırken doların değerini düşürdü. Böylelikle dış ticaret açığını azaltırken işçilerin satın alma gücünü de aşağıya çekti. Obama Guantanamo ile ilgili vaadini de yerine getirmedi. CIA’nın işkence merkezi olan Guantanamo üssü kapatılmadı; işkenceciler halen korunuyor. ABD askerleri Irak ve Afganistan’dan tamamen çekilmek yerine bu ülkelerde kurulan Amerikan üslerine çekildi. Böylelikle kayıp verme riskinden de kurtarıldı. Yemen ve Pakistan’da askeri operasyonlar düzenleyen Obama yönetimi, insansız hava araçlarıyla, seçtiği hedefleri imha etmek ya da suikast amaçlı saldırılar düzenlemek gibi faaliyetlerde bulundu. Obama, ABD’nin başka ülkelerde uçaklarla nokta hedefleri bombalayarak hedef seçtiği kişileri suikastla öldürmesini “ulusal güvenlik” diyerek savunuyor. Obama döneminde ABD emperyalizmi, Arap halklarının isyanını kontrol altına almak ve kendi çıkarları için kullanmak üzere olağanüstü çaba gösterdi. Sadece Mısır örneği bile ABD politikasının emekçileri ve yoksulları her daim düşman, egemen güçleri ise dost bellediğinin tipik bir göstergesidir. Mısır’daki yoksul kitlelerin isyanı karşısında Mübarek’in ayakta kalamayacağını kısa sürede anlayan ABD emperyalizmi önce generallere ardından da kitleleri yatıştıracağına inandığı Müslüman Kardeşler’e destek sundu. Arap halklarının isyanlarına destek verir göründü ama asla ayağa kalkan işçilerin ve ezilenlerin yanında olmadı. Her kim onları bastıracak ve kontrol edecek karşı-devrimci bir irade olarak ortaya çıktıysa derhal onunla işbirliği geliştirmeye çalıştı. Libya’da kitle hareketi kısa sürede yozlaşarak egemenler arası bir iç savaşa dönüşürken, ABD bu fırsatı da kaçırma-


sayı: 93 • Aralık 2012

marksist tutum

sine kurulan sendika bürokratları ABD kapitalizminin en önemli destekçileridir. Bu bürokratlar başkanla ve üst düzey devlet bürokratlarıyla golf oynamaya giderler. Grev mücadelelerine ihanet edenlerin, Demokrat Parti’yi ve Obama gibi liderleri parlatıp işçilere pazarlayanların başında bu sendika üst bürokrasisi gelmektedir. Orta sınıf aydınların faaliyet yürüttüğü sivil toplum örgütleri de Cumhuriyetçi muhafazakârların olağanüstü gerici tutumları yüzünden Demokrat Parti’ye yedeklenmektedir. Amerikan orta sınıfının ve ayrıcalıklı kesimlerin sözde solcuları Demokrat Parti’yi sol bir seçenek olarak pazarlayabilmek TÜM SAVAŞLARA SON VERECEK SAVAŞ SINIF SAVAŞIDIR! için kırk takla atıyor. Liberaller de demokratik hak ve özgürlükdı ve NATO güçleriyle Libya’ya müdahale etti. Suriye’ye ler için Demokrat Parti’yi desteklediğini ileri sürüyor. müdahale planları yaptı ancak Rusya, Çin ve İran’ın koyCumhuriyetçiler karşısında Demokrat Parti’yi ehven-i duğu engelleri aşamadı. Arap kitlelerin isyanlarından yaşer görerek destekleyenlerin sayısı da oldukça fazla. “Wall naymış gibi görünüp, istikrarsızlığı kendi çıkarları için Street’i İşgal Et” hareketinin bazı ileri gelenleri de seçim kullanmaya çalışan ABD, Türkiye’deki Kürt isyanının ezildöneminde Demokrat Parti’nin kuyruğuna takıldı. Bazı mesi konusunda TC’ye askeri ve siyasi destek vermeye desosyalist etiketli gruplar bile beyaz ırkçılığına karşı olmak vam ediyor. gibi gerekçeler ileri sürerek ABD burjuvazisinin siyahi liKısacası Bush döneminde 11 Eylül bahanesiyle hız deri Obama’yı desteklediler. Demokrat Parti’nin sol bir kazanan militarizm ve saldırgan dış politika Obama döpolitika izlemesini sağlamanın yollarını teorize etmeye neminde de sürdürüldü. Yeni dönemde de Obama’nın bile çalıştılar. Seçimlerin sonucunda Obama’nın seçilmesison dört yılın zalimliğini aratmayacağı şimdiden açığa ni memnuniyetle karşıladılar. Bu utanç verici durum, sınıf çıkmıştır. Obama’nın, ikinci kez seçilmesinin hemen areksenini yitirmiş bir sosyalist anlayışın irtifa kaybının sınır dından İsrail, Gazze halkının tepesine bombalar yağdırtanımayacağının ibretlik bir misalidir. dı. İsrail siyonizmi yüzlerce Filistinli’yi hunharca katleBurjuvazinin Amerikan rüyasından bahsettiği dönemderken Obama, burjuva politikacılara özgü yüzsüzlükle ler geride kaldı. Bugün kapitalizm, emperyalizmin en güç“İsrail’in kendini savunma hakkı olduğunu” ileriye sürelü ülkesinde bile kitlelere işsizlik ve yoksulluktan başka rek Filistin’deki acımasız katliamı destekledi. bir şey sunmuyor; işçi sınıfının yaşam koşullarını gerile“Wall Street’i İşgal Et” eylemcilerine polis defalartiyor. Wall Street demokrasisi kitlelere sahici bir seçenek ca acımasızca saldırdı. Binlerce eylemci göz yaşartıcı gaz, sunamıyor. Emperyalist savaş konjonktürü, demokratik kaba dayak, gözaltı ve hapis terörüyle sindirilmeye çalışılözgürlüklerin sınırlandırılmasına ve sivil hakların budandı. “Biz %99’uz” diyen eylemciler işadamlarını, egemen masına yol açıyor. Yeni bir umutmuş gibi parlatılıp şişirielitleri “%1” olarak tarif ediyorlardı. Obama’nın da tıpkı len Obama balonunun bile havası kısa bir süre içerisinde Romney gibi %1’in içerisinde olduğu kitleler tarafından sönüveriyor. giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Ancak bu koşullar Amerikan işçi sınıfını kendi kurtuluşu yolunda otomatik olarak ilerletmiyor. Amerikan işçi sınıfının giriştiği grev mücadeleleri ve “Wall Street’i İşgal İşçi sınıfının tarihsel sorunu Et” gibi kitle hareketleri, işçi sınıfının devrimci bir parSendikalar, liberal çevreler ve orta sınıf aydınların faatiden yoksun oluşunun bedelini ödüyor. İşçi sınıfı kendi liyet yürüttüğü sivil toplum örgütleri geçen seçimlerde olbağımsız sınıf siyasetini izlemediği koşullarda kaçınılmaz duğu gibi bu seçim kampanyasında da Demokrat Parti’yi olarak burjuvazinin şu ya da bu kesiminin oyuncağı halidestekledi. Amerikan işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız ne gelecektir. İşçi sınıfının devrimci örgütlülüğü olmadan sınıf siyasetine ve bağımsız örgütlenmelere ihtiyacı var. burjuvaziden bağımsız bir siyaset izleyemeyeceği de açıkAmerika’daki büyük sendika konfederasyonlarının tepetır.

43


Okurlarımızdan

Burjuvazinin Silahlarından Biri: Alkol ve Uyuşturucu A

vusturya Sağlık Bakanlığı, nüfusu 8 milyonu bile bulmayan bu küçük Avrupa ülkesinde yaklaşık 34.000 civarında kronik uyuşturucu bağımlısı olduğunu açıkladı. Konuyla ilgili olarak radyo-televizyon kurumu ORF’nin internet sitesinde çıkan habere göre, 2011 yılında 177 kişi otopsi raporlarıyla da tasdik edildiği üzere aşırı dozda uyuşturucu kullanımı yüzünden hayatını kaybetti. Otopsi yapılmayan 24 vakanın ise çok büyük ihtimalle aşırı dozda uyuşturucuyla ilgili olduğu ifade ediliyor. Ölüm vakalarında dikkati çeken ortak nokta, bağımlıların uyuşturucu maddelere ilaveten yatıştırıcı ilaçlar ve alkol de almış olmaları. Burjuva devlet kurumlarının itiraf etmek zorunda kaldıkları en iyimser rakamlarla bile bu “refah ve bolluk” ülkesinde yaklaşık her 220 insandan biri uyuşturucu bağımlısı. Nüfusun yaşı gereği henüz uyuşturucu kullanması mümkün olmayan kesimi (bebekler, küçük çocuklar vs.) bir kenara bırakıldığı takdirde bu oran daha da büyüyor. Sadece alkol bağımlısı veya alkol alma alışkanlığı olan geniş bir kitleyi de bu tablonun içine soktuğumuzda, ortaya çıkan manzara, mutsuz, huzursuz, depresif, kaygılı ve sıkıntılı bir insan yığınından ibaret. Gelin tablonun adını da koyuverelim: Çürüyen kapitalizm! İstatistik verilerine göre bu uyuşturucu bağımlısı kitlenin %64’ü akut sağlık problemleriyle boğuşuyor. Örneğin %25’inde hepatit C, %19’unda diş sağlığı sorunları ve %14’ünde psikiyatrik sorunlar tespit edilmiş. Sağlık Bakanlığınının uyuşturucu maddelerle ilgili biriminde koordinatör olarak görev yapan Johanna Schopper’in beyanına göre, ölüm vakalarından birinde yeni bir sentetik uyuşturucu olan “Methylethcathinon” kullanılmış. Uyuşturucu bağımlılarının en çok tercih ettiği “malların” başında cannabis, ecstasy, kokain ve amfetamin geliyor. Hiçbir politik fikri, bilinci ve perspektifi olmayan, edilgen, pasif, mutsuz ve bunalımlı gençlik gruplarının kendi aralarında düzenlediği “eğlence” par-

tilerinde alkol ve sigara tüketiminin yanında uyuşturucu maddeler de giderek artan yoğunlukta kullanılıyor. Araştırmanın ortaya koyduğu diğer rakamlar, olayın bir başka dramatik boyutunu gözler önüne seriyor. Buna göre Avusturya’ da 15 yaşındaki öğrencilerin %3’ü bir yıl içinde en az 1 kere (sürekli olmayan kullanıcılar), %4’ü 2 kere (deneyimliler), %4’ü 3 ilâ 39 kere arasında (düzenli kullanıcılar) ve %2’si 39 kereden daha fazla (ağır kullanıcılar) uyuşturucu kullanmış. Bu maddeleri temin edip kuytu yerlerde gençlere pazarlayan ve çoğunluğunu Afrikalı mültecilerin oluşturduğu zehir tacirlerinden her hafta birkaçını yakalayıp kodese tıkarak uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele ediyormuş pozlarına giren burjuva devleti için bu illet yüzünden hayatını yitiren insanların sayısı “istatistiksel veri” olmak dışında bir şey ifade etmiyor. Kapitalizm kendi dayattığı yaşam tarzına ve hastalıklı bünyesinde barındırdığı çürümeye tahammül edemeyen gençlik kesimlerini ve emekçi kitleleri alkol ve bağımlılık maddeleriyle uyuşturup evcilleştirmeye, onları üç maymunu oynayan zararsız yaratıklar haline getirmeye çalışıyor. Yoksul, işsiz ve geleceksiz mültecileri de iğrenç planları için kullanmakta sakınca görmüyor. Aldığı ücretle insanca bir yaşam sürdüremeyen, işyerindeki psikolojik teröre ve ağır sömürü koşullarına katlanamayan, her an işini yitirme korkusuyla yaşayan veya hiç işi olmayan, ekonomik sorunlardan kaynaklı aile içi şiddet ve huzursuzluklardan bunalıma giren emekçilere burjuvazinin takdim edebileceği “her derde deva” tek sihirli ilaç alkol ve uyuşturucu. Avrupa’nın diğer ülkelerinde de manzara Avusturya’dan hiç farklı değil. Gelişmişlik derecesi ne olursa olsun tüm AB ülkelerinde, kapitalizmin tarihsel krizinin de elverişli bir zemin yaratması eşliğinde alkol ve uyuşturucu kullanımı alarm verici boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bir yandan sigarayı bıraktırma amaçlı önlem ve kampanyalarla pek “insancıl” pozlara bürünen burjuvazi, diğer yandan kendi düzeninin bekası için onbinlerce insanı zehirleyip “bozuk para” gibi harcamaktan çekinmiyor. İnsanlığın başına kapitalizm tarafından musallat edilen tüm yakıcı sorunlar gibi alkol ve uyuşturucu bağımlılığı da içinde yaşamakta olduğumuz bu çürümüş düzenden bağımsız ele alınıp çözülebilecek bir sorun değil. Çünkü bu düzen doğasına uygun olarak sürekli pislik üretiyor. Ağır soygun ve sömürü koşulları altında hayatın tüm güzelliklerinden mahrum edilmiş ve kurtuluşu kendini uyuşturmakta bulmuş emekçi yığınlara politik ve sınıfsal bilinç “enjekte” etme ve gerçek kurtuluşun yolunu gösterme görevi de devrimci Marksistlere düşüyor.

Avusturya’dan A.E.

44


Okurlarımızdan

Gerçek Kurtuluş Sosyalizmde D

aha yedi yaşındaydım, ilkokula yeni başlayacaktım. Okulun ilk günü sabahın erken saatlerinde uyandım. Akşamdan hazırladığım elbiselerimi giymeye başladım. Gerçi ağabeyimin geçen seneden kalma elbiseleriydi, ama olsun, ne fark eder? Sonuçta ailemin yenisini alacak durumu yoktu. Hem annem çok güzel yıkayıp, ütülemişti. Bir de baktım annem ve babam heyecanlı heyecanlı odanın kapısını açıp içeri girdiler. Ben üstümü giymeye çalışırken babam, “Aslan oğlum büyümüş de okula başlıyor. Oku oğlum, oku da baban gibi perişan olma, büyük adam ol. Beni ve anneni de kurtar bu hayattan” diyerek içinde bulunduğu durumu anlatmaya çalıştı. Üstümü giyinip okulun yolunu tuttum. Okula giderken sürekli “okuyacağım, okuyup büyük adam olacağım. Annemi ve babamı kurtaracağım bu hayattan” deyip duruyordum. Lise 2’ye kadar da iyi gittim. Her dönem, en kötü, teşekkür belgesi ile eve geldim. Lise 2’de babam işsiz kaldı ve ben maddi sıkıntılar yüzünden okulu bırakmak zorunda kaldım. O zaman okuyup büyük adam olamayacağımı anladım. Okulu bıraktıktan sonra İstanbul’a taşındık. Ben bir tekstil fabrikasında işe başladım. İşe gideceğim ilk gün yine annem ve babam yanıma geldiler. “Oğlum iyi çalış, ustalarının gözüne gir. Mesai olursa hiç kaçırma, kal. Öyle maaşını daha çok arttırırsın” diye nasihatlerde bulunmaya devam ettiler. Ben de onların dediğini yaptım. Fabrikada hangi bölümde mesai olursa, ben kaldım. Artık fabrikanın ustaları alışmıştı. Mesai olunca bana sormadan beni yazıyorlardı, kalacağımı biliyorlardı. E, sonuçta bana para lazımdı. Çok çalışıp zengin olacaktım. Televizyonda izlemiştim, Türkiye’nin büyük patronlarından Sakıp Sabancı “çalışın, çok çalışın” diyordu. Tüm servetini “çalışarak” kazanmıştı. Ben de onun gibi çok çalışıp, zengin olacaktım. Fakirlik çekmeyecektim. İlk ay bir gün rahatsızlandığım için izin aldım. Bir Pazar günü de mesai olmadığı için işe gidemedim. Aybaşı gelip ilk maaşımı aldığımda, aldığım para beni tatmin etmemişti, çok azdı. “Ne yapacağım?” diye düşünmeye başladım. Sonra, “ne yapacağımı var mı? Gelecek ay daha çok mesaiye kalacağım. O zaman daha çok para kazanacağım, daha çabuk zengin olacağım. Hastalanıp izin almasaydım böyle olmazdı” dedim kendi kendime. Ertesi ay tam da onu yaptım. İşyerinden çıkmaz olmuştum. Artık aynı odayı paylaştığım ağabeyimle haftada bir kere görüşür olmuştuk. Telefonda randevulaşıyorduk. “Ben bu saatte eve geleceğim, uyuma, görüşürüz” diyordum. Baktım o da olmuyor. Ne kadar çalışırsam çalışayım olmuyor. Ayın sonlarına doğru elde avuçta hiçbir şey kalmıyor. Bunun bir kurtuluşu olmalıydı, böyle olmamalıydı. Böyle olmayacağını çok sonra anladım. Bir gün fabrikada direniş patlak verdi. Gerçek kurtuluşun bireysel değil, toplumsal olması gerektiğini o zaman görmeye başladım. Ben direnişe çıkınca ve patrona karşı örgüt-

lü bir duruş sergileyince gerçekleri yavaş yavaş görmeye başladım. Size hayatımdan bir kesit sunmak istedim. Hepimizin bu hayattan beklediğimiz bir şeyler vardır. Hepimiz iyi bir hayat yaşamak isteriz. Babamız ve annemiz gibi yoksulluk ve açlık çekmek istemeyiz. Ben çözümü önce okumakta aradım. Ama ben bir işçi çocuğuydum. Bu düzen okumama izin vermedi, okuyamadım. Gerçi okusam bile hiçbir şey değişmeyecekti. Sadece diplomam olacaktı. Belki de yüz binlerce üniversiteli işsizden biri de ben olacaktım. Sonra çok çalışıp, çok kazanmaya çalıştım ama o da olmadı. Ben kurtuluşu hep bireysel yollarda aradım. Tek başıma paçayı kurtarmak derdindeydim. Gerçi bunda ailemin de çok etkisi vardı. Çünkü onlar da bugüne kadar hep bu şekilde kurtulabileceklerine inanıp durmuşlar. Boş bir hayalin peşinden koşmuşlar. Ne kadar çalışırsak çalışalım, Sabancı kadar zengin olamayız. Çünkü o çok çalışarak değil, çok sömürerek zengin olmuştu. Biz işçiler bu sömürücü düzende ne kadar çalışırsak çalışalım iki yakamızı bir araya getiremeyeceğiz. Bu, sömürüye dayalı kapitalist sistemde yaşadığımız müddetçe mümkün değil. Bu düzende rahat bir yaşam sürebileceğimize inancımız varsa; bu bir hayaldir, başka bir şey değil. Bunu şimdi daha iyi görebiliyorum. Eğer daha adil bir yaşam istiyorsak, sömürüye dayalı bu kapitalist sistemi tarihin çöp tenekesine atıp, başka bir düzen için mücadele etmeliyiz. İşçi sınıfının örgütlü gücü ile sosyalizmin temellerini atalım. Dünyanın her yerinde işçi emekçi kitleler kapitalist sistemin adaletsizliğine karşı isyan bayrağını yükseltiyor. Dünyanın her yerinde bu haksızlıklara karşı mücadele büyüyor. Ortadoğu’da, Avrupa’da, Asya’da ve Amerika’da kitleler mücadele ediyor. Biz de bu saflardaki yerimizi alalım, kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltelim, sosyalizmle gerçek kurtuluşa kavuşalım. Aydınlı’dan bir tekstil işçisi

Zaman Uzayda bir nokta dünya Dünyada bir nokta insan İnsanda bir nokta yaşadığı an Bu sonsuz boşlukta akıp gidiyor Zaman... Bizim de günümüz gelecek Yaşamdan çıkardığımız derse bak Bizim de günümüz gelecek Düşünen eylemli insan O gün bugündür, Üzerine düşen tarihsel görevini yap Adana’dan bir Marksist Tutum okuru

45


Okurlarımızdan İşçilerin Şanlı Ekim Devrimi İ

şçi sınıfı, bundan 95 yıl önce Rusya’da Bolşevik Partinin öncülüğünde iktidarı ele geçirdi. Tüm zamanların en etkili başkaldırısı olan Bolşevik Devrimi, dünyadaki sömürücü azınlığa müthiş bir korku salmıştı. Böylelikle egemenlerin savaşları, talanları ve yalanları yerle bir edilmiş, sosyalizmin taşları döşenmeye başlanmıştı. Özellikle de emperyalist savaşı durduran, daha fazla kardeş kanı dökmeyi reddeden işçiler, öncüleriyle birlikte dünyaya parıldayan kızıl bir fenerin ışığı oldular. Bütün ülkelerin işçilerinin sempatiyle karşıladıkları devrim, özellikle de Avrupa’yı etkisi altına almıştı. Avrupalı işçiler Rus işçi kardeşlerinin barış elini tutuyor, fabrikalardan alanlara sel olup akıyorlardı.

1917 Ekim Devrimi bugün de kriz içinde debelenen dünya egemenlerinin kâbusu olmaya devam ediyor. Marksist Tutum, Ekim Devriminin ve onu var eden bilinçli işçilerin aydınlattığı yolda ilerlemeye devam ediyor. Burjuvazi, Ekim Devrimini yıllardır karalıyor. Öncüsü Lenin’i ve Bolşevik Partiyi kitlelere öcü gibi göstermeye çalışıyor. Oysaki bu tam bir aldatmacadır. Bolşevik Devrimi işçi sınıfının burjuvaziyle hesaplaşmasıdır. İşçileri hiçe sayan asalaklara verilmiş en büyük derstir. Biz işçilere düşen görev de bu eşsiz tarihimize sahip çıkmak, onun ışığıyla aydınlanmak ve bir kez daha patronların karşısına dikilmek olmalıdır. Kardeşler! Ekim Devriminin

öğretileriyle donanmak ve örgütlenmek; sömürüye, haksız savaşlara, ölümlere karşı durmak demektir. İşçi olmanın bilincine varmak demektir. Ekim Devriminin ışığında öğrenelim, öğretelim, örgütlenelim. Şan Olsun Ekim Devrimini Yaratanlara! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği! Ankara’dan bir grup işçi

Dinlenmemek Üzere Yola Çıkanlar…

İ

stanbul İkitelli Organize Sanayi bölgesinde bir sanayi sitesinin girişinde büyük bir Atatürk büstü var. Büstün hemen altında büyük harflerle şöyle yazıyor: “Dinlenmemek Üzere Yola Çıkanlar, Asla Yorulmazlar!” Sabahın erken saatlerinde çocuk işçiler sanayi sitesine geliyor ve mağara gibi atölyelere dağılıyorlar üçer beşer. Aç karnına içilen sigaraların dumanları göklere yükseliyor. Öksürük sesleri üst üste binerken birkaç dakika içerisinde muazzam bir gürültüyle çalışmaya başlıyor atölyeler. Makinelerin uğultuları mekanik seslerlerle birleşince ritim oluşturuyor bir süre sonra. Atölyelerin kapılarında ayakta durmak yetenek istiyor, çünkü yağ tabakası kaplamış bütün zemini, kayıp düşmemek çok zor. Açık kapılardan içeriye göz gezdiriyorum. Sıcaktan bunalmış işçiler çıplak çalışıyorlar. Vücutları, elleri ve yüzleri yağ pas içinde. Arıza yapan makineyi kontrol eden çocuğun yüzüne birkaç damla yağ sıçrıyor, eliyle yüzünü siliyor ama elindeki yağ yüzündekinden fazla olduğundan kapkara oluyor. Çocuklar “dinlenmemek üzere çıktıkları yolda” yoruluyorlar ve belli bir zaman sonra öğle paydosu oluyor sanayide. Yemeğini alelacele yiyen işçiler hemen dışarı çıkıp bu sefer tok karnına yakıyorlar sigaralarını. Kısa sohbetlerin ardından tekrar zil çalıyor ve çalışma başlıyor. Bir metal kaplama atölyesinde çalışan genç işçi, maaşından biriktirip aldığı eski bir otomobille atölyenin önüne geliyor. Atölyede çalışan diğer arkadaşları otomobili görmek için dışarı çıkıyorlar. “Vaay hayırlı olsun”, “bizi de gezdirirsin artık”, “abi kaç model bu kü-

46

lüstür…” Derken patron kapıda beliriyor. Genç işçilere öfkeyle; “Ulan o... çocukları, neden işbaşı yapmadınız? Geçin ulan içeri .... arabanızın tekerine!” Çocuklar patronun bu küfürleri karşısında dişlerini sıkıyorlar. Sonra birbirlerine bakıp teker teker atölyeye yöneliyorlar. En son kapıdan giren çocuk, arkadaşlarının duyacağı fakat patronun duyamayacağı bir ses tonuyla “sensin ulan o… çocuğu” diyerek giriyor atölyeye. Akşam olunca bir bir sesleri kesiliyor atölyelerin. İşten çıkan işçiler sanki yorgunluktan düşecek gibi sallana sallana yürüyorlar. Çocuklar bitkin, evlerine yollanıyorlar. Bir gün daha bitip gidiyor sanayide. Bir gün daha tükeniyor ömrümüzden. Sonra Elif Çağlı’nın “Böylesi Yaşamak Değil” adlı şiirini aklımdan geçiriyorum bir an. Eğer bugün eziliyor, sömürülüyor, dinlenmemek üzere çalışmamız emrediliyor ve insanlık dışı koşullarda çalıştığımız halde bir de bize sövülüyorsa, gerçekten böylesi yaşamak olamaz. “… değil be kardeşim değil, Böylesi yaşamak değil! Yaşamak yeşermek bitkiler gibi Yaşamak… Dönüşmek geleceğe Güçlü ellerle kavrayıp çelişkiyi Birlikte dövüşüp Birlikte büyütmek Geleceği!”

Şahintepe Mahallesi’nden bir işçi


Okurlarımızdan

Hastaneler Bize Uzaklaşıyor H

astanelere yolumuz düştükçe sağlık hakkımızın nasıl yavaş yavaş gasp edildiğini görüyoruz. Bundan tam on yıl önce bir ameliyat geçirmiştim ve cebimden çıkan para şimdinin parasıyla 1,5 lira olmuştu, yani yarım paket sigara parası bile değil. Şimdi ise farklı bir rahatsızlığımdan dolayı her fırsatta hastane kapılarını aşındırıyorum ve bazı şeylere tanık olduğum gibi hükümetin yumurtlamış olduğu birçok yalanı da kendi gözlerimle görüyorum. Açıkça gördüğüm kadarıyla sağlık hakkımız yavaş yavaş gasp ediliyor. Hükümetin atmış olduğu bir yalan vardı, buna göre artık herkes istediği hastanelerde tedavi olabilecek ve kuyruk çilesi son bulacaktı. Bir kere anlaşmalı özel hastaneler SGK’li olduğun için gerekli ilgiyi göstermedikleri gibi, senden para koparmak istiyorlar ve bu yüzden alâkasız tahliller yaptırmak zorunda kalıyorsun. Ayrıca özel hastanelerin katkı payı daha yüksek. Bir kere buralar peşin peşin soyulmanın bir adresi. Devlet hastanelerinde ise eğer randevu almayı becerebilirsen bu kez de muayene çilesi başlıyor, çünkü doktor kapıları ana-baba günü. Hastalardaki sabırsızlık, sinir, stres derken zaten daha kapı önünde adamakıllı bir gerilim yaşıyorsun. Doktorun karşısına çıkmak kısmet olduktan sonra ise, adam yüzüne dahi bakmadan derdini kısaca dinleyip ya ilaç yazıyor ya da testlerle geçiştiriyor. Bu anlattıklarımın daha iyi anlaşılması için kendi deneyimlerimden bir örnek vermek istiyorum. 2007 yılında çalıştığım işyerinde idrar yollarında yanma nedeniyle çok tuvalete gittiğim için habire laf işitiyordum. Ben de buna bir son vereyim düşüncesiyle doktora gitmeye karar verdim. O kararımdan bu yana dört büyük hastanenin kapılarında helak oldum ve geldiğim nokta 2012 sonu. Ve hâlâ aynı sorunla boğuşmaktayım. Bu süre zarfında kullanmadığım ilaç kalmadı desem yeridir. Neredeyse her tahlili yaptırdım. Bir kere kesin teşhisi koymaları üç yılımı aldı. O kadar garip ki, doktor yüzüne bile bakmadan, adam gibi seni dinlemeden ilaç yazıyor, bir şeye karar veriyor. Burada doktora da bir şey diyemiyorum çünkü en az bizim kadar onlar da gergin. Kapılarda tonlarca hasta sıra beklediği için doktor hastaya insan olarak değil banttan geçen bir ürün gibi bakıyor. Haliyle hem bu işin çilesini çekiyoruz hem de üzerine sigortamızdan ve cebimizden paramız gidiyor. Muayene başına para verdiğim gibi hem ilaçlardan hem de sigortamdan para kesiliyor. Bir trajikomik olay ise şuydu. Yine bir sabah doktora gitmiştim. Doktor kullanmam için bana ilaç yazdı ve kullandıktan sonra kontrole gel dedi. Neyse ilaçlarım bitince gittim. Doktor beni ilk kez görüyormuş gibi neyin var diye sordu, bir daha anlattım ve daha önce de geldiğimi, ilaçları kullandığımı ve test yaptırdığımı söyledim. Kültür testime bakarak “ameliyat olman gerekiyor” dedi ve gün verilmesi gerektiğini söyledi. Bunu duyunca iyice şok oldum çünkü bu hastane daha yeni başladığım bir hastane ve ayrıca buna karar verilecek kadar bir

tedavi ve muayene olmamıştım. Ameliyat olmak için önce muayene olmam gerekmez mi diye sorunca doktor da şaşırdı ve “muayene yapmadım mı seni” deyip sonra da “pardon” diyerek geçiştirdi. Bir başka doktorun yazdığı ilaçları ise yan etki yaptığı için bıraktım. Ve doktora gidip, bu ilaçlar yan etki yapıyor, çalışırken ayakta uyuyorum dedim. Adam yüzüme garip garip bakarak, biliyordum dedi. Güler misin ağlar mısın, tam Aziz Nesin’lik bir olay. Bu ve benzeri deneyimler sonucunda şimdi yeni bir hastaneye başladım, beni neler bekliyor yaşayıp göreceğim. Bir kere gerçekten çok acı bir durum sağlık konusu. Bir taraftan hastaneler paralı hale geliyor. İşyerlerinden azar işitmemek ve işimizi kaybetmemek için izin almak bir sorun. Hastane kapılarında stres altında beklemek bir sorun. Bugün tonla işçi hastanelerin durumunu bildiği için mecbur kalmadıkça hastanelere gitmiyor. Oysa kaliteli bir sağlık hizmeti herkesin hakkı. Tabii ki istediğin hastanede tedavi olma hakkın var, ama paran varsa! Biz işçiler sağlık hakkımıza sahip çıkmadığımız sürece bu sağlık sektörü kapitalistler için tam bir para kaynağı olacaktır. Ve günden güne hastaneler bizden uzaklaşacaktır. Burjuvazinin yalanlarına kanmayalım ve örgütlenerek hakkımızı arayalım. Kıraç’tan bir metal işçisi

Açlık Grevleri ve Egemenlerin Yalanları

C

ezaevlerinde sürdürülen açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri sona erdi, ama TC devletinin ve Başbakan Erdoğan’ın tutumu tam anlamıyla bir akıl tutulmasıydı. En vicdansız insan bile açlık grevi eylemleri için Erdoğan’ın söylediklerini söyleyemezdi. Hani bir laf vardır ya: “Allah’tan korkmuyorsan kuldan utan” diye. Erdoğan ne Allah’tan korkuyor, ne de kuldan utanıyor. Adam, cezaevi direnişçileri için “şantaj yapıyorlar, şov yapıyorlar” diyordu. Kürt halkını aşağılayan, taleplerini yok sayan, görmezden gelen Erdoğan, Türkiye dışında da sınır ötesi operasyonlar ve Suriye ile süren karşılıklı ateşlerle onlarca sivil insanın ölümüne sebep olmuştur. Bir de diyor ki “Suriye halkının yanındayız, onları diktatörden kurtaracağız”. Nasıl kurtardığını görüyoruz! Burjuva medya bu gerçekleri gizleyebilir, ama gerçekler mutlaka ortaya çıkacak ve TC egemenleri de zamanı geldiğinde diğer ülkelerin diktatörleri gibi kaçacak delik arayacaklar. Sarıgazi’den bir işçi

47


Okurlarımızdan

G

Hesabını Kimden Soracağız?

8

8 Saat Çalışmak Çok mu Cazip?

eçtiğimiz günlerde gazetede bir habere rastladım. Haberde cenaze töreninde acılara boğulmuş bir annenin fotoğrafı vardı. Haber şunu anlatıyor; işçi bir anne işe giderken çocuklarını evde bırakmak zorunda kalmış. Hava soğuk olduğu için evden çıkmadan önce elektrik sobasını yanık bırakmış ve komşusuna evin anahtarını bırakarak çocukların içerde uyuduğunu söylemiş. Elektrik sobasından yangın çıkmış, çocuklar dumandan zehirlenerek ölmüş. Tüm bu yaşanan trajediden sonra egemenlerin soylu adaleti şevke gelir, görev aşkıyla yanıp tutuşan, görkemli cübbesi ve erdem dolu duruşuyla bir savcı anneye suiistimal davası açar! Devleti arkasına alarak anneden hesap sorar. Ama hesap yine yanlış yerden sorulur. Şimdi ben “şanlı devletimize ve onun soylu savcısına” sormak istiyorum, bu annenin belli ki kreş sorunu var ve siz annenin bu sorunu neden aşamadığını sordunuz mu? Araştırmazsınız çünkü sorunun nereye varacağını pekâlâ bilirsiniz. Elektrik sobasının riskli olduğunu eminim anne de biliyordur. Peki, sayın savcı, annenin o evi ısıtmak için başka imkânı var mıydı araştırdınız mı? Belli ki bu annenin kreş ve evini ısıtma sorunu var. Çok merak ediyorum, iki çocuğu kreşe vermenin maliyeti nedir? Ya o anne ne kadar maaş alıyor? Görünen o ki bu ailenin gelir durumu oldukça düşük ve çetin bir yaşam mücadelesi veriyor. Bahsettiğimiz aile dramının hesabını gerçekten kimden sormalıyız? Zaten hayatı bir drama dönmüş anneden mi, yoksa bizi bu hale getirenlerden mi?

saat çalışma deyince pek çok insana cazip geliyor. Ben de 8 saat vardiyalı çalışan bir işçiyim. Patronlar sanki işçi işe gelip yan gelip yatıyormuş gibi üç işçinin yapması gereken işi bir işçiye yüklüyorlar. Artık o çalışma saati 8 saatten çıkıp 16 saati buluyor. Özelikle gece vardiyasında çalışma temposu çok yüksek olduğu için belirli bir saatten sonra kulaklarında bir uğultu duymaya başlıyorsun. Mesai bitimine bir saat kala tükenme noktasına geliyorsun. Servise bindiğimiz zaman koltuğa çöküyoruz, ayaklarımızın ağrısı başımıza vuruyor. Uyku düzenimiz altüst oluyor. Zaman içerisinde meslek hastalıkları baş gösteriyor. Doktora gittiğimizde meslek hastalığı teşhisi koymuyor. Meslek hastalığı olduğunu bir tek biz biliyoruz ve o hastalıkla yaşamaya çalışıyoruz. Patronlar sınıfı kârları daha da büyüsün diye bizleri gece gündüz çalıştırıyorlar. Çarklarının dönmesi için vardiyalı çalışma sistemini kurmuşlar. İşçinin bedeni bitene kadar sömürüyorlar. Bazen şunu bile düşünüyorum; bir hayvanın sırtına yük yüklendiği zaman yürümekten yorulduğunda duruyor. Sahibi onu döverek yürütmeye çalışıyor. Fakat patronlar bizleri işsizlik tehdidiyle korkuttukları için yorulduğumuz zaman duramıyoruz bile. Patronları sırtımızda taşımak yormuyor mu bizleri? Patronlar sınıfının düzenine karşı örgütlenmeliyiz. Biz insanız, insanca çalışma koşullarını bu düzeni yıkarak işçi sınıfı sağlayacaktır.

Sarıgazi’den bir otomotiv işçisi

Marksist Tutum okuru bir kadın işçi

Kürtaj Yasağı Kadınların Canını Alıyor D

ünyanın neresine gidersek gidelim kadına biçilen rol aynı. İrlanda’da kürtaj için başvuru yapan bir kadının kürtaj yapılmasına izin verilmeyerek genç kadının ölümüne sebep olundu. Otopside ölüm sebebinin bebeğin anneyi zehirlemesi olduğu çıktı ortaya. Şimdi bu kadının hayatını kaybetmesinin hesabını kim verecek? Kadınların kürtaj hakkı ellerinden alındıkça ölümler daha da çoğalacak. Çünkü kapitalist sistem her yerde iğrenç zihniyetini taşımakta. Kadınların yasal haklarına her ülkede olduğu gibi bizim topraklarda da saldırmaya devam ediyorlar. Kürtaj yasak hale gelince kadınlar merdivenaltı ilkel koşullarda kürtaj oluyorlar ve birçoğu ölüyor.

48

Birçoğu da başka hastalıklara yakalanıyor. Egemen sınıf anne karnına kadar burnunu sokmuş durumda. Çünkü işçi sınıfından bir tepki görmüyorlar. Kadınlar geçmişte yasal haklarını bedel ödeyerek kazanmışlardı. Şimdiyse patronların devleti onları birer ikişer alıyorlar. Yapılan saldırılar ya da yasaklar işçi sınıfının kadınlarına yöneliktir. Bir araya gelmek için daha kaç kadın hayatının baharında bu dünyadan göçüp gidecek. Kadınlar olarak bizlerin en ön saflarda mücadele etmemiz gerekiyor. İşçi sınıfının tüm haklarına yapılan saldırılara karşı koymak, gaspedilen haklarımızı patronlar sınıfından tekrar almak için bir araya gelmek ve örgütlenmek zorundayız. Haremidere’den bir kadın işçi




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.