Mt no 94

Page 1


A

KP 2002 yılında iktidara geldiğinde kendini bazı demokratikleşme adımlarını atmak zorunda hissetti. AB kriterlerine uyum kapsamında da peşpeşe yasalar çıkarıldı. Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, AKP’yi ve onu destekleyen sermaye grubunu kendi geleceği için tehlike olarak gören askeri bürokrasinin süngüsü düşürüldü. Kürt sorununda bir dönem “açılım” havası estirildi. AKP, demokrasinin sınırlarını demokrat olduğu için değil, iktidarını pekiştirmek ve devletin merkezine oturmak için genişletiyordu. Nitekim AKP’nin anti-demokratlığı, tahammülsüzlüğü ve otoriter eğilimleri iktidar basamaklarından yukarı doğru çıktıkça daha da belirginleşti. Son birkaç yılda yaşanan birçok gelişme buna işaret ediyor. Kimi zaman güzel ambalajlarla sunulan yasaların, kimi zaman kamuoyunun da yakından takip ettiği bazı kritik davaların sonuçlarına AKP’nin yaklaşımının ve Kürt sorunundaki gelişmelerin vb. gösterdiği üzere, AKP’nin göstermelik demokratlığı hızlı bir düşüşe geçmiştir. ODTÜ’deki polis saldırısı, Başbakanın zıvanadan çıkmış açıklamaları ve “Başbakanının rektörleri”nin emre anında itaat edip polis şiddeti konusunda tek kelime etmeden öğrencilerin uyguladığı “şiddeti” kınamaları, aslında gelinen noktayı gayet net özetlemektedir. Erdoğan öğrencilerin kendisine yönelik protestolarını önlemeyen ODTÜ yönetimini sert bir şekilde fırçalamış, bununla da yetinmeyip “bunlar nasıl öğretim üyesi, öğrencilere molotof yapmayı mı öğretiyorsunuz” diyerek, basına yönelik baskıların benzerinin

AKP’nin Otoriter Çizgisi Kalınlaşıyor Suphi Koray

1


marksist tutum

üniversiteler üzerinde de hüküm sürdüğünü açıkça göstermiştir. Tüm bunlar aslında Türk tipi başkanlık sistemine geçerek padişah yetkileriyle donanmak isteyen, kuvvetler ayrılığını ayakbağı olarak gördüğünü ayan beyan dile getiren ve sonra kıvırmak için kanal kanal dolaşan Erdoğan’ın otoriter yönetim anlayışının bir uzantısıdır. Bu anlayış kendini her alanda dışavurmaktadır. Kamu baş denetçiliğine Mehmet Nihat Ömeroğlu’nun getirilmesi de bunun son örneklerinden biridir.

Kamu denetçisi kimi nasıl denetleyecek? Haziran ayında çıkarılan Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu ile yıllardır bahsi geçen ombudsmanlık (kamu başdenetçiliği) kurumu tekrar gündeme girmişti. Kanuna göre, ombudsmanın görevi “kamu hizmetlerinin işleyişinde bağımsız ve etkin bir şikâyet mekanizması oluşturmak suretiyle, idarenin her türlü eylem ve işlemleri ile tutum ve davranışlarını; insan haklarına dayalı adalet anlayışı içinde, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek, araştırmak ve önerilerde bulunmak” olarak tanımlanmış. Avrupa ülkelerinde daha eski bir geçmişe sahip olan ombudsmanlık, Türkiye siyasetine son on yıllarda girmiş olan yeni bir kavram. Özü itibariyle ombudsmanın görevi “halk ile devlet arasında çıkan uyuşmazlıklarda hakemlik yapmak” olarak tarif ediliyor. Demokratik işleyiş açısından çok anlamlı bir işleve sahipmiş gibi görünse de, burjuva demokrasisinin özü ve biçiminden ve ayrıca diğer uygulamalarından kaynaklı olarak bu işlev kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur. Maddi altyapı değişmediği sürece, hukuki değişiklikler özde birer oyalamaca ve aldatmacadan ibarettir. Burjuva devlet denilen aygıt, sermaye sahibi sınıfın çıkarlarını korumak ve sömürülen çoğunluğu bastırmak için vardır. Dolayısıyla halkın çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflarla devlet arasında zaten köklü bir uyuşmazlık mevcuttur. Bir devlet kurumunun (ombudsmanlık) bu uyuşmazlığı çözebilmesi eşyanın doğasına aykırıdır. Türkiye siyaseti açısından son gelişmelerle birlikte ombudsmanlık meselesi ayrı bir öneme sahip olmuştur. Ombudsman olarak seçilen zatın tıyneti, Türkiye gibi demokrasi kültürünün zayıf olduğu bir ülkede, “kamu denetçiliği kurumunun” nasıl işleyeceği hakkında net fikir vermektedir. AKP’li vekillerin oylarıyla ombudsman olarak seçilen Mehmet Nihat Ömeroğlu’nu, Hrant Dink davasından yakından tanıyoruz. Ömeroğlu, Yargıtay üyesiyken Dink’in “Türklüğe hakaret” suçu işlediği yönünde karar veren yargıçlardan birisiydi. Peki, hangi saiklerle bu kararı vermişti? Burjuva hukuku bile olsa hukuk çerçevesinde mi bu kararı vermişti yoksa bu karar siyasi bir karar mıydı? Elbette, bu karar vicdanlı yargıçların verdiği adil bir karar değildi. Nitekim bu karar sonucunda Dink’in katline giden yolda önemli bir mesafe kaydedilmişti. Ömeroğlu, kamuoyundan gelen tepkilere istinaden şöyle

2

Ocak 2013 • sayı: 94

bir açıklama yapmak zorunda kaldı: “Dosya üzerinden rutin işlem yaptık. Hrant Dink’i ulusalcıların tepkilerinden, medyadan biliyordum ama dosyadaki ismin Hrant Dink olduğunun farkına bile varmadım. Zaten isim Hrant bile değildi. Fırat Dink diye yazıyordu. Dosya üzerinden vicdani kanaatimize göre karar verdik.” Ancak bu açıklama sayın yargıcımızın itibarını temizlemek bir yana, onu daha da müşkül bir durumun içerisine sokuverdi. Söyledikleri doğru kabul edilse, yargının hali pür melali çıplak bir biçimde ortaya çıkar. Dava hakkında hiçbir bilgisi olmayan, davalıların kim olduğunu bilmeden karar veren yargıçlar adalet dağıtıyorlar! Söyledikleri doğru değilse, yalan söyleyen yargıçlar adalet dağıtıyorlar. Bizce zaten bilinen bir gerçek, bizzat bir Yargıtay üyesi tarafından doğrulanmış oluyor. Üstelik bu adam görevini “tam bir tarafsızlık, dürüstlük, hakkaniyet ve adalet anlayışı içinde yerine getirmesi” gereken ombudsman olarak seçiliyor. Biliyoruz ki Ömeroğlu’nun açıklamasının doğru olma ihtimali yok. Bu kadar yakından takip edilen bir davada, hakkında karar verdiği kişinin Hrant Dink olduğunu bilmemesi mümkün mü? Açıktır ki, Ömeroğlu ve aynı yönde karar veren diğer Yargıtay üyeleri, kendi hukuklarını bile çiğneyerek karar vermişlerdir. Hatırlanacak olursa, Dink yazılarında Türklüğü aşağıladığı iddiasıyla TCK’nın 301. maddesi kapsamında yargılanıyordu. Bilirkişi raporları bile doğru bir biçimde Dink’in yazılarını düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirirken, Yargıtay 11 Temmuz 2006’da bunun tersi yönünde görüş belirterek Dink’i mahkûm etmişti. 6 ay sonra Dink kanlı bir tezgâh sonucunda katledilmişti. Açık ki, bu karar tümüyle devletin geleneksel resmi ideolojisini oluşturan ırkçı bakış açısının ürünüydü. Bugünlerde kararla ilgili açıklama yapan yargıçların söylediklerinden de anlaşıldığı üzere, bu bakış açısını savunmak kariyer basamaklarında yükselmenin de önkoşuludur. Agos gazetesine konuşan S. Zeki İskender şunları söylüyor: “Esen hava farklıydı, bugünkü gibi değildi. Sohbet havası içerisinde birçok kez Dink’e mahkûmiyet yönünde oy kullanmazsam seçimlerde [HSYK seçimleri -S.K.] ters etki yapacağı söylendi. Ben böyle bir şeyi ne vicdanıma ne de meslek ahlâkıma sığdıramadım ve oyumu o şekilde verdim. Bugün ombudsman seçilen Ömeroğlu’nun «Adının Hrant olduğunu bilmiyordum, Fırat yazıyordu» şeklinde açıklamalarını da hayretle okuyorum. Dosyada ne yazdığını, ne olduğunu biliyorduk. Kurulda çok aşırı bir milliyetçilik havası vardı.” Nitekim Dink’in mahkûmiyetini onayanlar yargıda üst makamlara doğru ilerlerken, diğerleri en iyi ihtimalle oldukları yerde kalmışlar. Örneğin Ali Suat Ertosun HSYK’a seçilmiş ancak S. Zeki İskender seçilememiş. Boşuna uyarmamışlar! Dink aleyhine oy kullanan bir diğer Yargıtay üyesi Muhittin Mıhçak da denetçi olarak seçildi. Erdoğan’la ya-


sayı: 94 • Ocak 2013

kın ilişkisi bilinen “tarafsız” ombudsmana yardımcılık görevi yapacak diğer dört denetçi de “eski” AKP’li. Kanuna göre denetçilerin güya tarafsızlık ve bağımsızlık adına hiçbir siyasi partiye üye olmaması gerekiyor. Şu anda AKP üyesi olmayan ama gerçekte ne oldukları bilinen bu denetçiler ne kadar bağımsız olabilirler acaba?

Uludere soruşturması Ankara’nın karanlık dehlizlerinde… Bundan bir yıl önce, 28 Aralık akşamında TC’nin F-16 uçakları, Şırnak’ın Uludere ilçesinin Roboski köyünden Irak sınırına geçerek mazot kaçakçılığı yapan çoğu çocuk yaşta 34 Kürdü bombalayarak katletti. AKP hükümeti o günden beri bu katliamın hesabını vermediği gibi, Kürt halkından özür dilemeye tenezzül bile etmedi. Bunun yerine köylülere tazminat adı altında kan parası ödeyerek olayı kapatmaya çalıştı. Ne var ki Roboskili köylüler bu tazminatları almadıkları gibi, bu katliamın peşini bırakmayacaklarını bugüne kadar sergiledikleri mücadeleyle gösterdiler. Hükümetin borazanı burjuva medya ise, katliamın yıldönümü yaklaşırken, Roboski köylülerinin “devletle barıştığı” yalanlarını yaymaktan geri durmadı. Sözde yargı tarafından soruşturma açıldı, Meclis komisyonu kuruldu, ne var ki ne yargı süreci işledi ne de komisyon bir yıldır raporunu hazırladı. Başbakan Erdoğan katliamın ardından, “Ne Uludere’deki 34 vatandaşımızın, ne de İstanbul’daki Türk vatandaşı Hrant Dink’in davası, kimsenin endişesi olmasın, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmaz, kaybolamaz. Türkiye eski Türkiye değil. Kimsenin yaptığı kimsenin

marksist tutum

yanına kalmaz” demişti. Ancak yeni Türkiye’nin nasıl bir Türkiye olduğunun görülmesi için çok fazla beklemeye gerek kalmadı. Artık Ankara’nın karanlık dehlizleri, devletçi-milliyetçi geleneğiyle uyum içinde hareket eden AKP’nin kontrolündedir. Bu yüzdendir ki Uludere de, Dink davası da, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmaya mahkûmdur. Bir yıl içinde yaşananlar bunun göstergesidir. Roboski’de köşeye sıkışan AKP konunun kapanması için muazzam bir çaba gösterdi. Katliamdan sonra konuyla ilgili Meclis araştırma önergesinin görüşülmesine ilişkin BDP’nin önerisi, AKP ve MHP’nin oyları ile reddedildi. Olayın sorumlularının bulunması için mücadele edenler baskıya uğradılar. Ölenlerin yakınları defalarca gözaltına alındı, katliamla ilgili açıklama yapan BDP’liler hakkında soruşturmalar başlatıldı. Katliamın sorumlularının bulunup cezalandırılması için mücadele edenlere karşı adli ve polisiye önlemler hızla alınırken, katliamla ilgili yürütülen soruşturma bir türlü tamamlanamadı. Meclis Araştırma Komisyonu raporunu halen hazırlayabilmiş değil. Raporun Ocak ayında tamamlanacağı söyleniyor. Raporun da, yargının da Roboski katliamının gerçek sorumlularını ortaya çıkar(a)mayacağı bariz. Muğlâk ifadelerle konunun üstü örtülmeye çalışılacaktır. Hükümet değişik ağızlardan, katledilen köylüleri “terörist” ilan ederek suçu savuşturmaktan da hiç vazgeçmemiştir. Son olarak Erdoğan’ın gerçek kafa yapısı, “varsa yoksa Uludere”, “predatörler gereğini yapmıştır”, “ikide bir sivil vatandaş demeyin”, “milletin huzurunu kaçırmayın” sözleriyle görülmüştür. “İkide bir sivil vatandaş diyorsunuz. Terör örgütü mensubu da sivildir. O görünüm altında teröristtir. Bekleyelim yargı kararını bir görelim. Meclis araştırma komisyonu da araştırdı, neticesini açıklayacak. Bunu görmeden sivil sivil sivil diye geliştirdik. Beyin yıkama bu” diyen Erdoğan, “yargı kararını bekleyelim, gerekirse özür de dileriz” diyerek halen böyle bir gereklilik görmediğini de açıkça beyan etmiştir. Diyarbakır Savcılığının yürüttüğü soruşturma gösteriyor ki, katliam aydınlatılmayıp unutturulmaya çalışılacaktır. Kurumlar arasında yazışmalarla geçen bir yıllık süre boyunca sadece tanık ve mağdurların ifadesi alınmış durumda. Henüz olayın failleri ile ilgili bir çalışma yürütülmemiş. Üstelik savcılığın “görevsizlik” sebebiyle dosyayı askeri savcılığa devretmesi olasılıklar arasında. Özetle, büyük bir toplumsal basınç oluşmadığı sürece Roboski’nin gerçek sorumlularından hesap sorulmayacaktır. n

3


Muhteşem Süleyman’dan Muhteşem Erdoğan’a! Utku Kızılok Başbakan Erdoğan’ın Muhteşem Yüzyıl dizisini hedef alan açıklamaları ve Osmanlı padişahlarına dair yorumları üzerinden başlatılan tartışmanın temel işlevlerinden biri, suni gündemle toplumun yönlendirilmesidir. Fakat söz konusu çıkış ve son dönemde Erdoğan’ın şahsında sembolik ifadesini bulan otoriter yaklaşım, AKP’nin “itaatkâr ve kanaatkâr toplum” yaratma çalışmasının bir başka düzlemde ifadeye kavuşmasıdır. AKP’nin torna tezgâhında biçimlenmiş, itaatkâr, kanaatkâr, ihsan dilenen, iktidar karşısında dalkavukluk yapan, her söylenene alkış tutan bir toplum tasarlanmaktadır. Kürt sorunundan iş kazalarına, sanattan çalışma yaşamının düzenlenmesine değin geniş bir yelpazede, Erdoğan’ın ve AKP’nin ortaya koyduğu performansın umumi manzarasından yansıyan budur.

B

aşbakan Erdoğan’ın Muhteşem Yüzyıl dizisini hedef alan açıklamalarının ve Osmanlı padişahlarına dair yorumlarının, hiç kuşkusuz ki üstü kazınması gereken birçok anlamı var. Başbakan Erdoğan diziye müdahale edilmesi için savcıları göreve çağırırken, AKP’li milletvekilleri dizinin yasaklanması niyetiyle yasa teklifi hazırlamak üzere harekete geçtiklerini açıklamışlardır. Başlatılan tartışmanın temel işlevlerinden biri, suni gündemle toplumun yönlendirilmesidir. Fakat söz konusu çıkış ve son dönemde Erdoğan’ın şahsında sembolik ifadesini bulan otoriter yaklaşım, AKP’nin “itaatkâr ve kanaatkâr toplum” yaratma çalışmasının bir başka düzlemde ifadeye kavuşmasıdır. AKP’nin torna tezgâhında biçimlenmiş, itaatkâr, kanaatkâr, ihsan dilenen, iktidar karşısında dalkavukluk yapan, her söylenene alkış tutan bir toplum tasarlanmaktadır. Kürt sorunundan iş kazalarına, sanattan çalışma yaşamının düzenlenmesine değin geniş bir yelpazede, Erdoğan’ın ve AKP’nin ortaya koyduğu performansın umumi manzarasından yansıyan budur. Erdoğan’ın ve AKP’nin kadir-i mutlak olduğu, ekonominin bir şekilde sürekli büyüdüğü, sermayenin iktidar ile uyumlu hareket ettiği ve çizilen çerçevenin dışına çıkmadığı, içeride muhalefetin susturulduğu ve böylece dışa dönük emperyalist müdahalelerin sorgulanmadığı bir toplum yaratma siyaseti izlenmektedir. AKP’nin içeride güttüğü siyaset, aynı zamanda onun emperyalist siyaseti ile bir bütün oluşturmaktadır. Bu noktada, iç içe geçerek ilerleyen ve birbirini etkileyen çok etmenli bir gelişme olduğunu belirtelim: Son on yılda, AKP etrafında kümelenen sermaye çevreleri muazzam bir yükseliş katettiler. Devlet aygıtı, AKP ekseninde kurulan koalisyon güçleri tarafından adeta fethedildi. Geleneksel ik-

4

tidar blokunu şekillendiren asker-sivil Kemalist bürokrasinin süngüsünün düşürülmesiyle, güç ekseninde pozisyon almaya şartlandırılmış bürokrat zevat, mevki ve makamını garanti altına almak amacıyla yeni iktidar sahiplerine biat etmeye başladı. AKP devletin dümenine oturmakla kalmadı, aynı zamanda burjuva siyaset arenasını neredeyse tek başına, istediği gibi şekillendiren bir güç olarak ortaya çıktı. Kemalist bürokrasiye ve geleneksel büyük sermaye çevrelerine iktidarını kabul ettirmeye çalışan ve bu bağlamda toplumun ve liberal çevrelerin desteğini almak için demokrat pozlar kesen AKP, eğreti demokratlığını terk etti. İslamcı burjuva çevrelerin devletle hemhal olması, uluslararası konjonktürün artan ölçüde siyasal gericilik tarafından belirlenmesi ve işçi sınıfı hareketinin geriliği, dolayısıyla içeride ve dışarıda AKP’yi demokratik adımlar atılması bağlamında sıkıştıracak bir basıncın oluşmaması gibi faktörler, geleneksel sağ, muhafazakâr, milliyetçi ve baskıcı anlayışın tüm çıplaklığı ve ilkelliğiyle kendini gerçekleştirmesinin önünü açmıştır. Her şeyi yapmaya muktedir olduğunu zannetme ile her şeyi bir anda kaybetme korkusunun iç içe geçerek ilerlemekte olduğu bu süreçte, en küçük hak arama eylemi bile dizginsiz bir şiddetle bastırılmış, demokratik hak ve özgürlüklerin önüne ket vurulmaya başlanmıştır. Özetle, AKP ve İslamcı sermaye çevreleri, gerek geleneksel siyasal ve kültürel bilinçaltının gerekse iktidarlarını sağlamlaştırmak istemelerinin itkisiyle, kendi tezgâhlarında bir toplum şekillendirmeye girişmişlerdir. Tam da meselenin burasında, Türkiye’nin, Ortadoğu başta olmak üzere yakın çevresinde nüfuz elde etmek amacıyla, AKP’nin şekillendirdiği emperyalist bir siyaset güttüğünü belirtelim. AKP, tarihi/ideolojik bir arka plan oluşturarak, yürüttüğü emperyalist politikayı kitleler nezdinde meşrulaş-


sayı: 94 • Ocak 2013

tırmaya ve toplumu kontrol altına alarak kendi siyasetinin arkasına yığmaya dönük bir çalışma yürütüyor. Bilindiği üzere bugün Türkiye, Suriye’deki iç savaşın bir tarafı ve parçasıdır. Ortadoğu’da nüfuz sahibi olmak ve dünya siyasetinde daha fazla yer tutmak isteyen Türkiye burjuvazisi için Suriye, emperyalist rüştünü ispat edeceği alanların başında gelmektedir. Suriye konusunda geride ve paylaşımın dışında kalan bir Türkiye’nin onca şişinmesinin uluslararası politikada bir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Bundan ötürüdür ki Türkiye, Suriye’de ön almaktadır. Lakin emperyalist bir siyaset gütmenin, hele yeni yetme alt-emperyalist bir ülkenin gecikmişliğini aşmaya dönük hamlelerin (Erdoğan’ın Filistin konusu üzerinden ABD’ye, AB’ye ve BM’ye çatması vs.) ve paylaşım sofrasında bir an önce belirli pozisyonlar elde etmek için yanıp tutuşmanın bedelleri vardır. Önümüzdeki süreçte emperyalist çatışmaların yeni boyutlar kazanacağı açıktır. İşte bu nedenle AKP, Türkiye’yi emperyalist savaş koşullarına hazır hale getirmeye ve toplumu da bu yönde oluşturmaya çalışmaktadır. Rejimin otoriterleşmesinin ve toplumun çok yönlü baskı altına alınmasının temel sebeplerinden biri de budur. AKP, siyasal rejimi emperyalist arzuların gerekliliği temelinde yeniden şekillendirmektedir ve neticede başkanlık sistemi tartışmaları da bunun bir ifadesidir. Mevcut siyasal sistem gerek biçimsel olarak gerekse taşıdığı çelişkiler (statükocu-Kemalist cenahın parlamento ve devlet bürokrasisi üzerinden siyaset arenasında yaratmaya çalıştığı krizler) nedeniyle Erdoğan’ın ve AKP’nin önünü kesmektedir. Başkanlık sistemiyle yürütmeye sınırsız yetkiler tanınmak ve böylece burjuva siyaset arenasında ya da devlet bürokrasisinde ortaya çıkacak her türlü siyasal kriz, başkanın mutlak otoritesiyle aşılmak isteniyor. Nitekim Erdoğan’ın kuvvetler ayrılığından yakınması boşuna değildir. Aslında Erdoğan, kendi kişiliği ve ihtiraslarıyla örtüşen bir başkanlık sistemi arzuluyor. Pratikte Erdoğan ağzına geleni söylemekte, olmadık yerde tuhaf açıklamalar yapmakta, hikmetinden sual olunmaz lider ve fiili başkan olarak hareket etmektedir. İçeride kitlelerin baskı altına alınması, burjuva siyaset sahnesindeki krizlerin aşılması ve dışarıda ise emperyalist siyasetin güçlü bir şekilde sürdürülmesi amacıyla tasarlanan başkanlık sistemi, meselenin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere Bonapartizme açılan bir eğilim içermektedir. Yani başkanlık sistemlerinin en gerici ve otoritarizme açılan ucundan tutulmuştur. Elbette bunu belirleyen AKP’nin toplumu “itaatkâr ve kanaatkâr” bir çizgide yapılandırmak istemesi ve Erdoğan’ın arzularıdır. Burada önemli bir hususun altını çizmek gerekiyor: Rejimin, Türkiye’nin emperyalist siyasetinin gerekliliği temelinde yeniden yapılandırılması ile Erdoğan’ın kişisel ihtirasları örtüşmektedir. Öyle dönemler vardır ki, sermayenin ihtiyaçları ve rejimin bu temelde yeniden yapılandırılması liderin kişiliği ve arzularında ifadesini bulur, onunla özdeşleşir. Meselâ Hitler’in çılgınlığı, onun şahsında ifadesini bulan Alman emperyalizminin de çılgınlığıydı aynı zamanda. Meseleye bu bağlamda baktığımızda, Türkiye’nin em-

marksist tutum

peryalist ihtiraslarının Erdoğan’da tecessüm ettiğini görürüz. İçinden geçtiğimiz kriz/emperyalist savaş koşulları, burjuva siyasetinde meydana gelen tıkanmalar ve sermayenin istekleri, popülist bir dil kullanan Erdoğan tipi liderleri fazlasıyla öne çıkartır. Nitekim Erdoğan’ın halkın karşısında TÜSİAD’ı eleştirmesi, medya patronlarına atıp tutması ve gazetecileri işten attırması bu gerçeği gözler önüne seriyor. Elbette Erdoğan’ın bu çıkışı sermayenin bir kesimine dönük olsa da, gerçekte İslamcı sermaye kesimlerine de kendiliğinden mesaj mahiyetindedir. Zira halkın içinden geldiği ve onlardan biri olduğu havası yaratan, kitlelerin desteğini alan bir Erdoğan ve onun siyasal gücü söz konusudur. Erdoğan’ın sermayeden bağımsız bir çıkarı olmasa da elinde tuttuğu güç, burjuvazinin ve devlet bürokrasisinin ona yaltaklanması ve yaranması tablosunu ortaya çıkartmaktadır. Hatta iş bu evrede, diyalektik bir işleyişle Erdoğan’ın pohpohlanmasına dönüşmekte ve sermaye “sen her şeyi yaparsın” gazıyla ona kendi önünü açtırmaktadır. Neticede Erdoğan’ın mağrur tutumu, bu sürecin karmaşık bir bileşkesinin ürünüdür. Gelinen aşamada TÜSİAD’ın süngüsünü düşürmesi ve hatta Koç’un Ülker ile işbirliğine gitmesi çok şey anlatmaktadır. Erdoğan’ın özellikle silah sanayii alanında TÜSİAD üyesi patronların önünü açması ve böylece burjuva güçler arasındaki çatışmaları yumuşatmaya girişmesi de boşuna değildir. Burjuva güçler arası iç çelişkiler, emperyalist hamleler ve bu temelde güdülen politika öne çıkartılarak aşılmaya çalışılıyor. Bu perspektiften baktığımızda, Erdoğan’ın üç çocuk politikası da, Muhteşem Yüzyıl dizisine karşı çıkışıyla yapmak istediği de gelip aynı emperyalist atılım hedefinin içine oturmaktadır. Nasıl ki çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, işgücü maliyetlerinin ucuzlatılması, günlük çalışma süresinin uzatılması, nüfus artışıyla taze işgücünün –ve elbette savaşacak asker sayısının– arttırılması ve böylece ekonomiye bir dinamizm kazandırılması bu atılım arzusunun bir devamıysa; toplumu bir taraftan baskı altına alma ama öte taraftan da kutsal ve kahramanlık dolu bir tarihsel kimlik etrafında toparlama çabaları da aynı politikanın devamıdır. Erdoğan, “ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, her yerle biz de ilgileniriz” diyerek, Türkiye’nin emperyalist politikasının ufkunu da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla “ecdadın”, söz konusu dizide olduğu biçimiyle gösterilmemesi ve “şanlı Osmanlı” betimlemesi yapılması gerekmektedir! Uzak ülkeleri düşlemekten ve oralara gitmekten imtina etmeyen, sözümona gittiği yere barış ve huzur getiren bir Osmanlı cenneti resmedilmesi ve kitlelere de bunun aşılanması istenmektedir. Erdoğan’ın, “30 yıl at sırtından inmedi” dediği Kanuni ile kendi iktidar dönemi arasında bir ilişki ve paralellik kurmadığını kim söyleyebilir? Kitlelerde oluşturulmak istenen izlenim bellidir: Muhteşem Sultan Süleyman’dan Muhteşem Başkan Erdoğan’a! Aslında AKP ve İslamcı sermaye çevreleri, bir taraftan sürdürülen emperyalist politikayı meşrulaştırmaya ama öte taraftan da kendi ideolojik bakış açılarından hareketle, Türk

5


Ocak 2013 • sayı: 94

marksist tutum

ulus-devletine Osmanlı mirası üzerinden yeni bir kimlik kazandırmaya çalışıyorlar. Bu durum, aynı zamanda, tarih sahnesine geç çıkmış Türk ulus-devletinin aşılamayan kimlik bunalımının da tezahürüdür. Cumhuriyeti kuran Kemalist önderlik tam bir aşağılık kompleksiyle, bağrından koptuğu atası Osmanlı’yı küçümseyip mirasını reddederken, modern ulus-devlete son model bir sentetik tarih/kimlik oluşturmaya girişmişti. Türk Tarih Tezi kapsamında geliştirilen Güneş Dil Teorisi, Sümer’den Hitit’e birçok medeniyeti Türklerin kurduğu yönündeki saçmalıklar bu kimlik yaratma sürecinin bir ürünüydü. Batılılaşmak ve muasırlaşmak adına, bugün klasik Türk müziği olarak tanımlanan müzik, şarkılar, türküler ve geleneksel giyim kuşam dahi aşağılanarak yasaklandı, üstelik de utanmadan buna musiki ve kılık kıyafet “devrimi” adı verildi. O gün de egemenlerin arzuları doğrultusunda bir toplum, belli tarzda bir gündelik yaşam ve ona uygun bir kimlik yaratılmaya çalışılıyordu, bugün de. Fakat o günün koşulları ile bugünün koşulları artık çok farklıdır. Erdoğan’ın nesnel olmayan tarih dışı Osmanlı yorumu, tarihin yalnızca geçmişe ait olayların ve deneyimlerin dökümü olmadığını bir kez daha hatırlatmıştır. Pek çok hususta görüldüğü üzere, nesnel tarih çarpıtılarak günün sorunlarına yanıt veren bir öznel tarih kurgulanmaktadır. Nitekim AKP ve İslamcı burjuva ideologlar, kendi toplum tahayyülleri bağlamında geçmişin olaylarını tümüyle baş aşağı çevirmekte ve kendi arzuları temelinde yorumladıkları, yalanlar üzerine kurulu bir öznel tarih oluşturmaktadırlar. Öncelikle şunu belirtelim ki tarih, ne kişilerin ne de büyük devletlerin ürünüdür. Onların da içinde yer aldığı sınıfların ve sınıf savaşımlarının çeşitli olaylar üzerinden gelişmesi, bu gelişmenin toplumları ve verili üretim biçimlerini dönüşüme uğratmasıdır tarihi belirleyen. Marx’ın deyimiyle bir toplumun ne olduğu anlaşılmak isteniyorsa, o toplumdaki bireylerin üretim süreci içindeki rollerine ve kendilerini üretme biçimine bakılmalıdır. Zira kişilerin düşünsel yapılarını da belirleyen son tahlilde üretim ilişkileridir. Bu maddi perspektif ve nesnel tarih, Osmanlı’nın muazzam köylü kitlesinin sömürüsü üzerinde yükselen despotik bir Asya devleti olduğunu ortaya koyuyor.* Âli Osman denen Osmanlı hanedanı ise, tüm mülkiyeti elinde tutan ve her türlü zenginliği kendinde biriktiren bu despotik imparatorluğun tepesindeki sömürücü güruhtan başkası değildir. Osmanlı devleti ve onun tepesinde oturan padişahların, sömürü düzenlerini ve yaşadıkları ihtişamlı hayatı sürdürmek amacıyla girişmedikleri talan ve katliam kalmamıştır. Kitlelere Osmanlı’nın “kutsal” bir savaş yürüttüğü yalanı pompalanmaktadır. Oysa Osmanlı’nın amacı kutsal bir savaş yürütmek değil, yürüttüğü yağma ve talanı kutsallık kisvesi altında meşrulaştırmaktı. Elbette bu yalnızca Osmanlı için geçerli değildir. Müslüman veya Hıristiyan olsun, dönemin tüm devletleri yürüttükleri yağma ve talan savaşlarını din adına ve kutsallık adına yaptıklarını iddia ediyorlardı. Nesnel tarih gösteriyor ki, Osmanlı’nın yegâne amacı kendi egemenlik alanını büyütmek ve saltanatını sürdürmek olmuştur.

6

Nitekim bu kapsamda, Türk ve Müslüman beylikler de dahil olmak üzere çeşitli devletleri kanlı savaşlarla ortadan kaldırmış, topraklarına ve servetlerine el koymuştur. Diğer taraftan, Osmanlı hanedanlığı ve devlet bürokrasisi içinde kanlı katliamların haddi hesabı yoktur. Despotik devletin tepesine oturan her padişah, kardeşlerini, oğullarını ve hatta babasını katletmekten geri durmamıştır. İşin aslı şu ki, Osmanlı sarayı/haremi tam anlamıyla bir mezbaha gibi işlemiştir. “Fatih Kanunnamesi”yle kardeş ve oğul katliamı resmiyet kazanmış ve siyasi cinayetler meşrulaştırılmıştır. Kanunnameye göre, başa geçen her şehzade “nizam-ı âlem” uğruna bütün erkek kardeşlerini öldürme hakkına sahipti. Fatih’in oğlu II. Beyazid, sürgündeki kardeşi Cem’e yazdığı mektupta bu konuda özlü bir ifade kullanır: “Hükümdarlar arasında akrabalık olmaz.” Bu özlü ifade, egemen sınıf için kardeşlikten ziyade mülk ve iktidarın önce geldiğini gözler önüne sermektedir. Tam da bundan ötürüdür ki, Devlet-i Âli Osman’ın sarayı ve haremi baba-oğul-kardeşler arası iktidar savaşının merkezi olmuş, eşler ve anneler bu savaşta önemli roller oynamış, bürokrasi ve diğer devletler de kendi çıkarları temelinde bunlardan birilerine taraf olmuşlardır. AKP ve İslamcı burjuva çevreler, Osmanlı padişahlarını neredeyse seksten uzak bir keşiş konumuna yerleştirecekler. Oysa dizi ve filmlere yansıyanlar Osmanlı harem hayatının çok küçük bir kısmıdır. İhtişam içinde yüzen Osmanlı hanedanlığında harem, padişahların ve şehzadelerin geniş yatak odası konumundadır. Zevk düşkünü padişahların onlarca cariyeyle harem eğlenceleri yapması bir abartı değil, olsa olsa gerçeğin yalnızca bir bölümüdür. Osmanlı hanedanlığı ve etrafındaki egemen sınıf mensupları zevk-ü sefa içinde yaşarken, geniş köylü kitleleri sefaletle boğuşmaktaydılar. Egemen sınıf ihtişam içinde yaşayıp kıran kırana bir iktidar kavgası sürdürürken, halk istibdat altında inletilmektedir. Ürettiğine el konulmasından bıkan ve sefalete itilen köylülerin isyanları korkunç bir zalimlikle bastırılmıştır. Bugün Erdoğan’ın geniş emekçi kitlelere “ecdat” olarak kabul ettirmeye çalıştığı Osmanlı, mülkiyetin egemenlerin elinden alınmasını ve tüm mülkün halkın ortak malı olması gerektiğini savunan Şeyh Bedrettin’in komünal hareketini korkunç bir katliamla dağıtmış ve liderlerini idam ettirmiştir. Geniş köylü kitlelerin katıldığı çeşitli isyanlar da, keza aynı zalimlikle ezilmiştir. İşçilerin ve emekçilerin Osmanlı egemen sınıfı gibi bir ecdadı yoktur ve olamaz da. Sömürücülerden ve katliamcılardan ezilen ve sömürülen sınıflara ecdat olduğu nerede görülmüş! AKP ve Erdoğan da, ecdadı gibi toplumu baskı altına almakta ve sömürü çarklarının daha hızlı dönmesi için elinden geleni yapmaktadır. Elbette emekçiler cephesinden verilecek cevap şu olmalıdır: Herkesin ecdadı kendine, herkes kendi sınıfının saflarına! n _______________________ *

Bkz. Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı, www.marksist.com


M

illi Eğitim Bakanlığı, yayınladığı yeni bir yönetmelikle, ilk ve orta öğrenim okullarındaki tek tip kıyafet uygulamasını sonlandırdı. Yapılan değişiklikle tek tip kıyafet giyme zorunluluğu ortadan kaldırılıyor ve öğrencilere güya kıyafet serbestliği tanınıyor. Eski yönetmelik, öğrencilerin yanı sıra her düzeydeki tüm eğitim emekçilerini de kapsıyordu. Yeni yönetmelik yalnızca öğrencileri ilgilendiriyor, eğitim emekçileri ise diğer tüm devlet memurlarıyla aynı mevzuatlara tâbi kılınıyor. Devlet memurlarına dönük kıyafet yönetmeliğinin sınırlayıcı, yasakçı, erkek egemen zihniyeti ise varlığını aynen sürdürüyor. Öğrenciler için yayınlanan yeni kıyafet yönetmeliği geniş bir tartışma başlattı. Bu tartışmanın içerisinde, hem AKP ve yandaşları cenahından, hem de müzmin AKP muhalifi çevreler tarafından birçok argüman dile getirildi. Konu eğitim olunca, tartışmaya eğitim emekçilerinin sendikalarının yanı sıra akademisyenler de dahil oldular kaçınılmaz olarak. Tartışmanın eksenini, başörtüsü serbestliği ve tek tip kıyafet konuları oluşturuyor.

AKP’nin özgürlükçü maskesi AKP’nin temel derdinin gençlere yeni özgürlük alanları açmak olmadığı apaçıktır. Onun temel amacı, başörtüsünün serbest bırakılmasına dönük basıncı azaltmak ve seçmen tabanını pekiştirmektir. Hükümetin acil hedefinin, başörtüsü serbestliğini (aslında o da kısmen) getirmek olduğunu, yeni yönetmeliğin gelecek yıldan itibaren geçerli olacak şekilde yürürlüğe sokulmasında da görüyoruz. Nitekim kıyafet serbestliğinin resmi olarak gelecek yıldan itibaren geçerli sayılmasına karşın, Kuran derslerinde ve imam-hatip okullarında başörtüsü serbestliğinin istisnai olarak derhal geçerli olacağı

Tek Tip Kıyafet, Başörtüsü ve Laiklik Oktay Baran

7


marksist tutum

geçici bir hükümle kanuna eklenmiştir! AKP zihniyeti demokratik hak ve özgürlükleri temel alan bir yaklaşıma değil, muhafazakâr ve milliyetçi değerlere dayanmaktadır. Bugüne dek statükocu-devletçi geleneksel burjuva güç odaklarıyla giriştiği hegemonya mücadelesinde, toplumun daha geniş kesimlerinin ve burjuva liberal entelijansiyanın da desteğini alabilmek için, işine geldiği oran ve ölçüde, ama her defasında kendine yontarak demokratik hak ve özgürlüklerden dem vurdu. En temel demokratik hak ve özgürlükler kapsamında yer alsa dahi kendi çıkarına uygun bulmadığı tek bir reformu bile hayata geçirmedi. AKP, kendi muhafazakâr dünya görüşünün gereklerine ve seçmen kitlesinin taleplerine denk düşen kimi düzenlemeleri, demokratik hak ve özgürlük kırıntılarıyla birlikte sarıp sarmalayarak bir paket haline getiriyor, sonra da ya hepsi ya hiç dayatmasında bulunuyor. Bunun çok tipik bir örneğini yine eğitim alanındaki son 4+4+4 değişikliğinde görmüştük. Bir taraftan yıllardır dillendirilen anadilde eğitim hakkını güya Kürtçeyi seçmeli ders haline getirip karşıladığını iddia ederken, diğer taraftan da ortaokul ve liselerde yeni seçmeli din derslerini hayata geçiriverdi. Hak kırıntılarının bedeli, gerçek laikliğe aykırı olarak din derslerinin sayısının arttırılması oldu. Son bomba da, üniversite seçme sınavlarında din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinden de soru sorulmasının kararlaştırılmasıydı. AKP, bugüne dek statükocu-devletçi geleneksel burjuva güç odaklarıyla giriştiği hegemonya mücadelesinde, toplumun daha geniş kesimlerinin ve burjuva liberal entelijansiyanın da desteğini alabilmek için, işine geldiği oran ve ölçüde, ama her defasında kendine yontarak demokratik hak ve özgürlüklerden dem vurdu. En temel demokratik hak ve özgürlükler kapsamında yer alsa dahi kendi çıkarına uygun bulmadığı tek bir reformu bile hayata geçirmedi. AKP, kıyafet serbestliği tartışmasını alevlendirerek bir taraftan liberallerin zayıflayan desteğini tekrar elde etmeyi, uygulamadan yana olan geniş gençlik kesimlerinde sempati oluşturmayı amaçlarken, diğer taraftan da yıllardır başörtüsüne konulan yasakların kaldırılmasını isteyen kesimlerin taleplerini karşılamış gözükmeyi hedefliyor. Tüm bunlarla bir sonraki seçimlerde meydanlarda bir kez daha özgürlükçü mağduru oynamanın hesaplarını yapıyor. Bu arada kendisine prim getirecek bu tarz sorunları ele alırken her zaman yaptığı gibi, sorunu kökten ele alıp gerçek bir çözüme kavuşturmak yerine, sorunun kimi başlıklarını gıdım gıdım çözme yolunu tutuyor. Değişim barutunu bir çırpıda tüketmeyi istemiyor. Böylelikle bir taraftan beklentileri devam ettirip kendisine olan desteği daim kılmanın, diğer taraftan da kendisini her alanda ve sürekli olarak reformlar yapan sorun çözücü bir iktidar

8

Ocak 2013 • sayı: 94

olarak pazarlamanın kapılarını açık bırakmış oluyor. Bu arada kazandığı zamanı da, temsil ettiği sermaye kesimlerinin daha da güçlenip palazlanması ve kuşkusuz elde ettiği siyasi mevzileri pekiştirmek için kullanıyor. Başta CHP olmak üzere Kemalist çevrelerin AKP’ye karşı yürüttüğü muhalefet inandırıcılıktan o kadar uzaktır ki, AKP bu muhalefeti kolaylıkla boşa çıkarabilmekte, muhalefet hükümetin attığı oltaya saplanıp kalırken, o kendi gemisini yürütmektedir. AKP’nin yapay kutuplaştırma tuzağına basanlar, statükocu-devletçi burjuva güçlerin kuyruğuna takılmanın yanı sıra son tahlilde AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorlar. Onun, “geçmişle hesaplaşıyoruz, özgürlüklerin önünü açıyoruz” demagojisini alt etmenin yolu, geçmişle gerçekten ve köklü bir şekilde hesaplaşmaya ve özgürlükleri koşulsuz savunmaya dayanan bir mücadeleyi çok daha ileri bir noktadan tuğla tuğla örmekten geçiyor. Bu da en başta, atılan adımları soğukkanlılıkla değerlendirerek, iyileştirmelerin karşısındaymış pozisyonuna düşmeksizin, yapılan değişikliklerdeki yetersizlikleri ve sınırlılıkları kitlelere açıklamak, olumsuz olanlarını ise teşhir etmekten geçiyor.

Özgürlük bir biçim sorunu mudur? AKP ve yandaşları bu değişiklikle, öğrencilerin özgürlüğe kavuştuğunu, otoriter zihniyetin yıkıldığını, çocukların ve gençlerin kimlik ve kişilik farklılıklarını serbestçe dışa vurabilecekleri bir ortamın yaratıldığını vb. dile getiriyor. AKP’nin özgürlükler ve demokratik haklar konusundaki eklektik, kendine yontan, tutarsız ve oportünist yaklaşımını düşündüğümüzde, bu söylemin ne denli ikiyüzlü olduğu derhal sırıtıveriyor. Özgürlükçü geçinen AKP’nin, işçi sınıfının ve Kürt halkının demokratik talepleri karşısında nasıl sağır kesildiğini bir tarafa bırakalım, kantindeki simit fiyatlarının düşürülmesini talep eden ilkokul çocuklarından, üniversitelerde demokratik, bilimsel ve özerk bir eğitimi talep eden öğrencilere kadar varan bir yelpaze karşısında devlet terörünü devreye sokması onun ikiyüzlülüğünü yeterince göstermektedir. Sözümona özgürlükçü AKP, 600’den fazla üniversite öğrencisini zindanlara tıkmış, onları da kapsayan binlerce öğrenciyi okullarından atmıştır. Zırhlı araçlar eşliğinde 3200 polisten oluşan bir ordunun ODTÜ kampüsüne çıkartma yapması ve orayı savaş alanına çevirmesi bile tek başına bu zihniyetin “demokratlığı” hakkında fikir vermeye yeterlidir. AKP’nin ve onun yandaşlarının özgürlük iddialarının tersine, özgürlük bir biçim sorunundan ibaret değildir, ona indirgenemez. Hiç kuşku yok ki, biçimsel, yasal, hukuksal garantiler olmaksızın, bu alanda yasaklar ve sınırlamalar kaldırılmaksızın özgürlükten bahsedilemez. Ama bunlar özgürlüğün kendisi değil, onun olmazsa olmaz koşuludurlar. Eğitim alanında öğrencilerin kılık kıyafetleri üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması son derece gerekli


sayı: 94 • Ocak 2013

ve zorunlu bir adımdır. Ne var ki, bununla yetinip (üstelik de eski sınırlamaların ruhunu aynen koruyarak) eğitim alanında özgürlüğün sağlandığını iddia etmek boş laftır. Birçok ileri kapitalist ülkede tek tip uygulaması yoktur; bunlardan bazılarında kıyafete dair hiçbir kısıtlama da sözkonusu değildir, ama bunlar bu kapitalist ülkelerde yaşayan çocuk ve gençlerin özgür olduğu anlamına da, kendilerini özgürce ifade edebildikleri anlamına da gelmiyor. Hiçbir kapitalist ülkede çocuk ve gençler, cinsel, dini, etnik, ırksal ve sınıfsal ayrımcılıktan bütünüyle muaf olarak, gerçekten bilimsel, gerçekten demokratik ve hümanist bir kimlik ve kişilik geliştirme şansına sahip değildirler. Liberallerin tüm iddialarının aksine burjuva eğitim sisteminde bu mümkün değildir. Çünkü burjuva eğitim sistemi, her şeyden önce öğrencilerin mevcut toplumsal yapıya uyum sağlamasını, onun kurallarını ve değer yargılarını benimsemesini ve kapitalizme hizmet edebilecekleri vasıfları edinmesini amaçlamaktadır. Kapitalist okul, kapitalist kültürel ve ideolojik yeniden üretim sürecinin kışlasıdır. Bu kışlada amaç özgür beyinler değil, itaatkâr, düzene ve otoriteye bağlı ve bağımlı insancıklar yetiştirmektir. Kapitalist toplumda bireyin gerçek anlamda özgürlüğünden söz etmek mümkün değilse, öğrencilerin özgürlüğünden bahsetmek misliyle imkânsızdır. Eğitim emekçileri ve öğrenciler okul idarelerini seçip denetleyemedikçe; eğitim müfredatları hakkında söz sahibi olamadıkça; okullarda mümkün olan en geniş demokratik ortam sağlanmadıkça; eğitimin içeriği gerçekten bilimsel ve laik hale getirilmedikçe; öğrencilerin tüm ihtiyaçları devlet tarafından parasız karşılanıp, herkes anadilinde eğitim hakkına sahip olmadıkça özgürlükten de eşitlikten de bahsetmek mümkün değildir.

Başörtüsü özgürlüğü Yeni düzenlemeyle birlikte, kız öğrenciler imam-hatip okulları ve programlarındaki tüm derslerde, diğer okullarda ise seçmeli Kuran derslerinde başlarını örtebilecekler.

marksist tutum

Hangi türde olursa olsun okul içerisinde başı açık olma zorunluluğu ise şeklen yönetmelikte durmaya devam ediyor. Aslında yeni düzenleme, hiç de başörtüsü konusunda laik geçinen Kemalistlerin yaygara kopardıkları kadar bir serbestlik sağlamıyor. Eski yönetmelikte, kız öğrenciler imam-hatip okullarında sadece Kuran derslerinde başlarını kapatabiliyordu. Bu uygulama normal liselerdeki seçmeli Kuran dersleri için de geçerli kılınıyor ve imam-hatiplerdeki tüm derslere genişletiliyor. Başörtüsü serbestliğine ilişkin bu sınırlı değişiklik bile Kemalistleri çileden çıkarmaya yetti ama İslamcı çevreleri pek tatmin etmiş gözükmüyor. Bu yeni yönetmeliğin ardındaki temel dürtünün başörtüsüne serbestlik sağlamak olduğunu söylemiştik. Ama AKP hükümeti, konuya tam bir çözüm getirmek yerine çözermiş gibi yaparak hem bu talebi dillendiren kesimlerin desteğini daim kılmaya hem de gerektiğinde tekrar bir yapay kutuplaştırma malzemesi olarak konuyu elinin altında tutmaya çalışıyor. Biz Marksistler, yakasını Kemalizmden ve devletçilikten kurtaramayan sözümona solculardan farklı olarak, başörtüsüne getirilen yasaklamaların tümüyle ortadan kaldırılmasını savunuyoruz. Bu bağlamda son değişiklikte eleştirilmesi gereken şeylerden biri başörtüsüne serbestlik getirmesi değil, sorunu gerçekten ve tamamıyla çözmemesidir. AKP’nin tuzaklarına basmamanın ve onun ikiyüzlülüğünü kitlelere teşhir edebilmenin en sağlam yolu, kitlelerin demokratik taleplerini sahiplenmek, bunları en ileri noktadan ve en tutarlı biçimde savunmaktan geçmektedir. Bununla birlikte, sözde seçmeli din derslerini müdürlerin baskısıyla fiilen zorunlu hale getiren AKP’nin, okul idareleri aracılığıyla başörtüsünü teşvik eden girişimlerinin de tümüyle karşısında dururuz ve bununla tavizsiz bir mücadele içinde oluruz. Başörtüsüne özgürlüğü savunan tutum ile başörtüsünün dayatılmasına karşı çıkan tutum birbirini tamamlar. Bu tutum tutarlı bir demokratlığın ve laikliğin gereğidir.

Sınırlamalar devam ediyor Yeni yönetmelik başörtüsüne tam serbestlik sağlamadığı gibi bedeni gizlemeye dönük sayısız sınırlamayı da barındırıyor. Ne var ki, bu noktada da hem Kemalistler hem de onların dümen suyundaki sahte solcular, topu sadece AKP’ye atmakla demagojiden başka bir şey yapmıyorlar. Sözkonusu sınırlamalar hiç kuşku yok ki, AKP’nin muhafazakâr dünya görüşünü dışa vuruyor ama bu sınırlamalar AKP’nin icadı değil, eski yönetmelikten üstelik de sadeleştirilerek ve esnetilerek aktarılan sınırlamalar. Şunu da belirtelim ki eski yönetmelikteki bazı sınırlamalar yeni yönetmelikte kaldırılmaktadır.

9


marksist tutum

Yeni yönetmelik, tek tip kıyafet zorunluluğunu kaldırdığı gibi, öğrencilerin saçlarıyla, kaşlarıyla, tırnaklarıyla ya da takılarıyla da uğraşmıyor. Eski yönetmelik, kız öğrencilere “saçlar temiz ve düzgün taranmış olup uzun olması halinde örülür veya arkaya toplanarak bağlanır”, erkek öğrencilere de “saçlar kısa ve temiz olur, ense düz ve açık olup favori bırakılamaz” dayatmasında bulunuyordu. Ayrıca kız öğrencilerin kaşlarını alması, tırnaklarını uzatması ve cilalaması da, erkek ve kız öğrencilerin yüzük, küpe, kolye, iğne ve bilezik gibi süs ve ziynet eşyası takması da yasaktı. Bu sınırlamalar artık yok! Ama makyaj, bıyık ve sakal yasakları aynen korunuyor. Kız öğrenciler için kıyafet sınırlamaları eski yönetmelikte olduğu gibi çok daha belirgin ve zihniyet olarak aynen muhafaza ediliyor: “Yırtık veya delikli kıyafetler ile şeffaf kıyafetler giyemez; vücut hatlarını belli eden şort, tayt gibi kıyafetler ile diz üstü etek, derin yırtmaçlı etek, kısa pantolon, kolsuz tişört ve kolsuz gömlek giyemez.” Yeni yönetmeliğin getirdiği tek bir yeni kısıtlama mevcut, ki bu da yeterince çarpıcı, dikkat çekici ve gericidir: “Siyasî sembol içeren simge, şekil ve yazıların yer aldığı fular, bere, şapka, çanta ve benzeri materyalleri kullanamaz ve giysileri giyemez.” Özetle yeni yönetmelik, eskisinde var olan sınırlamaların bir kısmını kaldırıp, diğerlerini daha sadeleştirse de, özde sınırlamalar devam ediyor. Gençlerin siyasi kimliklerini, özellikle kadın öğrencilerin ise cinsel kimliklerini dışa vurmaları halen yasak. AKP böylelikle kendi muhafazakâr doğasıyla uyumlu olarak, cumhuriyetin başından bu yana devam eden cinsiyetsizleştirici (daha doğrusu cins ayrımcı ve erkek egemen), kimliksizleştirici, apolitikleştirici zihniyeti sürdürmektedir. Yeni yönetmelikte eleştirilmesi gereken nokta da burasıdır. Gençleri cinselliklerinden arındırılmış ve siyaset dışı mahlûklar olarak ele alan bu yaklaşıma karşı mücadele verilmelidir.

Üniforma ve dünyayı örnek almak! Tek tip kıyafet tartışmaları içerisinde dünyadaki uygulamaların nasıl olduğu da gündeme taşındı. Bu konuda çeşitli ülkelerde hayat bulan farklı uygulamalar, her iki tarafın da haklıymış gibi gözükmesini sağlıyor. Dünyada bu konudaki uygulamalar kabaca beş gruba ayrılabilir: tümüyle serbest kıyafet; ana hatları ile tanımlanmış bir serbest kıyafet yönergesi; detaylandırılmış serbest kıyafet yönergesi; gönüllü tek tip kıyafet ve zorunlu tek tip kıyafet. Çeşitli ülkeler bu yelpazede yerlerini alıyorlar. Ancak son dönemde, özellikle emperyalist savaş sürecinin kızışmasıyla birlikte, burjuva hükümetler, daha militarist, daha otoriter bir eğitim sistemine geçişin yollarını aradıkları gibi, özellikle ileri kapitalist ülkelerde İslamofobinin de etkisiyle başörtüsünü engellemenin yollarından biri olarak tek tip kıyafete yönelme eğiliminden söz edilebilir. Bu sonuncusunun tipik bir örneğine geçtiğimiz yıllarda Fransa’da şahit olmuştuk; okullarda ve kamu kurumla-

10

Ocak 2013 • sayı: 94

rında başörtüsü yasaklanmış ve Fransız sosyalist hareketinin büyük bir bölümü bu utanç verici kararı güya kadın hakları adına desteklemişti. Aynı gerekçelerle benzer bir girişimi son zamanlarda Rusya’da görüyoruz. ABD’de ise özellikle 90’lı yılların ortalarından itibaren devlet okullarında tek tip kıyafet eğiliminin ağır bastığını görüyoruz. ABD’nin 22 eyaletinde üniforma uygulaması varken, tüm ülke çapında okulların %55’inde de bu uygulama geçerli. Benzer şekilde, İngiltere ve Japonya’da da üniforma uygulaması neredeyse kamu eğitim kurumlarının tarihi kadar eskidir ve halen geçerlidir. Diğer taraftan, üniforma uygulaması, Almanya, Fransa, Kanada, Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde sözkonusu değildir. Marksistler şu ya da bu gelişmiş kapitalist ülkedeki uygulamaları değil, en gelişmiş demokratik hakları içeren uygulamaları kendilerine baz almak ve bunların daha da ötesini savunmak zorundadırlar. Bizim açımızdan böylesi bir sorunda temel kıstas, bir ülkenin ekonomisinin ne denli gelişkin olduğu değil, demokratik hak ve özgürlüklerin gelişkinlik düzeyidir. Üniforma uygulaması, özellikle ABD’de 90’lardan bu yana hararetle tartışılmaktadır. Bu konuda daha otoriter bir eğitim anlayışına sahip olan sağcı akademisyenler, üniformanın, okulun toplumdaki imajına olumlu katkı yaptığını, sınıf disiplinine olumlu katkı yaptığını, akran baskısını azalttığını, okula aidiyet düşüncesini arttırdığını, derslere konsantrasyonu arttırdığını, öğrenciye bir güvenlik bariyeri oluşturduğunu, akademik başarıyı arttırdığını iddia ediyorlar. Bu iddialarını da çeşitli araştırmalarla destekliyorlar. Öte yandan üniformaya karşı çıkan özgürlükçü akademisyenler, bu iddiaların hayal ürünü olduklarını vurgularken, sözkonusu araştırmaların bilimsel bir değeri olmadığını, temel araştırma yöntemlerinin ihlal edilerek verilerin çarpıtıldığını kanıtlamış durumdalar. Tartışmalar, bu pedagojik ve yöntemsel çerçevede sürüp gidiyor. Eğitim sisteminin çeşitli sorunları hususunda konunun elbette bilimsel ve pedagojik boyutları önem taşımakla birlikte, sorunu yalnızca bu çerçeveye hapsederek düşünemeyiz. Eğitimin kapitalist sistem içerisinde tuttuğu yer dolayısıyla, konunun çok daha geniş toplumsal ve siyasal boyutları vardır. Tam da bu noktada, Marksistler şu ya da bu gelişmiş kapitalist ülkedeki uygulamaları değil, en gelişmiş demokratik hakları içeren uygulamaları kendilerine baz almak ve bunların daha da ötesini savunmak zorundadırlar. Bizim açımızdan böylesi bir sorunda temel kıstas, bir ülkenin ekonomisinin ne denli gelişkin olduğu değil, demokratik hak ve özgürlüklerin gelişkinlik düzeyidir. Aksi takdirde diyelim ki 1930’lu yıllarda faşist Almanya’nın örnek alınması gerekirdi. Burjuva demokrasisini milyon kez daha aşan bir işçi demokrasisini savunan komünistler bu konudaki yaklaşımlarını aslında çoktan ortaya koymuşlardır. 1917’de Bolşevikler önderliğinde ik-


sayı: 94 • Ocak 2013

tidarı fetheden devrimci işçi sınıfı, Rusya’da tek tip üniforma uygulamasına derhal son vermişti. Çünkü üniforma, sömürü düzenine ve onun baskıcı otoritesine kölece itaati temsil ediyordu. İşçi demokrasisi ve devletini ortadan kaldıran Stalinist bürokrasi ise 1948 yılında tekrar üniforma uygulamasını dayatmıştı!

Sahte solcular tek tipi savunuyor! Kemalizmle damgalanmış kimi sosyalistler de CHP’nin kuyruğuna takılarak, cumhuriyetin kazanımlarının elden gittiğinden, laikliğe darbe vurulduğundan, dinsel gericiliğin tırmandığından vb. dem vurarak son değişikliklere karşı çıkıyorlar. Asıl eleştirilmesi gereken, sınırlama ve yasakların sürdürülmesi olması gerekirken, reformist sol çevreler, başörtüsüne getirilen kısmi serbestliğe saplanıp kaldılar. Başörtüsünün yasaklanmasını savunup diğer yasaklamaların kaldırılmasını talep etmenin doğuracağı tutarsızlık görüntüsünün nahoşluğu bu sözde solcuları ilkini öne çıkarıp, ikincisini geçiştirmeye sevk ediyor. Açıkça başörtüsünün okullarda tamamen yasaklanmasını savunmakla kalmıyorlar, gemi azıya alıp işi tek tip kıyafetin savunulması noktasına kadar getiriyorlar. Hem de en pespaye argümanlarla. Çarpıcı bir örneği TKP çizgisindeki soL gazetesinden verelim: “Belli esneklikler içerse de, okullarda tek tip kıyafetin olması yönünde düşünenlerdenim. … Veliler arasındaki sınıfsal farklılıklar çocukların kıyafetleri üzerinden okullarda daha da görünür olacak, kimi arkadaşları gibi giyinemeyen çocukların duygusal dünyalarında yeni yaralar açılacak. Çocuk okulda arkadaşından eksik kaldığını düşünerek yaşadığı duygusal ezilmişliği kendisi bir sorun olarak yaşarken, diğer taraftan bu durum aile içi gerilimlere, çocukta aileden utanma ve anne babayı hor görme gibi eğilimlere dönüşebilecek.” (Onur Seçkin, soL, 30/11/2012) Bu akıl yürütmeyi Kemalist akademisyenlerden duymaya alışmıştık. Keza yıllar boyunca “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” yalanlarıyla egemenlik sürerek emekçilerin kanını emen Kemalist burjuvazi, bu yalanı inandırıcı kılmak ve küçücük çocukların beyinlerine ka-

marksist tutum

zımak üzere, çocukları kara önlüklerin içine hapsetmiş, gençleri tektipleştirmiştir. Benzer bir akıl yürütmeyi, komünizm adına politika yaptığı iddiasındaki bir gazetenin sütunlarında okumak ise utanç vericidir. Komünistlerin görevi gençlerin bir yalan dünyasına, yanılsamalara ve illüzyona mahkûm olmasına mı, yoksa ne kadar ezici olursa olsun acı gerçeklerin farkına varmasına mı çabalamaktır? Komünistler, kapitalist toplumdaki sınıfsal farklılık ve eşitsizliklerin üstünün örtülmesini mi savunurlar, yoksa bu farklılık ve eşitsizliklerin mümkün olan en derin şekilde emekçi kitleler tarafından bilince çıkartılmasını mı? Çıplak gerçekleri görünmez kılmak burjuvazinin çıkarınadır, komünistlerin değil. Sınıfların varlığını ve sınıflar arasındaki mücadelenin kaçınılmazlığını reddedenler her zaman burjuva ideologlar olmuştur. Komünistler bu gerçeklerin üstünün örtülmesini değil, en çıplak şekilde açığa çıkartılmasını, görünür kılınmasını arzularlar, sınıf mücadelesinin en açık biçimde yürütülmesini ve sınıfların kendisinin ortadan kaldırılmasını hedeflerler. Bu noktada emekçi çocuklarının “kimi arkadaşları gibi giyinemediklerinden” ötürü “duygusal ezilmişlik” yaşayacağı, “duygusal dünyalarında yeni yaralar açılacağı” şeklindeki değerlendirmeler, narin ve nazende küçük-burjuvalara has sayıklamalardır. Emekçi çocuklarının yoksunluk ve yoksulluktan kaynaklı olarak içlerinde bir sınıf kini ve öfkesinin birikmesi, biz komünistleri olsa olsa sevindirir. Böylesi bir öfke emekçi çocuklarının içinde yaşadıkları sınıflı-sömürülü toplumu yıkmaya dönük bir siyasal bilincin gelişiminin başlangıç noktasını temsil eder. Bu sınıf kininden korkması gereken burjuvazi ve devrim kaçkını reformistlerdir. Diğer taraftan tek tip kıyafetin, önlük ya da formanın sınıfsal ayrımların üzerini örttüğü iddiası, hele günümüz koşullarında tam bir safsatadır. Hayatın içerisindeki sınıfsal farklılıklar gerçeği, aynen ve azalmaksızın eğitim kurumlarına da yansıyor. Farklı sınıfların çocukları zaten daha baştan devlet okullarındakiler ve özel okuldakiler şeklinde birbirinden ayrışıyorlar. Farklı sınıflar farklı mekânlarda yaşadıklarına göre, ikinci düzeydeki ayrım zengin ve yoksul mahallelerindeki okullar üzerinden yaşanıyor. Son olarak bir okulun farklı dersliklerinde bu ayrım devam ediyor. Öte yandan, aynı okulun öğrencileri arasındaki gelir farklılıkları da diğer sayısız faktörün yanı sıra üniformalarından bile anlaşılabilmektedir. Ayakkabılarından kullandıkları kırtasiye malzemelerine, elektronik eşyalarından kantindeki harcamalarına, okula nasıl gelip gittiklerinden okul dışındaki yaşantılarına kadar onlarca faktör, öğrenciler arasındaki sınıfsal ayrımları zaten yeterince görünür kılmaktadır. Bu gerçek her zaman geçerliydi, bugün ise mızrak çuvala, sınıfsal eşitsizlikler üniformaya hepten sığmıyor. Can Dündar güzel ifade etmiş: “Üstüne kaç önlük dikersen dik, fukaralık, pantolonundaki yamadan, üç numara saç tıraşından, kenarları kıvrık metot

11


marksist tutum

defterinden ele verir kendini; götürür sınıfın en arka sırasına oturtur seni... Sabah ekmeği dağıtıp gelmiştir, evde yeterince beslenememiştir ya da babasından dayak yemiştir; o yüzden çabuk kirlenir yoksul çocuklarının kolalı yakaları; silgileri kokmaz, önlüklerinden sökük, pabuçlarından delik, karnelerinden kırık eksik olmaz. Demem o ki, ne kadar tek formaya hapsetsen de fukaralık, bir yolunu bulur, söyler ailenin gelirini...” (Milliyet, 29/11/2012) Tek tip kıyafetin gerçek nedeni, 80’li yıllarda 12 Eylül zindanlarında devrimcilere tek tip kıyafetin dayatılma nedeniyle aynıdır. Tek tip kıyafet, kişiliklerin ve kimliklerin tek tipleştirilmesine dönük bir araçtır. Tek tip kıyafet, disiplin demektir, kontrol altına alınma demektir, kişilik farklılıklarının silinmesi ve herkesin aynılaşarak bir üst otoritenin (ve nihayetinde devletin) basit bir kuluna dönüştürülmesi, otoriteye boyun eğilmesi demektir. Nihayetinde de, içinde yaşanılan sömürülü topluma boyun eğmenin dayatılmasıdır. Tek tip kıyafetlere karşı komünistlerin yıllar boyunca zindanlarda ölümüne direnmesinin de, devrimci gençliğin bunu bir mücadele talebi haline getirmesinin de arkasında yatan bu gerçeklik idi.

Gerçek laiklik için AKP’ye ve de Kemalizme karşı mücadeleye Sahte solcular üniformanın kaldırılması gibi olumlu bir düzenlemeye bile “laiklik elden gidiyor” paranoyasıyla yaklaştıklarına göre, konuyu Marksistlerin laiklik meselesine nasıl baktığını hatırlatarak bitirmekte fayda var. Marksistler için, gerçek laiklik mücadelesi, demokrasi mücadelesinin kopmaz bir parçasını ve çok önemli bir başlığını oluşturmaktadır. AKP hükümeti bu mücadelenin hiç kuşkusuz önemli bir hedefi durumundadır. Temel referans kaynaklarını Sünni İslama dayandıran, diğer inançları hor görüp batıl ilan ederek sindirmeye çalışan, dini öne çıkaran bir yaşam tarzını türlü araçlarla teşvik eden bir zihniyetten laikliği geliştirici yönde adımlar atmasını beklemek hayal olurdu. Ne var ki, gerçek bir laiklik için verilecek mücadelenin diğer bir önemli hedefi de Kemalist rejim ve zihniyettir. Keza TC’nin garabet laiklik anlayışının yaratıcısı, uygulayıcısı ve sürdürücüsü tam da Kemalist zihniyet olmuştur. TC, tarihi boyunca hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir devlet olmamıştır. Çeşitli dinlere ve bu dinlerin çeşitli mezheplerine inanan insanların karşısında devlet açıkça Sünni İslamın arkasında durarak, onu resmi din haline getirmiştir. Okullarda zorunlu din dersleriyle, nüfus cüzdanlarındaki dini aidiyet hanesiyle, imam-hatip liseleriyle, resmi Cuma hutbeleriyle, Diyanet İşleri Başkanlığıyla vb. Sünni İslamı diğer inanışlar üzerinde egemen pozisyonda tutmuş, bir taraftan dini tümüyle kendi denetimi altına alarak resmileştirirken, diğer taraftan da kendi empoze ettiği anlayışın dışındaki dini yorumlara yaşam hakkı tanımamış, inanç gruplarını yasaklamış, baskı altına almış,

12

Ocak 2013 • sayı: 94

kovuşturmuştur. Bu mücadelede Marksistler tutarlı demokratlar olarak, demokratik hak ve özgürlüklerin olabildiğince sınırsız şekilde genişletilmesini savunurlar. Bu, diğer hak ve özgürlüklerin yanı sıra din ve inanç özgürlüğünü, insanların dini inançlarını ya da inançsızlıklarını diledikleri gibi yaşayabilme özgürlüğünü de içerir. Biz devletin din üzerindeki her türlü yasaklamasına karşıyız. Herkes inançları gereği şu ya da bu şekilde giyinme hakkına sahip olabilmeli ve bu tercihinden ötürü kamusal haklarından hiçbir şekilde yoksun bırakılmamalıdır. Hiç kimse bir başkasını belli bir dini inancı benimsemeye zorlayamaz, başka inanışları hor görüp aşağılayamaz. Devlet tüm cemaatlere eşit uzaklıkta durup karışmamak ve dini inanca sahip olmayanların haklarını da tanımak zorundadır. Devletin din işleri ile hiçbir ilişkisi olmaması ve aynı şekilde dinî öğelerin de (dinî eğitim, dinî kurallar, törenler, ritüeller vb.) devletin Devlet tüm cemaatlere eşit uzaklıkta durup karışmamak ve dini inanca sahip olmayanların haklarını da tanımak zorundadır. Devletin din işleri ile hiçbir ilişkisi olmaması ve aynı şekilde dinî öğelerin de (dinî eğitim, dinî kurallar, törenler, ritüeller vb.) devletin işlerinde yeri olmaması gerekir. Gerçekten laik bir devletin hiçbir resmi ya da yarıresmi dinsel kurumu olamaz. işlerinde yeri olmaması gerekir. Gerçekten laik bir devletin hiçbir resmi ya da yarı-resmi dinsel kurumu olamaz: “Devlet dinden ve dinsel hayattan tümüyle elini çekmeli, resmi, yarı-resmi ya da gayri resmi dinsel kurumlara bütçeden pay ayırma ve vergi indirimi uygulamalarına son verilmeli, dinsel kurumlara aktarılan bütün ödenekler kesilmeli ve din işlerinin örgütlenmesi ve finansmanı bütünüyle cemaate terk edilmelidir. Belli bir dine inananlar ibadethanelerini yapmakta da, dinsel işlerini yürütecek din adamlarını seçip görevlendirmekte de bütünüyle serbest olmalı ve bu tür işlerin giderlerini kendi gelirlerinden yapacakları bağışlarla sağlamalıdırlar. Devletin, herkese kendi anadilinde, bilimsel, demokratik ve laik içerikli parasız eğitim sağlama görevi vardır. Laik bir eğitim sisteminde devlet okullarında ister seçmeli ister zorunlu olsun din dersine yer verilemez; devlet imam-hatip liseleri gibi dini eğitim veren okullar açamaz. Çocuklarına dini eğitim aldırmak isteyen ebeveynler bunu kendi gelirlerinden yaptıkları bağışlarla organize ve finanse edecekleri özel eğitim kurumlarında diledikleri gibi yerine getirme hakkına sahip olmalıdırlar.” (Oktay Baran, “Din Sorunu, Laiklik, Marksizm”, MT, Şubat 2008) Kuşku yok ki, böylesi bir laikliğin hayata geçirilmesi, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseltilmesine bağlıdır. Laik bir toplumu, demokratik ve bilimsel bir eğitimi ve gençlere kendi kimlik ve kişiliklerini özgürce geliştirebilecekleri bir ortamı sağlamayı içten arzu edenlerin tutmaları gereken yol da işçi sınıfının devrimci çizgisinden başkası olamaz. n


Mısır Yeniden Ayakta İlkay Meriç

M

ısır’da yaklaşık iki yıl önce Mübarek’in devrilmesiyle doruk noktasına ulaşan halk isyanı, inişli çıkışlı bir sürecin ardından yeniden yükselişe geçti. Bu yükselişi tetikleyen temel etken, Müslüman Kardeşler (İhvan) mensubu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin, kendisini her türlü yargı denetiminden azade kılan bir kararname yayınlaması oldu.1 İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ardından üstlendiği arabuluculuk rolünü kullanarak “kahraman” pozları takınan Mursi, bu kararnameyi tam da ateşkesin ertesi gününde, 22 Kasımda yayınladı. Mursi’nin anayasa hazırlanması sürecinde yargı bürokrasisinin olası engelleme hamlelerine karşı “devrimi korumak” adına yayınladığını iddia ettiği bu kararnameyi “firavunluk kararnamesi” olarak adlandıran yüz binlerce insan o günden itibaren sokaklara dökülerek Tahrir’i yeniden isyan meydanı haline getirdi. Müslüman Kardeşler’den ve onlardan daha radikal İslamcı olan Selefilerden oluşan Kurucu Meclis’in2 30 Kasımda onayladığı ve 15 Aralıkta referanduma sunulacağını açıkladığı yeni anayasa ise protestoları bir üst düzeye sıçrattı. Mursi’nin “firavunluk yasası”nı çıkarması aslında siyasal, sosyal ve ekonomik olarak kritik bir sürece denk düşüyordu. 20 Kasımda, İhvancı hükümetle IMF arasında

4,8 milyar dolarlık bir borç anlaşması imzalanmıştı. Bir hafta sonra da hükümet bunun gereği olarak, bütçe açığını azaltmak üzere kesintileri öngören bir ekonomik saldırı programını onayladı. Mursi, vergilerin arttırılması, ekmek ve akaryakıt gibi temel ihtiyaç ürünlerinde sübvansiyonların kaldırılması, özelleştirmelerin hızlandırılması, ücretlerin düşürülmesi gibi saldırıları içeren bu programın işçi ve emekçi sınıflarda yaratacağı tepkiyi bastırmaya yönelik bir hazırlığın zorunlu olduğunu elbette çok iyi biliyordu. Aynı dönemde, Mübarek rejiminin kalıntısı olan yargı bürokrasisinin egemenliğindeki Anayasa Mahkemesi’nin Kurucu Meclis’in ve Şura Konseyi’nin3 feshine dair kilit önemdeki bir davayı sonuçlandırması da bekleniyordu ve kararın fesih yönünde çıkması beklentisi hayli yüksekti. Bu durumda İhvan’ın iktidarı sallantıya düşeceği gibi, yeni anayasa süreci de kesintiye uğramış olacaktı. İşte Mursi tam da böylesi bir dönemde söz konusu kararnameyi çıkararak, hem işçi ve emekçilerin uygulamaya konacak saldırı programına olası isyanı karşısında sert önlemler alma yetkisiyle donandı, hem de Anayasa Mahkemesi’nin Kurucu Meclis’i feshetme yetkisini ortadan kaldırmış oldu. Bunun yanı sıra anayasa sürecini hızlandırarak, Şubatta tamamlanması beklenen taslağı iki ay önce refe-

13


marksist tutum

randuma hazır hale getirtti. Ancak Mursi Mübarek döneminin uzantısı olan yargı bürokrasisinden beklediği tepkinin çok daha fazlasını halk kitlelerinden gördü. 22 Kasımdan itibaren Kahire ve İskenderiye başta olmak üzere pek çok kentte meydanları terk etmeyen ve Başkanlık Sarayını kuşatma altına alan kitleler, alanları “halk rejimin yıkılmasını istiyor”, “devrim tekrar geri geldi”, “ekmek, özgürlük, sosyal adalet” sloganlarıyla inlettiler. Tüm bunlar olurken, Mahalla el-Kubra kentindeki binlerce işçi ve emekçi, bir kent konseyi oluşturma girişiminde bulundular ve kent giriş çıkışlarında yol kesme eylemleri de dahil olmak üzere çeşitli eylemler yaptılar. Bilindiği gibi, militan bir mücadele geçmişine sahip olan Mahalla tekstil işçileri, gerçekleştirdikleri kitlesel grevlerle Mübarek’in devrilme sürecinde de önemli bir rol oynamışlardı. Bu kez de binlerce tekstil işçisi sokaklara dökülerek Mursi’nin gerici adımlarını protesto etti. İşçilerin “firavun kararnamesi”ne ve anayasa taslağına yönelik tepkileri bununla sınırlı değildi. 12 gazete ve 5 televizyon kanalında çalışan işçiler, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve sivil hakları savunmak için bir günlük grev gerçekleştirerek meydanlara indiler. Devlet radyo ve televizyonlarında çalışan işçiler de hükümetin baskılarına ve yayın içeriğine müdahale etmesini iş bırakarak protesto ettiler. Havayolu çalışanları da pek çok havaalanında iş bırakarak greve giden işçiler arasındaydı. Bağımsız sendikalar, “yeni firavunu reddediyoruz, şehitlerin kanı üzerinden tacirlik yapanları reddediyoruz” diyerek işçileri hareketi desteklemeye ve işçi düşmanı yasalara karşı çıkmaya çağırdılar. Ne var ki devrimci bir örgütlülük ve önderlikten yoksun halde isyana katılmak durumunda kalan işçi sınıfı, kendi sınıf kimliği ile sürece damgasını vurabilecek bir etkinlik gösteremedi. Protestoların başlamasının hemen ardından, Nasırcıların, liberallerin, bazı sol grupların ve Mübarek rejiminin kimi kalıntılarının da aralarında olduğu 15’i aşkın parti ve grubun oluşturduğu burjuva muhalefet güçleri, Ulusal Kurtuluş Cephesi adı altında bir

14

Ocak 2013 • sayı: 94

oluşum örgütlediler. İsyanın kitlesini işçiler ve emekçilerin oluşturmasına rağmen, hareketin komuta kademesi işte bu burjuva güçlerin elinde kaldı. Nasırcı Partinin lideri Hamdin Sabbahi, Arap Birliği eski genel sekreteri Amr Musa ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu eski başkanı Muhammed Baradey’in başını çektiği bu cephe, kararnamenin geri çekilmesi ve referandumun iptal edilerek yeni bir anayasa hazırlanması çağrısında bulunurken, bir yandan da kitleleri dizginleme rolünü üstlendi. Mursi yandaşlarının ve karşıtlarının yüz binler halinde sokağa dökülmesi, keskin bir toplumsal kutuplaşma yaşandığını alenen gösterirken, Mursi’nin protestolar karşısındaki tepkisi Mübarek’ten hiç de farklı değildi. Polisi vahşice kitlelerin üzerine salan Mursi, protestoları “Mübarekçilerin, dış güçlerin ve Siyonistlerin komplosu” olarak nitelerken, protestocuları da “eski rejimin kalıntıları tarafından beslenen hainler, çeteler” olarak lanse ediyordu. Hatta işi o raddeye vardırdı ki, muhalefet liderlerinden Sabbahi, Musa ve Baradey’in yanı sıra, Mursi’nin attığı adımları protesto ederek referandumdaki gözetim görevini yerine getirmeyeceğini açıklayan Yargıçlar Kulübü’nün başkanı hakkında “casusluk” soruşturması başlatıldı.4 “İslam geri dönüyor” sloganıyla sokaklara çıkan ve laik muhalefeti “eski rejimin kalıntısı olmak” ya da “İslama karşı olmak”la suçlayan İhvancılarsa, protestocu kalabalığa polisle işbirliği halinde saldırdı. Yaşanan çatışmalar sonucunda en az 8 kişi ölürken, yüzlerce insan yaralandı, yüzlercesi de tutuklandı. Bunlar yetmezmiş gibi, Mursi’nin Başkanlık Sarayı, İhvancılarla polisin elbirliğiyle yakaladıkları protestocuları işkenceli sorgulara tâbi tuttukları bir karargâha dönüştürüldü. Mursi’nin “devlet kurumlarını eski rejimin artıklarından temizleme”yi amaçladığını iddia ettiği kararname, Anayasa Mahkemesi’nin Kurucu Meclis’i ve Şura Konseyi’ni feshetmesini olanaksız hale getirmesinin yanı sıra, mevcut başsavcıyı görevden alan Mursi’ye yeni başsavcı atama yetkisi de veriyordu. Mursi bu kararname sayesinde, “devrimi, ulusal birliği ve ulusal güvenliği koruma” bahanesiyle istediği yasayı çıkarma yetkisiyle donanırken, aldığı kararları da yargı denetimi dışında bırakıyordu. Kararname, yeni parlamento seçilene kadar yürürlükte kalacak şekilde çıkarılmıştı. Ne var ki, Mursi, protesto gösterilerinin giderek yayılması ve kitleselleşmesi üzerine, kısa süre içinde geri adım atmak zorunda kaldı ve kararnamenin anayasa referandumu sonuçları açıklanana kadar geçerli olacağını duyurdu. Ancak bu da sorunu çözmeye yetmedi. Muhalefet güçlerinin söz konusu kararname lağvedilmeden ve referandum ertelenmeden di-


sayı: 94 • Ocak 2013

yalogun da olmayacağını açıklayıp protestolara devam etmeleri üzerine Mursi kararnamenin iptal edildiğini ancak referandumun tarihinde yapılacağını duyurdu. Protestolar devam edince de, “anayasa oylaması sonuçları açıklanana kadar” gösterilere müdahale etme ve sivilleri tutuklama yetkisi verdiği orduyu devreye soktu.

Devrimi kimden koruma yasası? “Devrimi korumak” adına kendisini firavun yetkileriyle donatırken, o “devrim”i ancak onu gerçekleştiren kitlelerin koruyabilecekleri gerçeğini gizlemeye çalışan Mursi, bu kararnameye dayanarak bir de “Devrimi Koruma Yasası” çıkardı. Bu yasa Halk Savcılığı adı altında yeni bir savcılık birimi kurulmasını öngörüyor ve mevcut anti-demokratik ceza yasalarıyla yetinmeyerek, söz konusu savcılara, “devrimi koruma” adına ve basın suçu, protesto, grev, “eşkıyalık” vb. gerekçesiyle 6 aya kadar tutuklama yetkisi veriyordu. Kararname geri çekilse de bu yasa yürürlüğe girdi. Emekçilerin demokrasi talebini yerine getirme vaadiyle iktidara gelen İhvan’ın gerçekte hangi sınıfın temsilcisi olduğu ve işçi düşmanlığı böylece geniş kitleler tarafından daha net görülmeye başlandı. Devrimci durumun bir ürünü olarak hayata gözlerini açan bağımsız sendikalar, bu yasanın işçilerin grev yapmasını bile yasakladığını söyleyerek tepkilerini yükselttiler. Nitekim Mursi, kararnameyi ve “devrimi koruma yasası”nı açıklarken yaptığı konuşmada, bu yetkileri üretimin aksamasını ve yol blokajlarını engellemek için kullanacağını açıkça ifade etmişti. Bu, her türlü grev ve gösterinin aynı bahaneyle yasaklanacağı anlamına geliyordu ki, Mursi’nin son dönemde gerçekleşen grevleri ve gösterileri kriminal olaylar olarak göstermesi bunun bir ifadesiydi. Mursi’nin kendisini olağanüstü yetkilerle donattığı ve yargı denetimi dışında bıraktığı kararnameyi yayınlar yayınlamaz ilk olarak el attığı yasanın Sendikalar Yasası olması da fazlasıyla anlamlıdır. Tıpkı kendinden önceki-

marksist tutum

ler gibi İhvan iktidarı da, hiç vakit kaybetmeden devlet sendikası olan Mısır Sendikalar Federasyonunu (ETUF) kendi denetimi altına almaya girişmiştir. Burada bir parantez açarak belirtelim ki, eski Sendikalar Yasasını halen değiştirmemiş olan İslamcı iktidar, 2011’deki halk isyanı sürecinde kurulan bağımsız sendikaları halen yasadışı kabul etmekte ve ETUF şu anda Mısır’ın tek yasal sendikası olarak görülmeye devam etmektedir. Tamamen değiştirilmesi gereken Sendikalar Yasasında demokratik hiçbir iyileştirmeye gitmeyen İhvan, bununla da kalmayıp, şimdi bu yasaya sadece ETUF yönetimine kendi adamlarını doldurmak üzere el atmıştır. Son yasal düzenlemeyle, sendika üyeliğine 60 yaş üst sınırı getirilmekte ve Çalışma Bakanına sendika yönetim kurullarının boşalan koltuklarına atama yapma yetkisi tanınmaktadır. ETUF’un fosilleşmiş yöneticilerinin çoğunun koltuklarından olmasını sağlayıp olumlu bir adım attığı izlenimini yaratan İhvan, aslında sendika yönetimlerinin yapısını kendi lehine değiştirme olanağı elde etmiştir. Bu yüzden bağımsız sendikal oluşumlardan biri olan Mısır Demokratik İşçi Konferansı (EDLC), son derece doğru bir şekilde, İhvan’ın “eski rejimin tiranlık, baskı ve yolsuzluk sisteminin köşetaşları olan kurumları dağıtmak yerine onları muhafaza ettiğini, yalnızca onların liderliğini ve kilit karar alıcılarını değiştirdiğini” dile getirmiştir. Sonuçta Mübarekçi kadro gidecek, yerine İhvancı kadro gelecek, devrim arzusuyla sokağa dökülüp Mübarek’in devrilmesinde önemli bir rol oynayan işçi sınıfı ise yine işbirlikçi bürokratlardan kurtulamamış olacaktır. Aynı şekilde Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu (EFITU) da, işçi sınıfını, Mursi’nin yayınladığı kararnameye ve çıkardığı bu yasaya karşı birlik olmaya, sokaklara çıkmaya ve oturma eylemlerine katılmaya çağırmıştır. “Bizler, grev hakkımızı kullandığımız ve sendikalarımızı kurduğumuz için soruşturmaya uğradık, tutuklandık, açığa alındık, sürgüne ve haksızlığa uğradık. Hükümet sendikal özgürlükler için bir tek yasa çıkarmayıp bunun yerine devrimi koruma adına grevleri ve oturma eylemlerini suç sayan bir yasa çıkarırken, biz neden iki yıl bekledik? Bu kararlar bizim çıkarlarımıza doğrudan bir saldırıdır. Bu yüzden ayağa kalkmak ve mücadele etmek zorundayız” diyen EFITU, 25 Kasım tarihli çağrısında şu talepleri dile getirmiştir: Kararnamenin geri çekilmesi, Kurucu Meclis’in üyelerinin en az %50’si işçi ve köylülerden oluşacak şekilde reforme edilmesi, sendikal özgürlüklerin anayasal ya da yasal güvence altına alınması, işçi haklarını garanti altına alan yeni bir iş kanunu, asgari ve azami ücretleri belirleyen ve bunları fiyat artışına bağlayan bir yasanın derhal yürürlüğe koyulması, işlerini kaybeden tüm işçilerin işe geri dönmesi ve Hişam Kandil hükümetinin istifa etmesi.

15


marksist tutum

Yeni Anayasa ve İhvan’ın oportünizmi Mısır’da anayasa referandumu, işçilerin, emekçilerin ayağa kalktığı böylesine gergin bir süreçte ve muhalefetin tüm itirazlarına rağmen 15 ve 22 Aralık tarihlerinde iki parça halinde gerçekleştirildi. Sonuçta 50,6 milyon seçmenin sadece 16,4 milyonunun oy kullandığı referandumda, katılım oranı pasif boykot nedeniyle %32,9’da kalırken (parlamento seçimlerindeki katılım oranının neredeyse yarısı) ve gerçekte tüm seçmenlerin sadece %20 ,8’i yeni anayasaya “evet” oyu verirken, anayasanın %63,8 oyla kabul edildiği duyuruldu. Mısır’ın en kalabalık kenti olan ve doğal olarak en kalabalık işçi nüfusunu barındıran Kahire’de ise “hayır” oyları %57 ile “evet” oylarının bariz bir şekilde önüne geçti. Muhalefetin çok sayıda seçim ihlali yapıldığını açıkladığı ve Mübarek dönemindeki seçimleri aratmadığını ifade ettiği bu referandumun antidemokratikliğinin en bariz kanıtı, oylamanın birinci yarısı gerçekleşir gerçekleşmez yapılan ve şaşırtıcı bir biçimde kimse tarafından eleştirilmeyen oy sayımıdır. İkinci yarı bir hafta sonra gerçekleşecek olmasına rağmen ilk yarının oy sayımı oy verme işlemi biter bitmez başlatılmış ve bizzat iktidardaki Özgürlük ve Adalet Partisinin (İhvan’ın ve Mursi’nin partisi) resmi sitesinde “tahmini oy dağılımı” olarak duyurulmuştur. Burjuva demokrasisinin normal işleyiş koşullarında kamuoyu anketlerinin sonuçlarının açıklanması bile seçimlerden birkaç gün öncesinde yasaklanabilirken, Mısır’da ikinci yarı seçimler öncesinde hem birinci yarının hem de yurtdışında oy kullananların tercihleri alenen açıklanmıştır. Gerek hazırlanış yöntemi, gerekse oylanma yöntemi açısından hiçbir meşruluğu olmayan yeni anayasanın içeriği de aynı anti-demokratiklikle malûldür. Kadınların, işçilerin, emekçilerin ve azınlıkların haklarına yönelik ciddi saldırılar içeren ve söz konusu geniş kesimlerin taleplerini karşılamaktan uzak olan gerici ve baskıcı yeni anayasa, tıpkı eski anayasa gibi, şeriatı “yasamanın temel kaynağı” olarak ilan ediyor. Ancak eski anayasadan daha da ileri gidiyor ve şeriatla ilgili tüm konularda El Ezher Camii ve Üniversitesine danışılmasını şart koşarken, Sünni İslam doktrinine yönelik atıflarıyla mezhepçi bir yaklaşıma da dayanıyor. Yeni anayasanın, şeriat ve El Ezher’le ilgili ilk bölüme atıfta bulunarak özgürlükleri “anayasanın ilk bölümüne aykırı olmadıkça” koşuluyla sınırlandırması, İslamcı iktidarın özgürlük anlayışını da çıplak bir şekilde dışavuruyor. Bu koşul, fikir ve ifade özgürlüğünün otomatik olarak şeriat kurallarına uygunlukla sınırlanmasının yanı sıra, örgütlenmenin, toplantıların, gösterilerin, sanatın vb. önüne de şeriat engelinin

16

Ocak 2013 • sayı: 94

dikilmesinin yolunu açmaktadır. Milyonların sokağa dökülüp Mübarek’i devirmeleriyle sonuçlanan devrimci durumu kendi sınıfsal çıkarları uğruna kullanan ve üzerine çöreklenen İhvan, işçi ve emekçilerin demokratik özgürlüklerine yönelik düşmanlığı katmerli bir şekilde sürdürmektedir. Parti ve dernek kurma özgürlüğünü anayasal güvence altına alan İhvan anayasası, sıra sendikalara, işçi birliklerine ve kooperatiflere geldiğinde bu özgürlüğü yasal düzenlemelere havale etmektedir. Bununla da kalmayıp, “tek mesleğe tek sendika” dayatmasını getirerek, devlet sendikası olan ve şimdilerde yönetimi İhvan tarafından ele geçirilmeye çalışılan ETUF’un örgütlü olduğu herhangi bir meslek kolunda bağımsız sendika kurulmasını fiilen yasaklamaktadır. Yeni anayasa, Mübarek’in devriliş sürecinde aktif bir rol oynayan kadınların haklarına da kördür. Anayasanın kadınlara ilişkin tek maddesi bulunmaktadır ve orada da ailenin ahlâki niteliği ve değerlerine atıfta bulunularak, kadınların toplumdaki rolü aileye karşı sorumluluklarına bağlanmaktadır. Bu maddeye dayanılarak kadınların eğitim ve iş yaşamlarına yönelik her türlü gerici müdahalenin yapılabileceği açıktır. Demokratik hak ve özgürlüklere saldırırken ordunun ayrıcalıklarını ve siyasi gücünü güvence altına alan İhvan anayasası, bunun tipik bir örneği olarak, Milli Güvenlik Konseyi kurulmasını öngörmektedir. Türkiye’deki MGK’yla özdeş olan bu konsey, cumhurbaşkanının başkanlığında, başbakan, içişleri, dışişleri, savunma ve maliye bakanları, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve istihbarat örgütlerinin başkanlarından oluşmaktadır. Bu konseye, ulusal güvenlikle ilgili konularda karar vermek, orduya ilişkin yasalara danışmanlık yapmak gibi temel yetkiler verilmektedir. Askeri bütçe de parlamento yerine askerin borusunun öteceği bu konseyde belirlenecek, parlamentonun bu konuda hiçbir dahli olamayacaktır. Böylece mili gelirin önemli bir bölümünü gasp eden ve ekonomide belirleyici bir ağırlığı olan ordunun ekonomik ve siyasi gücü korunmaya devam etmektedir. Ayrıca Milli Savunma Bakanının asker olma zorunluluğunu da getiren anayasa, “silahlı kuvvetlere zarar verme” bahanesiyle sivilleri askeri mahkemede yargılama yetkisi tanımaktadır. Mağdur ve mazlum pozları kesen İhvan, görüldüğü üzere, bir taraftan iktidarını güvenceye alacak ve gücünü pekiştirecek çeşitli adımlar atarken, öte taraftan tıpkı AKP gibi orduyla uzlaşma yoluna gitmektedir. Bir yandan “askeri vesayet” diye bağırırken, öte yandan askeri bürokrasiyi kendi elleriyle ayrıcalık ve güçle donatmaktadır. Mursi’nin seçilmesiyle sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Marksist Tutum sayfalarında değerlendirirken o dönemde şunları söylemiştik: “Muhammed Mursi’nin seçimi


sayı: 94 • Ocak 2013

kazandığı resmen açıklanır açıklanmaz Mursi, twitter hesabından «Mısır’daki seçimleri demokratik bir şekilde koruyan şerefli Mısır yargısı ve askerlere selam olsun. Tüm Mısır halkını kutluyorum» açıklamasını yaptı. Seçim sonuçları açıklanınca verilen ilk mesajın anlamı açıktır. Müslüman Kardeşler sivil-asker bürokrasiye biat etme sözü veriyor. Yeter ki, iktidar koltuğundan kendilerine de yer ayrılsın. Öte yandan Mursi on binlerce kişinin toplandığı meydanlarda farklı bir dil kullanıyor. Kitlelere, cumhurbaşkanlığı yetkilerinden vazgeçmeyeceğini ilan ederek generallere meydan okuyor. “Müslüman Kardeşler halk ayaklanmasının başından bu yana oportünist bir politika izliyor. Kitle hareketinin ordu bürokrasisini alt edecek ve eski devlet aygıtını parçalayacak bir devrime ilerlemesini asla istemiyorlar. Müslüman Kardeşler şimdiye değin kitleleri birkaç kez sokağa çağırdı. Ancak her seferinde amaç, kitlelerin gazını almak, askeri bürokrasiye gözdağı vermek ve kendisine siyaset sahnesinde alan açmakla sınırlıydı.” (Serhat Koldaş, Mısır’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Temmuz 2012) Sol ve liberal muhalefetin örgütsüzlüğünden yararlanarak azınlık oylarıyla iktidar koltuğuna oturan İhvan’ın Mübarek rejiminin temel direği olan orduyla uzlaşmasının en önemli nedeni elbette iktidarını koruma arzusudur. Ancak bunun kadar önemli bir diğer neden de, ayağa kalkan emekçi kitleler karşısında burjuvazinin ortak çıkarlarını temel alarak düzenin bekasını sağlama kaygısıdır. Hazırlanan anayasanın ve çıkarılan yeni yasaların temel güdüsü de budur. İhvan, devrim korkusu yaşayan Mısır burjuvazisinin bir kesiminin has temsilcisidir. Üstelik bölgeye ilişkin planları açısından ABD için de uygun bir müttefik olduğunu izlediği politikalarla (Suriye, İran ve İsrail’e ilişkin politikalar, neoliberal ekonomik politikalar vb.) kanıtlamaktadır. Şu anda İhvan’la diğer burjuva kesimler (çıkarları eski rejimin devamından yana olanlar, liberaller, Nasırcılar gibi) arasında bir çatışma yaşandığı doğrudur. Ancak bu çatışmanın nedeni, mevcut rejimin yapısında büyük çaplı değişiklikler gerçekleştirip gerçekleştirmeme noktasındaki anlaşmazlıklar değil iktidar savaşıdır. Tüm burjuva kesimler emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlüklerinin tanınmasının düzene yönelik tehditleri tırmandıracağını bildiklerinden, sadece kendi çıkarlarıyla sınırlı bir değişimle yetinmektedirler. Nitekim Mübarek’in devrilmesini izleyen süreçte şunları söylemiştik: “Bu güçler ilişkisine ve sürecin somut ilerleyişine bakıldığında, demokratik içeriği güçlü bir anayasanın şekillenmesinin pek mümkün olmadığını görmek zor değil. Marksist Tutum’un daha evvel de söylediği gibi, bu sürecin sonunda ordunun vesayeti altında sınırlı bir burjuva demokrasisi rejimine geçilmesi en yüksek olasılık olarak görünüyor. Egemen burjuva kesimlerin ve emperyalist odakların şu ana kadarki tutumu bu yönde. Bu gidişi bozabilecek tek güç olan işçi sınıfı ve devrimci sosyalist güç-

marksist tutum

lerse, büyük bir uyanış ve canlanış yaşanmasına rağmen henüz son derece örgütsüz durumda. O nedenle özellikle Mısır ve Tunus’taki devrimcilerin önündeki en büyük görev bu yakıcı soruna odaklanmaktır.” (Levent Toprak, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Reform Süreçleri, MT, Mayıs 2011) Proletarya ve devrimci sosyalist güçler açısından söz konusu örgütsüzlük koşulları ne yazık ki bugün de varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte, iktidardaki İhvan, bizzat devrimci bir deneyim yaşayan kitleler karşısında eli rahat bir şekilde dilediğini yapamamakta, her aşamada kitlelerin basıncıyla karşılaşmaktadır. Bir burjuva iktidarın, yoksulluktan, baskıdan, işsizlikten bıkan yığınların taleplerini karşılaması mümkün değildir ve bunun sıkışmışlığını yaşayan İhvan, iktidarını ve kapitalist sömürü düzenini otoriterleşerek korumaya çalışmaktadır. Ancak son iki yıllık devrimci kalkışma deneyiminden geçen kitlelerin eskisi gibi boyun eğmedikleri ve eğmeyecekleri açıktır. Korku duvarını aşan yığınları ölüm korkusu ya da polis ve asker terörü de durduramamaktadır. Dolayısıyla Mısır’daki (ve Tunus’taki) devrimci süreç kısa bir tarihsel aralık açısından bile henüz sona ermiş değildir ve bu sürecin dinamikleri tüm canlılığıyla varlığını korumaya devam etmektedir. Komünist güçlerin odaklanması gereken yakıcı sorun da değişmemiştir: kapitalist düzeni yıkma hedefiyle proletaryanın devrimci örgütlülüğünü ve burjuvazinin tüm kesimlerinden bağımsız duruşunu sağlamak! n ___________________ Asıl gücün ve yetkinin cumhurbaşkanının elinde olduğu bir yarı-başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu Mısır’da, 2012 Haziranında yapılan ve katılım oranı %51,8 olarak açıklanan seçimler sonucunda, İhvan’ın adayı Muhammed Mursi %52 oyla işbaşına gelmişti. “İlk turda Muhammed Mursi 5,7 milyon, Ahmet Şefik 5,5 milyon, Nasırcı Kerame Partisinin lideri Hamdin Sabbahi 4,8 milyon, İslamcı bağımsız aday Abdulmunim Ebu el-Futuh 4,1 milyon, Arap Birliği eski genel sekreteri Amr Musa 2,6 milyon oy almış, en çok oy alan Mursi ve Şefik ikinci tura kalmıştı.” (bkz. (Serhat Koldaş, Mısır’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, MT, Temmuz 2012)

1

2011 Kasımında, anti-demokratik bir seçim yasasıyla ve muhalefete yeterince örgütlenme zamanı tanımadan yapılan parlamento seçimlerini, Müslüman Kardeşler, Selefiler ve Liberal Mısır Bloku dışındaki siyasi partiler boykot etmişlerdi. Müslüman Kardeşler’in ve Selefilerin egemenliğinde oluşan parlamento da aynı şekilde gayrimeşru sayılmaya ve boykot edilmeye devam edildi.

2

Mısır parlamentosu Halk Meclisi (alt kanat) ve Şura Konseyi (üst kanat) adı altında iki kanattan oluşuyor. Anayasa Mahkemesi, geçtiğimiz yaz başında, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde, bağımsız adayların katıldığı seçimlerdeki usulsüzlükler gerekçesiyle Halk Meclisi’ni feshetmişti.

3

İhvan bununla da yetinmedi ve Mursi’nin yeni atadığı başsavcı anayasa oylamasının hemen ardından muhalefet liderleri (Baradey, Musa ve Sabbahi) hakkında Mursi’yi devirmek üzere kitleleri kışkırtma ve vatan hainliği suçlamasıyla soruşturma başlattı. Muhalefet, sözde bağımsız yargının bu girişimini, Mübarek rejimindeki uygulamaların şimdi İhvan eliyle devam ettirildiğini ifade ederek tepkiyle karşıladı.

4

17


Sermayenin Küresel Saldırısı: Taşeronlaştırma Zehra Aras

B

urjuvazi tüm dünyada çalışma koşullarını esnekleştirmek ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırmak üzere kapsamlı bir saldırı yürütüyor. Sürekli istihdamın yerini giderek geçici, esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri alıyor. Burjuvazi bu istihdam biçimleri sayesinde işçilik maliyetlerini aşağıya indiriyor, işçilerin sosyal haklarını buduyor, sürekli istihdamın risk ve maliyetlerinden kurtuluyor, işçileri bölüp parçalıyor ve işçilerin sendikalaşmasını muazzam ölçüde zorlaştırıyor, hatta imkânsız hale getiriyor. Taşeron kavramı Türkiye’de, asıl işverenin işinin bir kısmını sözleşme ile üstlenen alt işveren için kullanılıyor. Dünyada taşeronlaşma gerek alt işverenler, gerekse de işletmelere işçi kiralayan özel istihdam büroları (kölelik büroları) eliyle yürütülüyor. İster alt işveren yani taşeron şirket tarafından istihdam edilsin, ister kiralık işçi tedarik eden özel istihdam bürosu tarafından istihdam edilsin, işçi açısından taşeronlaşmanın özü değişmiyor. Asıl işletme, taşeron şirket ve işçi arasında üçlü bir iş ilişkisi kuruluyor. İşçi bir işyerinde çalışırken iş sözleşmesi başka bir şirket ile yapılıyor. Taşeron işçisi ücretini aracı (taşeron) patrondan alıyor. İşçi, asıl işveren ile taşeron şirket arasındaki anlaşmanın içeriğini bilemiyor. Büyük bir şirkette faaliyet gösteren çok sayıdaki taşeron firmadan herhangi birinde istihdam edilen işçinin, çalışma koşulları, ücreti ve sosyal haklarıyla ilgili, fiilen çalıştığı işyerinin patronu ile pazarlık etme şansı yok. Bağlı olduğu taşeron şirket karşısında taşeronun diğer tüm işçileriyle birlikte toplu hareket

18

etmesi neredeyse imkânsız. Çünkü söz konusu taşerona bağlı işçiler, onlarca farklı şirkette farklı koşullar içerisinde genellikle de geçici iş sözleşmeleriyle çalıştırılıyor. Aynı işyerinde çalışan işçiler farklı şirketlere bölünmüş durumda. Taşeron şirkette istihdam edilen işçi, sözleşmesinin pamuk ipliğine bağlı olduğunun ve her an işten atılabileceğinin farkında. Taşeron işçisi önünü göremiyor, o sırada çalıştırıldığı işyerinde ne kadar daha çalıştırılacağını bilemiyor; patronunun kendisini yarın hangi işyerine göndereceğini ya da sözleşmesine son verip vermeyeceğini bilemiyor. Güvencesizliğe bağlı olarak tam bir güvensizlik sarmalına hapsediliyor. Çalıştığı işyeri ile bağlı olduğu patronun birbirinden farklı olması ve güvencesizlik, taşeron işçisinin hakkını aramasını ve koşullarını düzeltme iradesi göstermesini de engelliyor. Bir firma içerisinde çalışan aynı taşeron şirketin işçileri tüm bu engellere rağmen haklarını aramak üzere birleştiklerinde bile sendikalaşma problemi yaşıyorlar. Söz konusu taşeronun işçileri, işyerindeki işçilerin sadece bir kısmını oluşturuyor. Dolayısıyla bir taşeronun işçilerinin işyerinde işi durdurmaları ya da yavaşlatmaları çoğu durumda mümkün değil. Bunu kısmen gerçekleştirdiklerinde de taşeron şirketin işçileri işten çıkartarak işyerine başka işçiler göndermesi an meselesi. Öte yandan asıl işveren, taşeron şirketin sözleşmesini iptal ederek, birleşen işçilerden bir çırpıda kurtulup işyerine başka bir taşeronu sokabilir veya mevcut taşeronlardan birinin çalıştırdığı işçi sayısını arttırmasını sağlayabilir. Zaten asıl işveren ile taşeron ara-


sayı: 94 • Ocak 2013

sında geçici süreli sözleşmeler düzenleniyor. Dolayısıyla sözleşme süresi sona erdiğinde asıl işveren ya da taşeron patronu sözleşmeyi yenilemeyerek de örgütlülüğü fiilen boşa çıkartabiliyor. Bir işyerinde çalışan ve aynı şirket tarafından istihdam edilen işçilerin sendikalaşması ve toplu sözleşme yetkisi alması bile aylar hatta yıllar süren uzun erimli bir iş. Oysa bu süre zarfında taşeron firmanın ana firmayla sözleşmesi çoktan bitmiş oluyor. Taşeron şirket çalışanlarının varlığı, asıl şirketin sürekli istihdam edilen (kadrolu) çalışanlarının taleplerini de baskı altına alıyor. Onların da iş güvencesini yok ediyor. Asıl işverenin sürekli işçileri –sendikalı olsalar bile– toplu pazarlık güçlerini büyük ölçüde yitiriyor. Sendikalı işçiler grev yaptığında işveren yasal ya da yasadışı olarak taşeronlar eliyle sendikalı işçinin üretimden gelen gücünü zaafa uğratıyor. Bütün dünyadaki sendikalardan gelen veriler, taşeron işçiliğinin giderek sürekli istihdamın yerini aldığını, sermayenin ücretleri düşürme, işçileri yasal güvencelerden mahrum bırakma ve örgütsüzleştirme saldırılarının taşeronlaştırma dalgasıyla birlikte yürütüldüğünü gösteriyor. Tüm dünyada hızla artan taşeronlaşma, sadece taşeronlarda istihdam edilen işçilerin değil, tüm işçi sınıfının sorunudur.

Taşeronlaşma işçi sınıfına yönelik stratejik-küresel bir saldırıdır! Dünyanın pek çok ülkesinden gelen rakamlar taşeronlaşmanın hızla yaygınlaştığını gösteriyor. Çin’de, kentlerde çalışan 300 milyon işçinin beşte biri, yani 60 milyonu geçici taşeron işçisidir. 2009 yılı itibarıyla Meksika’da işgücünün %10’u taşeron işçisidir. Meksika’da dünya çapında rekabetin yoğunlaştığı elektronik sanayiinde istihdam şirketleri adına fabrikalarda çalışanların oranı %60’a ulaşmıştır. Rusya’da yabancı şirketlerin %75’i, Rus şirketlerin %35 ilâ %50’si taşeron işçi kullanmaktadır. İngiltere’de taşeron işçilerin tahmini sayısı 270 bin ilâ 1 milyon 400 bin arasında değişmektedir. Hindistan’da özel sektördeki işçilerin %30’u, imalattaki işçilerin ise %50’si taşeron şirketler tarafından çalıştırılmaktadır. İspanya’da geçici işçilik tüm istihdamın %31’ini oluşturuyor. Geçici olarak çalışanların altıda birini taşeron şirketler istihdam ediyor. Tayland’da elektronik sanayiindeki 500 bin işçinin yarısından fazlası taşerona bağlı çalışıyor. 2008 rakamlarıyla Filipinler’de tüm işçilerin %10,8’i, imalattaki işçilerin ise %15,6’sı taşeron çalışanıdır. Özel istihdam büroları eliyle de yaygınlaştırılan taşeron işçiliği tüm dünyada işçi sınıfının karşısına dikilmektedir. Özel istihdam bürolarının küresel örgütü CIETT (Özel İstihdam Firmaları Uluslararası Konfederasyonu) verilerine göre, dünya çapında 72 bin özel istihdam şirketi, 169 bin şube ile faaliyet yürütüyor. Sadece işçi kiralayan özel istihdam bürolarının yıllık satış geliri 1996’da 83 milyar avro iken, 2009’da bu rakam 203 milyar avroya

marksist tutum

ulaşmıştır. Bu istihdam şirketlerinin pazarladığı taşeron işçi sayısı da aynı dönemde iki katına çıkmıştır. İşçi simsarlığı pazarının büyümesi, dünya çapında milyonlarca işçiyi pazarlayan Adecco, Randstad ve Manpower gibi dev küresel işçi simsarı tekelleri ortaya çıkarmıştır. Sektör lideri Adecco’nun yıllık işgücü satış geliri 21,3 milyar dolardır. Adecco’yu 17,3 milyar dolarlık satış geliriyle Randstad ve 16,7 milyar dolarlık yıllık geliriyle Manpower takip ediyor. 72 bin özel istihdam şirketi içerisinde en büyük 10 şirket istihdam pazarının %29’unu ele geçirmiştir. İşçi simsarı şirketler onlarca ülkede federasyonlar kurmuş durumdadır. Örneğin CIETT, farklı ülkelere yayılmış 47 federasyonu birleştiren bir konfederasyondur. Bu tür küresel işçi simsarı sermaye örgütleri, tüm dünyada taşeronlaşmanın önündeki engelleri kaldırmak üzere faaliyet yürütmektedir. Bu örgütler, hükümetlere taşeronlaşmanın önünü açan yasa değişiklikleri önermekten ve baskı oluşturmaktan, taşeronlaşmanın faydalarını kamuoyuna propaganda etmeye kadar çeşitli işlevler üstlenmektedir. Görüldüğü gibi emperyalizm çağında işçi simsarlığı da kendisini çağa uyarlamış, küresel örgütlenmeler yaratmıştır. Taşeronlaşmanın önünün açılması için gösterilen çabalar işçi simsarı şirketlerle sınırlı değildir. IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi emperyalist örgütler tüm dünyadaki kapitalist devletlere ekonomik büyüme için esnek çalışmayı tavsiye ediyor. “Ulusal İstihdam Stratejisi” gibi işçi sınıfına yönelik uzun vadeli saldırı programları Türkiye’de olduğu gibi pek çok ülkede de yürürlüktedir. Malezya da 2010 yılında istihdam yasasını değiştirerek taşeronlaşmayı yasallaştırmak istedi. Sendikaların muhalefetiyle hükümet geri adım attı. Fakat 2011 yılında değişikliği tekrar gündeme getirdi. 2012 yılı Mart ayında yasa meclisten geçti. Sendikalar muhalefet etmeyi sürdürdü. Sadece tarım plantasyonlarında taşeronlaşma yasallaşabildi. Güney Kore’de hükümet taşeronlaşmanın önündeki kısıtlamaların kaldırılmasını amaçlayan yasa değişikliğini amaçlıyor. Türkiye’de hükümet asli işlerin de taşerona verilmesinin önündeki yasal engeli kaldırmak istiyor. Avrupa’da taşeron işçilerinin grevci işçilerin yerine kullanılması yasaktır. Ancak AB ülkelerinde de taşeronlaşma önündeki yasal kısıtlamalar giderek ortadan kaldırılmaktadır. 2012 yılında Avusturya’da hükümetin geçici işçilerle sürekli işçilere eşit davranılmasını öngören, taşeron işçileri koruyan bir yasa çıkarmak istemesine burjuvazi karşı koydu. Sermaye çevreleri hükümeti, şirketlerini başka ülkelere taşımakla tehdit etti. Rusya’da 2011 yılında sendikalar işverenin işçilerini alt işverene devretmesini engelleyen bir yasa teklifi sunmuştu. Ancak yasa teklifi taşeron patronlarının ve CIETT gibi küresel sermaye örgütlerinin muhalefetiyle karşılaştı.

Taşeron işçileri neler yaşıyor? Taşeron çalışma, sermaye sınıfını sürekli istihdamın getirdiği maliyetlerden kurtarmaktadır. 2008 krizinde ön-

19


Ocak 2013 • sayı: 94

marksist tutum

celikle taşeron işçileri işlerini kaybetti. 2008 ortaları ile 2009 ortaları arasındaki dönemde, AB üyesi 27 ülkede, işyerlerinde sürekli çalışanların sayısı %1,3 azalırken geçici çalışanların sayısı %6,3 azaldı. İşçi örgütlerinin taşeronlaşmaya direndiği Almanya’da bile kapitalistler, yeni yaratılan istihdamın yarısından çoğunu geçici olarak istihdam etmeyi tercih etti. Taşeronda çalışanların önemli bir kısmı da tam zamanlı çalışmak yerine eksik zamanlı çalışmak zorunda bırakıldı. Özel istihdam şirketlerinin kiraladığı işçilerin bir yılda çalıştıkları ortalama süre, tam zamanlı işçilerin sadece yarısı kadardır. 2008 krizinin etkisi zayıflayınca şirketler tekrar taşeron işçi istihdam etmeye öncelik verdiler. Sendikaların çeşitli ülkelerde yayınladığı raporlar, taşeron işçilerinin ana firmada sürekli istihdam edilenlere göre çok daha düşük ücretlerle çalıştırıldığını ortaya koymaktadır. Hindistan’da kimya, enerji ve madencilik sektörlerinde taşeron işçiyle aynı işi yapan ve sürekli istihdam edilen işçiler 270 ilâ 360 dolar civarında ücretler alırken, taşeron işçileri 72 ilâ 108 dolar arası ücretlere çalıştırılıyor. Tekstilde ise taşeron işçisi sürekli istihdam edilen işçinin yarısı kadar ücret alıyor. Taşeron işçisinin ücreti yasal asgari ücretin bile altına inebiliyor. Şirketlerin asıl işlerde taşeron çalıştırması yasak olmasına karşın sermaye ne yasa ne yasak dinliyor. Taşeron işçilerine sürekli işçilerle aynı iş yaptırılıyor ve taşeronlar hep daha düşük ücret alıyor. Örneğin Çin’de Nokia ürünlerinin üretildiği fabrikalarda taşeron işçileri sürekli istihdam edilenlerin dörtte üçü kadar ücret alıyor. Almanya’daki bir BMW fabrikasının işçileri, 2011 yılında ücretleri %40 oranında düşürülerek BMW’nin bir yan şirketinde istihdam edildi. Almanya’da taşeron işçilerinin önemli bir kısmı kısa sürelerle çalıştırıldıkları için işsiz kaldıklarında işsizlik yardımı almaya hak kazanamıyorlar. İş kazaları ve işçi ölümlerinde de taşeron işçileri sürekli istihdam edilen işçilere göre daha fazla risk altında. Belçika’da taşeron işçilerinin kazaya uğrama riskinin sürekli işçilerinkinden iki kat fazla olduğu tespit ediliyor. Brezilya’daki bir sendika, üyesi olan Petrobras şirketi işçilerinden 1995-2009 yılları arasında 280 kişinin öldüğünü, bunların 226’sının taşeron işçisi olduğunu açıklıyor. Keza bu ülkede 2009 yılında elektrik sektöründe iş kazalarında ölen taşeron işçi sayısı sürekli işçilere oranla 13 kat fazlaydı. Peru madenlerinde 2009 yılının ilk 9 ayında ölen 49 maden işçisinin 37’si taşeron işçisiydi. Asıl işveren, taşeron şirket ve işçi arasında kurulan üçlü iş ilişkisi, iş güvenliğinden hangi noktada kimin sorumlu olduğunu belirsiz kılıyor. Şirket şirket bölünüp paramparça edilmiş, örgütsüzleştirilmiş ve güvencesiz çalışmaya mahkûm edilmiş, fiilen çalıştırıldığı şirket ile aracı şirket arasında kapana sıkıştırılmış taşeron işçileri kriz dönemlerinde de kolayca gözden çıkarılan kesimi oluşturmaktadır.

20

Taşeronlaşmanın önünü açan siyasi iklim Güvencesiz, esnek ve taşeron çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması ve giderek sürekli istihdamın yerini alması, işçi sınıfının ücretlerinin aşağıya çekilmesi ve sosyal kazanımlarının yok edilmesi anlamına geliyor. 80’li yıllardan itibaren dünya kapitalizmi işçi sınıfına karşı neoliberal bir saldırı dönemi başlatmıştı. İşçi sınıfına yönelen bu küresel saldırı, işçi hareketinin dünya ölçeğinde gerilediği 90’lı yıllarla birlikte ivme kazandı. SSCB ve Doğu Bloku’nun çözülerek kapitalist dünyaya entegre olması ve bunun sosyalizmin çöküşü olarak lanse edilmesi burjuvaziye olağanüstü imkânlar sağladı. Sonuçta işçi hareketindeki dağınıklık dönemi ile neo-liberal saldırı süreci üst üste geldi. Böylesi bir dönemde sendikal hareket de burjuvazi karşısında geçmişte kazandığı mevzilerden çok çok gerilere savruldu. Dünya ölçeğinde sınıf dengelerinin işçi sınıfı aleyhine değişmesini fırsat bilen burjuvazi, işçi sınıfının var olan örgütlerini zayıflatmak ve etkisizleştirmek, işçi sınıfını bölmek ve esnek çalışma biçimlerini dayatmak üzere çok yönlü saldırıya geçti. İşçi sınıfının geçmişte büyük bedeller ödeyerek elde ettiği kazanımları yok etmeye girişti. İşçi sınıfı gücü ve örgütlülüğü oranında bu saldırıları kısmen durdurabildi, gücü yettiği kadarıyla geri püskürtebildi. Ancak örgütlü gücünün zayıflığı nedeniyle taşeronlaşmanın bugün bir ur gibi yayılmış olmasını engelleyemedi. Kapitalist ekonominin küresel entegrasyonunun derinleştiği bu dönemde, sermaye yatırımları hızla ucuz ve örgütsüz işçiliğin bulunduğu coğrafyalara kaydı. Dev şirketlerin fabrikalarını Çin, Vietnam, Endonezya ve Hindistan gibi ülkelere kaydırması Batı’daki örgütlü işçi kesimleri üzerinde de ciddi bir basınç oluşturdu.

Türkiye’de taşeronlaşma 4857 sayılı iş yasasının 2. maddesi, asıl işveren ile alt işveren (taşeron) arasındaki ilişkiyi tanımlıyor. Yasada “asıl işverenin işçilerinin alt işveren tarafından işe alınarak çalıştırılmaya devam ettirilmesi suretiyle hakları kısıtlanamaz” deniliyor. Türkiye’de patronlar işyerine soktukları taşeronların çalışan sayısını arttırırlarken, eski işçilerin sayısını kademeli olarak azaltıyorlar. Böylece yasanın etrafından dolanarak, aynı işi yapan taşeron işçilerini daha ucuza çalıştırıyorlar. Yasada “daha önce o işyerinde çalıştırılan kimse ile alt işveren ilişkisi kurulamaz” yazıyor. Ancak bu yasayı çiğneyen patronlar, yanlarında çalıştırdıkları ve sözlerinden çıkmayan kişiler adına sahte şirketler kurup bunlara taşeronluk veriyor. Yasayı çiğneyen patronların pek azı bu yüzden sorun yaşıyor. Yasada “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl iş bölünerek alt işverenlere verilemez” deniliyor. Ancak fiiliyatta patronlar asıl işlerini parça parça


sayı: 94 • Ocak 2013

taşeronlaştırıyor. İş müfettişleri hileli ya da yasadışı yöntemlerle taşeronlaştırmayı raporladıklarında, taşeron işçileri asıl işverenin işçisi sayılıyor. Bu nedenle AKP hükümeti, iş müfettişlerinin hileli taşeronlaşmayı tespit yetkisini elinden almayı planlıyor. Daha da önemlisi, iş yasasının ikinci maddesini değiştirerek işletmelerin asıl işlerinin bölünerek taşeronlaştırılabilmesinin önünü açmak istiyor. Bu konuda bakanlığın hazırladığı bir yasa değişikliği taslağı var. Ancak bu taslak kamuoyuna açıklanmıyor. Çalışma bakanının sözlü beyanları taslağın içeriğini kısmen ele veriyor. Bakanlık elindeki taslağı gizleyerek değişikliğin içeriğinin öğrenilmesini ve işçi örgütleri tarafından tartışılmasını engellemeye çalışıyor. Türkiye’de resmi rakamlara göre 3 milyon civarında taşeron işçisi var. DİSK Araştırma Enstitüsü ise yaklaşık 6 milyon işçinin taşeronlar tarafından istihdam edildiğini açıklıyor. İşçileri güvencesiz, esnek ve taşeron çalıştırmak konusunda en büyük işveren konumundaki kapitalist devlet, önemli bir mesafe kat etmiştir. Devlet Personel Başkanlığı verilerine göre 2001 yılında 14 bin olan sözleşmeli personel sayısı 2011 yılında 214 bine yükselmiştir. 2000 yılında kamu sektöründeki taşeron şirketlerde 20 bin işçi çalışırken, bugün devlet 500 bine yakın işçiyi taşeronlarda istihdam ediyor. 2001 yılında KİT’lerde çalışan kadrolu işçi sayısı 276 bin iken, bugün bu sayı 156 bine düşmüş durumda. Böylelikle iş güvencesiyle çalışan devlet işçisi sayısı yarı yarıya azalırken, taşeron işçi sayısı 28 kat arttırılmıştır. Sağlıkta, eğitimde ve belediyelerde taşeronlaşma hızla yaygınlaştırılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı 2003-2009 arasında 478 bin personel istihdam etmiştir. Ancak bunun sadece %31’i (148 bini) kadrolu olarak istihdam edilirken 240 bini kısmi zamanlı, geçici ya da ders saati üzerinden işe alınmıştır. 70 bin kişi ise sözleşmeli olarak geçici sürelerle istihdam edilmiştir. 4C statüsünde de 20 bin kişi istihdam edilmiştir. Bakanlık bünyesindeki temizlik hizmetleri de taşeronlaştırılmıştır. Böylece bu bakanlığa bağlı olarak kadrosuz ve güvencesiz çalıştırılanların oranı %60’a varmıştır. AKP’nin 2003’ten bu yana sürdürdüğü “Sağlıkta Dönüşüm Programı” gereğince, taşeronlardan temin edilen işçi sayısı 11 binden 116 bine yükselmiştir. Laborantlık, hemşirelik, radyoloji teknisyenliği, hastabakıcılık gibi işlerde taşeronlar aracılığı ile çalıştırılan sağlık işçilerinin sayısı 150 bine yaklaşıyor. Belediyelerde, il özel idarelerinde ve belediye iktisadi teşekküllerinde yalnızca 175 bin kadrolu işçi çalışıyor. Yerel yönetimlerde çalışanların %22’si taşeronlarda çalıştırılıyor. Yani bu alandaki taşeron işçi sayısı 50 bin kişiye ulaşmaktadır. İnşaat sektörü, iş kazaları ve işçi ölümlerinde olduğu gibi taşeronlaşmada da başı çekmektedir. TÜİK’in bir

marksist tutum

araştırması Türkiye’de inşaat sektöründe yaklaşık 1,5 milyon işçi çalıştığını, bu işçilerin 1 milyon 100 bininin mevsimlik işçi olarak göründüğünü, yani ekseriyetle taşeron şirketlerde çalıştığını gösteriyor. Madenler ve tersaneler iş kazaları ve taşeronlaştırmalarla sıkça gündeme geliyor. Gemi inşa sektöründe çalışan 35 bin işçinin 10 bini asıl işverenler, 25 bini ise taşeronlar tarafından çalıştırılıyor. Tüm sektörlerde yemek, güvenlik ve temizlik işleri büyük oranda taşeronlara devredilmiştir. Ulaştırma, depolama ve haberleşme gibi hizmetlerde de taşeronlaşma giderek yaygınlaşmaktadır. Güvenlik, bina, çevre düzenleme vb. hizmetlerde kayıtlı çalışan sayısı 600 binin üzerindedir. Bu işlerde çalışanların %58’i “mevsimlik işçi” olarak tanımlanmıştır. Fabrikalarda şirketin asıl faaliyet konusu olan işlerin bile taşeronlaştırıldığı, işçilerin yasadışı bir şekilde çok sayıda taşeron şirkete bölünmüş olarak çalıştırıldığı bilinmektedir. Taşeronlaşma, sermayenin işçi sınıfına karşı küreselstratejik saldırısı olarak gelişmektedir. Burjuvazinin bu küresel saldırısının karşısında tüm dünya işçileri için mücadele etmekten başka çıkar yol yoktur. Sendikaların bu gelişen saldırıyı, mevcut yasalar çerçevesine hapsederek püskürtmesi mümkün değildir. Sendikalar taşeron işçikadrolu işçi ayrımı yapmaksızın tüm işçileri kucaklamak zorundadır. Taşeron işçisiyle kadrolu işçilerin birleşmesinin önüne dikilen yasal ya da fiili engellere teslim olunmamalıdır. İşçiler arasındaki rekabete son vermek sendikaların asli görevidir. Farklı şirketlere bölünmüş işçileri fiilen birleştirmeden üretimden gelen gücü kullanmak mümkün değildir. Burjuvazi, yatırımlarını ucuz ve örgütsüz işgücünün yoğunlaştığı ülkelere yönlendirerek işçi sınıfının daha örgütlü olduğu ülkelerde işçi sınıfına boyun eğdirmeye çalıştı. Ancak yatırımların kaydırıldığı ülkelerde de genç ve dinamik bir işçi sınıfı mücadele sahnesine çıkıyor. İşçi mücadelesi kaçınılmaz olarak küreselleşiyor. Burjuvazinin küresel saldırısını yenilgiye uğratmak için, işçi sınıfının enternasyonal mücadele bayrağını yükseltmekten başka yol yok! n

21


Asgari Ücret Sermayeye Çok Fazla Geliyor Dicle Yeşil

Asgari ücret zammı geçtiğimiz günlerde belli oldu. Ocak ayından itibaren asgari ücret, asgari geçim indirimi de dâhil 774 lira, yılın ikinci altı ayında ise 804,70 lira olarak belirlendi. Bu rakam, asgari ücretle çalışan milyonlarca işçinin sosyal, kültürel gereksinimlerini bir kenara bırakalım, barınma, beslenme ya da sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bile değildir. Ürettiği zenginlikten çok az pay alan işçilerin beli yeni yılda da bükülecek. İşçi ve emekçi kitleleri daha fazla yoksulluk, zulüm, savaş ve yıkım beklemekte. Önümüzdeki yıl için toplam vergi gelirini arttırmayı hedefleyen sermaye ve devleti, işçilerin kursağına giren lokmayı daha da kesecek. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda bu saldırıların geri püskürtülmesi mümkün değil. Ancak örgütlendiği ve mücadele ettiği sürece işçi sınıfı sırtındaki bu kamburu fırlatıp atacaktır. O zaman ne sendika bürokratları ne hükümet ne de patron temsilcileri işçiler adına konuşabilecektir.

A

sgari ücret zammı geçtiğimiz günlerde belli oldu. Ocak ayından itibaren asgari ücret, asgari geçim indirimi de dâhil 774 lira, yılın ikinci altı ayında ise 804,70 lira olarak belirlendi. Bu rakam, asgari ücretle çalışan milyonlarca işçinin sosyal, kültürel gereksinimlerini bir kenara bırakalım, barınma, beslenme ya da sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bile değildir. Asgari ücretle çalışan milyonlarca işçi, gelirlerini temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzeye yükseltebilmek için günün yarısından fazlasını çalışmak zorunda kalıyor, yine de yükseltemiyor. Uzayan işgünü, insanı tüketen fazla mesailer, artan iş temposu ve yükü, milyonlarca işçinin hayatını zehir ediyor. Güvencesiz-esnek çalışma, taşeronlaştırma alabildiğine yaygınlaştırılıyor. Tüm bu kötü çalışma koşullarının dayatılmasının üstüne, belirlenen asgari ücret işçilerle alay etmekten başka bir şey değildir. Asgari ücret, bir ülkede genel ücret düzeyini belirleyen taban ücreti oluşturur. Sendikalı, sendikasız, hangi sektörde çalıştığı fark etmeksizin milyonlarca işçi için asgari ücret en büyük toplu sözleşme demektir. Bu açıdan yalnızca asgari ücretle çalışanları değil tüm işçileri ilgilendirmektedir. Fakat asgari ücreti konunun muhatabı olan işçiler değil, işçi sınıfından fizan kadar uzak olanlar belirlemektedir.

22

Asgari ücret tespit komisyonu Asgari ücret tespit komisyonu, 5 işçi, 5 işveren ve 5 devlet temsilcisinden oluşuyor. İşçi kelimesinin geçtiğine bakmayın. Aslında onlar da patronların yanında saf tutan işbirlikçi sendikacılar. İşçi tarafını Türk-İş bürokratları, işveren tarafını ise TİSK temsil ediyor. Ne sözde işçi temsilcileri ne de devlet asgari ücreti belirlemeden önce işçilerin taleplerini, önerilerini almaya gerek duyuyor. Konunun muhatapları konu dışı bırakılıyor. Asgari ücretin belirlenmesinden önce, taraflar temsil ettikleri kesimler adına sözlerini söylediler. Maliye Bakanı Şimşek, asgari geçim indiriminden önce asgari ücretli işçilerden iyi oranda vergi alabildiklerini, ancak şimdi asgari ücret vergi oranlarının “en aza” indirilmesinden dolayı devletin bu kalemden gelir kaydedemediğinden yakınıyor. Aynı Şimşek utanmadan, müsteşarlar ve milletvekillerinin dışında, kimsenin maaşının enflasyon karşısında erimediğini, milletvekillerine 2012’de yapılan artışla zam oranlarının enflasyon düzeyinin “birazcık” üzerine çıktığını da iddia ediyor. “Milletvekili maaşının yüksek olması meselesi niye bu kadar abartılıyor” diyen bakan şöyle devam ediyor: “Türkiye’de milletvekili sayısı hepi topu 550, bunun üzerine bir de emekli vekilleri eklersen 2 bin 300 tane vekil var.


sayı: 94 • Ocak 2013

Emeklisiyle birlikte hepsine birer lira versen 2 bin 300 oluyor. Diğer emekliler öyle mi? Onlara bir lira versen 10 milyon emekli var, 10 milyon lira yapar.” Asgari ücreti ve emekli maaşlarını belirlerken kılın tüyün hesabını yapanlar, sıra kendilerine geldiğinde her türlü kıyağı çekiyorlar. Milletvekili maaşı 2012 zammıyla birlikte sadece 12 bin lira! CHP milletvekili Şafak Pavey’in söylediğine göre milletvekili maaşı sadece iki günlük ihtiyaçlarını bile karşılamaya yetmiyormuş! Özellikle hükümet kanadından Çalışma Bakanı Faruk Çelik, hükümetin asgari ücretle çalışanları 10 yıllık dönem içinde enflasyona ezdirmediğini, asgari ücretin genel ücret düzeyi, kayıt dışı istihdam ve rekabet gibi pek çok unsuru etkilediğini belirtti. Bakan, işçiler her gün artan hayat pahalılığı karşısında inim inim inlerken, hiç yüzü kızarmadan söyledi bunları ve komisyonun bu yıl da çalışanların geçim şartlarını, dünyanın ve ülkenin ekonomik durumunu dikkate almasını istedi. Asgari ücret de güya tüm bu unsurlar göz önünde tutularak belirlendi! Elektriğe, suya, doğalgaza yaptığı zamları unutan hükümet, asgari ücrete yalnızca %4 oranında zam yapılmasını bile çok buldu. Özetle hükümet “çok bile yaptık” diyerek babacan pozlara büründü, patronlar “maliyeti seni beni aşar” diyerek mazlum pozları takındı, sendikacılarsa artistik pozlar kesmekle yetindi. Günlerinin yarısından fazlasını çalışarak geçirmek zorunda olan, fazla mesailerle aldıkları üç kuruşu beş kuruşa çıkarmaya çalışan işçiler ise, nasıl yaşayacaklarını, ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamayacaklarını tayin eden bu ücret karşısında örgütsüzlük nedeniyle seslerini çıkaramadı.

Asgari ücret ve rakamlar Asgari ücretin tanımında “işçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret” sözleri yer alır. Peki tespit edilen asgari ücret, söz edilen ihtiyaçların hangisini karşılamaya yetmektedir? Asgari ücretin 739 liradan 774 liraya çıkartıldığı Türkiye’de bugün açlık sınırı 1050, yoksulluk sınırı ise 3300 liraya çıkmış durumdadır. DİSK’in yaptığı bir araştırmaya göre, geçtiğimiz yılın Kasım ayı ile bu yılın Kasım ayını karşılaştırdığımızda asgari ücretli bir işçinin ekmek karşısında alım gücü %1,23 oranında azalmış. Asgari ücretli 14 tane daha az ekmek alacak. Azalan gıdalar yalnızca ekmekle sınırlı değil, liste uzayıp gidiyor. Tüm işçiler için ısınmak büyük bir problem

marksist tutum

haline geldi. Ancak asgari ücret alan işçiler için daha da zorlaşacak. İşçiler doğalgazda alım gücünü %12,7 düzeyinde kaybederken, odunda bu oran %7,9, kömürde %3,1 seviyesinde oldu. Asgari ücretle çalışan işçiler için elektrik, su, ulaşım ve sağlık gibi hizmetlerin fiyatı da her geçen gün artıyor. Doğalgaza, elektriğe yapılan zam %48 oldu. Asgari ücret zammı aslında şimdiden bir anda eriyip gitti. Kaşıkla verilen, kepçeyle geri alındı. Çalışma Bakanı Türkiye’deki asgari ücretin diğer ülkelere nazaran yüksek olduğunu iddia ediyor. Ancak yine DİSK’in yaptığı araştırmalara göre asgari ücret, kriz içerisinde olan Yunanistan’da düşürülmüş hali ile 1621 TL, İspanya’da 1772 TL’dir. Son on iki yılda Macaristan ve Polonya’da asgari ücret iki kattan, Çek Cumhuriyeti ve Slovak Cumhuriyeti’nde üç kattan fazla zam görmüş, Kore’de ise %84 artmış. Yine Avrupa ülkelerinde her 100 işçiden 5-6’sı asgari ücretle çalışırken, Türkiye’de ise her 100 işçiden 50’si asgari ücretle çalışıyor. Başbakanın her daim övünerek söylediği dünyanın 17. büyük ekonomisi Türkiye, Birleşmiş Milletler insani gelişmişlik endeksinde 187 ülke arasında 92. sırada yer alıyor. İnsani gelişmişlik endeksi uzun ve sağlıklı bir yaşam ile ortalama yaşam süresine, yaşam düzeyine, kişi başına düşen gelir ve alım gücüne bakılarak belirleniyor. Gerçekte sermaye sınıfı 17. ve işçi sınıfı ise 92. sıradadır. Ürettiği zenginlikten çok az pay alan işçilerin beli yeni yılda da bükülecek. İşçi ve emekçi kitleleri daha fazla yoksulluk, zulüm, savaş ve yıkım beklemekte. Önümüzdeki yıl için toplam vergi gelirini arttırmayı hedefleyen sermaye ve devleti, işçilerin kursağına giren lokmayı daha da kesecek. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda bu saldırıların geri püskürtülmesi mümkün değil. Ancak örgütlendiği ve mücadele ettiği sürece işçi sınıfı sırtındaki bu kamburu fırlatıp atacaktır. O zaman ne sendika bürokratları ne hükümet ne de patron temsilcileri işçiler adına konuşabilecektir. n

23


Ulus-Devletten Emperyalistle AKP’nin tercihlerini dinciliği değil kapitalistliği belirler AKP 2007’deki seçim başarısından sonra, 2011’de yapılan milletvekili genel seçimlerinde de yüzde 50 oy alarak, kendisine yönelen büyük seçmen kitlesinin desteğinin artarak devam ettiğini kanıtladı. AKP’nin bu seçim başarısından sonra yalnızca üst düzey TSK mensupları ve yargı bürokrasisi değil, onların yanında saf tutmuş olan sivil burjuva siyasetçiler ve Kemalist “solcu” aydınlar da şaşkınlık içine düştüler. Bu cenahta yer alan orta sınıf mensubu kimi “seçkin” bay ve bayanlar, seçim sonuçlarını gördükten sonra iyice zırvalamaya başladı. İçlerinden bazıları “AKP gibi gerici, şeriatçı bir partiyi destekleyen bu cahil halkla bizim oyumuz nasıl bir tutulur ve eşit sayılır” diyerek hayretlerini dile getirdiler. Bunların yanı sıra, ideolojik ve siyasal açıdan sınıf pusulası iyice şaşmış olan ve bu bakımdan tarihsel gerçekleri görme yetisini yitirmiş bulunan küçük-burjuva ulusalcı sosyalistlerin durumu da pek iç açıcı değildi. Bunların “ne olursa olsun bugün esas olan AKP’ye karşı olmaktır” diyerekten Kemalist askeri bürokrasinin yanında saf tutar bir pozisyon almaları, AKP’nin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramadı. Çünkü halk nezdinde, AKP demokrasiyi bunlar ise darbecileri savunur bir pozisyona düşürmüşlerdi kendilerini. Ayrıca yaşanan olayları hem tarihsel hem de güncel bağlamda sınıfsal temeline oturtarak değerlendiremedikleri ve hep düzen içi bir muhalefet partisi edasıyla konuştukları için, sonunda AKP karşıtı burjuva muhalif partilerden bir farkları kalmadı kamuoyu nezdinde. Bizler Marksist Tutum sitesinde yer alan yazılarımızda gelişmeleri hep tarihsel bir perspektif içinde ele alıp değerlendirmeye ve sonuçlar çıkarmaya çalıştık. Burjuva rejimin içinde bulunduğu durumu, gelişen somut siyasal olayları ve bu bağlamda AKP’nin kuruluşunu ve iktidara geliş sürecini sınıfsal açıdan bir tahlile tâbi tuttuk ve an-

24

lattık. Amacımız, mevcut gelişmeler hakkında sınıfımızı doğru bilgilendirmek ve önümüzde uzanan sınıf mücadelesi sürecine doğru bir siyasal perspektifle hazırlanabilmekti kuşkusuz. Marksist Tutum sitesinde yer alan yazılarımızda bu konudaki görüşlerimizi açık bir şekilde ortaya koyduk. Özetle şu tahlilleri yaptık: AKP’nin 2002 yılında iktidara gelişiyle birlikte burjuva siyasal rejimde patlak veren kavga, ne bir ilerici-gerici kavgasıdır ne de bir laik-dinci kavgası. Ama öte yandan bu kavga, AB’ci sol liberallerin büyük bir gayretkeşlikle göstermek istedikleri gibi, AKP’nin AB’ye katılma doğrultusunda verdiği, geri dönüşsüz bir demokrasi kavgası da değildir. Hayır, bize göre bu kavga birinci olarak, modern kapitalizm koşullarında egemen sınıf içinde patlak veren ve özü bakımından da sınıfsal olan bir kavgadır. İkinci olarak ise bu kavga, burjuvazi içinde tarihsel kökleri gerilere uzanan bir kavgadır. Ama hem tarihsel hem de güncel bakımdan sınıfsal olan bu kavga, karşıt sınıflar arasında değil de aynı sınıf içinde geçtiği ve tarafların ideolojik bombardımanı altında kamuoyunun kafası iyice karıştığı için, sınıfsal özünün görülmesi bir hayli zorlaşmış bir kavgadır. Bu kavganın tarafları aynı egemen burjuva sınıfı içinde yer almakla birlikte, farklı görüş ve eğilimleri temsil etmektedirler. Hiç kuşku yok ki bu çatışmada taraf olan her iki burjuva kesimin de siyasal hedefi, burjuva devletin zirvesinde ve yönetim mekanizmalarında üstün bir konum elde etmektir. Türkiye gibi ülkelerde bunun anlaşılır bir nedeni de vardır. Tarihi kökleri Osmanlı’ya, dolayısıyla Asyatik-despotik bir geçmişe uzanan bir ülkenin devlet yönetiminde siyasal hegemonya sahibi olmak demek, o devletin sahip olduğu muazzam ekonomik olanaklardan rakipleri aleyhine alabildiğine yararlanma ayrıcalığını elde etmek anlamına gelir aynı zamanda. Öte yandan, özü sınıfsal olan bu kavganın, sonuçları bakımından burjuva demokrasisini genişletici dolaylı etkileri de olacaktır elbette. Çünkü bu kavganın taraflarından


eşen Ulus-Devlete ve AKP /2 Mehmet Sinan

biri olan AKP ve onu destekleyen İslami burjuva kesimler, kendi meşruiyetlerini askeri vesayet altındaki devlet aygıtlarına kabul ettirebilmek için, önlerine dikilen antidemokratik engellere ve bu engelleri onların önüne diken statükocu devlet güçlerine karşı çetin bir mücadele vermek zorunda kalacaklardır. Bu kavgada burjuva demokrasisine daha fazla ihtiyaç duyacak olan kesimin AKP olduğu açıktır. Nitekim AKP’nin iktidara gelir gelmez, sırf kendi meşruiyetini güvence altına alabilmek için, AB kriterleri kapsamında giriştiği demokratik reformlar da bunu göstermektedir. Evet, AKP’nin iktidara gelişiyle ilgili olarak kaleme aldığımız yazılar özetle bu temel analiz üzerine oturuyordu. Ve tabii bir de buna tarihsel arka planla ilgili yaptığımız özet değerlendirmeleri ilave etmek gerekir ki, o da şöyledir: Osmanlı’da siyasetin de ekonominin de merkezinde devletlû bürokrasi oturmaktaydı. Çünkü Osmanlı’da siyaset de ekonomi de devletin tekelindeydi. Batı ile ilişkiler de yalnızca bürokrasi üzerinden yürüyordu. Osmanlı’da merkezin dışında kalan geniş halk kesimi (reaya) ise sistemin çeperlerine itilmiş durumdaydı. Merkezden her zaman uzak tutulmuş olan bu çevresel sosyal gücün kentlerde yaşayan kesimleri ise genellikle kendi içine kapanıktılar ve dinsel cemaatlerde, tarikatlarda örgütlenmiş durumdaydılar. Cumhuriyet kurulduğunda da merkez-çevre ilişkilerinde bu anlamda çok büyük bir değişiklik olmadı. Gerçi cumhuriyet döneminde Türkiye gelişmesini kapitalizm yönünde sürdürdü ama ekonomide ağırlık uzun yıllar boyunca hep devlet sektöründe kaldı. Dolayısıyla, Osmanlı’da olduğu gibi cumhuriyet döneminde de bürokrasi hem siyasetin merkezinde yer aldı, hem de ekonomik kararları merkezi düzeyde etkileme gücüne o sahip oldu. Cumhuriyetle birlikte gelişen ilk dönem burjuvazisi ise, daha baştan kurucu bürokrasiye biat ettiği ve gelişmesini onunla birlikte sürdürdüğü için, merkezi düzeyde iktidarı

bürokrasiyle paylaşmaya razı oldu. Nitekim bu cumhuriyet burjuvalarının ilk örneği, devlet ihaleleriyle büyüyen ve aynı zamanda devlet partisi CHP’nin de üyesi olan Vehbi Koç’tur. Daha sonra bu sürece, kapitalizm geliştikçe başka sermayedarlar da katıldı. İstanbul, İzmir, Adana, Çukurova menşeli olan bu ilk dönem cumhuriyet burjuvaları, merkezi bürokrasiyle olan ittifaklarını hep sürdürdüler. Kapitalizm geliştikçe bu burjuvalar da geliştiler ve 70’lerden itibaren tekelciliğe, holdingciliğe yükseldiler. Bunların hepsi de biçimsel olarak Atatürkçü idiler ve de Batıcı, modern, laik sermayeyi temsil ediyorlardı. Türkiye’nin Batı’yla (ABD ve Avrupa’yla) ilişkileri bürokrasinin yanı sıra bunlar üzerinden de yürüdü. Batı ile ekonomik ortaklıkların gelişmesinde öncülüğü gene Koç grubu yapmıştı; ardından bu kervana Sabancı, Eczacıbaşı gibi büyüyen sermaye grupları da katıldı. Neticede Türkiye kapitalizminin merkezini bu sermaye gruplarına dahil burjuvalar işgal ettiler ve çevresel düzeyde kalan daha küçük sermayedarların merkeze doğru ilerlemelerine uzun yıllar fırsat tanımadılar. Taşra sermayesinin merkeze katılabilmesi için, önce bir dönüşüm geçirmesi gerekiyordu çünkü. Taşra sermayesinin ya da burjuvazisinin dönüşüm geçirebileceği yerlerin adresi de belliydi: 1960’lardan itibaren bu adres, Batıcı, modern, laik sermaye kesimlerinin içinde yer aldıkları AP ve CHP gibi “modern” burjuva partileri oldu. 1970’lerden itibaren çevresel sermayeye dayanarak bu kuralı delmeye çalışan partiler de olmadı değil elbette. Örneğin Milli Nizam, Milli Selamet gibi Milli Görüş çizgisinde kurulan partiler bunu denemişlerdi. Ama bu partiler tırmandıkları yerlerden alaşağı edilerek her seferinde merkezin dışına itildiler. Askeri bürokrasi ve geleneksel burjuva koalisyonu bunların merkezde kalıcı olmalarına izin vermedi. Ve neticede bu durum 2000’lere kadar da hep böyle devam edip geldi. 2000 yılının başından itibaren ise muazzam bir hare-

25


marksist tutum

ketlenme yaşanmaya başlandı burjuva siyasal yelpazede. Bu hareketlenmenin yönü, çevreden merkeze doğruydu elbette. Cumhuriyet kurulduğundan beri böylesine sarsıcı ve dengeleri altüst edici bir “yer değiştirme” olayı daha önce hiç yaşanmamıştı Türkiye ekonomisinde ve siyasetinde. Geçmişte siyasetin ve ekonominin merkezinden hem kendileri uzak durmuş, hem de merkezi otorite (Kemalist bürokrasi) tarafından uzak tutulmuş olan dindar çevreler, 90’lardan itibaren müthiş bir atak yaparak görünür kıldılar kendilerini. Sosyo-kültürel bakımdan yıllarca içine kapanık bir yaşam sürdüren ve kamusal alandan uzak duran bu çevreleri birden bire harekete geçiren temel etmenler nelerdi acaba? Bizce en önemli etmen, bu kesimlerin maddi açıdan güçlenmeleri ve kapitalist üretim sürecinin önemli bir sermaye gücünü oluşturur hale gelmeleriydi. Merkezi otorite karşısında uzun bir dönem zorunlu bir korunma ve güç toplama güdüsüyle hareket eden bu çevresel sermaye grupları, aynı zamanda dinsel cemaatler içinde ve etrafında da örgütlenerek kendi birlikteliklerini oluşturdular. Bu cemaatlerin içinde 80’lerden itibaren öne çıkan grup Gülen cemaati oldu. Bu cemaat bazı sermaye çevrelerini hem inanç temelinde bir araya getirmeyi, hem de onlarla birlikte yaygın ve planlı bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeyi başardı. Bu “cemaatleşmiş sermaye” kesiminin başarı öyküsünde göze çarpan en önemli yön, eğitime verdiği önemdir. Gülen cemaati Türkiye’nin her il ve ilçesinde, hatta Türkiye sınırları dışında da geniş bir eğitim ağı örgütlemeyi başarmış bir cemaattir. Dolayısıyla, bu eğitim ağı içerisinde hem kendi kadroları yetişti, hem de ilerde cemaate sempatiyle, dostlukla yaklaşacak olan meslek sahibi bir insan birikimi sağlandı. Kendi kadrolarından bazıları iş hayatına atıldılar, bazıları ise bürokraside, siyasette, medyada, üniversitede kariyer sahibi oldular. Bugün Batı ile ilişkileri de sadece merkezi bürokrasi ve modernlaik burjuva kesimler değil, cemaatçi sermaye çevreleri de yürütebiliyor artık. Üstelik cemaatçi sermaye kesimi bu konularda çok daha eğitimli ve uzman kadrolara sahip

26

Ocak 2013 • sayı: 94

bugün. Bu iş bilir uzman kadroları sayesinde, artık daha geniş bir hinterlanda yayılmayı, yeni piyasalara uzanmayı ve yeni ortaklıklar kurmayı başarabilmektedir cemaatçi sermaye çevreleri. İşte 2000’lerin başında AKP’yi destekleyen ve iktidara taşıyan bu sermaye çevreleridir. Sürekli genç, dinamik, girişken unsurlarla beslenen bu sermaye çevreleri de diğer burjuva kesimler gibi büyümeye, dışa açılmaya, yayılmaya can atmaktadırlar. Karşıtları tarafından “İslami sermaye”, “yeşil sermaye” denerek küçümsenen bu kesimlerin menşei Anadolu’dur kuşkusuz. Önceden beri gelen ama esas sermaye birikimini Turgut Özal döneminde (80’li ve 90’lı yıllarda) yapan ve kısa zamanda hızlı bir gelişme göstererek büyüyen bu kesimlerin asıl hedefi, kapitalist ekonominin ana yatağı olan İstanbul’da kendilerine bir yer açmak ve buradan hareketle Türkiye’nin ekonomik ve siyasal merkezinde söz sahibi olabilecekleri bir konum elde etmekti. Günümüzde çok sözü edilen MÜSİAD, TUSKON gibi sermaye sınıfı örgütleri de işte bu cenahtan işadamlarının kurduğu örgütlerdir. “İslami sermaye” denen bu kesimlerin karşısında ise, cumhuriyetin kuruluşundan beri iktidar ortağı oldukları Kemalist devletin kendilerine sunduğu ekonomik imkânlardan alabildiğine yararlanarak palazlanan ve yıllar içinde hem sanayii hem de banka sermayesini kendi bünyelerinde kaynaştırarak tekelciliğe, holdingciliğe yükselen geleneksel büyük sermaye kesimleri yer almaktaydı. Ağırlıklı olarak İstanbul menşeli olan ve TÜSİAD, TİSK, MESS gibi güçlü işveren kuruluşlarını örgütlemiş bulunan bu sermaye kesimleri, uzun yıllar Türkiye ekonomisinin merkezini işgal etmiş ve sahip oldukları medya organları ve siyasal ilişkiler aracılığıyla da siyaset üzerindeki yönlendirici etkilerini hep sürdüregelmişlerdi. Gerek 1980’lerdeki ekonomik kriz döneminde orduyu devreye sokarak 12 Eylül darbesini tezgâhlaması, gerekse darbeden sonraki dönemde ekonomi kurmaylarından Turgut Özal’a parti kurdurup iktidara taşıması ve kapitalist ekonomide zorunlu hale gelmiş yapısal dönüşümleri onun iktidarına yaptırabilmesi, bu büyük sermaye kesiminin Türkiye ekonomisi ve siyaseti üzerindeki yönlendirici gücünün ne düzeye ulaştığını çok açık biçimde gösteriyordu. AKP 2002 yılında seçimleri kazanıp iktidara gelince, büyük sermaye kesiminin temsilcisi olan TÜSİAD da doğrudan kendisinin kurdurmadığı bu partiyi çaresiz desteklemek zorunda kaldı. Çünkü o günün koşullarında bir başka seçeneği bulunmuyordu TÜSİAD’cı sermayenin. Nitekim AB’ye katılım ve reformlar konusunda tüm burjuva muhalefet partileri AKP’nin atacağı adımların önüne takoz koymaya çalışırken, TÜSİAD net bir şekilde AKP’yi destekleyecekti. Çünkü dışa açılma ve uluslararası sermayeyle bütünleşme konusunda AKP’nin attığı cesur adımlar ve Türkiye’yi bölgede etkin bir güç düzeyine yük-


sayı: 94 • Ocak 2013

seltmek için gösterdiği çabalar ve hepsinden önemlisi de geleceğe yönelik beslediği yayılmacı emeller, yerli finanskapitalin örgütü TÜSİAD’ın da arzularını yansıtıyordu. AKP hükümeti bu konularda TÜSİAD’la aynı dalga boyunda hareket ettiği ve amaç birliği yaptığı sürece, aralarında hiçbir sorun çıkmayacaktı. Bu iki kesim arasında uyuşmazlık ve görüş ayrılıklarının baş göstermesi ise daha ileriki bir safhada olacaktı. Bu konuya ilerde değineceğiz. AKP iktidarda ilk beş yılını doldurduğunda (2007), Türkiye ekonomisi krizli yıllarını geride bırakmış ve önemli bir büyüme trendi yakalanmış durumdaydı. AKP hükümetinin ve özellikle de hırslı bir işadamı gibi pazar peşinde koşturan başbakan Erdoğan’ın girişimleri sayesinde, hem Türkiye sermayesinin uluslararası sermayeyle entegrasyon süreci eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde ilerledi, hem de devletin ve özel sermaye gruplarının bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkileri çok yönlü olarak gelişti. Bu dönemde Türkiye’ye önemli ölçüde uluslararası sermaye girişi oldu ve sermayesi Türk menşeli olan pek çok bankanın hisseleri yabancı sermaye tarafından satın alındı. Aynı şekilde, Türk banka sermayesi de dışarıda uluslararası sermaye gruplarıyla ortaklıklara girişti. Yani ciddi bir yerli ve yabancı finans-kapital kaynaşması yaşandı Türkiye kapitalizminde. Türkiye bu süreçte, ekonomik büyüklük bakımından kapitalist ülkeler sıralamasında 17. sırada yer alan ve dünyanın çeşitli bölgelerinde yatırımlar yapan büyük sermaye gruplarına sahip bir kapitalist ülke haline geldi. Elif Çağlı’nın tespitiyle söylersek, “Türkiye artık alt-emperyalist bir ülke, bir bölge gücü” idi. Dolayısıyla, Türkiye’nin ileri derecede gelişmiş emperyalist ülkelerle ilişkisi de artık tek yanlı bir bağımlılık ilişkisini ya da taşeronluğu değil, karşılıklı çıkarlara dayanan ve emeğin uluslararası düzeyde ortak sömürüsünü amaçlayan bir “emperyalist ortaklık” ilişkisini yansıtacaktı. Türkiye’nin kendisinden daha gelişmiş emperyalist ülkelerle aynı ekonomik işbirliği oluşumları içinde yer alması ve onlarla stratejik ortaklıklar kurması da bunun canlı bir göstergesi oldu aslında.

Emperyalistleşen Türkiye’nin partisi AKP Üst üste üç seçim zaferi kazanan ve sekiz yılda oylarını yaklaşık yüzde 50 civarında arttıran AKP, bu süre zarfında hem ekonomik alanda hem de iç ve dış siyasette yaptığı icraatlarıyla, en azından şimdilik, emperyalistleşme moduna giren Türkiye’nin alternatifsiz burjuva partisi haline gelmiştir. Parlamentodaki diğer burjuva partiler (CHP ve MHP) ise henüz bu konuda AKP’nin yanına bile yanaşamamaktadırlar. Onlar hâlâ eskide yaşıyor ve içine kapanıklığı, statükoculuğu savunan o eski ulusdevlet döneminin siyasal jargonlarıyla konuşuyorlar! Bu da tabii, hem büyük burjuvazinin taleplerine cevap veremeyen, hem de orta sınıflara yaranamayan partiler durumuna düşürmüştür onları. Bu partilerin içine düştüğü

marksist tutum

bu garip durum, tam da bir “siyasal kabızlık” durumudur aslında! Emperyalistleşen sermayenin, böylesine iş bilmez, donuklaşmış burjuva partilerine ihtiyacı yoktur artık! Emperyalistleşen burjuvazinin ihtiyaç duyduğu parti, yerli sermayenin dışa açılması, yayılması, yeni yatırım alanları elde etmesi ve Türkiye’nin en azından bir bölge gücü haline gelmesi için çalışacak bir partidir. Sermayenin gözünden bakılacak olursa, 2000’lerin Türkiye’sinde bu parti AKP’den başkası değildir. Çünkü AKP, yayılmacılığı arzulayan girişimci burjuvalarıyla, kapitalist metropollerde yetişmiş iş bilir uzman kadrolarıyla, fetihçiliğe göz kırpan ve sık sık “şanlı Osmanlı geçmişine” atıfta bulunan popülist, pragmatist, karizmatik lideriyle ve de halktan aldığı yüzde 50’lik oy desteğiyle bulunmaz bir nimettir iştahı kabarmış kapitalistler için! Ama AKP’yi hiç de modern bulmayan (modernlikten anladıkları şey neyse!) ve onu hâlâ “dinci, yobaz, şalvarlı sermayedarların partisi” olarak tahayyül eden ulusalcı küçük-burjuva modernlerimizin bu gerçekliği görmeleri hiç de kolay değildir. Bilindiği üzere 2008-2009 yılları, önce ABD’nin, ardından da Avrupa Birliği’nin derin bir ekonomik ve mali krizle sarsıldığı yıllardır. Hem ABD’de hem de Avrupa’da büyük banka batışları yaşanmış ve borsalar dibe vurmuştur. Ardından, kapitalist sektörlerde uzun sürecek bir durgunluk dönemine girildi. Üretim daraldı, pek çok fabrika kapandı, işsizlik oranlarında muazzam artışlar yaşandı. Oysa aynı dönemde Türkiye kapitalizmi bu krizi, AKP hükümetinin 2002-2007 yılları arasında aksatmadan uyguladığı ekonomik program sayesinde hafif atlatabildi. Çünkü AKP hükümeti bir önceki kriz döneminden çıkardığı dersler sayesinde, güçlendirilmiş bir bankacılık sektörüyle karşıladı gelen krizi. Erdoğan “bu kriz bizi teğet geçecek” lâfını da bu dönemde etti. Nitekim bilindiği gibi, krizden sonraki yıllarda Türkiye ekonomisi büyümesini sürdürdü ve dünyadaki yıllık büyüme rakamlarında bir ara Çin’den sonra ikinci sıraya yerleşti. Bu bağlamda 2009 yılı, Erdoğan ve partisinin gerek iç politikada gerekse dış politikada yeni bir yol haritası çizdiği ve önemli kararlar aldığı bir yıl oldu. İktidarda geçirdikleri yedi yıl zarfında, Erdoğan ve AKP’li işadamları şunu çok iyi gördüler: Dünyaya açıldıkça ve yeni deneyimler kazandıkça özgüvenleri artıyordu. Küreselleşen şu kapitalist dünyada, İslami kimliğe sahip kapitalistler olarak etkili işler yapabildiklerini görmeleri kendilerini gururlandırıyordu. Kendilerinin de artık bu kapitalist dünyada gözardı edilemeyeceklerini düşünmeye başladılar. Tüm bu başarılarda, lider belledikleri insanın, yani Erdoğan’ın imzası vardı. Nitekim AB ile ilişkilerin gelişmesi ve AB ülkeleri nezdinde takdir görmelerini de hep liderlerinin duruşuna borçlu olduklarını düşündüler. Üstelik bu takdiri, İslami bir partinin mensupları olarak gördüler Batı’dan! Bu da hiç kuşkusuz, özgüven artırıcı bir faktör oldu onlar için. Doğrusu bu tür duygulara, Türkiye’nin içe kapalı “ulusal kapitalizm” döneminin siya-

27


marksist tutum

sal aktörlerinden hiçbirisi sahip olamamıştır. Tüm İslami kapitalistler, bu başarılarında asıl pay sahibinin Erdoğan olduğunda hemfikirdiler. Kendini muhafazakâr ve İslami referanslarla tanımlayan AKP ve onun lideri Erdoğan, gerek iç politikada verdikleri meşruiyet mücadelesinde kazandıkları başarılardan, gerekse uyguladıkları neo-liberal politikalarla ekonomik alanda elde ettikleri başarılardan dolayı, Batı tarafından tüm Ortadoğu’ya ve İslam âlemine bir rol model olarak sunulmanın gururunu da yaşadılar. İşte bu durum, Batı karşısında yeni bir çıkışa hazırlanmak için Erdoğan ve ekibine şevk verdi. Evet, bu “itibarlı durumlarını” tüm Ortadoğu’da ve İslam âleminde kazanca dönüştürmek için, uluslararası ilişkilerde çıtayı biraz daha yükseltmek ve buna uygun yeni bir yol haritası çizmek artık gerekli hale gelmişti Erdoğan ve kurmayları için. Nitekim çizilen bu yeni yol haritasına ilişkin ilk mesajın verildiği yer de İsviçre’nin Davos kenti olacaktı. Başbakan Erdoğan 29 Ocak 2009’da Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu toplantısında İsrail’e karşı o meşhur “one minute” çıkışını yaptı. Bu çıkışı onu Ortadoğu’daki Müslüman toplumların gözünde, “Batı karşısında dik duran” bir lider haline getirmişti birden. Zaten Erdoğan’ın vermek istediği mesaj da buydu Müslüman kardeşlerine! Avrupa Birliği’nin aday üyesi Müslüman bir ülkenin lideri olarak, o, Ortadoğulu Müslüman toplumların hamisi rolünü oynamaya soyunmuştu Davos’ta. Bu, kafalarda oluşturulmuş kapitalist yayılma projesinin de bir işaretiydi aynı zamanda. Nitekim bir süre sonra sıra bu projeyi hayata geçirecek bir dış politika stratejisinin adım adım uygulanmasına gelecekti. Bir siyaset bilimci ve Ortadoğu uzmanı olan akademisyen Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olarak atanması da işte tam bu aşamada (tarih 1 Mayıs 2009) gündeme geldi. Stratejik Derinlik adında bir kitabı da bulunan Davutoğlu, AKP hükümeti kurulduğundan beri başbakan Erdoğan’ın dış siyaset danışmanlığını yapıyordu. Yani Erdoğan’ın yakın çalışma ekibinin içindeydi Davutoğlu. Bu tarihten itibaren Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi, “komşularla sıfır sorun” şiarıyla Ortadoğu’ya yönelik yoğun bir mekik diplomasisi başlattılar. Bu diplomasi, aynı dine mensup olan “komşularla” sadece siyasal ilişkilerin geliştirilmesini değil, karşılıklı olarak ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini de sağlayarak, bölgedeki diğer rakipler karşısında bir üstünlük elde etmeye yönelikti. Ama bu “diğer rakipler” kavramına, yalnızca bölgedeki rakip ülkeler (İran gibi) değil, bölge genelinde hegemonya savaşı veren büyük emperyalist güçler de (ABD, AB, Rusya gibi) dâhildi kuşkusuz. Yani sözün kısası, bölge gücü olabilmek o kadar kolay bir iş değildi ve bu anlamda Erdoğan ve ekibinin işi zordu! Fakat zorluk sadece karşıdaki rakiplerin büyüklüğünden kaynaklanmıyordu. Bölgeye yönelik çizilen bu stratejinin başarıyla uygulanabilmesinin önünde ciddi bir baş-

28

Ocak 2013 • sayı: 94

ka engel daha vardı. Bu engel, yıllardan beri çözülmemiş ve son yirmi beş yıldan beri de iyice kangrenleşmiş olan Türkiye’nin tarihsel Kürt sorunuydu. 1923’de çözülmesi gereken ama Kemalist devletin milliyetçi despotik tutumu nedeniyle 21. yüzyıla sarkmış bulunan bu son derecede gecikmiş ulusal sorun, şimdi büyüyen kapitalist Türkiye’nin ayağına dolaşmış bulunuyordu! Türkiye kapitalizminin Ortadoğu’ya açılmasının ve yayılmacı projelerini hayata geçirmesinin önünde gerçekten de büyük bir engel teşkil ediyordu Kürt sorunu. Çünkü çözümü son derece gecikmiş olan bu sorun, artık büyük emperyalist güçlerin de doğrudan veya dolaylı şekilde müdahil oldukları bölgesel, hatta uluslararası bir sorun haline gelmişti. İşte AKP hükümeti tam da böyle bir dönemeçte hamle yaparak, sorunu çözeceğini ilan ediyor ve 1 Ağustos 2009’da o meşhur Kürt açılımını gündeme getiriyordu. 5 Ağustosta ise başbakan Erdoğan, daha önce “PKK’yi kınamazsa kendisiyle asla görüşmem” dediği DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le görüşmeyi kabul ediyordu. 27 Ekim 2009’da ise bir grup HPG gerillası, Öcalan’ın çağrısına uyarak Habur sınır kapısından giriş yaptı. Gerillalar barış elçisi olarak geldiklerini söylediler. Gerillaların gelişini genciyle yaşlısıyla on binlerce Kürt karşıladı ve bu karşılamalar iki gün sonra Diyarbakır’da dev bir mitinge dönüştü. Bu gelişmeler kendi bilgileri dâhilinde olduğu için, başlangıçta hükümet yetkilileri de bu duruma ses çıkarmadılar ve hatta olumlu karşıladıklarını beyan eden demeçler verdiler. Sanki yeniden bir barış havası doğmuş ve bu hava geleceğe dair umutları yeşertmişti! Sermayenin hem sahibi hem de temsilcileri olarak, bölgeye yönelik yayılmacı emeller taşıyan AKP kurmayları, bu emellerine ulaşabilmek için Türkiye’nin önündeki tarihi engelin ortadan kalkmasının, yani Kürt sorununun çözülmesinin bir zorunluluk olduğunun pekâlâ farkındadırlar. Ama öte yandan, resmi devlet ideolojisinin yıllardan beri empoze ettiği, inkârcılığa dayalı şoven milliyetçi duygulardan da kurtulamadıkları için, sorunun çözümü konusunda kararlı davranamamaktadırlar. Fakat bu barışçı hava, milliyetçi cepheden (CHP, MHP ve diğerlerinden) gelen ve TSK’nın da el altından kışkırttığı saldırgan, şovenist söylemlerle kısa sürede tersine döndü. Parlamentodaki tartışmalarda CHP ve MHP, AKP’yi bölücü olmakla, teröristlerle işbirliği yapmakla suçlamaya başladılar. Amaçları AKP’yi ürkütmek ve yeniden çatışmacı, militarist bir pozisyona çekmekti kuşkusuz. Nitekim milliyetçi cepheden gelen bu demagojik saldırılar karşısında ikircime düşen ve gerileyen AKP, yaşanan olaylardan sanki onlar sorumluymuş gibi DTP yöneticilerini ve Kürt halkını suçlamaya girişti. Kendi evlatlarının dönüşüne sevinen ve barış için umutlanıp kutlamalar yapan Kürt halkının bu sevinci, CHP ve MHP’nin yanı sıra,


sayı: 94 • Ocak 2013

AKP hükümetinde de derin bir öfke yaratmıştı şimdi! Yüz seksen derecelik bir geri dönüştü bu. Kürt sorununu çözme konusunda hiç de kararlı olmadığını bu tutumuyla ortaya koymuş olan AKP, gerçek niyetinin ne olduğunu da çok geçmeden ele verecekti. Gerçekte AKP, Kürtler karşısında bir tüccar kafasıyla hareket etmiş ve az verip çok kazanmanın hesabını yapmıştı. Açılım politikasını da zaten bu Makyavelist kafayla gündeme getirmişti. Kürtler üzerindeki baskıları ve bazı yasaklamaları kaldırırsa ve onlara belirli kültürel hakları zamana yayarak gıdım gıdım tanırsa, bununla Kürtleri yatıştıracağını ve böylece zaman kazanacağını hesaplamıştı. Kürtlerin ulusal demokratik haklarını gerçekten tanımak ve özerklik taleplerini barış içinde karşılamak, diğer burjuva partileri gibi AKP’nin de kafa yapısına uygun değildi aslında. Zira başta Erdoğan olmak üzere, AKP kadrolarının yetişme tarzı, sosyolojik-kültürel arka planları ve bunun uzantısı olan devlet algıları (bölünmez bütünlük!) ve hepsinden önemlisi de derinlerinde yatan milliyetçilikleri, Kürt sorununun gerçek çözümü konusunda rol üstlenmelerini ciddi şekilde engellemekteydi. Dolayısıyla, bu konuda kendi içlerinde bir “zihniyet devrimi” geçirmeden, Kürt sorununun gerçek çözümü konusunda esaslı bir sorumluluk üstlenmeleri beklenemezdi Erdoğan ve AKP kadrolarından. Nitekim Kürt sorunu etrafında yaşanan gelişmeler ve Habur olayından sonraki süreçte AKP’nin takındığı milliyetçi-devletçi saldırgan tavır, bu gerçekliği çok net bir biçimde ortaya koyacaktı. AKP hem barışçı bir çözüm için sözümona sorumluluk üstlendiği havasını yaratıyor, ama hem de milliyetçi burjuva muhalefetin en ufak bir demagojik taarruzu karşısında hemen ürküp geriliyordu! Üstelik gerilemekle de kalmıyor, ordunun uyguladığı o eski saldırgan “güvenlik politikalarına” derhal geri dönebileceğini pratikteki savaşçı tutumuyla ortaya koyuyordu. Nitekim Habur olayından sonra ordu ile el ele veren AKP, “güvenlik politikalarının” tekrar ön plana geçirilmesinde ve yeni bir savaşın başlatılmasında hiç duraksama göstermedi. AKP hükümetinin Kürtlere karşı almış olduğu savaş kararının hemen ardından, Anayasa Mahkemesi de DTP’nin temelli kapatılmasına ve Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin düşürülmesine karar vererek, “devleti koruma” görevini anında yerine getirdiğini kanıtlayacaktı. Böylesi durumlarda, laik-milliyetçi Kemalistlerin gösterdiği “devletin bölünmez bütünlüğünü savunma” refleksini, aynı şekilde AKP kadroları da göstermekten geri kalmadılar. Bu konuda her iki kesimin arasında pek bir farkın bulunmadığı ve 700 yıllık “kadim devlet geleneğinin” her iki kesimin de beyin hücrelerinde yaşadığı ve yaşatıldığı apaçık ortaya çıktı. Üstelik başta Erdoğan olmak üzere, bazıları Milli Görüş’ten, bazıları da MHP çizgisinden gelen AKP kadrolarının devlet konusundaki geleneksel ideolojik tutumları da bir sır değildi

marksist tutum

zaten. Onlar insandan önce devlet diyen ve insanın yaşatılmasının da esasen devletin yaşaması için gerekli olduğuna inanan o “kadim devlet” geleneğinin izleyicileriydiler. Erdoğan ikide birde boşuna demiyordu “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diye! Sözümona Şeyh Edebali tarafından söylendiği iddia edilen bu lâf, resmi tarihçilere göre de Osmanlı devletinin kuruluş ideolojisinin temelini oluşturan bir laftır! Osmanlı’nın devlet inancına göre, devlet insanı (tebaayı, reayayı) koruyup yaşatmalıydı ki, o tebaanın vereceği sütle (artık ürünle) kendisi de ilelebet yaşayabilsin! Ecdatlarının ideolojisini sahiplenen Erdoğan için de esas olan “devletin yaşatılması”dır tabii ki! Erdoğan bu anlayış temelinde devletini yaşatmak için, bir yandan Kürtleri çatışmacı, askeri bir strateji ile devlete boyun eğdirmeye çalışıyor, ama öte yandan sıkıştığında da onların silahlı temsilcileriyle (PKK ile) gizli müzakereler yürütmek zorunda kalıyor! Bu da gösteriyor ki, başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları, Kürt sorunu karşısında hep bir kararsızlık ve çelişki içinde bocalayıp durmaktadırlar. Sermayenin hem sahibi hem de temsilcileri olarak, bölgeye yönelik yayılmacı emeller taşıyan AKP kurmayları, bu emellerine ulaşabilmek için Türkiye’nin önündeki tarihi engelin ortadan kalkmasının, yani Kürt sorununun çözülmesinin bir zorunluluk olduğunun pekâlâ farkındadırlar. Ama öte yandan, resmi devlet ideolojisinin yıllardan beri empoze ettiği, inkârcılığa dayalı şoven milliyetçi duygulardan da kurtulamadıkları için, sorunun çözümü konusunda kararlı davranamamaktadırlar. Diğer faktörlerin yanı sıra, sahip oldukları bu çelişkili ruh hali de sorunun çözümü konusunda ciddi bir engel olarak çıkmaktadır karşılarına.

TC’yi büyük devlet yapmaya soyunan Erdoğan ve ekibinin zihniyet dünyası Kapitalist ekonominin modernleştirilmesi ve dışa açılması gayretleri, aslında 12 Eylül askeri darbesinden sonra ve bu darbe sayesinde iktidara gelmiş olan Turgut Özal döneminde başlamıştı. Erdoğan’ın iktidarı döneminde ise bu gayretler katlanarak devam etti. Özellikle ulaşım ve gayrimenkul sektöründe devletin organize ettiği büyük çaplı yatırımların yoğunlaşarak devam etmesi ve diğer sektörlerdeki yüksek teknolojili özel sektör yatırımlarının da bunu izlemesi, bir yandan kapitalist iç pazarın genişlemesini ve büyümesini sağlarken, diğer yandan dış pazarlara açılma imkânlarını da eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde artırdı. Daha önce de belirttiğimiz üzere, AKP iktidarı döneminde ekonominin modernleştirilmesini esas alan kapitalist yatırımlardaki bu yoğun artış, geçekten de Türkiye kapitalizminin kabuk değiştirmesini sağladı. AKP iktisadi alanda elde ettiği bu başarılar sayesinde geniş bir halk desteğini arkasına aldı ve bunu siyasete tahvil etme becerisini de göstererek, siyasal iktidardaki konumunu güçlendirdi.

29


marksist tutum

İşte Erdoğan da partisinin iktidarda elde ettiği bu güçlü konuma dayanarak ve uluslararası ilişkilerden devşirdiği konjonktürel desteğe de güvenerek, karşısına dikilen askeri vesayet sistemini adım adım geriletmeyi ve giderek tamamen etkisizleştirmeyi hedefleyen bir planı uygulamaya koydu. Erdoğan’ın uygulamaya koyduğu bu plan, askeri vesayet sisteminin kesin bir tasfiyesini değil, ama etkisiz hale getirilmesini amaçlıyordu. Neticede devlet katında geleneksel (Kemalist) bürokratik mevzilere karşı giriştikleri siyasal savaşı kendileri lehine sonuçlandırmayı başaran Erdoğan ve ekibi, nihayet iktidarın tek sahibinin kendileri olduğundan emin olduklarında, bu kez kendi iktidarlarının gücünü herkese göstermeye başlayacaklardı. Ama bundan önce, işi sağlama almak için gene de atmaları gereken birkaç adım daha vardı. Yenilgiye uğrattıkları askeri bürokrasiyle de bir barış anlaşması yapmanın yolunu bulmak ve böylece onları da barışçı yoldan kendi otoritelerine tâbi kılmak! 2011 seçimlerinde elde ettikleri üstün başarıdan sonra, sıra işte bu adımı atmaya geldi. Kendi iktidarına karşı sert ve çatışmacı bir muhalefet yürütmüş ve hatta bunun için darbeler planlamış olan generalleri sonunda Silivri’ye göndermeyi başaran Erdoğan, yenilgiyi kabul edip geri çekilen generalleri ise önce üst makamlara terfi ettirdi, ardından da onlara kendi barış koşullarını (pax-Erdoğana) dayattı. Generalleri hepten karşısına alması akıl kârı bir iş olmazdı zaten! Çünkü bu devlet makinesine ve o makinenin aparatlarından biri olan silahlı bürokrasiye sonuçta Erdoğan’ın da ihtiyaç duyduğu kesindi. En azından, “büyük devlet” olma hayallerini onsuz gerçekleştiremeyeceğinin bilincindeydi Erdoğan. Bir siyasetçinin hangi sınıf adına siyaset yaptığı ve siyaset yaparken de asıl amacının ne olduğu, böylesi somut problemlerin çözümü noktasında daha net olarak ortaya çıkar. Erdoğan ve ekibinin de asıl olarak büyük sermaye adına hareket ettikleri ve bölgeye yönelik emperyalistyayılmacı emeller taşıdıkları, bu son gelişmelerle daha bir netlik kazanmış oldu. Devleti “büyük devlet yapma” hayalleri peşinde koşan Erdoğan ve ekibinin, her şeyden önce o büyük yapmak istedikleri devlete gerçekten sahip olmaları, yani devlet makinesine bütünüyle hükmedebilmeleri gerekiyordu. Çünkü devlet makinesine bütünüyle hâkim olmadan, onu kendi hayalleri doğrultusunda biçimlendirip çalıştırmak da mümkün olamazdı. Dolayısıyla, Erdoğan ve ekibi için esas sorun, devlet makinesinin demokratik tarzda işleyip işlemediğine bakmak değil, o makineyi bütünüyle kendilerine tâbi kılmanın yollarını aramaktı. Nitekim kendilerinden önceki burjuva siyasetçiler buna yeterince dikkat etmedikleri ya da bunu yapmaya cesaretleri yetmediği için, sonunda ellerini kollarını o devlet makinesine kaptırıp sakatlanmışlardı! Oysa Erdoğan ve ekibinin bu duruma düşmeye hiç mi hiç niyetleri yoktu. O nedenle de Erdoğan ve ekibinin amaçladıkları ya da oluşturmaya çalıştıkları devlet, duygusal li-

30

Ocak 2013 • sayı: 94

beral aydınların sandığı ya da hayal ettiği gibi “toplumda barış ve huzuru sağlayacak demokratik bir devlet (!)” değil, kendilerini her daim iktidarda tutmayı ve bölgesel güç olmayı hedefleyen emperyalist bir devletti. İktidar sorunuyla ilgili olarak geçmişte yaşanan deneyleri gayet iyi bilen ve dersler çıkartan Erdoğan ve ekibi, bu dönemde sadece askeri bürokrasiye karşı değil, onlara destek olan yargı bürokrasisine, sivil siyasetçilere ve medya organlarına karşı da topyekûn bir geriletme savaşı yürüttü ve sonunda hepsini hizaya getirmeyi başardı. Daha düne kadar laik-Kemalist cephede yer alıp AKP iktidarına karşı savaş yürütmüş olan burjuva medya organları da bu iktidara biat eder duruma getirildiler. Ama hepsi bu kadar değil. AKP iktidarının kanatları altında büyüyüp, bu sayede müthiş bir zenginliğe ulaşmış olan sermaye gruplarının satın aldığı gazete ve TV kanalları da bu süreçte AKP’nin emrine tahsis edildi. AKP, doğrudan kendi kontrolünde olan büyük bir medya grubuna da sahip oldu bu sayede. Gerek AKP burjuvazisinden, gerekse AKP’nin siyasal kadrolarından Erdoğan’a mutlak biat edenler ve onu bir “rehber-lider” katına yüceltenler, aynı zamanda onu yeni bir “Erdoğan” imajıyla geleceğe de hazırlamaktadırlar. Unutmayalım ki, geçmişteki tüm sivil Bonapartlar da aynen böyle zuhur etmişler ve “imparatorluk” ya da “Başkan Baba” makamına, kendilerini yüceltenlerin omuzlarında böyle taşınmışlardır! Böylesi bir güç ve üstünlük, bundan önceki hiçbir burjuva partiye nasip olmuş değildir. Erdoğan ve kurmaylarının gerek ekonomide gerekse iç ve dış siyasette ve hepsinden önemlisi de devlet makinesine hâkim olma noktasında gösterdikleri bu üstün başarının onlarda bir özgüven patlaması yarattığına hiç kuşku yoktur. Nitekim bu özgüven şişinmesinin AKP’lilerde yarattığı ruh hali, 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan’ın hızla değişen siyasi üslubunda ve karar alma süreçlerinde takındığı benmerkezci, üstenci ve başkalarını küçümseyici tutumlarında kendini apaçık dışa vurmaktadır. Bu süreçte gerek AKP burjuvazisinden, gerekse AKP’nin siyasal kadrolarından Erdoğan’a mutlak biat edenler ve onu bir “rehber-lider” katına yüceltenler, aynı zamanda onu yeni bir “Erdoğan” imajıyla geleceğe de hazırlamaktadırlar. Bu yeni Erdoğan, ilerde karşımıza Osmanlı’nın imparatorluk ruhunu kendi ruh dünyasında “mezcetmiş” bir “büyük” şahsiyet olarak çıkarsa, buna da hiç şaşmamak gerekiyor! Unutmayalım ki, geçmişteki tüm sivil Bonapartlar da aynen böyle zuhur etmişler ve “imparatorluk” ya da “Başkan Baba” makamına, kendilerini yüceltenlerin omuzlarında böyle taşınmışlardır! (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır


İ

nsansız sokaklar, yerlebir olmuş binalar, kapalı işyerleri ve dükkânlar, ara ara duyulan patlamalar ve ardından gelen siren sesleri. Koşuşturarak yaralılarını, ölülerini hastanelere yetiştirmeye çalışan kederli, bıkkın ve öfkeli insan yüzleri. Her ölüm haberinde yeniden yükselen intikam çığlıkları. Kulaklarda insansız hava araçlarının vızıltısı ve sürekli olarak nereden geleceği belli olmayan bir saldırının endişesini taşıyan insanlar… BM’nin Filistin kararını önceleyen günlerde, İsrail’in düzenlediği bilmem kaçıncı saldırıyı bitiren ateşkese henüz varılmışken ve Türkiye’ninki de dâhil olmak üzere çeşitli ülkelerin dışişleri bakanları henüz oradayken, gazetecilerin Gazze’deki duruma dair çizdikleri tablo buydu işte. Bu maalesef alışıldık bir tabloydu. Çünkü Filistin’de yaklaşık bir asırdır yaşananların bir tekrarı ve sonucuydu. I. Dünya Savaşının sonundan itibaren Yahudi yerleşimcilerin Avrupa’dan buraya akın etmeye başlamasıyla fitili ateşlenen Arap-Yahudi çatışması, 1947’de BM’nin Filistin’i ikiye bölen kararından sonra iyice alevlenmiş, İsrail’in tüm Filistin’i parça parça işgal etmesiyle devam etmiş ve Arap devletleriyle İsrail’in 70’lere kadar süren savaşını beraberinde getirmişti. Filistin halkının giriştiği büyük intifadalar sonucunda 90’larda İsrail Gazze’yi ve Batı Şeria’yı Filistin yönetimine terk etmişti, ama abluka altına alarak, sürekli saldırılar ve suikastlar düzenleyerek, Filistin halkını bir vahşetin ve sefaletin kurbanı haline getirerek. Tüm bunlar bizzat Batılı güçlerin bazen açık bazen örtülü desteği, onayı, yalandan kınamaları ve çoğu zaman göz yummaları altında gerçekleşmiştir. BM’nin İsrail aleyhine aldığı sayısız kararın hiçbiri hayata geçmemiş, adı “sert”

BM Kararı Filistinliler İçin Ne Anlama Geliyor? Kerem Dağlı 31


Ocak 2013 • sayı: 94

marksist tutum 1946’dan 2000’e Filistin’in toprak kaybı 1945

BM’nin 1947 planı

1948-1967

2000

olan kınamaların, lanet okumaların hiçbir hükmü olmamıştır. Eskinin “süper gücü” İngiltere’nin himayesinde kurulan İsrail devleti, onun yerini alan ABD’yi arkasına alarak güçlenmiş ve bu hegemon gücün koruması sayesinde tüm dünyanın gözü önünde Filistin halkına zulmedebilmiştir. İşgalle, zorla, katliamlarla kendi devletlerini kuran Siyonistlere ve İsrail devletinin terörüne karşı onyıllardır direnen Filistin halkı ise, gelinen noktada “üye olmayan gözlemci devlet” statüsüne bile sevinir hale gelmiştir. İşte BM’nin son kararını bu çerçevede okumak gerekiyor.

BM kararının anlamı Sonuçta olan, 29 Kasımda, ABD ve İsrail’in itirazlarına rağmen Filistin’in BM nezdinde “üye olmayan gözlemci devlet” statüsünü elde etmesidir. BM üyesi 193 ülkeden 138’nin “evet” oyuyla kabul edilen karara 9 ülke “hayır” oyu vermiş (ABD, İsrail, Kanada, Çek Cumhuriyeti ile bazı Pasifik ada ülkeleri), 41 ülke çekimser kalmış (bunlar arasında İngiltere ve Avustralya gibi ABD’nin daimi müttefiklerinin olması ilginçtir) ve 5 ülke de oylamaya katılmamıştır. Önce kararın ne anlama geldiğine bir göz atalım. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1974’ten bu yana “BM üyesi” ile “gözlemci” arası bir statüye sahipti. 1998’den bu yana da Filistin yönetiminin BM genel kuruluna karar tasarısı sunma, oturumlarında konuşma yapma hakkı vardı. Bu son kararla Filistin’in “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü elde etmesi eski duruma göre bir ilerleme olarak görülebilir. Örneğin bu sayede Filistin yönetimi, işlediği savaş suçlarından ötürü İsrail’i Uluslararası Ceza Mahkemesine şikâyet etme hakkını elde etmiştir ki, bunun anlamı İsrail’in yıllardır uyguladığı devlet terörüne karşılık bazı yaptırımlarla karşılaşma durumunun ortaya çıkmasıdır. Bu da, saldırılara veya yeni yerleşim yerleri açılması gibi provokasyonlara karşı İsrail aleyhine bir uluslararası basıncın oluşması açısından önemli bir gelişmedir. Ayrıca karar öncesinde ABD’nin Filistin yönetimine ve destek veren ülkelere yönelik “daha kötü olur” tarzın-

32

daki açıklamalarının ve engelleme girişimlerinin sonuçsuz kalması da önemlidir. ABD senatosu, daha kararın alınmasından önce, Filistin’e yapılan mali yardımın kesilmesi ve Filistin’in Washington’daki temsilciliğinin kapatılacağı tehdidinde bulunmuştu. Mahmud Abbas’ı arayan Clinton, başvurusunu geri çekmesi halinde Filistin devletinin hayata geçmesi meselesiyle bizzat başkan Obama’nın ilgileneceğini söylemiş, ama sonuç değişmemişti. Bunlar Filistin sorunu konusunda dünya kamuoyunda ABD-İsrail çizgisinin giderek yalnızlaştığına dair belirtiler olarak yorumlanabilir. Nitekim kararın oylanmasında, Kanada ve Çek Cumhuriyeti haricinde hiçbir Batılı ülkenin “hayır” oyu vermemesi, özellikle Almanya, İngiltere ve Avustralya’nın çekimser kalması (ki çekimser oylar kararın lehine etki etmiştir), Fransa ve İtalya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin çoğunluğunun ve Rusya, Çin gibi ülkelerin “evet” oyu vermesi manidardır. Oylamada ortaya çıkan bu tablonun iki anlamı vardır. Birincisi Filistin sorununda İsrail’in izlediği pervasız çizginin desteklenmesinin artık eskisi kadar rahatlıkla dünya kamuoyuna anlatılamaz hale gelmesidir. İsrail manevi olarak tecrit olmuştur. Bu durum da, Filistin halkının onyıllardır verdiği onurlu mücadelenin doğrudan bir sonucu olarak görülmelidir. İkincisi ise, Ortadoğu bağlamında oynadığı kilit rol bakımından, Filistin sorununda izlenen yaklaşımın emperyalist kapışmada tarafların pozisyonlarını ortaya koymada önemli bir işleve sahip olmasıdır. Bölgede yürüyen nüfuz mücadelesinin parçası olan emperyalist güçler (Rusya, Çin, Fransa, İngiltere, Almanya vb.), Araplar nezdinde puan toplamanın Filistin sorununda gösterilecek tutumlardan geçtiğinin farkındadırlar. Filistin halkının mücadelesi açısından bir kazanım olsa da, BM’nin kararının “Filistin devletinin yeniden doğuşu” anlamına gelmediği açıktır. Çünkü mesele Filistin devletinin kâğıt üstünde varolması ya da tanınması değildir. İsrail işgali ve ablukası sürdüğü, Filistin yönetimi ve halkı İsrail’den veya diğer ülkelerden gelecek maddi yardımlara muhtaç olduğu, en önemlisi de bağımsız bir devletin sahip olması gereken haklara kavuşulamadığı sürece Filistin devleti gerçek anlamda kurulmuş olmayacaktır. Mesele bu devletin önce fiiliyatta kurulmasıdır. Öte yandan, BM kararının ve Filistin’in bu yeni statüsünün anlamını abartmak doğru değildir. Filistin yönetiminin başı olan Mahmud Abbas ve El Fetih liderliği, BM’nin kararını “Filistin devletinin yeniden doğuşu” olarak nitelendirmiştir. Filistin halkının mücadelesi açısından bir kazanım olsa da, BM’nin kararının “Filistin devletinin yeniden doğuşu” anlamına gelmediği açıktır. Çünkü mesele Filistin devletinin kâğıt üstünde varolması ya da tanınması değildir. Yoksa zaten 1947’de BM Filistin’i ikiye bölerek iki devletli çözümü tanımıştır. Sonrasında


sayı: 94 • Ocak 2013

da bizzat Yaser Arafat tarafından 1988’de “sürgünde” Filistin devleti ilan edilmiştir ve bugüne değin 132 ülke de bu devleti tanıdığını açıklamıştır. Ama İsrail işgali ve ablukası sürdüğü, Filistin yönetimi ve halkı İsrail’den veya diğer ülkelerden gelecek maddi yardımlara muhtaç olduğu, en önemlisi de bağımsız bir devletin sahip olması gereken haklara kavuşulamadığı sürece Filistin devleti gerçek anlamda kurulmuş olmayacaktır. Mesele bu devletin önce fiiliyatta kurulmasıdır. El Fetih liderliğinin bu açıklamayı Hamas karşısında güç kazanmak ve Filistin’in temsiliyeti noktasında inisiyatifi tekrar ele geçirmek üzere yaptığı açıktır. Yoksa ortada kelimenin gerçek anlamında bir Filistin devletinin olmadığını en iyi bilenlerin başında El Fetih liderliği gelmektedir. Arafat’ın ölümünden beri Hamas karşısında gerileyen El Fetih, bu hamleyle gerek Filistin halkının gerekse de dünya kamuoyunun gözünde “Filistin’in resmi temsilcisi” sıfatını pekiştirmeye çalışmıştır. Üstelik Mahmud Abbas, BM’den bu kararın çıkması için “Filistinlilerin geri dönüş hakkı”ndan da feragat etmiştir ki, bu hak 1940’lardan beri İsrail devleti tarafından zorla kovulan veya göç ettirilen milyonlarca Filistinli için son derece önemlidir. Ek olarak Abbas, İsrail aleyhine Uluslararası Ceza Mahkemesine başvurmakta “acele etmeyeceğine” dair de söz vermiştir. Medyada pek öne çıkartılmayan bu iki ciddi taviz, El Fetih liderliğinin uzlaşmacı ve korkak siyaset çizgisinin iyice anlaşılması ve Hamas’ın neden giderek artan oranda halkın gözünde itibar kazandığının kavranması bakımından önemlidir. Tam da bu yüzden Hamas ile FKÖ içindeki FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) gibi örgütler BM kararını olumlamakla birlikte, Mahmud Abbas’ın verdiği tavizlerin aksi yönünde açıklamalar yapmışlardır. 42 yıl aradan sonra Gazze’ye dönen sürgündeki Hamas lideri Halid Meşal, onbinlere hitaben yaptığı konuşmada İsrail devletini tanımadıklarının ve ona karşı silahlı mücadeleden vazgeçmeyeceklerinin altını çizmiştir.

Filistin halkı kaderini kendi eline almalıdır BM kararının ardından Filistin’de halk sokaklara dökülerek kutlamalar yaparken İsrail, BM’nin bu kararının kendileri için bir şey ifade etmediğini açıkladı. Her şartta İsrail’i destekleyeceğini sürekli tekrar eden ABD yönetimi de bunun “barış sürecini zedeleyecek talihsiz bir karar” olduğunu, “sorunun uluslararası zeminde değil, İsrail ve Filistin arasındaki görüşmelerle çözülecek bir mesele” olduğunu söyledi. Ayrıca kararın hemen ardından İsrail,

marksist tutum

Filistin yönetimine aktarması gereken 120 milyon dolar tutarındaki vergi gelirini aktarmayacağını ve derhal yeni yerleşim birimlerinin inşasına başlayacağını duyurdu. Yani ABD ve İsrail, kim ne derse desin Filistin sorununda izledikleri çizgiyi devam ettireceklerini tekrarlamış oldular. Bunun Filistin halkı açısından anlamı açıktır. ABD desteğini arkasına almış bulunan İsrail devleti bildiğini okumaya devam edecektir. Nitekim yeni yerleşim birimlerinin kurulacağı yönündeki İsrail girişimi pek çok Avrupa ülkesi tarafından kınanmasına ve ABD tarafından bile “hoş karşılanmamasına” rağmen, sonuçta bir geri adım söz konusu olmamıştır. Bütçesi İsrail’e bağımlı olan Filistin yönetiminden bu bağlamda sağlam bir karşı duruş beklemek de boşunadır. El Fetih liderliği Hamas’la süren rekabette bir adım öne geçmek amacıyla göstermelik kazanımlar elde etmeye çalışıyor. Üstelik bunun için Filistin halkının mücadelesinden tavizler veriyor. Buna karşın Hamas da, Gazze’de iktidarı elinde tutmak amacıyla Filistinlilerin asli sorunlarını gözardı edebilmektedir. BM kararına rağmen İsrail devleti yeni yerleşim yerleri açarak işgali genişletip, Filistin yönetiminin hakkı olan vergi gelirlerini gaspederken, Hamas ve El Fetih kendi siyasi çıkarlarına odaklanmış durumdadırlar. İşin aslı, ne El Fetih’in elde ettiği BM kararı ne de Hamas’ın füze saldırılarıyla sergilemeye çalıştığı direniş, Filistin halkının temel sorunlarını çözebilecek yeterliktedir. Filistin halkının bağımsız bir devlet kurma ihtimali giderek zayıflamaktadır. 1947’deki BM taksim planına göre Filistinlilere tüm toprakların %42,88’i ayrılmıştı ve Filistinliler doğal olarak bu planı kabul etmemişlerdi. 1994’te İsrail Filistin yönetimini tanıdığında ve Gazze ile Batı Şeria’dan çekildiğinde bu oran %22’ye inmişti. Bugünse, yeni yerleşim yerleri kurulmasıyla durmaksızın genişleyen İsrail işgali sonucu bu oran daha da küçülmüştür. Öyle ki yakında ortada Filistin devletine zemin olabilecek

33


marksist tutum

bir toprak parçası kalmayacaktır. Sayıları gittikçe artan yeni yerleşim yerleri yüzünden Filistin halkı temel geçim kaynaklarını (tarım arazileri, zeytinlikler vb.) kaybetmekte ve daha da yoksullaşmaktadır. Bu işgali genişletme politikasına ek olarak İsrail, özellikle Batı Şeria’da Filistin yerleşimlerini birbirinden ayırarak Güney Afrika’nın bantustanlarına dönüştüren duvarlar inşa etmektedir. Ve en önemlisi de bilhassa Gazze şeridine uygulanan insanlık dışı abluka ve askeri saldırılardır. Bu abluka yüzünden Filistinliler sefaletin pençesinde can çekişmektedir. Yaptığı zulmü yeterli görmeyen katil İsrail devleti, türlü bahanelerle her fırsatta Gazze’ye askeri saldırılar düzenlemekte ve Filistin halkını katletmektedir. İsrail devleti, bu saldırıların, ablukanın ve utanç duvarlarını inşa etmenin gerekçesini de, en ufak bir utanç duymadan “nefsi müdafaa” olarak dillendirmektedir. Güya “terörist” Filistinliler, en başta da Hamas’ın füzeleri, barış içinde yaşamak isteyen İsrail’e karşı büyük bir tehdit oluşturmaktaymış! Oysa Gazze’yi 1,7 milyon Filistinli için açık hava hapishanesine çeviren de, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te işgali adım adım genişleten de, zeytin ağaçlarını keserek tarım alanlarını tahrip eden de, çocuklar da dâhil olmak üzere binlerce Filistinliyi cezaevlerine tıkarak işkence eden de aynı İsrail devletidir. 2009’daki tek bir saldırıda Gazze’de 1500 Filistinliyi katleden İsrail, sonrasında da 271 sivili öldürmüştür. İsrail’in kendine malzeme yaptığı Hamas’ın meşhur roket saldırıları sonucu ise 2009’dan bu yana sadece 3 İsrailli hayatını kaybetmiştir. Filistinlilerin çektiği acıların son bulmasının ve barışın gelmesinin yolu İsrail’in Siyonist politikalarının kesin bir şekilde yenilgiye uğratılmasından geçiyor. Böylesi bir gelişmenin olabilmesi ise, Ortadoğu’da çok daha kapsamlı bir altüst oluşun gerçekleşmesine ve kuşkusuz İsrail işçi sınıfının burjuvaziye karşı devrimci mücadeleyi yükseltmesine bağlıdır. Bu durumda Filistinli emekçilerle İsrail işçi sınıfı arasında gerçekleşebilecek kardeşleşme, Ortadoğu’daki barış sorunu açısından da büyük bir ilerleme anlamına gelecektir. İsrail mevcut konjonktür dahilinde, ne Hamas’ın ne de El Fetih’in bu tabloyu değiştirecek güce sahip olmadığını çok iyi bilmektedir. İsrail’le ve Batılı güçlerle arasını iyi tutarak bazı diplomatik ve ekonomik kırıntılar koparmaya çalışmaktan öte bir politika üretemeyen uzlaşmacı ve işbirlikçi El Fetih’in durumu zaten bellidir. Ancak bugün için El Fetih’e göre daha mücadeleci bir çizgiye sahip olan Hamas’ın da FKÖ’nün geçmişte geçtiği yollardan ilerlemesi ve tamamen ehlileşmesi yüksek bir ihtimaldir. Geçmişte İran-Suriye-Rusya ekseninden destek gören ve İsrail’e daha radikal biçimde kafa tutan Hamas, “Arap baharı” denen dalganın ardından hızlı biçimde aslında Amerikan emperyalizminin bölgedeki müttefiklerinin (Körfez

34

Ocak 2013 • sayı: 94

ülkeleri, Mısır, Türkiye vb.) eksenine kaymış ve çizgisini yumuşatmıştır. Arap halklarının tepesindeki baskıcı rejimlere, diktatörlere ve çektiği sefalete karşı kitlesel isyanının başarılı devrimlerle taçlanmayıp sekteye uğraması ve hemen her örnekte Müslüman Kardeşler ve benzeri burjuva İslamcı güçleri iktidara taşıması, Hamas’ın bir yandan elini güçlendirirken öte yandan yukarıda bahsettiğimiz eksen kaymasına yol açmıştır. Aslına bakılırsa Filistin halkının onyıllardır binbir fedakârlıkla yürüttüğü haklı ve meşru mücadelesi açısından bu durum daha elverişsiz bir siyasal konjonktür anlamına gelmektedir. Çünkü bu yeni eksenin bir ucu Sünni-Şii karşıtlığı temelinde mezhep çatışmalarının körüklenmesine uzanmakta, diğer ucu da ABD ve diğer Batılı güçlerin Ortadoğu’daki çıkarları gereği yürüyen emperyalist savaşta Hamas üzerinden Filistin halkının mücadelesinin kullanılmasına kapı aralamaktadır. Bu yüzden Filistinli işçi ve emekçilerin dost görünen düşmanlara dikkat etmeleri önemlidir. Mısır’ın Müslüman Kardeşleri, Türkiye’nin AKP’si ve Körfez ülkeleri (bilhassa da Katar), görünürde Filistin davasına sahip çıkmakta ve yeri geldiğinde İsrail’e en sert biçimde kafa tutmakta, yeri geldiğinde İsrail’i desteklediği için ABD’yi eleştirmekte ve özellikle Hamas’ı açıktan desteklemektedirler. Ama tıpkı dünün sözde dostları olan Rusya, İranHizbullah, Suriye gibi bugün de bu saydığımız kapitalist devletlerin gerçek derdi Filistin halkının kurtuluşu değildir. Onlar, kendilerinin ve içinde yer aldıkları emperyalist kampın çıkarlarının sinsi uygulayıcılarıdırlar. Filistin halkı, BM kararının ardından uluslararası alanda oluşan Filistin lehindeki atmosfere de çok fazla güvenmemelidir. Bu olumlu havanın etkisi kısa süreli ve değişken olabilir. Nihayetinde karara destek veren Batılı güçlerin hepsinin Ortadoğu’da yürüyen savaşta Amerikan emperyalizminin ardına dizilmiş olduklarını unutmamak gerekir. Emperyalist savaşın göbeğindeki bölgelerin başında gelen Ortadoğu’da rüzgârın yön değiştirmesi çok ani olabilmektedir. Ayrıca bu güçlerin Filistin sorununda ABD-İsrail çizgisinden farklılıkları, İsrail’in artık savunulamaz hale gelmiş bulunan pervasızlığının dizginlenmesini ve Filistin sorununun bir şekilde hal yoluna girmesini istemelerinden ibarettir. Çünkü özellikle İsrail, onların çıkarlarına da halel getiren bir rotaya dümen kırmaya pek heveslidir. Bu bağlamda, Filistinlilerin çektiği acıların son bulmasının ve barışın gelmesinin yolu İsrail’in Siyonist politikalarının kesin bir şekilde yenilgiye uğratılmasından geçiyor. Böylesi bir gelişmenin olabilmesi ise, Ortadoğu’da çok daha kapsamlı bir altüst oluşun gerçekleşmesine ve kuşkusuz İsrail işçi sınıfının burjuvaziye karşı devrimci mücadeleyi yükseltmesine bağlıdır. Bu durumda Filistinli emekçilerle İsrail işçi sınıfı arasında gerçekleşebilecek kardeşleşme, Ortadoğu’daki barış sorunu açısından da büyük bir ilerleme anlamına gelecektir. n


Otoyol ve Köprülerin Özelleştirilmesi Hakan Sönmez

S

ermaye hükümeti AKP, otoyol ve köprüleri özelleştirerek Türkiye tarihinin en büyük ikinci özelleştirmesine imza attı. Yapılan özelleştirme ihalesinde Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprüleri ile 8 otoyolun 25 yıllık işletme hakkı, 5 milyar 720 milyon dolarla en yüksek teklifi veren Koç-UEM-Ülker ortaklığına satıldı. İhaleyi kazanan Koç-UEM-Ülker ortaklığında Koç ve UEM grubunun yüzde 40’ar, Ülker grubuna bağlı olan Gözde Girişim’in ise yüzde 20 payı bulunuyor. AKP hükümeti gerçekleştirdiği bu özelleştirme ile hem sermayeyi fazlasıyla ihya etmiş hem de bütçe açığını bu yolla kapatmayı hedeflemiştir. Sermaye için ise sürekli sıcak paranın aktığı oldukça kârlı bir yatırım gerçekleşmiştir. Nitekim ihaleyi alan Koç grubunun borsada hisseleri hızla yükselmiştir. 2001 yılında köprü ve otoyollardan 203,5 milyon dolar gelir elde edilirken, 2011 yılında bu rakam 534,7 milyon dolara çıkmıştır. Her yıl binlerce otomobilin trafiğe çıktığını düşündüğümüzde bu gelir katlanarak artacak ve söz konusu sermaye grupları yatırdıklarını kısa sürede geri alacaklardır. Yani ihale, getireceği gelir karşısında oldukça düşük fiyata verilmiş, açıkça sermayeye peşkeş çekilmiştir. Diğer yandan ihaleyi alan sermaye gruplarının geçişlere yapacağı zam güya enflasyon oranında gerçekleşecekmiş. Bunun böyle olmayacağını, çeşitli bahaneler üreterek geçişlere keyfi zam yapılacağını herkes çok iyi biliyor. Böyle bir kamu hizmetinin sermayenin eline bırakılmasının an-

lamı açıktır; kitleler soyulacak, sermaye palazlanacak. Ancak AKP hükümetinin neo-liberal politikaları hayata geçirirken yaptığı ilk iş, iyi bir şey yapıyormuş imajı yaratmak ve göz boyamaktır. Gerek kıdem tazminatı saldırısı, gerek kentsel dönüşüm talanı, gerekse de eğitim ve sağlık alanında yaptığı saldırılarda hep bu taktiği izlemiştir. Hatırlayacak olursak geçen senelerde Boğaziçi, Fatih Sultan Mehmet, Haliç Köprüsü ve otoyollar bakım ve onarımı yapılarak yenilenmişti. Bu bakım ve onarım çalışmaları yüzünden trafik tam bir çile haline gelmiş ve tepkiler yükselmişti. AKP hükümeti ise bunun bir zorunluluk olduğunu, daha iyi bir hizmet için yaptıklarını, vatandaşın rahatını düşünerek böylesine zor bir işe giriştiklerini propaganda ediyordu. Bu özelleştirmeyle bakım çalışmasının nedeni de ortaya çıkmış oldu. Eğer bakım ve onarım çalışması yapılmadan özelleştirme yapılmış olsaydı, bu çalışmaları ihaleyi alan sermaye grupları yapmış olacaktı. Ancak AKP, sermaye daha fazla kâr etsin diye bakım ve onarım çalışmalarını yaparak hem kendi propagandasını yaptı hem de masrafları vatandaşın üzerine yıkarak sermayeyi büyük bir maliyetten kurtarmış oldu. Ulaşım da tıpkı sağlık ve eğitim gibi toplumun tamamını ilgilendiren ve parasız verilmesi gereken bir kamusal hizmet olmalıdır. Ancak burjuva devletler bundan olabildiğince kaçınma eğilimindedirler. Burjuvazi kendisini işçi sınıfı karşısında güçlü hissettiği ölçüde bu eğilim baskın çıkmıştır. Ekim Devrimi sonrası SSCB’de işçilere eğitim,

35


Ocak 2013 • sayı: 94

marksist tutum

sağlık ve ulaşımın bir kamu hizmeti olarak ücretsiz verilmesi dünyada büyük yankı uyandırmıştı. Bir taraftan SSCB’nin varlığı, bir taraftan da işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükselmesi, burjuva devletleri korkuya salmış ve “sosyal devlet” politikasına sarılmalarına yol açmıştı. Böylece eğitim, sağlık ve ulaşım gibi hizmetleri burjuva devlet istemeden de olsa üstlenmek zorunda kalmıştır. Ne var ki İkinci Dünya Savaşı sonrası istikrarlı bir şekilde büyüyen kapitalist ekonomi yetmişli yıllara gelindiğinde tekrar durağanlığa girmiş ve kriz süreci başlamıştı. Yeniden krize giren sermaye sınıfı bir süre sonra neo-libaral politikaları hayata geçirmeye girişerek işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarına saldırmaya başlamıştır. Burjuvazi dünyanın her yerinde, sosyal güvencenin ve kamusal hizmetlerin devlete büyük bir yük getirdiğini, devletin küçülmeye gitmesi gerektiğini öne sürerek saldırılarına başlamıştır. Bu bağlamda devletin üstlendiği eğitim ve sağlık hizmeti adım adım paralı hale getirilmiştir. Bu hizmetler kapitalistlerin en kârlı sektörleri haline gelmiştir ki, sağlık sektörü dünyada en büyük üçüncü kârlı sektördür. Türkiye’de ise neo-liberal saldırılar 1980 askeri faşist darbesinin ardından hayata geçirilmeye başlanmıştır. Yapılan özelleştirmelerle kamu iktisadi teşekkülleri özel sermayeye satılmış ve bu işletmelerde çalışan yüzbinlerce işçi işten atılmıştır. Burjuva devlet böylece bir taşla iki kuş vurmuş, bir taraftan yapılan özelleştirmelerle sermayeyi ihya etmiş, diğer taraftan da burada çalışan işçileri işten atarak devlet olarak sosyal güvence yükünden kurtulmuştur. İşçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarına yönelik bu neo-liberal saldırılar AKP hükümeti ile doruğa ulaşmıştır. Sermayenin emrindeki AKP hükümeti, çıkardığı yasalarla eğitimi ve sağlığı fiili olarak paralı hale getirmiştir. Ne var ki devlet bu kamu hizmetlerine eskisi kadar olmasa da hâlâ bir pay ayırmak zorundadır. Bir sonraki adım ise devletin zorunlu olarak üstelendiği bu kamusal hizmetleri tamamen özelleştirmektir. Yıllardır bu özelleştirmeyi gerçekleştirmek için psikolojik ortam hazırlanmaya çalışılıyor. SGK’nın bütçede kara delik açtığı, devleti zarara uğrattığı için özelleştirilmesi gerektiği safsatası sürekli olarak tekrarlanıyor. AKP hükümeti yaptığı propaganda ile topluma “bu tip hizmetler için para vermek zorundasın, bunların bir bedeli olmalı” mesajını vererek yapılacak özelleştirmeleri haklı ve meşru göstermeye çalışmaktadır. Hatırlayacak olunursa, geçtiğimiz yıllarda Ankara’da, metro ve otobüslere gelen zammı protesto eden öğrencilerin parasız ulaşım sloganına takan başbakan Erdoğan şöyle demişti: “Otobüsler bedava olacakmış. Trenler bedava olacakmış. Dünyanın neresinde var böyle bir şey ya? Benim bildiğim bir yer yok. Böyle bir yer var mı bilmiyorum. Veya hangi koşullarda böyle bir şey yapıyorlar, onu da bilmiyorum. Tabii bunlar bunu söylerken, acaba kendileri de ileride bedava mı çalışacaklar? Böyle bir durum mu olacak?” Erdoğan bu sözlerle topluma “devletten parasız eğitim, sağlık, ulaşım hizmeti beklemeyin” mesajı ver-

36

miş oluyordu. Bugün AKP hükümetinin otoyol ve köprüleri özelleştirmesi de bu politikanın bir ürünüdür.

Sermayenin dini imanı yoktur Bu özelleştirmenin Koç-UEM ve Ülker grubuna verilmesi bilinen yalın bir gerçeği bir kez daha ortaya koymuştur. Dünya görüşlerinden bağımsız olarak sermaye tek bir sınıftır; sermayenin dini, imanı, milliyeti yoktur. Bugüne kadar Koç grubu laik-Batıcı, Ülker grubu ise İslamcı sermayenin temsilcileri olarak nitelendirildi. Bu bağlamda AKP hükümeti İslamcı sermaye ile elbirliği yaparak “laik cumhuriyeti” yok ederek yerine şeriat düzeni kurmak istemekle suçlanıyordu. Burjuva blok içinde yürüyen sınıfsal çatışmada statükocu-Kemalist bürokrasi toplumu kendi arkasına yedeklemek için böyle bir propagandaya başvuruyordu. Laik-Batıcı sermayeyi ilerici, İslamcı sermayeyi gerici olarak niteleyip buna göre tutum almak gerçeklikten uzak ve gülünçtür. Bir bütün olarak sermaye sınıfı üretim araçlarının ilerlemesinin ve insanlığın kurtuluşunun önünde engel oluşturan gerici ve çürümüş bir sınıftır. Bu özelleştirme bir kez daha ortaya koymuştur ki, AKP hükümeti tekelci sermaye gruplarının hizmetindedir ve onların arzularını yerine getirmek için elinden geleni yapmaktadır. Bir kez daha vurgulamak gerekirse TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON gibi sermaye örgütleri birbirlerine rakip de olsalar bir sınıfın parçasıdırlar ve iş işçi sınıfına yapılacak saldırılara geldi mi domuz topu gibi bir araya gelmektedirler. Bugün kapitalizm derin bir ekonomik krizin içinde debelenirken sermaye sınıfı var olan bu krizden kurtulmak için bütün dünyada işçi sınıfına karşı ortak ve çok yönlü saldırılar yapmaktadır. Krizin faturasını işçi sınıfına yıkmak için kemer sıkma politikaları devreye sokulmakta, devletin küçültülmesi adı altında kamu hizmetleri paralı hale getirilmektedir. Özellikle krizin derinden vurduğu Avrupa Birliği ülkelerinde devletin zorunlu olarak üstlendiği kamusal hizmetlere bütçeden ayrılan pay küçülmektedir. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sermaye ve emrindeki AKP hükümeti aynı metodu izlemek suretiyle bütçeden kamu hizmetlerine ayrılan payı kısmakta, kamu hizmetlerini özelleştirerek sermayeye yeni ve kârlı alanlar açmaktadır. İşçi sınıfına yapılan bu saldırılar iyi okunmalı ve sermaye sınıfının gerçek yüzü teşhir edilmelidir. Bunun için sermayeyi ilerici, gerici, yerli, yabancı gibi kimliklere ayıran ve onun ortak bir sınıf olduğu gerçeğini görmeyi engelleyen ön yargılardan kurtulmak şarttır. Eğitim, sağlık, ulaşım en insani ihtiyaçların başında gelmekte ve bunların kamu hizmeti olarak parasız verilmesi gerekmektedir. Sermayenin bu çok yönlü azgınca saldırılarına karşı devrimci işçi sınıfının enternasyonal mücadelesini yükseltelim. n


B

irleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Konferansı, geçtiğimiz Aralık ayında Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleştirildi. BM’nin bu konuda düzenlediği 18. uluslararası konferans olan bu konferansta, dünyaya sera gazlarını en fazla salan 58 ülkenin küresel ısınmaya yaptıkları “katkı” ve bu konuda izledikleri politikalar değerlendirildi. Sera gazlarının salımını azaltma ve iklim değişikliğini önleme yönünde gerçekten ilerleme kaydeden bir ülke olmadığı için, en iyi 3 ülke seçilemedi. Performans değerlendirmesi 4. sıradan başlatıldı. Yayınlanan bilimsel raporlar, ülkelerin saldıkları sera gazları miktarlarını derhal azaltmak üzere harekete geçmeleri gerektiğini ortaya koyuyor. Ancak Doha Konferansı, kapitalist devletlerin hiçbirinin küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliğinin getireceği felâketleri önlemek üzere çabalamak niyetinde olmadığını bir kez daha göstermiş bulunuyor. Konferansın Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük döneminin 1 Ocak 2013 tarihinde başlamasını öngören, hiçbir işe yaramayacağı baştan belli, göstermelik bir kararla sonuçlandırılması da bunun bir göstergesi. İlk döneminde olduğu gibi Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük döneminde de gelişmekte olan ülkelere saldıkları sera gazı miktarlarını arttırma, yani atmosferi daha da kirletme hakkı tanınıyor. Büyüyen kapitalist ekonomisiyle Çin, yılda 6,1 milyon ton ile dünyaya en fazla sera gazı salan ülke haline gelmiş durumda. Çin’in ardından atmosfere en fazla sera gazı salan (yılda 5,6 milyon ton) ABD bu tür protokollere imza atmaktan ve küresel ısınma sorunuyla ilgili sorumluluk üstlenmekten daima kaçınıyor.

Küresel Isınma ve Doha’nın Doğası! Serhat Koldaş

37


marksist tutum

Dünya küresel ısınma tehdidi altında 1970’li yıllarda bilim çevreleri, bazı gazların atmosferdeki miktarının artmasının sera etkisi yaratarak güneş ışınlarını dünyaya hapsedeceği ve küresel ısınmaya neden olacağı konusunda hemfikir hale geldiler. 1979’da Dünya Meteoroloji Örgütü, bilim insanlarını Cenevre’de I. Dünya İklim Konferansı’nda bir araya getirdi. Konferans sonunda hükümetler sera gazlarının artışı konusunda uyarıldı, ancak bu uyarıyı umursayan devlet olmadı. 1988’de NASA’ya bağlı çalışan iklim uzmanı James Hansen, katıldığı bir toplantıda sera gazlarının artışının kuraklıkları, selleri ve olağanüstü doğa olaylarını arttırma olasılıklarını ortaya koydu. O güne kadar sera gazlarının artışından kaynaklı sıcaklık değişimini kabul etmeyen bilim insanları ve hükümetler, bu toplantının ardından “küresel bir ısınma” olduğunu kabul ettiler. 1990 yılında BM iki bin bilim insanının katıldığı Hükümetler Arası İklim Değişimi Paneli’ni (IPCC) gerçekleştirdi. IPCC, küresel ısınmaya insanın yaptığı etkinin ispatlanamadığını belirten bir rapor yayınladı. IPCC’nin 1995 yılında yayınladığı ikinci raporunda ise iklim değişiminde sera gazı salımını arttıran insan etkinliğinin rolü kabul edildi. 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde düzenlenen konferansta ülkeler, atmosferdeki miktarları arttığında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, asitoksit gibi gazların salımını azaltmayı kabul ettiler. Fakat ABD, Rusya ve Avustralya, Kyoto Protokolü’nü imzalamadı. Dev petrol tekellerinin lobi faaliyetleri ABD’yi protokolden uzak tuttu. Kanada, Durban İklim Değişiklikleri Konferansı sonrası Aralık 2011’de Kyoto Protokolü’nden ayrıldığını ilan etti. Rusya ve Japonya ise ya protokolden ayrıldıklarını duyurdular ya da yeni taahhütlerde bulunmayacaklarını anons ettiler. Tüm bunlara ilaveten maliyetlerin azaltılması ve adaptasyon süreci içerisinde yoksul ülkelere yardım etmek amacıyla Kopenhag’da iklim değişikliği eylem planı çerçevesinde kurulan Fast Start Finance adlı iklim finans sistemi, tam bir sermaye birikimi sağlayamadan 2012 yılı bitiminde son buldu. Hiçbir ülke, 2009 Kopenhag İklim Değişiklikleri Zirvesi müzakereleri sonrasında sera gazı emisyonlarının azaltılması, kısıtlanması ve dizginlenmesi hakkında herhangi bir vaat vermedi. Sonuçta ülkelerin küresel iklim değişiklikleri politikaları temelinde iyiye doğru gelişmeler ve ilerlemeler yaşanmadı. Kyoto Protokolü sera gazı salımını radikal biçimde azaltacak tedbirler önermiyordu. Sanayileşmiş ülkelerin 1990 yılındaki sera gazı salma miktarlarının 2012’ye kadar %5,2 oranında azaltılması hedefleniyordu. Bu mütevazı hedefe bile varılmasının olanaksızlığı daha baştan belliydi. Birkaç istisna dışında ülkeler geçen süre zarfında sera gazı salımlarını arttırdılar. Atmosferde biriken karbon kökenli

38

Ocak 2013 • sayı: 94

gazların yüzde 80’i, ulaşım, ısınma ve sanayide fosil yakıtların kullanılmasından kaynaklanıyor. Kapitalizm, tüketildikçe karbondioksit salan petrol türevi yakıtlardan, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtlardan asla vazgeçmek istemiyor. Fosil yakıtlar kapitalizmin can damarı olan enerji santrallerinde, kara, deniz ve hava taşımacılığında yaygın bir kullanım alanına sahip. Sermayenin büyümesi demek, enerji ihtiyacının artması demektir. Kapitalistler güneş enerjisi gibi alternatif enerji kaynaklarına yönelerek enerji maliyetlerini arttırmayı kabul etmiyorlar. Özellikle de enerji tekelleri iklim sözleşmelerini sabote etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu şirketlerin emrindeki “bilim insanları” her konferansta gündemi değiştirecek ve ortalığı karıştıracak teorilerle ortaya çıkarak fosil yakıtlara dayalı enerji üretiminin, salınan karbondioksit miktarını korkunç derecede arttırdığı gerçeğini gölgelemeye çalışıyorlar. Kyoto Protokolü fosil yakıt kullanımının radikal biçimde azaltılması ya da ortadan kaldırılması ve alternatif enerji kaynaklarına yönelmek üzere küresel bir program öngörmüyordu. Bunun yerine sera gazı salımının artışını sınırlandırmayı, “ağaç dikmek” gibi önlemlerle atmosferdeki karbondioksit miktarının artışını frenlemeyi hedefliyordu. Ancak kapitalistler yeni ormanlık alanlar yaratılmasından yana değiller. Bunun yerine, orman ekosistemlerini katletmek pahasına, eski ormanları yok edip hızlı büyüyen ağaçlarla ormanları yeniden oluşturmak gibi fikirleri savunuyorlar. Elbette kapitalist zihniyetin karbondioksiti azaltmak için ormana mecbur kaldığında önceliği, yüz binlerce canlı çeşidinin bir arada yaşadığı ekosistemleri korumak değil, ormanları da oksijen üreten fabrikalara dönüştürmek oluyor. Kyoto Protokolü, kapitalist restorasyonla birlikte ekonomileri çöküş yaşayan Rusya ve Ukrayna’ya, yeniden ekonomilerini toparlayacakları dönem boyunca karbondioksit salımlarını arttırma hakkı veriyordu. Protokol, bir ülke kendi kotasını aşan miktarda karbondioksit salımı yapıyorsa, daha az salım yapan bir başka ülkenin kotasından dünyayı kirletme kotası satın alabilmesini de öngörüyor. Her şeyi metalaştıran kapitalizm dünyayı mahvetme


sayı: 94 • Ocak 2013

kotalarını bile alınır-satılır hale getirebilmiştir. Sera gazlarını en fazla üreten Çin’in dünya kapitalizminin motor gücü olarak ABD’yi bile geride bırakması, ABD ve Kanada’nın kendilerini taahhüt altına sokmaktan kesin olarak kaçınması, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi sermayeleri iştahla büyüyen ülkelerin dünyanın ne hale geldiğini asla umursamaması, yerkürenin en önemli oksijen deposu olan tropik ormanların kapitalist çıkarlar uğruna hızla yok edilmesi, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliklerini kaçınılmaz hale getirmektedir. Sanayi devriminden bu yana dünyanın 0,4 ilâ 0,8 derece ısınmış olduğu hesaplanıyor. Sanayi devriminin başlangıcından bu yana atmosferdeki karbondioksit miktarı %32, metan gazı miktarı %250 oranında artmış durumdadır. Kutuplardaki buzdağlarında yapılan çalışmalar geçmiş binyıllarda atmosferdeki gaz yoğunluklarının ölçülmesine imkân veriyor. Bu ölçümler atmosferdeki karbondioksit yoğunluk seviyesinin son 420 bin yılın en yüksek seviyesine ulaştığını gösteriyor. Üstelik hızlı karbondioksit artışının %8’i son 20 yılda gerçekleşti. Kapitalizm karbondioksit salımını arttırmakla kalmıyor, fotosentez yaparak karbondioksit emilimi sağlayan ormanları, koruları ve tropikal alanları hızla yağmalıyor. Her yıl yerkürenin İsviçre büyüklüğünde bir alanı çölleşiyor. Günümüzde karbondioksit salım miktarı dünyanın tüm yeşil alanlarının karbondioksit emme kapasitesinin iki katına ulaşmış durumdadır. Demek ki karbondioksit salımının derhal %50 oranında azaltılması dahi ancak karbondioksitin atmosferdeki mevcut oranının sabitlenmesini sağlayabilir. Böyle bir azaltma bile, atmosferde son 50 yılda biriken sera gazlarının önümüzdeki dönemde yaratacağı sorunları ortadan kaldıramaz. Kapitalizm, yaşadığımız gezegenin güneş enerjisini emme ve güneşten gelen radyoaktif ışınları uzaya yansıtma dengesini hızla bozmaya devam ediyor. Küresel ısınmayı 2 derece ile sınırlı tutma planlarının tutmayacağı anlaşıldığından hiç değilse 4 derecenin altında tutmanın olanakları gündeme getiriliyor. Ne uluslararası konferanslar ne de protokoller, sermayenin, dünyanın başına getireceği felâketler pahasına büyüme arsızlığını dizginleyebiliyor. Atmosferde sera etkisi yaratan gazların artışının küresel ısınma, buzulların erimesi, iklim değişikliği, kasırgaların şiddetinin artması, seller, kuraklık gibi etkilerinin 50 ilâ 70 yıl gecikmeli olarak ortaya çıktığı hesaplanıyor. Yani 1950’li ve 60’lı yıllardaki sera gazı artışının, şiddetlenen kasırgalar, seller ve buzulların erimesi gibi sonuçlarını daha yeni yaşamaya başladık. Son 50 yıl içinde fosil yakıt tüketimi olağanüstü miktarda arttı. Derhal önlem alınmazsa önümüzdeki on yıllarda doğa ve insanlık çok ağır bedeller ödemek zorunda kalacak. Küresel ısınma toplam yağış miktarını azaltırken yağışların daha kısa süreli ve şiddetli olmasına sebep oluyor. Bu türdeki yağış, sel ve toprak kaymalarına davetiye

marksist tutum

çıkartmaktadır. Kuzey kutbundaki buzullar ve kuzey yarımkürede yüksek dağlardaki buzullar eriyor. Ortalama sıcaklık artışı deniz seviyesinin yükselmesine neden oluyor. Suların yükselmesi sonucu 21. yüzyıl sona ermeden New York’un büyük bölümü sular altında kalabilir. Bangladeş, Mısır, Çin ve Nijerya’da deniz seviyelerinin altında kalan nehir deltaları sel riskiyle karşı karşıyadır. Yüz milyonlarca insanın yaşadığı bu nehir deltalarında sel riski gerçekleşirse zarar ölçülemeyecek boyutlara ulaşacaktır. Deniz seviyesinin yükselmesi Akdeniz kıyı bölgelerini tehlikeye sokacak, nehirleri ve kıyılardaki diğer tatlı su yataklarını denizlerin tuzlu suyunun istila etmesi, içme suyuna ve tarımda kullanılan suya erişimi daha da zorlaştıracaktır. Kasırgalar ve seller gibi olağanüstü meteorolojik olaylar sıklaştıkça konutlarda, üretim tesislerinde ve şehirlerin altyapısında yıkımlar yaşanacak, ekonomik ve sosyal hasarlar milyonlarca emekçinin hayatını olumsuz etkileyecektir. Ani ve hızlı yağmurlar sellere ve toprak kaymalarına yol açarken, toprak kalitesi ve verimi düşecektir. Sıcaklığın ve karbondioksit yoğunluğunun artışı doğal ekosistemlerin dengesini tehdit edecektir. Doğu ve Güney Asya ülkelerinin sahil kesimleri ve irili ufaklı çok sayıda okyanus adası sulara gömülecektir. Küresel ısınma ve küresel iklim değişikliğinin etkileri sonucu Endonezya, Hindistan ve Filipinler dahil olmak üzere pek çok ülkede bulunan tropik ormanların dörtte üçü de yok olma ihtimaliyle karşı karşıya kalacaktır. Küresel hububat rekoltesi ise azalacak, aynı zamanda gelecekte kuraklıklar daha yaygın biçimde ve çok daha ciddi şekilde hissedilecektir.

39


Ocak 2013 • sayı: 94

marksist tutum

Kapitalist devletlerin hiçbiri kendi burjuvazilerinin çıkarlarına dokunacak adımlar atmak istemiyor. Kyoto Protokolü’nün imzalandığı 1997’deki konferanstan, geçtiğimiz Aralık ayında Kyoto Protokolü’nün ikinci döneminin başlamasına karar verilen Doha Konferansı’na kadar çok sayıda uluslararası toplantı gerçekleştirildi. Alınan göstermelik kararlar bile uygulanamadı. Çünkü kapitalizm, sermayenin çıkarlarını zedeleyecek adımları atmaktan imtina ediyor. Kıyasıya rekabet içerisindeki kapitalist ülkelerden hiçbiri elini taşın altına koyamıyor. Kapitalist devletlerin kendi ülkelerinde üretim maliyetlerini arttıracak ve küresel rekabet gücünü zayıflatacak önlemler alması mümkün değildir.

Türkiye ve diğer kapitalist ülkeler Türk burjuvazisi de doğayı katletmek ve karbondioksit salımını arttırmak pahasına arsızca büyüyor. Türkiye’nin 1990-2010 yılları arasındaki 20 yıllık dönemde sera gazı salımı %115 artmıştır. Türkiye’nin toplam sera gazı salımında en önemli pay %71 ile enerji sektörüne aittir. 23 termik santralin inşaatı devam ediyor, 28 termik santral inşaatı da onaylanmayı bekliyor. Dünya üzerinde muazzam miktarlarda enerji sarfedilen megakentler kuruluyor. İstanbul gibi şehirlerdeki enerji sarfiyatı küçük kentlerdeki sarfiyatın kat be kat fazlasıdır. Dev alışveriş merkezlerinin ışıklandırılmasına harcanan enerjiyi karşılamak için daha fazla termik santral gerekiyor. Kapitalist devletler küresel ısınmayı engelleyecek önlemleri finanse etmek üzere bir iklim fonu oluşturmuştu. Zengin ülkeler bu fona katkı yapmak konusunda son derece pinti davranıyor. Kimi açgözlü burjuvalar da küresel felâketi fırsata çevirmenin peşinde: Türkiye’yi temsilen Doha Konferansı’nda yer alan TÜSİAD, konferans kapsamında 6 Aralıkta “Türkiye’de Düşük Karbon Ekonomisine Geçiş ve Özel Sektörün Rolü” başlıklı bir etkinlik düzenledi. Sera gazı emisyonlarının uluslararası bir çaba ile azaltılması konusunda “sorumluluk talep eden” kodamanlarımız, nihayetinde ağızlarındaki baklayı çıkarttı. Bütün tarafların sorumluluk alacağı, kapsamlı ve hukuki bağlayıcılığı olan bir iklim düzenini tercih ettiklerini ifade eden TÜSİAD, hemen ardından oluşturulan fondan yararlanma niyetini açıkladı. “Sürdürülebilir kalkınma hamlemizi etkilemeden düşük karbon ekonomisine geçmek ve iklim değişikliği ile mücadele etmek için teknik ve finansal desteğe ihtiyacımız vardır” diyen burjuvalarımız, fondan yararlanmaya duydukları ihtiyacı döne döne anlattılar. Türkiye burjuvazisi yüzsüzlükte sınır tanımıyor, fondan nasiplenmek için taklalar atıyor. TÜSİAD bir taraftan da, AB uyum hedefleri ve iklim değişikliği kapsamında “ciddi bir yükümlülük altında olan” sanayi ve özel sektöre de iş bağlamaya çalışıyor. “AB müzakere ve uyum sürecinde aktif rol tanınmalı ve ülke ve sektörel pozisyonların oluşturulmasında bilgi ve deneyimine başvurulmalıdır” diyen

40

TÜSİAD özetle şunu talep ediyor: Siz bize fondan para verin, küresel ısınmayı engelleyecek biçimde üretim yapmak için kaynak verin (para verin), hatta üretim ihalelerini de bize verin (para verin); biz doğayı tehdit etmeden nasıl üretim yapılabileceğini dünyaya gösterelim! Fırsatçılığın ve açgözlülüğün bu kadarı ancak burjuva sınıfına yakışır.

Felâketten çıkış yolu 2012 yılında küresel karbon salımında yeni bir dünya rekoru kırıldı. Uluslararası iklim konferanslarında ortaya konan küresel ısınmanın 2 derece ile sınırlandırılması hedefi, kapitalizm ayakta kaldığı sürece imkânsızdır. Atmosferin 2 dereceden fazla ısınmasına ilişkin senaryolar ise felâket senaryolarıdır. Dünya Bankası yaptırdığı araştırmalar sonucunda 2060 yılına kadar dünyanın 4 derece ısınacağını açıkladı. Norveçli ve İngiliz bilim insanları ise 21. yüzyılın sonuna kadar atmosferdeki sıcaklık artışının 5 dereceyi bulacağını söylüyor. Kapitalizm yıkılmazsa, nehir deltalarındaki tarım arazilerinin sular altında kalması, doğalmış gibi görünen alışılmadık “doğal felâketlerin” giderek artması kaçınılmazdır. Daha fazla kâr etmenin en öncelikli kural olduğu kapitalist dünyada doğayla barışmak, karbondioksit salımını azaltarak yaşanabilir bir dünya kurmak sistemin özüyle çelişiyor. Kapitalizm açısından doğa, kullanılıp tüketilerek paraya çevrilecek bir kaynaktır. Düzenin kendi mantığı açısından bu kaynağı arsızca yağmalamak zorunluluktur. Sürekli daha fazla enerji harcamak, öte yandan enerji maliyetini düşürerek sermayenin büyüme ve kârlılık oranlarını yüksek tutmak kapitalizmin önceliğidir. Petrol ve enerji şirketlerinin basıncı bile devletleri en ılımlı (ve son derece yetersiz) tedbirlerin formüle edildiği protokolleri uygulamaktan alıkoyuyor. Savaş ve yıkım araçları için her yıl trilyon dolarlar harcayan dünya kapitalizminin, insan soyunu, gezegenimizi ve üzerindeki tüm canlı yaşamı önemsemesi beklenebilir mi? Dünyayı küresel ısınma felâketinden kurtarmanın yegâne yolu kapitalizme son vermektir. Dünyanın kaderiyle işçi sınıfının kaderi birbirine bağlanmış durumdadır. Doğayla insanı barıştırmak, maliyet hesabı yapmadan doğayı katletmeyecek teknolojilere yönelmek, kârı değil insanı ve doğayı temel alan temiz enerji kaynaklarına yönelmek, rekabete son vererek dünya ölçeğinde üretimi planlamak… Bunlar elbette hayal değildir. Dünya işçi sınıfı kapitalizmi alt eder etmez tam da böyle bir dünya kurmaya girişecektir. Doğada her canlı türü kendine yönelen tehditler bir ölüm-kalım sorunu haline geldiğinde kendi devamlılığını sağlamanın yollarını arar, mücadele etmeden ölüme teslim olmaz. İnsan türü de kendi soyunun devamını sağlamak için bir ölüm-kalım mücadelesi vermek zorunda kalacak ve bu kavgadan dünya devriminin zaferiyle çıkacaktır. n


sayı: 94 • Ocak 2013

marksist tutum

ODTÜ Direnişinin Gösterdikleri

T

ayyip Erdoğan, Göktürk-2 uydusunun Çin’den fırlatılması nedeniyle, 18 Aralık günü ODTÜ yerleşkesi içerisinde yer alan TÜBİTAK binasına geldi. Erdoğan’ın ODTÜ’ye geleceğini duyan öğrenciler olarak, burjuva demokrasisinde dahi yer alan protesto hakkımızı kullanmak üzere toplanmaya başladık. Protesto etmeye gittiğimizde ise, daha doğrusu gitmeye çalıştığımızda ise, polisin yoğun müdahalesiyle karşı karşıya kaldık. O günden bugüne, günlerdir medyada yer tutan ve tüm üniversitelere yayılan protestolar 27 Aralık günü ODTÜ’de son yılların en büyük öğrenci eylemlerinden birini oluşturdu.

18 Aralık: Tayyip’in intikam günü Erdoğan’ın okullarına geleceğini öğrenen öğrenciler olarak saat 14’ten itibaren bölümleri gezerek öğrencileri haberdar etmeye çalıştık. Bunun sonucunda en doğal ve meşru hakkımız olarak başbakanı protesto etmek için saat 16 civarında Fizik binası önünde buluşarak TÜBİTAK binasına doğru yürüyüşe geçtik. Ancak daha TÜBİTAK binasına gelmeden polisin yoğun gaz bombasıyla karşı karşıya kaldık. “Bilimi satan, emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol” pankartımızla aslında amacımız çok açık ortada idi. Polisin vahşi saldırısı da onların gerçek yüzlerini, her gaz bombasıyla birer birer önümüze düşürmekteydi. Ormanlık alanlara, bölümlere kaçan birçok öğrenci yoğun gaz ve tazyikli sudan etkilenmişti. Yine birçok öğrenci yaralanırken, Ankara Üniversitesi Hukuk Bölümü öğrencisi Barış arkadaşımız ağır bir şekilde yaralanıp, günlerce yoğun bakımda kaldı. Çatışmalar saatlerce sürerken polis saldırısı aralıksız devam etti. Tayyip Erdoğan programını bitirip okuldan çıktıysa da, polis okulda 21:30’a kadar kaldı ve son kez o saatte şiddetli bir biçimde saldırganlığını sergiledi. Bundan iki sene önce, yine TÜBİTAK binasına, yine aynı “şahsiyet”, Tayyip Erdoğan gelmişti. Benim ODTÜ’deki ilk senemdi. Arkadaşlarım gözaltına alınırken bizler polisin biber gazına maruz kalmıştık. Ancak

o zaman polis sadece bulunduğu saatlerde üniversitede durmuş ve sonrasında biz öğrencilerin kovalaması sonucu ODTÜ Bilkent kapısından dışarı çıkmıştı. Aslında bu sefer yaşadıklarımız bana bir intikam duygusunu hatırlattı. Bu seferki saldırıda polis Erdoğan’ın gidişi sonrasında üniversiteyi terk etmeyerek ve öğrencileri elinden geldiğince darp etmeye çalışarak, bizlere gözdağı vermek istedi. Bu aleni davranışlarına karşı, ODTÜ geçmişten gelen geleneğiyle beklemedikleri bir refleks sergileyerek saatlerce direndi. Erdoğan’ın 3600 polisine ellerimizde pankartımız, dillerimizde sloganlarımızla direndik. Onlar gibi bizleri koruyacak ne panzerler ne de kalkanlarımız vardı. Saatler süren çatışmada, ders yapan öğrenciler, amfilerinden gaz bulutları gördüler ve ses bombası duydular. Ve bunun sonucunda birçok arkadaşımız yaralandı.

Erdoğan’ın yalanlarına karşı üniversite gençliği Saldırı sonrası gerek başta ODTÜ olmak üzere birçok üniversitede, gerekse medyada bu konu gündemde durmaya devam etti. Polis saldırısı ilk defa karşılaştığımız bir durum değildi. Ancak bu sefer öğrencilerin en ufak bir müdahalesi olmadan polisin aşırı dozda güç kullanması vardı. Saldırıdan iki gün sonra ODTÜ’de öğretim görevlileri ve öğrenciler, “POLİS VARSA, ŞİDDET VARSA DERS YOK!” diyerek bir günlük boykot gerçekleştirdi. Öğrencilerin birçoğu tarafından olumlu karşılanan boykotu birçok bölümde, özellikle hazırlık bölümündeki binlerce öğrenci destekledi. Birçok ders boykot edilerek Tayyip Erdoğan’ın azgın saldırısına karşı ses yükseltildi. Boykot eden öğrenciler, araştırma görevlileri, öğretim elemanları ve işçiler üçlü amfiye gelerek durumu değerlendirip tek ses oldular. Ortadoğu Öğretim Elemanları Derneği adına basın açıklamasını okuyan Ali Gökmen, kampüsün birçok yerinde derslik, anaokulu, laboratuar gibi birçok yere gaz ve ses bombalarının atılarak bu yerlerin tahrip edildiğini söyledi. Gerçekten de bir kreşe ya da anaokuluna gaz bombası atılmasının açıklaması olamazdı.

41


Ocak 2013 • sayı: 94

marksist tutum

ODTÜ’de başlayan bu süreç diğer üniversite kampüslerinde de ses buldu. Birçok il ve üniversitede, öğrenciler ODTÜ’ye selam yollayarak hükümeti protesto ettiler. Bu protestolar karşısında, YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, Göktürk-2 uydusunun fırlatılması bahanesiyle bir polis ordusuyla ODTÜ’ye adeta çıkarma yapan Tayyip Erdoğan’ı protesto eden öğrenciler hakkında soruşturma başlatılması için 21 Aralıkta YÖK Denetleme Kurulu’nu görevlendirdi. Marmara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi yönetimleri de ortak bir açıklama yaparak polisi değil ODTÜ’lü öğrencileri kınadı. Ancak bu utanmaz kınamalar öğrencilerden tepki aldı. Çünkü bizler öğrencilerin gözünde haklıydık. Bu açıklamalardan sonra, Galatasaray Üniversitesi rektörünü istifaya çağıran Galatasaray Üniversitesi öğrencileri eylemler gerçekleştirdi. Rektör yanlış anlaşıldığını iddia ederek geri adım atmak zorunda kaldı. ODTÜ’yü hedef göstererek rektörlerine çağrı yaptırtan Başbakan, öğrencilerin tepkisi sonucunda toplumun bir bölümü açısından amacına ulaşamadı. Aslında bu tarz olayların toplumu kutuplaşmaya götürdüğü de aşikârdır. Ankara’da 10 üniversite öğrencisi gözaltına alınıp 8 öğrenci adliyeye terörist suçlamasıyla sevk edilmişti. AKP’nin yargıyı ele geçirdikten sonraki tutuklama terörünü benzeri bir süreç daha mı geliyor diye düşünmüştüm. Çünkü ODTÜ’de bu üçüncü senem ve ben birçok öğrenci arkadaşımın gözaltı süreci sonrası tutuklandığına şahit oldum. Kimi HES’lere karşı, kimi parasız eğitim hakkı için, kimi ise anadilde eğitim hakkı için mücadele veriyordu. Birçok talepleri temel insan haklar olan taleplerdi. Kimi 6 ay, 1 yıl içerde yatıp suçsuzsun denilip serbest bırakıldı. Kimi için ise çıkmamak üzere içerde diyorlar. Bu sefer arkadaşlarımızın hepsi serbest bırakıldı. Bizler de derin bir nefes aldık. Tayyip Erdoğan olaylar sonrası medyaya öyle açıklamalar yapıyordu ki, ben hayretler içinde kaldım. Çünkü iddia ettiği şeyler yalandı. Erdoğan, elimizde sapanlar, sırtımızda molotoflarla polise saldırdığımız ve de bunun sonucunda polisin müdahale ettiğini söylüyordu. Gelen itfaiyenin okulu yaktığımız için geldiğini söyledi. Oysaki elimizde molotof falan yoktu. Gelen itfaiye araçları ise suları biten TOMA ve panzerlere su takviyesi yapıyorlardı. Yine Başbakan polisi kınayan, yaşadığımız şiddet sonucu bizleri savunan öğretim üyeleri ve üniversite yönetimini hedef alıyor ve hedef gösteriyordu. Daha önce de yazdığım gibi üniversite rektörleri de başbakanlarını dinleyip açıklamalar yaptılar. Tüm bu gelişmeler sonucunda ODTÜ’de 3 günlük bir program belirlenmişti. Bunun öncesinde ODTÜ içinde buluşarak Eskişehir yolundaki A1 kapısına yürüyüş yaparak yaşananları protesto ettik. Ardından otobüslerle Kızılay meydanındaki KESK ve Demokrasi Güçlerinin destek eylemine katılıp okulumuza geri döndük. Daha sonra da, belirlenen program dahilinde, ODTÜ’de 3 gün boyunca söyleşiler, etkinlikler ve en sonunda yürüyüşle beraber Devrim Stadyumunda dayanışma kon-

42

seri yapılacaktı. 3 gün boyunca birçok akademisyen, gazeteci ve aydından destek geldi. ODTÜ’de direniş başlamıştı. Etkinliklerin son günü olan 27 Aralık geldiğinde 12:30’da hazırlık önünden yürüyüş başladı. Yürüyüşe A4 kapısından Ankara Üniversitesi öğrencileri, A1 kapısından Hacettepe Üniversitesi öğrencileri kalabalık gruplarla giriş yaparak katıldılar. Yürüyüşe 5-6 bin civarı kişi katıldı. Bu sayı önemli bence, çünkü ODTÜ’de 2000’li yıllardan bu yana yapılan en kalabalık eylemler 500, 600 kişi civarı katılımlarla yapılmıştır. Binlerce kişi sloganlarla Devrim Stadyumuna yürüdü. ODTÜ Araştırma Görevlisi Ercan Bölükbaşı, Tuncay Çelen, ODTÜ öğrencisi İlknur Özcan, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği Başkanı Ali Gökmen ve KESK Genel Başkanı Lami Özgen konuşmalar yaptılar. Daha sonra konserler gerçekleşti. Konserlerde, Pınar Aydınlar, Sevinç Eratalay, Beyoğlu Kumpanya, Nejat Yavaşoğulları, Marsis ve Bandista sahne aldı. BKM Mutfak oyuncusu Emre Canpolat da öğrencilere destek veren bir konuşma gerçekleştirdi. Etkinlikte birinci yıldönümünü yaşadığımız Roboski katliamı lanetlenirken, İstanbul Teknik, Galatasaray ve Mimar Sinan Üniversitelerinden gelen işgal haberleri coşkuyla karşılandı.

Sürecin gösterdikleri Tüm bu gelişmeler okulumuzda yaklaşık bir on günlük süreçte yaşandı. Bu sürecin bize gösterdikleri var. Öğrenci gençlik olarak en başta YÖK düzenine karşı gelerek, baskı ve polis şiddetine dik durarak mücadele vermeliyiz. ODTÜ’de olanlar bir günde patlak veren bir durum değildir. Özellikle AKP’nin devlet mekanizmalarını ele geçirdiği süreçten beri her türlü muhalif unsur polis terörüyle, tutuklama terörüyle terbiye edilmeye çalışılıyor. AKP kendi yarattığı bu terör ortamının sorumlusu olarak muhalif kesimleri gösteriyor ve onları terörist ilan ediyor. Bundan biz öğrenciler de nasibimizi almış bulunmaktayız. En son takip edebildiğim rakamıyla, tutuklu öğrenci sayısı 700 kişiyi aşmış durumda. AKP iktidara ilk geldiğinde mağduriyet edebiyatı yapıyor ve YÖK’ü kaldırmaktan bahsediyordu. Ancak AKP iktidarı pekiştikçe, Kemalist statükocu kesimi tasfiye edip devleti ele geçirdikçe bu tarz demokrat söylemleri de kaybolmuş durumda. Sıra arkadaşlarım “terör örgütü” üyeliği veya propagandasını yapma iddiasıyla tutuklanıyor. Mücadelemizden kopartılmaya, işçi sınıfının gö-


sayı: 94 • Ocak 2013

marksist tutum

zünde kötü gösterilmeye çalışılıyor. Ama sanayi bölgelerine, işçi semtlerine gidip işçilerle, sınıf kardeşlerimizle konuştuğumuzda dertlerimizin aynı olduğunu göryoruz. Bizler eziliyoruz, bizler sömürülüyoruz. AKP’ye oy atanı da atmayanı da biliyor ki, emekçiler ve emekçi çocukları asgari ücretle geçinemiyor. Başbakan, ODTÜ süreci yaşanırken öğrencilere bir “müjde” verdi. Erdoğan dedi ki, bu sene öğrenci kredilerine tekrar zam yapılacak. Tayyip Erdoğan bilmiyor ki, ne işçiler ne de biz öğrenciler aptalız. O verdikleri kredilerin altına ben üniversiteye başladığımda birçok öğrenci arkadaşımla 5 sene için 14 bin liralık imzalar attık. Hani o mezun olduğunda iş vermek zorunda olmadıkları üniversite öğrencileri var ya, onlar, yani bizler, iş bulmadan ya da üç kuruş verdikleri maaşlarla 14 bin lira kredi ödeyecekmişiz. Ve bu da bizim müjdemizmiş! Ben açıkça söylüyorum; hadi oradan Tayyip diyorum. Sen bizleri TOMA ve panzerlerinden üstümüze sıktığın tazyikli sularla, polislerinin elinden çıkan gaz ve ses bombalarıyla terbiye edemezsin. ODTÜ bir geleneğin ürünüdür. İçerisinde adı Devrim olan bir stadyum vardır. Yani demek istediğim ODTÜ’de yıllardan beri cuntalarıyla, 12 Eylül darbesiyle ezilmeye çalışılsa da büsbütün ezilememiş bir öğrenci hareketi vardır. Senin de gücün buna yetemeyecektir. Gazi Üniversitesi gibi yıllardan beri gerici ve faşist unsurları içinde barındıran üniversiteler yaratmayı hayal etseler de, bunu birçok yerde, başta

K

ODTÜ olmak üzere başaramadılar. Eskiye nazaran az da olsa hâlâ ODTÜ’de örgütlü örgütsüz mücadele veren bir öğrenci hareketi vardır. Ve bunun sonucu olarak ODTÜ’de bu olaylar zinciri patlak vermiştir. Bizler muhalifiz bu hükümete, ama benim asıl muhalifliğim hükümete değil bu sistemedir. AKP hükümeti bu sistemin Türkiye’deki temsilcisi, patronların ağzıdır. Bu ülkenin geçmişinde yüzlerce faili meçhul vardır. Öldürülen, asılan birçok öğrenci vardır. Dün farklı değildi, bugün de farklı olmayacak biliyorum. Ancak ve ancak patronlarıyla, hükümetleriyle bu sömürü sistemini tümden karşımıza aldığımızda yarınlar farklı olacak. Bence bahsettiğim en önemli sözcük bir önceki paragraftaki örgütlülük kelimesiydi. Bizler ne kadar örgütlüysek o kadar güçlüyüz. Bireysel tepkilerle bu iş yürümez. Bizler ezilen, sömürülen kesimler bir araya gelip mücadele vermeliyiz. Kapitalist sistemde biz öğrencilerin mücadelesi de bir sınıf mücadelesinin bir parçası olmalıdır. Anadolu’dan gelen birçok emekçi çocuğu hem okumaya hem de çalışmaya çalışıyor. Bu yüzden öncelikli olarak her alanda işçi sınıfının örgütlülüğünü güçlendirmek gerekiyor. Üniversiteli öğrenciler olarak 12 Eylül’ün çocuğu YÖK’e karşı çıkmalı, bilimsel, parasız, eşit ve anadilde eğitim hakkımızı savunmalıyız. İşçi sınıfıyla birlikte örgütlü sınıf mücadelesi vermeliyiz. ODTÜ’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci

Yarınların Bugünü

apitalizmle birlikte eğitim sistemi ve aslında patronların devletinin eğitim politikaları, bu üretim ilişkilerini destekleyecek biçimde ele alınmaya, biçim değiştirmeye başladı. Sermaye sahipleri her alanı kâr aracına dönüştürmeye çalışmakta. Bu anlamda teknolojik gelişmeleri yakalama ve işgücünü bu gelişmelere ayak uyduracak şekilde eğitme noktasında üniversitelerin dönüşmesi de burjuvazinin es geçilmeyecek ihtiyaçlarından biridir. Bu noktada YÖK, üniversitelerin piyasa ilişkilerine uygun dönüşümünü sağlama görevini üstlenmiştir. Sorgulamayan, düşünmeyen bireyler yetiştirme görevini layıkıyla yerine getiren bu darbe kurumu, bilginin meta, üniversitelerin işletme, öğrencilerin ise müşteri olduğu mevcut sistemi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda iyice derinleştirmeye çalışmaktadır. Bu koşullar içinde şekillenen öğrenciler ise rekabete dayalı onca sınavın ardından girdikleri üniversitede yarış atının psikolojisinden kurtulacaklarını düşlerken, sistemin onlara dayattığı rolü daha çok benimsemeye, daha çok sindirmeye başlamaktadırlar. Her sene istihdam edilebilecek sayının 30-40 katı kadar öğrenci alan bölümlerde okuyan gençler işsizliğin pençesine düşecekleri günleri beklemektedir. Geleceksizlik korkusuyla arkadaşlarını birer rakip olarak görmekte ve o oranda da aslında kendini ve insani ilişkileri tahrip etmektedir. Sadece derslerine odak-

lanan öğrenci başka bir şey sorgulamamakta, düşünmemektedir. Ezberciliğe dayalı bu eğitim sisteminin ürünü, tam da piyasanın ihtiyacı işgücü olarak mezun olmaktadır. Aslında hayat boyu bir elemeye tâbi olması onu kendi akranlarından üstün kılacak şeylere (envai çeşit kurs, sertifika, program vs) meyil etmeye, bunlara mecbur olmanın yakıcılığını hissetmeye sevkederek, bir durup düşünmeye izin vermiyor olsa gerek. Bu kurslara, seminerlere vs. gidemeyen arkadaşlarımızın halinden bahsetmiyorum bile! Sermayenin eğitimiyle, medyasıyla şekillendirdiği öğrenci (müşteri) okuldan mezun olduğunda ise gerçeklerle tanışma fırsatına eriyor. Okulda kaldığı süre boyunca her ne kadar o rolü oynamaktan sıkıldığını fark etse de, burjuva medyanın haberleri, dizileri, filmleri ve darbeden sonra üzerinden ölü toprağını atamamış bir toplumun etkisinde tekrardan o role sarılıyor. Kapitalizm insanlara umut satarken, her alanı kâr aracı haline sokarak yakıcılığını en derinimize kadar işliyor. Bizlerse örgütlü oldukça gücümüz artıyor, örgütlendikçe sesimiz yükseliyor. İşçi sınıfının çocukları olarak üzerimizdeki yük hayli fazla. Daha güzel yarınlar bugünlerden hazırlanacak. İnsanlık elbette bu zulme bir dur diyecektir. Bize düşense fırtınaya en iyi şekilde hazırlanmak. Ne de olsa dalgalanacaktır o deniz, kızıl bir şafak vaktinde… İstanbul Üniversitesi’nden bir öğrenci

43


Okurlarımızdan

Avusturya’da İşçilerin Çalışma Koşulları Ağırlaşıyor!

A

vusturya işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu oldukça gerçekçi bir tarzda ele alıp kamuoyuna yansıtan önemli bir araştırmanın sonuçları, Yukarı Avusturya eyaletinin İşçi Odaları başkanı Johann Kalliauer tarafından düzenlenen bir basın toplantısında açıklandı. Araştırma sonuçlarına göre, her on işçiden en az dördü, hayatını kazandığı iş veya mesleği ağır stres ve psikolojik baskı ortamında ifa etmeye çalışıyor. Yapılmakta olan işin yüklediği sorumluluk, mesai sırasında zamanla yarışma ve işe sürekli konsantre olma mecburiyeti işçiler üzerindeki ruhsal ve sinirsel gerginliği oluşturan en önemli faktörlerin başında geliyor. Tüm bunlara ilaveten yapılan işin tekdüzeliği, işçinin geleceğe yönelik perspektif kaygıları ve güvensizlik duygusu ortada duran tabutun üstüne “son çiviyi” çakıyor. Mesai bitiminden sonra limon gibi sıkılıp posaları çıkarılan emekçiler birer “zombi” gibi evlerinin yolunu tutuyorlar ve kapitalist sömürü düzeninin çarkları dönmeye devam ediyor. İnşaat sektöründeki işçilerin %41’i, fabrika işçilerinin %39’u ve market, mağaza gibi işyerlerinin kasiyerlerinin %38’i sözü edilen ruhsal baskı faktörlerinden ağır şekilde etkilenmekteler. Araştırma sonuçlarının ortaya koyduğu bir başka istatistik bilgi, kapitalist sistemde çalışmanın işçiler için ne kadar dayanılmaz bir angarya olduğunu gözler önüne seriyor. Buna göre Avusturya’da işçilerin ruhsal rahatsızlıklar nedeniyle bir yıl içinde raporlu geçirdikleri gün sayısı 1994 yılından bu yana tam üç katına çıkmış. İşveren tarafından dayatılan hızlı çalışma temposuna bağlı zaman baskısı, emekçiler üzerindeki sürekli kontrol ve gözetleme terörü, iş stresinden uzaklaşma ve dinlenme olanaklarının kısıtlılığı, işçilerin ruh sağlığını bozan belirleyici faktörler olarak tespit edilmiş. Anket yapılan işçilerin %13’ü ise işyerindeki gürültünün kendilerini depresif yaptığından şikâyet etmişler. Bu koşullar altında çalışarak hayatını kazanmaya mahkûm edilen proleter kitlelerin bunun karşılığında aldığı sefil ücretler ise kuşkusuz onları mutlu ve motive etmekten çok uzak. Ruhsal sorunlarla boğuşmak zorunda kalan işçilerin dertleri bunlarla da bitmiyor. Çünkü psikolojik baskı ortamı bedensel rahatsızlıkları da tetikliyor. İşçilerin üçte ikisi adale kasılmalarından ve/veya sırt ağrılarından şikâyet ederken, %67’si kronik yorgunluk ve %62’si sürekli baş ağrılarından muzdarip durumda. Avusturya işçi odaları (Arbeiterkammer) ve işçi sendikalarının başında bulunan bürokratların bu hazin tablo karşısında bir şeyler yapıyormuş pozlarına girerek getirdikleri önerilere, bırakın sınıf bilinçli işçileri Viyana’daki parklarda bol miktarda bulunan kargalar bile kahkahalarla güler. İşyeri ve işkolu bazında işçiler üzerinde ruhsal rahatsızlık ve bozukluğa yol açan baskı unsurlarının araştırılması, tespiti ve dökümü ile bu sorunların aşılması veya en azından hafifletilmesi yolunda işveren temsilcileri ve işletme yönetici kadrolarıyla koordine bir çalışma yürütülmesi ve gerekirse büyük işletmelerde psikologların istihdam edilmesi gibi bir sürü “parlak” fikri çözüm olarak yutturmaya çalışan bu dolgun maaşlı bürokratlar aslında sadece

44

şov yaptıklarının bal gibi farkındalar. Fabrikaların, işletmelerin, makinelerin, mağaza ve marketlerin burjuvazinin özel mülkiyeti altında bulunduğu bu sistemde işçi yığınların üzerine kâbus gibi çöken kapitalist sömürü mekanizması daima azami verim ve kâr elde etmeye endekslidir. İşçiler bu düzende kendi refahları için değil, üretim araçlarının sahibi olan burjuvaların kâr ve servetlerini büyütmek için çalışırlar. Hayatlarını kazanmak için bedensel güçlerini sefil ücretler karşılığında kapitalistlere satmak zorunda kalan mülksüz proleter yığınların üretim araçları karşısındaki sınıfsal pozisyonu, onların mutlu, sağlıklı, güvenli, tatmin edici ve eğlenceli bir mesai ortamında çalışarak üretimde bulunma hakkını elinden alır. Bunu kazanmanın ve sonsuza kadar korumanın bir ütopya olmadığını idrak eden bilinçli işçiler içinse tek bir yol vardır. Sosyalist devrim için örgütlenip mücadeleye atılmak! Avusturya’dan A.E.

G

Ceylanlar Nasıl Kurtulur?

ünlerdir televizyonda Van’ın bir köyünde yaşayan küçük Ceylan’a yapılan yardım anlatılıp duruyor. Yardım da sadece giyecek şeylerden ibaret. Ceylan ilkokula giden bir kız çocuğu, ayağında ayakkabısı yok, fakir bir ailenin çocuğu. Burjuva medya haberi öyle bir veriyor ki, izleyen de iki çift ayakkabı ve birkaç elbiseyle sorunu kökten çözülmüş sanır. Yapılan yardımdan sonra “Ceylan hayata daha umutla bakmaya başlamış”mış! Zaten yardıma muhtaç çocuklara devletin bakması gerekmiyor mu? Devlet görevini yapmadığı için teşhir edilmediği gibi, birkaç parça giysi sayesinde birileri kahraman ilan edilip göklere çıkarılıyor. Diyelim Ceylan’a gerçekten büyük bir yardım yapıldı. Hayatı değişti, iyi okullarda okumaya başladı, iyi bir meslek onu bekliyor. Peki diğer Ceylanlar ne olacak? Onlar hayata umutla bakabilecekler mi? Burjuva devlet göstermelik bir şeyler yapıyor fakat gerisi gelmiyor. Oysa işçi-emekçi çocuklarını bir çift ayakkabıya muhtaç hale getirenler de kendileri… Şehirler aç, yoksul, evsiz çocuklarla dolu. Kapitalizm işçi sınıfını sömürerek saltanatını sürdürüyor. Utanmadan dönüp bir de “bakın bizim de vicdanımız var” demeye getiriyorlar. Oysa işçi sınıfının penceresinden bakanlar için burjuvazi ne geçmişte vicdanlı olmuştur, ne de gelecekte olacaktır. Onların bu vicdan şovları, işçi ve emekçileri kandırmak içindir. Bu sistemin vereceği umutlar hep yıkım, hep acıyla doludur. İşçi sınıfının kapitalizmin umuduna ihtiyacı yok. Üretenlerin tek bir umudu vardır, o da örgütlülükten gelen güçleridir. Güzel günler, güneşli günler umuduyla örgütlenelim. Avcılar’dan bir kadın işçi


Okurlarımızdan

Patriotların Yönü Suriye’ye Dönerken! T

ürkiye’nin NATO anlaşması çerçevesince alacağı Patriot hava savunma sisteminin bazı parçaları ile bunları kullanacak askeri personel geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye geldi. Bu AKP hükümetinin anlattığı gibi savunma amaçlı bir hazırlık değildir. Tam aksine geçmişte Körfez Savaşında olduğu gibi Patriot füzelerinin yerleştirilmesi aslında savaş hazırlığıdır. Bu gelişmeler, Suriye’deki savaşın şiddetlenerek devam edeceğinin ve Türkiye’nin rolünün daha da artacağının göstergesidir. Burjuva politikacıların her gün yaptıkları konuşmalarda can güvenliğimizin anahtarı gibi anlattıkları füzeler, kendi başlarına sözde savunma amaçlı olsalar bile masum insanları öldürecek savaşın parçasıdırlar. Yaklaşık 2 yıldır süren Suriye’deki iç savaşta binlerce insan ölmüştür. Emperyalist güçler etnik, mezhepsel ayrılıklar temelinde kitleleri birbirine düşürerek emperyalist çıkarlarını hayata geçirmek için birbirleriyle mücadele etmektedirler. Suriye halkının haklı taleplerini Esad diktatörlüğünün kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştığı bir gerçektir. Ancak emperyalist güçlerin amacı bu kanı durdurmaktan çok kendilerine yeni pazarlar açmaktır. ABD’de de başkanlık seçiminden sonra Obama artık rahatça konuşup somut hamlelere yapmaktadır. Irak ve Afganistan’dan kontrollü olarak çekileceklerini söyleyen Obama’nın, seçimleri geride bıraktıktan hemen sonra Suriye’ye müdahale için hız vermesi bizleri çok da şaşırtmadı. Çünkü bizler biliyoruz ki, kapitalist-emperyalist güçler çıkarları ne şekilde konuşmalarını gerektiriyorsa o şekilde konuşurlar. Kâr hırsları yüzünden işçilerin emeğini de gasp ederler, emekçilerin haklarını da çalarlar, halkları birbirleriyle savaştırıp kendilerine yeni pazarlar da açarlar. Hepimizin de bildiği gibi kapitalist sistem, 2009’dan beri büyük bir krizin eşiğinde. 2008-2009 sürecinde her ne kadar kriz teğet geçti diyerek bizleri kandırmaya çalıştılarsa da zamları ve işten atmaları gizleyemediler. Son eko-

nomi raporları gösteriyor ki, Türkiye beklenen büyüme hedefini gerçekleştiremedi, bütçe açıkları arttı ve bunun faturası yine emekçilerden çıkartılmaya çalışılacak. Bir diğer meseleyse 2013 bütçesinde şiştikçe şişen savaş harcamalarıdır. Nereye harcandığı açıklanmayan ama cümle âlemin bildiği örtülü ödenekte büyük artışlar gözlenmektedir. Kürtlere yönelik askeri operasyonlara harcanan paraya şimdi de Özgür Suriye Ordusuna yapılan yardımlar eklendi. 2013 bütçesi gösteriyor ki, o paralar bizlerin cebinden vergi olarak çıkmaya devam edecek. Suriye’deki savaş çok yönlü bir meseledir. AleviSünni, Kürt-Arap, Türk-Kürt gibi birçok etnik ve mezhepsel ayrışmayı içinde barındırmaktadır. Bu tarz ayrışmalar sadece Suriye’yi etkilemeyecektir. Türkiye başta olmak üzere tüm Ortadoğu’da etkileri görülecektir. Emperyalist müdahale için anaakım medyadan hükümet eliyle pompalanan milliyetçiliğe kapılmamalıyız. Biz biliyoruz ki işçilerin kardeşleri, dostları patronlar değil tüm uluslardan işçilerdir. Elbette ki bizler Esad diktatörlüğüne karşı hakları yenilen ve zulüm gören işçi-emekçi halkın yanındayız. Ancak işçi-emekçi kardeşlerimizin talepleri kapitalist-emperyalist güçlerin kanlı eli tarafından asla karşılanamaz. Ortadoğu’da buna benzer örnekleri tam da Suriye’nin yanı başındaki Irak’ta gördük. Irak’ta halen kanlar dökülmekte, işçiler ezilmektedir. Patronlar ise kasalarını parayla doldurmaktadır. Evet dostlar, emperyalist savaş çığırtkanlığına karşı koymalı, mezhepçi ve milliyetçi kışkırtmalara gelmemeliyiz. İşte o zaman tüm işçiler olarak, mezhep, ırk ayrımı gözetmeksizin bir araya geliriz. Hakları yenilen, zulüm gören işçiler ancak işçilerin birliğiyle haklarını alabilirler. Emperyalist güçlerin savaş çığırtkanlığına karşı; Kahrolsun Emperyalist Savaş! Yaşasın İşçilerin Birliği ve Halkların Kardeşliği! Ankara’dan Marksist Tutum okuru öğrenciler

Egemenlerin Fermanı: Roboski! “Fermandır. Fermandır. Kürtlere fermandır. Bomba yağmurudur…” diye başlar bir Kürtçe ağıt. Kimi zaman Dersim’de, kimi zaman Halepçe’de… Son örneği de Roboski’de savunmasız halkın üzerine yağdırılan bombalardır. Yıllardır hesabı sorulmayan ve “terörle mücadele” adı altında yapılan yargısız infaz ve katliamların bir devamıdır Roboski. Mazlum bir halkı yaşamak için sınır ticaretine mecbur kılan, sonra da katleden egemenlerin sisteminin ürünüdür Roboski. Üzerinden bir yıl geçti. Burjuva medya üzerine düşen görevi yaptı: Ölen insanları suçlu ve yargısız infaza layık gösteren yayınlar yaptı. Egemenler katliamın üstünü örtmeye ve unutturmaya çalıştılar. Sonra kan parasıyla ölenlerin yakını köylüleri satın almaya çalıştılar. “Biz para değil adalet istiyoruz” cevabı ile duvara çarpan egemenler, ne yapacaklarını şaşırdılar. Olayın ilk günlerinde “bir hata varsa asla örtbas edilmeyecek”

beyanında bulunan egemenler, sonra sus pus kesilmişlerdir. Bu katliam Türkiye tarihinde kara bir leke olarak yerini almıştır. Yıllar geçse de, bu sistem devam ettiği sürece bu katliamın aydınlanacağına ve gerçek adaletin yerini bulacağına inanmıyorum. Bundan sonra da böyle katliamların olmayacağını kim söyleyebilir? Yıllar öncesinde 33 kurşun, günümüzde Roboski. Sınır ticareti yapanların katledilmesi... Katliamlar ancak insanların yaşamak için bunca zorluk ve riskle karşılaşmayacağı ve sınırların kalkacağı işçi iktidarıyla son bulacaktır. Gerçekte hiçbir halk başka bir halkın düşmanı değildir. Düşmanımız, bizi birbirimize kırdırma hesapları yapan egemenlerdir. Sarıgazi’den bir işçi

45


Okurlarımızdan

Yüzleri Kasap Süngeriyle Silinenler! S

ınıflı-sömürülü toplumların hepsinde egemenler toplumu kandırabilmek için türlü yollara başvurmuşlardır. Kapitalizmde ise bu incelikli yöntemlerle ve daha etkili araçlarla devam etmiştir. Burjuvazi bu yolla kitlelerin sisteme olan güvenlerini tazeleyerek, sistemin bekasını sağlamaya çalışmıştır. Ancak bu çabalar nasıl ki kapitalizmden önceki sistemleri yok olmaktan kurtaramadıysa, kapitalizmin de işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılmasını engelleyemeyecektir. Kendi düzenini korumak isteyen burjuvazi, sorunlarımızın bu sistem içinde çözülebileceği ve bu sistemin dışında daha “akılcı” bir sistemin olamayacağı yanılgısını yaratıyor işçi sınıfı içinde. Medyada yer alan şu haber bu durumu öyle güzel anlatıyor ki bize. İzmir’in Gaziemir ilçesinde bulunan Aslan Avcı kurşun fabrikası 1940’tan bugüne kadar, ömrünü tamamlamış hurda ve akü kurşunlarını eriterek külçe kurşun üretiyor. Ancak hurda malzemelerin bir bölümünün ciddi ölçüde radyasyon içerdiği anlaşılıyor. Bu fabrikanın sahipleri, radyoaktif atıkları fabrikanın kurulu bulunduğu alanın bahçesine gömerek hem toprağı hem de çevre halkını zehirlemişler. Araziye gömülü atıkların miktarının 100 bin tondan fazla olduğu söyleniyor. Aslında haberin bu kadarı bile vahimken, olayın basına yansımasından sonra yaşananlar bu kadarına da pes dedirten cinstendi. Birincisi, bu firmanın, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın 2007 tarihinde İzmir’de düzenlediği “yaşam, cevre, teknoloji” ana temalı Ulusal Çevre Mühendislik Kongresi’nin sponsorlarından biri olduğu ortaya çıktı. Ne kadar ikiyüzlüce değil mi? Hem doğaya ve insanlığa geri dönüşü olmayan zararlar vereceksin hem de “çevre sorununa duyarlıyım ve bu sorunun çözümü için bir şeyler yapıyorum” diyeceksin! Tam da kapitalistlere uygun bir davranış! İkincisi ise fabrikaya incelemeye gelen Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ekibinin fabrikaya ilişkin inceleme raporu. TAEK müfettişleri raporda, 2007’den bu yana inceleme yapıldığını ve öncekilerle uyumlu olarak herhangi bir anormalliğin gözlenmediğini açıklamışlar: “Ölçümlerimizi yapıyoruz basında çıkan haberler için. 2007 yılından beri geliyoruz. Son çıkan haberler

üzerine tekrar geldik. 2007’de yine aynı sonuç çıkmıştı. Burada eritilen kurşunlar eski akülerin kurşunları. Bu görülen duman akülerin separatörlerinden çıkan yangın. Radyasyonla ilgisi yok. Ortalık sakin. Yükselti yok. Gayet sakin. Normal değerler. 2007’deki değerlerle aynı. Fiziki korumaları değişmiş, tel örgüler gitmiş. 2007’de ceza kesilmişti. O Çevre Bakanlığı ile ilgili, bizimle ilgili değil.” Bu sözler üzerine gazetecilerin “radyasyon ölçümü yapıyor musunuz?” sorusuna ise “bulgu yok” sözleri ile cevap verdiler. Bu fabrikanın çıkarlarını düşünen, fabrikanın çevreye verdiği zararın üstünü örtmeye çalışan ve böyle bir rapor hazırlayan bir kurumdan insanlığın çıkarına bir karar çıkabilir mi? Üçüncüsü ise fabrikayı dedelerinden miras alan torunların, “geleneğimizi geleceğe taşıdığımız için gururluyuz” sloganıyla yeni fabrikalarını İzmir-Torbalı’da Fetrek Çayının yanı başına kurmasıdır. Fabrikanın web sitesindeki tanıtımda şunlar yazılmakta: “Çalışanlarımızın sağlığı, güvenliği ve çevreye duyarlılık yönetimimizin çalışma disiplininde ilk sırayı alır. Sorumluluklarımız: işçilerimizi ve çevremizi korumak için o sağlık risklerini öngörmek. Kazalara karşı sağlık ve güvenlik önlemleri almak. Doğal enerji kaynaklarını maksimum verimlilikle kullanmak. Atık ve gürültü kirliliğini, çevreyi ve sağlığı en az etkileyecek şekilde kontrol etmek.” Torunlar yalnızca fabrikayı miras almamış, burjuva ikiyüzlülüğünü de miras almışlardır. Yani sınıflarının meşrebine uygun davranmışlardır. Fetrek Çayından çiftçiler tarım arazilerini suluyor ve çocuklar bu çayın içinde oyun oynuyor. Gerisini siz düşünün! Dördüncüsü ise, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’a da zehirli fabrika soruluyor ve o da şöyle cevap veriyor: “Burada normal insan yaşamını etkileyecek hiçbir olumsuz seviyede radyoaktif malzeme yok. Bütün ortamlarda olabilecek düzeyde bir radyoaktivite var, onun ötesinde başka bir şey yok. Radyasyon tehdidi nükleer tesisin tahrip olması ile ortaya çıkar. Ama böyle bir durum yok. Kimyasal reaksiyon olmuş. Akünün kurşunları çıktıktan sonra atıkların depolandığı yerde toprakla reaksiyona girmesiyle çıkan kimyasal bir kirlilik. Gerekli tedbirleri alıyoruz.” Oysa TAEK müfettişlerinin ve bakanın “her şey normal” dediği fabrikayı Çalışma Bakanlığı 2006 yılından sonra iki kez kapatmış. Maliye Bakanlığı her dönem işletmeye ceza kesiyormuş. Hatta fabrika yönetimi bir yıl kayyumda kalmış. Mirasçıların fabrikanın yerini değiştirerek Fetrek Çayı yanına taşımaları da bundan kaynaklıymış. Kapitalizmde kâr elde etmek her şeyden önce geliyor. Milyonlarca lira kaybetmektense milyonlarca insanın hayatını tehlikeye atmak kapitalizmin doğasında var. Bu yüzden kapitalizm yok edilmeden bu sorunların çözülebileceğini söyleyenler arsızca yalan söyleyerek gerçek sorunun üstünü örtmektedirler. İçinde yaşadığımız tabiatı ve insanlığın geleceğini değiştirebilecek tek güç işçi sınıfıdır. Kapitalizm insanlığı ve çevreyi yok etmeden biz kapitalizmi yok edelim!

Aydınlı’dan bir metal işçisi

46


Okurlarımızdan

Okulların Kışla Olması mı İlericilik? B

irçok kişi gibi ben de Kemalizmin ırkçılık bombardımanıyla daha ilkokul öğrencisiyken tanıştım. En basitinden, her sabah okuduğumuz marştan öyle etkilenmişim ki hâlâ kelime kelime aklımda. “Türküm, doğruyum, çalışkanım” gibi. Oysa şu sorular o zaman hiç aklımıza bile gelmiyordu: Bu marşı sadece Türkler mi okuyordu? İçimizdeki herkes Türk müydü acaba? Ya da Türk olmayanlar tembel ve yanlış mıydı? Peki o “özümüzden çok sevdiğimiz yurdumuz”da ne kadar adam yerine konuluyorduk? Eğitimimiz baştan sona Kemalizm ideolojisiyle dolu bir eğitimdi. Tepeden dayatma gerici bir eğitim ve tepeden dayatma ilkeler. Özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra eğitim kurumları ve devlet kurumları tam askerileştirildi. Küçücük çocuklar bile esas duruşu, asker usulü yürümeyi ve tek tip giymeyi iliklerine kadar içselleştirdi. Hatta asker gören çocuklar esas duruşa geçmeye ve selam vermeye alıştırıldı. Son süreçte ise AKP eğitim kurumlarında tek tip kıyafetin son bulmasını, herkesin istediği gibi okula gelebilmesini sağlayan bir yasa çıkardı. Bunun üzerine statükocu kanat ve medya yaygarayı kopardı. Vay efendim okullarda kutuplaşma olacak, fakir çocukları ezilecek, yok eğitim gericileşiyor, yok okullara başörtüsünü sokacaklar vs. Haliyle bu söylemler işçi-emekçiler içerisine de serpiliyor. Kamuoyunda bir anda tartışma konusu olan bu konu, toplumun bir kesimini CHP’nin yanına atarken, bir kesimini de AKP’nin yanına yedekliyor. Oysa bize ilericilik diye yutturmaya çalıştıkları bu eğitim sistemi tam da gerici bir eğitim sistemidir. Buram buram Kemalizm kokan bu eğitim sisteminde, eğitim günden güne paralı hale gelirken, diğer taraftan da ne anadilde eğitim görmek mümkün, ne parasız eğitim mümkün, ne de ilericilikten bir eser görmek mümkündür. Burada belli ki statükocu kanat bir kez daha sarsıldı. Onlara göre ilericilik, herkesin onların istediği gibi davranması anlamına geliyor. Onların ilerici diye methiyeler dizdiği bu eğitim sisteminde, yıllardır Alevilerin nasıl asimile edildiği hatta yok sayıldığı, türbanlı kızların okuldan dışarı atıldığı, Kürt öğrencilerin anadillerini konuştukları için yıllarca cezaevlerinde ömür tükettikleri bir gerçektir. Statükocu kanadın ve kendisine devrimciyim diyen kimi kesimlerin öne çıkardığı bir söylem, okullarda sınıflaşma olacak, fakir çocukları zengin çocukları yanında ezilecek. Bir kere, zaten bu sınıflaşma var, zenginler ve fakirler çocuklarını aynı okula zaten göndermiyor. Göndermiş olsa bile sınıfsal ayrımı sadece kıyafet mi gizliyor? Tersine, bu sınıflaşmanın ortaya çıkmasıyla eşit olmadığımızı çocuklarımıza daha küçük yaşta anlatmamız gerekecek. İşçi çocukları sınıfsal farklılıkları kendi gözleriyle okulda da görecekler. İşçi ailelerini rahatsız etmesi

gereken şey bu farklılıkların üzerinin açılması değil, bizzat sınıfların varlığıdır. Dinlemiş olduğum bir programda kendine ilericilik atfeden bir kişi, tek tip kıyafetin eşitlikçi olduğunu ve çocukların hafızasına eşitlikçiliği kazıdığını açıklıyor. Buna nasıl inanabiliriz? Sınıflar var, korkunç bir sömürü sistemi var. 12-16 saat fabrikalarda çalışıp çocuklarının yüzünü göremeyen işçiler var. Elini bir kere bir işe sürmemiş egemenlerin çocukları olduğu gibi, her ay iş kazalarında kurban verdiğimiz işçi çocukları da var. Bu sınıf çelişkisini üniformalar mı gizleyecek? Bir başka söylem de başörtüsü konusu. Okullarda başörtüsü serbest olacak ve şeriat gelecekmiş. Yıllardır Kemalistlerin kâbusu haline gelen başörtüsü biz mücadeleci işçileri hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Tabii ki herkesin istediği gibi giyinme, istediğine inanma ve istediği gibi konuşma hakkı vardır. Kimse birilerinin zorlamasıyla tek tipe sokulmamalıdır. Bir kere kapitalist bir sistemde yaşıyoruz. Bu sistem doğası gereği gerici bir sistem olduğuna göre, bu sistemde ciddi bir sınıf mücadelesi olmadan nasıl olacak da eğitim ilerici olacak? En azından sınıf mücadelesi veren Marksistler statükocu kanada prim vermemelidir. Diğer taraftan da AKP kanadı söz konusu. Peki, AKP neden kıyafet serbestliğini getirmek istiyor? Statükocular gericiyse AKP çok mu ilerici? Hayır, ikisi de birbirinden gerici. Açıktır ki her iki kesim de güçlü kendisi olsun istiyor. Dolayısıyla ne bizlere yıllardır gına getiren Kemalizmi ne de AKP’yi savunabiliriz. Bunun yerine bizim ana talebimiz her zaman nettir: herkese parasız, eşit, laik, bilimsel ve anadilde eğitim. Herkesin özgürce anadilini konuşup, eğitimini aldığı, istediği gibi inanıp, istediği gibi giyinebildiği, burjuvazinin gerici eğitiminin yerine bilimsel ve tüm masrafları devletin üstlendiği bir eğitim sistemidir ilerici olan.

Kıraç’tan bir işçi

47


Okurlarımızdan B

Yaşamak Yaşamdan Kopmak mıdır?

iz işçiler çoğu zaman yaşananları o kadar kabulleniriz ki, bizlere normal gelir her şey. Çalışma saatlerinin uzunluğu, ücretlerin düşüklüğü, sosyal yaşamın yok oluşu, fazla mesailer ve daha niceleri biz işçileri her gün biraz daha gerçek hayattan, insanca yaşamdan uzaklaştırmaktadır. Haftanın her günü 12 saat metal fabrikasında çalışan bir işçi arkadaşın şu söylemi iş koşullarının bizi hayattan ne kadar koparmış olduğunu gösteriyor: “Pazar günü çalışma olmayacak dediler. İyi de işe gelmezsem ben ne yapacağım ki?” Patronların kâr hırsı biz işçileri o kadar insanlığımızdan çıkarmış durumda ki, en insani hakkımız olan dinlenme hakkımızı, ailemizle-dostlarımızla geçireceğimiz zamanımızı elimizden almış, bizleri birer robot haline getirmiş durumda. İşe gitmeyince kendimizi boşlukta hissediyoruz. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Dinlenmenin, ailemizle-dostlarımızla zaman geçirmenin, bir yerlere gidip gezmenin anlamını unutmuşuz adeta. Bizler bu kadar uzun süre çalışma sonucunda resmen makinenin bir parçası haline gelmişiz ve makineden ayrıldığımızda ne yapacağımızı bilemiyoruz. Yasalarda haftalık 45 saat çalışmadan bahsedilirken sendikalı-sendikasız neredeyse tüm işyerlerinde bu yasa işlemiyor, işletilmiyor. Makine başında çalışırken, tüm

C

Esenyurt’tan bir metal işçisi

Güzel Günler Göreceğiz Çocuklar!

addelerce yürürsek eğer, caddeler dolusu çocuklar görürüz. Kimisi kendinden büyük okul çantasını taşır zorlana zorlana zayıf omuzlarıyla. Kimisi sinmiş bir köşeye, önünde boya kutusu, kararmış elleriyle gelmeyen müşteriyi bekler. Fabrikalarda çalışan çocuk işçiler de var tabii. Küçücük elleriyle en ağır işlerin yaptırıldığı çocuklar. Bazı çocukları da gazetelerden görürüz. Ölüm haberlerinde görürüz onları. Bombaların ya da mermilerin hedefi olmuş halde. Hepsinin omuzlarına bu yaşta taşıyabileceklerinden ağır yükler bindirilmiştir. Diğerlerine göre daha şanslı okula giden. Ama sevmiyor ki okulu. Bir yarışta o. Hiç bitmeyen, sürekli yeniden başlayan bir yarışta. Önce sınıf arkadaşlarıyla yarışıyor, sonra hep örnek gösterilen komşu çocuğuyla. Yetmez gibi bir de ilçe, il, Türkiye diye büyütüyorlar yarışı. Birileri birinci oluyor, birileri sonuncu. Ama hepsi yarışıyor çocukların; neden olduğunu bilmeden. Bazen seviniyorlar ama yine neden olduğunu bilmeden. Adı Ali diğerinin, belki de Ahmet. Ben de bilmiyorum. Ayakkabı boyuyor o. Onun gibi yüzlerce çocuk var sokaklarda. Kardeşleri de var onun, araba camlarını silen, mendil satan. Bazen görüyoruz biz onları. Bazense görünmez oluyorlar. Kimse görmüyor, bilmiyor, düşünmüyor. Kardeşlerinden biri, galiba ağabeyi de fabrikada çalışıyor Ahmet’in. Hep o yorgun bedeniyle dönüyor akşamları evlerine. Bazen bir yerleri kesiliyor, çok acıyor

48

dikkatimizi işe verirken kendi sorunlarımızdan uzaklaştığımızı zannederiz. Oysaki sorunlar olduğu gibi yerinde durmaktadır. Ev sahibi ayın başı gelince kirayı ister, elektrik, su, doğalgaz, telefon faturaları ödenmeyi bekler, mutfakta tencerede yiyecek olması beklenir, çocukların giderleri, giyecek masrafları, daha birçok gider biz işçilerin kafasını sürekli meşgul ederken patron daha fazla üretim yapılmasını ister. Bir yandan patronların baskısı bir yandan gerçek hayatın basıncı biz işçileri daha fazla çalışmaya zorlarken insanca yaşamdan kopmaktayız. Yaşamak işyeri ile ev arasında gidip gelmek değildir. Uzun saatler çalışıp sadece uyumak için evin yolunu tutmak değildir. En temel ihtiyaçlarımızdan olan sosyal yaşamdan kopmak değildir. Maalesef bugün çalışma saatlerinin uzunluğu bizlerin sosyal hayattan kopuşunu sağlarken, düşünmeyen, hissetmeyen, duyumsamayan, sorgulamayan bireyler haline gelmemize neden oluyor. İnsani değerlerimizi yitirmemize neden oluyor çalışma koşulları. O kadar çok çalışmamızın karşılığı çok düşük ücretler, insanlığımızın, hayatımızın yitip gitmesi ve sonuçta üretim araçlarının bir parçası haline gelişimiz oluyor. Gerçekten düşünelim ve kendimize soralım; yaşamak bu mu?

ama belli edemiyor. Çalışmak zorunda çünkü ailesine bakmak için. Bir de bombalarla büyüyen çocuklar var. Misket oynamak yerine, seksek yerine, kocaman açılmış gözleriyle kararan gökyüzüne bakanlar. Hayata değil, ölüme doğanlar. “Demokrasi götürülenler” diyorlar onlara. “Barış” sırtlarından vuruyor onları, hiç acımadan. Yardım isteyen çığlıkları yayılıyor gökyüzüne, duyulmuyorlar. Tüm bunlara rağmen bu kadar da umutsuz değil dünya. Değiştirmek için uğraşanlar var. Ben o insanların içinde büyüyorum çok küçüklüğümden beri. Çevremde neler olup bittiğini görüyorum ve sessiz kalmıyorum. Çünkü onlardan sessiz kalmamayı öğrendim. Yaşanan onca haksızlığı, savaşı görüp de susup oturmamayı. Daha güzelinin mümkün olduğunu öğrendim. Çocukların mutsuz olmadığı, bir avuç asalağın kâr hırsı yüzünden milyonların ölmeyeceği bir dünyanın mümkün olduğunu. Bu ancak bizim emeklerimizle mümkün. Biz inanır ve mücadele edersek, güzel günler göreceğiz! Nazım Ustanın da dediği gibi, “İnanın: güzel günler göreceğiz çocuklar güneşli günler göreceğiz. Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süreceğiz.” Söğütlüçeşme Mahallesi’nden bir öğrenci




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.