Kürt Sorununda Yeni Müzakere Süreci Levent Toprak
2013
’e girilen günlerde hükümet cephesinden gelen çeşitli beyanatlarla Kürt sorununda yeni bir sürece girildiği ortaya çıktı. Kısa sürede medyaya yansıyan yeni bilgilerle, hükümetin esasen MİT üzerinden İmralı’daki Öcalan ile bir görüşme süreci başlattığı anlaşıldı. Hem hükümet cephesinden hem de Kürt hareketi cephesinden gelen ılımlı mesajlarla genel olarak siyasal gündemde bir ılık rüzgâr esmeye başladı. Bu seferki sürecin önemli bir farkı burjuva kesimler arasında geniş bir mutabakat görünümü vermesiydi. CHP’den tutun, TÜSİAD’a, Fethullah Gülen’e, büyük medya gruplarına kadar çok çeşitli burjuva odaklar, bir biçimde sürece olumlu yaklaştıklarını ve desteklediklerini beyan ettiler. Büyük medyada genel bir iyimserlik havası estirildi. İlginç bir gelişme olarak Aydın Doğan kendi medya grubuna süreci baltalayacak yayın yapılmaması yönünde bir “genelge” bile gönderdi. Diğer bir ilginç nokta da ilk kez bir “şehit yakınları” derneğinin de sürece destek veren açıklaması oldu. Dahası MHP’nin bile Habur süreci ile karşılaştırıldığında bu sefer çok keskin çıkışlar yapamadığı söylenebilir.
Onyıllardır halka “bebek katili” gibi sıfatlarla adeta şeytan gibi sunulan Öcalan’ın, şimdi bizzat başbakanın ağzından açıkça kendisiyle müzakere yapılan muhatap olarak ilan edilmesi önemli bir farklılıktır. Son yıllarda yıkılan tabular dizisine böylece yeni bir halka eklenmiştir. Kürt sorununda devletin tarihsel bakışı, kökleşmiş geleneksel tutumları ve bu doğrultuda onyıllardır halka şırınga edilen şoven-saldırgan-bağnaz ideoloji düşünüldüğünde, Türkiye burjuva siyaseti açısından şimdiye kadarki en “cüretkâr” girişimin yapıldığı söylenebilir. Kürt sorunu bağlamında hükümetin özellikle sert bir baskı politikası izlediği son 1,5 yıllık süreçten sonra böylesi bir dönüş elbette genel bir şaşkınlık yarattı. Onca zulüm bir yana, Öcalan’ın idamından, BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından söz edilirken şimdi müzakerelerden söz edilen bir gündem söz konusu. Erdoğan bile Kürt sorununda milliyetçi böğürmelerden oluşan söylemini kısmen de olsa değiştirmeye başladı. Sert milliyetçi siyasetin adeta sembolü konumuna gelmiş olan içişleri bakanı İdris Naim Şahin’i görevden aldı. Son olarak da mahkemelerde Kürtçe savunma yapma hakkı, bazı
1
marksist tutum
Şubat 2013 • sayı: 95
yor. Başta şu noktayı hatırlatalım. Esaret altında tutulan bir ulusun bu esaretten kurtulması işçi sınıfının da çıkarınadır. Çünkü bir yerde emekçi milyonları saran hakiki bir ulusal sorun varsa, bu sorunun üzerinden atlanarak toplumsal kurtuluştan söz edilemez. Bunlar Marksizmin ulusal sorundaki elifba türünden temel belirlemeleridir ve tarihsel gelişmelerle gerek tersinden gerek düzünden defalarca doğrulanmıştır. Ulusal sorunu toplumsal sorun katına yükselterek kapsamını genişletmek ve adeta kapitalizm altında çözülemez bir sorunmuş gibi ele almak yanlış bir tutumdur. Ulusal sorun tarihsel ve teorik olarak burjuva Kürt halkı Paris’te katledilen üç PKK’li kadın siyasetçinin cenazesini demokratik çerçeveyle sınırlı bir soyüzbinler halinde kucaklayarak ve barış talebini daha güçlü bir rundur ve 19. ile 20. yüzyıl boyunca sesle yükselterek bu provokasyonu boşa çıkarmıştır yaşanan sayısız örnekte de görüldüğü üzere kapitalizm altında çözülmüştür. aşağılayıcı sınırlamalar içermekle birlikte, yeni çıkarılan Bu çerçevede, ulusal hareketleri de sanki proleter devrimyasayla hayata geçti ve ilk Kürtçe savunmalar yapılmaya ci hareketler gibi görmek ve bu hareketlerin ulusal kurbaşlandı. tuluşçu siyasetin gereği olarak yapacakları görüşmeleri, Çeşitli nedenlerle oldukça kırılgan olan bu süreçte, manevraları, uzlaşmaları, tavizleri vs. sanki proletaryanın provokasyon amaçlı olduğu açık olan Paris’teki suikastladavasına ihanet ediliyormuş gibi eleştirmeye kalkmak aynı ra rağmen, havanın genel olarak bozulmadığı söylenebilir. şekilde yanlıştır. Paris’teki kanlı katliamın yanı sıra hem askeri operasyonBu bakımdan ezilen kitlelerin ulusal-demokratik özların sürdürülmesi ve birçok gerillanın öldürülmesi, hem lemlerinin giderilmesi yolunda atılacak her adım işçi sınıfı de Kandil’e yönelik kapsamlı hava bombardımanlarının açısından tarihsel yolun temizlenmesi bağlamında anlamyapılması, bunun ne denli çelişkili ve sallantılı bir süreç lı ve olumludur. O nedenle özü burjuva demokratik bir olduğunun ilk elden belirtilerini oluşturmakta. kapsamda olan Kürt sorununda da, şimdiki gibi müzakere süreçleri söz konusu olduğunda, baştan önyargılarla ağız burun kıvıran bir tutum içinde olmak doğru değilGenel hatırlatmalar dir. Hele de mücadelenin öznel şartları bakımından işçi Sürecin gerçek niteliğinin ne olduğu, perde arkasınsınıfının oldukça geri bir noktada olduğu düşünüldüğünda ne gibi planların yapıldığı, tam olarak hangi güçlerin de. Devrimci işçi sınıfı, elbette, örgütlü gücü ölçüsünde, devrede olduğu ve ne yönde çalıştığı gibi hususlar elbetmümkün olanın azamisi için bastırmak göreviyle yükümte çok büyük merak konusu. Herkes bu sorulara bir yalüdür. Ama diğer taraftan, Kürt halkının özgürlük yolunnıt arıyor ve ortalıkta birçok senaryo uçuşuyor. Doğrusu da elde edeceği her kazanım tüm işçi sınıfının yararınadır bu soruların tümüne kesin ve tam yanıtların verilmesi şu ve selamlanmalıdır. aşamada pek mümkün görünmüyor. Bunu net biçimde İçine girilen somut süreçle ilgili olarak hatırda tutulvurgulamak gerekiyor. Zira perde arkasında hangi güçleması gereken ikinci bir önemli nokta ise kolaycı beklentirin neler planlayıp ne yapmak istediğine dair ortada net lere kapılmama gereğidir. Kürt sorununun çok karmaşık veriler bulunmuyor. Ancak bu, hiçbir analiz ve değerlenve zorlu bir sorun olduğu artık herkesçe bilinen açık bir dirme yapılamayacağı anlamına da gelmiyor kuşkusuz. gerçek. Dünyanın en karışık bölgesinde yer alan ve 4 ayrı Mevcut aşamada, bazı belirlemeler yapmak ve bu temelde ülkeye yayılmış 30 milyonluk devletsiz bir halk söz kobirtakım olasılıklara işaret etmek en sağlıklı yol olacaktır. nusu. Bu kapsamıyla Kürt sorunu dünyanın en karmaşık Aksi, fazladan spekülasyon alanına girmektir ki, işçi sınıfı ulusal sorunlarından birisini oluşturmaktadır. 100 yılı aşdevrimcilerinin ihtiyacı bu değildir. kın bir süredir devam eden bu acılı sorunun mevcut burOnlarca senaryonun havada uçuştuğu bir karmaşa juva düzen çerçevesinde kolay bir çözümünün olması bekortamında, her şeyden önce gündelik sürecin hayhuyunlenemez. Kürt sorununda bir görüşme/müzakere evresine dan sıyrılarak bazı genel belirlemeler yapmak önem taşıgirilmiş olması başlı başına önemli bir gelişme olmakla
2
sayı: 95 • Şubat 2013
birlikte, burjuva medyanın genelde yaymaya çalıştığı şipşak çözüm beklentilerine kapılmak büyük bir hata olur. Yapılabilecek üçüncü bir belirleme ise, nasıl bir seyir alırsa alsın, bu sürecin kaçınılmaz olarak beraberinde belirli kazanımlar getireceğidir. Az ya da çok. Bunlar egemenlerin lütfu değildir. Kürt halkının uzun süredir verdiği acılı ve fedakâr mücadeleler sonucu egemenlerin istemeye istemeye vermek zorunda kaldığı ödünlerdir. Bu tür ödünlere hariçten ağız burun kıvırmak hafifmeşrep bir tutumdur. Bu tür kazanımların ayrıca gösterdiği bir şey ise, hiç kuşkusuz, en küçük kazanımların bile mücadeleyle ve büyük bedellerle kazanıldığının temel bir ders olarak ortaya çıkmasıdır. Dördüncü olarak, devletin bir görüşme noktasına gelmesi, Öcalan’ın giderek olumlu bir figür olarak öne çıkarılması gibi olgular bir yandan Kürt hareketinin ve ulusal mücadelenin kat ettiği mesafeyi bir yandan da devletin gücünün sınırlarını göstermektedir. Burnundan kıl aldırmayan ceberut Türk devleti, salt savaş yoluyla ve ardından bunun yanına eklenmiş ekonomik rüşvetle ve bir de lütufmuş gibi sunulan kırıntı düzeyindeki kimi haklarla bu sorunu çözemeyeceğini dolaylı olarak itiraf etmektedir. Yani, gelinen noktada, bu yöntemlerin ötesine geçmek ve kırıntıların ötesinde şeyler vermek gerektiği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Beşinci nokta, müzakere süreçlerinin savaşın başka araçlarla devamı olduğu gerçeğidir. Yani müzakere savaşın bitmesi değil bir parçasıdır. Daha tam bir ifadeyle, müzakereler ancak anlaşmayla sonuçlandıklarında savaşlar sona erer. O noktaya kadar müzakere de savaşın bir parçası, onun devamıdır. Nitekim devletin bu görüşme sürecinin içinde Kandil’i bombalaması, içeride askeri operasyonlara devam edip gerillaları öldürmesi, yeni tutuklamalar yapması, dahası Suriye’deki PYD’ye karşı savaşı bilfiil sürdürmesi, bunu hiç şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermektedir. Altıncı nokta, yılların şoven propagandasıyla yaratılan zehire rağmen, halkın genelde ılımlı bir atmosfere oldukça yatkın olduğunun görülmesidir. Genel olarak geniş emekçi yığınlar, şu an olduğu gibi son derece güdük ve defolu haliyle bile barış ve kardeşlik propagandasına açıktırlar. Sürecin somutta ne getirip ne götüreceğinden bağımsız olarak şu birkaç haftalık süre bile bu bakımdan anlamlı bir veri sunmaya yetmiştir. Böylece oportünist maksatlarla milliyetçilikten medet ummanın ne derece sefil bir yol olduğu ortaya çıktığı gibi, ilkelere sahip çıkıp akıntıya karşı yüzmenin değeri ve sağlamlığı da ortaya çıkmıştır. İşte, ancak bu ve benzeri noktalar net biçimde ortaya konduktan sonra somut sürecin çeşitli yönlerine ve bu arada çelişkilerine dikkat çekilip kimi değerlendirmeler yapılabilir. Bu değerlendirmeler boyunca akıldan çıkarılmaması gereken nokta, ne yönde değerlendirme yapılırsa yapılsın yukarıdaki genel tespitlerin geçerliliğinin ortadan kalkmayacağıdır.
marksist tutum
Neden? Somut sürece gelecek olursak, öncelikle bu yeni başlayan sürecin nedenleri üzerinde durmak gerekir. Bu sürecin temel belirleyeni, Türkiye’nin bölge gelişmeleri karşısında iyiden iyiye köşeye sıkışmasıdır. Suriye’de Kürtlerin kazanımları hızla gelişmekte ve böylece Batı Kürdistan’da da Irak Kürdistanı’na benzer biçimde bir devletleşme sürecine girilmektedir. Üstelik bu süreç PKK ile aynı çizgideki PYD önderliğinde yaşanmaktadır. Diğer yandan Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Şii egemen güçlerin elindeki merkezi yönetimle arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi sonucu bir kopuşma noktasına doğru ilerlemektedir. Ve Irak içinde bu yöndeki bir gidişi engelleyebilecek, Türkiye ile dost bir siyasi güç de kalmamıştır. Bu durum, cumhurbaşkanı Talabani’nin ağır sağlık sorunu nedeniyle politik hayattan fiilen düşmesiyle daha da pekişmiştir. Türkiye’nin desteklediği Sünni liderlik, Şii egemenler tarafından hükümetten tasfiye edilmiştir. Böylece Irak’taki oyunun mevcut aşamasında Kürtler ve İran kazanmış, Türkiye kaybetmiştir. Sonuçta Türkiye güneydoğusundaki tüm komşularıyla kendisini düşman konuma sokmuştur. Bu şartlar altında, hem Irak Kürt hareketiyle hem Suriye Kürt hareketiyle hem de içeride Kürt hareketiyle aynı minvalde bir düşmanlık ilişkisini sürdürmek rasyonel olmaktan çıkmaya başlamıştır. Üstüne üstlük söz konusu Türkiye, görece gelişmiş kapitalist ekonomisiyle bölgede nüfuz sahibi alt-emperyalist bir güç olarak sivrilmek isteyen bir Türkiye’dir. Yani bir emperyal bölge gücü olarak sivrilme hesapları yapılırken, temelde Kürt sorunu nedeniyle evdeki bulgurdan dahi olma riski tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Öte yandan AKP içeride de izlediği milliyetçi-saldırgan siyasetle, özellikle Roboski katliamı sonrasında Kürt kitleleri hepten kaybetmeye başlamıştır. Bu durum nihayetinde parti içindeki onlarca Kürt milletvekilinin de rahatsızlığına yol açmıştır. Ayrıca savaşçı siyaset kendi içinde de başarılı olamamış ve özellikle yaz aylarında tırmanan çatışmalarda PKK yer yer saha hâkimiyeti kurarak gövde gösterisi yapmıştır. Tüm bunlar Kürt hareketinin kitleler üzerindeki etkisini ve onlardan aldığı desteği genel anlamda daha da arttırmıştır. En son olarak, Kürt siyasi tutsakların yürüttüğü kitlesel açlık grevleri bir kez daha hükümeti ciddi biçimde zora sokmuş ve hem genelde Kürt hareketinin siyasi gücünü hem de uzun süredir tecrit altında tutulan Öcalan’ın siyasi gücünü bir kez daha açığa çıkarmıştır. Son derece haklı ve olağan demokratik talepler temelinde başlayıp yürüyen kitlesel açlık grevi, Kürt halk kitlelerinde yeni bir seferberliğe yol açarak kenetlenmeyi arttırmış, hükümet genel olarak dış dünyada da yalıtılmıştır. Kitlesel ölçekte ölümlere ramak kalmışken hükümet Öcalan üzerindeki tecridi hafifletmiş ve bu arada onunla yeni bir görüşme sürecini
3
Şubat 2013 • sayı: 95
marksist tutum
de başlatmıştır. Aslına bakılacak olursa, yüz yılı aşkın bir süredir inişliçıkışlı bir ulusal mücadele veren Kürt halkı, ulusal özlemlerine kavuşmak bakımından, belki de şimdiye kadarki en elverişli tarihsel konjonktürü yakalamış durumdadır. Bu konjonktürün temel bileşenleri olarak kapitalizmin genel bunalımı ve emperyalist savaş sürecini düşündüğümüzde, durumun fazlasıyla patlayıcı potansiyel taşıyan bir tablo oluşturduğu açıktır. Bu haliyle Kürt sorunu, emperyal özlemler taşıyan ve bir sıçrama noktasına gelmiş Türkiye kapitalizmi açısından en büyük handikabı oluşturmaktadır. Sermayenin çeşitli sözcüleri ve bu arada özellikle AKP sözcüleri ile medyası, bu hususu çeşitli biçimlerde dile getirmekten çekinmiyorlar. Onlar giderek Kürt sorununu bir “fırsata” çevirmekten söz ediyorlar. Bölgede zengin enerji kaynaklarına sahip ve elbette Türkiye’nin ağabeyi olduğu (“büyük Türkiye”), büyük bir Türk-Kürt birliği ya da ittifakı hayalleri süslemekte. Radikal’in genel yayın yönetmeni Eyüp Can’ın “şiir gibi” diyerek, MGK’da bile konuşulduğunu aktardığı haliyle, “Kürtler Türkiye’yi bölmeyecek, Türkiye Kürtlerle büyüyecek”. İşin aslı Kürt hareketi de elde edeceği ulusal kazanımlar karşılığında bu yaklaşıma hayır dememektedir. Bizzat Öcalan’ın yıllardır dile getirdiği hususlar bir yana, sadece son dönemden bir örnek olarak Zübeyir Aydar’ın şu sözlerini aktarabiliriz: “Sürekli bölücü terör örgütü ya da bölücülük deniyor, kimsenin ülkeyi böldüğü falan yok. O sınırların değişmesini isteyen de yok. Ama eğer çözüm olmazsa parçalanma riski var. Barışla yaşanacak çözümdeyse parçalanma, bölünme değil büyüme var. Bunu artık herkes görsün. Osmanlı dağılırken, 1918’de son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Misak-ı Milli kararı alındı. Bu kararlar içerisinde Musul ve Kerkük ile Suriye’nin bazı bölgeleri yani Güney Kürdistan da bu sınırların içindeydi. Ama Kürt çoğunluğun büyük kısmı dışarıda bırakılmış. İngilizlerin, Fransızların çizdikleri bu sınırlar bizim için neden kutsal olsun?” Sonuç olarak Türkiye’nin egemenleri bu sürece gönül rızasıyla, hoşlukla gelmemişlerdir. Kürt halkının sorunlarını çözmek ve bir özgürlük rüzgârı estirmek gibi bir dertleri yoktur. Bir yandan sıkışmışlık, bir yandan da sermaye gelişiminin dayattığı zorlayıcı emperyal özlemler, nesnel olarak egemenleri yeni bazı tavizler vermeye ve bu çerçevede Kürt hareketiyle görüşmelere zorlamaktadır. Burada sorun, verilecek tavizlerin Kürt halkının ulusal özlemlerini ve Kürt ulusal hareketinin taleplerini ne ölçüde karşılayacağıdır. Bunlar asgari düzeyde bile karşılanmadan silahlı hareketin tasfiyesi yolunda zorlamalar yapmaya kalkılırsa, sorunun çözümü yolunda anlamlı bir mesafe alınamayacaktır. Nesnellik buyken, devletin ve AKP hükümetinin akla uygun davranıp davranmayacağı önümüzdeki süreçte görülecektir.
4
Müzakere mi, tasfiye mi? Bugünkü süreçle ilgili olarak zihinlerde beliren en önemli soru, hiç kuşkusuz, bu sürecin gerçekten makul bir uzlaşmaya varmayı hedefleyen bir müzakere süreci mi, yoksa Kürt siyasal hareketini, özellikle silahlı hareketi tasfiye etmeye yönelik bir kurgu mu olduğu sorusudur. Müzakere süreçlerinin savaşın bir parçası ve devamı olduğunu söyledik. O yüzden müzakereler sürerken bir yandan savaş ve çatışmanın da sürmesi bir noktaya kadar anlaşılabilir bir şeydir. Taraflar masa üzerinde konuşurlarken, masa altında tekmeleşme olabilir. Ancak bunun bir sınırı vardır. Tekmeleme masada oturmayı olanaksız hale getirecek düzeyde seyrederse ya da o noktaya varırsa, sonuçta masa devrilir. Bugün hükümet gerçekten de bir yandan görüşme süreci başlatmakla birlikte bir yandan da tekme atmaya devam etmektedir. Başlangıçta oluşan iyimser ve ılımlı hava genel olarak ortadan kalkmamış olmakla birlikte, bu havanın ilk günlerdeki halini koruduğu söylenemez. Bunun sebebi hükümetin tutumudur. Askeri operasyonlar devam ettiği gibi, Erdoğan bu operasyonları açıkça savunmaktadır. Hızla yapılabilecek yasal düzenlemeler bir türlü yapılmamakta, ya da bir düzenleme yapıldığında, bu, temiz ve net biçimde yapılmamakta, keyfi uygulamalar ve geri dönüşler için daima açık kapı bırakılmaktadır. Örneğin anadilde savunma hakkı getirilmekte, ama bu, birtakım sınırlandırıcı, baskıcı şartlara bağlanmaktadır. Benzer bir tutum hakeza yeni anayasa çalışmalarında da sergilenmektedir. Keza yeni bir yargı paketiyle “terör” suçunun kapsamının sadece şiddeti içerecek şekilde daraltılacağı ve böylelikle binlerce KCK’lının serbest bırakılacağı söyleniyor. Ama kaç zamandır konuşulan bu düzenleme bir türlü yapılmadığı gibi, son gelinen noktada basına yansıyanlardan, yine esnek tanımlamalar yapılmaya çalışıldığı ortaya çıkmaktadır. Dahası şimdi “terörün finansmanı” kisvesi altında yeni bir baskıcı yasa hazırlanmaktadır. Bununla yargı bile kısa devre edilerek, bir kurul vasıtasıyla devlet keyfi biçimde istediği kurumun mal varlıklarına el koyabilecek. Öte yandan hükümetin kullandığı üstten dil genel olarak devam ediyor. Her şeyi kendi lütufları gibi gösterme, Kürtleri azarlama, parmak sallama, taciz ve aşağılama devam ediyor. Örneğin Paris’te katledilen Kürt kadın siyasetçilerin cenazesi bağlamında sarf edilen sözler bunun tipik bir göstergesidir. Öncesinde bunun bir sınav olacağını belirten parmak sallamalar, sonrasında da aferin diyerek baş okşamalar açık bir aşağılamadır. Bunun gibi sayısız örnek bulunmaktadır. Bu da müzakere ve savaş sürecinin parçası olarak görülebilir elbette. Ancak yine bunun da bir sınırı vardır. Eğer bir barış ortamı oluşturulacak ve düşmanca hava kalıcı biçimde kırılacaksa, bunun tam tersini yapmak gereklidir.
sayı: 95 • Şubat 2013
marksist tutum
Hükümetin hareket tarzının hiçbir biçimde güven vermediği ortadadır. Burada burjuvazinin genelde çıkarcı, pazarlıkçı olmasının ötesinde bir durum mevcuttur. Evet, burjuvazi genelde çıkarcıdır, pazarlıkçıdır, ama stratejik bir akılla hareket eden burjuva da vardır, darkafalı burjuva da vardır. Burada ise, en iyi halde bile açık bir çiğlik, alaturka bir darkafalılık her aşamada kendini göstermektedir. AKP başka birçok alanda olduğu gibi burada da, sonradan görmüşlere özgü küçük dağları ben yarattım edasıyla hareket etmektedir. Öte yandan Paris suikastlarının baş zanlısının Ankara’nın derinleriyle alâkalı olduğu çok geçmeden açığa çıkmış durumda. Ama hükümet ve şürekâsı daha ilk günden suçu PKK’ye yıkmış, hatta Almanya’da bunun devamının geleceğini bile söylemiştir. Hükümetin açıkça yapmaya çalıştığı bir şey de, Kürt hareketini bölmek, zaafa düşürmektir. Şimdilerde bu özellikle Öcalan üzerinden yapılmaktadır. Hükümet bir tutsak olarak elinde tuttuğu Öcalan’ı PKK’ye karşı bir koz olarak kullanmakta, Öcalan ile örgütü arasında ayrılık yaratarak Kürt hareketinin beklentilerini düşürmeye çalışmaktadır. Öyle ki, şimdilerde Kandil’i kötülemek adına Öcalan olumlu bir figür olarak öne çıkarılmakta, neredeyse övülmektedir. Ama öte yandan PKK’nin Öcalan ile irtibata geçmesi de engellenmektedir. Bu çabaların da soruna çözüm getirme niyetiyle pek bağdaşmadığı görülüyor. Hükümetin bu süreci seçimlere, başkanlık sitemine, yeni anayasaya dönük dar hesaplardan bağımsız yürüttüğünü söylemek de mümkün değildir. Öcalan’ı kullanıp Kürt hareketini pasif bir bekleme konumuna sokarak görece çatışmasız bir sükûnet ortamı yaratmak, arada fırsattan istifade yeni anayasa ve başkanlık sistemini geçirmek, Erdoğan’ı başkan koltuğuna oturtmak! Bu pekâlâ söz konusu olabilecek bir hesaptır. Eğer bu hesaplar öne çıkıp belirleyici olursa, süreç geçmişteki örneklere benzer şekilde esasen bir oyalama ve aldatma olarak kalacaktır.
*** Kürt sorunu da tarihsel olarak diğer birçok ülkede defalarca yaşandığı üzere sömürgeci güç ile ezilen ulus hareketi arasında bir müzakere süreci evresine girmiştir. AKP sözcüleri ısrarla bu kez “kesin çözümü” hedeflediklerini, taktik bir hamle peşinde olmadıklarını beyan ediyorlar. Bunu göreceğiz. Her halükârda hükümete güven beslememek ve çözüm yolunda somut adımlar için mücadele etmek gerektiği açıktır. Diğer taraftan Kürt sorunu kaynayan Ortadoğu kazanının ortasında dört ülkeye yayılmış uluslararası bir so-
rundur. Bu haliyle hem çeşitli bölge güçleri hem de büyük emperyalist güçler kaçınılmaz olarak parmak sokmaktadırlar. Bu bağlamda örneğin Paris suikastlarının da, kimi Kürt siyasetçilerinin de işaret ettiği gibi, bu tür güçlerin işi olabileceği ihtimali asla göz ardı edilmemelidir. Ardındaki gerçek gücün kim olduğu henüz açık olmasa da, bu suikastların müzakere sürecini baltalamak üzere yapıldığını görmek zor değildir. Kürt sorunu Türkiye’nin emperyal arzuları çerçevesinde bir çözüme kavuşacaksa, bunun Ortadoğu’da büyük bir Türk-Kürt ittifakı anlamına gelebileceği ve dengelerde önemli bir değişiklik olacağı besbellidir. Üstelik sorun sadece bölge güçleri ve büyük emperyalist güçler de değildir. Bölge birçok etnik, dinsel, mezhepsel ayrımlarla karakterize olmaktadır. Tüm bu toplulukların da muhtelif özlemleri ve bunların egemenlerinin çıkarları söz konusudur. Gerçek anlamda özgürlükçü çözümler söz konusu olmadıkça, bu tür ayrımlar daima yeni yeni sorun odakları olarak işlev görebileceklerdir. Bunların hepsini bir yana bıraksak bile Türk egemen sınıfının tarihsel kabızlığı, basiretsizliği ve alaturka refleksleri daima bir sorun kaynağıdır. En küçük bir arızada tüm sürecin berhava olması pek mümkündür. Dünyanın genel bir ekonomik bunalım ve emperyalist savaş süreci içinde olduğunu ve gidişatın çelişkilerin yumuşaması yönünde değil, daha da keskinleşmesi yönünde olduğunu hatırladığımızda, kolay çözüm beklentilerine kapılmanın yanlış olduğu bir kez daha görülür. Her halükârda devrimci işçi sınıfına düşen görev, Kürt halkının haklı ulusal özlemlerinin karşılanması için mücadele etmek, düzeni özgürlükçü bir çözüme zorlamaktır. Bu bakımdan müzakere sürecinin mümkün olduğunca aleni biçimde sürmesini, yeni anayasada Kürt halkının temel taleplerinin (anadil, özyönetim hakkı, anayasal güvence) yer almasını, operasyonlara derhal son verilmesini, tüm siyasi tutsakların serbest bırakılmasını, aşağılayıcı ve şoven yaklaşımlara derhal son verilmesini, terör yasalarının derhal lağvedilmesini talep etmek gereklidir. n
5
Türkiye Burjuvazisinin Afrika Seferi Oktay Baran Türkiye iktisadi alanda, kırılgan bir zeminde bile olsa, dünyaya kıyasla önemli bir büyüme oranını yakalayarak en büyük 17. ekonomi haline gelirken, tekelci sermayenin egemenliği daha da pekişmiş, sermaye ihracı olgusu giderek kendisini daha belirgin bir şekilde ortaya koymuştur. Bu emperyalistleşme süreci, kaçınılmaz olarak, beraberinde buna uygun bir dış politikayı da getirmiştir. TC’nin dış politikası, bölgede ve yakın çevrede nüfuz alanları kazanma, bu çerçevede ve giderek dünya ölçeğinde siyasi bir aktör olarak öne çıkma gayretine uygun olarak yeniden şekillendirilmektedir. Tüm bunlar, Türkiye kapitalizminin artık alt-emperyalist bir güç olarak emperyalist hiyerarşide daha da üst basamaklara tırmanma çabasında olduğunu gösteriyor. Geçtiğimiz ay içerisinde devasa bir işadamları heyetiyle yaklaşık bir haftalık bir Afrika turuna çıkan Erdoğan’ın bu gezisini tam da bu pencereden görmek gerekiyor.
T
ürkiye kapitalizmi son yirmi yıl içerisinde önemli bir gelişme kaydetti. Özellikle AKP hükümeti döneminde bu gelişme daha da ivmelendi. Buna bağlı olarak Türkiye burjuvazisinin emperyalist bir güç olma, bölgede ve yakın çevresinde etkinliğini arttırma hevesleri de körüklendi. Bu emperyalistleşme arzusuna denk düşen politikalarıyla, ona uygun vizyonuyla, bu ufukla yetişmiş kadrolarıyla AKP, tekelci sermayenin atılım ihtiyacına cevap verme yeteneğine sahip bir siyasi hareket olarak ortaya çıkmış ve pratiğiyle de bunu göstermiştir. Türkiye iktisadi alanda, kırılgan bir zeminde bile olsa, dünyaya kıyasla önemli bir büyüme oranını yakalayarak en büyük 17. ekonomi haline gelirken, tekelci sermayenin (finans kapitalin) egemenliği daha da pekişmiş, sermaye ihracı olgusu giderek kendisini daha belirgin bir şekilde ortaya koymuştur. Bu emperyalistleşme süreci, kaçınılmaz olarak, beraberinde buna uygun bir dış politikayı da getirmiştir. Yıllar boyunca statükoculuğun kalesi durumundaki Dışişleri Bakanlığı, AKP iktidarı döneminde, Türkiye burjuvazisinin yayılmacı heveslerine paralel olarak yeniden yapılandırılmış, bir zihniyet değişimi yaşanmıştır. TC’nin dış politikası, bölgede ve yakın çevrede nüfuz alanları kazanma, bu çerçevede ve giderek dünya ölçeğinde siyasi bir aktör olarak öne çıkma gayretine uygun olarak yeniden şekillendirilmektedir. Tüm bunlara ek olarak, ordunun siyasi alandaki rol ve etkisi AKP’nin kabul edebileceği sınırlara geriletildikçe, orduyu modernleştirmeye, vurucu gücünü arttırmaya ve deniz aşırı operasyon kabili-
6
yeti kazandırmaya dönük girişimlerin de giderek daha fazla ciddiyet kazandığına şahit oluyoruz. Tüm bunlar, Türkiye kapitalizminin artık alt-emperyalist bir güç olarak emperyalist hiyerarşide daha da üst basamaklara tırmanma çabasında olduğunu gösteriyor. Geçtiğimiz ay içerisinde devasa bir işadamları heyetiyle yaklaşık bir haftalık bir Afrika turuna çıkan Erdoğan’ın bu gezisini tam da bu pencereden görmek gerekiyor. Beraberindeki 300 kişilik işadamı heyetiyle üç Afrika ülkesini (Gabon, Nijer, Senegal) gezen Erdoğan, Türk finans-kapitalinin girişken bir pazarlamacısı olarak üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmeye çalışıyor.
“Hayırsever emperyalizm” Erdoğan, gerek ziyaret ettiği ülkelerin parlamento ve iş forumlarında yaptığı konuşmalarda, gerekse de ziyaretinden dönüşte katıldığı kimi toplantılarda, gezinin amacının kardeşlik ve dostluğu pekiştirmek olduğunu vurguluyor. Gabon parlamentosunda yaptığı konuşmada şunları söylüyor: “Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Afrika’ya baktığımızda diğerlerinin tersine elmasları, altınları, madenleri, yeraltı zenginliklerini görenlerden değiliz. Biz Afrika’ya baktığımızda ortak tarihimizi görüyoruz, sadece ve sadece dost ve kardeşlerimizi görüyoruz. Artık kardeşler arasındaki hasreti, ilgisizliği, uzaklığı ebediyen dindirmeye niyetlendik ve bunun için mücadele veriyoruz.” Bu ve benzer ifadeler diğer ülkelerde yapılan parlamento konuşma-
sayı: 95 • Şubat 2013
larında da dile getirilmiş ve o parlamentolardaki vekiller tarafından da alkışlarla karşılanmıştır. Gerçek şu ki, hatibin kendisi de dinleyiciler grubu da, bu sahte sözlere zerre kadar inanmamaktadırlar. Ama burjuva diplomasisi, bu sahte vaazlar, ona karşı gösterilen kibar alkışlar ve yapay coşkunluk gösterileri olmaksızın düşünülemez bile. Bir burjuvanın bir başka burjuvayı kandırması açısından hiçbir işe yaramayacak bu ifadeler, olsa olsa egemenlerin emekçilerin gözünü boyamak ve onları uyutmak için kullandıkları bir söylemden ibarettir. Uzun nutuklarla Afrika’nın sömürge geçmişine atıfta bulunarak, kıta insanlarının tarihte yaşadıkları ağır acılara, katliamlara, yağma, talan ve sömürüye işaret ederek, kendilerinin beyaz adam gibi açgözlü olmadığını anlatan Erdoğan’ın bu sahte sözleri, Osmanlı İmparatorluğu’na yaptığı atıflarla inandırıcılığını hepten kaybediyor. Osmanlı’nın Afrika’da da yüzyıllar boyunca dostça ve kardeşçe yaşamın sembolü olduğu yalanını ileri süren birini oranın burjuva siyasetçileri alaycı bir tebessümle ama yine de alkışlarla karşılıyorlarsa, bu, onların da Türk sermayesinden önemli beklentileri olduğu anlamına gelir. İkiyüzlü burjuva siyaseti, kazanç ve çıkar varsa her türlü yalanı pervasızca söylemeyi olduğu kadar safça inanmış görünmeyi de maharet saymaktadır. Son yıllarda, özellikle Afrika ve benzer durumdaki geri ülkelere yönelik olarak, hayırsever görünümlü, insani yardım kılıfına bürünmüş bir emperyalist politikanın hızla yaygınlaştığı görülmektedir. Bu doğrultuda ileri kapitalist ülkelerde türlü dayanışma kampanyaları yapılmakta, sanat etkinlikleri vb. düzenlenmekte, böylelikle toplanan fonlarla geri ve çok zor durumdaki ülkelere sözde yardım edilmektedir. Burada amaç, zor durumdakilere çıkarsız bir yardım eli uzatmak değil, bu tür gösterişli yardım kampanyalarıyla hem iç hem de dış kamuoyunda itibar kazanmak, sözkonusu ülkeye sorunsuz bir girişin kapılarını
marksist tutum
açmak, o ülke halkları nezdinde hayırsever ve güvenilir bir imaj oluşturmaktır. Toplanan paraların önemlice bir bölümü (bazen de tamamı) hem yardım eden hem de yardım edilen konumundaki ülkelerin bürokrasisi tarafından iç edilmekle birlikte, bu vesileyle o ülkelerde hayırsever görünümlü emperyalistlerin etkin bir faaliyetinin önünün açıldığını söylemek mümkündür. Bu açıdan Türkiyeli kapitalistlerin bazı avantajları olduğunu da teslim etmek gerekir. Özellikle Müslüman nüfusu yoğun olan ülkelere göz diken, İslami referansları kullanmakta zorlanmayan, farklı kültürleri idare etme konusunda uzmanlaşmış Osmanlı’nın emperyal geleneklerinin yanı sıra vakıf ve hayır kuruluşları adetlerini de özümsemiş, cemaatler aracılığıyla dayanışma ağları örgütlemekte deneyimli AKP burjuvazisi ve onun rehberliğindeki diğer burjuva kesimler bu ülkelerde rakiplerin bir adım önüne geçme avantajına sahip görünüyorlar. Kuraklık ve açlıktan kırılan Somali’de binlerce su kuyusu açmakla övünen Erdoğan, böylelikle Somali’de önemli bir etkinlik sağladıklarını, bu ülkeyi Afrika açılımında önemli bir üs haline getirdiklerini, yani bu yardımları çıkar ve kazanca tahvil ettiklerini pek dillendirmiyor. Ama bir başka burjuva, bu “hayırseverlik” ve sosyal yardım faaliyetlerinin güven kazanma açısından taşıdığı kilit önemi ve bunun da kazanca giden yolu açtığını itiraf ediyor. Şöyle diyor, Türk-Gana İş Konseyi Başkanı olan Pelin Güneşoğlu: “Afrika’da herhangi bir ülkede iş yapabilmek için öncelikle o ülkede yerleşik olmak gerekiyor. … Buralarda her sektörde fırsat var. Ancak hemen hemen tüm önemli sektörlerde köşeler tutulmuş. O yüzden başarıyı ancak sizin buradaki performansınız getiriyor. Buralarda insanlar yıllarca sömürüldüğü için güvenlerini kazanmak çok önemli. … İnsanlar aynı zamanda duygusal. Meselâ sadece para için burada olmadığınızı bilmeleri çok şeyi değiştiriyor. Ben sosyal yardım projelerine katılarak ülkeye de faydalı olmaya çalışıyorum.” Bu noktada, Türkiye burjuvazisinin emperyalistleşme ataklarının lojistik zeminini sağlayanların başında Gülen cemaatinin ve ona bağlı okulların geldiğini de hatırlatmakta fayda var. 120’den fazla ülkede anaokuldan üniversiteye kadar binden fazla okul açan ve buralarda Türkiye kapitalizminin misyoneri olarak faaliyet gösteren bu cemaat, bu araçla hem yerli burjuvalarla ve devlet bürokrasisiyle sıcak ilişkiler geliştirip bir lobi oluşturuyor, hem de parlak gördüğü gençleri burs vererek eğitip bir Türkiye sempatizanı olarak yetiştiriyor. Ardından da bunlardan
7
marksist tutum
Türkiye kapitalizminin ve kuşkusuz cemaatin çıkarları doğrultusunda yararlanmayı hedefliyor. İslami bir kökten gelen yeni yetme burjuvazinin üzerinde Müslümanlık artık bir süs eşyası gibi dursa da, yıllarca çeşitli zorluklara katlanarak uzun vadeli ve sabırlı bir çalışma yürütme anlayışı, bu yeni yetme İslamcı burjuvalar arasında önemli bir kültürel öğe olarak dikkat çekiyor. Acele etmiyorlar, talan edip çekip gitmekten ziyade, yolunacak kazı ürkütmeden daha kalıcı bir sömürü zemini yaratmanın peşindeler. Cemaate bağlı Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonunun (TUSKON) bölgede giderek artan ilişkileri ve faaliyetleri bu yöntemin işe yaradığını gösteriyor. TUSKON başkanı Rızanur Meral’in şu açıklamaları, esas dertlerinin “gönülleri fethetmekten” birazcık farklı olduğunu ikrar niteliğinde: “Afrika’ya olan ilgi daha da artacak. Dünyada gıda temini, enerji ve madenler başta olmak üzere emtia 3 önemli konu. Bunların hepsi Afrika’da var. Ayrıca günümüzde gelişmekte olan ülkeler de birer üretici haline geldiği için Afrika pazar olarak da çok cazip.”
Yeni pazar ve yatırım alanları arayışı Erdoğan, gerçek niyetini hiç dile getirmedi dersek yalan olur. Tersine, parlamentolardaki o gösterişli sahte nutukların ardından, sıra iş konseylerinin toplantılarına geldiğinde, yeni pazar ve yatırım alanları arayışı kendisini çırılçıplak ortaya koyuverdi. Öyle ya, 300 kişilik devasa bir işadamları heyeti süs olsun diye gelmemişti bu ülkelere! İslami sermaye denen kesimlerin yanı sıra TÜSİAD burjuvazisinin mensuplarını da barındıran bu heyet, akla gelebilecek neredeyse her sektörü içeriyor. Türkiye, özellikle 2008 krizinden sonra, daralan Avrupa pazarı nedeniyle düşen ihracatını telafi etmek için, dünyanın birçok köşesinin yanı sıra özellikle Ortadoğu ve Afrika’da yeni pazarlar ve yatırım alanları peşinde koşmaya yoğunlaştı. AKP sözcüsü Hüseyin Çelik şunları söylüyor: “Buralarda çok şey var. … Eğer biz Ortadoğu’ya açılmasaydık, eğer biz Uzakdoğu’ya açılmasaydık, eğer biz Pasifiklere, Karayiplere açılmasaydık, eğer biz Afrika’ya açılmasaydık, yeni ekonomik destinasyonlar, ihracat hedefleri koymasaydık ve bu ülkelerden bu açığı kapatmasaydık biz 2012’nin sonunda 152 milyar dolarlık gibi bir ihracata ulaşamazdık.” Krizden önce ihracatın çoğu, yüzde 60’a yakın bir oranla Avrupa Birliği ülkelerine yapılıyordu. Bugünse Ortadoğu ve Afrika’ya yapılan ihracat toplamı (tüm ihracatın yüzde 35’i), AB ülkelerine yapılan ihracat toplamına (tüm ihracatın yüzde 38’i) neredeyse eşitlenmiş durumda. Bu aynı zamanda Ortadoğu ve Afrika’ya yapılan ihracatın son on yıl içerisinde 8 kattan fazlasına çıktığı anlamına geliyor. Burada ağırlık Ortadoğu gibi gözükse de, Afrika’nın payı da giderek artmış; 2012 yılında yüzde 27 artarak 13 milyar doları aşan ihracatta başı kimya, çelik, otomotiv, hububat ve enerji sektörleri çekiyor. Bu veriler, Türkiye’nin bölgesi ve yakın çevresiyle giderek artan bir iktisadi ilişki
8
Şubat 2013 • sayı: 95
geliştirdiğine, bu bölgelerde iktisadi faaliyet olarak giderek artan bir yer tuttuğuna işaret etmekle kalmıyor, aynı zamanda son yıllarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki emperyalist kapışmaya siyasi ve askeri olarak dahil olmaya neden bu kadar hevesli olduğunu anlamayı da mümkün kılıyor. Diğer yandan belirtmek gerekir ki, yukarıda aktardığımız veriler esas olarak Kuzey Afrika ülkelerini kapsamaktadır. Orta ve güney Afrika’nın gündeme girişi ise daha yenidir. Son gezinin temel iktisadi hedefi de burasıdır. Son birkaç yıl içerisinde bu bölgelere dönük artan ilgiyi ve ilişkilerin zeminini geliştirecek adımları şöyle sıralamak mümkün: 2005’te Türkiye’de “Afrika Yılı”nın ilan edilmesi ve ardından tekrarlanan Afrika-Türkiye zirveleri, TC’nin Afrika Birliği’ne gözlemci sıfatıyla katılması ve ardından stratejik ortak olarak ilan edilmesi, Afrika Kalkınma Bankası ve Afrika Fonu’na üye olunması, İslam konferansları, THY’nin 30’a yakın belli başlı Afrika kentine düzenli uçak seferleri başlatması, son üç yıl içerisinde 19 yeni elçilik açılması, son yedi yılda cumhurbaşkanı veya başbakanı içeren 10 gezi vb… Türkiye, özellikle 2008 krizinden sonra, daralan Avrupa pazarı nedeniyle düşen ihracatını telafi etmek için, özellikle Ortadoğu ve Afrika’da yeni pazarlar ve yatırım alanları peşinde koşmaya yoğunlaştı. Krizden önce ihracatın çoğu, yüzde 60’a yakın bir oranla Avrupa Birliği ülkelerine yapılıyordu. Bugünse Ortadoğu ve Afrika’ya yapılan ihracat toplamı (tüm ihracatın yüzde 35’i), AB ülkelerine yapılan ihracat toplamına (tüm ihracatın yüzde 38’i) neredeyse eşitlenmiş durumda. Bu girişimler sonucunda orta ve güney Afrika ülkeleriyle ticaret hacmi 2000 yılına göre on katına çıkarak 7,5 milyar dolara yükselmiştir. Bugün gelinen noktada ise AKP hükümeti, Afrika’nın geneliyle 17 milyar dolar olan ticaret hacmini üç katına çıkararak, iki yıl içerisinde 50 milyar dolara ulaştırmayı hedefliyor. Bu iddialı hedef, Erdoğan’ı, beraberinde taşıdığı heyetin reklâmını yapmakta değme pazarlamacılara taş çıkartmaya zorluyor: “Müteahhitlerimiz üstlendikleri iş hacmi noktasında dünyada Çin’den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Müteahhitlerimiz 2011 yılında Afrika genelinde yaklaşık 2 milyar dolarlık proje üstlendiler. 2012 yılında sadece Etiyopya’da imzalanan bir demiryolu projesinin maliyeti 1,7 milyar dolardır. … Bizler özellikle baraj inşaatlarında kendini ispatlamış bir ülkeyiz. Gabon’un suyunu iyi değerlendirmesi bakımından, gerek enerji, gerek içme suyu kullanımı bakımından şirketlerimizin önemli işlev göreceğini düşünüyorum.” Türkiye gözünü emperyalist büyük güçlerin çoğunlukla pek el atmadığı büyük müteahhitlik işlerine (yollar, barajlar, sulama kanalları, enerji santralleri, dev konut projeleri vb.) dikmiş gözüküyor. Bu aynı zamanda AKP
sayı: 95 • Şubat 2013
burjuvazisinin de epey deneyimli olduğu ve ciddi ölçüde palazlandığı bir alan. Bu alanda Çin’le önemli bir rekabet içerisinde olunsa bile, Dünya Bankası’nın verilerine göre Afrika’nın altyapı eksikliğini kapatmaya başlamak için her yıl 75 milyar dolar civarında bir yatırım yapmak gerektiği hesaba katıldığında, ortada önemlice bir pasta olduğu rahatlıkla görülebilir. Ne var ki Erdoğan çok daha fazlasını da talep ediyor. Gabon’da “doğalgaz çıkarımı ve çevrim santrallerinin kurulumunda önemli bir işlev” yerine getirmekten bahsederken, Nijer’de petrol yataklarının işletilmesine talip oluyor: “Bir diğer konu da, tabii şimdi petrol rezervi noktasında Nijer gelişiyor ve 2014-2015’e kadar da ciddi manada bire dört, bire beş artacağını söylüyorlar. Bu konuda da yine burada atılacak adımların çok büyük önemi var.” Dünyadaki altın rezervlerinin yarısının, elmasın üçte birinin Afrika’da olduğu, ayrıca ciddi petrol rezervlerinin de bulunduğu düşünülecek olursa, atılım peşindeki burjuvazinin bu zenginliği görmezden gelmesinin mümkün olmayacağı kolaylıkla anlaşılır. “Küresel oyuncu” olmak, yani emperyalist hiyerarşide birinci lige çıkmak, AKP şefinin ve tekelci sermayenin düşlerini süslüyor. Ama mesele, modern imalat sanayiinin ürünlerini pazarlamak, büyük altyapı projelerine imza atmak ve hatta şimdilik mütevazı düzeyde olsa bile doğrudan yatırımlarla sermaye ihraç etmek noktasının ötesine geçip, değerli madenlere ve hele de doğalgaz ve petrol gibi enerji kaynaklarına göz dikmeye geldi mi, işin rengi değişiyor. Zira bu alanda Türkiye’nin karşısına Çin, Brezilya ve Hindistan gibi yeni yükselen emperyalist güçler değil, büyük emperyalist güçler çıkmaktadır. Bu güçlerle mücadelede dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var. Bu noktada Erdoğan’ı çevresindeki yalaka takımı “yürü be aslanım” şeklinde gaza getirmeye çalışsa ve hatta bir ölçüde başarılı olsa da, işlerin kısa vadede buraya gelmeyeceği ve AKP’nin kısa ve orta vadede özellikle ABD ile karşı karşıya gelmek istemeyeceğini söylemek yanlış olmaz. Diğer taraftan bu yorum, ABD ile ilişkilerin pürüzsüz devam edeceği anlamına gelmiyor, ikincil hususlarda bal gibi de sürtüşmeler, anlaşmazlıklar vb. yaşanabilir, yaşanıyor da. Ama bugün esas dikkat çekilmesi gereken noktalardan biri, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu ve Afrika üzerinden Fransa ile giderek artan bir emperyalist gerilim içerisine girmiş olmasıdır.
Siyasi boyutlar ve Fransa’yla artan gerilim Bu gezi yalnızca yeni pazar ve yatırım alanları arayışından ibaret değildir. Bir süredir her vesileyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin yapısının değişmesi gerektiğini savunan AKP hükümeti, BM Genel Kurulu’nda 50’den fazla üyesiyle önemli bir ağırlığa sahip olan Afrika ülkeleriyle daha yakın siyasi ilişkiler kurmak ve böylelikle BM içerisinde daha aktif olabilmenin de hesaplarını yapıyor. TUSKON başkanı bu noktaya da dikkat çekiyor:
marksist tutum
“Dünyadaki 200 civarı ülkenin dörtte biri Afrika’da. Birleşmiş Milletler nezdindeki oylamalarda da Afrika ülkelerinin parmak sayısı önemini hissettiriyor.” Keza böylesi bir destek geçtiğimiz yıllarda alınabilmiş ve bu sayede TC, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde geçici üye olarak bir dönem rol oynayabilmiştir. Erdoğan’ın son gezisinin arkasındaki temel motivasyonlardan biri de Fransa’nın bölgedeki nüfuzunda gedikler açma çabasıdır. Bizzat gezinin kapsadığı ülkeler bunun bir göstergesidir. Gabon, Nijer ve Senegal’in denebilir ki tek ortak tarafı hepsinin de geçmişte Fransız sömürgesi konumunda olması ve halen de Fransa’nın nüfuz alanları içerisinde bulunmasıdır. Erdoğan’ın son gezisinin arkasındaki temel motivasyonlardan biri de Fransa’nın bölgedeki nüfuzunda gedikler açma çabasıdır. Bizzat gezinin kapsadığı ülkeler bunun bir göstergesidir. Gabon, Nijer ve Senegal’in denebilir ki tek ortak tarafı hepsinin de geçmişte Fransız sömürgesi konumunda olması ve halen de Fransa’nın nüfuz alanları içerisinde bulunmasıdır. 1,5 milyonluk küçücük nüfusuyla Hıristiyan bir ülke olan Gabon, eğer zengin petrol yataklarını ve Fransız nüfuzunu saymazsak, aslında AKP’nin hedef ülke profiline pek uymuyor. Senegal ile Nijer ise Müslüman ve oldukça yoksul 15 milyon civarında bir nüfusa sahipler. Her iki ülkede de Fransa’nın denetiminde altın ve petrol yatakları var. Bunlardan Nijer dünyanın en büyük uranyum rezervlerine sahip ve alıcısı da yine Fransa! Senegal ve Nijer’in bir başka özelliği de Mali’nin komşusu olmaları! Bilindiği gibi, Afrika gezisi sırasında, Mali’de yaşanan sorunlar da gündeme gelmiş ve Erdoğan bu hususta diplomatik yolların zorlanması gerektiğine vurgu yaparak askeri müdahaleye pek sıcak bakmadıklarını ima etmişti. Yine sözkonusu açıklamalar içerisinde üstü kapalı olarak Fransa’yı, Mali’de “bir bölme operasyonu yapmakla ve böylelikle kardeşleri birbirine düşürmekle” suçlamıştı. Gezinin hemen ardından Fransa’nın Mali bombardımanının başlaması, Erdoğan’ın böbürlenmelerinin emperyalist piramidin tepesinde pek bir kıymeti harbiyesinin olmadığını ortaya koyuyor. Öyle gözüküyor ki, Erdoğan liderliğindeki Türkiye burjuvazisi bu hususta boyundan büyük işlere kalkışmaktadır!
Mali’de neler oluyor? Mali’nin kuzeyinde bir süredir denetimi elinde tutan ve El Kaide ile irtibatlı olduğu söylenen İslamcı grupların ülkenin güneyine doğru ilerlemesi ve başkent Bamako’yu da ele geçirme ihtimalinin ortaya çıkmasıyla birlikte Fransa, başta İngiltere ve ABD olmak üzere diğer Batılı emperyalist güçlerin de desteğiyle, İslamcı güçlerin üslerini
9
marksist tutum
bombardımana girişti, ardından da kara birliklerini Mali’de konuşlandırdı. Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’na dahil kimi ülkelerin askerleri de Fransız birliklerine destek olmak amacıyla Mali’ye geldi. İslamcı grupların varlığı ve etkinliği, Batılı emperyalist güçler açısından Mali’ye askeri müdahaleyi meşrulaştıran bir argüman olarak kullanılıyor. 11 Eylül’den bu yana Afganistan’a müdahaleyle birlikte popülerleşen bu “İslamcı terörizm” öcüsü, emperyalistler tarafından çeşitli durumlarda kullanıldı, ne var ki, artık bunun abartılı bir ideolojik propaganda olduğu giderek daha açık hale geliyor. İslamcı grupların varlığı ve artan etkinliği emperyalistler açısından kuşkusuz önemsiz bir faktör değildir, ancak onların temel kaygısının ne pahasına olursa olsun her koşulda İslamcı grupların önünü kesmek olduğunu söylemek mümkün değildir. Libya, Suriye ve Afganistan örnekleri, emperyalistlerin İslamcı gruplara ilişkin tavrının nasıl çeşitlenebildiğini göstermektedir. Mali’de altın, uranyum ve petrol yatakları bulunuyor ve bunların önemlice bölümü, ülkenin kuzeyinde, Tuareglerin yaşadığı bölgede yer alıyor. Geçtiğimiz yıl Tuareglerin yaşadığı bölgede çıkan bağımsızlık taraftarı isyan daha sonra çeşitli İslamcı grupların da katılımıyla daha da karmaşık bir hale geldi. İslamcı gruplar ile ayrılıkçı gruplar arasında da gerginlik ve yer yer çatışmalar yaşandı. Diğer taraftan Mali’nin komşusu Nijer’de de Tuaregler yaşıyor ve uranyum zengini bölgede isyancı gruplar mevcut. Fransızların bu isyancılara verdiği destekten ötürü Nijer hükümetiyle Fransa arasında yaşanan gerginliğin ardından hükümet bir askeri darbeyle yıkılıverdi. Batılı güçlerin gerçek kaygısı, bölgedeki değerli madenler ve enerji kaynakları üzerindeki denetimlerini kaybetmektir. Bu hem kendilerinin zayıflaması, hem de rakip gördükleri eski ya da yeni yükselen emperyalist odakların güçlenmesi anlamına gelmektedir. Afrika sözkonusu olduğunda en etkin büyük emperyalist güçlerden biri Fransa’dır. Batı ve orta Afrika ülkelerinin önemlice bir
10
Şubat 2013 • sayı: 95
bölümü Fransa’nın eski sömürgeleri. 1960’ların başında bu ülkeler Fransa’dan bağımsızlıklarını kazandılar fakat hem siyasi hem de ekonomik bakımdan onun nüfuz alanında kalmaya devam ettiler. Bugün de bu ülkelerin özellikle yeraltı zenginlikleri çoğunlukla Fransa’nın denetimi altında. Ne var ki, yeni yükselen emperyalist güçlerin (başta Çin olmak üzere, Brezilya, Hindistan ve Türkiye) Afrika’da giderek artan etkinlikleri, kıta üzerinde etkisi olan büyük güçleri (Fransa, İngiltere, ABD) artan ölçüde rahatsız ediyor. Bu güçler ve en başta da bölgeyle güçlü bağlara sahip olan Fransa, özellikle Çin’in artan etkisine karşı önleyici bir strateji izliyor. Çin’in sağlam ilişkiler kurarak önemli petrol anlaşmaları yaptığı Sudan’ın 2011 yılında bölünmesi, Libya’da Fransızların başını çektiği bombardımanla Kaddafi rejiminin devrilmesinin ardından Çin’in Libya’dan çekilmek zorunda kalması, yine Çin’in giderek etkinlik kazandığı Nijer’de 2010 yılındaki askeri darbe ve nihayet Mali’ye askeri müdahale. Son yıllarda Afrika kıtasının bütününde gerçekleşen karışıklıkları, askeri darbeleri, çatışmaları vb. bu pencereden değerlendirmek gerekiyor. Kıtanın sefaletle boğuşan emekçi halkları, bölgesel, etnik, dinsel çatışmaların kıskacından emperyalist güçlerin çıkar çatışmasından ötürü çıkamadıkları gibi, bu büyük güçlerin tepişmesinin altında ezilmekten de kurtulamıyorlar. Toparlayalım. Türkiye kapitalizmi, son yıllarda yaptığı atılımla alt-emperyalist bir güç konuma ulaştı ve mümkün olan en kısa sürede, bu konumunu daha da geliştirerek emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanmanın derdinde. Bunun için bir taraftan içeride sermayenin emeği daha da azgın bir şekilde sömürmesi için dikensiz bir gül bahçesi yaratılırken, diğer taraftan da dışarıda hem ekonomik hem de siyasi ataklarını yoğunlaştırıyor, militarist maceralara hazırlanıyor. Henüz boyundan büyük işler gibi gözükse de, geç kalmanın verdiği sabırsızlıkla her türlü çılgınlığı yapmaya hazır görünüyor. Bölgesinde ve yakın çevresinde artan emperyalist çatışma ve gerilim ortamı TC’yi de giderek daha fazla köşeye sıkıştırıyor. Öte yandan azgın bir sömürü altında kıvranan işçi sınıfı saflarında biriken hoşnutsuzluğun yanı sıra başta Kürt sorunu olmak üzere birçok etnik, mezhepsel gerilime zemin oluşturan sorunların varlığı, egemen sınıfı ve en çok da onun siyasal temsilcisi olan AKP’yi giderek daha otoriter bir çizgiye sürüklüyor. Bu koşullarda, kara bulutların giderek toplandığını, fırtınanın yaklaştığını söylemek kehanet olmayacaktır. Türkiye işçi sınıfının devrimci bir yükselişiyle engellenmediği takdirde, ufukta savaş ve artan faşizan baskılardan başka bir şey görünmüyor.n
Emperyalist Savaşlara Karşı Sınıf Cephesini İnşa Etmek İlkay Meriç
O
tuz yılı aşkın bir süredir gerek ülke içinde, gerekse yakın coğrafyamızda savaşsız bir gün bile yaşanmadı. 12 Eylül 1980 faşist darbesinin estirdiği terör döneminin ardından yükselişe geçen Kürt ulusal hareketini kanla bastırmaya girişen TC’nin on yıllardır yürüttüğü haksız savaş, yaşadığımız topraklarda çoğu Kürt olmak üzere 50 bini aşkın insanın canını aldı. 1980-89 yılları arasında yaşanan İran-Irak savaşında bir milyon kişi yaşamını yitirdi. 1991’de Saddam’ın Kuveyt’e girmesini bahane eden ABD’nin Irak’a saldırmasıyla başlayan Birinci Körfez Savaşında 200 bin Iraklı katledildi. Aynı dönemde Balkanlar’da yaşanan ve yüzbinlerin canını alan savaş da tanık olduğumuz vahşetin sonuncusu olmadı. Yıkılışının arefesinde SSCB’nin ABD ile geliştirdiği diplomasiye aldanarak Soğuk Savaşın yerini barış çağına bırakacağı umutlarına kapılan reformistlere, emperyalizm, “yeni dünya düzeni”nin ne olduğunu kesintisiz bir şekilde göstermeye devam etti. Barış çağı bekleyenler, alev alev yakan bir sıcak savaş gerçeğine toslayacaklardı. 2001’de ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi ve iki yıl sonra aynı kaderi Irak’ın paylaşması, emperyalist savaş perdesinin uzun bir süre kapanmamacasına açıldığının artık kör gözler tarafından bile görülmesine yol açtı. Bu arada, İsrail terörü altında inleyen Filistin halkının maruz kaldığı haksız savaş da bölgenin değişmeyen gerçeklerinden biri olmayı hep sürdürdü. Bu uzun savaşlar silsilesinin şu an geldiğimiz evresinde, Suriye’de emperyalist güçlerin de müdahil oldukları kanlı bir iç savaş yaşanıyor ve emperyalist güçler Libya’nın ardından Suriye’yi hedefe koymuş durumdalar. Hal böyleyken, başta bölgedekiler olmak üzere tüm dünya sosyalistlerinin yaşanan savaşlara yönelik doğru bir tutum alma sorumluluğu var. Fakat uzun yıllardır ağır bir güç kaybına uğrayan ve Marksist bakış açısından alabildiğine uzaklaşan sosyalist hareket sürekli olarak yalpalayan tutumlar
Emperyalist ve haksız savaşlarda komünistlerin görevi, “vatan savunusu” için ayağa kalkan tüm ezilen toplum kesimlerini işçi sınıfının hegemonyası altında birleştiren ve her iki burjuva cepheye karşı proletaryanın devrimci iktidarını hedefleyen bir üçüncü cepheyi, yani bağımsız sınıf cephesini yaratmak olmalıdır. Bu cephede proletarya, hem işgalci güçlere hem de yerli burjuvaziye karşı, iktidarı ele geçirme perspektifiyle savaşmalıdır. Burjuvazi kitleleri “ulusal çıkar” adına kendi çıkarlarının peşine takmaya çalışırken, komünistler proletaryanın sınıf çıkarlarını merkeze alarak sorunu “kapitalizm mi yoksa sosyalizm mi, kapitalist kamplardan birinin zaferi mi yoksa proleter devrim mi” şeklinde ortaya koymalı ve buna uygun bir mücadele hattı benimsemelidirler.
11
marksist tutum
sergiliyor. Reformist Batı solunun ağırlıklı bir bölümü dün Libya’da, bugün Suriye’de, “insancıl müdahale”den dem vurarak emperyalist müdahaleyi savunma noktasına savrulmuş bulunuyor. Bunun karşıt kutbunda ise, yaşadığımız topraklarda da belli bir ağırlığı bulunan “Üçüncü Dünyacı” küçük-burjuva solun, ister açıktan ister örtük biçimde olsun anti-emperyalizm adına zorba diktatörlükleri (Kaddafi ya da Esad rejimleri örneklerinde görüldüğü gibi) savunma tutumu yer alıyor. Sol adına emperyalist politikaların savunuculuğunu üstlenen sosyalist ve sosyal-demokrat sıfatlı partilerin kitle güçleri dikkate alındığında, bunların Avrupa işçi sınıfının bilincini bulandırarak onu burjuva politikaların esiri haline getirdikleri açıktır. Ancak “Üçüncü Dünyacı” küçükburjuva hareketlerin, emperyalist savaşlarda anti-emperyalizm adına büyüğe karşı küçüğü ya da güçlüye karşı zayıfı destekleme politikasını körlemesine savunma geleneklerinin emekçi kitlelere verdiği zararın daha az olduğu da söylenemez. Özellikle bugün savaşın merkezinde yer alan ve Ortadoğu coğrafyasında halen belirli bir varlığa sahip olan Stalinist KP’lerin anavatan savunusu adı altında sergiledikleri sosyal-şovenizmi düşündüğümüzde, durumun vahameti daha da artmaktadır. Bu partilerin tarihi, sınıf işbirlikçiliğinin ve ihanetin çarpıcı örnekleriyle doludur. Söz konusu partilerin ağırlıklı bir kısmı, ilerici ulusal güçlerin temsilcisi olarak gördükleri Baas Partilerinin sosyalizmin inşasına doğru ilerlediklerini, dolayısıyla KP’lere ihtiyaç kalmadığını savunacak kadar ileri giderek fiilen tasfiyeciliğe savrulmuşlardır. Onyıllardır Baas rejimleriyle işbirliği halinde olan bu partilerin, son süreçte yaşanan devrimci durumlar karşısında takındıkları tutumlar da aynı ihanet çizgisinin devamı niteliğindedir. Örneğin Suriye KP’si yaşanmakta olan iç savaşı proleter devrim ro-
12
Şubat 2013 • sayı: 95
tasına sokmak yerine Esad rejiminin yanında saf tutmakta, bunu da anti-emperyalizm olarak pazarlamaya kalkmaktadır. Kuşkusuz bu tutum, politikasının temel direklerinden birini, tüm ulusal ve “ilerici” güçlerle, özellikle de Baas Partisiyle işbirliği olarak tanımlayan bu parti (ve benzerleri) için hiç de şaşırtıcı değildir. Ne var ki, anti-emperyalizm adına meşrulaştırılmaya çalışılan ve “anavatan savunusu”nda cisimleşen milliyetçi sınıf-işbirlikçi çizgi, söz konusu KP’leri aşan bir yaygınlığa sahiptir. “Üçüncü Dünyacı” küçük-burjuva sosyalizmi olarak nitelendirebileceğimiz geniş bir yelpazeye hâkim olan bu tutuma aslında Marksizm dışı bir anti-emperyalizm anlayışı damgasını basmıştır. Bu kesimler, anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist mücadeleden (yani proleter devrim mücadelesinden) koparmakta ve görece zayıf konumdaki devletlerin savunusuna indirgemektedirler. Özünde milliyetçilikle karakterize olan bu anlayış, savaş, işgal, ilhak gibi durumlarda takınılan tutumlarda kendini çırılçıplak açığa vurmaktadır. Bu tür durumlarda küçük ya da zayıf olan devlete (yani ilgili ülkenin burjuvazisine) verilen koşulsuz destek ise çoğunlukla bu ülkeyi “ezilen” kategorisine sokarak teorize edilmeye çalışılmaktadır. Küçük-burjuva sosyalistlere göre örneğin ABD saldırısına uğrayan Saddam Irak’ı “ezilen”, ABD ise “ezen” ulus/ülke kategorisindedir. Aynı tutum bugün Esad Suriye’si için de takınılmaktadır. Bu yaklaşımların Lenin’in sömürge sorunu bağlamında yaptığı bir tespite dayandırılması ise tam bir çarpıtmadır. Emperyalist metropoller dışında dünyanın neredeyse tamamının sömürge ve yarı-sömürge uluslardan oluştuğu bir dünyada Lenin, “dünyanın ezen ve ezilen uluslar olarak bölündüğünü” söylemekteydi. Oysa sömürge ve yarı-sömürgelerin ezici bir çoğunluğu 20. yüzyılın ikinci yarısında siyasal bağımsızlıklarına kavuşmuş ve bu tablo tümüyle değişmiştir: “Bugünün dünyasında, büyük kapitalist ülkelerle küçükler arasında da çeşitli çekişmeler, çıkar çatışmaları yaşanıyor ve burada sorun ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele kapsamında değildir. Yanlış anlaşılmasın; emperyalist ülkelerin daha küçük ve güçsüz kapitalist ülkelere yönelik çeşitli müdahaleleri ve dayatmaları nedeniyle, bu ülkelerdeki emekçi kitleler katmerli biçimde ezilmektedirler. Ancak, burjuvazinin kapitalizm öncesi ilkel ve gerici yapılanmaya karşı ulusun önünde ilerici bir tarihsel rol oynayabildiği sömürge ülkelerdeki koşullardan tamamen farklı olarak, artık karşımızda derinleşmiş sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir ulus vardır. Şimdi karşımızda, kendi siyasal kurumları, kendi burjuva egemenlik aygıtlarıyla kapitalist devletler vardır. Bir zamanlar öne
sayı: 95 • Şubat 2013
çıkan «ezen ve ezilen ulus» sorununun yerini, artık kapitalist devlet altında «ezen ve ezilen sınıf» sorunu almıştır.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., 2. bsk., s.72-73) Üstelik her biri siyasal bağımsızlığına kavuşan bu kapitalist devletlerin bir bölümü de, emperyalist hiyerarşi basamaklarında daha üst sıralara tırmanmaya çalışan ve kendi bölgelerinde nüfuz alanlarını genişletmek üzere yayılmacı maceralara da girişmekten kaçınmayan altemperyalist güçlere dönüşmüşlerdir. Türkiye, Brezilya, Hindistan bu kapitalist güçlerden birkaçıdır. Bu güçte olmasa bile daha küçük bir kapitalist ülke olan Irak’ı ya da bağımsız bir burjuva devlet olan Suriye’yi “ezilen ülke” kategorisinde değerlendirmek nasıl mümkün olabilir? Bu kategorileştirme, savaşın nedenlerini, amaçlarını, niteliğini göz ardı ettiği gibi, “ezilen” konumunda görülen ülkenin sınıfsal yapısını, sınıfsal güç ilişkilerini tahlil etme gereğini de ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla komünistlerin asıl odaklanması gereken şey olan sınıf savaşı otomatik olarak devre dışı bırakılmakta, burjuva devleti savunup destekleme pozisyonuna düşülmekte ve bütün mücadele saldırıya uğrayan burjuva devletin saldıran güç karşısındaki zaferine indirgenmektedir. Bu uğurda da proletaryaya “kendi” burjuvazisiyle birlikte ortak bir savunma savaşı yürütmesi salık verilmektedir.
Birinci Körfez Savaşı örneği Bu noktada birinci Körfez Savaşı örneğinde takınılan kimi yanlış tutumları hatırlatmak yararlı olabilir. Hatırlanacak olursa, İran’la yürüttüğü sekiz yıllık kanlı savaşın ardından, Saddam yönetimindeki Irak,1990 yazında, yıllardır üzerinde hak iddia ettiği ve zengin petrol yataklarına göz diktiği Kuveyt’i işgal etmiş ve ardından da bu küçük ülkeyi ilhak ettiğini açıklamıştı. Bunu bahane eden ABD öncülüğündeki emperyalist ittifak, 1991 Ocağında Irak’a saldırmıştı. Tarihin o zamana dek gördüğü en büyük bombardıman harekâtlarından birine maruz kalan Irak ordusu, bir ay içinde büyük bir bozguna uğrayarak Kuveyt’ten çekilmek zorunda kalmıştı. Bu savaş, sosyalistlerin nasıl bir tutum izlemeleri gerektiği konusunda bir tartışmaya da yol açacaktı. Kuveyt’i işgal eden ve ardından ABD saldırısına uğrayan Irak’a yönelik tutum ne olmalıydı? Kimi sosyalist çevrelerin bu yanıtı bozbulanık hale getirme yönündeki çabaları meselenin çok karmaşıkmış gibi algılanmasına yol açabilse de, aslında sorunun yanıtı o kadar da zor değildi: “Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Çünkü, aslında «saldıran» da «saldırıya uğrayan» da emperyalist bir çıkar çatışmasının taraflarıdır ve dolayısıyla bu savaşta proletaryanın «anayurdun savunulması» gibi
marksist tutum
bir sorunu olamaz. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, «kendi» hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler.” (Elif Çağlı, age, s.68) “Üçüncü Dünyacı” küçük-burjuva sosyalistler, antiemperyalist mücadeleyi anti-kapitalist mücadeleden (yani proleter devrim mücadelesinden) koparmakta ve görece zayıf konumdaki devletlerin savunusuna indirgemektedirler. Özünde milliyetçilikle karakterize olan bu anlayış, savaş, işgal, ilhak gibi durumlarda takınılan tutumlarda kendini çırılçıplak açığa vurmaktadır. Bu tür durumlarda küçük ya da zayıf olan devlete (yani ilgili ülkenin burjuvazisine) verilen koşulsuz destek ise çoğunlukla bu ülkeyi “ezilen” kategorisine sokarak teorize edilmeye çalışılmaktadır. Bu yanıtı bu kadar açık şekilde verebilmek için kuşkusuz öncelikle yürüyen savaşın nasıl bir savaş olduğu ve Irak’ın nasıl bir devlet olduğu net olarak tayin edilmeliydi. Ancak sosyalist çevrelerin sorunu da tam bu noktada kendini gösteriyordu. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de çeşitli çevreler, Irak’ı “ezilen”, ABD’yi ise “ezen” ulus olarak görüyor ve proletarya enternasyonalizminin komünistlere yüklediği görevi, “emperyalizmin yenilgisi ve Irak’ın askeri zaferi için mücadele” olarak tayin ediyorlardı. Bu tezi savunanlar, öncelikle ABD ile Irak arasında tarafsızlık politikasını ve buna dayanarak savunulan “savaşı iç savaşa çevir” sloganını reddediyorlardı. Çünkü onlara göre bu slogan ancak haksız ve emperyalist savaşlarda yükseltilebilirdi, oysa bu savaş ABD cephesinden emperyalist bir savaş olsa bile, Irak cephesinden haklı bir savaştı! Bu çevrelere göre, Irak’ın saldırganlığını ve Kuveyt’in haklarını öne sürerek tarafsızlığı savunmak “anti-emperyalist mücadeleyi” felç ediyordu. Doğru politika, gerici Saddam yönetimine rağmen Irak’ın yanında yer almaktı. Bu yaklaşımı, Saddam’a politik destek vermeksizin askeri destek sağlamak şeklinde ara formüllerle savunanlar da vardı. Irak’ı “ezilen”, ABD’yi ise “ezen” ulus olarak görenler, ABD Irak’ta yenilirse emperyalizmin bir dönem boyunca felç olacağını ve zayıflayacağını savunuyorlardı. Elif Çağlı, bu doğrultudaki değerlendirmelerin, emperyalist güçlerin manevra olanaklarını hafife alan ve proletaryanın enternasyonal örgütlülüğünün ve mücadelesinin zorunluluğunu atlayan spekülatif tutumlar olduğunu ifade ederek 2002 Ağustosunda şu gerçekleri dile getiriyordu: “Şu ya da bu emperyalist ülkenin küçük bir ülkede giriştiği maceranın yenilgiyle sonuçlanması, dünya genelin-
13
Şubat 2013 • sayı: 95
marksist tutum
yürüttüğü haklı savaşlara da bu bakış açısıyla yaklaşılıyordu. Lenin dönemi Komintern’i, sömürgelerde yabancı egemenliğin yıkılması için yürütülen mücadelenin “ulusal burjuvazinin amaçlarının altına imza atmak anlamına değil, sömürgelerin proletaryası için kurtuluş yolunun düzlenmesi anlamına geldiğini” üzerine basarak ifade ediyordu. Bunun yanı sıra, sömürge ülkeler açısından bile toptancı bir yaklaşım benimsenmiyordu. Sömürge sorununda izlenecek politikaların belirlenmesinde ekonomik durumun ve proletaryanın gelişmişlik düzeyinin ayrıntılı şekilde tahlil edilmesi gerektiğine dikkat çekilirken, ezilen sınıfların çıkarlarının “ulusal çıkar” adı altında gizlenmeye çalışılan egemen sınıfın çıkarlarından açıkça ayırt edilmesi gerektiği vurgulanıyordu. Var olduğu hallerde proleter hareketin burjuvaziden bağımsız karakterinin koşulsuz korunması gerektiğinin de altı çiziliyordu. Yani her halükârda proletaryanın çıkarlarını esas alan bir bakış açısı söz konusuydu. Troçki’nin bakış açısını belirleyen şey de tümüyle bu yaklaşımdı. Ne var ki, eskinin sömürge ya da yarı-sömürge ülkelerinin bağımsızlıklarına kavuştuğu ve kapitalizmin gelişmesine paralel olarak proletaryanın bu ülkelerde belirgin bir güç haline geldiği bugünün dünyasında “ulusal savunu” adı altında sınıf işbirlikçi çizgiyi savunanlar utanmadan onu kendi küçük-burjuva çizgilerine alet etmeye kalkışıyorlar. Üstelik bunu, Troçki’nin iki kapitalist ülkenin savaş pozisyonu alması durumunda proletaryanın yaklaşımını son derece net bir şekilde ortaya koymuş olmasına rağmen yapıyorlar: “Kapitalist ülkeler arasında bir çatışma sorununun bulunduğu böyle durumlarda bu ülkelerin herhangi birinin proletaryası, son tahlilde ulusun ve insanlığın çıkarlarıyla uyuşan kendi tarihsel çıkarlarını, burjuvazinin askeri zaferinin yüzü suyu hürmetine kurban etmeyi kesinlikle reddeder. Lenin’in «yenilgi ehven-i şerdir» formülü, düşman ülkenin yenilmesiyle karşılaştırıldığında kendi ülkesinin yenilgisi ehven-i şerdir anlamına değil; devrimci hareketin büyümesinden doğan bir askeri yenilgi proletaryaya ve tüm halka, «iç barış»la güvencelenen askeri zaferden sonsuz kez daha yararlıdır anlamına gelir. Karl Liebknecht savaş zamanında proletaryanın politikası için eşsiz bir formül vermişti: «Halkın baş düşmanı onun kendi ülkesindedir.» Muzaffer proletarya devrimi, sadece yenilginin neden olduğu olumsuzlukları düzeltmekle kalmayacak, aynı zamanda gelecekteki savaşlara ve yenilgilere karşı da nihai garantiyi yaratacaktır. Savaşa karşı bu diyalektik tavır, devrimci eğitimin ve bu açıdan aynı zamanda savaşa karşı mücadelenin de en önemli öğesidir.” (Troçki, Savaş ve Dördüncü Enternasyonal, marksist.com) Irak ve Suriye gibi ülkelerin pre-kapitalist sömürgeler değil, siyasal bağımsızlıklarına onyıllar önce kavuşmuş ve belli bir gelişmişlik ölçeğine çoktan ulaşmış kapitalist ül-
Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler
de işçi ve emekçi kitlelerin moralini yükseltse de, muhakeme tek boyutlu yürütülmemeli ya da böyle bir olasılık asla abartılmamalıdır. Enternasyonal düzeyde devrimci öncü ve örgütlülük olmaksızın, söz konusu durumların işçi sınıfının mücadelesinde kendiliğinden büyük fırsatlar yaratacağını ummak büyük bir hata olur. Aslında, büyükküçük devlet muhasebesinde atlanan önemli bir nokta var. Büyük emperyalist güçler, kışkırttıkları bölgesel savaşlarda ya da nüfuz alanlarına yönelik askeri operasyonlarda, kendi çıkarlarına ters düşecek durumların içinden sıyrılabilmek, yenilgili bir durumu bir «zafer» olarak sunabilmek bakımından gerçekten de büyük bir manevra gücüne sahipler. Oysaki, aslında askeri bir müdahaleye konu olan küçük kapitalist ülkenin burjuva iktidarı aldığı bir yenilgi karşısında gerçekten de sarsıntı geçirebilmektedir. Kısacası, günümüz dünyasında emperyalistlerin kışkırttığı bölgesel savaşlarda «burjuvazinin küçüğünü büyüğüne karşı destekleyeyim» diyerek sözde bir anti-emperyalizme savrulanlar, saldırıya uğrayan ülkelerde ortaya çıkan devrimci durumları da görmezden gelmektedirler.” (age, s.75) Irak’ın yanında yer almayı savunanların kendi tezlerini gerekçelendirmek üzere Marksizm adına verdikleri tarihsel örneklerin tümünün sömürge ya da yarı-sömürge bir ulusun sömürgeci ya da emperyalist güce karşı verdiği savaşlardan oluşması da, aslında bilinçli bir kafa karışıklığı yaratma çabasının ifadesidir. Bu noktada çeşitli Troçkist çevrelerin, Troçki’nin bu türden örnekler karşısında takındığı tutumla kendilerinin ABD-Irak savaşı karşısında takındıkları tutum arasında özdeşlik kurmalarıysa ibretlik bir çarpıtma örneğidir. Bu özdeşleştirmeyi bir yana bırakalım, Lenin ve Troçki gibi komünistlerin sömürge ve yarı-sömürgelerin verdiği ulusal kurtuluş savaşlarına yönelik tutumları da, söz konusu kesimler tarafından bu devrimci önderleri “ulusal savunu” yanlısı olarak göstermeye hizmet edecek şekilde çarpıtılmaktadır. Oysa bu devrimci önderler, sömürgelerin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarını, kapitalizmin gelişiminin önündeki engelleri temizleyerek proletaryanın gelişmesine hizmet edecek bir tarihsel adım olarak görüyorlardı. Sömürgelerin sömürgeci güçlere karşı
14
sayı: 95 • Şubat 2013
keler oldukları kimse tarafından reddedilmediğine göre, Troçki’nin bu satırlarının tartışmaya mahal vermeyecek kadar açık olduğu ortadadır. Yine Troçki’nin sözleriyle ifade edecek olursak, “ulusal savunu” politika ve ideolojisinden gerçek bir kopuş ancak uluslararası proleter devrim bakış açısı sayesinde olanaklıdır. İster milliyetçilik nedeniyle olsun, ister komünist hareketin verili örgütsüzlük ve güçsüzlük koşullarının proleter devrime yönelik inançsızlığı beslemesi nedeniyle olsun, bu perspektif bir kez kaybedildiğinde, ortaya çıkan manzara görüldüğü üzere içler acısıdır. Anti-emperyalizm adına Saddam’a, Kaddafi’ye, Esad’a, Taliban’a, Hamas’a, Hizbullah’a, hatta İran’daki molla rejimine destek!
Devrimci proletaryanın görevi üçüncü cepheyi yaratmaktır Emperyalist ve haksız savaşlar her zaman birbirine aşağı yukarı denk güçler arasında yaşanmıyor, hatta genelde savaşan kapitalist devletler arasında belirgin bir güç dengesizliği söz konusu oluyor. Proletarya ve onun öncüsü olan komünistler, işte böylesi durumlarda, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi büyüğün karşısında küçüğü savunmakla değil, proleter devrim seçeneğini güçlendirmekle mükelleftirler. Emperyalist ve haksız savaşlar Afganistan ve Irak’ta yaşandığı üzere fiili bir işgal durumuna da dönüşebilir. Bu gibi durumlarda komünistlerin görevi, “vatan savunusu” için ayağa kalkan tüm ezilen toplum kesimlerini işçi sınıfının hegemonyası altında birleştiren ve her iki burjuva cepheye karşı proletaryanın devrimci iktidarını hedefleyen bir üçüncü cepheyi, yani bağımsız sınıf cephesini yaratmak olmalıdır. Bu cephede proletarya, hem işgalci güçlere hem de yerli burjuvaziye karşı, iktidarı ele geçirme perspektifiyle savaşmalıdır. Bu gibi hallerde yerli burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda “anti-emperyalist” bir söylem tutturması, mağdur ve mazlumu oynaması, emekçileri yanıltmak ve peşine takmak için her türlü sahtekârlığa başvurması sıkça görülen olaylardır. İş, burjuvazinin bu tuzağına düşmeksizin bağımsız bir proleter sınıf hattı yaratabilmeyi ve bu hat doğrultusunda mücadeleyi örebilmeyi başarabilmektir. Burjuvazi kitleleri “ulusal çıkar” adına kendi çıkarlarının peşine takmaya çalışırken, komünistler proletaryanın sınıf çıkarlarını merkeze alarak sorunu “kapitalizm mi yoksa sosyalizm mi, kapitalist kamplardan birinin zaferi mi yoksa proleter devrim mi” şeklinde ortaya koymalı ve buna uygun bir mücadele hattı benimsemelidirler. Böylesi bir savaşta diğer ülkelerin komünistlerinin desteği ise, saldırıya uğrayan devlete değil, söz konusu ülkedeki emekçilere yönelik bir destek olmalıdır. Kimileri bunu hayatta karşılığı olamayacak soyut bir formülasyon olarak nitelendirerek, saldırıya uğrayan devletin ordusunun saflarında savaşmayı kaçınılmaz bir durum olarak
marksist tutum
göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa örneğin Körfez Savaşı sırasında, Irak’ta patlak veren Kürt ve Şii ayaklanmaları Saddam rejimine karşı başkaldırının mümkün olabildiğini göstermişti. Demek ki, Iraklı emekçilere önderlik edebilen bir devrimci parti olsaydı, bu parti hem Saddam’ı devirme hem de ABD saldırısını püskürtme perspektifiyle başarılı bir mücadele gerçekleştirebilirdi. Paris Komünü örneği de bize bu perspektifin doğru ve mümkün olduğunu göstermiştir. Burjuvazi kendi iktidarını güvence altına almak için her türlü sahtekârlığa ve ihanete başvururken, komünistler, burjuvazinin “ulusal savunu” çığırtkanlığına karşı sınıf savunusunu öne çıkaran bir hat izlemelidirler. Sınıf bilincinin “yurtseverlik” adı altında milliyetçilikle iğdiş edilmesine izin vermemeli, savaşın doğurabileceği devrimci durumu proleter devrime dönüştürmeye odaklanmalıdırlar. Somut bir sorun olarak Suriye’ye gelecek olursak, her şeyden önce şunu saptamak gerekir ki, bugün Suriye’de yürüyen iç savaş Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın doğrudan uzantısı olarak cereyan etmektedir. Bu savaşın bir cephesinde muhalif güçleri destekleyen ABD’nin başını çektiği emperyalist Batı ittifakı, diğer cephesinde ise Esad rejimini destekleyen Rusya ve Çin yer almaktadır. Türkiye gibi alt-emperyalist güçlerin yanı sıra Katar’dan Suudi Arabistan’a irili ufaklı pek çok kapitalist ülke de bu bloklarda konumlanmış durumdadır. Bu noktada, Suriye’de devrimci proletaryanın hegemonyasında yaratılacak üçüncü cephe, hem Baas rejimine hem diğer burjuva muhalefet güçlerine hem de olası bir müdahalede emperyalist güçlere karşı iktidar hedefiyle mücadeleyi görev olarak önüne koymalıdır. Burjuvazi kendi iktidarını güvence altına almak için her türlü sahtekârlığa ve ihanete başvururken, komünistler, burjuvazinin “ulusal savunu” çığırtkanlığına karşı sınıf savunusunu öne çıkaran bir hat izlemelidirler. Sınıf bilincinin “yurtseverlik” adı altında milliyetçilikle iğdiş edilmesine izin vermemeli, savaşın doğurabileceği devrimci durumu proleter devrime dönüştürmeye odaklanmalıdırlar: “Emperyalist devletlerin askeri müdahalelerine karşı mücadele, burjuvaziyle «ulusal birlik»i (!) savunmak ya da burjuva iktidarların varlığını güçlendirmek için değil, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi uğruna yürütülmelidir. Bu nedenle komünistler, burjuvazinin iktidarda olduğu tüm ülkelerde savaş durumlarında alabildiğine uyanık olmalı ve işçi sınıfını burjuva «ulusal ideoloji»nin esaretinden kurtarmayı temel görevleri bilmelidirler. (…) Sıcak savaş ortamlarında, tüm kapitalist ülkelerde işçiler, kendi ülkelerindeki burjuva iktidarlarına son vermek, emperyalist savaşları iç savaşa çevirmek üzere ileriye atılmalıdırlar.” (Elif Çağlı, age, s.73-74) n
15
Kapitalizm İşçinin Güvenliğine de Sağlığına da Zararlıdır Kerem Dağlı Her geçen gün daha da azgınlaşan kapitalizm canavarı, işçi sınıfını yeni bir açmazla karşı karşıya bırakmıştır; çalışarak iş kazalarında can vermek ya da çalışmayıp mutlak bir sefaletin kucağına düşmek. Kendisi için ölümcül bir tehdit haline gelmiş olan iş kazalarına ve meslek hastalıklarına karşı daha duyarlı davranmak ve mücadele etmek işçi sınıfı açısından artık hayati bir önem kazanmış durumdadır. İşçi sınıfının genel örgütsüzlüğü koşullarında ilk hedef, artan iş kazalarına ve meslek hastalıklarına dikkat çekerek ve iyi bir teşhir kampanyası yürüterek işçi sınıfında bu konuya karşı bir duyarlılık yaratmaya ve böylece işçileri örgütlü mücadeleye çekmeye çalışmaktır. Elbette tüm diğer sorunlarda olduğu gibi, bu meselede de verilecek mücadele sosyalizm mücadelesinden kopuk düşünülemez. Çünkü bu sorunun kaynağı bizzat kapitalist üretim biçimidir.
2008
’deki küresel ekonomik krizden bu yana iyice ivmelenen artışla birlikte iş kazaları ve meslek hastalıkları işçi sınıfı için çok yakıcı bir sorun haline gelmiş durumdadır. İşçi sınıfı, kapitalizmin başına açtığı işsizlik, yoksulluk, sefalet, savaşlar ve diğer belâlar yetmezmiş gibi, bir de işyerinde can korkusuyla başbaşa kalmakta, hatta daha da beteri, yakalandığı meslek hastalıkları nedeniyle farkında olmadan ölüme gitmektedir. İş o raddeye varmıştır ki, işçi sınıfı savaşlarda olduğundan çok daha fazla ferdini iş kazaları ve meslek hastalıkları yüzünden kaybetmektedir. Her geçen gün daha da azgınlaşan kapitalizm canavarı, işçi sınıfını yeni bir açmazla karşı karşıya bırakmıştır; çalışarak iş kazalarında can vermek ya da çalışmayıp mutlak bir sefaletin kucağına düşmek. İşçi sınıfı da kuşkusuz bu sorunun farkındadır, ama bir yandan işsizlik kırbacı diğer yandan da örgütsüzlük, kapitalistler karşısında onun elini kolunu bağlamaktadır. Bu çaresizliğin beslediği kayıtsızlıkla tevekkül halindeki işçi, yanı başında ölen, sakatlanan veya hastalanan arkadaşının başına gelenleri giderek daha fazla kanıksamakta ve en sonunda kendisi de bu kadere kurban gitmektedir. İşçinin içinde bulunduğu durum bir kısır döngü halini almıştır ve adeta bir ölüm çemberi gibi giderek daralmaktadır. Çünkü kapitalizm sıkıştıkça saldırganlaşmakta, işçinin
16
çalışma süresini ve iş yükünü arttırmakta, buna karşılık iş güvenliği önlemlerine daha az önem vermekte ve işçi sağlığını hiçe sayan uygulamalara daha fazla cevaz vermekte, bunlar da iş kazalarını körüklemektedir. İş kazalarına ve meslek hastalıklarına bağlı ölümler ve sakatlıklar korkunç derecede artsa da, yedekte bekleyen ve gittikçe büyüyen işsizler ordusu sayesinde kapitalistler açısından sorun yoktur. Kapitalizm bu açıdan muazzam bir yedek parça stokuna sahiptir ve onun için işçinin maliyeti makinenin maliyetinden çok daha düşük düzeydedir. Yani makineye gösterdiği özeni ve dikkati işçiye göstermesi için hiçbir sebep yoktur. Zaten işçiyi insan olarak değil de makinenin bir parçası, bir maliyet unsuru ya da basit bir üretim aracı gibi gördüğünden, vicdani açıdan da bir sıkıntı çekmemekte, üstüne üstlük iş kazasında ölerek başını ağrıttığı için işçiye kızmaktadır. Bu zihniyette olduğu içindir ki, iş güvenliği önlemleri denince kapitalistin ilk aklına gelen şey “kaza geçiren işçiden kurtulmak” olmaktadır. Türkiye’de yeni yeni gündeme gelen, Batı’da ise uzun yıllardır katı biçimde uygulamada olan “iş güvenliği ve sağlığı” düzenlemeleri de bu soruna merhem olmak açısından son derece yetersizdir. Çin ve Türkiye gibi iş kazalarında rekorlar kıran ülkelerde, her şey çoğunlukla kâğıt üzerinde kalmakta, kurallar doğru dürüst uygulanmamak-
sayı: 95 • Şubat 2013
ta ve dolayısıyla iş kazalarında ufak bir iyileşme dahi söz konusu olmamaktadır. Çünkü sorunun temeli yasa maddelerinin yetersizliğinde ya da teknik eksiklik ve aksaklıklarda değil başka bir noktada yatmaktadır. Kapitalistin ve onun hizmetindeki devletin (bunlara devlet güdümlü sendikaları da eklemek gerekiyor) gerçek derdi işçinin güvenliğini ve sağlığını korumak değil de, işin yani kapitalistin yatırımlarının, kârının, sermayesinin güvenliği olduğundan, ne çıkartılan yasalardan, ne mevzuatlardan, ne fabrikalarda kurulmakta olan iş güvenliği kurullarından ve ne de bunları denetleyecek olan iş müfettişlerinden sorunu tam anlamıyla çözmelerini beklemek gerekir. Onların sağlayabileceği olsa olsa küçük ve göstermelik iyileşmelerdir. Kimilerinin öve öve bitiremediği ve hasretle andığı 50’li, 60’lı yılların Avrupa’sındaki sözde sosyal refah devletlerinde bile iş kazaları veya meslek hastalıkları sanıldığı kadar düşük seviyelerde olmamıştır. Ama bugünkü kaza oranları o denli yüksektir ki, geçmişin görece iyi dönemleri mumla aranır hale gelinmiştir. Ayrıca iş kazalarında ölen ve/veya sakat kalan işçi sayılarının “makul” oranların altında kalması kapitalistler için yeterlidir. Oysa o düşük oranlara konu olan işçiler kanıyla canıyla birer insandır. Bugün Türkiye’de her ay ortalama 100 işçi ölürken bu sayının diyelim ki 20’ye düşmesi kapitalistler için yeterli olabilir, ama işçi sınıfı için asla yeterli olmamalıdır. Çünkü hiçbir işçi ölmeden ve sakat kalmadan, meslek hastalıklarının pençesinde kıvranmadan da üretimin planlanması ve düzenlenmesi mümkündür. Bunun nasıl olabileceğini anlamak içinse önce sorunun özüne inip kaynağını ortaya koymak gerekir. Kapitalizm altında üretim süreci örgütlenirken insan faktörü ikincil hatta üçüncül bir unsurdur. O halde tek tek işyerlerinin “iş güvenliği ve sağlığı”na uygun olup olmadığından evvel şu soruyu soralım: Bir bütün olarak kapitalist üretim tarzı işçinin güvenliğine ve sağlığına uygun mudur? Tabii ki değildir. Bu durumda “iş güvenliği ve sağ-
marksist tutum
lığı” adı altındaki en iyi mevzuat ve düzenlemeler dahi daha baştan yetersiz kalmaya mahkûmdur. Kaldı ki, kapitalist üretimin rekabetçi ve anarşik doğası, hele ki kapitalizmin küresel ölçekli krizi koşullarında, kapitalistin o yetersiz kuralları bile hayata geçirmesinin önünde engel haline gelir. Rekabet kapitalisti üretimi ve verimliliği arttırmaya, maliyetleri ise düşürmeye zorlar. Bunun zorunlu sonucu olarak da çalışma süreleri uzar, iş yoğunluğu artar, işçinin güvenliğini sağlamak için gerekli olan harcamalar kısılmaya başlanır, işçi ne pahasına olursa olsun daha hızlı çalışmaya zorlanır. Sonuç sürpriz değildir; kolu kopan, kafası ezilen, kayışların arasında kemikleri kırılan, silikozis veya kanser gibi hastalıkların pençesinde can çekişen işçiler ve geride bıraktıkları acılı aileleri. Böylece işçi, kapitalizmin çarkları arasında öğütülür gider. Kapitalizm altında kapitalisti bu kurallara uymaya zorlayabilecek olan yegâne güç işçi sınıfının kendisidir. Yoksa kurallar kâğıt üzerinde kalır veya göstermelik biçimlerde uygulanır. Ancak işçi sınıfı yasaları kendi lehine geliştirmek için mücadele ettiğinde, işyerinde iş güvenliği kurallarının eksiksiz hayata geçmesinin takipçisi olduğunda ve en önce de gerçekliğin ve yapması gerekenin farkına vardığında belli ölçüde iyileşme sağlamak mümkündür. Bunu belirleyecek olan da işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyidir. İşçi sınıfı kendi iradesini ancak bu koşullarda ortaya koyabilir ve kapitalistler sınıfına kabul ettirebilir. Ama baştan bilinmelidir ki, kapitalist üretim tarzı tasfiye edilmediği sürece elde edilebilecek kazanımlar sınırlı olmaya mahkûmdur. Bu iki hususun, yani kapitalizm altında ancak örgütlü bir işçi sınıfının varlığı koşullarında iyileşme sağlanabileceği ve daha da önemlisi, kapitalizm yıkılmadığı sürece kalıcı iyileşmelerin sağlanamayacağı hususlarının gerçekliğinin en önemli kanıtı, Ekim Devriminin Rus işçi sınıfının çalışma koşulları üzerinde yarattığı muazzam değişim ve dünyadaki yansımalarıdır.
17
marksist tutum
İşçilerin sağlığı işçilerin elinde olmalıdır İşçi sağlığına ve iş kazalarına yönelik düzenlemeler Ekim Devrimiyle ortaya çıkmış değildir. Rusya’ya göre çok daha erken tarihlerde sanayinin kurulduğu Avrupa ülkelerinde, 19. yüzyıldan itibaren birtakım genel uygulamalar hayata geçmeye başlamıştır. Örneğin Almanya’da 1883 yılında sağlık sigortası sistemiyle ilgili yasal düzenlemeler yapılmış, İsveç, Danimarka, Belçika ve Fransa da onu takip etmiştir. 19. yüzyılın sonlarında bu sağlık sigortasının kapsamı Belçika’da %4, Almanya’da %26 ve Danimarka’da %42 seviyelerine ulaşmıştır. Ardından iş kazalarından doğan mağduriyetin giderilmesi için tazminat ödenmesi meselesi gündeme gelmiştir. ABD ve İngiltere’deki yasal düzenlemeleri, Bismarck Almanya’sındaki zorunlu tazminat sigortası sisteminin yürürlüğe konması takip etmiştir. Kuşkusuz bu son derece yetersiz ve kısmi uygulamaların hayata geçmesinin ana sebebi, bir bütün olarak çalışma koşullarının işçi sınıfı üzerinde yarattığı yıkımın artık burjuvazinin “toplumsal barışını” bozacak denli kontrolsüz bir hal alması ve bu koşullara karşı tepkiler temelinde yükselmekte olan sınıf hareketinin, kitleselleşen sosyal demokrat işçi partilerinin ve sendikaların güçlenmesidir. İşçi sınıfı sanayileşmiş batı Avrupa ülkelerinde 20. yüzyıla bu koşullar altında girerken, Ekim Devrimini gerçekleştiren Rus işçi sınıfının durumu daha iyi değildi. Dolayısıyla tarihin gördüğü bu ilk muzaffer işçi devrimini gerçekleştirenlerin ilk işleri, doğal olarak çalışma yaşamının işçiler lehine düzeltilmesine yönelik düzenlemeleri hayata geçirmek oldu. İşçi iktidarı, “herkese iş sağlamak ve insanların çalışabilmeleri için sağlıklı olmalarını sağlamak amacıyla” ilk etapta, 13 Kasım 1917 tarihinde, “Ücretli Emekçiler İçin Tam Sosyal Sigorta” sistemini hayata geçirmiştir. Bu sistemin yukarıda bahsettiğimiz Avrupalı öncellerinden önemli farkları bulunuyordu. İşçi sınıfının tamamını kapsaması; hastalık, yaralanma, yaşlılık, gebelik, dulluk, yetimlik ve işsizlik durumların hepsini birden kapsaması; işçiye hiçbir maliyetin yansıtılmaması; sakatlık veya işsizlik durumunda tam tazminat ödenmesi ve ek olarak çalışırken aldığı maaşı aynen almayı sürdürmesi; en önemlisi de, bu sigorta kurumunun bizzat işçiler tarafından yönetilip, denetlenmesi. Kapitalist Avrupa’nın en ileri ülkelerinde bile bu denli geniş haklar söz konusu değilken, ekonomik açıdan son derece geri koşullarda olmasına rağmen Ekim Devrimi işçi sınıfına bu hakları sağlayabilmiştir. İktidarı eline alan işçi sınıfı, üretim sürecini kârlılık esasına göre değil insanın ve toplumun ihtiyacına göre düzenlemeye başladığından, iş kazalarında ve meslek hastalıklarında da kapitalist ülkelerle kıyaslandığında ciddi düşüşler sağlanmıştır. Üstelik de Rusya’nın teknolojik açıdan daha geri olan sanayisine rağmen… İşçi sağlığı ve güvenliği konusundaki yasal mevzuat da son derece ileridir.
18
Şubat 2013 • sayı: 95
İşçinin işyerine giderken veya dönerken geçirdiği kazaların iş kazası sayılması ilk kez bu yıllarda devrim Rusya’sında mümkün olmuştur. Üretim sürecini bizzat yöneten işçiler, işçinin güvenliği ve sağlığının işyeriyle sınırlı tutulamayacağını bildiklerinden, daha doğrusu işçinin sağlığı açısından iş ve yaşam koşulları bir bütün oluşturduğundan, tüm mevzuatı ve uygulamaları bambaşka bir mantaliteyle hayata geçirmişlerdir. İşkollarının ve işin barındırdığı riskler son derece titiz ve detaylı analizlerle saptanmış, farklı işkollarına ve işyeri koşullarına göre düzenlemelere gidilmiş; çocuk işçiliği, kadınların ve erkeklerin kendilerine zarar verecek sektörlerde çalışmaları yasaklanmış, işyeri komiteleri aracılığıyla tüm bu güvenlik önlemlerinin yerinde denetimi ve gerektiğinde geliştirilmesi sözkonusu olabilmiştir. İktidarı eline alan işçi sınıfı, üretim sürecini kârlılık esasına göre değil insanın ve toplumun ihtiyacına göre düzenlemeye başladığından, iş kazalarında ve meslek hastalıklarında da kapitalist ülkelerle kıyaslandığında ciddi düşüşler sağlanmıştır. Üstelik de Rusya’nın teknolojik açıdan daha geri olan sanayisine rağmen… Yine ilk kez işçi iktidarı altında işçi güvenliği ve sağlığı konusu genel sağlık sisteminin kapsamı altına alınarak teknik bir mesele olmaktan çıkartılmış, sağlık hizmetlerinin yönetimi merkezileştirilmiş ve ağırlık önleyici sağlık hizmetlerine verilmiştir. Herkese ücretsiz ve eldeki imkânlar nispetinde nitelikli sağlık hizmeti sağlanmaya çalışılmış, sağlık sisteminin geliştirilmesine emekçi halkın katılımı da sağlanmış, işin değil işçinin sağlığının korunması ilkesiyle hareket edilmiştir. Ağırlığın önleyici sağlık hizmetlerine verilmesi son derece önemlidir, çünkü bu sayede gerek işyerinde gerekse de diğer yaşam alanlarında, işçinin sağlığını bozacak etmenlerin ortadan kaldırılması mümkün olmaktadır. Oysa kapitalizmin sağlık konusuna genel bakışı, hastalanan işçinin tedavi edilmesi mantığına dayalıdır. Bunun temel sebebi de önleyici sağlık hizmetleri alanının az kârlı ama tedavi alanının son derece yüksek kârlı olmasıdır. Daha 1920’li yıllarda sağlık bütçesinden koruyucu hizmetlere ayrılan oran işçi devletinde %60, dönemin en gelişkin kapitalist ülkelerinden ABD’de de ise %3,5’tir. İşçi devletinin 11 Kasım 1917 tarihli bir kararnameyle işgününü 8 saate indirmesi de iş kazalarının azalması açısından son derece etkili olmuştur. Bu açıdan da bir ilki gerçekleştiren Ekim Devrimi, 1927 yılında da işgününü 7 saate indirmiştir. Mesailer gece vardiyaları için 6 saatle, tehlikeli işkollarında da 4 saatle sınırlanmıştır. 1920 yılında alınan bir kararla da, işçilerin ve ailelerinin sanayinin zararlı etkilerinden korunması amacıyla, sanayi tesislerinin yerleşim yerleri yakınında kurulması yasaklanmıştır. Bugün, İzmit’in Dilovası ilçesindeki ağır manzarayı bilen-
sayı: 95 • Şubat 2013
ler açısından, bu önlemlerin hayatiyeti çok açıktır. 1922 yılında da, içinde işçi sağlığı ve güvenliği konusuna dair hükümler bulunan yeni İş Kanunu yürürlüğe sokulmuştur. Bu kanundaki hükümler, hiçbir sanayi tesisinin ya da imalathanenin, sendikalardan ve sağlık otoritelerinden onay almadan inşa edilemeyeceğini, buralarda tadilat yapılamayacağını ve başka yere taşınamayacağını; hiçbir tesisin sendika müfettişleri inceleyip onay vermeden hizmete giremeyeceğini söylemektedir. Bugünün kapitalist devletlerinin mevzuatlarında da benzeri olumlu maddeler bulunduğu söylenebilir, doğrudur da, ama işçi sınıfının denetiminin ve söz hakkının olmadığı koşullarda bu maddelerin ne kadar ve nasıl hayata geçirildiği her işçinin malûmudur. İşçi iktidarı altında temel ilke, işçilerin sağlığının yine işçilerin elinde olmasıdır. Bu sebeple bu alandaki tüm kontrol sendikaların ve işçi meclislerinin yani sovyetlerin elindeydi. Bu sayede işçi sağlığı alanında kısa sürede ve üstelik bir yandan da karşı-devrimci güçlere karşı bir iç savaş verildiği koşullarda, önemli adımlar atılabilmiştir. Daha 1922 yılından itibaren işyerlerinde (işyerinin büyüklüğüne göre) sağlık hücreleri, dispanserler ve klinikler kurulmaya başlanmış, sistemin temeline de sağlık eğitimi almış gönüllü işçiler oturtulmuştur. Çoğu Ekim Devriminin ilk yıllarında hayata geçirilen bu düzenlemeler kısa sürede sonucunu vermiş, Çarlık Rusya’sıyla yahut kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında iş kazalarında ve meslek hastalıklarında ciddi oranda azalmalar yaşandığı tespit edilmiştir. Bu noktada kavranması gereken temel husus, tüm bu ileri uygulamaların işçi iktidarı altında gerçekleşmiş olmasıdır. İlerleyen yıllar içinde işçi iktidarını gasp ederek yıkmış olan Stalinist bürokrasinin, devrimin bu alanda getirdiği ileri düzenlemelerin içini boşaltması da gösteriyor ki, bu tip uygulamalar gerçek anlamına ancak bir işçi iktidarı altında kavuşabilir. İşçi sınıfı ipleri eline alıp üretim sürecini insanlığın yararına olacak biçimde düzenlemeye başladığında ve üretici güçleri kapitalizm denen deliliğin cenderesinden kurtardığında, kapitalist ülkelerde çözülemez hale gelmiş en ağır sorunlar dahi basitçe aşılmaya başlanacaktır.
“Sosyal refah devleti” mi, sosyalizm mücadelesinin yükselişi mi? İşçi iktidarı altındaki Rusya’da işçi sınıfının yararına bu gelişmeler yaşanırken, gerek işçi sağlığı ve güvenliği, gerekse de iş hukukunun diğer başlıkları açısından kapitalist Avrupa’da ve dünyanın geri kalanında pek bir ilerlemeden söz etmek mümkün değildir. I. Emperyalist Paylaşım Savaşının bitişinden 1940’ların sonlarına kadar kapitalist Avrupa ve kuzey Amerika, işçi sınıfının yoğun mücadelelerine, devrimlere ve yenilgilere sahne olmuş, ama işçi sınıfına yönelik sosyal haklar açısından çok ciddi değişiklikler olmamıştır.
marksist tutum
40’lı yılların sonlarından itibarense, bir yandan kapitalizmin tarihsel açıdan istisnai denilebilecek bir büyüme dönemine girmesi ve Keynesyen devletçi ekonomi-politikalarının yayılması, diğer yandan emperyalist-kapitalist sisteme karşı işçi sınıfının gözünde bir alternatif ve kutup oluşturan “sosyalist blok”un giderek güçlenen varlığı (Sovyet halklarının faşizme karşı direnişinin yarattığı moral etki ve giderek bir süper güç haline gelen SSCB’nin kitlelerde sosyalizm fikrinin güçlenmesi açısından yarattığı olumlu etki sayesinde) ve bu ikisine paralel olarak sınıf hareketinin genel anlamda gelişmesi (güçlü sendikalar ve işçi partileri), Batılı kapitalistleri işçi sınıfına yönelik birtakım tavizler vermeye itmiştir. Bu bağlamda, SSCB’de işçi sağlığı ve güvenliği alanında uygulanan pek çok düzenleme (diğer alanlardaki sosyal haklarda da olduğu gibi) Batılı kapitalist ülkelerde de yürürlüğe konmaya başlanmıştır. Dolayısıyla asıl olarak batı Avrupa’yla sınırlı kalan bu süreçte kapitalist devleti “sosyal refah devleti” türünden yanlış olan ve yanlış anlaşılan kavramlarla olumlamak gereksiz ve sakıncalıdır. Kapitalist devletlerin hiçbiri, hiçbir dönemde ne sosyal (yani toplumsal) olmuştur ne de işçi sınıfına refah sağlamaya dönük özel bir politika izlemiştir. İşçi sınıfının bu sınırlı coğrafyada yer alan gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yaşam ve çalışma standartlarında yaşanan iyileşmenin nedenleri yukarıda saydığımız faktörlerdir. Kapitalist ülkelerdeki gelişme hiçbir zaman beklenen düzeyde yahut işçi sınıfı açısından yeterli derecede olmamıştır. İş kazası veya meslek hastalıkları oranlarının “makul” seviyelere düşmesi kapitalistler için yeterli olmuştur. Ayrıca bu iyileşmeler asıl olarak Batılı kapitalist ülkelerin işçi sınıflarıyla sınırlı kalmıştır. Dünyanın geri kalanındaki kapitalist ülkelerde yaşayan işçiler açısından “sosyal refah devleti”nden veya Batılı işçilerin sahip olduğu haklardan bahsetmek sözkonusu değildir. İşçi sağlığı ve güvenliği alanından devam edecek olursak, bahsi geçen siyasi ve iktisadi koşullarda, Batılı kapitalist ülkelerde önemli adımlar atılmıştır. Devletler daha kapsamlı yasal düzenlemelere gitmişler ve hem uygulama hem de denetleme açısından daha katı politikalar izlemişlerdir. Genel sağlık ve işsizlik sigortasını, emeklilik sistemini içeren sosyal sigorta sistemleri bu ülkelerin hemen hepsinde oldukça kapsayıcı biçimde hayata geçirilmiştir. Tüm bunların sonucunda da çalışma yaşamı nispeten daha sağlıklı ve güvenli hale gelmiştir. İşçi sağlığı ve güvenliği konusu bir hak olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Bu döneme kadar ağırlıklı olarak şirketlerin kendi iç mevzuatlarının bir parçası olarak görülen ve şirket bünyesindeki düzenlemelerle, yani patronun insafı nispetinde sağlanmaya çalışılan iş güvenliği, artık devletin ve hatta çoğu ülkede sendikaların denetlediği ve katı mevzuatlarla çerçe-
19
marksist tutum
vesi belirlenmiş kapsamlı bir konu haline gelmiştir. Meslek hastalıkları kategorik olarak kabul edilmeye ve tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi bu konuda uzmanlaşmış hastaneler kurulmaya başlanmıştır. 70’li yıllara kadar süren bu dönemde muazzam bir tempoda büyüyen kapitalizm, bilimsel ve teknolojik alanda gerçekleşen baş döndürücü gelişmeler sayesinde üretici güçlerin gelişiminde de önemli sıçramalar kaydetmiştir. Bu gelişmeleri verimlilik ilkeleri açısından da yorumlayan ve işyerlerinde uygulamaya sokan kapitalistler için “iş sağlığı ve iş güvenliği”, verimlilik açısından da dikkat edilmesi ve özen gösterilmesi gereken bir mesele haline gelmiştir. Kuşkusuz bu noktada, yüksek büyüme oranlarına eşlik eden düşük işsizlik oranlarının da önemli payı vardır! “Yedek parça” stoku sınırlı olunca, kapitalistlerin ellerindeki yetişmiş insan malzemesini daha dikkatli kullanmaya özen göstermelerine pek de şaşırmamak gerekir. Sonuç olarak 60’lı yıllardan itibaren “iş sağlığı ve güvenliği”, kapitalizm açısından önemli bir konu ve hatta bilim dalı haline gelmiş, daha da önemlisi giderek kârlı bir sektör haline dönüşmüştür. Bu noktada akılda tutulması gereken iki önemli husus vardır; Ekim Devriminin yarattığı etkinin kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı için de önemli haklar sağlaması, elde edilen hakların ve ilerlemenin işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyiyle olan yakın ilişkisi.
Neo-liberalizmin kazanımları geri devşirme dönemi İşçi sağlığı ve güvenliği alanında, kapitalizmin “altın çağı”na denk düşen tüm bu olumlu gelişmeleri gereğinden fazla da abartmamak gerekir. Kapitalist ülkelerdeki gelişme hiçbir zaman beklenen düzeyde yahut işçi sınıfı açısından yeterli derecede olmamıştır. Başta da belirttiğimiz gibi, iş kazası veya meslek hastalıkları oranlarının
20
Şubat 2013 • sayı: 95
“makul” seviyelere düşmesi kapitalistler için yeterli olmuştur. Ayrıca bu iyileşmeler asıl olarak Batılı kapitalist ülkelerin işçi sınıflarıyla sınırlı kalmıştır. Dünyanın geri kalanındaki kapitalist ülkelerde yaşayan işçiler açısından “sosyal refah devleti”nden veya Batılı işçilerin sahip olduğu haklardan bahsetmek sözkonusu değildir. Nitekim 1940’ları takip eden istisnai büyüme döneminin sona ermesi, “sosyalist blok”un çökmesi ve sosyalizm mücadelesinin tüm dünyada genel bir gerileme içine girmesiyle birlikte kapitalizm verdiklerini geri almanın peşine düşmüştür. Neo-liberal ekonomi politikaları ve saldırı paketleriyle sembolize olan bu son 20-30 yıllık süreçte kapitalizm önce fiilen, sonra da yasalar düzeyinde işçi sınıfının tarihsel ve sosyal kazanımlarını geri almaya başlamıştır. Buna, “iş sağlığı ve güvenliği” açısından sıkıntılı sektörlerde yer alan kapitalistlerin yatırımlarını, kuralların sıkı ve işçi sınıfının örgütlü olduğu Batı ülkeleri yerine, doğunun ve güneyin iş güvenliği ve iş sağlığı kurallarını hiçe sayan ülkelerine kaydırmasını da eklemek gerekir. Gelinen noktada gerek işçi sağlığı ve güvenliği, gerekse de diğer sosyal haklar açısından işçi sınıfının durumu tüm dünyada büyük hızla eşitlenmektedir. Maalesef bu eşitlenme ileri bir noktada değil, tarihsel olarak geri bir noktada olmaktadır. Neo-liberal politikalar sayesinde kapitalizm işçi sınıfını adeta yeniden vahşi kapitalizm koşullarına döndürmeye çalışmaktadır. Esnek üretim, taşeronlaştırma ve örgütsüzleştirme saldırılarına, uzayan çalışma saatleri ve artan iş yükü eşlik etmektedir. Kapitalizmin işçi sınıfına dayattığı gayri insani çalışma koşulları “karoşi” gibi (aşırı çalışmadan kaynaklanan ani ölüm) meslek hastalıklarını ortaya çıkarmaktadır. Kapitalizmin işçi sınıfının başına açacağı belâların sonu olmadığı gibi, ona reva gördüğü berbat çalışma ve yaşam koşullarının da dibi yoktur. Tüm bunlar ışığında iki önemli sonuç tespit etmek mümkündür. Birincisi, kendisi için ölümcül bir tehdit haline gelmiş olan iş kazalarına ve meslek hastalıklarına karşı daha duyarlı davranmak ve mücadele etmek işçi sınıfı açısından artık hayati bir önem kazanmış durumdadır. İşçi sınıfının genel örgütsüzlüğü koşullarında ilk hedef, artan iş kazalarına ve meslek hastalıklarına dikkat çekerek ve iyi bir teşhir kampanyası yürüterek işçi sınıfında bu konuya karşı bir duyarlılık yaratmaya ve böylece işçileri örgütlü mücadeleye çekmeye çalışmaktır. İkincisi, elbette tüm diğer sorunlarda olduğu gibi, bu meselede de verilecek mücadele sosyalizm mücadelesinden kopuk düşünülemez. Çünkü bu sorunun kaynağı bizzat kapitalist üretim biçimidir. n
K
apitalist düzende eğitim, burjuva sınıfın kendi sömürü düzenini sürdürmek için kullandığı en önemli ideolojik silahlardan biridir. Türkiye’de de egemenler bu silahı kurulu baskıcı ve sömürücü düzenlerinin devamını sağlayacak şekilde yıllardır kullanıyorlar. Son dönemlerde gerek 4+4+4 sistemine geçilmesi, gerek ilk ve ortaöğretimde tek tip kıyafetin kaldırılması, gerekse de yeni YÖK yasa tasarısı vesilesiyle, “nasıl bir eğitim sistemi” sorusu kamuoyunun gündeminde ve tartışılıyor. AKP hükümeti eğitim alanında sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirdiği birtakım değişiklikleri “eğitim sisteminin çağdaşlaşması” olarak lanse ediyor. Oysa ortada böylesi ilerici ve köklü değişiklikler yok. Baskıcı eğitim sisteminin bütün kurumları ayaktadır ve sistem sadece egemenlerin ihtiyaçlarına göre revize edilmektedir. Bu revizyonlardan biri de Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Talim ve Terbiye Kurulu’nda (TTK) gerçekleştirilmiştir. Yeni kılık-kıyafet kanunu tartışıldığı günlerde gündeme gelen TTK’nın ders kitaplarında yaptığı sansür, eğitim alanında bazı biçimsel değişiklikler yapılmış olsa bile baskıcı ve gerici eğitim sisteminin özünde hiçbir şeyin değişmediğini de ortaya koymuş oldu. Söz konusu sansür, Radikal gazetesinde Ömer Şahin’in köşesine taşınınca gündeme geldi. Gazetenin haberine göre, sansür listesi Yunus Emre’den Steinbeck’e kadar çeşitli ozan, şair ve yazarların klasikleşmiş eserlerini içeriyor. Örneğin “Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni” dizeleriyle de bildiğimiz Yunus Emre İlahi’sinin “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle, birkaç huri/İsteyene ver onları/Bana seni gerek seni” dörtlüğü, malûm kurulun denetimine takılmış ve kitaplarda bu dörtlüğe yer verilmemiş. Yine Orhan Kemal’in bir eserini inceleyen kurul, eseri beğenmedi-
Talimli, Terbiyeli Eğitim! Hakan Sönmez
21
marksist tutum
ği gibi akıllara durgunluk veren bir karara da imza atmış. Kurul yaptığı inceleme sonucu şu kanaate varmış: “Şahsın kendisine ulaşılarak gerekli düzeltmeleri yapması ve daha sonra müracaatını yenilemesi uygun görülmüştür.” Sözünü ettikleri şahıs, devletin her türlü baskısına maruz kalan, yıllarca hapis yatan, ama yılmadan romanlarında işçileri ve sınıfsal çelişkileri anlatan ve 1970 yılında yaşama gözlerini yuman Orhan Kemal’dir. TTK bu incelemeyi 2003 yılında yapıyor ve yıllar önce ölmüş eser sahibinden “gerekli düzeltmeleri yapıp müracaatı yenilemesi” isteniyor. Acaba kurulda görev yapanların nasıl bir birikimleri ve uzmanlıkları var? Adlarının önünde çeşitli unvanlar taşıyan bu zatlar bu topraklarda yetişmiş en önemli yazarları tanımaktan acizlerse, hangi çağdaş eğitiminden söz ediyorlar? Sansür kurulunun yaptıkları bunlarla sınırlı kalmıyor elbette. Tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın bir eserini inceleyen kurul, “gerekli kazanım oluşturmuyor” gerekçesiyle eseri uygun görmüyor. Tabii burada “gerekli kazanım”dan ne kastediliyor belli değil. Herhalde bu kapalı kelimeyle niyetlerinin üzerini örtmeyi umuyorlar. Ancak bu kelimeden çıkan anlam açık: İşime gelmeyen kitabı okula sokmam! Şair Cahit Külebi’nin şu mısraları da bir kelime nedeniyle kurula takılıyor ve Lise 1. sınıf edebiyat kitabına konulmuyor: “Benim doğduğum köylerde/kuzey rüzgârları eserdi/ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır/öp biraz!” Tahmin edileceği üzere, dizelerdeki “öp” kelimesi sansüre takılıyor. Sansür kurulu sadece dinci, ahlâkçı yaklaşımla hareket etmiyor, aynı zamanda ırkçı da! Örneğin sosyal bilgiler kitabındaki bir aile fotoğrafı, “sarışın Türk olmaz” gerekçesiyle uygun görülmeyerek kitaba konulmuyor. Aradan onyıllar da geçse kafatasçı anlayış kendini devam ettiriyor. Yapılan eleştiriler üzerine açıklama yapan Milli Eğitim bakanı Ömer Dinçer, sansürmüş gibi yansıtılan olayın sade-
Bugün Yunus Emre’den Steinbeck’e kadar birçok insanın eserlerinin sansürlenmesinin sebebi, egemenlerin toplumu kendi ideolojileri doğrultusunda şekillendirme arzusudur. Dün ders kitaplarının içeriğini statükocu-Kemalistler belirliyordu, bugün ise AKP belirliyor.
22
Şubat 2013 • sayı: 95
ce bürokrasi olduğunu ve sansürle ilgili bir işlem olmadığı söylüyor. Ardından da Yunus Emre ve Orhan Kemal’in eserleri üzerinden yapılan tartışmaları hatırlatarak, “Bunları biz yayımlamadık, bunlar 4-5 yıllık kitaplar... Onlarda bu şiirler o şekilde yayımlanmıştı. Talim Terbiye o dönemde kitaplara ideolojik bakıp seçiyordu. Eğer eleştiri yapılacaksa o gün yapılacaktı, bugün değil. Bugün biz bu eski sistemi değiştiriyoruz. Bugün bunu eleştirmeleri haklı sayılmaz” diyerek, aslında TTK’nın meseleye ideolojik yaklaştığını da itiraf etmiş oluyor. Bakan “daha önce ideolojik yaklaşılıyordu, şimdi eski sistemi değiştiriyoruz” diyor. Oysa yapılan değişiklik, bu kuruma artık statükocu-Kemalist anlayışın yerine AKP’nin ideolojik anlayışının hâkim olmasından ibarettir. Türkiye’de eğitim sisteminin temel hedefi, düşünmeyen, sorgulamayan, dünya algısı son derece sınırlı, sistemle uyumlu nesiller yetiştirmektir. Egemenler yıllardır da eğitim kurumlarıyla, ezberci eğitim anlayışıyla bu işi başarıyla yerine getirmektedirler. Bugün okullarda okutulan ders kitaplarının tamamı Talim ve Terbiye Kurulu’nun denetim ve sansüründen geçmekte, sonuçta egemen anlayışın dışında hiçbir şey ders kitaplarında yer almamaktadır. TTK “milli eğitimin beyni” olarak kabul edilmektedir. TTK bizzat Atatürk’ün emriyle kurulmuş ve o günden bu yana eğitimde devletin ideolojik örgütleyicisi olmuştur. Atatürk’ün, “Memlekette talim ve tedris esaslarını ilmi ve müstakil bir merkezden sevk ve idare maksadıyla tasavvur edilen Talim ve Terbiye Dairesi tesis edilmiştir” sözleriyle kuruluşunu ilan ettiği 1926 yılıyla birlikte toplumun “talim ve terbiyesi” için yeni bir ilim-irfan müessesesine kavuşulmuştur. Tarih, coğrafya, fen, matematik artık TTK’nın kontrolü altındadır. Eskiden 15 kişinden oluşan ve kurul üyelerinin ömür boyu görev yaptığı TTK, 2011 yılında yapılan değişiklikle artık bir başkan 10 üyeden oluşuyor ve kurul üyeleri 4 yıllık süreyle görev yapıyor. Ancak şekilsel olarak değişiklikler yapılsa da kurulun asıl işlevinde hiçbir değişiklik söz konusu değildir. Bu kurul kurulduğu günden beri baskıcı ve gerici bir eğitim sistemi ile toplumun bilincini daha baştan çarpıtmıştır, çarpıtmaya da devam ediyor. Yıllardır okullarda okutulan ders kitaplarında bilgiler ezbere dayalı ve sınırlı bir şekilde işlenmiştir. Egemen Kemalist bürokrasi, kendilerinin istediği şekilde bir tarih ve toplum algısı yaratmak için ders kitaplarını safsatalarla doldurmuştur. Örneğin ulusal bir bilinç oluşturmak için, bütün dillerin Türkçeden türetildiği “güneş dil teorisi” uydurulmuş, Anadolu halklarının Türklerden geldiği yolunda hiçbir bilimselliği olmayan tezler icad edilmiştir. Özellikle tarih kitapları çarpık ve yüzeysel bilgilerle doludur. Bu kitaplarda üretim ilişkilerini, sınıfları, sınıfsal amaçları, toplumsal yaşam tarzlarını vs. bulmak mümkün değildir. Türk tarihiyse ırkçılıkla bezeli ve hamasete dayalı bir anlatımla malûldür. Bilimsel bir yaklaşım asla söz konusu değildir. Örneğin ulus olgusu öyle bir ele alınmaktadır ki, sanki bundan
sayı: 95 • Şubat 2013
bin yıl önce de uluslar varmış gibi bir algı yaratılmaktadır. Oysa bu olgu burjuvazinin ulus-devlet inşası temelinde şunun şurasında son birkaç yüzyıl içinde ortaya çıkmıştır. Ne var ki bu basit gerçek dahi tarih kitaplarında öylesine geçiştirilmekte. Keza egemenlere karşı çıkartılan halk isyanları “bozgunculuk”la damgalanmakta ve isyancıların neden isyan ettiklerine dair tek bir gerçek neden gösterilmemektedir. Genel açıklama, “isyancıların devletin dirlik ve düzenine karşı geldikleri ve ayaklanmanın bastırılarak devlet düzeninin kontrol altına alındığı” şeklindedir. Örneğin Selçuklu egemenlerinin baskı ve sömürüsüne dayanamayan Müslüman ve Hıristiyan halkın Baba İlyas önderliğinde gerçekleştirdikleri isyanı, Selçuklu sultanı Haçlı artığı olan paralı Frank askerleriyle bastırmıştır. Görüldüğü üzere toplumu esasında din temelinde bölen egemenlerdir. Ancak bu gerçekleri TTK’nın denetiminden geçen bir ders kitabında bulmak mümkün değildir. Tarihi sınıfsal bir perspektifle kavrayıp öğrenen öğrencilerin, içindeki yaşadıkları toplumun sınıfsal çelişkilerini sorgulamaları, tarihe ve topluma eleştirel bir gözle yaklaşmaları kolaylaşır. Ne var ki egemenlerin istediği şey, kendilerinin oluşturduğu ancak gerçekle bağdaşmayan yapay tarih anlayışının benimsenmesidir. Sadece tarih değil eğitimin her alanında ders kitapları ve müfredat yüzeysel bilgilerden ibaret haldedir. Örneğin felsefe derslerinde “aydınlanma çağı felsefecileri” konusu işlenirken, filozoflar hakkında kısa bilgiler verilip geçilmektedir. Neden öyle düşünmüş, o şekil düşünmesini sağlayan sosyo-ekonomik koşullar nelerdi, nasıl bir üretim ilişkisi söz konusuydu sorularını yanıtsız bırakan, temelsiz bir bilgi aktarımı mevcuttur. Meselâ Karl Marx hakkındaki bilgi bir paragraftan ibarettir ve “toplumcu düşünceyi savunan filozof ” olarak geçiştirilmektedir. Bu eğitim sisteminin ürünü olan bir öğrenci, toplumu, insanı, dünyayı nasıl algılayacak ve nasıl yorumlayacaktır? Yalan yanlış bilgilerin ezberlenmesine dayanan ve son derece sıkıcı olan
marksist tutum
bu eğitim sistemi yüzünden, mezun olan öğrencilerin tarih, coğrafya, felsefe bilgisi son derece sınırlıdır. Böyle olunca, insanların yaşanan toplumsal sorunları gerçekliği içinde kavraması ve fikir üretmesi de alabildiğine zorlaşmaktadır. Örneğin Kürt sorunu gibi köklü bir tarihsel sorunda, beynine safsatadan ibaret bir sözde tarih şırınga edilmiş ve yıllardır Kürtleri de Türklerin bir kolu olarak bilen bir kişiye, meseleyi izah etmenin güçlüğü ortadadır. Bugün Yunus Emre’den Steinbeck’e kadar birçok insanın eserlerinin sansürlenmesinin sebebi, egemenlerin toplumu kendi ideolojileri doğrultusunda şekillendirme arzusudur. Dün ders kitaplarının içeriğini statükocu-Kemalistler belirliyordu, bugün ise AKP belirliyor. Değişen sadece bu ideolojik baskı aracının dümenine oturanlardır. Bugün Talim ve Terbiye Kurulu AKP’nin denetiminde ve AKP kendi ideolojisine uygun bir eğitim müfredatı uyguluyor. Elbette ders kitaplarının içeriğini de buna göre belirliyor. Yunus Emre’den Osmanlı tarihine kadar birçok şey, bu anlayış doğrultusunda süzgeçten geçiriliyor, tarih egemenlerin ihtiyacı doğrultusunda çarpıtılarak yeniden yazılıyor. Muhteşem Yüzyıl adlı dizinin üzerinden yürüyen tartışmalarda bunu net bir şekilde görüyoruz. Dizinin harem sahnelerine esip gürleyen Başbakan, “biz böyle Süleyman tanımadık, ecdadımız yanlış tanıtılıyor” diyerek yargıyı göreve çağırmıştı. AKP’nin istediği şey, Osmanlı’nın her gittiği yere adalet götürdüğü, kutsal değerler adına savaştığı yalanının sürmesidir. Bakan Ömer Çelik “eskiden kitaplara ideolojik yaklaşılıyordu, bizim dönemimizde böyle bir şey olmayacak” dese de, skandallar devam ediyor. Örneğin İzmir Güzelyalı İlköğretim Okulu’ndaki Türkçe öğretmenleri hakkında, Muallim Naci’nin “Ömer’in Çocukluğu”, “Çılgın Babam” ile Bilgin Adalı’nın “Çatalhöyük Öyküleri-1 Dünyamızın İlk Şafağı” kitaplarını okutarak “Türk örf ve âdetlerine uygun olmayan” bilgileri çocuklara öğrettikleri gerekçesiyle soruşturma açıldı. Üstelik de soruşturma bir velinin Alo-147 hattını arayıp “evrim teorisi zorla çocuklara empoze ediliyor” diyerek şikâyette bulunması üzerine, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün durumdan vazife çıkarması sonucunda açılıyor. Bu tekil bir örnek oluşturmuyor ve son dönemlerde bu tür örneklerin sayısı hızla artıyor. Bugün eğitim sistemi AKP eliyle, milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı bir anlayışla, itaatkâr ve dindar bir nesil yetiştirmek için neredeyse yeni baştan organize edilmeye çalışılıyor. Dün Kemalizmin ihtiyacına göre sansürden geçirilen müfredat, bugün de AKP’nin ve onun yandaşı sermaye kesimlerinin ihtiyacına göre şekillendirilmeye çalışılıyor. Ama eğitim sisteminin baskıcı, gerici ve bilimsellikten uzak yapısı devam ediyor. Eğitim hâlâ ezbere dayalı, hâlâ yüzeysel ve hâlâ düşünen, sorgulayan beyinler yetiştirmekten son derece uzak. İşte bu yüzden kitleleri zehirleyen gerici burjuva eğitim sistemine karşı mücadeleyi yükseltmek, parasız, anadilde, demokratik, bilimsel eğitim için mücadele etmek işçi sınıfının görevidir. n
23
Ulus-Devletten Emperyalistle Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP burjuvazisi Erdoğan’ın her yaptığını onaylayarak ve her söylediğini ayakta alkışlayarak onu “tek adam” katına yücelten AKP’nin çekirdek kadroları, kendi ruh dünyalarında da Erdoğan’la özdeşleşmiş durumdalar adeta. Peki ama kimdir bu insanlar? Göründüğü kadarıyla bir kısmı orta sınıf mensubu, meslek sahibidir bu insanların. Bir kısmı ise süreç içinde iyice zenginleşmiş, burjuvalaşmış, sınıf atlamış durumdadır. Erdoğan’ın başlattığı siyasal hareketin esas kadroları işte bu insanlar arasından devşirilmiştir. AKP’yi var eden ve bugünlere taşıyan üst düzey siyasal kadrolar için bir değerlendirme yapacak olursak şunu söyleyebiliriz: Her biri farklı bir sosyo-ekonomik kökenden geliyor olsalar da, görünürde hemen hepsi muhafazakârdır bu insanların. Ama bu muhafazakârlık gerçekte bir vitrin süsü gibi durmaktadır onların üzerinde. Keza kendilerine yakıştırdıkları “demokratlık” payesi de gene aynı şekilde bir vitrin demokratlığından öteye geçmemektedir. Uzun süreden beri kentlileşmiş ve özellikle de büyük kent merkezlerinde yoğunlaşmış bu insanların dindarlığı da aslında kapitalizmin yarattığı popüler kültürden etkilenen ve modern kapitalist yaşamın tüketim kalıplarıyla daha barışık hale gelen, dolayısıyla giderek daha sekülerleşen bir dindarlıktır. Modernleşen kapitalistlerin dindarlığı da diyebiliriz buna. Tabii yaptığımız bu tespit, AKP’ye oy veren mütedeyyin kitleler için değil, sosyal ve politik statü bakımından yukarılara tırmanmış olan dindar elitler ve onların yakın çevreleri için geçerlidir. Bu bakımdan, AKP’ye oy veren kitlelerde değil ama, AKP’nin siyasal kadrolarının davranışlarında oportünizm ve pragmatizm hâkim bir özellik olarak öne çıkmaktadır. Erdoğan’ın çok sevdiği ve AKP kurulmazdan önce de taraftar toplantılarında sık sık terennüm ettiği bir şarkı
24
mısraı var, “beraber yürüdük biz bu yollarda” diye. Evet, iktidara giden yolda Erdoğan’la beraber yürüyen, örgütlenen AKP’nin çekirdek kadroları, sonunda iktidarı fethetmeyi de başararak bugünlere kadar geldiler. Üstelik iktidarı fethetmekle de kalmadılar, iktidar olmanın onlara sağladığı imkânlarla son on yılda ekonomik açıdan daha da büyüdüler ve sermayelerinin gücünü Türkiye sınırlarının dışına taşırdılar. AKP burjuvazisi diye adlandırabileceğimiz bu insanlar, yakaladıkları ekonomik başarı trendini AKP iktidarına ve o iktidarın her şeyi demek olan Erdoğan’a borçlu olduklarının şüphesiz farkındadırlar. Nitekim böyle olduğu içindir ki, bu insanlar Erdoğan’ın attığı her adımı otomatik olarak desteklemekte ve onun karşı çıktığı her şeye onlar da otomatik olarak karşı çıkmaktadırlar. Yani bir anlamda Erdoğan’ı Bonapartlaştırma yolunda bir hayli gayret sarf etmektedirler! Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu kesime mensup burjuvalar, rehber-lider olarak belledikleri Erdoğan’la tam bir özdeşlik kurmuş durumdalar kendi ruh dünyalarında. Niçin kurmasınlar ki; on yıllık Erdoğan iktidarı onlara hem üstünlük duygusunu tattırdı, hem de kârlarına kâr katsınlar diye içerde adeta dikensiz bir gül bahçesi, dışarda ise geniş pazar ve yatırım imkânları sağladı. Çoğunluğu 12 Eylül darbesinden sonraki süreçte piyasada boy gösteren ve sermaye birikimlerini de esas olarak Özal döneminde yapmaya başlamış olan bu yeni yetme burjuvalar, AKP iktidarı döneminde sermayelerini daha da büyütebilecekleri bir yatırım ve iş ortamına kavuştular. Çünkü neo-liberal ekonomik programlar çerçevesinde taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma faaliyetlerinin en yoğun şekilde yaşandığı AKP iktidarı dönemi, rahat bir sömürü ortamı sağladı bu sonradan görme burjuvalara. Bu sömürü ortamında burjuvalar ciddi bir sınıf mücadelesi engeliyle karşılaşmaksızın, yatırım planlarını istedikleri gibi yapa-
eşen Ulus-Devlete ve AKP /3 Mehmet Sinan
biliyor ve sermayelerini istedikleri yere taşıyabiliyorlardı. Dolayısıyla, bu yeni yetme burjuva kesimin asıl serpilip geliştiği ve büyüdüğü yılların, sınıf mücadelesinin son derece gerilediği, sendikal örgütlülüğün dibe vurduğu ve işçilerin en küçük hak arama mücadelelerinin anında bastırıldığı AKP’li yıllar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, AKP iktidarı altında geçen bu yılları, işverenler açısından dikensiz gül bahçesi olarak tanımlamak yanlış olmaz. Bu noktada bir de eski rejim döneminde palazlanmış olan sermaye grupları ile yeni dönemde palazlanmış olan sermaye gruplarının gelişim farklılığına ve mantalitelerinin oluşumuna da burada kısaca değinmek gerekiyor. Şöyle ki; eski dönemin sermaye grupları, gelişimlerini esas olarak 1960’lı ve 70’li yıllarda yapmışlardı. Bu yıllar, hem özel kapitalist sanayi yatırımlarının hız kazandığı, ama hem de işçi hareketinin ve sınıf mücadelesinin yükseliş halinde olduğu yıllardı. O dönemin sınıf mücadeleleri ortamı, bu eski dönemin burjuvalarını işçi-işveren ilişkileri bakımından bir hayli eğitici ve ehlileştirici bir işlev görmüştü. O nedenle, 60’lı ve 70’li yılların burjuvaları, işçiişveren ilişkilerinde görece daha düzgün davranmayı metazori de olsa öğrenmiş ve işçi sınıfının sosyal haklarını, sendikal haklarını, örgütlenme haklarını sonunda tanımak ve kabullenmek zorunda kalmışlardı. Yani amiyane tabirle söylersek, bu konularda daha bir yontulmuş ve hizaya gelmiş durumdaydı eski dönemin burjuvaları. Çünkü bu burjuvalar, gelişimlerinin ilk dönemlerinde işçi sınıfına karşı her türlü mücadele yol ve yöntemlerini (sarı sendikacılık, gangster sendikacılık, grev kırıcılık vb.) en kaba biçimler altında denemişlerdi. Ama gene de işçi hareketini geriletememişler ve sonunda mücadeleci bir işçi sınıfı ve yükseliş halinde olan sınıf sendikacılığı hareketi (DİSK) tarafından hizaya getirilebilmişlerdi. İşçi sınıfının lehine
olan tüm bu gelişmelerde, kuşkusuz dönemin devrimci ruhunun da payı büyüktür. 60’lı ve 70’li yıllarda gerek ilerici-devrimci gençlik hareketlerinin işçi sınıfı mücadelesine katılan kesimlerinin verdikleri destek, gerekse de sosyalistlerin, komünistlerin sendikal harekete doğrudan katılarak ve sendikalarda görev üstlenerek verdikleri destek, sonunda sınıf mücadelesini ilerletici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla, yükselen sınıf mücadelesinin ve örgütlü işçi hareketinin basıncı altında kalan o dönemin burjuvaları, istedikleri gibi at oynatamamışlardı endüstriyel ilişkiler alanında. O dönemin koşullarında işçiler sendikal mücadeleleriyle (kitlesel grevler, fabrika işgalleri, kitlesel gösteriler vb.) ileri düzeyde ekonomik ve sosyal kazanımlar elde etmeyi başarabilmişlerdi. Nitekim 12 Eylül askeri faşist darbesi, işte bu gelişmeyi durdurmak ve geriletmek için tezgâhlanmış bir darbeydi. Oysa gözünü 12 Eylül darbesinden sonraki endüstriyel ilişkiler ortamında açan AKP burjuvazisi ve diğer burjuvalar için durum oldukça farklıdır. Bunlar adeta köpeksiz köyde değneksiz gezen hırsızlar gibi meydanı boş bulmuşlardır. İşçi sınıfının örgütlü gücünü ensesinde hiç hissetmemiş ve sınıf mücadelesiyle hiç terbiye edilmemiş, yeniyetme bir burjuva kesimin mensubudur bunlar. Böyle oldukları içindir ki, işçilerin ağzından “örgüt, sendika, işçi hakları” vb. gibi laflar çıkınca, kırmızı görmüş boğalar gibi saldırıyorlar işçilerin üzerine. Ama bu burjuvalara asıl cesaret veren ve iyice şirretleşmelerine yol açan, kendileri gibi sonradan görme olan Erdoğan ve AKP kadrolarının, sendikal harekete ve işçi eylemlerine karşı kullandığı ilkel, küstah ve saldırgan dildir. Tabii tüm bu faktörlerin yanı sıra, işçiler açısından diğer bir olumsuz faktörü de burada zikretmek gerekiyor. Bu olumsuz faktör, sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu içler acısı durumudur. Bugün neredeyse
25
marksist tutum
tüm sendikalarda, sendika yönetimleriyle taban arasında tam bir kopukluk, hatta uçurum oluşmuş durumdadır. Ama sadece sendikaların tepe yönetimleriyle taban arasında değil, bölge düzeyindeki yöneticilerle, hatta fabrika düzeyindeki sendika temsilcileriyle taban arasında da durum aynıdır. Sendikaların tepesine çöreklenmiş olan bürokrat kılıklı pek çok sendikacı, bugün adeta düzenin adamı gibi davranmaktadır. Rahatının kaçmasını istemeyen bu bürokrat sendikacılar, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmekte ve ihtilaf vukuunda da işverenlerin suyuna gitmektedirler. Sendikal harekette yukarılara doğru çıkıldıkça durum daha da vahimleşmektedir. Özellikle konfederasyon düzeyindeki sendika yöneticileri sınıftan tamamen kopmuş, hatta sınıfın karşısına geçmiş durumdalar. Bunların her biri bir burjuva partisinden milletvekili olma sevdasındadır. Dolayısıyla, işverenlerin korkacakları, çekinecekleri mücadeleci sendikacılar ve mücadeleci bir sendikal hareket yok gibidir bugün. İşte tüm bu olumsuz faktörler bir araya geldiğinde, işçi-işveren ilişkilerinde patronların eli daha da rahatlamakta ve ortam onlar için adeta dikensiz bir gül bahçesi haline gelmiş bulunmaktadır. Bu ortamda burjuvalar ve özellikle de yontulmamış, sonradan görme burjuvalar daha da şirretleşmekte ve işçileri bir insan olarak değil, adeta işleyen bir makinenin dişlileri gibi görmektedirler. İşçileri çok daha uzun süreli iş saatleriyle (günde 16 saat gibi) ve en düşük işçilik maliyetleriyle nasıl çalıştırırım hesabı yapmaktadırlar. Bu da işyerlerinde işçiler açısından ilkel, sağlıksız, güvenliksiz ve iş güvencesi olmayan çalışma koşullarının yaygınlaşmasını, iş kazalarının, iş cinayetlerinin artmasını beraberinde getirmektedir. AKP hükümetinin bu konulardaki duyarsızlığı ve hatta kasıtlı göz yummaları nedeniyle, fabrikalardaki çalışma koşulları işçiler açısından neredeyse 19. yüzyıldaki vahşi kapitalizmin çalışma koşullarını anımsatır hale gelmiştir. Bütün bu koşullar karşısında, işçilerin hak arama mücadelesine girişmeleri, örgütlenmeleri ve eylem yapmaları ise adeta bir küfür gibi gelmektedir sendikasız işçi çalıştırmayı alışkanlık haline getirmiş sonradan görme burjuvalara. Çünkü geçmişten gelen ataerkil sosyolojik kültürlerini hâlâ sürdüren bu burjuva kesimlerin kafa yapısı, “işçi hakları” diye bir kavramı kabul edecek düzeye ulaşmış değildir henüz! Bunların “hak” diye belledikleri şey, kendilerinin takdir buyuracağı yardımlar, gönüllerinden kopan ihsanlar, yani eski çağlardan kalma sadaka kültürüdür hâlâ! Böyle bir kafa yapısına sahip olan burjuvaların fabrikalarında işçiler bir hak arama mücadelesine giriştiklerinde ise, işçilerin bu haklı mücadelesi bir saygısızlık, haddini bilmezlik, kadir bilmezlik vb. gibi gelmektedir o işyerlerinin patronlarına. Onların işçiler karşısındaki bu tepkisel ruh hali, onların derinlerinde yatan, sonradan görmelere özgü hazımsızlığın ve aşağılık kompleksinin de bir dışa vurumudur aslında. Görünen odur ki, Erdoğan ve AKP burjuvazisi şu an karşılarında çekinecekleri etkili bir toplumsal muhalif güç
26
Şubat 2013 • sayı: 95
görmüyorlar. Bu nedenledir ki, mevcut iktidar ekibi ve onları destekleyen burjuva kesimler bu aşamada çok rahat hareket etmekte ve kendi iktidar projelerini ilerletme yolunda, hiç kimseye hesap verme gereği duymaksızın emin adımlarla ilerlemektedirler. Özellikle 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan ve adamlarının siyasal tavırlarında gözlemlenen gerçeklik budur. Ama bu durumun burjuvazi içinde bile bir huzursuzluk yarattığı da diğer bir gerçekliktir. Huzursuzluğun ana nedeni ise, Erdoğan ve AKP burjuvazisinin kendi küreleri dışında kalan burjuva kesimleri hiç dikkate almamaları ve hatta bununla yetinmeyip, her fırsatta onları da hizaya sokma girişimlerinde bulunmalarıdır. Örneğin, TÜSİAD yöneticilerinin AB reformları ve ekonominin gidişatı konusunda yönelttikleri eleştiri ve uyarılara, Erdoğan ve hükümet sözcüleri her seferinde sert bir üslupla karşılık vermiş ve “TÜSİAD kendi işine baksın” yollu ifadelerle onları terslemişlerdir. TÜSİAD yöneticilerinin belli bir tarihten sonra, Erdoğan’ın icraatları karşısında daha az konuşur hale gelmeleri ve hükümeti eleştirmekten kaçınmaları da görece bir geri çekilmenin göstergesidir. Fakat TÜSİAD yöneticilerinin daha az konuşur hale gelmesi ve hükümeti eleştirmekten kaçınması, burjuvazi içinde gönüllü bir uzlaşmanın ve anlaşmanın sağlandığı anlamına da gelmiyor. Bu durum, Erdoğan türü bir “barışın” (pax Erdoğana) TÜSİAD yöneticilerine de dayatılmış olduğunu gösteriyor. Görünen odur ki, TÜSİAD açısından şimdilik bir uzlaşma değil bir geri çekilme, çatışma ortamından uzak durma hali söz konusudur. Bu durumda AKP hükümeti ile TÜSİAD arasındaki ilişkilerin, AB projesinin gelişme seyrine göre gelgitli bir seyir izleyeceği aşikârdır.
Kapitalizmin dünyasal krizi ve sol liberallerin hülyaları Burjuvazinin siyasal bir temsilcisinin tüm burjuvazi üzerinde hegemonya kurmaya kalkışması ve bunu açıktan yapar hale gelmesi, her dönemde karşılaşılabilecek ve olağan sayılabilecek bir durum değildir. Nitekim bugün başbakan Erdoğan’ın ve onu destekleyen burjuva kesimlerin kendi dışlarındaki burjuva kesimlerin itirazlarını hiçe sayarak kendi bildiklerini okumaları ve bu konuda dayatmacı bir siyasal tarz geliştirmiş olmaları, pek açık edilmese de, burjuvazi içinde bir rahatsızlık yaratmış durumdadır. İçerde siyasal çözüm bekleyen onca sorun (Kürt sorunu, AB reformlarının durması, yeni bir Anayasa yapımının askıya alınması vb.) varken, Erdoğan ve adamlarının bu sorunların çözümünü bir kenara itip, kendi tercihleri olan başkanlık sistemini dayatmacı bir şekilde oldurmaya çalışmaları burjuva rejimde esaslı bir gerilime yol açmış bulunuyor. 2011 seçimleri öncesinde “ileri demokrasi”, “sivil bir Anayasa”, “özgürlüklerin genişletilmesi” vb. üzerine onca vaatlerde bulunan Erdoğan ve AKP kurmaylarının, şimdi bu söylediklerinden çark ediyor olmaları, zamanın-
sayı: 95 • Şubat 2013
da onlara destek vermiş olan liberal aydınlarda, yazarlarda, gazetecilerde vb. esaslı bir moral bozukluğu ve düş kırıklığı yaratmış durumda. Liberallerin nasıl bir düş kırıklığı yaşadığını, bir liberal demokrat olan Ahmet Altan’ın şu serzenişi çok iyi yansıtıyor: “Akıllı biri bana, ekonomisi bu kadar iyi giden, ekonomik verileri neredeyse mucizevî parıltılar gösteren, bütün ülkeler işsizlikten kırılırken işsizliği azaltan bir ülkenin neden siyaseten bir iğneli fıçının içinde yaşamak zorunda olduğunu anlatsın. Bütün dünya ekonomik bir kaosun içinde çalkalanırken biz bir «cennet adası» gibi huzurla yolumuza devam edebilecekken neden böylesine faşizan bir baskıyla ve bütün ülkeyi yaralayan gerginliklerle yaşamak zorundayız? En zorunu başarırken, zaten daha önceden başarmış olduğumuzu şimdi bozmanın esbab-ı mucibesi nedir? Ben bunu hakikaten anlamıyorum. … Hazır ekonomimiz bu kadar iyiyken, bu ekonomik temel üzerine faşizmi bina edeceğimize, ekonominin gücünden yararlanarak sorunları çözüp geçsek daha iyi olmaz mı?” (Taraf, 17.08.2012) Bu satırlar, Ahmet Altan gibi liberal-demokrat burjuva aydınların nasıl bir ruh hali içinde bulunduklarını ve mevcut kapitalizm koşullarında geleceğe dair beklentilerinin ne olduğunu doğrusu çok iyi yansıtıyor. Belli ki liberal aydınlarımız, içinde yaşadığımız çağın hâlâ savaşlara, çatışmalara, baskılara yol açan bir emperyalizm çağı olduğu gerçeğini kabullenmek istemiyorlar. Tersine, onların 21. yüzyıl kapitalizminden, yani emperyalizmden beklentileri hâlâ çok yüksektir. 21. yüzyıl kapitalizminin (onların tanımıyla bilgi çağının) demokrasiyi yaygınlaştıracak ve dünyaya sonsuz barış getirecek ekonomik bir altyapı oluşturacağına inanmaktalar. Nitekim Ahmet Altan gibi liberal yazarlar, bu inançlarını yazılarında sık sık dile getiriyorlardı. Buna inanan liberaller, Türkiye’nin de bu gelişmeden nasibini alacağını ve AKP hükümeti sayesinde AB sürecinin tökezlemeden ilerleyeceğini düşünüyorlardı hep. Bugün ise, bu düşlerinin gerçekleşmediğini görmenin derin düş kırıklığını yaşamaktalar. Ama tarihte ilk defa bizim liberallerimiz yaşamıyor bu yanılgıyı ve düş kırıklığını. Bunun bir benzerini, bundan tam yüz yıl önce Avrupa’da Alman sosyal demokrasisinin liderleri de yaşamıştı. Karl Kautsky birinci emperyalist paylaşım savaşı öncesinde (1914’te), 20. yüzyılla birlikte yeni bir çağa girildiğini ve bu yeni çağda emperyalistler arası rekabet ve çatışmanın yerini, büyük emperyalist anlaşmaların, ortaklıkların (süper emperyalizmin) alacağını ve bu nedenle de artık emperyalistler arası rekabete, çatışmalara, savaşlara gerek kalmayacağını düşlüyordu. Çünkü dünya ekonomisi, bir savaşa gerek kalmaksızın, büyük emperyalist ortaklıklar tarafından barış içinde paylaşılacak ve sömürülecekti! Ne var ki, Kautsky’nin kendi hayal dünyasında “süper emperyalizm” üzerine kurguladığı bu “fantezi teori” kısa sürede çökmüş ve insanlık, gerçekler dünyasının o acımasız gerçekleriyle yüz yüze gelmişti. Yüz yüze gelinen ger-
marksist tutum
çeklik ise, milyonlarca insanın mahvına ve ölümüne sebep olan birinci emperyalist paylaşım savaşı ve demokrasinin kırıntısını bile bırakmayan kanlı faşist diktatörlükler idi! 20. yüzyılın sonunda “reel sosyalizmin” çökmesi ve kapitalizmin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, bu kez liberal aydınların hayal dünyalarını ve gelecek fantezilerini köpürttü. Evet, 21. yüzyıla girildiğinde, Türkiye’deki liberal aydınların da geleceğe dair umutları yeşermiş durumdaydı. Kapitalizm altında ilerleyen Avrupa’nın birleşmesi projesine büyük umutlar bağlamıştı bizim liberal aydınlarımız. AB’ye üyelik sürecinin Türkiye’yi de nasıl demokratikleştireceğinin düşlerini kuruyorlardı. Onlara göre, “çağdaş” kapitalizm koşullarında (onların deyimiyle 21. yüzyılın sanayi sonrası kapitalizminde) o eski sınıf mücadeleleri de, emperyalistler arası çatışma ve savaşlar da artık hiç yaşanmayacaktı! Bugün yaşanan süreç, kapitalizmin dünya çapında gelişmekte olan genel krizi ortamında, büyük güçler arasındaki hegemonya ve paylaşım savaşıdır. Emperyalist piramidin daha alt basamaklarında bulunan ve bu anlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye kapitalizmi de bu savaşa dâhil olmuştur ve etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan onun önceliği, liberal aydınların sandığı gibi demokrasiyi geliştirmek vb. değil, kendi nüfuz alanını genişletmektir. Bu süreçte AKP’nin iktidara gelmesi, AB’ye katılım için gerekli reformları başlatması ve ardından askeri vesayet sistemini geriletici adımlar atmaya başlaması daha da umutlandırmıştı liberal aydınlarımızı. Çünkü onlara göre, mevcut dünya koşulları Türkiye’nin sorunlarını çözmesi ve demokratikleşmesi için çok uygundu şimdi. Berlin duvarının yıkılmasından sonra kapitalist dünyada rüzgârlar liberalizmden ve demokrasiden (burjuva demokrasisinin gelişmesinden) yana esiyordu! Türkiye de bu olumlu havadan nasibini alacaktı elbette! Yeter ki AB’nin istediği reformları yapan ve bu konuda kararlı ve istikrarlı olan bir hükümet iş başında olsundu. Özetle söyleyecek olursak, o dönemde liberal aydınlarımız emperyalist Avrupa’dan esecek demokrasi rüzgârının Türkiye’yi de demokratikleştireceğine esaslı bir şekilde bel bağlamış durumdaydılar. Dolayısıyla, AKP hükümeti AB’yle iyi geçindiği ve AB’nin istediği reformları yaptığı sürece, koşulsuz destekleyeceklerdi AKP hükümetini. 2009 yılında kapitalist dünya ekonomisi krize girdiğinde ve ardından ABD’de ve AB ülkelerinde büyük ekonomik sarsıntılar yaşanmaya başladığında da kapitalizme inançlarını hiç yitirmediler liberal aydınlarımız. Üstelik bu dönemde ABD’de Obama’nın başkan seçilmesi, kapitalizme olan umutlarını daha da yeşertti onların. Liberal aydınlar günümüz kapitalizmini “sanayi sonrası kapitalizm” olarak tanımlıyor ve bu kapitalizm altında dünyaya
27
Şubat 2013 • sayı: 95
marksist tutum
yayılacak demokrasi düşleri görüyorlardı. Gördükleri bu düş, onların yazılarında, politik tahlillerinde bire bir yansıyordu. “Çağdaş kapitalizm” hakkındaki umutlu beklentilerini aktarırken şöyle diyorlardı: “Bush silahçı ve petrolcülerin iktidarını temsil ediyordu, Obama çok daha farklı bir anlayışı yansıtan bilgisayarcıların temsilcisi. Birincisi kurşun atınca para kazanırken, ikinciler bilgisayar satınca para kazanacak. Bilgisayar satmak için gelişmiş, zengin, barışçı, huzurlu ve istikrarlı bir dünyaya ihtiyaç var. Tüm kan, gözyaşı, acı ve ıstıraba rağmen «eski dünya düzeni» yavaştan kaybolmakta. Dünya, uluslararası sistem ve ABD, AK Parti iktidarı ile Türkiye’nin bu bölgede yeni bir görev üstlenmesine çalışıp duruyor. Müslüman bir ülkenin, insan hakları, demokrasi ve piyasa ekonomisi ile kol kola yürüyebileceğini, idealler doğrultusunda vatandaşlarını özgürleştirip zenginleştirebileceğini Türkiye’nin göstermesini istiyor. …Obama’nın da Müslüman Türkiye’nin AB kriterleri ile evlenmesini sağlamak için çalışacağını ilk baştan açıklaması bu yüzden. ABD’nin örnek ülke olarak Müslüman dünyaya göstereceği Türkiye, AB standartlarında bir ülke haline gelecek.” (Mehmet Altan, Star, 05.04.2009) Sermayenin emperyalistleşme eğilimi, ülke içinde emek hareketini bütünüyle denetim altına alma, daha yoğun bir sömürü mekanizmasını işletme ve otoriterleşme eğilimine hız verdi. İşte AKP iktidarının giderek otoriterleşmesi, artan bu emperyalistleşme eğilimi ile doğrudan bağlantılıdır. Bunun somut göstergesi ise, kaynayan Ortadoğu kazanına Türkiye’nin de dâhil olması ve bu kazan içinde rakipleriyle kıyasıya bir rekabet içine girmesidir. Evet işte böyle! Kapitalizm dünya ölçeğinde zincirleme bir kriz dönemine girmişken ve bunun sonucunda işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları her yerde saldırı altındayken, işsizlik, yoksulluk artarken ve dünyanın her tarafında emperyalistler arası hegemonya savaşları hâlâ sürerken, liberal aydınlar kendi düş dünyalarında “barışçı”, “eşitlikçi” “özgürlükçü” bir kapitalizm çağının başlamakta olduğunu hayal edebiliyorlardı! Onlara göre, genişlemekte olan Avrupa Birliği de işte böyle bir barış çağının projesiydi ve Türkiye de demokrasisini geliştirirse mutlaka bu projeye dâhil edilecekti! Ama burjuva liberal aydınların atladıkları bir şey vardı. Türkiye’de teknoloji kullanımındaki artış ve kapitalist ekonominin AKP iktidarı altında gösterdiği muazzam büyüme, toplumda otomatik olarak bir demokratikleşme getirmedi ve getiremezdi de. Kapitalist ekonominin büyümesi, sermaye birikiminin ve yoğunluğunun artması, Türkiye’de öncelikli olarak demokrasinin genişlemesini, işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının gelişmesini, Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerinin karşılanmasını vb. değil, yerli finans-kapitalin yayılma
28
arzusunu ve bölgede güç mücadelesine girişme eğilimini kamçıladı. Sermayenin bu emperyalistleşme eğilimi ise, ülke içinde emek hareketini bütünüyle denetim altına alma, daha yoğun bir sömürü mekanizmasını işletme ve otoriterleşme eğilimine hız verdi. İşte AKP iktidarının giderek otoriterleşmesi, artan bu emperyalistleşme eğilimi ile doğrudan bağlantılıdır. Bunun somut göstergesi ise, kaynayan Ortadoğu kazanına Türkiye’nin de dâhil olması ve bu kazan içinde rakipleriyle (ki bu rakiplere Almanya, Fransa gibi AB ülkeleri de dâhildir) kıyasıya bir rekabet içine girmesidir. Bunun ise bir tek adı vardır: Emperyalist paylaşım savaşına dâhil olmak! Bugün yaşanan süreç, kapitalizmin dünya çapında gelişmekte olan genel krizi ortamında, büyük güçler arasındaki hegemonya ve paylaşım savaşıdır. Emperyalist piramidin daha alt basamaklarında bulunan ve bu anlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye kapitalizmi de bu savaşa dâhil olmuştur ve etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan onun önceliği, liberal aydınların sandığı gibi demokrasiyi geliştirmek vb. değil, kendi nüfuz alanını genişletmektir. Bu süreçte Türkiye’nin kuracağı ittifaklar ve katılacağı bloklar da bu paylaşım savaşının seyrine göre değişiklik gösterecektir elbette. Nitekim bir dönem AB ile balayı yaşanırken, daha sonra bir “küskünlük” dönemine girilmiş olması, ardından başbakan Erdoğan’ın Şanghay Beşlisine katılmaktan söz eder hale gelmesi vb. hep bu savaş sürecinin oynak karakterinden kaynaklanmaktadır. Nitekim 2009 yılında kurulan liberal düşler de aslında bu gelişmeler nedeniyle 2012 yılında sönmeye başlamıştır. Çünkü bu üç yıl içinde liberal düşleri parçalayacak çok şeyler yaşanmıştır. Bir kere dünya kapitalizminin içine girdiği kriz nedeniyle, bu süreçte AB’nin varlığı bile tartışılır hale gelmiştir. AB’nin yaşayıp yaşamayacağı hakkında artık kimse kesin konuşamıyor. Avrupa’nın siyasal birliğinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir yana, ekonomik birliğinin bile tehlikede olduğu görülüyor bugün. Liberaller bunu düşünmek bile istemiyorlar ama ilerde AB diye bir şey kalmayacak belki de. Elif Çağlı bu gerçekliği çok erken bir tarihte, bundan tam on yıl önce (2003 yılında) dile getirmiş ve Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen AB’nin aslında mevcut haliyle bile kaderinin belli olmadığını belirtmişti (bkz. Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum broşürü).
AKP’nin gidişatı ve burjuva muhalefetin hali pür melali Düş kırıklığına uğrayan liberal-demokrat aydınların bugün Erdoğan ve hükümetine yönelttikleri eleştirileri, AB reformları sürecinde Erdoğan’a destek vermiş olan AB yanlısı TÜSİAD yöneticileri de dile getirmişlerdi. Fakat Erdoğan ve adamları bu eleştirilerden pek etkilenmediler ve bildiklerini okumaya devam ettiler. Peki ama ne-
sayı: 95 • Şubat 2013
den böylesine rahat davranabiliyor Erdoğan ve adamları? Çünkü liberal-demokratların AB reformları, demokrasi vb. konusunda AKP’ye yönelttikleri eleştiriler ve yükselttikleri itirazlar, gerek parlamentoda gerekse toplumda yankı bulmuyor ve muhalif bir kamuoyunun oluşumunda etkili olmuyor. Nitekim Erdoğan da bu durumun farkında olduğu için, kendisini eleştiren burjuva liberal kesimlere “artık size ihtiyacımız kalmadı, düşün yakamızdan” demeye getiren kibirli bir tavır sergiliyor son zamanlarda. Fakat öte yandan, Erdoğan ve adamlarının 2011 seçimlerinden sonra iyice açığa çıkan benmerkezci, kibirli ve bir o kadar da anti-demokratik tavırları, liberal çevrelerde giderek endişeleri arttıran huzursuz bir durum yaratıyor. Üstelik bu gelişmeler, Ortadoğu’da büyük bir savaş kazanının kaynadığı ve kapitalizmin dünya çapındaki krizinin daha da derinleşmekte olduğu tarihsel bir konjonktürde yaşanıyor. Böylesi bir konjonktürde burjuvazi içinde patlak verecek bir kapışmanın, hiç de hayra alamet sonuçlar getirmeyeceğini, burjuvazinin akil adamları görmekte ve endişelenmekteler. Çünkü tüm bu gelişmelerin, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili perspektifleri bir anda belirsiz hale getirebilecek tehlikeli bir potansiyel taşıdığının farkındalar. Bu çevreler açısından işin daha da kötüsü, bu sıkıntılı durumu bugün itibariyle dile getirecek ve Erdoğan ve ekibinin başına buyruk çizgisine demokratik bir programla ve söylemle karşı çıkacak etkili bir burjuva muhalefet hareketinin bulunmamasıdır. AKP’ye sözümona soldan muhalefet eder görünen CHP’nin biçare durumu ortadadır. CHP bugüne kadar izlediği siyasal çizgisiyle, statükocu devlet anlayışıyla, milliyetçi refleksleriyle ve demokrasi ve özgürlük konusundaki hastalıklı yaklaşımlarıyla AKP’nin de sağında olan ve ciddi hiçbir demokratik muhalefet potansiyeli taşımayan bir siyasal partidir. Bu gerçekliği AKP’yi dengelemeye çalışan burjuva kesimler de görmekte ve AKP’yi dengeleyecek ve ona alternatif teşkil edecek bir burjuva muhalif hareket yaratamamanın tedirginliğini yaşamaktadırlar. Bugünkü CHP, hem liderlik makamına paraşütle indirilen başkanının ilkesizliği, çapsızlığı ve renksizliği nedeniyle, hem de bitmeyen parti içi çekişmeler ve kavgalar nedeniyle tam bir umutsuz vakadır burjuvazinin gözünde de. Dolayısıyla, bugün AKP iktidarına soldan muhalefet edecek ve onun otoriter eğilimlerini frenleyecek demokratik bir burjuva muhalefet partisi bulunmamaktadır parlamentoda. Bugünkü parlamento tablosu, burjuva parlamenter düzenin işleyişi bakımından esaslı bir açmaz oluşturmaktadır. Çünkü böylesi bir parlamenter yapı içerisinde AKP’nin tek başına her şeyi belirler hale gelmiş olması, bırakın genel toplumsal demokratik konsensüsü, burjuvazi içi demokrasiyi bile işlemez hale getirme potansiyeli taşımaktadır. Bu durum, burjuva rejim açısından geleceğe yönelik belirsizlikleri ve riskleri arttırmaktadır. Nereden bakarsak bakalım, bugünkü mevcut parla-
marksist tutum
mento yapısı içinde AKP’ye soldan muhalefet eden tek bir parti bulunmaktadır. Bu parti, Kürt ulusal hareketinin parlamentodaki sesi olan BDP’dir. Bugünün koşullarında AKP bir tek bu partinin muhalefetini dikkate almakta ve ondan çekinmektedir. Çünkü gerçekten de örgütlü, kitlesel muhalefeti bir tek bu parti temsil etmektedir bugünkü burjuva parlamentoda. Öte yandan AKP bir başka gerçeğin de farkındadır: Türkiye’nin de içinde yer aldığı ve fena halde kaynamakta olan bugünkü Ortadoğu kazanında, Kürt sorununu çözemeyen bir iktidar partisinin, iktidarını aynı rahatlıkla sürdürebilmesi ve bölgede hâkimiyet kurabilmesi mümkün değildir. Daha özet bir söyleyişle, Kürt sorununu çözemeyen bir parti, kaynayan bu Ortadoğu kazanı içinde kendisi çözülmeye mahkûm olur.
Emperyalistleşen Türkiye’ye de bir “başkan baba” gerekiyor! Belirsizliklerin böylesine arttığı bir konjonktürde, Erdoğan ve adamlarının parlamenter mekanizma içerisinde kontrol edilemez hale gelmesi, burjuva cephede endişeleri arttıran diğer bir faktördür. Burjuva iktidar mekanizmaları üzerinde elde ettikleri hegemonik konumdan acayip cesaret devşiren ve müthiş bir özgüvene ulaşan Erdoğan ve adamları, en doğruyu kendilerinin bildiğine ve her şeyin en iyisine kendilerinin karar verebileceğine olan kibirli inançlarıyla, hiç kimseye müdana etmez bir tutum içerisine girmiş durumdadırlar. Tabii bu da onları, kendi çevrelerinden gelen eleştirilere bile kulak tıkayan bir pozisyona sürüklüyor. Erdoğan ve adamlarının kerameti kendinden menkul bu “cesareti”, her konuda daha atak davranmaya itiyor onları. Örneğin, AB’nin hazırladığı ilerleme raporlarında dile getirilen uyarıları ciddiye almaz tavırlar takınmaları, Kürt sorununun çözümü konusunda önerilerde bulunan liberal yazarları küçümsemeleri ve onlara karşı hakarete varan eleştirilerde bulunmaları, Kürt ulusal hareketinin legal temsilcilerine (BDP’ye) karşı kullandıkları aşağılayıcı, saldırgan dil, hep bu benmerkezciliğin, kibirliliğin ve kerameti kendinden menkul cesaretin bir tezahürüdür. Evet, Erdoğan ve ekibi son zamanlarda tek seçici, tek karar verici merci yalnızca kendileri olmalıymış gibi bir ruh haline bürünmüş durumdalar. Bir ayağı Avrupa’ya, diğer ayağı Asya’ya basan “ihtişamlı bir devletin başkanı” olmayı hayal eden Erdoğan’ın son zamanlarda izlediği siyaset de onun bu ruh halini yansıtıyor. Fakat aynı zamanda bu siyaset, bilinçlice kurgulanmış bir gerilim siyasetine dönüştürülüyor Erdoğan tarafından. AB’yle ilişkiler, siyasi reformlar, yeni bir anayasanın yapılması, Kürt sorununun çözümü vb. gibi konuların hepsi de Erdoğan’ın izlediği bu gerilim siyasetinin gölgesinde kalmış gibidir. Arada bir bu durumu yumuşatmak için yapılan manevralar, örneğin Kürt sorununun demokratik çözümü için adım atılıyormuş gibi bir izlenim yaratılması, sadece bir parantezdir bu
29
marksist tutum
süreç içerisinde. Erdoğan ve adamlarının uyguladığı bu belirsiz ve gelgitli politikalar, belki de “başkanlık seçimlerine” kadar böyle devam edecektir. Başkanlık moduna giren Erdoğan’ın son zamanlardaki ruh hali, adeta bir “cahilin cesareti” durumunu yansıtmaktadır. Herkesin de dikkatini çektiği üzere, başbakan her konuda konuşuyor ve topluma ayar vermeye çalışıyor. Ama onun bilir bilmez her konuda fikir beyan etmeyi alışkanlık haline getirmesi ve kendi fikrini herkese dayatmaya kalkışması, onun açısından hiç de hoş bir durum yaratmıyor tabii ki. Erdoğan’ın bu konuşma tarzı, Karadenizlilerin kullandığı hoş bir deyimi hatırlatıyor bize. Karadenizliler, bilir bilmez her konuda fikir beyan etmeye kalkışanlara “ula uşağum çok konişma aklinun dibi göriniy!” derler. Evet, Erdoğan da çok konuşmaya ve hemen her konuda fikir beyan etmeye kalkıştığından beri, onun da aklının dibi görünmeye başladı! Erdoğan’ın aklının dibinde yatanın ne olduğu ise giderek daha bir netlik kazanıyor. Anlaşılan Erdoğan tüm yetkilerin kendinde toplandığı, aklına estiği gibi konuşabildiği, kimsenin onu denetlemeye kalkışmadığı “Türk tipi” bir başkanlık sistemine (başkan baba!) geçilmesini arzuluyor! Osmanlı despotizminin (padişahlık) modern zamanlara uyarlanmış bir versiyonu da diyebiliriz onun arzuladığı bu başkanlık sistemine. Nitekim son dönemde söyledikleri de bu tahminimizi doğrular niteliktedir. Konya’daki bir açılış töreninde yaptığı konuşmada, burjuva parlamenter rejimdeki kuvvetler ayrılığı ilkesinden rahatsızlık duyduğunu açıkça beyan eden Erdoğan şöyle dedi: “İşte bu kuvvetler ayrılığı denen olay var ya, o geliyor sizin önünüze dikiliyor.” Erdoğan kuvvetler ayrılığından şikâyetçi oluyor ve diyor ki, biz aslında hizmet yapmak istiyoruz ama yargı bize müdahale ediyor, bizi engelliyor, elimizi kolumuzu bağlıyor! Erdoğan’a göre icranın (yani kendisinin) yapacağı işleri, hizmetleri vb. başka bir güç denetlemeye, engellemeye kalkışmamalı. Kendi hizmet anlayışını ve kendisinin karar verdiği projeleri hep ön planda tutan ve aldığı yüksek oy oranından da hareketle, yaptığı her şeyin otomatik olarak meşru sayılmasını isteyen Erdoğan, kendisine itiraz edilmesine ve denetlenmesine, ataerkil anlayışı nedeniyle hiç tahammül edemiyor. Nitekim Erdoğan’ın bu tahammülsüzlüğünün de bir sonucu olarak, idari açıdan düzenleyici ve denetleyici işlevleri olan özerk kuruluşların idari özerklikleri, AKP milletvekillerinin girişimleriyle (torba yasa) kaldırılmış ve meclis adına askerî ve sivil tüm kamu kurumlarında denetim yapma görevini yürüten Sayıştay da Erdoğan hükümetinin müdahaleleri sonucunda işlevini tamamen yitirmiştir. Aynı şekilde, İhale Kanunu da onlarca kez değiştirilerek ve 60’tan fazla kurum bu kanunun kapsamı dışına çıkarılarak, ihalelerdeki şeffaflık ilkesi de işlemez hale getirilmiştir. Demokratik olduğu iddia edilen bir rejimde, bir başbakanın anti-demokratik eğilimlerinin böylesine dışa vurmuş olması, burjuva demokrasisi adına hiç de hayra
30
Şubat 2013 • sayı: 95
alamet bir gelişme değil. Nitekim durumun vahametinin farkında olan Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’ın yaptığı bu kuvvetler ayrılığı açıklamasının hemen ardından, başbakanın söylediklerini tevil etmeye çalışarak şöyle dedi: “Onu kastetmek istememiştir başbakan, biliyorsunuz, kuvvetler ayrılığı demokrasinin temel ilkesidir!” Cumhurbaşkanı böyle dese de, Erdoğan ve adamlarının niyeti bozdukları apaçıktır. Çünkü bizzat AKP grubunun Anayasa Komisyonu’na sunduğu başkanlık sistemi önerisinde, devlet başkanına Meclisi fesih yetkisi, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi, Meclisin kabul ettiği yasalar üzerinde veto yetkisi verilmektedir! Tüm bu gelişmeler de gösteriyor ki, Erdoğan ve adamları daha şimdiden “Türk tipi bir başkanlık” sisteminin ön hazırlıklarını yapmakta ve kamuoyunu da buna alıştırmaya çalışmaktadırlar. Aslına bakılacak olursa, Erdoğan da tıpkı Atatürk gibi bir “yüce önder” olmaya soyunmuştur tarihin bu zaman diliminde! Bilindiği üzere, bütün kuvvetlerin kendisinde toplanmış olmasından pek hoşlanan “yüce önderimiz” de burjuva demokrasisinin şu kuvvetler ayrılığı denen ilkesinden hiç hazzetmezdi! Erdoğan’ın “her şeye ben karar veririm” tarzındaki davranışının, burjuvazi içi demokrasi açısından da normal sayılacak bir davranış olmadığı ortadadır. Tüm bu otoriter, kibirli ve bir o kadar da hazımsız davranışlar, Erdoğan’da içkin olan Bonapartist eğilimin artık üstü örtülemez bir hale gelmiş olduğunu gösteriyor. Üstelik onda içkin olan bu eğilimin, yakın çevresi tarafından da iyice körüklendiği anlaşılıyor! Fakat öte yandan, burjuvazi içindeki mevcut güçler dengesine bakacak olursak, her şeyin Erdoğan’ın istediği gibi olamayacağı ve sürecin bu anlamda hiç de kolay geçmeyeceği ortadadır. Erdoğan ve ekibinin arzuladığı tipte bir başkanlık sistemi gerçekleştiği takdirde, tüm kararların dar bir iktidar ekibi (başkan ve adamları) tarafından verileceğini ve bunun da ne gibi keyfiliklere yol açacağını bilen burjuva çevreler, daha şimdiden bu endişelerini dile getirmektedirler. Çünkü bu burjuva çevreler, Türkiye gibi bir ülkede ve Erdoğan’ın tasarladığı gibi bir başkanlık sisteminde, tüm yetkilerin iktidardaki dar bir grubun elinde toplanması halinde, bunun burjuva sistemde ne gibi iç çalkantılara yol açacağını tahmin edebilmektedirler. Bu nedenle, liberal-demokrat köşe yazarları, akademisyenler, aydınlar bu konuyu hep gündemde tutmakta ve Erdoğan’ın girişimini eleştiri konusu yapmaktadırlar. Şayet ekonomik kararları, kapitalist ekonominin dümenine geçecek olan başkan (Erdoğan) ve adamları tek başlarına vermeye kalkışırlarsa, kendilerine yakın sermaye gruplarını nasıl ayrıcalıklı hale getirebilecekleri ve bunun da burjuvazi içinde ne gibi sürtüşmelere, çekilmelere, çalkantılara yol açabileceği daha bugünden görebilmektedir-
sayı: 95 • Şubat 2013
ler. Bu konuda uzağa gitmeye de gerek yok. Erdoğan’ın başbakanlığı altında geçen son on yılın iktidar pratikleri, bu söylenenleri fazlasıyla kanıtlamış durumdadır zaten. Nitekim başkanlık moduna giren Erdoğan’ın yaptığı çıkışlar ve sağa sola had bildirmeler, daha şimdiden pek çok burjuva kesimle ilişkilerinin bozulmasına, kendisini desteklemiş olan liberal yazarlarla köprüleri atmasına, hatta AKP içinde “daha itidalli” gidilmesinden yana olan çevrelerle bile ters düşmesine yol açmış bulunmaktadır. Erdoğan’ın “her şeye ben karar veririm” tarzındaki davranışının, burjuvazi içi demokrasi açısından da normal sayılacak bir davranış olmadığı ortadadır. Tüm bu otoriter, kibirli ve bir o kadar da hazımsız davranışlar, Erdoğan’da içkin olan Bonapartist eğilimin artık üstü örtülemez bir hale gelmiş olduğunu gösteriyor. Üstelik onda içkin olan bu eğilimin, yakın çevresi tarafından da iyice körüklendiği anlaşılıyor! Nitekim geçenlerde, “ecdadımızı yanlış tanıtıyorlar” diyerek bir televizyon dizisine (Muhteşem Yüzyıl) müdahalede bulunduğunda, onun bu otoriter davranışı hem kendisine yakın milletvekilleri hem de yandaş köşe yazarları tarafından hararetle alkışlanmıştı. Oysa şu tehdidi savuruyordu dizi yapımcılarına Erdoğan: “Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz, anlamamız lazım. Ve ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimizin huzurunda kınıyorum. Ve bu konuda yargının gerekli kararı vermesini bekliyorum.” Erdoğan dizi yapımcılarına bu diskuru geçtikten ve yargıyı da “göreve” çağırdıktan sonra, bizlerin tarih konusunda daha derinden bir bilgi sahibi olmamız için ikinci bir açıklama daha yapmıştı aynı günlerde. Bu açıklaması da Fatih Sultan Mehmet’i karşılamaya çıkan Bizanslı hatunların ettiği “nadide lâflar” üzerineydi! Şöyle dedi Erdoğan: “Birileri bizim tarihimizin maalesef haremden ibaret olduğunu iddia ediyor. Fetih dediğiniz kavram savaşarak, birilerin boynunu kopararak, işgal ederek, sömürmek için yeni topraklar elde etme girişimi değil, tam tersine kapıdan önce kalpleri açma girişimidir. Fetih, sevgi medeniyetini yakın uzak diyarlara taşımaktır. Kılıcın değil, kalemin egemenliğine inanmaktır. Onun için İstanbul’un fethinde Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i, Akşemseddin’i karşılarken, «Başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz» demişlerdir. Çünkü birinde adalet, birinde zulüm vardı. Bizim tarihimize yön veren kalemden ve kitaptan kimse bahsetmiyor, bahsetmek istemiyor.” Evet, Erdoğan bu açıklamalarıyla, Osmanlı hakkında kendi inandığı “tarih tezini” koymuş oluyordu ortaya! Fakat hiç kimse Erdoğan’ın tarih konusunda saçtığı bu incilere itibar etmedi. Tam tersine, tarihçisinden köşe yazarına pek çok kişi, Erdoğan’ın Osmanlı tarihi hakkında ile-
marksist tutum
ri sürdüğü bu “nadide tezi” yerden yere vurdu. Erdoğan’ın açıklamalarındaki maddi hatalar bir yana, onun büsbütün bir “tarih cahili” olduğunu da delilli ve ispatlı olarak ortaya koydular. Erdoğan’a söylemek istedikleri şey şu oldu tarihçilerin: Eğer tarihi, inandığın bir ideolojinin ya da felsefenin arka bahçesi olarak düzenlemeye kalkışırsan, bu girişimin belki kısa dönemde politik olarak senin işine yarayabilir ama tarihi gerçekler karşısında er ya da geç gülünç duruma düşmekten de kurtulamazsın. Çünkü tarih uyduruk menkıbelerden ibaret bir hikâyeler yığını değil, bir bilimdir ve öyle ele alınmalıdır! Ama “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demişler. Tarihçilerin çaldığı davul zurna da başkanlığa kilitlenen Erdoğan’a az geldi. Tarih konusunda devirdiği çamların yüzüne vurulması umurunda bile olmadı Erdoğan’ın. Çünkü onun amacı, tarih bilimine sadık kalmak falan değil, kendi tarih algısını, hitap ettiği kitleye gerçekmiş gibi yutturabilmekti. Evet, Erdoğan’ın yaptığı aslında bir ideoloji oluşturma gayretiydi sonuç olarak. Yüksek bir kürsünün üzerine çıkıp, oradan “ecdadımız” hakkında nutuk serdeden Erdoğan, tarihçilerin ve tarihle ilgilenen aydınların başlarının üzerinden arka sıralara bakarak, orada toplaşmış olan ahaliye hitap ediyordu aslında. Gerçek bir tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun olan bu ahaliye Erdoğan kendi ideolojik tarih anlayışını, yani fetihçi bir büyük devletin ideolojisini benimsetmeye çalışıyordu. Kemalizm, misak-ı milli sınırları içerisinde inşa edilmeye çalışılan bir ulus-devletin ideolojisiydi. Bugün Erdoğan ve ekibinin yapmaya çalıştığı ise, bölgesinde büyük güç olmayı amaçlayan ve yayılmacı emeller taşıyan bir devlete ideoloji oluşturmaktır. Birincisinde içe kapanmacı, korunmacı, güvenlikçi politikalar (“yurtta sulh cihanda sulh” söylemi) belirleyici olurken, ikincisinde dışa açılmayı, bölgesinde emperyal bir güç olmayı hedefleyen politikalar belirleyici olmaktadır. Nitekim Erdoğan’ın bu son dönemdeki Osmanlı sevdası ve “ecdadımız” söylemi de işte bu yayılmacı politikaların bir gereği olarak anlaşılmalıdır. Günümüz koşullarında Erdoğan’ın empoze etmeye çalıştığı bu devlet ideolojisi, dincilikle milliyetçiliği kaynaştırmaya çalışan bir ideolojidir. Peki ama bunu neden yapıyor Erdoğan? Çünkü “dinci oylar” onu başkanlığa taşımaya henüz yetmiyor da ondan! O nedenle de şimdi Erdoğan, kafası Türkçülükle, milliyetçilikle bulandırılmış olan MHP seçmenlerinin oylarına göz dikmiş durumdadır. Dolayısıyla, Erdoğan’ın milliyetçi söylemlerinin dozunun giderek daha da artacağını şimdiden söyleyebiliriz. Arada bir bu milliyetçi çıkışlarını dengelemek için demokrat rolü oynamaya da devam edecektir tabii ki. Ama onun süreç boyunca bir taktik olarak başvuracağı bu demokratlık gösterileri, büyük bir ihtimalle gene de bir parantez olarak kalacaktır! n www.marksist.com sitesinden alınmıştır
31
Ekonomik K Kriz Büyüyor, İşçi Sınıfının Öfkesi de! Ezgi Şanlı
32
apitalizm yapısal krizlerinden en büyüğünü yaşıyor. Kapitalist kriz olgusu her seferinde daha derin biçimde karşımıza çıkıyor. Kriz gerçeği, tek tek işçilerin hayatına indirgendiğinde, işçi sınıfının her bir neferi için yaşamı devam ettirmeyi imkânsız kılacak kadar düşük ücret ve işsizlik anlamına geliyor. Başka pek çok faktörle beraber düşünüldüğünde, son yıllarda işçi sınıfının ekonomik ve sosyal durumunda derinden hissedilen kötüleşme, kapitalizmin yapısal krizinin şiddetini ve derinliğini ortaya koyuyor. Pek çok örnekte işçilerin ücretleri ödenmiyor, çalıştıkları fabrikalar işgücünün daha ucuz olduğu yerlere taşınıyor ya da kapanıyor. İşsizlik bir çığ gibi büyüyerek işçi sınıfının geniş kesimlerini yutmaya devam ediyor. İşsizlik ve ücret kesintileri dünyanın dört bir yanında işçilerin hayatını karartmaya devam ediyor. İspanya’da işsizlik oranları, resmi istihdam verilerinin kamuoyuna açıklanmaya başlandığı 1970 yılından bu yana görülen en yüksek rakamlarda seyrediyor. Ülkede toplam işsiz sayısı %26’lık işsizlik oranıyla 6 milyona ulaştı. Genç nüfusta işsizlik oranı %60’a merdiven dayadı. Yunanistan’da da durum bundan farklı değil. Fransa’da 2012 yılında işsizler ordusuna 285 bin kişi daha eklendi, böylelikle son 14 yılın en yüksek işsizlik rakamlarına ulaşıldı. İngiltere ekonomisinde görülen daralma da işçiler için ücret kesintileri ve işten atmalarla somutlandı. Portekiz ve Belçika’da dev otomotiv fabrikaları kapanmaya ve binlerce işçisini işten atmaya devam ediyor. İşsizlik, aileleriyle beraber düşünüldüğünde yüz milyonlarca işçiyi kıskacına alırken, çalışmaya devam eden işçilerin durumu da içler acısıdır.
sayı: 95 • Şubat 2013
Ücretler enflasyona kurban edilmekle kalmıyor kesintilere uğruyor. Güvencesizlik artıyor. Esnek, kuralsız ve eğreti çalışma yaygınlaştırılıyor. Taşeronluk sistemi ve sözleşmeli işçilik standart uygulamalar haline geldi. Emekli olabilmek için ödenmesi gereken prim miktarı da emeklilik yaşı da yükseliyor, emekli maaşlarından kesintiler yapılıyor. İşgünü uzadıkça uzuyor, sosyal yaşam yok oluyor. Sosyal haklar teker teker kaybediliyor. Hayat pahalılığı, kemer sıkma politikaları, artan vergiler işçilerin belini büküyor. İşçiler, kredi kartlarının yarattığı borç yükü altında eziliyor. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gibi temel ihtiyaçlar için ödenen para giderek artıyor. İş kazalarının tırmanışa geçmesi ve işçi ölümlerinin artması işçilerin çalışma koşullarında ne derece ciddi bir geriye gidiş olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Her ulustan sermaye çevreleri, yatırım ve pazar alanlarını yeniden paylaşmak için bir hegemonya kavgasına tutuşmuş durumdalar. Yıllardır kanla yıkanan savaş coğrafyalarına yenileri ekleniyor. Halklar arasında kışkırtılan düşmanlık, yaratılan “güvende değiliz” paranoyası, her alanda dayatılan rekabet, yani aslında tüm sonuçlarıyla kapitalizm, insanlığı bataklığa sürüklüyor. Bütün bunların bir sonucu olarak işçiler kendilerine bir çıkış yolu arıyorlar. Bu sorunların bireysel değil toplumsal olduğunu ve sınıf mücadelesi dışında bir yöntemle çözülemeyeceğini henüz kavrayamayan işçiler, örgütlü mücadeleye atılmak yerine ek iş bulmaya, mesai yapmaya, kredi kartı kullanmaya, talih oyunları oynamaya meylediyorlar. Ama tüm bunlar sorunu çözmeye değil derinleştirmeye yarıyor. İntihar oranları yükseliyor. Çocuklarına bakamayan ve bakımevlerine, yetimhanelere terk eden, parçalanan ailelerin sayısı artıyor. Her türlü adi suç hızlı bir artış eğilimi gösteriyor. Fakat bunun yanı sıra işçi ve emekçi kitlelerde bir mücadele eğilimi de kendini gösteriyor. 2011 yılının başında Tunus’ta kendini yakan Muhammed Buazizi adlı genç, umutsuzluğun geldiği son noktaya işaret ederken, bu dramın yarattığı ayaklanma ve yeni kitle ruh hali umudun kendisinin ne kadar güçlü bir biçimde geri dönebileceğini kanıtladı. Tahrir Meydanı’nda toplanan ve mücadele eden milyonlar, ABD’de başlayan “İşgal Et” hareketi, Portekiz’den Hindistan’a, Çin’den Slovenya’ya, İspanya’dan Peru’ya, Yunanistan’dan Belçika’ya pek çok ülkede gerçekleşen kitlesel grevler insanlığın kendine yeni bir yol çizme umudunun solup gitmediğinin göstergeleri oldular.
Türkiye’de krizin ilk dalgası 2008, Türkiye’de işçi ve emekçilerin krizin somut varlığını yaşamlarının her alanında derinden hissettikleri bir yıl oldu. İşsiz sayısı bir önceki yıla göre 235 bin kişi arttı. Resmi rakamlar %11’i gösterse de aslında gerçek işsizlik oranının çok daha fazla olduğu biliniyordu. İşsizlik sigor-
marksist tutum
tası almak üzere başvuruda bulunanların sayısında ani bir artış olurken, ortalama iş arama süresi, yani işsiz geçirilen süre uzadıkça uzadı. İnsanlar kredi kartlarıyla geçinmeye çalıştılar. Pek çok fabrika ya battı, ya kapandı, ya da başka bir ülkeye taşındı. Özellikle sendikalı işyerlerinde kitlesel işten çıkarmalar oldu. İşsizlik ve yoksulluk öyle boyutlara ulaştı ki, meselâ ev sahipleri ev kiralarına zam yapmak bir yana indirim yapar oldular. Devlet, çığ gibi büyüyen işsizlik karşısında güya “önlemler” aldı. Ormanlarda, ağaç dikiminde, parklarda, sokak temizliğinde ve benzeri işlerde geçici işçi istihdam etti. İş-Kur aracılığıyla meslek kursları açtı, AB fonlarından da yararlanarak binlerce kursiyere bir miktar para ödedi. Dünyanın pek çok ülkesinde krizin daha ağır ve şiddetli bir seyir izlemesinin nedeni işçi sınıfının krizin yükünü sırtlamaya gösterdiği dirençtir. İşçilerin direnci pek çok ülkede siyasi krize dönüşürken, meydanlar işçilerin öfkesiyle, sömürüden kurtulma umuduyla dolup taşarken, Türkiye işçi sınıfı anlamlı bir direnç göstermeden krizin cefasını çekmenin bedelini ağır ödemiştir. Türkiye ekonomisi, mezbahaya dönen işyerlerinin çarklarıyla tıkır tıkır işlemeye, büyümeye devam etmiştir. Ancak asıl tedbirler elbette işverenler için alındı. İşverenlere yönelik çeşitli teşvik paketleri hazırlandı. Ucuz krediler ve yatırım desteği sağlandı. İşgücü maliyetini azaltmak için işçilerin sigorta primi işveren payının işsizlik sigortası fonundan ve hazineden karşılanmasının önü açıldı. Buna karşın işten atmalar yasaklanmadı. İşçilerin işsizlik sigortasından yararlanmasının önündeki engeller kaldırılmadı. İşten atıldıklarında tepki gösteren ve eylem yapan işçiler polis baskısıyla ve şiddetiyle karşı karşıya kaldı. İşe iade davaları pek çok kez işçilerin lehine sonuçlanmadı. İşsizliğin yarattığı yoksulluk umutsuzluğa ve öfkeye dönüştü. İşsiz kaldığı için, kredi kartı borcunu ödeyemediği için intihar eden, cinnet geçirip ailesini katledenlerin sayısı arttıkça arttı. Bunlar olup biterken sendikalar krizin işçi sınıfının sırtına yıkılmaması için bir çözüm üretmek derdine düşmediler ve işçi sınıfının tepkisini örgütleme sorumluluğunu üzerlerine almadılar. Sendikalardan ve işçi sınıfından anlamlı bir basınç görmeyen AKP hükümetinin kriz karşısındaki “çözümü” önce krizi inkâr etmek oldu. Krizin teğet geçeceği iddiaları, kitleleri “iyimser” tutma ve ölümü gösterip sıtmaya razı etme çabasının sonuçlarıydı. Krizin etkilerinin daha derinden hissedilmeye başlandığı dönemdeyse sözde ekonomideki durgunluğu ortadan kaldırmak ve insanların daha fazla harcamasını sağlamak amacıyla çeşitli kampanyalar gerçekleştirildi: “Alın verin, ekonomiye can verin” dendi. Her köşe başında kredi kartları dağıtıldı. 2008’de 104 milyona çıkan kredi kartı sayısı giderek arttı ve 2012’de 144 milyona ulaştı. Ancak ekonomi bunun gibi kampan-
33
marksist tutum
yalarla değil, işçilerin kanı ve hayatı pahasına “can” buldu. Sendikalar, AKP’nin neoliberal politikalarına anlamlı bir direnç göstermediler. Çoğu durumda AKP tereyağından kıl çeker gibi işçilerin haklarına saldıran pek çok yasal düzenlemeyi hayata geçirdi. Torba Yasa, SSGSS yasası gibi yasal düzenlemeler bir bir hayata geçti. Eli rahatlayan AKP, “biz demiştik, kriz bizi teğet geçti” dedi ve yoluna devam etti. Ekonomi büyümeye devam etti. 2010’nun başında artık krizden bahseden pek kimse kalmamıştı. Ancak artık hiçbir şey eskisi gibi değildi: Günlük çalışma süresi fiilen 12 saate uzatıldı. Hafta sonu tatili ve 45 saatlik iş haftası, fazla mesailerle fiilen ortadan kaldırıldı. İşçilerin çalışma koşulları üzerindeki son derece güdük söz hakkı tamamen ortadan kaldırıldı. Sendikalı işçi sayısında ciddi bir düşüş yaşandı. İşyerlerinde sendikalar anlamlı bir güç teşkil edemediler, toplu iş sözleşmeleri neredeyse sıfır zamla imzalanır oldu. Taşeron işçi sayısı son on yılda 387 binden 1,6 milyona çıkarken, en hızlı artış 2008 yılından sonra yaşandı. İşyerlerinde işsizlik kırbacının gölgesinde insanüstü bir tempoyla çalışmaya zorlanan işçiler, giderek daha fazla iş kazalarının kurbanları oldular. İş kazalarında 2008 yılından itibaren düzenli bir yükseliş var. Örgütsüzlük, taşeron çalışma ve iş cinayetleri arasındaki bağlantının en somut örneği Zonguldak madenlerinden verilebilir. Bu havzadaki sendikalı işletmelerde çıkarılan 100 bin ton kömür başına işçi ölümü %0,3 iken, bu sayı taşeron işletmelerde %8,3’e ulaşıyor. Aradaki yaklaşık 28 katlık fark, AKP’nin bir ekonomik büyüme modeli olarak benimsediği taşeronluk sisteminin işçi kanına doymadığını, AKP’nin buna zalimce göz yumduğunu gösteriyor. Türkiye’de krizin ilk dalgası işte bu şekilde yaşandı. Dünyanın geri kalan pek çok ülkesine göre Türkiye sermayesi krizi hafif atlatırken, krizin yükünü işçi sınıfı çekti. Dünyanın pek çok ülkesinde krizin daha ağır ve şiddetli bir seyir izlemesinin nedeni işçi sınıfının krizin yükünü sırtlamaya gösterdiği dirençtir. İşçilerin direnci pek çok ülkede siyasi krize dönüşürken, meydanlar işçilerin öfkesiyle, sömürüden kurtulma umuduyla dolup taşarken, Türkiye işçi sınıfı anlamlı bir direnç göstermeden krizin cefasını çekmenin bedelini ağır ödemiştir. Türkiye ekonomisi, mezbahaya dönen işyerlerinin çarklarıyla tıkır tıkır işlemeye, büyümeye devam etmiştir.
O defter kapandı mı? 2008 yılındaki tablo işte böyle değişmiş, 2010 yılına gelindiğinde işsizlik rakamları böylelikle küçülmüş, kriz böyle unutulmuştur. Patronlar sınıfı her zamanki gibi bu sarsıntının yaşanan son
34
Şubat 2013 • sayı: 95
sarsıntı olduğunu, kötü günlerin geride kaldığını iddia etmekte çabuk davranmıştır. Türkiye’nin sağlam bankacılık ve finans sisteminin krizi engellediği, diğer ülkelerin başındaki beceriksiz politikacıların ekonomiyi yönetmeyi başaramadığı iddia edilmiştir. Öyle ki dönemin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “biz olsak Avrupa’daki krizi 3 ayda çözerdik” deme ukalalığını göstermiştir. 2008-2011 yılları arasında Türkiye ekonomisindeki büyüme eğilimi, siyasetçi ve ekonomistlerin “kriz defteri kapandı” demesine neden olmuştur. Ancak bu sözlerin hemen ardından “yine de dikkatli olmak lazım, çünkü dünyanın geri kalan ülkelerinde kriz devam ediyor” manasında sözler eklenmiştir. 2012 yılının ikinci yarısındaysa ekonominin büyüme hızında ciddi bir düşüş ortaya çıktı. 2013 yılı için beklentiler, birkaç yıldır %8 civarında bir büyüme hızı yakalayan ekonominin yarı yarıya bir düşüşle %4 büyüyeceği yönünde. Ancak bu iyimser tahmin dünyanın geri kalan coğrafyalarında krizin şiddetine bağlı olarak değişebilir.
Ödenmeyen ücretler, kapanan fabrikalar, artan işsizlik Krizin kabaran faturası işçilerin canını yakmaya devam ettikçe buna karşı işçi eylemleri de artıyor. 2012’nin Kasım ayından bu yana küçük çaplı da olsa işçilerin hak arama mücadeleleri çeşitlilik ve artış gösteriyor. İş kazalarına, taşeronlaştırmaya karşı tepki büyüyor. Ücretleri ödenmediği için iş bırakan, fabrikası kapandığı ya da daralmaya gittiği için işsiz kalan ve eylemlere girişen işçilerin sayısı on binlerle ifade ediliyor. Son aylarda duyduğumuz örnekleri hızlıca arka arkaya sıralayalım: Antalya Belediyesi’nin park ve bahçe işlerini yapan taşeron işçileri, Diyarbakır ve Cizre Karayolları Bölge Müdürlüğü’ne bağlı taşeron şirkette çalışan işçiler, Dicle Üniversitesi
sayı: 95 • Şubat 2013
Tıp Fakültesi’nin stajyer doktorları, Gebze Çayırova’da üretim yapan Feniş fabrikasının işçileri, Yozgat OSB’de Artemis giyim işçileri, İzmir’deki Deba fabrikası işçileri, Giresun’da TOKİ işçileri, Bilecik’teki İDAŞ Yatak işçileri, Manisa’da Ege Linyitleri İşletmesi işçileri, Sivas Demir Çelik işçileri, İzmir Sider Metal işçileri, Bursa Arena Stadı inşaatında çalışan işçiler, Yalova’da otopark inşaatında çalışan işçiler, Teknopark işçileri… Saydığımız bu örneklerde, işçiler aylarca ücret alamadıkları için eylemlere giriştiler. Tüm bu eylemler sadece birkaç ayda oldu. Gebze Elkim Metal patronu işçilerin ücretlerini ödemeden fabrikasındaki makineleri bir gecede kaçırdı, kayıplara karıştı. 600’e yakın işçi işsiz kaldı. Yine Gebze’de iki yıl önce direniş yaşanan Akkardan fabrikası kapandı. Yüzlerce işçisi işsiz kaldı. Aynı bölgedeki Galsan fabrikası da kapandı. İstanbul’da 850 civarında işçi çalıştıran Delphi fabrikası kapanacağını açıkladı. Yine İstanbul’da Şişecam Topkapı fabrikası taşındı. İşçiler haklarına sahip çıkmak için fabrikayı işgal ettiler. Arçelik Eskişehir ve Çayırova fabrikalarında çalışan yüzlerce işçi daralma bahanesiyle işten çıkarıldı. Koç Grubu’na bağlı Bursa’daki TOFAŞ’ta 1000 işçi işten atıldı. İzmir Konak Kadın Doğum Hastanesi’nde taşeron şirket işçisi olarak çalışan 63 işçi, 31 Aralıkta işten atıldı. İşçiler eylemlerle seslerini tüm Türkiye’ye duyurdular. Abdi İbrahim ilaç fabrikasında yaklaşık 50 işçi işten çıkarıldı, işçiler direnişe geçtiler. Beylikdüzü’nde bulunan Beko fabrikası 170 kişiyi işten çıkardı. Borusan Mannesmann 15 Ocakta İzmit’teki fabrikasını kapatarak işçileri işten çıkarttı. Çok yakında işçi çıkaracağını açıklayan pek çok büyük işletme var. Teşvik uygulamasının bitmesiyle sadece Trabzon’da 2 bin işçi işten atıldı. İşsizlik rakamları artmaya devam ediyor. Son aylarda resmi rakamlar bile çift haneye ulaşmış bulunuyor. Resmi rakamlar her 100 kişiden 10’unun işsiz olduğunu gösteriyor. İşsizlik rakamlarındaki bir puanlık yükseliş bile yüz binlerce insanın işsiz kalması anlamına geliyor. Aileleriyle beraber düşünüldüğünde işsizlik rakamlarından etkilenen insan sayısı kat be kat artış göstermektedir. Krizin derinleşmesiyle beraber, temel sektörlerde üretim yapan dünya devi şirketler fabrikalarını kapatmaya devam ediyorlar. Bu sektörlerin yan sanayilerinde çalışan işçilerde büyük bir tedirginlik var. Elektronik eşya sektöründe tam bir işçi kıyımı yaşanıyor. Üretime devam eden fabrikalar, işçiliğin daha ucuz olduğu bölgelere taşınıyor. Kamu sektöründe de yıllardır eksik istihdam olmasına rağmen işçi çıkarmalar devam ediyor. Başbakan Erdoğan, ücretlerine zam isteyen işçilere bu-
marksist tutum
nun imkânsız olduğunu anlatmak isterken “Yunanistan gibi mi olalım?” diye sormuştu. “Yunanistan gibi olmaktan” kastettiği şey elbette işçi sınıfının direnişidir. Türkiye işçi sınıfı, 2008’den farklı olarak krizi daha derinden hissediyor, hissedecek. Altı oyulan sendikaların yetki krizinde boğulmasının ardından sıra kıdem tazminatı ve taşeronlukla ilgili yasal düzenlemelere geldi. Bu düzenlemelerin Hazirana kadar tamamlanması hedefleniyor. Sendikal örgütlülükten mahrum edilen, ücretli köleliği iliklerine kadar yaşayan, taşeronluğa ve esnek çalışmaya mahkûm edilen, işyerlerinde uzuvları ve hayatları biçilen işçiler, eylemlerle 2008’e göre daha güçlü bir mücadele iradesine sahip olduklarını ortaya koyuyorlar. Kitleler, umut bağladıkları AKP’nin ve sermaye partilerinin gerçek yüzünü görmeye başlıyorlar. Elbette sürecin nasıl ilerleyeceğini zaman gösterecektir. Ancak besbelli ki tarihin çok özel bir kesitinden geçiyoruz. Dünyadaki çalkantının bizim kıyılarımıza vurmaması imkânsızdır. İşçi sınıfı üzerindeki ölü toprağını atmaya hazırlandığını belli ediyor, nabız hızlanıyor. İşçi sınıfının unutulmaz önderi Marx’ın ve Marx ailesinin sadık dostu ve yardımcısı olan Helen Demuth, en umutsuz günlerinin birinde Marx’ın eşine şöyle der: “En kara bulutun bile daima gümüşten bir astarı vardır. Kara bulutlar geçtikten sonra, gökyüzü öyle temiz görünür ki!” Gökyüzü temizlenecek. Ancak kapitalizmin uğursuz kara bulutlarının dünyayı yeniden sarmamasının koşulları var. İşçi sınıfının bağrında doğup güçlenecek ve ona önderlik edecek güç, yani işçi sınıfının devrimci partisi yaratılmadan kapitalizm def edilemez. İşçi sınıfı ile et ve tırnak gibi bütünleşmiş böyle bir partiyi yaratmak için yaşadığımız topraklarda ve dünyada iradi bir çaba ortaya konmadan yol alınamaz. Bir bünyeye hayat veren kanı taşıyan kalp ve damarlar gibi işçi sınıfının büyük gövdesiyle bütünleşmeden, kılcalları o bünyeye yaymadan o bünyenin ayağa dikilmesi ve dövüşmesi sağlanamaz. Tarih yeni sınavlar ve müjdelerle ilerlerken bizlere kolları sıvamak, safları sıklaştırmak düşüyor. n
35
Üniversitelerde AKP Düzeni Suphi Koray
B
aşbakan Erdoğan’ın 18 Aralıkta ODTÜ’ye gelişini protesto etmek isteyen öğrenciler, yoğun polis şiddetine maruz kaldı. Erdoğan olacakları tahmin etmiş olmalı ki, kampüse 20 zırhlı araç, 8 Toma ve 3600 polisten oluşan bir polis ordusu eşliğinde gelmişti. Polis öğrencilere azgınca saldırdı ve çok sayıda öğrenci yaralandı. Öğrencilerden birisi beyin kanaması geçirirken, birinin ise bacağı kırıldı. Ancak öğrenciler bir protesto gösterisine böyle bir şiddetle karşılık verilmesine de sessiz kalmadılar ve öğretim görevlilerinin de desteğiyle “polis varsa şiddet varsa ders yok” diyerek dersleri boykot ettiler. ODTÜ olayları büyük ses getirdi. Diğer üniversitelerin rektörleri Başbakan’a yaranmak için ODTÜ’lüleri kınayan açıklamalar yaparken, öğrenciler ve öğretim görevlileri hükümete ve uyguladığı polis şiddetine dikkat çekerek ODTÜ’lülere destek verdiler. ODTÜ’lü öğrencilere bir destek de Redhack’ten geldi. Redhack önce yılbaşı gecesi YÖK’ün internet sitesini ele
36
geçirdi, ardından da içlerinde gizli belgelerin de bulunduğu YÖK’e ait 60 bin belgeyi internette yayınladı. Bu belgeler hem üniversitelerdeki yolsuzlukları açığa çıkardı, hem de üniversitelerin durumunu ve tartışılan yeni Yükseköğretim Yasası Tasarısının neye hizmet ettiğini gözler önüne serdi. Belgelerde görülüyor ki, Türkiye’nin sayılı üniversiteleri de dâhil olmak üzere birçok üniversitede milyonlarca liralık yolsuzluk yapılmış. Bu üniversitelerin arasında İstanbul, Marmara, Hacettepe, Uludağ, Akdeniz Üniversitesi gibi üniversiteler de yer alıyor. Öne çıkan yolsuzluklar şunlar: Fırat Üniversitesi eski rektörü harçların yatırıldığı bankadan aldığı promosyonla 480 bin TL değerinde lüks bir otomobil satın almış. Giresun Üniversitesi’nde alınan bir makineye daha kurulumu bile yapılmadan 664 bin TL ödenmiş ve Kalkınma Bakanlığı’ndan 83 kalem teçhizat için verilen 2,8 milyon liralık ödenekle sadece 9 kalem
sayı: 95 • Şubat 2013
teçhizat alınmış. Halk Bankası’nın Hakkâri Üniversitesine mevzuata aykırı bir protokolle verdiği 85 bin liralık promosyon, rektör ve özel kalem müdürü tarafından harcanmış. Uludağ Üniversitesinde temizlik ihalesinde yapılan 12 milyon liralık yolsuzluk ve bütçeye aktarılmayan 535 bin TL, İstanbul Üniversitesinde muhasebe kayıtlarına alınmayan 1,5 milyon TL ve lüks otomobiller, Sakarya Üniversitesinde 1,6 milyon liralık yolsuzluk belgelerde yer alan diğer yolsuzluklar. Liste uzayıp gidiyor. Üniversitelerde yolsuzluk bilimin önünde gidiyor. Elbette soruşturma belgeleri yayınlanan üniversitelerden ve YÖK’ten açıklamalar gecikmedi. Harcamaların ve ihalelerin güya usulüne uygun olduğunu açıkladılar. Ama üniversitelerin ve öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak yerine neden lüks otomobiller aldıklarına dair tek kelâm etmediler. Tersine YÖK Denetleme Kurulu Başkanı, lüks araç almanın yasadışı olmadığını söyleyebilecek kadar arsızlaştı. Ona göre kılıfını uydurduktan sonra yolsuzluk yapmakta herhangi bir problem yok. Hem suçlu hem güçlü pozisyonundaki YÖK ve rektörler, yolsuzlukların hesabını vereceklerine Redhack grubunu karalamayı tercih ettiler. YÖK, Redhack hakkında suç duyurusunda bulunmayı da ihmal etmedi.
Üniversitelerin hali pür melali ODTÜ’de yaşanan kitlesel direnişi ve peşi sıra diğer üniversitelerde öğrenci ve akademisyenlerden gelen tepkileri, yeni YÖK yasası tartışmalarını ve üniversite yolsuzluklarını bir bütün olarak ele almak gerekiyor. Bunların tümü üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi bağlamında ortaya çıkan sonuçlardır. Türkiye burjuvazisinin son onyıllardaki değişimi ve gelişimi ile birlikte düşündüğümüzde taşlar yerli yerine oturmaktadır. 70’li yıllarla birlikte burjuvazinin dışa açılma arzusu yıldan yıla artıyor, ancak Türkiye kapitalizminin yapısal bunalımı buna engel oluyordu. Yapısal dönüşümlerin önündeki en büyük engel ise işçi sınıfıydı. Bu engeli aşmak için burjuvazi, faşist cuntayı görev başına çağırmış, çivileri yerinden oynatmak pahasına önündeki engelleri kaldırmaya girişmişti. Üniversiteler de bu yapısal dönüşüm ihtiyacının olduğu bir alandı Türkiye sermayesi açısından. Bu yüzden faşist darbeden bir yıl sonra, 6 Kasım 1981’de YÖK kuruldu. Cuntaya göre üniversiteler “anarşinin” kaynağıydı, bu yüzden üniversiteler ve öğrenciler kontrol altına alınmalı, “ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen” nesiller yetiştirilmeliydi. Nitekim YÖK cenderesi altında, eleştirmeyen, sorgulamayan, karşı çık-
marksist tutum
mayan, köşeyi dönmenin hesaplarını yapan, sınıf atlama hayallerinin peşinden koşan uysal bir üniversite gençliği ortaya çıktı. Üniversitelerdeki “reformun” diğer ayağı ise burjuvazinin ekonomik ihtiyaçlarıydı. Dışa açılma hayaliyle yanıp tutuşan burjuvazinin kalifiye işgücüne ihtiyacı vardı. Tümüyle sermayenin hizmetine koşulmuş bir üniversite, burjuvaziye büyük ekonomik katkı sunabilirdi. Ancak üniversitelerin sermayenin hizmetinde görevlerini tam olarak yerine getirebilmeleri için yıllar sürecek bir hazırlığa ihtiyaç vardı. Ayrıca günün ihtiyaçlarına göre yeni düzenlemeler yapılmalıydı. YÖK kurulduğunda 19 üniversite vardı Türkiye’de, bugünse 103 devlet, 65 vakıf olmak üzere toplam 168 üniversite bulunmaktadır ve bu sayı her geçen gün artmaktadır. İlk vakıf üniversitesi 1984 yılında YÖK’ün ilk başkanı İhsan Doğramacı tarafından kuruldu. 2002 yılında vakıf üniversitelerinin sayısı 23’e ulaşırken, AKP’nin iktidarda olduğu son on yılda ise neredeyse bunun üç katına çıkmıştır. AKP’nin “her şehre bir üniversite” projesinin sonucunda toplam üniversite sayısı ise iki katını geçmiştir. Sermayenin üniversitelere girişi sadece vakıf üniversitelerinin kurulmasıyla sınırlı kalmamıştır, aynı zamanda devlet üniversiteleri de sermaye ile entegre bir yapıya kavuşmuştur. “Üniversite sanayi işbirliği” adı altında çeşitli projeler parlatılıp cilâlanarak, büyük sermayenin üniversitelerin öğrenciler ve emekçiler de dahil her türlü olanağını kullanması mümkün kılınmıştır. Kârlı bir yatırım ve rant alanı olduğu ölçüde üniversiteler üzerinde yürüyen kavga da büyümüştür. Hemen her burjuva parti iktidara geldiğinde YÖK’te değişiklikler yapmaya girişmiştir. YÖK’ü kaldırmak AKP’nin seçim vaatlerinden birisiydi; nitekim 2003’te YÖK’ün yerine YEK’i (Yüksek Eşgüdüm Kurulu) getirme girişiminde bulundu. Bunun amacı elbette üniversiteleri YÖK cenderesinden kurtarmak değildi. AKP’nin tasarladığı bu reformun amacı üniversiteleri sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirmek, üniversite-sermaye entegrasyonunu sağlamak ve devletin üniversitelerdeki hâkimiyetini sürdür-
37
Şubat 2013 • sayı: 95
marksist tutum
mekti. Üstelik “üniversite reformu” adı altında siyasi prim toplayacaktı. Ancak o zamanki güç dengeleri izin vermediği için AKP, YEK’i rafa kaldırdı, ama üniversiteleri ele geçirme planı baki kaldı. Bunu daha uzun bir sürece yayarak hayata geçirecekti AKP. Devletin her kademesinde büyük bir kadrolaşma harekâtına girişti. Özellikle cumhurbaşkanlığı mevzisinin de kazanılmasıyla birlikte YÖK’ün kapıları sonuna kadar AKP’ye açılmış oldu. Çünkü YÖK yasasına göre Genel Kurulda yer alan 7 kişiyi ve YÖK başkanını cumhurbaşkanı seçiyor. Köşkte A. Necdet Sezer varken bunu değiştirmeye çalışan AKP, Abdullah Gül köşke çıkınca bundan vazgeçti. Artık kendilerine hizmet edecek rektörleri YÖK’e atayabilirlerdi. YÖK’ün fethedilmesi üniversitelerin de ele geçirilmesi anlamına geliyordu. Bugün hem YÖK hem de üniversiteler AKP’nin denetimi ve yönetimi altında. Rektörlüklerden en düşük idari kadrolara kadar her yerde AKP hızlı bir kadrolaşma hareketine girişmiştir. ODTÜ’deki kitlesel direnişe verilen tepkiler de bunun göstergesidir. Başbakan ODTÜ yönetimini fırçalayınca, peşi sıra diğer üniversite yönetimlerinden Başbakanı protesto eden öğrencileri kınayan açıklamalar yapıldı. Ülkenin Başbakanına bu yapılır mıydı?! Türkiye’yi dünyanın 17. büyük ekonomisi haline getiren, ilk “yerli” malı uyduyu uzaya fırlatmaya gelen Erdoğan nasıl protesto edilirdi? Polisin şiddetini görmezden gelen rektörler öğrencileri şiddet uygulamakla suçluyordu. Bir rektör “Bizdeki özgürlük ortamı Oxford’da yok” diyerek, bir başkası ise “Eğer samimiysen görüşünde, bırakacaksın maaşını da koyacaksın ya da diyeceksin ki bu hükümetin yer aldığı bir sistemde görev alamam, istifa ediyorum dersin” diyerek çapını ortaya koydu. YÖK’e bağlı Türkiye Öğrenci Konseyi başkanı da adeta AKP’nin basın sözcüsü gibi konuştu: “ODTÜ’ye gelen Başbakan bu ülkenin başbakanıdır. Onu her yerde koruyan polis bu ülkenin polisidir. Doğal olarak Başbakan’ı korumak adına bulunan polise ithamlarda bulunulması bizce anlamsızdır. … ilimden ve medeni bir protestonun nasıl yapılacağı bilgisinden nasibini almamış birkaç marjinal grubun üniversite öğrencilerini kesinlikle temsil etmediğini bildirmek isteriz. Sözüm ona «protesto özgürlüğü» adı altında meşrulaştırmaya çalışan ve tüm bu yaşananları geri planda engellemeyerek olaylara çanak tuttuğunu düşündüğümüz ODTÜ’nün mevcut yönetimini de kınıyoruz.” İşte YÖK cenderesinin ve AKP’nin üniversiteler üzerindeki baskısının sonucu: Padişaha kulluk eden, etmeyenleri de “marjinal” gören üniversite yönetimleri ve sözde öğrenci temsilcileri. ODTÜ’den ve ardından diğer üniversitelerden yükselen tepkiler de AKP’nin kadrolaşma harekâtının bir sonucudur aynı zamanda. Marmara, İTÜ, Yıldız Teknik, Galatasaray ve Mimar Sinan Üniversitesi rektörlerinin yaptıkları ortak açıklamayla ODTÜ’lü öğrencileri şiddet kullanmakla suçlamalarına, kapıkulu olmayı reddeden akademisyenler ve öğrenciler haklı olarak şu yanıtı
38
vermişlerdir: “Basit iktidar hesapları ve ikbal kaygıları ile ODTÜ’ye karşı tavır alan üniversite yönetimleri ve bu yönetimleri destekleyenler veya bu politikalar karşısında sessiz kalanlar, bu davranışlarının hesabını, akademik özgürlükler ve demokrasi tarihi önünde vermek zorunda kalacaklardır.”
Yeni YÖK tasarısı Yukarıda sermayenin ve AKP’nin YÖK’ü günün ihtiyaçlarına göre reorganize etme planından bahsetmiştik. Bunun son adımı, tartışılan yeni Yükseköğretim Yasası Tasarısıdır. Bu tasarı geçmiştekilerden farklı olarak hükümet tarafından hazırlanmamış, doğrudan YÖK tarafından hazırlanmış ve tartışmaya sunulmuştur. YÖK Başkanı Çetinsaya kapı kapı gezerek tasarıyı anlattı ve destek aradı. TÜSİAD, MÜSİAD gibi burjuva örgütlerinin yanı sıra bakanlıklar ve üniversitelerde, medya kurumlarında tasarı tanıtıldı. 23 Ocakta tasarının son hali MEB’e sunuldu. Tasarının doğrudan sermayenin ihtiyaçlarına yönelik olarak hazırlandığını YÖK bizzat ifade ediyor. YÖK’ün değişiklik gerekçelerinde şu satırlar yer alıyor: “Gelişmiş, müreffeh ve küresel dünyada rekabet edebilen bir Türkiye için söz konusu büyüme eğiliminin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesi elzemdir. Bununla birlikte mevcut yükseköğretim sistemimiz, bu büyüme sürecinin sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi ve kaliteli bir yükseköğretim alanı inşa edilebilmesi noktasında bir yeniden yapılandırma ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Söz konusu yeniden yapılandırma sürecinde, üniversitelerimizin çeşitliliğine, evrensel kalite standartları içerisinde gelişebilmesine, kurumsal özerklik ve hesap verebilirliğine, rekabet imkânlarının geliştirilmesine ve finansal esneklik içerisinde faaliyet gösterebilmelerine imkân tanıyacak bir sistem hedeflenmektedir.” Nitekim MÜSİAD ve TÜSİAD tasarının rötuşlara ihtiyacı olduğunu belirtmekle birlikte, genel anlamda desteklediklerini açıkladılar. TÜSİAD YÖK’ün yerini alacak olan Türkiye Yükseköğretim Kurulu (TYK) Genel Kurulu içerisinde işadamlarının da temsil edilmesini istedi. Tasarı Üniversite Konseylerinde işadamlarına izin veriyor ancak TYK Genel Kurulunda sermaye sahipleri doğrudan yer alamıyorlar (bkz. Hakan Sönmez, Yeni YÖK Yasa Tasarısı, MT, Kasım 2012). Tasarıdaki en önemli değişikliklerden birisi de özel üniversitelerin önündeki yasağın kaldırılmasıdır. Bunun için gerekli olan anayasa değişikliği de YÖK’ün tasarısında yer alıyor. YÖK’ün kaldırılması gerektiği geniş bir kesim tarafından savunuluyor. Üniversitelerin demokratik bir ortama kavuşması, anadilde, demokratik, parasız ve bilimsel eğitimin mümkün olması için biz de YÖK’ün lağvedilmesini savunuyoruz. Ancak mesele bir tabelâ sorunu değildir ve YÖK’ün yerine TYK’nın gelmesiyle üniversiteler demokratikleşmeyecektir. Bu kapının açılabilmesi için yükselen toplumsal mücadelelerin özgürleştirici soluğu gereklidir. n
A
KP iktidarı, 4+4+4 olarak anılan, bilimsellikten ve ciddiyetten uzak yasayı, geçen yıl Mart ayında yoğun muhalefete rağmen bir çırpıda emrivaki bir şekilde Meclis’ten geçirmiş ve eğitim sistemindeki bu değişikliği kitlelere “büyük bir reform” olarak sunmuştu. AKP, “güç benim, ben yaparım olur” zihniyetiyle hareket ederek, eğitim uzmanlarının, sendikaların uyarılarına kulaklarını tıkamış ve eğitim sisteminde yapılan değişikliği protesto eden, tepki gösteren ailelerin, kamu emekçilerinin eylemlerini zorbalıkla, polis terörüyle bastırmıştı. 4+4+4 yasa değişikliği 2012-2013 eğitim-öğretim yılının başlamasıyla birlikte hayata geçirildi. Hatırlayacak olursak Marksist Tutum sayfalarında 4+4+4 ile birlikte eğitim sistemindeki değişiklikler ve öğrencileri, öğretmenleri nelerin beklediği enine boyuna incelenmiş ve aktarılmıştı. İktidarını pekiştiren ve kendisine karşı çıkan hiçbir sese tahammül edemeyen AKP, eğitim sistemindeki bu değişikliği gerçekleştirirken, muhafazakâr, itaatkâr bir toplum yaratmak ve ayrıca imam-hatip okullarının orta kısımlarını açmak amacıyla hareket etmiştir. 28 Şubat süreciyle birlikte 8 yıllık kesintisiz eğitim sistemine geçilmiş ve imam-hatip okullarının orta kısımları kapatılmıştı. AKP’nin çocukların pedagojik gelişimini hiçe sayarak okula başlama yaşını 5’e indirdiği bu yasayla 8 yıllık ilköğretim dönemi kapandı ve 4+4 olarak ikiye bölünerek “mesleki” eğitim ilköğretim düzeyine indirildi. Böylelikle imam-hatip okullarının önü açıldı. Lise düzeyinde yapılan mesleki veya dini yönlendirme yaşı 14’ten 9’a inmiş oldu. Din derslerinin
4+4+4’ün Yol Açtığı Sorunlar Gülhan Dildar
39
marksist tutum
Şubat 2013 • sayı: 95 AKP, “güç benim, ben yaparım olur” zihniyetiyle hareket ederek, eğitim uzmanlarının, sendikaların uyarılarına kulaklarını tıkamış ve 4+4+4 olarak anılan yasayı protesto eden, tepki gösteren ailelerin, kamu emekçilerinin eylemlerini zorbalıkla, polis terörüyle bastırmıştı.
sayısı arttırıldı. 2012-2013 eğitim-öğretim yılında Türkiye genelinde 1150 imam hatip ortaokulu açıldı. Bu okullarda 100 bini aşkın öğrenci eğitim görüyor. Pek çok gerici yanı olan bu yasayla AKP el çabukluğuyla ayrıca devlet okullarında ilköğretimin parasız olduğuna ilişkin ibareyi ortadan kaldırdı ve meslek lisesi öğrencilerinin stajyerlik adı altında sınırsızca sömürüsünün de yolunu açtı.
“Örgün eğitim” yerine “yaygın eğitim”in getirilmesinin sonucu Bu yasanın en çok karşı çıkılan noktalarından biri de 10. maddesiydi. Bu madde ile örgün ve en az 3 yıl olan ortaöğrenim (yani lise öğrenimi) “zorunlu” ve 4 yıl olarak belirlendi. Ancak gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ek daha vardı; “örgün” ibaresinin yanına “veya yaygın” ibaresi eklendi. Bu durum, “eğitimi herkes için ve 12 yıl boyunca zorunlu hale getiriyoruz” şeklinde şaşaalı sözlerle sunuldu. Peki, ama gerçekten eğitim herkes için ve 12 yıl boyunca zorunlu hale geldi mi? “Zorunlu” hale getirilmesiyle övünülen lise eğitimi, gerçekte yaygın eğitim denen sistemin önünün açılmasıyla birlikte, okullarda görülmesi zorunlu olmaktan çıkarak, açıköğretim aracılığıyla da görülebilir hale getirildi. Dolayısıyla da örgün (okul binalarında verilen) lise eğitimi fiili olarak zorunlu olmaktan çıkarılmış oldu. Marksist Tutum’da bu konuda daha önce şu uyarılarda bulunulmuştu: “Türkiye’de şu anda okullaşma oranı %98,5 olan ilköğretimde, okulu terk oranı %15’tir ve kız çocuklarında bu oran %17’yi aşmaktadır. Bunda yoksullukla birlikte kız çocuklarının okumasını gereksiz gören anlayışın halen yıkılamamış olmamasının büyük bir rolü bulunmaktadır. Lise eğitimine gelindiğinde ise okullaşma oranı %70’e düşmektedir ve okul terk oranı %8,2’dir. Bu oran meslek liselerinde %10’a yaklaşmaktadır. Yoksul emekçi aileler, gerek eğitimin külfetini kaldıramadıkları gerekse çocukların çalışmak suretiyle eve getirecekleri paraya duydukları şiddetli ihtiyaç nedeniyle çocuklarına lise eğitimi
40
aldıramamaktadırlar. Bunun yanı sıra eğitimin işsizliğe çare olmadığını görerek böylesi uzun bir eğitimi gereksiz bulan ailelerin oranı da hiç düşük değildir. Sonuç olarak, liselerin açıköğretim seçeneği de sunularak sözde zorunlu hale getirilmesi, çocukların önemli bir bölümünün bu eğitimi evde ya da çalışarak görmeye başlamalarına, ancak tamamlayamamalarına yol açacaktır. Lise eğitiminin 13 yaşta başlayacağı düşünüldüğünde, bu o yaştaki çocukların önemli bir bölümünün ucuz işgücü olarak emek piyasasına sürülmeye devam edeceği anlamına gelmektedir. Bunun yanı sıra, belli bölgelerde yaygın bir olgu olan kız çocukların eve kapatılması ve küçük yaşta evlendirilmesi gerçeği, bu düzenlemeyle varlığını sürdürecektir.” (İlkay Meriç, 4+4+4’ün Arkasına Gizlenenler, MT, no:85) 4+4+4 yasasının birkaç aylık uygulaması bile yukarıda yazılanların doğruluğunu kanıtlamıştır. Geçtiğimiz günlerde kabine değişikliği ile görevden alınan eski Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, kendisine yöneltilen bir soru önergesi üzerine, 2012-2013 eğitim-öğretim yılının birinci döneminde ortaokuldan sonra örgün eğitimi bırakan öğrencilerin sayısını, 136 bin 115 olarak açıklamıştı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın verilerine göre birinci dönemde örgün eğitime devam ederken 9. sınıfı bırakarak açık liseye kayıt olan öğrencilerin sayısı 95 bin 561, 10. sınıfı bırakan öğrencilerin sayısı 21 bin 639, 11. sınıfı bırakan öğrencilerin sayısı 13 bin 737 ve 12. sınıfı bırakan öğrencilerin sayısı ise 5 bin 178’dir. Kız ve erkek öğrenci oranlarına dair ayrıntı vermekten kaçınan bakanlık, gerçeklerin üzerini kapatmaya ve kız çocuklarının eve kapatılmak istenmesine yönelik tepkileri bertaraf etmeye çalışmaktadır. Tahmin etmekte çok zorlanılmayacağı üzere, bu rakamların büyük bir kısmını kız öğrenciler oluşturmaktadır. Bu bağlamda özellikle İmam Hatip Liseleri Mezunları Derneği’nin (ÖNDER), kesintili eğitim düzenlemesinin TBMM Milli Eğitim Komisyonu’ndaki görüşmeleri sırasında komisyona sunduğu raporda “kız öğrencilerin İslam inancına göre mükellefiyet çağına girişi” esas alınarak eğitim programının düzenlenmesini önermesi ve yaygın eğitimi savunması dikkat çekmiştir. Söz konusu dernek, ge-
sayı: 95 • Şubat 2013
rekçe olarak da, kız çocuklarının karma okullarda verilen örgün eğitimin dinen caiz olmadığını, dolayısıyla örgün eğitimde ısrarın kız çocuklarının okumasını engellediğini savunmaktadır. Henüz bir dönemlik uygulama ile okulu bırakan lise öğrencilerinin sayısının bu denli artmış olması, önümüzdeki süreçte özellikle yoksul ailelerin çocuklarının büyük kısmının örgün lise eğitimini terk edeceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Yasayı geçirme sürecinde de bizzat Başbakan Erdoğan, ortaöğretim öğrencilerinin bir taraftan çalışarak kendi okul giderlerini karşılayabileceğini müjdelemişti. Bu söylemle yoksul işçi ve emekçi çocuklarının, ortaokuldan sonraki 4 yılı okula gitmeden açık liselerde okumaları özendirilmektedir. Böylece ortaokuldan sonra 13-14 yaşındaki çocuklar burjuvazinin emrine taze kan olarak amade edilecektir.
Eğitimde neo-liberal saldırılar hayata geçiriliyor Devlet bir taraftan diplomalı işgücü yaratma derdindeyken, diğer taraftan da açıköğretim ve özel okulların teşvik edilmesiyle öğretmen ve okul giderlerini kısıp bütçeden eğitime ayrılan payı düşürme derdindedir. AKP, hiçbir altyapı hazırlığı yapmadan (buna müfredat ve okulların fiziki yapıları da dâhildir) uygulamaya soktuğu
marksist tutum
yasa değişikliğiyle birlikte, eğitim alanındaki neo-liberal saldırılarına da hız vermiştir. Okula başlama yaşının indirilmesiyle okula başlayan öğrenci sayısı artmış, derslik yetersizliğinden kaynaklı olarak öğrenciler kalabalık sınıflarda, hatta pek çok Kürt ilinde birleştirilen sınıflarda eğitim görmek zorunda kalmıştır. Devlet okullarında eğitim giderek kalitesizleştirilerek, velilere “başınızın çaresine bakın” denilmekte ve özel okullar teşvik edilmektedir. Erdoğan bir yandan dershaneleri kapatacaklarını ilan ederken, öte yandan bunların devlet teşvikli özel okullara çevrileceğinden söz ediyor. Ayrıca 4+4+4 sistemiyle devletin özel okullardan hizmet alacağını, özel okullara yeni teşvikler sunulacağını ilan ediyor. Yani adım adım eğitimin özelleştirilmesinin yolu döşeniyor! Öğrencilerin ve ailelerin yanı sıra, 4+4+4 eğitim sisteminin mağdurlarından bir diğeri de eğitim emekçileridir. 138 bin öğretmen açığı olmasına rağmen, kademeli olarak değiştirilen sistem nedeniyle 30 bini sınıf öğretmeni olmak üzere 70 bine yakın öğretmen norm fazlası durumuna düşmüştür. Okulların açılmasına rağmen görev yerleri belli olmayan binlerce öğretmen, bakanlık tarafından kendi istekleri dışında görevlendirilmiş, yıllarca görev yaptıkları okullarından ve öğrencilerinden uzaklaştırılarak branş değişikliğine zorlanmıştır. Ayrıca öğrenci sayısının, seçmeli ders sayısının ve ders saatlerinin artması gibi nedenlerle öğretmenlerin çalışma saatlerinde de artış söz konusudur. Öğretmenlerin yıllık çalışma süresi ortalaması OECD ülkeleri içinde 1675 saat iken, Türkiye’de öğretmenler 1816 saat ile OECD ortalamasına göre 141 saat daha fazla çalışmaktadır. Öğretmenlerin aldığı ücretin fazlalığından ve çalışma saatlerinin azlığından şikâyet eden Başbakan’ın ve “3 ay tatil yapıyorlar” diyen Bakan’ın, eğitim emekçilerinin çalışma koşullarına müdahale etmemesi abes olurdu! Öyle görülüyor ki, diğer sektörlerde çalışan işçiler gibi eğitim emekçilerinin de yıllık çalışma saatleri önümüzdeki dönemde giderek artacaktır. Tüm burjuva hükümetler gibi AKP hükümeti de gerek kendi ideolojik ve politik çıkarları, gerekse içinden geçtiğimiz derinleşen kriz ve savaş koşullarının gereği olarak eğitim sistemindeki bu değişiklikleri hayata geçirmiştir. Dolayısıyla da ne AKP’den ne de herhangi bir burjuva partiden işçi ve emekçi sınıfın çocuklarının gelişimini ve eğitimini düşünecek ciddi adımlar beklenmemelidir. AKP bugün otoriterleşen çizgisiyle, eğitime de el atarak, düzene bağlı, itaatkâr, kanaatkâr, sorgulamayan, hakları için mücadele etmeyi günah sayan genç işçiler yaratma çabası içerisindedir. Gerici, ırkçı, bilimsellikten uzak, ezberci ve burjuva ideolojisinin egemenliği altında genç beyinlerin yıkanmasına karşı mücadele etmek işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin bir gereğidir. Bilimsel, zorunlu, örgün, anadilde eğitim ve her türlü eğitim masrafının devlet tarafından karşılanması, ücretsiz ulaşım ve yemek talebi emekçilerin en temel taleplerinden biri olarak yükseltilmelidir. n
41
Devlet Bireysel Emekliliği Neden Teşvik Ediyor? Zehra Aras
2012
yılı Haziran ayında çıkan ve bireysel emekliliği teşvik eden yasa 1 Ocak 2013 tarihi itibariyle yürürlüğe girdi. Sigorta şirketleri aylardır “müjdeli haberi” reklâmlarla kitlelere duyuruyor: 18 yaşından büyük her vatandaşın bireysel emeklilik için bir özel sigorta şirketine yatıracağı her 100 TL için devlet de 25 TL katkıda bulunacak! Yani 100 TL tasarruf edip sigorta şirketine yatırdığınız anda bireysel emeklilik hesabınızda ve tabii ki sigorta şirketinin kasasında 125 TL birikmiş olacak. Reklâmlarda öne çıkarılan vurgu bu yönde olsa da gerçekte devlet katkısından yararlanabilmek belirli şartlara bağlanmış durumda. Bireysel emeklilik sisteminden ilk 3 yıl içinde ayrılmak isteyenler %25’lik devlet katkısından yararlanamayacak. 3 ilâ 6 yıl arasında sistem içinde kalanlar devlet katkısının sadece %15’ini, 6 ilâ 10 yıl arasında sistemde kalanlar desteğin %35’ini alabilecek. %25’lik devlet katkısının tamamını alabilmek için sistemden emekli olmak, vefat veya maluliyet gerekiyor. Emekli olabilmek için en az 10 yıl prim ödemek ve 56 yaşını doldurmuş olmak gerekiyor. Devletin yıllık katkısı kişi başına en fazla 3 bin TL olacak. 2013 bütçesinden 1,25 milyar TL bireysel emekliliğe katkı için ayrılmış durumda. Devletin katkı payı uygulamasının arefesinde, yani 2012 yılı sonu itibarıyla yaklaşık 4 milyon kişinin katıldığı bireysel emeklilik sistemine bağlı fonlarda 20 milyar TL birikmiş durumda. Devlet teşviki ile bireysel emekliliğin yaygınlaştırılması ve fonlarda biriken paranın 2023’te
42
400 milyar TL’ye ulaşması hedefleniyor. Orta sınıfın yanı sıra işçilerin de bireysel emekliliğe özendirilmesi sistemin en önemli ayağını oluşturuyor. İşveren çalışanın maaşının %15’ini bireysel emeklilik şirketlerine yatırırsa, bu rakamı vergi matrahından düşebiliyor.
Nihai amaç kamusal emekliliğin tasfiyesidir! Devletin emeklilik sisteminden tamamen çekilmesi ve emeklilik sisteminin tümüyle özel sektöre devredilmesi, dünya burjuvazisinin uzun yıllardır gündemindedir. Kamusal sağlık ve emeklilik sistemlerinin tasfiyesi burjuvazinin küresel saldırısının parçasıdır. Sosyal güvenlik sistemleri ve emeklilik sistemi işçi sınıfı mücadelesinin en önemli tarihsel kazanımlarındandır. Özellikle II. Dünya Savaşının ardından işçi sınıfının soluğunu ensesinde hisseden burjuvazi, devrim tehlikesini bertaraf etmek üzere giriştiği “sosyal devlet” uygulamaları çerçevesinde kamusal emeklilik sistemini geliştirmek zorunda kalmıştı. 80’li yıllarla birlikte dünyada siyasal dengeler işçi sınıfı aleyhine değişti. Tüm dünyada kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi gündeme gelirken mevcut emeklilik sistemleri de yeniden masaya yatırılmıştır. İşçi sınıfının ağır bir yenilgi yaşadığı ve faşist diktatörlüğün kurulduğu Şili’de kamusal emeklilik sisteminin tasfiye edilmesi ve yerini bireysel emeklilik fonlarına bırakmasının çok daha erken bir dönemde, –1973 faşist darbesinden sonra– 1981’de gerçekleştirilmiş
sayı: 95 • Şubat 2013
olması da bunun kanıtıdır. “Şili’de bireysel emeklilik fonlarını yöneten sigorta şirketlerinin varlıkları gayri safi milli hasılanın %70’ine yaklaşmıştır, ne var ki «özgürleştiği» iddia edilen işçilerin hali pür melali hiç de parlak değildir. Yeni çalışmaya başlayanlar için zorunlu tutulan bu sistemin yirmi yıl içinde görülen ilk sonucu, sisteme dahil olan işçilerin oranının giderek düşmesi ve nüfusun önemli bir bölümünün emeklilik güvencesinden mahrum hale gelmesi olmuştur. Emekliliği hak etmenin zorluğu ve prim yükünün ağırlığı karşısında çok sayıda işçinin sisteme kaydolmadığı Şili’de, sisteme dahil olanlar da primlerini düzenli ödeyememektedir. Emekliliği hak edenlerin gelirlerinin kaderi ise borsa spekülasyonlarına ve piyasa dalgalanmalarının seyrine terk edilmiştir.” (İlkay Meriç, Kamusal Emeklilik Sisteminin Tasfiyesine Doğru, MT, Eylül 2012) 1994’te Dünya Bankası “Yaşlılık Krizinin Önlenmesi” başlıklı bir rapor yayınladı. 1995’te ise Türkiye’de Çalışma Bakanlığı, sosyal güvenlik sisteminde değişiklikler öneren bir rapor hazırladı. Rapor, emeklilik yaşının çok düşük olduğunu, nüfusun giderek yaşlandığını, sosyal güvenlik sisteminin kamu harcamalarına ve bütçe açığına sebep olduğunu öne sürüyordu. Hükümetler bir yandan sosyal güvenlik sisteminin açık verdiğinden söz ederlerken öte yandan patronların kayıt dışı işçi çalıştırmasına göz yummaya ve işverenler lehine prim afları çıkarmaya devam ettiler. Sosyal sigorta fonu düşük faizli devlet tahvillerinde ya da düşük faizlerle bankalarda değerlendirildi. Kısacası bu fonlar zarara uğratıldı, yağmalandı, biriken değer devlet tarafından gasp edildi. Ama bu süreçte burjuvazi emeklilik sisteminin bütçe açığına neden olduğu tezini işlemeye devam etti. 1999’da emeklilik yaşı kadınlarda 58’e, erkeklerde 60’a, prim ödeme gün sayısı ise 5000’den 7000’e yükseltildi. Bu da yeterli görülmedi. AKP döneminde emeklilik yaşının kademeli olarak 65’e yükseltilmesini ve prim gün sayısının kademeli artışını öngören yeni düzenlemeler de yapıldı. Ayrıca aylık bağlama oranları indirilerek emekli maaşları da otomatik olarak düşürüldü. Bireysel emekliliği teşvik ederken finans kapitali de ihya eden son yasa, OECD’nin bireysel emekliliğin yaygınlaştırılması gerektiğini belirten raporuyla aynı dönemde ortaya çıktı. Kalkınmakta olan ülkelerde yatırımların finansmanı için sigorta fonlarının güçlendirilmesi özel bir önem taşıyor.
Sermayenin sömürecek kaynak ihtiyacı Türkiye, ekonomisi hızla büyüyen, yatırımları sürekli artan, alt-emperyalist konuma gelmiş bir ülkedir. Türkiye’de gelirlerin %14’ü tasarruf edilmektedir. Mevcut tasarruf oranı burjuvazi tarafından yeterli görülmemektedir. Avrupa’nın en güçlü ekonomisi olan Almanya’da tasarruf oranı %26’dır. Çin’de ise %50’nin üzerindedir.
marksist tutum
Türkiye içerisindeki tasarrufların yetersizliği bankaları dış kaynaklara yöneltmektedir. Uzun vadede yatırımları sürdürebilmenin ve istikrarlı ekonomik büyümenin güvencesi, iç tasarruf oranının arttırılabilmesine bağlıdır. İşte bu noktada sigorta fonlarının güçlendirilmesi kritik bir önem kazanmaktadır. Sigorta fonları mali sistemin önemli kaynaklarından biridir. Çünkü sigorta fonlarında uzun vadeli tasarruflar birikmektedir. Tasarruflarını bireysel emeklilik fonuna yatıran bir kişi, en az on yıl beklemeden parasını geri çekmek isterse büyük zarara uğrar. Milyonlarca kişinin 56 yaşına gelip emekli oluncaya kadar tasarruflarını emeklilik fonlarına bahşetmesi, burjuvazi için muazzam bir kaynak yaratacaktır. 2023 yılına kadar 400 milyar TL’ye ulaşması hedeflenen emeklilik sigortası fonları, bankaları ve borsayı ihya edecek, böylelikle de burjuvaziye düşük faizli ucuz kredi olarak sunulabilecektir. Emeklilik fonlarının yönetimi finans kapitalin elinde olacaktır. Kısacası devletin bireysel emekliliği özendirmek için %25’lik katkı payı vermesindeki amaç işçi ve emekçilerin emekliliklerinde rahat etmesi değildir. Bir yandan kamusal emekliliğin tasfiyesinin yolu döşenmektedir, öte yandan burjuvaziye muazzam bir kaynak aktarılmaktadır. Türkiye Sigorta Birliği Başkanı Recep Koçak, “Kıdem tazminatları fona aktarılırsa tasarruf oranı artar” diyor. Burjuvazinin sermaye ihtiyacını hangi tasarruflarla karşılamak istediği ortadadır. İşçi ve emekçiler on yıllarca çalışsın, kıdemleri tasarruf fonlarında birikip burjuvaziye kaynak olsun; ücretlerinden kesilen emeklilik payları burjuvazinin fonlarında biriksin, kredi olarak efendilerin emrine sunulsun; ücretlerden kesilen gelir vergileri, KDV ve ÖTV gibi vergiler devletin silahı olsun, büyük sermayeye teşvik olarak sunulsun, işsizlik sigortası fonu patronlara peşkeş çekilsin. Sermaye tüm iştahı, arsızlığı ve saldırganlığıyla işçi sınıfının karşısına dikilmektedir. Burjuva hükümetler sermayeyi ihya etmek için emekçilerin tüm kazanımlarına pervasızca saldırıyor. Kamusal emeklilik sistemi işçi sınıfının tarihsel kazanımıdır. İşçi sınıfının bu kazanımı savunmak için mücadele etmekten başka yolu yoktur. “Sermaye için önemli olan, insanların sağlığı, mutluluğu ve refahı değil kârdır. Burjuvazi, daha çok kâr için 5 yaşındaki çocuğu da, 85 yaşındaki ihtiyarı da kanını kurutana kadar çalıştırmaktan kaçınmamaktadır. Bir zamanlar «emeklilikte rahat edeceğiz» diyerek zorlu çalışma koşullarına katlanan işçilerin çocukları ve torunları bugün böyle bir umuttan da yoksun durumdadırlar. Onları yaşlandıklarında bekleyen şey emeklilik değil, iş bulma kaygısı, bulduklarında da o yaşta saatler boyunca çalışmaya mecbur edilme işkencesidir. Çoğunluğun çıkarları değil küçük bir azınlığın kârı temelinde işleyen kapitalizm yıkılmadıkça, sermayenin gözünde çocuklarımızın da, yaşlılarımızın da hayatının hiçbir kıymeti olmayacak, yüz milyonlarca emekçi sömürücülerin çıkarlarına kurban gitmeye devam edecektir.” (İlkay Meriç, age) n
43
Okurlarımızdan Cezaevinden Yeni Yıl Mesajı Erzurum H Tipi Hapisanesindeki bir devrimci tutsaktan aldığımız yeni yıl mesajını, tüm devrimci tutsakların yeni yıllarını kutlayarak ve onlara komünist selam ve sevgilerimizi göndererek yayınlıyoruz. Merhabalar sevgili Marksist Tutum emekçileri, Her birinizi selamlayıp, düşdaşlığın sımsıcak duygularıyla kucaklayıp öpüyorum. Yeni mücadele yılınızı komünarca coşkumla selamlayarak kutluyorum. Yeni yılın, 2012 ve önceki yılların hata ve eksikliklerinden öğrendiğimiz ders ve deneyimlerle, Dünya Komünü düşümüzün maddileştirilmeye bir adım daha yakınlaştığı bir yıl olmasını diliyorum. Bu ortak düşümüzü gerçekleştirme mücadelesinde yakına ama maddi şekilde ileriye adım atan, atmaya çalışan, dünyanın dört bir yanında bu amaçla mücadele eden tüm düşdaşlara komünarca duygularla sonsuz başarılar diliyorum. Yeni mücadele yılının hepimize esenlikle, özgürlüğün ve yeni umutların büyütüldüğü günler getirmesi temennilerimle… Sevda güzelliğinde nice yeni yıllar sizlerin olsun! Komünarca selam ve sevgilerimle Not: Yeni yıl mesajımın özeti niteliğindeki akrostiş tarzda yazılan bu didaktik şiiri tüm düşdaş yüreklilere ithaf ediyorum.
Nasıl Yapmalı Güneşi umuda doğurtan ebe düşdaşlar Üleştirmeliyiz sorumlulukları yüksünmeden Nasıl yapmalı demeliyiz her gün yeniden Ezberlerle kavranamıyor yaşam ağacı Şimdi praksis; nano, kuantum, Higgs İşte bilimin yeni ufukları Notaları yeniden sentezlemeliyiz Oktav oktav yeni paradigmayı bestelemeliyiz Ğéles, gövermeli günün içinde yarınlarımız Laşer olup akmalı kulaklara senfonimiz Umutlandırmalı kainattaki ezilen umutsuzları Ğéles: Kurtuluş (Dersimce) Laşer: Coşkun sel (Dersimce) H.S.
44
K
Kader Ne Demek?
ader sözcüğünü ne kadar çok duyuyoruz, değil mi? Peki, nedir kader? Gerçekten şu hayatta yaşadığımız her şey kader midir, yoksa bize reva görülen yaşam biçimi midir? Şöyle bir bakalım yaşamımıza, her gün duyduğumuz haberlere! Geçenlerde Şile’de batan bir geminin ardından kurtarma rezaleti yaşandı. Yetkililer tarafından iş cinayeti işlendi. Ulaştırma Bakanının sözleri de yaşanan olayın üstüne tuz biber ekti. Elbette, “bile bile ölüme yolladık” diyemeyeceği için bakın neler söyledi: “Her mesleğin zorlukları vardır. Deniz sakinken herkes kaptanlık yapar. Önemli olan fırtınalı havalarda gemiyi limana ulaştırmaktır. Denizciler her denize çıktıklarında helalleşerek çıkarlar. Denizciliğin doğasında bu vardır.” Yetkililer, işlenen bu cinayetin adını yine “kader” koydu. Meselâ maden ocaklarında babadan oğula geçen bir çalışma geleneği vardır. Maden ocakları bugüne kadar kaç babayı, kaç oğlu yutmuştur? Diyorlar ki, “onlar bilerek madene iniyorlar. Bu kaçınılmaz son. Ölüm madenciliğin doğasında da var.” Her mesleğin doğasında ölüm olduğunu söylüyorlar. O halde ölüm varsa neden bize bu işleri yaptırıyorlar? Her iş kazasının ardından kısmetsizlik, dikkatsizlik diye açıklamalarda bulunuyorlar, cinayetlerin üstünü örtmeye çalışıyorlar. Yeterli iş güvenliği önlemleri alınmadığı için her ay ortalama 100 işçi hayatını kaybediyor. Bunun adı kader olamaz. Birçok sel felâketi yaşanır. Bazı evleri su basar. Ama siz hiç duydunuz mu bir iş adamının sel sularına kapılarak hayatını kaybettiğini? Bu felâketlerde bile mağdur olan biz işçi ve emekçi sınıflarız. Güneş görmeyen rutubetli bir evde, alt katlarda oturmamız gerçekten kaderimiz mi? Yoksa bu sistemin bize biçtiği yaşam bu kadar mı? Peki ya çocuklarımız? Küçük yaşlarda çalışmak zorunda kalıyorlarsa, küçük bedenleri, emekleri bu sistemin sömürü dişlerine takılıyorsa, bu çocuklarımızın kaderi mi? Ya da kadınlarımız korkunç cinayetlere kurban gidiyorsa, öldürülüyorlarsa, vah edip “bu da onların kaderiymiş” mi demeliyiz? İşten atılırsın, aylarca iş bulamazsın, buna da kader derler. Buldun diyelim, asgari ücret denilen açlık sınırının altındaki ücreti alırsın ama “buna da şükret, bunu bile bulamayanlar var” derler. Bizim bu yaşadıklarımızı kim ya da kimler yaşamaz? Şu kırmızı koltuklarda oturup da dünyaya tepeden bakanlar, bizlerin hayatına karar verenler, bizi sömürerek semirenler bizimle aynı “kaderi” yaşamazlar. Onlar bizi bu asgari ücretle yaşamaya mahkûm edenlerdir. Birileri rahat yaşasın, ama başları ağrımasın… Hayatlarımız yok edilirken bu kadar acıyı, sıkıntıyı yaşayanlar bizleriz. Şöyle bir bakalım: Bu yaşananlar gerçekten işçi sınıfının kaderi mi, yoksa kapitalistlerin korkunç vahşiliği mi? İşçi sınıfı olarak “böyle gelmiş böyle gider, bu düzen değişmez” deyip onların bize çizdiği kadere boyun mu eğeceğiz? Yoksa omuz omuza, dayanışma içinde bu düzeni değiştirmek için mücadele mi edeceğiz? Sarıgazi’den bir işçi
Okurlarımızdan
Profesör: “Ama Çok Farklı Konulara Giriyorsunuz!” 2
011’de mesleki eğitim ve iş güvenliği eğitimi almıştım. Bize aslında iş güvenliğinin sağlanabileceği fakat işçilerin hatalı davrandıkları söylenmişti. “Genç işçiler bu hataları yapıyor, kazalar genç ve tecrübesiz işçilerin acemiliğinden kaynaklanıyor” demişlerdi. Oysa iş kazalarında sadece gençler değil, deneyimli işçiler de ölüyor. Eğitim sırasında patronların almadığı önlemleri düşünüyordum. Pek çok soru sordum. Bir sorum karşısında “ben bunu burada sana anlatamam” dedi eğitmenimiz. Açıklayamadığı şey şuydu: Patronumuz eskiyen iş güvenliği malzemelerini yenisi ile değiştirmiyordu. Pres makinelerinde çalışan arkadaşlar, kulaklık takmaları gerektiği halde bu nedenle takamıyorlardı. Bize bu dersi veren eğitmen matematik profesörü idi. Eminim, üretim adetlerini yetiştirme korkusunu hiç yaşamamış, iş kazasında parmakları kesilerek canı hiç yanmamış biriydi. Ama bize güvenliğimizi nasıl sağlayacağımızı, üstelik bizi suçlayarak anlatabiliyordu. Uluslararası bir firmada çalışıyor, kendisine verilen “eğitme” görevini para karşılığı lâyıkıyla yapıyordu. Bizi suçlama gerekçesi, aynı şekildeki iki iş kazasının üst üste gerçekleşmesiydi. Yaşadıklarımızın sorumlusunun kim olduğunu sorduğumda, profesör, “ama çok fark-
lı konulara giriyorsunuz” dedi. Profesör anlattıkça öfkem artıyordu. Çünkü işçilerin patronlardan bazı taleplerini “patronları zor durumda bırakmak” olarak nitelendiriyordu. Ona göre, işçilerin patronları zor durumda bırakan, maliyeti arttıran talepleri yüzünden birtakım şeyler yapılamıyordu! İş güvenliği önlemleri de bunlardan biriydi! İş kazalarının önlenebilmesi sadece bizim dikkatli olmamıza bağlıydı! O koca eğitim seminerinin sonunda işçilerin profesöre inanıp kendilerini suçlu hissetmesi işten bile değildi. Aylarca bozuk makinede çalıştım ve en son neredeyse parmağımı kaybediyordum. Makine yapılana kadar çalışmayacağımı söyleyerek makineden kalktığımı söyleyince, profesör bana endüstriyel kaygılarından bahsetti. Profesörün anlattıklarına kahrolmuştum. Ama tepki gösterenler azınlıkta olduğu için çok fazla bir şey de diyemedim. 11 yıllık işçilik hayatımda, hiç işçi sağlığı ve güvenliği konularından bahseden bir işyeri hekimi görmedim. Ama matematik profesörlerinden seminerler aldım. Şimdi işyerinde daha “güvendeyimdir” herhalde! Otomotiv sektöründen bir kadın işçi
Kadın Olmak Suç mu? S
on günlerde gündeme sıkça gelen Hindistan’daki tecavüz olayları hakkında düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Hindistan’da yaşananlar kapitalist sistemin insanları ne hale getirdiğinin de göstergesidir bir yanıyla. 16 Aralıkta 23 yaşındaki bir genç kıza otobüste toplu tecavüz edildi ve hastanede tedavi gören genç kız olaydan 13 gün sonra hayatını kaybetti. 3 Ocakta trende bir askerin saldırısına uğrayan başka bir genç kadın kurtulmak için çareyi kendini trenden atmakta buldu ve ağır yaralandı. 11 Ocakta yine bir otobüste, bir kadına toplu tecavüz vakası gerçekleşti. Bunlar sadece son günlerde gündeme gelmiş olanlar ve elbette ilk değiller. Resmi verilere göre Hindistan’da her 18 saatte bir, bir kadın tecavüze uğruyor. Çoğu fail ya da failler yakalanamıyor veya yeterli ceza almıyorlar. Fakat yaşanan son olaylar ülkede daha önce görülmemiş bir toplumsal tepki yarattı. Binlerce kişi “adalet istiyoruz!”, “adalet yerini bulmalı ama gerçekten bulmalı!” diyerek yürüyüşler, protestolar yaptı. Peki, egemenler ne yaptılar? Sözde yeni yasalar çıkarmaya çalıştılar. “Sözde” diyoruz çünkü gerçekte niyetlerinin bu olaylara bir çözüm üretmek olmadığını görüyoruz. 16 Aralıktaki tecavüz vakasında faillerden birinin hırsızlık, adam yaralama, zimmete mal geçirme gibi tecavüzle hiç ilgisi olmayan suçlardan yargılanması istenmiş. Tecavüz olaylarındaki faillerin cezaları, “suç işlediği sırada zanlının sarhoş olması” veya “ailesine bakmakla yükümlü olması” gibi gerekçelerle hafifletiliyor ya da hiç ceza almıyorlar! Hatta zanlı üst sınıftansa suçlama kapsamına bile alınmıyor. Bu kararları veren yargıçlar ise örneğin tecavüze uğ-
rayan kadının tecavüze zemin hazırlayıp hazırlamadığının araştırılmasını istiyorlar. Yeni “tedbirler” kapsamında sivil polisler, saldırıları önlemek için tacizcileri bulmak yerine, yalnız gezen kadınlara ve sokakta gördükleri ve evli olmadıkları halde birlikte gezen kişilere ceza yazıyor. “Bir genç kız geç saatte sokakta yalnız gezerse elbette erkekler ona yaklaşır” mantığı güdülüyor. Yasaların sadece üst sınıfa mensup kadınların haklarını koruyacağı, ancak diğer kadınlara yönelik saldırıların, şiddetin devam edeceği açıkça belirtiliyor. Görüyoruz ki biz işçiler mücadele etmedikçe adalet yerini bulmayacak. Elbette kadına yönelik tecavüz ve şiddet olayları sadece Hindistan’da gerçekleşmiyor. İnsanlığa karşı suç işleyen kapitalistlerin yarattığı çürümüşlük, başkasına ve başkasının hakkına saygı göstermeme gibi sonuçlar bütün dünya toprakları üzerinde yaşanıyor. Avrupa İnsan Hakları Raporu’na göre son yirmi yılda bildirilen tecavüz sayısı dört kat artmış. ABD’de her yıl 207 bin cinsel şiddet vakası rapor ediliyor. Türkiye’deki sonuçlar da elbette korkunç. Benzer davalarda erkek yerine kadın suçlanıyor, koruma isteyen kadınların sesleri duyulmuyor, bu kadınlar sevgilileri, eski eşleri tarafından katlediliyorlar. Çürümüş, köhnemiş bu sistem değişmediği sürece işçi ve emekçilerin ve özellikle de işçi sınıfının kadınlarının özgür, huzurlu, sağlıklı, iyi şartlarda yaşaması mümkün olmayacaktır. İşçi ve emekçilerin hayatlarına yönelik bütün saldırılara ancak örgütlenerek dur diyebiliriz. Marksist Tutum okuru bir kadın işçi
45
Okurlarımızdan K
Yaşamak Nedir?
apitalizmde her şey burjuvazinin ideolojik çarpıtmasına maruz kaldığı için gerçek anlamıyla değil, çarpıtılmış biçimiyle bize yansır. Bizim bilincimizde de böyle şekillenir. Mesela, yaşamak nedir? Yaşamdan nasıl ve ne kadar zevk alıyoruz? Bu soruya verilen cevaplar hangi sınıfın üyesi olduğumuzla çok ilişkilidir. Biz işçiler olarak dünyayı var ediyoruz, dünyanın en güzel nimetlerini yaratıyoruz. Ama gel gör ki, yaşamdan beklentilerimiz, umutlarımız, mutluluklarımız çok sınırlı. Bizleri iliklerimize kadar sömüren, fabrikalarda kanımızı içen kapitalistler ise bir o kadar doyumsuzlar. Bu durumu bize bazen bir haber, bazen bir film karesi, bazen de bir işçi arkadaşımızın sohbeti tekrar tekrar hatırlatıyor. Pres makinesinde bir yandan çalışıyor bir yandan da işçi arkadaşımla fabrikanın koşulları üzerine sohbet ediyorduk. Ve sohbet bilindik güvensizlik cümlelerini aşıp öyle bir noktaya geldi ki, arkadaşıma şu soruyu sormadan edemedim: “Yarına ne bırakacaksın?” Verdiği cevap ise aslında milyonlarca işçi arkadaşımızın düşüncelerinin bir ifadesiydi: “Bir tane evim var. Bir de çocuğum. Yarına bunları bırakacağım.” Elbette birçok işçi arkadaşımız bunlara bile sahip olamıyor. Bu kadarına bile sahip olabilmek için gecesini gündüzüne katıyor. Kapitalist sistem biz işçileri öyle bir cenderenin içinde yoğuruyor ki, yaşamımız o cenderenin dışına çıkamıyor. Bir ev, bir araba sahibi olmak ve çocuğumuzu iyi yetiştirebilmek için kölece çalışmak zorunda kalıyoruz, yine de çoğumuz bu hedeflerimize ulaşamıyoruz. Yaşamımızın gayesi, mutluluğun sınırları haline geliyor. Bunca zenginliği, güzelliği yaratırken sadece bunlara sahip olmak insanı mutlu etmek için yeterli mi? Peki, yeterli ise şunlara ne demeli? Mustafa Koç, tüplü dalış yapıyor. Havacılıkla ilgileniyor. Planör (hava akımlarından yararlanarak uçan, motorsuz hava taşıtı) tutkunu. Her yıl çocuklarıyla birlikte uluslararası planör yarışlarına katılıyor. Cem Boyner, dövüş sanatlarının yanı sıra lisanslı dalgıçlık, sualtı fotoğrafçılığı ve avcılıkla uğraşıyor. Rahmi Koç ise özel yatıyla dünya turuna çıkıyor. Güler Sabancı arıcılık, restorasyon, şarapçılıkla uğraşıyor. Ve hepsinin ortak mutlulukları da var. Operalar, konserler, resim sergileri ve tiyatrolar. Tatillerini yurtdışında geçiriyorlar. Her yıl birkaç kez tatil yapıyorlar. Belki de çoğumuzun ilk defa duyduğu yerlerde, yazın St. Tropez, Capri, Nice; kışları ise Vail, Apsen, Whistler ve daha ismini bilmediğimiz birçok yerde. Birçoğu New York, Paris, Roma, Londra ve Milano’dan alışveriş yapıyor. Bazılarının ise kendine ait adası var. Çoğunun özel yatı var. Özel jet, deniz uçakları ve teknelerde yolculuk ederken en az 50 kişi hizmet ediyor onlara. Konaklamada tercih ettikleri otellerin geceliği 6 bin dolara kadar çıkabiliyormuş. Güler Sabancı bir konferansta kendi şahsında burjuvaların hayatı değerlendirişini şöyle aktarıyor: “Başarımda sadece iş performansımın değil, özel ilgilerimin ve yaşam sevgimin de etkili olduğuna inanıyorum. Paylaştığımı, verdiğimi, öğrendiğimi ve aldığımı hissettiğimde bu gerçekleşiyor. Yani bütün bunlar bir insanı insan haline getiriyor, o çemberi tamamlıyor.” Biz işçileri en insani duygulardan mahrum edenler, kanımızı emenler, insan olmaktan bahsediyor. Ne kadar da
46
ikiyüzlüce değil mi? Çocuk da bir insan, lakin insan olduğunun farkında değil. Bugün de bizler işçiliğimizin farkında değiliz. Kendimizle birlikte tüm dünyayı değiştirecek güce sahibiz. Bunun farkına da ancak örgütlenir ve mücadele edersek varabiliriz. Elif Çağlı’nın “Böylesi Yaşamak Değil” şiirinde dediği gibi: Yaşamak, yeşermek bitkiler gibi, Yaşamak, Dönüşmek geleceğe, Güçlü ellerle kavrayıp çelişkiyi, Birlikte dövüşüp birlikte büyütmek geleceği Aydınlı’dan bir kadın metal işçisi
B
2023’ün “Süper Türkiye”si
ize okullarda devletin hiçbir zaman kâr amacı gütmediği, istihdamı sağlamak amacıyla yatırım yaptığı ve hizmet verdiği anlatıldı. Bunu anlatanların vekil öğretmenlik denilen şeyden haberleri yoktu sanırım. Vekil öğretmen, okullardaki boş kadroları doldurmak için çalıştırılan geçici öğretmendir. Vekil öğretmenlik, dört yıllık üniversite bitirmiş herkesin başvurabildiği bir iştir. Her yıl haberlerde ataması yapılmayan öğretmenlerin yakarışlarını ve eylemlerini izliyoruz. Ama ne gariptir ki atanamayan onca öğretmen ve okullarda onca boş kadro varken bir de vekil öğretmenlik diye bir şey var. Sanki öğretmen yetersizliği varmış gibi öğretmen yerine vekillik yapan insanlar var! Peki, bunun nedeni nedir? Bir öğretmenin maaşı ortalama 1800 lira civarındayken, vekil öğretmenin saat ücreti 7,5 liradır. Bir vekil öğretmen haftada en fazla 30 saat ders verebilir. Bu da en iyi ihtimalle ayda 900 lira demektir ki, ben daha bu parayı alabileni duymadım. Yani kadrolu öğretmenin maaşıyla vekil öğretmeninki arasında çok büyük bir fark var. Devletimiz kâr amacı gütmez, istihdam sağlarmış! Öğrenciler, bir dönemde 2-3 öğretmen değiştiriyorlar. Çünkü alınan maaş ve haklar çok sınırlı. Oysa vekil öğretmenlerin istediği şey çok basit: Bir kadrolu öğretmen ne istiyorsa, vekil öğretmenler de bunu hak ediyor. Bu şartlarda çalışmak istemeyen insanlar istifa ediyor ve kadro yine boş kalıyor. Boş kadro yeni bir vekil öğretmenle dolduruluyor. Üstelik öğretmenlik yapan kişilerin hiçbir pedagojik bilgileri yok, bu yüzden eğitimde hiçbir verim alınamıyor. İşte bu durumdaki öğretmenlerin eğitiminden geçen öğrenciler 2023 neslini oluşturacaklar! Başbakanın umutla beklediği “Süper Türkiye” böyle insanlardan oluşacak. Demek ki, “Süper Türkiye”nin bilimde ve eğitimde çok süper olması gerekmiyor. 2023’te, sömürüde ve tek tip insan modelinin yaygınlığında süper bir Türkiye bizi bekliyor. Bir vekil öğretmen
Okurlarımızdan
Köle Gibi Kullanılıp Kaz Gibi Yolunuyoruz M
erhaba arkadaşlar. Ben özel bir bankada çalışan bir işçiyim. Bankaların tefecilere karşı kurulan bir kurum olduğunu bankada çalışmaya başladıktan sonra öğrendim. Tefecilerin 2 verip 5 aldığını az çok sizler de bilirsiniz. Şimdi ise bankaların “resmi tefeci” olduğunu söylemem kesinlikle yanlış olmaz. Neden mi? Size hemen her gün tanık olduklarımı özetle anlatmaya çalışayım. Biz işçiler asgari ücretle geçinemediğimiz için ihtiyaçlarımızı bankalardan kredi alarak karşılamaya çalışırız. Oysa bankaların “daha fazla nasıl sömürürüz” diye düşünmediğini sanmayın. Bir işçi ihtiyacı doğrultusunda bankaya gider. Bankanın temsilcisine öncelikle “kredi alabilir miyiz” diye sorar. Banka personeli kredi çıkmıyorsa bile olumsuz bir cevap vermekten kaçınır, çünkü onların da üzerinde bir hedef baskısı vardır. Müşterinin bankada ya da diğer bankalarda hesabı, kredi kartı vb. bulunmuyorsa eğer, kredi talebine şöyle cevap verilir: “Önce size bir kredi kartı verelim, siz o kredi kartını güzel güzel kullanın, bankacılık siciliniz oluşsun, 5-6 ay sonra tekrar bakarız.” 5-6 ay sonra bankaya gittiğimizde personel tamam deyince ihtiyacımız olan krediyi almaya başlamış oluruz. Ne yazık ki kullandığımız tüketici kredisi sözleşmesini okumak aklımıza gelmez, gelse de müşteri temsilcisi bizi geçiştirir. Çünkü personel daha hızlı çalışıp bir sonraki müşteriyi kaçırmamanın peşindedir. Personel müşteriden imza alırken konuşmaya devam eder. Bu konuşma esnasında müşteri neye imza attığının farkında bile olmaz.
Bankalar en çok kârı dosya masraflarından kazanıyor. Bu meblağ kredi tutarına göre değişmektedir. 200 lira ile 1000 TL arasında olan masraflar içinde neler var diye bakarsanız ağzınız açık kalır. Resmi tefeci oldukları için faiz mutlaka alıyorlar, ama en önemlisi de ne olduğunu bile bilmediğiniz sigorta kesintileri var: 1- Sigorta, müşterinin vefat etmesi durumunda kredinin kalan tutarının sigorta şirketi tarafından karşılanması için yapılır. 2- Müşterinin çalıştığı işyerinden çıkarılması durumunda yapılan işsizlik sigortası var. Ancak müşterinin genellikle bu sigortadan haberi olmadığı için yararlanan kişi sayısı çok az. 3- Müşterinin neyi var neyi yok sigortalamak için de ayrıca birçok sigorta yapılıyor. Müşteri hangi evrakları imzaladığının farkında olmadığı için banka ve sigorta şirketinin kasası dolup taşıyor. Bankanın bir şubesi ayda yüzlerce kişiye kredi verebiliyor. Çalıştığım bankada işe girdiğimden bu yana verilen kredi sayısı yaklaşık 10 bindir. Bu 10 bin müşteriden benim bildiğim sadece ellisi masrafı çok bulup kredi almaktan vazgeçmişlerdir. Bankalar ve sigorta şirketleri bir olup biz işçileri daha fazla sömürebilmenin yollarını arıyorlar. Üstelik bunu yine bizim gibi işçilere yaptırıyorlar. Hangi sektörde çalışıyor olursak olalım biz işçiler ancak biraraya geldiğimizde kapitalistlerin bu oyununu bozabiliriz. Sarıgazi’den bir büro işçisi
“En Azından Düzenli Bir Yemek Yesin!” H
er ne kadar işçilerin dünyalarının patronların dünyalarından ayrı olduğunu söylesek de, patronların servetleriyle böbürlenmeleri bizim de dilimize takılır bazen. Kaç milyon dolara futbolcu “aldığımızı”, “hazinemizin” ne kadar büyüdüğünü, diğer ülkelerin “topraklarımızda” gözü olduğunu ya da yer altı ve yer üstü “kaynaklarımızın” kıymetini saymakla bitiremeyiz. Bunların hiçbiri “bizim” değildir ama bizim çenemizi yorar. Dedim ya sonuçta patronların bizlere yutturmuş olduğu yalanlardan ibaret bunlar. Oysa söyleyemediğimiz kendi gerçeklerimiz satır aralarında gizlidir. İşyerinde bir mesai arkadaşımla sohbet ederken doğalgaz faturasının ne kadar geldiğini sordum. O ise hiç gelmediğini söyledi. Ben de herhalde soba yakıyor diyerek daha fazla sormadım. Aynı arkadaş, iki gün sonra sohbet arasında aynı konuya değindi. Faturaların çok yüksek olmasından dolayı doğalgazı açmadığını, buna rağmen fatura ödediğini söyledi. Bir başka arkadaş ise “çocuk üşümüyor mu, daha çok küçük” diye lafa karıştı. Diğer arkadaş ise “sobayı açarsam aç kalırız, alt kattaki komşu sobayı yakınca onun sıcaklığıyla idare ediyoruz” diye yarı mahcup bir şekilde cevapladı. Bir başka arkadaş ise eşinin çalışmasını isteme sebebi-
ni aynen şöyle açıklıyor: “Parası da bir tarafa en azından düzenli bir yemek yesin!” Bilmiyorum bu söz sizin için ne ifade eder ama benim günlerce aklımdan çıkmadı, “en azından düzenli bir yemek yesin.” Gene bir başka garibime giden olay ise bir sabah kahvaltısında iki kardeşin yavan ekmek yemesiydi. Dikkat ettim meğerse bu iki kardeş aylardır yavan ekmek yiyorlarmış, çünkü aldıkları ücretten bir kısmını arttırmak yönünde planları varmış. İşin daha da garip ve acı tarafı, bu olayları yaşayan arkadaşlar neredeyse haftanın 7 günü kesintisiz çalışan insanlar. Daha da vahim tarafı ise bunlar, ülkenin yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle, kulüplerin milyon dolarlara futbolcu kiralamasıyla övünen insanlar. Yani dostlar, işin gerçeği şu ki, işçilerin gerçekleri sadece satır aralarında gizli. Bizim sırtımızdan geçinen asalaklar, iliklerimizi sömürürken biz bu gerçeği görmüyoruz. Örgütsüz işçiler kendi gerçeğinden kaçıyor, kendi gerçeğinden utanıyor ve kendi gerçeğiyle yüzleşmekten korkuyor. Bu yüzden patronların servetiyle övünüyoruz ve kuru ekmeğe talim ediyoruz. İşçilerin kurtuluşu ancak işçilerin birliğinden ve ortak mücadelesinden geçer. Kıraç’tan bir metal işçisi
47
Okurlarımızdan
Güçlü Yarınlar İçin! D
evlet yurtlarının tabelâlarında yazar bu slogan: “Güçlü yarınlar için!” Devlet güya güçlü yarınları, üniversitede okuyan bu gençlerin ellerinde görüyor. Peki, kapitalizm içinde böyle bir slogan ne kadar gerçekçi olabilir? Kapitalizm gençlere bireyciliği, çıkarcılığı, bencilliği empoze etmekte ve kolektif gücün bir parçası olmaktan onları alıkoymaktadır. Onları kendi dar dünyalarına hapseden ve geleceğin işçilerini oluşturacak bu öğrencileri sömürecek olan sistem, “güçlü yarınların” teminatı değil en büyük engelidir. Burjuvazinin var olan durumu çarpıtarak bir lütuf gibi sunması alışılageldik bir olaydır. Yaptığı eğitim propagandalarının önemli bir ayağını da devlet yurtları oluşturur. Devlet yurtlarının binlerce öğrencinin barınma ve yemek gibi temel ihtiyaçlarını karşıladığıyla övünür durur burjuvazi. Peki, işin gerçeği nedir? Bu yurtlar hangi koşullarda öğrencilere sunulmuştur? Bunun gerçek cevabını asla vermez. Devlet yurtlarında kalan öğrencilerin tamamına yakını işçi çocuklarından oluşuyor. Doğup büyüdüğü topraklardan uzun ve eşitsiz bir sınav maratonu sonucu büyük şehirlere okumaya gelen bilinçleri çarpıtılmış bu gençlerin şanslı olanları devlet yurtlarında kalmaya hak kazanıyor. Peki, bu yurtların durumu nasıl? İşçi sınıfının genç kuşakları bu yurtlarda hangi koşullarda yaşıyor? Evet dostlar, ben de bu yurtlardan birinde kalan öğrencilerden biriyim. Size bu yurtların koşullarını yaşadığımız sorunlar üzerinden anlatacağım. En büyük sorunlardan biri odaların 8-10 kişilik ve bu kapasiteye uygun olmayacak bir şekilde küçücük olması. Hatta o kadar küçük ki, iki öğrenci yan yana duramıyor odalarda. Böyle bir durum doğal olarak zaten sağlıksız olan koşulların iyice hasta edici bir seviyeye ulaşmasına neden oluyor. Odanızda bir arkadaşınız hastaysa siz cebinizdeki sınırlı para ölçüsünde vitamin takviyesi almaya çalışıyorsunuz ama nafile. Bir hafta içerisinde 10 kişinin de hasta olması kaçınılmaz. Yeterli altyapının olmaması ve yurt kapasitesinin çok fazla olması dolayısıyla banyolarda sıcak su bulmak, çölde su bulmak kadar zor. Başka bir sorun da yemekler. Devlet bu yurtların propagandasını yaparken öğrencilere sabah kahvaltısı için 2 lira, akşam yemeği için 4 lira olmak üzere günde 6 liralık yemek fişi verdiğini söylüyor. Evet, sağ olsun “devlet babamız” bize günlük 6 liralık yemek fişi veriyor ama yemekhanedeki yemeklerin denetimini yapmıyor! Yemeklerin ne kadar sağlıklı, ne kadar ucuz olduğuyla ilgilenmiyor. Yemekhanede çıkan yemekler o kadar tatsız ve o kadar pahalı ki. Yemekler yenmeyecek durumda ve yiyebilmek için
48
kendini zorlayan arkadaşlarımız ise yemeklerin çok pahalı fişlerin az olmasından dolayı ya aç kalıyor ya da kendi ceplerinden 3-4 lira daha koyarak karnını pahalı ama kalitesiz bir şekilde doyuruyor. Yemek yiyemeyeceğini, aç olmadığını ama fişini kullanmak istediğini, yemek yerine meselâ meyve suyu alabileceğini söyleyen arkadaşlarımız yemekhane ihalesini alan patron tarafından azarlanıyor. “Ben bu yemekleri çöpe mi dökeyim? Aç olmaman benim sorunum değil, yemek alıyorsan al, yoksa güle güle” diyerek adeta “kardeşim alıyorsan al, almıyorsan dükkânın önünü kapama” üslubuyla öğrencileri tersliyor. Yemekhane sağlık bakımından da felâket durumda. İhaleyi alan patron daha kârlı diye kendi ailesini çalıştırıyor. Yemek yapan aşçılara da, yemek servisini yapan işçilere de bone ve eldiven verilmiyor. Yemek yediğimiz tepsiler yıkanmıyor ve yağlı bir şekilde bir sonraki öğrencinin alması için tekrar servis ediliyor. Bir başka sorun ise sınav haftalarında ortaya çıkıyor. Bütün üniversiteler hemen hemen aynı haftalarda sınav yaptıkları ve odalarda çalışma masası bulunmadığı için ortalama 160 kişinin kaldığı katlardaki 15 kişilik çalışma odalarında yer kavgaları çıkıyor, 15 kişilik odaya 25 hatta 30 kişi doluşuyor. Bir masada 3-4 öğrenci ders çalışmaya çalışıyor. Tüm bu sorunlarla karşılaşan ve yurtta kaldığına bin pişman olan emekçi çocuklarının bir kısmı bu duruma güç belâ sabretmeye devam ederken, maddi sıkıntıdan dolayı eve çıkamayan büyük bir kısım ise soluğu yurtlardan kısmen daha rahat olan cemaat evlerinde alıyor. Evet, dostlar durum ortalama bundan ibaret. Kapitalizm analarını, babalarını sömürerek sırtlarından muazzam bir kâr elde ederken, öğrencileri de “güçlü yarınlar için” propagandası yaparak ve pembe bir tablo çizerek böylesi sağlıksız ve kötü koşullarda yaşamaya mahkûm etmiş bulunuyor. Kapitalizm her alanda insanlık dışı olduğunu kanıtlamakta, bize bunun delillerini kendi sunmaktadır. Ama burjuvazinin ve onun şakşakçılığını kendine görev edinmiş “aydınların” tüm çarpıtmalarına, hakaretlerine ve güya öldüğünü söylemelerine karşı devrimci Marksizm tüm güzelliği ve gerçekliğiyle bir güneş gibi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Marksizm, genç kuşakları da içinde olmak üzere işçi sınıfının bütün bileşenlerini bilinçlenmeye, örgütlenmeye ve mücadeleye çağırıyor. Çünkü “güçlü ve bizim olan yarınlar için” yapılması gereken budur! Marksizmle aydınlan! Örgütlü devrimci mücadeleyle kenetlen! İstanbul Üniversitesi’nden Marksist Tutum okuru bir öğrenci