Burjuvazinin Saldırıları ve Yaklaşan 1 Mayıs Oktay Baran
D
ünya işçi sınıfı, 2013 1 Mayısını, burjuvazinin hız kesmeyen saldırıları ve derinleşen ekonomik krizin yanı sıra, tüm bunlar karşısında giderek büyüyen bir öfkeyle, kitlesel protesto eylemleriyle, yükselişe geçen grevlerle, direnişlerle karşılıyor. Türkiye işçi sınıfı da burjuvazinin benzer saldırılarıyla yüz yüze. Günde 12 ve hatta 14 saate çıkan çalışma süreleri, reel ücretlerdeki sürekli gerileme eğilimi, açlık sınırının çok altında kalan asgari ücret, taşeron işçiliğin neredeyse kural haline gelmesi ve onu da geride bırakan kiralık işçilik, gündelik işçilik ve esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, sendikal örgütlülüğün istisna haline gelişi… Tüm bunlar kapitalist sömürünün dizginlerinden boşanmışçasına derinleşmesini sağlarken, söz konusu faktörle bağlantılı olarak iş kazaları ve meslek hastalıklarında da inanılmaz bir artış yaşanıyor. İşçi sınıfı her gün kendi bedenini kapitalist üretim için taksit taksit tüketirken, her ay 100’den fazla işçi canından oluyor, binlercesi sakat kalıyor ya da meslek hastalıkları yüzünden çalışamaz hale gelip sefaletin kucağına itiliyor. Bütün bunlara geniş işçi kitlelerinin sıfırlanan sosyal yaşamlarını, çığ gibi büyüyen ruhsal sıkıntıları, psikolojik bozuklukları ve hatta yaygınlaşan cinneti de eklemek gerekiyor. Bu saldırıların güçlü bir direnişle püskürtülmesi ve tüm bunları yaratan kapitalist sistemi hedef tahtasına oturtan bir devrimci mücadele hattının örülmesi işçi sınıfı açısından yaşamsal bir sorun haline gelmiştir. Ne var ki, Türkiye işçi sınıfı bu saldırılar karşısında yeterli tepkiyi gösterememektedir. Tabanda, işçi kitleler, memnuniyetsiz ve huzursuz olsalar dahi, bu hoşnutsuzluk kendisini anlamlı ve genelleşmiş bir hareketlilik olarak dışarıya vuramamaktadır. Bu olgunun temelinde, 12 Eylül faşizminin doğrudan ve dolaylı sonuçlarını, Kürt halkına karşı yürütülen haksız ve kirli savaşın işçi-emekçi kitleleri zehirleyip deforme eden boyutlarını, işsizlik ve sefalet tehdidini, yani kapitalist iktisadi terörü tespit etmek mümkün. Ancak başlıca etkenin, sınıfın sendikal ve siyasal örgütlenme planında yaşadığı derin bunalım olduğunu vurgulamak gerekiyor.
1
marksist tutum
Türkiye’de 1 Mayıslar işçi hareketi açısından muhasebe zamanıdır. Bu açıdan bakıldığında, geçtiğimiz 1 Mayıs’tan bu yana yaşanan gelişmeler her şeyden önce sendikal hareketin derinleşen krizine şahit olmuştur. Bu aslında baş sorumlusu sendikal bürokrasi olan bir krizdir. Bu krizden çıkış yolunun sendikal bürokrasinin üst ya da alt kademelerindeki bir hareketlenmeden geçmediği de ortadadır. Yapılması gereken, doğru ve devrimci bir politik çizgide, doğru bir örgütlenme anlayışı ve tarzı ile sınıf içerisinde kararlı bir komünist çaba yürüterek, işçi sınıfının taban örgütlülüğünü ve devrimci bilincini geliştirmektir. Bu çözüm yolunu hayata geçirmenin, onu dillendirmekten sonsuz ölçüde daha zor olup, çetin bir mücadeleyi gerektirdiği açıktır. Ne var ki, bu doğrultudaki her anlamlı çabanın eninde sonunda ürününü alacağına sınıf devrimcilerinin en ufak bir kuşkusu yoktur.
Saldırılar ve kayıplarla geçen bir yıl Ekim ayında çıkarılan yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, sendikal örgütlülüğün önündeki engellerin kaldırılacağı yalanlarıyla kamuoyuna sunulmuştu. Ancak içindeki makyaj kabilinden birkaç olumlu değişiklik dışında, aslında mevcut temel yasak ve sınırlamaların hiçbiri ortadan kaldırılmadığı gibi, kimi hususlarda yeni hak kayıplarının yanı sıra sendikal örgütlülüğün önüne yeni fiili engeller de dikilmiş oldu. Sendikal örgütlenme sözkonusu olduğunda işçilerin kapsamlı bir işten atma saldırısıyla karşı karşıya kaldığı bilinen bir gerçek. Bu temelde gelişen işçi direnişlerinde, işin hukuki boyutunda işe iade davaları ve sendikal tazminat davaları burjuvazi üzerinde, çoğu durumda kâğıt üzerinde kalsa bile, önemli bir basınç oluşturuyordu. Yeni yasayla, işe iade davası açma hakkı ciddi biçimde sınırlandı (30’dan fazla işçinin çalıştığı işyerinde olmak ve 6 aylık kıdeme sahip olmak koşulları getirildi) ve hem işe iade davasından hem de sendikal tazminat davasından çifte tazminat alabilme hakkı ortadan kaldırıldı. Böylelikle sendikal örgütlenme fiilen daha da zorlaştırılmış oldu. Yeni yasada en sorunlu nokta ise işkolu ve işyeri barajlarıdır. Bu konularda önemli değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklerin çoğu mevcut haliyle sendikal hareketi daha da büyük bir bunalıma sürükleyecek mahiyettedir. İşkolu barajı yüzde 10’dan, ilk planda yüzde 1’e düşürülmüştür, ancak kademeli olarak yüzde 3’e çıkartılacaktır. Aynı zamanda kimi işkollarının birleştirilmesi nedeniyle birçok sendika daha baştan yetkisiz hale gelmiştir. Üstelik Ekonomik Sosyal Konsey’e katılmayan konfederasyonlara bağlı sendikalar işkolu barajı konusunda kademeye tâbi tutulmayacak ve daha baştan yüzde 3’ü sağlamak zorunda kalacaklardır yetki için. Aynı şey bağımsız sendikalar için de geçerlidir. Daha şimdiden 7 sendika yetkisini kaybetmiştir. Kademelendirmenin tamamlanmasıyla birlikte 30 civarında sendikanın daha yetkisiz hale geleceği tahmin
2
Nisan 2013 • sayı: 97
edilmektedir. Bu apaçık anti-demokratik maddeyle, sendikalara sınıf işbirlikçiliği kurumsal olarak dayatılmış, mücadeleci sendikalar ya yetkisizlik ve tasfiyeye razı olma ya da sınıf işbirlikçi konfederasyonların çatısı altına girme ikilemiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bu yasayla, mevcut sendikalar hizaya sokularak, göreli mücadeleci çizgidekiler tasfiye edilmek istendiği gibi, militan-mücadeleci çizgide yeni sendikaların kurulmasının önündeki engeller korunmaktadır. Beri taraftan 12 Eylül anayasa referandumuyla anayasadan kaldırılan grev yasakları, yeni kanunda varlığını ruhen de şeklen de korumaktadır. İşçi hareketi söz konusu olduğunda AKP’nin “demokratlığının” ne mal olduğu inkâr edilemez şekilde açığa çıkmaktadır. Geçtiğimiz yıl boyunca sendikal mücadelenin maruz kaldığı saldırılardan biri de yetki sorunundan kaynaklanıyordu. Tüm yıl boyunca AKP hükümeti, yetkili sendikaları açıklamayarak toplu sözleşme süreçlerini tıkadığı gibi, “Ulusal İstihdam” stratejisi kapsamında planladığı saldırılar açısından bunu bir şantaj unsuru olarak kullanmaktan çekinmedi. Bu saldırı paketlerinin geçtiğimiz yıla damga vuracak denli önemli olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Paketteki esnek çalışma türlerinin ve özel istihdam bürolarının resmiyet kazanması, taşeron işçiliği bile geride bırakan kölece çalışma koşullarının hızla yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir. Ama kıdem tazminatının gaspedilmesi bu paketin belkemiği durumundadır. Bu hakkın gaspedilmesinin burjuvazi açısından büyük bir önemi var. Çünkü özellikle büyük ve sendikalı işyerlerinde, kıdem tazminatı, işten atmalara karşı bir ölçüde bariyer oluşturuyor. Krizin etkilerini hafifletebilmek için üretim koşullarını keyfince esnetme kaygısındaki burjuvazi, dilediği an, dilediği kadar işçiyi kapı önüne koyabilmek istiyor. Bu bir yandan, hele ki kriz koşullarında, işçi sınıfının en temel sorunu olan işsizliği ve buradan kaynaklı tehdidi büyüteceği gibi, zaten diplerde seyreden sendikal örgütlülüğün hepten ortadan kalkmasını da beraberinde getirebilecektir. Kıdem tazminatının gasp edilmesi işçi sınıfından gelen tepkiler nedeniyle şimdilik gündemden düşürülmüş gibi yapılmaktadır, ancak her fırsatta tekrar gündeme taşımanın da yolları aranmaktadır. Hükümetin bu hususta şimdilik geri adım atmış olması bir oyalamadan başka bir şey olmadığı gibi, bunda sendikaların genelinin tepkisinden çok, birkaç sendikanın karşı koyuşunun ve UİD-DER gibi mücadeleci işçi örgütlerinin yürüttüğü kampanyanın etkili olduğu açıktır. Bu durum, aslında mücadeleci bir çizgide kararlı bir faaliyetle burjuvazinin saldırılarının geri püskürtülebileceğini göstermektedir. Umutsuzluğa kapılmanın bir gereği yoktur, yeter ki, işçi sınıfının inançlı, kararlı, fedakâr öncülerinin mücadelesi daha geniş bir ölçekte örgütlenebilsin. Devlette “memur” sıfatıyla çalışan işçi sınıfı kesimleri de 2012 yılı boyunca haklarını alamadılar. Geçtiğimiz yıl
sayı: 97 • Nisan 2013
yürürlüğe giren “Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu” memur sıfatlı işçilerin sendikal örgütlülüğünün önündeki engelleri kaldırmadığı, grev yasağını sürdürdüğü gibi, en çok üyeye sahip konfederasyonu tüm “memur”ların temsilcisi olarak muhatap kabul etmekle daha baştan sınıf işbirlikçi ve açıkça hükümet yanlısı olanlar dışındaki sendikaları devre dışı bırakmaktadır. Bu noktada AKP hükümeti her türlü olanağı ve baskı aracını da kullanarak kendi yalakası durumundaki Memur-Sen’i zaten çoktan en büyük konfederasyon haline getirmiş durumdadır. AKP hükümetinin bu alanda temel hedefinin KESK’i tamamen tasfiye etmek olduğu bilinen bir gerçek. Hükümet bu amacına ulaşmak için “memur”lar üzerinde her türlü baskıyı uygularken, aynı zamanda son dönemde yürüttüğü polisiye operasyonlarla KESK’i bir “terör odağı” olarak lanse etmeye dönük sistematik bir çaba göstermektedir. KESK yöneticileri ve üyelerinin uyduruk “yasadışı örgüt üyeliği” iddialarıyla gözaltına alınması, tutuklanması, genel merkez ve şubelerin sürekli olarak polis baskınlarına maruz kalması, emekçi kitleleri terörize etmeye ve KESK’i gözden düşürmeye dönük sistematik bir gerici saldırıdır.
Birleşik, kitlesel ve mücadeleci bir 1 Mayıs için! Görüldüğü üzere işçi sınıfının tüm kesimleri burjuvazinin yoğun saldırısı altındadır. Bu noktada AKP’yi suçlamakla yetinen bir politik hattın çok fazla bir anlamı yoktur. Hükümetin işçi-emekçi düşmanı yüzünün teşhir edilmesinin ötesine geçen, sistematik, kararlı ve inatçı bir örgütlenme çabasının ve tabanı harekete geçirecek militan bir eylem çizgisinin geliştirilmesi elzemdir. Bu perspektiften hareketle, bu 1 Mayıs’ı işçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal taleplerini mücadele kararlılığıyla dillendireceği
marksist tutum
bir kürsüye dönüştürebilmek büyük önem taşımaktadır. Burjuvazinin AKP hükümeti aracılığıyla hayata geçirdiği saldırıların sadece işçi sınıfını değil, diğer emekçi toplum kesimlerini vurduğu da ortadadır. Bu saldırılar yalnızca ekonomik boyutu olan saldırılar da değildir. Anti-demokratik uygulamalar tırmanmakta, polis baskısı toplumsal direnişin her alanında yoğunlaşarak artmakta, toplumsal muhalefetin sesi kısılmaktadır. Emekçi sınıflara yönelik bir diğer ciddi tehditse Türk devletinin Ortadoğu’da yürümekte olan emperyalist savaşa aktif bir şekilde müdahil olması ve hatta savaş mevzilerinin güney sınırlarından içeri girmesidir. Suriye’de yaşanan iç savaşta doğrudan taraf olan Türk devleti, muhalif güçlerin silahlandırılmasında aktif rol oynamakta, ülke topraklarını bu güçlerin üssü haline getirerek savaşın alevlerini içeriye çekmekten çekinmemektedir. Alt-emperyalist bir güç olarak sivrilen TC’nin Ortadoğu’ya ilişkin planlarının bölge halklarının kanı, canı pahasına sermayeyi ihya etme niyetiyle yürütüldüğü açıktır. Dolayısıyla bu 1 Mayıs’ı, işçi ve emekçi sınıfların emperyalist savaşa ve emperyalist planlara güçlü bir sesle hayır diyecekleri bir kürsü haline getirmek de çok önemlidir. Tüm bunların yanı sıra, 1 Mayıs, ezilen Kürt halkının demokratik haklarının tam olarak karşılanması ve onurlu bir barışın sağlanması taleplerini yükseltecekleri bir kürsüdür aynı zamanda. Buna paralel olarak, 1 Mayıs alanları, Türk işçi sınıfının da bu haklı talepleri sonuna kadar desteklediğini gösterdiği bir kardeşlik ve dayanışma alanına çevrilebilmelidir. İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’ta sınıfımızın gücünü dosta düşmana gösterelim, taleplerimizi en güçlü sesimizle haykıralım. Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan! Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadele Birliği!
3
Yeni Bir Dönemin Eşiğinde Levent Toprak
İ
mralı adasına gerçekleştirilen ziyaretler ve Öcalan’ın Newroz mesajı ile birlikte, Kürt sorununda başlamış olan müzakere süreci yeni bir aşamaya yükseldi. Kürt sorununun çözümü konusu, gündemin nerdeyse tamamını işgal eden bir numaralı konu haline geldi. Bütün medya tümüyle bu konuya odaklanmış durumda. Adeta saati saatine son gelişmeler takip edilmekte, tarafların çeşitli açıklamaları satır satır izlenip, aktarılmakta ve analiz edilmekte. Haber bültenleri, tartışma programları, köşe yazıları dört bir koldan konuyu ele alıyor. Birkaç ay öncesine kadar savaşın gelişmeleri konuşulurken, Öcalan’ın idamından, BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından söz edilirken ve Öcalan mutlak bir tecrit altında adeta sahneden silinmek istenirken, şimdi Diyarbakır’da bir milyon kişinin katıldığı Newroz mitinginde Öcalan’ın mektubunun alenen okunduğu ve neredeyse tüm haber kanallarının da bunu naklen verdiği, tüm ülkede nefeslerin tutulup bunun pürdikkat dinlendiği bir atmosfere geçilmiştir. Dahası, ülkenin başbakanı, okunan mesajı “olumlu” bulduğunu açıklamıştır. Bu süreç çerçevesinde ortaya çıkan irili ufaklı sayısız gelişme toplandığında ciddi bir değişim sürecine girilmiş olduğu aşikârdır. Söz konusu süreç, kısa vadede tarafların beyan ya da ima ettiği hedeflere ulaşsın ya da ulaşmasın, işin sonunda Türkiye’de ciddi bir değişim yaşanmış olacaktır. 2014 yılında yapılacak olana seçimler ve olası anayasa referandumunun ardından 2015 yılına gelindiğinde, Türkiye’de her halükârda farklı bir siyasal denklem ortaya
4
çıkmış olacaktır. Bunu iyi görmek gerekiyor. Üstelik bu sadece Türkiye ile sınırlı kalmayacak, başta Suriye ve Irak olmak üzere yakın bölgede önemli yansımalar doğuracaktır. Öcalan mesajında yeni bir tarihi dönem açılıyor derken bir doğruya temas etmektedir. Bir büyük Türk-Kürt ittifakından giderek daha fazla bahsedildiğini görüyoruz. Bu gerek çeşitli hükümet sözcülerinin ve daha genel anlamda çeşitli burjuva ideologlarının, gerekse Kürt hareketinin çeşitli sözcülerinin beyanlarında yansımaktadır. En son Öcalan’ın Newroz mesajında da bu nokta alenen ve çok net olarak tescillenmiştir. Ancak Türk burjuvazisinin bu ittifakı emperyalist hamlelerini güçlendirecek bir payanda olarak gördüğü açıkken, Kürt hareketi açısından ise bu, Kürt sorununun çözülmesinin aracı olarak görülmektedir. Bu yolun sonunda Kürt sorununun gerçek anlamda bir çözüme kavuşup kavuşmayacağı konusunda şimdiden kesin bir şey söylenemez.
Öcalan’ın çizdiği perspektif Tüm bu süreçte Öcalan’ın kilit bir rol oynadığı, hatta Erdoğan’la birlikte başrolde olduğu açıktır. Ülkede yıllardır adeta bir nefret sembolü haline getirilmiş, şeytanlaştırılmış bir kişinin Newroz’da okunan mesajı tüm ülkeyi kilitlemiş, medya ve onun aracılığıyla herkes pürdikkat bu mesajı dinlemiştir. Bu bir tabunun yıkılışını, resmi ideolojinin koca bir efsanesinin de hazin bir çöküşünü ifade etmektedir. Faşistlerin ve Kemalistlerin isterik nöbetler
sayı: 97 • Nisan 2013
geçirmeleri boşuna değildir. Öcalan’ın Türkiye’deki en önemli siyasal aktörlerden biri olduğu artık açıkça ortaya çıkmıştır. Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan bildirisi bir dönüm noktasını işaretlemektedir. Sızan diğer bilgilerle birlikte bildiriye içeriği açısından yaklaşacak olursak, burada üç boyut asıl olarak öne çıkmaktadır. Birincisi Öcalan’ın Kürt sorunu için önerdiği çözüm formülasyonu ya da çerçevesi. İkincisi Öcalan’ın sunduğu genel politik perspektif. Üçüncüsü ise somut çözüm süreci bağlamında ortaya koyduğu plan ya da rota. Bu hususlara çok kısaca değinelim. Henüz ayrıntıları ilan edilmemişse de Öcalan’ın ortaya koyduğu programın özünde 1920 meclisindeki ve 1921 anayasasındaki çerçevenin yattığı anlaşılıyor. Aslında Öcalan’ın bunu uzun zamandır savunduğu biliniyor. Bunun Kürt hareketi açısından işlevli bir yaklaşım olduğu teslim edilmelidir. Zira TC’nin kuruluş sürecine takıntılı bir bağlılık sergileyen politik unsurların ideolojik argümanlarını boşa düşürücü niteliktedir. Genel hatlarıyla konuya bir özerklik çerçevesinde (açıktan zikredilmese de) yaklaşan Öcalan’ın, Birinci Meclis döneminin hasıraltı edilen bu boyutlarını öne sürmesi anlaşılabilir bir şeydir. Yeni anayasada milletin Türk olarak adlandırılmaması, sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı”ndan söz edilmesi, anadilde eğitimin önünü baştan açıkça tıkamayacak düzenlemeler ile ayrıca yerel yönetimlerin güçlendirilmesini sağlayacak bazı yasal düzenlemelerin yapılması, seçim barajının düşürülmesi, terör yasalarında bazı düzeltmelerin yapılması, yakın dönem için Öcalan ve Kürt hareketi tarafından yeterli görülmektedir. Öte yandan Öcalan genel bir politik perspektif de ortaya koymaktadır. Bu perspektif Ortadoğu’da büyük bir Türk-Kürt ittifakı perspektifidir. Bu perspektif programatik boyutla da iç içe olarak Misak-ı Milli hedefinin yeniden dillendirilmesini doğurmuştur. Öcalan ve Kürt hareketinin diğer temsilcileri son günlerde Misak-ı Milli sınırlarından bolca söz etmektedirler. Öcalan bu perspektifi temellendirmek için, Türkler ve Kürtler arasında İslamın oluşturduğu ortak paydaya ve uzun mirasa göndermeler de yapmıştır. Öcalan’ın bu tür pragmatik jestlerinin özel hiçbir ağırlığı ve önemi olmadığını görmek zor değildir. Ne Kürt hareketi ne de onun yönlendiriciliği altındaki geniş kitleler İslamcılaşmaktadır. Bu tür sözler pragmatik bir lider olarak Öcalan’ın asıl olarak politik iktidara ve onun geniş toplumsal tabanına yönelik yumuşatma mesajlarıdır. Aslında Öcalan benzer bir şeyi hemen tüm politik kesimlere karşı yapmaktadır. Sola da, kadın hareketine de, Alevilere de, Fethullah Gülen’e de… Bunun son örneği 30 Mart dolayısıyla ilettiği Kızıldere mesajı olmuştur sözgelimi. Mahirleri ve Denizleri saygıyla anan Öcalan barış sürecini onlara ithaf ettiğini söylemiştir. Dolayısıyla bu tür mesajlara somut olarak özel anlamlar yüklemek gereksizdir.
marksist tutum
Türkiye kapitalizmi Kürt sorunu nedeniyle daha fazla ilerleme kaydetmekte zorlandığı gibi, çok ciddi kayıplarla karşılaşma riskiyle de yüz yüzedir. İşte bu zemin üzerinde karşılıklı tavizlerle bir mutabakatın genel çerçevesinin oluştuğu anlaşılmaktadır. Türkiye burjuvazisi “Türkiye’nin büyümesi”ni isterken, Kürt tarafı da Kürt sorununun çözülmesini istemektedir. Marksistler açısından temel mesele, Kürt emekçiler için ulusal sorunun çözüme kavuşması ve sınıf mücadelesinin önündeki bariyerlerden birinin ortadan kalkması, Türk emekçiler için de felçleştirici bir etki yapan şoven gözbağının çözülmesidir. Sürecin somut ilerleyişi bağlamında ise, Öcalan silahlı mücadelenin sona erme aşamasına geldiğini duyurmuştur. Buna istinaden de PKK, zaten sürecin başlamasından itibaren içinde bulunduğu fiili durumu resmileştirerek ateşkes ilan etmiştir. Yine PKK, Newroz öncesinde Öcalan’ın önceki çağrısına uygun olarak elindeki tutsakları da serbest bırakmıştır. Böylelikle bir barış süreci fiilen ve resmen başlamış görünmektedir. Gelinen noktada somut olarak ilk aşamada silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesinin öngörüldüğü anlaşılıyor. Bugünlerde bunun nasıl olacağı üzerine tartışmalar yürümekte. Bu noktada Öcalan’ın büyük bir risk alarak Oslo’dan bu yana önemli bir geri adım attığını tespit etmek gerekiyor. Oslo’da, geri çekilme süreciyle anayasal düzenlemelerin eşzamanlı ya da paralel olarak yürütülmesi söz konusuydu. Hükümet korkaklığı ve basiretsizliği nedeniyle bunu göze alamamıştı. Şimdi ise Kürt hareketi bu noktada bir adım daha atmakta ve temel talepler açısından hiçbir anayasal düzenleme yapılmaksızın silahlı güçleri geri çekmeyi, ya da en azından buna başlamayı kabul etmektedir. Geri çekilmeden sonra ikinci aşamada ise, şayet hükümet sözünü tutarsa birtakım yasal ve anayasal düzenlemeler yapılacak. Bunun ardından üçüncü aşamada da silahların tümden bırakılacağı söylenmekte. Öcalan “artık silahlar sussun, siyaset konuşsun” demekte, yeni dönemin silahlı değil, “demokratik mücadele” dönemi olacağını belirtmektedir.
Düzen cephesi, yalanlar ve gerçekler Süreci kendi kontrolünde yürütme gayretindeki hükümet bir propaganda kampanyası yürütmektedir. Bu kampanya, saklama, geçiştirme ve örtmece gibi yöntemlerin yanı sıra doğrudan yalanlar da içermektedir. Oysa Kürt sorunu gibi köklü bir sorunun çözümü için yüzyıllık yalanların teşhiri temelinde güçlü bir kardeşlik propagandasına, açıklığa, gerçek bir tartışma seferberliğine ihtiyaç vardır. Hükümetin süreci büyük ölçüde sinsice yürütme gayretkeşliği, yüzyılın birikmiş şoven önyargılarının kırılma sürecini sekteye uğratmakta, sürecin bütününü riske sokmaktadır. Örneğin mevcut aşamada hükümet meseleyi sadece silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesiymiş gibi sunmaktadır.
5
marksist tutum
Oysa işin bundan ibaret olmadığı ve olamayacağı açıktır. Hükümet ne gibi hususları müzakere konusu ettiğini bu noktada büyük oranda gizlemektedir. Üstelik hükümet, meseleyi sadece silahlı çatışmanın son bulması gibi sunmasına rağmen, bir savaş yaşandığını ve yenişemeyen tarafların sonunda doğal olarak masaya oturup müzakere yaptığını da kabul etmiyor. Belli ölçüde Öcalan hariç tutulmak üzere, Kürt hareketi hâlâ açıkça muhatap sayılmamakta, aşağılanmakta, adeta yokmuş gibi davranılmaktadır. Karşı tarafı öcü gösterme çabası, tepeden bakan buyurgan üslup, lütufta bulunuyormuşçasına tavırlar hâlâ devam ediyor. Düzen cephesi ve Erdoğan açısından asıl risk böylesi bir barış girişimini başlatmaması halinde doğacaktı. Aynı minvalde bir başka nokta da, her şeyin hükümetin lütfu ve yüce iradesiyle yapıldığı yolunda çizilen sahte tablodur. Halbuki hükümetin bu yeni sürece girişmesinin dolaysız sebebi, sıkışması ve ciddi risklerle karşı karşıya gelmiş olmasıdır. Bu nedenle bilinçli işçilerin hükümetin ve medyanın yürüttüğü demagojik risk propagandasına ve karartmaya karşı uyanık olmaları gerekir. Bu vesileyle önemli bir noktaya dikkat çekmenin yeridir. Düzen medyası ve AKP çevreleri bu süreçte Erdoğan’ın çok büyük risk aldığından söz etseler de, bu söylem büyük ölçüde bir abartı ve aldatmacadır. Zira asıl risk alan Öcalan ve Kürt hareketidir. Hükümet somut olarak şu ana kadar yaptığından farklı olarak ne yapmaktadır? Kürtlere herhangi bir özel hak verilmiş değildir. Üstüne üstlük silahlı güçler hiçbir şey verilmeksizin sınır dışına çekileceklerdir. Hükümetin Öcalan ile görüşmelerde birtakım sözler verdiği muhakkaktır. Ama hükümet herhangi bir bahaneyle silahlı güçler sınır dışına çekildikten sonra vaatlerini yerine getirmezse bundan dolayı uğrayacağı hiçbir politik zarar yoktur. Aksine büyük bir kazanç sağlamış olacaktır. O nedenle, savaşan iki güçten birisi, somut hiçbir şey almaksızın mevzilerini terk etmeye hazır olduğu halde, hükümetin “büyük” risk aldığından söz edilmesi arsızlığın daniskasıdır. Diğer taraftan, asker-sivil statükocu bürokrasinin beli kırıldıktan sonra ortada öyle gösterilmek istendiği kadar büyük bir siyasi riskin olduğunu söylemek bir abartıdır. Çünkü gerçekten geçmişteki burjuva siyasetçiler için asıl risk “Ergenekon”du. Ve Kürt sorununda birtakım adımlar atmak isteyen tüm burjuva siyasetçiler bunun bedelini ödemişlerdir. Bugünlerde Ergenekon davasının savcı mütalaasıyla birlikte sonlanma aşamasına gelmesi de sembolik bir çakışmadır. “Risk” bahsine dönecek olursak, düzen cephesi ve Erdoğan açısından asıl risk böylesi bir barış girişimini başlatmaması halinde doğacaktı. Aynı minvalde bir başka nokta da, her şeyin hükümetin lütfu ve yüce iradesiyle yapıldığı
6
Nisan 2013 • sayı: 97
yolunda çizilen sahte tablodur. Halbuki hükümetin bu yeni sürece girişmesinin dolaysız sebebi, sıkışması ve ciddi risklerle karşı karşıya gelmiş olmasıdır. Bu nedenle bilinçli işçilerin hükümetin ve medyanın yürüttüğü demagojik risk propagandasına ve karartmaya karşı uyanık olmaları gerekir. Hatırlayalım: Oslo sürecinin temelde hükümetin acemiliği, aculluğu ve korkaklığı nedeniyle çökmesinin ardından, ağır bir devlet terörü ve savaş evresine girildi. Bazı akıl hocalarının da etkisiyle bu yolla bir sonuç alınabileceği ya da en azından mevzi kazanılabileceği zehabına kapılındı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Onca biçme ve sindirme harekâtına rağmen, Kürt hareketi savaşta başarılar elde etti, yer yer saha hâkimiyeti kazandı, Suriye’de devletleşme yolunda çok önemli mevziler kazandı, Türkiye’de toplumsal tabanı daha da genişledi ve Kürt halkının psikolojik kopuşu kritik bir noktaya doğru hızla yaklaşmaya başladı. AKP’nin önde gelen isimlerinden Mehmet Ali Şahin şimdi bu son noktayı açıkça itiraf ediyor: “Doğu ve Güneydoğu’da vatandaşlarımızdaki aidiyet duygusunun yavaş yavaş zayıfladığını müşahade ediyoruz. Anketler de onu gösteriyor. (…) Sayın Başbakanımız ve hükümetimiz çok önemli bir risk üstlenmiştir. Bunu ülkemizin bekası için yapmıştır.” Bu sözler açık bir ikrardır. Dolayısıyla, tüm bunlar ve Irak’taki gelişmeler de bir araya geldiğinde devletin son dönemdeki savaşçı yönelimi tam bir batağa doğru ilerlemekteydi. İşte bu sıkışmışlık, hükümeti, bir seçim yılı olacak olan 2014 bastırmadan, bir an önce adım atmaya sürükledi. Bugün yaşanan sürecin dolaysız anlamda sebebi hikmeti budur. Ama öte yandan hükümet, sıkışmışlığını çok yönlü bir fırsata da çevirmek istemektedir: Hem ileride Irak ve Suriye Kürdistanı ile entegrasyon fırsatı, hem de içeride başkanlık sistemine geçme fırsatı; böylece Türkiye kapitalizmine yeni sıçramalar yaptırma ve emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara yükselme fırsatı! İşte Öcalan’ın sunduğu perspektif, hükümet açısından bu olasılıkların güçlenmesi anlamına gelmektedir. Bu şekilde hükümet, sıkışmışlık, emperyalist iştah ve başkanlık ihtirası kıskacında söz konusu yeni süreci başlatmıştır. En başta vurguladığımız üzere yeni bir dönemin eşiğindeyiz. İşçi sınıfı Kürt halkına yönelik haksız savaşın sona ermesini, barışın gelmesini ve ezilen Kürt halkının ulusal demokratik özlemlerinin giderilmesini tümüyle desteklemelidir. Bu Türk ve Kürt emekçiler arasında kardeşliğin ve birliğin tesisi açısından temel önemdedir. Ancak bu süreçte Türkiye burjuvazisi tarafından Ortadoğu’da yeni savaşlar ve kan banyoları için bir zemin yaratılmak istenmesi olasılığına karşı da, mücadeleye hazırlıklı ve uyanık olmalıyız. Barışa ve Kürt halkının ulusal demokratik özlemleri doğrultusunda çözümlere evet, burjuvazinin emperyalist maceralarına hayır! n
Lenin’i Anlamak /2 Utku Kızılok
Devrimin yolunu zahmetli çalışma hazırlar Petersburg’da faaliyet yürüten 20 Marksist çevre, 1895’te Lenin öncülüğünde, “İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği” adı altında bir araya getirilmişti. Bu birlik, işçi kitleleriyle bağ kurmaya, sosyalist düşünceleri işçilere taşımaya ve devrimci bir parti yaratmaya çalışıyordu. Her türlü demokratik hakkın yok sayıldığı Çarlık despotizmi altında, tüm sendikal ve siyasal faaliyetler gizli bir şekilde yürütülmek zorundaydı. Bu zor koşullar altında, işçi sınıfına daha yaygın bir şekilde ulaşmak amacıyla bir gazete çıkartmaya girişen Mücadele Birliği, hedefine ulaşamayacaktı. Polis baskını sonucunda Lenin ve Martov dâhil örgütün ana kadroları tutuklandı ve gazete planı hayata geçirilemedi. Rusya’da ilk kez gerçek anlamda planlı ve programlı çalışan, işçi sınıfıyla bağlar kuran ve bir parti yaratmaya odaklanan bu devrimci örgütün yürüyüşü, geçici olarak durdurulmuş oldu. Önce cezaevine atılan ve sonraki yıllarda ise Sibirya’ya sürgüne gönderilen Lenin, bu dönemdeki çalışmaların önemini vurgular. Lenin, çalışmaların biçimsel açıdan çok göze çarpmadığını, yapılan
işlerin görünürde mühim olduğu izlenimi vermediğini ama aslında işçi sınıfı içinde devrimci faaliyetin temellerinin atılması bakımından bir hayli önemli olduğunu belirtmiştir. Krupskaya, Lenin’den Anılar’da bu hususun ehemmiyetine dikkat çeker: “Sorun kahramanca işler yapmak değil, fakat kitlelerle sıkı ilişkiler kurmak, onlara yaklaşmak, onların en güzel umutlarının aracı olmayı öğrenmek ve onları saflarımızda toplamak, canlandırmaktı.”1 (abç) Sebatkâr ve zahmetli çalışmalar olmadan, emek verilmeden ve gerekli ter akıtılmadan başarıya ulaşılamaz. Görünüşte çok devrimci olan, kişileri ya da örgütleri heyecanlandırma ve tatmin etmekle sınırlı kalan bir faaliyetin işçi kitleleri ileriye çekemeyeceği açıktır. Devrimci faaliyetin ana amacı işçi kitleleri durdukları noktadan ileriye çekmek, bilinç dönüşümüne uğratmak ve kapitalizme karşı mücadeleye sevk etmektir. Aksi durumda, işçi sınıfının mücadelesini ileri taşımayan her çaba, Lenin’in önemle belirttiği üzere, coşkulu sloganlar üzerinde yükselen devrimci lafazanlıktan öteye geçemez. Bu bakımdan, en gerici dönemlerde dahi uygun çalışma biçimleriyle işçilere
7
marksist tutum
ulaşmayı ve onları ileriye çekmeyi bilmek gereklidir. İşçi sınıfının sendikal, siyasal, devrimci örgüt ve bilinç düzeyinin geri olduğu bugünün Türkiye koşullarında da, bu zahmetli görev değişmemektedir. İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğü öylesine diplere vurmuş bulunuyor ki, geniş işçi kitleleri sendikal bilinçten dahi yoksundurlar. Düşük ücretlere, uzun çalışma saatlerine ve ağır çalışma koşullarına, taşeronlaştırmaya ve iş kazalarına karşı kitlesel ve yaygın bir mücadele doğup gelişememektedir. Öyle ki, gelirlerini bir nebze olsun artırmak isteyen işçiler, kendi rızalarıyla fazla mesaiye kaldıkları ve hatta işyeri yöneticilerini bu yönde zorladıkları için ekonomik ajitasyonun en geri düzeyi bile karşılık bulamamaktadır. İşte bu zor koşullar altında sınıf devrimcileri, sebatla işçi kitleleriyle bağ kurmak ve ileriye çekmek için çalışmaktadırlar. Şu an için başka da bir yol yoktur. Lenin, işçi sınıfının çeşitli halkalarını yakalayan ve ortak bir noktaya çeken bir mücadele anlayışına hayat vermiştir. Sınıfın geri kesimlerinin düzeyine prim vermeden onları ileri çeken yol ve yöntemlere işlevsellik kazandırmak son derece önemlidir. Bunun olabilmesi için Lenin, öncelikle teorik sorunların ele alınması, çözümlenmesi, ideolojik ve politik netlik zemininin oluşturulması gerektiğini belirtiyordu. Yaygın örgütlü propaganda ve ajitasyonun olabilmesi için diyordu, doğru teorik çözümleme çok önemlidir. Ancak ardından ekliyordu; teorik çözümleme, ideolojik-politik netlik zemini yetmez. Ayrıca bunları canlı hayatın ve dolayısıyla pratiğin diline çevirmek gerekir. Lenin’in yön vermeye çalıştığı Rusya’daki devrimci faaliyet pek çok sorunun üstesinden gelmek zorundaydı. Çarlık istibdadının yıkılması, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, sendikaların yasallaşması, işçi sınıfının ekonomik yaşam koşullarının düzeltilmesi ve daha da önemlisi yığınların kapitalizme karşı mücadele çizgisine çekilmesi ve bunu yapacak bir devrimci partinin örgütlenmesi faaliyeti devrimci hareketin önünde durmaktaydı. Buradan da anlaşılacağı üzere öncelikle devrimciler örgütüne, bunun yanı sıra değişik tipte işçi örgütlerine ve çalışma biçimlerine ihtiyaç vardı. Ne var ki, çeşitli sorunlar bağlamında geliştirilen çalışma biçimlerinin birbirinin yerine geçirilmemesi, ama aralarına kalın duvarlar da çekilmemesi ve bunların birbirini tamamlayacak şekilde, bir bütünlük içinde yürütülmesi gerekliydi. Fakat yanlış kavrayışlar nedeniyle iktisadi haklar için verilen mücadele ve bu temelde yürütülen ajitasyona saplanıp kalınmakta, siyasal ajitasyon ve kapitalizmin yıkılması gerektiği propagandası es geçilebilmekteydi. Meselâ bir siyasi akım olarak ekonomistler, işçilerin yaşam koşulları uğruna verdikleri mücadelenin kendiliğinden bir siyasal bilinç doğuracağını ve işçilerin, kapitalizmin yıkılması gerektiği bilincine bu sayede varacaklarını söylüyorlardı. Ekonomistleri şiddetle eleştiren Lenin, iktisadi ajitasyonun ve mücadelenin tek başına yeterli olmayacağını, devrimci/sosyalist propaganda ve siyasal
8
Nisan 2013 • sayı: 97
ajitasyon olmadan işçilerin kendiliğinden kapitalizmin yıkılması gerektiği fikrine ulaşamayacağını belirtiyordu. Bu kaydı düştükten sonra Lenin, tüm mücadele biçimlerinin bir bütün olduğunun altını çiziyordu. Sosyal Demokratların Görevleri adlı broşüründe, komünistlerin, işçilerin en acil ekonomik ajitasyonuyla, işçi sınıfının en acil politik taleplerinin ajitasyonunu –yani her grevde, işçilerle kapitalistler arasındaki her çelişkide polis tiranlığını ve mutlakıyetin zalimliğini açıkça göstererek yapılan ajitasyonu– birleştirdiğini belirtmekteydi. Lenin, konuya şöyle dikkat çekiyordu: “Eğer işçilerin yaşamında, ekonomik ajitasyon için kullanılmayacak tek bir ekonomik sorun yoksa, politik alanda da, politik ajitasyon konusu olarak hizmet etmeyecek hiçbir sorun yoktur. Sosyal Demokratların çalışmasında ajitasyonun bu iki türü, bir madalyonun iki yüzü gibi ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır. Gerek ekonomik gerekse de politik ajitasyon proletaryanın sınıf bilincinin gelişimi için aynı şekilde vazgeçilmezdir.”2 Sebatkâr ve zahmetli çalışmalar olmadan, emek verilmeden ve gerekli ter akıtılmadan başarıya ulaşılamaz. Görünüşte çok devrimci olan, kişileri ya da örgütleri heyecanlandırma ve tatmin etmekle sınırlı kalan bir faaliyetin işçi kitleleri ileriye çekemeyeceği açıktır. Devrimci faaliyetin ana amacı işçi kitleleri durdukları noktadan ileriye çekmek, bilinç dönüşümüne uğratmak ve kapitalizme karşı mücadeleye sevk etmektir. Lenin, siyasal ajitasyon olmadan işçilerin sınıf bilincinin tam anlamıyla gelişmeyeceğini ve bu durumda işçi sınıfı mücadelesinin burjuvazi karşısında zayıf düşeceğini belirtiyordu.3 Meselâ, emperyalist savaşların amacını ortaya koyan, savaşları yaratanın kapitalizm olduğunu ve kapitalizm yıkılmadan savaşların son bulmayacağını gözler önüne seren ajitasyonun, işçilerin siyasal sınıf bilinci kazanmasında çok büyük rolü vardır. Kuvvetle vurgulamalıyız ki, politik mücadele işçilerin karşısına geçip kuru bir sosyalizm propagandası yapmak ya da teorik nutuklar atmak değildir. Lenin’in mütemadiyen dile getirdiği gibi, kapitalizmin çelişkileri ve bunun toplumsal görünümleri üzerinden yürünerek işçi kitlelerinin dikkati sistemin bozukluğuna ve düzeltilemez oluşuna çekilmelidir. Elbette der Lenin, işçi ile kapitalist arasında çelişki olduğunu, işçinin sömürüldüğünü açıklamak yetmez; bu çelişkilerin toplumsal hayatta nasıl somutlandığını, ne gibi sonuçlara yol açtığını ve işçilerin buna karşı ne yapması gerektiğini de ortaya koymak gereklidir. Somut bir örnek verelim: Meselâ iş kazalarını konu alan bir ajitatör meseleyi iki şekilde de ele alabilir. Konuyu ekonomik ajitasyonla sınırlı tutarak, Türkiye’de iş kazaları sonucu her ay yüzlerce işçinin ölmekte ve daha fazlasının da sakat kalmakta olduğuna, iş kazalarının adeta savaş gibi
sayı: 97 • Nisan 2013
tahribat yarattığına vs. değinir. Oysa bunların yanı sıra iş kazalarına yol açan şeyin sermayenin birikim yasaları olduğu, kârını artırmak isteyen kapitalistin tüm maliyetleri aşağıya çekmek için gerekli iş güvenliği önlemlerini almadığı,bu nedenle de kapitalizm varlığını sürdürdüğü müddetçe iş kazalarının sona ermeyeceği gibi temel hususları da işleyen bir ajitasyon sınıf bilincinin geliştirilmesi amacına çok daha uygundur. Hatta bunu Türkiye kapitalizmiyle bağını kurarak ilerletmek de mümkündür. Meselâ, Türkiye’nin uluslararası siyasette belirleyici ölçüde rol oynamak ve alt-emperyalist bir güç olarak bölgede nüfuz sahibi olmasını sağlamak amacıyla AKP ve burjuvazinin, ne pahasına olursa olsun ekonominin büyümesini sağlamaya karar verdiklerine vurgu yapıp, tüm bunları emperyalist atılım politikasına bağlamak güzel bir siyasal ajitasyon olarak değerlendirilebilir. Demek ki filan işyerinde yaşanan bir iş kazası ile bu emperyalist politika arasında bağ kurmak gayet mümkündür. Böylelikle iş kazalarına karşı kampanya yürüten işçi sınıfı devrimcileri, ajitasyonu asla iş kazalarının ekonomik içeriğiyle sınırlamamış ve kapitalizm karşıtı siyasal mücadele boyutuna taşımış olurlar. İşçi sınıfının mücadele yöntemleri ele alınırken şu husus akılda tutulmalıdır: Asıl mesele sendikal mücadeleyi aşıp geçen bir mücadele perspektifi ortaya koyabilmek ve bu doğrultuda hareket edebilmektir. Lenin, ekonomik ve siyasi ajitasyonun farklı kompartımanlara bölünmesine kesinlikle karşı çıkmıştır. Lenin, Fabrikalarda İşçilerden Para Cezası Kesilmesine İlişkin Yasa Üzerine Bir Açıklama benzeri pek çok broşür ve makale kaleme almış, en sıradan işçiyi yakalayacak sorunlar üzerinde durmuş ama iktisadi talepler etrafında ördüğü ajitasyonu mutlaka siyasal/sosyalist ajitasyona bağlamıştır. Lenin, ekonomistlerle tartışırken, işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirmeye dönük sendikalist iktisadi taleplerle ve bu talepleri hayata geçirmeyi önüne koyan bir siyasetle yetinilemeyeceğini belirtiyor ve işçilerde sosyalist bilinç oluşturmak gerektiğini söylüyordu: “Sosyal demokratların görevi, ekonomik zemin üzerinde politik ajitasyondan ibaret değildir, onların görevi (…) ekonomik mücadelenin işçilerde uyandırdığı politik bilinç kıvılcımlarından, işçileri sosyal demokrat politik bilinç düzeyine yükseltmek için yararlanmaktır.”4 Lenin, bıkıp usanmadan bilinç unsuruna, yaygın devrimci propaganda ve ajitasyonun ancak örgütlü bir şekilde yürütülebileceğine vurgu yapar. Propaganda ve ajitasyon konusunu ele alırken, komünist kadroların bu doğrultuda kendilerini sürekli olarak eğitmeleri ve kitlelerle bağ kurmayı öğrenmeleri gerektiği üzerinde durur. Aksi halde kişinin devrimciliği biçimsel olmanın ötesine geçemez ve pratikte devrimci çalışmaya hizmet etmez. Örneğin, bir propagandacı, bir ajitatör ve bir örgütçü olan Lenin, insanları dinlerken konunun içine derinlemesine giriyor,
marksist tutum
Lenin, bıkıp usanmadan bilinç unsuruna, yaygın devrimci propaganda ve ajitasyonun ancak örgütlü bir şekilde yürütülebileceğine vurgu yapar. Propaganda ve ajitasyon konusunu ele alırken, komünist kadroların bu doğrultuda kendilerini sürekli olarak eğitmeleri ve kitlelerle bağ kurmayı öğrenmeleri gerektiği üzerinde durur. Aksi halde kişinin devrimciliği biçimsel olmanın ötesine geçemez ve pratikte devrimci çalışmaya hizmet etmez.
meselelerinin özüne odaklanıyor ve gerekli malzemeyi bulup çıkartıyordu. İnsanları dinlemeyen, karşısındaki insanın ne istediğine, düzeyine ve yönelimlerinin ne olduğuna odaklanmayan, kendi kafasındaki düşünceleri aktarmaya yoğunlaşan, içten ve ilerletici davranmayan kişi gerçek bir örgütçü olamaz. Kiminle nerede ve nasıl konuşulduğu önem taşır. Tüm yönleriyle örnek alınması gereken Lenin, işçi kitleleriyle konuşurken onların geri düzeyine prim vermez, ama hiçbir zaman ezici davranmadan onları ilerletecek bir çizgiye çekmeye çalışırdı. İşte bu nedenle işçiler ve köylüler Lenin’e saygı duyarlardı. Krupskaya’nın şu gözlemleri oldukça değerlidir: “İşçilerin, köylülerin –yoksul ve orta köylülerin–, Kızılorduluların yanına tenezzül ederek değil, tersine bir arkadaş, eşit biri olarak yaklaşırdı. Onlar onun için «propaganda objeleri» değildi, onlar çok çeken, birçok şeyi düşünmüş olan, kendi durumları için özen talep eden, yaşayan insanlardı. «Bizimle tam bir ciddiyetle konuşuyor» diyordu, onunla ilgili olarak işçiler ve özellikle sade arkadaş tavrına değer veriyorlardı.”5 “Propaganda ve ajitasyonun berraklığı temel koşuldur” diyen Lenin, basit ve açık, yığınlar tarafından anlaşılır bir dil kullanılması gerektiği üzerinde duruyordu. Lenin, komünist kadroların propaganda ve ajitasyonda uzmanlaşması ve deneyim kazanması gerektiğini sıklıkla söylemekteydi. Lenin’in şu sözleri, gerek bu konuda gerekse diğer konularda örnek alınmalıdır: “Devrimci deneyim ve örgütsel ustalık edinilebilen şeylerdir. Yeter ki insanda gerekli özellikleri edinme/öğrenme isteği olsun! Yeter ki insan hatalarının farkına varsın, devrimci meselelerde bu, yarı yarıya düzelme demektir.”6
9
marksist tutum
Devrimci tutkunun ve iradenin cisimleşmesi olarak Lenin Savaşın getirdiği gericilik ortamında son derece zayıf düşen Bolşevik Parti, Şilyapnikov’un söylediğine göre 1917’nin başında, “Kanlı Pazar”ın yıl dönümünde bir bildiri dahi yayınlayamamıştı. Şubat devrimi başlayıp silahlı ayaklanma evresine yükseldiğinde ise, partinin Rusya’daki merkezi ne yapacağını bilmez haldeydi. Troçki’nin ifadesiyle; “Önderlik hadiseleri uzaktan izliyor, tereddüt ediyor, gecikiyor, kısaca yönetemiyordu. Hareketin kuyruğuna takılmış gidiyordu.” Şubat devriminden sonra parti, Stalin ve Kamanev liderliğinde büyük ölçüde Menşevik çizgiye kaymış ve burjuva rejimin tesis edilmesini desteklemeye başlamıştı. Tüm tarihçiler şu soruyu sorarak cevap ararlar: Nasıl oldu da bu parti 1917 Ekiminde proleter devrime önderlik edip dünya tarihinin gidişatını değiştirebildi? İşte bu noktada Lenin sahneye çıkmaktadır. Rusya’daki devrimci hareketin ve devrimin tarihi gösteriyor ki Lenin, devrimci tutkunun, iradenin ve yoğunlaşan eylemin cisimleşmesidir. Tüm karmaşıklığıyla tarihsel olaylar gelip bir yol kavşağında durduğunda, Lenin, bütün gücüyle, yılmaz mücadele azmiyle müdahale etmiş ve gidişatı değiştirmiştir. Rusya’daki devrimci hareketin ve devrimin tarihi gösteriyor ki Lenin, devrimci tutkunun, iradenin ve yoğunlaşan eylemin cisimleşmesidir. Tüm karmaşıklığıyla tarihsel olaylar gelip bir yol kavşağında durduğunda, Lenin, bütün gücüyle, yılmaz mücadele azmiyle müdahale etmiş ve gidişatı değiştirmiştir. Nisanda Rusya’ya dönmesinden sonra Lenin’in, parti merkez komitesiyle ve parti örgütleriyle haftalarca süren, sinirleri altüst eden ve sonunda partiyi Menşevik çizgiden kopartarak devrim rayına sokan mücadelesi; ya da Eylülden Ekim Devriminin başladığı ana değin, neredeyse her gün mektuplar, makaleler, çağrılar kaleme alması, peş peşe yapılan pek çok toplantıda bütün gücüyle ayaklanmanın başlatılmasını savunması ve karşıt görüşlerin ağırlığına rağmen yılmayıp partiyi ayaklanmaya önderlik etmeye ikna etmesi, onun nasıl bir kişilik olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle, Lenin’in karakteri ve mücadelesi daima ilgi uyandırmış ve onlarca araştırmanın konusu olmuştur. Ancak belirtmeliyiz ki, Lenin’in kişiliği 1917’de birden bire ortaya çıkmadı; devrimci tutkuyla hareket eden Lenin’in mücadelesi Bolşevik Parti’yi yarattı ve parti için verdiği mücadele onun kişiliğini, iradesini ve kararlılığını daha da güçlendirdi. Lenin için devrim, esas olarak teorik alanda doğru çözümlemeleri ortaya koymak, tarihsel gidişata işaret etmek ve bunun entelektüel hazzını yaşamak değildir. Lenin için devrim, bugün üstesinden gelinmesi gereken en acil ev ödevleridir. Lenin ile devrimin ilişkisi, kalabalık ve yaşam
10
Nisan 2013 • sayı: 97
şartları ağır bir ailenin yükünü sırtlamak zorunda kalan, bu yönde kendini feda eden sorumluluk sahibi bir insanın, ailesiyle olan ilişkisi gibidir. Lenin Rusya’nın gerçek bir devrim toprağı olduğunu çok derinden hissediyor ve 1902’de Ne Yapmalı’da şunları yazıyordu: “Tarih önümüze şimdi, herhangi bir başka ülkenin proletaryasının karşı karşıya kaldığı bütün acil görevlerin en devrimcisi olan bir acil görev koymuştur. Bu görevin gerçekleştirilmesi, sadece Avrupa gericiliğinin değil, aynı zamanda (şimdi diyebiliriz ki) Asya gericiliğinin de en güçlü dayanağının yıkılması, Rus proletaryasını, uluslararası devrimci proletaryanın öncü müfrezesi durumuna getirecektir.”7 Gerçekten de 1917 Ekim Devrimiyle Rus proletaryası, uluslararası proletaryanın öncü müfrezesi konumuna yükselmiştir. İşte bu sonuçta, nesnel koşulun olgunlaşması ile devrimci tutku ve iradeyle çalışan Lenin’in öznel faktörü şekillendirmesinin ve hazır hale getirmesinin karmaşık ve diyalektik bir ilişkisi vardır. Devrimin temel öznel koşulunun yaratılmasında Lenin’in çalışması hayatidir. Bu noktada, Lenin’in coşkulu çalışmasına dair bazı örnekler ufuk açıcı olacaktır: 1900’lerin başlarında Sibirya’da sürgünde olan Lenin, bir taraftan teorik sorunlara yanıt ararken ve bu konuda çalışmalar yaparken, öte taraftan merkezi çalışma sağlanamadığı için ülkenin çeşitli bölgelerinde birbirinden bağımsız faaliyet yürüten grupların birleştirilmesi, tek merkezden idare edilmesi ve böylece yakıcı hale gelen işçi sınıfının devrimci partisine hayat verilmesi için planlar yapmaktaydı. Lenin soruyordu: Nereden başlamalıyız? Bu yolda, öncelikle ilk işin Rusya’yı kapsayacak ve böylece hareketi hem birbirine bağlayacak hem de ideolojik-politik merkezileşmeyi sağlayacak bir gazete çıkartılması olduğunu söylüyordu. Yurtdışında çıkartılacak bu illegal gazetenin Rusya’ya dağıtılması için muazzam disiplinle hareket eden bir ekip gerekiyordu. Gazeteyi dağıtacaklar, aynı zamanda ülkedeki örgütler ile örgüt merkezi arasındaki ilişkiyi de kuracak ve devrimci çarkın dönmesini sağlayacaklardı. Sibirya sürgünü bitmeden, gerek gazetenin nasıl çıkartılacağı gerekse nasıl dağıtılacağı üzerine çalışmaya başlamıştı. Bu çalışma hakkında Krupskaya şunları yazıyor: “Vladimir İlyiç neredeyse hiç uyumuyordu ve son derece zayıflamıştı. Planının en ince ayrıntıları üzerinde çalışmak amacıyla bütün gece oturuyordu. Konuyu Krizhizhanovski ve benimle tartışıyor, Martov ve Potresov’la (Lenin’in Mücadele Birliği’nden yoldaşları, Sibirya’nın değişik yerlerinde sürgündüler -UK) mektuplaşıyor ve onlarla yurtdışına çıkmak için hazırlıklar yapıyordu. Günler geçip süre azaldıkça, Vladimir İlyiç’in sabrı ve tahammülü kalmıyor, bir an önce kendini çalışmaya verebilmek için giderek sabırsızlanıyordu.”8 Lenin, planlarına öylesine odaklanmıştı ki, gazete sanki bir an önce hayata geçmezse tüm işçi hareketi yenilecek, bir şeyler yıkılıp gidecek ve telafisi olmayan bir yola girilecekti. Gazetenin önemini böylesine yoğun duyumsuyor ve planının ilk aşamasına bir an önce hayat vermek
sayı: 97 • Nisan 2013
marksist tutum
istiyordu. Lenin’in hayatı ve mücadelesi üzerine yazmış olan bir tarihçi, Lenin’in Sibirya sürgününden dönerkenki halini şöyle betimlemektedir: “Dinlenme molalarını bile kısa kısa ve seyrek veriyor; fakat nerede bir sürgün veya sürgün topluluğu ile karşılaşma fırsatı bulsa duruyor, tüm Rusya’ya seslenen bir gazete planından söz ederek, onları ikna etmeye çalışıyordu… Sürgündekilerin hepsi de, Vladimir’in bu basit ama pratik planlarındaki büyüklüğü ve onun tek bir noktaya yığılmış irade gücünü teslim ettiler.”9 Öyle ki Lenin, 29 Temmuz 1900’de yurtdışına çıktığında, planlarını gerçeğe dönüştürme arzusu onu adeta histerik Krupskaya, Lenin ve gazeteci Lincoln Eure, Kremlin, ubat bir ruh haline sürüklemişti. Lenin gazeteye daha önce hiç görülmemiş yeni bir anlam yüklemiştir. Gazetenin ideolojiktur. Bir Yoldaşa Mektup ve Ne Yapmalı’da nasıl bir örgüt ve politik-örgütçü yanına dair vurgular ise –özellikle sosyanasıl bir çalışma yapılması gerektiğinin tüm temel taşları list harekette– Lenin’in başarısından sonradır. O zamanlar döşelidir. Partiyi, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının devLenin’in dışında hiç kimse, Rusya’daki Marksist hareketin rimci aracı olarak gören Lenin, “siyasal sorunlarla örgütsel kurucusu Plehanov dâhil olmak üzere Iskra’yı çıkartan sorunlar birbirinden mekanik biçimde ayrılamaz” demekdiğer liderler de gazetenin muazzam işlevini kavrayamateydi. Bolşevik Parti diyordu Lenin, bir proleter devrimler mışlardı. Fakat Rusya’daki koşullardan ötürü gazete, bu çağında yaşayıp yaşamadığımız sorusundan bağımsız olakoşulları aşıp devrimci hareketi canlandırmak isteyen rak kabul ya da reddedilemez! Çünkü çağın siyasal karakLenin için devrimci faaliyetin merkezinde yer almaktayteri, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinin karakterini de dı. Nereden Başlamalı adlı makalesinde gazetenin önemini belirler! şöyle anlatmaktadır: “Gazete sadece kolektif bir propaganLenin’in üstünlüğü, teorik olanı pratik ve politik takdist ve kolektif bir ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir tiklere çevirebilmesiydi. Nitekim düşmanları da dostları örgütleyicidir. Bu bağlamda o, inşa halindeki bir binanın da onun politik dehasının hakkını vermektedirler. Markçevresine kurulan iskeleyle kıyaslanabilir; binanın krokisist tarihçilerden Pokrovski’nin şu sözleri oldukça manisini gösterir, inşaat işçileri arasında irtibatı kolaylaştırır, iş dardır: “Lenin’de olayların köklerine, en derin yerlerine bölümü yapılmasına ve örgütlü çalışmayla ulaşılmış genel kadar görmesini sağlayan olağanüstü bir yetenek vardı. Bu sonuçların görülmesine yardımcı olur.”10 yanı ile en sonunda, bende Lenin’e karşı bir bağlılık duyLenin, çok iyi örgütlenmiş, çok iyi işbölümü yapmış, gusu yarattı. Ben, sık sık Lenin’den ayrılmış, pratik birçok konuda ona karşı çıkmıştım, fakat her defasında da yanıçok iyi disipline olmuş, ekipler halinde çalışan, sınıf harelan ben oldum. Bu yanılgılarımı yedi kere tekrarladıktan ketiyle çok iyi bağlar kurmuş bir devrimci aygıt yaratmak sonra, artık mantığım başka türlü hareket etmemi söylediistiyordu. Bir bilimadamı ve bir mühendis edasıyla, tutkuyla bu aygıtı nasıl yaratacağını düşünmüş ve bu temelde ği zaman bile tartışmaları kısa kesip Lenin’e uymaya karar çalışmıştır. Devrimci faaliyete aktif olarak katıldığı andan verdim.”12 En zor şartlar dahi Lenin’i hedefe kilitlenmekten alıitibaren devrimci örgüt ve partinin önemine vurgu yapkoyamamıştır. Lenin’in tutkusu ve çalışkanlığı neşesine mıştır. 1900 yılının sonunda, Hareketimizin Acil Görevleri de yansır. İllegal yürütülen çalışma gereği, cezaevinden, adlı makalesinde şöyle yazmaktaydı: “Eğer güçlü bir bimektuplarını kitapların kenarlarına sütle yazıyor ve bunçimde örgütlenmiş bir partiye sahip olursak, tek bir grev, ları dışarıya gönderiyordu. Mektup yazarken yakalanmasiyasi bir gösteriye, hükümete karşı kazanılmış siyasi bir mak için, gardiyanların hücreyi her gözetlemesinde ekzafere dönüşebilir. Eğer güçlü bir şekilde örgütlenmiş bir mekten yaptığı süt hokkalarını yutuyordu. Krupskaya’ya partiye sahip olursak, tek bir bölgede ortaya çıkan ayak11 mektubunda espriyle, “bugün tam altı hokka yuttum” lanma muzaffer bir devrim haline gelebilir.” İşçi sınıfının demekteydi. Lenin, zora gelemeyen kimselerin, devrimci burjuvazi karşısında başarıya ulaşabilmesi için ne tipte bir mücadelenin kavgasız gürültüsüz olması gerektiği söyleparti yaratmak gerektiği sorusuna, sınıf hareketinin tarimini, tartışmalardan “aman olay çıkmasın” diyerek kaçınhini inceleyerek ve Rusya’daki koşulları dikkate alarak bir ma tutumunu sert bir şekilde eleştirmiştir. Güçlüklerin yanıt üretmiş ve meseleyi tüm yönleriyle ortaya koymuş-
11
Nisan 2013 • sayı: 97
marksist tutum
insanları olgunlaştıracağını, hareketin iç tartışmalarının fikirleri zenginleştirip netleştireceğini ve örgütü güçlendireceğini söylemekteydi. İşte bu yaklaşım nedeniyledir ki, 1903’teki bölünme kongresinde “bu acı mücadele, bu tahrikler, bu ısırırcasına tartışmalar, yoldaşça olmayan tavırlar”dan şikâyet eden bir delegeye Lenin şöyle cevap verir: “Kongremiz harika bir şey! Özgür ve açık mücadele. Fikirler belirtildi, görüş ayrılıkları ortaya çıktı, gruplar şekillendi. Eller kaldırıldı, bir karar alındı. Bir evre aşıldı. İleriye doğru. İşte mesele benim için böyle. İşte hayat…” Yoldaşının kendisine şaşkınlıkla baktığını ve omuz silktiğini ifade eden Lenin, “ayrı dillerden konuşuyorduk” diye ekler.13 “İşte mesele benim için böyle. İşte hayat!” Bu cümlede dile getirilen şey, Lenin’in devrimci kişiliği hakkında çok şey anlatmaktadır. Lenin için mücadele bir varoluş biçimidir ve ötesi anlamsızdır. Bunu, pek çok olay doğrulamaktadır. Meselâ, polis ajanı olarak Bolşevik Parti’nin üst kademelerine kadar sızan ve Duma Temsilcisi olan Malinovski’nin “kirli işleri” sorgulanmaktadır. O sorgu gününde bekleme halindeki Lenin’e ilişkin Buharin şunları yazar: “Alt katta Lenin’in bir oraya bir buraya yürüyüp durduğunu duyuyordum. Terasa çıkıyor, çay hazırlıyor, sonra tekrar geri geliyor ve bir oraya bir buraya yürümeye devam ediyordu. Yürüyor, yürüyor, sonra bir ara duruyor ve tekrar yürümeye başlıyordu. Gece böylece bittiydi… Sabah. Dışarı çıkıyorum. İlyiç hâlâ giyinik. Gözlerinin altında mor lekeler halka halka, hasta gibi suratı. Fakat gülüyor her zamanki gibi, bilinen davranışları, her zamanki emin hali. «Eee, ne diyorsun bakalım, iyi uyudun mu? Ha, ha, ha! İyi. Çay-ekmek. Hadi, biraz yürüyelim mi?» Sanki hiçbir şey olmamış. Sanki o geçirdiğimiz gece
12
bir kâbus değilmiş gibi, acılarla, şüphelerle, düşüncelerle, zihin yorgunluğu ile dolu bir gece değilmiş gibi. Hayır, İlyiç iradesinin çeliğini bir kere daha örse yatırmış ve sertleştirmişti. Bu çeliği ne kırabilirdi?”14 Lenin, tümüyle devrime odaklanmıştı. Bu durumdan ötürü, tüm hayatı boyunca sempati ve antipatileri bir kenara bırakarak meselenin politik boyutuna yoğunlaşmıştır. 1917’de defalarca yalnız kalmasına, partili yoldaşlarıyla kıyasıya bir kavgaya tutuşmasına rağmen, kişisel çekişmelere girmedi ve devrimin üstün gelmesiyle tüm kırgınlıkları unuttu. Krupskaya, devrim öncesindeki “O son ay İlyiç, ayaklanma dışında hiçbir şey düşünmedi ve yalnızca ayaklanma için yaşadı” diye yazar. Lenin’in bu yapısı yoldaşları üzerinde daima etkili olmuş ve diğer tüm özelliklerinin yanı sıra, onun liderliğine saygı duyulmasını sağlamıştır. Lenin’in devrimci tutku ve iradesine dair konuşurken ve buradan devrim konusuna doğru ilerlerken şunu asla akıldan çıkartmamak lazım: Lenin’deki devrimci tutku ve irade gücü, ona nesnel koşulları tüm yönleriyle görme, analiz etme, sınıfsal güç ilişkilerini ortaya koyma olanağı vermiştir. Devrimci tutku ve iradeden yoksun olanlar, çoğunlukla verili olayları bildik kalıplarla ve eski, alışıldık düşünce sistematiğiyle açıklarlar. Oysa Lenin’de tam tersidir. Burada diyalektik ilişki bariz şekilde kendini gösterir: Nesnel koşulların devrim için olgunlaştığını gören Lenin, temel öznel faktörün, yani partinin devreye girmesi için yüklenir. Parti devreye girdikçe hem nesnel koşullar daha bir olgunlaşır hem de parti gerçeği tüm yönleriyle daha iyi kavramaya başlar. İşte tüm bunlar 1917 Devriminin özetidir. (devam edecek) ___________________ 1
Krupskaya, Lenin’den Anılar, c.1, s.20
2
Lenin, Seçme Eserler, c.1, İnter Yay., s.485
3
Bu konuyu Lenin’den hareketle ele alan Elif Çağlı’nın şu yazısı mutlaka okunmalıdır: Devrimci Propaganda ve Ajitasyon, MT, no:34
4
Lenin, Ne Yapmalı, İnter Yay., s.81
5
Krupskaya, İşte Lenin, İnter Yay., s.185
6
Lenin, age, s.39
7
Lenin, age, s.33
8
Krupskaya, Lenin’den Anılar, c.1, s.38, düzeltilmiş çeviri
9
Bertram D. Wolfe, Devrimi Yapan Üç Adam, Kuzey Yay., s.158
10
Lenin, Seçme Eserler, c.2, s.32
11
Lenin, Ekonomizm Taraftarıyla Bir Konuşma, Yurt Yay., s. 69
12
akt: Wolfe, age, c.2, s.59
13 14
Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, Yorum Yay., s.185, dipnotta akt: Wolfe, age, c.2, s.263
İşçi Sendikalarının Önemi Elif Çağlı
İ
şçi sınıfının devrimci gücünün üretim sürecinden kaynaklanmadığı, büyük ölçekli fabrikalar ve işletmelerde bir araya gelen proletaryanın artık öneminin kalmadığı, ya da sendikalı işçilerin hepten aristokrat kesildiği ve onlardan devrimci militanlık beklenemeyeceği vb. yolundaki iddialar, devrimci bir lâfazanlıkla süslense bile, aslında akademik Marksizmin estirdiği rüzgârlara yelken açmak anlamına geliyor. Evet, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sendikaların her açıdan bir gerileme içinde olduğu doğrudur. Ancak tarihe şöyle bir göz atacak olursak, işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlülükten yoksun kaldığı, ekonomik örgütlülüğüne Marksist temellerde bir devrimci siyasal parti örgütlenmesinin yol göstermediği koşullarda, sınıfın ekonomik mücadelesinin de bir gerileme içine girdiği ya da daha geri düzeyde kaldığı görülecektir. Tarihsel süreçten çıkartılabilecek bu türden dersleri unutup ya da unutturmak isteyip, yalnızca konjonktürel olgulardan hareketle genellemelere gidenler, o dönem için doğruları yakalıyorlarmış gibi görünseler de, bu türden siyasi perspektifler son derece sınırlı bir geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Ve
zamanla değişen koşulların böylesi çevreleri sağa ya da sola savuracağını da unutmamak gerekir. Böylesi yanlış eğilimler, işçi sınıfının yapısının değiştiği, artık Marksizmin tanımladığı bir işçi sınıfının yok olmaya yüz tuttuğu benzeri savlarla, sınıfın devrimci misyonu fikrini hafızalardan silmek isteyen ideolojik saldırıyı güçlendirmektedir. İşçi sendikalarının içinde bulunduğu durumu sabit bir veri kabul ederek, sendikaların geri dönüşsüz biçimde burjuva düzenle tamamen bütünleştiğini, işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin aracı olma vasfını yitirdiğini ve dolayısıyla artık mevcut sendikalarda çalışmanın bir anlamının kalmadığını söyleyen siyasal tutum, aslında sınıftan kaçış eğilimidir. Daha eski dönemlerde bir “sol” eğilim olarak belirginleşen bu yaklaşım, günümüzde, işçi sınıfı içinde çalışmaya sırtını dönen çeşitli sağ ve sol eğilimler tarafından benimsenmektedir. Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma vasfını yitirdiğini söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin artık hiçbir devrimci potansiyel ve dönüşüm olanağının kalmadığını iddia etmek anlamına gelir. Eğer bu iddialar doğru olsaydı, o takdirde sendikalar
13
marksist tutum
yerine başında parlak devrimci sıfatların yer aldığı birtakım birliklerin kurulması halinde de durum değişmezdi. Temel sorun, işçi sendikalarını sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan kurumlarmış gibi ele alma eğiliminde yatıyor. Oysaki, sendikaların içinde bulunulan konjonktürün özelliklerine göre değişiklikler arzetmesi yeni bir olgu değildir. Kapitalizmin tarihi, mücadelenin geri çekildiği bir dönem boyunca düzenle bütünleşen sendikal hareketin, mücadelenin tekrar yükselişe geçtiği yeni bir dönemde savaşkan bir nitelik kazandığının örnekleriyle doludur. Bugünün gerçekliklerini geçmişle kıyasladığımızda, şimdi sendikal mücadelede pek çok tıkanıklık noktası bulunmakla birlikte, sorunun özü bir anlamda değişmemiştir. Eğer işçi sınıfı, şu ya da bu nedenle henüz kendi örgütlerine sahip çıkamıyor, bu örgütleri burjuva düzenle işbirliği içinde tutan ve felçleştiren sendika bürokrasisine karşı anlamlı bir mücadele yürütmekte yetersiz kalıyorsa, kendi gücüne güvenini çok yaygın ve derin bir biçimde yitirmiş demektir. Bu durumun, bu güvensiz ruh halinin değişikliğe uğratılması için çaba sarfetmeden, mevcut sendikalara alternatif yeni sendikaların ya da “derneklerin” kurulması çağrısı da havada kalır. Çok açıktır ki, mevcut koşulların ve ruh halinin değiştiğini gösteren türden bir olgunluk düzeyi gökten zembille hazırlop inmez. Sınıfın halihazırdaki kitle örgütlerini görmezden gelerek ve bu örgütlerin içinde toplanan kitleyi kendi kaderiyle başbaşa bırakarak, “kirlenmemiş” küçük dünyalara kapanmakla, işçi sınıfı daha ileri bir noktaya çekilemez. Günümüzde sendikaların içinde bulunduğu gerçekliği sergilemek bakımından hiç de haksız olmayan, fakat mevcut durumu değişikliğe uğratmak üzere uzun vadeli ve sabırlı bir çalışmayı göze alamayan küçük-burjuva solculuğu, zor ve başarılması gereken görevlerin yerine devrimci bir lâfazanlığı ikame etmektedir. Oysaki, söz konusu gerçeklik karşısında temel görev, işçi sendikalarının
14
Nisan 2013 • sayı: 97
içine düşürüldüğü durumdan yılgınlığa kapılmaksızın ve doğru bir kitle çalışmasının öncüleri olarak sendikalar içinde çalışma yürütmektir. Uzun yıllar boyunca yaşanmış olan olumsuz örneklerden hareketle, akıllarına yalnızca sendika bürokrasisi ile yapılan uzlaşmaları getirerek sendikalarda çalışma gereğine karşı çıkanların, sendika bürokrasisine karşı yürütülecek mücadeleye bir yararı dokunmayacaktır. İşçileri ilgilendiren çok önemli sorunlara, sıradan bir tepkisellik ve cahilâne bir dar görüşlülükle yaklaşanların, sendikal alanda doğru tarzda çalışmanın ne anlama geldiğini ve nasıl yürütülmesi gerektiğini bilmedikleri de çok açıktır. Geçmiş deneyimlerden ders çıkartırken, söz konusu olayların içinde yer aldığı somut koşulların hatırlanması, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ışık tutan önemli uyarı, öneri ve kararların nasıl bir ortamda alındığının, hangi yanlış eğilimlere karşı çıktığının, hangi doğrulara işaret ettiğinin bilinmesi elzemdir. Aksi halde, çok ama çok önemli ipuçlarını sunan tarihsel deneyimin ögeleri, bilinçsiz ve özensiz yaklaşımlarla ağızlarda çiğnene çiğnene çürütülen sakıza dönüştürülür. Örneğin ekonomizm eleştirisi doğru kavranıldığında ve yerli yerinde kullanıldığında mücadelede çok önemli bir silâh olabilir. Ama bu eleştirinin özü kavranılmaz, işçi sınıfının burjuva düzene karşı mücadelesinin gerektirdiği görevlerin sorumluluğu hesaba katılmaz ve siyasal çevrelerin rekabetine eşlik eden bir lâkırdı “silâhı” düzeyine düşürülürse, kayba uğrayacak olan işçi sınıfı olacaktır. Aslında, işçi sınıfının doğru temellerde örgütlenmesi görevinden kaçış, yani işçi sınıfının öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya getirecek ana halkayı yakalamaktan kaçış, genellikle sınıfın sendikal mücadelesine önderlik etmekten kaçış biçiminde somutlanıyor. Bu türden bir kaçış eğilimi içinde olanlar, hep ekonomizm eleştirisinin ardına sığınıyorlar. Oysa sendikal bürokrasi, sendikalara gereken ilgi gösterildiğinde değil, tam tersine gösterilmediğinde güçlenir ve tamamen başıboş kalan sendikalar elbette ki düzenin kurumlarına dönüşür. Sendikaları bu durumdan kurtarmak yerine, onları toptan küçümsemek ve göz ardı etmek, burjuvazinin işçi sınıfını atomize etme planlarına bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olmak demektir. Kendi zihinlerinde ya da sektleri içinde gerçek yaşamın yasalarını göz ardı ederek, keyfî salınımlarla bir uçtan diğer uca koşuşturanlar bir mücadele yürüttüklerini varsaysalar da, sınıf mücadelesinin kişilerin keyfine bağlı olmayan yasaları hükmünü icra etmeyi sürdürecektir. Marx’ın
sayı: 97 • Nisan 2013
dediği gibi, “Eğer işçi sınıfı, sermaye ile olan günlük çatışmasında gerileyecek olsaydı, daha büyük çapta şu ya da bu harekete girişme olanağından kendi kendini yoksun bırakmış olurdu elbette.”1 Fakat, bu günlük ekonomik savaşımın abartılması, yani diğer uca savrulunması durumunda doğacak tehlike de asla küçümsenemez. İşçilerin ekonomik mücadelesi, sermaye egemenliğinin işçi ücretlerini aşağı çekme yönündeki işleyiş yasasına karşı koymaktan ibarettir. Böylece işçiler bir dönemde ücretlerinde meydana gelen düşmeyi, başka bir dönemde telâfi etmek için mücadele etmek zorundadırlar. Evet zorundadırlar; çünkü işçi, kapitalistin iradesini, diktasını, değişmez bir iktisat yasası olarak kabul ettiği takdirde, kölenin sahip olduğu güvenceye bile sahip olmaksızın onun bütün sefaletini paylaşacaktır. Sendika dediğimizde kuşkusuz durağan kurumları ya da baş belâsı sendikal bürokrasiyi değil, düzene karşı mücadeleye atılması gereken işçi kitlelerinin ekonomik örgütlülüğünü kastediyoruz. Bu gerçeğin üzerinde durmak, işçilerin dikkatini sorunun bu yönüne çekmek, işçiler arasında bu doğrultuda bir bilinç sıçramasının yaşanması için çalışmak vb. elbette ki mevcut sendika yönetimlerinden beklenemez. Tüm bunlar işçi sınıfının gerçek öncülerinin görevidir. Marx, sendikaları bekleyen bir tehlikeye işaret etmiş ve ücretli kölelik sisteminin kaldırılması için savaşacak yerde, yalnızca kapitalist düzenin yarattığı sonuçlara karşı kısmi ve geçici iyileştirmeler mücadelesiyle yetindikleri anda hedeflerini büsbütün yitireceklerini belirtmişti. Bugün sendikaların içine düştükleri durum bu uyarının sınırlarını aşacak ölçüde vahim olsa da, sendika dediğimizde kuşkusuz durağan kurumları ya da baş belâsı sendikal bürokrasiyi değil, düzene karşı mücadeleye atılması gereken işçi kitlelerinin ekonomik örgütlülüğünü kastediyoruz. Bu gerçeğin üzerinde durmak, işçilerin dikkatini sorunun bu yönüne çekmek, işçiler arasında bu doğrultuda bir bilinç sıçramasının yaşanması için çalışmak vb. elbette ki mevcut sendika yönetimlerinden beklenemez. Tüm bunlar işçi sınıfının gerçek öncülerinin görevidir. Kapitalist gelişmenin günümüzde işçi sınıfının önüne çıkardığı yeni sorunları çözümlemeye ve sınıfın sendikal mücadelesini güçlendirmeye ihtiyaç var. Örneğin, kapitalistlerin günümüzde bazı işletmelerde sürekli işçi istihdam etmek yerine, geçici ve part-time işçi çalıştırmayı tercih etmeye başlamaları, üzerinde durulması gereken bir husustur. Sermayenin işçi sınıfına dayattığı bu yeni tür çalışma koşulları, hazırlıksız olunduğunda var olan sendikal örgütlülüğü derinden yaralayan bir gelişmedir. Bu tür gelişmeler, somutta bir sendikasızlaştırma operasyonu olarak görünse de, temelde kapitalist sistemin ekonomik gereklerinin bir ürünü ve sonucudur.
marksist tutum
Bir kere, kapitalist gelişmenin daha kısa çalışma saatleri içinde, daha düşük ücretlerle sendikasız ve güvencesiz biçimde çok sayıda işçi çalıştırarak daha yoğun emekgücü sömürüsünü gerçekleştirme eğilimi işlemektedir. Ayrıca da, ekonomik gerileme ve canlanma periyotlarına bağlı olarak, sermayenin ihtiyaç duyduğu aktif sanayi ordusu daralmakta ve genişlemektedir. Gerileme dönemlerinde, sermayenin çalışmakta olan işçilerin kendisine fazla gelen kısmından ve genel olarak işçi sınıfının ücret pazarlığı yükünden kurtulmaya yönelik, “esnek çalışma” yöntemlerini geçerli kılmaya uğraştığı bir gerçektir. Stokların biriktiği, piyasanın durgunlaştığı kriz dönemlerinde sermaye, sendikalı ve sürekli işçilerin bindirdiği ücret basıncını hafifletebilmek için çeşitli yöntemleri denemektedir. Örneğin, part-time ve geçici işçi çalıştırmanın yanı sıra, üretim maliyetlerini düşürebilmek amacıyla işleri bölerek bir kısmını taşeronlara devretmeyi, ya da küçük işletmelere dağıttığı fason üretim siparişlerini arttırmayı vb. gündeme getirmektedir. Diğer yandan, kapitalist kriz mekanizmasının sonucu olarak böylesi dönemlerde sermayenin tekelleşmesi yoğunlaşmakta, büyük sermaye evlilikleriyle birlikte büyük iflâslar gündeme gelmektedir. Bu da işçi tensikatı ve işsizliğin büyümesi anlamına gelir. İşçi sınıfının işli ve işsiz kesimlerinin mücadele birliğinin sağlanamadığı koşullarda, bu türden gelişmeler, yedek sanayi ordusunun aktif sanayi ordusu açısından önemli bir tehdit oluşturmasına yol açar. Çünkü işten çıkartmaların yoğunlaştığı, ücretlerin gerilediği dönemlerde çok daha düşük ücretlerle patronların dayattığı koşullarda çalışmaya hazır nice işçi bulunur. Böylece kapitalistler, “esnek çalışma” benzeri uygulamaları işçilerin kazanılmış haklarını tırpanlayan bir biçimde dayatabilmektedirler. Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı her bir sorun karşısında, burjuvazi kendi kârlılık hesabıyla yeni yeni uygulamaları gündeme getirirken, işçi sınıfına ve onun örgütlü güçlerine de karşı-saldırıyı örgütleme görevi düşüyor. Günümüzde çokça tartışılan sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesi temelinde part-time ve geçici işçi statüsünde çalıştırılma tehdidine, işçilerin kendi bütünsel sınıf çıkarları doğrultusunda bir karşı taleple cevap verilebilmeli. Örneğin, ücretler düşürülmeden ve çalıştırılan herkesin yararlanacağı sosyal, sendikal haklar, iş güvencesi temelinde, mevcut çalışma saatlerinin çok daha fazla sayıda işçi arasında bölüştürülmesi gibi. İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir. Ayrıca, sermayenin uluslararasılaştığı, dünya ölçeğinde büyük bir akışkanlık kazandığı günümüz koşullarında, bütün dünyada işçi sınıfının kaderi daha önceki dönemlerdekinden çok daha fazlasıyla
15
Nisan 2013 • sayı: 97
marksist tutum
bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle, yalnızca siyasal mücadele cephesinde değil, sendikal mücadele cephesinde de gerek karşılaşılan sorunlar gerekse çözüm yolları, eskiye oranla misliyle enternasyonalist bir nitelik kazanmış bulunuyor.
* * * Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sözde sosyalist rejimlerin birbiri ardı sıra çöküşünü tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya burjuvazisi, bir dönem boyunca attığı sahte zafer naralarıyla ortalığı inletti. Komünizmin artık korkulmaması gereken bir ölüden başka bir şey olmadığını iddia ederek, Marksizmden öcünü almaya koyuldu. Burjuvazinin bu ideolojik kampanyasında resmî ya da fahrî görev üstlenmiş tüm “aydınlar”ın ve de döneklerin, fırsat bu fırsattır hesabıyla Marksizmi, işçi sınıfı gerçeğini ve onun tarihsel rolünü dünya sahnesinden silme çabaları, genel olarak işçi hareketinde büyük bir gerilemenin ve kaosun yaşanmasına neden oldu. Bugün yaşamlarını işçi sınıfının birer unsuru olarak sürdüren milyonlarca insan, kapitalist sistemin tehlike çanlarını çalmaya henüz başlamış değiller. Ama, sözde sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte artık tek başına kalan kapitalizmin pisliklerinin olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor oluşu, burjuvazinin “ileri görüşlü” ideologlarını daha şimdiden rahatsız etmeye başlamıştır bile. O nedenle, dünya burjuvazisinin “Marksizm öldü” nağmeleriyle çalıp oynadığı “cicim ayları”nın artık gerilerde kalmaya başladığını söyleyebiliriz. Bugünlerde sermaye çevreleri, kendi canlarını yakan başka sorunlarla, (hani o öldüğünü söyledikleri Marksizmin çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne serdiği ekonomik krizler, yeniden paylaşım savaşları gibi sorunlarla!) haşır neşir olmaktalar. Bu arada,
16
dünya borsalarını sarsan ve Asya’nın “kaplanlar”ı hapşırdığında, Wall Street’in “aslanlar”ının kara griplere yakalandığı, Rusya’nın ayyaş şefleriyle ABD’nin çapkın başkanlarının kafa kafaya verip dertlerine çare aradığı bir dünyada, ekonomik krizle derinden sarsılan o “olmayan” işçi sınıfı da çeşitli ülkelerde patlak veren grevlerle, direnişlerle, işyeri işgalleriyle yeniden “Ben buradayım!” demektedir. Öte yandan, yine tarihin bir cilvesi mi desek, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu” diyerek gönül eğlendiren burjuva yazarlar, şimdi kapitalist sistemi tehdit edecek birtakım tehlikelerin sinyallerini vermekle iştigal etmekteler. Belki de iklimlerin değiştiğine ilişkin haberlerin yoğunlaştığı dünyamızda, siyasal iklim değişikliklerini önceden kestirebilme hünerine sahip bazı Batı Marksistlerinin sözlerine kulak vermenin zamanıdır. “Marksizm öldü” çığlıklarının pek revaçta olduğu bir dönemde rotasını o yana doğru çevirmiş bulunan Eric Hobsbawm, daha sonra Komünist Manifesto’nun 150. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu şaşırtıcı başyapıtın 21. yüzyılın arifesinde hâlâ dünyaya söyleyecek çok şeyi var.”2 Hobsbawm’ın bu sözlerine yürekten katılıyoruz; evet, yalnızca Avrupa için değil, tüm dünya için Komünist Manifesto’nun o ünlü sözlerinin gerçekleşeceği günler de gelecektir. Şimdilik şu kadarını belirtmekle yetinelim: “Dünyada bir heyulâ dolaşıyor: Proletarya!” O var oldukça burjuvazinin korkusu da varlığını sürdürecek. n Elif Çağlı’nın Ekim 1999 tarihli Büyüyen İşçi Sınıfı kitabından alınmıştır.
___________________ 1
Marx, “Ücret, Fiyat ve Kâr”, Ücretli Emek ve Sermaye içinde, Sol Yay., 1979, s.152
2
The Guardian, 28 Şubat 1998
4. Yargı Paketi: Bir Kandırmaca Daha Suphi Koray
A
ylardır merakla beklenen “4. Yargı Paketi” mecliste görüşülmeye başlandı. Alt komisyondan geçen paket muhtemelen çok az değişiklikle Meclis’te kabul edilecek. “İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adlı pakete milliyetçi-faşist koro baştan beri karşı çıkıyor. Başını MHP’nin çektiği bu cenaha göre yasayla birlikte KCK’lılar serbest bırakılacak, Öcalan yeniden yargılanacak, PKK meşrulaşacak, ülke bölünecek… CHP de milliyetçi-şovenist çizgisine uygun bir biçimde yasanın İmralı’da hazırlandığı gibi söylemlerle MHP ile birlikte hareket etti. Liberal yazarların bir kısmı yasanın yetersiz olduğunu belirtmekle beraber önemli değişiklikler içerdiğini dillendirdi, hatta bazıları tasarıyı reform olarak nitelendirdi. Konunun en önemli muhataplarından BDP ise haklı olarak yasanın beklentileri karşılamadığını söyledi. BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, “bunca reklâmı yapılan bu paket boş. Boş olmaktan öte, daha da ağırlaştırıcı” diyerek şunları dile getirdi: “Eğer bu da reformsa, bu dehşet verici bir reformdur. Bu paket, bu sürece bu haliyle hiçbir katkı sağlamadığı gibi siyasetin tamamen yasaklanmasını getirecek yeni cezalar getiriyor. ‘Silahlar sussun fikirler konuşsun’ diyor Başbakan. Bu haliyle, fikirler silahların beş katı fazla ceza alıyor. Nasıl konuşulacak? Bunu gerçekten anlamak mümkün değil. Öz olarak, bu yasa gelirse içeride tutuklu olan tek bir kişi çıkmaz, aksine tutuklu olmayanların hepsinin içeri girmesinin yolu açılmış olur.” Kaplan, Terörle Mücadele Kanunu’nun 6. ve 7. maddelerine arttırıcı yeni hükümler konulduğuna da dikkat çekti: “Örneğin artık puşi takarsanız da örgüt üyesi olarak ceza alacaksınız. Yüz kapama, amblem, resim, işaret, slogan, üniforma; bütün bunlar yeni Terörle Mücadele Kanunu’na konulmuş. Kamuoyunu yanıltmanın, aldatmanın bir gereği yok.”
Paket hangi değişiklikleri getiriyor? Paket bugüne kadar AİHM’in Türkiye’yi AİHS’i ihlal etmekten mahkûm ettiği yasa maddeleriyle ilgili 20 maddelik değişikliği içeriyor.
Yargı paketi gündeme geldiğinde, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasına dair adımlar atılması, haklar ve özgürlüklerin genişletilmesi bekleniyordu. Ancak ismine aldanıp bu paketten insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda reform bekleyenlerin umutları suya düştü. AKP daha önceki yargı paketlerinde ve diğer yasal değişikliklerde olduğu gibi yine göstermelik değişikliklerden başka bir şey yapmadı. Daha önce defalarca söylediğimiz üzere AKP, demokrasi ve özgürlüklere dair düzenlemeleri demokrat ve özgürlükçü olduğu için yapmıyor; siyasi çıkarları gereği yapıyor. Zoraki demokratın yaptığı reformların niteliği makyaj tazelemekten ileriye geçemiyor. Hak ve özgürlükleri genişletilmesini sağlayacak olan, örgütlü işçiemekçi güçlerin yürüteceği mücadeledir.
17
marksist tutum
Tasarı yasalaştığında işkence suçlarından dolayı zaman aşımı kalkacak; işkence suçlarında AİHM etkin soruşturma yürütülmediği kararı verirse soruşturma yeniden başlatılabilecek, adli yardım hakkı genişletilecek, halkı askerlikten soğutma suçunun kapsamı daraltılmış olacak. Türk Ceza Kanununda yapılacak değişiklikle “suçu ve suçluyu övme” ancak “kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde” iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacak. Ancak biz geçmiş uygulamalardan ve örneklerden biliyoruz ki sadece birkaç rötuşla sorun çözülmüyor. Bazı ibarelerin eklenmesiyle veya çıkarılmasıyla ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kalkması mümkün değildir. Örneğin yürürlükteki TCK’de yer alan “halkı askerlikten soğutmak” ibaresinin yerini “askerlik hizmetini yapanları firara sevk etmek veya askerlik hizmetine katılacak olanları bu hizmeti yapmaktan vazgeçirecek şekilde teşvik” alacak. Maddenin militarist özü korunuyor ve askerlik hizmetini yapanlara veya yapacak olanlara antimilitarist propaganda yapmak halen suç sayılıyor. Muğlak ve yoruma açık ifadeler burjuva hukukunun karakteristik özelliğidir. Burjuva yasalar, burjuvazinin çıkarlarına göre yapılır ve yine burjuvazinin çıkarlarına göre yorumlanır. Burjuva yargı, hukuktaki belirsizlikleri burjuvazinin lehine, işçi sınıfının ve ezilenlerin ise aleyhine yorumlar. Aynı eylem bazen suç teşkil edebilir, bazen etmeyebilir. Muğlak ve yoruma açık ifadeler burjuva hukukunun karakteristik özelliğidir. Burjuva yasalar, burjuvazinin çıkarlarına göre yapılır ve yine burjuvazinin çıkarlarına göre yorumlanır. Burjuva yargı, hukuktaki belirsizlikleri burjuvazinin lehine, işçi sınıfının ve ezilenlerin ise aleyhine yorumlar. Aynı eylem bazen suç teşkil edebilir, bazen etmeyebilir. Van KCK davası bunun bir örneğidir. Aralarında Van Belediye Başkanı’nın da bulunduğu 13 kişi KCK üyeliğinden yargılanıyor. 29 Marttaki duruşmada tutuklu olan 8 kişi serbest bırakıldı. Savcı duruşma mütalaasında şunları söyledi: “Sanıkların tamamının ‘örgüt üyesi olmak’ gerekçesiyle tutuklanmalarını istemiştik. Ancak tutuklama sırasında üyesi olduklarını düşündüğüm PKK’nın kırsal ve sokak olaylarının devam ettiğini düşündüğümüzden dolayı toplumsal barışın zedelenmesinden dolayı tutuklama talep etmiştik, ancak gelinen aşamada örgütün eylemlerine son verdiği ya da böyle bir karar aldığı görülmektedir. Van Cumhuriyet Savcılığı olarak da bunu göz önünde bulundurarak, toplumsal barışa zarar verecekleri gerekçemiz ortadan kalktığından dolayı sanıkların toplu tahliye edilmesine karar verilmesini talep ediyoruz.” Görüldüğü üzere sudan sebeplerle tutuklananlar yasa henüz değişmediği halde, süreç değişmiş olduğu için ser-
18
Nisan 2013 • sayı: 97
best bırakılabiliyor. Elbette demokratik hakların yasalarda tanımlanmış olması önemlidir ve bu hakların genişletilmesi için mücadele etmek işçi sınıfının da görevidir. Ama sadece yasal değişiklikler hiçbir hakkı garanti edemez. Son tahlilde taraflar arasındaki güç dengesi, siyasi koşullar ve konjonktür yasaların hangi yönde uygulanacağını belirler. Bugün esen barış rüzgârları yönünü savaşa doğru çevirirse yeni tutuklama dalgaları da beraberinde gelecektir. Hükümetin derdi “insan hakları ve ifade özgürlüğü” olsaydı, rötuşlarla yetinmez, TCK’deki ilgili maddeleri kaldırırdı. Çünkü TCK birçok maddesiyle düşünce özgürlüğü ve demokrasi önündeki en büyük engellerden birisidir. Çok sayıda aydın, sosyalist ve Kürt bu yasa doğrultusunda yargılanmış ve cezalandırılmıştır. Sayısız dava ise devam ediyor. Oysa paket, çok sayıda kişinin yargılanmasına sebep olan bu yasadaki 314 ve 301 nolu maddelere dokunmuyor bile. Sadece 220. maddede yapılan bir değişiklikle örgüt propagandasının suç sayılabilmesi için “şiddeti övme” kriteri getiriliyor. Ama örneğin aynı maddedeki diğer bir fıkra varlığını aynen koruduğu için örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi örgüt üyesi olmak suçunu işlemiş sayılıyor. Bugün TCK veya TMK ile yargılananların önemli bir bölümü “örgüt üyeliği suçu” ile yargılanmaktadır. Dolayısıyla “örgüt üyeliği” ile ilgili hiçbir değişiklik yapılmadığı için siyasi davalarda tutuklular yargılanmaya devam edecek. Benzer bir biçimde bugün KCK davasından yargılananların çoğunluğu 314. maddeden yargılanıyor. 4. Yargı Paketi savcı ve hâkimlerin “biz sizi propaganda yaptığınız için değil, örgüt üyesi olduğunuz için yargılıyoruz” demelerini engelleyebilecek mi? Hatırlayalım, Türkiye’de çok sayıda gazetecinin tutuklu olmasıyla ilgili olarak Başbakan onların gazeteci olmadıklarını söylemişti. Devrimcileri, ezilenleri, sosyalistleri sindirmenin başlıca araçlarından biri olan Terörle Mücadele Kanununda önemli değişiklikler yapıldığı söyleniyor. Oysaki yapılan değişiklikler sadece kanunu AİHM kriterlerine uygun hale getirmeye yöneliktir. Kanunun 6. maddesinde yer alan “Terör örgütlerinin bildiri veya açıklamalarını basanlara veya yayınlayanlara bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir” fıkrasına, “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteren veya öven ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik eden” ibaresi eklenerek kâğıt üstünde suçun kapsamı daraltılmıştır. Aynı değişiklik 7. maddedeki propaganda fıkrasında da yapılmış. Bu değişikliklere göre, bildiri basmanın ya da yayınlamanın veya propaganda yapmanın suç sayılabilmesi için bildirinin şiddeti içeren yöntemleri meşru göstermesi şartı aranacak. Kâğıt üstünde “güzel” görünen bu değişikliğin, pratikte pek de bir güzelliği olmayacaktır. Hukukta iki kere ikinin her zaman dört etmediğini biliyoruz. Yasayı çıkartanlardan uygulayacak olanlara kadar zihniyet değişmediği sürece, TC yargısı istediği zaman “meşru gösterme şartını” rahatlıkla bulabilir. Hrant Dink’in Ermeni diasporasının Türk düşmanlığı-
sayı: 97 • Nisan 2013
nı eleştirdiği yazısından “Türklüğü aşağılama” bulup onun katline giden yolu açan yargı süreci bunun en acı örneklerinden birisidir. Bir hususun daha altını çizmek gerekiyor. Devletin uyguladığı şiddetin üstünden atlayarak genel bir şiddet karşıtlığı kisvesi altında ezilenlerin şiddetini suçlamak, ezenlerin ekmeğine yağ sürmektir. Devletin uyguladığı şiddet yöntemleri meşru ama devlet terörü karşısında tepki gösteren Kürtlerin ve devrimcilerin eylemleri terör suçu mu? Yahut özel harekâtçıların yaptıklarından bezmiş bir Kürt genci kendini savunmaya kalktığında acaba yargıçlar “meşru müdafaa” kararı mı verecekler yoksa “örgüt üyeliği” mi? Bu zihniyete göre patronun saldırılarına karşı mücadele eden, direniş çadırı kuran, polisin saldırılarını teşhir etmek ve diğer işçileri de mücadeleye çekmek için bildiri dağıtan bir işçi terör örgütünün propagandasını yapmaktan ve örgüt üyeliğinden yargılanmalıdır. Başta sosyalistler ve Kürtler olmak üzere tüm ezilenleri hedef alan yasal mevzuatın değişmesi elzemdir. Hükümet siyasi prim toplamak için yapılan değişiklikleri reform olarak kitlelere lanse etmektedir. Hükümetin demokrasi adına yaptığı sade suya tirit değişiklikler zevahiri kurtarmak içindir. Yasal düzenlemelerin hiçbirisi hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve yasal güvence altına alınması amacıyla yapılmamaktadır. TMK’nin 7. maddesinde yapılan diğer değişiklikler ise mevcut durumdan daha da kötüye gidiş anlamına geliyor. “Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerin gizlenmesi amacıyla yüzün tamamen veya kısmen kapatılması” ile “örgüte ait amblem, resim veya işaretlerin asılması ya da taşınması”, “slogan atılması”, “ses cihazları ile yayın yapılması”, “terör örgütüne ait amblem, resim veya işaretlerin üzerinde bulunduğu üniformanın giyilmesi” terör yöntemlerini meşru göstermeye karine olacak ve bu “suçu” işleyenler bir yıldan yedi buçuk yıla kadar hapis cezası alabilecekler. Üstelik öncesinden farklı olarak, suç kabul edilen bu eylemlerin herhangi bir eylem esnasında gerçekleşmesi şartı da aranmayacak. Kürt sorununda gelinen yeni aşamayı göz önünde bulundurduğumuzda bu ve benzeri maddelerin ne kadar çelişkili olduğu ortadadır. Kürt halkının önder olarak kabul ettiği Öcalan ile bir taraftan görüşmeler yapılırken, hatta Kandil-İmralı-Avrupa arasında haberleşme ve görüşmeler devletin desteği ve onayıyla sağlanırken, PKK bayrakları suç mu kabul edilecek? Şu anda devletin de olumlu anlamda ön plana çıkardığı Öcalan’ın posterini evinde bulunduranlar TMK’nin 7. maddesinden hapse mi gönderilecek? TMK ve benzeri hükümlere sahip yasalar Kürt sorununda çözümün ve barışın önünde büyük engel oluş-
marksist tutum
turmaktadır. Tasarının TMK cenderesine bir nebze de olsa çözüm bulması bir yana, durumu daha da kötüleştirmesi yeni müzakere sürecinin halen çok hassas olduğunu gösteriyor. Belli ki hükümet bir taraftan görüşmeleri sürdürürken, diğer taraftan da elindeki baskı araçlarını korumak istiyor.
Fos çıkan bir paket daha Kürt halkına karşı baskıların arttığı son 1,5 yıldan sonra başlayan yeni müzakere sürecinin oluşturduğu atmosfer yargı paketinden beklentileri de arttırdı elbette. KCK davasından yargılananların tahliye edilmesinden Öcalan’ın hapis koşullarının değiştirilmesine kadar farklı tipte beklentiler oluştu. Ama bu paket de pek çokları gibi fos çıktı. Yargı paketi gündeme geldiğinde, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasına dair adımlar atılması, haklar ve özgürlüklerin genişletilmesi bekleniyordu. Ancak ismine aldanıp bu paketten insan hakları ve ifade özgürlüğü konusunda reform bekleyenlerin umutları suya düştü. AKP daha önceki yargı paketlerinde ve diğer yasal değişikliklerde olduğu gibi yine göstermelik değişikliklerden başka bir şey yapmadı. Daha önce defalarca söylediğimiz üzere AKP, demokrasi ve özgürlüklere dair düzenlemeleri demokrat ve özgürlükçü olduğu için yapmıyor; siyasi çıkarları gereği yapıyor. Zoraki demokratın yaptığı reformların niteliği makyaj tazelemekten ileriye geçemiyor. Hakeza “4. Yargı Paketi” de AKP’nin insan hakları ve demokrasiye verdiği önemin sonucu ortaya çıkmamıştır. Hükümet, Türkiye’nin AİHM nezdindeki kabarık sicili yüzünden birtakım düzenlemeleri yapmak zorunda kalmıştır. Türkiye, Avrupa Konseyine üye 47 ülke arasında hakkında en çok ihlal kararı verilen ikinci ülke pozisyonundadır. Bu bakımdan Türkiye burjuvazisi TC’nin mahkûm edildiği konularda yapılacak değişikliklerle uluslararası imajını düzeltmeyi amaçlamaktadır. Nitekim hükümet tasarının gerekçesi olarak şunları söylemektedir: “Böylece, insan haklarına saygılı her devletin yapması gerektiği gibi, bir yandan bu alanda ortaya çıkan aksaklıklar kendi iç hukukumuzda çözüme bağlanırken, diğer yandan da ülkemizin AİHM kararları açısından görünümünün daha iyi bir noktaya taşınabilmesi mümkün olacaktır.” Sonuç olarak, başta sosyalistler ve Kürtler olmak üzere tüm ezilenleri hedef alan yasal mevzuatın değişmesi elzemdir. Hükümet siyasi prim toplamak için yapılan değişiklikleri reform olarak kitlelere lanse etmektedir. Unutmamak gerekiyor ki hükümetin demokrasi adına yaptığı sade suya tirit değişiklikler zevahiri kurtarmak içindir. Yasal düzenlemelerin hiçbirisi hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve yasal güvence altına alınması amacıyla yapılmamaktadır. Bunu sağlayacak olan örgütlü işçiemekçi güçlerin yürüteceği mücadeledir. n
19
Chavez’in V Ardından İlkay Meriç
20
enezuela devlet başkanı Chavez, bir süredir mücadele ettiği kansere yenik düşerek 5 Martta hayatını kaybetti. Chavez, 14 yıllık iktidarının ardından, geçtiğimiz Ekim ayında dördüncü kez başkan seçilmekle birlikte, hastalığı nedeniyle görevini sürdüremez hale gelmişti. Bir süredir beklenen bu ölüm, burjuva kampı sevindirirken, milyonlarca Venezuelalı emekçiyi yasa boğdu. Zira Chavez, izlediği politikalarla ulusal ve uluslararası tekelci sermayenin keyfini kaçırırken, gerçekleştirdiği reformlarla yoksul emekçi kitlelerin hayatında önemli bir değişiklik yaratmış ve bu nedenle de geniş emekçi kitlelerin sevgisini kazanmıştı. 2006 yılındaki başkanlık seçimlerinden itibaren sosyalist bir söylem tutturması ise, küçük-burjuva sosyalist çevrelerin onu sosyalist bir lider, Venezuela’yı da sosyalizm yolunda ilerleyen bir ülke olarak değerlendirmelerine yol açmıştı. Dolayısıyla Chavez’in ölümü, geleneksel Stalinist örgütlerden, merkezci gruplara ve kimi Troçkist çevrelere kadar sosyalist solun önemli bir kesiminde, devrimci bir liderin ölümü olarak algılandı ve buna uygun bir tepkiyle karşılandı. Bu kesimler, “sosyalizm davasının yılmaz bir neferi” olarak kutsadıkları Chavez’in “mücadelemizde yaşayacağını” ilan ederlerken, emekçi kitlelerde yaratılan yanılsamaları körüklemeye devam ediyorlar. Venezuela’da yaşananların sosyalist hareket açısından önemli dersler içerdiği aşikârdır. Aslına bakılırsa, Chavez’in ölümüne yönelik yorumlar, yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmanın ne kadar elzem olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Bizler enternasyonalist komünistler olarak, son on yıl içinde Chavez’e ve Venezuela’ya ilişkin pek çok değerlendirme yazısı kaleme aldık. Bu yazılarda, Chavez’in gerçekleştirdiği reformların Venezuelalı emekçiler açısından taşıdığı
sayı: 97 • Nisan 2013
önemi göz ardı etmezken, Venezuela’da yaşananları Marksist bir bakış açısıyla tahlil etmenin önemine işaret ettik. Bu bakış açısından hareketle, reformlardan ve Chavez’in “sosyalist” söyleminden yola çıkılarak Chavez’e “devrimci”, yaşananlara ise “devrim” denemeyeceğinin altını kalın çizgilerle çizmeyi hep sürdürdük. Sorunumuz reformlarla değil reformistlerle idi ve amacımız Chavez’e yönelik yanılsamaları kırmak, onun popülist-reformist bir lider olarak devrimci sürecin önünde büyük bir engel teşkil ediyor olmasına dikkat çekmek ve Bolşevik bir önderliğin inşası görevinin yakıcılığını döne döne vurgulamaktı. Bu noktada Elif Çağlı Venezuela’da reformistlerin yarattıkları yanılsamaların işçi sınıfı ve emekçiler için yarattığı tehlikeye şöyle dikkat çekiyordu: “Tarih öğrenmesini bilenler için ibret vericidir! Yaşananlar yaşanacak olanlara ışık tutabilmeli. Günümüzde Latin Amerika ülkelerinde esen sol rüzgârlar, kendilerini solcu veya devrimci olarak tanıtan devlet adamları eliyle düzen sınırları içine hapsedilmek isteniyor. En solcusu bile olsa, burjuva düzen sınırları içinde kurulan hükümetlerden devrim beklemek, sonucu işçi sınıfına ve emekçilere çok ama çok pahalıya mal olacak tehlikeli bir düştür. Devrimle oyun oynanmaz! Devrimci kişi hiçbir kişisel çıkar gütmeksizin devrimin hizmetine girendir, solcu geçinen şu ya da bu devlet adamının kuyruğuna takılan değil!” (Elif Çağlı, Reformizm Üzerine, MT, Ocak 2006) Venezuela devriminin önünü açmak, Chavez şakşakçılığı yaparak değil, proletaryanın iktidar hedefiyle örgütlenip ileri atılmasını sağlayacak Marksist bir politik çizgi izleyerek mümkündü. Ne var ki sosyalist hareketin ağırlıklı kesiminin reformizm batağına batarak Chavez kuyrukçuluğu yapması nedeniyle böylesi bir politik hat izlenmedi; aksine kitlelerin tepkisinin Chavezci hareket tarafından düzen sınırlarına hapsedilmesine göz yumuldu ve sonuçta öngördüğümüz üzere devrimci durum sönümlenirken kitle inisiyatifi boğuldu. Troçki, kritik dönemeç noktalarında devrimci partinin rolünün ne denli önemli olduğunu şu sözlerle dile getiriyordu: “… siyasal durumdaki sola doğru her keskin değişim, kararı devrimci partinin ellerine vermektedir. Kritik durumu kaçırdığı anda, durum ters tarafa yön değiştirir. Bu koşullarda parti önderliğinin rolü, olağanüstü bir önem kazanır. Lenin’in, iki ya da üç günün uluslararası devrimin kaderini belirleyebileceği şeklindeki sözleri, İkinci Enternasyonal çağında neredeyse anlaşılmaz sayılabilirdi. Çağımızda ise bu sözler çok sık doğrulanmıştır ve Ekimi saymazsak hep de olumsuz yönden doğrulanmıştır.” (Troçki, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, Tarih Bilinci Yay, Eylül 2000, s.74) Ne yazık ki Venezuela’daki devrimci süreç de, sosyalistlerin Chavez’e teslim olarak izledikleri oportünist çizgi nedeniyle, tarihe söz konusu olumsuz örneklerden biri olarak geçmek zorunda kaldı.
marksist tutum
Chavez’in burjuva reform programından ibaret sosyalizmi 1992’deki başarısız darbe girişiminin ardından tutuklanarak ordudan uzaklaştırılan albay Chavez’in, 1998 Aralığında gerçekleştirilen başkanlık seçimlerini kazanması Venezuela tarihinde yeni bir dönemi başlatacaktı. Savunduğu popülist ve ABD karşıtı politikalar nedeniyle, Chavez burjuvazinin ve ABD emperyalizminin nefretini kazandı. Bu tarihten itibaren burjuvazi Chavez’i iktidardan uzaklaştırmak için darbe de dahil olmak üzere her yola başvurdu. Ancak bu ümitsiz çabalar Chavez’i güçsüz kılmak yerine halk desteğini daha da pekiştirdi ve onu yoksul emekçi kitlelerin gözünde bir “kurtarıcı” haline getirdi. Latin Amerika tarihinde önemli bir yeri olan caudillocu gelenek böylece Chavez şahsında yeniden hayat buldu. Yoksulluğun pençesinde kıvranan ve büyük burjuvazinin çıkarları temelindeki kapitalist politikalarla sefaletleri daha da derinleşen emekçi kitleler, Chavez’in petrol gelirlerine dayanarak başlattığı sosyal reformlar sayesinde bir nebze olsun nefes alır hale gelmişlerdi. Eğitim ve sağlık hizmetinin alabildiğine yaygınlaştırılarak ücretsiz hale getirilmesi, topraksız köylülere toprak dağıtılması, çocuklara ücretsiz yemek verilmesi, kooperatiflerin teşvik edilmesi, işçi sınıfının çalışma koşullarında iyileştirmelere gidilmesi, yoksulların barınma sorununa yönelik olarak yaygın bir
21
marksist tutum
konut yapımı hamlesine girişilmesi, burjuvazinin vergi takibi yoluyla sıkıştırılması, yerlilerin demokratik haklarının tanınması ve tüm bunları güvence altına alan bir anayasanın yürürlüğe konulması bu reformların belli başlılarıydı. Ham petrol sanayiinin devletleştirilmesi ve bu alandan büyük bir gelir elde edilmesi, uluslararası piyasada petrol fiyatlarının da yüksek seyrettiği konjonktürle birlikte, sosyal hizmetlere önemli bir kaynak aktarılmasını sağlayarak Chavez’in elini rahatlatmıştı. Hayatları boyunca doktor yüzü görmeyen, okul nedir bilmeyen, izbelerde yaşayan yüzbinlerce yoksul emekçiye, eğitim, sağlık, barınma, sosyal güvenlik gibi temel alanlardaki reformlar ve demokratik dönüşümler devrim gibi görünüyordu. Örgütsüzlük ve yanılsama içinde olan kitleler açısından bu son derece doğaldı. Doğal olmayan şey, bu reformlara kendilerine sosyalist, Marksist diyen çevreler tarafından da devrim payesi verilmesiydi. Onlara göre Chavez’in reformları “sosyalist önlemler”di ve Venezuela “Bolivarcı devrim” sayesinde sosyalizm rotasına girmişti! Oysa 14 yıldır Venezuela’nın sosyalizme geçeceği iddiasında olanların kanılarının aksine, Chavez, kızıl gömlek ve bere eşliğinde, kapitalizm altında ileri bir burjuva reform programı uygulamaktan öteye gitmedi. Bununla birlikte sosyalizm söylemini, ayağa kalkan yoksul kitleleri peşine takmak üzere başarıyla kullandı. Onun sosyalizmi, burjuvaziyi mülksüzleştirerek proletaryanın iktidarını kurmayı ve bu sayede toplumsal kurtuluşun yolunu açmayı amaçlayan bir sosyalizm değildi. İşçi sınıfının önderliğine dayanmayan, özel mülkiyetle ve burjuvaziyle bir sorunu olmayan, toprağın kolektif mülkiyetini değil kooperatifler biçimindeki özel mülkiyetini savunan bu sosyalizm, beklendiği üzere küçük-burjuvazinin ruhunun tellerini titreterek onu mestetti. Nihayetinde, izlenen burjuva demokratik dönüşüm programı “Bolivarcı devrim” olarak alkışlanırken, söz konusu ulusal kalkınma modelinin adına da “21. yüzyıl sosyalizmi” deniverdi. Bu sosyalizmin 20. yüzyıl sosyalizminden farklı olarak insancıl ve demokratik bir sosyalizm olduğunu söyleyen Chavez, bu süreçte işçi hareketini de, sosyalist hareketi de kendi kontrolü altına alarak dilediği gibi yönlendirmeyi başardı. İşçi sınıfı çeşitli adlar altındaki komitevari oluşumlarda sözde örgütlü görünürken gerçekte Chavezci yönetim tarafından felçleştirildi. İşçilerin bağımsız inisiyatifleri bastırıldı, sendikaların devletten bağımsız olması “karşı-devrimci zehir” olarak nitelendirilip reddedildi, kamu kurumlarında toplu sözleşme ve grev hakkı fiilen gasp edildi. Tüm bunların yanı sıra, işyerleri kapatılan işçilerin yükselttikleri kamulaştırma ve işçi yönetimi talepleri de yanıtsız bırakıldı. Ama Chavez özellikle seçim süreçlerinde bu talepleri sahiplenir görünerek işçileri oyalamayı ve kendi kuyruğuna takmayı gayet güzel başardı. Bunda en büyük yardımcıları ise devrimci geçinen reformist çevreler oldu. Benzer şekilde, sosyalist çevrelerin ezici çoğunluğu da, 2007’de Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi
22
Nisan 2013 • sayı: 97
(PSUV) adı altında kurulan devlet partisine entegre edilip Bolivarcı yönetimin doğrudan payandası haline getirildi. Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız üzere, bu süreç, “sosyalizme doğru ilerlemek” yerine reformların yavaşlayarak durma noktasına gelişinin başlangıç dönemine de işaret ediyordu. Yoksulluk oranı 1999-2006 yılları arasındaki reformlarla %49’dan %36’ya düşerken, bunu izleyen altı yılda sadece 3 puanlık bir düşüş kaydedilecekti. Gelir dağılımındaki adaletsizlikte de ciddi bir düzelme yaşanmadı. En yoksul %5’lik dilimin milli gelirden aldığı pay 2000-2011 yılları arasında sadece 1 puan artarak %5,7’ye çıkarken, en zengin %5’lik diliminki yarım puanlık bir azalışla %44,8’e indi. Kapitalizmden sosyalizme geçmekte olduğu söylenen Venezuela’da, kamulaştırmalar esasen ham petrol üretimi alanıyla sınırlı kalırken, temel sanayi kuruluşları ve toprak oligarşinin tekelinde kalmaya devam etti. Bankalar kâr rekorları kırarken, özel sektörün ekonomideki ağırlığı azalmak bir yana %65’ten %71’e çıktı. Yabancı sermayeye ait olan ve ekonomik kriz başta olmak üzere çeşitli nedenlerle kapanma noktasına gelen birkaç büyük sanayi işletmesinin yüklü tazminatlarla millileştirilmesi ise, “sosyalizm” yolunda atılmış adımlar olmak bir yana, burjuvazi için neredeyse ödül niteliği taşıyordu. Bu süreçte Venezuela, Bolivarcı iktidara yakın durarak ihalelerle ve çeşitli devlet kaynaklarıyla semiren yeni bir burjuva egemen kesimle, “boliburjuvazi”yle de tanışacaktı. Tüm bunlar yaşanırken, kapitalizmin tepeden reformlarla, kararnamelerle “sosyalizme” dönüştürülebileceğini, bunun için kapitalist devlet aygıtının proletaryanın devrimci ayaklanmasıyla yıkılmasının gerekmediğini düşünen reformistler, “sosyalizme geçiş sürecindeki yavaşlık”tan da Chavez’i değil çevresindeki bürokratları ve danışmanları sorumlu tuttular. Chavezci hareketin reformcu barutunu tüketmesi, reformistleri günah keçisi aramaya sevk etti. Onlara göre Chavez gerçek bir devrimci idi, ama çevresindeki yozlaşmış, çıkarcı, kariyerist unsurlar onun sosyalizme doğru daha hızlı hareket etmesini engelliyorlardı! Eğer
İşçi sınıfının düşmanı, baskıcı, gerici molla rejiminin temsilcisi Ahmedinecad’la “anti-emperyalist” ve “sosyalist” Chavez’in arasından su sızmamaktaydı
sayı: 97 • Nisan 2013
marksist tutum
Chavez bunlardan bir kurtulabilse, “Marksistleri” daha fazla dinlese, sosyalist devrim tamamlanacaktı! Küçük-burjuva solun yarattığı bir diğer yanılsama ise Chavez’in anti-emperyalizmine dairdir. Chavez’in ABD’yle takışması ve onun dayattığı birtakım politikalara milliyetçi temellerde direnip karşı koyması, küçükburjuvazinin yüreğinin yağını eritmeye yetmiştir. Antiemperyalizmi kapitalizm karşıtlığıyla karakterize olan gerçek özünden kopararak, şu ya da bu emperyalist devlete (elbette de en başta ABD’ye) karşı olmaya indirgeyen bu kesimler, Chavez’in örneğin Rus emperyalizmiyle sıkı fıkı olmasını hiç sorun etmemişlerdir. Benzer şekilde, işçi sınıfının canına okuyan, baskıcı, gerici molla rejiminin temsilcisi olan Ahmedinecad’la aralarından su sızmaması, Chavez’in anti-emperyalizmine ya da sosyalizmine halel getirecek bir şey olarak görülmemiştir. Ne de olsa Venezuela da “ezilen” bir devlettir, İran da! Dolayısıyla bu dostluğun “ezilenlerin kardeşliği” olarak görülmesinden daha doğal ne olabilir ki! Ne var ki, reformist sosyalistlerin yaratmaya çalıştıkları yanılsamalar gerçeklerin üzerini örtmeye yetmemiştir. Temelsiz büyük hayallerin hayalkırıklığı da büyük olur. Nitekim Venezuela’da olmaya başlayan da budur. Reformların nicedir kesintiye uğraması, sınıfsal çelişkilerin göze batar şekilde derinleşmeye devam etmesi, sömürünün, yoksulluğun, adaletsizliğin ortadan kalkmaması ve kitlelerin hayatlarında köklü bir değişimin bir türlü gerçekleşmemesi, emekçi kitlelerin Chavez’e ve Bolivarcı yönetime tepkilerini arttırmış ve verilen desteğin azalma eğilimine girmesine yol açmıştır. Son yıllarda çeşitli vesilelerle gerçekleştirilen seçimlerde Chavez’in, Bolivarcı hükümetin ve yerel yönetimlerin oy oranlarındaki düşüş bunun çarpıcı bir göstergesidir.
* * * Venezuela’da yaşananları devrim olarak değerlendiren reformist çevreler, yıllar boyu tümüyle Chavez’e endeksledikleri bir sosyalizmden söz ettiler. “Devrim”in kaderi, “sosyalizm”in yolunun açılması ya da tıkanması sürekli olarak Chavez’in seçim başarılarına bağlandı. Kişi kültüne dayanan bir sosyalizm modeli oluşturuldu ve Chavez bu modelin öznesi haline getirildi. Bizlerse “kurtarıcı”lara endekslenen bu politikanın Marksizmle uzaktan yakından ilgisi olamayacağını ve emekçiler açısından ölümcül sonuçlar doğurmasının kaçınılmaz olduğunu ısrarla vurgulayageldik. Burjuva devlet aygıtını parçalayarak kapitalizme son verecek ve böylelikle toplumsal kurtuluşun kapısını açacak bir devrimi ancak bilinçli ve örgütlü bir işçi sınıfının gerçekleştirebileceğini, böylesi bir devrimi şu ya da bu liderin değil ancak onu gerçekleştiren öznenin, yani devrimci işçi sınıfının koruyabileceğini, aksi halde devrimden değil büyük bir yanılsamadan söz edilebileceğini dile getirdik.
Chavezci hareketin yeni başkan adayı Nicolas Maduro
Bugün artık Chavez yok. Onun ölümü nedeniyle Venezuela 14 Nisanda bir kez daha devlet başkanlığı seçimlerine gidecek. Chavez’in tam desteğini almış bir başkan yardımcısı olarak bir süredir başkanlığa vekalet eden Nicolas Maduro, bu seçime Chavezci hareketin adayı olarak katılacak. Rakibi ise, Ekim ayında yapılan başkanlık seçimlerine ulusal ve uluslararası sermayenin temsilcisi olarak katılan Henrique Capriles Radonski olacak. Chavez’in putlaştırılmasında büyük bir rol oynayan reformistler, belki Nisan ayında yapılacak başkanlık seçimlerinde Bolivarcı yönetimin adayının muhtemel galibiyetiyle bir süre daha kitleleri kandırıp oyalayabilirler. Ama bu politikanın sürdürülmesi bilinmelidir ki, işçi sınıfına ve genelde emekçi kitlelere en büyük ihanet olacaktır. Venezuela devriminin önündeki engellerden biri de, kendini devrimci gösteren bu reformistlerdir. Sözlerimizi daha önce de vurguladığımız şu satırlarla sonlandıralım: “İşçi sınıfının davası, birtakım sosyal hizmetlerin parasız sağlanması, ama buna rağmen tüm nüfusun yoksullukta biçimsel eşitliğinin sağlanarak siyasal baskı altına alınması davası değildir. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya toplumu inşa etme özlemi, yani sosyalizm davası, insanların yoksulluğu değil, dünyanın tüm zenginliklerini gerçekten eşit bir şekilde paylaşması, maddi manevi her türlü insani ihtiyacın tam olarak karşılanması ve böylelikle insanın gerçekten özgürleşerek, onun bireysel ve toplumsal gelişiminin önündeki tüm engellerin kaldırılması davasıdır. Enternasyonalist komünistler, bu nedenle, Latin Amerika’nın olduğu kadar tüm dünyanın da Chavez’lere, Castro’lara vb. değil, Bolşevik devrimcilere ihtiyacı olduğunu savunuyorlar. Tüm dünya emekçileri, «solcu-halkçı programlar uygulayacak liderler»in dağıtacağı kırıntılara, sunacağı sus paylarına değil, sosyalizm davasını başarıya ulaştıracak proleter devrimlere ve bu devrimlerin başarısının temel koşulu olan devrimci Marksist bir dünya partisine ihtiyaç duyuyorlar. Kırıntı değil, tüm dünyayı istiyorlar!” (Oktay Baran, Latin Amerika Sosyalizme mi Gidiyor?, MT, Ocak 2006) n
23
Marksizmin Aydınl M
arx, Engels’le birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’nden sonra da tarihsel materyalizme ilişkin çalışmalarını derinleştirerek sürdürmüştür. Onun bu kapsamda öne çıkan ve büyük önem taşıyan çözümlemeleri, Engels’in deyişiyle, sadece iktisat için değil bütün toplum ve tarih bilimleri için devrim yaratan bir keşif niteliğindedir. İnsanların kendi varlıklarının toplumsal üretimi esnasında, kaçınılmaz olarak, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurduklarını vurgular Marx. Üretim ilişkileri diye nitelediğimiz bu ilişkiler, maddi üretici güçlerin belirli bir gelişme derecesine tekabül ederler. Marx’ın, Katkı’ya (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı) yazdığı 1859 tarihli Önsöz’de yer alan ünlü satırları tarihsel materyalizm anlayışını eşsiz biçimde açıklığa kavuşturur: “Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukukî ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. (…) “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yük-
24
sek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir (ve) burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.” Aslında Önsöz’ün yazımından yıllar önce, daha 1848 yılında Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’nun ilk bölümünde de tarihsel materyalizm anlayışı çarpıcı biçimde ifadesini bulmuştur: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı-karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.” Marksizmin ortaya koyduğu bu tarih anlayışı sayesinde, artık toplumsal tarihin analizini bilimsel bir temelde, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin belirlenmesi temelinde yürütmek mümkün hale gelmiştir. Büyük yankıları olan bu tarih anlayışı, yeni materyalist
lattığı Gerçekler /2 Elif Çağlı
dünya görüşünün teorik önkoşuludur. Bu sayede mantık yöntemi için de bilimsel bir hareket noktası elde edilmiştir. Engels, Hegel’in mantığından bilimsel yöntem için gerekli çekirdeği çıkarma ve böylece diyalektik yöntemi idealist örtülerinden arındırarak bilimsel niteliğe kavuşturma işini başarabilecek tek insanın Marx olduğunu belirtir. Marx’ın insanlık bilimine muazzam katkısı yalnızca tarihsel materyalizm anlayışından ibaret kalmamış, bu büyük deha aynı zamanda insanlık tarihini bilimsel temellerde kavramayı mümkün kılan yöntemi de geliştirmiştir.
İlerlemeler dönemi İnsanlık tarihinin kavranışında sağlanan bu büyük sıçrama momenti öncesinde, doğa bilimlerinde (fizik, kimya, biyoloji, astronomi, jeoloji) kaydedilen ilerlemeler süreci yer alır. Doğa bilimlerinin temelleri İskenderiye döneminde Antik Yunan’da atılmaya başlanmış ve bu temeller, Avrupa karanlık ortaçağını yaşarken bilimde ilerlemeler kaydeden Araplar tarafından daha da geliştirilmiştir. Ancak doğa bilimlerinin modern gelişimi, 15. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyıla ilerleyen süreçte pek çok alanda gerçekleştirilen muazzam keşif, icat ve bilgi üretimi neticesinde olmuştur. Doğa bilimlerinde sıçramalar kaydedilmesini sağlayan süreç ilerlerken, 19. yüzyılda tarih anlayışında da çığır açacak bir toplumsal değişim ve hareketlenme dönemi yaşanmıştır. Örnekse, 1831’de Fransa’da Lyon’da ilk işçi ayaklanması gerçekleşmiş, 1838’den 1842’ye doğru ise İngiltere’de ilk ulusal işçi hareketi olan Çartist hareket yükselmiştir. İşçi hareketindeki bu uyanışın yanı sıra, Avrupa’da büyük sanayideki gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfı hem nitelik hem nicelik bakımından bir hayli yol
almıştır. Bunun sonucunda, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi Avrupa’nın ileri ülkelerinde artık siyaset sahnesinde ete kemiğe bürünmüş bir belirginlikle yer almaya başlamıştır. Bu gelişmenin sonuçlarından biri de, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında çıkar birliği safsataları yayan eski anlayışların inandırıcılıklarını yitirmesi ve bilimsel bir tarih anlayışının biçimlenmeye başlamasıdır. Bu çağda hemen her alanda peş peşe yaşanan gelişmeler, geçmiş dönemlerin idealist tarih anlayışına darbe üstüne darbe indirmiştir. Aslında geçmiş tarihin bir sınıflar mücadelesi tarihi olduğu ortaya çıkmıştır. Böylece idealizm son sığınağı olan tarih anlayışından da kovulabilmiş ve tarihin materyalist tarzda kavranması mümkün hale gelmiştir. Benzer bir gelişme sosyalizm anlayışı alanında da kaydedilmiştir. Sosyalizmi bazı parlak düşünürlerin kafasından fırlamış bir ideal olarak değil, burjuvazi ile proletaryanın kaçınılmaz mücadelesinin zorunlu ürünü olarak kavrayabilmenin bilimsel temeli ortaya konmuştur. Bu bilimsel temelin atılması, onca yıldır önde gelen bazı burjuva iktisatçıların etrafında dolanıp durdukları artı-değer probleminin çözülmesi sayesindedir. Kapitalistlerin işçinin ödenmemiş emeğinin ürününe sahip çıkmaları, kapitalist üretim tarzının ve işçinin bu düzenden kaynaklanan sömürülmesinin temel biçimidir. Burjuva iktisatçıların iddialarının aksine, artı-değerin kaynağı işsiz nüfus ve piyasadaki kıyasıya rekabet nedeniyle kapitalistlerin işçi ücretlerini alabildiğine düşürmesi değildir. Kapitalistler işçinin işgücünü pazarda meta olarak sahip olduğu değerin üzerinde bir fiyatla satın aldıklarında bile, bu işgücünün yarattığı toplam ürün-değer içinde ödenmemiş emek vardır. O nedenle de kapitalistler işçilerin üretimi neticesinde, bu üretim için satın aldıkları işgücüne ödediklerinden
25
marksist tutum
daha fazla bir değer elde ederler. İşte bu artı-değer, son çözümlemede, varlıklı sınıfların elinde biriken ve durmadan büyüyen sermaye yığınının da kaynağıdır. Artı-değer probleminin bu şekilde çözülmesiyle, kapitalist üretimin sırrı ifşa olduğu gibi, sermaye birikiminin özü de açıklanmış olmaktadır. Engels, tarihsel materyalizmin ortaya konmasının yanı sıra, kapitalist üretimin gizeminin artı-değer aracılığıyla açıklanmasını da Marx’a borçlu olduğumuz gerçeğinin altını çizer. Marx sayesinde sosyalizm, ilerleyen yıllarda çeşitli ayrıntılarıyla üzerinde durulacak, çalışılacak bir bilim durumuna gelebilmiş ve işçi sınıfının mücadele pratiği sayesinde daha da geliştirilebilmiştir.
Yöntem sorunu Marx’ın kapitalist toplumun analizinde uyguladığı yöntem sorunu başlı başına büyük önem taşıyan bir konudur ve bu nedenle yıllar içinde çeşitli Marksist yazarlarca üzerinde durulmuştur. Fakat bu konuda başvurulması gereken en sağlıklı kaynak, bizzat Marksizmin kurucularının eserlerinde yer alan değinmelerdir. Bu bağlamda ilk önemli örnek, Marx’ın, Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi” kitabını eleştirdiği Felsefenin Sefaleti adlı çalışmasıdır. Marx’ın bu kitabına yazdığı 1884 tarihli önsözde Engels, bu eserin 1846-47 kışında, Marx yeni tarih ve ekonomi görüşünün esas özelliklerini duruluğa kavuşturduğu zaman meydana getirildiğini belirtir. Marx bu önemli çalışması içinde, bilimsel temellerden uzaklaşan ve yavanlaşan burjuva iktisadın yöntemini eleştirir. Bu yöntemin metafizikten ibaret olduğunu Proudhon örneğini ele alarak gözler önüne serer. Genelde iktisatçılar burjuva üretim ilişkilerini, işbölümünü, krediyi, parayı vb. sabit ve değişmez, ölümsüz kategoriler olarak açıklamaya çalışmışlardır. Oysa ekonomik kategoriler birer soyutlama ürünüdür, toplumsal üretim ilişkilerinin teorik ifadeleridirler. Asıl önemli olan binbir çelişki ve karşılıklı etkileşim içinde yaşayan canlı gerçeklerdir. Proudhon bu ilişkileri katı ilkeler, kategoriler ve soyut düşünceler olarak ele almış ve bunları kendince bir düzene koyarak sözde bilimsel bir iktisat çalışması olarak sunmuştur. Böylece Hegel’in din, hukuk vs. için yaptığını Proudhon iktisat için yapmaya çalışmıştır. Marx’ın deyişiyle, sentez olmak isterken bileşik bir hatadan ibaret kalan Proudhon, gerçeklere metafizik yöntemle yaklaşan burjuva iktisatçılara önemli bir örnektir. Burjuva iktisatçıların bilim dışı yaklaşımlarının aksine, tarih içinde ekonomik yaşamı hep aynı tarzda belirleyen katı, değişmez, soyut yasalar yoktur. Aslında, farklı tarihsel dönemlerin farklı üretim tarzları ve her birine özgü farklı ekonomik işleyiş yasaları mevcuttur. Gerçek yaşamdaki canlı ilişkiler kavranacak yerde, metafizik yöntemde “mutlak aklın” ürünü olduğu iddia edilen birtakım kategoriler icat edilir ve sonra da bunların
26
Nisan 2013 • sayı: 97
hayatı belirlemesi beklenir. Metafizikçiler gerçek olgulardan ne kadar uzaklaşırlarsa, şey’lerin o kadar özüne indikleri yanılsaması içindedirler. Böylece, bilimsel yöntemle bir ilgisi olmayan genellemeler yapar, yaşamı ve gelişmeyi açıklamayan mantık kategorileri icat ederler. Bilimsel yöntem ise gerçekliği canlı hareketi içinde kavramaya çalışır ve hareketin bizzat yaşamda var olan çelişkilerden kaynaklandığı bilgisine dayanır. Diyalektik materyalist düşünce, toplumsal olguları kavramların diyalektiğinin ürettiği anlamına gelecek her türlü bilim dışı yaklaşımla hesaplaşmıştır. Aslında kavram üretimi, gerçekliğin diyalektiğine, dış dünyanın kavranması çabasına tâbi olmalıdır. Marx’ın ortaya koyduğu diyalektik yöntem, Hegelci yöntemden yalnızca farklı olmayıp onun tamamen karşıtıdır. Hegel’e göre düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıdır; gerçek dünya düşüncenin yalnızca dışsal ve görüngüsel biçimidir. Oysa Marksist diyalektik, düşüncenin maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını açıklar. Kuşkusuz Hegel, diyalektiğin genel işleyiş biçimini ilk kez ortaya koyan büyük bir düşünürdür. Ama onun diyalektiği mistik bir kabuğa sarmalanmıştır ve baş aşağı durmaktadır. Diyalektiği ayakları üzerine oturtan ve böylece ona gereken bilimsel içeriği kazandıran Marx olmuştur. Bilimsel diyalektik her toplumsal biçimi de tarihin içindeki hareketliliğiyle kavrar ve bu yüzden toplumsal formların geçici niteliğini hesaba katar. Diyalektik düşünce değişmezliğe, durağanlığa izin vermez, eleştirici ve devrimcidir. Marksist diyalektik, düşüncenin maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını açıklar. Bilimsel diyalektik her toplumsal biçimi de tarihin içindeki hareketliliğiyle kavrar ve bu yüzden toplumsal formların geçici niteliğini hesaba katar. Diyalektik düşünce değişmezliğe, durağanlığa izin vermez, eleştirici ve devrimcidir. İnsanların üretim faaliyeti esnasında yalnızca üretim faktörleriyle değil, birbirleriyle de çok yönlü ilişkiler içine girdikleri açıktır. Ne var ki Proudhon gibiler bu üretim ilişkilerinin bizzat o insanlar tarafından üretildiğini anlamak istememişlerdir. Genelde burjuva iktisatçılar üretim ilişkilerini birtakım mantık kategorilerine, bu kategorilerin ifadesi olan kavramlara indirgeme çabası içinde olmuşlardır. Oysa üretim ilişkileri cansız bir mantık kategorisi değildir, yaşayan ve zamanla değişen toplumsal ilişkilerdir. Aslında insanlar yeni üretici güçler edinirlerken kendi üretim tarzlarını da değiştirirler ve bunu yaparlarken verili toplumsal ilişkilerini de değişikliğe uğratırlar. Marx’ın bu gerçekleri vurgularken değindiği üzere, elle işletilen değirmen size derebeyli toplumu verirken; buharla işleyen değirmen size sanayici kapitalistli toplumu verir.
sayı: 97 • Nisan 2013
Marx’ın gençlik dönemine ait olmasına karşın, Felsefenin Sefaleti tarihsel materyalizmin temellerinin inşa edildiği ve gerçekliğin kavranması için gereken bilimsel yöntem uygulamasının örneklendiği satırlarla yüklüdür. Tarihsel ve diyalektik materyalizm sayesinde, insan toplumlarının değişen üretim ve yaşam tarzlarının sırlarını ve toplumsal değişimin yasalarını öğreniriz. Şöyle ki, üretici güçlerin içinde devamlı bir gelişip büyüme hareketi, toplumsal ilişkilerde devamlı bir yıkılıp yok olma hareketi, düşüncelerde devamlı bir doğuş ve teşekkül hareketi mevcuttur ve değişmeyen tek şey ise bizzat hareketin kendisidir. İnsan toplulukları toplumsal ilişkilerini verili maddi üretkenlik düzeyine göre kurarlarken, bu toplumsal ilişkilerine denk düşen ilkeler, düşünceler ve kategoriler de üretirler. O nedenle bu ilke, düşünce ve kategoriler ölümsüz değildirler, ifadesi oldukları toplumsal ilişkiler gibi tarihsel açıdan geçici ve ölümlüdürler. Marx’ın çeşitli örnekler temelinde belirttiği gibi, şayet Hegel büyük bir diyalektik ustasıysa, Proudhon gibiler onun çok kötü birer kopyasıdırlar. Proudhon, Hegel’in diyalektiğini ekonomi politiğe uygulama adına onu kendi düzeyine düşürmüştür. Ekonomik kategorileri, tipik bir küçük-burjuvanın kavrayışında olduğu şekilde birbirinden kopuk “iyi” ve “kötü” yanlara indirgemiştir. Bunun doğal bir uzantısı olarak Proudhon ve onun gibilerin kapitalizm karşıtlığı da, bu düzenin yalnızca bazı “kötü” yanlarının tasfiye edilmesi talebinden ibarettir. Kapitalizm yerinde duracak, ama örneğin tekellerin kötü yanını vergilerden oluşan iyi yan tedavi edecektir! Böylece geçmişte Proudhon ve günümüzde ise onun benzeri iktisatçılar, aslında kapitalizme radikal biçimde karşı çıkamayan ama biraz da ondan şikâyet eden kendi ruh hallerini sergilemiş olmaktadırlar. Gerçek şudur ki, çelişik iki yan aynı bütünlük içinde var olurlar ve zaten diyalektik hareketi meydana getiren de bu durumdur. O nedenle, kötü yanı tasfiye ederek bir bütünlüğü korumak mümkün değildir. Aslında bir sentezin çelişik yönlerinden birini ortadan kaldırmak demek, diyalektik hareketi kısadevreye uğratmak demektir, dolayısıyla bütünlüğü parçalamak anlamına gelir. Örneğin, kapitalist zenginliğin üretildiği ilişkiler içinde aynı zamanda derinleşen bir yoksulluk da üretilir. Kapitalizm aynı
marksist tutum
bütünlüğün içinde bir uçta giderek semiren bir burjuvazi yaratırken, diğer uçta ise sömürülen ve baskı altına alınan fakat aynı zamanda da büyüyen bir işçi sınıfı yaratır. Sonuç olarak, günümüzde kimi burjuva ideologların da ileri sürdükleri gibi, kapitalizmin kötücül sonuçlarını ortadan kaldırarak “iyi” bir burjuvazi, “iyi” bir kapitalizm yaratmak düşüncesi yalnızca safsatadan ibarettir. Çelişkileri içinde yol alan kapitalizm ıslah edilemez, ancak bu çelişkilerin ürünlerinden biri olan büyüyen işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılabilir. Burjuva iktisatçıların metafizik yöntemi kapitalizmi ebedi bir üretim tarzı kabul eder. Sözde bir iktisat bilimi, birtakım değişmez kategorilerin, ideolojik tarih yazımının üzerine oturtulur. Burjuva iktisatçılar bunu yapmakla, koskoca bir insanlık tarihini de iç etmektedirler. Çünkü toplumsal olgulara metafizik yaklaşım, tarihi, kuşaklar boyu onu üretip yaratan ve değiştiren insan toplumlarının tarihi olmaktan da çıkartır. Böylece tarih, üniversitelerde kürsü sahibi “bilimci”lerin “yüksek” akıllarının ürünü olan bir tarih yazımına, birtakım doktrinlere indirgenir. Oysa bilim insanlığın tarihi hareketinin ürünüdür. Bilim, ancak kendisini doğuran tarihî hareketle bilinçli olarak birleştiği ölçüde doktriner olmaktan çıkabilir ve devrimci nitelik kazanabilir. Hatırlanacak olursa, 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren doğa bilimleri alanında büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Tarih ve felsefeye yanlış yaklaşım devam etse bile, bu ilerlemelerin bir sonucu olarak hiç değilse doğa bilimleri alanında bilimsel bir araştırma yöntemi uygulanmaya başlanmıştır. Bu yöntem, bir bütünlüğün tekil parçalarına bölünmesi, çeşitli doğal süreç ve nesnelerin belirli sınıflara ayrılması, organik cisimlerin içyapılarının anatomik yönlerinin çeşitliliği içinde irdelenmesi gibi unsurları içerir. Fakat Engels’in AntiDühring’te belirttiği gibi, bu yöntemin de aksak yönleri vardır. Günümüzde bile akademik kuruluşlara egemen olan bu parçacı araştırma yöntemi, doğal nesne ve süreçleri bütünlükleri içindeki genel bağıntılarından kopartılmış, somut yaşamdaki hareketliliklerinden soyutlanmış, tek başlarına ve durağan ögeler olarak ele alma ve öylece kavrama alışkanlığına yol açmıştır. Diğer yandan, bu yaklaşım Bacon ve Locke gibi ünlü felsefeciler tarafından doğa bilimleri alanından felsefe alanına taşınmış ve düşünce dünyasına egemen olan “akılcı” bir darkafalılığı, metafizik düşünce biçimini yerleştirmiştir.
27
marksist tutum
Bir metafizikçi, yaşamın ve olguların içinde var olan çelişkiyi kavramaktan kaçınır. Onun için yaşamın canlı, hareketli ve değişken akışının dışında kendi fanusu içinde yarattığı bir “akılcılık”, bir “kesinlik” gereklidir. O yüzden metafizikçi için bir şey ya vardır ya da yoktur, bir şey aynı zamanda hem kendisi hem de bir başkası olamaz. Metafizik yaklaşımda olumlu ile olumsuz yönler birbirlerini mutlak olarak dışlarlar, neden ve sonuç kaskatı bir biçimde birbirlerine karşı gelirler. Fakat buna rağmen bu düşünce biçimi ilk bakışta insanlara çok da mantıklı görünür, çünkü bu düşünce biçimi yıllardır hükmünü sürdüren bir sağduyu gibi topluma nüfuz etmiştir. Oysa yaşam, nesneler, olgular ve süreçler dikkatle incelendiğinde, olumlu ve olumsuz gibi görünen karşıt kutupların çelişkileri içinde bir bütünlük oluşturdukları, keza neden ve sonucun sürekli yer değiştirebildiği kavranacaktır. Diyalektik yöntem bu bilimsel kavrayış üzerinde yükselir ve nesneleri, süreçleri içerdikleri karşıtlıkların zincirleme hareketliliği, doğuşları ve sona erişleri temelinde ele alıp kavrar. Açıktır ki, ele alınan nesne, olgu ve süreçlere yaklaşımı taban tabana zıt olan metafizik ve diyalektik yöntemin o nesne, olgu ve süreçleri kavrayışı ve buradan türeyen kavram anlayışı da tamamen farklı olacaktır. Diyalektik yöntem, gerçekliğe daha da yaklaşma çabası ve kapasitesiyle bilimsel kuşku temelinden hareket eder. Her şeyin değişebileceği bilinciyle görece açıklama ve kavramlar ortaya koyar. Metafizik yöntem ise, gerçeklikten büsbütün uzaklaşan bir “kesin bilme” eğilimi içinde dondurulmuş açıklama ve kavramlar icat eder. Engels’in Anti-Dühring’te eleştirdiği profesör Dühring’in yaklaşımlarında çarpıcı biçimde somutlanan metafizik yöntem, bir nesnenin özelliklerini bizzat nesnenin bilimsel tarzda incelenmesinden hareketle kavramaya yanaşmaz. Bunun yerine, sözde incelemeye tâbi tutulan nesnenin özelliklerini, onun oturtulduğu kategoriler ve kavramlar grubundan tümdengelim yoluyla çıkarsamaya çalışır. Bu kaşarlanmış ve bilim adına üniversite kürsülerine yerleşmiş yöntemde ideolojiyi belirleyen yaşam değildir, yaşamı belirleyen ideolojidir. O nedenle ideolojik yöntem olarak da adlandırılan bu yöntemde kavram nesneyi değil, sanki nesne kavramı kendine örnek almalıdır!
Diyalektik yöntem Her alanda doğru bir kavrayışa ulaşabilmek için gerçekten de birincil derecede önemli olan sorun yöntem sorunudur. O nedenle, burjuva iktisadın eleştirisi kapsamında çalışmalarını yoğunlaştıran Marx’ın öncelikle üzerinde durduğu konu da yöntem sorunu olmuştur. Nitekim onun 1857 yılında kaleme aldığı ve sağlığında yayınlanmayan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş adlı yazısının bir bölümü tamamen bu soruna ayrılmıştır. Marx’ın bu çalışmalar bağlamında açıklığa kavuşturduğu üzere, burjuva iktisadın sosyal ilişkileri ve sistemleri inceleme yöntemi
28
Nisan 2013 • sayı: 97
hatalıdır. Bu hatalı yöntemde, örneğin bir ülkenin ekonomi politiği gibi bir gerçekliğin incelenmesine onun somut görünümlerinden biriyle (örneğin nüfus olgusu) başlanır ve buradan hareketle sonuca varmanın doğru olduğu sanılır. Böylece gerçekliğin derinlerine nüfuz ederek sırlarını çözmek yerine, onun ancak kaos halindeki bir görüntüsü elde edilmiş olunur. Çünkü diyelim nüfus olgusu, onu oluşturan sınıflar hesaba katılmadığında gerçek durumu ve toplumsal ilişkileri yansıtmayan statik bir kavramdan ibarettir. Bilimsel bir analiz yürütürken, incelenmek istenen gerçek olgunun başlangıçta zihinde her an yaklaşık bir tasavvuru hazır tutulmalıdır. Bu anlamda gerçekliğin ta kendisi olan somut, yaklaşık olarak kavranmış bir şekilde de olsa aslında başlangıç noktasıdır. Ne var ki insan düşüncesi, daha önce belirli düzeyde kavranmış olan bu somuta da ancak belirli soyutlamalar yoluyla varabilmiştir. O nedenle somut, düşünce sürecinin hareket noktası olarak değil de sonucu olarak, neticede ulaşılan bir sentez olarak görünür. Oysa doğru yöntem, somuttan soyuta ve soyuttan somuta ilerleyerek gerçekliği kavramaya çalışan bilimsel düşünce sürecinin bütünlüğünü içerir. İnceleme süreci, önce somut gerçeklikten alınan ayrıntıların (soyutlamaların) incelenmesiyle ilerler. Sonra bu soyutlamalar neticesinde kavranan detayların birleştirilmesiyle, somut gerçekliğe bir üst düzeyde kavranmış şekilde varılır. Ancak bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, öncelikle somut ve soyut kavramları hakkında doğru bir anlayışa sahip olmak gerekir. Türkçede yanlış bir kavrayıştan hareketle zihinlere yerleştirilenin tam tersine, soyut kavramı aslında çok katmanlı bir bütünlükten soyularak elde edilmiş bir tabaka, bir parça anlamına gelir. Somut kavramı ise, bir noktada birikmiş katmanların tümünü, bütünlüğü anlatır. Marx’ın deyişiyle, somut çok sayıda belirlemelerin sentezi olduğu için, bu yüzden de çeşitli ögelerin birliğini temsil ettiği için somuttur. İşte, düşüncenin dışında var olan dış dünya yani somut aslında gerçek hareket noktasıdır. Bilimsel bir analiz yürütürken, incelenmek istenen gerçek olgunun başlangıçta zihinde her an yaklaşık bir tasavvuru hazır tutulmalıdır. Bu anlamda gerçekliğin ta kendisi olan somut, yaklaşık olarak kavranmış bir şekilde de olsa aslında başlangıç noktasıdır. Ne var ki insan düşüncesi, daha önce belirli düzeyde kavranmış olan bu somuta da ancak belirli soyutlamalar yoluyla varabilmiştir. O nedenle somut, düşünce sürecinin hareket noktası olarak değil de sonucu olarak, neticede ulaşılan bir sentez olarak görünür. Marx’ın açıklığa kavuşturduğu bilimsel yöntemde, tasavvurdaki somut bir olgudan (örneğin sermaye) ayırt edilen soyutlamalar yoluyla (örneğin para ve metaın ayrı ayrı tahlili) ilerlenir. Böylece o somut (örneği-
sayı: 97 • Nisan 2013
mizde sermaye), düşüncede gerçekliğe daha yakın biçimde bir üst basamakta yeniden üretilir. Daha basitten daha karmaşığa yükselen bu düşünce sürecinin seyri, bu ölçüde gerçek tarihsel sürece tekabül eder. Metafizik yöntem gerçekliğin bütünlüğünü yetersiz ve soyut bir belirlemeye indirgerken, diyalektik yöntem soyutlamaları daha üst düzeyde kavranmış gerçekliğe yani somuta varabilmek için bir düşünce yöntemi olarak kullanır. Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi (bkz. E. Çağlı, Diyalektik Materyalizm Üzerine), diyalektik yöntem, tümdengelim (bütünden parçaya, genelden özele, somuttan soyuta) ve tümevarım (parçadan bütüne, özelden genele, soyuttan somuta) süreçlerini bütünsel bir inceleme, muhakeme ve sonuçlandırma sürecinin bileşenleri olarak kullanır. Tümdengelim sürecinde bütünden parçalar ayrıştırılır, bir başka deyişle somutun genelinden bazı özel yönler çekilip çıkartılır, soyutlanır. Böylece incelemeye tâbi tutulan varlık ya da olgu analiz edilir, parçalar hakkında tek tek ayrıntılı bilgi toplanır. Bu sayede bütünün parçaları hakkında, önceki evreye oranla çok daha fazla detaylı bilgi elde edilir. Fakat şimdi de parçalara ilişkin bu bilgileri bir araya getirmemiz, yani bütünleştirmemiz gerekir. İşte bu tümevarım sürecidir ve düşüncemiz bu kez soyuttan somuta ilerler. Bilimsel inceleme ve bilimsel sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı, analizin sentezle, tümdengelim yönteminin tümevarım yöntemiyle birleştirilmesidir ve zaten diyalektik yöntemin özü de budur. Diyalektik yöntemin açıklığa kavuşturduğu üzere, doğada ya da sosyal yaşamda daha alt bir biçimi ancak daha yüksek biçimi kavradığımızda daha derinlemesine anlayabiliriz. Konuya anatomiden bir örnek vermek gerekirse, evrim halkalarında daha alt basamaklarda yer alan maymunun anatomisini anlamak, ancak insanın anatomisini anlamak sayesinde mümkün olabilmiştir. Genelde ifade edecek olursak, bir türün daha alt evrim basamaklarında aslında daha yüksek biçimleri müjdeleyen işaretleri, ancak o yüksek biçimi tanıdıktan sonra kavrayabiliriz. Benzer şekilde, burjuva toplumu da insanlık tarihinin ilerleyişi içinde üretimin en gelişmiş ve en çok çeşitlilik arz eden örgütlenme biçimi olmuştur. O nedenle, burjuva toplumda egemen olan ilişkileri kavramamız, ondan önce gelen eski toplum biçimlerinin yapıları ve üretim ilişkileri hakkında bilimsel bir fikir edinmemizi olanaklı kılmıştır. Örnekse, kapitalist ekonominin sırlarının çözülmesi bize antikçağdaki iktisadi düzenin kavranabilmesi için bazı ipuçları vermiştir. Diyelim kapitalist toprak rantını bilmeden, Osmanlı’da köylülerden toprak ürünleri için alınan vergiyi (aşar) anlamak pek mümkün değildir. Kuşkusuz bunlar farklı tarihsel dönemlere ya da düzenlere ait farklı kategorilerdir. Ama gelişmiş ve kıyafet değiştirmiş olan yüksek formda eskinin izlerini bulabilir ve karşılaştırmalı yöntem sayesinde tarihsel gelişmenin nasıl seyrettiğini anlayabiliriz.
marksist tutum
Marx’ın ölümüyle birlikte Kapital ciltlerinin baskıya yönelik yazımının tamamlanması işi Marx’ın sadık yoldaşı Engels’e kalır. Engels’in kendi ölümüne dek bu temelde yürüttüğü zahmetli çalışma, komünist yoldaşlık ilişkisinin en yüce örneklerinden biridir. Ve o nedenle de, bu eşsiz yoldaşlık örneği komünist mücadele tarihinde daima hak ettiği yeri alacaktır.
Yukarda sıralananlardan, yönteme dair bir başka önemli husus da açıklığa kavuşur. Farklı toplumsal düzenlerin özelliklerini kavrayabilmek için, ilkel biçimlerden yüksek biçimlere ilerleyen bir tarihsel sıralanış temelinde inceleme yapmak doğru bir yöntem değildir. Marx bu hususu toprak mülkiyetinden hareketle çarpıcı şekilde örnekler. Şöyle ki, toprak mülkiyetinin egemen olduğu bütün toplum biçimlerinde doğa ile ilişki çok önemlidir ve bir önceliğe sahiptir. Sermayenin egemen olduğu toplumlarda ise üstün olan, tarihsel bir seyir içinde yaratılan toplumsal ögedir. Daha önceki toplumsal düzenlerde kilit sorun toprak mülkiyeti olduğu halde, burjuva toplumunda kilit sorun sermayedir ve sermaye burjuva toplumunun her şeye tahakküm eden iktisadi gücüdür. İktisadi kategorileri incelerken, önce gelişkin olandan işe başlamak ve sonra daha önceki halkaları incelemek ve nihayetinde de bunlar arasındaki karşılıklı ilişkileri kavramaya çalışmak doğru yöntemdir. O halde işe sermayeyi kavrama çabasıyla başlamak gerekir. Marx’ın vurguladığı gibi, sermayenin ne olduğunu bilmeden toprak rantını anlamak mümkün değildir, ama toprak rantı olmadan da sermaye anlaşılabi-
29
marksist tutum
lir.
Toplumsal düzenlerde daha yüksek bir basamaktan önce gelen basamaklar, sanki bunlar yüksek basamağın gelişimine ilerleyen aşamalarmış gibi algılanır. Düşünce sürecinde yer alan bu değerlendirme, tarihsel gelişme olarak kabul edilen gerçekliği oluşturur. Fakat kendini derinden kavramak için eleştiri oklarını öncelikle kendine yöneltmeyen bir toplumsal düzen, daha önceki düzenleri de lâyıkıyla kavrayamaz. O nedenle Marx, burjuva ekonomi politiğinin ancak burjuva toplumunun özeleştirisine giriştiğinde, feodal, antik ve doğu toplumlarını anlayabildiğini belirtir. Örneğin eski Romalılarda da sanayi vardır ama kapitalizmde olduğu gibi egemen, bir başka deyişle emeğin sömürüsünün temel biçimi değildir, tersine antik toplumda sanayi tamamen tarıma bağlıdır. Keza sermayeyi salt para biçiminde algılamaz ve genel anlamıyla düşünürsek, Ortaçağda feodal dönemde de bir biçimde sermaye vardır. Ama bu sermaye, geleneksel mesleklerin alet edevatı biçimindedir ve de toprak mülkiyetine bağımlı nitelik taşır. Oysa burjuva toplumunda işler tamamen tersine döner. Tarım giderek sanayinin basit bir kolu haline gelir ve tamamen sermayenin egemenliği altına girer. Marx, ilerleyen yıllar içinde kaleme aldığı çalışmalarıyla yöntem sorununa daha da açıklık getirecek ve bu konudaki bilimsel kavrayışı geliştirecektir. Bu bağlamda Katkı’da yöntem sorununda yer alan açılımlar büyük önem taşır. Nitekim Engels de bu önemli esere yazdığı iki bölümlük tanıtım yazısında (Ağustos 1859) yöntem sorununa değinir. Esasen bununla kastedilen, bilimin nasıl ele alınacağı sorunudur. Marx’ın el atıp aydınlatmaya başladığı döneme kadar, bilim adına aslında metafizik yöntem egemen olmuştur. Hegel diyalektiği de sakattır, çünkü salt fikirden hareket eden idealist bir öz taşımaktadır. Oysa bilim en inatçı gerçeklerden hareket etmek zorundadır. O nedenle Marx’ın yaptığı ilk iş, Hegel’in yöntemini kesin bir eleştiriye tâbi tutmak olmuştur. Bu sayede de Marx, tarihin materyalist tarzda kavranmasını mümkün kılan bilimsel yöntemi ortaya koyabilmiştir. Marx’ın devasa Kapital çözümlemelerine kaynak teşkil eden Grundrisse çalışmasının ne denli önemli olduğu bilinir. Bu çalışma, Marx’ın pek çok karmaşık sorunu aydınlatırken uyguladığı yöntem konusunda özel olarak açıklayıcı bölümler içermez. Ama Marx Grundrisse yazımı esnasında, özelde kapitalist toplumun genelde ise sınıflı toplumların sırlarını ve çelişkilerini açığa çıkartırken, bilimsel yöntemin ne olduğunu ve nasıl uygulanacağını fiilen gözler önüne sermiştir. Grundrisse’den Kapital’lere uzanan çalışmanın ilerleyişi içinde, Marx adeta bir burgu gibi her ulaştığı katmandan daha da derine inmeye çalışan analiz yöntemini uygulamalı biçimde göstermiştir. Grundrisse, çok yönlü gerçekliğin bilimsel soyutlamalar yoluyla analize tâbi tutulması ve neticede yeniden yaşayan somuta ulaşılarak onun üst düzeyde kavranması çabasının bizzat kendisini yansıtır. Kuşkusuz bu bilimsel ve zahmetli yol-
30
Nisan 2013 • sayı: 97
culuğa eşlik eden dil ve anlatım da haliyle biraz karışıktır. Fakat Marx’ın incelemelerini sonuçlandırdığı çalışmalarının sunulmaya başlandığı Kapital bölümlerinde ise, artık bilimsel yolculuğun araştırma faslı sona ermiş ve sıra sunuş faslına gelmiştir. O nedenle Marx, ulaşmış olduğu teorik açılımları Kapital yazımı safhasında daha rahat ve emin bir dille sıralayacaktır. Bu farklılık, aslında yöntem sorununu aydınlatan bir başka önemli noktaya da işaret eder. Marx, sunuş yönteminin biçim yönünden araştırma yönteminden farklı olması gerektiğini belirtir. Kapital birinci cildin Almanca ikinci baskısına Sonsöz’de dediği gibi, araştırma yöntemi işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağıntılarının esasını bulmalıdır. Araştırma safhasında, yüzeyde görünenlerle temelde yer alanlar arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaşmak esastır. Bu ilişkiler aşağı yukarı keşfedildikten sonra sunuşta ise artık ağırlık temele verilmelidir, temelin sırlarının ne olduğu ve yüzeyde görünenleri nasıl belirlediği üzerinde durulmalıdır. Örnekse Marx, Grundrisse çalışmaları boyunca önce yüzeyde görünen meta ve parayı çeşitli yönleriyle analizden geçirerek temelde yatana yani sermayeye inmiştir. Böylelikle Marx, gerek iktisadi kategorilerin soyut şekilde sınıflandırılmasına gerekse buradan türetilen kavramların tarih sırasıyla incelenmesine karşı olan kendi bilimsel yöntemini uygulama içinde örneklemiş olmaktadır. Grundrisse’den Kapital’lere uzanan muazzam çalışmaları boyunca Marx bir yandan yöntem sorunundaki kavrayışı geliştirirken, diğer yandan ekonomi politik konusundaki çalışma planını da değişikliğe uğratmıştır. Böylece, araştırma yöntemi ile sunum yöntemi arasındaki farklılığı da bizzat örneklemiştir. Araştırma safhasında Marx’ın taslak notları defterleri doldurup taşar ve Grundrisse’deki çalışma planı da bu safhaya göre biçimlenir. Sıra çözümlenen gerçeklerin sunumuna geldiğinde ise, Kapital’lerin yazım planı değişir. Kapital ciltlerinin yazımı Marx tarafından, birincisi “Sermayenin Üretim Süreci”, ikincisi “Sermayenin Dolaşım Süreci”, üçüncüsü “Bir Bütün Olarak Sermaye” olmak üzere, artık temeli yansıtacak şekilde kaleme alınır. Bu uygulama sayesinde araştırma safhasıyla sunum safhası arasındaki farklılık da fiili biçimde ortaya çıkmış olur. Fakat ne yazık ki, daha bu muazzam çalışmaların baskıya yönelik yazımları sona ermeden Marx ölür ve Kapital ciltlerinin baskıya yönelik yazımının tamamlanması işi Marx’ın sadık yoldaşı Engels’e kalır. Engels’in kendi ölümüne dek bu temelde yürüttüğü zahmetli çalışma, komünist yoldaşlık ilişkisinin en yüce örneklerinden biridir. Ve o nedenle de, bu eşsiz yoldaşlık örneği komünist mücadele tarihinde daima hak ettiği yeri alacaktır. (devam edecek) www.marksist.com sitesinden alınmıştır
Asırlık Utanç: Ermeni Kırımı Kerem Dağlı
N
isan ayı baharın gelmesiyle, ağaçların çiçeklenmesiyle, güzel ve olumlu şeylerle eşanlamlıdır. Ama bu topraklarda yaşamış kadim halklardan biri için her yılın Nisan ayı, yaklaşık bir asırdan beri, korkunç ve unutulmaz acıların, büyük bir felâketin hatırlanması anlamına geliyor. Dünyanın dört bir tarafına yayılmış milyonlarca insan, dedelerinin, ninelerinin yaşadığı büyük acıları tekrar duyuyorlar yüreklerinin derinliklerinde. Boğazları düğümleniyor, öfkeyle karışık bir çaresizlik kaplıyor kalplerini ve “neden” diye soruyorlar, “neden yaşamak zorunda kaldık bu acıları?”. Ermeni halkı, her yılın 24 Nisan gününde, binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan uzakta, içleri acıyla dolu bir şekilde anıyor “Mec Egern” yani “Büyük Felâket” gününü. En çok da kendilerine yapılan bu büyük zulmün inkâr edilmesi koyuyor onlara. Binlerce belge, bilgi ve apaçık tanıklıklar ortadayken ve bu kırımı yapan egemenlerin mirasçıları olan bugünkü Türkiye devletinin yöneticileri gerçeği biliyorken, yapılan bu inkârı anlamıyorlar. “Ermenilere yapılanların soykırım olduğunu kabul edersek bizden tazminat ve toprak isterler” denilerek sürdü-
rülen inkâr politikası, Ermeni halkının içindeki acının ve öfkenin daha da büyümesine yol açıyor. 900 yıldan fazla bir süredir Türklerle birarada yaşadıkları bu topraklarda uğradıkları ihaneti ve gaddarlığı içlerine sindiremiyorlar. Bu yüzden de Türkiye topraklarında yaşayan ve duyarlı olan herkes, Nisan ayı geldiğinde bir yandan geçmişte yaşananların sorumluluğunu yüreğinde duyumsuyor, diğer yandan da bir halkın acısının emperyalist ve kapitalist güçler tarafından nasıl da çıkar hesaplarının konusu haline getirildiğini görüyorlar. Halklar kendi haline bırakılsa pekâlâ sarılabilecek bu yara, çıkarlarını halkların esenliğinin ve kardeşleşmesinin üzerinde görenlerce adeta bilinçli olarak açık tutuluyor, kanatılıyor. Fırsat verilmiyor Türk ve Ermeni halklarının kucaklaşmasına, helalleşmesine. Emperyalist güçlerin kirli ellerinin her daim işin içinde olduğu bu sorunun tarafları olan diaspora burjuvazisi ve Ermenistan devleti ile TC arasında onyıllardır adeta bir köşe kapmaca oyunu oynanıyor. TC devleti Ermeni halkına yönelik soykırımı inkâr ederek, ölen insanların sayılarını az göstermeye çalışarak, Ermenileri suçlu gösteren yalanları yüzü kızarmadan ortaya atarak, sürekli bu büyük
31
marksist tutum
tarihsel utançtan kaçmaya çalışıyor. Bu inkârı sürdürebilmek için de en başta kendi halkını kandırmak zorunda kalıyor. Ders kitaplarında Ermenilerin Osmanlı’yı nasıl arkadan hançerlediği, durduk yere isyan ettiği, Ermeni çetelerin Müslüman halkı nasıl da vahşice katlettiği yalanları anlatılıyor. Ermeni halkının öfkesi de, bu inkâr ve ikiyüzlü yalan politikasının sonucu giderek daha fazla bileniyor. 191517 yılları arasında gerçekleştirilen soykırımın ürünü olan Ermeni diasporası, en azından soykırımın kabul edilmesi için onyıllardır çeşitli devletler nezdinde ve uluslararası alanda faaliyet yürütüyor. Diaspora burjuvazisi bu sorunu Ermeni halkının varoluş meselesi haline getirmeye çalışıyor. Ermeni halkına yaşatılan felâketin soykırım olarak tanınmasından elde etmeyi umdukları kazançların hesaplarını yapıyor. Emperyalist güçler de bu meseleyi Türkiye’ye ve Ermenilere karşı koz olarak kullanabilmenin keyfini sürüyorlar.
“Büyük Felâket”in sonrasında ne oldu? Meselenin bugün geldiği noktayı anlayabilmek için 1915-17 yılları arasında yaşanan büyük felâketin sonrasına da bakmak gerekiyor. Bu yıllar arasında Ermeni halkının Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1,5 milyonluk nüfusunun üçte ikisi kırılmıştır. Ermeniler kelimenin tam anlamıyla Anadolu’dan kazınmışlardır. I. Dünya Savaşından Osmanlı’nın yenilgiyle çıkması ve soykırımı gerçekleştirenlere yönelik soruşturmalar başlatılması sonucu İtilaf devletlerinin girişimleriyle kırımdan kurtulabilmiş Ermenilerin bir kısmı (150 ilâ 300 bin arasında rakamlar verilmektedir) tekrar Türkiye’ye dönmüş ve özellikle de İstanbul’a yerleşmişlerdir. Ama gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında gerekse de cumhuriyet döneminde gayrimüslimlere yönelik ırkçı, baskıcı ve düşmanca tutumlar devam ettiği için kalanların büyük çoğunluğu da yurtdışına (özellikle
32
Nisan 2013 • sayı: 97
de ABD ve Fransa’ya) göç etmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla 60’lardan bu yana Türkiye’deki Ermeni nüfusu 60-80 bin civarında değişmektedir. Anadolu Ermenilerine yapılan bu kırım ve takipeden ırkçı-dışlayıcı-düşmanca tutumlar sonucu Ermeni halkı dünyanın dört bir yanına yayılmış ve diasporayı oluşturmuştur. Bugün Rusya’da 2 milyon, ABD’de 800 bin, Gürcistan’da 320 bin, Fransa’da 350 bin, Ukrayna’da 150 bin, Lübnan’da 110 bin, İran’da 100 bin, Suriye’de 80 bin, Arjantin’de 60 bin, Kanada’da 100 bin ve Avustralya’da 60 bin kişilik topluluklar bulunmaktadır. Yaklaşık 5-6 milyon Ermeninin diasporada yaşadığını söylemek mümkündür. Kuşkusuz diaspora nüfusunun hepsi 1915-17 yıllarından sonra oluşmuş değildir. Ermeniler 17. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’nın çeşitli kentlerinde ticaret diasporaları olarak görünmeye başlanmıştır. Ama asıl nüfus artışının soykırımdan sonra gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Ermeni halkı açısından, büyük bir kırıma uğratılarak bin yıllarca yaşadığı topraklardan sökülüp atılmak muazzam bir travmaya neden olmuştur. Bu kırımı Osmanlı’yı savaşa sürükleyen İttihatçı paşalar tezgâhlamış olsalar da, Osmanlı’nın mirasçısı olan TC’nin Ermenilere yönelik tutumu da bu İttihatçı çizginin devamıdır. Kırımı gerçekleştiren İttihatçı paşaların itiraf ettikleri gerçekleri Kemalist kadrolar ısrarla inkâr etmişlerdir. Yetmezmiş gibi Türk halkı içinde Ermeni düşmanlığının yerleştirilmesi için de her fırsat kullanılmıştır. Türk milliyetçiliğinin ırkçı ve paranoyak bir temel üzerine bina edilmesinde Ermeni düşmanlığının rolü büyüktür. Devleti idare eden kadrolar Ermenilere yapılan soykırımın bir gün başlarına belâ olacağını pekiyi bildiklerinden ve gerçekleri kabul ettiklerinde bunun ardından tazminat ve toprak talebinin geleceğine inandıklarından, büyük bir hezeyanla inkâr politikasını muhafaza etmişlerdir. TC egemenlerinde bu paranoyanın oluşmasında, I.
sayı: 97 • Nisan 2013
Dünya Savaşının hemen ardından yaşanan birkaç olayın da ciddi payı vardır. Birincisi, Ekim Devrimiyle birlikte savaştan çekilen Rus birliklerinin yerini alan Ermenilerle yaşanan çatışmalar; ikincisi, 1919’daki Paris “Barış” Konferansında Ermenilerin Doğu Anadolu’dan toprak talebinde bulunması; üçüncüsü, Sevr Antlaşmasının ardından Kafkaslar’da kurulmuş olan Ermenistan Cumhuriyeti ile sınır anlaşmazlığı üzerine yaşanan çatışmalar ve dördüncüsü ise II. Dünya Savaşından büyük bir prestijle çıkan Sovyetler Birliği’nin Ermenistan adına Doğu Anadolu’dan toprak talebinde bulunması ve buna paralel olarak ABD’deki diaspora burjuvazisinin de yeni kurulmakta olan BM’den “işgal edilmiş Ermeni topraklarının geri verilmesi”ni talep etmesidir. Diaspora burjuvazisi, dünyaya dağılmış durumdaki Ermenilerin Sovyetler Birliği’ne bağlı Ermenistan’a gelip yerleşmeleri yönünde de bir kampanya başlatmıştır. Amaç Türkiye’den toprak alındığı takdirde insanların buraya yerleştirilebilmesidir. Koca bir imparatorluğu kaybetmiş olmanın travması içindeki Türk egemenleri açısından, cumhuriyetin ilk dönemlerinde yaşanan bu ve benzeri gelişmeler (Kürt sorunu, Musul ve Hatay meseleleri vb.) paranoyak ruh halini iyice pekiştiren bir etki yaratmıştır. Özellikle son verdiğimiz örnekte SSCB’nin 1925’ten beri yürürlükte olan “Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nı yenilememesi ve toprak talebiyle birlikte Boğazların kontrolü üzerinde hak talep etmesi, TC’nin apar topar NATO’ya girmeye çalışmasında ve içerdeki gayrimüslim azınlık ile komünistlere ağır baskılar uygulamasında önemli bir faktördür. Gelişen Soğuk Savaş koşulları da bu politikaların pekişmesine zemin hazırlamıştır. Gerek Ermeni halkının yaşadığı acılarda gerekse de sonraki yıllarda uğradığı haksızlıklarda Batılı emperyalist güçlerin büyük rolü olduğunu da eklemek gerekir. İttihatçıların planlarından başından beri haberdar olan İtilaf devletleri Ermeni halkına yapılan soykırım karşısında sessiz kalırken, Alman emperyalizmi soykırım planlarının hazırlanmasında ve uygulanmasında İttihatçılarla işbirliği içinde olmuştur. İtilaf devletleri (özellikle de Çarlık Rusya’sı) sürekli olarak Ermenileri Osmanlı’ya karşı kullanmak yönünde hareket etmişlerdir. Kırım yaşanıp bit-
marksist tutum
tikten, I. ve II. Emperyalist Savaşlar sona erdikten sonra da Batılı güçler Türkiye’ye yönelik hiçbir yaptırımda bulunmamışlar ve hatta Ermenilerin uluslararası alandaki çabalarına da kulak asmamışlardır. Örneğin Lozan görüşmeleri esnasında Türk heyeti en çetin mücadelelerden birini soykırım suçlularının cezalandırılmasını engellemek ve Ermenilerin geri dönüşünün önünü kesmek alanında vermiştir. Büyük bir çoğunluğu İttihatçı gelenekten ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelen Kemalist kadroların kendileri de bizzat Ermeni kırımında aktif görev almış kişiler olduklarından, işin bu yanı büyük önem taşıyordu. Neticede Lozan’da 1 Ağustos 1914 ile 1922 yılları arasındaki bütün suçlar af kapsamına alınmış ve Türkiye’ye dönmek isteyen Ermenilerin önünü kesecek bir dizi kanunun çıkartılmasına da göz yumulmuştur. Kuşkusuz af kapsamına alınanlar sadece yönetici kadrolar değildi. Katliama ortak olanlar, Ermenilerin mallarını gasp ve talan edenler, kadınlarına, çocuklarına ve kızlarına el koyanlar ve Ermenilerin zenginlikleri sayesinde ilk sermaye birikimlerini gerçekleştiren ticaret burjuvazisi gibi, çeşitli halk kesimleri de bu felâketin üzerinin örtülmesinden yanaydı. Bu sayede önce Ermenilere yapılanların sonra da Ermenilerin unutulması yönünde toplumsal bir “uzlaşma” sağlanacaktı. Böylece Anadolu’nun kadim halklarından biri anayurdundan sürülmüş ve köklerinden koparılmıştır. Diaspora yani “kopuntu” olarak yaşayanların göğüs germek zorunda kaldıkları maddi ve manevi zorluklar bir tarafa, Türkiye’de kalan Ermeni topluluğuna dayatılan rol de ayrıca bilinmelidir. Türk milliyetçiliğinin ırkçı özünün bir yansıması olarak “Türk Ermenileri” diye adlandırılan Ermeni cemaati, dünyaya ve Ermeni diasporasına karşı öz katillerini savunmak zorunda bırakılmışlardır. Diasporanın uluslararası alandaki her girişimine önce “Türk Ermenileri” cevap vermeye zorlanmış ve benlikleri kendilerini inkâr derecesinde teslim alınmaya çalışılmıştır. Sürekli korku ve çaresizlik içinde yaşayan bu bir avuç insanın durumunu tarif etmek zordur. Belki bir örnek daha açıklayıcı olacaktır. 30’lu yıllarda bir Ermeni yazarın “Musa Dağında Kırk Gün” adlı romanı (1915’teki kırıma karşı dağa çıkıp direnen Ermenilerin mücadelesini anlatıyordu) Avrupa’da “best seller” olup da ardından ABD’de kitabın sinemaya uyarlanması gündeme gelince TC için alarm zilleri çalmaya başlamış ve Ermeni cemaati önce girişimleri kınamaya, sonra da İstiklal Marşı eşliğinde kitabı yakmaya zorlanmıştır. Aslında meseleye derinlemesine bakıldığında soykırımın sonucunun sadece Ermeni nüfusunun büyük bir çoğunluğunun katledilmesinden ibaret olmadığı da görülecektir. Kökenleri Friglere kadar dayanan Ermeniler, yer-
33
marksist tutum
leşik
bir
halk
olarak Anadolu ticaretinde ve zanaatında önemli bir yer tutuyorlardı. Osmanlı toplumunun kültürel açıdan gelişkin kesimlerinden biriydiler ve diğer gayrimüslim topluluklarla birlikte ele alındıklarında zenginliğin kayda değer bir kısmını ellerinde tutuyorlardı. Ermenilerin Anadolu topraklarından kazınması, ceberut devlet geleneğinin cumhuriyet Türkiye’sinde de devam etmesinde ve “sivil toplum”un bir türlü gelişememesinde önemli bir etkendir. Ermeni kırımına nüfusça daha kalabalık olan Rumların da mübadele yoluyla sürülmesi eklendiğinde bu etken iyice kuvvetlenecektir. İttihatçıların Anadolu’yu gayrimüslimlerden temizlemek suretiyle Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak ve böylece devleti kurtarmak planı, işte bu şekilde, Anadolu topraklarının yerli halklarından olan Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin ve daha nicelerinin katledilmesi, sürülmesi ve asimile edilmesiyle sonuçlanmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinin de devralarak geliştirdiği ve Kürtlere uyguladığı bu politika, “Türk tipi demokrasi” denilen güdüklüğün, kültürel alanda yaşanan kuraklığın ve ekonomik alandaki çarpıklığın sebeplerindendir.
100. yıl sendromu Lozan’dan sonra uluslararası arenada büyük ölçüde unutulmaya başlanan Ermeni soykırımı, 1973 yılında ASALA’nın ilk eylemini gerçekleştirmesiyle birlikte tekrar dünya kamuoyunun gündemine oturmuştur. 1985’e kadar devam eden eylemleriyle ASALA konunun gündemde kalmasını sağlamış ve en önemlisi de Ermeni meselesinde Batılı ülkelerin desteğini kazanmıştır. ASALA dönemini, Ermeni diasporasının etkili olduğu ülke parlamentolarında, genellikle de Nisan aylarında, “Ermeni soykırımının tanınması” ile ilgili yasal düzenlemelerin geçmeye başladığı bir dönem izlemiştir. SSCB’nin dağılmasının ardından 1990’da Ermenistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte Ermeni diasporasının eli daha da güçlenmiştir. Çünkü artık Türkiye’nin karşısında yersiz yurtsuz topluluklar değil bir devlet vardır.
34
Nisan 2013 • sayı: 97
Gelinen noktada bugün 21 ülke parlamentosu, BM Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, Dünya Kiliseler Konseyi gibi uluslararası kuruluşlar, ABD’nin 50 eyaletinden 41’i Ermeni soykırımının varlığını kabul etmiştir. Soykırımı kabul etmediğini beyan eden ülke sayısı ise Türkiye dâhil sadece 6’dır (Azerbaycan, İngiltere, İsrail, Bulgaristan, Danimarka) ve bunların da siyasi nedenlerle bu tezleri kabul etmedikleri açıktır. Denilebilir ki, dünya 1915-17 yılları arasında Ermeni halkına karşı büyük bir soykırım yapıldığında hemfikirdir. Peki, tüm bu yıllar boyunca Türkiye ne yapmıştır? Türkiye’nin pozisyonunu debelendikçe daha da çamura batan, bataklığa saplanmış birisine benzetmek mümkündür. Bu duruma yol açan ve tamamen yalanlar üzerine kurulu mantık dışı tezlere ve utanmaz suçlamalara dayanan katıksız inkâr politikası aslında çoktan iflas etmiştir. Bunu Türkiye de gayet iyi bilmektedir. Ama durumu düzeltmek noktasında çıkan fırsatlar her seferinde kaçırılmış ve Türkiye burjuvazisi bu konudaki basiretsizliğini ve korkaklığını her seferinde göstermiştir. Aradan bir asra yakın zaman geçmesine rağmen Türkiye’nin Ermeni sorunundaki resmi politikası milim değişmemiştir. Ermenistan sınırı hâlâ kapalıdır ve Türkiye Ermenistan’a ekonomik ve siyasi ambargo uygulamaktadır. Diplomatik ilişkiler en alt seviyededir. Bu ambargo Ermenistan’ın yalıtılmışlığının ve Rusya’ya ekonomik ve siyasi açılardan mahkûm kalmasının en büyük sebebidir. Bu sayede yoksul bir ülke olan Ermenistan’a açıkça şantaj yapılmakta ve Ermeni diasporası üzerinde baskı kurarak onun faaliyetlerini kısıtlaması istenmektedir. Soykırım kelimesinin önüne “sözde” sıfatını ekleyerek güya Ermeni tezlerine karşı çıkan TC’nin resmi tezleri ortada bir soykırım olmadığından, yaşananların Osmanlı’nın savaş koşullarında yapmaya mecbur olduğu (“Ermenilerin ihaneti ve Müslümanlara saldırması” yüzünden) tehcir esnasında meydana gelen münferit vakalardan ibaret olduğundan, hepi topu birkaç bin (!) Ermeninin, o da devletin hiçbir günahı olmaksızın hayatını kaybetmiş olduğundan, Ermeni diasporasının soykırım tezinin geçersiz olduğundan (“çünkü 1915-17 yılları arasında henüz soykırım kavramı literatürde yoktu”), asıl Ermenilerin Müslümanlara soykırım uyguladığından ibarettir. TC’nin bu resmi tezine içerde “Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni Soykırımının meydana geldiğini” söylemeyi suç sayan TCK’nın 305. maddesi, ders kitaplarında yer alan iğrenç yalanlar, ırkçı, tekçi ve bilim dışı bir “milli tarih” anlayışı eşlik etmektedir. Halen bu maddeye muhalefetten hapiste yatan insanlar sözkonusudur. Hatta Hrant Dink gibi aydınların katledilmesi bu konudaki ısrarın sonuçlarının nereye varacağını gösteren bir gözdağı olarak
sayı: 97 • Nisan 2013
orta yerde durmaktadır. Türkiye’nin bu inkâr politikasının sebebi ise mesnetsiz bir korkuya dayanmaktadır. Türk makamları çeşitli yer ve zamanlarda asıl korkularının tazminat ve toprak talebi olduğunu itiraf etmişlerdir. Tarihsel gerçeklerin çıplaklığı ve Türkiye’nin karşı tezlerinin saçmalığı bir tarafa, Ermenistan defalarca toprak talebinde bulunmayacağını, böyle bir niyetinin de, olası bir talebin zemininin de bulunmadığını açıklamıştır. Tazminat meselesi ise vicdan sahibi herkesin kabul edeceği üzere mağdur Ermeni halkının en doğal hakkıdır. Her şey bir yana, ne devlet ne de onyıllardır sürdürülen ideolojik bombardıman altında beyni yıkanmış halk kesimleri, Ermeni halkının gerçekten ne istediğiyle ilgilenmektedir. Emperyalist güçlerin elinde bir koza dönüşmüş ve ABD burjuvazisiyle bütünleşmiş diaspora burjuvazisi bir yana bırakılacak olunursa, Ermeni halkının en öncelikli ve samimi isteği, yaşadıkları ve inkâr politikası yüzünden bir türlü unutamadıkları acılarının Türk halkı tarafından fark edilmesi ve tanınmasıdır. Kendilerinden gerçek anlamda ve yürekten bir özür dilenmesidir. Yaşananların tarihsel sorumluluğunun üstlenilmesidir. Ermeni halkının yaralarını sarması ve artık huzur bulması ancak bu sayede mümkün olabilecektir. Oysa bir türlü yapılmayan ya da yapılmasına izin verilmeyen de budur. Çünkü TC açısından mesele tazminat ve sözde toprak talebinden daha derindir. Burjuva devleti asıl kaygılandıran, bu gerçek kabul edildikten sonra resmi ideolojinin nasıl ayakta kalacağıdır. Ermeni soykırımı ve Anadolu’nun gayrimüslimlerden temizlenmesi, Türkiye Cumhuriyeti denilen ulus-devletin inşasında kilit bir rol oynamıştır. Bu ulus-devletin harcında Ermenilerin, Rumların, diğer gayrimüslimlerin ve nihayet Kürtlerin kanı vardır. Bu kanın temizlenmesi için bu gerçeğin kabul edilmesi şarttır, ama bu da temeli sarsacak denli ciddi bir olaydır. İşte Türkiye burjuvazisini ve özellikle de kendilerini devletin kurucusu olarak gören Kemalistleri asıl korkutan budur. Gerek uluslararası alanda gerekse de ülke içinde gittikçe köşeye sıkışan TC, şimdi de Ermeni diasporasının soykırımın 100. yıldönümü temelinde 2015 yılına dönük hazırlıkları nedeniyle alarm halindedir. Türkiye devleti karşı-lobi faaliyetlerine her yıl milyonlarca dolar akıttığından, bu işten nemalanan strateji kuruluşları ve çeşitli kurumlar şimdiden diasporanın hazırlıklarını çarşaf çarşaf yayınlamakta ve güya kamuoyunun dikkatini konuya çekerek bir karşı hazırlığa girişilmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu çevrelerin yazıp çizdiklerine göre diasporanın “hain ve korkunç” planında yer alan başlıklar arasında şunlar bulunmaktadır: Soykırıma dair bilinmeyen hikâyeleri çeşitli dillerde dünya kamuoyuna sunmak, konserler düzenlemek, yeni filmler çekmek ve festivaller düzenlemek, Ermenistan’daki soykırım müzesini büyütmek, soykırımın 100. yılı için bir devlet koordinasyon komitesi kurmak,
marksist tutum
konuyu olabildiğince gündemde tutmaya dönük basın faaliyetlerinde bulunmak, elçilikler önünde gösteriler düzenlemek, yeni sergiler açmak ve belgeseller çekmek. Diasporanın bu faaliyetlerinin abartılı biçimde sunulduğu aşikârdır, ama Türkiye’yi asıl kaygılandıran bu tür kültürel faaliyetlerden ziyade, açılması planlanan tazminat davaları, BM nezdinde soykırım tezlerinin kabul görmesinin sağlanmasına dönük girişilecek kampanya ve belki de Türkiye’nin Lahey Adalet Divanı’na verilmesidir. Bunlara ABD senatosundan soykırımı kabul eden bir tasarının geçirilmesini sağlamak da eklenince Türkiye devleti açısından tablo ciddileşmektedir. Diasporanın iyi hazırlandığı 2015 yılına giden süreçte, önümüzdeki 2014 yılında BM tüm dünyada I. Dünya Savaşının kayıplarını anmaya ve çıkartılacak derslere odaklı etkinlikler yapmayı planlamaktadır. Ermeni soykırımı bu bağlamda da önemli bir yere oturduğundan, diaspora tarafı bundan faydalanmaya, Türkiye ise bir savunma hattı oluşturmaya çalışmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında ilerleyen savaş süreci de dikkate alındığında, emperyalist güçlerin Ermeni meselesini Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaya çalışacakları da açıktır. Türkiye’nin emekçi sınıflarını ilgilendirense Türkiye burjuvazisinin korkuları yahut diaspora burjuvazisinin, çeşitli emperyalist güçlerin hesapları olmamalıdır. Son tahlilde Ermeni soykırımı tarihsel bir gerçeklik olarak orta yerde durmaktadır ve bu yüzden de Ermeni sorunu bağlamında Türkiye’yi iç ve dış politika alanında köşeye sıkıştıran asıl faktör diasporanın faaliyetleri değil TC devletinin izlediği politik çizgidir. İnkâr politikasından vazgeçilmediği takdirde durum daha da kötüleşecektir. Bu utanmazlığın sürdürülmesine daha fazla izin verilmemelidir. Kürt sorununda girilen yeni sürece paralel biçimde TC, Ermeni sorunu bağlamında da gerçekleri kabul etmek ve yaşananların sorumluluğunu üzerine almak zorundadır. Çünkü tarihsel gerçekler direngendir. İnkâr etmekle gerçeklerden kaçılamayacağının en büyük kanıtı da devletin Kürt sorununda atmak zorunda kaldığı adımlardır. n
35
Suriye İç Savaşının Bölgedeki Etkileri Selim Fuat
A
rap halklarının isyan dalgası Suriye’ye de ulaşmış ve Esad diktatörlüğüne karşı kitle gösterilerinin yükselmesine neden olmuştu. Ancak çelişkilerin keskinleşmesi ve özellikle emperyalist güçlerin dâhil olmasıyla kitle hareketi geri çekildi ve süreç tümüyle silahların konuştuğu yıkıcı bir iç savaş halini aldı. 15 Mart 2011’de başlayan süreç, şu anda emperyalist nüfuz mücadelesinin de sürdüğü bir iç savaşa dönüşerek devam etmektedir. Başlangıçta günler içerisinde düşeceği umulan Esad diktatörlüğünün sanılandan daha dirençli çıkması, bir yandan Suriye’de yaşayan halkların rejimden kurtulma umutlarına darbe vururken, diğer yandan da emperyalist emellerini gerçekleştirmek için müdahaleye girişenleri pek çok açmazla karşı karşıya bıraktı. Emperyalist müdahalelerin büyüttüğü yangın, bu yüzden, bugün tüm Suriye’yi yakıp kavuruyor. Birleşmiş Milletler’in verdiği bilgilere göre, iç savaşta Ocak 2013 tarihi itibariyle yaklaşık 60 bin kişi öldü, 700 bine yakın sayıda insan da mülteci konumuna düştü. Humus, Halep ve Rastan başta olmak üzere pek çok şehir ağır bir yıkıma uğradı. Son günlerde Şam hükümetinin ve muhaliflerin birbirlerini kimyasal silah kullanmakla suçlaması, savaşın beraberinde getirdiği yıkımın boyutlarının daha da büyüyeceğini gösteriyor. Suriye’deki savaşın seyri, sadece Suriye’yi değil, tüm Ortadoğu coğrafyasını etkiliyor. Bölge devletleri iç ve dış politikadaki tavırlarını Suriye’deki savaşın gidişatına göre oluşturmak durumunda kalıyorlar. Bu da siyasi tabloda önemli değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu değişimi belirleyen faktörler ise genel olarak bölge halklarının demokrasi mücadelesinin yükselmesiyle değil, ne yazık ki, burjuvaların nüfuz
36
sayı: 97 • Nisan 2013
kavgaları ile şekilleniyor. Bu kavganın başlıca aktörlerinden biri de Türkiye burjuvazisi. Mısır’da Mübarek’in, Libya’da Kaddafi’nin yaşadığı gibi Esad’ın da hızlı bir düşüş yaşayacağını umarak bu mücadeleye Türkiye burjuvazisi adına heveskâr bir biçimde katılan AKP hükümeti, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Türkiye artık Soğuk Savaşın «kanat ülke»si değil, bölgesinin «merkez ülke»si ve «akîl ülke»sidir” diye ifade ettiği temeller üzerine oturttuğu stratejisi ile, burjuvazinin emperyalist emellerini gerçekleştirmek için en atak politikaları hayata geçirmeye çalışıyor. Bu yüzden de Suriye’deki savaşa doğrudan müdahil oluyor.
Suriye’de muhalefetin durumu Suriye’deki muhalif grupları birleştiren Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) pek çok ülke tarafından muhalefetin meşru temsilcisi kabul ediliyor. Ancak, Suriye rejiminin askeri gücünün dirayeti ve dayandığı halk kesimlerinin desteği, Rusya, Çin ve İran’ın Esad rejiminin arkasında sağlam durması ile birleşince, SMDK bugüne kadar kendisinden beklenen başarıyı elde edemedi. Aksine, uzayan süreç bu koalisyonun sarsılmasına ve yalpalamasına yol açıyor. Türk devleti de bu koalisyonun bir araya gelmesinde ve şekillenmesinde önemli rol oynadı. Soğuk Savaş döneminin dengeleriyle bölgede oluşan statüko, sermayenin yayılmasını kısıtladığı, önüne setler çektiği için, artık iyiden iyiye palazlanan Türkiye burjuvazisi tarafından bertaraf edilmek isteniyor. Bu yüzden TC, bir alt-emperyalist aktör olarak, Suriye muhalefeti ve onun askeri gücü Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) üzerinde gücü yettiğince bir etki kurmaya çaba gösteriyor. Ancak elbette, emperyalist emelleri ile gücünün sınırları arasındaki mesafe her istediğini hayata geçirmesine engel oluyor. Her şeye rağmen rüzgârın konjektürel olarak Türkiye burjuvazisinden yana estiğini vurgulamak gerekir. Çünkü, Ortadoğu’da, TC’nin de birlikte hareket ettiği asıl büyük emperyalist güç olan ABD emperyalizminin planları Türkiye burjuvazisinin çıkarlarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Bunun yanı sıra, ABD emperyalizmi, emperyalist paylaşım mücadelesinde ilgisini ve güçlerini Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaştırma zorunluluğunu hissettiği için Ortadoğu’nun dönüşüm sürecinde Türkiye gibi müttefik güçlere daha fazla rol alabilecekleri bir alan doğuyor. Bu sayede Türkiye burjuvazisinin önü daha da açılıyor. Sermaye birikiminin ulaştığı düzey ve emperyalist perspektifi ile buna zaten hazır olan Türkiye burjuvazisi de durumu kendi çıkarları doğrultusunda değerlendiriyor. Emperyalist güçlerin ve bölge güçlerinin farklılaşan çıkarları, Suriye’deki muhalefet cephesi içinde de çekişmeler ve anlaşmazlıklar şeklinde kendini gösteriyor. Stratejik yönelim aynı olsa da taktik adımlar konusunda çeşitli farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Örneğin bir ay kadar önce Beşar
marksist tutum
Esad’a iktidarı bırakması şartından vazgeçerek görüşme öneren SMDK lideri Muaz El-Hatib, 24 Martta görevinden istifa etmek durumunda kalabiliyor. El-Hatib bu çağrıyı yaptıktan sonra Davutoğlu tarafından eleştirilmişti. ABD ise buna karşı “Türk liderlerden gelen tahrik edici yorumlar, bizi açıkçası çok rahatsız ediyor” demişti. Hatib’in, Esad rejiminin “elini kana bulamamış” temsilcileriyle müzakere yapılması amacıyla geçici hükümetin kurulmasını erteleme girişimleri de 18 Martta İstanbul’da yapılan seçimlerle birlikte başarısız oldu. Geçici hükümet için SMDK’nın yaptığı seçimlerde 62 üyenin 35’inin oyunu alan ABD vatandaşı ve Kürt kökenli Gassan Hito, geçici hükümetin başkanlığına seçildi. Hito’yu ilk tebrik eden yetkili ise elbette Davutoğlu oldu. Suriye’deki savaşın seyri, sadece Suriye’yi değil, tüm Ortadoğu coğrafyasını etkiliyor. Bölge devletleri iç ve dış politikadaki tavırlarını Suriye’deki savaşın gidişatına göre oluşturmak durumunda kalıyorlar. Bu da siyasi tabloda önemli değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu değişimi belirleyen faktörler ise genel olarak bölge halklarının demokrasi mücadelesinin yükselmesiyle değil, ne yazık ki, burjuvaların nüfuz kavgaları ile şekilleniyor. Bu kavganın başlıca aktörlerinden biri de Türkiye burjuvazisi. Bunun üzerine El-Hatip son bir hamlede daha bulunarak, Katar Dışişleri Bakanı Hamid bin Casim’den geçici hükümet liderliğine seçilen Gassan Hito’yu Mart ayı sonunda Doha’da yapılacak olan Arap Birliği Zirve’sine çağırmamasını istedi. Arap Birliği’nin bu zirvesinde Suriye’nin koltuğuna Suriye halkının temsilcisi olarak SMDK yöneticileri oturacaktı. Ne var ki, Casim bu talebin üzerinden yarım saat bile geçmeden Hito’yu Doha’ya davet etti. Ardından da El-Hatip “Bize yardım eden bölgesel ve uluslararası güçlerin her biri, bizi kendi tarafına çekmeye çalıştı. Onlar itaat edecek Suriyeli muhalif istiyorlar” diyerek görevinden istifa etti. Ancak Koalisyon içinde istifa kabul edilmediği için halen görevini sürdürüyor. Suriye Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito 29 Martta yaptığı açıklamayla da geçici hükümet merkezinin Türkiye-Suriye sınırında kurulabileceğini, hükümet programının iki hafta içerisinde hazır olacağını, üçüncü haftada da halka sunulacağını söyledi. Bu açıklama Türkiye devletinin geçici hükümet üzerinde büyük etkisinin olacağını gösteriyor. Hito ayrıca Savunma Bakanlığı’na getirilecek ismi Özgür Suriye Ordusu’nun belirleyeceğini ifade ederek Savunma Bakanlığının görevini “ülkedeki tugayları kontrol altında tutmak ve topraklarına ulaşan silahların
37
marksist tutum
dağıtımını yapmak” şeklinde tanımladı. Suriye dışından Esad rejimine karşı savaşan tugaylara katılanların sayısının azaltılacağını belirten Hito, böylece ABD’nin başlıca kaygılarından birini gidererek kontrol mekanizmasının sıkılaşacağının işaretini vermiş oldu. Liyakata dayalı “teknokrat” hükümet kurulacağını da söyleyen Hito, “yasama kurulu” olması dolayısıyla hükümetin SMDK’nın gözetiminde faaliyet göstereceğini belirtti.
Suriye’deki gelişmelerin Ortadoğu’ya etkisi Suriye’de yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkisini ve Kürt sorununa yaklaşımını da ciddi biçimde etkilemiştir. Mart ayının sonlarında ABD başkanı Barack Obama’nın İsrail ziyareti sırasında yaptığı baskılarla İsrail hükümeti, Mavi Marmara gemisine yaptığı kanlı müdahale yüzünden Türkiye devletinden özür diledi. Türkiye ve İsrail devletleri arasında bir süredir kötü giden ilişkilerin, İsrail devletine ABD’nin attırdığı bu adımla düzelme yoluna girmesi de bölgedeki gelişmelerin mahiyetini açıkça ortaya koydu. İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesi, İsrail’in Türkiye’den özür dilemesinin, İsrail Başbakanlık Bürosu yetkililerince büyük ölçüde Suriye’deki yeni koşullara bağlandığına dikkat çekerek, “Netanyahu’nun yardımcıları, «Ankara ile işbirliğinin yeniden başlatılmasını kuzey komşumuzdaki durumun ciddiyeti gerekli kıldı» dediler” diye yazdı. Türkiye ile İsrail arasında bu hızlı süreç yaşanırken, İran ile ilişkilerinin niteliği sır olmayan Hizbullah’ın hükümette bulunduğu Lübnan da gergin günler yaşıyor, yeni bir iç savaşın gölgesini üzerinde hissediyordu. Netanyahu’nun Erdoğan’ı aramasından bir gün sonra Lübnan’da hükümet istifa etti. ABD, Suudi Arabistan ve Katar’ın Lübnan’da bir iç savaş çıkarmaya dönük çabalarından söz edilen bir ortamda, bu istifa haberi durumun giderek çetrefilleştiğini gösteriyor. Hizbullah’ı hedef alacak şekilde gelişecek bir savaşın normal olarak Suriye’yi kuşatmaya ve İran’ı zayıflatmaya yönelik olacağını tahmin etmek zor değil. 2006’da Lübnan’a saldırarak Hizbullah’tan kurtulmak isteyen ancak bunu başaramayan İsrail, şimdi Obama’nın yardımıyla bu işi bölgedeki ittifakları ile birlikte halletmek istiyor gibi görünüyor. Türkiye devleti de içinde bulunduğu ittifaklar gereği bu durumun dışında kalamayacaktır. Bu gelişme de Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım kavgasının körüklediği yangının ne denli büyüdüğünü ve daha da büyümeye eğilimli olduğunu ortaya koyan çarpıcı belirtilerden biri. Görüldüğü üzere Türk burjuvazisi emperyalist emellerini hayata geçirebilmek için bölgede etkin rol oynuyor ve şimdilik ilerliyor. Ne var ki, bu politikalar kimi zaman ciddi tıkanıklıklarla da karşılaşabiliyor. Bu tıkanıklıkları aşabilmek için de Türk burjuvazisi, iç ve dış siyasette ciddi riskleri göze alarak çeşitli hamleler yapmak zorunda kalıyor. Onu en çok zorlayan konu ise şüphesiz Kürt sorunu.
38
Nisan 2013 • sayı: 97
Türkiye’nin, bölgesinde etkin hamleler yapmak isterken vücuda bağlı prangalar gibi elini ayağını tutan bu sorunun etkisini azaltmak için, dış dinamiklerin de zorlamasıyla adımlar atması kaçınılmaz görünüyordu. Nitekim, yukarıda anlattığımız tüm gelişmelerle uyumlu bir biçimde, AKP hükümeti PKK lideri Öcalan ile müzakere süreci başlatarak bu konuda sonuçlar almaya başladı. Suriye’deki Kürtler üzerinde en etkili güç olan ve PKK’nin belirleyiciliğinde hareket eden PYD’nin Batı Kürdistan olarak anılan bölgede büyük ilerlemeler katetmesi, hâkimiyeti altında bölgeler oluşturması TC’yi hareket etmeye zaten zorluyordu. Bugüne kadar tehditle ve Özgür Suriye Ordusu üzerindeki etkinin kullanılması yoluyla geriletilmeye çalışılan Suriye Kürtleri üzerinde bu politikanın sökmeyeceğinin görülmeye başlanması ile politika değişikliğine gidildi. Öcalan ile anlaşmaya varılarak Kürt Özgürlük Hareketinin silahlı unsurlarının Türkiye sınırlarının dışına çıkartılması kararının alınması sağlandı ve Newroz’da bu karar ilan edildi. Emperyalist planlar Ortadoğu’yu yangın yerine çevirdi. Bu yangının daha da genişlememesinin ve söndürülmesinin yegâne yöntemi ise işçi sınıfının devrimci programını hayata geçirmek üzere ayağa kalkması ve iktidarı ele geçirmesidir. İşçi sınıfı ve bölge halklarının gerçek kurtuluşunun başka bir yolu yok. Güney Kürdistan’ın inşası sürecinde önemli rol üstlenen Türkiyeli kapitalistlerin Türkiye ile Güney Kürdistan arasında çok ciddi iktisadi bağlar oluşturması ve Türkiye egemen sınıfının kafasında bu durumun yeni ışıklar yakmasıyla birlikte, TC devleti, Kürt sorununda kuruluşundan bu yana sürdürdüğü felsefesinde revizyona gitmeye karar vermiş görünüyor. Şüphesiz bunda kuvvetli biçimde kendini ortaya koyan emperyalist arzularının yanısıra Kürt özgürlük hareketinin önlenemeyen yükselişi de belirleyici. Ama öyle ya da böyle TC burjuvazisi yukarıda saydığımız adımları bütünlüklü bir politikayla bölgede atıyor. Emperyalistler arası mücadelede hararet istikrarlı bir biçimde yükselirken bölgedeki halkların ödediği bedeller de artmaya devam ediyor. Bu yüzden, TC egemen sınıfının çıkarları doğrultusunda attığı adımlarla şekillenen bu gelişmeler, aynı zamanda işçi sınıfı için de çanların daha kuvvetli çalması anlamına geliyor. Emperyalist planlar Ortadoğu’yu yangın yerine çevirdi. Bu yangının daha da genişlememesinin ve söndürülmesinin yegâne yöntemi ise işçi sınıfının devrimci programını hayata geçirmek üzere ayağa kalkması ve iktidarı ele geçirmesidir. İşçi sınıfı ve bölge halklarının gerçek kurtuluşunun başka bir yolu yok.n
İşsizlik Artarken Sermayenin Sömürüsü Katmerleşiyor Hakan Sönmez
K
apitalist sömürü düzeni bugüne kadar yaşanan en büyük krizin içinde debelenip duruyor. Kapitalistler içine düştükleri bataklıktan kurtulmak için işçi-emekçi kitlelere acımasızca saldırıyor. Başta Avrupa olmak üzere dünyanın her tarafında burjuva hükümetler kemer sıkma programları uyguluyor, iş saatleri artıyor, ücretler düşüyor ve işsizlik hızla yükseliyor. Artan işsizlik, yoksulluk ve hak gasplarına karşı başta Yunanistan ve İspanya olmak üzere Avrupa’da pek çok ülkede kitleler grevlerle, direnişlerle ve kitlesel gösterilerle direniyor. Bulgaristan’da hükümetin “önlem” adı altına yaptığı kesintiler, tüketim maddelerine, özellikle de elektriğe yaptığı fahiş zam ve ağır vergi yükü kitlelerde büyük huzursuzluk yarattı ve hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Yine Slovenya’da kitlelerde artan huzursuzluk nedeniyle başbakan görevinden çekildi. İspanya’da işsizlik giderek artıyor; işsizlik oranı gençlerde yüzde 55’e yükselmiş durumda. Yine Portekiz’de işsizlik oranı gençlerde yüzde 40 civarında. Elbette bütün dünyada işsizlik bu derece artarken Türkiye’nin bunun dışında kalması düşünülemez. 2008 yılında krizin ilk dalgasında yüzbinlerce işçi işten çıkarılmıştı. Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle kriz teğet geçmişti fakat bir farkla, patronları teğet geçen kriz işçi sınıfına ağır bedeller ödetmişti, ödetmeye de devam ediyor. Geçen süre zarfında AKP hükümeti sermayenin krizini atlatması için işçi sınıfına yönelik amansız saldırılarını ardı ardına devreye soktu. Sermayeye özel ballı teşvik imkânları sunulurken, işçi sınıfının sosyal hakları
çıkarılan yasalarla teker teker tırpanlandı. Taşeronlaşma, kuralsız ve güvencesiz çalıştırma arttı, iş saatleri uzadı, ücretler düştü, iş kazaları katliam düzeyine yükseldi. Böylece Türkiye ekonomisi büyürken, sermaye ve emrindeki AKP hükümeti büyümenin bedelini işçi sınıfına ödetmiş oldu. İşçi sınıfının acımasızca sömürülmesi sonucu Türkiye ekonomisi ekonomik krize rağmen dünyada Çin’den sonra ikinci en fazla büyüyen ekonomi durumuna yükseldi. Hükümetin işsizliğe karşı, geçici işlerde işçi istihdam etmek, meslek kursları açmak gibi birtakım adımları ise tümüyle göstermelik şeylerdi. Bu dönemde iddialı laflar eden AKP hükümeti, bir taraftan da krizin giderek artmasından duyduğu korkuyu “yine de dikkatli olmak lazım” diyerek dile getiriyordu. Ekonomik büyümenin %8’lerden %4’e düşmesi demek, daralan ekonomide patronların kârlarını korumak için işçi çıkarmaları demekti. Ama sadece bu değil, aynı zamanda daha fazla iş kazası, ölüm, kuralsızlık, güvencesizlik ve uzun çalışma saatleri de demekti. Sermayenin bütün bu acımasız saldırılarına rağmen işçi sınıfından henüz anlamlı bir sesin yükselmemesi, durumun vahametini ve hoşnutsuzluğu ortadan kaldırmıyor. Artan işsizlik ve buna bağlı getirdiği sefalet eninde sonunda büyük bir tepkiye dönüşecektir. İşte sermaye ve emrindeki hükümet bu gerçeği iyi bildiğinden, her fırsatta duymuş olduğu endişeyi dile getiriyor. Daha önce de Başbakan yapılan fahiş zamlara gösterilen tepkilere “Yunanistan gibi mi olalım” diye cevap
39
marksist tutum
vermişti. Gangster Türk Metal sendikasının 18. Kadın Kurultayında yaptığı konuşmada da yine gelişebilecek örgütlü mücadeleden duyduğu korkuyu dillendirdi: “Bakınız taşeronluk, sendikaların da bize teklifidir, onu da size söyleyeyim. Niye? Çünkü, ‘işsizliğe iş zemini hazırlayalım’ diye getirdikleri bir tekliftir. Ta belediye başkanlığımdan beri, ben de bunu açıklamak zorundayım. Bazı gerçekleri görelim. Şimdi işçilerin sendikası var, işverenin de sendikası var, yarın işsizler de bir sendika kurarsa ne olacak?” Böylece Erdoğan, sendika bürokrasisinin işbirlikçiliğini açıkça itiraf etmekle birlikte, hem sendikal mücadeleden hem de işsizliğin yükselmesi sonucu oluşabilecek mücadeleden duyduğu korkusunu dile getiriyor. İşçi sınıfı, Başbakana ve temsil ettiği sermayeye uygun cevabı, ancak militan sınıf sendikacılığı anlayışıyla bürokrasiyi sendikalardan defedip, doğru bir örgütlülük yaratarak verebilir.
Ayak oyunları işsizliği azaltmaya yeter mi? Kapitalizmin doğasının gereği olan işsizlikten kurtulması mümkün değildir, hele ki kriz dönemlerinde işsizliğin had safhalara ulaşması kaçınılmazdır. 2012 yılının Kasım ayından itibaren fabrikalar hızla kapanmaya ve işsizlik de hızla artmaya başladı. Artan işsizliğin beraberinde getirdiği yoksulluğun nelere gebe olacağını bilen burjuvazi gerçekleri gizlemek için her türlü yol ve yönteme başvuruyor. Başbakanın açıklamalarının akabinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in “İşsizlik yok, iş beğenmeme var, işçiler iş bulamıyorum dememeli” diye açıklama yapması tesadüf değil bilinçli bir politikanın ürünüdür. Bu konuda TÜİK’in bin türlü hile ve yalana başvurarak hazırladığı işsizlik istatistikleri yetmezmiş gibi, AKP hükümeti işsizliğin olmadığına dair beyanatlar vermek suretiyle gerçekliğin üstünü örtmeye çalışıyor. Aynı Bakan, asgari ücretin yüksek olduğuna vurgu
40
Nisan 2013 • sayı: 97
yapıp “800 lira büyük para, işçiler neden geçinemiyorlarmış ki” demesinin altında yatan korku, Başbakanın da taşıdığı korkudur. İşçilerin yığınsal olarak işten atıldığı, fabrikaların kapandığı, asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu bir durumda pişkince yapılan bu açıklamaların amacı, artan işsizlik sonucu kitlelerde oluşacak hoşnutsuzluğu önlemektir. Bakan aslında işsizliğin krizden, patronların kâr hırsından kaynaklanmadığını, işsizliğin bizzat işçilerin bilinçli bir tercihi olduğunu söylüyor. Yani milyonlarca işçi keyfinden işsizliğin pençesinde kıvranıyor. İşsizlik nedeniyle evini geçindiremeyen, çocuğunu okutamayan, borç batağının altında ezilen ve cinnet geçiren işçilerin sorunu işsizlik değil, iş beğenmeme oluyor. Bakanın söylediği sözlerin akıl mantıkla açıklanabilir bir yanının olmadığı ortada. Burjuvazi her dönem bu tür yalanlara başvuruyor, başvurmak zorunda kalıyor. Bir dönem burjuva hükümetler işsizliğin sebebini eğitimsizlik olarak açıklıyorlardı. Fakat işsizlerin içinde on binlerce üniversite mezunu olması, burjuvazinin bir yalanını daha boşa çıkarmıştı. Burjuvazi ne kadar yalan propaganda yapsa da, ne kadar ayak oyununa başvursa da, mızrak çuvala sığmıyor. Ekonomik kriz derinleşiyor, işsizlik ve yoksulluk artıyor, işçi sınıfının öfkesi birikiyor ve patlayacağı zamanı bekliyor. Burjuvazi birtakım hilelerle gerçek işsizlik oranını düşük gösteriyor. İş arama kanallarını üç ay kullanmayanlar, iş arama umudunu yitirenler, geçici ve part-time işlerde çalışanlar, tarımda istihdam edilen gizli işsizler, ev kadınları işsizlik oranlarına dâhil edilmediği için işsizlik oranları hep düşük çıkıyor. TÜİK’in bu yöntemleri kullanarak yaptığı istatistiklerde işsizlik oranı yüzde 10,1, gençlerde işsizlik oranı ise yüzde 19,8 olarak görünüyor. Bu da resmi işsiz sayısının 2 milyon 790 bin civarında olduğunu gösteriyor. Haziran ayında resmi olarak işsizliğin yüzde 8 olmasını AKP hükümeti işsizlik oranları düşüyor, işsizlik azalıyor diye lanse ediyordu. Hazirandan bu yana geçen sürede resmi rakamlara göre işsizlik 2,1 puan artmış görünüyor. Bıraktık gerçek rakamları, resmi rakamlara göre bile işsizliğin bu denli artması krizin gittikçe derinleştiğinin bir göstergesidir. Sendikaların hazırladığı işsizlik raporu ile TÜİK’in hazırladığı rapor arasında belirgin bir fark görünüyor. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR) açıkladığı rapora göre, umudu olmadığı halde veya çeşitli nedenlerden dolayı üç aydır iş arama kanallarını kullanmayan ve bu nedenden dolayı iş-
sayı: 97 • Nisan 2013
siz sayılmayanlar dâhil edildiğinde işsizlik oranı yüzde 16,4’tür. Yani 4 milyon 459 bin kişi işsiz durumdadır. Gizli işsiz olan ve eksik olarak istihdam edilenler de eklendiğinde, işsizlik oranı yüzde 19,8’e, işsiz sayısı ise 5 milyona çıkmaktadır. İşsizlik oranlarını kadınlara, gençlere ve bölgelere göre kategorileştirdiğimizde vahim tablolar ortaya çıkıveriyor. Kadınlarda işsizlik oranı yüzde 22 iken, bu oran gençlerde yüzde 29’a kadar çıkıyor. Yani Bakanın deyimiyle milyonlarca kadın ve genç “iş beğenmiyor”, işsiz gezerek gününü gün etmeyi tercih ediyor! Kadınlarda işsizlik oranı artmakla birlikte aynı zamanda kayıt dışı çalışma oranları da her yıl artmaktadır. Çalışma çağındaki her üç kadından yalnızca biri, bir işte çalışabilmektedir. Yüksekokul mezunu kadınların yarıdan fazlası ise işsizdir. Genç işsizlerin 875 bini iş bulamayanlardan oluşurken, 560 bini ise umutsuzluk veya çeşitli nedenlerden dolayı iş aramayan gençlerden oluşuyor. Burjuva kurumlar hesaplama yaparken bu 560 bin genci hesaba katmadıklarından, işsizlik oranı da var olandan düşük çıkıyor. Kadınlarda olduğu gibi gençlerin de yüzde 48’i kayıt dışı çalışmaktadır. Bölgelere göre işsizlik oranına baktığımızda bazı bölgelerde bu oran oldukça yüksek çıkıyor. Örneğin Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt’te işsizlik oranı 34 civarındadır. Ancak sanayinin ve nüfusun yoğun olduğu büyük kentlerde de bu oran ortalamanın üzerinde olup, İstanbul’da yüzde 13,4, İzmir’de yüzde 19,2 Adana ve Mersin’de yüzde 20, Kocaeli, Sakarya ve Düzce’de yüzde 12,2 düzeyindedir. Türkiye’de çalışma çağında olan her iki kişiden biri çalışmıyor, yani işsiz. Çünkü bir işçi en az iki kişinin işini tek başına yapıyor.
Çocuk işçilerle ve artan iş saatleriyle sömürü katmerleşiyor Türkiye burjuvazisi AKP önderliğinde işçi sınıfını acımasızca sömürerek son on yılda alt-emperyalist bir güç durumuna geldi. İktidara geldiği günden bu yana AKP hükümeti neo-liberal politikaları işçi sınıfının örgütsüzlüğünden yararlanarak başarı ile uyguladı. Eğitim, sağlık fiili olarak paralı hale getirilerek sermayenin emrine sunuldu. Yapılan yasal düzenlemelerle emeklilik yaşı yükseltildi, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, güvencesiz çalıştırma ile işçi sınıfı uzun ve yorucu bir tempo ile çalıştırılarak iliklerine kadar sömürüldü. Şimdi ise burjuvazi ve emrindeki AKP hükümetinin hedefi dünyanın en büyük 10. ekonomisi durumuna yükselmek.
marksist tutum
Onuncu büyük ekonomi olabilmek için daha ucuz ve aynı zamanda genç işgücüne ihtiyaç var. Bu amaca ulaşmak için AKP hükümeti ilk önce başbakanın üç çocuk projesini gündeme getirdi. Başbakana göre nüfus yaşlanıyordu ve Türkiye bu şekilde daha fazla yoluna devam edemezdi. Ardından bir yıl geçmeden çıkarılan torba yasayla stajyer işçilerin ücretleri düşüldü ve stajyer öğrenci çalıştırma koşulu olan 20 işçi sınırı 5 işçiye indirildi. Böylece burjuvazi çalıştırdığı işçileri işten çıkararak ve onların yerine stajyer öğrencileri bedavaya çalıştırarak kârına kâr katmış oldu. Sermayenin atakları bununla da bitmedi. Daha fazla genç işgücünü sömürmek için eğitim sisteminde 4+4+4 projesini gündeme getirdi ve uygulamaya soktu. Lise kısmında örgün eğitim zorunluluğu kaldırılarak zorunlu eğitim yaşı 7-18’den fiiliyatta 5-13’e düşürüldü. Artık okulu bitiren her genç, ucuz işgücü olarak çalıştırılabilecekti. Kamuoyunda 4+4+4, kürtaj ve üç çocuk yapma üzerine çeşitli tartışmalar yürüse de, sermayenin asıl amacının, sömüreceği genç işgücünü arttırmak olduğunu Marksist Tutum sayfalarından defalarca belirtmiştik. Hükümet 4+4+4 düzenlenmesinin ardından şimdi de çocuk ve gençlerin çalışma usullerini düzenleyen yönetmelikte değişiklik yaparak, ağır işlerde çalışma yaşını 18’den 16’ya indirdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptığı değişiklik ile “ağır ve tehlikeli iş” kavramını kaldırdı. “Çocuk ve genç işçilerin çalıştırılamayacakları işler” başlıklı liste de, “16 yaşını doldurmuş fakat 18 yaşını bitirmemiş genç işçilerin çalıştırılabilecekleri işler” şeklinde değiştirildi. Düzenlemeye göre artık 16 yaşını doldurmuş lise 2. sınıf öğrencileri kiremit, tuğla ve ateş tuğlası işleri ile parafin ve plastik imalatı, selüloz üretimi gibi işlerde çalıştırılabilecek. Bu yasal düzenlemeyle birlikte patronlar artık fabrika kadrosunun neredeyse tamamını stajyer öğrenci adı altında çalıştırabilecek. Böylece patronlar asgari ücretin netinin üçte birini ödedikleri stajyer öğrencilere sigorta primi ödemek zorunda da kalmayacaklar. TV’lerde sosyal
41
marksist tutum
sorumluluk projelerinden, gençlere verilen önemden, onların eğitimi için yaptıkları bağışlardan söz eden ikiyüzlü burjuvazi ve onun temsilcisi AKP hükümeti, daha fazla kâr etmeleri için ağır iş koşullarında çalıştırılan ve feci şekilde iş kazasına kurban giden çocuklar için ne diyorlar acaba? Örneğin yasanın çıkarılmasının ardından Adana’da 13 yaşındaki Ahmet Yıldız, çalıştığı plastik fabrikasında plastik enjeksiyon makinesine başının sıkışması sonucu yaşamını yitirdi. Gencecik bir hayat sermayenin kâr hırsına kurban gitti. Anacak hastaneye kaldırılan çocuğun patronunun verdiği ifade, sermayenin nasıl kanla beslendiğinin de bir göstergesi durumunda. İşyeri sahibi hastaneye kaldırdığı Ahmet Yıldız için “Plakasını alamadığımız bir otomobil çarpıp kaçtı” diye ifade verdi. Ancak savcılığın yaptığı incelemede pres makinesinden alınan numuneler sonucunda işyeri sahibi, Ahmet Yıldız’ın kafasının makineye sıkıştığını itiraf etmek zorunda kaldı. Her gün meydana gelen yüzlerce iş kazasında, ölen, yaralanan, eli kolu kopan işçiler, özel anlaşmalı hastanelere götürülüyor ve “merdivenden düştü”, “elini kendisi kesti” türünden yalanlarla iş kazasının üstü kapatılıyor. Türkiye’de çalışan 960 bin çocuk işçinin 630 bini ağır işlerde çalıştırılıyor. İşte kapitalizm böyle bir düzendir. Milyonlarca çocuğun geleceğini karartarak onları işsizliğe, ağır çalışma koşullarına, ölüme mahkûm ederek yoluna devam eder. ILO’nun 1992 yılında dünya çapında başlat-
42
Nisan 2013 • sayı: 97
tığı çocuk işçiliğin sona ermesine yönelik programın öncüsü olan altı ülkeden biri de Türkiye idi. Türkiye’nin de altına imza attığı Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesine göre, 18 yaşından küçük hiçkimsenin çocuk olduğu için çalışma ortamı içinde bulunmaması gerekiyor. Burada bir kez daha burjuvazinin ikiyüzlülüğü ortaya çıkmış oluyor. Hem çocuk işçiliği önlemek için program başlatıyorlar hem de çocukları çalıştırmak için ellerinden geleni ardına koymuyorlar. Krizle birlikte işsizlik hızla tırmanırken çalışma saatleri de uzadıkça uzuyor. Taşeron çalıştırma yaygınlaştıkça esnek ve kuralsız çalışma yöntemleri de sermaye tarafından daha kolay uygulanır oldu. Günlük ortalama çalışma süresi 12 saattir. Çalışma süreleri geçtiğimiz yılın aynı dönemine göre ciddi artış gösterdi. Haftalık fiili çalışma süresi 50 saatin üzerinde olanların oranı yüzde 34’den yüzde 41’e çıkarken, 60 saat ve üzeri çalışanların sayısı 1 milyon 379 bin kişi artarak 6 milyon 87 bine ulaştı. Haftalık 72 saatin üzerinde çalışanların sayısı yüzde 30 artış ile 1 milyon 320 binden 1 milyon 718 bine çıktı. Çelişkilerin ne kadar derin olduğu ortada; artan iş kazaları, uzayan iş saatleri, düşük ücretler, sigortasız ve güvencesiz çalıştırma ve geçim sıkıntısı içinde kaybolup giden milyonlarca yaşam. İşte Türkiye burjuvazisi böyle bir sömürü sonucu altemperyalist bir güç haline geldi. Çocukların kafasını pres makinelerinde ezerek, fabrikalarda, madenlerde, tersanelerde işçileri feci şekilde ölüme mahkûm ederek, milyonları sefalete iterek, emperyalist piramitte üst basamaklara tırmandı. Diğer taraftan artan işten atılmalar, kapanan fabrikalar, ağır iş koşulları işçi sınıfının öfkesini artırıyor, tabanda öfke birikiyor. Örneğin Aralık ayı içinde sendikaların MESS süreci ile ilgili TİS taslaklarını açıklamalarıyla birlikte, metal işçilerinden MESS ve işbirlikçi Türk Metal’e tepkiler yükselmiş, Türk Metal sendikasının kesintisiz bir ihanet içinde olması tabanda büyük rahatsızlık yaratmıştı. İşçiler rahatsızlıklarını yaptıkları iş durdurma vb. eylemlerle ortaya koymuşlardı. Birleşik Metal-İş sendikasına üye işçiler de çeşitli eylemlere başladılar. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde taşeronlaşmaya ve güvencesiz çalışmaya, ödenmeyen ücretlere, işten atmalara karşı eylemler, direnişler gerçekleşiyor. Başbakanın ve bakanlarının duymuş olduğu endişe boşuna değildir. Bu kadar acımasız sömürü diyalektiğin yasası gereği elbette devrimci işçi sınıfının yükselecek hareketini mayalandırmaktadır. Ne var ki aslolan bu kabarışı karşılayacak, sınıf hareketini doğru yönlendirebilecek bir örgütlülüğü yaratmaktır. Gerek sendikal bürokrasiden kurtulmak, gerekse işçi sınıfının içinde taban örgütlenmesini güçlendirerek sermayenin saldırılarını püskürtmek ve işçi sınıfını iktidar hedefine yürütmek için sınıf devrimcilerine büyük görevler düşüyor. Bu görev layıkıyla yerine getirildiği zaman işçi sınıfının sermayeye indireceği darbenin de katmerli olacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır. n
Hayatı Şansa Bırakma! Dicle Yeşil
K
apitalizm çürüyor ve çürüdükçe de insanlığı yok oluşa doğru sürüklüyor. İnsanı insan yapan değerler, örgütlü olma bilinci silinirken, yerine bencillik ve bireycilik ulvi değerler olarak kutsanıyor. Uzayan çalışma süreleri, hızlanan iş temposu, sosyal hakların gaspıyla işçi sınıfını baskı altına alan burjuvazi, diğer taraftan da onu bu baskıya boyun eğen bir köle haline getirmek istiyor. İşçi sınıfını vurdumduymaz, çevresine ve kendisine karşı kayıtsız, duyarsız hale getirmek isteyen burjuvazi sürekli bunu sağlayacak bir ideolojiyi pompalıyor. İşçi ve emekçilere çareyi mücadelede değil şans oyunlarında aratarak kapitalist sistemi emniyet altına alıyor. Onları, zengin olma, sınıf atlama ve sorunlarından bir çırpıda kurtulma gibi bireyci bir hayalin içine sürüklüyor. Zengin olma hayalleri empoze eden burjuva ideolojisi, radyodan, televizyondan, duvardaki afişten, marketteki küçük bir paketten, kısacası her yerden fırlayıveriyor. “Neden olmasın? Bir gün siz de zengin olabilirsiniz!” İşçi sınıfının örgütlü gücünden korkan, onu bir araya getirecek her türlü çabayı engellemeye çalışan burjuvazi, işçi sınıfını böylesi yalan bir dünyanın içine hapsederek sisteminin bekasını da sağlamış olur. Bahis, kumar, toto, loto ve milli piyango gibi şans oyunları, yakasına yapıştığı işçileri bir daha kolayına terk etmez. Onu teslim alır ve kendisine köle yapar, iradesizleştirir. Hayatın yükünü taşımaktan, zor yollardan ve örgütlü mücadeleden kaçan, kolay yoldan zengin olma hayali kuran bir insan haline getirir. Şans oyunları ve bahislerin birçoğu bizzat devlet eliyle
oynatılıyor, teşvik ediliyor. Bu oyunların birçoğu da kumar kapsamına girmiyor. Bu sektör, devlet bütçelerine yılda toplam 70 milyar dolar katkı sağlıyor. Bu sektörün tahmini cirosu ise 1 trilyon dolar düzeyinde. Bahis ve kumarın sadece resmi değil bir de yasadışı olarak da oynandığını düşündüğümüzde bu rakam kat kat artıyor. Özellikle de Avrupa ülkeleri, yaşanan ekonomik kriz nedeniyle kumar ve şans oyunları üzerindeki yasakları kaldırıyor ve serbest hale getiriyorlar. Bahis oynayanların çoğunluğu 18-34 yaş grubundakilerden oluşuyor. Almanya’da bahis üzerinden dönen para miktarı yaklaşık 1 milyar avro. İngiltere’de de durum aynı. Burjuvazi, şans oyunlarının önündeki engelleri kaldırarak hem gençlerin öfkelerini yatıştırmalarını sağlıyor, hem de bu sektöre yatırılan milyarlarla ciddi bir sermaye elde etmiş oluyor. Örneğin Amerika’daki Mega Milyonerleri lotosunda 2012 yılsonu itibariyle ikramiye 500 milyon dolara çıktı. Bir yılda sadece futbol bahisleri için yasadışı yollardan 380 milyar dolar para dolaştı. Her türlü yasa ve yönetmeliklerin dışında kalan ve Kıyı Bankacılığı (Offshore) olarak tanımlanan bankalarda açılan hesaplar aracılığıyla bu paralar el değiştiriyor. Bahis ve kumar aynı zamanda kirli paranın da aklandığı bir alan olarak kullanılıyor. Türkiye’de ise şans oyunları ve bahisler, resmi olarak Milli Piyango İdaresi, Spor Toto Teşkilatı ve Türkiye Jokey Kulübü (TJK) tarafından düzenleniyor. 2011 yılında bayilerden, internet ve cep telefonları üzerinden oynanan şans oyunlarına yatırılan paranın 9,5 milyar lirayı aştığı biliniyor. Şans oyunları, hâsılatı her yıl katlanarak ar-
43
marksist tutum
tan bacasız bir sanayi gibi işliyor. Yalnızca Milli Piyango İdaresi’ne şans oyunları için yatırılan para 2012 yılının ilk dokuz ayında 1 milyar 130 milyon 279 bin lira olarak açıklandı. Milli Piyango, İddaa, Süper Loto, Ganyan, Şans Topu, Kazı Kazan gibi oyunların birçoğu internet üzerinden de 7 gün 24 saat oynanabiliyor. Türkiye kumar ve şans oyunlarındaki kapasitesiyle dünyada üst sıralarda yer alıyor. Aynı zamanda yasadışı yollarla oynanan bahis miktarının ise bir milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor.
“Ölüm ruleti kumarı” Çığırından çıkan bir sektör haline gelen şans oyunlarında her konu üzerine kumar oynanabilir, bahse girilebilir. İnternet üzerinde binlerce bahis sitesi var ve bu sitelere ulaşmak çok kolay. Cep telefonlarından da internete erişebilme imkânı nedeniyle 7 gün 24 saat bahis oynanabiliyor. Meselâ bir futbolcunun hangi takıma transfer olacağı bahis konusu olabiliyor. Bahis şirketi, bu konu üzerinden bahisleri açıyor ve futbolcunun karar vermesinden birkaç saat önce bahisleri kapatıyor. Arada oynanan bahis miktarı milyarlarca liraya varıyor. Örneğin hava tahminleri de bahis konusu olabiliyor. Üniversiteli gençlerin kendi aralarında başlattıkları “ben daha iyi biliyorum” rekabeti bahis oyununa dönüşüyor. Bu bahis oyununa günde yaklaşık 1600 kişi katılıyor ve yarım milyon lirayı geçen bir para akıtılıyor. Bir de çekişmeli olan bahislerde tansiyon daha da yükseliyor. Tayvan’da yaşanan bir örnek ise insanlığın nasıl da raydan çıktığının çarpıcı bir göstergesi. Tayvan’da ölümcül hastaların ne zaman öleceğine dair bahis oyunları oynanıyor ve milyonlarca dolar el değiştiriyor. “Ölüm ruleti kumarı” adıyla bahis zinciri haline gelen bu oyuna, bahis şirketleri, bahis oynayanlar, doktor, hemşire ve hasta bakıcıların yanı sıra kimi zaman hasta yakınları da katılıyor. 30 milyon dolara varan paralar dönüyor. Bahis oynamak
44
Nisan 2013 • sayı: 97
isteyen kişiler bahisçilerden birine giderek en az 60 dolar yatırıyor. Daha sonra bahis şirketi üyeleri hastanelere giderek, üzerine bahis oynanabilecek ölümcül hastalar buluyor ve ailelerinden izin alıyor. Bahis kurallarına göre, hasta bir ay içinde ölürse bahsi şirket kazanıyor. Hastanın bir ay ile altı ay arasında ölmesi halindeyse bahsi para yatıran kişi kazanıyor. Nasıl olsa ölecek gözüyle bakılan hastalar üzerinden son bir kez para kazanmayı uman hasta yakınları da bu insan ruletine katılıyor. Bunun ortaya çıkması üzerine bahis firmalarından birisinin yöneticisi çıkıp cenaze masraflarını karşılayamayacak ailelere bu konuda yardım ettiklerini söyleyerek yaptıkları işi insaniyet kılıfına büründürmeye bile kalkışabildi. Bahis ve şans oyunları bağımlılık yaratıyor. Kolay yoldan para kazanma ve zengin olma fikri her yerde karşımıza çıkıyor. İddaa reklâmları billboardlardan inmiyor. Gazetelerin büyük bir kısmı da okuyucularına şans oyunlarına ilişkin ek gazete veriyor. Belli başlı olanları ise Fanatik, Fotomaç, Akşam ve Takvim gibi gazeteler. Hemen hemen her sokakta şans oyunları için bir bayi bulmak mümkün. Bilet satılan, İddaa ya da bahis kuponu yatırılan bayilerin önünde uzun kuyruklar oluşuyor. Dev ekran televizyonu olan bayilerin önünde toplanan kalabalığın sayısı daha da artıyor. 1 lirayla başlayan oyunlar, milyon dolarları bulan bir ağa dönüşüyor. Kazandıkça daha fazlasını kazanma hırsı ya da kaybettikçe bir kere daha şansını deneme isteği gibi nedenlerle şans oyunları bağımlılık halini alıyor. Sonunda şans oyunları güçsüz durumda olan insanları çaresizleştiriyor, bağımlı hale getiriyor. Alkol, madde ve kumar bağımlılığı gibi internet de bir bağımlılık hastalığı haline geldi ve tedavi gerektiriyor. Saatlerce ekran başından kalkmayan gençler, kumar dehlizinde boğuluyor, kimileri intihar ediyor. Dünya üzerinde 32 milyon bahis ve kumar sitesi var. Türkiye’de internet üzerinden kumar oynayanların sayısı 1,5 milyon civarında. 2010 yılında İngiltere’de 350 bin kişinin kumar ve şans oyunlarından dolayı ciddi sağlık sorunları yaşadığı tahmin ediliyor. Yoksulluk, istediğini alamama ya da işçi olmaktan utanma gibi nedenlerle henüz genç yaşta oyunlara başlanıyor.12 yaşındaki çocuklar bile ailelerinin kimlik numaralarını alarak bahis sitelerine girip kumar oynuyorlar. Şans oyunları ve hayallerini gerçekleştirme özlemi insanların cebini boşaltırken, ya çıkarsa umudu hiç tükenmeyen bir hastalık haline geliyor. Sınıf atlama hayalleri ise kapitalizm duvarına tosluyor. Şans oyunları oynayanlar ve bu batağa saplananlar, bu düzenin değişeceğine inanmıyorlar ama milyarda bir ihtimalle olabilecek şansın kendilerini bulabileceğine inanıyorlar. Aslında işçilerin, yoksulların yüzüne şans değil, bu oyunlar üzerinden kâr edenler gülüyor. Kapitalizm öylesine bir yanılsama yaratıyor ki, insanlar yalanın sarhoşluğundan ayılamıyor. İnsanlığın kendisini kurtuluşa taşıması, kendi elleri ve iradesindedir. n
Okurlarımızdan
“Onu Söyleme Sakın, Onu Söylemek Yasak” D
ün akşam işten çıkıp eve dönmek için otobüse bindim. Otobüs tıkabasa doluydu, her sabah ve akşam olduğu gibi. Onlarca yorgun yüze eklendim. Sanki o kadar insanın hepsi uykuda gibiydi, çıt çıkmıyordu. Sessizliği arka taraftan ön tarafa okutulması için elden ele gönderilen “İstanbul Kart”lar, kartı olmadığı için gönderilen paralar bile bozmuyordu. Kartı ve parayı alan yanındakine veriyordu. O ona, o öbürüne derken kartlar eksiksiz sahiplerine geri dönüyordu. Birleşince nelere kadir olacak eller, bir makinenin dişlileri gibi çalışıyordu. O sessizlikte arka taraftan birinin “bu ne yahu, 1,95 kesmiş, soygun bu soygun” deyişini duymayan kalmadı. Bütün başlar sesin geldiği yöne dönmüş, kulaklar gelecek ikinci ses için açık bekliyordu. İçimden “ne olacak şimdi, otobüsün içindekiler yine ikiye mi bölünür yoksa?” diye düşünürken, biri “peki ya kaç para olsun?” diye sordu. Bu kez başlar ondan tarafa döndü. İlk konuşan “1,5 olsun, 1,5 yeter” dedi. Ön tarafta sırt sırta ayakta durduğum kişi konuşana destek oldu: “Evet ya, asgari ücret hiçbir eksiğimizi kapatmaya yetmiyor. Çok bu, çok, adam haklı” dedi. O an kalabalıkta sıkıştırmamak için uğraştığım yanımdaki işçi, önden söze karışana doğru bakarak, “onu söyleme sakın, onu söylemek yasak” dedi. Sonrada parmağıyla dudaklarını kapatarak sus işareti yaptı. O sırada biri öfkeyle şöyle dedi: “Neyi söylemeyecekmişiz, niye söylemeyecekmişiz? Yalan mı? Asgari ücret neyimize yetiyor? Senin tuzun kuru herhalde? ‘Öyle söylemeyin, yasak masak’ dediğine göre” diye çıkıştı. Otobüsün içindekiler karpuz gibi ikiye bölündü. Karşımdaki kendisine söylenenleri dinlerken bıyık altından gülerek başını salladı. Önünde oturan, merakla bakıyor konuşana, hak verir gibi başını salladı. Gözlerinin içine bakarak “sen ne diyorsun bu duruma?” diye sordum. Tam söze gireceği sırada, elleri nasırlı işçi, bir eliyle tutunarak, diğer elini havaya kaldırdı: “Ben on iki senedir sanayide bahçıvanım. Sabah sekiz, akşam altı çalışıyorum. Aldığım AGİ’siyle magisiyle hepsi o işte. Neymiş, on lira
fazla veriyormuş! Elime geçen 850 lira. ‘Asgari ücret az’ dediğimde efendi parmağını gözüme sokacakmış gibi ‘az deme, yetmiyor deme bana. Milyonlarca insana yetiyor da bir sana mı yetmiyor? Her gün kaçı gelip iş var mı diye boynunu büküyor. İşine gelmiyorsa kapı orada’ diyor. Tuzu kuru falan değilim. Ben de senin gibiyim” diye sitem etti. Önümde oturan söze karışmaya fırsat bulunca, “o yasak, bu yasak diye sesimizi çıkarmadığımız için oluyor bunlar. Aldığımız her şeye zam üstüne zam geliyor. Kuru ekmek yesek yine yetmiyor.” Sesler birbirine karışıyor, herkes kendisinin haklı olduğunu diğerine anlatmaya çalışıyor. Kimse sorunun asıl kaynağının henüz farkında değil. Zaten hiç kimse kendiliğinden sorunun kaynağının farkına varamıyor. Birilerinin, farkına varmışların, varmamış olanların elinden tutup gerçekleri bir bir göstermesi, belletmesi gerekiyor. Yoksa olmuyor, olmaz da. Yani bugün dünya üzerinde yedi milyar kadarız. Ürettiklerimiz yirmi yedi milyara yeter. Lakin bir avuç sömürücü ürettiklerimize el koyduğu ve gözlerimize perde çektiği için gerçekleri görmüyor ve avazımız çıktığı kadar bağırmıyoruz. Hakkımız olan insan gibi çalışıp, insan gibi yaşamak için mücadele etmeliyiz. Örgütsüz olduğumuz için çok çalışıp az yiyoruz, ayaklarımıza kara sular iniyor. İşçi sınıfının şairi Nazım Hikmet ne güzel söylemiş: “Yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim.” İşte o zaman her şey hepimize yetebilir…
Tahta, beton, teneke, toprak, saman damlarımızla iki milyardan artığız, kadın, erkek, çoluk çocuk. Ekmek hepimize yetmiyor, kitap da yetmiyor, ama keder dilediğin kadar, yorgunluk da göz alabildiğine. Hürriyet hepimize yetmiyor. Hürriyet hepimize yetebilir ve sevda kederi, hastalık kederi, ayrılık kederi, kocalmak kederinden gayrısı aşmayabilir eşiğimizi. Kitap hepimize yetebilir. Ormanlarınki kadar uzun olabilir ömrümüz. Yeter ki bırakmayalım, yaşanmamış günlerimiz yok olmasın çocukların avuçlarıyla birlikte, boşluğun karanlığına çıkmasın negatif resimcikler, yeter ki ekmek ve hürriyet yolunda dövüşebilmek için yaşayabilelim. Pendik’ten bir işçi
45
Okurlarımızdan İnadına Barış! B
eyinleri kırıcılıkla, faşizmle doldurulmuş birkaç genç. Newroz kutlamasından dönen Kürtlerin olduğu bir araca saldırdılar. Öfke kusuyorlardı ve ellerinde uzunca sopalar, bazısının ucunda demir parçalar vardı. Donarak izledim, içinde çocuk, kadın, genç, yaşlı kim olduğu sorgulanmadan acımadan vuruyorlardı otobüsün camlarına. Kırılan cam parçaları arabanın içindekilerin bedenlerine sıçrıyor, onlar çaresizce korumaya çalışıyorlardı kendilerini. Birkaç dakika donakaldım. Tek suçları Kürt olmak mıydı? Kimisi daha çocuk yaştaydı. Kürt oldukları için böylesi bir vahşete uğramaları haksızlık değil miydi? Kimisi kadındı. Kadın olduğun için bu hayatta zaten fazlasıyla ezildiğin halde bu yetmiyormuş gibi, bir de Kürt kadını olman daha katmerli bir şiddete maruz kalmana sebep oluyor. Sonra düşündüm, ya vurup kıran gençler? Beyinleri Türk milliyetçiliğiyle doldurulmuş bu gençler can yakıyorlardı. Aslında buna zorlanıyorlardı. Onları bu denli insanlıktan çıkartan sebep başka ne olabilirdi? Çektikleri onca acıya rağmen inadına barış diyen Kürtleri bu gençler niye anlamamıştı? Neden inadına düşmanız diyorlardı? Ellerini barış için uzatan bu insanlar neden karşılık bulmasın isteniyor? İşte bu zihniyet değil mi ki iki halkı birbirine düşman eden? Gözlerinin önünde yaka paça dövülen babasının çaresizliği, bu çocuğun eline taş alması için yeterli bir sebep değil mi? Farklılıklarımızla güzelleşen bu ülkede, zorla tektipleştirilmeye çalışan bu halkın varlığı neden kabullenilmek istenmiyor? Bizleri birbirimize düşman eden, ötekileştiren neden nedir? Bu kimin işine yarıyor, bu düşmanlık neyin nesi? Bir Türk kadar Kürt olmak isteyen bu insanların da anadilini konuşmak istemeleri en doğan hakları değil mi? Özgürce ben Türküm diyen biri kadar ben Kürdüm demek onların da hakkı değil mi? Yüzyıllardır süren bu savaş artık bitmeli. En temel hakları için halen savaşmak zorunda olan bu halkın çektiği acıları görmemek niye? Sonra bir işçi olarak düşündüm. Bir fabrikada çalışıyorum, Kürdü de var Türkü de. Aynı fabrikada üretip var ederken, birlikte sömürülüyorken, canımız çıkana kadar çalıştırılırken, birleşip hakkımızı aradığımızda biz bir aileyiz naraları atan patronların bizi bölmek için ilk kullandıkları Kürtlüğümüz, Türklüğümüz oluveriyor. Düşman etmek isterken ilk bu yöntemler kullanılıyor. Peki bizler neden kanıyoruz bu yalanlara? Bu yalanlara kanmamak için, bu kan dursun demek için, birleşmekten ve sorunu çözmekten başka çaremiz yok. Bizim Kürt ve Türk halkı olarak birbirimizle sorunumuz yok. Bu sorunu da ancak Türküyle Kürdüyle birlikte çözebiliriz. Kürt ve Türk işçileri, emekçileri, bu dünyayı var eden, üreten bizler değil miyiz? O zaman bu sorunu çözmek de bizlerin elinde. Tuzla’dan bir Marksist Tutum okuru
46
Kapitalizmde Eğitim de Adil Değil K
apitalizmde hayatın her alanında olduğu gibi okullarda da eşitlik ve adalet beklemek imkânsızdır. Birçok devlet okulunda, özel sınıflarda eğitim görmeleri gereken zihinsel özürlü ya da şiddete eğilimli çocuklarla normal çocuklar aynı sınıflarda eğitim görüyorlar. Parasız denilen eğitimin sadece adı parasız. Kayıt, forma, aidat, kantin, kırtasiye, servis vs. parası derken çocuğumuz daha 1. sınıftayken okul masrafları belimizi bükmeye başlar. Ama yine de biz işçiler çocuklarımızı okutabilmek, “bir yerlere geldiğini” görebilmek için açlık sınırı altında aldığımız ücretlerin bir kısmını da eğitime ayırırız. Çocuklar büyüdükçe eğitim masrafları da katlanarak büyür. Ömrümüzü çocuklarımızın okul ve dershane ücretlerini karşılamak için harcamaya başlarız. Yıllarca verilen emeğin sonunda içlerinden başarılı olanlar üniversiteye giderler ve mezun olurlarsa ya mezun oldukları bölümle hiç ilgisi olmayan bir işe girerler ya da işsizler ordusuna dâhil olurlar. Burjuva sınıfın çocukları ise anaokulundan itibaren çocuklarına kendi sistemlerinin en iyi eğitimini verirler. Özel okullarda devam eden öğrencilik yılları yurtdışında dil öğrenmeye kadar varır. Hayata 1-0 değil de 5-0 önde başlarlar. Yani bakmayın siz her yıl sınav zamanları burjuva medyada yer alan “Van’daki çoban sınavda birinci oldu” ya da “Konya’da bir çiftçi çocuğu üniversite sınavında en yüksek dereceyi aldı” türünden haberlere. Bu da tıpkı Milli Piyango bileti talihlisi gibi milyonda bir ihtimaldir. Yani aslında neredeyse imkânsız bir şeyi “çalışırsanız başarırsınız“ diyerek yutturmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Oysa bizler çok iyi biliyoruz ki, bıraktık özel okulları, devlet okullarının bile bulunduğu semte göre aralarında dağlar kadar fark var. Sınıf mevcudundan temizliğine varıncaya kadar her şeyi farklı olabiliyor. Sınıfsal fark apaçık ortada yani! Ama bizim “solcu” ve “aydınlarımız” bunları görmeyip tek tip kıyafete takıyorlar. “Sınıf farkı ortaya çıkıp çocukların psikolojisi bozulacak” diye korkuyorlar. Gerçeklerin farkına varmak ve mücadele etmeye küçük yaşlarda başlamak onlar için “bozulmuş psikoloji” anlamına geliyor. Biz şunu da çok iyi biliyoruz ki, kapitalistlerin sisteminden eşit bir eğitim beklenemez. Bu nedenle diğer alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da haklarımızı ancak örgütlü mücadelemizle alabiliriz. Sarıgazi’den bir Marksist Tutum okuru
Okurlarımızdan
Sevgili Rahmi Abi, Seni Saygıyla Anıyorum… S
ınıf mücadelesi ile tanışan her işçinin anlamlı bir hikâyesi vardır. Ve o hikâyenin bir kahramanı… Benim sınıf mücadelesi ile tanışmamdaki kahramanım Rahmi Abi’dir. Henüz çocuktum. Beni çalışacağım fabrikaya ablamın eşi götürmüştü. Eniştem, beni fabrikaya götürürken “bak kayınço, fabrikada Rahmi diye biri var. Sakın onunla muhatap olma. O adam komünisttir. Onun yüzünden parça başından haftalığa geçtik. Parça başına geçmek için uğraşıyoruz. Hele bir parça başına geçelim. Çok para kazanacağız çok” demişti. Komünist olmak bizim oralarda çok kötü bir şey olarak algılandığı için Rahmi Abi’nin neye benzediğini, nasıl bir şey olduğunu da çok merak etmiştim. Fabrika çok kalabalıktı. Ben çırak olarak işe başlamıştım. Rahmi Abi’yi deli gibi merak ediyordum. Koca fabrikada baktığım her işçi için “bu olamaz, bu da olamaz” diyordum içimden. Bir gün öğle yemeğinden sonra fabrikanın bahçesinde eniştemi bulup “senin dediğin hangisi?” diye sormuştum. O da başıyla ilerideki kalabalığı işaret etmişti. Gösterdiği yerde kadınlı erkekli çok işçi olduğu için Rahmi Abi’nin hangisi olduğunu anlamamıştım. İçlerinden kısa boylu, geniş omuzlu, sarı saçlarında aklar olan, mavi gözlü biri dikkatimi çekmişti. İçimden “bu da değildir” diye geçirmiştim. Aradan günler geçiyordu. Yavaş yavaş hem işi öğreniyordum hem fabrikayı. İşçi ablalarımı, abilerimi tanımaya da başlamıştım. Aradan 30 seneden fazla bir zaman geçti. Ama o günlerin neredeyse her ayrıntısı aklımda. Bir gün bir işçi, kontrolcülerin çalıştığı bölüme geldi kucakladığı deri montlarla. Kucağındakileri kontrol masasının üzerine koyup gitti. Bu işçi, kalabalığın içindeki sarı saçlı abi idi. Montlar çok düzgün bir şekilde üst üste sıralanmıştı. Kontrolcü ablalardan biri “herkes Rahmi abi gibi düzgün, temiz çalışsa hiç tamirlik iş çıkmaz” demişti. Şaşırmıştım. “Besime Abla Rahmi dedikleri bu muydu?” diye sormuştum. Besime Abla, kaşlarını çatarak şöyle demişti: “Sen Rahmi Abi’yi tanımıyor musun? Hem Rahmi değil, Rahmi Abi o” demişti. Diğer kadın işçiler ve çıraklar da Besime Abla’yı destekleyen sözler etmişlerdi. Kısa zamanda işçilerin çok büyük bölümünün Rahmi Abiyi sevdiğini, saydığını anlamaya başlamıştım. Ustabaşları ve eniştem gibi parça başı ücretle çalışmaya geçmek isteyen işçiler ise Rahmi Abi’den nefret ediyorlardı. Bir gün ustalardan biri biten işleri kontrol ederken “ulan bu komünist işe vaktinde geliyor, herif kurulmuş saat gibi her gün zil çalmadan kartını basıyor. Herkesten çok çalışıyor. Yaptığı işlerin hiçbirinde milim hata yok. Herif komünist mominist ama işi temiz! Her işe ayrı kalıp çıkartı-
yor, kim istese çıkartıp kalıp veriyor. Hem temiz hem titiz çalışıyor. Açık kapı bırakmıyor” diye söylenerek ustabaşına dert yanıyordu. Rahmi Abi hakkında duyduklarım bende iyice bir merak uyandırmıştı. Bir fırsatını bulup Rahmi Abi’nin çalıştığı departmana gidiyordum. Çalışırken başını makineden kaldırmıyordu. Makinesi, tezgâhı, her gördüğümde diğer işçilerin makinesinden, tezgâhından daha düzgündü. Yemek ve çay molalarında hep etrafı kalabalık olurdu. Bir Cumartesi günü öğleden sonra fabrika paydos ettiğinde işçilerin çoğu fabrika bahçesinde toplanmıştı. Rahmi Abi kalabalık içinde bir şeyler söylüyordu. Ama ne konuştuğunu anlamamıştım. Eniştem “yürü gidiyoruz. Onlar yine sendikaya gidiyor” demişti. Benim merakım iyice artmıştı. Enişteme “enişte sendika ne?” diye sormuştum. Eniştem “sendika kötü bir şeydir. Parça başına karşı çıkan Rahmi gibi tembellerin üye olduğu şey” demişti. Ben de “enişte herkes Rahmi Abi için fabrikada en çok çalışan ve işini en iyi yapan odur diyor” dediğimde eniştem deliye dönmüştü. “O komünist senin de mi aklını çeldi? Ben parça başı çalışmak için sendikadan istifa ettim. Patron ‘parça başına geçtiniz mi senede bir kat ev çıkarsınız’ diyor. Aklı olan parça başına karşı çıkar mı?” diyerek beni yolda bırakıp gelen minibüse binip gitmişti. Ben de fabrikanın önüne geri dönmüştüm. İşçiler toplu halde yürüyorlardı. Peşlerine takılıp giderken birine “Abi böyle hep beraber nereye gidiyorsunuz?” diye sormuştum. “İkinci evimize” demişti. Ben anlamamış gözlerle bakınca “sendikaya, sendika bizim ikinci evimizdir. Sen de gel” demişti. Sendikanın binasından içeri girdiğimde çok şaşırmıştım. Duvarlarda bir sürü pankartlar, afişler, resimler ve yazılar vardı. Masanın üzerinde dergiler, gazeteler vardı. Kitaplık kitapla doluydu. Sanki başka bir dünyaya gelmiş gibiydim. Sendikada tanıdığım tanımadığım birçok işçi konuşma yapmıştı. Bütün konuşmalar parça başı üzerine gibiydi. “Parça başı öyle, parça başı böyle, bölünürüz, dağılırız” gibiydi. “Öyle olursa ne yaparız, böyle olursa ne yaparız?” diye sorular sorulmuştu. Ben de kalkıp “bu parça başı kötü bir şeyse eniştem niye karşı çıkmıyor? ‘Çok para kazanacağız’ diyor. Siz çok para kazanmak istemiyor musunuz?” diye sormuştum. Pek çok işçi cevap vermişti. Hatta enişteme kızanlar, bağıranlar da olmuştu. Cevaplardan sonra Rahmi Abi şöyle demişti: “Patronun kandırdıklarıyla uğraşırız, evine, mahallesine giderek onları ikna edebiliriz. Ama kendini kandıranları şimdiye kadar ikna eden olmamış!” Aradan bunca yıl geçti Rahmi Abi’nin o sözle-
47
Okurlarımızdan ri aklımdan hiç çıkmıyor. Bu olayın üzerinden aylar geçtikten sona yine bir Cumartesi idi. Rahmi Abi’yle bir kahvede buluşmuştuk. Aylardır sormaktan çekindiğim soruyu pat diye sormuştum. “Rahmi Abi, komünist ne demek? Sen komünist misin?” Rahmi Abi şöyle durup tebessümle gözlerimin içine bakarak, “komünist herkesin eşit olmasını savunmaktır. Bana gelince, ben de herkesin eşit olması için uğraşıyorum. Sen benden çok yaşayacaksın. Eğer öldüğümde hâlâ herkesin eşit olmasını savunarak ölmüş olursam bir komünist olarak öleceğim” demişti.
Evet, Rahmi Abi öldü. Öldüğünde hâlâ herkesin eşit olmasını yani komünizmi savunuyordu. Rahmi Abi’nin bana çok emeği geçmişti. O sağ olsa, “biri bana emek vermişti, ben de sana. Alacak verecek yok. Herkes gücü ve becerisi kadar üzerine düşeni yaptı” derdi tebessüm ederek. Rahmi Abi’nin doğum tarihini bilmiyorum. Ama ölüm tarihi 1 Nisan 1985. Rahmi Abimi saygı ve minnetle anıyorum. O ve onun gibi devrimci işçiler, komünizm mücadelemizde yaşamaya devam edecekler. Marksist Tutum okuru bir deri işçisi
Yarışma Programları Neye Hizmet Ediyor?
T
elevizyon kanallarında yayınlanan yarışmalar son dönemlerin en popüler programları haline geldi. İşsizliğin, yoksulluğun giderek büyüyen bir sorun haline geldiği bu dönemde, kısa yoldan para kazanma hayalleri kuran binlerce insan bu yarışma programlarına başvuruyor. Peki, milyonlarca insanın izlediği, yayınlandığı kanallara yüz binlerce lira kazandıran bu yarışma programları neye hizmet ediyor ya da bizleri nereye sürüklüyor, hangi insani değerlerimizi yitirmemize sebep oluyor? Bizlerden neleri koparıp götürüyor? Meselâ, “Ben Bilmem Eşim Bilir” yarışmasında tehlikeli ve riskli hareketlerin bulunduğu yarışmalar yapılıyor. Yarışmacıların her an yaralanması, sakatlanması mümkün. Eşlerin birbirleriyle girdikleri diyaloglarda hiç hoş olmayan davranış biçimleri, hakaret ve aşağılayıcı sözler ya da motive etmek adına usulsüz sözler söyleniyor. Yarışmacılar sonunda bir araba sahibi olabilmek için çok çirkin şeyler yapmaya mecbur bırakılıyorlar. “Güven Bana” yarışması özünde “güven-me bana” dedirten ve en önemli değerimizi, birbirimize olan güvenimizi yitirmemize sebep olan bir program. Yarışmada, “güven bana” diyerek ortaklar önce birbirlerini ikna etmeye çalışıyor, bir yere kadar birbirlerine güvendikten sonra da para miktarı yükseldikçe ikiyüzlülük ve ihanet etme duygusu ön plana çıkıyor. Yarışma, sonunda kazanılan paranın pay edilmesi gerekirken ihanet duygusuna yenilen bir yarışmacının butona basmasıyla ve diğer yarışmacının büyük hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Verilen tepkiler, sarf edilen sözler sadece yarışanları değil ekran başındaki izleyicileri de büyük ölçüde etkiliyor. Kaybeden “bir daha kimseye güvenmeyeceksin” diyerek bireyselliğe, umutsuzluğa ve yalnızlığa itiliyor. Birbirini aldatmak, kandırmak, ihanet etmek yarışma formatında olduğu için bütün bunların gayet doğal olduğu al-
48
gısı yaratılıyor. İnsanlığımızı ve onurumuzu paraya kurban ettiriyorlar. Her zaman olduğu gibi “babana dahi güvenmeyeceksin” zihniyetini güdüyorlar. Peki, doğru olan bu mu? Elbette değil. Ailemize, işçi kardeşimize ve sınıfımızın mücadelesine inanmazsak, güvenmezsek nasıl yaşarız? Güven duygusu içinde örgütlenip dayanışmayı sağlamazsak egemen sınıfa karşı savaşımızı nasıl verebiliriz? “Şans Kapıda” yarışmasında “kimden alıyorsun, kime veriyorsun?” sorusunu sormadan edemiyor insan. Yarışmayı zenginden alıp fakire verme gibi sunuyorlar. Kaybeden ailenin evinden bir ya da iki eşya alıp ihtiyacı olan daha fakir ailelere veriyorlar. Yanlışlık bunun neresinde diye düşünebilirsiniz. Ama evlerine gittikleri ve yarıştıkları aileler zaten işçi sınıfının bireyleri. Eğer gerçekten zenginden alıp fakire vermek istiyorlarsa Sabancıların, Koçların TUSKON, MÜSİAD ve TÜSİAD üyesi para babalarının villalarına, fabrikalarına gitsinler, onların mülklerini fakirlere dağıtsınlar. Ama bunu düşünmek bile istemezler! Masum eğlence programları gibi görünen bu yarışmalarla bizi aldatıyorlar, soytarıya çeviriyorlar. İşsizlik, yoksulluk, kötü çalışma ve yaşam koşulları karşısında isyan edip hakkımızı aramaktansa böyle abuk sabuk yarışma programlarından medet ummamızı, sürekli bireysel çıkarlar peşinde koşmamızı istiyorlar. Bizler de örgütlü olmadığımız için bu tuzaklara çok rahat düşüyoruz. Yarışmanın sonunda birileri para ya da araba alınca onun için “kazandı” diyoruz. Peki, gerçekte kazanan kim? Biz kazanan mıyız yoksa kaybeden mi? Her şey reyting ve kâr ile ilişkili. Birileri bu kazançla ceplerini daha fazla doldururken, bizim payımıza düşen yozlaşma, bireyselleşme ve insani değerlerimizin yitirilmesi oluyor. Ama mücadele içerisinde örgütlenip daha güçlü olursak işte asıl o zaman kazanan biz olacağız. Sarıgazi’den bir işçi