Kapitalist Talana ve Polis Terörüne İsyan Büyüyor T
aksim Gezi Parkının sermaye tarafından talan girişimini engellemek üzere başlayan protesto eylemleri birkaç gün içinde hızla yaygınlaşarak ülke çapında hükümet karşıtı bir isyana dönüşmüş durumda. Başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere birçok kentte her gün hükümet karşıtı gösteriler düzenlenmekte. Özellikle İstanbul’da gösteriler kentin birçok semtine yayılmış durumda. Ülke genelinde yüzbinlerce insanın katıldığı bir hareketlilik söz konusu. Binlerce insan gözaltına alındı, yaralandı ve iki kişi hayatını kaybetti. Hızla genişleyen bu hareketlilik, şimdiden önemli bir kırılma noktasını temsil etmektedir. On yılı aşkın iktidar döneminde AKP ve Erdoğan ilk kez bu şekil ve ölçüde bir darbe almıştır. AKP’nin muhtelif ileri gelenleri ve sözcülerinin beyanatlarının arz ettiği dağınıklık da içine düştükleri durumu göstermektedir. Taksim Gezi Parkındaki ağaçların sökülmesini ve park üzerine yapılacak AVM inşaatını engellemek gibi içeriği son derece somut ve dar bir eylemin, böylesi bir süreci tetiklemesi kendi başına çok şey anlatmaktadır. Sorunun basitçe bir ağaç ya da kentsel duyarlılık sorunu olmadığı çok açıktır. Bu taleple başlayan hareket içinde geniş kitleler, AKP hükümetinin toplumu kontrol altına alma ve boğazını sıkma uygulamalarına karşı öfkelerini ortaya koymaktadırlar. Mütevazı ve haklılığı apaçık olan bir talebin bile, ölçüsüz bir zorbalık ve hoyratlıkla bastırılmaya çalışılması, bir kez daha sergilenen keyfi, otoriter, dayatmacı, baskıcı tutum bardağı taşırmıştır. AKP’nin iktidar şımarıklığıyla malul bu “dediğim dedik, çaldığım düdük” tutumları toplumun giderek genişleyen bir bölümünde bir süredir öfke birikimine yol açmaktaydı. Herkesin farkında olduğu üzere Taksim meselesi sadece bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu nedenle tepki, adeta hiçbir ara aşamadan geçmeksizin doğrudan hükümeti hedef alan bir düzleme sıçramıştır. Türkiye’nin dört bir yanında sokaklara dökülenler, pencerelerden tencere tava çalanlar, örneğin polis müdürünü, valiyi ya da belediye başkanını değil, doğrudan doğruya hükümeti ve Erdoğan’ı hedef almaktadırlar. Üstelik tüm bunlar özellikle burjuva medyanın büyük
ölçüde karartma uyguladıkları şartlar altında gerçekleşmektedir. AKP özellikle sivil-asker bürokrasiyle giriştiği mücadeleyi temelde kazandığı noktadan itibaren, kendi iktidarını pekiştirmek üzere attığı adımlarda daha pervasız ve saldırgan bir yola girmiştir. Daha önce, belli bir dayanağı olan “mağdur” rolünü oynayarak her fırsatta elini güçlendirebiliyordu. Hiç kuşkusuz bunda, karşısında güçlü bir demokratik alternatif olmaması ve ekonominin görece iyi bir konjonktür yakalamasının da etkisi vardı. Ancak sivil-asker bürokrasi alt edildiği andan itibaren AKP için, özel bir durum teşkil eden Kürt sorunu dışında, kendine çeki düzen vermesini sağlayabilecek bir muhalefet odağı kalmamış oluyordu. Bunun bir yan sonucu da liberallerle ittifakının eski önemini yitirmesiydi. Sonuç olarak kritik nokta geçildiği andan itibaren AKP, hem tabanın bağlılığını devam ettirme açısından hem olası toplumsal muhalefet dinamiklerinin gelişmesini bertaraf etmek açısından hem de kendi yiyici burjuvalarını daha etkin biçimde doyurma açısından belirli türden siyasi hamleler yapmaya yönelecekti. İşçi hareketine, sosyalist muhalefete, sokak eylemliğine alabildiğine polis terörüyle saldıracak, insanların yaşam tarzlarına müdahale yönünde daha cüretkâr girişimlerde bulunulacak, itaat eden ve lütuf dilenen bir toplum yaratma yönünde düzenlemeler yapılacak, kentlerin yağmasında daha dizginsiz bir yola girilecek, yine kentlere kendi ideolojik damgasını basma yolunda fren mekanizmaları devreden çıkarılacak ve genel olarak da tüm bunlar yapılırken, iktidar sarhoşluğu içinde, her sesini çıkaran hoyratça ezilecekti. 1 Mayıs mitingleri için Taksim’e üç yıl boyunca izin verilip sonrasında ise keyfi biçimde yasak ilan edilmesi bu evrimin tipik bir göstergesidir. İşte son birkaç yıldır süren bu yeni süreçte AKP’nin bu minvalde yaptıkları toplumun değişik kesimlerinde bir huzursuzluk biriktirmekteydi. Her ne kadar bu kesimler AKP’nin kendi tabanı dışındaki kesimler idiyse de bunların siyasi olarak AKP’yi endişelendirecek düzeyde bir etkinliği ve örgütlülüğü bulunmuyordu. Öte yandan bu birkaç yılın sonuna doğru AKP tabanın-
1
marksist tutum
da da bu gidişattan belli bir hoşnutsuzluk oluşmaya başladı. Anti-kapitalist Müslümanlar tipi eleştirel ve demokratik yönelimli hareketlerin ortaya çıkması da bunun bir ifadesiydi. Bunun dışında, önemli bir müttefik olan Fethullahçı hareketin iktidar paylaşımı mücadelesi içinde AKP ile mesafesinin açılması da muhafazakâr taban içinde AKP’ye yönelik hoşnutsuzluğun artmasına katkıda bulundu. Bu durum AKP içerisinde de var olan çatlakların büyümesine yol açmaktadır. AKP’nin bu akıldışı saldırgan ruh halinde Suriye’deki sıkışmışlığının etkisini unutmamak gerekiyor. Emperyalistleşen sermayenin Bonapartist özlemler taşıyan lideri Erdoğan, başkanlık hayalleri ve Ortadoğu’ya yönelik emelleri suya düştükçe asabileşmekte, saldırganlaşmakta ve iyice pervasızlaşmaktadır. Gerek içerde gerekse uluslararası arenada AKP’ye yönelik eleştirilerin artması AKP’nin üslup ayarının iyiden iyiye kaçmasına yol açmıştır. Elbette bu iktidar şımarıklığında görünürde seçmen desteğinin hâlâ aynı düzeyde devam etmesinin de etkisi vardı. Anket sonuçları AKP yöneticilerini “ne yapsak sorun olmuyor, seçmen hâlâ bizi destekliyor” düşüncesiyle özgüven patlamasına sürüklüyordu. Ancak kürtajı yasaklama girişiminden alkol yasaklamalarına, Suriye batağı içinde yaşanan Reyhanlı faciasından 1 Mayıs yasaklarına kadar bir dizi sayısız gelişme ve her durumda uygulanan dizginsiz polis terörü, rekor sayıda gazetecinin hapse tıkılması, medyanın iyiden iyiye iktidar dalkavukluğuna geçişi, Türkiye’nin adeta tüm derelerine baraj kurup memlekette ne kadar doğa güzelliği varsa açgözlülük içinde katletme çabası, bunu yaparken takınılan hotzotçu tutum, yoksulları kentlerin çeperlerine sürme harekâtı vs., nihayet geniş bir kitle için “artık yeter” noktasına gelinmesine yol açtı. Böylece çevrecilerden futbol kulübü taraftarlarına, sanatçılardan üniversite öğrencilerine, Kemalistlerden sosyalistlere kadar geniş bir çeşitlilik arzeden nüfus kesimleri, Taksim eyleminin aleni meşruiyetinden de güç alarak birdenbire hükümet karşıtı bir eylemlilik sürecine girdi. Bütün bu eylemlilik sonucunda Gezi Parkını polis ablukasına almış olan hükümet geri adım atmak zorunda kalarak polisi parktan çekti ve yüz bini aşkın kitle parka zafer kazanmış olarak girdi. Bu arada Taksim’i 1 Mayıs mitingine yasaklama gerekçelerinin sahteliği de en çarpıcı biçimde teşhir oldu. Zorbalığa, dayatmacılığa, polis terörüne karşı Taksim’den başlayan direniş İstanbul’un birçok semtine ve diğer büyük kentlere yayıldı. İstanbul’da ve diğer birçok kentte günlerdir polis terörüne karşı direniliyor. Mevcut aşamada bu tepki örgütlü bir zeminde başlayıp gelişmemesinin ve halen genel bir örgütsüzlük damgası taşımasının yanısıra proleter sınıf karakterinin belirgin olduğu bir nitelik de taşımamaktadır. Şu anki aşamada, işçi sınıfı örgütlü bir tarzda hareketin bir parçası haline gelmemekle birlikte, işçi ve emekçiler bireysel tepkilerini harekete taşımakta ama daha ziyade “beyaz yakalı” işçilerin, üniversite gençliğinin ve Kemalist önyargıları güçlü olan “orta sınıf ”ın ağırlığı hissedilmektedir. Harekete
2
Haziran 2013 • sayı: 99
damgasını vuran, AKP ve Erdoğan’a duyulan nefrettir. Ancak siyasal bileşim oldukça karışıktır; bu bileşim içinde faşist Türk Solu çevresi ve İP gibi çevrelerin yanısıra CHP’nin darbeci-şovenist kanadı da mevcuttur ve bu sonuncular hareketi Kürt karşıtı şoven bir çizgiye çekmeye çalışmaktadırlar. Ne var ki, mevcut aşamada hareketin geneli devlet terörüne, gündelik hayata ve sanata müdahalelere, çevre ve kent talanına, otoriter uygulamalara karşı çıkışın ağır bastığı demokratik bir dinamik arz etmektedir. Bu geniş toplumsal hareketlilik ciddi bir kırılma yaratmıştır. Amiyane tabirle ilk kez bu ölçüde AKP’nin ve Erdoğan’ın “façası çizilmiştir”. Demeçler bunu ortaya koymaktadır. Ama daha önemlisi, ülkede bir hava değişimi yaşanmakta, en azından geniş bir kesim açısından korku duvarları kırılmaktadır. Ayrıca genel demokratik dinamik bir özgürlük havası yaratmakta, hükümet ve polis geriletilmekte, meşruiyet kaybına uğramaktadır. Bunlar olumlu gelişmelerdir. Yaşanan geniş kitle hareketliliği dünyanın her yerinde yaşanan benzerleri gibi yararlı deneyimler sağlamaktadır. Sayısız mücadele dersleri çıkmaktadır. Bunlar Türkiye’deki genel sınıf mücadelesinin deneyimleri hanesine yazılacaktır. Diğer bir önemli nokta ise, ölçeği sınırlı kalan 15-16 Haziran Direnişi bir kenara bırakılacak olursa, Türkiye’de ilk defa bu tür bir genel ve kendiliğinden patlayan bir isyan havasının oluşmasıdır. Örgütlü işçi hareketinin zayıflığı ne yazık ki buradaki en büyük eksikliktir. DİSK ve KESK gibi konfederasyonların son anda aldıkları grev ve eylem kararlarının bir etkisi olup olmayacağını göreceğiz. Ne yazık ki, DİSK ve KESK işyerlerinde yeterli örgütlülüğe ve üyeleri üzerinde yeterli otoriteye sahip değildir. Genel toplumsal hareketlilik atmosferinin bu handikapı aşmaya yeterli olup olmayacağını deneyim gösterecek. Devlet güçlerine karşı ciddi bir direniş sergileyen geniş ve dinamik bir kitle ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz burada değişik renklerden sosyalist çevrelerin katkısı bulunmaktadır. Ancak örgütlü proleter sınıf hareketi devreye girmedikçe, genelde örgütsüz olan bu dinamik sönme ya da piyasadaki en büyük hükümet karşıtı güç olan CHP gibi ulusalcı odakların elini güçlendirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örneğin işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren taleplerin ön plana çıkarılarak, sendikaların, fabrikalardaki işçilerin örgütlü biçimde mücadeleye katılması, grevlerin ve diğer işyeri eylemlerinin örgütlenmesi vb. bu yolda ileriye doğru atılabilecek çok önemli adımlar olacaktır. Bu çaba aynı zamanda hâlâ AKP kontrolü altındaki geniş işçi-emekçi kitleyi sürece çekmek açısından da çok önemlidir. Taksim eylemlerinde kimi dindarların da yer alması bir olumluluktur. Ama AKP kontrolü altındaki geniş kitle için bu henüz söz konusu değildir ve Kemalistler/ulusalcılar baskın olduğu ölçüde bu zorlaşacaktır. Bu gibi hususlardan da anlaşılacağı üzere asıl olan örgütlü proleter sınıf dinamiğini güçlendirmek ve emekçi kitleleri Kemalistlerin/ulusalcıların eline bırakmamaktır. n
Reyhanlı’nın Gösterdikleri Zeynep Güneş
A
KP’nin Suriye konusunda izlediği savaşçı politika, Türkiye sınırları içindeki ilk büyük acı meyvesini Reyhanlı’da verdi. 11 Mayısta yaşanan iki bombalı saldırıda resmi sayıya göre 52 kişi hayatını kaybetti, 100’ü aşkın kişiyse ağır şekilde yaralandı. Bu kanlı eylemin hemen ardından AKP hükümetinden, saldırıyı Esad’a bağlı Suriye istihbarat örgütünün gerçekleştirdiğine, Türkiye menşeli bir sol örgütün de (gerçekte ismi de cismi de kalmamış bir örgüt) taşeron olarak kullananıldığına dair demeçler geldi. Hükümete yakın ideologlar ise işin içine İran ve Rusya’yı da katarak düşman cepheyi alabildiğine genişlettiler. Buna mukabil, sosyalist solun büyük bir kesiminde, saldırıyı ÖSO’nun, İsrail’in veya bunlarla işbirliği yaparak bizzat hükümetin organize ettiği tezleri öne çıkarıldı. Tüm bunlara, MİT ile Emniyet İstihbaratı arasındaki kavganın “istihbarat zaafı”na yol açtığı ve bu nedenle, haberdar olunduğu halde saldırının önüne “geçilemediği”ne yönelik tartışmalar da eklendi. Sonuçta hükümetin yayın yasağıyla da birleşen bu sisli puslu ortam her türlü spekülasyona uygun bir zemin hazırlarken, egemenler, burjuva medya aracılığıyla yaydıkları manipülatif haberlerle emekçi kitlelerin kafalarını alabildiğine bulandırdılar. Saldırıyı AKP başta olmak üzere çeşitli burjuva güçlerin hangi amaçlarla kullandıkları hususu ise, ne yazık ki eylemi kimin yaptığına dair tartışmaların gölgesinde kaldı. Öncelikle şunu belirtelim ki, Ortadoğu’da kanlı bir
emperyalist paylaşım savaşının yürüdüğü, Türkiye’nin bölgeye yönelik emperyalist girişimlerinin gün gibi ortada olduğu ve Suriye’de yürüyen iç savaşta doğrudan taraf olduğu bir ortamda gerçekleştirildiği düşünüldüğünde, fail olarak adı geçen unsurların tümü böylesi bir saldırıyı gerçekleştirme potansiyeli taşımaktadır. Bununla birlikte saldırıyı kimin tertiplediği konusuna odaklanmak, spekülasyonlar aleminin derinliklerinde kaybolarak gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelecektir. Bize göre yapılması gereken şey, her biri bu saldırıyı kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanan burjuva güçlerin planlarını teşhir ederek hesaplarını bozmak ve emekçi kitleleri bu gerçekler konusunda aydınlatıp uyararak emperyalist savaşa ve kapitalizme karşı mücadeleye sevk etmek olmalıdır. Burada birkaç hususu vurgulayalım. Her şeyden önce bu saldırıların hedefi olarak seçilen Hatay, etnik ve dinsel çeşitliliğiyle öne çıkan, Suriye’yle yakın ilişkileri olan Alevi Arapların önemli bir ağırlığa sahip oldukları ve yaşanan iç savaş sürecinde Suriyeli sığınmacıların yoğun olarak yerleştirildikleri bir bölgedir. Aynı zamanda ÖSO militanlarının Türk devletinin koruması altında üslendirildiği bu bölge, uzun süredir çeşitli istihbarat örgütlerinin de cirit attığı bir yer olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla, tüm bunlar nedeniyle en ufak bir kıvılcımda patlama potansiyeline sahip bir barut fıçısına dönmüş durumda olan Hatay’ın saldırı üssü olarak seçilmesi hiç de tesadüf değildir. Saldırının Erdoğan’ın Obama’yla görüşmek üzere ger-
3
marksist tutum
çekleştirdiği ABD ziyaretine denk gelmesi de manidardır. Sonuçta sadece organize edenler değil bütün burjuva güçler, saldırı gerçekleştikten sonra, ondan kendi çıkarları doğrultusunda faydalanmaya çalışmışlardır. Örneğin Esad yönetimi saldırıyı Türkiye’nin zayıflığının bir işareti olarak göstermiş, aynı zamanda bir yandan “sandığın kadar güçsüz değilim” derken, öte yandan da “beni yakmaya kalkarsan kendin de yanarsın” mesajını vermiştir. AKP ise, bu saldırıdan, Türkiye’nin Esad rejiminin büyük tehdidi altında bulunduğunu ve daha fazla sessiz kalamayacağını ABD’ye güçlü bir şekilde duyurmak için yararlanmaya çalışmıştır. ÖSO da benzer argümanlarla Türkiye’yi ve Batılı emperyalist güçleri daha aktif müdahaleye çekmek istemektedir.
AKP’nin evdeki hesabı çarşıya uymadı Yukarıda da belirttiğimiz gibi AKP hükümeti, tam da Obama’yla görüşme sürecinde gerçekleştirilen bu saldırıdan kitlelerin savaş politikaları etrafında “birlik, beraberlik ruhuyla” kenetlenmelerini sağlamak için nemalanmaya çalışmış, ancak evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Bu kanlı saldırı, “Suriye’ye girelim” yerine, “Suriye’de ne işimiz var” düşüncesini güçlendirmiştir. Saldırının hemen ardından Hatay halkı buna zemin hazırlayanın bizzat AKP’nin savaşçı politikası olduğu gerçeğini yüksek sesle haykırmıştır. Bunun yanı sıra Reyhanlı’da Suriyeli sığınmacılara saldırılması, hükümet karşıtı gösterilerin patlak vermesi ve ÖSO’ya yönelik tepkilerin tırmanması AKP’nin alarm zilleri çalmasına yol açmıştır. Bu nedenlerden dolayı saldırıdan iki gün sonra yayın yasağı uygulanırken, yurdun dört bir yanında gerçekleştirilmek istenen irili ufaklı gösteriler azgın bir polis terörüyle bastırılmaya çalışılmıştır. Sonuçta, AKP mazlumu oynayarak savaşçı politikalarını hayata geçirmenin yolunu açmak isterken bunda başarılı olamamış, söz konusu saldırı bariz bir zayıflık göstergesine dönüşmüştür. Saldırının hemen ardından faillerin bilindiğini duyuran hükümet, “o zaman neden engellemedin” sorusuna yanıt olarak, “bombacılar uzun süredir takibimiz altındalardı, bu saldırıyı bekliyorduk, ama yerini tam olarak bilmiyorduk” tezine sarılmıştır. Ne var ki bu açıklama da ayağına dolanmıştır ve Erdoğan ekibi bu durumdan sorumluluğu Emniyet İstihbaratının sırtına yıkarak kurtulmak istemiştir. Böylece hükümetle Fethullahçılar arasındaki çatışma, MİT-Emniyet çekişmesi olarak bir kez daha ortaya serilmiştir. Reyhanlı’da yaşanan katliam içerde AKP’ye yönelik tepkileri ateşlerken, hükümet ABD cephesinde de aradığını bulamamıştır. Obama’yı yaptırımları sertleştirmeye ve askeri müdahaleye ikna etmek üzere giden Erdoğan, ABD’nin El Nusra gibi aşırı İslamcı muhalefet güçlerini devre dışı bırakma ve diplomasiyi ihmal etmeme planına boyun eğerek dönmek zorunda kalmıştır. Erdoğan, Rusya
4
Haziran 2013 • sayı: 99
ve ABD’nin inisiyatifiyle Haziran ayında Cenevre’de yapılması planlanan ve Cenevre-II olarak anılan konferansa hiç de sıcak bakmazken, Obama’yla görüşme sonrasında buna rıza gösterdiğini beyan etmek durumunda kalmıştır. Erdoğan, Suriyeli muhaliflerle Baas yönetiminin “Esad’sız bir Suriye’ye geçiş için” müzakere etmelerini öngören planın yanı sıra, ABD’nin Suriye’deki İslamcı güçlere yönelik çekincelerini de sineye çekmiştir. Esad’ın kimyasal silah kullandığı tezine sarılıp Obama’yı “işte kırmızı çizgin ihlal ediliyor” diyerek tahrik etme uğraşı da boşa çıkmıştır. Kim yapmış olursa olsun, bu saldırı sonuçta Türkiye’nin Suriye üzerinde beslediği emperyalist emellerden ve bu doğrultuda izlediği savaşçı politikadan kaynaklanmıştır. Kimi burjuva yorumcuların, ölen ve yaralanan onca insanın kanı daha soğumamışken, hiç çekinmeden, “eğer bir bölge gücü olmak istiyorsanız, bunun bir maliyeti vardır ve buna katlanmak zorundasınız” diyebilmeleri, emperyalist politikanın ve gözü dönmüş talan hevesinin açık bir itirafıdır. Şunun net bir şekilde anlaşılması gerekiyor. Bir emperyalist yeniden paylaşım savaşı yürümektedir ve Türkiye de yeni yükselen bir güç olarak bu paylaşımdan pay almak istemektedir. Reyhanlı’da yaşanan saldırı münferit bir “terör” eylemi değil, bizzat savaşın bir parçasıdır. Savaşın politikanın başka araçlarla devamı olduğunu da hatırlayacak olursak, bu saldırıyı kınamakla ve onun karşısında yer almakla yetinilemez. Emperyalist öz taşıyan bu savaşın bütününe ve bunu doğuran emperyalist-kapitalist sisteme de karşı çıkmak gerekiyor. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz burjuva yorumcuların sözleri de, eğer bu sistemin devam etmesine izin verilecek olursa benzer nice acıların yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu ortaya koymaktadır. AKP seçmen düzeyinde geniş bir desteğe hâlâ sahip olmasına rağmen, Suriye’ye yönelik savaşçı politikasına güçlü bir destek devşirememiştir. Geniş halk kitleleri buna ikna olmuş değillerdir. Tüm bu dönem boyunca yapılan çeşitli anketler de AKP’nin bu konuda fazlaca başarılı olamadığını ortaya koymaktadır. Reyhanlı saldırısı sonrası oluşan havanın AKP’nin pek işine yaramaması da bunun bir uzantısıdır. Sansür ve gösterilere yönelik bastırma çabaları da, bizzat Reyhanlı’da hükümete yönelik öfkenin düzeyi de bunu göstermektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, Türkiye burjuvazisinin emperyalist ve savaşçı politikasına karşı çıkılırken Suriye’deki Baasçı rejimin destekçisi konumuna düşmemektir. Suriye’deki Baas diktatörlüğü de emperyalist kamplaşmanın bir cephesinde yer almaktadır. Bu rejimi desteklemek emperyalist politikalara bir cepheden karşı çıkarken başka bir cepheden yedeklenmek anlamına gelir. Yapılması gereken, doğru bir anti-emperyalist siyaset temelinde işçi sınıfını ve emekçi kitleleri emperyalist savaşa ve kapitalizme karşı mücadeleye sevk etmektir. n www.marksist.com sitesinden alınmıştır
T
HY işçilerinin grevi 15 Mayısta çevik kuvvet nezaretinde başladı. Grev sürecine hükümet ve THY yönetimi olağanüstü önlemlerle hazırlanmıştı. Aslına bakılırsa Türkiye burjuvazisi Hava-İş Sendikası’nın gücünü kırmak ve işçilerin birliğini dağıtmak üzere uzun yıllardır örgütlü ve planlı bir hazırlık yürütüyordu. Burjuvazi tüm bu hazırlıklarının ve saldırılarının sonucunu 15 Mayısta başlayan grevi yenilgiye uğratarak almak istiyor. Grevin yenilgisi durumunda işkollarını düzenleyen yeni yasayla yaklaşık 700 bin işçiyi kapsar hale gelen taşımacılık işkolunda son derece kritik bir yer tutan hava taşımacılığında sendikal örgütlülüğe ciddi bir darbe daha vurulmuş olacak. THY A.O.’da başlayan grev, sadece TİS kapsamındaki 14 bin işçi ile işveren arasındaki bir mücadele değildir. Grev, işçi sınıfının örgütlü gücüyle burjuvazinin karşı karşıya geldiği bir kavgadır. Burjuvazi devletiyle, hükümetiyle, medyasıyla, polisiyle ve etkisi altına aldığı meslek örgütleriyle bir bütün olarak havacılık sektörünü “başarılı grev yapılamaz” hale getirmek ve sendikal mücadeleyi daha da güçsüzleştirmek üzere harekete geçmiştir. İşçi sınıfının safında yer alan tüm sendikal ve siyasal örgütlerin greve bu bilinçle yaklaşması ve grevin başarısızlığa uğramaması için elinden geleni yapması gerekiyor.
THY Grevi Üzerine Serhat Koldaş
Havacılık sektörünün burjuvazi açısından önemi Türkiye burjuvazisinin emperyalist hiyerarşinin üst basamaklarına tırmanma projeksiyonu içerisinde ulaştırma sektörü önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’nin jeostratejik konumunu değerlendirerek sermayesini büyütmek isteyen burjuvazi, İstanbul’u küresel ekonominin sermaye, mal ve insan dolaşımının önemli geçiş noktalarından biri haline getirmeyi amaçlıyor. Batısı Balkanlar’a ve Avrupa’ya, kuzeyi Kafkaslar’a ve Rusya’ya, doğusu Asya kıtasına, güneyi Ortadoğu’ya ve Afrika’ya açılan Türkiye coğrafyasında burjuvazi, büyük ulaşım proje-
5
marksist tutum
leriyle stratejik konumunu sermayenin büyümesine daha iyi hizmet eder duruma getirmeyi amaçlıyor. AKP hükümeti, İstanbul’u küresel ekonominin en önemli 10 finans merkezinden biri haline getirmek istediğini açıkça belirtiyor. Marmaray, 3. köprü, hızlı tren, tüp geçit, otoyol projeleri, Kanal İstanbul projesi ve yeni havalimanı projesini bir bütün olarak ele almak ve tüm bunların uluslararası finans kapitalin merkezlerinden biri haline gelme hedefiyle bağlantılı olduğunu anlamak gerekiyor. AKP hükümeti dünyanın en büyük havalimanını inşa etmeye, kimilerinin sandığı gibi sadece siyasi gösteriş yapmak için girişmiyor. Amerika, Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarındaki bir ülkeden diğer kıtadaki bir başka ülkeye ulaşımın transit noktasının İstanbul olması hedefleniyor. THY’nin yatırımlarının iç hatlardan ziyade dış hatlara yönelmesi ve uçak seferi düzenlenen ülke sayısının 100’ü bulması burjuvazinin hedeflerini açıkça ortaya koyuyor. Dubai’nin ticaret ve finans merkezi haline gelmesinde Emirates Havayolu şirketinin üstlendiği rol neyse, burjuvazinin İstanbul’a ilişkin hedeflerinde THY’ye biçilen rol de aynısıdır. İstanbul’un dünya kapitalizminin önemli finans merkezlerinden biri haline gelmesi için dünyanın hemen her yeriyle uçuş bağlantısının sağlanması gerekiyor. THY’nin son 10 yıl içerisinde uçak sayısını 60’lardan 200’lere çıkarması ve önümüzdeki 10 yılda teslim almak üzere 250 uçak sipariş etmesi sadece THY yönetiminin ekonomik bir kararı değil aynı zamanda hükümetin siyasi bir kararıdır. Tıpkı Fethullah Gülen’in okul açtığı Afrika ülkelerine bir süreliğine zarar etme riskini de göze alarak uçak seferi konulması gibi… Arsız bir iştahla büyümek ve emperyalist hiyerarşinin basamaklarını tırmanmak isteyen Türkiye burjuvazisinin hedeflerine ulaşmak için sermayesini muazzam bir tem-
6
Haziran 2013 • sayı: 99
poyla büyütmesi gerekiyor. Bunun için işçi sınıfının daha yoğun sömürülmesi gerektiği muhakkaktır. THY’nin önümüzdeki 10 yılda gerek kendi bünyesinde gerek taşeronlarda çalıştırdığı işçileri, sipariş ettiği 250 uçağın parasını çıkartacak kadar yoğun sömürmesi gerekiyor. Bunun anlamı pilotların ve kabin ekiplerinin daha yorgun uçması, iş saatlerinin uzaması, ücretlerin düşmesi, taşeron işçilerinin daha çok sömürülmesi gerektiğidir. İşte tüm bu gereklerin yerine getirilmesi, sendikal örgütlülüğün zayıflatılmasından ve kıpırdayamayacak hale getirilmesinden geçiyor.
Burjuvazinin Hava-İş’e düşmanlığının tarihi 1989’da Türkiye işçi sınıfının bahar eylemleriyle harekete geçtiği bir dönemde, Hava-İş Sendikası’nın yönetimi değişti. Yönetim değişikliğinin ardından gelen ilk toplu sözleşme dönemi THY’de 38 gün ve Havaş’ta 40 gün süren başarılı grevlerle sonuçlandı. Hükümet ve THY yönetimi grev karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştı ancak başarılı bir grevin ardından işçileri cezalandırmak üzere THY’den 583, Havaş’tan 183 işçi, Körfez Savaşı bahane edilerek atıldı. Sendikanın verdiği mücadele işçilerin geri alınmasını sağlayamadı. Bu toplu işten atma saldırısı ilerleyen yıllarda THY işçilerinin korkutulup sindirilmesinde burjuvazinin işine yarayacaktı. Üstelik toplu işten atmalar, işçilerin kendilerine ve sendikalarına güveninin kırılmasına ve sendika içerisinde de karmaşa yaratmaya yarıyordu. Nitekim 1993 yılında ağır baskılar ve işten atma tehditleri altında gerçekleştirilen grev oylamasında Havaş işçilerinin çoğunluğu greve “evet” derken, THY’de çoğunluk “hayır” oyu vermişti. 1995 yılında TİS görüşmeleri yine grev aşamasına gelmiş ve hükümet THY grevini “milli güvenliği bozucu” olduğu gerekçesiyle 60 gün erteleyerek fiilen engellemişti. Ertelemenin dışında kalan Havaş’ta işçiler 128 gün süren bir grev gerçekleştirdi. Grev hükümetin ve THY yönetiminin ağır baskılarına ve grevi kırma girişimlerine maruz kalmıştı. Şirket özelleştirilmiş, yeni patron dışarıdan yasadışı olarak grev kırıcı işçi getirmiş, valilik ve emniyet müdürlüğü müfettişlerce tespit edilen bu yasadışı uygulamaya göz yummuştu. Hava-İş Genel Başkanı Atilay Ayçin,
sayı: 99 • Haziran 2013
1991 yılında yaptığı bir konuşma gerekçe gösterilerek Terörle Mücadele Yasası’nın ünlü 8. maddesine dayanılarak ve Yargıtay kararı bozulmak suretiyle 15 Mayıs 1995’te Havaş Genel Müdürlüğü önünde sürdürülen eylem sırasında tutuklandı ve Saray Cezaevi’nde 6 ay tutuklu kaldı. Tutukluluk süresince yurtiçinde ve uluslararası platformlarda “Ayçin’e Özgürlük” kampanyaları yürütülmüştü. 1996 yılında burjuvazi taşeronlaşma saldırısıyla sendikal örgütlülüğe darbe vurmaya girişti. Parça temizliği, uçak temizliği ve apron hizmetleri parça parça taşeronlara devredilmeye başlandı. Sendikanın taşeron şirketlerde örgütlenme çabaları karşısında patronlar işçileri işten atarak sendikalaşma mücadelelerini sonuçsuz bırakmayı başardı. İlerleyen yıllarda THY binlerce part-time ve sözleşmeli işçi çalıştırarak işçileri hem ucuza hem de sendikasız ve güvencesiz çalıştırmaya başlayacaktı. 2003 yılında imzalanan TİS sayesinde 3 bine yakın part-time ve sözleşmeli işçi TİS kapsamına alındı. AKP hükümeti THY’yi özelleştirirken, şirket hisselerinin yüzde 51’i borsada yatırımcılara arz edildi. Artık THY hisselerinin salt çoğunluğu devlete ait değildi. Dolayısıyla şirket kamu denetiminin dışına çıkarıldı. Öte yandan C tipi altın hisse devlete ait olduğundan şirket yönetimi hükümet tarafından belirlenmeye devam edecekti. Böylece AKP’nin THY yönetimini belirleyebilmesi, harcamaların ve kararların TBMM’nin ve Sayıştay’ın denetiminden uzak tutulabilmesi, AKP’nin şirket bünyesinde kadrolaşabilmesi, kısacası dilediği gibi at oynatabilmesi sağlanmış oluyordu. Deneyimli personel emekli edilmeye başlanırken AKP siyasi kadrolaşmayı yoğunlaştırdı. THY’ye hizmet veren Euroserve şirketinin 1400 işçisi Hava-İş Sendikası’nda örgütlendi ve 2 yıllık bir mücadele sonunda 2005 yılında toplu sözleşme yetkisi kazandı. Ancak THY derhal ihaleyi iptal ederek şirketin işine, dolayısıyla da 1400 işçinin işine son verdi. Yer hizmetleri, Havaş ve Çelebi şirketlerine verildi. THY A.O. bünyesindeki teknik bölüm ayrılarak THY Teknik A.Ş. adı altında yeni bir şirket oluşturuldu. Ayrıca yer hizmetleri, ikram, petrol dağıtımı, motor bakımı işlerinde de hükümet ve THY kendine bağlı küçük şirketler kurdurdu. Bu taşeron şirketlerde ne sendika ne de toplu sözleşme var. 2007 yılında 22. dönem TİS görüşmeleri sırasında THY bir kez daha işçilerin birliğini ve gücünü sınamaya girişti. Yapılan grev oylamasında işçilerin çoğunluğu greve “Evet” diyerek bu saldırıyı da püskürttü. THY patronları taşeronlaşma saldırısını THY Teknik A.Ş. bünyesinden yeni bir taşeron şirket daha doğurarak sürdür-
marksist tutum
dü. THY Teknik’te işe başlamak için başvuran ve eğitim alan işçiler aylarca işe başlamayı bekledikten sonra HABOM (Havacılık Bakım, Onarım ve Modifikasyon Merkezi) adlı taşeron şirkette işe başlatıldı. 23. dönem TİS görüşmelerine gelinirken, burjuvazi yeni bir oyuna girişti. Yönetim, sendikanın yetkili olduğu THY A.O. ve THY Teknik A.Ş.’nin işkoluna itiraz etti. THY Teknik A.Ş.’nin havacılık değil metal işkoluna dahil olduğu iddia edildi. AKP hükümetinin destekçisi Hak-İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası bu saldırıda kullanıldı. Bu itirazlar sonucu başlayan hukuki süreç TİS görüşmelerinin sonuçlanabilmesini 2 yıl geciktirdi. 2009 yılında Sabiha Gökçen Havalimanı’nda yer hizmeti veren ISG şirketinin 700 işçisi Hava-İş Sendikası’nda örgütlendi. Yetki alındı ve TİS imzalandı ancak ISG’den yer hizmeti alan THY ve Pegasus, ISG patronlarıyla anlaşarak şirketi tasfiyeye girişti. THY ve AKP hükümeti “TGS” adında yeni bir yer hizmetleri şirketi kurarak yer hizmetlerini yeni şirkete bahşetti. Yer hizmetlerinde Çelebi’den de faydalanıldı. ISG işçileri, sendika düşmanı ayak oyunlarıyla işten atılmalarına karşılık mahkemelerde 16 aylık ücret tutarında sendikal tazminat kazandılar. Patronlar işçilerin sendikalı olmasındansa işçilere tazminat cezaları ödemeyi, şirketleri tasfiye etme ve yeni şirketler kurma zahmetine girmeyi tercih ediyor. Burjuvazi havacılık sektöründe taşeron şirketlere sendika bulaştırmamak üzere son derece saldırgan davranıyor. TGS’ye işçi alınırken en ağır işleri yapacak ve en düşük ücretlerle çalıştırılacak işçiler, sendikaya üye olmamaları konusunda daha baştan uyarılıyorlar. AKP’nin ilçe teşkilatlarına kontenjanlar sunuluyor ve yüzlerce işçi parti referansıyla işe alınıyor. Yönetim kurulundakilerin memleketlileri işe alınarak hemşerilik bağları kullanılıyor. Bu tür yöntemlerle işçilerin sendikal bilincinin gelişmesi ve hakları için mücadeleye girişmesi ertelenmeye çalışılıyor.
7
marksist tutum
İşçilerin güveninin kırılması için patronlar yıllardır sendikayı tasfiye etmek üzere saldırılar tertipliyorlar. Mücadeleci işçileri sürgün etmek ya da teker teker işten çıkarmak gibi saldırılar yıllardır devam ediyor. THY çalışanları patron baskısı ve işten atılma korkusuyla sendika kapısından içeri adım atmaya çekinir hale gelmiş durumda. Bu korkuyu kıracak taban örgütlülüğünün olmaması nedeniyle sorun giderek kangrenleşmekte ve sendika güç kaybetmektedir. THY A.O.’da Ocak 2011’de başlaması gereken 23. dönem TİS görüşmeleri patronların yetki uyuşmazlığı çıkarması yüzünden bir yıllık gecikmeyle Şubat 2012’de başlayabildi. TİS süreci Mayıs ayında grev kararı alınması aşamasına gelmişti ki AKP hükümeti havacılık sektöründe grevi yasaklayan bir yasayı gündeme getirdi. Hava-İş Sendikası grev yasağının meclisten geçirileceği sırada 29 Mayıs eylemleriyle grevi yasaklayan yasayı protesto etti. Binlerce THY ve THY Teknik çalışanı yorgun uçmama haklarını kullanarak, iş durdurarak, iş yavaşlatarak ve protesto gösterilerine katılarak grev yasağını protesto etti. Burjuvazi havayolu işçilerine ve sendikaya karşı yoğun bir kampanya yürüttü. 29 Mayıs eylemiyle Atatürk Havalimanı’nda bazı uçuşlar iptal oldu, çoğu uçuş ertelendi. Sendika yeterince hazırlanma fırsatı bulamadan grev yasağına karşı yasal sınırları zorlayan bir eyleme girişmek zorunda kalmıştı. Gözü dönen THY yönetimi eylemlere katılan binlerce işçi içerisinden 305 tanesini kurbanlık seçti. Tüm işçilere ibret olsun diye 305 işçiyi yasadışı bir biçimde işten attı. 29 Mayısta THY’nin tüm taşeron şirketleri çalışanlarını zorunlu fazla mesaiye bıraktı. Uçuş emniyeti ve binlerce yolcunun hayatı hiçe sayılarak teknik bakım ve kontrolleri yapılmamış uçaklara müdürlerin imzasıyla uçuş izni verildi. THY Teknik’in iş yavaşlatan teknisyenlerinin işleri taşeron şirketin yetkisiz çalışanlarına yaptırıldı. İşten atılan 305 işçi için direniş başlatıldı. İşten atmalarla tüm THY çalışanlarına gözdağı verilmeli, işçiler işsiz kalma korkusuyla sindirilmeliydi. Bu yüzden işe iade davalarını kazanan işçiler bile yeniden işe başlatılmadılar. Grev yasağından 5 ay sonra çıkan yeni sendika yasasında grev yasağı kalkmıştı. Ancak burjuvazi THY’de işçilerin artık grev yapamayacak kadar morallerinin bozulduğuna ve iradelerinin kırıldığına inanıyordu. Aylar geçtikçe 305 işçinin durumu giderek THY çalışanlarının gündeminden çıktı. İşçiler içerisinde korku ve güvensizlik giderek yayıldı. Burjuvazinin propaganda çarkları hiç durmadı. Hükümetin bakanları greve karşı olduklarını, sendikaya karşı THY yönetimini destekleyeceklerini açıkça ilan ettiler. 15 Mayıs grevine gelinirken çalışanlar grevin yapılamayacağına fena halde inandırılmış durumdaydı. İşçiler ya sendikanın son anda sözleşmeyi imzalayacağını ya da hükümetin yine grevi yasaklayacağını veya erteleyeceğini söylüyordu. Çalışanların çoğu içten içe grevi desteklemesine rağmen kararsızlık ağır basıyordu. Grevin başlamasına saatler kala
8
Haziran 2013 • sayı: 99
diğer çalışanların tavrına göre tavır belirlemek, yani “çoğunluğa uymak” düşüncesi hâkimdi. Greve saatler kala pilotların derneği TALPA’nın greve destek vermeyeceği yönünde haberler de medyaya servis edildi. THY, çalışanlardan, greve katılıp katılmayacağını şirkete bildirmesini talep ediyordu. THY 15 Mayıstaki uçuşlarda greve katılmayacağına inandığı kişileri görevlendirdi. Henüz kadroya alınmamış sözleşmeli çalışan kabin personelinin de sözleşme süresi bittiğinde işsiz kalmamak için grev günü işbaşı yapacağını gayet iyi bilen THY yönetimi ilk gün uçuşlarında bu personelden faydalanmasını bildi. Normalde zaten kabin personelinin dörtte biri uçuştayken dörtte üçü izinde, yurtdışında ya da dinlenme durumundadır. Grevin ilk saatlerinde grevin etkileri görünmezse, ilerleyen saatlerde “çoğunluğa uymayı” düşünen işçilerin greve dair umutlarının kırılacağı ve işbaşı yapacakları hesaplandı. Gerçekten de çok sayıda kabin görevlisi 15 Mayıs günü THY yönetiminin “hiçbir uçuş aksamadığı ve hiçbir çalışan greve katılmadığı” için çalışanlarına teşekkür ettiğini gazetelerden ve televizyonlardan öğrendiğinde greve katılmaktan vazgeçti. Burjuvazi grevin ilk saatlerine çok iyi hazırlanmıştı. Greve katılıp katılmamak konusunda tereddüt yaşayarak havalimanına gelen işçileri havalimanının girişinde sendikacıların ve direnişçi işçilerin “Bu İşyerinde Grev Var” pankartıyla karşılaması çalışanların greve katılmak üzere moral ve cesaret kazanması açısından muazzam derecede önem taşıyordu. Bunu çok iyi bilen THY yönetimi günler öncesinden İçişleri Bakanlığı’na başvurarak havalimanına polis yığmasını istedi. 14 Mayıs akşamından itibaren binlerce çevik kuvvet polisi havalimanını kuşatma altına aldı. Sendikacıların, işçilerin ve işçi sınıfı örgütlerinin havalimanı girişine gelmesi polis terörüyle engellendi. Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali önüne ulaşabilen az sayıdaki sendika yöneticisi polis şiddetiyle grevin başlayacağı işyerinin önünden uzaklaştırıldı. Korku ve tereddüt içerisinde limana gelen çalışanlar, sendikacılar ve grev pankartı yerine her yeri işgal etmiş çevik kuvvet polislerini gördüler. Yani ortalıkta grevden eser bile yoktu. Sadece havalimanının çevresi ve girişi değil, terminal binasının içerisinden kabin ekiplerinin bekleme salonlarına kadar her yer polis işgali altındaydı. Burjuvazi grevi yasaklamadan kırmak konusunda son derece kararlı olduğunu ortaya koydu ve ilk günden itibaren işçilerin moralini bozmayı başardı. Tüm bu olumsuzluklara rağmen ilerleyen günlerde izinden dönen kabin görevlilerinin bir kısmı greve katılma iradesi gösterebildi. Grev her şeye rağmen sürüyor ve sınıf örgütlerinin grevi sahiplenmesiyle grevdeki ve direnişteki işçiler moral buluyor. Grevin başarısının da başarısızlığının da, gerek işçi sınıfı gerekse burjuvazi açısından sonuçları olacağı akıllardan çıkarılmamalı ve greve bu bilinçle destek sunulmalıdır. n
Dış Borç ve IMF Meselesi Levent Toprak
G
eçtiğimiz günlerde hükümet, son taksitini de ödemek suretiyle Türkiye’nin IMF’ye olan borcunu nihayet bitirdiklerini ilan etti. IMF ile ilişkiler, ekonominin durumu ve gidişatı konusunda adeta en temel veri haline getirilmiş olduğundan, hükümet bunu büyük bir ekonomik başarı olarak davul zurnayla propaganda etti. IMF sorununu onyıllar boyunca en büyük memleket meselesi olarak sunan ve bunu adeta bir alameti farika haline getirmiş olan ulusalcılar ve küçük-burjuva sol ise, bunun bir aldatmaca olduğunu ve aslında ortada bir ekonomik kötüleşme, hatta felâket olduğunu savunarak karşılık verdi. Hükümet ve şürekâsı bu “başarıyla” ekonomik bağımlılığın azaldığı imasını yaparak bundan kendine pay çıkarmakta iken, karşı cephe de çeşitli verilerle tam tersine bağımlılığın arttığını iddia etti. Hükümet borç bitti propagandası yaparken, karşı taraf borç arttı propagandası yaptı. Bu toz duman içinde, işçiden emekçiden yana olma iddiasındaki çeşitli çevrelerin kullandıkları argümanlar kafa karışıklığının ortadan kalkmasına ya da azalmasına hizmet etmedi. Aksine, ulusalcı etki altındaki söz konusu çevreler, işçi sınıfının devrimci dünya görüşü temelinde yaklaşmadılar olaya. Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor ki, sağlı sollu ulusalcı çevreler savlarında açık ya da örtük biçimde ülkelerin karşılıklı ekonomik bağımlılığını kötü bir şey olarak varsaymaktadırlar. Zaten bütün ideolojik bulamaç ve çarpıtmalar da bu temel varsayımdan kaynaklanmaktadır. Bu
noktayı doğrudan doğruya açıklamaya girişmeden önce bundan kaynaklı ne gibi çarpıtmaların ortaya çıktığını sergilemekte fayda var. Ülkelerin karşılıklı ekonomik bağımlılığı prensipte kötü bir şey olarak varsayılınca, ülkeler arasındaki borç ilişkileri de otomatik olarak olumsuz bir veri olarak kabul edilmektedir. Böyle olduğu için, örneğin hükümet de demagojiye başvurarak, “borcu bitirdik” diye düğün dernek kurulmasını istemektedir. Bu yaklaşım sonucu bazı veriler hasıraltı edilip bazıları önplana çıkarılarak çarpıtma yapılmaktadır. Örneğin IMF’ye borcun bitirilmesi propagandasıyla adeta Türkiye’nin dış borcu genelde bitmiş gibi bir hava yaratılmak istenmiştir. Oysa AKP döneminde Türkiye’nin hem devlet kesimi hem de özel kesim itibariyle dış borcu artmıştır. On yılı aşkın AKP yönetimi döneminde Türkiye’nin toplam dış borcu 129 milyar dolardan 337 milyar dolara, bu toplamın içinde devlet borcu ise 64 milyar dolardan 103 milyar dolara yükselmiştir. Öte yandan sağlı sollu ulusalcılar ile ulusalcılık etkisindeki sosyalistlerin yazdıklarına baktığımızda, yukarıdaki borç verilerinin şevkle aktarıldığını, ancak başka bazı hususların gözlerden saklandığını görüyoruz. Örneğin söz konusu dönemde milli gelirin nasıl bir gelişim gösterdiği ve borcun milli gelire oranı bakımından nasıl bir seyrin ortaya çıktığı, bunun kapitalist dünyanın geri kalanıyla karşılaştırılması gibi çözümlemeler pek yapılmıyor. Zira söz konusu kesimler, bu verilere bakıldığında, benimse-
9
Haziran 2013 • sayı: 99
marksist tutum
dikleri yanlış ortak varsayımlar nedeniyle AKP hanesine olumluluk yazılacağını görmektedirler. Türkiye’nin milli geliri AKP döneminde 230 milyar dolardan 800 milyar dolara çıktığı için, bu dönemde toplam dış borcun milli gelire oranı yüzde 56’dan yüzde 43’e düşmüştür. Dahası, aynı dönemde devletin dış borcunun milli gelire oranı ise yüzde 28 dolaylarından yüzde 13 dolaylarına inmiştir. Ayrıca soldan eleştiri yapanlar aynı önyargılar temelinde geçmişte devlet borcunun önemine vurgu yaparken şimdilerde özel borca vurgu yapmaktadırlar. Sonuç olarak, ister içte olsun ister dışta, bunun şirketler arası borçlar alanına girdiğine ve bu borçların işçi sınıfını neden bu kadar ilgilendirmesi gerektiğine dair bir açıklamaya elbette rastlayamıyoruz bu sol eleştiricilerde. Bunun, söz konusu sol çevrelerin işçi sınıfının devrimci perspektifine sahip olmamalarından kaynaklandığını biliyoruz. Onlar kendi yarıbilimsel küçük-burjuva ulusalcı dünya görüşleri temelinde hareket ediyorlar ve bu temelde getirdikleri eleştirilerde Marksizm yağına bulanmış bir söylemi kullanarak kafa karıştırıyorlar.
Dış borç Kapitalist bir ekonomide dış borcu çok büyük ve temel bir ekonomik ölçüt olarak almanın ve bu temelde kapitalizme karşı sözde tavır geliştirmenin Marksizmle bağdaşmayan bir ilkellik olduğunu tespit etmek gerekiyor. Çünkü dış borç, kapitalizmin, hele de gelişkin kapitalizmin, temel bir gerçeğidir. Bir ülkenin dış borcunun fazla olması, ille de o ülkenin ekonomik olarak “kötü” durumda olduğu anlamına gelmez. Bir insanın borcunun fazla olması genellikle kötü bir şeydir ve kimse böyle bir durumda olmayı istemez. Ancak iş sermaye düzlemine ve bunun bir parçası olarak uluslararası ekonomik ilişkiler alanına geldiğinde mesele böyle bir anlayışla ele alınamaz. Sermayedarın temel işlemlerinden birisi borçlanmadır. Kredi denilen şey bir borçtur. Kredisiz bir kapitalizm düşünülebilir mi? Bugünün dünyasında en küçük bir yatırım projesi bile kredi mekanizmaları dışında cereyan etmemektedir. Bir ülkede kredi hacmi ne kadar büyükse o ülkenin durumu o kadar kötü denilebilir mi? Dolayısıyla borçlu insanın hali kötüdür fikrinden hareketle, şirketlerin ve kapitalist ülkelerin borcu da ille de kötüdür diye bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Bu, bireysel düzlemle sermaye düzleminin birbirine karıştırılmasıdır, bireysel düzlemin kaygılarının sermaye düzlemine izdüşürülmesi, oraya uzatılmasıdır. Amiyane tabirle söyleyelim, bakkal gibi düşünmektir. Oysa borç meselesi bu basitliğin çok ötesinde karmaşıklığa sahip bir meseledir. Sayısız faktörle birlikte ele alınarak değerlendirilmesi gereklidir. Elbette asıl önemlisi, işçi sınıfı açısından temel meselenin kapitalist sistemin bütününün alaşağı edilmesi olduğunu hatırda tutarak. İşte borç meselesini gerçek niteliği ve düzleminin dışı-
10
na çıkararak ele alanlar, son tahlilde sıradan insanın basit algısı düzeyinde kalmakta ya da daha doğrusu bu algıyı istismar etmekte, bu algının üzerine oynamaktadırlar. Örneğin solcu iktisatçılar arasında en popüler olanlarından Mustafa Sönmez konuyla ilgili yazısının başlığını “Dış Borç Liginin Şampiyonu Türkiye” diye koyuyor. Bu başlığı okuyan insan ne düşünür? Doğal olarak Türkiye’nin yeryüzündeki borçlu ülkeler arasında birinci olduğunu. Oysa ne toplamda, ne kişi başına borçlulukta, ne de dış borcun milli gelire oranında Türkiye böylesi bir konumdadır. Türkiye’nin borçlu olduğu için kötü durumda olduğunu düşünen sıradan insan, dünyada durumunu “iyi” olarak gördüğü ülkelerin Türkiye’den çok daha borçlu olduğunu bilir mi acaba? En gelişmiş kapitalist ülkeler genellikle en borçlu ülkeler sıralamasının üstlerinde yer alırlar. Hem de açık arayla. Örneğin ABD’nin dış borcu 16,7 trilyon dolar civarındayken, İngiltere’ninki 10 trilyon dolara yakın olup, Fransa ve Almanya’nınki de 5-6 trilyon dolar düzeylerindedir. Dış borç listesinin ilk 20 ülkesi tümüyle en gelişkin kapitalist ülkelerden oluşmaktadır. Dış borcun milli gelire oranı açısından bakıldığında da tablo aşağı yukarı aynıdır. Yukarıda bu oranın Türkiye için güncel olarak yüzde 43 dolayında olduğunu aktarmıştık. Gelişmiş kapitalist ülkelerin istisnasız hepsinde bu oran Türkiye’den daha yüksektir. ABD için bu oran yüzde 105, İngiltere için yüzde 400, Fransa için yüzde 180, Almanya için yüzde 140, Hollanda için yüzde 340, İsveç için yüzde 190 vb’dir. Tüm bu tablo kapitalizm açısından bakıldığında dış borcun adeta gelişmişliğin bir ölçütü gibi olduğunu ortaya koymaktadır. Borç sorununun oldukça karmaşık bir sorun olduğunun ve bu verilerin başka birçok veriyle birlikte ele alınması gerektiğinin elbette farkındayız. Ancak her halükârda bu veriler borç sorununa kahvedeki çarıklı erkânıharp gözüyle bakılamayacağını açıkça göstermektedir.
IMF meselesi Darkafalı ulusalcı bakış açısı IMF ve Dünya Bankası (DB) gibi kurumlara bakış sorununda da tam bir körlük ve sığlık yaratmıştır. 1950’lerden bu yana IMF’ye öylesine büyük bir anlam yüklenmiştir ki, ülkenin bütün ekonomik sorunlarının kaynağında adeta IMF varmış gibi bir popüler algı oluşturulmuştur. Tüm bu onyıllar boyunca IMF ile yapılan sayısız anlaşmalar ve bu temelde IMF heyetlerinin teftiş için ziyaretleri çarpık bir bakışla sunula sunula bir mit düzeyine gelmiştir. Bugün işçi sınıfı vahşice sömürüldüğü ve ezildiği halde, saldırıların ardı arkası kesilmediği halde, AKP “IMF’ye borcu bitirdik” diye böbürlenebiliyorsa ve bu genel kamuoyunda takdir toplayabiliyorsa, işte bu çarpık algının önemli katkısıyladır. Aynı şekilde küçük-burjuva ulusalcı solun bunun karşısında apışması da bundan kaynaklanmaktadır. Ulusalcı solcular IMF’ye borç bittiği için telâşa kapı-
sayı: 99 • Haziran 2013
lıp “ama borç bitmedi ki” argümanına sarılmayı tercih ediyorlar. Bu tümüyle sınıfsal bir bakış açısı sorunudur. Küçük-burjuva bakış açısı mı, işçi sınıfının bakış açısı mı? Bu ayrımı somutlayalım. Küçük-burjuva için dış borcunun milli gelire oranı yüzde 9 gibi son derece düşük bir düzeyde seyreden Çin’in durumu fevkâlade iyi ve imrenilecek bir durumdur. Oysa işçi sınıfı için bu verinin önemi tümüyle başka bir noktadadır. İşçi sınıfı Çin’deki sınıf kardeşlerinin çektiği onulmaz acıları, maruz kaldığı vahşi, dizginsiz sömürüyü, gördüğü olağanüstü baskıyı düşünür. Söz konusu verinin işçi sınıfının ödediği nice bedeller pahasına oluştuğunu önplana çıkarır ve bu doğrultuda düzenin bir bütün olarak yıkılması perspektifini önüne koyar. Dünya üzerinde işçi sınıfına karşı yürütülen ekonomik saldırı programları, sermayenin güncel ihtiyaçlarının ifadesidir. Kapitalist ülkeler IMF ile anlaşma yapsınlar ya da yapmasınlar benzer saldırı programlarını uygulamaktadırlar. Burjuvazi açısından sorun, hükümetlerin bu tür programları siyasi “popülizme” kapılmadan disiplinli biçimde uygulayıp uygulayamayacağındadır. Hükümetler de, burjuva hükümetler olarak, özde bu programlardan yanadırlar. Ama gerek kendilerine yakın sermaye kesimlerine kaynak transferlerinde bazı sıkıntılara yol açması nedeniyle, gerekse de halkın gözünü boyamak amacıyla, kamu kaynaklarını kullanabilmek için zaman zaman bu tür tedbirleri aksatabiliyor ve sistem açısından zaafa yol açabiliyorlar. İşte IMF ve DB gibi kurumlar, kapitalist saldırı programlarının disiplin içinde uygulanması için gerekli emperyalist örgütler olarak asıl rollerini o zaman oynuyorlar. Şüphesiz IMF gibi kurumların başka işlevleri de var. Hatta bu kurumlar 2. Dünya Savaşı sonrası kurulduklarında asıl dertleri azgelişmiş ülkeleri ekonomik olarak zapturapt altına almak değildi. O zamanlar henüz böyle bir
marksist tutum
sorun yoktu. Asıl amaç 2. Dünya Savaşı öncesinde yaygınlaşan korumacılığın yeniden hortlamasını engellemek idi. Batı ittifakı içindeki ülkeler ekonomik sıkıntıya düştüğünde hemen korumacı önlemlere başvurup uluslararası ticaretin baltalanmasına ve krizlerin daha vahim bir hal almasına yol açmamalı, bu sıkıntıları atlatabilsinler diye onlara fon sağlanmalıydı. Elbette azgelişmiş ülkeler kapitalizmin ağına dahil oldukça IMF gibi kurumların işlevleri de çeşitlendi. Son tahlilde gelişmiş kapitalist ülkeler lehine olmak üzere, azgelişmiş ülkeler de uluslararası işbölümünde kendileri için belirlenmiş sektörlere yönlendirilmeli ve kapitalist ekonominin ana çizgileri dışına çıkmamalıydılar, vs. Bu temelde ilgili ülkelere krediler verilmeli, programlar uygulanmalı, bunların denetimi yapılmalıydı. Nihayetinde yapılan da bu oldu. IMF programları işçi sınıfına saldırı anlamına geldiği ölçüde işçi sınıfının mücadele konusudurlar hiç kuşkusuz. Bu çerçevede IMF’nin kendisi yine işçi sınıfının hedefinde yer alır. Ancak işçi sınıfının mücadelesi, ülkenin kapitalist ekonomisinin bağımsızlığını sağlama perspektifi içinde yürümez. İşçi sınıfının mücadelesi, yerli burjuvazinin de organik bir parçası olduğu uluslararası burjuvaziyi alaşağı etmek içindir ve bu çerçevede saldırıları püskürtmek için mücadele verilir. Kapitalizm doğası gereği uluslararası işbölümüne dayalı organik bir dünya ekonomisi kurar. Bu işbölümü temelinde ülkeler arasında karşılıklı ama eşitsiz bir bağımlılık ilişkisi oluşur. İşçi sınıfının kolektif emeğinin verimliliğini arttırarak büyük bir tarihsel ilerleme sağlayan bu dünya ekonomi ağı içinde, en büyük ve en güçlü ülkeler bile “dışa bağımlıdır”. Örneğin bugün dünyanın en büyük iki ekonomisi olan ABD ve Çin, aynı zamanda stratejik olarak rakip olmalarına rağmen, ekonomileri arasında çok hacimli bir bağımlılık ilişkisi vardır. ABD merkezli dev IMF programları işçi sınıfına saldırı anlamına geldiği ölçüde işçi sınıfının mücadele konusudurlar hiç kuşkusuz. Bu çerçevede IMF’nin kendisi yine işçi sınıfının hedefinde yer alır. Ancak işçi sınıfının mücadelesi, ülkenin kapitalist ekonomisinin bağımsızlığını sağlama perspektifi içinde yürümez. İşçi sınıfının mücadelesi, yerli burjuvazinin de organik bir parçası olduğu uluslararası burjuvaziyi alaşağı etmek içindir ve bu çerçevede saldırıları püskürtmek için mücadele verilir.
11
marksist tutum
marka ve şirketler üretimlerini büyük ölçüde Çin’de yapmaktalar. Çin ABD’ye dev ölçekte ihracat yaparken, aynı zamanda kazançlarını çok ciddi oranda dolara ve ABD devlet kâğıtlarına yatırarak dev bir portföyün üzerine oturmaktadır. Dolayısıyla Çin ve ABD ekonomik kararlarını alırken tüm bu hususları gözetmek zorundadırlar. Aradaki tüm düşmanlığa ve çekişmeye rağmen, tarafların hiçbiri bu bağları kolayca kestirip atamamaktadır. Ve ulusalcı küçük-burjuva, dünyayı tümüyle ulusal gözlüklerle gördüğü için, bunu görmez, duymaz, bilmez; bilse de anlayamaz, kulak arkası eder. Ulusalcı küçük-burjuvanın temel handikaplarından birisi, siyasal bağımsızlık sorunu ile ekonomik bağımsızlık sorununu birbirine karıştırması ve genellikle birbirine eşitlemesidir. Bunları ayrıştırmayı bilmek, Marksizmin başlıca kazanımlarından biridir ve Lenin’in büyük emek harcadığı bir konudur. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gibi: “… siyasal bağımsızlığın kazanılması kapitalist sistemin işleyişi ile çelişmemektedir. Tam tersine, emperyalist kapitalizm altında güçlü kapitalist ülkeler, bu bağımsızlığa sahip tüm ülkeleri de bin bir türlü ekonomik mekanizmayla kendilerine bağımlı kılmaktadırlar. Ama bu, artık sistemin bir bütün olarak işleyişine içsel olan eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılık olgusudur. Kapitalizm altında bu bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir. Ve daha da önemlisi, ekonomik bağımlılığı gerekçe göstererek, az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin bir zamanların sömürge ya da yarı sömürge ülkelerinde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermeleri gerektiğini ileri sürmek hiç doğru değildir.” (Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.33) Sağıyla soluyla ulusalcı anlayış IMF’den borç almayı öylesine büyük bir mesele haline getirmiştir ki, şimdi doğal olarak bu borcun kapanması AKP gibi partiler tarafından büyük bir hadise, emekçilerin sevinmesi gereken büyük bir mesele gibi sunulabilmektedir. Bunda ulusalcı önyargılarla dolu solun büyük bir rolü olduğunu vurgulamak gerekiyor. IMF konusunda daha önce Marksist Tutum’da yer alan bir yazıda şunları dile getirmiştik: “Elbette, IMF, DB gibi kuruluşlara karşı mücadele edeceğiz. Ama bunu yaparken bir bütün olarak kapitalist düzeni teşhir etmek, bu kuruluşlarla kapitalizm arasındaki ilişkiyi göstererek kapitalizmin bu kuruluşlara indirgenemeyeceğini ve bunlara karşı mücadelenin ancak Türkiye’deki tekelci burjuvaziyi ve onun egemenlik düzenini bir bütün olarak hedef tahtasına koymaktan geçtiğini ortaya koymak gerekiyor. (…) Kapitalist düzenin devrimci eleştirisi, emperyalizme “bağımlılığın” ya da IMF gibi kuruluşların yabancılar olarak gösterilmesinin yarattığı milliyetçi duyguların okşanmasıyla sağlanamaz. IMF ve DB uluslararası sermayenin kuruluşlarıdır ve esasında bir tür üst banka, finans kontrol kurumu gibi çalışırlar. Bir bankanın kapitaliste verdiği kredi ve istediği teminatlar ne ise, IMF ve DB’nin de, yardım isteyen ülkelere verdiği krediler ve is-
12
Haziran 2013 • sayı: 99
tediği teminatlar odur; işleyiş aynıdır. Bir bankanın herhangi bir kapitaliste verdiği kredi sayesinde onun üzerinde elde ettiği nüfuz ile IMF’nin çeşitli ülkelere verdiği krediler üzerinden edindiği nüfuz aynıdır; fakat bir banka ancak söz konusu kapitalist üzerinde bir nüfuza sahipken, IMF bir bütün olarak bir ülkenin kapitalist ekonomik işleyişi üzerinde nüfuza sahiptir.” (Akın Erensoy, IMF ve Dünya Bankasına Karşı Doğru Tutum, 2 Ekim 2004, www.marksist.com) İşçi sınıfının talebi “borçsuz bir kapitalizm” mi olacaktır? Borçlar konusunda işçi sınıfının şüphesiz mücadelenin belirli dönemlerinde bazı talepleri olabilir. Devlet borçları işçi sınıfını esir almak üzere kullanılmak istendiğinde elbette bu borçların ödenmemesi ve iptali gibi talepler söz konusu olacaktır. Devrimci işçi hareketinin tarihi boyunca bu olagelmiştir. Bu talep esasen krizden sistemi yıkarak çıkma yolunda geliştirilen geçişsel taleplerden biri olarak gündeme gelebilecektir. Ancak olağan dönemlerde “borçsuz bir kapitalizm” isteme anlamına gelebilecek böylesi bir talep, işçi sınıfının devrimci davasını ilerletmeyecek, aksine kapitalizm hakkındaki yanılsamaların güçlenmesine yol açacaktır. İşçi sınıfının mücadelesinde kısmi talepler asla bütünden saptıracak ya da onu gölgeleyecek şekilde formüle edilmemelidir. Aksine kısmi talepler işçilerin mücadelesini parçadan bütüne doğru ilerletecek şekilde, bütünün önünü açacak şekilde formüle edilmelidir. Sözgelimi bir kısmi talep işçilerdeki milliyetçi önyargıları besleme işlevini görecekse burada bir sapma, bir yanlışlık vardır. Örneğin işsizlik sorununa çözüm maksadıyla göçmen işçilerin ülkeden kovulmasını savunmak, kaş yaparken göz çıkarmak anlamına gelir. Benzer biçimde, “borçların yükü işçilerin değil, patronların sırtına” demek başka şeydir, “devletim borçsuz olsun” demek başka. İkincisini demek işçileri milliyetçiliğe ve devletçiliğe götürür, vb. IMF gibi konuları kapitalist sistemin bütününü gölgeleyecek şekilde öne çıkarmak, sonunda dönüp dolaşıp kendi ayağına kurşun sıkmak anlamına gelecektir. Böylece koz diye bellediğiniz şey bir bakarsınız ki düzenin elinde size karşı bir koz olmuş. Bir gün bir burjuva hükümet gelip Arjantin’de olduğu gibi moratoryum ilan edip ödemiyorum dediğinde, işçi kitlelerini ideolojik olarak düzene bağlayan bağlara kendi elinizle yeni bir ilmek eklemiş olursunuz. Aynı minvalde ilave etmek gerekir ki, son tahlilde kapitalist düzeni muhafaza etmek anlamına gelecek “ekonomik bağımsızlık” benzeri talepler yerine, proleter dünya devrimini ve işçi iktidarını somutlayan uluslararası işçi konseyleri birliğini savunmak doğrusudur. Bugünkü teknolojik olanaklarla çok daha mümkün ve kolay hale gelmiş olan uluslararası planlamaya dayalı bir dünya ekonomisi, kapitalizmden çok daha yüksek bir emek verimliliği getirerek, işçilerin serbest zamanını muazzam ölçüde arttıracak ve sınıfsız toplumun gelişine olağanüstü bir ivme katacaktır. n
Nükleerden “Güzel Ölümleri” Beklerken /1 Oktay Baran
A
KP hükümetinin nükleer iştahı doymak bilmiyor. Geçtiğimiz ay Japonya’yla, Sinop’a kurulmak üzere yeni bir nükleer enerji santrali anlaşması imzalandı. Bu anlaşma vesilesiyle nükleer tartışmaları yeniden kızıştı. Büyük burjuvazinin temsilcileri, AKP ve elbetteki nükleer lobi hararetle bu adımı savunuyorlar. Diğer taraftan, nükleer enerjiye genelde ya da AKP projeleri bağlamında karşı çıkanların sayısı da az değil. Ne var ki, tartışmanın zemini ve argümanları ya yanlış ya da genellikle eksik kalıyor. AKP ve yandaşları, nükleer enerjiyi tam bir kapitalist zihniyetle savunurken, nükleer karşıtlarının önemlice bir bölümü, bu karşıtlığı anti-kapitalist bir zemine oturtamamalarından ötürü, ya yanlış argümanları savunuyorlar ya da sıraladıkları eleştiri noktalarını bütünleyemiyorlar. Bu durumda da, salt ucuzluk, dışa bağımlılık, kendine yeterlilik vb. gibi noktalara indirgenebilen argümanlar, kapitalist zihniyetle olduğu kadar ulusalcı ideolojiyle de hesaplaşmadığı, tersine bunları temel aldığı için yetersiz kalıyor. Marksistler olarak nükleer enerjiye (daha doğrusu mevcut nükleer fisyon teknolojisine) neden karşı çıktığımızı gerek daha önceki yazılarımızda gerekse de bu konuda kaleme aldığımız kapsamlı bir broşürde (Radyoaktif Kapitalizm) dile getirmiştik. Ancak bu vesileyle bir kez daha bu noktaları vurgulamak yararlı olacaktır. Ama en baştan belirtelim ki, AKP hükümeti bu hususta, büyük
emperyalist güç olma hevesleriyle cahil cesaretinin, kapitalist açgözlülükle vurdumduymazlığın, kendinden başka herkesi horgörmeyle kibir ve kendini beğenmişliğin ilginç bir karışımıyla tüm toplumu aptal yerine koymakta, açık yalanlardan derin çarpıtmalara uzanan bir yelpazede nükleer santralleri yutturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle konuyu genelde nükleer enerji sorunu olmaktan ziyade, AKP’nin nükleer projeleri ve yetkililerin açıklamaları temelinde ele almak, bu hükümetin burjuva doğasını sergilemek bakımından daha yararlı olacaktır.
Nükleer ucuzdur yalanı AKP, nükleer lobiyle paralel şekilde nükleerin en ucuz enerji olduğunu söylüyor. Bu bir yalandır. Hem genelde nükleer enerji hem de AKP’nin nükleer projeleri, bıraktık geleneksel enerji kaynaklarını (petrol, kömür, gaz vb.), bugün yenilenebilir enerji kaynaklarına göre bile ucuz değildir. Önce genele bakalım. Nükleer enerjinin savunucuları, maliyet karşılaştırmalarında özellikle yakıt maliyetini öne çıkarmaktadırlar (ki nükleer yakıtlar da son yıllarda pahalanmıştır). Oysa ilk yatırım maliyetleri (tasarım, projelendirme ve inşaat) oldukça yüksektir. Nükleer santrallerin normal bir işletim dönemi sonrasında tasfiye ve söküm maliyetleri de hem çok yüksek hem de söküm sonrasın-
13
marksist tutum
da ortaya çıkan neredeyse tüm yakıt dışı elemanlar bile düşük ve orta seviyeli radyasyonla kirlenmiş durumdadırlar ve dolayısıyla özel saklama önlemlerine tâbi tutulmak durumundadırlar. Bu durumda, ilk yatırım ve finansman maliyetleri, yakıt ve işletme maliyetleri, söküm maliyetleri ve hele de nükleer atıkların depolanma maliyetleri olarak toplamda bakıldığında nükleer enerji bugün tartışmasız en pahalı enerji durumundadır. Üstelik tüm bu hesaplamalar, normal bir işletim dönemini yani ciddi ve büyük kazalar oluşmadan ömrünü tamamlamış bir nükleer santrali varsaymaktadır. Ciddi kazalar durumunda maliyetler inanılmaz ölçüde artmaktadır. Birkaç örnek verelim. Çernobil kazasının ardından, temizlik, insanların tahliyesi ve bir başka bölgeye yerleştirilmesi, ek sağlık ödenekleri ve reaktörün yalıtılması çalışmalarının maliyetinin bugüne dek 235 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Üzerinden 27 yıl geçmesine rağmen halen Belarus ve Ukrayna hükümetleri yıllık bütçelerinin %5 ilâ 9’luk bir kısmını bu tür giderlere ayırmak zorunda kalıyorlar. Fukuşima kazasının faturası da daha iki yıl olmasına rağmen bundan aşağı kalmıyor. Kansere yakalanma riski son derece yüksek olan 200 bin kişi, yerinden yurdundan edilen yüzbinlerce insan, parçalanan aileler, kullanılamaz hale gelen tarım alanları, çöken balıkçılık sektörü, yerle bir olan santraller, radyoaktif serpintiye maruz kalıp terk edilen kentler, fabrikalar vb. Son tahminler felâketin maliyetinin 250 milyar doları bulacağı yönünde. Bir başka önemli husus da, tüm bu maliyetlerin nükleer santralleri kurup işleten ve onlara yakıt sağlayan nükleer endüstriye fatura edilmemesidir. Nükleer endüstri neredeyse tüm ülkelerde, çıkartılan özel yasalar ve mevzuatlardan ötürü, bu maliyetlerden sorumlu tutulmuyor ve istisnai bir muafiyete sahip. Fatura yine, ölen, kansere mahkûm olan, yerinden yurdundan edilip sefalete sürüklenen emekçilere çıkartılıyor. Gelelim AKP’nin projelerine. Enerji bakanının açıkla-
14
Haziran 2013 • sayı: 99
malarına göre, Akkuyu’da ve Sinop’ta kurulacak santrallerde üretilecek elektriğin kilovatsaatine 13 ilâ 14 sent arası bir para ödenecek. Üstelik Ruslara, Akkuyu için 15 yıl elektrik satın alma garantisi verilmiş durumda. Dahası da var; Rus firması Rosatom ihalede bu fiyatı 21,5 sent olarak belirlemişti ama kamuoyunda yükselen tepkilerden sonra bu fiyat yarı yarıya azaltılarak bugünkü düzeyine indirildi. Türkiye’de şu anda elektriğin tüketiciye satış fiyatının ortalama 13 sent civarında olduğunu düşündüğümüzde, bu fiyat daha ucuz değildir. Bir husus daha var. Bugüne kadar neredeyse hiçbir nükleer santral planlandığı sürede ve planlanan maliyetle bitirilmiş değildir. Kapitalist kâr kaygısıyla yapılan hileler, başvurulan kısa yollar vb. nedeniyle neredeyse tüm santraller inşaat halindeyken ya da deneme üretimi esnasında revizyondan geçirilmek zorunda kalmış, bu da maliyetleri daha da arttırmıştır. Bu husus AKP projelerini de yakından ilgilendiriyor. Hem Akkuyu’ya yapılacak VVER-1200 hem de Sinop’a yapılacak ATMEA-1 santralleri bu açılardan tastamam sabıkalı durumdalar. VVER-1200’ün bir boy küçük versiyonu olan VVER-1000 santralinin yönetmeliklere uygun olmaması nedeniyle hem Rusya’da hem de AB ülkelerinde kurulmasına izin verilmemiştir. İran’da kurulup deneme aşamasına gelindiğinde ciddi teknolojik sorunlar olduğu açığa çıkmış ve santralin devreye sokulması geciktirilmek zorunda kalınmıştır. ATMEA-1 de ciddi sorunlara gebe. Santralin ortaklarından olan Areva, Finlandiya’da 4 yılda bitirmeyi taahhüt ettiği EPR tipi reaktörü 7 yıl geciktirerek halen bitirebilmiş değil. Sebep, gerekli inşaat standartlarına uymadığının saptanması ve bunları telafi etmesinin istenmesiydi; sonuç, maliyetin öngörülen 3,2 milyar avrodan şimdilik 8 milyar avroya çıkması oldu. Areva şimdi de Japonlarla birlikte bu tipin daha gelişmiş (!) versiyonu olan ATMEA-1’i Türkiye’ye 22 milyar dolara pazarlıyor. Bunun son fiyat olmayacağını söylemek karamsarlık da kehanet de olmasa gerek. Bu arada, VVER1200 nasıl AB ve Rus mevzuatına uygun olmadığı için bu ülkelerde kurulamıyorsa, ATMEA-1’in de Fransa’da lisans alamadığını ekleyelim. AKP’nin ve nükleercilerin yalan ve çarpıtmalarını bir anlığına doğru kabul edip, meseleye bir de ters tarafından bakalım. Eğer nükleer daha ucuz olsaydı, kabul edilebilir olur muydu? Bu soruya bizim verdiğimiz yanıt nettir: Hayır! Çünkü ucuzluk, ekonomiklik ya da kârlılık, kapitalistin bakış açısıdır, işçi sınıfının değil. Kapitalist kâr zihniyetinin aşıldığı bir toplumda, mal ve hizmet üretimi, kârlı olup olmamasına göre değil, toplumun gerçek çıkarlarına
sayı: 99 • Haziran 2013
uygun olup olmamasına bağlı olarak yapılır. Temel ölçüt “ekonomik verimlilik” değil insan ve onun gerçek ihtiyaçlarıdır; bu ikisi çelişirse, tercih insanın sağlıklı ve kaliteli bir yaşam sürmesinden yana kullanılacaktır. Dolayısıyla, nükleer enerji bedava da olsa tercihimiz ondan yana olmayacak, güvenli ve yenilebilir enerji çok pahalı da olsa onu tercih edeceğiz. Çünkü nükleer enerji, her şeyden önce, temiz ve güvenlikli bir enerji kaynağı değildir.
Nükleer temizdir yalanı Yine önce genelden bakalım. Nükleer fisyon teknolojisi temiz bir enerji kaynağı sunmuyor. Radyoaktif ve kimyasal kirlilik daha onun ilk adımında, uranyum madenlerinde ve hemen ardından zenginleştirme merkezleri ile yakıt üretim merkezlerinde başlıyor. Bu tesisler çevreye radyasyon yaydığı gibi, radyoaktif ve kimyasal atıklar üretiyorlar. Ardından santral aşamasına geliniyor, orada da temiz bir enerjiden bahsetmek mümkün değil. Bu hem normal operasyon sırasında temiz olmadığı için hem de ürettiği devasa atık sorunu açısından böyledir. Normal işletim anında bile nükleer santraller, nükleercilerin küçümsemelerine rağmen, çevreye katı-sıvı-gaz salımları dışında bile belli bir radyasyon yayarlar. Nükleerciler bunun çok düşük bir radyasyon miktarı olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Gerçekler ise hiç de öyle söylemiyor. Son dönemde ortaya çıkan bir örneği aktaralım. Almanya’daki Krümmel nükleer santralinin çevresindeki alanda 1989’dan bu yana 15 yaşın altındaki çocuklarda, normal oranın 3-4 katı üzerinde kan kanseri vakası tespit edilmiştir. Benzer olgulara Fransa ve Japonya’da da rastlanmıştır ve tahmin edileceği üzere tüm bu ülkelerin burjuva hükümetleri bu gerçekleri kabul etmemekte hemfikirdirler. Tıpkı AKP hükümetinin Gebze-Dilovası’nda son yıllarda büyük artış gösteren kanser vakalarının o bölgedeki sanayi üretiminin yarattığı kirlilikten kaynaklandığını reddetmesi gibi. Dahası nükleer santrallerin normal işletim sırasında yaydıkları gamma radyasyonunun ötesinde, çeşitli operasyonların sonucu olarak ya da gerçekleşen küçük “aksilik” ve “olay”ların sonucu olarak ortaya çıkan radyoaktivitenin sıvı ve gaz formunda kontrollü bir biçimde doğaya salınması, rutin uygulamalardandır. Yeter ki, ulusal mevzuatın saptadığı radyoaktivite sınırları geçilmesin! Peki bu sınırların geçilip geçilmediğine kim karar veriyor, raporları kimler düzenleyip onaylıyor? Burjuva bakanlıklar, onların hizmet ettiği dev enerji tekelleri ve bu tekellerin gönüllü ya da gönülsüz köleleri haline gelmiş nükleer uzmanlar! Nükleer enerjinin temiz ve güvenli olmayışı, bu saydıklarımızın vicdani-ahlâki kirlenmişliğiyle ve güvenilmezliğiyle birleştiğinde ortaya çıkan tablo mide bulandırıcıdır. İşletme güvenliği başlığı altındaki önlemlerin ne denli yetersiz olduğu, kâğıt üzerindeki önlemlerin bile hayata geçirilmediği, sahte raporlar ve yalan beyanların haddi he-
marksist tutum
sabı bulunmadığı her geçen gün daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu bir yandan insan aklı ve bilgisinin mevcut sınırlılığından ve deneyim eksikliğinden kaynaklandığı gibi, en önemli sebep kapitalist üretim biçiminin dayattığı daha fazla kâr arayışı ve buradan kaynaklanan devasa bir yozlaşma ve çürümedir. Nükleer fisyon enerjisinin en temel sorunlardan biri de atık meselesidir. Dünyanın hiçbir ülkesinde nükleer atıkların güvenli bir şekilde nasıl depolanacağı sorununa çözüm bulunabilmiş değildir. Ve işin aslında böyle bir çözümün bulunması teorik olarak da mümkün gözükmemektedir. İnsan ömrünü binlerce katıyla aşan yarılanma ömürleriyle, nükleer enerjinin kaçınılmaz radyoaktif atıklarının on binlerce ve hatta yüz binlerce yıl boyunca güvenlikli biçimde sızıntı yapmadan saklanabileceğine inanmak mümkün olabilir mi? Bu denli yoğun radyasyon ve kimyasal korozyon altında nükleer santrallerin kendi ekipmanları bile birkaç on yıl içerisinde aşınıp değiştirilmek zorunda kalınıyorken, hangi depolama kabının yüz bin yıl boyunca hiçbir sızıntı yapmayacağının garantisi verilebilir? Burjuvazi ve ruhunu ona satmış sözümona bilimciler gelecek binlerce neslin yaşamını doğrudan etkileyecek kararları alma hakkını kendinde görecek kadar pervasız ve kibirlidir. 1950’lerin sonlarına kadar “en ileri teknolojiyi kullanan” ABD, nükleer atıkları denize atıyordu! Yoğun tepkiler sonrasında, atık saklama kaplarının korozyonla aşındığı ve radyoaktif maddelerin deniz suyuna karıştığı gerçeği kabul edildi ve bu yöntemden vazgeçildi. O tarihlerde denizlere karışan tonlarca radyoaktif materyal hâlâ okyanusları kirletmeye devam ediyor. Bugünse dünyada birkaç yüz bin ton nükleer atık, nihai bir çözüm bulunamadığı için geçici depolarda saklanıyor. 20 yıldır süren tartışmalardan sonra ABD’de 1987’de üretilen çözüm önerisi de bugün rafa kaldırılmıştır. 100’den fazla reaktörde üretilen nükleer atıkların depolanması için ABD’nin Nevada eyaletindeki Yucca dağının altında tasarlanan gömü alanı projesi, 2009’da Obama tarafından dur-
15
Haziran 2013 • sayı: 99
marksist tutum
UİD-DER’in yürüttüğü, “Nükleer Santraller Derhal Kapatılsın” kampanyasında bir imza standı
duruldu. O güne dek bu atık projesi için 11 milyar dolar harcama yapılmıştı, bu projenin bile soruna nihai ve güvenli bir çözüm oluşturmaması bir yana eğer proje tamamlansaydı toplamda 77 milyar dolara mal olacaktı. Bu gerçeği, nükleerin ucuz olduğunu söyleyenlerin ağzından hiç duymuyoruz. Diğer taraftan Obama yönetiminin de, projeyi durdururken seçimlerde verdikleri demokrat-hümanist vaatleri tutma kaygısından ziyade bu maliyet hesabından güdülendiği apaçıktır. Benzer sorun Almanya’da da mevcut. Başkent Berlin’e iki saatlik bir mesafedeki tuz yatakları nihai atık depolama mekânı olarak düşünülüyor. Bu temelde yapılan çalışmalar için bugüne dek 1,6 milyar avro harcanmış ama halen bu yatakların nihai depolama için uygun olup olmadığı konusunda kesin karar verilmemiş durumda. Bu kararın verilmesi noktasında bile tesisin tamamlanmasının 10 yıla yakın süreceği söyleniyor. Atık sorununa çözüm olarak önerilen yeniden işleme yönteminin de geçersiz olduğu açığa çıkmıştır. Atıkların yeniden işlenmesi için kurulan tesisler yüksek dozda radyasyon yaydıkları için çevre sağlığına tehdit oluştururken, bu tesislerde de bugüne kadar onlarca kaza olmuş, bu kazalarda hayatını kaybeden yüzlerce çalışanın yanı sıra, çevreye büyük miktarda radyoaktif materyal saçılmıştır. Kaldı ki, atıkların yeniden işlenmesiyle elde edilen nükleer materyalin yakıt olarak kullanıldığı “üretken (breeder)” tipi nükleer reaktörler diğer tip reaktörlerle karşılaştırıldığında çok daha fazla risklidirler (teorik olarak bir atom bombası gibi patlamaları mümkündür) ve çoğunlukla askeri amaçlıdırlar. Zaten yeniden işleme yöntemlerinin geliştirilmesinin temelinde de atık yakıtların içerisindeki plütonyumun ayrıştırılarak atom bombası yapımı için gerekli materyalin sağlanması kaygısının geldiği bilinmektedir. TC yetkilileri ve AKP hükümeti, önce yapalım, atık
16
Büyük kaza olasılığı teorik olarak iddia edildiği gibi milyonda bir değil, deneysel olarak yüzde 1’den fazladır! Birkaç on yıl içerisinde yüz binleri kanserden ölüme mahkûm edecek, on binlerce kilometrekarelik yaşam alanlarını pratikte sonsuza kadar terk etmek zorunda bırakacak, atmosfer hareketleriyle dünyanın büyük bir bölümüne radyasyon yayacak, yüz milyarlarca dolarlık ek masrafı üstelik de emekçilerin sırtına yıkacak büyük bir kazanın olma olasılığının yüzde 1 olduğu bir teknoloji güvenli midir?
sorununu sonra düşünürüz mantığındalar. Enerji bakanı, Akkuyu’da Rusların inşa edeceği santralin atıklarının Türkiye’de kalmayacağını, anlaşma gereği Rusya’ya gönderileceğini açıklamıştır. Evindeki pisliği komşunun kapısının önüne süpürmekle temizlik sağlanıyor mu? Ama AKP hükümetinin ve onun nükleer uzmanlarıyla partnerlerinin temiz enerji konusundaki yalanlarını en açıkça ele veren gelişme, yeni nükleer anlaşmanın hemen öncesinde Mart ayında yeni bir yasanın kabul edilmesi oldu. Enerji Piyasası Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle Sinop’a yapılacak nükleer santral, 2018 yılına kadar Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) kapsamına girmeyecek, Bakanlar Kurulu kararıyla bu süre 2021 yılına kadar da uzatılabilecek. Yani bu santrallerin çevreye zararsız olduğunun kanıtlanması gerekmeyecek. Uluslararası taahhütlerin yanı sıra anayasa ve çevre mevzuatı ile getirilen yükümlülüklerden muaf tutulacak. Çevresel etkilerinin araştırılması, çevreye olumsuz etkilerini giderecek altyapı yatırımlarının yapılması zorunluluğu ortadan kaldırıldığı gibi, elektrik üretimlerine dışarıdan, idari mahkemeler aracılığıyla bile, herhangi bir müdahalede bulunulamayacak! ÇED raporlarının ne denli düzmece ve formalite olduğunu biliyoruz, ama hükümet bu formalite denetime bile muafiyet getiriyor. Bu muafiyet, nükleer enerjinin temiz olmadığını itiraf etmek değildir de nedir?
Nükleer güvenlidir yalanı Nükleer santraller güvenlikli değildir. Her şeyden önce, ister özel sektör olsun ister devlet sektörü, nükleer santralleri yapıp işletenler kapitalist bir üretim yapmakta ve daha fazla kâr güdüsü her şeyin önünde gelmektedir. Tüm kaygı daha ucuza üretmektir ve burada güvenliğe bir maliyet unsurundan başka bir gözle bakılmaz; kapitalis-
sayı: 99 • Haziran 2013
tin gözünde güvenlik gereklilikleri ile maliyetler arasında bir optimum bulunmalıdır ve bu dengede ibre her zaman maliyetleri (güvenlik önlemlerini de) azaltmaya dönüktür. Nükleer enerji tartışmalarında atlanmasına rağmen gerçekte konunun bam teli burasıdır. Diğer taraftan, ekonomik-sosyal faktörleri bir yana bıraktığımızda da mevcut nükleer teknoloji mühendislik açısından ciddi sorun olmaya devam eder. Yani kapitalizmin yıkılıp aşıldığı bir toplumda da mevcut nükleer teknoloji güvenilir değildir. Demek ki nükleer fisyon teknolojisinin yapısal bir sorunu mevcuttur: Çok büyük bir enerjinin göreli küçük bir hacimde üretilme zorunluluğu, bu zorunluluğun doğurduğu son derece karmaşık mekanik-elektronik sistemler, düğmeye basmakla kapanmayan bir enerji üretimi ve kesintisiz bir radyasyon ile radyoaktif atık üretimi. Kaldı ki, insan hatalarını sıfıra indirmenin imkânsızlığı gerçeği, hatalara karşı istisnai ölçüde hassas olan nükleer teknolojiyi daha da güvensiz kılmaktadır. Yıllar geçip nükleer sektöründe olumsuz deneyimler arttıkça öngörülemeyen küçük faktörlerin ne denli büyük sorunlara yol açabildiği de ortaya çıkmaktadır. Bir örnek. Fukuşima santrali hâlâ Japonya’nın ve dünyanın başına belâ olmaya devam ediyor. Gün geçmiyor ki, yeni bir radyoaktif sızıntı haberi gelmesin. Geçtiğimiz günlerde yeraltındaki atık su havuzlarından okyanusa sızıntının devam ettiği haberi gelmişti. Önceki haftalarda ise kullanılmış yakıtların saklandığı soğutma havuzlarının elektriğini sağlayan sistem bozulmuştu. Santrali işleten TEPCO şirketi nihayet suçluyu buldu: bir fare! Fare kontrol panosuna girerek kısa devreye yol açmış, elektrik sistemi kesilmiş, havuzlar kurumaya başlamış ve radyoaktif sızıntı olmuş! Buyrun size, “nükleer güvenlik kültürü”; geleceğimiz farelerin insafına kaldı! Bundan sonra nükleer santrallerin uygun köşelerine fare zehiri ya da kapanı koyma gerekliliği güvenlik protokollerine sokulur artık! Bir diğer örnek, bu yılın Şubat ayında ABD’den geldi. Washington eyaletinde, atık nükleer yakıtların yeniden işlendiği bir tesisteki tanktan yıllardır sızma olduğu saptandı. Oluşan kirlenmeyi bertaraf etmenin maliyetinin milyarlarca doları bulacağı ve uzun yıllar alacağı söylenirken, konumuz açısından kritik açıklamayı Washinghton Valisi Jay Inslee yapıyor: “Bize bu sorunu yıllar önce çözdüklerini söylediler.” Bu tesiste nükleer yakıtlardan plütonyumun ayrıştırıldığı ve bunun da atom bombası yapımında kullanıldığını söylersek, valinin meseleyi bilmesine rağmen yıllardır neden sustuğunu anlayacağımız gibi, “sorunu çözdük” diyen “nükleer yetkililerin” sözlerine asla itibar edilemeyeceği de bir kez daha ortaya çıkar. Öyle gözüküyor ki, nükleer uzmanlar, nükleer teknolojiden bile daha güvenilmezdirler! Gerçek şu ki nükleer endüstride hergün irili ufaklı kazalar olmaktadır. “Olay” ya da “aksaklık” olarak adlandırılan bu kazalar, önem derecesine göre 0’dan 7’ye kadar sıralanırlar. Fukuşima ve Çernobil kazalarının derecesi
marksist tutum
7’dir. Ama bu, sadece bu derecedeki kazalarda radyoaktif kirlenme ve ölümlerin olduğu anlamına gelmiyor. Hemen her derecedeki kazada, çevreye normal işletim sırasında yayılandan daha fazla radyasyon bırakılır. Neredeyse tüm kazalar raporlanır, ancak bunların kamuoyu tarafından bilinmesi nükleer lobi tarafından engellenir, ancak ayyuka çıkan ve artık saklanamaz hale gelen büyük kazalar itiraf edilir ki, bu durumda da “ne kadar geç ve ne kadar küçümsenerek açıklanırsa o kadar iyi kuralı” devreye sokulur. Nükleer santrallerin güvenli olduğu yalanı en başından beri söylenmektedir. Ama kamuya açıklanan raporlar doğru okunduğunda, durumun bu olmadığını gösteriyor. Nükleer santrallerdeki güvenlik sistemleri, eğer normal ve beklendiği gibi çalışırlarsa, ciddi aksaklık ve kaza durumlarında devreye girerek, santraldeki aktif enerji üretimini durdururlar (planlanmayan ani otomatik durdurma işlemi). Bu tarz durumların sayısının istisna olmadığını, yıllar içinde giderek arttığını görüyoruz. 1990’da bu tarz durdurma raporlarının sayısı yılda 369 iken, 2000’li yıllar boyunca yıllık 420 civarında olmuştur. Bir başka deyişle, her nükleer reaktör ortalama olarak yılda 1 ilâ 2 kez arasında otomatik olarak kapanmaktadır ki, bu durumun kendi bile santralin sistemlerini etkileyen termal ve hidrolik “geçiş”lere yol açmaktadır. Bu hiç de yabana atılacak bir durum değildir, zira santralin açma-kapama işlemine karşı nasıl tepki vereceği tam olarak kestirilemez, Çernobil kazasının tam da bu tepkinin anlaşılması için yapılan denemeler sırasında yaşandığını hatırlatalım. Henüz büyük kazaların yaşanmadığı dönemlerde nükleerciler, büyük bir kaza riskinin milyonda bir olduğunu söylüyorlardı. Kafası geçmişte kalan nükleerciler ve bizim burjuva politikacılarımız hâlâ aynı teraneyi sayıklıyorlar. Bugün artık ortaokul çocuklarının bile bildiği, deneysel olasılık kavramıyla bakıp küçük bir hesap yapalım. İngiltere’deki Windscale kazası, SSCB’deki Kyshtym kazası, ABD’deki Three Mile Island kazası, SSCB’deki Çernobil kazası ve son olarak Japonya’daki Fukuşima kazası. Bunlar en büyük beş nükleer kaza. Dünya üzerinde bugün 436 nükleer santral aktif durumda. Demek ki, olasılık teorik olarak iddia edildiği gibi milyonda bir değil, deneysel olarak yüzde 1’den fazladır! Birkaç on yıl içerisinde yüz binleri kanserden ölüme mahkûm edecek, on binlerce kilometrekarelik yaşam alanlarını pratikte sonsuza kadar terk etmek zorunda bırakacak, atmosfer hareketleriyle dünyanın büyük bir bölümüne radyasyon yayacak, yüz milyarlarca dolarlık ek masrafı üstelik de emekçilerin sırtına yıkacak büyük bir kazanın olma olasılığının yüzde 1 olduğu bir teknoloji güvenli midir? Kaza olacak diye uçağa otomobile binmeyelim mi, tüpgaz kullanmayalım mı diyerek kendi kibirli cehaletini ve halkı aptal yerine koyan ukalalığını dışa vuran AKP’li politikacılar işte bu gerçeğin üstünü örtüyorlar. (devam edecek)
17
Üniversitelere Yeni Gardiyan: “Koruma Memurları” Hakan Sönmez
A
KP hükümetinin son dönem icraatları, en ufak bir muhalefete bile tahammülsüz biçimde saldırması ve giderek azgınlaşan polis terörü, otoriterleşme eğiliminin güçlenmekte olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. 2002’de iktidara gelen AKP, sermayenin istemleri doğrultusunda ve Avrupa Birliği kriterlerine uyum kapsamında birtakım yasalar çıkardı. Gerek sermayenin ihtiyaç duyduğu yapısal dönüşümlerin sağlanması gerekse de kendisine yönelen Kemalist-statükocu saldırıyı bertaraf edebilmek için demokrat pozlara büründü. Yıllar geçtikçe devlet kurumları üzerinde etkisini arttıran AKP, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla statükocu sivil-asker bürokrasiye büyük darbeler indirerek iktidarını iyice sağlamlaştırdı. İktidarını sağlamlaştırdığı ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu dönüşümleri gerçekleştirdiği oranda da muhafazakâr ve otoriter yönü açığa çıkmaya başladı. Kemalist-statükocu burjuvaziyle giriştiği iktidar mücadelesini kazanmış olmasının yanı sıra, Türkiye’nin ekonomik olarak ciddi biçimde gelişmesi ve alt-emperyalist bir güç haline gelmesi, ayrıca içinden geçilen ekonomik kriz ve emperyalist savaş konjonktürünün tüm dünyada otoriter, muhafazakâr, milliyetçi ve militarist eğilimleri güçlendirmesi de bu gidişatı ciddi oranda koşulladı. Gelinen noktada bütçeden silahlanmaya ve iç güvenliğe ayrılan pay kat be kat artmış durumdadır. Muhalefetin her türlüsüne yönelik siyasi baskılar gittikçe artarken polisin yetkileri de olabildiğince genişletilmiştir. Sosyalist
18
basına dönük her dönem zaten fazlasıyla varolan baskıcı uygulamalar devam ederken, burjuva medya organlarına da ayar çekilmiş, “yandaş” olmayan medya önemli oranda hizaya getirilmiştir. Daha muhafazakâr bir toplum yaratmak doğrultusunda her fırsatı değerlendiren AKP hükümeti, bu amaçla da sayısız uygulamayı (yasal ve/veya fiili) hayata geçirmiştir: RTÜK aracılığıyla televizyon dizileri ve haber programlarına uygulanan sansürler, üniversitelerde solcu-devrimci öğrencilere uygulanan polis terörü ve tutuklamalar, son günlerde gündeme gelen içki kullanımıyla ilgili kısıtlamalar vb. AKP hükümeti son olarak da otoriterleşen çizgisini kalınlaştıran yeni bir uygulamayı devreye sokmaktadır. Başbakan Erdoğan Amerika gezisinde futbolda şiddetle ilgili yöneltilen bir soruya, “Kulüpler, federasyon ve medya birlikte çalışın... Biz de hükümet olarak üstümüze düşeni yaparız. Bir de stadlardan ve üniversiteden özel güvenliği çıkartacağız. Çünkü danışıklı dövüş oluyor. Kulüp yönetimlerinin çıkarları için çalışıyorlar, güvenlik için değil. Onları artık üniversitelerden ve stadlardan çıkaracağız. Yine polis bakacak bu işe” diyerek, yeni planlarını açıkladı. Buna göre üniversitelerde ve stadlarda özel güvenlik yerine “koruma memuru” adı altında polis görev yapacak. Bu kapsamda 10 bin kişi işe alınacak ve bunlar üniversitelerde veya stadlarda polis gelinceye kadar olaylara müdahale edebilecekler. Üstelik AKP hükümeti böyle bir anti-demokratik ve
sayı: 99 • Haziran 2013
baskıcı uygulamayı bir iç yönetmelikle gerçekleştirmekte, böylece örneğin Meclis’te uygulama üzerine herhangi bir tartışmaya ve itiraza da izin vermemektedir. Erdoğan yaptığı açıklama ile, özel güvenlikçiler yeterince önlem alamadığı için olayların önüne geçilemiyor algısı yaratmaya çalışıyor. Oysa stadlardaki şiddeti yaratan bizzat sistemin kendisidir. Stadlarda yaşanan şiddetin önlenmesinin yolu polis sayısının arttırılmasından geçmemektedir. Bütün kapitalist devletler futbolu rekabet ve fanatizm pompalayarak toplumu manipüle etmek, uyuşturmak için kullanırlar. Stadlarda meydana gelen şiddet bu politikanın ürünüdür ve zararı kapitalist sisteme değil, topluma dokunmaktadır. Ancak Erdoğan’ın derdi stadlarda şiddetin önlenmesi değildir. Her ne kadar bu tür ortamları burjuvazi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirse de, stadlar toplumsal gündemlerin dile getirildiği, birtakım protestoların yapıldığı yerlerdir aynı zamanda. Çoğunlukla burjuvazinin işine gelecek tarzda, örneğin milliyetçi duyguların coşturulduğu durumlar olsa da, arada bir muhalif duyguların yükseltildiği durumlar da olabilmektedir. Örneğin, Türk Telekom Arena Stadının açılışında Galatasaraylı taraftarlar Erdoğan’ı protesto etmiş ve Erdoğan stadtan ayrılmak zorunda kalmıştı. Sadece üniversitelerde değil bu tür stad veya spor salonlarında AKP’li bakanlar da aynı protestolarla karşılaşmışlardı. Sinan Erdem Spor Salonundaki tenis turnuvası ödül töreninde, aile ve sosyal politikalar bakanı Fatma Şahin protesto edilmişti. Bunun üzerine Erdoğan oldukça sinirlenmiş, bakanı protesto edenleri “holigan, terörist” olarak ilan etmişti. Yani kim ki AKP’yi protesto ederse o “teröristtir”! Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki, koruma adı altında görev yapacak olan polisler, bu tür olayların büyümesini önleyecek ve “holigan teröristlerin” dersini verecektir. Belli ki, mevcut özel güvenlik, estirdiği teröre rağmen AKP’yi tatmin edememektedir! Kuşkusuz yeni uygulamanın bir diğer hedefi üniversiteleri kontrol altına almaktır. “Genel konuşacak olursak, AKP hükümeti de diğer burjuva güçler de, tarihsel deneyimleriyle gayet iyi bilmektedirler ki, gençlik toplumsal muhalefetin barometresidir. Gençlik içindeki kıpırdanışlar çoğu zaman çok daha büyük toplumsal fırtınaların ön belirtileri olmuştur. Bugün Avrupa’da yükselişte olan öğrenci hareketi, oradaki sınıf hareketiyle kolkola yürümekte ve burjuvazinin saldırı politikalarına karşı güçlü bir bariyer oluşturmaktadır. İşte AKP hükümeti bir yandan da emekçilerin ve öğrencilerin Avrupa’da estirdikleri bu rüzgârların korkusuyla önlem almaya çalışmaktadır.” (Oktay Baran, Türkiye’de ve Avrupa’da Öğrenci Eylemleri, MT, Şubat 2011) Özellikle üniversitelerde bugüne kadar birçok kez başbakan dâhil olmak üzere pek çok AKP’li bakan öğrenciler tarafından protesto edildi. Her defasında da gerek özel güvenlikler, gerekse polis, azgınca protestocu öğrencilere saldırdı. Ancak ODTÜ’de yaşanan kitlesel direniş AKP
marksist tutum
açısından dönüm noktası oldu. Erdoğan, Göktürk-2 uydusunun Çin’den fırlatılması nedeniyle 18 Aralık günü ODTÜ yerleşkesi içerisinde yer alan TÜBİTAK binasına, savaşa gidermiş gibi 20 zırhlı araç, 8 Toma ve 3600 polisten oluşan bir ordu eşliğinde gitmişti. Polis protestocu öğrencilere azgınca saldırdı, bir öğrenci ağır yaralandı ve günlerce yoğun bakımda kaldı. Polis o kadar çok gaz bombası atmıştı ki, rüzgârın da etkisiyle Erdoğan’ın kendisi bile atılan gazlardan etkilendi. Erdoğan üniversiteden ayrıldı ama polis terörü devam etti. Başbakanın talimatıyla öğrencilere soruşturmalar açıldı, başbakana yaranmak isteyen bazı üniversitelerin rektörleri öğrencileri kınayan açıklamalarda bulunurken, öğretim üyelerinin bir bölümü ve öğrenciler ODTÜ’lü öğrencilere destek verdiler. Erdoğan estirilen polis terörüne rağmen öğrencileri molotof kokteyli atmakla suçlayıp “terörist” olarak ilan ettiği gibi, öğrencilere sahip çıkan öğretim üyelerini de, öğrencilere molotof atmayı öğretmekle suçladı. AKP’ye göre “Bilimi satan, emperyalist savaş çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den defol” pankartı açan ODTÜ’lü öğrencilere uygulanan şiddet normaldi ve asıl suçlu öğrencilerdi. Yine hatırlayacak olursak 2011 Ocağında ODTÜ’lü öğrenciler AKP genel merkezine yürümek istemiş, 2200 polis ve çok sayıda zırhlı araçla önü kesilen öğrencilere pervasızca saldırılmıştı. AKP’nin en ufak bir protestoya, en sıradan talebe bile tahammülü yok. AKP güvenlik görevlisi yerine polisi üniversiteye sokarak üniversitelerde istediği düzeni kurmak istemektedir. AKP’nin bu hamlesi aynı zamanda polis içinde yeni bir kadrolaşma çalışmasıdır. Görev yapacak on bin koruma memuru, diğer polislerin aksine AKP’nin istediği kriterlere göre seçilecek, eğitimlerini ona göre alacak ve tamamen AKP’nin kontrolü altında olacaklar. Açıktır ki, AKP’nin en ufak bir protestoya, en sıradan talebe bile tahammülü yok. Gerçekleşen her protestonun arkasından “bunun arkasında bir organizasyon, bir örgüt var”, “bunlar marjinal gruplardır” şeklindeki argümanlara sarılmaktadır. AKP güvenlik görevlisi yerine polisi üniversiteye sokarak üniversitelerde istediği düzeni kurmak istemektedir. Bunun için gereken altyapı çalışmalarını uzun süredir sürdürüyor. İktidara geldiğinde YÖK’ü kaldıracağını vaat eden AKP, YÖK’te hızlı bir şekilde kadrolaşmaya girişti ve YÖK’ü kendi kontrolü altına aldı. Şimdilerde ise hazırlanan yeni YÖK tasarısıyla üniversiteler sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirilmek isteniyor. AKP her zamanki gibi hazırladığı saldırı taslağını süsleyerek kamuoyuna YÖK kaldırılıyor şeklinde sunmakta ve kamuoyunu yanıltmaktadır. YÖK’ün başına “T” eklenerek TYÖK olarak değiştirilmesi, YÖK’ü ve anti-demokratik uygulamalarını ortadan kaldırmıyor. AKP, hazırladığı
19
marksist tutum
YÖK yasa tasarısına uyumlu şekilde polisi üniversitelere sokarak istediği denetimi sağlamayı hedefliyor. Yani öğrencilerden yükselecek muhalif sesler daha en başından engellenerek büyümesi önlenecek. Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklama AKP’nin bu niyetini açıkça ortaya koyuyor. Beşir Atalay, “Hükümetimizin öyle bir niyeti var. Hem üniversitelerle ilgili. Biliyorsunuz son dönemde az katılımlı da olsa üniversitelerimizde bazı öğrenci olayları oldu. Buna asla müsaade etmeyeceğiz. Birilerinin üniversite hayatını böyle karıştırmasına meydan vermeyeceğiz” diyerek üniversitelerde öğrencileri susturacaklarını açıkça itiraf ediyor. Dolayısıyla AKP özel güvenlikçilerin uyguladığı terörü yetersiz bulmakta ve bu nedenle de polisi üniversitelere yerleştirmek istemektedir. Yoksa özel güvenliği istemediğinden değil. Çünkü özel güvenlik de AKP döneminin uygulamalarından biridir. Tıpkı polis gibi özel güvenlik de, bulunduğu hastanelerde, stadlarda, üniversitede gerçekleşen itiraz, eylem ve protestolarda terör estirmektedir. Özel güvenlik görevlileri üniversitelerde terör estirme konusunda polisten geri durmuyor, eylem yapan öğrencilere gözü dönmüş şekilde saldırıyor. Mart ayında Osmangazi Üniversitesi öğrencileri, üniversite yemekhanesinde fiyatlara zam yapılmasını protesto etmişti. Fiyatların indirilmesini isteyen öğrenciler 5 bin imza toplayarak rektöre vermek istedi, ancak özel güvenlik buna izin vermedi. Bunun üzerine öğrenciler boykot başlattılar. Boykot yapan arkadaşlarına sandviç hazırlayan ve hazırladıkları sandviçleri arkadaşlarına vermek isteyen öğrencilere özel güvenlikçiler gözü dönmüş şekilde saldırdılar. Birçok öğrenci yerde coplanarak, tekmelenerek feci şekilde dövüldü. Özel güvenlikçilerin sergilediği bu tür örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.
AKP’nin polis içinde yeni kadrolaşma hamlesi Bir şeyin altını daha çizmek gerekiyor. AKP’nin bu hamlesi aynı zamanda polis içinde yeni bir kadrolaşma çalışmasıdır. İçişleri bakanı Muammer Güler’in konuyla ilgili yaptığı açıklamaya göre, bir tür resmi-özel statüde çalışacak koruma memurlarının özlük hakları polise yakın ve üniformaları polislerden farklı olacak. Olaylara acil müdahale yetkileri bulunacak koruma memurları, delil toplayarak kolluk kuvvetleri gelene kadar gerekli müdahaleyi yapabilecek. Bu da gösteriyor ki, görev yapacak on bin koruma memuru, diğer polislerin aksine AKP’nin istediği kriterlere göre seçilecek, eğitimlerini ona göre alacak ve tamamen AKP’nin kontrolü altında olacaklar. Her türlü toplumsal olayda AKP’ye direkt bağlı bir birim şeklinde çalışacaklar. Zira polis teşkilatının içinde önemli bir grup Gülen cemaatinin kontrolü altında. Başkanlık sistemini getirerek bütün gücü tek başına elinde bulundurmak isteyen ve bu yönde her türlü otoriter adımı atan Erdoğan için bu
20
Haziran 2013 • sayı: 99
durum kabul edilmezdir. Devletin her kurumu, AKP’nin kontrolü altında olmalı, Erdoğan gücü tamamen kendi elinde bulundurmalıdır. AKP’nin stad ve üniversitelere özel güvenlik yerine “koruma memurlarını” yerleştirmesi AKP’nin otoriteleşmesi sürecinin yalnızca bir parçasıdır. Son on yılda keyfi tutuklamalar, Kürt halkına yapılan pervasızca saldırılar, insan hakları ihlalleri, Hrant Dink’in katledilmesi, Uludere katliamı ve bunların üstlerinin örtülmeye çalışılması AKP’nin demokrasi maskesini düşürmüş, otoriter baskıcı yüzünü ortaya çıkarmıştır. Kriz ve emperyalist savaş süreci çelişkileri daha da derinleştirmekte ve alttan alta yükselecek bir sınıf mücadelesi mayalanmaktadır. Sermayenin emrindeki AKP hükümeti de bu yüzden, oluşabilecek her türlü muhalefeti en başından susturmak, sindirmek istemektedir. Bunun için türlü baskı yasalarını devreye sokmaktan geri durmamaktadır. Son on yılda Emniyet’in bütçesi 5 kat artmıştır. “Polis teşkilatının orduyla kıyaslandığında daha fazla kayırılmış olması AKP hükümetinin siyasi ihtiyaç ve tercihlerini yansıtmaktadır. Geçtiğimiz yıllar boyunca AKP ile askeri bürokrasinin iktidarda daha fazla söz sahibi olmak üzere çekişmesi, AKP hükümetinin doğrudan kendi emri altında tutabileceği silahlı gücü arttırmaya ihtiyaç duymasının en temel sebebiydi. Öte yandan polis teşkilatının bu derece güçlendirilmesinin burjuva hükümetin kendisini iç tehditlere karşı koruma refleksini de yansıttığı açıktır. Burjuvazi bir bütün olarak polisin tahkim edilmesinden memnundur. Türkiye’de orduya ayrılan bütçe burjuvazinin çeşitli kesimleri tarafından dönem dönem tartışma konusu edilmiştir; ancak polis teşkilâtının bütçesi nedense burjuvazinin hiçbir kesimi tarafından tartışma konusu edilmemiştir.” (Kemal Erdem, Savaş Harcamaları Artıyor, MT, Ekim 2012) Evet, burjuvazi polis teşkilatının bütçesini kesinlikle tartışmamaktadır. Kuşkusuz burjuvazi için en büyük tehdit işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükselmesidir. Bu nedenle burjuvazi ve emrindeki AKP hükümeti polis teşkilatını olabildiğince güçlendirmektedir. Çünkü Avrupa’da yükselen sınıf hareketi, işçilerin yapmış olduğu grev ve direnişler, protesto ve çatışmalar, burjuvaziyi kaygılandırmaktadır. 1 Mayıs’ta Taksim’de yaşanan polis terörü, greve çıkılan THY’de havaalanının polis ablukasına alınarak grevin fiili olarak kırılmak istenmesi, Reyhanlı’da gerçekleşen saldırı sonrasında hükümeti protesto etmek isteyenlere azgınca saldırılması ve son olarak Gezi Parkı’nın yıkılmasını engellemek için direnenlere tam bir polis terörü uygulanması AKP’nin duyduğu korkunun bir ifadesidir. Bundan sonraki süreçte de sermaye ve emrindeki AKP hükümeti otoriter çizgisini sürdürmeye, toplum üzerindeki baskısını arttırmaya çalışacaktır. O nedenle, sermayenin emrindeki AKP hükümetinin iç yüzünün, hizmet ettiği sermaye sınıfından ve hedeflerinden koparılmadan teşhir edilmesi önem taşıyor. n
Lenin’i Anlamak /4 Utku Kızılok
1917 Devrimi Rusya’daki 1917 devrim süreci öylesine muazzam toplumsal altüst oluşlara yol açmış, öylesine baş döndürücü bir hızla gelişmiş ve siyasal arenadaki sınıfsal güç dengelerini öylesine ani ve keskin bir değişime uğratmıştır ki, şu ana değin tarih, benzeri bir durumu daha sayfalarına kaydetmemiştir. Şubatın sonunda Çarlık monarşisini yıkarak zafere ulaşan devrim; en temelde ezen ile ezilenlerin, burjuvazi ile işçi sınıfının, toprak sahipleriyle yoksul köylülüğün, proletaryanın devrimci partisiyle küçük-burjuva akımların çeşitli partilerinin açıktan karşı karşıya gelmesine ve iktidar mücadelesine sahne olmuştur. Olayların iç içe geçerek gelişimi, kitlelerin bilinç dönüşümü ve politik arenadaki güç değişimi o denli sıçramalıdır ki, Temmuzda karşı-devrimci terör altında ricat etmek zorunda kalan Bolşevikler, yalnızca iki ay sonra, Eylülün başında geniş kitlelerin desteğini alarak iktidarı ele geçirmeye hazır hale gelebilmişlerdir. Bir vesileyle Engels, devrim dönemlerinde her bir günün tekdüze geçen 20 yıla bedel olduğunu söylemişti. Hakikaten de 1917 devrim süreci Engels’i her açıdan haklı çıkarmıştır. İşte böylesi bir devrimci tufanda, bakış açısının ve siyasal taktiklerin sürekli değişmesi gerektiği bu anda, sürece ayak uydurabilen tek güç Bolşevik Parti’ydi. Ancak bu ayak uydurma ve süreci yakalama, bitip tükenmeyen bir iç tartışma ve daha da önemlisi Lenin’in aman vermeyen müdahaleleri ve mücadelesiyle mümkün olabilmiştir. Şubat devrimi başarıya ulaştıktan on gün sonra, ilk yazısını İsviçre’den Uzaktan Mektuplar başlığıyla kaleme alan Lenin, Rusya’daki Bolşevik liderlerden tümüyle farklı bir siyasal perspektif ortaya koyuyordu. Aslında Lenin bu yazısında, izlenmesi gereken devrimci programı ve gereklerini temel yönleriyle ortaya koymuş, daha sonra ise bunu geliştirip zenginleştirmiştir. Lenin öncelikle, devrimin bir mucize eseri gerçekleşmediğini söyleyerek gelecek günlerde ne yapılması gerektiğine de işaret etmiş oluyordu: “Doğada ve tarihte mucize yoktur, fakat her devrim, tarihin her ani dönemeci gibi öyle zengin bir içeriğe sa-
hiptir, mücadele biçimlerinin ve mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisinin kendine özgü bileşimlerini o kadar beklenmedik biçimde ortaya çıkartır ki, birçok şey dar kafalı beyinlerde mucize olarak görünmek zorundadır.”1 İşçi sınıfının devrimci yaklaşımını ve siyasal hedefini ortaya koyabilmek için Lenin, devrimin hangi koşulların ürünü olduğunu, toplumsal kesimlerin ve elbette uluslararası güçlerin bu devrimde nasıl bir yer tuttuklarını anlamaya çalışır. Meseleye bu şekilde yaklaşmak oldukça önemlidir; zira olguyu anlamak ve hadiseye tanı koymak ne yapılması gerektiğini de belirler. Lenin, sınıf bakışlı analiziyle gerçekleri gözler önüne sermek, bir dönem için geçerli olan Bolşevik formüllerin artık eskidiğini, 1905’te burjuva demokratik devrim kapsamında gündeme getirilen “proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” sloganının geçersizleştiğini anlatmak ister. Lenin, Çarlık monarşisinin birkaç gün içinde yıkılması için, dünya ölçeğinde tarihsel öneme sahip bir dizi koşulun iç içe geçmesi gerekmiştir demekteydi. Tamamen farklı akım ve farklı sınıf çıkarlarının orijinal bir tarihsel durum sayesinde birleşmeleri ve “toplu” olarak ortaya çıkmaları sayesinde devrim zafer kazanmıştır. Lenin, devrimin koşullarını olgunlaştıran en temel faktörün uluslararası ölçekte ekonomik ve siyasal krizi derinleştiren emperyalist savaş olduğunu, emperyalist dünya savaşının adeta tüm sorunları birleştiren bir “rejisör” işlevi gördüğünü belirtir. Lenin’in sözünü ettiği gerekli bir dizi koşulun içinde Rus egemen güçleri arasındaki çelişki ve çatışma da vardır. Çar ve etrafındaki kesimler Almanya ile bağımsız bir barış anlaşması yapmak isterken, İngiltere ve Fransa ile kader birliği yapmış ve Osmanlı’nın paylaşımından pay kapmayı önüne koymuş burjuvazi ve kapitalist toprak sahipleri kesinlikle buna karşıydılar. İngiltere ve Fransa, Çar’ın tahtından indirilerek emperyalist savaşın sürdürülmesini garanti altına alacak bir burjuva hükümetin kurulmasını istemekte, bu yönde baskı yapmakta ve komplolar çevirmekteydi. Bu nedenle, devrim başladığında burjuvazi kendi planlarını hayata geçirmek, Çar’ın yerine söz din-
21
Haziran 2013 • sayı: 99
marksist tutum
çıkarlarının daha derin karşılıklı ilişkisi bakış açısıyla değerlendiren bir politikacı başka türlü değil, böyle karar vermek zorundadır.”2 Biz Marksistler gerçeğin gözünün içine soğukkanlılıkla bakmalıyız diyen Lenin, şu gerçeği tüm çıplaklığıyla görüyordu: Birincisi, gericileşen ve iktidara yükselen burjuvazi, demokratik devrimin hiçbir temel sorununu çözemez. İkincisi, emperyalist savaşın devam ettirilmesinden yana olan burjuvazi, emekçi kitlelerin barış talebini karşılayamaz; derin bir şekilde bağlandığı İngiliz ve Fransız mali sermayesi de buna izin vermez. Üçüncüsü, iktidarını sağlamlaştırmak ve planlarını hayata geçirmek için burjuvazi, kitleleri oyalayarak devrimi kontrol altına alacak, pörsütecek ve ezecektir. Dolayısıyla geniş emekçi kitlelerin sorunları ancak işçi sınıfı iktidarı altında bir çözüme kavuşabilir. Emperyalist savaşın yarattığı yıkım, Avrupa’da da devrimin koşullarını hızla olgunlaştırmaktaydı. Rusya’da işçi sınıfının iktidara gelmesi, uluslararası devrim kıvılcımının çakılması anlamına geliyordu. Lenin, proletaryanın devrimci taktiğinin olgular temelinde inşa edilmesi gerektiğini söyler. Bu taktik, devrimin ikinci bir iktidar olarak ortaya çıkardığı sovyet gerçeğine dayanmalıydı. Şöyle diyordu: “Proletaryanın, kent ve kır nüfusunun yoksul kesiminin tümünün çıkarlarını dile getiren yeni, gayriresmi, henüz gelişmemiş, henüz nispeten zayıf bir işçi hükümeti ortaya çıkmıştır. Bu, Petersburg’daki İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’dir.” Buradan hareketle Lenin, devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına geçilmesi için işçi sınıfına çağrı yapar. Ne var ki o günlerde Bolşevik Merkez Komitesi’nde belirleyici konumda olan Kamanev ve Stalin’in başını çektiği ekip, Lenin’den farklı düşünüyordu. Bolşevik kadroların büyük çoğunluğu, devrimle birlikte tarih sahnesine çıkan olağanüstü durumu ve uluslararası siyasal konjonktürü hiçbir şekilde dikkat almadan o bildik eski görüşleri tekrar ediyor, Menşeviklerin çizgisinde hareket ediyorlardı: Devrim, bir burjuva devrimidir ve sosyalist devrime henüz sıra gelmiş değildir. Bu aşamacı anlayışı savunanlar, doğal olarak günün politik çizgisini burjuvazinin desteklenmesi olarak belirliyor ve Lenin’in düşüncelerini “sapma” olarak değerlendiriyorlardı. Bundan ötürü Lenin’in, işçi sınıfının sovyetler aracılığıyla iktidarı ele alması, eski devlet mekanizmasını parçalayarak ordu ve polisin yerine silahlı milisleri geçirmesi gerektiğini dile getirdiği diğer mektupları, Stalin ve Kamanev ikilisinin egemen olduğu Pravda gazetesinde yayınlanmadı. Şurası açık ki, Lenin’in çizgisine karşı çıkan o günkü Bolşevik Parti liderliği, bağımsız politik bir hat geliştire-
Her zaman değişen koşulları hesaba katmaya çalışan Lenin, kitleleri, onların ruh halini, bilinç ve örgütlülük düzeyini devrimci politikanın merkezine yerleştirdi.
leyen bir kukla geçirmek ve olayları kontrol altına almak istedi. Ne var ki savaştan bitap düşen ezilen ve sömürülen kitleler, yüzyılların birikiminin de itkisiyle Çarlık monarşisini yerle bir ettiler. Devrimci dinamik o denli güçlüydü ki, tüm beklentileri aşan bir toplumsal ve siyasal durum ortaya çıktı. İşçiler, yoksullar ve asker kıyafeti içindeki köylüler kendi çıkarları temelinde devrimi belirlemeye başladılar. Lenin’in de vurguladığı gibi aslında tüm iktidar, kısa zamanda ortaya çıkan İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin eline geçti. Lakin sovyetlerde çoğunluğu oluşturan Menşevikler ve Sosyal-Devrimciler, iktidarı burjuvaziye teslim ettiler. Zira onlara göre sosyalist devrime henüz sıra gelmemişti, öncelikle burjuva demokratik devrimin tamamlanması ve bu nedenle iktidarın burjuvaziye verilmesi gerekmekteydi. Ancak bu politik aptallığa rağmen burjuvazi ve egemen güçler gerçek anlamda iktidar olamadılar. Devrimin yarattığı durumdan kaynaklı sovyetler, işçilerin ve köylülerin temsilcisi bir devrimci iktidar olarak yükseldi. Böylece bir tarafta burjuva Geçici Hükümet, öte tarafta ise İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin oluşturduğu ikili bir iktidar çıktı ortaya. Çarlık monarşisini yerle yeksan eden devrimci kitlelerin şimdi en temel ve acil isteği barış, ekmek ve topraktı. Bu tablo, emperyalist savaşın sürdürülmesini ve devrimin kontrol altına alınmasını isteyen egemen güçler koalisyonu ile işçi sınıfı ve yoksul köylülüğü tümüyle farklı, uzlaşılması mümkün olmayan yönlere sevk ediyordu. İşte bu nedenle Lenin, olayların gelişiminin ve sınıfların devrimden beklentilerinin tüm çıplaklığıyla görülmesi gerektiğini belirtir: “Gerçeklerden korkmayan, devrimde toplumsal güçler dengesini serinkanlılıkla tartan, her politik durumu yalnızca onun tüm verili, o anki özellikleri bakış açısıyla değil, aksine daha derindeki itici güçleri, Rusya’da ve bütün dünyada proletaryanın ve burjuvazinin
22
sayı: 99 • Haziran 2013
memiş, eski formüllere saplanıp kalmıştı. Nitekim bu eğilim, iki partinin birleşmesi yönünde karar alınmasında ve burjuva hükümet karşısında takınılacak tutumda kendini açıkça dışa vuruyordu. Meselâ Petersburg Komitesi, “Eylemleri proletaryanın ve geniş demokratik halk kitlelerinin çıkarıyla çakıştığı sürece” hükümete saldırmama yönünde karar almıştı. Liderlerden birisi burjuva devrimin henüz tamamlanmadığından ve monarşiye birlikte vurmak gerektiğinden dem vuruyordu. Kamanev, olayları hızlandırmamak gerektiğini belirtip, özgür bir halkın ordusunun silahlarını bırakmasını istemenin aptalca bir politika olduğunu söylüyordu. Stalin ise, Geçici Hükümetin “aslında devrimci halkın kazanımlarını sağlamlaştırıcı bir rol üstlendiğini” ileri sürebilmekteydi.3 Buna mukabil parti tabanındaki işçi kitlesi, gerçeği, körleşen bu liderlikten çok daha açık ve net bir şekilde görüyordu. Burjuvazinin savaşı sürdürdüğünü ve emekçi kitleleri umursamadığını gören işçi militanlar, Stalin ve Kamanev’in çizgisinden rahatsızdılar ve kovulmalarını istemişlerdi. Lenin, işçi sınıfının muazzam bir küçük-burjuva dalga tarafından etki altına alındığını yazmıştı. Hiç kuşkusuz bu satırları yazarken, Menşevik ve Sosyal-Devrimci odaklı küçük-burjuva dalganın kendi partisini de nasıl etkilediğini görüyordu. 4 Nisanda Rusya’ya döndüğünde, “eski Bolşevikler” olarak adlandırdığı Menşevik eğilimli kesime karşı şiddetli bir mücadele başlattı. Lenin’in öncelikle hedefi, partisine, burjuva devrimin bittiğini ve proleter devrime yürümek gerektiğini teorik, siyasal ve programatik düzlemde kabul ettirmekti. Bugünkü Devrimde Proletaryanın Görevleri adlı makalesinde ileri sürdüğü tezlerinde, Geçici Hükümetin asla desteklenmemesi gerektiğini söylüyor ve devrimin ikinci aşamasına nasıl geçileceği üzerinde duruyordu. Lenin, Paris Komünü tipinde bir devlet istediklerini, parlamenter cumhuriyet istemediklerini, devrimci halkın doğrudan demokrasi organları olarak yükselen sovyetlerden sonra bunu dillendirmenin bir geriye gidiş olacağının altını çiziyordu. İleriyi gösteriyordu: Tüm ülkede tepeden tırnağa bir İşçi, Kır İşçisi ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti. Lenin peş peşe yazdığı makalelerde devrimin özgünlüğünü, derinliğini ve uluslararası boyutunu ortaya koymaktaydı. Döne dolaşa, ezberlenmiş formüllerle yol alınamayacağını, canlı devrimci sürecin öngörülenden bambaşka, son derece renkli ve orijinal bir durum ortaya çıkardığını ifade eder. Lenin, burjuvazinin siyasal iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Rusya’da burjuva devrimin sona erdiğini özellikle belirtir. Bu noktada Lenin’in karşısına, birbirine bağlı iki dogma çıkartılmaktaydı: Birincisi, burjuva devrimin tamamlanmadığı ve proleter devrime sıra gelmediği ve ikincisi, burjuva demokratik devrimin proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğüyle son bulması gerektiği ve bunun henüz ortaya çıkmadığı. Kamanev, sanki devrimin yarattığı ikili iktidar gerçeği yokmuş ve
marksist tutum
devrim teorik öngörüleri aşıp geçen yepyeni durumlar yaratmamış gibi, olguların karşısına şemaları geçirmeye çalışıyordu. Ona göre Paris Komünü’ne gelebilmek için öncelikle 1789 ve daha sonra da 1848 örneklerinin yaşanması gerekliydi. Pravda editörlerinin ve Merkez Komitesi bürosunun Lenin’in görüşlerini kabul etmediğini belirttiği bir başyazıda Kamanev şöyle demekteydi. “Lenin’in genel şemaları, burjuva demokratik devrimin bittiği varsayımından yola çıktığı ve o devrimin hemen sosyalist devrime çevrilmesine bel bağladığı sürece, bize kabul edilemez geliyor.”4 Aslında burjuva demokratik devrim konusunda Lenin’in görüşlerinin değişmesinde emperyalist savaş büyük bir rol oynamıştır. Emperyalist savaş dünyada büyük bir gericilik dalgası başlattı ve korkunç bir yıkıma yol açtı. II. Enternasyonal önderliğinin ihanetiyle uluslararası işçi sınıfı, “anayurdu savunma” sloganıyla savaşta kendi ülke burjuvazisinin peşinden sürüklendi. Lenin, daha sonra kapsamlı bir şekilde inceleyeceği emperyalizmin kapitalizmin üst aşaması olduğunu, savaşın kapitalizmin doğasından kaynaklandığını ve bu nedenle işçi sınıfının “anayurdu savunma” yalanına kanmadan savaşı iç savaşa çevirmesi gerektiğini dile getirdi. Lenin’e göre savaşın yarattığı yıkımdan başka çıkış yolu yoktu; tek çıkış yolu işçi sınıfının silahları kendi burjuvazisine çevirmesiydi. Bu şiar, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bir proleter devrimi öngörüyordu. Dolayısıyla Rusya’da günün görevi burjuva devriminin gerçekleştirilmesi değil, işçi sınıfının iktidarı ele geçirerek kendi egemenliği altında demokratik sorunları çözmesiydi. Silahlarını burjuvaziye çeviren ve onu alaşağı eden işçi sınıfının, tekrardan burjuvaziyi demokratik devrimini tamamlamaya çağırması gibi saçma bir düşünce zaten olamazdı. Kaldı ki, demokratik devrimin görevleri, emperyalist savaş makinesinin bir parçası olan burjuvazinin umurunda değildi. Toplumsal ve siyasal koşulların savaşla birlikte değiştiğini gören Lenin, proletaryanın hedefinin ve taktiğinin de değişmesi gerektiğini açıkça kavrıyordu. Nisan 1917’de kaleme aldığı bir yazıda proleter devrimin zorunluluğunu şöyle anlatmıştı: “Emperyalizme gelişmiş olan kapitalizm, zorunlu olarak emperyalist savaşı üretti. Savaş bütün insanlığı uçurumun kenarına, bütün uygarlığın çökmesi, daha milyonlarca ve on milyonlarca insanın vahşileşmesi ve mahvolması tehlikesinin eşiğine getirdi. Proletaryanın devrimi dışında hiçbir çıkış yolu yoktur.”5 Lakin “eski Bolşevikler”, emperyalist savaşla birlikte gündeme gelen “savaşı iç savaşa çevir” sloganını mantıksal sonuçlarıyla hiçbir zaman kavramamış gözüküyorlardı. Onlar zamandan ve mekândan bağımsız olarak, gerçekleri şemaların dünyasına tâbi kılmak istiyorlardı. Oysa emperyalist savaş bir taraftan korkunç bir yıkıma yol açarken, Çarlık monarşisi karşısında burjuvazinin siyasal rolünü pekiştirmişti. Lenin, Uzaktan Mektuplar’da, proleter devrimin gündemde olmadığını düşünen “eski Bolşevikleri”
23
marksist tutum
ikna edebilmek için burjuva devrimin aslında tamamlandığını vurgularken, özellikle 1905’ten başlayarak burjuvazinin iktidarı ele geçirdiğine dikkat çekiyordu. Burjuva Geçici Hükümetin bileşimini ele alırken şöyle yazıyordu: “Bunlar, Rusya’da politik iktidara yükselen yeni bir sınıfın, ülkemize uzun bir süredir iktisaden egemen olan ve gerek 1905-1907 Devrim yıllarında gerekse de 19071914 karşı-devrim yıllarında ve nihayet –hem de özel bir hızla– 1914-1917 savaş yılları sırasında, yerel özyönetim organlarını ve halk eğitimi alanını, çeşitli türde kongreleri, Ulusal Duma’yı, Savaş Sanayii Komiteleri’ni vs. ele geçirerek olağanüstü bir hızla politik olarak örgütlenen kapitalist toprak sahipleri ve burjuva sınıfının temsilcileridir. Bu yeni sınıf daha 1917 yılında [Şubattan öncesi kast ediliyor-UK] «neredeyse tümüyle» iktidardaydı; bu yüzden Çarlığı devirmek ve burjuvaziye yol açmak için çok hafif bir darbe gerekliydi.” Proleter devrimin gündeme girmesiyle o eski formül, yani “proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü” formülü de kendiliğinden düşmüş oluyordu. Kısaca hatırlatalım: 1905’te sosyalistler arasında, devrimin karakteri ve nasıl yol alacağı konusunda üç temel görüş vardı. Menşeviklere göre devrim bir burjuva devrimiydi ve bu aşamanın tamamlanması için işçi sınıfı burjuvaziyi desteklemeliydi. Diğer iki görüşün sahibi Lenin ve Troçki de devrimin burjuva demokratik karakterini kabul ediyorlardı. İkisi de, gericileşen ve işçi sınıfından korkan burjuvazinin devrimin demokratik görevlerini yerine getiremeyeceğini tespit ediyordu. Ayrılık bundan sonra başlıyordu. Troçki, koşulların zorunlu olarak işçi sınıfını ikti-
24
Haziran 2013 • sayı: 99
dara iteceğini, köylülüğün de desteğini alan işçi sınıfının iktidarı eline alması ve kendi egemenliği altında demokratik görevleri yerine getirmesi gerektiğini söylerken, Lenin buna karşı çıkıyordu. Lenin’e göre, burjuva devrimin görevleri “proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü” sağlanarak yerine getirilmeliydi. Ancak Lenin’in yaklaşımında henüz aşamadığı bir bulanıklık vardı. Fakat 1917’de yaşanan deneyimle birlikte iktidar sorununu daha net ifade etmeye başladı. Eski formülün aşıldığını anlatırken, formülün karşılıklı sınıf ilişkisini öngördüğünü, ortak etkinliği gerçekleştirecek somut politik kurumu kapsamadığını söylüyordu. Sonra da ekliyordu: İşte sovyetler, işte size yaşamın çoktan gerçekleştirmiş olduğu işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü! Petersburg’da iktidarın fiilen işçilerin ve askerlerin elinde olduğunu, devrimin Komün tipi bir devlet yarattığını ve bu olgunun eski şemaların içine sıkıştırılamayacağını özellikle vurguluyordu. Lenin, “bu formül artık aşılmıştır. Yaşam onu formüller diyarından gerçeklik diyarına getirdi, ete kemiğe büründürdü, onu somutlaştırdı ve böylece onu değişikliğe uğrattı” (abç) demekteydi. Son derece açık konuşuyordu: Somut olarak olaylar benim ya da başka birinin bekleyebileceğinden başka biçimde şekillenmiştir.6 Lenin defalarca bu mevzu üzerinde durur, Bolşevizmin eski formüllerini düzeltmek gerektiğini belirtir. Bolşevik yönetici kadroların büyük çoğunluğu Lenin’in söylediklerini şaşkınlıkla karşılamış ve uzun bir süre tam olarak ne demek istediğini kavrayamamışlardı. Nisan başında katıldığı bir toplantıda Lenin’i dinleyen Menşevik önde gelenlerden Suhanov, hem kendisinin hem de Bolşevik kadroların şaşkınlığını şöyle betimler: “Yalnız beni değil, bütün gerçek inananları da şaşırtıp hayretler içinde bırakan o gök gürlemesini andırır konuşmayı hiç unutmayacağım. Eminim öyle bir şeyi kimse beklemiyordu.”7 Bolşevik liderlerden Kalinin, Lenin’in kendisini afallattığını söylüyordu. Fakat Lenin durmadı; Menşeviklerle birleşme çabalarını aptalca buluyor ve sosyalizme ihanet olarak görüyordu. Bir an önce bundan ve ayrıca hükümete güven tutumundan vazgeçilmezse, yollarını ayıracağını ilan ediyordu. Lakin parti içinde haftalarca süren çetin mücadeleyi Lenin kazandı. Tartışmalar devam ederken, hükümetin savaştan yana tavır açıklaması üzerine 20-21 Nisanda kitlelerin iki gün boyunca ayaklanma havasına bürünmesi, hem Lenin’in elini güçlendirdi hem de öngörülerini haklı çıkardı. Lenin, tüm yüklü ve acil sorunlar ortada dururken ikili iktidarın aynı şekilde devam edemeyeceğini, çok kısa zamanda iktidarın ya tümden burjuvaziye ya da işçi sınıfına geçeceğini dile getiriyordu. Partinin, proletaryanın iktidarı çizgisine çekilmesinden sonra, şimdi bu hedefe nasıl varılacağının ortaya konması gerekiyordu. Lenin, yeni hedefe nasıl varılacağını belirlerken, sınıflar arası ilişkilerin tahlilinde gerçek zeminden kopulamayacağının altını çizer. Zira gerçekte kitle ço-
sayı: 99 • Haziran 2013
ğunluğu henüz Bolşeviklerden yana değildi. Buna binaen devrimci taktik istekler üzerine değil, somut durum üzerine inşa edilmeliydi. Lenin, Rusya’nın bir küçük-burjuva deryası olduğunu, bunun toplumsal ve siyasal arenada kendini oldukça baskın bir şekilde ifade ettiğini dile getiriyordu: “Muazzam küçük-burjuva dalga her yeri istila etti, sınıf bilinçli proletaryayı yalnızca siyasal güçleriyle değil, ideolojik olarak da ezdi, yani çok geniş işçi çevrelerini kendisiyle birlikte sürükledi ve onlara küçük-burjuva politik görüşleri bulaştırdı.”8 Hiç kuşkusuz bu küçük-burjuva görüşlerin politik odak noktası köylü partisi SosyalDevrimciler ve işçi sınıfı içindeki Menşeviklerdi. Bu iki parti sovyetlerde çoğunluğu oluşturmakta ve burjuva hükümete destek vermekteydiler. Böylece devrimci kitleler bu partiler aracılığıyla sovyetleri desteklemekte, sovyetler ise geçici burjuva hükümeti ayakta tutmaktaydı. Lenin, bu durumu şöyle anlatıyordu: “Fevkalade orijinal, bu biçimiyle tarihte asla eşi görülmedik durum, iki diktatörlüğü birbiriyle bir bütün halinde iç içe geçirmiştir.” Elbette bu hal sürdürülemezdi, ancak bunun somut her gelişme üzerinden kitlelere gösterilmesi, küçük-burjuva dalgaya karşı mücadele edilmesi ve kitlelerin çoğunluğunun kazanılması gerekiyordu. Lenin, çok önemli bir hususun altını çiziyordu: “Sınıf bilinçli işçiler bir erk olabilmek için çoğunluğu kendilerine kazanmak zorundadırlar… Biz Blanquist değiliz, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi yandaşı değiliz.”9 Bu satırlar, geniş yığınların desteğini alan ve Ekimde iktidarı ele geçiren Bolşevikleri “darbeci” olarak niteleyen küçük-burjuva sosyalistlerine de bir yanıttır aynı zamanda. Lenin, geniş işçi ve köylü kitlelerinin desteği olmadan harekete geçmek ve iktidarı almak gerektiğini hiçbir zaman düşünmemiş, bunu defalarca ifade etmiştir. Şubattan Ekime yürüyen süreçte Lenin’in politik çizgisi çok nettir: Bekleyebiliriz, kitleler bize gelecek ve o zaman güçler dengesi değişecek! Üstelik Lenin, Temmuza kadar devrimde barışçıl yolların dışına çıkılmaması gerektiğini söylemiş ve ilk dönem Bolşevik taktiği bu yaklaşım üzerine oturtmuştur. Lenin’e göre sovyetlerin iktidarı alarak burjuvaziyi bir kenara itmesiyle, devrimin ikinci aşamasına barışçıl bir geçiş mümkündü. Zira sınıfsal güç dengeleri, gerçekte işçi sınıfından yana ağır basıyordu. Bolşevikler, kitlelerin kazanılması için yoğun bir çalışma yürütmüşlerdir. Lenin, kitlelere açıklamak, kavratmak ve ikna etmek gerektiğini durmaksızın tekrar ediyordu: Sloganlar açık, basit, anlaşılır ve ikna edici olmalıdır! Bolşevikler, ileri sürdükleri taleplerle bir taraftan burjuvaziyi, öte taraftan da sovyetlerde çoğunluğu oluşturan partileri sıkıştırarak kitlelerin gözünde teşhir etmekteydiler. Lenin, burjuvazinin devrimi pörsütmek için sabotajlar yaptığını ve bu nedenle üretimin ve paylaşımın işçiler tarafından denetlenmesi gerektiğini ifade ediyordu. Ayrıca bankalar, tekeller ve toprak derhal devletleştirilmeli, 8 saat çalışma hayata geçirilmeli, hükümet savaştan çekildiğini
marksist tutum
açıklayarak ilhaksız ve tazminatsız bir barış için hemen görüşmelere başlamalı ve kitlelere ekmek verilmesi garanti altına alınmalıydı! Böylece Bolşevikler, kitlelerin canını yakan ve bir an önce çözülmesini talep ettikleri sorunlar üzerinden burjuva hükümetin maskesini düşürürken, beri taraftan da “bütün iktidar sovyetlere” sloganını yükseltiyorlardı. Zaten devrimci kitlelerin gözünde meşru olan bu slogan, burjuvazinin sorunları çözmede ayak diremesiyle daha fazla kabul görüyordu. Sovyetlerde çoğunluğu oluşturan Menşevik ve Sosyal-Devrimcilerin iktidarı almamaları ve burjuva hükümeti desteklemeye devam etmeleri, yığınları her geçen gün daha fazla kızdırıyor ve arayışa itiyordu. Bu partilerin, Mayısın başında patlak veren hükümet krizini sovyetlerin iktidarıyla neticelendirecek şekilde kullanmamaları, üstelik tam tersi yönde hareket ederek Geçici Hükümete katılmaları ve böylelikle burjuva düzenin payandası haline gelmeleri, kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırdı. Fakat asıl değişim, 18 Haziranda yapılan mitingde ortaya çıktı. Sovyetlerin Menşevik ve Sosyal-Devrimci çoğunluğu bir hafta önce Bolşeviklerin yapmak istediği gösteriyi yasaklamış, sonra da gücünü ispatlamak amacıyla kendisi bir miting örgütlemeye karar vermişti. Ancak yaklaşık 500 bin işçi ve askerin katıldığı devasa miting, tam anlamıyla Bolşevik bir gösteriye dönüştü. “Kahrolsun on kapitalist bakan” ve “bütün iktidar sovyetlere” gibi Bolşevik sloganların yükseldiği miting, kitlelerin nasıl da sola kaydığının bir ifadesi oldu. Lenin, kitlelerin kendiliğinden inisiyatif aldığını, devrimin hangi yönde ilerlemesi gerektiğini belirlediklerini, devrime yön gösteren devrimci politikayı sahiplendiklerini ifade ediyordu. Günün anlamını şöyle açıklıyordu: “18 Haziran, öyle ya da böyle Rus devrim tarihine bir dönüm noktası anlamına gelen günlerden biri olarak geçecektir.”10 (devam edecek) ____________________ 1
Lenin, “Uzaktan Mektuplar”, Seçme Eserler, cilt 6, İnter Yay., s.17
2
Lenin, age, s.22
3
akt: Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, Belge Yay, s.47-51
4
Liebman, age, s.161-62
5
Lenin, “Partimizin Adı Ne Olmalıdır?”, Seçme Eserler, cilt 6, s.129-30
6
Lenin, “Taktik Üzerine Mektuplar”, Seçme Eserler, c.6, s.46-47
7
akt: Liebman, age, s.157
8
Lenin, “Devrimimizde Proletaryanın Görevleri”, Seçme Eserler, c.6, s.62
9
Lenin, “İkili İktidar Üzerine”, Seçme Eserler, c.6, s.42
10
Lenin, “Onsekiz Haziran”, Seçme Eserler, c.6, s.173
25
İsveç’te Göçmen İşçi İsyanı İlkay Meriç
26
K
apitalizmin yaşamlarını çekilmez hale getirdiği işçi ve emekçiler dünyanın dört bir yanında grevlerle, direnişlerle, isyanlarla hoşnutsuzluklarını ve tepkilerini dışavuruyorlar. Bu tepkiler bazen milyonlarca işçinin katıldığı grevler, bazen halk ayaklanmaları, bazen de toplumun en çok ezilen kesimlerinden birini oluşturan göçmenlerin isyan hareketleri şeklinde kendini gösteriyor. İşçi sınıfının devrimci bir bilinç ve örgütlülükten yoksun olduğu bu dönemde, söz konusu hareketler genelde sistemin sınırlarını zorlayacak boyuta ulaşamadan sönüp gidiyor. Ancak özellikle son on yılda bu tür hareketlerin sıklık ve yaygınlığının artması, mayanın çoktandır aktif hale geçtiğini ve içinden geçmekte olduğumuz dönemin her an daha güçlü patlamalara ve devrimci durumlara gebe olduğunu gösteriyor. Bu dinamik tabloyla uyumlu son örnek, geçtiğimiz günlerde İsveç’te patlak veren göçmen isyanı oldu. Stockholm’ün varoşlarında başlayan isyan, bu tür hareketlere hiç alışık olmayan İsveç burjuvazisini fazlasıyla ürküttü. 20 Mayıs gecesi, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir varoş bölgesi olan Husby’de patlak veren isyan, hızla diğer göçmen mahallelerine sıçradı. Çok sayıda araba, işyeri ve bazı karakol binaları ateşe verilirken, estirilen polis terörüyle birlikte sokaklar savaş alanına döndü. Bir haftayı aşkın bir süre boyunca devam eden bu isyanın fitili, polisin Husby’de yaşayan 69 yaşındaki bir adamı “elinde bıçakla bizi tehdit etti” diyerek katletmesiyle ateşlendi. Öldürülen kişi 30 yıldır İsveç’te yaşayan Portekizli bir göçmendi ve polis bu nedenle böylesine pervasız davranabildi. Son yıllarda burjuvazi tüm Avrupa’da ırkçı politikaları tırmandırırken, İsveç’te de göçmenlere karşı baskı, ayrımcılık ve polis tacizleri belirgin bir şekilde artıyor. Dolayısıyla, yoksul oldukları belli olan ve salt farklı ten rengine vs. sahip oldukları için poli-
sayı: 99 • Haziran 2013
sin keyfi bir şekilde üst arama, kimlik kontrolü yapma, gözaltına alma türünden baskı ve tacizlerine maruz kalıp ırkçı hakaretlerine uğrayan göçmen gençler için, söz konusu saldırı bir kıvılcım işlevi gördü. İsyancı gençler sadece göçmenlerden de oluşmuyordu; bu bölgelerde yaşayan yoksul İsveçli gençler de, işsizlik, yoksulluk ve her türden aşağılanmaya karşı tepkilerini göstermek için bu isyana katıldılar. İsyanın patlak verdiği semtlerin 1970’lerde düşük gelirli işçiler için inşa edilmiş ucuz evlerin bulunduğu, o zamandan bu yana da esas olarak göçmenlerin yerleştiği işçi bölgeleri olması, aslında onun sınıfsal niteliğini de gözler önüne sermektedir. İşsizlik yardımında, belediye hizmetlerinde, eğitimde, sağlıkta yapılan kesintiler, düşük ücretler, çekilmez hale gelen çalışma koşulları, işsizlik vb. başta göçmenler olmak üzere işçi sınıfının tüm kesimlerinde hoşnutsuzluğu arttırıyor ve büyük bir öfke birikimine yol açıyor. Bu öfke çoğu zaman kendini beklenmedik patlamalar şeklinde açığa vuruyor ve İsveç’teki göçmen isyanı da bunun tipik örneklerinden birini oluşturuyor. Bir zamanlar sosyal-demokrasinin “refah devleti” palavralarıyla “cici” kapitalizme örnek olarak gösterdiği İsveç, 90’ların ortalarından itibaren hızlı bir dönüşüm süreci içine girdi ve neoliberal saldırı politikalarını hızla hayata geçirmeye başladı. Derinleşen ekonomik krizin iyice gemi azıya aldırdığı bu politikaların bir ürünü olarak Husby gibi varoş mahallelerinde belediyelere ait sağlık kurumlarının, kültür merkezlerinin vb. kapatılması, konut kiralarının neredeyse iki katına çıkarılması, bu bölgelerde yaşayan ve işsizlik girdabında debelenen emekçilerin içinde bulundukları durumu daha da çekilmez kıldı. Bu saldırılardan en başta ve en yoğun biçimde etkilenenlerse, işçi sınıfının en savunmasız kesimini oluşturan göçmenlerdi. Bu yüzden de isyan, ağırlıklı olarak bu kesimin çıkışsızlık içindeki gençlerinden yükselmiş ve nüfusunun %15’i göçmenlerden oluşan İsveç, 2005’te Paris, 2008’de Atina ve 2011’de Londra’da patlak veren göçmen isyanlarına benzer bir manzarayla karşı karşıya kalmıştır. Bu durumun İsveç burjuvazisini şaşkınlığa sürüklediği aşikârdır. Nitekim bu şaşkınlık, Emniyet sözcüsünün ağzından, “Stockholm tarihinde böyle bir şey görmedik” sözleriyle dile getirilmiştir. Burjuva devletin bu “görülmedik” olaylara tepkisi ise, polisi önüne gelene vahşi bir şekilde saldırtmak ve onlarca genci tutuklamak şeklinde olmuştur.
marksist tutum
Çok açık ki, söz konusu isyan, çürümüş kapitalist sistemin, işsizlikle, yoksullukla, emperyalist savaşlarla, ırkçılıkla ve ekonomik-sosyal saldırılarla hayatlarını altüst ettiği emekçilerin haklı tepkilerinin ürünüdür. Burjuvazi her ne kadar bu tip isyanları yerel ve arızi olaylar olarak gösterip yayılmasını engellemeye çalışsa da, bunların son on yıl içinde giderek artan sıklıklarla ve çeşitli ülkelerde patlak vermesi, meselenin şu ya da bu ülkeye özgü olmayıp bizzat kapitalizmden kaynaklandığını ve evrensel ortaklıklar taşıdığını göstermektedir. Son yıllarda çeşitli Avrupa ülkelerinde patlak veren bu tür isyanlarda, emperyalist savaşın da gerek dolaylı gerekse doğrudan rolü vardır. Burjuva hükümetlerin savaşçı politikalarını haklı göstermek için başvurdukları argümanlar şovenizmi ve ırkçılığı besler niteliktedir. Bir zamanlar barış güvercini pozları kesen İsveç, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yürüyen emperyalist savaşa müdahil olup, iki yıl önce Libya’ya müdahaleyi en çok savunan ülkelerin başında gelmiş ve bu savaşa aktif bir şekilde katılmıştır. Burjuvazinin ve medyanın dili de bu savaşçı politikaya göre şekillendirilmiştir. Bunun yanı sıra emperyalist savaş göçü arttırmaktadır. Batılı emperyalist güçlerin başlattıkları ya da kışkırttıkları savaşların yıkımından kaçan on binlerce insan çeşitli Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda kalmaktadır. Örneğin geçen yıl İsveç’e sığınan 44 bin mültecinin yarısını Afganistan, Somali, Irak ve Suriye’den gelenler oluşturuyordu. Dünyayı kana bulayıp yağmalayan emperyalist güçler, bunun sonuçları kendi ülkelerine bir şekilde yansıdığında kıyametleri koparıyorlar. Irkçı politikalar tırmandırılırken, göçmen karşıtı yasalar birbiri ardına sökün ediyor. Burjuvazi bu noktada her türlü fırsatı değerlendiriyor. Meselâ son olarak İngiltere’de bir askerin Nijerya kökenli Müslüman bir genç tarafından öldürülmesi, İngiliz kamuoyunu göçmenlere karşı kışkırtmanın ve yeni baskıcı önlemlerin hayata geçirilmesinin fırsatına dönüş-
Polis terörü gelişmiş batı burjuva demokrasilerinde de eksik değildir
27
marksist tutum
Haziran 2013 • sayı: 99 Kapitalizmin daha iyi bir yaşam umudu sunmak bir yana hayatlarını her gün daha da kararttığı yoksul gençler, içinde bulundukları koşullara ve polisin keyfi bir şekilde üst arama, kimlik kontrolü yapma, gözaltına alma türünden baskı ve tacizlerine tepkilerini kendiliğinden patlamalar şeklinde dışavuruyorlar.
türülmek istenmektedir. İngiliz emperyalizminin Irak’ta, Afganistan’da ve diğer pek çok ülkedeki insanlıkdışı cürümleri ortadayken ve bu ülkelerde her gün onlarca insan bombalı saldırılarda havaya uçurulurken bu katliamları görmezden gelenler, kendi ülkelerinde bir askerleri öldürülünce dünyayı ayağa kaldırıp Müslümanlara saldırmakta, bu vesileyle ırkçılığı yükselterek toplumu körleştirmeye çalışmaktadırlar. İsveç’te de durum farklı değildir. İsveç’in sağcı başbakanı Fredrik Reinfeldt, isyancı gençlere “İsveç’in kurallarını öğretmek”ten dem vurmaktadır! Burjuva medya ise, “sorunun İsveç hükümetinden kaynaklanmadığını, göçmenlerin entegre olmak, çalışmak ve vergi ödemek istemediklerini” söyleyerek, suçun tümüyle “tembel”, “uyumsuz” göçmenlerde olduğu propagandasının borazanlığını yapmaktadır. İsyancı gençleri “haydut” olarak nitelendiren burjuva politikacılara ve medyaya göre, göçmenler isyan etmek yerine, onlara kucak açan İsveç devletine müteşekkir olmalılar. Peki göçmen işçiler neye müteşekkir olacaklar? İsveç’te göçmenler arasında işsizlik oranı ülke ortalamasının üç katına çıkarak %20’ye yaklaşıyor; gençler söz konusu olduğunda bu oran %40’a fırlıyor. Göçmenler düşük ücretlerle, kaçak olarak, dolayısıyla tüm haklarından yoksun bir şekilde çalıştırılıyorlar. Gençler, isimleri, ten renkleri ya da yaşadıkları semtler nedeniyle iş başvurularından sürekli red yanıtı aldıklarını belirtiyorlar. Eylemci gençlerden biri “şiddetin yaşadıkları haksızlıkları göstermek için tek şansları olduğunu” söylüyor. Kapitalizmin daha iyi bir yaşam umudu sunmak bir yana hayatlarını her gün daha da kararttığı yoksul gençler, tepkilerini kendiliğinden patlamalar şeklinde dışavuruyorlar. En zengin %10’luk kesimin ülke zenginliğinin %70’ine, en zengin %1’lik kesimin ise %29’una sahip olduğu İsveç, OECD’ye üye ülkeler içinde zenginle yoksul arasındaki uçurumun en hızlı arttığı ülke durumun-
28
dadır. 90’lı yıllara kadar “sosyal devlet” ve “sosyal adalet” timsali olarak gösterilip “İskandinav modeli” olarak örnek gösterilen bu ülke, 90’ların ortalarından itibaren hızlı bir dönüşüm sürecine girmiştir. Devlet harcamalarında kesintilerin artması, sosyal yardımların azalması, zenginlerin vergi yükünün hafifletilmesi gibi neoliberal politikalar nedeniyle gelir dağılımındaki eşitsizlik de kat be kat artarak 20. yüzyılın başından bu yana görülen en kötü değere ulaşmıştır. Tüm bunlar, işçi sınıfının çeşitli kesimlerinin özellikle genç unsurlarını giderek daha öfkeli kılıyor ve örgütlü direniş arayışlarına hız kazandırıyor. Son yıllarda varoşlarda ortaya çıkan Megafonen (Megafon) ve Pantrarna (Panterler) adlı iki gençlik örgütü de bu arayışların bir ifadesidir. Örgütlenen gençler, varoşlara yönelik polis baskısına ve adaletsizliğe karşı mücadele ettiklerini söylerlerken, mahallelerinde çeşitli eğitim faaliyetleri ve sosyal etkinlikler düzenliyorlar. Ne var ki sol ve sendikal hareket, bu sorunlara eğilmekten ve yoksul işçi mahallerindeki arayış içindeki gençleri örgütlemekten uzak duruyor ve bununla da yetinmeyip “şiddet” eylemlerini kınadıklarına dair beyanlar vermeyi maharet sanıyor. Bunun örneklerini Fransa’da, Yunanistan’da ve İngiltere’de yaşanan isyanlarda da gördük. Oysa “görev, yağma ve şiddet eylemlerinin meşruiyetini tartışmak değil, asıl suçlanması gerekenin burjuvazi ve kapitalist düzen olduğunu ortaya koymak ve bu isyanlara katılan gençleri örgütlemek üzere harekete geçmektir. Devrimci Marksistlere düşen, isyan ateşini söndürmekte burjuvaziye yardım etmek veya akıl vermek değil; isyan ateşini körükleyerek onun sadece tekellerin mağazalarını veya banka şubelerini yakarak enerjisini tüketecek bir saman alevi gibi sönmesine izin vermeden, kapitalist düzenin temellerini tutuşturacak bir devrim ateşine dönüştürmek üzere harekete geçmektir!” (Kerem Dağlı, İngiltere’de İsyan, MT, Eylül 2011) n
Emperyalizmin Nükleer Tehdit Öcüsü: Kuzey Kore Kerem Dağlı
O
rtadoğu’da yürüyen emperyalist savaş süreci olanca hızıyla devam ederken ABD emperyalizmi Asya-Pasifik bölgesinde de savaşı kışkırtmak için uğraşıyor. Aslında 90’lardan bu yana gündemde olan fakat geçtiğimiz aylarda özellikle Batı medyasında öne çıkartılan Kuzey Kore’nin insanlık için ciddi bir nükleer tehdit oluşturduğu yalanını ABD tam da bu amaçla kullanmaktadır. ABD ve genel olarak Batı medyası kamuoyunu bu konuda tam bir dezenformasyon bombardımanına tutarak Kuzey Kore’yi saldırgan bir ülke olarak öcüleştirmiş ve gerginliği kasıtlı olarak tırmandırmıştır. Sonuçta birkaç ay içinde “düşman kardeşler” Güney ve Kuzey Kore neredeyse savaş durumuna gelmiş, bu gerilime Japonya ve Avustralya da dâhil olmuştur. Nihayetinde Çin’in devreye girmesi ve Kuzey Kore’nin tansiyonu düşürücü adımlar atması sonucu hava bir nebze yumuşasa da, ABD emperyalizminin bölgeye yönelik planları değişmediği sürece bu havanın fazla uzun sürmeyeceği açıktır. Ayrıca tansiyon her yükseldiğinde başta ABD olmak üzere müttefikleri Güney Kore, Japonya ve Avustralya bölgedeki mevzilerine daha fazla silah yığınağı yapmakta, silah harcamalarını arttırmakta ve savaş hazırlıklarını hızlandırmaktadırlar. ABD’nin müttefikleriyle birlikte bölgede yaptığı bu tahkimatın asıl hedefinin Kuzey Kore olmadığı bellidir. ABD’nin ve onu destekleyen Batılı emperyalistlerin gerçek hedefleri hızla büyüyen Çin’dir. Kuşkusuz Çin’in yanı
sıra Rusya’yı da listeye eklemek gerekir. İktidara geldiğinden beri emperyalist savaşın kapsamını genişletmek ve Asya-Pasifik bölgesine yaymak için uğraşan Obama yönetimi, geçen yılın başında açıkladığı yeni askeri stratejiye uygun olarak bu bölgedeki pozisyonunu güçlendirmeye çalışmaktadır. ABD emperyalizmi bu sayede, ekonomik alanda en önemli rakibi olarak gördüğü Çin’i kuşatmak, onun yeni nüfuz alanları elde etmesini engellemek ve böylece hegemon konumunu korumak istemektedir. Bu saldırgan ve savaş kışkırtıcısı politikalarına bahane olarak da Kuzey Kore’yi göstermektedir. ABD ve Batı medyasının propagandasına göre Kuzey Kore’nin elinde kitlesel imha silahları mevcuttur. Ciddi kimyasal silah birikimine sahiptir. Etkili ve orta menzilli balistik füzelere sahiptir ve şimdiden nükleer silah üretimine başlamış bulunmaktadır. En önemlisi de nükleer başlıklı füzelerini ABD’yi vuracak denli geliştirmek için durmaksızın askeri çalışmalar yapmaktadır ve bunu da yakın zamanda elde etmesi muhtemeldir. İnsanlığa sevdalı (!) ABD yönetimi, bu denli tehlikeli silah gücünün “çılgın diktatörlerin” elinde olmasının kabul edilemez olduğunu söylemektedir. ABD’ye göre “vicdanı, aklı ve iradesi hür” uluslararası kamuoyu buna müsaade etmeyecektir. Bu söylem nedense insanın aklına Saddam’a ve Usame Bin Ladin’e yahut Kaddafi’ye yönelik Batı menşeli karalama kampanyalarını getiriyor. Zamanında “çılgın bir dik-
29
marksist tutum
tatör” olarak resmedilen Saddam’ın, elindeki kitle imha silahlarıyla insanlığa meydan okuması karşısında “vicdanı” rahat etmeyen ABD emperyalizmi, onca insanın ölümüne malolan işgal sonrası Irak’ta bu kitle imha silahlarından hiç bulamamıştı. Aynı ideolojik kara propaganda veya daha moda deyimle psikolojik savaş kampanyası şimdi de Kuzey Kore için yürütülmektedir. Kuzey Kore’nin tam anlamıyla militarize bir toplum ve devlet yapısına sahip olduğu ve Stalinist bürokratik diktatörlüklerin belki de en despotiği olduğu doğrudur. Ancak elindeki tüm silah stokuyla dahi ABD’nin onda biri kadar bile insanlığa tehdit oluşturduğu söylenemez. Asıl ABD emperyalizmi uyguladığı saldırgan politikalarla, dünyanın her bir köşesindeki askeri varlığıyla ve elinde bulundurduğu korkunç nükleer silah kapasitesiyle insanlığı toptan yokoluşa sürüklemeye aday bir güçtür. Üstelik konuyu Kore yarımadası özelinde ele aldığımızda, Kuzey Kore’nin bu duruma gelmesinde bizzat ABD emperyalizminin birinci dereceden katkısı olduğunu da belirtmek gerekir. II. Dünya Savaşının sonundan itibaren bu yarımadaya yerleşen ABD, Kore halkı için tam anlamıyla bir kâbusa dönüşmüş ve önce Kore savaşında milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuş, SSCB’nin yıkılmasının ardından izlediği politikalar ve uyguladığı ambargolarla da Kuzey Kore’nin dünyadan tecrit olmasına ve ekonomisinin çöküşüne sebebiyet vermiştir. Kuzey Kore toplumunun diktatörlerin yumruğu altında paranoyaklaşmasında ve ekonomik gücünün üçte birini silah harcamalarına yatırmasında ABD’nin Kore Savaşında halkı acımasızca katletmesinin ve ülkeyi yerlebir etmesinin, sonrasında da Güney Kore’ye ve bölgeye hiç durmadan askeri güç yığmasının birinci derecede rolü vardır.
Kuzey Kore neden öcüleştirildi? Bugün Kuzey Kore toplumunun karikatürleştirilerek aşağılanması, ülkeyi yöneten diktatörlerin birer “çılgın” olarak lanse edilmesi ve kendileriyle dalga geçilmesi, ama bir yandan da bu çılgınların tüm dünyayı tehdit edecek büyüklükte bir imha gücünün olduğunun propaganda edilmesi, emperyalizmin ideolojik propagandayla kitleleri manipüle etme gücüne ve ahlâksızlığına, ikiyüzlülüğüne verilebilecek bariz bir örnektir. SSCB’nin yıkılmasının ardından “komünizm öcüsü”nün yerine “uluslararası terörizm”i koyan ABD emperyalizmi, 11 Eylül olaylarının hemen ardından Bush’un ağzından uluslararası terörizme destek veren “terörist devletler”i ilan etmiş ve bunların birlikte “şer mihveri”ni oluşturduklarını söylemişti. ABD’ye göre bu ülkeler Kuzey Kore, Irak ve İran’dı, ama duruma göre listeye başka ülkeler de eklenebilirdi. Bu söylemi 80’lerin başında Reagan’ın SSCB’ye karşı başlattığı “şer imparatorluğu” kampanyasından devşiren ABD yönetimi, 1990-91 yıllarında Irak için benzer söylemle bir propaganda yürütmüş, 11
30
Haziran 2013 • sayı: 99
Eylül’den sonra da söylemi “terörist devletlerin oluşturduğu şer ekseni” şeklinde revize etmişti. Bu kavramlar ve tekelinde tuttuğu kitle iletişim araçları sayesinde ABD emperyalizmi kendi zorbalığını ve saldırganlığını kamuoyu gözünde meşrulaştırabilmekte, uluslararası hukuka uydurabilmektedir. ABD, Kuzey Kore için bu kampanyayı 1993 yılında yaşanan nükleer krizden bu yana sürdürmektedir. Çünkü ilk kez bu tarihte Kuzey Kore “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması”ndan (NPT) çekildiğini açıklamıştı. O tarihten bu yana da ABD ve Güney Kore ikilisinin (bu gruba Japonya’yı da katmak mümkündür) Kuzey Kore’yle olan çekişmeleri hiç bitmemiş, hatta zaman zaman iş sıcak çatışma boyutuna kadar gelmiştir. ABD’nin ve “demokratik” Güney Kore’nin iddiası, “komünist” bir diktatörlükle idare edilen Kuzey Kore’nin halkını açlığa sürüklemek pahasına nükleer silah programlarına yatırım yaptığı ve fırsatını bulduğu anda güneyi işgal etmek için 1,2 milyonluk bir orduyu beslediği şeklindedir. Yani ABD destekli Güney Kore tamamen nefs-i müdafaa amaçlı olarak topraklarında 30 bin Amerikan askerinin ve 200’e yakın nükleer başlıklı füzenin bulunmasına müsaade etmekte, yine aynı amaçla Kuzey’i taciz eden ABD ortaklı askeri tatbikatlar yapmaktadır! Buna ABD ve BM tarafından uygulanan ekonomik ambargoyu da eklemek gerekir. Bugün gelinen noktanın gerçek hikâyesi ise oldukça farklıdır.* ABD’nin Kore yarımadasına müdahalesi II. Dünya Savaşının sonlarında başlamıştır. Japonların yenilmesinin ardından adaya yerleşen ABD güçleri, Japonya’nın uyguladığı sömürge yönetimini aynen devam ettirmişlerdir. Ve tıpkı Japonya gibi yerli toprak sahipleriyle az sayıdaki sanayiciye dayanan bir rejim kurmaya çalışmışlardır. Kore’nin 1945 yılında 38. paralel boyunca ikiye bölünmesi de ABD’nin ve SSCB’deki Stalinist rejimin ortak eseridir. Japon işgaline karşı başlayan ve giderek güçlenen ulusal kurtuluş hareketinin devrimci karakteri ve yayılma potansiyeli her iki ülkeyi de tedirgin ettiğinden, tıpkı Doğu Avrupa’da olduğu gibi bu bölgede de Stalinizm emperyalist güçlerle uzlaşarak nüfuz alanlarını paylaşmıştır. ABD emperyalizmi, 1910’daki Japon işgaline karşı başlayan ve halk komitelerine dayalı olarak gelişen ulusal hareketin Kore Halk Cumhuriyeti’ni kurmasına da şiddetle karşı çıkmış ve Kore’yi işgale başlamıştır. Bunda ulusal kurtuluş hareketinin SSCB’den ve Çin devriminden büyük oranda etkilenmiş oluşunun ve kurulan cumhuriyetin “kızıllığının” etkisi büyüktür. Kapitalizmden kopmuş bir Kore, o dönemde ABD’nin en istemediği şeydi. Oysa Kore halkı onyıllardır süren yabancı güçlerin işgalinden bıkmıştı ve ABD’yi de Japonların devamı olarak görüyor, bölünmüş değil birleşik bir Kore istiyordu. Özellikle kuzeyde SSCB’nin de desteğiyle büyüyen gerilla hareketi ve ona tüm ülkede eşlik eden halk isyanları sonucu 1948’de 38. paralelin kuzeyinde Kore Demokratik
sayı: 99 • Haziran 2013
Halk Cumhuriyeti (KDHC) ilan edildi. Bu süreçte ABD ordusu ve işbirlikçi egemenlerin emrindeki polis gücü halka görülmedik eziyetlerde bulunuyor, binlerce devrimciyi katlediyordu. İktidara ABD eliyle getirilen ve onun kuklası pozisyonundaki Syngman Rhee (Güney Kore’nin bugünkü kadın başbakanının babası ve ülkeyi 1960’a kadar baskı rejimiyle yöneten diktatör) bu katliamların baş sorumlusuydu. Muazzam halk desteğini arkasına alan Kim İl-sung önderliğindeki KDHC güçlerinin güneye girmesi (1950) ve zorlanmadan Seul’ü ele geçirmesiyle birlikte ABD açısından işin rengi iyiden iyiye değişmiş oldu. Kısa bir sürede güneyde de halk komiteleri yeniden kurulmuş, tıpkı kuzeyde olduğu gibi toprak reformu uygulanmaya başlamış, toprak ağalarının elindeki topraklara ve fabrikalara el konulmaya girişilmişti. Çin’in BM Güvenlik Konseyi üyeliğine alınmamasını protesto eden SSCB’nin yokluğunu fırsat bilen ABD, BM nezdinde de bir karar çıkartarak KDHC’ye resmen savaş açtı. Buna karşılık Çin de KDHC tarafında yer alacağını ilan etti. 1953 yılına kadar süren savaşta yaklaşık 3 milyon Koreli hayatını kaybetti. ABD savaş uçaklarının aralıksız bombardımanları sonucu kuzeydeki neredeyse tüm yapılar, tarım ve su alanları, tüm barajlar, fabrikalar imha edildi. Hayatta kalanlar mağaralarda yaşamak zorunda kaldılar. ABD bombardımanında II. Dünya Savaşı sırasında kullanılanın toplamından daha fazla bomba atıldı. Vietnam Savaşından daha fazla napalm bombası kullanıldı. Hatta ABD iki kez atom bombası kullanma kararı aldı ve bu kararından kıl payı döndü. Pek çok yerde de kimyasal silahları devreye soktu. Savaş sonrası yapılan incelemeler ve hazırlanan raporlara göre ABD uçakları ortalama günde 500-800 ton napalm atıyorlardı ve alevler kimi yerlerde 100 metre yüksekliğe çıkıyordu. Raporlar ve gazeteler bir alev denizinin içinde yok olan köylerden, sivil yerleşimlerden ve olduğu yerde yanarak kavrulmuş insan kitlelerinden bahseden haberlerle doluydu. İşte bu koşullarda geçen Kore Savaşı, devreye Çin ve SSCB’nin de girmesiyle sona erdi ve ateşkes ilan edildi. Ancak güneyde ve bölgede konuşlanmış olan ABD askeri güçlerinin varlığı özellikle Kuzey Koreliler için bir kâbus olmaya devam etti. Kuzey Kore halkı, onyıllar boyunca ABD uçaklarının tekrar geleceğinden ve napalm bombalarının alevlerinin her şeylerini yutacağından duyduğu korkuyla yaşamak zorunda kaldı. İktidara yerleşen Stalinist bürokrasinin, halkı ülkenin yeniden inşası ve toplumun askerileştirilmesi yolunda seferber olmaya ikna edebilmesi de bu sayede gerçekleşmiştir. Yaşanan tarihsel travmanın etkisiyle emekçi halk iktidardaki bürokrasinin diktatörlüğüne ses çıkaramamış ve daha büyük bir felâketin korkusuyla içinde yaşadığı baskı rejimine katlanmak zorunda kalmıştır. Kuzey Kore’nin “nükleer öcü” haline getirilmesi ise 90’lı yıllardan sonra olmuştur. Savaşın bitişiyle SSCB’nin
marksist tutum
yıkılması arasında geçen yaklaşık 40 yıllık süre boyunca Çin ve SSCB’nin yardımlarıyla sanayisini geliştiren ve yaşam koşullarını belirli bir düzeye çekmeyi başaran Kuzey Kore, Gorbaçov’un ABD ve Batılı güçlerle iyi ilişkiler geliştirmek adına diğer bürokratik diktatörlükleri kaderine terk etmesiyle birlikte ekonomik anlamda ciddi bir darboğaza girmişti. Petrolsüz ve kömürsüz kalan ülkede tarım ve sanayi üretimi durma noktasına geldi. Üzerine gelen sel ve kuraklık felâketleri sonucu 90’lı yılların başlarında milyonlarca insan kıtlık yüzünden hayatını kaybetti. Bu felâketin yaşanmasında iki faktör son derece önemlidir; iktidardaki bürokrasinin kendi ayrıcalıklarından en ufak bir kesinti yapmazken halkın temel ihtiyaçlarını bir yana bırakıp tüm kaynakları balistik füze üretimine yöneltmeleri (Kuzey Kore dünyanın sayılı balistik füze ihracatçıları arasına girmişti) ve ABD liderliğindeki Batının uyguladığı ambargolar. Bu nedenler yüzünden Kuzey Kore’nin 80’lere kadar %20’lere varan oranlarda büyüyen sanayisi çöküşün eşiğine gelmiş, halk en temel tüketim malzemelerinin dahi yokluğunu çekmeye başlamıştır. Bu tabloya, siyasi ve ekonomik olarak sıkıştıkça baskıyı arttıran ve halkın yaşantısını her yönden sıkı bir cendereye alan bürokrasinin despotik diktatörlüğünü de eklemek gerekir. Bu koşullarda gelinen 1993 yılının Mart ayında Kuzey Kore’nin NPT’den çekilmesinin arka planında da petrol ve kömür gibi enerji kaynaklarına ulaşmasına yönelik ambargonun payı büyüktür. Güney Kore ve Japonya’da ardı ardına kurulan nükleer reaktörleri örnek alan Kuzey Kore enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla 1987 yılında ilk reaktörünü kurmuştu. Fakat 1993 yılının Şubat ayında ABD, eskiden SSCB’yi hedef almış olan füzelerinin artık Kuzey Kore’yi menziline alacak şekilde yeniden konuşlandırıldığını açıklayınca, geçmişteki gibi SSCB’nin koruyucu etkisinden de yoksun kalmış Kuzey Kore yönetimi panik halinde NPT’den çekildiğini açıkladı ve ardından da nükleer silah geliştirmek için bir program başlattığını duyurdu. Bunun üzerine ABD görünürde geri adım atarak, tesisi kapatması ve NPT’ye geri dönmesi karşılığında iki adet hafif su reaktörü inşa etme ve petrol sevketme taahhüdünde bulundu. Kuzey Kore bu teklifi kabul ederek gereğini yerine getirdi, fakat ABD birkaç yıl petrol sevkiyatında bulunduysa da bir süre sonra Kuzey’in nükleer silah geliştirdiğini iddia ederek anlaşmayı iptal ettiğini duyurdu. Bunu BM’nin de dâhil olduğu yeni ambargolar izledi. Takip eden yıllarda da ABD aynı politikayı sürdürdü ve ipleri bir gevşetip bir gererek Kuzey Kore’nin paranoyasını bölgeye yönelik planları çerçevesinde kullandı.
Artan silahlanma yarışı ve savaşın kızıştırılması İşin aslı ABD emperyalizminin 1950’lerdeki derdiyle şimdiki planları arasında temelde pek bir farklılık yoktur. Kapitalist dünyanın hegemonik gücü olarak ABD, o dö-
31
marksist tutum
nemde SSCB ve Çin’in etki alanının genişlemesini istemiyor ve bu temelde dünyanın her köşesinde “Doğu Bloku” denen ülkeleri kuşatmaya ve kendi nüfuz alanlarını korumaya çalışıyordu. II. Dünya Savaşından büyük bir prestijle çıkan SSCB, dünyanın pek çok bölgesinde ulusal kurtuluş hareketlerinin anti-emperyalist bir karaktere bürünmesinden de aldığı güçle Batılı emperyalistlere meydan okuyordu. Böylesi bir siyasal konjonktürde Asya-Pasifik bölgesindeki mevzilerini ve çıkarlarını koruyabilmek için ABD ve yedeğindeki Batılı emperyalistler, önce Kore’de sonra da Vietnam ve diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde savaş başlatarak ulusal bağımsızlık hareketlerini boğmaya ve bölgenin tümden SSCB-Çin etkisine girmesini engellemeye çalışmışlardır. Bunun sonucu da bölge halklarının katlanmak zorunda kaldıkları tarifsiz acılar ve milyonlarca insanın ölümü olmuştur. 90’lardan sonra dünyanın değişen dengelerinin yarattığı yeni konjonktürde, hegemonyasını korumak ve rakiplerini geriletmek amacıyla yeni bir stratejiyi adım adım hayata geçirmeye çalışan ABD, bugün de en büyük rakipleri olarak gördüğü Çin ve Rusya’nın etki alanlarının gelişmesini engelleyebilmek ve hatta geriletebilmek adına AsyaPasifik bölgesinde ciddi bir askeri yığınak yapmakta, mevzilerini güçlendirmekte, bir yandan da Kuzey Kore gibi ülkeleri bahane ederek savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır. Bu yolla amaçladığı şey, rakipleriyle kıyaslanamayacak denli üstün bir askeri güce sahipken olabildiğince ön almak ve planlarını hayata geçirebilmektir. ABD emperyalizminin bu yolda yapamayacağı “çılgınlık”, göze alamayacağı “delilik” yoktur. Tansiyonun biraz yükselmesi durumunda Kuzey Kore gibi kendisine göre küçük ülkeleri dahi nükleer silah kullanmakla tehdit etmesi boşuna değildir. Ancak ABD açısından bunlar da yeterli gelmemekte-
Haziran 2013 • sayı: 99
dir. Çin’i dengelemek için Hindistan’la arasını iyi tutmaya çalışan ABD, bu sebeple eski yandaşı Pakistan’ın üzerine gitmekte, II. Dünya Savaşından sonra silahlanması yasaklanan Japonya’nın şimdi yeniden silahlanmasına destek vermektedir. Avustralya’yla ise tıpkı İngiltere’yle olduğu gibi askeri bir ortaklığa gitmektedir. ABD benzer adımları Afrika’da da atmaktadır, çünkü burası da Çin’in nüfuzunu arttırdığı ve siyasi etkinliğini yaymaya çalıştığı bölgelerdendir. Ortadoğu’daki güçlerini olabildiğince azaltma yoluna giden ve daha çok müttefiklerini (İsrail, Türkiye, Körfez ülkeleri gibi) öne süren ABD, El Kaide’yle savaş bahanesi altında Afrika’nın 35 ülkesine asker gönderme kararı almıştır. Kuşkusuz bölgede hâkimiyet kurmak isteyen tek emperyalist güç ABD değildir ve rakipleri olarak zikrettiğimiz Çin veya Rusya gibi ülkeler de ABD’nin bu hamleleri karşısında boş durmamaktadırlar. Çin askeri deniz gücünü geliştirmek için yoğun çaba sarfetmektedir ve Asya-Pasifik bölgesinde güç olabilmek için bu son derece önemlidir. Ayrıca Çin ve Rusya arasında ikili askeri anlaşmalar, silah alış-verişleri yapılmakta ve ortak savunma sistemleri kurulmaktadır. Bunlardan sonuncusu olan ve bölgeye yönelik bir füze savunma sistemi kurulmasını öngören anlaşma, ABD’nin Guam adasına yeni balistik füzeler yerleştirdiğini açıklamasından hemen sonra imzalanmıştır. Deniz gücüne yönelik askeri harcamalarını arttıran sadece Çin değildir. Japonya ve Vietnam da bu kervana katılan ülkeler arasındadır. Çin, Rusya ve diğer Asya-Pasifik ülkeleri silah harcamalarını sürekli arttırmaktadır. Özellikle Rusya, 2008’deki Gürcistan savaşından bu yana kritik konularda tavrını çok daha açıktan belli eden bir politika izlemektedir. Genellikle daha sinsi ve renk vermeyen bir politika izleyen Çin ise, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde artan etkinliği karşısında önümüzdeki dönemde pozisyonunu daha net belli edecek bir söylem kullanacağının işaretlerini vermektedir. Son günlerde ABD-Çin arasında yaşanan “siber gerilim” buna örnektir. Bu noktada, Kuzey Kore’nin özellikle 2000’lerin başından bu yana bu kadar öne çıkmasının ve açıktan ABD’yi ve onun müttefikleri olan Güney Kore ile Japonya’yı hedef alan, ilk bakışta anlaşılmaz görünen derecede cüretkâr ve saldırgan açıklamalarda bulunmasının ardındaki önemli bir diğer faktörün de Çin olduğunu belirtmemiz gerekir. “Doğu Bloku”nun 90’larda çökmesi ve SSCB’nin sanıldığı kadar fazla
90’lardan sonra dünyanın değişen dengelerinin yarattığı yeni konjonktürde, hegemonyasını korumak ve rakiplerini geriletmek amacıyla yeni bir stratejiyi adım adım hayata geçirmeye çalışan ABD, bugün de en büyük rakipleri olarak gördüğü Çin ve Rusya’nın etki alanlarının gelişmesini engelleyebilmek ve hatta geriletebilmek adına Asya-Pasifik bölgesinde ciddi bir askeri yığınak yapmakta, mevzilerini güçlendirmekte, bir yandan da Kuzey Kore gibi ülkeleri bahane ederek savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır.
32
sayı: 99 • Haziran 2013
olmayan desteğinin kesilmesi, Kuzey Kore’nin tarihsel, siyasal ve ekonomik olarak zaten mevcut olan Çin’e bağımlılığını iyice arttırmıştır. Çin’in Kuzey Kore’yi yöneten üst düzey kadrolar üzerinde ciddi bir etkisinin ve hatta onlarla organik bağlarının bulunduğu açıktır. Dolayısıyla Kuzey Kore’nin iç ve dış politikasının Çin’inkinin benzeri ve uzantısı olduğunu söylemek pek de abartılı olmayacaktır. Çin (ve müttefiki Rusya), çoğu durumda kendi söylemek istediklerini Kuzey Kore’ye söyletmekte, ABD’ye ve Batılı emperyalistlere karşı onu öne çıkartmakta, bu arada el altından Kuzey Kore’nin askeri programlarına da ciddi biçimde destek vermektedir. Emperyalist savaş sürecinin günümüzdeki görünümünün büyük emperyalist güçlerin açıktan birbirleriyle savaşa tutuşmak yerine destekledikleri ve/veya öne sürdükleri çeşitli ülkeler ve/veya grupları çatıştırmak olduğu, kozlarını şimdilik böyle paylaştıkları göz önüne alınırsa, Çin’in ve belli ölçüde de Rusya’nın Kuzey Kore’yi nasıl kullandıkları daha iyi anlaşılacaktır. Nasıl ki Suriye’deki kapışmanın arka planında ABD ve Rusya varsa, Kore yarımadasındaki kavganın gerçek tarafları da ABD ve Çin’dir. Kuzey Kore’yi despotik bir diktatörlükle yöneten bürokratik sınıf neredeyse her alanda Çin’i kendine örnek almaktadır. Kapitalizme SSCB’deki veya Doğu Avrupa ülkelerindeki gibi “ani” süreçler yerine, Çin’deki gibi “tedrici” bir geçişi kendi varlıklarını ve ayrıcalıklarını korumak açısından daha uygun görmektedir. Kuzey Kore’nin ekonomisi çok zayıf ve siyasi gücü gerçekte çok kırılgan olduğundan, Çin’e göre çok daha yavaş ilerlemekte ve çok daha baskıcı bir rejimi sürdürmektedir. Ama 2000’li yıllardan itibaren Çin’deki gibi serbest ticaret bölgeleri kurmaktan ve sınırlı ölçüde de olsa yabancı sermaye girişine izin vermekten geri durulmamıştır, her ne kadar bunların büyük bir çoğunluğu Çinli burjuvalar olsa da. Çinlileri Ruslar, Taylandlılar ve Japonlar takip etmektedir. Tam sınırdaki tarafsız bölgede, (şimdilerde savaş gerilimi nedeniyle boşaltılmış olsa da) Güney Kore’yle ortak işletilen ve yaklaşık 50 bin işçinin çalıştığı devasa bir sanayi bölgesi bulunmaktadır. Kısacası Çin’in siyasi ve ekonomik çıkarlarla böylesine bağlı olduğu Kuzey Kore’yi ABD’ye yedirmesi pek olası değildir. ABD’nin geçtiğimiz aylardaki ardı ardına yüklenmeleri ve hamleleri karşısında Çin’in nihayet sessizliğini bozması ve ABD’ye “fazla ileri gitme” mesajı vermesi bunun son örneğidir. Çin açısından Kuzey Kore’nin kaybının somut karşılığı, sınırlarına ABD üslerinin kurulması olacaktır.
Asya-Pasifik halklarını bekleyen büyük tehlike Kuzey Kore’nin, arkasındaki Çin’e ve Rusya’ya güvenerek ABD’ye güya kafa tutması, kimilerince talihsiz bir biçimde, emperyalizme karşı kahramanca mücadele örneği olarak gösteriliyor. Geçmişte Nasır’ın Mısır’ını, Kaddafi’nin Libya’sını, Chavez’in Venezuela’sını ve hatta
marksist tutum
Saddam’ın Irak’ını sırf ABD’ye karşı diye destekleyenler, şimdi de Kuzey Kore’ye benzer olumluluklar atfediyorlar. Kuzey Kore gibi bir diktatörlüğe olumluluklar atfetmek, işçi-emekçi sınıfların kafasında yaratılabilecek yanılsamanın büyüklüğü bakımından son derece ciddi bir sakınca oluşturmaktadır. Bölgeyi ve on milyonlarca insanın geleceğini savaşın ateşleri arasında yakmaya hazırlanan emperyalist güçlere karşı işçi-emekçi sınıfların örnek almaları veya desteklemeleri gereken Kuzey Kore gibi diktatörlükler değildir. Tersine bunların işçi sınıfı tarafından toplumsal devrimle yıkılması gerekmektedir. Bu noktada Kuzey ve Güney Kore işçileri, kendi egemenlerini alaşağı etmek üzere verecekleri ortak mücadele temelinde yarımadayı bir işçi iktidarı altında birleştirmeyi hedeflemelidirler. Bürokrasiye anti-emperyalist vb. olumlu sıfatlar yakıştıran anlayışlar ise elbette bu perspektife yabancıdır. Bunlar aksine Kuzey Kore’de savunulması gereken tarihsel kazanımlardan bahsetmekte, sadece Amerikan emperyalizmine karşı durulmasının otomatikman sosyalizm mücadelesine katkısı olacağını zannetmektedirler. Kimisi Kuzey Kore’yi “en yozlaşmışı da olsa bir işçi devleti” olarak görmekte, kimisi ise planlı ekonominin ve devlet mülkiyetinin sosyalizmin alamet-i farikası olduğu yanlışından hareketle Kuzey Kore’ye olumluluklar atfetmekte, her şeye rağmen halka sağlanan kamu hizmetlerini saymaya başlamaktadır. Oysa bölge emekçilerinin ve uluslararası işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadele etmek için böylesi ucube “sosyalizm” karikatürlerine ve tepesindeki sözümona anti-emperyalist diktatörlere ihtiyacı yoktur. Bu yanlış anlayışlar, işçi ve emekçi sınıfları ya anti-emperyalizm adına Çin veya Kuzey Kore’deki diktatörlükler uğruna ölmeye ya da Batılı emperyalistlerin sahte demokrasileri adına sınıf kardeşlerinin kanını dökmeye itecektir. Her halükârda emekçiler ve ezilen halklar paylaşım kavgasına tutuşmuş güçlerin habire kışkırttığı emperyalist savaşın kurbanı olacaklardır. Birleşik ve gerçek anlamda özgür ve demokratik bir ortamda yaşamak isteyen Koreli emekçiler gibi, onların Japon ve Çinli sınıf kardeşlerinin de, Ortadoğu’nun yoksul halklarının da kaderi ve görevleri ortaktır: gerçek bir işçi iktidarı için devrimci mücadeleye atılmak. Dünyayı boyunduruğu altına almış emperyalist-kapitalist sistemin başı olan Amerikan emperyalizminin kafasını ezecek olan da işçi ve emekçi halkların bu kitlesel ve devrimci mücadelesi olacaktır, ellerinden kan damlayan diktatörler değil… n _________________ *
Stephen Gowans Kuzey Kore’yi Anlamak (Global Research, 12 Kasım 2006) ve Kuzey Kore Neden Nükleer Silahlara İhtiyaç Duyuyor (What’s Left, 16 Şubat 2013) adlı makalelerinde (ve bu konudaki bir dizi farklı makalesinde) hikâyenin içyüzünü sarih biçimde ortaya koymuştur.
33
İran’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Yaklaşırken Selim Fuat
14
Haziran Cuma günü, İran İslam Cumhuriyeti’nde, devrimin 34. yılında, 11. kez cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak. Suriye’deki kanlı iç savaşın sürdüğü, emperyalist paylaşım kavgasının derinleştiği koşullar altında yapılacak bu seçim, gerek İran’daki rejimin dışarıya açılması bakımından gerekse emperyalist kapışmada takınılan tutumlar bakımından önem arz ediyor. İşçi sınıfı açısından yasal siyasi ve ekonomik mücadele olanaklarının bulunmadığı İran’da, son dönemlerde yapılan seçimlerin hemen hepsi burjuva güçlerin birbirleriyle mücadelesinin arenasına dönüştü. Bu seçimde de durum farklı gelişmiyor. Seçimlere girebilecek adayların onaylanması süreci büyük tartışmalarla geçti. 2005’ten bu yana cumhurbaşkanlığı görevini sürdürmekte olan Mahmud Ahmedinecad’ın yasalar gereği bir kez daha aday olamayacağı bu seçimlere, 686 kişi aday olmak için başvurdu. Rejimin farklı tonlardaki savunucularıyla birlikte pek çok “reformcu” aday ortaya çıktı. Ancak bunların adaylık statüsüne geçebilmeleri için Anayasayı Koruyucular Konseyi tarafından uygun görülmeleri gerekiyordu. Konsey, başvuranlardan sadece 8’ine cevaz verince ve bunların arasında kuvvetli görülen bir “reformcu” aday ve bunun yanı sıra mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın desteklediği Meşai olmayınca, İran’da alttan alta yürüyen burjuva kapışma bir kez daha gün yüzüne çıktı ve egemen sınıf içinde ipler yeniden gerildi. Egemen sınıf içerisindeki bu kapışma önümüzdeki süreçte İran’da iç siyasetin ne denli kırılgan bir yapıya sahip olacağının işaretlerini veriyor. Geçen birkaç yıla damgasını vuran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad ile dini lider Hamaney arasındaki çekişmenin ardındaki güçler için, bu seçimle birlikte mücadelenin bitmeyeceği, daha da derinleşeceği ortaya çıktı. Üstelik bu güçlerin karşısında bir de reformcular olarak bilinen ve bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerine damgasını vuran kesimler ve diğer muhalifler var. Yani İran’daki cumhurbaşkanlığı seçimleri birtakım önemli siyasi gelişmelere kapı aralayabilir. Adaylıkları reddedilen isimlerden iki tanesi iç siyaset-
34
teki kırılganlığın artmasında özellikle önemli olacaktır. Bunlardan, Ahmedinecad’ın dünürü ve başdanışmanı olan İsfendiyar Rahim Meşai, Ahmedinecad’ın desteğini alenen almış bir isimdi. Ancak Ahmedinecad’ın tüm baskılarına rağmen adaylığı Konsey tarafından kabul edilmedi. Yetkilerini kullanmak isterken maruz kaldığı müdahaleler yüzünden dini lider Hamaney ile mücadele içerisinde olan Ahmedinecad, bir süreden beri “önemli kişilerin” yolsuzlukları hakkında elinde bilgi ve belgelerin olduğunu ima ederek yasalar üzerinden açamadığı kanalları şantaj yoluyla açmaya çalışıyordu. Hatta geçtiğimiz aylarda bir bakana yönelik gensoru görüşmesi sırasında bakanı savunmak için Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada, Meclis Başkanı Ali Laricani’nin kardeşlerinden birisinin rüşvet teklif ettiği iddia edilen ses kaydını milletvekillerine dinletmişti. Ahmedinecad’ın bu yolla kendi adayının cumhurbaşkanlığı seçiminde onaylanmaması durumunda elindeki belgeleri ifşa ederek siyasi kriz çıkaracağı anlaşılıyordu. Velayet-i fakih (dini rehberlik) kurumu etrafında şekillenen güçler tarafından Ahmedinecad-Hamaney çekişmesinin sorumlusu olarak görülen Meşai’nin adaylığını ilan etmesi ve Ahmedinecad’ın ona açık desteğine rağmen Meşai’nin adaylığının reddi Dini Rehber ve çevresinin Ahmedinecad’ın şantajına boyun eğmediğini göstermektedir. Ekibi ile birlikte tasfiye edilme tehdidi ile karşı karşıya kalan Ahmedinecad ise Meşai’nin adaylığının reddine karşı “son dakikaya kadar” mücadele edeceğini ve bu problemin çözüleceğini umduğunu açıklayarak önümüzdeki süreçlerde sürpriz müdahalelerinin olabileceğinin işaretlerini vermektedir. Adaylığı reddedilen ve seçimlere girmesi halinde kazanması en muhtemel isim olan Haşimi Rafsancani tartışmalarda öne çıkan ikinci kişi oldu. Merkez muhalefetin ve reformcuların oylarına talip olan Rafsancani’nin adaylığının reddi, esasında Meşai’nin reddinden daha büyük ses getirdi. 1989 yılında Hamaney’in Dini Rehber olmasını sağlayan ve onun tarafından Konsey üyeliğine atanan
sayı: 99 • Haziran 2013
Rafsancani’nin adaylığının reddedilmesine Humeyni’nin kızı Zehra Mustafavi bile tepki göstererek dini lider Ali Hamaney’e mektup gönderdi. 1989 ile 1997 arasında cumhurbaşkanı olan 78 yaşındaki Rafsancani’nin, İran’ın mevcut siyasi yapısına göre ılımlı sayılabilecek ekonomik ve diplomatik açılım projeleri şimdi “muhafazakâr” olarak tanımlanan iktidardaki kesimlerin tepkisiyle karşılaşmıştı. Rafsancani bu nedenle 2000 ve 2005’teki seçimleri kaybetmişti ama bu seçimlerde etrafında geniş bir destek sağlamıştı. Reformcuların da desteğiyle Rafsancani’nin sistemi bir ölçüde liberalleştirmesi bekleniyordu. İslami rejimin tesisinde etkili olan sayılı birkaç kişi arasında yer alan eski cumhurbaşkanı Rafsancani’nin adaylığının reddedilmesi, rejimin dayandığı çevrenin ne ölçüde daraldığını ve otoriterleşmesinin ne denli kuvvetlendiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş oldu. Özellikle emperyalist paylaşım kavgasının yarattığı koşullarda iktidardaki kesimlerin herhangi bir gevşemeye tahammüllerinin olmadığını açıkça gözler önüne serdi. Adaylığı kabul gören ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine girecek olan 8 adaydan sadece ikisi reformculara hitap ediyor. Bunlar Hasan Ruhani ve Muhammed Rıza Arif. Ancak her ikisi de reformcuların başlıca tercihleri değil. Daha önce Hatemi ve Rafsancani ile çalışan Ruhani, aynı zamanda uzun yıllardan beri Hamaney’in Ulusal Güvenlik Konseyi’ndeki temsilciliğini de yapmıştır. Seçim sloganı “İtidal, Akıl ve Basiret” olan Ruhani aslında hem reformculara hem de muhafazakârlara hitap edebilmektedir. İhtiyatlı bir diplomat profili çizen Ruhani’ye ayrıca Rafsancani’nin de destek verebileceği düşünülüyor. Reformculuğu daha belirgin olan diğer aday Rıza Arif ise Hatemi döneminde yaptığı cumhurbaşkanlığı yardımcılığı ile tanınıyor. Sessizliği ile dikkat çeken Arif ’e seçimler için tanınan şans oldukça az. Seçimlerde en çok öne çıkan adaylar ise Said Celili ve Muhammed Bakır Kalibaf. İran adına nükleer müzakereleri yürüten şimdiki Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Said Celili, molla rejiminin ikinci neslinden bir yönetici. Irak savaşına da katılmış bir savaş gazisi olan Celili, “mütevazı” hayatı ile sempati topluyor. Hamaney’e
marksist tutum
yakınlığı ve güvenlik meselelerindeki hakimiyeti nedeniyle de seçimlerin favorisi olarak görülüyor. Bu seçimlerin diğer favorisi Muhammed Bakır Kalibaf da İran-Irak savaşı sırasında cephede bulunmuş. 2005’ten beri Tahran Belediye Başkanlığı yapan Kalibaf bu görevi nedeniyle iyi tanınmakta ve epeyce geniş bir kesim tarafından başarılı bulunmakta. Kalibaf, “daha iyi ekonomi ve insanlar için hayat” sloganıyla oy toplamaya çalışıyor. Daha çok “eski nesli” temsil eden diğer adaylar Muhsin Rızai, Gulamalı Haddad Adel, Ali Ekber Velayeti ve Muhammed Harrazi’ye ise çarpıcı bir değişiklik olmazsa seçimlerde fazla şans tanınmamakta.
İran rejiminin siyasi ve ekonomik yapısı Bu adaylarla cumhurbaşkanlığı seçimine gidilen İran’da, siyasal tartışmalar ve burjuva grupların rekabetleri esas olarak Dini Rehberlik makamı ile simgelenen vesayet kurumları ve Devrim Muhafızları Ordusu üzerinde etkili olmak üzerinden şekilleniyor. Bu yüzden seçimler ve son-
İran işçi sınıfı, her türlü sendikal haktan, basın yayın ve örgütlenme özgürlüğünden yoksun ve ağır sömürü koşullarında mücadele ediyor. Yüzlerce sendikacı tutuklu ve mahkûm. Sürgüne gönderilen ya da ülkeyi terk etmek zorunda bırakılan işçi önderleri ve sosyalistler Türkiye’de de İranlı işçilerin sesini duyurmaya ve dayanışmayı sağlamaya çabalıyorlar.
35
marksist tutum
rasında siyasi alanda yaşanacak gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için İran rejiminin siyasi ve ekonomik yapısını bilmek önemli. İran İslam Cumhuriyeti siyasal sisteminde üzerinde durulması gereken en önemli kurum, Velayet-i Fakih’tir. İran’da hem anayasal olarak hem de devlet mekanizması içinde asıl yetki Dini Rehberdedir. Ülkenin genel politikalarını belirleyen Dini Rehber, aynı zamanda yürütme alanında kendine has görevleri dışında, yürütme konusunda cumhurbaşkanına ait yetki alanlarında da özel temsilcileri aracılığıyla denetim sistemini kullanmaktadır. İran’da halk tarafından doğrudan seçilemeyen Dini Rehberi, Ayetullah Humeyni’den sonra halkın oylarıyla seçilen Uzmanlar Meclisi (Meclis-i Hubregan) seçer. Ama Dini Rehberi seçecek olan meclis adaylarının belirlenmesi konusunda yetkili olanlar, yine Dini Rehber tarafından atanan görevlilerdir. Dini Rehber, yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinden, ülkenin genel politikalarının belirlenmesine ve bu politikaların doğru uygulanıp uygulanmadığının denetlenmesine, savaş ve barış ilanından seferberlik ilan edilmesine, cumhurbaşkanının azledilmesinden af çıkarmaya kadar çok geniş bir alanda yetki sahibidir. Dini Rehberin aynı zamanda İran’da sistem içinde çok geniş bir denetim ve soruşturma ağı da vardır. Tüm silahlı kuvvetlerin komutanı olan Dini Rehber, aynı zamanda İran’da çok büyük sermaye ve mal birikimine sahip vakıfların yönetiminin belirlenmesini de üstlenmektedir. Dini Rehber, bu vakıflar aracılığıyla ekonomik ve ticari hayatı da derinden etkilemektedir. İran’da Dini Rehber, ömür boyu görev yapmak üzere seçilir ve görevinden uzaklaştırılması yetkisi sadece Uzmanlar Meclisi’ne aittir. Ama bu meclise halk tarafından seçilenlerin de Dini Rehber aracılığıyla atanan şahıslar eliyle aday gösterildiği düşünülürse, gerçekte Dini Rehberin bu meclis tarafından görevinden uzaklaştırılması pek de mümkün değildir. İran’da iç ve dış politika oluşumunda etkin bir konuma sahip önemli kurumların biri de silahlı güç Devrim Muhafızları Ordusu’dur. Devrim sırasında paramiliter bir yapıda doğrudan Dini Rehbere bağlı olarak kurulan Devrim Muhafızları Ordusu, zamanla gelişerek büyük bir askerî güce dönüşmüş ve ideolojik olarak devrimin ilkelerine bağlı bir kurumsal yapıyla İran siyaseti ve ekonomisinin merkezine oturmuştur. Cumhurbaşkanlığı kurumu da yetkileri her ne kadar Dini Rehber tarafından kontrol altında tutulsa ve sınırlansa da yürütme anlamında en etkili yapıdır. Cumhurbaşkanı adayları Konsey’in onayı ile belirlense de, bu makama gelen kişi genel seçim mekanizmasıyla görev aldığı için arkasındaki oy desteğiyle siyasi tasarruflarını hayata geçirme imkânına sahiptir. Bu yüzden önemli bir siyasi yapıdır. İran ekonomisinin %40’ı doğrudan, %45’i de vakıflar/
36
Haziran 2013 • sayı: 99
bonyad olarak adlandırılan İslamî kurallara göre işleyen vakıf sistemi aracılığıyla dolaylı olarak devlet kontrolü altındadır. Vakıflar/bonyadlar özellikle 8 yıl süren İran-Irak savaşı sonrasında insanî kalkınma ve savaşta can kaybı veren ailelere yardımcı olunması amacıyla faaliyet göstermeye başlamıştır. Vergiden muaf tutulan, sübvansiyonlar ve yoğun işgücü katılımıyla devletin tam desteğini alan bu yapılar, muazzam devlet tekelleri oluşmasına neden olmuştur. Bugün İran’ın en büyük otomotiv sanayii üretiminden, dev üretim fabrikalarına kadar birçok sektörde faaliyet gösteren vakıflar, yurtdışında da yatırımlar yapmaktadır. “İran kapitalizmi, uzunca bir süre içe kapanarak kendine özgü bir gelişim gösterdi. Kurulan koyu diktatörlük altında işçi sınıfı dizginsizce sömürülmüş, büyük burjuvazi ve mollaların içli dışlı olduğu çarşı-bazaari burjuvazisi alabildiğine palazlanmıştır. Şah döneminde yabancı sermayenin elinde olan işletmeler (maden, petrol, bankalar vs.) devletleştirilmiş, devlet üzerinden burjuvaziye sermaye akıtılmıştır. Bürokrasiye yerleşen mollalar, ekonominin önemli bir bölümünü oluşturan devlet işletmelerini kendi çıkarları temelinde yağmalamaya başlamışlardır. Özellikle de petrol gelirlerinin paylaşılması üzerinden mollalar kapitalistleşmişlerdir.” (Akın Erensoy, İran’da Toplumsal Patlama, MT, Temmuz 2009) Devlet bürokrasisi içinde, molla kökenli olanlarla olmayanlar arasındaki ayrışma derinleşerek bugün siyasi çatışma noktasına ulaşmıştır. Ancak bu iki kesim de, “reformcuların” aksine, mevcut rejimin ve ekonomik yapının bir şekilde devamından yanadırlar. “Anlaşılacağı üzere, İran’da egemen güçler arasında süren kavganın arkasında kapitalist çıkarlar bulunmaktadır. İçe kapalı ekonomik düzende gelişerek palazlanan burjuvazi ve bu süreçte büyük kapitalistler haline gelen üst mollaların bir kısmı, mevcut yapının artık değişmesini istemekteler. Özelleştirmelerin önünün açılarak devlet işletmelerinin özel sermayeye devredilmesini, yapısal dönüşümlerle serbest piyasaya işlerlik kazandırılmasını ve ekonominin dışa açılmasını arzulamaktalar.” (agm) İran’da yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesiyle ortaya çıkan tablo rejim içerisindeki kapışmanın derinleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Sisteme karşı halk içerisinde yıllardan bu yana biriken öfke de hesaba katılacak olursa, rejimi ayakta tutmak için egemen sınıfın büyük çaba göstermesi gerektiği ortadadır. Egemen sınıf bunu zaten üst düzeyde olan otoriterleşmeyi daha da arttırmadan sağlayamayacağını bilmektedir. Emperyalist paylaşım kavgasında İran egemen sınıfının aldığı pozisyonlar da bu gerekliliği pekiştirmektedir. İran’da toplumsal devrim için gerekli en önemli temeller olan işçi sınıfı ve ezilen diğer toplumsal kesimler içinde biriken derin hoşnutsuzluk artıyor. Önümüzdeki süreçte de 2009’da yaşanan toplumsal patlamaya benzer gelişmelerin yaşanma olasılığı yüksektir. n
Neo-Nazi Davasının Ardındaki Gerçekler Zehra Aras
A
lmanya’da Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) adlı bir faşist örgütün işlediği suçlarla ilgili dava 6 Mayısta görülmeye başlandı. NSU 2000-2007 yılları arasında 8’i Türkiye, 1’i Yunanistan kökenli 9 göçmeni ve 1 polis memurunu öldürmüştü. Üç kişiden oluşan faşist hücrenin iki erkek üyesi, başarısız bir banka soygunu girişiminin ardından, 4 Kasım 2011’de, ateşe verilmiş bir karavanın içinde intihar etmiş halde bulundu. Hücrenin kadın üyesi Beate Zschaepe delilleri yok etmek için kaldıkları evi ateşe verdikten sonra teslim oldu. Polisin evde yaptığı aramalarda, ırkçı cinayetlerde kullanılan silah ve Alman İstihbarat Servisi olan Anayasayı Koruma Teşkilatı (AKT) ile bu faşist hücre arasındaki ilişkiyi deşifre eden dokümanlar ortaya çıktı. Deliller arasında, faşist katillere AKT tarafından verildiğinden şüphelenilen sahte pasaportlar ve kimlikler de vardı. Ayrıca öldürülecek kişilerin listesi, neo-Nazi propaganda dokümanları bulundu. Başlangıçta ifade vermeyen neo-Nazi kadın, ceza indiriminden yararlanmak üzere konuşmaya başlayınca, faşist hücrenin 9 göçmeni ve 1 polisi öldürdüğü, banka soygunları ve çeşitli ırkçı saldırılar gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Sahte kimlik ve pasaportların kaynağı üzerine gidilince arkasından AKT çıktı. AKT bu neo-Nazi hücreyle uzun süredir irtibat halindeydi. Çeşitli suçlardan aranan bu faşistler rahatça ortalıkta dolaşabiliyordu. AKT’nin bu faşist örgüt içinde ajanlarının olduğu, hatta hücrenin işlediği ci-
nayetlerden 6 tanesinde cinayet esnasında olay mahallinde Thomas Dienel adlı bir AKT ajanının bulunduğu, ajanın kimliği deşifre olunca cinayetlerin bir anda durduğu açığa çıktı. Thomas Dienel, bir televizyon programında, devlet için yaptığı işler için kendisine ödenen paraları neo-Nazi gruplara aktardığını açıkladı. AKT ile neo-Nazi örgütler arasındaki bağlantılar deşifre olmaya başlamıştı. NSU adlı hücre Thüringen Anayurdu Koruma Örgütü adlı bir çatı örgütüne bağlıydı. AKT faşist yapılanmayı güçlendirmek üzere bu örgüte para aktarıyordu. Almanya’daki ve dünyadaki neo-Nazi yapılanmaların merkezi konumundaki Thüringen eyaletinde neo-Nazi çeteler festivaller düzenliyor; dünyadaki faşist hareketlerin önde gelenleri bu festivallerde boy gösteriyor. AKT ve gizli servislerle neo-Nazi örgütleri arasındaki bağlantılar ortalığa saçılmadan birkaç yıl önce, içişleri bakanı, “Almanya’da sağcı terör yapısı olmadığını, ırkçı saldırıların münferit vakalar olduğunu” söyleyebiliyordu. Bir zamanlar Türkiye’de de başbakan Demirel, faşistlerin her gün öncü işçileri ve devrimcileri öldürdüğü, katliamlar gerçekleştirdiği bir dönemde “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” demişti. Her ülkede faşist canilerin sırtlarını burjuva devletlerin ve hükümetlerin sıvazladığı ortadadır. Faşist örgütlerin içinde çalışan istihbarat ajanları AKT ile koordineli olarak göçmenlere karşı ırkçı saldırılar or-
37
marksist tutum
ganize ediyor, neo-Nazi grupları merkezileştirmeye çalışıyor, Alman Milliyetçi Demokrasi Partisi (NPD) içinde faaliyet yürütüyor, müzik grupları ve yayınevleri kuruyor, faşist internet sitelerinde ve yayınlarda yazılar kaleme alıyor. Bugüne kadar çeşitli soruşturmalarda ve davalarda ajanların faaliyetleri ortaya çıkmış, ancak AKT’nin koruması sayesinde işlenen suçlar hasıraltı edilmiş ve gizlenmiştir. 1998 yılında NSU hücresi evde bomba imal ederken polis baskınıyla yakalanmış ancak soruşturmanın üstü örtülmüştü. 9 göçmenin öldürüldüğü süreçte de bu faşist katiller defalarca yakalanmış ve tutuklanmadan serbest bırakılmıştı. 2002 yılında Alman Milliyetçi Demokrasi Partisi (NPD) aleyhine kapatma davası açılmıştı. Dava sırasında NPD’nin yaklaşık 200 yönetici kadrosundan 30 kadarının, hatta parti genel başkanının AKT ajanı olduğu, AKT’nin faşist örgütün yöneticileri arasındaki ajan sayısını iki katına çıkarmayı hedeflediği ortaya çıktı. Kapatma davası sırasında mahkeme AKT’den NPD içinde çalışan ajanların listesini istemiş, AKT ulusal güvenlik bahanesiyle ajanlarının adlarını vermemiş, hükümet davanın basına ve kamuoyuna kapalı yürütülmesini sağladıktan sonra NPD yöneticileri arasında ne kadar AKT ajanı bulunduğu mahkemeye sunulmuştu. Kapatma davası düşürülmüş, hükümet ve yargı, ajanların gizliliğini korumuş, hatta kirli işlerine devam etmelerini de onaylamıştı. Bu faşist örgütle devlet arasındaki ilişkilerin açığa çıkmasını engelleyen ve ajanların kimliklerini gizleyen bizzat Sosyal Demokrat Parti (SPD) hükümetiydi. NSU’nun seri cinayetleri ve AKT ile ilişkilerinin açığa çıkması Alman burjuva siyasetçilerini kamuoyu önünde oldukça zor durumda bıraktı. Alman devletinin ırkçı cinayetlerle ve faşist canilerle ilişkisi “suçüstü” olunca, başta Alman başbakanı olmak üzere tüm Alman burjuva siyasetçileri bütün ikiyüzlülükleriyle ortaya çıkıp özürler dilemeye, ırkçılığı lanetleyerek kendilerini ve rejimlerini aklamaya çalıştılar. Bir yandan özürler dileyerek olayın
38
Haziran 2013 • sayı: 99
tümüyle aydınlatılacağına dair sözler verirken öte yandan delilleri karartmaya giriştiler. Alman işçi ve emekçilerin faşizme karşı protestolarda “Hepimiz Türküz” sloganıyla faşistleri lanetlemesi, enternasyonal dayanışma duygularının anlamlı bir ifadesiydi. Burjuva siyasetçiler de “Hepimiz Türküz” sloganını kullanarak kendi pisliklerini örtmeye çalıştılar. Alman işçilerinin dilinde ulusların eşitliğini ve haksızlığa uğrayan bir topluluğa sahip çıkmayı ifade eden bu slogan, burjuva siyasetçilerin ağzında ikiyüzlülüğün ve sahtekârlığın ifadesine dönüştü. Bir sloganın anlamı, kim tarafından ne amaçla söylendiğine göre değişebiliyor. Burjuva basın, neo-Nazi katilleri kendi başlarına hareket eden birkaç meczup gibi göstermeye çalışırken, kimi yazarlar, istihbarat teşkilatının kör, yeteneksiz ve beceriksiz olduğunu ispatlamak için kitaplar bile yazdılar. Alman derin devleti ile faşist terör arasındaki ilişki Türkiye’de burjuva basına ilk yansıdığı dönemde Almanya’nın “Susurluk kazası” benzetmesi yapılmış ve derin devletin Almanya’da “bile” olabildiği magazinel bir biçimde dile getirilmişti. Ancak dava başladıktan sonra Türkiye medyasında yer alan haberlerde de Alman derin devletinin kirli işlerinden pek bahsedilmemeye başlandı. Oysa faşist katiller ve saldırganlar Alman devleti tarafından yıllardır korunup kollanıyordu ve mesele asla birkaç ırkçı caninin sapık cinayetleri meselesi değildi. Neo-Nazi şiddeti, 1990’dan günümüze kadar 182 kişiyi katletti. 2001-2011 yılları arasında camilere 200’den fazla saldırı gerçekleştirildi. Alman medyası 2000-2007 yılları arasında gerçekleşen her cinayetin ardından ölenlerin dönercilik ya da esnaflık yapan göçmenlerden olmasına dayanarak cinayetleri “döner cinayetleri” olarak adlandırdı. Faşist çetelere ve Alman burjuva devletine hâşâ toz kondurmadı ve “Alman olmayan” göçmenlerin mafyatik ilişkilerinden dem vurarak hedef saptırdı. Ünlü Alman dergisi Der Spiegel 8 Türkiyeli göçmeni ve Türk sanılarak öldürüldüğü anlaşılan Yunan göçmeni “döner” (dönerci bile değil) diye adlandırdı. Türk mafyası, uyuşturucu ticareti, göçmenlerin mafyatik ilişkileri üzerine masallar anlatıldı. Öldürülenlerin acılı aileleri mafyatik ilişkiler içindeymiş gibi bir hava yaratılarak, öldürülenler ve aileleri katil olarak gösterildi. Cinayetleri araştırmak üzere kurulan komisyona İstanbul Boğazı’na gönderme yapılarak “Bosphorus Komisyonu” adı uygun görüldü. Bavyera ve Baden Württermberg eyaletlerinin içişleri bakanlıklarının 2007 yılında başlattığı soruşturmanın 100 sayfalık dosyasında neo-Nazilere ilişkin hiçbir şüpheye yer verilmezken göçmenler açıkça şüpheli olarak gösterildi. Soruşturmada bilirkişi olarak yer alan Udo Haßmann Alman ırkını ve devletini şu sözlerle aklıyor ve yine göçmenleri ve Almanya’ya “dışarıdan gelenleri” hedef
sayı: 99 • Haziran 2013
gösteriyordu: “Bizim kültür çevremizde öldürmek büyük bir tabu sayılır. Katilin davranış sistemi göz önünde bulundurulduğunda yerel değer ve normların oldukça uzağında kaldığını söylemek mümkün. Bu yüzden katil muhtemelen yurtdışında büyümüş ya da hâlâ orada yaşıyor olabilir.” Almanya’nın yerel değer ve normlarını kutsal ve dokunulmaz kılarken düşmanı dışsallaştıran bu söylem açıkça hedef saptırmaya yönelikti. Bu bilirkişi bayın herhalde milyonları katleden Nazi faşizminden haberi yoktu! Bugün cinayetlerin faşist katillerce işlendiği ve Alman istihbaratından destek bulduğu artık ortadadır. Almanya’nın “yerel değer ve normları” içinde de kapitalist devlet, faşist katilleri yetiştiriyor, örgütlüyor, ırkçı saldırılar hatta seri cinayetler tertipliyormuş demek ki! Gerçekliğin tamamı bununla sınırlı değildir elbette. Emperyalizm çağında kapitalist devletlerin yapısını, derin örgütlenmelerini, ırkçı pisliklerini, faşist çetelerle ilişkisini, ekonomik krizini ve emperyalist metropollerde formüle edilen “medeniyetler çatışması” tezlerinin neye hizmet ettiğini ortaya koymadan faşist çetelerin cinayetlerini çözmek; işçi sınıfının nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anlamak mümkün değildir.
Derin devlet ve Almanya “Kapitalizm öncesi sistemlerde yasanın ve şiddet tekelinin, yani devletin, egemen sınıfa ait olduğu gözden saklanamayacak kadar belirgindi, çünkü ezilen sınıfların devlet işlerine karışabildiklerine ve eşit haklara sahip olduklarına dair kuruntu beslemelerine yol açabilecek bir şey yoktu. Oysa burjuva toplumunda hukuki ve siyasi olarak hiç kimsenin doğuştan gelme bir ayrıcalığı yoktur, «herkes eşittir», «egemenlik kayıtsız şartsız halkındır», «seçme ve seçilme hakkı» olan halk güya devlet işlerini belirlemektedir. Bu durumda güya herkese karşı eşit mesafede duran, herkesin devleti olan devlet de sınıfdışı bir varlık haline gelir. Devletin tarafsız olduğu yanılsamasının sürdürülmesi için, ezilen sınıflar üzerindeki devlet baskısı ve şiddetinin meşrulaştırılması gerekir. Ancak baskı arttığı ölçüde onu meşrulaştırmak zorlaşır ve bu durumda da baskının kaynağının devlet olduğunun gizlenmesi gereği doğar. «Derin devlet»in sırrı da budur.” (Levent Toprak, Derin Devlet, MT, Mart 2007) Derin devletin yani kapitalist devletin gizli, yasadışı örgütlenmelerinin, diğer yaygın bilinen adıyla kontrgerilla örgütlerinin kapitalist devlete içkin olduğu Marksist Tutum sayfalarında defalarca anlatıldı. En gelişkin burjuva demokratik rejimde bile devlet nihayetinde burjuvazinin sınıf diktatörlüğüdür. Burjuva devlet burjuvazinin sınıf çıkarlarını korumak ve karşı-devrimci özüne uygun biçimde işçi sınıfını ve ezilenleri kontrol edecek, gerektiğinde baskı altına alacak ve ezecek mekanizmalara sahip olmak zorundadır. Faşizm döneminde devlet, terör ve şiddet araçlarını çok daha açık sergileyerek kitleleri yıldırmaya ve sindirmeye çalışır. Böylesi bir terör rejiminde burjuva devletin
marksist tutum
özü açıkça ortadadır. Olağan bir burjuva rejimde devletin özü derinlere gizlenmelidir. Demokrasi görüntüsü ne kadar ön plandaysa, karşı-devrimci örgütlenmelerin ve baskı aygıtlarının üzeri o derece özenle örtülmelidir. “Dolayısıyla devlet baskısı eninde sonunda yasadışı-gizligayrimeşru biçimler de almak zorunda kalır. Görünürdeki anayasanın yanı sıra gizli anayasalar, kırmızı kitaplar; görünürdeki devlet örgütlenmesinin yanı sıra gizli örgütlenme ve faaliyetler olmak zorundadır.” (Levent Toprak, agm) Emperyalizm çağında burjuva devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Özellikle 2. Dünya Savaşından sonra kapitalist dünya derin devlet örgütlenmelerini yetkinleştirdi ve norm haline getirdi. ABD, Nazi döneminin faşist kadrolarının deneyimlerinden faydalanarak, kapitalist dünyayı ahtapot gibi saran dev bir iç savaş örgütü yarattı. NATO şemsiyesi ve koordinatörlüğü ve CIA’nın yöneticiliğindeki derin yapılanmanın kolları istihbarat teşkilatlarından ordu subaylarına, polis şeflerinden siyasi parti yöneticilerine, faşist çetelerden yargı bürokrasisine ve medyaya kadar sistemin her kademesine uzandı. Bu derin örgütlenmeler burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda provokasyonlar, darbeler, suikastlar, katliamlar gerçekleştirdi. Dünyanın tüm kapitalist devletleri işçi sınıfından ve ezilenlerden gelecek tehlikelere karşı derin devlet örgütlenmelerini ve faşist katillerini yedekte tutmakta, ihtiyaç halinde rejimin demokrasi ve hukuk devleti imajını bozmayacak biçimde illegal yapılanmalarını devreye sokmaktadır. İşçi sınıfı faşizmi lanetleyen ikiyüzlü burjuva politikacılara, burjuvazinin devletine, hukukuna ve demokrasisine asla güvenmemelidir. Gelişmişliği ve demokrasisi örnek gösterilen Avrupa Birliği’nin lideri durumundaki Almanya’nın tarihi, Nazilerin 2. Dünya Savaşı sonrasında da devlet aygıtı içinde kilit noktalara nasıl yerleştirildiğini göstermektedir. Yahudileri toplama kamplarına gönderme işinden mesul Hans Globke, başbakanın yanında devlet sekreterliğine getirildi. Anayasayı Koruma Teşkilatı (AKT) bu faşiste bağlı olarak kuruldu. Medyayı yönlendiren Federal Basın Bürosu da Globke’ye bağlıydı. Alman Gizli Servisi’ni (BND) kuran da Hitler döneminde SSCB’ye karşı savaşta Nazi istihbarat şefliği yapan General Gehlen idi. 1945’te ABD’ye teslim olan Gehlen komünizme karşı mücadelede kullanılmak üzere affedilerek 1946’da Almanya’ya geri döndü. Gehlen, Alman İstihbarat Örgütünü Hitler’in özel muhafız birliğinde ve istihbarat örgütünde yer almış faşist kadrolarla yeniden kurdu. Türkiye’de MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu ve onun yetiştirdiği Mehmet Eymür, Hiram Abbas gibi pek çok istihbaratçı ve faşist hareketin yönetici kadroları Gehlen ekolüne bağlı olarak eğitilmiştir. Gehlen, NATO üyesi ülkelerdeki Gladio örgütlerini, bu arada
39
marksist tutum
Türkiye’deki Özel Harp Dairesi gibi kontrgerilla teşkilatlarını örgütledi; komünizmle mücadele için ajanlar yetiştirdi. Almanya, “Soğuk Savaş” dönemi boyunca Avrupa’da komünizme karşı mücadelenin merkez üssü oldu. “Gehlen’in kurduğu istihbarat örgütü ve kontr-gerilla yapılanmasının ne tür faaliyetler yürüttüğü, ilk kez 1960 yılında 17 bin üyesi bulunan faşist BVJ’ye (Federal Yurtsever Gençlik) yapılan bir operasyonda ortaya çıkmıştır. Alman istihbaratı bu tür faşist gençlik örgütlenmeleri aracılığıyla sosyalistlere karşı provokasyonlar örgütlüyordu. BVJ’nin arkasında işi yürüten ve doğrudan istihbarata bağlı Technischer Dienst (Teknik Hizmetler Birimi) adlı paramiliter bir yapılanma vardı. Soruşturmalar birçok olayı aydınlattığı halde dönemin iktidar partisi (Hıristiyan Demokrat Parti, CDU), Amerikalı yetkililerle yaptığı görüşmeler sonucu soruşturmaları durdurdu. Ancak 1972’de ülkenin birçok yerinde toprağa gömülü halde silahlar ve çeşitli mühimmat bulunmaya başladı. Hükümet bunun olası bir SSCB saldırısına karşı kullanılmak üzere yapılmış hazırlıkların parçası olduğunu, ama zaten gerek kalmadığı için yok edildiklerini söylese de, 1981’de ülkenin çeşitli yerlerinde muazzam büyüklükte yeraltına gizlenmiş silah depoları bulundu. Bu dönemde de soruşturma engellendi.” (Kerem Dağlı, Batı Demokrasilerinde “Derin Devlet” Olmaz mı?, MT, Ocak 2012) 2. Dünya Savaşı sonrasında Alman burjuva devleti yeniden yapılandırılırken dışişlerini kuran kişi de eski bir Nazi, Herbert Blankenhorn idi. Alman diplomatların yarıdan fazlası eski Nazilerden oluşturuldu. Ordudaki subayların %40’ı eski Nazi subaylarıydı. Nazi kadroları çeşitli bakanlıklarda, orduda ve yargıda üst düzey bürokrasi kademelerini işgal etti. Savaş sonrasında devlet yeniden yapılandırılırken, zamanında Hitler’i destekleyerek iktidara taşıyan sanayiciler ve bankerler de yerli yerinde duruyordu. 1945-47 arasında kitlelerin faşizme karşı öfkesini dindirmek için güya hayata geçirilen denazifikasyon programını, ilerleyen yıllarda Nazilerin yeniden devlet aygıtı içine yerleştirildiği dönem takip etti. Faşizmin insanlık suçu olduğu tescil edilmişti, lakin kapitalizm açısından asıl öncelik burjuva devleti işçi sınıfı tehlikesine karşı yapılandırmaktı. Faşist partiler yasaklandı ancak Nazi kadroları siyasi partiler ve devlet aygıtı içinde varlıklarını sürdürdü. Alman kapitalizmi geçmişin kanlı faşist diktatörlük mirasından kurtularak imajını tazelemek üzere soykırım müzeleri kurdu, Nazi sembollerini yasakladı. Öte yandan faşist canilerin bir kısmını kamuoyu önünde yargılarken, komünizme karşı mücadelede işine yarayacak faşistleri korudu ve devlet aygıtı içindeki kritik görevlere yerleştirdi. Dünyanın tüm kapitalist devletleri işçi sınıfından ve ezilenlerden gelecek tehlikelere karşı derin devlet örgütlenmelerini ve faşist katillerini yedekte tutmakta, ihtiyaç halinde rejimin demokrasi ve hukuk devleti imajını bozmayacak biçimde illegal yapılanmalarını devreye sokmaktadır. İşçi sınıfı faşizmi lanetleyen ikiyüzlü burjuva politi-
40
Haziran 2013 • sayı: 99
kacılara, burjuvazinin devletine, hukukuna ve demokrasisine asla güvenmemelidir. Türkiye’de gerek 1980 öncesindeki faşist katliamlar ve 12 Eylül faşizmi, gerekse de 12 Eylül’den bu yana derin devlet örgütlerinin gerçekleştirdiği provokasyonlar ve katliamlar, burjuva devletin nasıl bir yapılanma olduğunu gözler önüne sermektedir. Sınıf bilinçli işçiler demokrasi mücadelesi verirken, ne Avrupa Birliği ne de demokratikleşme süreçlerinin burjuva devletin özünü, onun bir sınıf diktatörlüğü olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini asla akıldan çıkarmamalı, liberal düşlere ve yanılsamalara geçit vermemelidir.
Bugün Alman burjuvazisi neo-Nazi çeteleri niçin kullanıyor? 1950’li yıllarda Alman kapitalizmi hızlı bir ekonomik yükseliş yaşamış, işsizlik oranı çok düşük seviyelere inmişti. İşsizlik azalırken işçi ücretleri kaçınılmaz olarak yükselmeye başlamıştı. Sermaye, büyümesini sürdürmek ve işçi ücretlerinin yükselişini frenlemek için taze işgücüne ihtiyaç duyuyordu. 1955’ten itibaren İtalya, İspanya, Yunanistan ve Yugoslavya gibi ülkelerden göçmen işçi ithal edilmeye başlandı. 1961’de de Türkiye ile Almanya arasında göçmen işçi anlaşması imzalandı. Türkiye’den Almanya’ya giden işçiler Alman sermayesi tarafından en ağır ve pis işlerde düşük ücretlerle çalıştırılıp kıyasıya sömürülüyordu. Alman Başbakanı Helmut Schmidt ilerleyen yıllarda, Almanya’nın göçmen işçilere kapısını açarkenki niyetini şöyle açıklamıştı: “Aslında hedef görece ucuz yabancı işçi gücüyle buradaki ücret düzeyini düşük tutmaktı.” Alman yazar Günter Wallraf bir Türk işçisi kılığına girerek, Türkiye’den giden işçilerin arasına karışmış, göçmen işçilerin trajik çalışma ve yaşam koşullarını “En Alttakiler” adlı kitabında anlatmıştı. Gurbetçi işçilerin Almanya’daki sömürüsünden Türkiye burjuvazisi de payını alıyordu. Aldıkları ücretin bir kısmını Türkiye’deki ailelerine gönderen gurbetçiler, Türkiye kapitalizminin en önemli döviz kaynağı haline gelmişti. Döviz göndersinler diye Almanya’ya pazarladığı vatandaşlarının neler yaşadığı Türkiye devletinin umurunda bile değildi. Büyük fabrikaların yanlarına kurulan yurtlarda, çalışma kampını aratmayacak koşullarda yaşamak zorunda kaldı gurbetçiler. En ağır eziyetlere katlanan bu ilk kuşak göçmen işçiler sosyal hayattan yalıtık ve Alman işçilerden uzak tutuldular. Dil sorunu ve uyum sorunu yaşayan, içine kapanık ve güvensiz duruma getirilmiş işçiler, düşük ücretlerle en ağır koşullarda çalıştırılmaya boyun eğdirildi. Başlangıçta birkaç yıl çalıştırılıp geri gönderilmek üzere getirilen işçiler 1970’li yıllarda oturma izinlerini alarak Türkiye’deki ailelerini de Almanya’ya getirttiler. İlk kuşak göçmen işçilerin çocukları ve torunları Almanya’ya daha iyi adapte olabildiler. Ancak her ekonomik durgunluk ve kriz durumunda işsizlik yükseldiğinde, göçmenler, işsiz-
sayı: 99 • Haziran 2013
marksist tutum Bugün cinayetlerin faşist katillerce işlendiği ve Alman istihbaratından destek bulduğu artık ortadadır. Gerçekliğin tamamı bununla sınırlı değildir elbette. Emperyalizm çağında kapitalist devletlerin yapısını, derin örgütlenmelerini, ırkçı pisliklerini, faşist çetelerle ilişkisini, ekonomik krizini ve emperyalist metropollerde formüle edilen “medeniyetler çatışması” tezlerinin neye hizmet ettiğini ortaya koymadan faşist çetelerin cinayetlerini çözmek; işçi sınıfının nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anlamak mümkün değildir.
liğin sorumlusu olarak gösterildi. Kapitalizmin günahları göçmenlere mâl edildi. Milliyetçilik zehriyle beyni felçleştirilen kitlelerin tepkisi kapitalizm yerine göçmenlere yönlendirilmeye çalışıldı. Faşist hareket yabancı düşmanlığı damarından beslenirken, Alman burjuvazisi, hem işçi sınıfını bölmüş, bilinçleri bulandırarak hedefi saptırabilmiş, hem de faşist köpeklerine hatırı sayılır bir taban yaratarak rejimin yedeğinde tutabilmiştir. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ve Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin ardından artan işsizlikle beraber, göçmen işçilere karşı ırkçılık ve yabancı düşmanlığı tırmandırılmaya başlandı. Bugün dünya kapitalizmi küresel ekonomik kriz içinde tarihsel bir bunalım yaşıyor. Krizden en az etkilendiği söylenen Almanya’da bile Almanların %12’si, göçmenlerin ise %25’i yoksulluk sınırında yaşıyor. Almanya’da ve tüm Avrupa’da burjuvazi, faşist hareketlerin önünü açarak son yıllarda yükselişe geçen işçi sınıfı hareketine karşı hazırlık yapıyor. Emperyalist yeniden paylaşım sürecine paralel olarak “Medeniyetler Çatışması” gibi tezler üreterek bir yandan ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına gaz veriyor, öte yandan “medeniyetsiz bölgelerde” yani Ortadoğu’da giriştiği emperyalist operasyonlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Almanya’da neo-Nazi köpeklerin camileri kundaklaması, Fransa’da türban yasağı ve İslam peygamberini aşağılayan karikatürler yayınlanması, Amerika’da İslamiyet’i aşağılayan film çekilip internete servis edilmesi, Almanya ve Hollanda’da kamuda göçmenlerin anadillerinde konuşmalarının yasaklanmasının gündeme getirilmesi gibi provokasyonlar, kültürler arası çatışma ve gerilimleri tırmandırarak, İslam coğrafyasına yönelik emperyalist operasyonların zeminini döşemeyi amaçlıyor. NSU gibi faşist örgütlerin işlediği cinayetlerin ardından burjuva medya tarafından hedefin saptırılması ve
göçmenlerin her türlü huzursuzluğun, kötülüğün, mafyatik ilişkilerin kaynağı olarak gösterilmesi aynı sürecin parçasıdır. Avrupa burjuvazisi göçmenleri sefalete iterek, faşist çetelerini onların üzerine saldırtarak, polisiyle taciz ederek, ırkçı yayınlarla aşağılayarak, işsiz bırakarak suça teşvik ediyor. Sonra da kendi işçi sınıfına dönüp göçmen kitleleri karalıyor; göçmenlerin her türlü suçun ve melanetin kaynağı olduğuna emekçileri de inandırmaya çalışıyor. Emekçileri bölmek ve birbirine karşı kışkırtıp kullanmak için son derece alçakça taktikler izliyor. Burjuvazinin cibilliyeti budur işte. Bugün Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli 3 milyon insan Almanya’daki göçmen nüfusun %25’ini oluşturuyor. Türkiye kökenliler arasında işsizlik oranının %40’a ulaştığı hesaplanıyor. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilere yönelik bir anket, Türkiyeli göçmenlerin çoğunluğunun Alman devletine güvenmediğini, faşist saldırılardan devletin sorumlu olduğunun gayet farkında olduklarını, Alman politikacıların özürlerini de samimi bulmadıklarını ortaya koyuyor. Burjuvazi milliyetçilikle zehirlediği işçi sınıfına, işsiz kalan göçmenlerin sosyal yardımları ve işsizlik fonlarını sömürdüğünü, işçilerin asıl sorununun ucuza çalışan göçmenler olduğunu propaganda ederek, kapitalist sömürü düzenini aklamaya ve kemer sıkma programlarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Alman işçilerin ve diğer Avrupalı işçilerin çoğunluğunun sınıf içgüdüleri, burjuvazinin tüm kışkırtmalarına ve kara propagandalarına rağmen göçmen sınıf kardeşlerini onların gözünde düşman haline getiremiyor. Gerek göçmen gerek yerli tüm işçiler kendi sınıf çıkarları temelinde birlik olmak zorundadır. Burjuvaziye karşı enternasyonalizm bayrağı altında birleşen işçiler, işsizliğin, yoksulluğun, faşist katliamların, emperyalist savaşların, kısacası tüm kapitalist melanetin hesabını mutlaka soracaktır. n
41
“Kaybedenler Kaybedecek!” Ezgi Şanlı
B
urjuva devletlerin toplumsal muhalefeti bastırmak ve yok etmek için işledikleri cinayetlerin haddi hesabı bulunmuyor. Latin Amerika’dan Türkiye’ye dünyanın her yanında burjuvazi fiziksel imhayı bir toplumsal sindirme yöntemi olarak kullanıyor. Gözaltında “kaybetme” de bu fiziksel imhanın bildik bir yöntemini teşkil ediyor. 17-31 Mayıs Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Haftası, işte bu katliamlara karşı mücadelenin sembolize edildiği bir hafta olarak kabul ediliyor. Bunun uluslararası bir hafta olarak gündeme gelmesi ise Türkiyeli ve Arjantinli kayıp analarının mücadelesine dayanıyor. Arjantin’den başlayarak bu mücadelenin geçmişini kısaca hatırlatalım. 1970’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde ve özellikle Arjantin’de gözaltında kaybetmeler son derece yoğun bir biçimde yaşanır. Arjantin, 1976’da gerçekleşen faşist darbenin ardından cuntanın postalları altında ezilir. İktidara el koyan General Videla ve ekibi 1983 yılına kadar iktidarda kalır ve on binlerce öncü işçinin, sosyalistin, muhalifin kanını akıtır. Arjantinli 14 kadın, evlatları gözaltında kaybedilmiş 14 ana, oğullarının ve kızlarının hesabını sormak için eylemler başlatırlar. İlki 30 Nisan 1977’de gerçekleştirilen bu eylemler giderek büyümeye ve kitleselleşmeye başlar. Bu annelere, toplanıp eylem yaptıkları meydandan ötürü Plaza de Mayo Anneleri denir. Plaza de Mayo yani Mayıs Meydanı Anneleri, 30 yıl boyunca her Perşembe günü bir araya gelirler. Kayıp evlatlarının, yakınlarının isimlerini nakşettikleri beyaz başörtüleri onların simgesi olur. Analar, Arjantin devletinin tüm baskı-
42
larına karşın kayıplarının peşine düşerler, mücadelelerine devam ederler ve bir mevzi yaratırlar. Acılı Arjantinli anaların tüm dünyanın gözü önünde büyüyen mücadelesi, Arjantinli diktatörlerin devrilmesini ve yargılanmasını sağlar. 1983 yılında devrilen diktatör Videla yargılanır ve 1985 yılında hapse mahkûm edilir. 1990 yılında çıkarılan bir aftan yararlanan ve serbest bırakılan Videla’nın peşini bırakmayan kayıp yakınları onu tekrar mahkûm ettirirler. Diktatör, 17 Mayıs 2013’te eceliyle öldüğünde hâlâ cezaevindedir. Videla, cuntanın başında kaldığı 1976-1983 yılları arasında, 30 bin kişinin öldürülmesi ya da işkence görmesinden sorumlu bir diktatör olarak öldü. “Kirli Savaş” yılları olarak anılacak o yıllarda öldürülen, kaybedilen sosyalistlerin çocukları oldukları için çalınan ve iktidar yanlısı ailelere verilen 400 bebek gerçek ailelerini hiçbir zaman tanımadı. Son eylemlerini 2006’da gerçekleştiren annelerin mücadelesinin ve yaşanan acıların bir simgesi olarak, ülkenin başkenti Buenos Aires’teki Plaza de Mayo Meydanı’nın zeminine çizilmiş beyaz bir başörtüsü resmi bulunmaktadır. Beyaz başörtüsü meydandaki çizimde kalmamış, yine benzer mücadelelerde bir sembol olarak kullanılmıştır. Çünkü pek çok ülkede benzer bir biçimde gözaltında kayıplar ve faili meçhuller devam etmiştir. Türkiye’de 1980 yılında gerçekleşen faşist askeri darbe ve ardından gelen karanlık yıllar binlerce kaybetme olayı ile karadeliği andırır. Türkiye, Hitler faşizminin “Gece ve Sis” operasyonlarından, Latin Amerika ülkelerindeki faşist diktatörlüklerin deneyimlerinden ve Amerikan istihbarat örgütlerinin yöntemlerinden yararlanarak gözaltında insan kaybetme konusunda “uzman” devletler arasında yerini alır. Bu uzmanlık özellikle Kürt coğrafyasında kendini gösterecek ve bütün bir halkı imha etme girişimi uzun yıllar sürdürüle-
sayı: 99 • Haziran 2013
cektir. Kürtler, sosyalistler, devrimciler 1980’li ve 90’lı yıllar boyunca kaybedilmiş, katledilmişlerdir. Anaları, eşleri, evlatları onları karakollara sorduklarında onlara “burada yok” denilmiştir. 1994 yılında 229 kişi gözaltında kaybedilir ve pek çoğunun ailelerine aynı sözler söylenir. 17 Mayıs 1995’te Hasan Ocak’ın cenazesi Kimsesizler Mezarlığı’nda bulunur. Ocak ailesinin mücadelesi ve yürüttüğü kampanya 55 gündür kayıp olan Hasan’ın kendisinin değil ama cenazesinin bulunmasını sağlar. Bir süre sonra kayıp Rıdvan Karakoç’un da cenazesi bulununca kayıp yakınları bir araya gelirler. Evlatlarını sağ bulamayacaklarını bilen aileler, evlatlarına bir mezar yaptırabilmenin ümidi ile eylemler başlatırlar. 27 Mayıs 1995’te ilk eylemlerini gerçekleştiren aileler, artık her Cumartesi İstanbul’da Galatasaray Meydanı’ndadırlar. Onlar artık Cumartesi Anneleri’dir. Başlarında beyaz başörtüleri, yüreklerinde evlatlarının acısı vardır. Onlar da tıpkı evlatları gibi polisin ve devletin şiddetine maruz kalırlar yıllar yılı. Ama mücadele her şeye rağmen devam eder. Yürütülen kampanyanın ardından Hasan Ocak’ın cenazesi bulunduğunda, kayıplara karşı mücadelenin uluslararası düzeyde ele alınması gerektiği fikri güçlenir. Bu amaçla, 17-19 Mayıs 1996 tarihleri arasında İstanbul’da gözaltında kayıplara karşı uluslararası bir kurultay toplanır. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı, tüm baskılara rağmen Arjantinli Plaza De Mayo Anneleriyle Cumartesi Annelerini ve pek çok ülkeden kayıp ailelerini bir araya getirir. Kurultayda bir araya gelen acılı aileler birbirlerine deneyimlerini aktarmaya, ışık olmaya çalışırlar. Kayıp yakınları, kendi devletlerinin kaybetme politikalarına karşı yürüttükleri mücadeleyi, bir daha aynı acılar yaşanmasın diye tüm dünyaya duyurmaya çalışırlar. Kurultayın sonunda mücadeleyi güçlendirmek ve sürekliliğini sağlamak amacıyla Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Komite’nin yani ICAD’ın kurulmasına karar verilir. Hasan Ocak’ın işkenceyle katledilen bedeninin bulunduğu 17 Mayıs tarihinden yola çıkarak, 17-31 Mayıs tarihleri “Gözaltında Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Haftası” ilan edilir. ICAD, her yıl Kayıplar Haftası’nda dünyanın her yerinde gözaltında kayıplara karşı mücadelenin yükseltilmesi ve kayıpların sorumlularından hesap sorulması talebini yükseltmekte, bu amaçla faaliyetlerini yoğunlaştırmaktadır. Bu doğrultuda ICAD dünyanın çeşitli bölgelerinde 6 kez kurultay toplar. 1997’de Kolombiya’da, 1999’da Filipinler’de, 2002’de Almanya’da toplanan Kurultay, 2006’da gözal-
marksist tutum
tında kayıpların en çok yaşandığı coğrafyalardan biri olan Kürdistan’da, Diyarbakır’da toplanır. Kurultay Diyarbakır’ın ardından en son 2010’da Londra’da toplanır. Pek çok ülkede gelişen mücadeleler, 2007 yılında BM’yi, zorla kaybedilmeleri yasaklayan, bu suçu işleyenlerin cezalandırılması ve ailelerinin kaybedilenlerle ilgili bilgi edinme haklarını içeren Uluslararası Kayıplar Sözleşmesi’ni imzaya açmaya zorlar. 90’dan fazla ülke bu sözleşmeyi imzalar. Ancak gözaltında kayıplar nedeniyle sınırsız acıların yaşandığı Türkiye, bu anlaşmayı imzalamaz. Hikmetinden sual olunmasını istemeyen TC devleti, uluslararası çağrıları hiçe sayarak imza atmayı ve BM Kayıplar Sözleşmesi’nin yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddeder. Başbakan Erdoğan, ölümünden kısa süre önce görüştüğü, 12 Eylül karanlığında yitirdiği oğlu Cemil Kırbayır’ın kemiklerini bulmak için 105 yaşına kadar sürdürdüğü mücadele ile kayıp yakınlarının simgesi haline gelen Berfo Ana’ya ve beraberindeki kayıp yakınlarına Türkiye’de artık gözaltında kayıp vakaları gerçekleşmediğini söylüyor ve övünüyordu. Ancak bu koca bir yalandır. AKP iktidarı döneminde de kayıplar yaşanmış, 1980’li ve 1990’lı yılların faili belli karanlığı da olanca ağırlığıyla çöktüğü yerde kalmıştır. Berfo Ana oğlunun kemiklerini bulamadan mezara girdi. Oysa sözde yargılanmasının önü açılan katil Kenan Evren resim yaparak uzun ömrünün noktalanmasını bekliyor. 1987-1991 yıllarında Olağanüstü Hal Bölge Valisi olan ve binlerce insanın kanını akıtan Hayri Kozakçıoğlu, hesap vermeden, döktüğü kanın bedelini ödemeden yaşamına son verdi. “Terörle mücadele” adı altında şiddetli bir devlet terörü uygulayan, Kürtlere ve devrimcilere karşı “bin operasyon” yapmakla övünen Mehmet Ağar, birkaç ay konuk edildiği cezaevin-
43
marksist tutum
den salıverildi. Katillerin bir kısmı AKP’nin Ergenekon operasyonlarında yargılandılar, hapsedildiler. Ama hiçbirine akıttıkları kanın, söndürdükleri yaşamların hesabı sorulmadı. Devlet terörünün sembolleşmiş isimleri de dahil hesap vermesi gereken daha pek çok kişi ömrünü şatafat içinde ve korku duymadan sürdürmektedir. Bu topraklarda işçi sınıfının ve toplumsal mücadelelerin üzerinden bir silindir gibi geçen, on binlerce genci yaşamının baharında imha eden 12 Eylül faşist darbesinin de hesabı sorulmadı. Tüm bu nedenlerle 17-31 Mayıs tarihleri, 2013 yılında da kayıp ailelerinin yüreğini bir kere daha acı ve isyanla doldurmuştur. Ancak o yüreklerde acı ve isyan kadar insanın insanı öldürmediği, sömürmediği bir geleceğin umudu da vardır. Gözaltında kaybetmeler özellikle Kürdistan coğrafyasında görülmüştür. O coğrafyada savaş çok can almıştır. Tıpkı Cumartesi Anneleri gibi Barış Anneleri de kaybedilen yakınları için her hafta eylemdedir. Onlar da Diyarbakır’dan seslenirler dünyaya: “Biz yandık, başka anneler yanmasın. Kardeşi kardeşe düşman ettiler. Dünyaya geldiğimize pişman ettiler. Yeter. Artık barış olsun. Biz bütün acımıza rağmen ‘barış’ diyoruz.” 1994’te gözaltına alınan ve bir daha hiç geri dönmeyen Nihat Aydoğan’ın eşi Halime Aydoğan yıllar sonra yaşadıklarını anlatırken şöyle diyordu: “Mardin Midyat’a bağlı Doğançay köyündenim. Eşim Nihat Aydoğan, 1994 yılında kayboldu. Sabah saat 5’te eve baskın yapıldı. Bir ifadesinin olduğunu söyleyerek götüreceklerini söylediler. Daha evdeyken işkence yapmaya başladılar. En büyük kızım o zaman 12 yaşındaydı. En küçük çocuğum ise 6 aylıktı. Büyük kızım babasını o halde görünce bayıldı. Ben de polislere kızdım. Eşimi evden alıp götürdüler. Kasımın sonuydu. Kar yağmıştı köye. Köyden götürdüklerinde Midyat’a, kimse arkasından gitmedi. Herkes korkuyordu. Sabah olunca enişteme gidip Midyat’ta araştırmasını istedim. Akşam dönünce, orada olmadığını, Mardin merkeze götürdüklerini söyledi. Mardin’e götürülenleri kolay kolay göstermezlerdi. En az 15 gün ve bir aya kadar süren işkenceler yapılıyordu. Eşim 20 gün gözaltında kaldıktan sonra bir gün, sadece köyümüzün muhtarında telefon vardı, o telefonu arayarak eve geleceğini söylemişti. Muhtarın kızı 01.12.1994 tarihinde gelip bana eşimin gözaltından çıktığını ve eve geleceğini söyledi. O gün sabaha kadar onu bekledik. Akşam eve gelmeyince bir daha asla gelmeyeceğini anlamıştım. Bu gece gelmediyse bu köye bir daha gelmez dedim. Çünkü o dönem çok fazla kişiyi kaybediyorlardı.” (Özgür Gündem, Röportaj Günay Aksoy, Zana Kaya) Gözaltında kaybedilenler bir daha geri gelmediler. Gelemezler. Onların bedenleri uçaklardan okyanuslara atıldı. Onların bedenleri asit kuyularına atıldı. Onların ölü bedenleri kimsesizler mezarlığına gönderildi uzun işkencelerin ardından. Onların bedenleri parçalandı, battaniyelere sarıldı ve tenhalara gömüldü. İnsanlık bu vahşete ve çekilen acılara tanıklık etti, daha da edecek. Çünkü in-
44
Haziran 2013 • sayı: 99
sanları sınıflara bölen ve sırf bu nedenle birini diğerine üstün kılan, birine diğerini ezme ve yok etme hakkı tanıyan kapitalizm yaşıyor. Kapitalizm, tüm vahşetiyle korkutmaya ve sindirmeye devam ediyor. Aydoğan, kocasını ararken neler yaşadığını ve toplum tarafından nasıl dışlandığını anlatır. Yakınlarının kendisi ile görünmekten, konuşmaktan korktuklarını aktarır. Ama 4 çocuğu ile yaşadığı yeri terk etse de acısı dinmez. “Bir gün bana bilmediğim bir kişiden bir haber geldi. Haberde benim çocuklarımla köyü terk etmem gerektiği söyleniyordu. Terk etmezsem beni öldüreceklerini söylediler. Gidecektim, ama nasıl? Gitsem, evimi, hayvanlarımı ne yapacaktım? Bir gün hayvan satıcısı köye geldi. Ona yaşadıklarımı anlattım. Gidersem eğer hayvanları alırsın dedim. Bir sabah çocuklarımın elbiselerini valize koydum. Valizi de çuvala koyup evden çıktım. Eşimin kaybedilmesinden bir yıl sonra köyden çıktım. İstanbul’a görümcemin yanına yerleştim. Evim birinci kattaydı. Dışarıda Türkçe konuşanların sesini duyunca, polisin baskına geldiğini düşünerek tedirgin olurdum. İstanbul’a geldikten sonra da bizim evi basmaya devam ettiler. Yine gelip eşimi soruyorlardı. Ben de eşimin onların yanında olduğunu söylüyordum. İstanbul’a geldikten sonra 1995 yılında İHD’ye başvurdum. İHD üzerinden yaptığımız hiçbir başvurudan sonuç alamadık.” (aynı röportajdan) Aydoğan kayıp yakınlarından, yapılan zulüm karşısında hesap sormaya kalkıştığında sonuç alamayanlardan sadece biri. Türkiye’de şimdilerde barış süreci konuşuluyor. Yakınları kaybedilenler, katledilenler hakikatlerin ortaya çıkmasını istiyorlar. Katillerle yüzleşmek istiyorlar. Yaralarını sarmak ve yollarına devam edebilmek için suçluların suçunu kabul etmesini bekliyorlar. “Kaybedenler kaybedecek” diyorlar. Kalıcı barış için kaybedenlerin hesap vermesi ve kaybetmesi gerektiğini biliyorlar. Arjantin, Şili, Nepal, Türkiye, Kürdistan, Filipinler, Belucistan, Sri Lanka, Irak, Kolombiya ve daha niceleri… Toprağın kanla sulandığı, insanların bir damla su buharı gibi yok edildiği bu ülkelerde hesap sorulmalı ve kaybedilenlerin intikamı alınmalıdır. Ama bir daha aynı acıların yaşanmaması için bu yeterli değildir. Dünya değişmeden, kapitalizm ortadan kalkmadan gözaltında kaybetmeler son bulmayacaktır. Faili meçhuller, savaşlar, işkenceler son bulmayacaktır. Eşlerini, evlatlarını, genç fidanlarını yitirenlerin acısı son bulmayacaktır. Kaybedenlerin kaybetmesi için insanın insanı sömürmesi demek olan kapitalizm yok edilmelidir. Kapitalizm evrenin geçmişinde kaybolmadan insan gibi yaşamak mümkün olamaz. Kapitalizm yok olmadan gelecek de, dünya da insanlık da kurtulamaz. Kayıplarımız acılarımızdır, isyanımızdır. Kendisiyle beraber tüm ezilenleri kurtaracak olan işçi sınıfı, kayıplarının hesabını acılarından kuvvet devşirerek soracaktır. n
Sınıf Belleği
kurlarımızdan
İşçi Sınıfının Devrimci Mücadelesine, Hemen Şimdi!
S
ınıf mücadelesi sertleşiyor. Burjuvazi işçi sınıfına saldırılarını dünya çapında katmerleştirirken, işçi sınıfı da burjuvaziye grevlerle direnişlerle karşılık veriyor. Burjuvazinin saldırganlığı artan iş kazalarından, ödenmeyen ücretlerden, çalışma saatlerinin uzamasından, işsizliğin artmasından belli oluyor. Yapısı gereği daha fazla kâra odaklanan, küresel ekonomik krizle başı ciddi biçimde dertte olan patronlar sınıfı, maliyetleri düşürmek için işçileri işten atıyor, ücretlerini ödemiyor, uzun ve yorucu çalışma koşullarında işçilerin iş cinayetlerine kurban gitmesine neden oluyor, krizin faturasını işçilere kesmek istiyor ve emperyalist savaş çığırtkanlığı yapıyor. İşçi sınıfı ise tüm dünyada yüz binlerce işçinin katıldığı grevler, direnişler, eylemler, protestolar ortaya koyuyor. Ortadoğu’da emekçi halk 40 yıllık diktatörleri tahtlarından etti. Slovenya ve Bulgaristan’da kemer sıkma programlarına karşı yapılan kitlesel protestolar sonucu hükümetler istifa etmek zorunda kaldı. İspanya’dan Portekiz’e, Yunanistan’dan Mısır’a kadar işçiler kendilerine biçilmiş kötü yaşam koşullarını kabul etmiyor ve sokağa dökülüyorlar. Türkiye’de ise havada, denizde ve karada her yerde işten atmalara, taşerona, iş kazalarına, sendikasızlaştırmaya, ödenmeyen ücretlere karşı direnişler var! Son bir yılda işten atılan 305 THY işçisinin 400. gününe yaklaşan direnişi, İzelman işçilerinin taşerona karşı eylemleri, demiryolu işçilerinin ülke çapındaki eylemi, maden işçilerinin 8 işçi kardeşlerinin iş cinayetine kurban gitmesi üzerine taşerona ve iş cinayetlerine karşı yaptıkları kitlesel miting, Mersin Limanı işçilerinin direnişi gibi 100’ün üstünde grev ve direniş yaşandı. Hatırlayalım, Mersin Limanında mücadeleyi kırmak isteyen patronun dışarıdan getirdiği 15 işçinin ardından, liman işçileri iş durdurarak vinçleri işgal etmiş ve taleplerini kabul ettirmişti. Topkapı Şişecam patronu devletin verdiği teşvikler, bölgesel asgari ücret hedefi ve işçilerin birliğini kırmak için fabrikayı kapatarak Eskişehir’e taşımak istemiş ve işçileri işten atmıştı. Ama Şişecam işçileri patronlarının tüm oyunlarına ve polisin baskılarına rağmen fabrika çatısına çıkarak militan bir tutum sergilemiş, patrona geri adım attırmışlardı. Daiyang işçileri grevlerini kırmak için kaçak işçi çalıştırılmasına karşı fabrika alanını işgal etmiş, polisin saldırılarına rağmen direnişlerini sürdürüp grev kırıcılarını fabrikadan kovmuşlardı. Bunlar ve benzeri birçok eylemde olduğu gibi işçi sınıfının niceliksel anlamda artan eylemlerinin yanında niteliksel anlamda da bir artış söz konusu. Bu nedenledir ki, burjuvazinin sözcülüğünü yapan AKP hükümetinin en küçük hak aramaya karşı pervasızlaşan tutumunu, grevleri yasaklamasını, hakları için mücadele eden direnişçi işçileri “terörist” olarak yansıtmasını, işçi sınıfının mücadele günü 1 Mayıs’ta bile resmi tatil olmasına rağmen sıkıyönetim koşullarını aratmayan metrobüs-metro-vapur seferlerinin iptal edilmesini ve alana girmeye çalışanlara uygulanan şiddeti, kıdem tazminatı-
46
nın kaldırılmaya çalışılmasını, taşeronlaştırmanın ve sendikasızlaştırmanın yaygınlaşmasını, okullarda yükselen öğrenci eylemlerinin polis tarafından coplarla-gazlarla-gözaltılarla bastırılmaya çalışılmasını, okullarda devrimci akademisyen ve öğrencilere uygulanan baskıların artmasını anlamak güç değil. Çünkü 1848’de Karl Marx ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifesto’sunda da belirtildiği gibi: “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” Dostlar, işçi sınıfının mücadele önderlerinin dediği gibi, tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Burjuvazinin saldırılarına karşı proletarya tüm dünyada öfkesini dile getiriyor. Mücadeleye önderlik edecek devrimci bir partinin olmaması, kitlelerin yıkılan diktatörlüklerin, hükümetlerin yerine ne koyacağını bilememesine ve sorunlarını gerçekten çözememesine neden oluyor. Yükselen sınıf mücadelesine önderlik edecek ve mücadeleyi dünya sosyalist devrimine taşıyacak bir devrimci partinin inşası, devrimci bir enternasyonalin kurulması, devrimci Marksistlerin en büyük görevidir. Bu uğurda emek verilmesi elzemdir. Kapitalizm işçileri kötü yaşam koşullarına mahkûm ederken doğayı da tahrip ederek dünyayı yıkıma götürüyor. Bu sistem insanlığa ölüm ve yıkım getiriyor. Biz biliyoruz ki, her şeyden önce kendi mezar kazıcılarını yaratan burjuvazinin sonu işçi sınıfın ellerindedir. Kimsenin sınıfsal, cinsel, dinsel, ulusal baskılara maruz kalmadığı sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurmak için mücadeleye! Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm! Yaşasın Sosyalist Dünya Devrimi! Yaşasın Enternasyonalizm! İstanbul Üniversitesi’nden Marksist Tutum okuru bir öğrenci
kurlarımızdan Kamu Sektöründe Patronlar Neyi Hedefliyor? K
amu hizmetlerinde bir zihniyet değişikliğine gidildiği açık! Peki, nedir bu zihniyet değişikliği ve bütün bunlar biz kamu işçileri açısından neyi değiştirecek? Hükümet, şimdilerde patron örgütlerinin istekleri doğrultusunda hummalı bir çalışmaya girişmiş bulunuyor. Aslında AKP, iktidarı boyunca, işçi sınıfının haklarının tırpanlanması anlamında birçok yasa değişikliği gerçekleştirdi. Bunlarla sınırlı kalmayarak pek çoğunu daha hayata geçirmeyi planlıyor. Bu saldırıların belki de en önemlilerinden birini de taşeronlaştırma oluşturuyor. Bilindiği üzere hükümet taşeronluk konusu üzerinde çalışarak bir yasa çıkarmaya hazırlanıyor. Asıl işin de taşerona verilebilmesinin önünü açan bu yasayla, taşeronluk sisteminin genel bir çalışma modeli haline getirilmesi hedefleniyor. Bu da işçiler için, güvencesiz ve esnek çalışma, sendikasızlaştırma, düşük ücretler, uzun çalışma saatleri ve bunların sonucunda daha da artacak olan iş kazaları demek! Eskiden kamu kurumları için “kendi yağında kavrulma” durumu varken, şimdi bu kuruluşların daha kârlı hale nasıl getirileceği hesaplanıyor. Reform diye sunulan bu de-
ğişikliklerle eğitim ve sağlık gibi kritik sektörlerdeki kamu kurumları ticarethaneye çevrildi. Tam anlamıyla özelleştirme olmasa da kamu-özel ortaklığıyla yeni bir döneme girildi. Örneğin Kamu Hastaneler Birliği yasasıyla sağlıkta yeniden yapılandırmaya gidildi. Sağlıkta katkı payı uygulaması getirildi. Hastaneler, sağlık holdinglerine çevrilerek yönetimlerine ticari mantığa uygun olarak CEO’lar getirildi. Maliyetleri aşağıya çekmek için her türlü çaba gösterildi. Buna göre hizmet alanları, istihdam modelleri ve hastane yönetim uygulamaları değiştirildi. Laboratuvar, görüntüleme, temizlik, güvenlik, satın alma, kiralama, bakım ve onarım, arşiv, idari ve mali hizmetleri yürütmek için çok sayıda taşeron şirket türedi. Yeni politikalarla, çalışanların emekleri üzerinden daha çok kâr elde etmek hedefleniyor. Az kişiye çok iş yaptırma anlamına gelen bu uygulamalarla çalışanlar azgın bir sömürüyle baş başa bırakıldı. Performans sistemi getirilerek bunun üzerinden ödüllendirme ya da cezalandırma yapılıyor. Çalışanlar arasında rekabeti körükleyen bu durum, hizmet alanlar için de hizmetin kalitesini düşürüyor. Bütün bu kuralsızlıklar ve haklarımızın daha da geriye gitmesi demek olan uygulamalar, sadece taşeron olarak çalışan işçileri etkilemiyor. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununa bağlı çalışan kadrolu işçileri de etkiliyor. Çünkü hükümet bir süredir 657 sayılı kanunun kapsamında köklü değişiklikler yapmanın peşinde. Kadrolu ve güvenceli çalışma hayatının bugün sadece kamu sektörüyle sınırlı kaldığı bir dönemde, sermaye sınıfı bu alana da göz dikmiş durumda. Hâl böyleyken, işçi sınıfının örgütleri olan sendikalar, ya tamamıyla sendikal bürokrasi çukuruna yuvarlanmış durumdalar ya da anlamlı bir varlık gösteremiyorlar. İşçilerin tabandan gelen basıncı olmadığından, günü kurtaran, yetersiz, plan ve programsız eylemliliklerle gittikçe güç kaybediyor ve hantallaşıyorlar. Sermayenin bu arsızca saldırılarının önüne geçecek olan işçilerin örgütlü gücüdür. Sendikaları işini yapmaya itecek olan da işte bu güçtür! Sefaköy’den bir sağlık “memuru”
“Yarın İçin Tasarruf Yapanlar Keyfini Yaşamaya Bugünden Başlar” O
tobüs, minibüs, metro, metrobüs… Bu araçlar bizim her gün kullanmak zorunda kaldığımız, çile çektiğimiz araçlar. Bunlardan birini kullandığım yine böyle çileli bir yolculukta, duraklarda bulunan reklâm panolarından biri dikkatimi çekti: “Yarın İçin Tasarruf Yapanlar Keyfini Yaşamaya Bugünden Başlar.” Bu, bir bankanın bireysel emeklilik kampanyası reklâmıydı. Bireysel emeklilik için yatırdığımız her 100 TL için devlet bize 25 TL katkı yapacakmış. Sözde bugün tasarruf yapacağız, sonra da yatırdığımız paralar birikecek ve emekli olacağız. Şu patronlar ve onların hükümeti biz işçileri nasıl da düşünüyorlar! Aldığımız üç kuruş parayı biraz olsun arttırmak için yorucu ve bıktırıcı fazla mesailere kalmak zorunda kalan bizler, bir de tasarruf yapıp patronla-
rın kasalarına para akıtacağız. Patronlar ve onların uşakları, işçileri düşündükleri için değil, kendileri için çıkarıyorlar tüm yasaları, paketleri. Ve bunları süsleyip işçilerin önüne sunuyorlar, utanmadan. Eğer bizleri düşünmüş olsalardı bugün emeklilik yaşı 65 olmazdı. Amaçları kamusal emekliliği tamamen ortadan kaldırmak ve işçileri ölene kadar sömürmektir. Bizler patronların böylesi oyunlarına gelmemeliyiz. Bugüne kadar sahip olduğumuz bütün haklar işçilerin örgütlü mücadelesiyle kazanılmıştır. Haklarımızı ve geleceğimizi sırtımızdan geçinenlere yedirtmemek için işçilerin onurlu mücadelesini yükseltmeliyiz. Unutmamalıyız ki; “Yarınlar İçin Birlik Olanlar Onurunu Taşımaya Bugünden Başlar!” Davutpaşa’dan bir işçi
47
kurlarımızdan
Yurt Demeye Bin Şahit İstiyor H
er yıl Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından yeni eğitim ve öğretim yılı için açılış töreni düzenlenir. 20122013 eğitim ve öğretim yılı açılış töreninde, açılış konuşmasını Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç yaptı. Bakanın konuşması seçim mitinglerindeki klasik konuşmaları andırıyordu ve öğrencilerden gelebilecek oyları hedefliyordu. Konuşma esnasında Suat Kılıç öğrencilere çeşitli vaatlerde bulundu. Buram buram çıkar kokan bu vaatler şu şekildeydi: Yurt internetleri bedava olacak, öğrenci odaları 4 kişilik yapılacak, her odaya buzdolabı konacak, kredi ve burslara zam yapılacak. İşte Suat Kılıç’ın biz öğrencilere vaatleri bunlardı. Vaatler gerçekte, 21.yüzyılda devlet yurtlarının bu temel ihtiyaçları bile karşılamadığını gösteriyor. Ama yurtlarda olmayanlar bunlarla sınırlı değil. Aslında yurtlardaki sorunların hangisinden bahsedeceğimi ben de bilemiyorum. Yurtlardaki kibrit kutusu kadar odalarda 10 kişiye varan bir mevcutla yaşamak zorunda kaldığımızdan mı, 1000 kişilik yurtlarda çalışma salonlarının 100 kişilik olmasından mı, saatlerce yemek sırası beklemekten mi, yoksa şartlara dayanamayıp sinir krizi geçiren arkadaşlarımızdan mı bahsedeyim? Görüldüğü gibi, sorunlarımız ve karşılanmayan ihtiyaçlarımız hiç de Suat Kılıç’ın söz ettiği kadar az değil. Bakanın konuşmasından birkaç ay sonra kredi ve burslarımıza 20 liralık zam yapıldı. Fakat bedava olması gereken devlet yurtlarına ödediğimiz ücretlere de 11 liralık zam yapıldı ve böylece bize kala kala 9 liralık bir zam kaldı. Ayrıca yurtlardaki her odaya buzdolabı geldi fakat odalar küçük olduğu için odalara sığmadı. İnternet konusunda ve odalardaki kişi sayısında ise hâlâ bir değişim yok. Yapılsa bile doğru düzgün bir şekilde olacağını zannetmiyorum. Bakan Suat Kılıç’ın bize vaat etikleri gayet güzel ve olumlu gibi görünmektedir ama gelin görün ki sistem öyle göründüğü gibi işlememekte. Her şey düşüncesizce ve baştan sağma bir şekilde yürümekte. Tıpkı geçen seçimler öncesinde AKP’nin Tunceli’de suyu olmayan bir eve çamaşır makinesi yollaması gibi. Devlet yurtları yurt mu, yoksa pansiyon mu? Yurtlar için bize vaat edilenlerden ve yurtlardaki şartlardan biraz bahsettim. Şartlarından bahsettiğim yurtların tek gecelik pansiyonlardan pek de farkı olmadığını siz de gördünüz. Hani eski Türk filmlerinde Anadolu’dan gelip kalacak yer bulamayıp pansiyona gitmek zorunda kalan o ünlü jönlerin filmleri vardır ya işte o pansiyonlar. Ama gelin görün ki devlet yurtlarının kalitesi o Türk filmlerindeki kötü pansiyonlar kadar bile değil. Peki bu yurtlarda kimlerin çocukları kalıyor? Burjuvazinin ya da bürokratların çocukları mı? Sizce onlar kalsalardı yurt şartları böyle kötü olur muydu? İşte sorun da burada yatıyor. Çünkü o yurtlarda, her şekilde hakları gasp edilen, ezilen, sömürülen, önemsenmeyen ve ikinci sınıf insan muamelesi yapılan işçinin, emekçinin çocukları kalıyor. Devlet, işçiyi ve emekçiyi önemsemediği gibi çocuklarını da önemsemeyip, onları inanılmaz bir sabır gerektiren barınma ko-
48
şullarına mecbur bırakıyor. İşçi ve emekçi çocukları bu imkânsızlıklar içinde yaşamaya mecbur kılınırken, burjuvalar ise işçiden çaldıklarıyla kendi çocuklarına lüks evlerde ya da beş yıldızlı otellerden farkı olmayan özel yurtlarda mükemmel bir hayat sunmaktalar. Yani kapitalizmin yaratığı sınıf farkı burada da kendini acı bir şekilde göstermektedir. Ayrıca burjuvaların imkânları bu kadar mükemmelken, halkı gözetmekle mükellef olduğu söylenen devlet ve “halkımız en iyisine layıktır” diyen sermaye hükümetleri halka alabildiğine kötü yaşam şartlarını dayatmaktadır. Üstelik çeşitli laf oyunlarıyla ve yalan vaatlerle halkı kandırmaya çalışmaktadır. Tıpkı Suat Kılıç’ın biz öğrencileri nasıl olsa bilinçsizler diyerek ucuz vaatlerle oyalamaya çalıştığı gibi. Aslında devletin ve sermaye hükümetlerinin bizim için çalıştıkları falan yok; ortada bir çalışan, emek harcayan varsa, o da işçi ve emekçilerdir. Gazi Üniversitesi’nden bir öğrenci
Bozkır Yolculuğu
B
undan tam üç yıl önce bozkırın bir ucundan diğer ucuna “umuda” bir yolculuk yapmıştım. Anadolu’dan Ankara’ya, ülkenin başkentine üniversite okumaya gelmiştim. Umutlar dolu her genç gibi sefaletten, yokluklardan kurtuluşu bulmaya çalıştığım bu yolculuğun sonuna bile varmadan görüyorum ki derin bir hayal kırıklığı beni bekliyor. Bu hayal kırıklığını biliyorum ki sadece ben değil bütün sınıf kardeşlerim yaşıyor. Karanlık bir gecede Umuda yelken Geleceğe güneş açmıştı Parlayan farları ile bozkır otobüsü Çıplaklığını gece Düzlüklerini şoför amca Örtmeye çalışırdı Bozkırın eteklerinde Ucunda vardı Düzlükleri, çıplaklıkları Hatta yaz kuraklığı kadar Büyükçe umutlar… Dostlar bu tanımladığım bir kapitalist sistemin umududur. Hepimizin geçtiği en sarp dağ geçididir. Ben biliyorum ki emperyalist-kapitalist sistemde tek elde edeceğimiz, emek gücümüzü ücretini belki az bir miktar daha yükselterek satmaktır. Bence bu değildir onurlu olan. Bence onurlu olan devrimci Marksist yolda mücadele etmektir. Ve gerçek umut, sınıfsız bir toplumu var edeceğimiz günlerdedir. Ankara/ODTÜ’den Marksist Tutum okuru bir öğrenci