1 Mayýs Alaný Gerçekten Kazanýldý mý?
Kapitalizmle suç ve çýkar ortaklýðý olmayanlar; kapitalizmi yýkýp, özgürlükçü ve eþitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi'nin politik önderliðinde birleþerek savaþýn!
Komünist
Zemin
Bu Resim, 1 Mayýs 2010'da Taksim 1 Mayýs Alaný'nýn Kazanýlamadýðýnýn Resmidir! Sayi: 14 Sayý: 14
Temmuz-Aðustos-Eylül 21010
Temmuz-Aðustos-Eylül 2010
2 TL.
2 TL.
Komünist
Zemin Üç Ayda Bir Yayınlanır Süreli-Yaygın / Politik Dergi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Tuncay İldem Adres: Zemin Yayıncılık Piyale Paşa Mah. Akman Sk. No: 75/A Okmeydanı Beyoğlu / İstanbul Web Adresi: www.komunistzemin.org Elektronik Posta Adresi: komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmx.net Baskı: Can Ofset Davutpaşa Cad. İpek İş Hanı No: 4/7 Bayrampaşa/İst. Tel: 0212/61310771
BU SAYIDAKİLER Kemal Kılıçdaroğlu Devletin ve Uluslararası Egemen Güçlerin Yeni Truva Atı'dır
3
İsrail Devletinin “İnsani Yardım Konvoyu”na Saldırısı ve AKP Hükümetinin Hilekârlığı Üzerine
6
TKP'nin 90. Kuruluş Yılı Vesilesiyle Fikret Başkaya ile TKP ve “Misak-i Millici Sosyalizm” Üzerine Bir Söyleşi
12
1 Mayıs 2010'da Kazanan Kim Oldu?
16
Sendikalar, Sendikacılık ve Sınıf Sendikacılığı Üzerine
21
Tekel İşçilerinin Direnişi Vesilesiyle C/4 ve Taşeronlaşma Üzerine
Konun Yazar F. Başkaya Otomobil, Köprü ve Kentin Ölümü
Kürt “Ulusal' Hareketi (Demokratik Cumhuriyetçi Hareket) ve Reformist Sol ile Sosyalist Hareketin Programatik ve Stratejik Birliği Mümkün müdür? Sosyalist Çevrelerce Yürütülen “Tutuklu Gazeteci, Yazar ve Sanatçılar Serbest Bırakılsın” ve “Yargısız İnfaza Hayır” Kampanyaları Üzerine
29
32 35
38
Komünist Zemin
Kemal Kılıçdaroğlu Devletin ve Uluslararası Egemen Güçlerin Yeni Truva Atı’dır Deniz Baykal’ın arka plana çekilerek Kemal Kılıçtaroğlu’nun vitrine taşınmasını ve CHP’ye yapılan operasyonu, CHP’nin ve sistem içi solun bir yeniden yapılanma projesi olarak okumak mümkün değildir. Bu operasyonu, aynı şekilde tek başına Türk egemenlerinin ve devletin sahibi olan güçlerin bir operasyonu olarak da okumak mümkün değildir. Çünkü Deniz Baykal üzerinden gündeme gelen CHP operasyonu, parti içi güçlerin bir hesaplaşmasının ya da solun yeniden yapılandırılmasının değil, uluslararası güçlerin ve bu güçler ile çıkar ortaklığı olan Türk egemen güçlerinin sistemi ve toplumu yeniden dizayn etme ihtiyaçlarının kaçınılmaz bir sonucudur. Bu bakımdan Ergenekon operasyonu ile CHP’ye yapılan operasyonun maksadı aynıdır. Nasıl ki Ergenekon operasyonunun anlamı sistemi yeniden yapılandırmak ise, CHP operasyonunun nedeni de sistemin yeniden yapılandırılması ve sisteme yeni refleks alanları kazandırmaktır. Öyleyse Neden CHP ve Neden Şimdi? CHP’ye yapılan operasyonu daha iyi anlayabilmek için 28 Şubat 1997 operasyonuna ve bu operasyonun akabinde AKP’nin yeniden dizayn edilerek sahneye sürülmesine ve iktidar edilmesine kadar uzanmak gerekir. Bilindiği gibi 28 Şubat 1997 sürecine gelindiğinde Türk egemen sistemi bir yol ayırımına da gelmişti. Bir yandan uluslararası sisteme entegre olabilmek için kendisini yeniden yapılandırma zorunluluğu ile karşı karşıya idi, bir yandan Kürt hareketinin tazyiki ile iyiden iyiye köşeye sıkışmıştı, bir diğer yandan ise resmi paradigma ile kaçak da olsa dövüşen kitlesel bir “İslami hareket” söz konusuydu.
Dahası, alışılmış olduğu gibi artık on yılda bir darbe yaparak toplumu “hizaya getirmek” de artık mümkün gözükmüyordu. Ve ara formül bulundu. Bu ara formülün adı “post-modern darbe” idi. Tabii ki bu operasyonun ters tepme ihtimali de vardı; örneğin İslami hareket direniş gösterebilirdi ve bu direniş egemen güçleri birden fazla cephede savaşmaya zorlayabilir, bu da sistem açısından yıkıcı sonuçlar doğurabilirdi. Ama beklenen olmadı; olmadı çünkü İslami hareketin siyasal iradesini temsil eden kadroların önemli bir kısmı, sanki çok önceden hazırlıklıymışçasına derli toplu bir biçimde yeniden sahne aldılar. Kimileri İslami hareketteki bu ani değişikliği bir hile olarak mütalaa ederken, kimileri ise bu yeni hareketi oluşturan siyasi iradeyi, devletin sahiplerinin İslami hareket içindeki “Truva Atı” olarak mütalaa etti. Bizim açımızdan bunların hiç birisinin bir ehemmiyeti yoktur; her şeyden önemlisi de asıl tartışmak istediğimiz bu değildir. Asıl tartışmak istediğimiz, Refah Partisi’ne yönelik operasyon sonrası Tayip Erdoğan gibi bir Erbakan müridinin ve Refah Partisi’nin “eski” kadrolarının yeni bir şeymiş gibi siyaset sahnesine sürülmelerinin nedenleridir. 28 Şubat operasyonuyla birlikte Refah Partisi hiçbir direniş göstermeksizin geri çekilmişti ama temsil ettiği kitle toplam seçmen sayısının üçte biri oranındaydı ve bu seçmen kitlesi önemli ölçüde merkezi sistemle barışık değildi. Ve yeni strateji devreye sokuldu. Bu strateji, Refah Partisi’nin bir kısım kadroları resmi devlet ideolojisine göre dizayn edildiler, bu kadrolar kravat takıp, demokrasinin ve laikliğin erdemlerinden dem vurmaya başladılar. Bununla da yetinmeyip, geçmişte “Hıristiyan Kulübü” olarak adlandırdıkları Avrupa Birliği’nin mutlaka
3
Komünist Zemin ulaşılması gereken uygarlık olduğundan da dem vurmaya başladılar. Sistemin sahipleri açısından bu oluşum bir çıkış olabilirdi, en azından istenilen bu idi. AKP üzerinden hem “siyasal İslam” terbiye edilecekti, hem AKP’nin İslami kimliği üzerinden Kürt hareketi içinde bir gedik açılmaya çalışılacaktı. Bunların yanına bir de Avrupa Birliği konusunda oldukça ısrarlı bir tutum eklendi mi, bu da toplumdaki birçok irili ufaklı kesimde geçici de olsa bir umuda yol açacaktı. Bunların hepsi bir araya getirildiğinde ise, sistemin sahipleri için yeni refleks alanları kazanmak hiç de uzak bir ihtimal değildi. Süreç beklenenden de iyi işlemeye başlamıştı. AKP önemli bir seçim başarısı elde etmiş ve tek başına iktidar olmuştu; üstelik de seçim alanlarında söylediklerine bağlı kalacağını teyit ediyordu. Varsa yoksa Avrupa Birliği diyordu. “Bir Türk Ne Mutlu Türküm Diyene diyebiliyorsa, bir Kürt de Ne Mutlu Kürdüm Diyene diyebilmeli” idi. Kürtlere karşı savaşın bitirileceğinden dem vuruluyor, Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde beklenen yasal değişikler hızla yapılacak deniliyordu. Ve aradan yaklaşık sekiz yıl geçti, ama ezilenler açısından bir çözüm söz konusu olmadı. Ama zaten AKP, ezilenler lehine çözümler üretsin diye iktidar edilmemişti ki. AKP’nin misyonu, siyasi İslami hareketi merkeze entegre etmek, Kürtler arasına nifak sokarak Kürtleri bölmek ve Kürt meselesini zamana yayarak Kürt hareketini elimine etmek ve arkasındaki kitle desteğinin de verdiği güçle sistemin yeniden diyazn edilmesini sağlamaktı. Bu açıdan bakıldığında AKP’nin başarılı olduğu ve kendisine verilen misyonu önemli ölçüde yerine getirerek sisteme zaman ve yeni refleks alanları kazandırdığını söyleyebiliriz. Ama süreç tıkanmış ve ertelenen ya da yok sayılan bir yığın sorun yeniden sistemin karşısına dikilmiştir. Sistem ise bu sorunları çözebilecek potansiyele sahip değildir. Daha doğrusu sorunların bir kısmını doğası gereği çözebilmesi mümkün değilken, bir kısım meseleleri ise gerek sahip olduğu potansiyeller ve kaynaklar bakımından, gerekse de var-
4
lık nedeni olan paradigmalar bakımından çözebilme iradesini gösteremez. Ve Sistemin Sahipleri Yeniden Bir Yol Ayrımına Geldiler AKP, toplumun çeşitli kesimlerinden aldığı krediyi tüketmiş, yedi yıl boyunca her kesime dağıttığı mavi boncukları geri toplamaya başlamış ve neredeyse toplumun her kesimiyle kavga etmeye başlamıştır.
Muhakkaktır ki 2011 yılında yapılacak olan genel seçimlerde AKP’nin tek başına hükümet olabilme şansı yoktur. Sistem açısından daha da kötü olanı ise henüz bir alternatif de bulunamamıştır. Sistem içi birçok parti eriyip yok olma noktasına gelmiş ve geriye toplum içerisinde tabana sahip üç parti kalmıştır. Bu partilerden AKP, zaten iktidardadır. Diğer iki parti, yani CHP ve MHP ise sisteme yeni krediler kazandırabilecek programa ve reflekslere sahip değildirler. Devletin ve uluslararası sistemin sahiplerinin ihtiyaçları olan parti, toplumdaki çatışmalı kamplaşmayı daha da tetikleyecek bir nitelikten uzak olmalıdır. Ve MHP, istese de bu misyona uygun bir parti olamaz. Bu durumda geriye bir tek CHP kalmaktadır. CHP’ye 2002 yılında AKP’ye yüklenen misyonun aynısı yüklenmek istenmektedir. Ama CHP’ye yüklenen misyon bununla da sınırlı değildir. CHP üzerinden, aynı zamanda da AKP üzerinden devlet iktidarına ortak olma mücadelesi veren siyasal ve ekonomik gücün etkisiz kılınması hedeflenmektedir. Bundan dolayıdır ki CHP’nin bu misyona uygun hale getirilmesi kaçınılmaz hale gelmiş Deniz Baykal’ın kaset olayı devreye sokularak start verilmiştir.
Komünist Zemin CHP’nin Yeni Misyonu ya da CHP Üzerinden Başarılmak İstenen Nedir?
hiplerinin elini güçlendirmek ve devlete ortak olmak isteyen gücü kuşatmaktır.
CHP üzerinden yapılmak istenenlerin başında, merkezin dışına çıkmış olan güçlerin yeniden merkeze çekilmesi ve merkezden kopma potansiyeli taşıyan güçlerin merkezde tutulması hedeflenmektedir.
Peki, Neden Kılıçtaroğlu?
Örneğin Aleviler ve sendikaların artık kontrol edemediği işçi hareketi, CHP üzerinden yeniden merkeze çekilmeye çalışılacaktır. CHP üzerinden hedeflenen bir başka şey, özellikle Alevi kökenli Kürtleri Kürt hareketinden kopararak, Kürt hareketini marjinalleştirmektir. CHP üzerinden başarılmak istenen bir başka şey, Kürt meselsinin ulusal değil, yoksulluk ya da “geri bırakılmışlık” sorunu olduğunu propaganda etmektir. Yani klasik devlet politikasına geri dönüşü sağlamaktır. CHP üzerinden başarılmak istenen bir başka şey, direnme potansiyeli taşıyan toplumsal güçlerin gazını almak ve sisteme yeniden zaman kazandırmaktır. CHP üzerinden başarılmak istenen bir başka şey ise, devletin sahipleri ile devletin sahiplerine ortak olmaya çalışan güçler arasındaki çatışmada, devletin bildik sa-
Açıkçası bu sorunun cevabının verebilmek için önemli analizlere gerek olmadığını düşünüyoruz. Kemal Kılıçtaroğlu’nun Kürt, Alevi ve Dersimli olması, siyasi bir gelenekten değil, devlet geleneğinden geliyor olması, sicilinin “temiz” olması ve kandırılmak istenen, daha doğrusu merkeze çekilmek istenen geniş topluluklara yakın bir sosyal kökene ve mizaca (halkçı) sahip olması Kemal Kılıçtaroğlu’nu kaçınılmaz kılmıştır.
Tarihte ve siyasette kişinin belirleyici rolü olmadığından, Kılıçtaroğlu üzerinden bir süreci anlamak ve değerlendirmek doğru olmayacaktır. Kılıçtaroğlu, devletin sahiplerinin ezilenlerin ve yoksulların cephesine sokmaya çalıştığı bir Truva Atı olmaktan öte bir şey değildir.
5
Komünist Zemin
İsrail Devletinin “İnsani Yardım Konvoyu”na Saldırısı ve AKP Hükümetinin Hilekârlığı Üzerine Giriş Yerine: Filistin meselesini anlayabilmek için, öncelikle gerek uluslararası egemen güçler açısından, gerekse de bölgesel egemen devletler açısından bu meselenin ne anlama geldiğini doğru tespit etmek gerekiyor. Filistin bir uluslararası sömürgedir; tıpkı Kürdistan gibi. Gerek I. Emperyalist Paylaşım Savaşı, gerekse de II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası bölge yeniden yapılandırılırken, bu yeniden yapılandırılmanın önkoşulu, Filistin ve Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi ve egemen devletlerarasında taksim edilmesi olmuştur. Tam da bu nedenden dolayıdır ki ne bağımsız bir Kürt devletinin, ne de bağımsız bir Filistin devletinin ortaya çıkmasına müsaade edilmemiştir. Çünkü bölgede kurulacak bir Filistin ya da Kürt devletinin, bütün uluslararası dengelerin yeniden oluşmasına yol açmasına ve iki savaş arasında kurulan birçok devletin, örneğin Türk, İsrail, Ürdün, Suriye, Irak, İran devletlerinin yeniden sorgulanmasına ya da tehdit altına girmesine yol açacağı kaçınılmaz olacaktı. Bundan dolayıdır ki, Filistin ve Kürdistan’la ilgili gerek uluslararası egemen güçlerin, gerekse de bölgesel egemen güçlerin her girişimini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Eğer ki bu egemen güçlerden biri Filistin ya da Kürt meselsiyle yakınlık kurmaya çabalıyorsa, bu girişimin altında her daim, bölgesel çıkar ve güç çatışmaları vardır. Bir başka nokta ise, gerek “Yardım Filosu”nun örgütlenme sürecinin, gerekse de İsrail’in “Yardım Filosu”na saldırmasından sonra örgütlenen sürecin bir devlet projesi mi yoksa bir hükümet projesi mi olduğudur. Biz, gerek Filistin’e gönderilen yardım filosunun, gerekse de İsrail devletinin “Filistin’e yardım Filosu”na saldırısı sonrası AKP hükümetinin kontrolündeki İsrail karşıtı sürecin esasen bir AKP stratejisi olduğunu düşünüyoruz. Tabii ki gerek Türk devletinin, gerekse de Türk devletinin öncülü olan Osmanlı Devleti’nin bölgede en etkili güç olma istekleri hiçbir vakit son bulmamıştır.
6
Dün olduğu gibi bugün de Türk devleti söz konusu bölgede etkili bir güç olma çabası içerisindedir. Bu çatışmada en önemli rakibi ise, Müslüman nüfus üzerinde tartışmasız etkiye sahip olan Mısır’dır. Bu anlamda, yapılan her şeyi aynı zamanda da Mısır’ın etkisini kırmaya dönük bir girişim olarak da okumak gerekmektedir. Bunun yolu ise İslam dünyasının ve Filistin halkının sempatisini kazanmaktan geçmektedir. Filistin halkıyla yakınlık kuran bir güç, bölgedeki diğer Müslüman devletlerin bir kısmının öfkesini kazansa da, bölgedeki Müslüman nüfusun sempatisini rahatça kazanacaktır. Filistin, özellikle de Gazze’deki direniş Mısır’ın en zayıf olduğu noktayı oluşturmaktadır. Zira Mısır’daki rejimin en önemli sorunu olan Müslüman Kardeşler Örgütü, Gazze’deki Hamas ile kardeş örgüttür; dahası, Hamas Müslüman Kardeşler’in bir kolu olarak kurulmuştur. İşte Türk devleti tam da bu yumuşak alandan sürece müdahale etmek niyetindedir. Ama bütün bunlara rağmen “Filistin’e Yardım Filosu” projesini daha özgün bir proje olarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyiz. Bu, her ne kadar da bir devlet projesi olsa da, daha çok bir AKP projesidir. Her ne kadar devlet ile AKP aynı şeyi ifade ediyor olsalar da, devletin ve devleti oluşturan güçlerin de kendi aralarında bir güç ve iktidar çatışması içinde oldukları aşikârdır. Bu bakımdan bu proje genel anlamda bir devlet projesi olma özellikleri taşısa da, daha çok AKP’nin stratejik iç ve dış hesaplarının bir sonucudur. Türk devleti, BM’nin bir üyesidir, bunun da ötesinde bu devlet, İsrail devletiyle her daim en yakın ilişki kurmuş devletlerin başında gelmektedir. Herkes bilir ki İsrail demek ABD demektir; dolayısıyla Türk devleti için ABD ne ise, İsrail de odur. Bir başka nokta ise Siyonizm’in ve Siyonist İsrail devletinin ne olup olmadığı meselesinin doğru anlaşılmasıdır. Çünkü İsrail devleti öyle alelade bir devlet olmadığı gibi, bu devletin Yahudi halkı ve bu halkın yaşamış olduğu trajedi ile de bir yakınlığı yoktur.
Komünist Zemin Komünist Zemin’in 2. Sayısında yayınlamış olduğumuz “Siyonizm’in Özüne, Özüne Benzeyen Yüzüne, Yaratmış Olduğu Efsanelere ve Filistin’in Özgürlüğüne Dair” başlıklı yazıda, gerek Siyonizm’in gizli tarihini, gerek Siyonist devletin kimler tarafından ve hangi amaca hizmet etmek maksadıyla kurdurulduğunu, gerekse de Siyonizm’in işbirlikçisi olan güçleri ele almıştık. Ve son söz olarak da, “Filistin’in özgürlüğü Siyonist İsrail ile barıştan değil, bu devletin imhasından geçmektedir” demiştik. İsrail devleti ile ilgili yazılması gerekenleri söz konusu bu yazıda yazdığımızdan, burada bu meselelere uzun uzadıya yeniden girmeyeceğiz. Zira konumuz esas olarak Gazze’ye ulaşmaya çalışan "Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım" konvoyu ve bu konvoya yapılan İsrail saldırısı sonrası tartışmalardır. Bu tartışmalara geçmeden önce bu sürece nasıl gelindiğine bir göz atmak gerekiyor. Yıl 2006 ve Gazze Kuşatılıyor Bilindiği gibi 2006 yılında Filistin seçimleri yapıldı ve Hamas bu seçimlerin galibi olarak seçimlerden çıktı. Ama ABD, Rusya, AB ve tabii ki BM, eğer Hamas şiddeti tamamen reddedip İsrail'i açıkça tanımaz ise yeni hükümetle ilişki kurulmayacağını ve bu hükümeti tanımayacaklarını ilan ettiler. Yine bilindiği gibi, 2006 seçimlerinin sonunda Hamas ile FKÖ arasında bir iç savaş başladı ve Hamas bu sokak savaşının da galibi oldu.
2006 yılından beri Filistin’de iki ayrı yönetim mevcuttur; Batı Şeri’a da FKÖ, Gazze’de ise Hamas iktidardır.
FKÖ İsrail’le daha önce yapılmış olan anlaşmalara bağlı kalacağını ilan edip, sonraki yıllarda da bu açıklamasına bağlı kalırken, Hamas ise FKÖ’nün daha önce İsrail’le yapmış olduğu anlaşmanın kendisini bağlamayacağını, İsrail’in varlığını tanımayacağını ve Siyonist İsrail devletinin yıkılması için silahlı mücadeleyi sürdüreceğini ilan etti; öyle de yaptı. Bütün bu olanlar karşısında İsrail devleti ise, seçim sürecinden önce, gelecekteki seçimlerde FKÖ’nün elini güçlendirmek ve Hamas’ın etkisini kırabilmek için Gazze’den geri çekilmişken, seçimlerden sonra önce Gazze’yi abluka altına aldı, daha sonra ise bölgeyi topyekûn işgal etti. Yıl 2010; işgal ve abluka devam ediyor. Ambargo Sonrası İsrail devleti’nin Gazze’yi kuşatıp, Gazze’de yaşayan Filistinlileri açlıkla teslim almaya dönük Ambargo kararı üç yıldır sürmektedir. Öyle ki, Gazze Şeridi’nin Mısır’la arasındaki geçişi olan Refah sınır geçişi dışındaki bütün geçişler İsrail tarafından tutulmuş vaziyettedir. İsrail’in onayı olmadan ne Gazze’den çıkabilmek ya da Gazze’den bir şey çıkarabilmek, ne de Gazze’ye girebilmek ya da Gazze’ye bir şey sokabilmek mümkündür. Aslında buraya kadar yazdıklarımızda abesle iştigal edecek bir durum söz konusu değildir. Nihayetinde bu bir savaştır ve her iki taraf da kendi savaş hukukunu uygulamaktadır. Haklı olarak Gazze halkı işgalci güce karşı direniyor ve her fırsatta onu geri püskürtmeye çabalıyor, İsrail ise, işgalci bir devlet nasıl davranırsa öyle davranıyor. Yani I. Körfez Savaşı sonrası ABD ve müttefikleri nasıl ki direnen Irak’ı açlıkla ve hastalıkla teslim almak maksadıyla on yılı aşkın bir süre ambargo uyguladılar ise (bu ambargo süresince ölen Iraklı sayısı 1,5 milyon civarındadır), nasıl ki işgalci Türk devleti, özellikle 90’lı yıllar boyunca Kürt bölgelerine sokulan un ve şekeri bile sıkı bir kontrole tabi tutmadan Kürt bölgeye sokmuyordu ise, şimdi de İsrail aynısını Gazze’ye uyguluyor. Savaşın ve işgalciliğin mantığı budur ve her yerde aynıdır. Bu bakımdan biz hiçbir vakit düşmanlarımızı kınamayız, çünkü düşman düşmanlığının gereğini yapıyor hepsi bu.
7
Komünist Zemin Bundan dolayıdır ki Irak’da, Kürdistan’da ve Filistin’de kınanması gereken işgalci güçler değildir. Kınaması gereken ne İsrail devleti, ne Türk devleti, ne ABD, ne AB ne de BM’dir. Eğer bu noktada kınanması gereken birileri varsa ki vardır, bunlar, bir yandan eli kanlı bu devletlerden medet uman, diğer yandan da yaşamları işgal altında olan halkların dostu olduklarını iddia eden kesimlerdir. Bütün bu belirlemeleri yaptıktan sonra AKP’nin hilekârlığına gelebiliriz. AKP Hilekârdır Yedi yıllık AKP iktidarı döneminde İsrail’le yapılan sayısız anlaşma mevcuttur. Bu konuda çok uzağa gitmeye gerek yoktur. Yıl 2008, aylardan Aralık; İsrail Gazze’ye topyekûn saldırı başlatmış; ölü sayısı yüzlü rakamlarla ifade ediliyor ve İsrail Gazze’ye saldırmadan bir gün önce Türkiye İsrail’le 167 milyon dolarlık silah anlaşması imzalıyor.
Gazze’ye yönelik İsrail saldırıları devam ederken, haliyle hükümete, İsrail ile yapılan bu anlaşmanın iptal edilip edilmeyeceği soruluyor ve hükümet adına Cemil Çiçek cevap veriyor: “İsrail’in Gazze’ye yönelik devam eden saldırıları ile bu konu arasında bir bağlantı kurulmaması gerekir.” 2009 yılı itibariyle bakıldığında, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret 2,5 milyar dolar civarındadır. Keza sırf Gazze’nin İsrail tarafından abluka altına alındığı 2006 yılını esas alacak olsak bile, bu süre zarfında AKP iktidardadır ve bu süre içinde Türkiye ile İsrail arasında ortak askeri tatbikatlar, istihbarat alış verişi, silah ticareti gibi bir yığın ilişkinin olduğunu görürüz.
8
Şimdi sormak gerekiyor, Türk devletinin, dolayısıyla da “müslüman” AKP’nin, Gazze için hayırlı bir şey yapabilmesi mümkün müdür? Bu devletin ve onun hükümetinin takipçisi olan güruhun Gazzeliler için gözyaşı dökebilmesi mümkün müdür? Hem İsrail devletiyle bu kadar yakın ilişkiler kurup, hem de Filistinliler ile aynı safta olabilmek mümkün değildir. Bu hilekârlıktır ve dökülen gözyaşları timsah gözyaşlarıdır. Artık sormanın zamanıdır; AKP iktidarının Gazze’ye uygulanan İsrail ambargosu sürecince, “Biz bu ambargoyu tanımıyoruz ve Gazze halkıyla dayanışmamızı sürdürmek adına hiçbir şeyi yapmaktan geri durmayatüründen yaptığı açıklamalar cağız” AKP’nin ve dolayısıyla burjuva siyasetinin ikiyüzlülüğünden başka neyi açıklar. Tabii ki AKP’nin İsrail ambargosuna dair lâfzî düzeyde bu tür açıklamaları olmuştur, ama bu açıklamaların tamamı AKP nezdinde burjuva politikaların ikiyüzlülüğünden başka bir şeyin kanıtı olamaz. Örneğin; AKP’nin başını çektiği heyet Mısır ve Ürdün gibi ülkelere giderek “Bölgedeki barışı asıl tehdit eden güç İsrail’dir” demek yerine, Mısır üzerinden Gazze’yi ziyaret etmeyi neden denememiştir? Ya da bu soruyu başka türlü soralım. Benzer bir yardım filosu da birkaç ay önce Mısır üzerinden Gazze’ye gitmişti ve ölen birleri olmasa da, aynı İsrail gibi Mısır da yardım götüren insanlara saldırmış ve yardımın Gazze’ye girişini engellemek için elinden geleni yapmıştı. Peki, Erdoğan, İsrail’e karşı yağmasa da gürlerken, neden aynı hiddeti Mısır’a karşı göstermedi; örneğin Büyükelçisini neden geri çağırmadı? O Mısır devleti ki, İsrail devleti Filistinlilerin etrafına 7 metre yüksekliğinde yukarıya doğru beton duvar örüyorken, Mısır da 18 metre derinliğinde, 11 km uzunluğunda aşağıya doğru çelik duvar örüyor. Sahi, neden aynı şov Mısır’a karşı yapılmıyor? Nedeni açık, çünkü Erdoğan Mısır üzerinden hem bölgede hem de ülke içinde prim yapamayacağını biliyordu da ondan. Yani Mısır düşmanlığı yaparak İslami kesimleri kandıramaz ve destek alamazdı. Bir soru daha sormak gerekiyor; Mısır üzerinden giden filoda 5 AKP milletvekili bulunuyorken, İsrail’in saldırısına uğrayan yardım filosunda neden AKP’li vekiller yoktu? Nedeni açık, çünkü olacaklar biliniyordu, dolayısıyla da AKP milletvekilleri orada olmuş olsalardı, bu durumda muhatap, yani
Komünist Zemin ambargoyu delmek isteyen hükümet olmuş olacaktı. AKP ise bunu ne yapmak istedi, ne de yapabilirdi. Tam da bu noktada hilekârlık devreye sokuldu, eğer her şey planlandığı gibi giderse, puanları AKP toplayacaktı, olur da işler yolunda gitmez ise, bu durumda fatura hükümete çıkarılamayacaktı. Tam da böyle oldu, her şey AKP’nin planladığı gibi yürüdü ve AKP ihtiyacı olan puanları topladı. Peki, o hal de bir ya da iki yıl önce değil de neden şimdi? AKP, bir bakıma ANAP’ın iktidar olduğu 1983 yılı dönemine benzeyen bir dönemde onun bir versiyonu gibi siyaset sahnesine çıkmıştır. Dayandığı dinamikler ve stratejik hedefleri bakımından farklılıklara sahip olsa da, AKP de tıpkı ANAP gibi her kesime mavi boncuk dağıtmış, toplumdaki farklılıkları bulanıklaştırmaya çalışmıştır; onun da iddiası tıpkı ANAP gibi, “herkesin partisi olmak” idi. AKP Kürtlere, Alevilere, AB’ci kesimlere, Romanlara, işsizlere, işçilere, evsizlere, işverenlere ve dolayısıyla nerdeyse her toplumsal kesime umut dağıtarak ve toplumun yarısını bu yalanlara inandırarak iktidar oldu. İktidarının ilk dört yılında, birçok adım attı, ezilenlerin sırtından oluşturulan bütçeden para pompalayarak birçok alanı sübvanse etti ve oylarını aldığı kesimlerin umutlarını iyice pekiştirdi. Toplum, neredeyse tarihinin en büyük yanılsamasının esiri olmuş, AKP’nin sihrine inanmış durumdaydı. Hâlbuki Türkiye gibi üretici olmayan, ithalatı ile ihracatı arasında kapanmaz uçurumlar olan, altın rezervleri ve petrolü olmayan, teknoloji üretemeyen bir ülkenin, herkesi şu veya bu ölçüde memnun edebilmesi mümkün değildi. Bu, eşyanın tabiatına aykırı bir durumdu, ama çoğunluğun bunu umursadığı yoktu. AKP ise bütün yatırımlarını ikinci dönem iktidarı için yapıyordu. AKP’nin sahneye koyduğu oyunun birinci perdesi tam da AKP’nin istediği gibi son bulmuştu. Derken yeniden seçimler oldu ve AKP bu seçimlerden de büyük bir başarıyla çıktı.
AKP, artık daha fazla oyun oynayabilme şansına sahip değildi ve dağıttığı mavi boncukları bir bir geri toplamaya başladı. Önce Kürtlerle köprüleri attı, peşinden sendikaları ve işçi sınıfı içindeki desteğini yitirdi. İslami kesimler içinde ciddi bir prestij kaybına uğradı. Öyle ki, “Başörtü namustur” dedikleri halde, bu konuda bile bir ısrar gösteremedi. Sonuçta öyle bir noktaya gelindi ki, AKP, ayağının altındaki zemini kaybettiğini ve bir dönem daha tek başına iktidar olamayacağını; bu durumda da seçimlerden birinci parti olarak çıksa bile, tek başına hükümet kuramayacağını anladı. Tek başına hükümet olamayan bir AKP’nin, tam olarak ANAP gibi olmasa bile, hızla eriyeceği muhakkaktır. AKP, çekirdeği itibariyle her ne kadar bir kadro hareketi, bir misyon hareketi olsa da, aynı zamanda da iktidar olmaktan rant elde edenlerin, iktidar etrafına kümelenerek rant elde etmek isteyenlerin partisidir. AKP’nin iktidarı kaybetmesi tek başına ele alındığında bu o kadar ürkütücü görünmeyebilir. Ama mesele bundan ibaret değildir. Çünkü AKP ve temsil ettiği kesimler aynı zamanda devletin asıl sahipleri ile de rövanşı kaçınılmaz olan bir hesaplaşma içindedir. Dolayısıyla AKP gibi bir parti geri çekilirken bile kendi güvenliğini almak zorundadır. Bütün bu hesaplardan dolayıdır ki, özellikle CHP Kurultayı’nda Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçilmesi ve CHP’nin yeni sürecin aktörü olarak hazırlanmasıyla birlikte AKP, artık bir seçim partisidir. Ve atacağı her adım buna dönük olacaktır. AKP, kavga ettiği kesimlerle yeniden ilişki kurmaya, onların öfkesini yatıştırmaya, en azından bir kısmını yeniden kazanmaya çalışmaktadır. Bundan dolayıdır ki Taksim 1 Mayıs Alanı’nı sendikalara ve işçi sınıfına bir anda açılıvermiştir. 23 Mayıs tarihinde toplanan CHP Kurultayı toplanırken, 24 Mayıs tarihinde Abdullah Gül’ün Kazakistan yolculuğu esnasında, “En önemli mesele Kürt meselesidir” demesi bundandır. AKP’nin asıl dayandığı dinamik olan İslami çevreleri kazanmak için yardım filosu hilekârlığı da bundandır. Bundan dolayıdır ki AKP, bir yıl önce yapmadığını bugün yapmıştır. Yoksa Gazze halkı dün de AKP’nin umurunda değildi, bugün de umurunda değildir.
9
Komünist Zemin Müslüman Türkler Üzerine Ara Bir Not
hareketin genel karakterini değiştirmeye yetecek bir durum değildir.
“Filistin’e Yardım Filosu”na İsrail tarafından saldırı düzenlendiği an itibariyle oldukça organize bir güç olarak Türkiye’nin Müslümanları da sokaktaki yerini almış oldu. Sokağa çıkmış olan bu hareket ilk bakışta oldukça etkileyici olsa da, gerek Filistin halkıyla dayanışma merkezli söylemi bakımından, gerekse de İslami kimliği bakımından mutlaka sorgulanmak zorundadır. Tabii ki bu sokak hareketine katılmış bir yığın samimi ve Filistin halkının yaşadığı zulmü hisseden insanlar da mevcuttur, ama genel olarak hareketi bu biçimde değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü bu hareket, eğer Filistin meselesi karşısında duyarlı olmuş olsaydı, gerek AKP hükümetinin, gerekse de AKP öncesi olan hükümetlerin İsrail devletiyle o kadar kolay askeri ve ticari anlaşmalar yapabilmesi mümkün olmazdı. Ne gariptir ki bu kitleler, İsrail işbirlikçisi hükümetleri kendi oylarıyla seçtikleri gibi, bu hükümetlerin İsrail’le yaptıkları anlaşmalara da hiçbir tepki göstermemiştir.
Bu Süreç Karşısında Sosyalist Hareketin Önemli bir kesiminin Utanç Vesilesi Olarak Tarihe Geçecek Tutumu Üzerine Bu süreç daha net göstermiştir ki sosyalist hareket, belki de tarihi boyunca en dibe vurduğu, ideolojik ve politik bakımdan devrimci mirasının çok gerilerine düştüğü ölümcül bir dönemden geçmektedir. İsrail devletinin “Filistin’e Yardım Filosu”na saldırısı karşısında sosyalist hareketin önemli bir kısmının göstermiş olduğu tepki, muhakkaktır ki sosyalizm hareketinin tarihinde bir utanç vesilesi olarak hak ettiği yeri alacaktır. Sosyalist hareket adına yapılan açıklamaların altında açıklamayı yapan örgütlerin imzaları olmamış olsa, bu açıklamaları CHP ve hatta MHP vb. gibi düzen partilerinin yapmış olabileceklerini düşünmek pekâlâ mümkün olabilirdi, ama ne yazıktır ki böyle değil. Sosyalist hareket adına yapılan açıklamalardan birkaç örneğe göz atmak, durumun vahameti açısından önemlidir: “Savaş gemilerini yollayın, yardım gemilerini İsrail’den geri alın! Gazze halkına yardımı savaş gemilerinin korumasında iletin! İsrail’le bütün askeri anlaşmalar yırtılsın, ilişkiler derhal askıya alınsın!” (Devrimci İşçi Partisi Girişimi, 31 Mayıs 2010)
Bu hareketin İslami açıdan Filistin davası karşısında duyarlı olduğu da söylenemez, çünkü önemli bir kısmı müslüman olan Kürtler katledilirken, yurtlarından sürülürken, Kürtlerin köyleri ve mezraları yakılıpyıkılırken ve Türk devleti tarafından Kürtler abluka altına alınmışken bu coğrafyanın müslüman Türkleri bırakın Kürtlerden yana olmayı, devlet güçleriyle birlikte Kürt avına çıkmakta bir sakınca görmemişlerdir. Dolayısıyla da bu sokak hareketinin ne İslami söylemi ne de Filistin halkıyla dayanışma gösterileri samimidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, mutlaka samimi olan insanlar da bu hareket içinde yer almışlardır ama bu ayrıntının varlığı,
10
“İsrail'in Türkiye'deki diplomatik misyonunun derhal sınır dışı edilmesini… İsrail ile yapılmış tüm askeri anlaşmaların derhal iptal edilmesini, İsrail ile yapılmış gizli anlaşmaların iptal edilerek, kamuoyuna açıklanmasını, her türlü uluslararası platformda bu saldırının hesabının sorulmasını talep ediyoruz.” (TKP) “İsrail’den bütün diplomatik misyonumuz geri çağrılmalı, İsrail ile yapılan bütün askeri antlaşmalar iptal edilmeli, İsrail’e saldırgan siyasetinden vazgeçene kadar ambargo uygulanmalı, BM Güvenlik Konseyi derhal toplantıya çağrılarak İsrail’i dizginleyecek kararın alınması sağlanmalı” (EMEP) Sosyalist hareketin kimi kesimlerinin bu açıklamalarından da anlaşıldığı gibi, açıkça “Devlet Başa” çağrılmaktadır.
Komünist Zemin Bu açıklamaların tamamının dayandığı anlayış ise, esasen, bundan 96 yıl evvel 1914 yılında I. Emperyalist Topyekûn Savaş esnasında başında Kautsky’nin bulunduğu SPD’nin Alman devletinin savaş bütçesini onaylayan ulusalcı tutumundur. O dönem, Kautsky’nin bu anlayışı Lenin tarafından mahkûm edilmiş ve o tarihten itibaren de uluslararası komünist hareket Lenin’in bu tutumunu komünist geleneğin bir ilkesi ve gerisine düşmeyeceği devrimci bir miras olarak benimsemişti. Bugün görüyoruz ki, kendilerini komünist ve Leninist olarak ifade etseler de devrimci saflar içinde Kautskyci gelenek kendini sürdürmekte ve Kautskyler kendilerine yer bulabilmektedirler. Bugün, komünizmin değerlerine bağlı komünistlerin en başlıca görevlerinden birisi, devrimci saflara sirayet etmiş ve sosyalizm hareketi açısından ancak bir utanç vesilesi olabilecek bu anlayışı teşhir ve mahkûm etmektir. Ancak bu yapıldıktan sonra İsrail devletinin ve Türk devletinin teşhiri doğru bir zemine oturtulabilir. O halde ne Yapmalı? Sosyalist hareketin yapması gerekenin, bu süreç karşısında devrimci bir tutum belirleyerek, bu devrimci tutum üzerinden devrimci bir hat örgütlemek olduğu muhakkaktır. En başta da belirttiğimiz gibi Filistin davası AKP için, gerek içeride gerekse de dışarıda yürütmekte olduğu egemenlik savaşının bir aracı olmaktan öte bir şey ifade etmemektedir. AKP’nin perdelemeye çalıştığı bu durumu iyice açık edebilmek için, yapılması gereken AKP’yi göreve çağırmak değil, AKP’nin oyununu açık etmektir. Şurası kesindir ki, Filistin meselesinde devrimci bir duruşa sahip olabilmenin yolu, kendisi de İsrail devleti gibi ırkçı ve işgalci olan ve Filistin meselesi üzerinden kendisini temize çekmek isteyen Türk devletini göreve çağırmak olamaz.
Öyleyse ilk iş, sosyalist saflara sirayet etmiş ve devrimci olmayan bu anlayışı mahkûm etmek olmalıdır. Filistin ve Siyonist İsrail meselesinde devrimci bir tutum belirleyebilmenin bir başka olmazsa olmazı, Türk devleti ve Türk ırkçılarıyla aynı kulvarda olmamak ve bu güçlerle araya kırmızı kalın çizgiler çekmektir. Zira bu yapılmadığı taktirde ne Filistin davasına doğru bir zeminden bakabilmek, nede Filistin davasının egemen ve ırkçı güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulabilmesine devrimci bir katkı sunabilmek mümkündür. Yapılması gereken bir başka şey ise, İsrail’e karşı sokaklara dökülen kitlelerin tepkisini doğru bir zemine oturtmak ve kitleler ile araya doğru bir mesafe konulmalıdır. Zira bu kitlesel gösteriler karakter olarak ırkçıdır ve samimiyetten uzaktır. Ama bu kitle gösterilerine katılan topluluklar üzerindeki resmi ideolojik söylemi ve kitlelerin sosyalizasyonlarının temel elementlerinden biri olan ırkçılığın kırılması için de çetin bir mücadelenin yürütülmesi kaçınılmazdır. Bunu yapmanın yolu ise, bu gösterilerin bir parçası olmak ya da bu gösterileri selamlamak değildir. Eğer bu topluluk kendi içinde yer alacak farklılıkları da hazmedecek bir kültüre sahip olsaydı, bu durumda, bayrakları karıştırmadan, bizzat bu kitle eylemlerinin içinde yer alıp, bizzat içeriden bir mücadele yürütmek mümkün olabilirdi. Ama linç kültürünü kendi amentüsü olarak bayrak edinmiş bir toplumda bunu yapmak mümkün değildir.Dolayısıyla da devrimci hareketin ayrı bir cephe oluşturarak ve sabırla bir başka direnç oluşturmaktan başka seçeneği yoktur.
11
Komünist Zemin
TKP’nin 90. Kuruluş Yılı Vesilesiyle Fikret Başkaya ile TKP ve “Misak-i Millici Sosyalizm” Üzerine Bir Söyleşi Komünist Zemin: TKP’nin 90. Kuruluş yılı vesilesiyle sizinle bu söyleşiye başlarken, belki de en son sormamız gereken soruyu en başta sormak istiyoruz ve bu vesileyle hem kendi kanaatimizi sizinle paylaşmak, hem de sizin bu konudaki değerlendirmenizi öğrenmek istiyoruz. Bizim kanaatimizce TKP, dünya devriminin ve bu coğrafyadaki sınıf savaşının ihtiyacının bir sonucu ve ürünü olarak değil de, 1917 Ekim Devrimi’nin, daha doğrusu Sovyet Devleti’nin stratejik ve taktik ihtiyaçlarının bir sonucu olarak Bolşevikler tarafından Mustafa Suphi ve arkadaşlarına talimat yoluyla kurdurulmuştur. Yine bizim kanaatimizce, nasıl ki 1–8 Eylül 1920 tarihleri arasında Bakü’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Üçüncü Enternasyonal’in II. kongresi’ne damgasını vuran “Devrimin odağı Doğu’ya, Ezilen Dünya’ya kaymıştır” anlayışının bir sonucu olarak örgütlenmişti ise, aynı şekilde Doğu Halkları Kurultayı’nın hemen ertesinde kurulan TKP’de bu anlayışa hizmet etmesi maksadıyla kurdurulmuştur. Sizin, gerek TKP’nin ortaya çıkış gerekçesine, gerekse de bizim bu sürece ilişkin kanaatimize ilişkin düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Fikret Başkaya: Kesin olan bir şey varsa, Üçünücü Enternasyonal [Komintern] daha baştan bürokratik bir örgüt olarak kuruldu, köklü bir ‘Avrupa-merkezli’ ideolojik yabancılaşmayla mâlûldü, ‘ulusal’ seksiyonların kuruluşu sosyalist-komünist bir örgüte uygun olmayan bir tarzda, Moskova’nın uzantıları ve Moskova’ya bağlı partiler olarak ‘merkezde’ kuruldular, velhasıl sakat doğum söz konusuydu. Oysa dünya devrimi iddiası ve perspektifiyle sahneye çıkan bir enternasyonalin böyle kurulmaması gerekirdi. Diğer seksiyonlar için geçerli olan durum, Türkiye seksiyonu [TKP] için de aynı şekilde geçerliydi.
12
Elbette güçlü bir sınıf mücadelesi geleneği olan Batı Avrupa ülkeleriyle Türkiye gibi emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkeler arasında ayrım yapmak gerekir... Zira, oradaki komünist partilerinin bir kitle tabanı vardı. Türkiye gibi dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde öyle bir şey de yoktu... Devrim Batı Avrupa’dan bekleniyordu, hesap ona göre yapılmıştı. Beklenti boşa çıkınca, Doğuya ânî bir dönüş yapıldı ama Avrupa-merkezli Komintern solu bu işe kerhen girişmişti, hiçbir zaman Doğudaki devrime inanmadılar. Bunun öyle olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmeyecekti. Mesela Komintern’in III. kongre’sinde II. kongre’deki hava yoktu... Avrupa-merkezli sol aslına rücû etmişti... Nitekim III. kongre’de Hindistan delegesi Roy’un tepkisi II. kongre’de alınan kararların seyirciyi oyalama amaçlı ve samimiyetsiz oluşunaydı... Sömürge ve yarı-sömürgelerden gelen delegeler nerdeyse konuşturulmamıştı... Sizin tespitinizin genel bir çerçevede doğru olduğunu söylemek mümkündür. TKP Sovyet Devleti’nin bekasına hizmet etmek üzere kuruldu ve kuruluş amacından da hiç bir zaman sapmadı. Kemalist otokrasinin ve bürokratik Sovyetler Birliği’nin yedeğinde bir örgüt olarak varoldu. Hiç bir zaman ‘bağımsız’ bir varlık gösteremedi... Komünist Zemin: Bilindiği gibi Mustafa Suphi ve arkadaşları, Rusya’da sürgün yaşadıkları süre zarfında, Pantürkizm ülküsüne bağlı İttihatçı kadroların bir kolu olarak faaliyet yürütmüşlerdir. Bu anlamda gerek Mustafa Kemal’e Mustafa Suphi ve Ethem Nejat imzalı gönderilen mektuplar, gerekse de Bakü’deki TKP temsilciliklerinin Zeki Velid gibi Pantürkizm’in lider kadrolarınca bir üs olarak kullanılmış olması TKP ile İttihatçı kadrolar arasındaki ülküdaşlığı anlamak bakımından oldukça önemlidir.
Komünist Zemin İlişkiler o denli organik görünmektedir ki, Mustafa Suphi ve arkadaşları tarafından örgütlenen kadrolar savaşmak üzere Kemalistlerin emrine gönderilmekte, Sovyet Devleti’nden silah ve para sağlanarak bunlar Kemalistlere aktarılmaktadır. Bununla da kalınmayarak, özellikle 1915 Ermeni katliamı dolayısıyla Rusya’da oluşan olumsuz Türk imajının ortadan kalkması için yoğun bir çalışma yapılmış ve Mustafa Suphi’nin Mustafa Kemal’e yazdığı gibi, ”Tarafımızdan da vaki olan bu tebligat efkâr-ı umumiyeye hüsn-ü tesir olmalı ki, Türklerin barbarlıkları hakkında eskiden beri mutad olan propagandalar be sefer baş göstermemiştir.” Bütün bunlar bir araya getirildiğinde ortaya çıkan sonuç şudur: Mustafa Suphi ve Arkadaşları her ne kadar kendilerini “komünist”, kurdukları partiyi de “Komünist Partisi” olarak tanımlamış olsalar da, gerçek durum bu değildir. Mustafa Suphi ve arkadaşları nasıl ki başlangıçta Jön Türk idiyseler, öldürüldükleri güne kadar da Jön Türk olarak kalmaya devam ettiler. Bu bağlamda onların kurmuş oldukları TKP’de, dünya devriminin bir örgütü olmaktan ziyade, özellikle 19. yüzyılda Avrupa’da yükselen bir değer olarak sahne alan Meşrutiyetçi ve Cumhuriyetçi akımların bir uzantısı olan Jön Türk Hareketi’nin bir örgütü olmaya daha yakındır. Tam da bundan dolayıdır ki TKP, kendi tarihi boyunca her daim Cumhuriyetçi ve Misak-i Millici olmakta ısrar etmiştir. TPK için 1920’de esas olan Misak-i Milli idi, bugün de bu geleneğe bağlı olan ve bu geleneğin takipçisi olduğu iddiasını taşıyan çevreler için de esas olan budur. Sizin, gerek bizim bu yaklaşımımıza ilişkin, gerekse de Mustafa Suphi ve TKP meselesine ilişkin değerlendirmenizi alabilir miyiz? Fikret Başkaya: TKP yöneticilerinin Milli Mücadele’ye yaklaşımları komünist bir partiye yakışan bir yaklaşım değildi. Milli Mücadele, mülk sahibi sınıfların varlığını ve servetini korumak ve büyütmek üzere ortaya çıkmıştı. Komünist olduğunu söyleyen ve ezilen ve sömürülen sınıfların kurtuluşu için mücadele etmesi gereken bir komünist partinin o harekete katılması, onu desteklemesi tam bir aymazlık olabilirdi.
Kiminle çuvala girdiğinizi bilmeniz gerekmiyor mu? Aslında TKP kurucuları sizin de belirttiğiniz gibi, Sovyet Devrim‘inin rüzgârıyla ‘sola’ temayül etmiş Jön Türk’lerdi. Dolayısıyla İttihat ve Terakki zihniyetinden bir kopuş söz konusu değildi. İster Milli Mücadele yıllarındaki, isterse devletin adının cumhuriyet olarak değiştirildiği dönem sonrasındaki yaklaşımları bunun öyle olduğunu defalarca gösterdi. Sovyet devletinin ve Kemalist rejimin çıkarlarıyla uyumlanmış bir parti söz konusuydu. Eğer Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürülmemiş olsalardı, Milli Mücadele’ye katılmaları mümkün olsaydı, zaten TKP’nin varlık nedeni de ortadan kalkardı... Böyle bir komünist partisi olabilir mi? Bence sorun daha kuruluş aşamasında başlıyor ve bir kere yanlış bir temel üzerinde kurulunca da olumsuzluk devam edip gidiyor. Komünist Zemin: Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ‘Anadolu’ya geçiş kararlarını ve daha sonra katledilmelerini nasıl değerlendirdiğinizi öğrenebilir miyiz? Mustafa Suphi ve arkadaşlarını yola çıkaran neydi? Neden katledildiler? Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Mustafa Suphi ve arkadaşlarını, onlar aracılığıyla Sovyetlerden aldıkları siyasi ve lojistik desteğe rağmen katletmeye iten şey neydi? Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi İttihatçı kadroların bir iç çatışmasının sonucu mudur? Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesinin nedeni, antikomünist karaktere sahip İttihatçı gelenekten olan kadroların üzerinde hemfikir oldukları bir durum mudur? Mustafa Kemal ve diğer ittihatçı kadroların Batılı emperyalist ülkelerle yakın işbirliği arayışları ve Batılı emperyalist devletler tarafından kabul görme çabaları, Sovyetler Birliği ile olan çıkar ilişkilerinin kesilmesini, dolayısıyla da bu ilişkinin ortak referansı olarak kabul edilen Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesini gerektirdiği için mi bu katliam gerçekleştirilmiştir? Fikret Başkaya: Dönemin Sovyet yöneticilerinin temel kaygısı Sovyet devletinin ‘güvenliğiydi’. Sovyet devletinin güvenliğine hizmet eden her şey muteber sayılıyordu. Milli Mücadele hareketi ve lideri Mustafa Kemal’le ilişkileri bu çerçevede yürüyordu.
13
Komünist Zemin Mustafa Kemal de ikili oynuyordu. Emperyalistlere ‘üzerimize daha fazla gelirseniz, rotayı Sovyetlere çeviririz’ diyordu. Sovyet yöneticilerine de ‘bize yardım etmezseniz kuşatma tamamlanır’ diyordu. Fakat önemli bir şey daha vardı. Sovyetlerin İngilizlerle yaptığı antlaşma Sovyetler Birliği’nin devletten devlete ilişkiye girmesi demekti. Hem bu tür anlaşmalar yapıp hem de komünist hareketleri desteklemek mümkün olmazdı. Benzer bir durum Türkiye-Sovyetler Birliği için de geçerliydi. O zaman şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer TKP liderleri, Mustafa Suphi ve arkadaşları son tahlilide İttihatçılarla aralarına bir sınır koymamışlardıysa -ki yazışmalar ve harekete katılma talepleri bağımsız hareket etme niyeti olmadığını gösteriyor– neden hunharca katledildiler. Bu sorunun cevabı ‘Milli Mücadele’ hareketinin sınıfsal karakterine bakılarak verilebilir. Milli Mücadele hareketi demek, halk düşmanı bir ittifak demekti ve öyle bir ittifakın komünizm düşmanlığı anlaşılır bir şeydir. Onun için detaylara hapsolmamak gerekir. Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının, Ermeni ve Rum mallarını yağmalayarak zenginliğini hızla artıran kesimin komünizmin, sosyal eşitliğin, vb. adına bile tahammülü yoktu ve olamazdı. Bence Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi ittihatçıların bir iç çatışmasının değil, Milli Mücadele’nin gerçek patronlarının marifetiydi. Civcivi yumurtadayken ezme tercihi yapılmıştı... Komünist Zemin: Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, ufku batılılaşma ve yönü kapitalistleşme olan İttihatçılara yakın durma çabalarını, dahası kendi yaşamlarının da katledilmesiyle sonuçlanacak olan sınıf düşmanlarıyla ittifak arayışlarının sebeplerini, bu sebeplerin dayandığı siyasal anlayışlarını siz nasıl açıklıyorsunuz? Mustafa Suphi ve arkadaşlarının mensubu oldukları TKP’nin Komintern’e üye bir parti olması sebebiyle, Kemalistlere yakın durma, onlara destek olma ve onlarla ittifak yapma yönelişleri kendi tercihleri miydi, yoksa bu bir Komintern politikası mıydı? Fikret Başkaya: İttihatçılarla TKP çevresinin ‘nasıl bir toplum’, ‘nasıl bir rejim’ kurulacak sorusuna verdikleri cevap veya perspektifler arasındaki fark, sanıldığından çok daha azdı. Sanıyorum sorunun kritik olan yanı da budur.
14
Her ikisi de modernleşmeci-kalkınmacıilerlemeciydi ve bu yolun sonu kapitalizmden başka bir yere çıkmazdı... Zaten Sovyetler Birliği de ‘farklı bir şey’ yapmayı akıl etmiyordu. Batıyı yakalama perspektifine kilitlenilmişti. Buradan farklı bir şey çıkmazdı, sosyalizme, komünizme giden yol bu yol olamazdı ve olmadığı görüldü. Sovyetler Batı’yı yakalamak isterken, Kemalistler de ‘muasır medeniyet seviyesi’nin üstüne çıkmak istiyordu. Dolayısıyla Mustafa Suphi çevresi ve TKP zaten Kemalistlerden farklı bir paradigmaya sahip değillerdi. Fark söylemdeydi sadece... Bu yüzden benimsedikleri yaklaşımın ‘kendi tercihleri’ veya onları diplomatik bir manipülasyon aracı olarak gören Sovyetlerin ‘reel politika’ gereği olması o kadar önemli değildir... Fakat son tahlilde belirleyici olanın Komintern olduğunu söylemek mümkün. Aynı şey başka yerlerdeki komünist partileri için de aynı şekilde geçerlidir... Sizin de ifade ettiğiniz gibi, Komintern’in seksiyonları olan komünist partilerinin asıl misyonu, kendi ülkelerinde, bölgelerinde devrim yapmak değil, Sovyetler Birliği’nin varlığının korunmasıydı. Sovyetler Birliği’nin her yaptığını alkışlayan, resmigeçitlerde boy gösteren bu partilerin devrim diye bir derdi olabilir miydi? Komünist Zemin: Komintern tarafından kararlaştırılan ve 1920’de Bakü’de yapılan “Birinci Doğu Halkları Kurultayı” ve yine Komintern tarafından aynı tarihte kurdurulan TKP, sizce hangi ihtiyacın ürünü olarak vuku bulmuştur? Komintern’i bu iki girişimde bulunmaya iten nedenler nelerdi? Fikret Başkaya: Biliyorsunuz, Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı 1–8 Eylül 1920’de toplandı. Aynı tarihlerde TKP’nin kurulmasıyla yakından ilgisi var. Her ikisi de ‘emperyalist Batı’ya ‘yalnız değiliz, bundan böyle arkamızda ‘doğu halkları’ var’ demeye geliyordu ve Sovyetlerin kuşatmadan kurtulmasının bir aracı olarak görülüyordu. Bir çeşit diplomatik manevra olarak da görülebilir. Eylül 1920’de Doğu Halkları Kurultayı’nın toplanmasından yaklaşık 6 ay sonra 1921 Martı’nda İngiliz-Sovyet Ticaret Anlaşması imzalandı. Benzer anlaşmalar Türkiye ve İran’la da yapıldı... Bu anlaşmalar hem Doğu Halkları Kurultayı’nın bir daha neden toplanamadığını, hem de devamının neden getirilemediğini açıklıyor.
Komünist Zemin O anlaşmalardan sonra Sovyetler Birliği’nin Doğu’da olsun, Batı’da olsun komünist hareketleri desteklemesi artık mümkün değildi. İngiliz–Sovyet Ticaret Anlaşması’nda ‘Sovyetlerin ilgili ülkelerden elini çekeceği’ sözü veriliyordu... Böyle bir durumda dünya devrimi sadece bir retorik olarak kalabilirdi, maalesef öyle de oldu. Eğer olup-bitenlerin ne anlama geldiği gerçekten merak ediliyorsa, bu ancak Sovyet Resmi İdeolojisi’nin dışında bağımsız bir yaklaşımla mümkün olabilirdi... Komünist Zemin: Son bir sorumuz daha olacak. Bilindiği gibi sosyalist harekete egemen olan genel anlayışa göre iki ayrı TKP söz konusudur. Bir, Mustafa Suphi’nin başında olduğu TKP –ki, bu TKP komünist olarak kabul edilir-; iki, Şefik Hüsnü sonrası TPK –ki, bu tarih sonrası TKP komünist olarak kabul edilmez ve kimilerine göre revizyonist, kimilerine göre ise karşı devrimci bir TKP söz konusudur. Ama gerek TPK’nin bütün bir tarihine sahip çıkanların, gerekse de TKP’nin Mustafa Suphi dönemine sahip çıkanların üzerinde anlaştıkları zemin ise, Mustafa Suphi’dir. Her iki kesim için de Mustafa Suphi ortak referans durumundadır. Ve bu çevrelere göre, Mustafa Suphi anlaşılmadan hiçbir şeyi anlamak mümkün değildir. Bizim bu konudaki düşüncemiz ise, Mustafa Suphi’den günümüze kadar, yani 90 yıllık TPK tarihi boyunca TKP’yi TKP yapan temel anlayış hep aynı kalmıştır, dolayısıyla da bir süreklilik mevcuttur. Dolayısıyla da Mustafa Suphi çizgisi reddedilmeden bugünkü TKP ve Misak-i Millici Sol anlayış aşılamaz.
Sizin bu konudaki değerlendirmenizi alabilir miyiz? Fikret Başkaya: Galiba Mustafa Suphi’nin özel bir yere sahip olmasının ve TKP geleneğinde özel bir muameleye tâbi tutulmasının nedeni onun trajik ölümüdür. Haklı olarak işe duygusal unsur dahil oluyor ve bu anlaşılır bir şey. Anlaşılır bir şey ama her şeye rağmen itibar edilmesi gereken bir yaklaşım da olmaması gerekiyor. Bence Mustafa Suphi ile Şefik Hüsnü geleneği arasında ideolojik bir fark yoktu. Sorun daha kuruluş aşamasında ve kuruluşun modalitesiyle başlıyordu ve devam etti. Sizin de söylediğiniz gibi geçerli anlayış değişmeden bu günlere kadar gelindi. XXI’inci yüzyılın başında hâlâ eskide saplanıp kalmanın bir kıymet-i harbiyesi olamaz. Avrupa-merkezli, modernleşmeciilerlemeci-kalkınmacı sol, kapitalizme bir alternatif oluşturamazdı. Nitekim oluşturamadı... Eğer kapitalist barbarlık insanlığı ve uygarlığı yok etmeden bir şeyler yapılacaksa, bu XIX. ve XX. yüzyıl sosyalizmlerinin ikircikli olmayan, radikal bir eleştirisi temelinde mümkün olabilir... Herkes kendi ‘haklılığını’ kanıtlamak için gerekçeler uydurma peşinde... Oysa paradigmayı sorgulamak gerekiyor... Geçmişi yüceltmenin bir alemi yok... Komünist Zemin: Sevgili Fikret Başkaya, bize zaman ayırıp, görüşlerinizi bizimle ve okuyucularımızla paylaştığınız için teşekkür ederiz. Fikret Başkaya: Ben de teşekkür ediyorum... Mayıs 2010
15
Komünist Zemin
1 Mayıs 2010; Taksim Meydanı’na “Giriş” İşçi Sınıfının, Sendikaların ve Devrimci Güçlerin Zaferi mi, Uluslararası Kapitalist Sistemin Bir Parçası olan Rejimin Dönemsel İhtiyacının Zorunlu Bir Sonucu mu? Devlet güçlerinin saldırısıyla 37 işçinin ve devrimcinin katledildiği kanlı 1 Mayıs 1977’den bugüne 33 yıl, yasaklandığı 1978’den bugüne ise geçen 32 yıl aradan sonra işçiler ve emekçiler, sendikalar ve devrimci güçler 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na “girdi”.
Biz, sendikaların ve devrimci güçlerin 1 Mayıs’a dair tutumlarında ve değerlendirmelerinde sorunlu bulduğumuz iki noktayı bu vesileyle bir kez daha tartışacağız. Birincisi; sendikaların tamamında ve devrimci güçlerin büyük çoğunluğunda hakim olan anlayış 1 Mayıs’ın bir bayram günü olarak kabul ediliyor olması, tüm söylemlerin, taleplerin ve mücadelenin buna uygun olarak üretiliyor olmasıdır. Zira 1 Mayıs bir bayram günü olarak kabul edilince söylemler de talepler de mağdur edebiyatı üzerinden şekillendirilmektedir. İşçilerin ekonomik çıkarları ve kısmen de olsa sosyal taleplerini kendine iş edinen, dahası alanı bunlarla sınırlı olan, aslında birer uzlaşma örgütü olan ve kendisi de bir işveren olan sendikaların 1 Mayıs’ın bayram olduğu yönündeki anlayışı ve tutumu bir çelişki değildir. Çünkü sendikaların hedefi kapitalizmi aşacak bir sınıf mücadelesi değildir.
16
Burada bizi asıl ilgilendiren ise kendilerini devrimci bir konumla tarif eden, sendikaları ve sendika bürokrasisini suçlasalar da 1 Mayıs vesileyle onlarla dirsek teması içinde olan çevrelerin anlayışıdır. İkincisi; 1 Mayıs’larda işçilere, sendikalara, devrimci güçlere kapalı ve yasaklı olan Taksim Meydanı’nın bu 1 Mayıs’ta açılmış olmasını, sendikaların tamamı gibi devrimci güçlerin önemli bir kesiminin de mücadele ile kazanılmış bir zafer olarak değerlendiriyor olmalarıdır. Biz ise bu değerlendirmelere itiraz ediyor ve bunun aksini düşünüyoruz. Birinci itirazımız: 1 Mayıs bir bayram günü değil, burjuvaziye ve onun devletine karşı isyan bayrağının açıldığı ve dişe diş bir meydan muharebesinin yaşandığı bir kavga günüdür. Bugün ise, sendikalar da devrimci güçlerin önemli bir kesimi de 1 Mayıs’tan hemen sonra verdikleri beyanatlarda ve yaptıkları değerlendirmelerde “gerginliğin tarafı olmadıklarını, 1 Mayıs’ı barış, dostluk, kardeşlik, dayanışma içerisinde ve adına layık bir bayram havasında kutladıklarını” dile getirdiler. Tarihin ironisi bu ki devlet erkânı da, burjuva medya da aynı dili kullandı. Evet, ufku bayramla, kapitalist düzende hak ve hukuk arayışıyla sınırlı olan güçlerin 1 Mayıs’ı kapitalizme karşı bir başkaldırı ve kavga günü olarak görmemeleri de, bir bayram ve şenlik havası içinde kutlamaları da son derece olağan. Olağan olmayan ise devrimci güçlerin, işçi sınıfının tarihine kanla yazılmış bir başkaldırı gününü, bir bayram günü olarak dillendirmesidir. Oysa işçi sınıfının ve devrimci güçlerin tarihinde 1 Mayıs, burjuvaziyle barışın ve uzlaşmanın sağlandığı, bayram, şölen, karnaval ya da tören havasında yaşanmış bir gün olarak doğmamıştı. Aksine, ona karşı dişe diş bir meydan muharebesi, bir sınıf mücadelesi olarak ortaya çıkmıştı.
Komünist Zemin İşçi sınıfının mücadele tarihi içinde birbirinden farklı coğrafyalarda ve farklı zamanlarda ortaya çıkan iki işçi mücadelesi 1 Mayıs’ın ortaya çıkışının miladı olarak kabul edilir. Bunlardan ilki; 21 Nisan 1856 yılında Avustralya'nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçilerinin sekiz saatlik iş günü talebiyle Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar yürüyüş düzenledikleri gündür. İkincisi; Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçilerin günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, 8 saatlik iş günü talebiyle iş bırakarak gösteri yaptıkları 1 Mayıs 1886'dır.
O tarihte Chicago’da düzenlenen gösterilere yaklaşık beş yüz bin işçi katılmıştı ve o günün koşulları için bu rakam hayal bile edilemeyecek bir kitleselliği ifade etmekteydi. Bu gösterilerin bir başka özelliği de, ABD’nin Louisville kentinde siyahlara kapalı olan parkların 6 binden fazla siyah ve beyaz işçinin birlikte yürüyerek Ulusal Park’a girmeleri ile fiilen bu yasağı aşmış olmalarıydı. Gösteriler 4 Mayıs tarihinde yaşanan kanlı Haymarket Olayı'na kadar devam etti. Devlet, yalnızca gösterileri bastırmakla kalmadı, işçi sınıfına gözdağı vermek için dört işçi önderini de idam etti. Bu devrimci önderler, Albert PERSONS, Adolph FISCHER, George ENGEL ve August SPIES idi. İşçi sınıfının ve devrimci hareketin o tarihlerdeki uluslararası örgütü olan İkinci Enternasyonal, 1889 yılında Paris’te toplandığında Amerikan İşçi Federasyonu’na üye delegelerin önerisiyle 1 Mayıs’ı kutlanacak bir bayram günü olarak değil, 1 Mayıs 1890’da aynı anda bütün dünyada işçilerin burjuvaziye karşı harekete geçtiği bir günlük uluslararası bir nümayiş (gösteri) günü olarak belirlemiştir. 1890 yılından itibaren
ise 1 Mayıs, bütün dünyada her yıl tekrarlanacak uluslararası bir mücadele günü geleneğine dönüşmüştür. İnsanlığın tarihinde bayramlar, hallolmuş ve kutlanmaya değer bir meseleyi, bir bakıma tarihe mal olmuş sevinçli ya da müjdeli bir olayı sembolize eder. Bayram günü olarak ilan edilmiş bu sevinçli ya da müjdeli tarihsel olayların yıl dönümleri geldiğinde ise ilgili topluluklar, o gün bir araya gelir ve bayramlarını kutlarlar. İşçi sınıfının ve devrimci hareketin tarihinde yer alan 1 Mayıs gibi önemli bir mücadele gününün de bir bayram günü olarak ilan edilebilmesi ve kutlanabilmesi için öncelikle ezilen ve sömürülen insanlığın egemenlerinden kurtulabilmek için uğruna mücadele ettikleri amaçların gerçekleşmiş olması gerekir ki, o gün sevinç içinde gerçek bir bayram havasında yaşansın ve kutlanabilsin. Bugün ise yeryüzü üzerinde bir karış toprak yok ki, hem yeryüzü yaşamını yok oluşa götüren ve hem de ezilen-sömürülen insanlığın yaşamını cendere altına alan kapitalizm hâkim olmasın ve işçilerin emekleri kapitalistlerce sömürülüyor olmasın. Bir karış toprak yoktur ki, bir yanda egemen azınlık için zenginlik, refah ve mutluluk birikirken, diğer yanda ezilen ve sömürülen çoğunluk için açlık, sefalet ve savaşlar yaşanmıyor ve yoksulluk, yoksunluk, acılar ve ölüm birikiyor olmasın. Bir karış toprak yoktur ki, ezilenlerin ve sömürülenlerin emeklerinden, alın terinden ve kanlarından beslenen kapitalist sistem defedilebilmiş olsun. O halde, burjuvaziye ve kapitalist sistemine karşı bir meydan okuma ve mücadele günü olarak ortaya çıkan ve ezilen insanlığın kurtuluşu için devrimci bir çağrı olan bu evrensel kavga günü; işçiler sömürüldükçe; doğal çevre ve yeryüzü yaşamı tahrip edildikçe; kadınlar, çocuklar, eşcinseller, ezilen uluslar ve ezilen inançlar baskı, aşağılanma, hor görülme, hırpalanma, işkence, katliam ve ölüm yaşadıkça; ezilen insanlığın milyon kez bölünmüşlüğü var oldukça; dahası bütün bunlarla beslenerek var olan egemenlerin düzeni kapitalizm ayakta kaldıkça 1 Mayıs bir bayram günü olarak kabul edilebilir ve kutlanabilir mi? Bu sorunun cevabı tereddüde yer bırakılamayacak bir netlikte ve yüksek sesle “HAYIR”dır. Ezilen ve sömürülen insanlık, evrensel çapta, ne zaman egemenlerin düzenini yıkar
17
Komünist Zemin ve eşitlikçi bir yaşam kurmayı başarırsa, ya da en azından herhangi bir coğrafyada toplumsal yaşamın yönetimini kendi ellerine almayı başarırsa, işte o zaman o coğrafyada yaşayan topluluğun 1 Mayıs’ları bir bayram günü olarak tanımlaması ve kutlaması mümkün olabilir. Ama egemenlerin düzeninin hüküm sürdüğü her coğrafyada 1 Mayıs’lar, egemenlerin düzeni son buluncaya dek bir mücadele ve kavga günü olarak kalacak ve ezilen ve sömürülen insanlığın egemenlerinden kurtuluşu için devrimci bir çağrı olma niteliğini sürdürecektir. İkinci itirazımız: Sendikaların ve devrimci güçlerin bu 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na “girişlerini” ve “direne direne kazandık” söylemlerini tırnak içine alıyoruz, çünkü ortada burjuvaziden koparılıp alınmış bir kazanım ve zafer yoktur, aksine burjuvazinin dönemsel ihtiyaçlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir durum söz konusudur. Elbette bu işçi sınıfının ve devrimci güçlerin 1 Mayıs’larda mücadele etmediği, devletin ve devlet güçlerinin işçi sınıfına ve devrimci güçlere yasakladığı bir alanı almak için mücadele etmeyi denemediği anlamına gelmiyor. Ama işçi sınıfının bırakın devrimci anlamda örgütlü olmasını, sendikal anlamda bile son derece cılız bir örgütlenmeye sahip olması; kazanılmış bir tek grevin olmaması; aksine işçi mücadelelerinin ve grevlerin sendika bürokratlarınca satılmış olması; işçi eylemlerinin son derece cılız, lokal ve dağınık olması; burjuvaziyi ve hükümetini sıkıştıran toplumsal bir yükselişin olmaması; Kürt hareketi dışında toplumsal tepki hareketlerinin cılız ve etkisiz olması; devrimci güçlerin bir türlü toparlanamamış, dağınık ve sürekli kan kaybediyor olması; devrimci güçlerin ezilen ve sömürülen kitlelerle bağının cılız ve sınırlı olması; kısacası tablonun toplamına bakıldığında görünen şey ile abartılan, umulan ve istenen şey bir değildir. Burjuvazi ve devlet aygıtı, ortaya çıktığı günden bugüne değin bütün dünyada olduğu gibi üzerinde yaşadığımız coğrafyada da işçi sınıfının ve devrimci güçlerin 1 Mayıs’larda kendisine karşı giriştiği mücadeleleri kana bulayarak karşılık vermiştir. İşçi sınıfı elde ettiği her kazanımını dişe diş bir mücadele içinde ağır bedeller ödeyerek, ama burjuvazinin çarkını da kilitleyerek elde etmiştir.
18
12 Eylül’den bu yana bu coğrafyada burjuvazinin hangi saldırısı geriye püskürtülebilmiştir? Taşeronlaşma engellenememiştir; sigortasız ve güvencesiz çalışma engellenememiştir; sendika bürokrasisinin ihaneti engellenememiştir; işten atmalar, toplu tensikatlar engellenememiştir; mezarda emeklilik ve SGK yasasının geçmesi engellenememiştir; herhangi bir temel ihtiyaca yapılan zamlar engellenememiştir; Dünya Bankası’yla ve IMF’yle yapılan anlaşmalar engellenememiştir; emperyalistlerle yapılan ekonomik ve askeri anlaşmalar engellenememiştir; hücre tipi cezaevi uygulamasına geçiş engellenememiştir. Bu tabloda verdiğimiz örnekler daha da genişletilebilir. Bu örnekleri vermemizin amacı hayal ile gerçeği birbirinden ayırarak var olan gerçekliği bütün çıplaklığıyla göz önüne serip mevcut durumdan devrimci derslerin çıkarılabilmesine katkı sağlamaktır. Aksi durumda devrimci hareketin debelenmesi sürecektir. Şimdi de kısaca da olsa bu coğrafyadaki 1 Mayıs mücadelelerine ve burjuva devletin seceresine bir göz atalım. Üzerinde yaşadığımız coğrafyada 70’li yıllarda ivme kazanan sınıf mücadelesi 1977 1 Mayıs’ında doruğa ulaştığında, egemen güçler Taksim Meydanı’nda toplanarak gösteri yapan işçilerin üzerine ateş açarak 37 işçiyi katletmiş ve 1978 yılından sonra Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs gösterisine yasaklamışlardı.
O günden itibaren işçilerin ve devrimci güçlerin 1 Mayıs gösterilerini Taksim Meydanı’nda yapma girişimlerinin tümü devletin şiddetine, toplu gözaltı ve işkence uygulamalarına maruz kalmıştır. 1 Mayıs 1989 yılında M. Akif Dalcı’yı silahla başından vurarak katletmişler, onlarca iş-
Komünist Zemin çiyi ve devrimciyi yaralamışlar, yüzlercesini gözaltına alıp işkenceden geçirerek fişlemişlerdir. 1 Mayıs 1990 yılında Gülay Beceren’i silahla belinden vurarak felç olmasına yol açmışlar, onlarca işçiyi ve devrimciyi yaralamışlar, yüzlercesini gözaltına alıp işkenceden geçirerek fişlemişlerdir. 1 Mayıs 1996 yılında Kadıköy’de düzenlenen mitingde Dursun Odabaş’ı, Hasan Albayrak’ı ve Yalçın Levent’i silahla vurarak, Akın Rençber’i de gözaltında işkenceyle katletmişler, onlarca işçiyi ve devrimciyi yaralamışlar, yüzlercesini gözaltına alıp işkenceden geçirerek fişlemişlerdir.
2010 1 Mayıs’ında ise başını DİSK ve KESK’in çektiği sendikalar ve neredeyse devrimci hareketin tamamı Taksim Meydanı’nın açılmış olmasını kazanılmış bir zafer olarak ilan ettiler ve bundan kendine önemli paylar çıkararak, olan bitene methiyeler düzmekteler. Öyle ki, toplamda 1 Mayıs’a katılanların sayısını 250 bin ile 500 bin aralığında bir rakamla telaffuz etmekteler. Oysa 1977’de İstanbul’un nüfusu 3,5 milyon iken gösterilere 500 bin kişi katılmıştı ve bu rakam kentte her 7 kişiden birinin eylemde olduğunu gösteriyordu. Bugün ise İstanbul’un nüfusu 20 milyona dayanmış durumda ve gösteriye katılanların sayısını kullanılan o abartılı en yüksek rakam olan 500 bin olarak kabul etsek bile bu, kentte her 40 kişiden birinin eylemde olduğunu gösterir. Bu basit matematik oranın kendisi bile söz konusu böbürlenmenin ve methiyelerin içinin ne kadar boş olduğunu gösterir. Hele hele son birkaç yılda İstanbul’da 1 Mayıs gösterilerine katılanların toplam sayısının 2010 1 Mayıs’ı için kullanılan o abartılı 500 bin rakamının yaklaşık ellide
biri oranında olduğunu ve tedbir alan devlet güçlerinin sayısının bile bu rakamın üzerinde olduğunu göz önüne aldığımızda sözü edilen zaferin gerçek bir zaferin karikatürü bile olamayacağını görmemek sanırız olanaksız olur. Devrimci güçlerin 1 Mayıs 2010’u kazanılmış bir zafer olarak değerlendirmelerine ilişkin perspektif bakımdan temel iki problem daha söz konusudur. Birincisi; 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda kurulan kürsü devrimci örgütlere, Kürt hareketine ve işçi sınıfına kapatılmış, sendika bürokrasisinin temsilcileri dışında kalan hiçbir güce kendini ifade etme hakkı verilmemiştir. Devrimci hareketin de bu duruma açık bir itirazı olmamıştır. O halde devrimci hareketin kendi görüşlerini kitlelere doğrudan ifade edemediği, kürsüyü sendika bürokratlarına bıraktığı ve alanda yalnızca kalabalığın bir parçası olmaktan ibaret olduğu bir pozisyonu ile nasıl olur da kazanılmış bir zaferden söz edebilir? İkincisi; 1 Mayıs, işçi sınıfı tarihinde işçi sınıfının saflarına da sirayet etmiş ırkçılığın ve milliyetçiliğin bir günlüğüne de olsa aşılabildiği neredeyse yegâne gündür. Ama gelin görün ki, 1 Mayıs Taksim gösterisi, Türk ırkçılığının sembolü olan devasa bir Türk bayrağının altında ve Türk ırkçılığının manifestosu, Türk olmayan toplulukların ise ölüm fermanı olan İstiklal Marşı ile başlamıştır. Bu durumdan anlaşılacak olan ise, devrimci güçlerin hiçbir biçimde alan ve gösteri üzerinde inisiyatifinin ve belirleyiciliğinin olmamasıdır. Eğer bunun aksi bir durum söz konusu olmuş olsaydı, kurulduğu günden itibaren bu coğrafyanın tüm ezilen ve sömürülenlerine karşı suç işleyen egemenlerin devletinin temel iki sembolü o alanda kendini var edebilir miydi? Daha da trajik olan ise, devrimci güçlerin bu zeminde yapılan bir 1 Mayıs gösterisini “zafer” olarak tarihe kayıt düşmüş olmasıdır. Bu bir zafer değilse –ki değil- o halde nasıl oldu da Taksim Meydanı 1 Mayıs gösterilerine açıldı? Bilindiği üzere üzerinde yaşamakta olduğumuz coğrafyadaki rejim, uluslararası kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda kendisine verilen yeni misyonla kendisini yeni dönem için yeniden organize ediyor.
19
Komünist Zemin Rejimin bu yeniden organizasyonu rejim güçleri arasında bir nöbet değişimini zorunlu kılıyor. Fakat rejimin iç güçleri arasında bu nöbet değişimi süreci sancısız yaşanmıyor. Çıkarı rejimin alışılagelmiş organizasyondan yana olan klikler, yeni dönemin gerektirdiği bu nöbet değişimine direniyor. Zincirine her gün yeni bir halka eklenen Ergenekon operasyonları, rejim içi nöbet değişikliğine direnen kliklerin operasyonel etkinliklerini zayıflatsa da siyasal alandaki etkinliklerini etkisizleştirmeye yetmiyor. Şimdilik siyaseten CHP ve MHP’nin temsil ettiği bu “ulusalcı” tutum, yaklaşık olarak toplumsal alanın %50’sini etkiliyor. Hiçte küçümsenemeyecek bu rakam, uluslararası kapitalizmin bölgedeki yeni dönem ihtiyaçları için rejimin yeniden yapılandırılmasının önünde önemli bir risk unsurudur. Bu nedenle hem uluslararası kapitalizm için hem de onun yeniden şekillendirmeye ihtiyaç duyduğu rejim için toplumsal alanın AKP’nin etkilediği alanlar dışında kalan kesimlerinin mümkün olabilen en fazla kısmının bu yeni sürece çekilmesine ihtiyaç var. Uluslararası kapitalizmin ve rejimin ihtiyaç duyduğu şey, AKP hükümetinin hazırladığı “açılım” paketleri aracılığıyla bir “toplumsal mutabakat” sağlanarak elde edilmeye çalışılıyor. Böylelikle birikmiş çatışma dinamikleri etkisizleştirilerek hem rejim kendisini yeni dönem için yeniden organize edecek, hem önemli bir nefes alma aralığı kazanacak, hem de etkisizleştirdiği ve sistem içinde tuttuğu güçlerin gücünü kendi gücü olarak kullanma fırsatına sahip olacak. Bundan dolayıdır ki, devrimci güçler rejimin iç kavgasında (nöbet değişiminde) iki taraftan birinin yedeğine düşmemek, işçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarlarını esas alan bir duruşla burjuvazinin her iki eğilimine karşı mücadelede uyanık olmak zorundadırlar.
20
Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs gösterilerine açılmış olması, ne burjuvazinin işçi hareketi ve devrimci güçler karşısında sıkışmış olmasındandır, ne de burjuvazinin “demokratikleşme” ihtiyacının bir sonucudur. Bu burjuvazinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yeni dönem ihtiyaçları için işçi sınıfı güçlerine ve ehlileştirmeyi amaçladığı devrimci güçlere sunduğu bir rüşvettir. Devrimci güçlerin sorumluluğu da görevi de burjuvazinin bu tuzağına düşmeden abartma ve böbürlenme hastalığından da kurtularak burjuvazinin bütün kesimlerine ve güçlerine karşı işçi sınıfının ve ezilenlerin karşı savaşını ve savaş aygıtlarını hazırlamaktır. Son söz olarak:
Kanaatimizce 2010 1 Mayıs’ında yegâne anlamlı ve övgüye değer duruş TEKEL işçilerinin sendika bürokratlarını konuşturmayan ve kürsüden alaşağı eden duruşlarıydı. Devrimci güçlerin örnek alacağı duruş da, yanında duracağı duruş da ve işçi sınıfının tüm kesimlerine taşıyacağı duruş da budur. TEKEL işçilerinin sendika bürokratlarına karşı gösterdikleri bu duruş, Türk-iş bürokrasisine olduğu kadar tüm sendika bürokrasilerine karşı da gösterilmeli ama yalnızca sendika bürokrasisiyle sınırlı kalmayarak burjuva rejime de yöneltilmelidir. Bu görev devrimci güçlerin omuzlarındadır.
Komünist Zemin
Sendikalar, Sendikacılık ve Sınıf Sendikacılığı Üzerine Giriş Yerine Kapitalizmin tarihinde bir milat olarak kabul edilen manifaktür kapitalizmi, 16. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle tarih sahnesindeki yerini almaya başladığında, kaçınılmaz olarak kendi mezar kazıcısı olan işçi sınıfının da tarih sahnesinde yer almasına yol açmaktan kaçınamamıştır. Kapitalist sınıfın tarihe ve tarihsel sürece topyekûn müdahalesini, aynı zamanda tarihi yeniden yapma ve kendi suretinde bir dünya düzeni kurma girişimi olarak okumak gerekir. Aradan neredeyse beş yüz sene geçti; bu süre zarfında kapitalist sınıf hem tarihin efendisi olmaya, hem de kendi suretinde bir dünya yaratmaya muktedir olmayı başardı. Ama bu, ne ‘tarihin sonu’ olduğu, ne de başka bir dünyanın mümkün olmadığı anlamına gelir. Kapitalizmin bugün, hem de beş yüz sene evveline göre binlerce kez daha güçlü bir biçimde yaşıyor olması, kapitalizmin alternatifsiz olduğu anlamına gelmediği gibi, bu sonuç kapitalist sınıfın aklının ve gücünün bir neticesi de değildir. Kapitalizmin bu gün hala yaşıyor olmasının en başlıca nedeni, onu tarihin çöplüğüne gönderebilecek yegâne güç olan işçi sınıfının, toplumsal bir kategori olarak sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için bir sınıf olma ve tarihsel misyonundan kaynaklanan sorumluluğu üzerine almaktan uzak oluşudur. Tabii ki işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu durumun, kendi içinde bölünmüşlüğü, işçi düşmanı Stalinist rejimlerin tahrifatı, devrimci bir dünya partisinden yoksun oluşu, birer “işçi örgütü” olarak tanınsalar da fiilen birer işçi düşmanı olan sendikaların muazzam etkisi vb. onlarca nedeni vardır. Ama biz bu yazı çerçevesinde bunlardan yalnızca bir tanesini, yani sendikaları ele alacağız. Manifaktür Kapitalizmden Endüstriyel Kapitalizme Sendikalar ve Sendikacılık Anlayışları Günümüzde sendika deyince akla ilk gelen, işçilerin çıkarlarını savunmak maksadıyla kurulmuş işçi örgütleri akla geliyor. Dolayısıyla, işçi örgütleri deyince de akla
ilk gelen kuşkusuz ki işçi sendikaları oluyor. Zira işçi sendikaları, aynı işkolunda çalışanların ortak çıkarlarını ifade etmek ve savunmak maksadıyla oluşturulmuş örgütler olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Sendikaların tarih sahnesine çıkış nedeni, işçi sınıfının kapitalizm karşısında sömürülen sınıf olmaktan kaynaklanan mağduriyeti olmuştur. Daha doğrusu sendikalar, işçi sınıfının birer savunma aracı olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bu anlamıyla da sendikaların ortaya çıkışı, gerek işçi sınıfının üretimden gelen gücünün merkezileşmesi ve işçi sınıfının bu gücünün farkına varması, gerek kapitalizmin amansız sömürüsünün dizginlenmesi, gerekse de işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi bakımından önemli bir rol oynadığı muhakkaktır. Bu bağlamda, tarihe ‘makine kırıcılığı’ olarak geçmiş olan ludist hareket bir bakıma sendikal hareketin öncülü sayılır. Her ne kadar kimi yazar ve akımlar ludist hareket ile sendikal hareket arasında bir sürekliliğin olduğuna karşı çıkıp, günümüz sendikacılığının, ludist hareketin reddine dayandığını, ya da ludist hareketin terbiye edilerek kontrol altına alınmış hali olduğu belirlemesini yapıyor olsalar da, biz aynı kanaatte değiliz. Bilakis, ludist hareketin kendi içerisinde bir evrim geçirerek sendikal hareketin doğuşuna yol açtığını söyleyebiliriz. Özellikle 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde kapitalizm gerek siyasal bir sistem olarak, gerekse de ekonomik bir sistem olarak kurumsallaşmış, haliyle bu durum proletaryanın da kitleselleşmesine ve yeniden yapılanmasına yol açmıştır. Bu ‘gelişme’ doğal olarak ludizmi besleyen koşulların da ortadan kalkmasına yol açmıştır. Yoksa iddia edildiği gibi ludizmin son bulmasının nedeni, ‘makine kırıcılığı’ ile ilgili gündeme getirilen ölüm cezası gibi ağır cezai müeyyideler değildir. Zaten sınıfsal bir olgunun bu yolla tarih sahnesinden silinmesi mümkün değildir. Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi sendikalizm ne yoktan var olmuştur, ne
21
Komünist Zemin ludizmin inkârı üzerine kurulmuştur, ne de ‘ludizmin terbiye edilmiş hali’dir. Hatta ve hatta bir adım daha ileriye giderek sendikaların ludist harekete kıyasla daha kapsayıcı oluğunu söylemeye bile cesaret edebiliriz. Çünkü ludist hareket, ortaya çıktığı tarihlerde işçi kitlelerinin en ayrıcalıklı kesimi olan zanaatkârların bir hareketi olarak doğmuştur ve makine ya da makineye dayalı kapitalist üretimin değil, kendisini işsiz bırakan makinenin ve makine sahibinin düşmanıdır. Tarihteki birçok örnekte de görüleceği gibi ludist hareket kapitalizm ya da kapitalist makineleşme karşıtı bir hareket olarak değil, kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde, bu süreçte kendi yerini korumak isteyen işçilerin bir hareketi olarak doğmuştur. Yani ludizm de tıpkı daha sonraki süreçte ortaya çıkan ve günümüzde de varlıklarını sürdüren işçi sendikaları gibi özünde bir karşı hareket olarak değil, bir uzlaşma hareketi olarak ortaya çıkmış ve işlevi de bu olmuştur. Bu bakımdan ludizm ile ludizm sonrası ortaya çıkan sendikacılık arasında bir kırılma değil, bir süreklilik söz konusudur. Eğer sendikacılık tarihinde bir kırılmadan söz edilecekse, bu ludizm değildir. Klasik sendikalizmden kopuşun iki önemli halkası söz konusudur. Bu kopuş aynı zamanda tek bir sendikacılık anlayışının da olamayacağının, hatta ve hatta klasik sendikacılığın “işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde olumlu bir işlev gördüğü/göreceği” biçimindeki anlayıştan da bir kopuşun ifadesidir. Klasik Sendikacılıktan Devrimci Bir Kopuş: Anarko-Sendikalizm ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali Daha en başından belirtmeliyiz ki bu bölümde Anarko-Sendikalizmi ve Komintern’in sendikacılık anlayışının bir ürünü olan Kızıl Sendikalar Enternasyonali’ni tartışmayacağız. Zira her iki anlayış da ayrı ayrı tartışma konusudur. Biz burada esasen klasik sendikalizmi tartışırken, klasik sendikalizmden bir kopuşun ifadesi oldukları için Anarko-Sendikalizme ve Komintern’in sendikacılık anlayışına kısaca da olsa değinmekle yetineceğiz. Bundan dolayıdır ki bu iki akıma ilişkin yazılanların bu sınırlılık içerisinde değerlendirilmesi icap etmektedir.
22
Klasik sendikacılıktan kopuşun birinci halkasını, 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan ve kısmen 20. yüzyılın ilk yarısına kadar devam eden Anarko-Sendikalist hareket oluşturmaktadır.
Anarko-Sendikalistler, sendikayı devrimci partinin yerine koyup, sendikayı toplumsal devrimin ve gelecekteki eşitlikçi toplumun örgütlenmesinin temel örgütlenmesi olarak kabul ederler. Anarko-Sendikalist hareketin çıkış noktası ise şu başlıklar altında özetlenebilir: İşçi Sınıfının mevcut çıkarlarını savunmak ve yaşam standartlarında iyileşmeler elde etmek için dünya emekçilerinin organize edilmesi hedefini ve bunu başarmak için birlikler oluşturulması; Ne liderlerin ne de yöneticilerin olmadığı bir yapının yaratılması; Toplumun radikal bir şekilde dönüşmesinin "Toplumsal Devrim" aracılığı ile olacağının savunulması. Anarko-Sendikalizmin bir başka ayırt edici özelliği ise, Anarko-Sendikalizm diğer sendikal anlayışlardan farklı olarak sendikanın yalnızca patronlara karşı reformlar kazanılması için değil, ayrıca kapitalist sistemin yıkılması için mücadelenin de temel aracı olarak kabul eder.
Komünist Zemin Dolayısıyla da işçilerin pek çoğunun sisteme karşı mücadeleye girmemesini, klasik sendikacılığın varlığına ve örgütsel yapılanmasının tabanın inisiyatifine olanak tanımamasına bağlarlar. Anarko-Sendikalist örgütlenmede örgütsel işleyiş de gerek klasik örgütsel işleyişlerden, gerekse de sendikalarda var olan işleyişten farklıdır. Anarko-Sendikalist birlikte kararlar bütün üyelerin doğrudan katılımı ile ve mümkünse oybirliği ile alınır. Karar alma süreci, fikirlerin özgür ve eşitçe tartışılabildiği bir süreci içerir. Liderlik mekanizması reddedilir (ya da doğal liderlik biçiminde çok kısıtlı olarak kabul edilir). Anarko-Sendikalizm, tüm isçilerin tek ve büyük bir sendika içinde örgütlenerek, kontrolün isçilerin elinde olduğu bir örgütlenmeyi savunur ve profesyonel sendikacılardan oluşan bir bürokrasinin yaratılmasını kesinlikle reddeder. Anarko-Sendikalist örgütlenme, ademi merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Klasik sendikacılıktan kopuşun ikinci halkası ise, sosyalist hareketin tarihinde kimi dönemler görülse de, esasen 1917 -1924 arası Komintern tarafından geliştirilen ve 1920 yılında yapılan Komintern’in II. kongresinde karar altına alınan sendikacılık anlayışıdır. Bu sendikacılığın adı, Kızıl Sendikalar Enternasyonali’dir.
Mevcut sendikaların, sosyal demokrasi tarafından sisteme entegre edilmiş olması ve sistemin dayanağı haline getirilmesi karşısında Komintern tarafından geliştirilen devrimci sendikacılık anlayışı ileri sürülmüş ve bu maksatla Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin örgütlenmesi karar altına alınmıştır. Amaçlanan ise, burjuvazi ve sistemin işçi sınıfı içerisindeki dayanakları haline gelen sendikalar tarafından işçi sınıfına propaganda edilen “Sendikalar, dolayısıyla
da işçi sınıfı tarafsız ve politika dışı olmalıdır” fikrini kırmaktır. Komintern’in III. kongresinde kabul edilen Komünist Enternasyonal ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali Üzerine Tezler’de (12 Temmuz 1921) şöye denilmektedir: “Kızıl sendikalar, bağımsızlık ve tarafsızlık gibi burjuva fikirleri öncelikle ve tamamen reddetmedikleri sürece, sarı Amsterdam’ı ve bu nedenle kapitalizmi bozguna uğratamazlar.” Komintern tezlerinden çıkan sonuç şudur: Gerek kapitalizmi devirmek, gerekse de bunun bir ön şartı olarak burjuvazinin işçi sınıfı saflarındaki ajanları olarak işlev gören Amsterdam'daki Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nun sınıf üzerindeki ideolojik ve politik etkisini kırabilmek için, öncelikli olarak sendikaların ve işçi sınıfının “bağımsız ve tarafsız” olması gerektiği anlayışından kopmak şarttır. Komintern tarafından savunulan sendikacılığın bir önemli özelliği ise, klasik sendikacılıkta bir kural olan başkan, mali sekreter, delegeler ve diğerlerinin yerine fabrika komitelerinin ikame edilmesidir. Bu açıdan bakıldığında AnarkoSendikalizmde var olan aşağıdan örgütlenme ve doğrudan işçi kontrolü anlayışı ile Komintern tarafından savunulan fabrika komitelerine dayanan ve işçilerin doğrudan kontrol edebilecekleri devrimci sendikacılık arasında bir noktada benzerlikler mevcuttur. Tabii ki bu iki sendikacılık anlayışının arasında gerek sendikalara yükledikleri misyon bakımından, gerekse de sendikal örgütlenmenin hukukuna ilişkin olarak oldukça temel ayrılıklar söz konusudur. Örneğin Anarko-Sendikalist anlayış, sendikaları toplumsal kurtuluşun ve gelecekteki eşitlikçi toplumun temel örgütlenmesi olarak kabul ederken, Komintern ise, sendikalara bu türden misyonlar yüklemediği gibi, sendikaları toplumsal kurtuluşun aracı ve gelecekteki eşitlikçi toplumun model örgütlenmesi olarak görmez. Yine aynı şekilde Anarko-Sendikalist anlayış, merkezi olarak örgütlenmiş devrimci bir partiyi reddedip, onun yerine federatif olarak örgütlenmiş sendikaları koyarken, Komintern, sendikaların devrimci partinin yerine ikame edilemeyeceğini, dolayısıyla da devrim için devrimci partinin olmazsa olmaz olduğunu savunur.
23
Komünist Zemin Komintern, sendikaların içişlerine karışmayı reddetse de, sendikaların komünist partinin çizgisine kazanılması için çalışma yürütmeyi şart koşar. Bu iki akım, sendikaların iç hukukunun ne olması gerektiği noktasında da ayrı düşerler. Anarko-Senkalist akım, sendikalardaki hukukun, daha doğrusu karar alma sürecinin ve kararların oybirliğine dayanması için ısrar ederken, Komintern, “demokratik merkeziyetçi”liği önerir. Bu iki akım arasında bu derece uzlaşmaz noktalar olmasına rağmen her iki akım da, klasik sendikacılığın iç işleyişinden, bürokratik yukarıdan aşağıya doğru örgütlenme anlayışından ve sendikaları birer barış, uzlaşma ve politika dışı “bağımsız” örgütlenmeler olarak gören anlayışından kopuş anlamında iki devrimci halkayı oluştururlar. Bu iki halka klasik sendikacılık geleneğinden bir kopuşu ifade eder. Eğer bu iki kopuşu ya da kopuş girişimini saymazsak, genel olarak sendikaların işçi sınıfının “genel çıkarlar”ının ortaya konulması ve savunulması bakımından bir işlev gördükleri söylenemez. Bunun da ötesinde, sendikaların, işçi sınıfının toplumsal bir kategori olarak bir sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için, dolayısıyla da toplumsal kurtuluşun öznesi olabilmek için bir sınıf olma bilincine ulaşmasına katkı sağladığı hiç mi hiç söylenemez. Anarko-Sendikalizmin bir dönemi ve Komintern’in kısa bir döneme damgasını vuran sendikal örgütlenmesi dışındaki bütün bir sendikacılık tarihinde sendikaların işlevi, en iyi durumda işçilerin dar zümre çıkarlarını savunmaktan öteye gidememiştir. Sendikaların esas işlevi ise, sendika bürokrasisinin, burjuvazinin ya da Sovyet bürokrasisinin ihtiyaçları için işçi sınıfını kontrol ve maniple etmek olmuştur. Bu belirlemeyi yaptıktan sonra, şimdi sendikanın kendisini, ne olup ne olmadığını tartışmaya geçebiliriz. Sendika nedir, ne değildir? Sendikanın ne olup ne olmadığının tek bir cevabı olmadığı muhakkaktır. Ama buna rağmen sendikanın etimolojik ve kavramsal olarak ne anlama geldiği konusunda ortak bir karşılık bulmak mümkündür. Sendika sözcüğünün Yunanca kökenli olduğu kabul edilmektedir ve “aynı meslekten ya da işkolundan insanların, kendi çıkarlarını korumak maksadı ile bir araya
24
gelerek birlikte hareket etmesi” anlamına gelmektedir. Bu tanımlamada bir sorun yoktur, nihayetinde bütün bir sınıflı toplumlar tarihi, aynı zamanda örgütlenmenin de tarihi olmuştur. Her çağın mağdurları ve egemenleri, gerek mağduriyetlerinden kaynaklanan sorunların üstesinden gelebilmek için, gerekse de egemen olmaktan kaynaklanan ayrıcalıklarını koruyabilmek için mutlaka örgütlü bir güç olma ihtiyacı duymuşlardır. Sendikalar ve sendikal hareket de esasen kapitalizmle birlikte, daha doğrusu kapitalizmin “makine çağı” diye tanımlanan döneminde filizlenmeye başlamış, kapitalizmin “endüstri çağı” diye tanımlanan döneminde ise devasa bir güç olarak tarih sahnesinde yer almıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, asıl mesele sendikanın etimolojik ve kavramsal anlamı değildir. Önemli olan sendikaların işlevinin ne olması gerektiğidir. Ve ayrışma noktaları da buradadır. Sendikaların işlevi, sendika sözcüğünün etimolojik anlamıyla sınırlı ve bu anlama uygun mu olmalıdır, yoksa bunu aşmak ve yeniden tanımlanmak zorunda mıdır? Tek bir sendikacılık anlayışı yoktur, olamazda. Burada önemli olan sosyalist hareketin sendikacılık anlayışının ne olduğudur. Eğer sendikal örgütlenmeden ve sendikacılıktan, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal çıkarlarının savunulması anlaşılıyorsa, bu durumda öncelikle bir yığın sorunun cevaplanması gerekmektedir. Mesela “işçi sınıfının ekonomik ve sosyal çıkarları” ne demektir? Örneğin Somali’de yaşayan işçiler ile İsviçre’de yaşayan işçilerin ortak ekonomik ve sosyal çıkarlarından bahsetmek mümkün müdür? Eğer mümkünse, bu ortak çıkarlar nelerdir? Yok, eğer sendikacılıktan işçi sınıfının ve ezilen diğer toplulukların başka değerler üzerinden bir ortaklığı, örneğin sömürünün, baskının, ayrımcılığın ve ayrıcalıkların olmadığı bir ortaklık için mücadele etmek anlaşılıyor ise; en iyi durumda, işçilerin ekonomik ve sosyal koşullarının düzeltilmesini savunan klasik sendikacılığın, ezilenlerin başka bir uygarlık çerçevesinde bir ortaklık örgütleyebilmelerinin aracı olabilmesi mümkün müdür? Bu durumda sosyalist hareketin sorumluluğu, sendikaların ne olup olmadığını izah etmek değil, sosyalistlerin sendikacılıktan ne anlamaları gerektiği sorusunu yanıtlamak olmalıdır.
Komünist Zemin Çünkü bir bütün olarak “sendikacılık budur” diyebilmek ve sendikacılığın tek bir tanımını yapabilmek mümkün değildir. Sendikacılığın, “işçi sınıfının çıkarlarını savunmak” türünden tek bir tanımını yapmak mümkün olsa bile, “işçi sınıfının çıkarlarını savunmak” tanımlamasından bir ve aynı şeyi anlamak mümkün değildir. Çünkü işçi sınıf homojen bir sınıf değildir, bunun da ötesinde, bölünmüşlüğünün doğası gereği eşzamanlı davranabilme yeteneğine de sahip değildir. İşçi sınıfı homojen bir yapıya sahip olmasa da, 20. yüzyılın ilk yarısına kadar nispeten ortak çıkarlara, ortak hafızaya ve siyasal iktidarın ortadan kaldırılması ufkuna sahipti.
Ama günümüzde işçi sınıfının ne “ortak çıkarlar”ından, ne ortak hafızasından, ne de siyasal iktidarın yıkılması gibi bir ufka sahip olduğundan söz etmek mümkün değildir. Özcesi, günümüz dünyasında ne işçi sınıfının “ortak çıkarlar”ının tek bir tanımını yapmak mümkündür, ne de klasik sendikaların işçi sınıfının “ortak çıkarlar”ını temsil edebilmeleri mümkündür. Yine aynı şekilde işçi sınıfı, devrimci bilince ulaşmadığı sürece, bölünmüşlüğünün şekillendirdiği dar zümre çıkarlarına hapsolmaktan, dar zümre çıkarlarına hapsolduğu sürece de kendi içindeki bölünmüşlüğünden kurtulamayacaktır. Dolayısıyla da üretimden gelen gücünü bütün ezilenlerin kurtuluşu için değil, kendi dar zümre çıkarları için kullanmaya devam edecektir. O Halde Ne Yapmalı? En son söylenmesi gerekeni belki de en baştan söylemekte fayda vardır.
Sosyalistlerin sendikacılık anlayışı klasik sendikacılık olamaz. Çünkü klasik sendikacılığın nihai hedefi, bir iş kolundaki, en iyi durumda bir ülkedeki işçilerin ücretlerinin artırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesidir. Maksadı bu olan sendikacılığın, “iş barışı” için mücadelenin bir aracı olmanın ötesine gidebilme şansı yoktur. Bu tür bir sendikacılığın ürünü olan günümüzdeki sendikaların kapitalizme karşı örgütler değil, kapitalizmle barış içinde birlikte yaşam örgütleri olarak işlev görüyor olmaları zaten kaçınılmazdır. Bunun nedeni ise, sendika patronlarının işbirlikçi olmaları değildir. Daha doğrusu bu durumu sendika patronlarının işbirlikçilikleri ile açıklamak mümkün değildir. Çünkü sendika bürokrasisinin işbirlikçiliği yalnızca bir sonuçtur ve bu sonuçtan yola çıkarak bir olguyu açıklayabilmek mümkündür değildir. Mevcut sendikaların birer uzlaşma aracı olarak işlev görüyor olmalarının nedeni, esasen işçi sınıfının verili karakteri gereği uzlaşmaya endeksli refleksidir ve mevcut sendikalar bu refleksin bir karşılığı olarak ortaya çıkar ve kendilerine bu refleks üzerinden bir varlık alanı kazanırlar. Zira, işçi sınıfının sömürücü sınıf karşısındaki ilk refleksi, hiçbir vakit sömürücü sınıfın varlık koşullarını ortadan kaldırmayı hedeflemez. Çünkü işçi sınıfının ilk refleksi, sömürücü sınıf karşısında işini ve mevcut durumunu korumaya yönelik olarak ortaya çıkar. Bu ilk refleksle ortaya konulan mücadele eğer başarıya ulaşmış ise, ikinci adımda ortaya çıkan mücadele daha iyi koşullar elde etmek hedefiyle sınırlı mücadeleler olarak şekillenir. Manifaktür kapitalizminin son dönemlerinde ortaya çıkan, endüstri kapitalizminin ilk dönemlerine damgasını vuran ve işçi sınıfının en radikal karşı çıkışı olarak kabul edilen ludist hareket bile, sömürücü sınıfa ve onun egemenliğine karşı değil, yeni sürecin dışında bırakılmaya karşı bir tepkiydi. Eğer devrimci ayaklanmaların ortaya çıktığı istisnai durumları saymazsak, bu geleneğin daha sonra da bozulmadan devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu da bize şunu gösteriyor ki, devrimci durumlar dışında kalan dönemlerde işçi sınıfının genel eğilimi kapitalizmle uzlaşma yönündedir.
25
Komünist Zemin İşçi sınıfının genel eğilimi bu olunca, haliyle, onun işini koruma ya da en fazlasından daha iyi koşullar elde etme ihtiyacının bir ürünü olan sendikaların durumu da bunun ötesinde olmayacaktır. Öncelikli maksadı sömürücü sınıfla uzlaşmak olan işçi sınıfının sendikalarının da uzlaşmacı olmaları da kaçınılmazdır. Yani işçiler sendikalar tarafından kandırıldıkları için kapitalist sistemle uzlaşma arayışında değildirler. Bilakis, işçiler uzlaşmacı bir bilince sahip oldukları içindir ki uzlaşmacı sendikalara sahiptirler. Ya da uzlaşmacı sendikalar tarafından bu kadar kolay kontrol edilebiliyorlar. Bundan dolayıdır ki sendikaların bürokratik birer örgüte dönüşerek sistemin payandalarına dönüşmüş olmaları ve temsil ettiği sınıfa bu derece yabancılaşmış olmaları yalnızca bir sonuçtur. Dolayısıyla da bu kaçınılmaz sonucu değiştirebilmenin yolu, sendika yönetimlerinin değişmesinden ya da tek başına işçilerin sendikaları denetleyebilme hakkına sahip olmalarından değil, işçi sınıfının kendi dar çıkarlarına endeksli bilincini aşan bir irade ile tarih sahnesine çıkmasından geçiyor. Dahası, hem kendi dar çıkarlarının esaretinden, hem de bunun panzehiri olarak klasik Marksizm tarafından işçi sınıfına sunulan “kendisi için sınıf olma” zehrinden kurtulması gerekiyor.
Çünkü ne kendi dar çıkarlarının esiri olmuş, ne de “kendisi için sınıf olma” bilincine ulaşmış bir işçi sınıfı günümüz sendikacılığının panzehiri olabilir.
26
Günümüz sendikacılığının biricik panzehiri, işçi sınıfının toplumdaki sınıfsal bir güç olmaktan çıkıp, toplumu, toplumun ezilen ve sömürülenleri lehine dönüştürebilme potansiyelinin ve sorumluluğunun bilincine sahip siyasallaşmış bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasıdır. O halde Nasıl Bir Sendikacılık? Bu soruya bizim cevabımız: “Sınıf sendikacılığı” değil, devrimci sendikacılık olacaktır. Zira “sınıf sendikacılığı” anlayışı gerek anlayış olarak, gerekse de kavramsal olarak, tıpkı “sınıfın çıkarları” söylemi gibi muğlâk ve yoruma açık bir alan yaratmaktadır. Bundan dolayıdır ki “sınıfın çıkarları” türünden muğlâk ve oldukça da göreceli kavramlar yerine, toplumsal devrimin ya da komünizmin çıkarları söylemini kullanmak gerekiyor. Zira komünistler, işçi sınıfının çıkarları ya da işçi sınıfının refahı için değil, komünizm davası için mücadele ederler. Elbette ki bir iş yerinde ya da bir iş kolunda gündelik çıkarları için herhangi bir yolla mücadele eden işçiler, burjuvazi karşısında bir haklılığa sahip olurlar ve komünistler işçilerin bu gündelik mücadeledeki haklılıklarına arkalarını dönemezler. Komünistler, burjuvalara karşı bu gündelik mücadelelerin kazanılması için işçileri desteklemelidir, ama bu mücadeleler esnasında amaçlarını saklamaksızın işçilere açıklamalı ve işçileri bu amaçlara da kazanmak için mücadele etmelidirler. Bu anlayıştan hareketle devam edecek olursak, altını çizerek ifademe etmemiz gerekir ki, sosyalistlerin sendikacılık ya da sendikal örgütlenme anlayışı, işçileri kapitalist sistemin payandası olarak işlev gören günümüzdeki sendikalara örgütlemek olamaz. O halde nasıl bir sendika ya da nasıl bir sendikal örgütlenme? Devrimci sendikal örgütlenmelerin birinci şartı şu olmalıdır: Devrimci sendikal örgütlenme, yalnızca fiilen bir işte çalışan işçileri değil, mevsimlik işçileri, “güvencesiz” (yasal olarak çalışmıyor gözüken sigortasız) işçileri ve işçi sınıfının en mağdur kesimi olan işsiz işçileri de kapsamak zorundadır. Bu, iki nedenden dolayı çok önemlidir. Birinci neden, işçi sınıfının kategorik bölünmesinin reddedilmesi bakımından önemlidir.
Komünist Zemin İkincisi, burjuvazinin çalışan işçilerle işsiz emekçileri her fırsatta karşı karşıya getirmesinin zeminini ortadan kaldırmak bakımından hayati önem taşımaktadır. Devrimci sendikal örgütlenmenin ikinci şartı şu olmalıdır: Devrimci sendikal örgütlenme açısından işçi sınıfının kapitalizm karşısında kazanmış olduğu alanları savunmak tek başına bir amaç olamaz. (Kazanılmış alan derken kastettiğimiz ne yüksek ücrettir, ne de özellikle Batı işçi sınıfının ayrıcalıklı durumudur. Kazanılmış alan derken kastettiğimiz, grev ve örgütlenme hakkı, 8 saatlik işgünü vb. haklardır…) Devrimci sendikal örgütlenme için üçüncü şart: Devrimci sendikal örgütlenme açısından ‘kazanılmış alanları savunmak’ adına işçi sınıfını mevcut alanların ardında savunmada tutmak olamaz. Devrimci sendikal örgütlemenin asıl amacı, kazanılmış her alanı kapitalizme karşı topyekûn saldırının imkânı olarak telakki etmek ve bu alan üzerinden daha kapsamlı saldırılar düzenlemek olmalıdır. Devrimci sendikal örgütlenme için dördüncü şart: Devrimci sendikal örgütlenmenin amacı, işçi sınıfını kendi dar çıkarlarına hapsolmuş ya da kendisi için bir sınıf olmanın ötesine geçememiş bilincinden bağımsızlaştırmak ve onu toplumsal misyonunun ve toplumsal bir devrimin belirleyici öznesi olduğunun bilincinde bir güç olarak kapitalizmin imhası ve toplumsal bir devrim için örgütlemek olmalıdır. Devrimci sendikal örgütleme için beşinci şart: Devrimci sendikal örgütlenme, sendikal örgütlenmeden işyeri temsilciliği ya da bir işyerinde temsil hakkı almak olamaz. Bu, meselenin yalnızca bir yanını oluşturmaktadır. Tabii ki işçi sınıfı toplu sözleşme de yapacaktır ama devrimci sendikal örgütlenme her toplu sözleşmeyi güçler çatışmasının bir alanı olarak görmek ve meseleyi bu açıdan ele alarak mütalaa etmek zorundadır. Meselenin bu yanı dışında, yani işyerinde temsil ve toplu sözleşme yapma hakkı alma kısmının dışında, devrimci sendikal örgütlenmenin asıl amacı, işçi sınıfının ve işçi sendikalarının “demokratik sivil toplum örgütleri” olmaktan kurtarılarak, işçi sınıfının ve işçi sendikalarının her toplumsal meselede taraf olan bir siyasal güç olarak tarih sahnesindeki yerini alması için mücadele etmek olmalıdır.
Devrimci sendikal örgütlenme için altıncı şart: Günümüz sendikacılığının teşhirini yapmak ve bir yandan bu sendikalar dışında devrimci sınıf sendikacılığını örgütlemek olmalıyken, bir yandan da mevcut sendikalar içerisinde işbirlikçi, ‘barışçı’, uzlaşmacı sendikalizme ve sendika bürokrasisine karşı amansız bir mücadele vermek olmalıdır. Bu ise, “işçi sınıfını bölmemek” adına mevcut sendikaların kuyruğuna takılmakla olacak bir iş değildir. Zira işçi sınıfı zaten tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar bölünmüştür. Bunun da ötesinde işçi sınıfı homojen bir güç olmadığından, işçi sınıfının bütünlüklü olduğu dönemler tarihte oldukça seyrek görülmüş bir durumdur. Bundan dolayıdır ki işçi sınıfının zaten var olan bölünmüşlüğünün her dönem yeni bir bölünme ile karşı karşıya kalacağı muhakkaktır. Tarih boyunca yukarıdan aşağıya doğru hep var olagelmiş bir bölünmeye sahip olan işçi sınıfının, mutlaka ama mutlaka bir kez de aşağıdan yukarıya doğru devrimci anlamda bir bölünme yaşaması kaçınılmazdır. Ve devrimci sendikal örgütlenme bu görevi yerine getirmekten kaçınmamalıdır.
Özcesi, devrimci sendikal örgütlenme, işçi sınıfının devrimci bir sendikal örgütlenme zeminde yeniden örgütlenmesidir. Tabii ki devrimci sendikal örgütlenme bütün bir işçi sınıfını kendi bünyesinde örgütlemeyi hedefleyecektir, ama bunun olmayacağı da neredeyse kesin bir gerçektir.
27
Komünist Zemin Bundan dolayıdır ki devrimci sendikal örgütlenme işçi sınıfını kendi saflarında örgütlenmeye çağırmakla yetinemez. Bunun yanı sıra, günümüzdeki sendikal örgütlenmelerin ve sendika bürokrasisinin teşhir edilerek etkisiz kılınması, bu sendikalarda işçi sınıfının doğrudan kontrolünün sağlanması ve sendikaların yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal birer güç olarak sınıf mücadelesinde yer alması için de itici bir işlev görmeyi de görev edinmek zorundadır. Dipnot Yerine: Bu yazının kapsamı içerisinde sendikacılığın tarih sahnesine çıkışını ve geçirmiş olduğu tarihsel evrimi ve yaşamış olduğu devrimci kırılmaları tartışmaya çalıştık. Bu yazı kapsamında asıl hedeflediğimiz sonuçtan çok, bir başlangıçtır. Zaten canlı tarihte bir sonun ve bir sonsözün olmayacağı da muhakkaktır. Bu bakımdan, okurlarımızın ya da muhataplarımızın da bu yazıyı bu çerçevede mütalaa etmelerini temenni ediyoruz. Bir başka nokta ise, devrimci sendikal örgütlenmenin programının ve hukukunun ne olacağı sorunudur. Bu konularda sıfırdan başlamamız gerekmiyor. Çünkü gerek Kızıl Sendikalar Enternasyonali, gerekse de Anarko-Sendikalizm, bu konuda bizlere önemli bir devrimci miras bırakmıştır. Ama bu mirasla yetinmek mümkün olmadığı gibi, bu mirasın da aşılması gereken yanlarının olduğu muhakkaktır. Program meselesine bu yazı kapsamında değinemedik, ama devrimci sendikal örgütlenmenin programının ne olması gerektiğini ya da bu programın olmazsa olmazlarının neler olması gerektiğini bir başka yazıda ele alacağımızı burada not düşmek istiyoruz. Devrimci sendikal örgütlenmenin hukukunu ise programdan bağımsız ele almak mümkün değildir. Bu hususta, tabii ki bizim açımızdan olmazsa olmaz olan noktalar mevcuttur.
28
Birkaç örneğini verecek olursak: 1- Devrimci sendikal örgütlenmenin dayanacağı hukuk, doğrudan temsile dayanan, profesyonel yöneticileri ve bürokratları olmayan bir hukuk olmak zorundadır. Devrimci sendikal örgütlenmenin dayanacağı örgütlenme, işyerlerinde işyeri komiteleri, işsiz emekçiler arasında ise işsizler komiteleri olmalıdır. 2- Devrimci sendikal örgütlenmenin organizasyonunda görev alabilmek için her işçi ve işsiz emekçi görev alabilmeli, bunun da ötesinde her emekçi buna teşvik edilmelidir. Devrimci sendikanın yürütme ve organizasyon işlerinde görev alanlar, kendilerini o göreve seçen işçi komiteleri tarafından her an denetime ve geri çağrılmaya açık olmak zorunda olmalıdırlar. Bunun dışında yürütmede görev alan her üye, komite ya da genel kongre tarafından belirlenen süre sona erdikten sonra geldiği yere dönmek zorunda olmalıdır. 3- Devrimci sendikal örgütlenmenin hukukunun olmazsa olmazı olan bu hususların, günümüzdeki sendikalarda da egemen hale gelebilmesi için, devrimci sendikal örgütlenme mevcut düzen içi sendikalar içerisinde de bu görüşleri işçilere propaganda etmekten kaçınmamalıdır. Devrimci sendikal örgütlenmenin hukukunun ne olması gerektiğini tartışırken, ilk aklımıza gelenler ve olmazsa olmaz olarak gördüklerimiz bunlardır. Ama bunlar yeterli olmadığı gibi, devrimci sendikal örgütlenmenin hukukunun ne olacağı meselesinin program meselesinden bağımsız ele alınması da doğru değildir. Dolayısıyla bu meseleyi de program meselesinin ele alınacağı bir başka yazıda ele almayı buraya not düşmek istiyoruz.
Komünist Zemin
Tekel İşçilerinin Direnişi Vesilesiyle C/4 ve Taşeronlaşma Üzerine Tekel işçilerinin direnişiyle gündeme gelen ve sanki yeni bir şeymiş gibi konuşulmaya başlanan C/4 statüsü, aslında oldukça eski bir uygulama. Ve C/4 statüsü, işçi sınıfı için sanılanın ya da tartışılanın çok ötesinde bir anlama sahiptir. Yani mesele bir iş kolunda çalışan işçilerin, işlerini ve özlük haklarını yitirmeleri meselesinin ötesinde bir öneme sahip. Bilindiği gibi C/4, devlet işletmelerinin ya da devlete ait işyerlerinin kimi kollarının özelleştirilmesi sonucu işlerini ve mevcut iş sözleşmelerinden kaynaklanan haklarını kaybeden işçilerin, sözleşmeli personel olarak, yine devlete ait kurumlarda ya da alanlarda hem geçici olarak çalıştırılmalarını, hem esnek çalışma koşullarında çalıştırılmalarını, hem düşük ücretlerle çalıştırılmalarını ve hem de işçilerin mevcut örgütlenmelerini ve örgütlenebilme dinamiklerini engellemeyi öngörmektedir. Bu uygulama, esasen, emperyalist/kapitalizmin çıkarları doğrultusunda planlanıp IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlar aracılığıyla dünya çapında uygulamaya sokularak “yerli” hükümetlere uygulattırılan bir politikadır. Bu uygulamanın ilk adımları Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi ile atılmış, darbe ile birlikte öncelikle uluslararası sermayenin planlarına direnebilecek devrimci güçler ve işçi örgütleri dağıtılmış, baskı altına alınmış ve etkisizleştirilmiştir. İkinci adım olarak ise, devrimci güçlerin ve işçi örgütlerinin dağıtılmasını, baskı altına alınmasını ve etkisizleştirilmesini sağlayan darbeden hemen sonra 1983 yılında işbaşına getirilen Özal hükümeti, emperyalist/kapitalist efendilerinin direktiflerini yerine getireceği bu konu ile ilgili icraatlarına hiçbir dirençle ve engelle karşılaşmadan girişebilmiştir. Bu uygulama, ilk Özal hükümetinden bu yana ve hiç şaşmadan tüm burjuva hükümetlerce parça parça hayata geçirilmiş
ve bugüne kadar on binlerce işçi işsizliğe mahkûm edilmiş, ya da gerek devlet eliyle olsun, gerekse de taşeron firmalar eliyle olsun, işçiler, eski iş haklarını kaybederek devlet işletmelerinde ve kurumlarında geçici ve sözleşmeli bir statüyle düşük ücretlerle çalışmaya mecbur bırakılmıştır. Bugün çokça dillendirildiği gibi bu uygulama ne AKP hükümeti ve Erdoğan’la sınırlıdır, ne de Türkiye ile sınırlıdır. AKP hükümeti de, Erdoğan’da kendilerinden çok evvel başlatılmış ve tüm burjuva hükümetlerin uyguladığı ve bundan sonraki tüm burjuva hükümetlerin de uygulayacağı emperyalist/kapitalist sisteme ait bu uluslararası planı uygulamakla memur edilmişlerdir. Emperyalist/kapitalist sistemin bir parçası olan hiçbir siyasi parti, hiçbir hükümet bu planı uygulamaktan geri duramaz, bunun aksi siyaset sahnesinden düşürülmelerine ve iktidardan uzaklaştırılmalarına yol açar. En başa dönecek olursak, C/4 uygulaması Tekel işçileri ile birlikte gündeme gelmiş bir uygulama olmadığı gibi, yalnızca Tekel işçilerinin sorunu olarak da ele alınmamalıdır.
C/4 uygulaması, esas olarak devlet sektörlerinde çalışanları kapsayan bir madde olsa da, özel sektörde de başka adlar ve maddeler üzerinden tanımlanan; öz itibariyle iş alanlarında taşeronlaşmayı hedefleyen, dolayısıyla da bir bütün olarak işçi sınıfının örgütlü yapısını, örgütlenme imkânlarını, iş ve sosyal güvencelerini ortadan kaldıran ve uluslararası bir niteliğe sahip olan burjuva bir stratejidir.
29
Komünist Zemin Genel Olarak İş Alanında Taşeronlaşma Kapitalist Topyekûn Savaş Stratejisinin Bir Ayağıdır 1970’li ve 1980’li yıllar, soğuk savaş döneminin ipinin çekildiği ve uluslararası kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinin startının verildiği bir dönemdir. ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher, Almanya’da Helmut Kohl dönemi; Güney Amerika ülkelerinde ve Asya’da emperyalizm için hayati önemi olan Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerde Askeri Darbeler yoluyla bu yeni döneme uygun rejimlerin işbaşına getirilmesi, Afganistan gibi önemli bir geçiş yolunda Taliban rejimine giden yolun hazırlanması, işte bu yeniden yapılanma döneminin ilk ayağını oluşturmaktaydı. Bu sürecin ikinci ayağını, Rusya’nın patronlarıyla yapılan anlaşma neticesinde “Doğu Bloğu” ülkelerinde kapitalist restorasyon süreci başlatılıyor ve bu ülkeler emperyalist pazarın bir parçası haline getiriliyordu.
Bu sürecin üçüncü ayağını ise, dünya çapında işçi sınıfının var olan ve var olabilecek olan örgütlü yapısını ortadan kaldırmaya dönük bir uygulamanın yürürlüğe sokulmasıydı; bu uygulama, işin ve iş akdinin taşeronlaşmasıydı. Bu uygulama ile birlikte işçi sınıfının örgütlenebilmesi fiilen ortadan kaldırılmış oluyordu. Öyle ya, sürekli bir işi olmayan, sendikalaşma hakkı olmayan ve birkaç ayda bir iş değiştirmek zorunda kalan ya da üç ay çalışıp, altı ay işsiz kalan bir işçinin sınıf temelli örgütlenebilmesi nasıl mümkün olabilirdi ki?
30
Esasen 1970’li yıllarda yürürlüğe konulan bu yeniden yapılanma süreci, neredeyse hiçbir örgütlü dirençle karşılaşmadan tamamlanmıştır. Bu anlamıyla Tekel işçilerinin yüz yüze kaldıkları bu durum, bir sürecin başlangıcı değil, sonudur. Dolayısıyla da C/4, işçi sınıfına karşı genel olarak iş alanında taşeronlaştırmayı amaçlayan burjuva savaş stratejisinin bir parçası olarak mütalaa edilmeden ne anlaşılabilir, ne de aşılabilir. Topyekûn Savaş Stratejisinin Bir Parçası Olan C/4 Nasıl Aşılabilir? Bu cendereden kurtulabilmenin ilk olmazsa olmazı, gerek Tekel işçilerinin, gerekse de bir bütün olarak işçi sınıfının, C/4’ün ne anlama geldiğini doğru mütalaa etmesi ile mümkündür. Eğer işçi sınıfı meseleyi bir hak-hukuk meselesi olarak kavramaya, daha da kötüsü, sadece Tekel işçilerinin meselesi olarak görmeye devam ederse, işçi sınıfı bu savaşı daha en başından kaybetmeye mahkûmdur. İkinci olmazsa olmaz, gerek C/4’ü, gerekse de iş alanında taşeronlaşmayı daha en başından kabul eden ve bu anlamda kapitalist hükümetlerle anlaşmalar yoluyla bu savaş stratejisinin parça parça uygulanmasına yardım etmiş olan mevcut sendikalar teşhir edilip, sendikaları da aşan bir sınıf hareketi oluşturulmasıdır. Bu yapılmadığı takdirde, Tek Gıda İş Başkanı Mustafa Türkel gibi sendika bürokratlar, “Şartımız tek. 4/C'li olarak bizi nerede çalışmaya göndermek istiyorlarsa, orada kadrolu işçi olarak çalışmaya varız. Üstelik ücretlerimizin düşürülmesini dahi konuşmaya hazırız. 4/C'li çalıştırmak için bize hangi ücretleri önerdilerse oraya kadar indirime varız.” türünden, meseleyi bir iş garantisi meselesine indirgeyerek asıl sınıfsal içeriğini ortadan kaldırmaya dönük aşağılık tutumlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Üçüncü olmazsa olmaz, “Kamu Sektörü” olarak adlandırılan işletmelerin özelleştirilmesine son verilmesini ve özelleştirilmiş olanların yeniden devletleştirilmesini bir çare olarak ileri sürmekten vazgeçmektir. Çünkü bu, bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Birincisi, “Kamu İşletmesi” diye tanımlanan işletmeler kamunun yani “halkın” değil, devletindir ve bu işletmelerde hiçbir vakit
Komünist Zemin “halkın” kontrolü ve tasarrufu söz konusu olmamıştır. Zira devlet doğası gereği hiçbir vakit bütün bir “halkın” olamaz, olmamıştır da. Devlet, nihayetinde egemen olan sınıfın bir tahakküm aracıdır. Bundan dolayıdır ki kapitalizmin egemenliğinin bir aracı olan kapitalist devlet de, sermayenin çıkarlarını korumak için vardır.
İkincisi, kamunun diye adlandırılan işletmelerde de çalışanların iş ve sosyal güvenceleri yoktur ve kimin işe alınıp, kimin işten atılacağına kamu değil, kapitalist devlet karar verir. Bundan dolayıdır ki “Kamu Sektörü” diye adlandırılan işletmelere, hangi parti iktidar ise, o partinin ya da devletin sahiplerinin yakını ve yandaşı olanlar kolayca alınmakta, bu kategorilere dâhil olmayanlar ise bu işletmelerden kovulmakta ya da ücra yerlere sürülebilmektedir. Üçüncüsü, kamunun diye adlandırılan işletmelerde neyin ne kadar üretileceğine, işletmenin gelir ve giderlerine ilişkin meselelerde genel olarak kamunun özel olarak da bu işletmelerde çalışan işçilerin karar verme ve denetleme hakkı yoktur. Dördüncüsü, bir işletmenin kamu yararına mı yoksa kamu zararına mı olduğuna ve bu işletmenin üretime devam edip etmemesine karar veren kamu değil kapitalist devlettir. Bugüne kadar birçok işletmenin “verimsizdir” gerekçesiyle kapatılması ve satılması bunun bir kanıtıdır. Esas olan şudur ki, “Kamu Sektörü” diye adlandırılan, gerçekte ise kamunun değil devletin sahiplerinin kontrol ettikleri işlet-
meler doğrudan çalışanlar tarafından kontrol edilmedikçe, bu işletmelerde ne toplum yararına üretim yapmak, ne de çalışanların iş güvencesi garantisi elde edebilmeleri mümkündür. Peki, ya Sosyalistler? Yukarıda olmazsa olmazlar olarak sıraladığımız görevler, esasen öncelikle sosyalistlerin sırtlanması gereken görevlerdir. Çünkü sınıfın genel çıkarları açısından meseleye bakma yeteneğine sahip olanlar onlardır. İşçilerin ilk reaksiyonları, ister istemez kendi dar çıkarlarıyla sınırlı olmaya mahkûmdur. Çünkü politikleşmemiş bir işçi sınıfı, sınıfın genel çıkarlarından hareket ederek değil, kendi dar ve gündelik çıkarlarından hareketle meselelere yaklaşır. İşçi sınıfının ve genel olarak ezilenlerin ortak çıkarlarını temsil etme perspektifine sahip olan yegâne kesim, işçiler ya da ulusalcı ve yurtsever “sosyalistler” değil, kelimenin gerçek anlamına uygun bir davranış içerisinde olan sosyalistlerdir. Bu anlamıyla sosyalistlerin yapması gereken, işçilerin patronlar karşısında ve burjuva devletler karşısında giriştikleri bu haklı mücadelelerinin yanında olmakla birlikte, onun kuyruğuna takılarak peşinden gitmek ve politik olarak ona tabi olmak olamaz. Sosyalistlerin görevi, işçilerin haklılığını desteklemenin ötesinde, bu mücadeleyi sınıf savaşının bir parçası olarak kavramak, işçi sınıfına bunu propaganda etmek ve bu mücadelenin sınıfın genel çıkarlarıyla ve kapitalist sistemin yıkılması mücadelesiyle olan bütünlüklü bağını kurmaktır. Bu anlamıyla sosyalistlerin bir başka görevi ise, sendika bürokrasisinin sınıf işbirlikçi tutumunu teşhir etmek ve sendikalardan bağımsız bir işçi inisiyatifinin ortaya çıkmasına önayak olmaktır. Tekel işçilerinin kazanabilmelerinin olduğu gibi, sınıf eksenli bir gücün yaratılmasının ve sınıfın örgütlü bir güç olabilmesinin zeminini fiilen ortadan kaldıran iş alanındaki taşeronlaşmanın yenilgiye uğratılmasının da yolu buradan geçmektedir.
31
Komünist Zemin
Otomobil, Köprü ve Kentin Ölümü… Üçüncü bir boğaz köprüsü yapılacağı ve 6 milyar dolara mâl olacağı ilan edilince, bazı tepkiler de ortaya çıktı: İtirazlardan biri köprü için 6 milyarın çok olduğuna dairdi, yeni bir rant ve yağma alanı yaratıldığından söz edildi.
Rusya Federasyonuyla anlaşma geçtiğimiz günlerde imzalandı. Nükleer santralle ilgili de itirazlar var, bunun bölge turizmine zarar vereceği için itiraz ediliyor, yoksa itiraz bizzat tam bir felaket olan ve yapılması için hiç bir haklı gerekçenin olmadığı nükleer santrale değil, ‘yer seçimine’... Başka yere yapılsın deniyor... Santrali ve köprüyü engellemek için yargıya başvurulacağı da söyleniyor. Kimi kime şikâyet ettiklerini sanıyorlar? Kanunları yapanlarla çekleri imzalayanlar son tahlilde aynı güç ve iktidar odakları değil mi?
Yeni köprünün ortaya çıkaracağı ekolojik tahribatla ilgili itiraz da önemliydi. Bazıları da güzergâhla ilgili kaygılar belirtti. Bu tepkiler elbette haklı ve yerinde. Hükümet ve üç dört ve daha çok köprü yapılmalıdır diyen cepheyse, üçüncü köprüye karşı çıkmanın ilerlemeye, kalkınmaya karşı çıkmak demeye geldiğini, velhasıl bunun gericilik olduğunu söylüyorlar... Elbette bir köprü için 6 milyar harcamak tam bir yağma ve talandan başka bir şey değildir. Mesela neden 850 milyon dolar değil de 6 milyar dolar sorusu haklı olarak akla geliyor. Bunun bir yağma vesilesi olduğu da doğru, ormanları, bitki örtüsünü yok edeceği de... Fakat asıl sorulması gereken soru başka... Köprü yapılmasını kim neden istiyor? Köprünün görünen ve bilinen yapılma gerekçesi kent trafiğini rahatlatmak... Enerji sorununu çözmek üzere de Mersin Akkuyu’da yapılacak 20 milyar dolarlık nükleer santral için kollar sıvanmış durumda.
Eğer politik mahiyette bir saldırıyla karşı karşıya iseniz, ona hukuk yoluyla karşı koyamazsınız. Bu sınıflı burjuva toplumunda hukuka hak ettiğinden çok önem atfetme yanılgısıdır. Ne köprü trafik sorununu çözmek için, ne de nükleer santral enerji sorununu çözmek için gündeme geliyor. Sermayenin yeni yağma ve talan alanlarına ihtiyacı var. Bu yüzden başka yerde başka gerekçeler aramanın mânası yok. İnsan taşıması özel arabaya dayanıyorsa ve ulaşım politikası da otomotiv-petrol kompleksinin çıkarına göre belirleniyorsa -ki öyle-, daha çok köprü yapılması kaçınılmaz ama trafik sorununu çözmek için değil, petrol ve otomobil üreticisi dev şirketlerin, büyük inşaat şirketlerinin kârlarını büyütmek, arsa spekülatörlerini zengin etmek için... Aynı şekilde nükleer santral de enerji sorununu çözmek için değil... Asıl gerekçeyle görünen ve afişe edilen gerekçe ayrımını yapamadığınız zaman aldatılmak, oyuna gelmek, velhasıl başkasının borusunu öttürmek kaçınılmazdır.
32
Komünist Zemin Başlangıçta araba ancak ayrıcalıklı sınıfın kullanabildiği lüks bir maldı. Bilindiği gibi lüks mal demek, sıradan insanların, emekçi sınıfların sahip olması mümkün olmayan şeyler anlamındadır. Mesela herkesin bir şatosu, deniz kenarında özel plajlı villası olamaz. Bu iki bakımdan imkânsızdır: birincisi, sıradan, mütevazı emekçi insanlar zar-zor geçimlerini sağlayabildikleri için, o kadar büyük harcama yapmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Zaten birilerinin şato-yalı, vb. sahibi olması başkalarının onlara sahip olmadığı, yoksul olduğu durumda mümkündür, mâlûm birinin zenginliği diğerinin yoksulluğunun sonucudur.
Mesela Ford Marka arabanın mucidi, otomobil baronu Henry Ford, Nazi Almanyasının otoyollarını inşa etmişti ve Naziler tarafından 1938’de ‘Büyük Kartal Nişanı’yla ödüllendirilmişti. Daha 1923’lerde Hitler Henry Ford için: “Biz Heinrich [Henry] Ford’u faşist partinin Amerika’da büyümüş lideri sayıyoruz” demişti. Bir başka vesileyle de Hitler: “Henry Ford benim esin kaynağım’ diyecekti... Fordist üretimin devreye sokulması, orta sınıfların ve işçilerin de araba sahibi olmaya başlamasıyla, özellikle de 1945–1975 kapitalist genişleme döneminde araba üretimi akıl almaz bir hızla arttı. Artık XXI’inci yüzyılın başında dünya ölçeğinde her gün doğan çocuktan daha çok otomobil üretiliyor. 2000 yılında yollarda 500 milyon özel araç hareket halindeydi. 1990’da sadece OECD ülkelerinde toplam araç sayısı [araba, kamyon, kamyonet, otobüs, minibüs...] 360 milyondu. Bir ölüm makinesi olarak otomobil İlk otomobil kazası 23 Eylül 1899’da New York’ta meydana geldi. 1990’lı yıllara gelindiğinde araba kazasında ölen insan sayısı 17 milyon, 2002’de de 20 milyondu...
ikincisi, ekolojik sınır itibariyle de herkesin deniz kenarında özel plajlı villaya, yalıya sahip olması mümkün değildir. Herkesin villa için ortalama 30 metre uzunluğunda sahili sahiplendiğini düşünün, 80 milyon nüfuslu bir ülke olsa ve aileler 4 nüfustan oluşsa, bu 20 milyon aile ve 20 milyon villa demektir ki, 20 milyonu 30’la çarptığınızda 600 milyon metre uzunluğunda sahil gerekecektir... Lüks malla ilgili bir husus da bir şeye çoğunluk sahip olduğunda artık lüks olmaktan çıkmasıdır. Araba Henry Ford’la birlikte işçi aristokrasisinin ve orta sınıfın da kullanabildiği bir ulaşım aracı haline gelince iş zıvanadan çıktı, araçla amaç yer değiştirip ters-yüz oldu. Petrol kartellerinin özel kullanım için araba üretilmesinde çıkarı vardı. Çıkarı olan bir başka kesim de oto-yol ve köprü yapan büyük inşaat şirketleridir. Ama bunların arasında Çin duvarı yoktur elbette.
33
Bu sayının birkaç katı yaralı ve sakatı da hatırda tutmak gerekir. Aynı şekilde bu rakamın savaşlarda ölen insan sayısıyla karşılaştırılması anlamlı olabilir. Fakat arabanın öldürdüğü sadece bu kadar değil, araba çevreyi kirleterek, kenti tahrip edip yaşanmaz hale getirerek, Üçüncü Dünya veya şimdilerde “Güney” denilen ülke halklarını sömürerek de öldürüyor. Otomobil üretiminde kullanılan malzemenin çoğu yoksul ülkelerden geliyor, otomobili yürüten petrolün en büyük kısmı da... Bir araba yılda bir tondan fazla oksijen emiyor ki, bu dünyadaki tüm otomobillerin bir yılda yaklaşık 1 milyar ton oksijen emmesi demek. Bir araba atmosfere yılda yaklaşık 4 ton karbondioksit bırakıyor, bu da dünyadaki tüm araçlardan yılda atmosfere 4 milyar ton karbondioksit bırakılması demek. İşte ‘sera etkisi’ denilenin başlıca nedeni... Araba kenti de öldürüyor.
Komünist Zemin Toplu kamu taşımacılığını [tren, tramvay, metro, otobüs] yok ediyor. Oysa kollektif ulaşım özel ulaşımdan 25 kat daha az yer kaplıyor, daha az enerji tüketiyor, daha rahat, daha güvenli ve daha sosyal... Yollar, caddeler, sokaklar, kaldırımlar arabalar tarafından işgal edilince, kentin birçok yeri garaj ve park yerine dönüşünce [araba siloları densin], kentin havası zehirlenince ve her şey arabaya göre düzenlenir hale gelince, kent de yaşanmaz bir yer haline gelip, kent olmaktan çıkıyor. Kentlerin göbeğinden oto-yolların geçmesinden daha saçma bir şey olabilir mi? Araba aynı zamanda bir yabancılaşma aracı ve asosyal, zira arabasına binip, kapıyı kapatan kişi, bencil bir kişiliğe dönüşüyor ve toplum sorunlarına yabancılaşıyor... Bir çok savaşın gerisinde de petrol-otomobil kartellerinin olduğu da mâlum... O halde bunca kötülüğün kaynağı olan araba neden tartışma konusu yapılmıyor? Neden itiraz edilmiyor ve gereği yapılmıyor? Elbette ulaşım herkesin hakkı ve ‘demokratikleştirilmesi’de gerekiyor ama bunun özel arabaya dayandırılması, bir enerji kaynağının [fosil yakıtlar] tükenmesi, trafik tıkanıklığı, çevrenin kirlenmesi, insan sağlığının bozulması, çok sayıda ölüm, sakatlanma, bu arada kentin de ölümü pahasına sürdürülmesi nasıl gerekçelendirilebilip-savunulabilir? Kaldı ki, trafiğe dahil olan araba sayısı arttıkça araba kullanmanın varlık nedeni de ortadan kalkıyor zira, özellikle büyük kentlerde daha hızlı gitmek için binilen araba, günün bazı saatlerinde ve bazı yollarda ortalama yaya yürüme hızı seviyesine kadar iniyor. İnsanların ortalama olarak gelirlerinin üçte birini araba için harcadığı [araç satın alma, yakıt, bakım, vergi, sigorta, vb.] da dikkate alınırsa ve bu harcamalar için gerekli çalışma zamanı da yolda harcanan [kaybedilen] zamana eklenince sonucun tam bir saçmalık olduğu apaçık ortada... Araba [otomobil] ve petrol endüstrisi kompleksinin çıkarı daha çok otomobil üretilmesini gerektiriyor ve onların çıkarı otomobilin başat ulaşım aracı haline getirilmesini gerektiriyor. İkinci neden de insânî yabancılaşmayla ilgili. Araba tutkusu iflah olmaz bir hastalık ve insanların zenginleri taklit etmesiyle ilgili. Herkes milyarderleri, milyonerleri, büyük gaspçıları taklit etmek istiyor, ‘ayrıcalıklılar sınıfına terfi etmek istiyor ve bunun mümkün ve gerekli olduğuna da inanıyor...
Bu yüzden de gezegen hızla tahrip ediliyor ve GSMH’nın ne kadar arttığından, ekonomilerin ne kadar büyüdüğünden, ne kadar hızlı kalkınıldığından söz ediliyor... Geniş bir kitle otomobil kullanır hale gelince, araba ‘lüks’ olmaktan çıkınca, ayrıcalıklı olmak için artık en pahalı arabaya sahip olmak gerekiyor. Bu yüzden araba sahibi olanlar arasında da lüks araba sahibi olanlarla olmayanlar arasında bir ayrışma ortaya çıkıyor. Farklı olma hastalığı insanları bu sefer de çok pahalı arabalara yöneltiyor. Nitekim 4x4 saçmalığı tam da bulunla ilgili. Bunun anlamı ben ortalama insanın binemediği arabaya biniyorum demek. Şimdilerde benim çocukluğumdaki kamyonların büyüklüğünde arabalar [cipler] kentlerin ana caddelerinde boy gösteriyor... Özel araba savunucularının bilinen gerekçesi bunun bir “özgürlük kaynağı” olduğu, istediği yere, istediği hızla istediği zaman gidebilme, istediği yerde durabilme, vb. Bu görüşte olanlar arasında maalesef Marksist solcular da var. Aslında sözü edilen özgürlüğün şimdiki dünyada pek bir reel bir karşılığı yok. Bu, arabanın sağladığı özgürlükten bahsederken, arabanın neden olduğu sayısız bağımlılıkların göz ardı edilmesinden kaynaklanıyor. Arabanın neden olduğu bağımlılıkların ve kötülüklerin yanında sağlanan özgürlüğün pek bir kıymet-i harbiyesi yok. Veya ne pahasına ‘özgürlük’ denecektir... Özel araba çılgınlığına, dolayısıyla otomobil-petrol emperyalizmine itiraz etmeden, üçüncü, dördüncü, beşinci... Köprüye itiraz etmenin bir kıymeti harbiyesi olmayacağı gibi [kaçınılmaz olarak gerisi gelecektir], kapitalizme itiraz etmeden ve bir alternatif önermeden de özel arabaya itiraz etmek beyhudedir. Kapitalizme itiraz etmeden nükleer santrallere karşı çıkmak da öyle. Demek ki, sorunların çözümü, radikal olmayı, şeyleri ve olguları kaynağında tartışabilmeyi, asıl sorulması gereken soruları soracak yüksekliğe çıkabilmeyi gerektiriyor. Aksi halde sorunların da çözümsüzlüklerin de büyümeye devam etmesi ve dünyanın her geçen gün daha da yaşanamaz hale gelmesi kaçınılmaz...
34
Komünist Zemin
Kürt “Ulusal’ Hareketi (Demokratik Cumhuriyetçi Hareket) ve Reformist Sol ile Sosyalist Hareketin Programatik ve Stratejik Birliği Mümkün müdür? Dipnot Yerine: Bilindiği gibi, özellikle son yıllarda sosyalist hareketin kimi kesimleri ile Kürt “ulusal hareket”inin kimi kesimleri arasında “Birlik” ya da “Ortak Parti” tartışmaları daha sık yapılır olmuştur. Biz bu tartışmaların her daim dışında olduk. Ama yine de bu hususa ilişkin düşüncemizin ve tutumuzun ne olduğunu ortaya koymayı bir zorunluluk olarak görüyoruz. O halde bu yazı, aynı zamanda, bu tartışmalar hakkında ne düşündüğümüzü ya da neden bu tartışmaların dışında kaldığımızı her fırsatta bize soran kesimlere yönelik bir açıklama olarak ta okunabilir. Bu yazı çerçevesinde “ulusal hareket” yerine zaman Demokratik Cumhuriyetçi hareket ifadesi kullanmak durumunda kalacağız; bunun nedeni, Kürt “ulusal” hareketinin kendisini daha ziyade bu biçimde tanımlıyor olmasının yanı sıra, Kürt “ulusal” hareketinin, bugünkü talepleri ve stratejik hedefleri bakımından klasik anlamda bir ulusal hareket olmaktan ziyade, eşit haklar (eşit yurttaşlık) hareketine, dolayısıyla bir sosyal harekete dönüşmüş olmasıdır. Sosyalistler ile Kürt “Ulusal” Hareketinin ve Reformist Solun Programatik, Stratejik ve Örgütsel Birliği Mümkün müdür? Bizim tarafımızdan bu soruya verilecek cevap, hiç tereddütsüz “hayır” olacaktır. Çünkü bu güçler, stratejik ve programatik hedefleri bakımından, doğaları gereği nihai olarak çatışmak zorunda olan güçlerdir. Bu güçlerin politik talepler üzerinden geçici olarak birlikte hareket etmesi mümkündür ama ortak örgüt ve program üzerinden birlikteliği mümkün değildir. Sosyalist hareketin nihai hedefi devletsiz ve sınıfsız bir dünya düzenidir; bu maksada ulaşabilmenin ilk olmazsa olmazı ise,
bir sınıflı tolum olan burjuva toplumunun temel dayanaklarını tahrip etmektir. Yani mevcut devleti yıkmak, burjuvaziyi mülksüzleştirmek ve üretim araçlarının ve üretimin toplumsallaşması, yani doğrudan çalışanların kontrolüne geçmesi için mücadele etmektir. Ulusal hareketlerin nihai hedefi ise, kendi “ulusal sermaye”sini, “kendi burjuvazisi”ni ve burjuva devletini kurmaktır. Reformcu solun hedefi ise, kapitalist sistemi herkes için daha katlanılabilir bir sistem olarak yeniden organize etmektir. Reformist sola göre, kapitalizme rağmen “Bir başka dünya mümkün”dür. Kürt “ulusal” hareketine gelecek olursak, bu hareket, en radikal olduğu dönemde -ki ulusal hareket olabilmenin olmazsa olmazı budur- bir ulus devleti, yani burjuva bir devleti hedeflemekteyken, bugün, mevcut burjuva devletin eşit bir bileşeni olmayı, onu yeniden yapılandırarak daha güçlü kılmayı hedeflemektedir. Her haklılar hareketi gibi Kürt “ulusal” hareketi de gerek tarihsel olarak, gerekse de talep ettikleri ya da itiraz ettikleri bakımından bir haklılar hareketidir. Kürt “ulusal” hareketi, kurulu düzenle barışmak adına olsa bile, kurulu düzenle çatıştığı sürece haklılar hareketi olma özelliğinden bir şey yitirmeyecektir. Ama onun bu haklılığı ve haklılığından kaynaklanan meşruluğu, onun devrimci ve kapitalizm karşıtı bir hareket olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu hareket, nihayetinde ya bir burjuva Kürt devletinin kurulması ile ya da mevcut burjuva devlete entegre olarak nihayetlenecektir.
35
Komünist Zemin Bu kaçınılmaz son yalnızca Kürt hareketine özgü bir durum değil, genel olarak bütün ulusal hareketlere ve kadın hareketi, çevre hareketi v.s. gibi bütün sosyal hareketlere özgü bir durumdur. Ulusal hareketler, doğaları gereği ikili bir karaktere sahiptirler. Ulusal hareketler, tarihsel haklılığının da ötesinde, egemen olanla ve resmi paradigmayla çatışıyor olmaları dolayısıyla birinci adımda “devrimci” bir potansiyel taşıyor olmalarına rağmen, ikinci adımda bu potansiyellerini yitirerek egemen bir burjuva devleti olmaya ya da egemen olan burjuva devletine entegre olmaya mahkûmdurlar. Bundan dolayıdır ki sosyalist hareket ile ulusal bir hareketin ortak partisi, yani programatik ve startejik bir birliği ve ortaklığı mümkün değildir. Özcesi, Kürt “ulusal” hareketi (Demokratik Cumhuriyetçi Hareket) ve kapitalist restorasyonu savunan reformcu solun, sosyalizm perspektifine bağlı sosyalist hareket ile programatik ve stratejik birliği eşyanın tabiatına aykırıdır. Amaçları bakımından programatik ve stratejik bir ortaklığa sahip olamayan bu siyasal güçlerin aralarında bir örgütsel ortaklık kurabilmeleri de mümkün olamaz.
Kürt hareketine göre bu, 1921 Anayasası’nın ve Batılı ülkelerdeki devletlerin dayandığı temellerin esas alınarak, mevcut devletin yeniden yapılandırılması ile mümkündür. Aynı şekilde reformcu sol hareketin de öncelikli hedefi, Batılı ülkelerde mevcut olduğu kabul edilen türden bir burjuva cumhuriyetinin tesisidir. Bu iki hareketin önceliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Kürt “Ulusal” Hareketi ya da Demokratik Cumhuriyetçi Hareketle Sosyalizm Hareketinin Değil, “Reformcu Sol”un Birliği Mümkündür
Kürt hareketi ile reformist solun adına “demokratikleşme” dedikleri programı yukarıda sıraladığımız sekiz madde kapsamında ifade etmek mümkündür. Bu iki hareketin bugünkü önceliklerini belirleyen bu program olduğundan, bu iki hareketin gerek programatik, gerek stratejik, gerekse de “Çatı Partisi” benzeri ortak örgütsel zeminlerde birlik sağlamaları pekâlâ mümkündür. Ve olmalıdır da. Ama sosyalizm hareketinin bu hareketlerle programatik, stratejik ve örgütsel birliği mümkün değildir.
Evet, bugünkü haliyle Kürt “ulusal” hareketi ya da moda deyimiyle Demokratik Cumhuriyetçi hareket ile reformist solun ortaklığı, gerek programatik, gerek stratejik, gerekse de örgütsel olarak mümkündür. Çünkü bu kesimlerin ortaklaştığı zemin öncelikli olarak bir burjuva cumhuriyetidir. Kürt “ulusal” hareketi, nicedir bağımsız bir Kürt devleti fikrinden vazgeçmiş, mevcut devletin yeniden yapılandırılmasını kendi önceliği olarak ilan etmiştir. Kürt hareketinin önceliği, Kürt ulusunun kendi kaderini istediği yönde tayin etmesi değil, Kürtlerin de mevcut egemen devletin bir bileşeni olarak kabul edilmesidir.
36
1. Demokratik bir Anayasa yapılsın; 2. Herkese eşit yurttaşlık hakkı tanınsın; 3. Örgütlenme ve İfade özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükler teminat altına alınsın; 4. Özgürlükler genişletilsin; 5. Kürtlerin özlük hakları Anayasal güvence altına alınsın; 6. Herkese parasız eğitim ve eğitimde fırsat eşitliği tanınsın; 7. Üniversiteler özerkleştirilsin; 8. Askeri vesayet rejimine son verilsin ve Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı’na bağlansın.
Sosyalist Hareketin Kürt “Ulusal” Hareketi ve Reformcu Sol ile “Birliği” Ne Zaman ve Nasıl Mümkündür? Tabii ki Sosyalist hareketin de gerek reformcu sol ve Kürt “ulusal” hareketi ile zaman zaman birlikte davranması ve birlik oluşturması mümkündür.
Komünist Zemin Ama oluşturulacak bu birlik, programatik, stratejik ve örgütsel bir birlik değildir. Sosyalist hareketin Kürt “ulusal” hareketi ve reformist sol hareketle birliği ya da yan yana durması, bayrakları karıştırmadan ve temel ayrılıkları muhafaza etmek koşuluyla, geçici ve göreceli koşullarda mümkün olabilir. Örneğin; siyasal özgürlüklerin ve örgütlenme hakkının savunulması, Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkının savunulması, öteki olarak kabul edilen ve öteki olması dolayısıyla ayrımcılığa uğrayan diğer toplulukların “eşit haklar” merkezli mücadelelerinin savunulması, Kürtlerin ve diğer ezilenlerin siyaset yapmalarının önündeki engellerin ortadan kaldırılması, sağlık hizmetinin herkese ve ücretsiz olarak sunulması için mücadele edilmesi vb. konularda sosyalistlerin gerek Kürt “ulusal” hareketi, gerekse de reformcu sol ile yan yana durması ve ittifaklar oluşturması mümkündür. Ama bu güçlerin stratejik ve programatik bir birliktelik ve programatik ve stratejik ortaklıkları gerektiren ortak bir parti örgütlenmesine gidebilmesi mümkün değildir. Sonsöz Yerine Yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerek Kürt hareketi, gerekse de reformcu sol hareket, her ne kadar mevcut sistemle çatışıyor olsalar da, nihayetinde sistem dışı hareketler değillerdir. Sosyalist hareket ise gerek varlık sebebi dolayısıyla, gerekse de hedefledikleri bakımından sistem dışı ve sistem düşmanı bir harekettir. Örneğin Kürt “ulusal” hareketi, bugün bu coğrafyadaki en diri, en dinamik güç olmasına ve taşıdığı “devrimci” dinamiğe rağmen, nihayetinde sistemin eşit bir bileşeni olmak istemektedir.
Keza reformist hareket, bugün var olan sistemle birçok alanda çatışıyor olmasına rağmen, nihayetinde mevcut sistemi yeniden yapılandırmak ve ona yeni refleks alanları kazandırmak istemektedir. Sosyalist hareketin ise ne Kürlerle sömürgeci devleti barıştırmak diye bir derdi olabilir, ne de sistemi yeniden yapılandırmak gibi bir derdi olabilir. Sosyalist hareketin biricik ve değişmeyen amacı, kapitalist sitemi tarihin çöplüğüne gömmektir.
Bundan dolayıdır ki sosyalist hareketin bu hareketlerle ortaklığı, bu hareketler mevcut sistemle çatıştıkları sürece mümkündür. Bu hareketlerin mevcut sistemle çatışmaları göreceli ve geçici olduğundan, sosyalist hareketin bu hareketlerle birlikteliği de göreceli ve geçici olmaya mahkûmdur. Bir başka deyişle, gerek sosyalist hareketin doğası, gerekse de Kürt “ulusal” hareketinin ve reformist sol hareketin doğası, bir başka birliğe uygun değildir.
37
Komünist Zemin
Sosyalist Çevrelerce Yürütülen “Tutuklu Gazeteci, Yazar ve Sanatçılar Serbest Bırakılsın” ve “Yargısız İnfaza Hayır” Kampanyaları Üzerine Dipnot yerine: Bu yazının konusu olan meseleye geçmeden önce, öncelikle suç ve ceza kavramları üzerine bir iki şey söylemek gerekiyor. Söz konusu suç ve ceza olduğunda bu hususlarda toplumun bütün kesimlerinin ortak bir noktada buluşabilmesi neredeyse mümkün değildir. Çünkü bu iki hususta insanları belirleyen ortak değerler –ki, sınıf, ırk, cinsiyet vb. değerler var oldukça bu mümkün değildir- ve ortak bir vicdan değil, kişilerin ya da zümrelerin dar çıkarları ya da mağduriyetleri olduğu muhakkaktır. Mesela mülk sahibi biriyle, bu şahısın sahibi olduğunu iddia ettiği malı “çalan” ve bu davranışından dolayı “hırsızlık” ile itham edilen birinin ortak bir suç ve ceza anlayışına sahip olabilmeleri mümkün değildir. Yine aynı şekilde, kendi geleceğini istediği gibi belirlemek isteyen ve bu yönde pratik bir tutum ortaya koyan bir Kürt’le, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” anlayışıyla yoğrulmuş bir Türk’ün ortak bir suç ve ceza anlayışına sahip olabilmeleri mümkün değildir. Bu örnekler, neredeyse hayatın bütün alanlarında mevcuttur. Bu da demek oluyor ki, günümüz dünyasında, yani neredeyse herkesin, her toplumsal kesimin çıkarının bir diğeriyle çatıştığı günümüz dünyasında herkesin onaylayabileceği ortak bir suç ve ceza anlayışının olabilmesi mümkün değildir. “Tutuklu Gazeteci, Yazar ve Sanatçılar Serbest Bırakılsın” Kampanyaları Üzerine Bilindiği gibi kimi yazar-çizer ve gazeteciler tutuklandığında, başka ülkelerde de rastlayabileceğimiz gibi üzerinde yaşadığımız coğrafyada da çeşitli kampanyalar başlatılır ve bu şahıs(lar)ın serbest bırakılması talep edilir. Gerekçe ise hep aynıdır: “Düşünce suç sayılamaz!” Asıl şaşırtıcı olan ise, özellikle 90’lı yılar itibariyle sosyalist çevrelerde de benzer kampanyalara itibar edilir olmasıdır. Sosyalist çevrelerde bu tür kampanyalara itibar ediliyor olması şaşırtıcıdır; çünkü kapitalist sistemde “düşüncenin suç sayılamayacağı” görüşü yalnızca bir yanılsama değil aynı zamanda burjuva bir yalandır.
38
Ama ne yazıktır ki burjuvazi bu yalanına geniş kitleleri inandırabildiği gibi, kapitalist imparatorluğun yeminli düşmanı olan sosyalistleri de inandırabilmiştir. Sosyalistlerin bu husustaki açmazlarına geçmeden önce, burjuvazinin bu konuda neden yalan söylediğini ve burjuvazinin düşünce özgürlüğünden ne anladığına kısaca değinmek istiyoruz. Burjuvazi, düşünce özgürlüğünden, söz konusu düşünce kendi varlığını tehdit etmediği sürece yanadır. Mesela 1950’li yıllarda Fransa’da sosyalizmden yana olmak suç sayılmazken, Cezayir’in bağımsızlığından yana olmak suç sayılabilmekteydi. Öyle ki, Cezayir’in bağımsızlığından yana olduğu için, de Gaulle’ün “Sartre Fransa’dır” dediği Sartre’nin bile evi bombalanmıştır. Keza 1970’li yıllarda Almanya’da sosyalizmi savunmak suç sayılmazken, RAF’a sempati duyan sözler sarf etmek suç sayılmış, RAF üyelerinin avukatlarının çoğu avukatlık mesleğinden men edilmişlerdir. Dahası, RAF militanlarından Ulrike Meinhof’un cansız bedeni hiçbir mezarlığa kabul edilmesin diye yoğun bir kampanya yürütülmüş; Ulrike Meinhof’un ölü bedenini kabul edecek bir kilise ortaya çıktıktan sonra bile, yanına başka bir ölünün gömülmesine izin verilmemiştir. Aradan 34 sene geçmiş olmasına rağmen, Ulrike’nin mezarının yanında bir başka mezar mevcut değildir. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi burjuvazi, ancak ve ancak kendi egemenliği açısından bir tehdit unsurunun söz konusu olmadığı durumlarda düşünce özgürlüğünden yanadır. Burjuvazinin bir başka çifte standardı ise düşünceyi üreten ile uygulayan arasında bir ayırım yapıyor olmasıdır. Burjuva hukukunda, örneğin bir fikri dile getiren düşünce özgürlüğü bağlamında mütalaa edilirken, bu düşünceyi fiiliyata geçirenler çoğu zaman “yıkıcı” ya da terörist” olarak mütalaa edilmektedirler. Burjuva hukukunda bunun yapılmasının nedeni, düşünce özgürlüğünün sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini göstermektir. Bu demek oluyor ki burjuva düzeninde düşünce, tehlikeli olmadığı, tehlikeli olanı
Komünist Zemin övmediği ve sistem açısından tehlike oluşturmayacak biçimde hayata geçirildiği sürece özgürdür. “Tutuklu Gazeteci, Yazar ve Sanatçılar Serbest Bırakılsın” Kampanyaları ve Sosyalistlerin Açmazları Bilindiği gibi gazeteciler, yazarlar ve sanatçılar bir bütün olarak toplum nazarında olduğu gibi, sosyalistlerin nazarında da ayrıcalıklı bir yere sahiptirler. Örneğin devletin meşru kabul etmediği bir zeminde faaliyet yürüten devrimci bir örgütün üyesi ya da aktivisti olduğu için tutuklanan bir insanın serbest bırakılması için her hangi bir kampanya yürütülmezken, tutuklanan şahıs bir gazeteci, yazar, akademisyen, sanatçı vs. olduğunda hemen kampanyalar organize edilmekte ve düşüncenin suç sayılması teşhir edilmektedir. Sosyalistlerin bu tutumu iki ayrı açmaza yol açmaktadır. Birinci açmaz şudur: Zaten toplumun çoğunluğu karşısında ayrıcalıklı olan gazeteciler, yazarlar ve sanatçılar, bu kez de ceza yasaları karşısında ayrıcalıklı kılınmak istenmektedir. İkinci açmaz ise şudur: Sosyalistlerin düşünce özgürlüğü tanımı ile burjuvazinin düşünce özgürlüğü tanımı aynı yerde buluşmaktadır. Şöyle ki, burjuva devletinin yasalarına göre düşünmek ve düşünceyi ifade etmek suç değildir. “Suçlanan şahıslar ise düşüncelerinden dolayı değil, suça teşvik ve suçu övmekten dolayı tutuklanmışlardır.” Sosyalistler ise, suç işleme hakkını savunmak yerine, suçlanan şahısın “suç işlemediğini ve yalnızca düşüncelerini ifade ettiğini, dolayısıyla da düşüncenin suç sayılamayacağını” ifade ederek söz konusu duruma bir son verilmesini istemektedirler. Yani “suç” kabul edilmekte ama suçlama reddedilmektedir. Bir an için “hırsızlık” nedeniyle mahkemelik olan birini düşünelim, bu durumda ne suçlanan, ne de suçlanan şahısın avukatı; “hırsızlığın bir suç olmadığını, asıl suçun mülk sahibi olmak olduğunu, dolayısıyla da ortada işlenmiş bir suç olmadığını” söylemezler. Aksine, gerek sanık, gerekse de sanık avukatı, suçun işlenmediğini ispat etmeye çalışırlar. Nasıl ki hırsızlık ile suçlanıp sanık olarak mahkemeye çıkarılan şahıs ve sanık Avukatı, suçun tanımı noktasında aynı düşü-
nüyorlarsa, aynı şekilde burjuva devleti ile sosyalistler de suçun tanımı noktasında buluşmaktadırlar. Zaten bu ortaklıktan dolayıdır ki sosyalistler, yasalarca da suç sayılmayan bir fiilden dolayı söz konusu şahısın tutukluluk haline ya da mahkûmiyetine karşı çıkmaktadırlar. Tersinden bir örnek bu yaklaşımın sağlamasını yapabilmek bakımından önemlidir. Örneğin “Taş atan çocuklar” olarak adlandırılan ve sayıları üç binin üzerinde olduğu açıklanan Kürt çocukları hakkında ceza davaları açıldığı halde, sosyalistler tarafından bu çocuklarla ilgili herhangi bir kampanya yürütülmemektedir. Neden? Nedeni açık, çünkü bu olay devlet tarafından düşünce özgürlüğü kapsamında değil, “terör suçu” kapsamında mütalaa edilmektedir de ondan. Yine aynı şekilde, eğer bir “Aydın” hakkında dava açılacak olsa, kızılca kıyamet koparılmaktadır; gerek hakkında dava açılan “Aydın”, gerekse de “düşünce özgürlüğü” noktasında aynı düşünen çevreler büyük kampanyalar başlatırlar ve duruşma günleri mahkeme önlerinde toplanarak yargılanan “Aydın”a destek verirler. Ama gelin görün ki, düşüncelerini devletin meşru görmediği bir zeminde ve biçimde ifade eden devrimciler ya da Kürtler yargılandığında benzer kampanyalar sosyalistlerin gündemine gelmez. Sosyalistlerin anlayışı bu olamaz. Sosyalistlerin nazarında her şeyden önce suçun tanımı farklı olmak durumundadır. Eğer ortada bir suç var ise, bu, kapitalizmin bizatihi kendi varlığıdır. Dolayısıyla da ona ve onun yasalarına karşı yapılan her şey meşrudur. Bu bakımdan ona karşı yazı yazmak ne kadar meşru ise, aynı şekilde taş atmak ya da şiddet kullanmak da o derece meşrudur. Sosyalistler, suç ve ceza meselesine bu şekilde bakmadıkları sürece, niyetleri ne olursa olsun, isteseler de istemeseler de kaş yaparken göz çıkarmaktan kaçınamayacaklardır. Düşünce özgürlüğü kapsamında bir kısım insanları savunalım derken, diğerlerinin tutuklanmasını ve mahkûm edilmesini üstü örtülü de olsa meşru kabul etmiş, kapitalist devletin suç ve ceza hukukunu onaylamış olacaklardır. “Yargısız İnfaza Hayır” Kampanyaları ve Sosyalistlerin Açmazları Sosyalistlerin bir başka açmazı ise “Yargısız İnfaz” meselesidir.
39
Komünist Zemin Bütün sınıflı toplumlar tarihi ve pratiğinin bize öğrettiği bir gerçek vardır: Aynı hukuka bağlı olmayanların birbirlerini yargılaması meşru değildir. Tam da bundan dolayıdır ki, ideallerine ve doğruluğuna inanan ve düşman ilan ettiği güç tarafından yargılanan her bireyin, kendisini mahkûm ettiğini sanan gücün karşısında son sözü: “Sizin iktidarınız gibi mahkemeniz de meşru değildir ve siz beni yargılayamazsınız, son sözü söyleyecek olan tarih olacaktır!” olmuştur. Bu duruşa sahip olmak için öyle sosyalist olmaya bile gerek yoktur. Nürnberg mahkemelerinde yargılanan Nazilerden tutun da, ABD güçlerince yargılanan Saddam’a; Çavuşesku’dan Milesoviç’e varıncaya dek birçok şahsiyet, kendilerini yargılayan düşmanları karşısında bu duruşu göstermiştir. Sosyalistlere gelince, esasen bu duruşun temsilcileri onlar olmak durumundadır. Aslına bakarsak, gerek 1968, gerekse de 1978 kuşağı diye adlandırılan kuşaklara egemen olan bu politik kültür idi. Bilindiği gibi her iki kuşağın devrimci öncüleri burjuva mahkemelerini tanımadıklarını ilan etmekten kaçınmamış, burjuva mahkemelerinde kendi devrimci savunmalarını yapmış ve haklarında verilen kararlarla alay etmişlerdi. Ama bu gelenek, özellikle 1990’lı yıllar itibariyle terkedilmiş ve bunun yerini burjuva mahkemelerinde, burjuva devletince “terör suçu” kapsamında değerlendirilen örgüt militanlığı yerine, devletin “düşünce özgürlüğü” kapsamında değerlendirdiği basıncı, yayıncı, gazeteci gibi sıfatların ardına saklanılarak suçsuzluğun ispatı yolu benimsenmiştir. Bu yapılırken de örgüt militanlığının bir düşüncenin savunuculuğu olarak değil de bir “terör suçu” olduğu fiilen kabul edilmiştir. İşte “yargısız infaz” söylemi de tam bu dönemin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Sosyalistler, tabii ki devletin işlediği cinayetlere şiddetle karşı çıkacaklar ve devleti teşhir etmekten bir an için bile olsa geri durmayacaklardır. Ama bunu yaparken nasıl yaptıkları oldukça önemlidir. Bu hususta önemli bulduğumuz nokta şudur: Aynı hukuka bağlı olmayanların birbirlerini yargılayabilmeleri fiziki olarak mümkün olsa da, bu yargı meşru değildir. Sosyalistlerin ilkesel çıkış noktaları bu olmak durumundadır.
40
Yani, sosyalistler öncelikle kapitalist devletin hukukunu ve bu hukukun bir parçası olan yargı sistemini meşru kabul etmediklerini ilan ederek yola çıkmak durumundadırlar. Nasıl ki af talep etmek, devlet karşısında suçluluğu ve devletin hukukunu meşru kabul etmek anlamına geliyorsa, aynı şekilde bir devrimcinin yasalara göre, yani yargısız değil de yargılanarak cezalandırılmasını talep etmek de aynı şekilde devletin hukukunun meşru kabul edildiği anlamına gelir. Devletin sosyalistlere ya da öteki olarak kabul ettiklerine yönelik saldırılarına karşı çıkarken sosyalistlerin söylemi, “hukuksuzluğa hayır!” olamaz. Çünkü söz konusu olan bir hukuksuzluk değil, bizzat burjuva hukukunun ta kendisidir. Bilindiği gibi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını yargılı infaz eden de, İbrahim Kaypakkaya’yı yargısız infaz eden de aynı dönemin ve aynı devletin hukukuydu. Erdal Eren’i yargılı infaz eden de, Hrant Dink’i yargısız infaz eden de aynı hukuktu. Nasıl ki kapitalizmin hükümranlığı altında “savaşa hayır!” parolası bir yanılsamaysa ve kapitalizmin egemenliği altında barışın mümkün olabileceği yanılsamasına yol açabiliyorsa; nasıl ki “kapitalizme rağmen daha eşitlikçi bir dünya mümkündür” parolası kapitalizmin egemenliği altında daha eşitlikçi bir dünyanın mümkün olabileceği yanılsamasına yol açabiliyorsa; aynı şekilde “Hukuksuzluğa hayır!” parolası da kapitalizmde bütün sınıflar için geçerli olan adil bir hukukun var olabileceği yanılsamasına, dahası kapitalizmin adil olabileceği yanılsamasına yol açmaktadır. Bu bağlamda sosyalistlerin “yargısız infaz”lar karşısında öne çıkarmaları gereken anlayış, bir hukuksuzluğun varlığı değil, kapitalist devletin hukukunun tam da bu olduğu anlayışı olmak zorundadır. Sosyalistlerin uğruna mücadele ettikleri komünizm, bir başka uygarlığın adıdır ve bu uygarlık kapitalist sistemin değer yargılarıyla hiçbir ortaklığa sahip değildir. Bu anlamıyla da komünist bir uygarlık için mücadele eden sosyalistlerin hukuk, suç ve ceza anlayışları da kapitalist devletinkinden farklı olmak, onun reddine dayanmak durumundadır. Dolayısıyla da sosyalistlerin yapması gereken, kapitalist devleti hukuk kurallarına bağlı kalmaya davet etmek değil, onun hukukunu teşhir ederek ortadan kaldırmak için mücadele etmek olmalıdır.