Batý Uygarlýðýnýn ve Demokrasisinin Resmidir... Kapitalizm ile suç ve çýkar ortaklýðý olmayanlar; kapitalizmi yýkýp, özgürlükçü ve esitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi'nin politik önderliðinde birleþerek savaþýn!
Bu Resim, Nazi Almanyasý’ndan Ölüm Kamplarýna Götürülen Yahudilerin Deðil, 1915 Yýlý Osmanlý Ýmparatorluðu’ndan Suriye Çöllerindeki Ölüm Platolarýna Götürülen Ermenilerin Resmidir. Bu Resim, Türk Cumhuriyeti’nin Doðuþunun Resmidir…
Sayý: 13
Þubat-Mart-Nisan-2010
2 TL
Komünist BU SAYIDAKÝLER:
Zemin
Üç Ayda Bir Yayýnlanýr Süreli-Yaygýn/Politik Dergi Sahibi ve Yazý Ýþleri Müdürü Tuncay Ýldem Adres: Zemin Yayýncýlýk Piyale Paþa Mah. Akman Sk. No: 75/A Okmeydaný/Ýst. Web Adresi: www.komunistzemin.org E-Mail Adresi: komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@googlemail.com Baský: Can Ofset Davutpaþa Cad. Ýpek Ýþ Haný No: 4/7 Bayrampaþa / Ýstanbul Tel: 0212/6131077l
Linç Ve Linç Cumhuriyeti Üzerine
3
Demokrasi, Demokratikleþme ve Demokratik Haklar Üzerine
6
Kategorik Bir Tanýmlama Olarak Aydýn ve Entellektüel Olmak Üzerine
17
Devrimi Yeniden Düþünmek Konuk Yazar: Fikret Baþkaya
24
Fikret Baþkaya’nýn Ýstanbul Özgür Üniversite’de 24 Ekim 2009 Tarihinde Yapmýþ Olduðu “Devrimi Yeniden Düþünmek” Konu Baþlýklý Konuþmasý Üzerine
29
Yýlbaþý ya da Yeni Yýl Üzerine
38
Komünist Zemin
Linç ve Linç Cumhuriyeti Üzerine Türk Medyası, son günler de şu soruyu sütunlarına ve ekranlarına sıkça taşır oldu: “Bize neler oluyor?” Medyaya bu soruyu sorduran olay ise, Selendi’deki linç vakası.
Ne büyük bir aymazlıktır ki, bu süreci kendi elleriyle ilmek ilmek dokuyanlar, şimdi bu soruyu sorabiliyorlar: “Sahi, ne oldu bize?” O zaman biz de soruyu şöyle sorarak başlayalım, “Sahi, siz ne vakit böyle değildiniz ki?” Bu sorunun cevabına geçmeden önce, linç olayının ne olup olmadığını doğru tanımlamakta yarar olduğu kanaatindeyiz. Linç, etimolojik olarak İngilizce, daha doğrusu Amerikanca bir sözcük. Anlamı ise, kişiye ya da bir topluluğa karşı uygulanan kitlesel şiddettir. Linç, kavramsal olarak ABD’de deki Lynch Kanunu ile literatürde yer edinmiş ise de, linçin tarihi en az sınıfların, devletin ve dinlerin tarihi kadar eskidir. Linçin tarihine, daha doğrusu tarihsel köklerine baktığımızda, bu tarihin dinlerin, sınıfların ve devletin tarihi ile yaşıt olduğunu görürüz. Linç, öyle anlatıldığı gibi kendiliğinden gelişen bir davranış değildir. Her linç girişiminden sonra devletin sahiplerinin, “Halk galeyana geldi, vatandaş infialde” türünden açıklamaları, olayın örgütlü arka planını saklamaya dönük bir çabanın ürünüdür.
Esasen linç, devletin ya da egemen olanın kendi “hukuk” sınırları içerisinde yapamadığını kitlelere yaptırmasıdır. Örneğin bütün tek Tanrılı dinlerde yer alan Recm olayı ile günümüzdeki linç olayı bir ve aynı şeydir. Aralarındaki tek fark, geçmişte yazılı bir hukuk olarak kabul ediliyor ve bu hukuk kitlelerle uygulatılıyordu; günümüzde linç olarak adlandırılan olay ise, yazılı hukukta yer almıyor, hatta hukuk dışı olarak kabul ediliyor, ama devlet göz önünde kendi yapamadıklarını el altından örgütleyerek kitlelere yaptırıyor. Esasen Ortaçağda devlet eliyle kurulan ‘cadı kazanları’, engizisyon kıyımları ve İslami şeriat devletlerinde uygulanan Recm hukuku ne ise, daha geç tarihlerde vuku bulmuş olan ırk, din, cinsiyet ve milliyet motifli linç girişimleri de odur. Geçmişte uygulanan linç, “yargı” dayanağı olan bir cinayet iken, daha sonraları neredeyse bütün dünyada, örneğin geçmişte ABD’de siyahlara karşı ve Almanya’da Yahudilere karşı uygulandığı gibi, adeta gizli bir hukuk olarak uygulanmıştır. Bu yazı çerçevesinden asıl tartışmak istediğimiz Türkiye’de yaşanmakta olan linçler olduğundan, olayın uluslararası boyutuna daha fazla girmeden, “Türk Otağı’nda linçin tarihine, tarihsel köklerine dönmek istiyoruz. Türkiye’de Linçin Tarihi Türkiye’de linç, Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze kadar hep var ola gelmiştir. Esasen bir şeriat devleti olan Osmanlı Devleti’nde linç, kimi zaman bir şeriat hukuku olarak devletin kadısı eliyle uygulanmışken, kimi zaman da, devletin organize ettiği kalabalıklara uygulatılmıştır. Türkiye’de Ermenilere, Rumlara, Kürtlere, Alevilere, Romanlara, ‘Kapkaççı’lara, Eşcinsellere ve Travestilere karşı adeta gizli bir hukuk olarak uygulanmıştır. Öyle çok gerilere gitmeye gerek yok, daha yakın bir tarihten başlayacak olursak, ilk akla gelen linç olaylarından biri 1896 yılında İstanbul’da vuku bulmuş ve bu olayda, resmi açıklamala-
3
Komünist Zemin ra göre 1015 Ermeni linç edilerek öldürülmüştür. Gerekçe: Osmanlı Bankası’nın Ermeni bir eylemci tarafından işgal edilmesidir. 1896 yılında vuku bulan bu linç olayı, esasında yeni bir dönemin başladığının da habercisi olması bakımından oldukça önemlidir. Bu tarihler, artık Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulmaya ve yerine Türklüğe dayanan bir devletin inşa edilmeye başlandığı tarihlerdir. İstanbul’da ve yine 14–17 Nisan 1909’da Adana’da Ermenilere karşı organize edilen ve otuz binden fazla Ermeni’nin katledildiği linçler, adeta, 1915 yılındaki büyük Ermeni soykırımının provası niteliğindedirler. İşte bu “anlı şanlı” Türk Cumhuriyeti, böyle doğmuştur; esasında bir linç cumhuriyeti olarak doğmuştur. Kendisi bir linç cumhuriyeti olarak doğan Türk Cumhuriyeti (otağı), daha sonra da varlığını aynı şekilde sürdürmüştür. Devlet, ne zaman ki yeniden yapılandırılmak istenmiş ya da devletin dayandığı paradigma iflas etmiş, ilk akla gelen yöntem, bilinen yöntem, yani linç olmuştur. Linç edilenlerin ille de devleti tehdit eden bir dinamizme sahip olmaları gerekmiyor. Linçi örgütleyenler için önemli olan, seçilen kurbanın bir tehdit oluşturup oluşturmadığı değildir. Linçi örgütleyenler için öncelikli olan her daim değişse de, değişmeyen tek şey, linç kültürünün sürekli kılınmasıdır. Örneğin 1915’de Ermeniler linç edilirken maksat, ırka dayalı bir milletin, Türk devletinin yaratılması ve mülkün Türkleştirilmesiydi. İstanbul’da 6–7 Eylül 1955'de Rumlar linç edilirken maksat, yüz yılın başında sahneye konulan sermayenin ve nüfusun Türkleştirilmesi sürecinin tamamlanmasıydı. Kürtler linç edilirken maksat, Ermenilerin, Rumların ve Süryanilerin linç edilmesi yoluyla yaratılan Türklük değerlerinin korunmasıydı.
4
Aleviler linç edilirken maksat, Türklüğün paradigmalarından biri ve resmi dini olan Sünniliği korumak, Alevilerin linçi üzerinden toplumsal uyanışı terörize etmek ve toplumsal mücadeleyi amacından saptırmaktı. Romanlar linç edilirken maksat, öteki olarak kabul edilen herkese, en zayıf halka üzerinden gözdağı vermekti. “Kapkaççı” fakirler linç edilirken maksat, bankaları hortumlayanların soygunculuklarını perdelemek ve onlar yerine soyulduğu için “kapkaççı” olmak zorunda kalan fakirleri sanık sandalyesine oturtmaktı. Tabii ki bütün toplumların tarihinde linç vardır ve her sömürücü devlet aynı zamanda bir linç kültürüne dayanır. Ama çok az toplum Türk toplumu kadar linç kültürü ile bu derece bütünleşmiştir. Bundan dolayıdır ki “Üç Türk bir araya gelince bir linç girişimi başlar…” tanımlaması hiç de yabana atılacak bir tanımlama değildir. Türk toplumu linç kültürünü o derece benimsemiştir ki, devletin resmi anlayışı tarafından ‘öteki’ olarak tanımlanan biri için, birinin “vurun kahpeye”, ya da “vurun Çingene’ye” ya da “vurun dinsize” ya da “vurun komüniste”, “sağ koymayın, kırın” diye bağırması yeterlidir. Bir anda linççi topluluk çığ gibi büyür ve sokaklarda bir insan avı başlar. İşin garip yanı ise hiç kimse bir adım öne çıkıp da, “ne yapıyoruz?” ya da “neden yapıyoruz?” diye sormaz, soramaz. Bu topluma öyle bir psikoloji hâkimdir ki, sanki herkes attığı taşla adeta kendi günahlarından saklanmaya çalışmaktadır.
Linç, bu toplumda çoğunluk kültürüdür ve bu kültürü benimsemeyen küçük azınlık tarafından da korku yoluyla da olsa kanıksanmıştır.
Komünist Zemin Bundan dolayıdır ki en son Edirne’de linç edilmek istenen solcuların, “biz Kürt değil, vatanseveriz” diye bağırarak canlarını kurtarmaya çalışmaları ve bunu yaparken de tersinden de olsa linçi ve linç edilmesi gerekenler olduğunu ama kendilerinin bu kategoriye dâhil olmadıklarını üstü örtülü ilan etmiş olmaları oldukça trajiktir.
O halde ne yapmalı? Bu sorunun muhatabı tabii ki linç kültürünün savunucuları ve uygulayıcıları değildir. Bu sorunun muhatabı da, bu soruyu cevaplayacak olan da, bu linç cumhuriyetini bütün değerleriyle ortadan kaldırmak isteyenlerdir. Öyleyse nerden ve nasıl başlamalı?
Ama bu demek değildir ki linçe ve linç kültürüne karşı çıkmak ve ona karşı bir direnç oluşturarak, en azından onu etkisiz kılabilmek için mücadeleyi kapitalizmin yıkılacağı güne ertelemek gerekiyor. Bilakis, cinsiyetçiliğe, ırkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele ederken nasıl ki ertelemeci bir anlayış yerine, “hemen şimdi” diyerek hareket ediliyorsa, linçe karşı mücadelede de temel prensip aynı şekilde “hemen şimdi” olmak zorundadır. Nasıl ki her türlü ayrımcılığın ve ayrımcılık kaynaklı şiddetin nihai olarak sona erdirilmesi kapitalizmin imhasına endekslenmiş ise, aynı şekilde kapitalizmin imhası da onu ayakta tutan ve ona kan taşıyan ayrımcılıklara karşı uzlaşmaz mücadele vermekten geçmektedir. O halde ilk yapılması gereken şey, ne Edirne’de linç edilmek istenilen solcuların yaptığı gibi; “yapmayın biz lanetli değiliz” demektir, ne de “yapmayın etmeyin, yazıktır günahtır; onlar da insandır” demektir. Yapılması gereken tek şey: Eğer biri(leri) “lanetli” olarak görülüp linç edilmek isteniyor ise, lanetli olarak kabul edilen, dolayısıyla da linçi vacip görülen(ler) ile ama onun kimliğiyle ve onunla yan yana durmaktır. Aksi halde, ne linç kültürünün önünde bir direnç oluşturabilmek, ne de linçin doğrudan ya da dolaylı tarafı olmaktan kurtulabilmek mümkündür.
Mutlaktır ki sınıflar, dinler, cinsiyet, ırk vb. ayrımlar ve bu zeminlerden beslenen ayrıcalık ve ayrımcılıklar son bulmadığı sürece linç, şu veya bu düzeyde ve biçimde varlığını sürdürmeye devam edecektir. Dolayısıyla da günümüzde kapitalizmi yıkmayı hedeflemeden linç kültürünü ve ona yol açan nedenleri ortadan kaldırmak mümkün değildir.
5
Komünist Zemin
Demokrasi, Demokratikleşme ve Demokratik Haklar Üzerine Dipnot yerine: Bu yazıda demokrasi denilen olgunun ne olup ne olmadığını tartışacağız, ama öncelikle belirtmemiz gerekiyor ki, kendinden münhasır “özgürlükçü” hareketleri birer demokrasi hareketleri, dolayısıyla da bu hareketlerin taleplerini demokratik talepler olarak değerlendirmiyoruz. Mesela ezilen uluslar, kadınlar, eşcinseller, engelliler, siyahlar vb. hareketler kendinden münhasır “özgürlükçü” hareketlerdir ama demokrasi hareketleri değildirler. Ayrımcılığa uğrayan, ezilen her topluluk, kendi ezeni ile eşitlenmek isterler ama eşitlikçi bir dünya ülküsü gütmezler; yalnızca ve yalnızca eşitsizliğin kendi lehlerine yeniden örgütlenmesini talep ederler. Tabii ki bu, onların haklılığını ortadan kaldırmayacağı gibi, onların bu haklı mücadelelerinde onlardan yana taraf olunmasını da engellemez. Bilakis, sosyalistler bu hareketlerin içinde yer alırlar. Zira bu hareketler, tarihsel olarak birer haklılar hareketidirler. Dolayısıyla da hem bu nedenden dolayı bu hareketlerle omuz omuza olmak gerekiyor, hem de bu harekelerlerin bütünüyle olmasa da, kimi bileşenleriyle; örneğin nihai kurtuluşunu toplumsal kurtuluşta gören bileşenleriyle toplumsal kurtuluşçu hareketlerin bağını kurmak için çaba göstermek gerekir. Başa dönecek olursak, en başta da belirttiğimiz gibi kendinden münhasır bu hareketler demokrasi hareketleri, bu hareketlerin talepleri de demokratik talepler olarak mütalaa edilemez. En azından biz bunu bu çerçevede değerlendirmiyoruz. Demokrasi bir sınıf diktatörlüğüne, dolayısıyla da siyasi iktidar üzerinde doğrudan ya da dolaylı bir hâkimiyete tekabül eder. Bununla da kalmaz, egemen güç olmaktan kaynaklanan maddi ayrıcalıklara da tekabül eder. Biz meseleye buradan bakıyoruz ve demokrasi meselesini buradan yola çıkarak tartışacağız.
6
Yunan Site Devletlerinden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne Demokrasinin Hikâyesi Demokrasinin hikâyesine girmeden önce, öncelikli olarak Demokrasi kavramının etimolojik dayanağını ve ne anlama geldiğini hemen belirtmekte fayda var. Demokrasi, etimolojik olarak Yunancadır, Yunancadaki “dimokrataia” sözcüğünden türetilmiştir; anlamı ise “Halk İktidarı”dır. Şimdi hikâyenin kendisine geçebiliriz. Demokrasi kavramı Yunanca olduğu gibi, bu anlamıyla demokrasinin ilk uygulandığı yer de eski Yunanistan’da şehir devletleri olmuştur.
Tarihte Atina Demokrasisi olarak da adlandırılan bu sistemde, bütün yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti. Meseleye buradan bakıldığında, Atina Demokrasisi’ni o çağın koşullarına göre oldukça ileri bir adım olarak görmek pekâlâ mümkün olabilir. Ama meselenin içyüzü hiç de dışarıdan bakıldığı gibi değildir. Çünkü burada “Yurttaş” denilirken kastedilen şehir devleti sınırları içerisinde yaşayan herkes değildir. Köleler, kadınlar ve o şehir devletinde doğmamış olanlar bu haklara sahip değillerdi. Bu haklara sahip olanlar ise, Atina nüfusunun yaklaşık olarak yüzde onunu oluşturmaktaydı.
Komünist Zemin Atina Demokrasisi bu derece muazzam bir eşitsizliği bünyesinde barındırıyor olmasına rağmen, bu eşitsizliğin ayrıcalıklı yanında yer alan %10’luk kesimde kendi arasında bir eşitliğe sahip değildi. M.Ö. 6. Yüzyılda Atina Siteleri’nde, Atinalı Yurttaşlar yıllık gelirlerine göre dört kategoriye ayrılmışlar ve ayrıcalıklı olanlar iki ayrı mecliste temsil edilmekteydiler. Birinci meclis; Dörtyüzler Meclisi idi ve en varlıklıları kapsıyordu, ikinci meclis ise; Halk Meclisi’ydi. Halk Meclisi’ne, Dörtyüzler Meclisi’nin aksine kişilerin servetine bakılmaksızın her erkek yurttaş (Atinalı) katılma hakkına sahipti. Esas belirleyici olan ise Dörtyüzler Meclisi’nde toplanan Atina aristokrasisiydi. Öz itibariyle var olan, bir “soylular” ve ayrıcalıklılar sistemiydi. Eğer demokrasiyi, egemenlerin tanımlamasıyla bir “hak ve hukuk rejimi” olarak tanımlayacak olursak, bu hak ve hukuka sahip olanlar toplumun ayrıcalıklı olanlarıydı; dahası, herkes sahip olduğu mülk kadar hak ve hukuka sahipti. Bir başka ifadeyle, bedeli köleler ve kadınlar tarafından önenen bir ayrıcalıklılar sistemiydi Atina Demokrasisi.
Demokrasinin öncülü olarak kabul edilen her iki örnekte de nüfusun çoğunluğunu oluşturan kölelerin, pleblerin ve kadınların hiçbir hakkı yoktur; demokrasi her ne kadar da “azınlığın çoğunluğa tabi olması” olarak tarif edilse de, ne antik dönemde, ne de günümüzde, bu kural hayat bulmamıştır. Gerek Atina Demokrasisi’nde, gerekse de Roma Demokrasisi’nde demokrasinin anlamı, ayrıcalıklı olanlar arasında bir sözleşme olmasıydı. Eski Yunan ve Roma’da geçerli olan bu temel kural, daha geç bir tarihte, 1215 yılında İngiltere’de hayata geçirilen ve demokrasinin tarihindeki milatlardan biri olarak kabul edilen “Büyük Özgürlükler Sözleşmesi”nde de varlığını korumuştur. İngiltere’de 1215 yılında hayata geçirilen ve tarihe Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi) olarak geçen anlaşmaya göre, Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri kurala bağlanmış ve Kral bazı yetkilerinden feragat ederek, kabul edilen hukuka ve kanunlara uygun davranmaya mecbur bırakılmıştı. Daha doğrusu söz konusu anlaşma, vatandaşların özgürlüklerinin değil, din adamları ve mülk sahiplerinin Kral’ın mutlak egemenliği karşısında can ve mal güvenliklerinin garanti altına alınması ve iktidar ortağı olmaları anlamına gelmekteydi. Magna Carta’nın 39. maddesinden de anlaşılacağı gibi, söz konusu olan anlaşma, benzer olanların bir sözleşmesiydi: “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”
Eski Yunanistan’da egemen olan bu kural, Roma İmparatorluğu’nda da devam etmiş, Roma Demokrasisi’nin de temelini aynı değerler oluşturmuştur.
“Antik Çağ” olarak tanımlanan dönemde, Yunanistan’da ve Roma İmparatorluğu’nda uygulanmış olan demokrasinin dayanmış olduğu temel değerler ne idiyse, “Orta Çağ” olarak tanımlanan dönemin en önemli demokrasi girişimi olarak kabul edilen Manga Carta Sözleşmesi’nin de dayandığı temel değerler aynı olmuştur; mülk sahibi olmak, üstün kabul edilen bir etnisiteye mensup olmak
7
Komünist Zemin ve erkek olmak. Zaten “Özgür” kabul edilebilmek için bu üç özelliğe, en azından bunlardan birine sahip olmak gerekiyordu. Demokrasi denilen oyuna katılabilmek için bu şartlara sahip olmak şart koşulduğundan, daha en başından, nüfusun çoğunluğu bu oyunun dışında kalmış oluyordu. Dolayısıyla da, eğer halk tanımlamasından bir coğrafi ya da siyasi idarenin sınırları içerisinde yaşayan herkes kastediliyor ise, bu demektir ki sahneye konulmuş olan demokrasilerde ne bir halk katılımından, ne de kelimenin bu anlamıyla halkın iradesinden bahsetmek mümkün değildi. Peki, daha geç tarihlere gelindiğinde değişen ne olmuştur? Neredeyse demokrasiyle özdeş kabul edilen ve kapitalist sistemin yükseliş çağı olarak kabul edilen 18. ve 19. yüzyıllarda demokrasi, tıpkı kapitalizmin kendisi gibi adeta yükselen bir değer haline gelmiştir. 1788 yılında yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 yılında kabul edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi bu “yeni” dönemin manifestoları niteliğindedir.
Yeni bir çağ ya da insanlık tarihinde yeni bir çığır olarak tanımlanan dönemin bu iki manifestosu da tıpkı öncülleri olan eski Yunan ve Roma demokrasileri gibi ayrımcı ve ırkçıdır.
8
Evrensel bir niteliğe sahip olduğu iddia edilen ve Avrupa’da gelişen “insan hakları” merkezli hareketlerin de esin kaynağı olarak Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin temel anlayışını şu satırlar oluşturmaktadır: “Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve refahını arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükümetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükümet kurmak o halkın hakkıdır.” (Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi) Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nden bir yıl sonra kabul edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde ise; insanların özgür doğduğu ve eşit yaşamaları gerektiği, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğu, her türlü egemenliğin esasının millete dayalı olduğu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağı, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağı, mülkiyet hakkının kutsal ve dokunulmaz bir hak olduğu kabul ediliyordu. Her iki bildirgenin temel özellikleri şunlardır: Birinci temel ortak özellik, “İnsanlar sahip oldukları haklar yönünden özgür ve eşit doğarlar, özgür ve eşit yaşarlar” yalanıdır. Bu bir yalandır, çünkü her iki Bildirge’de de insandan kastedilen beyaz erkektir. Kadınlar ve beyaz olmayanlar bu haklara sahip değildir. Bu bir yalandır. Çünkü insanlar eşit doğmazlar; yoksulluk ile zenginlik ne kadar eşit ise, yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek ile zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek de o kadar eşittir. İkinci temel ortak özellik, “zulme karşı direnme hakkı” yalanıdır. Yalandır, çünkü devlet ve sömürü insanlık tarihinin en rafine edilmiş zulmüdür ve hiçbir ferdin bunları reddetme hakkı yoktur.
Komünist Zemin Reddetme hakkının günlük yaşama tercümesi ise, ölüm, mahpusluk ya da açlığa mahkûmiyettir. Üçüncü temel ortak özellik, “her türlü egemenliğin esasının millete dayalı olduğu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağı” yalanıdır. Yalandır, çünkü ‘millet’ denilirken kastedilen yalnızca ve yalnızca mülk sahipleri ve toplumun ayrıcalıklı erkekleridir. Söz konusu ülkenin vatandaşı olarak kabul edilmeyenler, kadınlar ve kölelik kaldırılmış olsa da, daha önce köle olarak getirilmiş olanlar kavramın dışında tutulmaktadır; dolaysıyla da ‘millet’ derken kastedilen ülke nüfusunun azınlığıdır. Dolayısıyla da söz konusu olan ‘milletin egemenliği’ değil, ayrıcalıklı bir azınlığın egemenliğidir. Dördüncü temel ortak özellik, “mülkiyetin kutsallığı ve dokunulmazlığı” gerçeğidir. Bu gerçek, insanın insan tarafından sömürülmesinin ve ortak zenginliğin birileri tarafından kişisel mülk haline getirilmesinin kutsanmasıdır. Bu gerçeğin yoksun ve yoksul bırakılanların dillerine tercümesi ise, bu zorbalığa, adaletsizliğe ve hırsızlığa itaat etme mecburiyetidir. Burada ek bir bilgi olarak değinmek gerekiyor ki; demokrasinin olmazsa olmaz kriteri olarak kabul edilen seçme, seçilme ve oy hakkı, demokrasi tarihinde çığır açan iki bildirgenin yayınlandığı ülkelerden biri olan Amerika Birleşik Devletleri'nde beyaz kadınlara 1920 yılında, siyah nüfusa ise ülkenin kuzeyinde 1970’de, güneyinde ise 1965 yılında verilmiştir. Fransa'da ise kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1944 yılında verilmiştir. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne Kapitalizmin ya da “Yeni Çağ”ın yükselişi olarak kabul edilen 1789 “Fransız Burjuva Devrimi”yle birlikte yükselen yeni egemen sınıf, kendi amentüsünü de dünyaya duyuruyordu: “Ulusal Meclis halinde toplanan Fransız halkı temsilcileri, toplumların uğradıkları felaketlerin ve yönetimlerin bozulmasının yegâne ne-
deninin; insan haklarının bilinmemesi, unutulmuş olması ya da hor görülüp kâle alınmamasına bağlı olduğu görüşünden hareketle; insanın doğal, devredilemez ve kutsal haklarının resmi bir bildiri içinde açıklamaya karar vermişlerdir. Öyle ki, bu bildiri tüm toplum üyelerinin hiçbir zaman akıllarından çıkmasın, sürekli olarak onlara haklarını ve ödevlerini hatırlatsın. Öyle ki, yasama ve yürütme iktidarlarının faaliyetleri siyasal toplumların amacına uygun olup olmadığı her an denetlenebilsin ve bu iktidarlara daha çok saygı gösterilsin. Öyle ki, bundan böyle yurttaşların basit ve tartışma konusu olmayan ilkelere dayanan istekleri hep anayasanın korunmasına ve herkesin mutluluğuna yönelik olsun. Sonuç olarak Ulusal Meclis Yüce Varlığın huzurunda ve himayesinde aşağıdaki İnsan ve Yurttaş Haklarını kabul ve ilan eder.” Bu şatafatlı girişten sonra bütün bunların ne anlama geldiği 17 madde olarak sıralanıyordu. Biz burada 17 maddenin hepsini değil ama burada tartıştıklarımıza ışık tutacak olanlarına yer vermek istiyoruz: “Madde 1: İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğarlar ve yaşarlar. Sosyal farklılıklar ancak ortak yarara dayanabilir. Madde 2: Her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını korumaktır. Bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir. Madde 3: Egemenliğin özü esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz. Madde 4: Özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir. Böylece her insanın doğal haklarının kullanımı, toplumun diğer üyelerinin aynı haklardan yararlanmalarını sağlayan sınırlarla belirlidir. Bu sınırlar ise ancak yasa ile belirlenebilir. Madde 5: Yasa ancak toplum için zararlı fiilleri yasaklayabilir. Yasanın yasaklamadığı bir
9
Komünist Zemin şey engellenemez ve hiç kimse yasanın emretmediği bir şeyi yapmaya zorlanamaz. Madde 6: Yasa, genel iradenin ifadesidir. Tüm yurttaşların, bizzat ya da temsilcileri aracılığı ile yasanın yapılmasına katılma hakları vardır. Yasa ister koruyucu, ister cezalandırıcı olsun herkes için aynıdır. Tüm yurttaşlar yasa önünde eşit olduklarından, yeteneklerine göre her türlü kamu görevi, rütbe ve mevkiine eşit olarak kabul edilirler, bu konuda yurttaşlar arasında erdem ve yeteneklerinden başka bir ayırım gözetilmez. Madde 7: Bir kimse, ancak yasanın belirlediği hallerde ve yasanın öngördüğü şekillere uyularak suçlanabilir, yakalanabilir ve tutuklanabilir. Keyfi emirler verilmesini isteyenler, keyfi emirler verenler, bunları uygulayanlar ya da uygulatanlar cezalandırılır. Ancak yasaya uygun olarak yakalanan, yasaya uymaya çağrılan her yurttaş anında itaat etmelidir, direnirse suçlu olur.
kez, Birleşmiş Milletlerin 10 Aralık 1948 yılında yapılan toplantısında, altı “sosyalist ülke”nin yanı sıra Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edilerek bütün dünyaya ilan edilmiş oldu. Böylece, 1215 yılında İngiltere Kralı'na kabul ettirilen ve demokrasi tarihinde bir milat olarak kabul edilen Magna Carta Sözleşmesi ve 1789 yılında gerçekleşen “Fransız Burjuva Devrimi”nden sonra yayınlanan, yine bu alanda evrensel bir çağrı olduğu, başka halklara da ilham kaynağı olduğu iddia edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden sonra, neredeyse bütün dünya devletlerinin benimsediği İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ilan edilmiş oluyordu.
Madde 8: Yasa ancak açık ve zorunlu olarak gerekliliği beliren cezaları koymalıdır ve bir kimse ancak suçun işlenmesinden önce kabul ve ilan edilmiş olan ve usullüne göre uygulanan bir yasa gereğince cezalandırılabilir. Madde 11: Düşüncelerin ve inançların serbest iletimi insanın en değerli haklarındandır. Bu nedenle her yurttaş serbestçe konuşabilir, yazabilir ve yayınlayabilir, ancak bu özgürlüğün yasada belirlenen kötüye kullanılması hallerinden sorumlu olur. Madde 14: Tüm yurttaşların bizzat ya da temsilcileri aracılığı ile verginin gerekliliğini belirlemeğe, vergilemeyi serbestçe kabul etmeye, vergi gelirlerinin kullanılmasını gözlemeye ve verginin miktarını, matrahını, tahakkuk biçim ve süresini belirlemeye hakkı vardır. Madde 17: Mülkiyet dokunulmaz ve kutsal bir hak olması nedeniyle, yasa ile belirlenen kamu ihtiyacı açıkça gerekmedikçe ve adil ve peşin bir tazminat ödenmedikçe, kimse bu haktan yoksun bırakılamaz.” Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile ilan edilen bu prensipler, 159 yıl sonra bu
10
Dünyanın efendilerine göre insan olmanın ve “uygar” olabilmenin ölçütü bu Beyanname ‘de ifade edilen ölçüler idi. Bu Beyanname’de ifade edilen ölçüler, insanlık tarihinin “en soylu ve en rafine” değerleriydi. Bir anlamda tarihin sonuydu ve bundan başka gidecek köy yoktu. Peki, Atina Demokrasisi’nden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne Değişen Ne Olmuştu? Demokrasi, bir yönetme biçimi olarak ilk kez örgütlendiğinde asıl maksat, mülk sahibi ve
Komünist Zemin ayrıcalıklı olanların iktidara ortak olma taleplerine cevap vermekti. Yani şimdiki gibi demokrasi denilince akla, “insan hakları, genel oy hakkı, düşünce, düşünceyi ifade etme, düşünceyi örgütleme ve örgütlenme hakkı, yargının bağımsızlığı, dinle devlet işlerinin bir birinden ayrılması, inanç ve ibadet özgürlüğü” vb. kavramlar, prensipler ya da özgürlükler anlaşılmıyordu. 1789 “Fransız Burjuva Devrimi” ile birlikte adı geçen bu kavramlar ve prensipler kapitalizmle özdeş kabul edilmeye başlandı. Ama esas olarak 20. yüzyıl ile birlikte, özel olarak ise 1945 yılında sona eren II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, artık “uygar” olabilmenin ölçüsü olarak kabul edildi bu prensipler. Bu prensipler, bir toplumun uygarlaşıp uygarlaşmadığının bir ölçütü olmuştu artık. Daha birkaç yüz yıl önce Afrikalıları, Asyalıları ve Amerika’nın yerli halkını köleleştirip, bu coğrafyaları talan eden ve bütün bunları “uygarlaştırma” adına yaptığını söyleyen Beyaz Adam, 19. yüzyılda köleliği ve köle ticaretini yasaklıyor ve bunu uygar olabilmenin ön şartı olarak kabul ediyordu.
Çünkü artık klasik anlamda sömürgecilik bir ihtiyaç olmaktan çıkmış, bunun da ötesinde, bu coğrafyaların zenginliği batıya taşınmış ve batılılar kendi suretlerinde bir dünya yaratmışlardı. Ve bu dünyanın yeni ihtiyaçlarına uygun yeni bir ahlak gerekiyordu. Ve dünyanın efendisi olanların yeni ahlakları, 1948 yılında kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’yle bütün yeryüzüne duyurulmuş olundu. “Uygar Dünya”nın amentüsü olarak kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” 1948 Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A(III) sayılı Kararıyla bütün yeryüzüne ilan edilmiştir. 1948 yılında ilan edilen Beyanname’de, “uygar” olmanın prensipleri 30 madde halinde ilan ediliyordu: “Birleşmiş Milletler Genel Kurulu; İnsanlık topluluğunun bütün bireyleriyle kuruluşlarının bu Bildirgeyi her zaman göz önünde tutarak eğitim ve öğretim yoluyla bu hak ve özgürlüklere saygıyı geliştirmeye, giderek artan ulusal ve uluslararası önlemlerle gerek üye devletlerin halkları ve gerekse bu devletlerin yönetimi altındaki ülkeler halkları arasında bu hakların dünyaca etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamaya çaba göstermeleri amacıyla tüm halklar ve uluslar için ortak ideal ölçüleri belirleyen bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini ilan eder.” Toplam 30 maddeden oluşan yeni uygarlık projesinin, bizim tartışmamızla doğrudan ilgili maddeleri şunlardır: “Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Daha dün batılı olmayan halkları “uygarlaştırma” adına köleleştiren ve bu yaptığını “uygarlaşma”nın bir ön şartı olarak ilan eden batılar, daha sonra bunu insanlığın utancı olarak ilan edebiliyordu.
Madde 2: Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası
11
Komünist Zemin statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir. Madde 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Madde 4: Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır. Madde 5: Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez. Madde 17: 1. Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır. 2. Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz. Madde 18: Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Madde 19: Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar. Madde 22: Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal güvenliğe hakkı vardır. Ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir. Madde 23: 1. Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır. Madde 25: 1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir.” Yukarıda yalnızca bir bölümüne yer verdiğimiz ama aslında 30 maddeden oluşan amen-
12
tü dikkatle incelendiğinde hemen görülecektir ki, Atina Demokrasisi’nin, Roma Demokrasisi’nin, 1215 tarihli Magna Carta Sözleşmesi’nin, 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin ve 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ruhunu oluşturan değerler aynı değerlerdir. Atina Demokrasisi’nde “özgür yurttaş” ya da “Atinalı” denilirken kastedilen, mülk sahibi olan ayrıcalıklı erkeklerdi. Ve bu erkekler, sahip oldukları mülk oranında merkezi iktidara nüfuz edebilirlerdi. Bu ilke, Roma Demokrasisi’nde de geçerliydi. Her iki örnekte de nüfusun çoğunluğunu oluşturan köleler ve kadınlar yok sayılmaktaydı. 1215 tarihli Magna Carta Sözleşmesi ise, benzer bir şekilde Atina Demokrasisi ve Roma Demokrasisi’nde olduğu gibi, benzer olanlar arası göreceli bir demokrasidir. Yeni bir dönemin şafağı olarak kabul edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne gelindiğinde ise değişen bu temel prensip değil, biçim olmuştur. Demokrasinin imkânlarından eşit olmasa da yararlananlar Fransız erkekler olmuştur. Kadınlar ve Fransız olmayanlar yine yok sayılmıştır. İki bin beş yüz yıllık tarihe baktığımızda, esasen öze ilişkin değil biçime ilişkin bir değişimin vuku bulduğunu hemen görebiliriz. İki bin beş yüz yıllık tarihe baktığımızda, demokrasinin tanımı öz itibariyle değişmemiştir; ilk haliyle demokrasi, vatandaş ya da yurttaş olarak kabul edilen küçük bir azınlığın, devlet politikasını şekillendirme ve zenginliklerden birlikte faydalanma hakkı olarak tanımlanırken; zamanla değişen bu temel kural değil, vatandaş ya da yurttaş tanımlaması olmuş ve bu tanımlama daha geniş kesimleri de içine almıştır; dolayısıyla da demokrasiden fayda sağlayan kesimler, uluslararası ölçekte olmasa da, yerel ya da ulusal ölçekte daha geniş bir kitleyi kapsar olmuştur. Eski Atina’da “yurttaş”, köle sahibi ve köle olmayan erkek iken, 1789 Fransa’sında “yurttaş”, Fransız vatandaşı olan bütün erkeklerdir. Bugün ise ayrıcalıklı olmak, dolayısıyla da demokrasi denilen sistemin nimetlerinden faydalanabilmek için batılı olmak ya da batılı olanın suç ve çıkar ortağı olarak ona benzemek gerekmektedir.
Komünist Zemin Yani iki bin beş yüz yıl önce Atina Demokrasisi’nde devlet işlerine müdahil edilenler köle olmayan Atinalı erkeklerle sınırlandırılmışken, günümüzde devlet işlerine müdahil olmak ve dünya çapında gerçekleştirilen talana ortak olabilmek için batılı olmak, en azından batının sınırlarında oturma hakkına sahip olmak ve batının suç ortağı olmak gerekmektedir. Eğer biz bu noktadan hareketle meseleyi tartışacak olursak, bu anlamıyla demokrasinin, zaman içerisinde yukarıdan aşağıya doğru genişlediğini, dünyanın zengin ülkelerinde, yani batılı ülkelerde toplanan zenginliğe bağlı olarak, genişlediğini ve zamanla tüm vatandaşları içine alacak bir noktaya geldiğini söyleyebiliriz. 1948 yılına, yani İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilan edildiği tarihe gelindiğinde, özellikle batılı ülkelerde bu anlamıyla bir demokrasinin yerleşmiş olduğunu görebiliriz. Ama 1948 tarihli bu Beyanname’de, esas olarak Atina ve Roma hukukunun dayandığı prensiplere dayanmaya devam etmiştir. Atina site devletinin yerini dünyaya egemen olmuş batılı devletler almış, bütün bir yeryüzünün zenginliği talan edilerek batıya taşınmıştı. Dolayısıyla da bu zenginliğe bağlı olarak, aşağıdakilerin de zorlamasıyla hem kısmen iktidarı kontrol etme hakkı, hem de talana dayalı zenginlik yukarıdan aşağıya doğru, ama toplumsal statüyle orantılı olarak paylaştırılmıştır. Bununla birlikte her batılı işçi, bir anlamda “köle sahibi yurttaş” yapılmıştır. Bu anlamıyla, evrensel dedikleri bu demokrasi de tıpkı öncülleri gibi, benzer olanların yani zengin olanların ya da zenginlikten pay alma hakkına layık görülenlerin arasında bir sözleşme olarak kalmaya devam etmiştir. Özcesi, adına ‘evrensel değerler’ dedikleri değerlerin siyasal ifadesi olan bugünkü demokrasi de zenginlerin demokrasisidir. Nasıl ki 2500 sene önce Atina Demokrasisi varlığını kölelere, pleblere ve kadınlara borçlu idiyse, bugünün demokrasileri de varlıklarını yeryüzü nüfusunun çoğunluğunu oluşturan yoksullara borçludurlar. Eğer demokrasi salt seçme seçilme hakkı ya da örgütlenme ve ifade özgürlüğü hakkı değilse ve eğer demokrasi aynı zamanda mevcut olan zenginlikten herkesin, eşit olmasa da bir ölçüde faydalandığı bir rejim ise; bu
haliyle demokrasinin sonuçlarından faydalananların oranı dünya nüfusunun %20’sine ancak tekabül etmektedir. Bu rakam antik Atina’da %10 iken, günümüz dünyasında %20’dir. Dünya nüfusunun %80’ini oluşturan çoğunluğun önemli bir kısmı için de tabii ki genel oy hakkı ya da kısmi örgütlenme hakkı mevcuttur ama bu tek başına hiçbir şey ifade etmemektedir. Çünkü Demokrasi, tek başına genel oy hakkı ya da örgütlenme ya da fikir özgürlüğü değildir. Bir Kez Daha Demokrasi ya da Demokrasinin Ne Olup, Ne Olmadığı Üzerine Öncelikle bir kez daha belirtmek gerekir ki demokrasi, ne tek başına seçme seçilme hakkıdır, ne de ifade özgürlüğüdür; sınıflı toplumlarda demokrasi, aynı zamanda, hatta ve hatta öncelikli olarak ekonomik ayrıcalık, refah ve sosyal güvence demektir. Sınıflı toplumlarda demokrasi, bir ayrıcalıklılar rejimidir. Bunun ne anlama geldiği 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ve bu Beyanname’nin daha yerel bir versiyonu olan “Avrupa Uygarlığı’nın amentüsü olarak 22 Haziran 1993 tarihinde kabul edilen Kopenhag Kriterleri’nde izah edilmiştir.
Atina Demokrasisi’nden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne kadar bütün demokrasi örneklerinin adeta değişmez köşe taşı olan “her insan eşit doğmuştur ve eşit şansa, eşit imkâna sahiptir” sözleriyle kastedilen, aslında her dönemin ayrıcalıklı olanları olmuştur. Ayrıcalıklılar da eşit doğmazlar ve eşit şansa sahip olmazlar, ama burada kastedilen eşitlik, antik Yunanda eşitliğin anlamı, her Atinalının köle edinme ve köle emeği üzerinden
13
Komünist Zemin bir ayrıcalık, ayrıcalıklı bir yaşama sürme hakkı, yasaları ve vergi icralarını vb. hususları oylama hakkı idi. Günümüzde ise eşitlikten kastedilen, her batılının, batının elinde tekelleşen zenginlikten durumuna ve mevkiine göre pay alma hakkının yanı sıra, her batılının eğitim, sosyal ve sağlık güvencesine sahip olması, işsizlik ya da sosyal yardım alma hakkı, seyahat etme hakkı ve seçme seçilme hakkıdır. Demokrasi, sınıflı toplumlarda bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmış ve her dönemin ihtiyaçlarına göre biçim değişikliğine uğramıştır; ama kendisi bizzat bir eşitsizliğe tekabül eden sınıflı bir toplumda demokrasiyi bir ‘fırsat eşitliği’ olarak kavramak ya da izah etmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Demokrasi, bir fırsat eşitliği rejimi değil, güçler arası ve güçler oranında bir üleşme rejimidir. Dolayısıyla da eşitsizlik onun tabiatıdır. Altı çizilmesi gereken bir başka husus ise, demokrasi ile bir takım özgürlüklerin ya da hakların bir ve aynı görülmesidir. Bunun en canlı örneği, günümüz Avrupa Birliği ülkelerinin referans olarak gösterilerek, Avrupa Birliği ülkelerinde var olan özgürlüklerin, yoksul bırakılmış ülkelerde de hâkim kılınması maksadıyla geliştirilen retorik ve taleplerdir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Batılı ülkelerde oturmuş demokrasiler, doğanın tahrip edilmesi, dünya nüfusunun çoğunluğunun yoksul ve yoksun bırakılması yoluyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla bu durumun “özgürlük” imiş gibi sunulması hem yanlıştır, hem de özgürlük tanımının yeniden yapılmasını gerekli kılmaktadır. Eğer özgürlük, doğayı ve doğal yaşamı tahrip ederek ve binlerce kişiyi açlığa mahkûm ederek bir kişiye refah sağlamak ise, bu durumda bugün dünya ezilenlerine örnek olarak sunulan batıdaki yaşamın adı özgürlük olabilir. Bu durumda özgürlüğün tanımını köleye göre değil, efendiye göre yapacak olursak, tabii ki bir özgürlükten söz edilebilir.
14
Eğer meselelere buradan bakacak olursak, o zaman açlığın tanımını aç olana göre değil, tok olana göre, tecavüzün tanımını tecavüze uğrayana göre değil, tecavüz edene göre, savaşın tanımını Afganistanlılara göre değil, ABD’lilere göre yapmak gerekiyor. Yok, eğer meselelere bu noktadan bakmıyorsak, o zaman özgürlüğün tanımını bireyler ya da ayrıcalıklı bir topluluk üzerinden yapamayız. Demokrasi bir ayrıcalıklılar sistemidir ve doğası gereği fırsat eşitliğine, eşitliğe ve özgürlüğe karşıdır. Tam da bundan dolayıdır ki demokrasinin, yani ayrıcalıklılar rejiminin bütün yeryüzünde egemen kılınması mümkün değildir. Bu, ne antik Yunan site devletlerinde mümkündü, ne de günümüzde mümkündür. Sınıflı toplumların doğası gereği bu mümkün değildir. Sınıflı toplumların temel dayanağı, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesidir ve tabii ki bu sömürü ilişkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkan artık değer ya da ürüne, egemen olan sınıf tarafından el konulmasıdır. Nasıl ki antik Yunan site devletleri ya da Roma İmparatorluğu, varlıklarını savaş yoluyla ele geçirdikleri ganimetlere, köle emeğine ve köle ticaretine dayandırıyorduysalar, günümüz kapitalist sistemi de varlığını tıpkı öncülleri gibi aynı değerlere, yani savaşa, ganimete, yeryüzünün talanına, insan gücünün ve emeğinin sömürüsüne dayandırmaktadır. Bu özelliklerinden dolayıdır ki kapitalist sistemin herkesi ayrıcalıklı kılabilme şansı yoktur. Zira, ayrıcalıklı bir ferdin olabilmesi için, mutlaka birilerinin mahrum bırakılması bir kuraldır. Dolayısıyla da, kendisi bir ayrıcalıklılar rejimi olan demokrasinin herkes için ulaşılabilir kılınması mümkün değildir. Her şeyin herkes için ulaşılabilir olabilmesinin koşulu demokrasiyi yaygınlaştırmak değil, onu imha etmektir. Demokratikleşme ve Demokratik Haklar Talep Etmek, Demokrasi Talep Etmektir Evet, demokratikleşme ve demokratik haklar talep etmek, demokrasinin yani bir eşitsizlikler rejiminin tesis edilmesinden yana olmak demektir. Daha doğrusu, bir eşitsizlikler sistemi olan kapitalizmin, mutfağında değil, vitrininde olmak istemektir.
Komünist Zemin Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kapitalist sistemin dünya çapında bir fırsat eşitliği yaratabilmesi, onun doğası gereği mümkün değildir. Kapitalist sistem, demokrasiyi ve bunun bir sonucu olan bir refahı demokratik örgütlenmeyi bir tek batılı ülkelerde inşa edebilmiştir. Bu, ancak dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun yoksul ve yoksun bırakılmasıyla mümkün kılınabilirdi; öyle de oldu.
Nihayetinde insanları belirleyen her daim bireysel ya da dar zümre çıkarları olmuştur. Bundan dolayıdır ki insan, günümüz insanı henüz sosyal bir varlık olamamıştır. Bizim kanaatimizce sosyal insan olabilmenin önkoşulu, toplumsal düşünebilmek ve bu bilinçle hareket edebilmektir; kendi ihtiyacı için başkalarını yok edebilen bir varlığın sosyal insan olarak tanımlanması doğru değildir. Bu anlamıyla sosyalizm mücadelesi, aynı zamanda da sosyal insan olabilme mücadelesidir. Peki, emekçiler sosyalizm mücadelesi dışında bir mücadele vermesinler mi? Bu, sosyalistlerin belirleyebilecekleri bir durum değildir ve emekçiler ya da sömürülenler çoğu zaman yalnızca ve yalnızca kendileri için mücadele ederler. Zira sömürülenlerin sosyalizm ya da toplumcu kurtuluş türünden ülküleri yoktur. Sömürülenler, eş zamanlı olmasa da, mücadele içerisinde toplumcu bir ülkü edinebilirler, ama çoğu zaman durum bunun aksidir. O halde Sosyalistler Ne Yapmalıdırlar?
Batı merkezli tarih yazıcılarının anlattıkları gibi, batılının mevcut ayrıcalıklı durumu, batılının aklının bir ürünü olmadığı gibi, batılı çalışanların ayrıcalıklı kılınmasının nedeni de batılı işçilerin “şanlı” mücadele tarihleri değildir. Tam da bundan dolayıdır ki biz, daha önce farklı metinlerde dile getirdiğimiz gibi, bugün batılı ülkelerde cereyan eden “kazanımların korunması” adı altında yürütülen mücadeleleri, “burjuvazi ile çalışan kitleler arasında var olan suç ortaklığının sürdürülmesi” olarak mütalaa ettik. Aynı şekilde, yoksul ülkelerde, “batının eşit ortağı” olmak için yürütülen mücadeleleri de, “banının cinayetlerine ortak olmak” olarak mütalaa ettik. Çünkü demokrasiye ve bunun bir sonucu olan demokratik haklara ve refaha sahip olabilmenin biricik yolu, batının eşit suç ortağı olarak kabul görmekle mümkündür. Peki, bu durumda ne yapmalı? Hal böyle olunca, akla şu soru geliyor, “Yoksul ülkelerin ezilenleri ve yoksulları hiçbir şey talep etmesinler mi?” Tabii ki etsinler; ediyorlar da. Tarih boyunca emekçiler, daha iyi koşullarda yaşamak istemek için mücadele etmişlerdir, bu, bundan sonra da böyle olacaktır.
Bugün, aynı yerkürede iki ayrı dünya mevcuttur; biz, şimdilik bu iki dünyayı, yoksul ve yoksun olanların dünyası ve zenginlerin dünyası olarak adlandıralım ve konumuza dönelim. Yoksul ve yoksun olanların dünyası ile zenginlerin dünyası birbirleriyle yaşamsal bağlara sahiptir. Öyle ki, zenginlerin dünyası varlığını sürdürebilmek için, kendisini var edeni yok etmekten başka şansa da sahip değildir. Aynı diyalektik bağ, yoksul ve yoksun olanların dünyası için de geçerlidir. Bu dünyanın varlığını sürdürebilmesinin de biricik yolu, kendisini yok etmeye endeksli zenginlerin dünyasını yok etmektir. Zenginlerin dünyası, kendi sınıf çıkarlarının bilincindedir ve işlediği suçların ne anlama geldiğini bilmekte ve bir gün kendi sonu da olabilme potansiyeli taşıyan cinayetleri bilerek işlemektedir. Zira bu çelişki onun doğasında vardır. Ama yoksul ve yoksun olanlar, kurtuluşlarının nerden geçtiğini henüz kavramış değildir. Bundan dolayıdır ki düşmanına benzeyerek tek tek, birey birey, kurtulabilmenin büyüsüne kapılmıştır. Bu büyünün ise kendiliğinden bozulmasını beklemek beyhude bir bekleyişten başka bir şey değildir. Tarihe müdahale etmeden, tarihin kendiliğinden değişeceğini beklemek an-
15
Komünist Zemin cak ve ancak ahmakların işidir. Tabii ki tarihi değiştirecek olan, o çağın mağdurlarının bilinçli eylemidir, ama bu kendiliğinden oluşabilecek bir süreç değildir. Çağın yoksul ve yoksun olanlarının kendi kurtuluşlarının, toplumsal kurtuluşlarının bilincine varmaları için, kendi toplumsal çıkarlarının ve kurtuluşunun bilincine sahip olması gerekiyor. Yoksul ve yoksun olanların, günlük mücadeleler yoluyla bu bilince ulaşabilmelerini beklemek düpedüz safdilliktir. Sosyalistlerin tam da bu noktada doğru müdahalelerinin hayati bir önemi vardır. Klasik deyimiyle, sosyalistlerin yapmaları gereken, günlük, daha çok da günlük yaşamı kurtarmaya endeksli taleplerle mevcut iktidar arasındaki doğrudan bağı kurmak ve bu durumu teşhir etmektir.
Sosyalistlerin yapması gereken, her işçi ya da “hak alma” mücadelesinin peşine takılmak değil, mevcut mücadelenin içinde yer alıp, onun siyasal ve tarihsel olarak ne anlama geldiğini ön plana çıkarmak olmalıdır.
16
Mesela batılı ülkelerde oldukça gündemde olan “sosyal devlet”in savunulması merkezli mücadeleler karşısında sosyalistlerin tutumu; yeryüzünde daha fazla eşitsizlik anlamına gelen, bu yolla finanse edilen ve adına “sosyal devlet” denilen yapının korunmasının siyasal ve tarihsel olarak dünya işçi sınıfını böldüğü anlamına geldiğini ortaya koyarak teşhir etmek, sosyalistlerin başlıca ödevi olmalıdır. Keza, yoksul ülkelerde on yıllardan beri sürmekte olan ve demokrasinin, demokratik hakların ve sosyal refahın siyasal ifadesi olarak ifade edilen “batılılaşama” ya da “sosyal devlet” merkezli mücadeleleri teşhir edip, aslında hiçbir devletin sosyal bir kimliğe sahip olamayacağını, her devletin bir sınıf egemenliğine tekabül etmek zorunda olduğunu; günümüzde “sosyal devlet” diye adlandırılan batılı devletlerin de uluslararası düzeyde bir sosyal adaletsizliğin sonucu olarak var olabildiğini, bu anlamıyla da batının eşit ortağı olarak kabul edebilmenin ya da batılılaşmanın yolunun, batının eşit suç ortağı olmak anlamına geldiğini ortaya koymak, sosyalistlerin başlıca ödevi olmalıdır. Dolayısıyla da sosyalistlerin propaganda edecekleri anlayış, ne batıdaki zenginlikten batıda yaşayan her ferdin daha fazla yararlanması için mücadele etmektir, ne de yoksulların, batı merkezli işlenen dünya çapındaki suçun eşit ortağı olmaları için mücadele etmektir. Sosyalistlerin propaganda edecekleri biricik anlayış, hem dünya çapındaki talanın sonucu olarak ortaya çıkmış olan Batı İmparatorluğu’nun kendisinin, hem de onların yerel işbirlikçileri olan ulusal devletlerin imha edilmesinin, eşitlikçi bir toplum örgütleyebilmek ve yeryüzü yaşamını kurtarabilmek için kaçınılmaz olduğu anlayışıdır.
Komünist Zemin
Kategorik Bir Tanımlama Olarak Aydın ve Entellektüel Olmak Üzerine Dipnot Yerine: Toplumsal bir statü olarak kabul edilen “Aydın” ve “Entellektüel” olgularını doğru tartışabilmek için, öncelikle “Aydınlanma” olgusunun ne olup, ne olmadığını tartışmak gerekiyor. Aksi halde “Aydın” ve “Entellektüel” olgularını ne tarihsel, ne siyasal ve ne de felsefi açıdan doğru bir zemine oturtmak mümkün değildir. “Aydınlanma Felsefesi”nin kuramcılarından olan Immunuel Kant, Aydınlanmayı tanımlarken şunları yazıyor: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.” (Immanuel Kant: Aydınlanma Nedir? 1784)
“Aydınlanma, akılcı düşüncenin eski, geleneksel ve değişmez olarak kabul edilen önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirildiği, aklın ve bilginin esas alındığı bir dönemin adımıdır?” “Aydınlanma” döneminde, “Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli toplumsal düzenlemeler” mi almıştır? “Aydınlanma Çağı” diye adlandırılan dönemin ideali, yaşama “aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültürün egemen olması” mıdır? “Aydınlanma, gerçekten Kant’ın ifade ettiği gibi, “aklı kullanma cesareti" midir?
“Ergin olmama durumu” insanın kendi suçu” mudur?
Bütün bu soruları ve daha onlarca soruyu cevaplamadan Aydın ve Entellektüel olgularının doğru bir zemine oturmak mümkün değildir. Yalnızca bu olguları değil, bir bütün olarak ne bugünkü uygarlığın ne de bugünkü uygarlığın karşıtı olarak tarih sahnesine çıkmış düşünce akımlarının ve toplum projelerinin devrimci bir eleştirisini yapmak mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki “Aydınlanma” meselesini bir başka yazının konusu yapacağımızı kayıt düşerek, bu yazıda Aydın ve Entellektüel olgularının tarihsel, sınıfsal ve felsefi arka planını değil, günümüzde neye tekabül ettiğini tartışmakla yetineceğiz.
“Aydınlanma” bir olgu mudur yoksa bir efsane mi?
Aydın Ve Entelektüel Olgularının Günümüzdeki Anlamı Üzerine
Varsayalım ki “Aydınlanma” bir olgudur; peki, bu durumda bu olgu bir anda mı ortaya çıkmış ve yoktan var olabilmiştir?
Aydın ve entellektüel kavramları günümüz toplumsal formasyonlarının hemen tümünde ve bu toplumsal formasyonların tüm kesimlerinde en çok kabul edilen ve en çok itibar gören kavramlardandır. Öyle ki birbirine taban tabana zıt sınıfsal çıkarlara sahip olanlarla, yine birbirine taban tabana zıt fikirlere
Peki, gerçekten Kant’ın ifade ettiği gibi “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulması” mıdır?
“Aydınlanma Çağı” diye adlandırılan olgu, gerçekten “insanın ve toplumların tarihinde bir başlangıç” mıdır?
17
Komünist Zemin ve toplumsal tahayyüllere sahip olan çevreler, bu kavramların varlığı üzerine bir anlaşmazlığa düşüp sorun ve tartışma yaşamamakta, aksine, bu kavramların varlığının kabulü üzerine bir konsensüse sahip görünmektedirler. Söz konusu karşıt sınıfsal çıkarlara sahip olanlar ve birbirine taban tabana zıt fikirlere ve toplumsal tahayyüllere sahip olan çevrelerin bu kavramlara ve bu kavramlar ile nitelenenlere dair aralarındaki yegâne fark ise, bu kavramlar üzerinden tanımlanan unsurların kimin aydını-entellektüeli, ya da kim için aydın-entellektüel oldukları üzerinedir. Dahası, farklı sınıflar ve karşıt çevreler arasında bu konu ile ilgili mevcut farkın, söz konusu kavramlar ile nitelenen unsurların hangi sınıftan yana oldukları ve hangi çıkarlar için hareket ettikleri üzerine olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Bu farklı sınıfların ve karşıt çevrelerin aydın ve entellektüelin ne olduğuna ya da kim olduğuna dair anlayışları, beklentileri bakımından birbirinin zıddıdır ve birinin anlayışı diğerinin anlayışının reddi üzerine kendisininkini var eder. Dolayısıyla aydın ve entellektüel kavramları, bir sınıftan ötekine ve farklı toplumsal tahayyüllere sahip olan bir çevreden diğerine, bu unsurlara yüklenen anlamlara ya da bu unsurlardan beklenenlere göre başkalaşır, değişir. Kısacası, bu kavramları anlamlandırmak, sınıfsal çıkara ve siyasal tutuma göre görecelidir. Günümüz toplumlarının tüm kesimlerine hâkim olan bu anlayış, yani aydın-entellektüel kavramları ile nitelenen unsurların toplumsal alanda genel kabul görmesi ve onlara itibar edilmesi; esasen tarihsel/sosyal kökeni itibariyle egemen kültüre, egemen ideolojiye dayanmakta ve sınıflı toplumlar hiyerarşisinde bilgi tekeline dayalı “üstün”, ayrıcalıklı, elit, dolayısıyla da “saygın” ve ekonomik bakımdan da toplumsal ortalamanın üstünde olan bir mevkii ifade etmektedir. Sınıflı toplumlardaki tüm ayrıcalıklı mevkiiler gibi bu mevkii de çoğunluğun sömürülerek yoksullaştırılması ile finanse edilmekte, yoksunlaştırılmasının sonucu olarak da kendisine varlık alanı bulabilmektedir. Bundan dolayıdır ki bu unvanla sıfatlandırılanlar, kapitalizmin egemen olduğu toplumsal formasyonlarda ayrıcalıklı ve itibarlı bir
18
statüye sahip olabilmektedirler. Ve yine bundan dolayısıyladır ki, istisnai örnekleri dışında, bu mevkii işgal edenler, mevkiinin sağladığı ayrıcalıklar karşılığında çoğunluğun bilincini maniple edecek bir işlevle egemen sınıfın hizmetindedirler. Bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, egemenlerin düzeninde böylesine ayrıcalıklı bir statüye sahip olanların içinde söz konusu istisnai unsurların, yani egemenlerin düzenine karşı eleştirel bir tutuma sahip olarak ezilenlerden yana bir tutum belirleyenlerin varlığı, kurumsal ya da sosyal varlığını bir egemenlik ilişkisine dayanarak var eden böyle bir statünün bizatihi varlığının sorgulanmasına engel olmaz. Zira, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da var olan tüm statüler azınlığın çoğunluğu sömürmesi, tahakküm altına alması ve manipüle etmesi ile beslenir ve varlık kazanırlar. Bunun aksinin düşünülmesi, ayrıcalıkların toplumsal alanda bir başka açıdan yeniden üretimi anlamına gelir ki, buda, ezilen ve sömürülenlerin ezilip sömürülmesi sayesinde elde edilen bu statünün de parçası olduğu egemen kültürün ona karşı olanlar arasında yeniden üretimi anlamına gelir. Egemen kültürün, geleneklerin ve ilişkilerin belirlediği sistem içi kesimlerin ve bu kesimleri harekete geçiren sistem güçlerinin aydın-entellektüel gibi bir kavramları ve bu kavramlar üzerinden nitelenen unsurları benimseyip onlara itibar etmeleri, onların önünde eğilmeleri olağandır ve bunda garipsenecek bir durum söz konusu olmadığı gibi, bu tutum egemenlerin sisteminin doğasına da uygundur. Olağan olmayan ve garipsenmesi gereken ise, insanın insana kul olmasına yol açan her şeye karşı durması gereken ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal gelecek tahayyülüne sahip oldukları iddiasında olan tek tek bireylerin ve siyasal anlayışların, bizatihi kendi bilinçlerinin derinliklerine nüfuz eden egemen kültürün, egemen ideolojinin izlerini fark edememeleri ve egemenlik ilişkilerinden doğan aydınentellektüel gibi kimi kavramların varlığına itibar ederek benimsemeleri ve kullanmalarıdır. Bizatihi bunun kendisi bile, egemen kültürün, ona karşı mücadele etmesi gerekenler tarafından yeniden üretimidir. Egemenlerin
Komünist Zemin düzeninin karşıtları arasında egemen kültürün bu yeniden üretimi ise, egemenlik ilişkilerinin yeniden üretilmesine ve tesis edilmesine uygun koşulları sunar. Biz ise, tarihsel ve gündelik sorumluluğu egemen sınıfa, egemenlik kurumlarına, egemenlik ilişkilerine, egemen ideolojiye, egemen kültüre, egemen geleneklere ve bir bütün olarak egemen sisteme karşı mücadele etmek olan solu da etkisi altına almış bulunan bu egemen anlayış karşısında, bu anlayışın tarihsel ve sınıfsal köklerinin açık edilmesi ve bu türden kavramların bizatihi varlıklarının sorgulanarak sol üzerindeki etkisinin kırılabilmesine mütevazı bir katkı sunmaya çalışacağız. Türk Dil Kurumu’nun resmi internet sitesinde bulunan Büyük Türkçe Sözlük ile Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü’nde entelektüel’in tanımı; “Bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş (kimse), aydın, münevver” olarak yapılıyor. Entellektüel kavramının TDK sözlüklerindeki bu tanımı bile bir bakıma itiraf niteliğindedir. Zira bu statüye/unvana sahip olabilmek için gerekli olan eğitim, öyle isteyen herkesin sırf istediği için elde edebileceği türden olmayan ve istisnai bir durum ortaya çıkmadıkça toplumun alt sınıflarında bulunan herhangi birinin göremeyeceği, ulaşamayacağı, edinemeyeceği türden olan, dolayısıyla toplumun üst sınıfına ve ayrıcalıklı kesimlerine mensup unsurların görebileceği, ulaşabileceği, edinebileceği türden özel bir eğitim olarak tanımlanmaktadır. TDK sözlüklerinde bulunan ve bir bakıma itiraf niteliğindeki bu tanım, ne TDK’nın, ne parçası olduğu rejimin, ne de bu türden rejimlerin de bir parçası olduğu dünya kapitalist sisteminin bir çelişkisi değildir. Zira, sömürüyle ve sınıf eşitsizliğiyle şekillenen egemen statüler ve ayrıcalıklar genel olarak kapitalizmin, özel olarak da kapitalist sistemin tüm veçhelerinin doğasına içkindir. TDK sözlüğündeki tanımdan da anlaşıldığı gibi, günümüzde herhangi bir toplum içinde aydın-entellektüel olarak kabul görenler, tam da görmüş oldukları bu özel eğitim nedeniyle içinde bulundukları toplumlarda statüleri bakımından itibarlı bir pozisyona sahip olmuşlar ve hemen her bakımdan ayrıcalıklı bir yaşam sürmüşler, sümektedirler. Bu un-
surların toplumsal alanda itibar görmelerine ve ayrıcalıklı bir yaşam sürmelerine olanak sağlayan şey ise, bir konuda/alanda “uzman” olarak kabul edilebilecekleri bir bilgi birikimine sahip olmaları, elde ettikleri ya da sahip oldukları bilgi birikimi ile toplum ortalamasının üstünde bir donanıma ulaşmış olmaları, ya da genel olarak toplum ortalamasının üzerinde bir eğitim sürecinden geçmiş olan diplomalılar olmalarıdır. Böyle ayrıcalıklı bir pozisyonun ortaya çıkmasına olanak sağlayan bir başka şey ise, söz konusu unsurların bir kısmının ya aile bağları aracılığıyla aristokrat bir kökene sahip olmaları, ya birkaç kuşaktır bir aile geleneği olarak zaten böyle bir statülerinin bulunması, ya da böyle bir statüyü elde edebilecekleri olanaklara/bağlara sahip olmalarıdır. Özcesi; eğitimli/diplomalı olmaları, bilgiye kolay ulaşabilir olanaklara sahip olmaları ve bu bilgiyi kullanabilecekleri, değerlendirebilecekleri, dahası satabilecekleri alanların kendilerine açılmış olması ve önemli bir başka unsur olarak da parçası oldukları egemen (kapitalist) kültürün buna uygun olması, yani bunu üretiyor olmasıdır. İşte bütün bunlar bu eğitimli/diplomalı zümreyi toplumsal alanda itibarlı kılmakta ve ayrıcalıklı bir yaşam sürmelerine olanak sağlamaktadır. Fakat aydın ya da entellektüel olarak kabul edilenlerin günümüz toplumları içindeki bu ayrıcalıklı ve itibarlı pozisyonu, yalnızca günümüz toplumsal formasyonuna, yani kapitalizmin belirleyeni olduğu “toplumsal” düzene özgü bir durum değil, kapitalizm öncesi tüm sınıflı toplumlara da özgü bir durumdur. Egemenlerin tarihi boyunca ortalama bir ezilenden daha iyi koşullara sahip olduğu için daha iyi eğitim görmüş, ya da daha fazla bilgiye ulaşmış biri, aldığı eğitimi ve kendisine sunulan olanaklar ile elde ettiği bilgiyi, toplumsal fayda yerine kralların, sultanların, şeyhlerin, tacirlerin hizmetine sunduğu için, parçası olduğu sosyal piramit (sınıflı toplum hiyerarşisi) içinde tebaadan rasgele biri değil, yüksek mevkilerde yer almış, yönetici olmuş, iyi ekonomik koşullara sahip olarak dünyalık sıkıntısı çekmemiş, yüceltilmiş, saygıdeğer ilan edilmiş, itibar görmüş, kendisinden çekinilmiş, korkulmuş ve bu sayede ayrıcalıklı bir yaşama sahip olmuştur. Bir başka deyişle, hem kapitalizm öncesi sınıflı
19
Komünist Zemin toplumlarda hem de günümüz kapitalist toplumunda varlığını sürdüren ayrıcalıklıların/elitlerin her daim var olması, esasen egemenliğin, egemenlik ilişkilerinin, dolayısıyla da egemen geleneklerin, kültürün ve ahlakın sürekliliğinin de bir göstergesidir. Kısacası, bütün sınıflı toplumlarda egemen sınıfın etrafında toplanarak onların sınıf çıkarları için çalışan ve bu hizmetleri karşılığında da ayrıcalıklar ve unvan elde ederek toplumsal ortalamanın üstünde bir standartta yaşam süren eğitimli/diplomalı bir zümre hep var olagelmiştir. Bu zümrenin tarihi, ezilen ve sömürülen çoğunluğun bilinçlerinin zehirlenmesinin, maniple edilerek dumura uğratılmasının da tarihidir. Zira bu zümre, bu görevini yerine getirebildiği, bütün bir toplumu egemenlerine biat etmeye ikna edebildiği, onların bilinçlerini maniple edip dumura uğratabildiği sürece kendisi için ayrıcalıklar elde edebilmiş ve elde ettiği bu ayrıcalıklarını koruyabilmek için işlevini her gün yeniden üretmiştir. Üretim sürecini egemenlerin çıkarına etkileyecek ve organize edecek ideolojik manipülasyonları üretmek, ürettiğini toplumun geniş kesimlerinin anlayışı haline getirmek, dahası emekçi kitleleri kandıracak yalanları üretmek bu zümrenin asıl işidir. Bu unsurlar, işlerini layıkıyla yaptıkları sürece, toplumsal artık üründen, o ürünü üreten gerçek üreticilerin aldığından daha büyük bir pay alarak ayrıcalıklı bir yaşama sahip olurlar. İsimlerinin önünde profesör, doçent, doktor, mühendis, mimar, gazeteci, yazar, araştırmacı, şair, edebiyatçı, sanatçı, tarihçi, uzman, bilirkişi vs. vs. gibi çeşitli unvanların olması, ayrıcalıklı parçası oldukları düzene toplumsal bir meşruiyet kazandırmak, ezilen ve sömürülenlerin bilinçlerini dumura uğratarak egemenlere biat etmelerini sağlamak ve egemenlerin düzeni için gerekli olan asıl işlevlerini gizlemek, dahası yalanı gizlemek içindir. Ne zaman haksız bir durum yaşanmışsa, o zaman mutlaka bir yalana da ihtiyaç duyulmuştur. İnsanlığın sınıflı tarihi, egemen sınıfın çıkarlarını gözeten, amaçlı ve sistemli yalanın da tarihidir. Ama tüm toplumu ilgilendiren meselelerde yalancılık öyle herkesin
20
yapabileceği bir iş değil, özel bir iştir. Zira kapitalist kültürle ve ahlakla biçimlenmiş bugünkü toplumda özel itibarı olmayan herhangi birinin söylediği yalana inanılmaz, dahası rasgele birinin söylediği yalan inandırıcı olmaz. Yalanı söyleyenin inandırıcı olabilmesi için, dahası yalanın toplum üzerinde etkili olabilmesi için, onu söyleyenin öncelikle içinde bulunduğu toplumda, o topluma egemen olan değerlerle itibar ve ayrıcalık kazanmış birisi olması gerekir. Kısacası, sınıflı toplumlarda toplumu ilgilendiren şeylerle ilgili yalan işi, özel nitelikler kazanmışların, uzmanlaşmışların işidir. Bu nedenle kapitalizm yalan üreten uzmanlar, yalanı organize eden ve yaygınlaştıran mekanizmalar olmadan kendisini var edemez. Bunlar kapitalizmin ideologları ve ideolojik aygıtlarıdır. Ezilen-sömürülen insanlığın büyük çoğunluğunun binlerce yıldır egemenlerine biat etmelerine, onlar için çalışmalarına, ya da onların egemeni olduğu düzen içinde kalmalarına yol açan şey nedir? Kitleler kandırıldıkları ve şiddete maruz kaldıkları için mi egemenlerine biat eder, onlar için çalışır ve onların düzeni içinde kalırlar? Öncelikle belirtmeliyiz ki, kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda olduğu gibi, kapitalizmde de ezilen ve sömürülen kitleler sürekli olarak salt şiddetle ve korkuyla egemenlerin sınıf çıkarlarına olan düzen için çalıştırılamaz, düzen içinde tutulamazlar. Böyle bir şey olsa olsa geçici bir süre için mümkün olabilir, ama sittinsene asla. Kapitalizmin veçhelerinden olan herhangi bir rejim -aslında hiçbir kapitalist rejim- ezilensömürülen kitleleri salt şiddete ve korkuya dayalı bir yöntemle ne çalıştırabilir, ne yönetebilir, ne de sistem içinde tutabilir. Zira kitleler şiddet ve korku duvarını aşmaya birgün mutlaka cüret ederler. Elbette ki şiddet ve korku unsurları kapitalist rejimlerin önemli enstrümanlarındandır. Ama bu iki enstrüman geniş kitleleri çalıştırabilmek, yönetebilmek ve sistem içinde tutabilmek için yeterli değildir. Kapitalist rejimlerde şiddet ve korku unsuru daha ziyade ideolojik enstrümanlarla ıslah olmamışları ıslah etmek, hizaya getirmek için kullanılır. Yani şiddet ve korku unsurları kapitalizmde tamamlayıcı enstrümanlardır ve bu tamamlayıcı enstrümanlar olmadan kapitalizm yapamaz.
Komünist Zemin Dahası şiddet ve korku enstrümanları önceki tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de doğasına içkindir, ama kapitalist sistemin kendini sürdürebilmesi için tek başlarına yeterli değillerdir. Kapitalizm, sömürdüğü ve nesneleştirdiği büyük kitlelerin bilincinde ve gündelik hayatında kendi varlığını meşrulaştıracak ve kabullendirecek ideologları ve ideolojik aygıtları olmadan ve onları kullanmadan kendisini var edemez. Kapitalizmin ideologları ve ideolojik aygıtlarının biricik işlevi, ezilensömürülenlerin bilinçlerini dumura uğratacak ve manipüle edecek yalanları üretmek ve yaymaktır. Bu unsurlar sayesindedir ki kapitalizm, egemeni olduğu gündelik hayatın her alanında kendisini yeniden üretebilmektedir. Ve bu unsurların tarihi kapitalizm öncesi sınıflı toplumlara uzanmaktadır. Ezilen ve sömürülenlerin bilincinde binlerce yıllık bir sosyal ve kültürel alışkanlık -aslında ideolojik manipülasyona ve şiddete dayanan egemen dayatma- olarak süregelen bu anlayış, yani eğitimlilerin/diplomalıların toplumun neredeyse tamamı tarafından aydınentellektüel olarak kabul görmesi, ayrıcalıklı konumlarının olağan karşılanması ve onlara itibar edilip saygı gösterilmesi, eğer böyle bir anlayışın edilgen alıcısı olan ezilensömürülenler olmasaydı, ya da onlar buna zorunda kalmasalardı böyle bir egemen gelenek oluşabilir ve günümüze değin gelebilir miydi? Yeryüzünün herhangi bir yerinde ve bugünkü toplumsal formasyonlardan herhangi birinde bulunan ve o topluluğun büyük parçasını oluşturan ezilen ve sömürülen çoğunluğun, kendisini ezen ve sömüren egemen azınlık karşısındaki bu edilgen ve nesneleşmiş durumunu, yani onun geçirdiği tarihsel/toplumsal süreci atlayarak bu soruyu cevaplayamayız. Ezilen ve sömürülen çoğunluğun bu edilgen durumu, yâda neden bu edilgen durumda olduğu ise, söz konusu tarihsel/toplumsal sürecin diyalektiği ile açıklanabilir. Fakat söz konusu diyalektiğin açıklanabilmesi için de, birbirini tamamlayan ve ardılının ortaya çıkmasının sosyal, siyasal ve tarihsel koşullarını hazırlayarak gerçekleşen bir dizi şartı gözardı etmemek gerekir. Yani, herhangi bir topluluğun büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülenleri-
nin, o topluluğun azınlığını oluşturan egemenlerin hizmetinde olmasına, onlar tarafından sömürülmesine, tahakküm (baskı) altında tutulmasına ve yönetilmesine yol açan bütün koşulların dikkatle ele alınması gerekir. Gündemimiz antropoloji, sosyoloji veya tarih üzerine bir araştırma/inceleme olmadığından, ya da bir tarihsel sürecin –arka planın densin– tartışılması ve değerlendirilmesi de olmadığından, binlerce yıllık bir sürecin sonrasında bugünkü toplumsal/sosyal tablonun oluşmasına, dolayısıyla toplumların farklı sınıflara ayrılmalarına, farklı çıkarlara sahip olmalarına ve egemen statülerin oluşmasına yol açan temel etmenlere ve tarihsel süreçlere kısaca da olsa değinerek bugüne nasıl gelindiğine bakmakta fayda var. Zira hiç kuşkusuz ki, günümüz toplumsal formasyonlarında yer etmiş olan kavramlar, ne bugünün sınıflı toplumunun yapısından, ne de geçmişteki sınıflı toplumlardan bağımsız ele alınamazlar. Muhtemelen insanlık tarihinde başkalarının emeğinin sömürülmesine dayalı ilk planlı yalanı söyleyen kişi, kabilenin en saygın kişilerinden biri olarak kabul gören kabile büyücüsüydü. O, iyi bir av için topluluk adına tanrılarla bağ kuran, kötü ruhların kovulmasını sağlayan, olabilecek bütün kötülüklerden ve felaketlerden kabileyi korumak için ritüeller düzenleyen, bunları yapabilmek için topluluğun diğer ortak işlerine, gündelik zorunlu işlere katılmayan, ihtiyaçları ve hizmeti bütün topluluk tarafından karşılanan saygın ve önemli biriydi. O, kabilenin çıkarına iyi büyüler yapabildiği gibi, kötü büyüler de yapabilecek güçlere sahipti. Elindeki güçleri sayesinde ona yalnızca saygı duyulmaz, aynı zamanda ondan çekinilir ve korkulurdu. Onun bu eylemi, yani kendi geçimini bütün bir kabilenin emeği üzerinden sağlamak üzere uydurduğu planlı yalanı, başlangıçta, hayatta kalabilmek ve korunabilmek için kendisine gerekli olan besin ve gerekli olan eşyayı elde etmek ile sınırlıydı. Büyücü asalak bir yaşam sürüyor, üstelik bunu, yalanı sayesinde tehlikeli olan hiçbir riski almadan, ter dökmeden ve zaman kaybetmeden bütün kabilenin temin ettiklerinden pay alarak yapıyordu. Fakat topluluğun korkularını kullanıp “cehaletinden” beslenerek cesaret bu-
21
Komünist Zemin lan büyücünün bu eylemi, sadece kendi geçimliğini kabilenin ortak emeğinden temin etmekle sınırlı kalmaz, zamanla kabilenin ortak tasarrufunda olan daha fazla besini ve eşyayı kendi bireysel tasarrufuna geçirerek devam eder. Esasen, egemen tarih öncesi komünal bir yaşam süren insan topluluklarının arasında farklı sınıfların ve ayrıcalıklı kesimlerin ilk kez ortaya çıkışı, kabile büyücüsünün bu planlı yalanı ile başlar ve toplumsal artık ürüne el konulması ile devam eder. Ve insanlık tarihinde özel mülkiyetin ve servetin ortaya çıkışının tarihi, işte, kabile büyücüsünün bu yalanıyla başlayıp tüm kabilenin tasarrufunda olan ortak besinin ve eşyaların önemli bir kısmına el konulmasıyla sonuçlanan süreçte şekillenir. Artık kabile büyücüsünün elinde tek başına koruyamayacağı büyüklükte bir servet bulunmaktadır ve kabile büyücüsü bu serveti korumak için kabile içinden bir bedel karşılığı kendisine hizmet edecek eli sopalı (silahlı) yardımcılar (görevliler) seçer. Toplumsal artık değere el konulmasıyla biriken bu özel serveti korumak için oluşturulmuş bu organizasyon, devletin de ilk biçimidir ve Engels’in tanımıyla, “Son tahlilde devlet silahlı insanlar topluluğudur.” Başlangıçta basit yiyeceğin ele geçirilmesi eylemi olarak tanımlanabilecek olan bu eylem, zaman içinde yalnızca toplumsal artık ürünün ele geçirilmesi ile sınırlı kalmaz, yeniden üretimi sağlayan üretim araçlarının ele geçirilmesi ile sürer ve topluluğun idaresinin ele geçirilmesi, yani bütün topluluğun idareyi ele geçirenlerin hizmetine tabi kılınmalarıyla sonuçlanır. Aradan binlerce yıl geçtikten sonra egemenlerin düzeni çeşitli evrelerden geçip yalan düzeni daha da karmaşıklaşmış, yalancıları ise daha da uzmanlaşmıştır. İstisnai örnekleri dışında bugünün kapitalist dünyasında bu eğitimli/diplomalı ayrıcalıklıların tamamı kapitalizmin hizmetindedirler. Kapitalistler, bu unsurlar aracılığıyla bilgiyi tekellerinde tutmakta, üretim tekniklerini ve pazar organizasyonlarını bu unsurlar aracılığıyla geliştirmekte, insanlık tarihinin binlerce yıllık birikimi olan bilgiyi metalaştırıp
22
bu unsurlar aracılığıyla pazarlamakta, ezilen-sömürülen insanlığın bilincini bu unsurlar aracılığıyla maniple edip dumura uğratmaktadır. Bugün tam da bu nedenlerledir ki, bilgi de, bilim insanı denen de, insanlığın büyük bölümünün azınlığın refahı için sömürülmesini ve köleleştirilmesini ve yeryüzü yaşamının yok edilmesini organize eden kapitalizmin hizmetine sunulduğu için ne tarafsız değildir, ne de masum değildir. Burjuvazi siyasi danışmanlarını ve yöneticilerini bu unsurlar arasından seçmekte, ezilensömürülen kitleler üzerindeki kültürel ve siyasal tahakkümlerini bu unsurlar üzerinden şekillendirmekte ve dünya çapındaki talan organizasyonlarını yine bu unsurlar üzerinden gerçekleştirmektedir. Kapitalist düzende, bilim insanı denilen tüccar, bilgi ise metadır. Kapitalistlerin daha fazla kar etmesi için, milyonlarca yoksulun ölümüne ve sakatlanmasına yol açan silahlar, bu unsurlar tarafından icat edilmekte ve savaş sanayi yine bu unsurlar tarafından geliştirilmektedir. Bir bütün olarak yeryüzü yaşamını ekolojik yıkıma ve toptan yok oluşa doğru götüren kapitalizm, bu sonuca, bu unsurlara yaptırdığı araştırma, deney ve çalışmalarla yol açmaktadır. Öteden beri tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi günümüzde de önemli ayrıcalıklara sahip olan bu zümrenin varlığı, statüleri ve ayrıcalıkları ile birlikte geniş bir toplumsal zeminde genel kabul görmektedir. Ve bu toplumsal algı, egemen sınıfların hizmetinde olan bu zümre tarafından binlerce yıllık bir serüvenden geçerek şekillendirilmiştir. Fakat yine de bu unsurların kapitalistler için onca hizmetlerine ve elde ettikleri bütün ayrıcalıklarına rağmen, işlevlerini yerine getiremediklerinde zerre kadar önemleri yoktur ve bir çırpıda bir kenara atılıverirler. Bu nedenledir ki bu zümre, ezilen ve sömürülen geniş kalabalıkları egemen sınıfın düzenine ve çıkarına hizmet etmeye ikna edebildikleri, onların bilinçlerini ve algılarını egemen çıkarlar doğrultusunda zehirleyebildikleri ve egemenler için üretim sürecini ve tüketimi daha da karlı oranlara çekebildikleri
Komünist Zemin ölçüde mevcut toplumsal hiyerarşi içindeki ayrıcalıklı yerlerini koruyabilirler. Zira konumları itibariyle son derece kaygan bir zemine sahip olan bu zümre, ezilensömürülenlerin bilinçlerini zehirleyecek afyon olma görevlerini yerine getiremediklerinde, ya da egemen sınıfın kendi arasındaki iç mücadelede kaybeden tarafta tutum almış olanları da, yeni iktidar sahipleri nezdinde hızla gözden düşerek itibar kaybeder ve bir yolla cezalandırılırlar. Bu nedenle, bu zümre, içsel bir döngü olarak hızla ve sürekli olarak kendilerini egemen sınıflara ve iktidar sahiplerine her gün yeniden ispatlamak, işlevlerini her gün yeniden üretmek zorundadırlar. Sonuç Yerine Günümüz kapitalist dünyasındaki hiçbir statü, hiçbir ayrıcalık bir boşluğun üzerine şekillenmemiş, ezilen-sömürülen kitlelerin yoksullaştırılması ve yoksunlaştırılması sayesinde varlık kazanmışlardır. Bir toplumsal statü, içinde bulunduğu toplumsal formasyonun üretim ilişkilerinden ve üretim ilişkileriyle şekillenerek o topluma egemen olan kültürden bağımsız düşünülemez. Bugün aydın ve entelektüel denilen kavramların ve toplumsal statülerin kendisi de, bu üretim ilişkilerinden ve üretim ilişkilerini belirleyen egemen kültürden doğmuş ve şekillenmiştir. Yani tüm kavramlar gibi bu kavramlar da varlıklarını egemenlik ilişkilerine borçludur. Kapitalizm öncesi tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de, nasıl ki azınlığın refahı ve zenginliği için çoğunluk yoksullaştırılmışsa, onlarca zengin yaratmak için milyonlarca yoksul yaratılmışsa, yoksullaştırıldığı için yoksunlaştırılmış bu çoğunluk olmadan bilgi tekelleştirilemez, metalaştırılamaz ve aydın-entellektüel denilen ayrıcalıklı tabaka yaratılamazdı.
Çünkü bu zümrenin yaşamı ve ayrıcalığı, yoksullaştırılmış ve yoksunlaştırılmış milyonların emeklerinden, alın terlerinden çalınanlarla finanse edilmektedir. Kapitalist dünyada birileri ayrıcalıklı bir eğitime ve bilgi birikimine sahip oluyorsa ve bundan dolayı aydın-entellektüel olarak sıfatlandırılıyorsa, bu milyonlarca emekçinin bu olanaklardan mağdur edilmesi sayesindedir. Bugün, binlerce yılda oluşmuş ve insanlığın kullandığı dillere yerleşmiş egemen kavramları görmezlikten gelmek ve üstünden atlamak, amacını sınıfsız bir dünya için mücadele etmek olarak belirlemiş olan sol için mümkün olmamalıdır. Fakat bugünün solu için bırakın bu kavramların varlığının ve bu kavramların yarattığı sorunların üzerinden atlamayı, sol bu kavramların birçoğunu benimsemekte, aydın ve entelektüel kavramlarında olduğu gibi, o kavramların kendince bir tanımını yapmakta ve kullanmaktadır. Var olan bir kavramı bilmek ve ifade ettiği gerçek anlamı ile kullanmak başka şeydir – zira toplumsal yapıda ve üretim ilişkilerinde radikal bir dönüşüm olmadıkça bunu gündelik dilden söküp atamazsınız-, o kavramı benimseyerek, sahiplenerek kullanmak başka şeydir. Dünyayı değiştirme ve eşitlikçi bir yaşam kurma amacını taşıyan herkes ve sol, daha bugünden kapitalizmin fiziksel yıkımı için sürdürdüğü mücadele kadar, onu var eden dilinin, kültürünün ve kavramlarının da teşhir edildiği bütünlüklü bir yıkım için mücadele etmelidir. Aksi halde, egemenlerin dili ve kültürü ezilen–sömürülenlerin dillerinde ve kültürlerinde yaşadıkça, egemenlerin uygarlığı hayat bulacaktır.
23
Komünist Zemin
Devrimi Yeniden Düşünmek...* Fikret Başkaya 1. Ölü Bilgilerin Koloniyalizminden Kurtulmak Şeyleri, toplumsal olguları ve süreçleri adlandırmak, tanımlamak, anlamak üzere kullandığımız kelimelerin de bir tarihi var. Doğuyorlar, varoluyorlar, eskiyip ölüyorlar. Zira şeyler, sosyal olgular ve süreçler, sürekli değişen dinamik bir süreç olarak varoluyorlar. Oysa onları adlandırmak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler zamanla eskiyor ve kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerle gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Velhasıl ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz... Güneş varken ve güneş karşıdan geliyorken güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam ederseniz, gözlük sadece işe yaramaz hale gelmekle kalmaz görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir. Benzer bir durum kelimeler ve kavramlar için de geçerli ve belirli bir eşik aşıldığında, kullanılan kelimeler, kavramlar artık karşı geldikleri gerçekliği ifade edemez duruma geliyor. Tarımsal üretimin öküzle yapıldığı zaman varolan tezekin, üretimin traktörle yapıldığı, ısınmak ve yemek pişirmek için doğal gaz veya kömür kullandığı dönemde artık bir karşılığı yoktur, ölü kelimedir. Şimdilerde çiftçi ve köylü kelimelerinin artık reel bir karşılığı olup-olmadığı tartışmalı... Köylü sadece köyde yaşadığı için köylü değildir, sahip olduğu üretim araçlarıyla kendisinin ve ailesinin ihtiyacı olan şeylerin çoğunu ürettiği ve genel bir çerçevede kendi kendine yettiği için köylüdür. Şimdilerde köylü ekseri tek bir ürün üretiyor ve onu satarak yaşamını sürdürüyor, dolayısıyla sadece emeğini satarak yaşayan işçinin durumuna yaklaşıyor.
24
İşçi haftalık veya aylık ödenen ücretiyle ihtiyacı olan şeyleri satın alır. Oysa köylü ihtiyacı olan unu-ekmeği, sütü-yoğurdu, yağıpeyniri, yumurtayı, sebze ve meyveyi velhasıl yaşamak için ihtiyacı olan şeylerin büyük çoğunluğunu kendisi ve ailesi üretiyorsa köylüdür. Köylüler artık domatesi pazardan, ekmeği fırından, sütü, yumurtayı marketten satın alıyor... Sözleşmeli tarım denilenin devreye daha çok girmesiyle de, çiftçiköylünün artık kullandığı üretim araçlarının hukukî mülkiyetine sahip olmasının bir kıymet-i harbiyesi yok... Çokuluslu tarım tekelleri, kapitalist tarım işletmeleri, çiftçinin ne üreteceğine, ne zaman üreteceğine, nasıl üreteceğine, ne kadar üreteceğine, ürünü ne zaman teslim edeceğine, fiyatın ne olacağına, hangi gübrenin ve pestisitlerinherbisitlerin ne kadar kullanılacağına, vb. karar veriyor. Böyle bir çiftçi olabilir mi? Aslında orada söz konusu olan çiftçi-köylü kelimeleriyle ifade edilenden çok, tuhaf bir ‘modern serflik durumuna tekabül ediyor... İkinci bir sorun da kelimeler, kavramlar dünyasının manipülasyona açık olmasıdır. Kelimeler ve kavramlar ihtiyaca göre manipüle edildiklerinde, şeyleri, toplumsal süreçleri anlamanın değil, anlaşılmasını engellemenin araçları durumuna geliyorlar. Mesela demokrasi kavramının bir içeriği olması gerekiyor. Genel bir çerçevede demokrasi insanların kendi kendilerini yönettiği [selfgovernment/auto - gouvernement], kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durumu ifade ediyor. Dolayısıyla sosyal demokrasi demeye gerek yok zira demokrasi kavramı tanımı gereği zaten sosyali ve bireysel özgürlüğü içerir, içermesi gerekir. Şundan dolayı ki, ekonomik planda özerk olmayan bireyin, politik planda özerk olması mümkün değildir.
Komünist Zemin Ya da yan yana gelmeleri uygun olmayan, kelimeler, kavramlar yan yana getirilerek, oxymore’ a başvuruluyor. Bu amaçla ekseri bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilerek, bilinç çarpıtması veya ideolojik manipülasyonla, insanların ideolojik egemenliği, gönüllü köleliği içselleştirmeleri amaçlanıyor. Mesela XX. yüzyıl devrimci, sol, sosyalist, komünist örgütlerin temel işleyiş aracı olarak kabul ettikleri, üstelik ‘evrensel bir ilke’ mertebesine yükselttikleri demokratik merkeziyetçilik tam bir oxymorondur. Bu iki kelimenin yan yana getirilmesi uygun olmadığı için... Ya merkeziyetçi bir işleyiş geçerli olur, ya da demokratik bir işleyiş geçerli olur ama hem o hem öteki olmaz. Ekseri ölü bilgilerle düşündüğümüzü sanıyoruz ama aslında ölü bilgiler tarafından düşünülüyoruz... Ortalıkta dolaşan onca bilgi ölü bilgi... Okullar ve üniversiteler birer ölü bilgi deposu ve ders kitapları ölü bilgileri gençlerin bilincine enjekte etmenin etkin araçları. Zira, orada sorulan sorular, cevabı önceden bilinen sorulardır. Ölü bilgilerin tahribatı, şeylere, süreçlere, olgulara şüpheyle bakmamızı, onları yeniden düşünmemizi engelliyor. Eleştirelliği yok ediyor... Mesela ‘zenginlikle mücadele’ denmesi gerekirken ‘yoksullukla mücadele’ denmesi, ölü bilgilerin hâkimiyetinin sonucudur... Ölü bilgilerle düşünen ‘yoksullukla mücadele’ eder. Ölü bilgilerin sultasından yakayı kurtarıp, soruyu ‘tekrar sorabilenlerse, doğrusunun ‘zenginlikle mücadele’ olduğunu bilir. Eleştirinin olmadığı yerde bilim de yoktur denecektir... Bu yüzden Baruch Spinoza: “gözlüğünü parlat”, Karl Marx: “her şeyden şüphe et”, V.I. Lenin de: “her şeyi yeniden gözden geçir” derken, bizi ölü bilgilerin tahribatına karşı uyarıyorlardı... Bilgi dondurulduğunda, şeyleştiğinde, reifiye olduğunda kelime ve kavramların içi boşaldığında, artık başka amaçlara hizmet eder hale geliyor... Bir özgürleşme aracı olması gerekirken, köleleştirme aracına, egemenlik kategorisinin bir unsuruna dönüşüyor. Bu bakımdan eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi.
Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü
aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalistkomünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi. 2. XX. Yüzyıl Sosyalizmlerinin İzinden Gitmek Artık Mümkün Değil...
Avrupa solu, geleneksel düşünce sisteminden ve geleneksel ideolojiden radikal bir kopuş, farklı bir dünya, toplum ve insan tasavvuru anlamına gelen ve Büyük Fransız Devrimiyle ete kemiğe bürünen aydınlıklar [lumières] felsefesi veya devriminin devamı olarak tarih sahnesine çıktı. XIX’uncu yüzyılda işçi ve sosyalist hareket oluştu. Paris Komünü’nün ardından XX. yüzyıl da Sovyet ve Çin devrimleriyle devam etti. Paris Komünü’nün 71 günlük, Sovyet ‘komünizmi’ denilenin 70 yıl ömrü oldu. Bu arada XX. yüzyıl, koloniyalizme karşı mücadelelerin, 1968 Fransa Mayıs Devriminin ve Çin Kültür devriminin, Küba ve Vietnam devrimlerinin, İran ‘İslam’ devriminin de yüzyılı olarak geride kaldı. Paris Komünüyle başlayan Bolşevik ve Çin devrimleriyle devam eden, sınıflı toplumu, kapitalist sistemi, burjuva düzenini aşma perspektifine sahip bu ilk hamle başarısız oldu. Sovyet ve Çin deneylerinin neden başarısız oldukları, sosyalist toplum oluşturma projesinin neden kapitalizmin restorasyonuyla sonuçlandığı, hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı. Asıl rahatsız edici olan da, neden tartışılmadığı, tartışılamadığı, tartışmadan kaçınıldığı, ya da tartışılıyormuş gibi yapılıp geçiştirildiğidir... Elbette beş yüzyıllık kapitalist sistemin ve mirasçısı olduğu on bin yıllık sınıflı toplumun ilk hamlede aşılıp, insanlığın gündeminden çıkarılması mümkün değildi ve mümkün olmadığı görüldü. Dolayısıyla bu ilk deneylerin başarısızlığından hareketle, kelimenin jenerik anlamında ortaklaşmacı, eşitlik-özgürlük temeline dayalı, sınıfsız sömürüsüz bir toplum tasavvuru olan komünizmin imkânsızlığı sonucunu çıkarmak abestir. Böyle bir şey ancak insanın insan olmaktan kaynaklanan bazı temel hasletlerinden arındığında, insanın in-
25
Komünist Zemin san olmaktan çıktığı durumda mümkündür. Toplumsal eşitsizliğin olduğu her yerde ve her zaman mücadele kaçınılmaz olarak vardır, olmak zorundadır ve başka türlü olması da mümkün değildir. Sömürü olan yerde sömürüye karşı, eşitsizliğin olduğu yerde eşitsizliğe karşı, baskı olan yerde baskıya karşı, aşağılanma olan yerde aşağılanmaya karşı, velhasıl insanı eksilten, onun kendini gerçekleştirmesine mani olan durumu aşmak için mücadele kaçınılmazdır. Kapitalist yağma ve talan rejimi olan burjuva düzeninin insanlığın yegâne ufku olduğunu, onun tarihin sonu olduğunu ilân edenlerin heveslerinin kursaklarında kaldığının görülmesi için fazla zaman gerekmeyecek...
Büyük İnsanlık her zaman yürüdüğü yolda
yürümeye devam edecek ve ediyor... Elbette mücadele düz bir zemin üzerinde sorunsuz yol almıyor. Söz konusu olan, zaferlerinyenilgilerin, yükselişlerin-düşüşlerin, umudun-umutsuzluğun uzun ince yoludur...
XX. yüzyıl deneyleri başarısız olup, geride kaldığına göre, bu ilk deneylerin neden başarısız oldukları sorusu, devrimi yeniden düşünmeyi gerektiriyor... Elbette başarısızlığın birçok nedeninden bahsedilebilir ama nedenler hiyerarşisinde en önemli olanı veya olanları tespit etmek, tahlil ettiğimiz, bilince çıkarmaya çalıştığımız durumun anlaşılması için elzemdir. Fakat daha önce devrim nedir sorusuna açıklık getirmekle tartışmaya başlamak gerekiyor. Tabii devrim nedir sorusuna devrimi kim yapar sorusunun da eşlik etmesi gerekir. Devrim [Révolution] eski egemenlik sisteminden radikal bir kopuş demektir veya öyle anlaşılması gerekir. Bu kopuş sadece sorunun egemenlik veçhesini, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisini angaje etmez. Ezilen toplum sınıflarının, halk sınıflarının çok yönlü emansipasyonunu da [özgürleşmesini] varsayar. Birincisi, devrim yaşamın tüm veçhelerini [ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...] kapsadığında, daha önce de yazdığım gibi, politika denilenin ve politika yapmanın farklı bir versiyonunun gündeme gelip ete-kemiğe büründüğünde mümkündür; ikincisi, devrimi halk adına bu işi bilen öncüler [avangard], velhasıl örgüt
26
yapmaz, yapamaz... Bizzat halkın kendisi yapar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: dev-
rimi ya halk yapar ya da devrim diye bir şey mümkün değildir...
Avrupa solu [sosyalist-komünist partiler] genel bir çerçevede hep burjuva düzeninin bir iç muhalefeti olarak varoldu. Hiçbir zaman radikal bir kopuş perspektifine sahip olmadı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma ile mâlüldü. Kapitalizmin kutuplaştırıcı eğilimini ve dinamiğini, çevre-merkez ayrışmasını ve çelişkisini yok saydı, görmezlikten geldi. Koloniyalistti, uygarlaştırıcı misyon paradigmasına karşı çıkmak şurada dursun, muhalif olduğu burjuva politikacıların ve ideologların yolundan gitti, parlamentarizmi bir siyaset aracı olarak kullanma tercihi yaptığında, burjuva düzeninin bir parçası haline gelmesi kaçınılmazdı ve geldi... Burjuva parlamentarizmi ve seçim oyununa dahil olmak demek, burjuva politikasını sol bir dil ve söylemle yeniden üretmek demekti. Başkalarının tasarladığı oyuna dahil olmak, başkalarının oyununu oynamaktır. Sosyalistkomünist denilen partiler, örgüt modeli olarak burjuva örgütlerinin ve partilerinin işleyiş modelini kopya ettiklerinde, burjuvazi de partiye, örgüte nüfuz etmiş oluyordu. Tam bir emperyalist, anti-sosyalist, anti-komünist Atlantik projesi [ABD ve Avrupa büyük sermayesinin projesi] olan, anti-demokratikliği tescilli AB’ye karşı çıkmadı. AB’ye cepheden karşı çıkmayan, neoliberalizme teslim olmuş bir sol olabilir miydi? Hiç değilse 1980 öncesinde reel olarak sosyal demokrat olan Avrupa solu, son otuz yıldır artık sosyal demokrat bile değil, sosyal liberal... Artık o tarakta bezi yok denecektir. Velhasıl, şimdilerde Avrupa solu diye bir şey yok... Durum böyle ama bizim kimi rafine ‘solcularımız‘ Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini Türkiye sol hareketi için bir şans olarak görüyor... Herhalde bu dünyada herkes neyi görmek istiyorsa onu görüyor... kimbilir... 3. Öncü Parti, Bilinç-Bilinçlenme veya Örgüt Sorununu Yeniden Düşünmek... Geride kalan yüzyılın sosyalist mücadele anlayışında, ‘işçiler, ezilen-sömürülen sınıflar,
kendiliklerinden durumlarının farkına vara-
Komünist Zemin
maz, olup-bitenleri anlayamaz, dolayısıyla bilinçlenemez, ona ‘gerekli’ bilinci ancak devrimci entellektüeller dışardan taşıyabilir...’ şeklinde bir anlayış hâkimdi. Bu tespit-
ten hareketle de devrimi ancak devrimcientellektüeller ve devrimcileşmiş işçilerden oluşan, mücadelelere öncülük edecek, devrimci partinin yapabileceği görüşüne varılıyordu. Bu tespit aynı zamanda profesyonel devrimciliğin gerekçesini de oluşturuyordu. Oysa devrim ve profesyonel kelimelerinin yan yana getirilmesi tam bir oxymoredur. Bu yüzden de yan yana getirilmeleri saçmadır. Mesleği devrim yapmak olan birinin var olabileceğini düşünmek abes değil mi? Marx, ‘işçi sınıfının emansipasyonu [kurtuluşu] onun kendi eseri olacaktır’ dememiş miydi? Bir sınıfın emansipasyonu başkalarının işi olabilir miydi? Devrim işini öncü partiye havale etmek, ezilen-sömürülen sınıfların kaderini başka ellere tevdi etmek, başkalarına emanet etmek değil midir? Bunun koloniyalist Avrupalıların ‘uygarlaştırma, uygarlık götürme, geri halkları ilerletme’, Türkiye’de Kemalistlerin halkı adam etme teşebbüsünden bir farkı var mı? Oysa tanımı gereği emansipasyon bir özne olarak insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan durumdan kurtulması, özgürleşmesi demektir ve bu ancak insanın [bireyin] öz çabasıyla mümkündür... Bu tespitle işçi sınıfına bir kimlik yakıştırılıyor: İşçiler kendiliklerinden olup-biteni anlayamaz... Buna gerekçe olarak da işçilerin zorlu ve uzun çalışma süreleri, eğitim olanaklarının dışına atılmış olmaları gösteriliyor. Eğer bu tespit kabul edilirse, bu, toplumun bilenler ve bilmeyenler diye ikiye bölünmüş olduğunu, birinden diğerine geçişin de imkânsız olduğunu, arada bir Çin duvarı olduğunu kabul etmektir. İkincisi, bilenlerin ne bildiğini tartışma konusu yapmamak, sorun etmemektir. O halde şu soru akla geliyor: bir metal işçisinin, terzinin, tekstil işçisi genç bir bayanın, nüfus idaresinde çalışan memurun, vb. kitap okumasına, resim yapmasına, şiir okumasına, hikâye yazmasına, insanlığın durumuna dair kafa yormasına, düşüncelerini
çevresindekilerle paylaşmasına bir engel var mı?
gerçekten
Öğretmenlerden daha çok okuyan işçiler yok mu? Entellektüel, egemen düzenin verdiği eğitimi aldığı için mi entellektüeldir, yoksa okullarda aldığı köleleştirici eğitimden kurtulmaya cesaret ettiği için mi entellektüeldir? Aslında mevcut olan durumu aşma bakımından eğitilmiş olanla eğitilmemiş olan arasındaki mesafe sanıldığından daha kısadır. Her ikisi de ilave bir zihinselentelektüel çabayla şeyleri bilince çıkarabileceklerine göre... Aslında işçiler ‘bilimsel bilgiye ulaşamaz, içselleştirip özümleyemez’ tespiti, dışarının, başkalarının, ‘onun hakkında konuşanların’ tespitidir ve bu dünyada reel bir karşılığı yoktur. İster küçük bir işyerinde isterse büyük bir kapitalist işletmede çalışıyor olsun, işçi sömürüldüğünü bilir ve biliyor. Dolayısıyla bu konuda bir sorun yok. Sorun bu durumdan nasıl çıkılır sorusunu sormamakla, soramamakla ilgili. Fakat, tarih boyunca yaşanan devrimler, belirli bir eşik aşıldığında ezilen-sömürülen-aşağılanan sınıfların korku duvarını aştığını da gösteriyor. O halde süreçte entelektüelin işlevi ne olabilir? Entelektüel olup-bitenleri eleştirip, netleştirip, bilince çıkararak, işçileri, ezilensömürülen sınıfları, yeryüzünün lânetlilerini cesaretlendirebilir. Mevcut olanın alternatif bir sistemle ikâme edilebilirliği bilincini güçlendirebilir. Entelektüel’in misyonu işçi hareketini yönetmek değildir. Aksi halde böyle bir şey işçilerin kendi kendilerini yönetemeyeceği anlamına gelecektir... XIX’uncu yüzyılda işçi sınıfının durumuna dair bilgiler, bilinenin ve genel kabul gören yaygın anlayışın aksine, işçilerin o kadar saat çalıştıktan sonra geceleri kitap okuduklarını, şiir ve hikâye yazdıklarını, sorunlarını tartıştıklarını gösteriyor. Marx’ın ünlü eseri Kapital, fasiküller halinde yayınlanırken, işçiler yeni fasikülün çıkmasını sabırsızlıkla beklerlermiş. O zaman işçiler Kapitali büyük bir hevesle okuyup- anlıyorlardı. Şimdilerde burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörleri anlamıyor... Kapitalizm öncesi dönemde ve kapitalizmin ilk dönemlerinde, egemen sınıflar halk sınıfından insanların okuma yazma
27
Komünist Zemin öğrenmesini, bilgiye ulaşmasını yasaklayıp, şiddetle de cezalandırıyorlardı. Eğer işçilerin, ezilenlerin öğrenme, bilinçlenme yeteneğinden [kapasitelerinden] korkmasalardı, yasaklama, cezalandırma yoluna giderler miydi? ABD de Afrika kökenli kölelerin okuma yazma öğrenmeye cesaret ettiklerinde nasıl acımasızca cezalandırıldıkları herkesin malûmudur... XIX. ve XX. yüzyıl sosyalizmleri dünyayı değiştirmek için burjuva devletine göz dikti ve onu ele geçirmeyi devrim için yeterli koşul saydı. Kalkınmacılığa ve emperyalist ülkeleri yakalama perspektifine kilitlendi... İster seçim oyununa dahil olarak, isterse, zor ve şiddet kullanarak devleti ele geçirme perspektifi yegane hedef olarak görüldü. Nasıl bir düzen kurulacak sorusu savsaklandı... Oysa, iktidarı ele geçirmeyi yegane hedef olarak gören öncü örgüt [devrimci parti] de esas itibariyle yıkmak istediği devlet gibi bir örgütsel yapıya ve işleyişe sahipti. Devrimci parti de kendini burjuva devleti suretinde yaratmıştı: hiyerarşi, disiplin, ast-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, anti-demokratik dikey ilişkiler...
Devrimden sonra partinin nasıl ve kolaylıkla
parti-devlete dönüştüğünün izahı orada bu-
lunuyor. Elbette söylediklerimizden bir örgüt karşıtlığı sonucu çıkarmak haksızlık olur. Sadece XX. yüzyılda geçerli sol örgüt anlayışının yeni, farklı, orijinal bir model olmaktan çok, sınıflı toplumun binlerce yıllık ve burjuva toplumunun birkaç yüzyıllık örgüt anlayışının ve örgütlenme tarzının, sol bir söylemle yeniden üretildiğini söylemek istiyorum. Devlet sizin elinizde olunca başka şeye mi dönüşecek? Arabayı kim kullanırsa kullansın arabadır... Eğer örgütsel ilişki yatay bir nitelik taşımıyorsa, disiplin dışardan dayatılıyorsa, demokratik/eşitlikçi/özgürlükçü/emansipatris ilişkiler yerleşip-kökleşemiyorsa, orada ancak sınıflı toplumun yeni bir versiyonu, diktatörlüğün farklı bir biçimi söz konusu olabilir... Öyleyse politika nedir, ne olmalıdır sorusunu sorarak yeni bir başlangıç yapmak gerekiyor. Bunun için de ölü bilgilerin tahakkümünden kurtulmaya, bilincimizi özgürleştirmeye, zihinsel bir silkinmeye, velhasıl radikal bir düşünce devrimine ihtiyacımız var...
* İstanbul Özgür Üniversite 2009/2010 Kış Dönemi Seminerleri açılış konuşmasıdır.
28
Komünist Zemin
Fikret Başkaya’nın İstanbul Özgür Üniversite’de 24 Ekim 2009 Tarihinde Yapmış Olduğu “Devrimi Yeniden Düşünmek” Konu Başlıklı Konuşması Üzerine Başkaya’nın, 24 Ekim 2009 tarihli konuşması üç ana başlıktan oluşmaktadır: 1. Ölü bilgilerin kurtulmak;
koloniyalizminden
2. XX. yüzyıl sosyalizmlerinin izinden gitmek artık mümkün değil; 3. Öncü parti, bilinç-bilinçlenme veya örgüt sorununu yeniden düşünmek. Birinci konu başlığından başlayacak olursak; bu başlık altında tartışılanlardan iki noktaya ilişkin itirazımız olacak. Bu noktalardan biri, demokrasi meselesi ve buna bağlı olarak “politik ve ekonomik özerklik” meselesidir; diğeri ise, yine demokrasi meselesinin kavranışı ile alakalı olarak, demokratik merkeziyetçilik meselesidir. Sevgili Başkaya, söz konusu konuşmasında demokrasiyi tanımlarken şöyle diyor: “Genel bir çerçevede demokrasi insanların kendi kendilerini yönettiği [selfgovernment/auto-gouvernement], kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durumu ifade ediyor. Dolayısıyla sosyal demokrasi demeye gerek yok zira demokrasi kavramı tanımı gereği zaten sosyal ve bireysel özgürlüğü içerir, içermesi gerekir. Şundan dolayı ki, ekonomik planda özerk olmayan bireyin, politik planda özerk olması mümkün değildir.” Önce bu noktaya ilişkin itirazımızı ifade etmeye çalışalım. Sevgili Başkaya, demokrasi meselesini tanımlarken, demokrasi denen olgunun bir rejim olduğunu göz ardı ediyor ve onun, sınıf diktatörlüğünün özgün bir biçimi olduğunu yok sayıyor. Yunanca bir kavram olan ve aynı zamanda bir siyasal sistem olarak da ilk uygulandığı
yer, eski Yunan site devletleri olan demokrasi, antik Yunan’da hiç de Başkaya’nın dediği gibi, “insanların kendi kendilerini yönettiği [self-government/auto-gouvernement], kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durumu ifade” etmiyordu. Bilakis, bir sınıf ayrımını ve bir sınıfın ayrıcalıklı durumunu ifade ediyordu. Örneğin, eski Yunan site devletlerinin, demokrasi bakımından en gelişkini olarak kabul edilen ve tarihe “Atina Demokrasisi” olarak geçen sistemde bile, Atinalı erkekler dışında kalan nüfus yok sayılmaktaydı ki, bu oran toplam nüfusun %90’ına tekabül etmekteydi. Yani Atina nüfusunun çoğunluğunun demokrasiden yararlanma hakkı yoktu. Demokrasi, dün de birbirine benzeyenlerin ve çıkarları aynı olanların güçleri oranında temsil edildikleri bir sınıf diktatörlüğüydü, bugün de öyledir. Bizatihi kendisi bir ayrıcalıklılar sistemi olan demokrasiden ve onun sunmuş olduğu ekonomik, sosyal ve siyasal ayrıcalıklardan fayda sağlayanlar, antik site devletlerinde, o sitenin yalnızca erkek olan yurttaşlarıydı, bugün ise site devletlerinin yerini almış olan ve dünya çapında egemen olan devletlerin yurttaşlarıdır; değişen yalnızca budur. Antik site devletlerindeki azınlık demokrasisinin faturası kölelere ve kadınlara ödettirilirken, günümüz demokrasilerinin faturası da yeryüzünün yoksul ve yoksun bırakılmış çoğunluğuna, doğadaki diğer canlılara ve doğaya ödettirilmektedir. Peki, merkeziyetçilik ile demokrasi gerçekten yan yana düşünülemeyecek kavramlar mıdır? Gerçekten sevgili Başkaya’nın dediği gibi, bu kavramlar yan yana getirildiğinde “oxymore”a mı başvuruluyor. Hayır, biz sevgili Başkaya gibi düşünmüyoruz; bilakis, demokrasi ve merkeziyetçiliğin biri birini tamamlayan iki olgu olduklarını düşünüyoruz.
29
Komünist Zemin Tezatlık olguların kendisinden değil, bu olgulara yüklenen anlamdan ortaya çıkmaktadır. Sevgili Başkaya, demokrasiyi “insanların kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durum” olarak tanımladığındandır ki, demokrasi ile merkeziyetçiliği yan yana düşünmeyi abes buluyor. Sevgili Başkaya’nın demokrasi kavramına yüklediği anlam, öyle sanıyoruz ki sınıflı toplumlara denk düşen, sınıflı toplumlarda karşılığı olabilecek bir duruma tekabül etmiyor. Zira demokrasi denilen yönetim biçimi sınıflı ve devletli bir toplumda ortaya çıkmıştır. Devlet denilen aygıt sınıflı toplumlara özgüdür ve egemen sınıfın merkezi yönetim aygıtıdır ve adına demokrasi denilen idare biçiminin ilk olarak devletli bir toplumda, yani merkezi otoriteyle yönetilen bir toplumda ortaya çıkışı tesadüfî değil, onun o dönemki ihtiyacının bir sonucudur. Dolayısıyla demokrasi sınıflı toplumlarda ortaya çıkmış bir hukuktur, bir iç hukuktur, hem egemenlerin kendi arasındaki ilişkileri düzenler, hem de egemenlerle ezilenler arasındaki ilişkileri düzenler. Zamanla bir uygarlığın adı olarak siyasi bir rejim sıfatı kazanmış olsa da, esasen ortaya çıktığı tarihlerde, çıkarı aynı olanlar arasında bir iç hukuka olan ihtiyacın ürünü olarak vuku bulmuştur. Öz itibariyle bu, bugünde aynıdır. Demokrasi, iki bin beş yüz sene evvel antik Atina’da, ayrıcalıklı Atinalı erkekler arasında, her Atinalı erkeğin sahip olduğu mülk değerince temsil edildiği bir hukukun; yedi yüz altmış beş sen evvel (1265) İngiltere’de yürürlüğe giren ve kralın yetkilerini din adamları ve mülk sahibi sınıflar adına (anlaşmada halk adına diye geçse de) sınırlayan “Büyük Sözleşme”nin (Magna Carta Libertatum); iki yüz yirmi bir sen evvel (1789) Fransa’da vuku bularak ve “Fransız Devrimi” olarak adandırılan olayın akabinde ilan edilen ve esasen burjuvaziyi, kısmen de beyaz Fransız erkeğini ayrıcalıklı kılan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin; altmış iki sene evvel (1948) Birleşmiş Milletler Cemiyeti’nce kabul edilen ve esasen batılı nüfusu kapsayan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin adıdır.
30
Bugün ise demokrasi, dünya nüfusunun %20’sini, dünya nüfusunun %80’i karşısında ayrıcalıklı kılan global emperyalizmin adıdır. Bu, bir anlamda da Batılı çalışanları dünya yoksulları karşısında ayrıcalıklı kılan refah toplumlarının, yani batılı çalışanlar ile dünyaya egemen emperyalist dünya rejimi arasında var olan sözleşmenin adıdır. İnsanın “politik planda özerk” olması meselesine gelince; “politik planda özerklik”, ancak politikanın bir gereklilik olmaktan çıkmasıyla, yani eşitlikçi bir toplum düzeninin kurulmasıyla mümkündür. Gerek ekonomi, gerekse de politika kavramları sınıflı toplumların birer ürünüdür; sınıflı toplumlar var olduğu sürece varlıklarını sürdürürler ve kendilerini var eden nedenler ortadan kalkınca onlar da tarih sahnesini terk ederler. Ekonomik planda özerklik ise, ne sınıflı bir toplumda, ne de sınıfsız bir toplumda mümkün değildir. Özgürlüğün en rafine halini ifade eden Komün’de bile (özgür bireylerden oluşan ortak yaşam), kişinin ekonomik özerkliğini savunmak tehlikeli ve yanlıştır. Özgür Komün’de bile ortak yaşamın mayasını kişinin değil, topluluğun ya da toplumun çıkarları oluşturmak durumundadır. Zaten bu tür bir Komün örgütlenmesi için de gerekli olan en temel şeylerden biri, meseleyi bu biçimde görebilme yetisine erişebilmiş, kelimenin gerçek anlamında sosyal bir varlık olabilmiş insanın varlığıdır. Merkeziyetçilik meselsine yeniden dönecek olursak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, merkeziyetçilikle demokrasi bir tezat oluşturmazlar. Sınıflı, dolayıysa da devletli toplumlar hüküm sürdükçe, o toplumun ya da devletin iç hukukunu ister temsili demokrasi, ister doğrudan demokrasi oluştursun; merkezi bir davranış kaçınılmazdır. İster burjuva devletlerde olduğu gibi yukarıdan aşağıya doğru örgütlensin, ister işçi devletlerinde olması gerektiği gibi aşağıdan yukarıya doğru örgütlenip denetlensin; merkezi bir ekonomi, merkezi bir üretim, merkezi bir siyaset ve merkezi bir toplumsal örgütlenme kaçınılmazdır.
Komünist Zemin Her devlet, nihayetinde bir savaş örgütüdür; devletler varlıklarını sürdürdükleri müddetçe, sınıflar ve toplumlar arası çelişkiler ve eşitsizlikler var demektir; bu da demektir ki, ilan edilmemiş olsa da sürekli bir savaş vardır; dolayısıyla da merkezi bir davranış kaçınılmazdır. Savaşın ve bir savaşı kazanabilmenin önkoşulu budur. Meseleyi bir an için şöyle görelim; varsayalım ki devrim oldu ve akabinde bir iç savaş başladı, ya da dışarıdan bir kuşatma, yıkım yaşamış bir ekonomi ile karşı karşıyasınız; bu durum karşısında merkezi olarak hareket etmeden bu sorunların üstesinden gelebilmek mümkün müdür? Eğer devrim demek, bir yaşamı baştan inşa etmek ve bir bolluğu değil, yokluğu paylaşmak ise -ki öyledir-, bunu merkezi olarak davranmadan başarabilmek mümkün müdür. Mesele, merkezi olarak davranmaktan değil, iktidar olan ya da olması gereken işçi sınıfının değil de, bir başka gücün, işçi sınıfının iradesinin yerine kendi iradesi koyup, yukarıdan aşağıya doğru kendi merkezi gücünü dayatmasından kaynaklanmaktadır. Eğer bir işçi devletinde devletin kontrolü işçilerin, yani üretenlerin elinde ise, üreten olduğu gibi yöneten de onlar ise, burada bir sorun yoktur. Sevgili Başkaya’nın işaret ettiği anlamda bir merkezileşmeye denk düşen yapılanmalar, geçmiş “işçi devletleri”nde mevcuttu. Ama bu devletler birer işçi devleti değil, birer işçi düşmanı devletlerdi. Özünde işçi düşmanı olan, ama “işçi devletleri” ya da “bürokratik işçi devletleri” olarak tanımlanan ve geride bıraktığımız yüzyıla damgasını vuran bu devletler, bürokratik bir kast tarafından ele geçirilmiş, bu bürokratik kast kendi gücünü işçi sınıfının gücü ve iktidarının gücü yerine koymuş, onun üzerinde diktatörlük uygulamış ve onu, merkezi iktidara boyun eğmeye zorlamıştı. Bu da haliyle işçi sınıfında bir yabancılaşmaya, hem de kendi gücüyle gerçekleştirdiği devrime karşı bir yabancılaşmaya yol açmıştı. Eğer bu devletler kelimenin gerçek anlamında birer işçi devleti, birer Sovyet olarak inşa edilebilmiş olsalardı, o vakit bu yabancılaşma yaşanmayacak ve merkeziyetçilik de bir öcü olarak görülmeyecekti.
Çünkü Sovyetler de Paris Komünü gibi merkezi bir örgütlenmeyi gerektiriyordu. Zaten Marksizm’deki geçiş toplumu esprisi de buradan kaynaklanmıyor mu? Dolayısıyla da, nasıl ki geçmiş “reel sosyalizm” örneklerinden hareketle sosyalizm düşüncesini mahkûm etmek doğru değil ise, aynı şekilde geçmiş bürokratik yapılanmalardan yola çıkarak, günlük yaşamın, bizzat yaşamı üretenlerce aşağıdan yukarıya doğru merkezi olarak örgütlemesini de mahkûm etmek o derece yanlıştır. Özcesi, devletler ve sınıflar var oldukları müddetçe, demokrasi ve merkeziyetçilik bir arada olmaya devam edecektir. Çünkü her ikisi de sınıflı toplumların ürünüdür ve sınıfların ortadan kalkmasıyla bunlar da gerekli olmaktan çıkacaklardır. Ama sınıflar, dolayısıyla da devlet var oldukça, demokrasi, egemen olan sınıfın bir iç hukuku, merkeziyetçilik ise, egemen olan sınıfın ortak davranışı için kaçınılmaz olmaya devam edecektir. İkinci konu başlığı altında tartışılanlara itirazımız ise, “Faransız Devrimi” üzerinden söylenenlere ilişkindir. Sevgili Başkaya, bu bölümün en başında şöyle diyor: “Avrupa solu, geleneksel düşünce sisteminden ve geleneksel ideolojiden radikal bir kopuş, farklı bir dünya, toplum ve insan tasavvuru anlamına gelen ve Büyük Fransız Devrimiyle ete kemiğe bürünen aydınlıklar [lumières] felsefesi veya devriminin devamı olarak tarih sahnesine çıktı.” Biz burada, “aydınlıklar” ya da “aydınlanma” felsefesini tartışmayacağımızdan, bu konuya hiç girmiyoruz. Çünkü bu ayrı bir tartışma konusudur. Ama şu kadarını söyleyelim, Başkaya, aydınlanma meselesini ele alırken, belki de farkında olmadan, kendisi tarafından çokça eleştirilen Marksizm’deki “ilerlemecilik” anlayışıyla aynı yerde buluşmaktadır. Asıl meseleye dönecek olursak, sevgili Başkaya, ilerleyen satırlarda devrim tanımını yapmaktadır ve yaptığı tanımlama gayet doğru ve yerinde bir tanımlamadır.
31
Komünist Zemin Sevgili Başkaya, söz konusu konuşma metninde devrimin tanımını şöyle yapıyor: “Devrim [Révolution] Eski egemenlik sisteminden radikal bir kopuş demektir veya öyle anlaşılması gerekir. Bu kopuş sadece sorunun egemenlik veçhesini, yönetenyönetilen, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisini angaje etmez. Ezilen toplum sınıflarının, halk sınıflarının çok yönlü emansipasyonunu da [özgürleşmesini] varsayar. Birincisi, devrim yaşamın tüm veçhelerini [ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...] kapsadığında, daha önce de yazdığım gibi, politika denilenin ve politika yapmanın farklı bir versiyonunun gündeme gelip ete-kemiğe büründüğünde mümkündür…” Sevgili Başkaya, yukarıda devrimin tanımını çok yerinde ve doğru yapsa da, Fransa’daki 1789 burjuva hareketini bir devrim olarak niteleme yanlışına düşmekten kurtulamıyor Dolayısıyla da bir adım önce yapılmış olan doğru ve yerinde tanımlama, bir adım sonra bir şey ifade etmez oluyor. Hâlbuki sevgili Başkaya, daha bir adım önce nede güzel yapmıştı devrimin tanımını: “…devrim yaşamın tüm veçhelerini [ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...] kapsadığında, daha önce de yazdığım gibi, politika denilenin ve politika yapmanın farklı bir versiyonunun gündeme gelip etekemiğe büründüğünde mümkündür…” O halde sormak gerekiyor, Fransa’daki 1789 burjuva hareketi, burjuvazi dışında kimi, kimleri özgürleştirmiştir? Fransız burjuva hareketi birçok “özgürlükçü” harekete esin kaynağı olmuş olabilir, hatta ve hatta istemeyerek de olsa tarihsel olarak “pozitif” bir işlev de görmüş olabilir; ama bu, onu devrimci kılmaz. Özellikle, söz konusu olan Fransa gibi sömürgeci bir ülke olduğunda, bir başka noktaya daha dikkat etmek gerekir. Fransa’daki 1789 burjuva hareketini bir an olsun devrim olarak değerlendirecek olsak ve buradan hareketle de toplumu özgürleştirdiğini düşünsek bile, sömürgeci ülkelerdeki altüst
32
oluşların bu ülkelerin vatandaşlarına ne verdiğinden ya da ne kazandırdığından değil, bu tür ülkelerin dışarı ile olan ilişkilerinden yola çıkarak değerlendirmek gerekiyor. Örneğin Fransa’daki 1789 burjuva hareketi, gerçekten Fransa’daki baldırı çıplakları, kadınları ve diğer ezilenleri özgürleştirmiş olsaydı bile; Fransa, sömürgecilikten vazgeçip, sömürgelerden geri çekilmediği sürece bu hareket bir devrim olarak adlandırılamazdı. O halde Sevgili Başkaya’ya bir kez daha sormak isteriz, “devrim” diye adlandırdığınız 1789 Fransız burjuva hareketi, burjuvazi dışında kimi, kimleri özgürleştirmiştir ki, bu olayı bir “devrim” olarak adlandırıyorsunuz? Üçüncü konu başlığı altında tartışılanlara itirazımız ise, sevgili Başkaya’nın bu bölümde tartışma konusu yaptığı “öncü parti, bilinçbilinçlenme ve örgüt sorununu” üzerine olacak. Sevgili Başkaya, bu konu başlığı altında yürüttüğü tartışmada da, olgulardan değil de, sonuçlardan yola çıkarak bir anlayışı mahkûm etmeye çalışıyor. Sevgili Başkaya, bu bölümde birçok şeyi bir arada tartışmış; bu bölümde tematize edilen her konu başlı başına bir tartışma yazısını gerektirecek niteliktedir, dolayısıyla da kısa cevaplarla bu ihtiyacı cevaplamak oldukça zor olacaktır. Ama biz yine de bu meseleleri tek tek, ama birbiriyle bağını koparmadan tartışmaya çalışacağız. “Dışarıdan Bilinç” meselesi üzerine: Sevgili Başkaya, bu meseleyi tartışırken ve nihayetinde de mahkûm ederken şunları söylüyor: “Geride kalan yüzyılın sosyalist mücadele anlayışında, ‘işçiler, ezilen-sömürülen sınıflar, kendiliklerinden durumlarının farkına varamaz, olup-bitenleri anlayamaz, dolayısıyla bilinçlenemez, ona ‘gerekli’ bilinci ancak devrimci entellektüeller dışarıdan taşıyabilir...’ şeklinde bir anlayış hâkimdi.” Eğer sevgili Başkaya, geride kalan yüzyıla damgasını vuran anlayışı Marks’dan Troçki’ye uzanan devrimci damara mal edi-
Komünist Zemin yor ve sosyalistlerin anlayışı bu idi diyor ise, yazılanlar doğru değildir ve mesele hiç de bu kadar kaba ve basit ele alınmamıştır. Eğer kastettiği Marksizm adına ortaya çıkmış ve bir yüzyıla damgasını vurmuş Marksizm dışı gelenekler ise, o zaman yazdıkları büyük ölçüde doğrudur. Ama öyle sanıyoruz ki, sevgili Başkaya, bu ayrımı yapmıyor ve sosyalizm adına hareket eden bütün akımları muhatap olarak alıyor. Sevgili Başkaya’nın eleştirilerini doğru bir zemine oturtmak ve doğru bir zeminden cevaplayabilmek için, öncelikle “bilinç” meselesinden neyin kastedildiğini ortaya koymak gerekiyor. Tabii ki her insanın bir bilinci vardır ve her insan kendi pratiği içerisinde yeniden bir bilinç edinir. Burada tartışılan, bir toplumsal sınıfın, sınıf olma bilinci ve hafızası edinebilmesi meselesidir. Doğrudur, yeryüzündeki hiçbir toplumsal sınıf ya da toplumsal grup, kendiliğinden ve eşzamanlı olarak ortak bir bilinç ve hafıza edinemez. Bundan dolayıdır ki işçi sınıfına kurtuluş bilincinin dışarıdan götürülmesi meselsi Marksizm’in temel anlayışlarından birini oluşturmaktadır. Ayrıca bu, öyle iddia edildiği gibi Marksizm’e sonradan Kautsky tarafından bulaştırılmış ve Lenin tarafından da kuram haline getirilmiş bir ‘virüs” değildir. Bilakis bu anlayış, Marksizm’in kurucuları olan Marks ve Engels’de vardır. Marksizm’in amentüsü olan Komünist Manifesto’da bu mesele gayet net bir biçimde ortaya konulmaktadır: “Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır. Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidi-
şini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir.” (K. Manifesto) Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Kautsky ve Lenin’e mal edilen anlayışın ilk temellerini atanlar Marksizm’in kurucularıdır. Komünistlere bir öncüllük ve sınıf dışında bir misyon yükleyen ilk öncüller Kautsky ve Lenin değil, Marks ve Engels’dir. Lenin’in bu alana katkısı, Marks ve Engels’de ki örgüt anlayışı noktasında olmuştur. Marks ve Engels’e hâkim olan, “gerektiğinde örgüt” anlayışı iken; bu anlayış Lenin’de, “her koşulda örgüt”tür. Marks ve Engels’e hakim olan örgüt anlayışı, Rosa Luxsemburg ve 1917 Ekim Devrimi’nin arifesine kadar Troçki’de de hakim olmuştur. Komünist harekete örgüt anlayışını kazandıran Lenin olmuştur. Ama “dışarıdan bilinç” anlayışının mucidi Kautsky olmadığı gibi, Lenin’de değildir. Marks ve Engels tarafından ilk kez Komünist Manifesto’da dile getirilen “dışarıdan bilinç” anlayışı; onların ardılları tarafından da daha sık ve daha bir ete kemiğe bürünmüş olarak vurgulanmıştır: “Siyasal sınıf bilinci, işçilere, ancak dışardan verilebilir, yani ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin mümkün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır.” Lenin, Ne Yapmalı?) “İşçiler sosyal-demokrat (sosyalist) bir bilince henüz sahip olamazlardı dedik. Bu onlara ancak dışarıdan götürülebilirdi. Bütün ülkelerin tarihi, işçi sınıfının kendi gücüyle ancak ve yalnız trade-onionist bilince, yani sendikalarda birleşme, işverenlere karşı mücadele etme, hükümetten işçiler için gerekli şu ya da bu yasayı çıkarmasını talep etme vs. gerekliliği inancına ulaşabileceğini göstermektedir.” (Lenin, Ne Yapmalı) “Kapitalizm altında işçi sınıfı iktidarı ele geçirebilmek için kendisini bağımsız bir politik parti şeklinde örgütlemek zorundadır. İşçi sınıfı, burjuvaziye karşı verdiği sınıf mücadelesinde kendi bağımsız sınıf Politikasını an-
33
Komünist Zemin cak diğer sınıflardan bağımsız bir programa sahip bir devrimci parti aracılığıyla gerçekleştirebilir.” (Troçki) “Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da piston değil, buhardan ileri gelir.”(Troçki, Rus Devriminin Tarih 1.Cilt) “…zaferi sağlama alabilecek gerçek bir devrimci parti yoksa en uygun devrimci koşullar bile proletaryanın zaferine yol açmayabilir.” “…eğer proletaryanın öncüsü önceki hazırlık döneminde gerçekten devrimci yani Bolşevik bir partide şekillenmemişse, proletarya en elverişli devrimci durumdan bile yaralanamaz. Bu Ekimin merkezi dersidir. Tüm diğerleri ise buna tabidir; bu, Leninizm’in ana fikridir.” (Troçki) Bu alıntılardan da görüleceği gibi ne Marks, ne Lenin, ne de Troçki, “işçiler kendiliğinden durumlarının farkına varamaz, olup-biteni anlayamaz ve bilinç edinemezler; onlara gerekli bilinci ancak devrimci entellektüeller dışarıdan taşıyabilir” dememektedir. Gerek Marksizm’in kurucularının, gerekse de onların ardıllarının bilinçten kastettikleri, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendini var etme ve sınıfsız bir toplumun ön şartı olarak kendi iktidarını kurma bilincidir; yani siyasal bir bilinçtir. Tabii ki işçiler sömürüldüklerini ve bir takım hakları nasıl elde edeceklerini bilirler ya da bunu pratik içinde öğrenirler. Zaten sosyalizmin kurucularının kastettikleri de bu değildir. Kastedilen, siyasal bilinçtir, bunu işçiler kendi pratiklerinden yola çıkarak edinemezler. Çünkü işçiler, sırf işçi oldukları için sosyalist olmadıkları gibi, sömürüsüz bir dünya ülküsüne de sahip değildirler. Onlar, sömürüsüz bir dünyanın öznesidirler ama bunun bilincinde bile değildirler. Böyle bir olasılık olsa bile, işçilerin eşzamanlı olarak bu bilince ulaşabilme şansları yoktur.
34
Bundan dolayıdır ki işçi sınıfının birbirinden bağımsız gelişen ve daha çok da ekonomik temelli eylemlerini merkezileştirip, bu gücün siyasal iktidarı imha edecek yıkıcı bir güce dönüşmesini sağlayacak siyasal bir bilince ihtiyacı vardır ve bu bilinç ona ancak dışarıdan taşınabilir. Biz istediğimiz kadar dışarıdan bilinç eylemine karşı çıkalım; ama adını bu biçimde koymasak bile, işçilere ya da genel olarak ezilenlere hitaben yazılmış her yazı, bildiri, kitap ya da söylenmiş bir söz de bir anlamda dışarıdan müdahaledir; ezilenlere dışarıdan bir bilinç taşıma eylemidir. Bu, biz taraf olsak da, karşı çıksak da böyledir. Sevgili Başkaya, devamla şöyle diyor: “Bu tespitten hareketle de devrimi ancak devrimci-entellektüeller ve devrimcileşmiş işçilerden oluşan, mücadelelere öncülük edecek, devrimci partinin yapabileceği görüşüne varılıyordu.” Biz, ne Marks’ta, ne Lenin’de ne de Troçki’de bu tür bir belirlemeye rastlamış değiliz. Açıkçası sevgili Başkaya’nın da bu yargısını neye dayandırdığını anlamış değiliz. Eğer sevgili Başkaya’nın kastettiği bir kısım fokocu ya da sosyalizmle alakası olmayan akımlarsa, bir diyeceğimiz yoktur; ama bunların söylediklerinden ya da yaptıklarından hareketle sosyalist hareketin bu olduğunu ilan etmek de doğru değildir. Bu, Stalinizmin cinayetlerinden yola çıkıp, sosyalizmi mahkûm etmeye benzer ki, bu da olacak iş değildir. Sevgili Başkaya, buradan hareketle, bu sefer de “profesyonel devrimcilik” meselesine de değiniyor: “Bu tespit aynı zamanda profesyonel devrimciliğin gerekçesini de oluşturuyordu. Oysa devrim ve profesyonel kelimelerinin yan yana getirilmesi tam bir oxymoredur. Bu yüzden de yan yana getirilmeleri saçmadır. Mesleği devrim yapmak olan birinin var olabileceğini düşünmek abes değil mi?”
Komünist Zemin Hayır, profesyonel devrimciliğin gerekçesi bu değildir; dahası, profesyonel devrimcilikten anlaşılması gereken bu değildir. Profesyonel devrimcilik, esasen Bolşevikler aracılığıyla sosyalist literatüre girmiş ve zamanla oldukça fazla deforme edilmiştir. Bu anlayışın mucidi olan Lenin, profesyonel devrimcilikten, “mesleği devrim yapmak olan” insanı anlamıyordu ve meseleyi de bu biçimde izah etmiyordu. Lenin’in, 1902’de kaleme aldığı “Ne Yapmalı?” adlı kitapta, Çarlık koşulları altında profesyonel devrimcilerden oluşan gizli bir örgüt kurulmasını öneriyor ve bu örgütün çekirdeğini, gizlilik koşullarına uyum sağlayacak profesyonel kişilerin oluşturması gerektiğini belirtiyordu. Lenin’in önerdiği parti modeli ve kadro anlayışı, everensel değil, daha çok politik özgürlüklerin olmadığı Çarlık Rusya’sı içindi. Sonraki yıllarda bu, evrensel bir kural olarak algılandı ve bütün dünyada tatbik edilmeye çalışıldı. Dolayısıyla da ortaya oldukça trajikkomik durumlar çıktı. Profesyonellik olgusu o derece dibe vurdu ki, hiçbir işi gücü olmayan, onun bunun sırtından geçimini sağlayan ya da sırf kendi yaşamlarını idame ettirmek için soygun yapan ya da “bağış” toplayan, ama bütün bunları devrim davasının yüce çıkarları için yaptığını iddia eden bir ahlakın adına, profesyonel devrimci denilir oldu. Hâlbuki profesyonel devrimcilik demek, çalışmayan ve geçimini örgütün kasasından sağlayan insan değildir. Profesyonel devrimciden kastedilen, kendini devrim davasına adamış, devrimci faaliyeti günlük yaşamına uydurmaya çalışan değil, günlük yaşamını devrimci faaliyete göre düzenleyen, önceliği devrimci faaliyet olan; bunun yanı sıra, belirli bir tecrübeye sahip, sınanmış ve her koşulda devrimci faaliyeti yürütmeye muktedir bir kadro tipidir. Profesyonel kadro olarak tanımlanan şahıs, aynı zamanda bir fabrikada işçilik de yapıyor olabilir; yani onun profesyonel kadro olması, onun işini gücünü bırakmasını gerektirmez. Bu alanın sonraki yıllarda yozlaştığı, adeta bir geçim yolu haline geldiği doğrudur, ama bu, profesyonel devrimciliği mahkûm etmemizi gerektirmez.
Nasıl ki Stalinizmin cinayetlerinden yola çıkarak sosyalizmi mahkûm etmiyorsak, nasıl ki Sovyet iktidarı adına partinin iktidarını ikame edip, Sovyetler adına işlenen cinayetlerden hareketle Sovyetleri mahkûm etmiyorsak, aynı şekilde profesyonel devrimcilik adına yapılanlardan yola çıkarak da profesyonel devrimciliği mahkûm edemeyiz. Dünyanın neresinde olursa olsun, devrimci bir partinin gerekliliği kaçınılmazdır ve pekâlâ devrimci bir örgütün her üyesi profesyonellik anlayışına uygun olmak durumundadır. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi, profesyonellikten kastedilen, tek “işi devrim yapmak olan” insan olmadığı gibi, bunun dışında başka işi gücü olmayan insan da değildir. Tabii ki devrimci partinin de ücretli çalışanları olabilir ama profesyonel devrimci tanımlamasından anlaşılması gereken yalnızca bunlar değildir. Devrimci bir partinin de ücretli çalışanları olabilir, bunda bir sakınca yoktur; önemli olan bunların parti örgütünce denetlenip denetlenmedikleri ve bu alanda bir rotasyonun olup olmadığıdır. Eğer bu alan denetlenemiyorsa ve bu alanda çalışanlar bir rotasyona tabi tutulmuyorlarsa, her alanda olduğu gibi bu alanda da bir yozlaşmanın olacağı kaçınılmazdır. Sevgili Başkaya, profesyonel devrimciliği, her nedense bu kuramın mucidinin görüşleri üzerinden değil de, onu suistimal eden anlayıştan ya da ahlaktan yola çıkarak mahkûm etmeye çalışıyor. Dolayısıyla da şu soruyu sormakta bir sakınca görmüyor: “Marx, ‘işçi sınıfının emansipasyonu [kurtuluşu] onun kendi eseri olacaktır’ dememiş miydi? Bir sınıfın emansipasyonu başkalarının işi olabilir miydi? Devrim işini öncü partiye havale etmek, ezilen-sömürülen sınıfların kaderini başka ellere tevdi etmek, başkalarına emanet etmek değil midir? Bunun koloniyalist Avrupalıların ‘uygarlaştırma, uygarlık götürme, geri halkları ilerletme, Türkiye’de Kemalistlerin halkı adam etme teşebbüsünden bir farkı var mı?”
35
Komünist Zemin Dikkat edilecek olursa, sevgili Başkaya, hep aynı varsayımdan ya da yargıdan hareket ediyor, dolayısıyla da varılan sonuç hep aynı oluyor. Eğer Stalinizm, Maoizm ve Marksizm adına ortaya çıkmış benzeri akımları ve bu akımlar tarafından savunulan anlayışları Marksizm ya da Bolşevizm olarak addedecek olursak, o zaman sevgili Başkaya’nın vardığı sonuçlara varmak kaçınılmazdır. Ama yok, bu akımların Marksizm dışı ve Marksizm’e düşman akımlar olduğunu düşünecek olursak ki biz böyle düşünüyoruz-, o zaman sevgili Başkaya’nın vardığı sonuçlara varmamız imkânsızdır. Çünkü Marks’dan Lenin’e, Lenin’de Troçki’ye uzanan süreçte (Bolşeviklerin, Ekim Devrimi sürecinde içine düştükleri ihaneti bunun dışında tutuyoruz, çünkü Bolşevik önderler bu süreci hiçbir vakit teorileştirmedikleri gibi, yaptıklarının Ekim Devrimi’nin ruhuna ihanet olduğunu bizzat kendileri ilan etmişlerdir.), kitlelerin yerine partiyi koyan bir anlayışa rastlamak olası değildir. Doğrudur, Marks, “işçi sınıfının emansipasyonu [kurtuluşu] onun kendi eseri olacaktır” demişti. İyi ama bunun aksini iddia eden hangi Marksist (akım) var ki? Devrimci bir partinin olmazsa olmazlığında ısrar eden Lenin, işçi sınıfının yerine devrimci partiyi mi koymuştur ki, sevgili Başkaya, buradan hareketle bu sonuca varıyor? Bu, Leninist anlayışı fokoculuğa ya da Marksizm’in düşmanı Satalinizme indirgemek ya da fokoculuğu ve Stalinizmi Leninist anlayışın bir sonucu olarak görmektir. Eğer işçi sınıfının kendi örgütlerine rağmen devrimci bir örgüt kurmak, işçi sınıfının yerine devrimci örgütü koymak anlamına geliyor ise, o halde sevgili Başkaya’nın, öncelikle Marks’ı mahkûm etmesi gerekiyor. Doğrudur, Marks, “sınıfının kurtuluşu onun kendi eseri olacaktır’ demişti, ama aynı Marks, işçilere rağmen Komünist Birlik’i (1847)kurmaktan da geri kalmamıştı. Ve aynı Marks, işçi sınıfı için Komünist Manifesto’yu da yazmaktan geri durmamıştı. Bu da dışarıdan bilinç değil mi? Öyle ya, kendisi işçi olmayan bir adama mı kaldı işçiler için bir kurtuluş manifestosu yazmak?
36
Yine aynı Marks değil miydi, Uluslararası İşçi Birliği’nin kurucularından olan? Peki, Uluslararası İşçi Birliği, dışarıdan bir müdahale anlamına gelmiyor muydu? Eğer sevgili Başkaya, bir anlayışı mahkûm edecekse, o zaman failleri doğru tespit etmek durumundadır. Bu hususta Lenin’i mahkûm ederek Marks’ı temize çekmek mümkün değildir. Dolayısıyla da Marks’ı mahkûm etmeden Lenin’i mahkûm etmek mümkün değildir. Sevgi Başkaya, söz konusu tartışmanın üçüncü bölümünün en son kısmında ise, yeniden özne, bilinç ve sosyalizm meselelerine dönüyor ve oldukça talihsiz sayılabilecek belirlemelerde bulunarak tartışmayı bitiriyor. Biz de bu bölümlere ilişkin sözümüzü söyleyerek tartışmayı bitirelim. “Oysa tanımı gereği emansipasyon bir özne olarak insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan durumdan kurtulması, özgürleşmesi demektir ve bu ancak insanın [bireyin] özçabasıyla mümkündür...” Sevgili Başkaya’nın bunları yazması talihsizliktir, çünkü farkında olmayarak burada özgürleşmeyi bireysel bir çaba sorunu olarak görüyor, bu, Marksizm’in değil, burjuvazinin bakış açısıdır. Marksizm’e göre özgürlük, özgürleşme ya da ‘bireyin kendini gerçekleştirmesi’, bireysel değil, toplumsal bir meseledir. “XIX ve XX yüzyıl sosyalizmleri dünyayı değiştirmek için burjuva devletine göz dikti ve onu ele geçirmeyi devrim için yeterli koşul saydı. Kalkınmacılığa ve emperyalist ülkeleri yakalama perspektifine kilitlendi...” Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi sevgili Başkaya, sosyalizm adına işlenen cinayetlerden ve yapılanlardan yola çıkarak meseleleri tartışıyor ve mahkûm etmeye Halbuki, XIX ve XX yüzyıl sosyalizmlerinin en çalışıyor. ayırt edici özelliklerinden biri, burjuva devletin ele geçirilmesi değil, burjuva devletin parçalanmasıdır.
Komünist Zemin Keza, “kalkınmacılık ve emperyalist ülkeleri yakalama” perspektifinin de Marksizm’in sosyalizm anlayışıyla alakası yoktur. Bu anlayış Stalinizm tarafından teorileştirilmiş ve hâkim kılınmıştır. Yani sosyalizme değil, sosyalizm dışı bir akıma aittir. Sevgili Başkaya’dan son bir not: “XIX’uncu yüzyılda işçi sınıfının durumuna dair bilgiler, bilinenin ve genel kabul gören yaygın anlayışın aksine, işçilerin o kadar saat çalıştıktan sonra geceleri kitap okuduklarını, şiir ve hikâye yazdıklarını, sorunlarını tartıştıklarını gösteriyor. Marx’ın ünlü eseri Kapital, fasiküller halinde yayınlanırken, işçiler yeni fasikülün çıkmasını sabırsızlıkla beklerlermiş. O zaman işçiler Kapitali büyük bir hevesle okuyupanlıyorlardı. Şimdilerde burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörleri anlamıyor...” Sosyalizmin temel anlayışına bağlı sosyalistlerin, “işçiler okuyamaz, şiir yazamaz, olupbiteni anlayamazlar” türünden bir yaklaşımları hiçbir vakit olmamıştır. Marksist devrimcilerin bir devrimciler örgütünü savunmalarının gerekçesi de bu değildir; meseleyi bu biçimde görmek, bu derece yakıcı olan bir meseleyi karikatürize etmektir. İşçiler, daha o yıllarda “Kapitali büyük bir hevesle okuyup- anlıyorlardı” meselsine gelince, biz bu konuda “keşke” demekle yetineceğiz.
Çünkü Komünist Manifesto gibi hiç de karmaşık olmayan bir bildirge bile, çoğu okuryazar olmayan muhataplarına okur-yazar olanlar tarafında okunmuşken, o tarihlerde Kapitalin işçi kitlelerince hatmedildiğini düşünmek olası değildir. Mutlaka okuyan işçiler de olmuştur ama bunu bir sınıf gerçekliği olarak algılamak da doğru değildir. Son söz yerine: Biz, bu alanda kurtulmamız gerekenin “ölü bilgiler” değil, “zehirli bilgiler” olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Marksizm’deki parti, özne ve dışarıdan bilinç anlayışının ölü değil, tarihin mahzenlerinde çürümeye terk edilmiş bilgiler olduğunu düşünüyoruz. Nasıl ki sosyalizm anlayışı ölmemiş ve tutsak edilerek yerine karşı devrimci Stalinizm ikame edilmişse, aynı şekilde Marksizm’in bu alandaki düşünceleri de tutsak edilerek, onun yerine karşı devrimci Stlinizm’in görüşleri ikame edilmiştir. Dolayısıyla da kurtulmamız gereken sosyalizmin bu alandaki görüşleri değil, onu tutsak ederek onun yerine kendi suretini koyan Stalinizm ve onun türevleridir.
37
Komünist Zemin
Yılbaşı ya da Yeni Yıl Üzerine Sahi, nedir bu Yılbaşı denilen şey? Nasıl bir güce sahiptir ki, neredeyse bütün dünya insanlığını etkisi altına almış, bütün insanlığı kendi büyüsüne esir edebilmiştir?
Öyle ki, her sınıftan, her renkten, her milletten, her sosyal kategoriden insanda, neredeyse aynı zaman biriminde adeta bir akıl tutulmasına yol açabiliyor ve aynı anda harekete geçirebiliyor. O, hiç kimseye bir yenilik sunma kudretine sahip olmasa da, herkes ondan bir şey bekliyor ve bu asırlardır yeniden ve yeniden tekrarlanıyor. O, hiçbir şey veremese de, buna rağmen insanlık üzerindeki büyüsünden bir şey yitirmiyor. Esasen yıldönümü olarak kabul gören şey çok eski çağlardan beri hep var ola gelmiştir ve anlamı ise bugünkünden çok farklıdır. Eski çağlarda, yani tek tanrılı dinlerin tarih sahnesine çıkmasından çok önceleri de Yeni Yıl kutlamaları hep yapıla gelmiştir. İlk Yeni Yıl kutlamasının Sümerlerce yapıldığı kabul edilmektedir; Sümerler, yaz biti-
38
minde yani hasat zamanını bir Yeni Yıl, bir hasat festivali olarak kutlarlarmış. Eski Babil’de de Yeni Yıl kutlamalarına rastlamak mümkün; tarihi ise şimdiki takvimle, yani bugüne egemen olanların kabul ettiği takvimle M.Ö. 18. yüzyıla dayanıyor. Eski Babil’de yapılan kutlamaların dini bir yanı olsa da, tıpkı Sümerlerde olduğu gibi, tarımsal karakterli ve hasatla alakalı olduğu görülmektedir. Eski Mısır’da ise Yeni Yıl, 21 Eylül’dür. Eski çağlarda Çin ve Hindistan’da Yeni Yıl, kışın, kötülüklerin ve kötü ruhların kovulduğu şenlikler olarak kutlanır. Bu gelenek Çin ve Hindistan’da kısmen de olsa bugün dahi yaşatılmaktadır. İran Takvimi’nde (Celali Takvimi) Yılbaşı (Newroz), 21 Mart olarak kabul edilmiştir. Yahudi geleneğinde Yeni Yıl’ın dinsel bir arka planı vardır. Yahudilerin dini takvimlerindeki Tışrı ayının (5 Eylül – 6 Ekim) ilk günü Yeni Yıl olarak kutlanır. Bu gelenek bugün de varlığını sürdürmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise Yılbaşı olarak 1 Mart kabul edilmekteydi. Öyleyse başa dönelim, en başa. Sahi, nereden çıktı bu 31 Aralık–1 Ocak hadisesi? Bizim asıl tartışmak istediğimiz 31 Aralık–1 Ocak hadisesidir. Yeni Yıl’ın 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece kutlanmasının tarihi Hıristiyan âleminin ruhani imparatorluğu olan Papalığa dayanır. Günümüz dünyasına egemen olan Miladi takvimin öncülü olan Jülyen Takvimi,
Komünist Zemin Jül Sezar’ın emriyle Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes tarafından hazırlanmıştır; daha doğrusu Sosigenes’den alınmıştır, çünkü bu takvim zaten bin yıllardır Mısır’da kullanılmaktaydı. Ama Jül Sezar, eski Mısır Takvimi’ne kendi adını, yani Jülyen Takvimi adını vermiş ve M.Ö. 46 yılının 1 Ocak günü ilan etmiştir. Sezar bununla da yetinmemiş, aylardan birine kendi adı olan Julius’u (Julius, yani july, temmuz) vermiştir. Jül Sezar’ın hem servetinin hem de imparatorluğunun varisi olan Augustus da selefinin izini sürmüş ve o da bir aya kendi adını vermiştir. Ağustos, yani Latince haliyle Augustus’un isim babası da bir başka Roma İmparatoru’dur.
Sezar’ın hazırlattığı takvim, M.S. 16. yüzyıla kadar kullanılmış. 16. yüzyıla gelindiğinde, Jülyen Takvimi’nde bir takım hesap farklılıkları olduğu iddia edilerek onun yerine Gregoryen Takvimi kabul edilmiştir. 4 Ekim 1582'de Papa XIII. Gregory tarafından kabul edilmiş olan ve Papa’nın adını taşıyan Gregorien Takvimi, önce Avrupa’da yani Hıristiyan âleminde, daha sonra dünyanın geri kalanında kabul görmüştür. Örneğin Gregorien Takvimi Fransa'da 1582 yılında kabul görürken, İngiltere’de 1752 yılında kabul görmüştür. Gregorien, yani Miladi takvimin ilanı ve yaygın olarak kabul görmesiyle birlikte, o vakte kadar 25 Mart’ta kutlanan Yeni Yıl, artık 1 Ocak’ta kutlanmaya başlanmıştır. Gregorien Takvimi’nde yılbaşının 1 Ocak tarihi olarak kabul edilmesi 1752 yılında gerçekleşmiştir. O tarihe kadar 24 Aralık ile 1 Ocak’lı tarihlere “çift yıl” adı verilmekteydi. Peki, neden 1 Ocak?
Augustus, bu kadarıyla da yetinmemiş ve bakmış ki Jül Sezar’ın adını taşıyan Temmuz ayı 31 günden oluşuyor, bunun üzerine kendi adını taşıyan ay olan Ağustos’un da 31 güne çıkarılmasını emretmiş ve Şubat ayından bir gün alınarak Ağustos ayına eklenmiş ve 30 günden oluşan Ağustos ayı böylece 31 gün olarak kabul edilmiş. Jülyen Takvimi, M.Ö. 46 yılında 1 Ocak’ta ilan edilmiş ve bu takvim, batı dünyasında yaygın olarak kabul görmüştür.
Bu konuyla ilgili elde kesin veriler, en azından resmi açıklamalar olmadığından, ancak akıl yürütülerek bir takım varsayımlar ileri sürülebilir. Bizim kanaatimizce 1 Ocak tarihi ile İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen 25 Aralık tarihi arasında sıkı bir bağ mevcuttur. Eski Roma’da 24–25 Aralık tarihlerinin eski dini inanışla yakından ilişkisi vardır. Çünkü Hıristiyanlık öncesi Roma İmparatorluğu'nda 25 Aralık, güneş tanrısının doğum günü olarak kabul ediliyordu. Bunun da nedeni 25 Aralık’ta günlerin tekrar uzamaya başlamasıydı; bu, Romalılar için bir tür yeniden doğuşu ifade etmekteydi ve Eski Romalılar bu durumu bir hafta boyunca devam eden şenliklerle kutlarlardı. Ki, bu da Aralık ayının son günü ile Ocak ayının ilk gününe denk gelmektedir. Yani 1 Ocak tarihi her halükarda eski Roma için yeni bir başlangıcı ifade etmektedir. Zaten İsa’nın doğumunun bir “yeniden doğuş” olarak adlandırılmasının da bu tarihsel arka planla bir alakası vardır. Bazı Doğu Ortodoks Kiliseleri ise, halen daha Jülyen Takvimi’ni esas aldıklarından,
39
Komünist Zemin İsa’nın doğumunu 7 Ocak olarak kabul ediyorlar. Hıristiyan ruhani lideri Papa tarafından 1 Ocak tarihinin Yeni Yıl olarak ilan edilmiş olması, hem eski Roma geleneğiyle, hem de İsa’nın doğduğu gün olarak, Miladi Takvimi’ni kabul eden Hıristiyan âlemince 25 Aralık tarihinin, Jülyen Takvimi’ni kabul eden Hıristiyan âlemince ise 7 Ocak tarihinin kabul ediliyor olması ile alakalıdır. Varsayalım ki bütün bunlar birer spekülasyon, o halde olayı bir de şöyle tartışalım; neden Sezar’ın ya da Papa’nın takvimi? Sahi, neden Sezar ya da Papa Takvimi? Günümüzde Jülyen Takvimi ve Gregorien Takvimi olarak adlandırılan ve Batı’nın icadıymış gibi pazarlanan bu takvimlerin, aslında, tıpkı bugün Batının sahip olduğu zenginlik gibi çalıntı olduğunu hemen belirtmemiz gerekiyor; yani, öncelikli olarak Sezar’ın hakkı olmayanı Sezar’dan geri almak gerekiyor. Roma İmparatoru Jül Sezar tarafından Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes’e hazırlatıldığı iddia edilen ve Sezar’ın adını taşıyan takvim, Güneş Takvimi’dir ve binlerce yıldır zaten Mısırlılar tarafından kullanılmaktaydı. Güneş Takvimi yalnızca eski Mısır’da değil, Mayalar tarafından da kullanılmaktaydı.
40
Mayalar, daha o yıllarda Güneş yılını 365,2420 olarak belirlemişlerdi. Günümüzdeki modern astronomiye göreyse güneş yılı tam olarak 365,2422 gün olarak hesaplanmaktadır; dakika ve saniye gibi zaman ölçülerinden yoksun olduğu varsayılan Mayaların hesabı ile modern astronominin hesabı arasındaki yıllık fark yalnızca 17 saniyedir. Bu da demek oluyor ki, günümüzdeki Batı Uygarlığı’nın yalnızca maddi zenginliği değil, bilimi de çalıntıdır. Dolayısıyla da bugün kullanılmakta olan takvimlerin Miladi ya da Jülyen Takvimi olarak adlandırılması bu bilim hızsızlığının ört bas edilmesine ortak olmak demektir. Güneş Takvimi, bir zamanın ölçümü için, bugüne kadar kullanılan takvimler içerisinde en güveniliri olandır. Ama bu takvim, adının değiştirilmesine ve yaygın bilinenin aksine Batı Uygarlığı’na ait değildir. Peki, yıldönümü bir zaman birimi ya da doğa olayı olarak ne ifade etmektedir? Yıl, bir zaman birimidir, tıpkı saat, gün, hafta ve ay gibi. Eğer zamanın ölçümünde yıl değil de, ay ölçü olarak alınıyor olsaydı; o zaman yıldönümü yerine ay dönümüne bir değer atfedilecekti. Dolayısıyla da ne bir zaman birimi olarak ne de bir doğa olayı olarak yıldönümünün kutlanılacak bir yanı yoktur. Nasıl ki ayın dünyanın ekseninde turunu tamamlaması bir doğa olayı ise ve bunun kutlanılacak bir yanı yok ise, aynı şekilde dünyanın da güneşin etrafındaki turunu tamamlaması bir doğa ya da fizik olayıdır ve bunun da kutlanılacak bir yanı yoktur. Eski çağlardaki Yeni Yıl kutlamalarının hiçbirinin arka planında bu yoktur. Eski çağlardaki kutlamaların arka planını, genellikle insanın doğa ile olan ilişkisi oluşturmuştur. Eski çağlardaki kutlamalarda belirleyici olan ya baharın gelişiyle birlikte doğanın yeniden canlanışı ya da yetiştirilen ürünlerin toplaması, yani hasat zamanı olmuştur.
Komünist Zemin Az da olsa kimi toplumlarda ise kutlamaların arka planını, eski Roma’da olduğu gibi günlerin uzaması ya da Asyalı kimi toplumlarda olduğu gibi kışın bitimiyle birlikte kötü ruhların kovalanması gibi dini motifler oluşturmuştur. Ama bu söz konusu dini motifli kutlamalarda bile insanın doğa ile ilişkisine dayanan maddi bir köken söz konusudur. Zira bu kutlamalar, soğuk, korunaksız, uzun geceleri olan ve gıda temini bakımından kıt kış günlerinden çıkışı ve doğanın canlandığı, ısının arttığı, gecelerin kısalıp gündüzlerin uzadığı, korunaklı, güvenli ve bereketli yaz mevsiminin gelişini sembolize etmektedir. Bir an için dünyanın güneşin etrafındaki turunu önemli, kutlanmaya değer ve bu doğa olayını da bir yıldönümü olarak kabul edelim. Ve olayı bir de buradan tartışalım.
İsa’dan önce ya da İsa’dan sonra açıklanır olmuştur.
Peki, o halde neden 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece? Dünya güneşin etrafında dönmeye 31 Aralık’ta mı başladı ki, 31 Aralık tarihine gelindiğinde turunu tamamlamış olsun. Eğer esas olarak 31 Aralık tarihini değil de 21 Mart’ı alacak olursak, bu durumda 20 Mart’ı 21 Mart’a bağlayan geceyi yıldönümü olarak kutlamak gerekirdi. Ama olmaz. Neden? Çünkü Aralık ayından Ocak ayına geçişin Hıristiyan âlemi için tarihi önemi vardır ve bu tarih bir “yeniden doğuş”u ifade etmektedir. O halde bu doğa olayını da bu “yeniden doğuş” ile özdeş kılmak gerekiyordu. Öyle de oldu. Milat Meselesine İlişkin Birkaç Söz Milat, Batı Uygarlığı’nın zaman üzerindeki bir başka egemenliğidir. Batı Uygarlığı, nasıl ki her şeyi kendi varlığıyla açıklıyorsa, zamanı da kendi varlığıyla açıklamaktadır. Dolayısıyla da, Hıristiyanlık batının resmi dini olduktan sonra, Hıristiyanlığın kurucusu İsa’nın doğumu da, tarihin başlangıcı olarak kabul edilmiş ve artık bütün zamanlar
Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olan bugünkü Kapitalist Batı Uygarlığı, nasıl ki günümüze egemen olan Kapitalist Uygarlığı tarihin sonu ilan etmiş ise, Batı’nın resmi ve koloniyalist dini olan Hıristiyanlığı da bir tarihin başlangıcı olarak ilan etmiştir. Sanki İsa’dan önce bir zaman ve zaman birimi yoktur. Batı, dünyaya egemen oldukça, kendi miladını da bütün toplumlara kabul ettirmiştir. Günümüzde Yılbaşının Anlamı Üzerine Batı Uygarlığı, klasik koloniyalizm dönemindeki egemenliğini, tarım toplumlarından sanayi toplumlarına geçişte de sürdürdü ve bu yeni dönemde de egemen olan güç olmaya devam etti. Sanayi toplumuna geçişin en önemli özelliklerinden biri de, tüketim merkezli oluşuydu. Dolayısıyla da gerek Yılbaşı’nın, gerekse de çeşitli toplumlarca kutlanan her türlü bayram ya da özel günlerin de bu yeni dönemin tüketim kültürüne adapte edilmesi gerekiyordu.
41
Komünist Zemin Günümüzde öyle bir noktaya gelinmiştir ki, kutlamak için tüketim kültürünün yerini, tüketmek için kutlamak almıştır. Kısacası kapitalist uygarlığın amentüsü de budur; tüketmek, tüketmek için üreterek yeniden tüketmek ve tüketimi her yolla teşvik etmek. Kapitalist tüketim uygarlığı için her “özel gün” ya da bizzat kapitalist uygarlık tarafından ısmarlama olarak yaratılmış “özel günler” (sevgililer günü vb.), büyük vurgun günleridir ve bu günler, kapitalizm için hayati öneme sahiptir. Örneğin Hıristiyan âleminin en büyük bayramı olan Noel’i ele alalım; İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen bu gün, Batılılar için hiçbir şey ifade etmemekte, kiliseler hariç, bu kutlamalarda İsa’nın adı bile geçmemektedir. Ama Noel, yaklaşık olarak altı haftalık bir süreci kapsayan ciddi bir tüketim sürecidir, adeta bir sektördür. Yeni Yıl kutlamalarına gelince, neredeyse hiç kimse neyi, hangi maksatla kutladığını ne bilmektedir ne de bunu düşünmektedir. İnsanlar kitleler halinde bir yerlere doğru akın ediyorlar ve paketlenmiş programların bir parçası olarak hareket ediyorlar. Büyük metropollerin merkezlerine milyonlarca insan toplanıyor; koca kitleler olarak bir arada duruyorlar ama kimse kimseyle bir şey paylaşmıyor, ama yine de bir arada duruyorlar. Sahneden birisi düğmeye basıyor ve hep birlikte on, dokuz, sekiz diye geriye saymaya başlıyorlar ve sıfır anonsu yapıldığında hep bir ağızdan bağırarak ellerindeki “patlayıcı”ları ateşliyor ve hareketleniyorlar. “Ne oldu şimdi?” diye soracak olsanız, kimsenin verebilecek bir cevabı yoktur. Ya da yaygın cevap, “Yeni bir yıla girdik” olacaktır. Bu tür merkezlere toplanmayanlar ise daha küçük topluluklar olarak evlerde ya da çeşitli mekânlarda toplanarak yiyip içiyorlar ve saatler 24’ü gösterdiğinde birbirlerine sarılıp çığlık atıyorlar. “Neyi, neden kutluyorsunuz?” sorusunu bu tür topluluklara sorsanız, kimileri “maksat bir arada olmak”, kimi “maksat eğlenmek”, kimi de “maksat yeni yıla birlikte girmek” diye cevaplar bu soruyu. Ama hiç kimsenin, “neden?” sorusu üzerine düşünmediği ortadadır.
42
İnsanlar, paketlenmiş ve örgütlenmiş hayatların piyonlarından başka bir şey ifade etmemektirler. Öyle ki, neyin, ne zaman ve nasıl kutlanması gerektiği profesyonel toplum mühendislerince planlanıyor ve uygulamaya konuluyor; geniş insan toplulukları ise yalnızca birer araçtırlar. Kendisi bir tüketim uygarlığı olan kapitalist uygarlığın birer aracıdır geniş kitleler ve birer araç olarak işlevlerini yerine getirdikleri sürece kendilerini var ettiklerini ve var olduklarını hissederler.
Günümüz insanı, ancak tüketerek kendini var edebilen bir kültüre sahiptir, tükettikçe kendilerini daha mutlu hissetmektedir ve tüketimlerinin başka yaşamların açlığı, yoksulluğu ve yok oluşu anlamına geldiği üzerine hiç düşünmemekte/düşündürülmemekte, dahası, daha çok tüketmeye özenerek/özendirilerek umursamamaktadırlar bile. Peki, günümüz insanı edilgen ve bu sürecin yalnızca bir kurbanı mıdır? Kesinlikle hayır. Tüketebilme şansına sahip olmayanlar, istemeseler de bu sürecin kurbanı ve mağduru olmaya devam etmektedirler; ama farklı düşündükleri için değil, tüketebilme şansına/olanaklarına sahip olamadıkları için. Ama tüketebilme şansına/olanaklarına sahip olan topluluklar, hangi nedenlerden dolayı olursa olsun, fiilen bu tüketim uygarlığının suç ortağıdırlar.
Komünist Zemin Suç ortağıdırlar, çünkü yapılan tüketimin ne anlama geldiğini bilmeyen yoktur ama buna rağmen tüketimde bir sınır tanınmamaktadır. Öyle ki, sırf Noel ve Yılbaşı kutlamalarında, yani bir hafta on gün zarfında yapılan tüketim ya da israf öyle korkunç boyutlardadır ki, Vatikan’ın yaptığı açıklamaya göre, sırf İtalya’da 240 bin ton yiyecek çöpe gitmektedir. Yine Vatikan’ın yaptığı açıklamaya göre, İtalya'da kullanılmayarak israf edilen yiyeceklerle 600 bin insana günde üç öğün yemek verebilmek mümkündür. Eğer bir bütün olarak zengin Batılı ülkelerde yapılan harcamaları hesaplayacak olursak, ortaya korkunç rakamların çıkacağı muhakkaktır. Tabii bir de günümüz eğlence kültürünün olmazsa olamazı olarak kabul edilen patlayıcı madde olayı var. Bu, adeta bir sektör, minyatür bir savaş sanayi durumuna gelmiştir. Bütün bunları yan yana getirdiğimizde ortaya pekâlâ şöyle bir tablo çıkabilir: Mesela Batılılar, Noel ve Yılbaşı süresince yapmış oldukları harcamalardan vazgeçmiş olsalar, bu paralar ile açlıktan dolayı açlık sınırının altında yaşayan iki milyar insanın açlık sorununu çözmek mümkündür. Yine aynı şekilde, sırf aşılanamadıkları için ölen milyonlarca çocuk ölümden kurtulabilir. Temiz içme suyundan mahrum iki milyar insanın su sorunu çözülebilir. Ama biliyoruz ki kapitalizmde bu saydıklarımızın gerçekleşebilme ihtimali yoktur. Bu, katilden kurbanını kurtarmasını beklemek demektir. Dünyadaki toplam üretimin %80’ini tüketen Batılı zenginler tabii ki bu ölçüde tüketebilmelerinin önkoşulunun, milyarlarca insanın açlığa mahkûm edilmesi olduğunu bilirler ve bilerek bu suçu sürdürmeye devam ederler. Peki, Yeni Yıl adı altında organize edilen “eğlence kültürü”nü savunabilmek mümkün müdür? Bu soruya cevabımız, hiç kuşku yok ki “hayır” olacaktır. Çünkü günümüzde eğlence adı altında organize edilen faaliyetlerin ne-
redeyse tamamı tüketime ve tahribata yöneliktir ve eğlence bir amaç değil araç durumundadır. Bu, yalnızca tüketimi örgütleyenler açısından değil, eğlenmek maksadı güdenler için bile böyledir; en iyi durumda hedeflenen, zamanın tüketilmesidir. Yeni Yıl kutlaması adı altında örgütlenen faaliyetler ise en tahripkâr olanıdır. Öyle ki, neredeyse her yıl küçük çaplı bir savaş yaşanmaktadır.
Yeni Yıl kutlaması adı altında yapılan tüketim, üretilen çöp ve patlatılan havai fişekler ve envai çeşit patlayıcı, adeta bir tür “kıyamet” habercisi gibidir. Öyle sanıyoruz ki, bu tabloya bakarak, yeryüzünün bir gün nasıl yok olacağını tasavvur etmek pekâlâ mümkündür. Bir saat gibi kısa bir zaman zarfında her yer adeta savaş alanına dönüşmekte, bütün gökyüzünü barut dumanı ve kokusu kaplamaktadır. Asıl ürkütücü olan ise bir saatin sonunda, insanların yol açtıkları bu küçük çaplı yıkımdan büyük bir haz almış, huşu içinde evlerine ya da eğlence mekânlarına geri dönmeleridir. Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de ölümü hatırlatan bomba seslerinin ve barut kokusunun, dünyanın bir başka coğrafyasında, hat-
43
Komünist Zemin ta ve hatta birçok coğrafyasında haz alınan bir eğlence aracı olabilmesi ürkütücüdür. 1991 yılında Irak’ı bombalayan uçaklardan birinde pilot olarak görev yapan ABD’li askere, “Irak’ı bombalarken ne hissetiniz?” sorusuna ABD’li pilotunun cevabı, “Irak ışıl ışıldı” biçiminde olmuştu. İşte, ABD’li pilotun cevabı ne kadar ürkütücüyse, dünyanın yoksul coğrafyalarında ölümü hatırlatan seslerin ve kokuların eşliğinde yaşanan ve aynı zamanda küçük çaplı bir doğa tahribatı anlamına da gelen ve her yıl tekrarlanan Yılbaşı eğlenceleri de o kadar ürkütücüdür. Ama kesin olan bir şey vardır ki, kapitalizmin kendisi zaten bir savaş uygarlığıdır; dolayısıyla da yarattığı eğlence kültürü ve insan, bu uygarlığın özüne uygundur. Daha dün Irak ve Afganistan’ın üzerine tonlarca bomba yağarken, bu görüntüleri adeta bir şölenmiş gibi televizyon kanallarından naklen yayınlayan bir uygarlığın bir başka eğlence kültürü yaratabilme ihtimali olmadığı gibi, bu görüntüleri bir bilgisayar oyunuymuş gibi algılayan kitlelerin de başka bir eğlence kültürüne sahip olabilme ihtimali yoktur. Aksi halde, Afganistan’ın işgalinden sonra piyasaya sürülen ve Afganistan’da “mücahit avı”na çıkmış batılı askerlerin kahramanlıklarını konu edinen bilgisayar oyunlarının, yani zenginlerin dünyası dışında kalan yoksul dünyanın insanlarının öldürülmelerini normalmiş gibi kanıksatan oyunların kapış kapış satılması ve sarıklı-sakallı doğulu ve ortadoğulu terörist tiplerin öldürülmesini konu alan Hollywood yapımı Amerikan Gücü: Dünya Polisi adlı kukla filminin ve benzerlerinin Batılı ebeveynlerce çocuklarına izlettirilmesi nasıl mümkün olabilirdi ki? Sosyalistler ve Yılbaşı Sosyalizm, bir başka uygarlık, bir başka kültür demektir. Sosyalist olmak ise bir başka
44
uygarlık için savaşmaktır. Bu ise, mevcut uygarlığın değerlerini reddetmeyi gerektirir. Ne tek başına devlet düşmanlığı, ne de sermaye düşmanlığı, sosyalist olmak için yeterli değildir. Sosyalist olabilmenin önkoşulu, mevcut kapitalist uygarlıkla ve onun temsil ettiği değerlerle, zorunluluklar dışında (yaşayabilmek için çalışmak, hayatta kalmak için tüketmek vb.) hiçbir ortaklığa girmemektir. Peki, sosyalistler meseleyi böyle mi kavramaktadırlar? Hayır, maalesef hayır! Sosyalistler, tarihleri boyunca savundukları uygarlığın değerlerine göre yaşamaya çalışmak, bu değerleri bugünden başlayarak günlük yaşamlarında hayata geçirmek yerine, karşı çıktıkları uygarlığın yüzünü giyinmeyi yeğlemişlerdir. Aile kurmuşlar, işveren olmuşlar, miras hakkını savunmuşlar ve eğlenirken de herkes gibi eğlenmişlerdir. Bu da yetmemiş, Noel ve Kurban Bayramı gibi dini bayramları bile kutlamışlar, en azından kutlamaların bir parçası olmayı reddetmemişlerdir. Söz konusu Yılbaşı olduğunda ise, sosyalistler hiçbir tereddüt göstermeden bu kültürün bir parçası olmanın da ötesine geçerek, bu kültürün örgütleyicisi bile olabilmişlerdir. Parti ve dernek binalarında özel yılbaşı eğlenceleri düzenlemiş, sokaklarda maytap patlatmış, dünyanın dört bir yanına kutlama mesajları göndermişlerdir. Sosyalist solun, sosyalist olmaktan, mevcut egemen kültürün reddini değil, sermayenin egemenliğe karşı olmayı anladığını ve bunun tek başına çok bir şey ifade etmediğini birçok metinde dile getirmiştik; onun için bu meseleye burada yeniden girmeyeceğiz. Dolayısıyla da burada şu kadarını ifade etmekle yeniceğiz: Sosyalist solun, artık düşmanının yüzünü soyunup, kendi yüzünü giyineceği zaman gelmiştir ve bu zaman geçirilmemelidir.