Komünist BU SAYIDAKİLER:
Zemin Üç Aylık Politik Dergi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Zafer Dize Adres: Zemin Yayıncılık Çamlık Mah. Şahibbey Cad. Çiçek Pasajı Kat: 1 No: 19/7 Çekmeköy/Ümraniye İstanbul Hesap No: 1041 746848 T. İş Bankası Web: www.komunistzemin.org e-mail: komunistzemin@yahoo.com e- mail: komunistzemin@gmx.net Baskı: Can Ofse Davutpaşa Cad. İpek İş Hanı No: 4/7 Bayrampaşa / İstanbul Tel: 0212/6131077l
World Trade Center Vukuatı Üzerine
3
“Ulusaların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” Anlayışı ve Kavramı Üzerine
7
12 Eylül Askeri Darbesi Üzerine Bir Değerlendirme
13
Dünya Kupası Üzerine
17
Dünya Sosyal Forumu Üzerine
21
Yılmaz ErdoğanTarafından 24 Temmuz 2006 Tarihinde Kaleme Alınan ve Hürriyet Gazetesi Aracılığıyla Duyurulan Mektuba Cevaben
26
Devrimci Güçler ve Anti-Faşist Mücadele
29
“Ezilenlerin İdeolojisi” Söylencesine Dair
33
Ermeni Soykırımı, Orhan Pamuk ve Nobel Ödülü Üzerine
37
Mutlak Özgürlük İçin Kahrolsun İş
42
L. Troçki: Lenin ve Emperyalist Savaş
46
Dersim İsyanı’nın Önderlerinden Seyyid Rıza, 18 Kasım 1937’de Türk Devleti Tarafından İdam Edildi! Seyyid Rıza,Türk Devleti tarafından 1937 yılı Eylül ayında tutuklandı. İzzet Paşa kendisine Seyyid Rıza olup olmadığını sorduğunda, “Ben Dersimli Rızo’yum” diye cavap verir ve konuşmasını şu şekilde sürdürür; “Dersim’de her meşe altında ve her dağ başında binlerce Rızovardır.Şuhaldesiz hangiSeyyid Rıza’yısoruyorsunuz?” Seyyid Rıza, 14 gün süren mahkeme sonunda idama mahkum edildi ve 18 Kasım 1937’de, 11 yoldaşı ile birlikte Elazığ’ın Buğday meydanında idam edildi. İdama giderken celladı reddetti, ipi boynuna kendi geçirdi ve sehpaya tekmeyi vurup devirdi. İdamdan sonra Seyyid Rızaveyoldaşlarının ölü bedenleriElazığ sokaklarında teşhir edildiktensonrayakıldı.
Seyyid Rıza, Türk Devleti tarafından 69 sene evvel katledildi. Ama yüreğinde taşıdığı ateş, zulmün kalelerini yıkmak için savaşanları ısıtmaya devam ediyor.
Komünist Zemin
World Trade Center’ın Yıkılmasıyla Birlikte Sefere Çıkan Batılı Emperyalist Güçlere ve “Masum” Batılılara Cevaben Önce World Trade Center ardından Madrid ardından da Londra’da patlamalar oldu ve Uygar Batılılar ayağa kalktı.
Batı’nın merkezlerinden, emperyalizmin sözcüleri ajanslar aracılığıyla: “Bu Bir Savaş İlanıdır! Bu Uygarlıklar arası Bir Savaştır!” diye seslendiler. Ve Batılılar yasa boğuldu. Batı’nın merkezlerindeki bu patlamalarla bir kez daha görülmüştür ki, Batı’nın olanları değerlendirişi de, adlandırması da, yası da; kendi yüzüne benzemektedir. Dünyanın Efendisi Olan Emperyal Güçlere Cevaben
Batılı
Ey özü, sözü, yüzü aynı olanlar! Siz hangi savaş ilanından bahsediyorsunuz? Amerika Kıtası’nı, Afrika’yı, Asya’yı işgal eden, bu coğrafyaların zenginliklerini gasp eden, insanlarını köleleştiren ve bütün bunlardan kendine bir dünya yaratan siz değil misiniz? Yol açmış olduğunuz iki emperyalist savaşta yaklaşık yüz milyon insanın ölümüne sebep olan siz değil miydiniz? Yine aynı şekilde, 1945 yılının Ağustos ayında, hem
de “savaşın bittiğini” ilan ettiğiniz bir tarihte; sırf elinizdeki atom bombasını denemek maksadıyla Hiroşima ve Nagasaki kentlerini bombalayarak iki yüz bin insanı katleden, on binlercesini sakat bırakan, yine on binlerce insanın çeşitli hastalıklara yakalanmasına yol açan ve binlerce çocuğun engelli doğmasına sebep olan siz değil miydiniz? Bu yaptıklarınız geçmişte mi kaldı? Öylemi düşünüyorsunuz? Peki ya Afganistan, Irak, Sırbistan, Sudan... Sahi, sizin ne işiniz olabilir ki oralarda? İran’a karşı başlatmış olduğunuz savaşta Saddam sizin en has adamınız değil miydi? Ne değişti de Saddam bir anda kötü oldu? Petrolümü paylaşamadınız? Peki ya Irak’a karşı başlatmış olduğunuz ve halen devam etmekte olan haçlı seferi sonucu ölen milyonlarca insanla paylaşamadığınız neydi, nedir? Keza, Sırbistan’ı bombaladınız, yerle bir ettiniz. Sonrada yakıp yıktığınız ülkenin inşası için, Milosoviç’in size teslim edilmesi karşılığında borç para teklif ettiniz. Meseleniz gerçekten Kosovalı Arnavutları kurtarmak mıydı? Yoksa meseleniz, sizin düzeniz ile uzlaşmayanları, ya da çıkarları sizinle aynı olmayanları teslim almak mı dır meseleniz? Madem ezilen milletlerin kurtarıcısı misyonunu üstlendiniz, Çeçenleri ezen Rusya’yı da bombalasanıza! Peki ya Bin Laden, önceki yıllarda sizin özgürlük kahramanınız değil miydi? Ne oldu da dün özgürlük kahramanı ilan ettiğiniz Bin Laden, bugün aniden özgürlük düşmanı oluverdi? Bin Laden dün ne için savaşıyorsa bugün de aynı şey için savaşıyor, değişen bir şey yoktur. Değişen tek şey sizin çıkarlarınızdır. Çıkarlarınız değiştiği ya da çatıştığı içindir ki, düne kadar Rusya’ya karşı omuz omuza savaştığınız ve “özgürlük savaşçısı” olarak ilan ettiğiniz Taliban ve El Kaide güçlerini, bugün aniden “özgür dünyanın düşmanları” ilan ediverdiniz. 1980’li yıllara damgasını vuran Hollywood Yapımı ve ABD stratejisinin en parlak örnekleri olan Rambo serilerinde Rambo ile birlikte “özgür dünyanın” o tarihlerdeki düşmanı
3
Komünist Zemin olarak ilan ettiğiniz Rus güçlerine karşı savaşırken hep Talibanlar vardı. Bir kuşak bu görüntülerle büyüdü. Şimdi kalkmış, dün “özgür dünyanın” savaşçıları olarak ilan ettiğiniz Taliban güçlerinden Afganistan’ı özgürleştirmek için Afganistan’a sefere gittiğinizi söylüyorsunuz. Afgan kadınlarını ve Afganistan’ı kurtarmak için oraya gittiğinizi söylüyorsunuz. Sizin, Amerika’nın yerlilerini, Afrika’nın, Asya’nın insanlarını nasıl kurtardığınızı biliyoruz. Onların kanları, emekleri ve zenginlikleri üzerine kurmuş olduğunuz, yüzünüze benzeyen “uygarlığınızı” da. Sizin uygarlığınız sayesindedir ki, bugün her yıl on beş milyon çocuk açlık ve açlığın yol açtığı hastalıklardan dolayı ölüyor. Sizin uygarlığınız sayesindedir ki, bugün bir buçuk milyar insan açlıktan dolayı ölümle pençeleşiyor. Sizin uygarlığınız sayesindedir ki, bugün iki buçuk milyar insan temiz içme suyundan yoksundur. Sizin uygarlığınız sayesindedir ki, bugün üretilen değerlerin %80 ’ini dünya nüfusunun yalnızca %20’si tüketmektedir. Sizin uygarlığınız sayesindedir ki, bugün silahlanma için dakikada yaklaşık olarak 1,7 milyon dolar harcanmaktadır. Ve Sizin uygarlığınız sayesindedir ki, elinizdeki silahlarla yerküre onlarca defa yok edilebilir. Bütün bunlar ortada dururken, bir de kalkmış savaş ilanından bahsediyorsunuz. Yoksul ve ezilen insanlığa karşı sürdürmüş olduğunuz ilan edilmemiş savaşın yok eden ateşi sizin saraylarınızı tutuşturunca mı, savaş ilan edilmiş oluyor? “ O zaman mı, “Barış” tehdit ediliyor? Geçin bunları, geçin. Savaş hep vardı. Sizin uygarlığınızın varlığı başlı başına bir savaş nedenidir. Ve bu uygarlık devrimci bir savaşla yıkılmadıkça savaş hep var olacaktır. Sizin ihtiyacınız olan açık savaş yürütebilmeniz için bir takım bahanelerdir. Ve her seferinde ihtiyacınız olan bahaneyi yaratıyorsunuz. Geçmişte Afrika’yı, Asya’yı ve Kızılderililerin yurdu olan ama sonradan sizin işgal edip “Amerika” dediğiniz kıtayı; “Uygarlaştırıyoruz” diye sefere çıkıyordunuz; coğrafyaları işgal edip, insanlarını köleleştiriyordunuz. Şimdilerde ise “Özgür olma-
4
yanları özgürleştirmek ve özgür dünyayı tehdit eden terörü yok etmek” gerekçesi ile sefere çıkıp, başkalarının topraklarını ve yaşamlarını işgal ediyorsunuz. Bu kez de sefere çıkabilmek için bir gerekçeye ihtiyacınız vardı ve Worl Trade Center’in vurulması sizin açınızdan iyi bir fırsat olacaktı. Emperyalist saldırı planlarınıza zemin hazırlayabilmek için, vurulacağınızı bile bile, sizi vuracakların işini kolaylaştırmak için yapılabilecek her şeyi yaptınız. Yani kendi ellerinizle bu yüzyılın Reichtag yangınını örgütleyip, sonrada El Kaide’yi sorumlu tutup, Afganistan’a saldırdınız. Daha doğrusu Afganistan ile başlayan ve dünya imparatorluğu ile sonlandırmak istediğiniz seferinizi başlattınız. Hitler de, “Tek Halk, Tek İmparatorluk, Tek Şef” sloganları ile mutlak hâkimiyetini kurmaya giriştiğinde ilk iş olarak akli dengesi yerinde olmayan bir Alman gencine Weimar Cumhuriyeti’nin parlamentosunu (Reichstag) kundaklatıp; ardından da kundaklamadan komünistleri sorumlu tutarak Topyekün bir saldırı başlatmıştı. Bu saldırı, Hitler’in temsil ettiği güçlerin dünya imparatorluğu için başlattıkları seferin ilk adımıydı. Senaryo hep bildik senaryo, tek değişen esas oğlan. Hitler’in yerine Bush.
Komünist Zemin Gerçi siz şimdi bu tür iddiaları “komplo teorileri” olarak mütalaa edersiniz, ama olsun; yine de biz, sizin 11 Eylül vakasıyla alakanızı elle tutulur hale getirebilecek birkaç not aktaralım. Not bir: 3 Haziran 2002’de haftalık Newsweek dergisinde yer alan habere göre, 11 Eylül vakasından 20 ay önce CIA World Trade Center olayını gerçekleitiren El Kaide savaşçılarından iksinin, Novak ElHamzi ile Halid El-Midhar’ın kimliklerini tespit etmişti ve bu şahıslar Los Angeles’de bulunan bir uçak eğitim okulunda pilotaj eğitimi alıyorlardı. Novak El Hamzi’nin 2000 yılnda Kuala Lumpur’daki El Kaide toplantısına katıldığı ve yine aynı şekilde Halid El Midhar’ın 2000 yılnda Yemen’de ABD gemisine düzenlenen saldırının örgütleyicisi olduğu ABD tarafından biliniyordu. Ama buna rağmen bu iki insan ellerini kollarını sallayarak ABD’ye kendi pasaportlarıyla vizeli giriş yaptılar. Bununla da kalmayıp, aylarca pilotaj eğitimi gördüler. Kaldı ki bu iki El Kaide savaşçısı ile ilgili Fransız, Alman, Fas, Mısır ve daha başka ülkelerin gizli servislerinin CIA’ye sundukları dosyalar da vardı. Ve bu ülkeler ısrarla ABD’yi uyarmışlardı. Not iki: El Kaide militanı Zakariya Musavi’nin bir grup arkadaşı ile birlikte ABD’ye geldikleri ve burada bir takım hedeflere saldırı düzenleyecekleri Fransız gizli servisi tarafından CIA’ye bidirilmişti. Musevi CIA tarafından zaten bilinen bir El Kaide kadrosuydu ve CIA onun hakkında zaten yeterince bilgiye sahipti. Ama buna rağmen onun ABD’ye girişine ve ABD’de elini kolunu sallayarak hareket edip, yapılacak eylemi organize etmesine göz yumuldu. Not üç: 2001 Eylül başında, yani World Trade Center vurulmadan birkaç gün önce ABD yönetimi Fransa, Mısır ve Almanya tarafından yeniden uyarıldı Not dört: FBI, World Trade Center’e uçak düşürme hazırlığı içinde olunduğunu üst makamlara iletmiş ve soruşturmanın genişletilmesi talebinde bulunmuştu. Ama Beyaz Saray bu talebi reddetmiş ve raporu hasıraltı etmeyi tercih etti.
Bu notları uzatmak mümkün ama gerek yok. Aslında herkes bilir ki, ABD’ye vize alıp gitmek çoğunluk açısından Kaf Dağı’nın ardına gitmekten daha zordur. Buna rağmen, ABD tarafından El Kaide savaşçısı olduğu ve çeşitli ülkelerde ABD hedeflerine yönelik saldırılarda yer almış bu insanların ABD’ye kendi kimlikleriyle rahatça giriş yapmaları olacak şey değil. Hele birde buna bu insanların ABD’de uçuş eğitimi aldıklarını ekleyecek olursak, bu sürecin başından sonuna kadar Beyaz Saray’ın kontrolünde geliştiği sonucuna varmak hiçte zor olmaz. Eğer bütün bunlara rağmen siz “bu iddialar birer komplo teorisidir, vurulacağımızdan habersizdik” diyorsanız; bu durumda söyleyeceğimiz şudur: Savaş bu sefer de sizi vurdu, hepsi bu kadar. Yani, savaş bu sefer sahibini vurdu! “Masum” Batılıların Endişesine, Korkusuna ve Yasına Dair “Masum” ya da “Sivil Halk” olarak tanımlanan Batılı bu topluluk, birçok hususta olduğu gibi Batı’nın metropollerinde meydana gelen patlamalar karşısında da kendi efendileri ile maddi ve manevi birlik içerisindedir. Bu “masum” topluluk ta, tıpkı efendilerinin özünü, sözünü ve yüzünü giyinmiştir. Tıpkı efendileri gibi bu “masum” topluluk ta, yaşama hakkını yalnızca Batılılara layık görmektedir.
5
Komünist Zemin Öyle ki, bu “Masum Topluluk”, yerkürenin büyük bir bölümünde ilan edilmemiş savaşların olduğunu ve bu savaşlarda her gün binlerce insanın öldüğünü bile bile, dünyada “barış” olduğunu söyleyebilmektedir. Bununla da kalmayıp, Batı’nın sebep olduğu ve bizzat Batı’nın ürettiği silahlarların kullanıldığı savaş bölgelerine tatil için gidebilmektedir. Hem de bu savaşlardan ve bu savaşlarda kullanılan silahlardan payına düşen parayla. Hem de hiç bir rahatsızlık ve utanç duymadan. Ve bu “Masum Topluluk”, savaş, kendi kapılarını çalınca, savaş ilanından bahsetmekte ve ölen bu kez Batılılar olunca, yas tutmaktadır. Bu “Masum” topluluk, yıllar sonra ilk kez, magazin ve spor haberlerinden önce siyasete ilişkin haberlerle ilgilenmektedir. Ve geleceğinden ciddi bir endişe duymaktadır. Bütün bunlar bir kez daha göstermiştir ki, bu “Masum” topluluğun acısı da, korkusu da, endişesi de ırkçı.
Siz hiç, milyarlarca insanın uzun yıllardan beri korkusuz bir gün yaşamamış olduğunu aklınıza getirdiniz mi? Şimdi de kalkmış savaş tehlikesinden söz ediyor, korkuyorsunuz. Sizin tehlike dediğiniz ve korktuğunuz savaş, ezilenlerin günlük yaşamlarında hiç eksik olmadı ki, söz konusu olan bir tehlike olsun. Söz konusu olan bir tehlike değil, realitedir. Tabii ki siz Batılılar, realiteyi de kendinize göre var ya da yok saydığınızdan, herkes için var olanı değil, kendiniz için var olanı realite olarak mütalaa ediyorsunuz. Bu, dün de böyleydi, bugün de böyle; çünkü sizin realiteniz de ırkçı. Uygarlıklar Savaşı Söylencesine Dair Bu da doğru değil, çünkü bugün yeryüzünde yok etmediğiniz tek bir uygarlık kalmamıştır. Gerçek olan şudur ki, siz, yüzünüze benzeyen bugünkü uygarlığınızı, başka uygarlıkları yok ederek kurdunuz ve sizin uygarlığınızın ezilenlerin günlük yaşamlarına tercümesi: sürekli savaştır, açlıktır, zulümdür, göçtür, katledilmektir ve yok olmakla yüz yüze getirilmiş bir yerküre yaşamıdır. Dolayısıyla da bu savaş uygarlıklar savaşı değil, sizin uygarlığınızla çatışanlarla sizin aranızda ki bir savaştır. İlk Söz ya da Son Söz Yerine
Ey “masum” topluluk! Sahi, siz hiç Batılı olmayanlar için yas tuttunuz mu? Siz hiç, gelecekleri sizin de suç ortağı olduğunuz efendileriniz tarafından yok edilen milyarlarca insan için endişe duydunuz mu?
6
Amerika’da yıkılan Gökdelenlerle birlikte bir şey daha yıkılmıştır. Gökdelenlerle birlikte yıkılan, egemenlerin Globalizm adı altında yutturmaya çalıştıkları ve epeyce de taraftar topladıkları, “tek insanlık, tek dünya” efsanesidir. Kuleler yıkılmış ve egemenlerin kulelerin ardına sakladıkları gerçek, yıkılan kulelerin ardından bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Artık bütün çıplaklığıyla ortalıkta şu gerçek dolaşmaktadır: aynı yerkürede varlıkları birbirine karşı iki ayrı dünya söz konusudur: Beyazların Dünyası ve Siyahların Dünyası. Ve bu iki dünyanın insanlarının ortak çıkarları olmadığı gibi, ne ortak sevinçleri vardır, ne ortak acıları, ne de ortak yasları.
Komünist Zemin
“Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” Anlayışı ve Kavramı Üzerine Programımızın (ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerine ilişkin) maddesi, siyasal kaderi tayinden, yani ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkından başka anlama gelecek biçimde yorumlanamaz. (Lenin: Ulusal Sorun Üzerine Tezler)
Dipnot Yerine: Marks’tan günümüze kadar her kuşaktan devrimciler, kimi gelgitlere, tutarsızlıklara, çifte standarda rağmen “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” fikrini savunmuşlardır. Örneğin Marks’ın, ulusal sorun meselesinde sistemli bir teorisi ve programı olmadığı gibi, bu alana ilişkin bir ilkesi de olmamıştır. Kimi zaman bir “ulus”un bağımsızlığına karşı çıkarken(Hindistan), kimi zaman, İrlanda meselesinde olduğu gibi ezilen “ulus”un ezen “ulus”un boyunduruğundan kurtulmasını, egemen “ulus” işçilerinin özgürleşebilmelerinin önkoşulu olarak şart koşmuştur. Marks’ın “ulusal” meseleye ilişkin AvrupaMerkezci yaklaşımını bir yana bırakacak olursak, bağımsız olmaya “layık” gördüğü örnekler karşısında savunduğu “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” fikri olmuştur Keza Engels, Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırplar, Romenler, Slovenler, Dalmaçyalılar, Moravyalılar, Ruthenyalılar v.b. “ulus”ları “ulus olmaya layık” görmediği için bu toplulukların bağımsızlık mücadeleleri karşısında “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” fikrini savunmamış ama İrlanda ve Polonya meselesinde “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” fikrini savunmuştur. Yine aynı şekilde, özellikle 1914 yılına kadar Rosa Lüksemburg ve Troçki, benzeri, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” fikrine, birbirlerinden farklı gerekçelerle de olsa karşı çıkmışlardır. Ama geçte olsa, bu devrimciler de “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” fikrini savunmuşlardır. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” fikrini başından beri, hem de bir ilke olarak savunan Lenin olmuştur. Lenin’in başından beri savunduğu bu ilke, sonraki yıllarda Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde şekillenmiş olan komünist programının ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Bizim burada tartışmak istediğimiz; ne Marks ve Engels’in “Ulusal Mesele”ye evrimci, stratejik, ekonomist ve Avrupa-Merkezci yaklaşımlarıdır, ne Rosa Lüksemburg ve Troçki’nin, (1917’den önce) bu meseleyi yanlış kavrayışlarıdır. Bizim burada tartışmak istediğimiz bunlar olmadığı gibi, Komünist Enternasyonal’in ulusal meseleye ilişkin doğru kavrayışı ve bu doğru kavrayışa rağmen, İngilizlerle arayı bozmamak için İran Kürtlerinin mücadelesine yüz çevirerek ve katledilmiş 1,5 milyon Ermeni’nin kanları ve yok sayılan Kürtlerin acıları üzerine inşa edilen Kemalist Türk Devleti ile dostane ilişkiler kurarak kendi doğrusuna nasıl ihanet ettiği de değildir.
Bizim burada tartışmak istediğimiz; baskı altındaki bir “ulusal” topluluğun, egemen olan
7
Komünist Zemin güce karşı mücadelesini “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” olarak adlandırıp adlandırılamayacağı ve bir “ulus”un ortak kaderinin olup olamayacağıdır. Ama bu tartışmaya geçmeden önce, öncelikle Ulus denilen olguyu izah etmek gerekiyor. Ki, “ulusal” bir ortak kader mümkün müdür, mümkün değil midir; yine aynı şekilde, baskı altındaki “ulusal” bir topluluğun bağımsızlık mücadelesini “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” olarak tanımlamak doğru mudur, doğru değil midir soruları doğru yanıtlanabilsin. Ulus Nedir? Ulus, Stalin’in izah ettiği gibi, "tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği" değildir. (Stalin: Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s: 15)
Ulus, kapitalizm ile birlikte ortaya çıkmış, daha doğrusu burjuvazi tarafından icat edilmiş toplumsal-tarihsel örgütlenmedir. “Bir topluluğun ulus olup olamayacağını belirleyecek güç, görüşlerini elindeki ‘nesnel ölçütler’ listesiyle savunan bir öğreti ‘uzmanı’ değil (Stalin gibi), topluluğun kendisidir.” (Lenin) Birçok örnek üzerinden de görüleceği gibi, ulus olabilmek için “kültür ortaklığı, ortak ruhsal biçimleniş, dil” gerekmiyor. Örneğin İsviçreliler kendilerini bir ulus olarak tanımlıyorlar. Bilindiği gibi İsviçre, takriben 700 sene evvel bu bölgeye göç eden Alman, Fransız, İtalyan ve Roman topluluklar tarafından kurulmuştur. Bu toplulukların bugün kendilerini bir “ulus” olarak tanımlamalarının nedeni, ne dil ve kültür ortaklığı ne de ortak ruhsal biçimleniştir. Bu topluluğun tek ortaklığı; ortak çıkarlarıdır. Bir başka örnek ise ABD’de yaşayan topluluklardır. Yine bilindiği gibi bugünkü ABD’nin kurulu olduğu topraklar daha 500 sene öncesine kadar Kızılderili toplulukların toprağıydı. Önce Avrupalı Beyazlar bu topraklara işgalci güçler olarak gittiler; ardından ise Afrikalı siyahları bu topraklara köle olarak getirdiler.
8
Bugün baktığımızda, bu topraklara işgalci güç olarak gitmiş Beyazlar ile Beyazlar tarafından köle olarak götürülmüş Afrikalı Siyahlar kendilerini bir “ulus” olarak yani “Amerikan Ulusu” olarak tanımlıyorlar. Neden? Ortak tarih, ortak ruhsal şekillenme vb. vb. özelliklere sahip oldukları için mi? Kesinlikle hayır. Ortak çıkarları itibari ile ortak bir “kimlik” üzerinden kendilerini tanımlıyorlar. Sonuç olarak ulus, burjuvazinin sınıf egemenliğini kurmasının şafağında kendisine “ulusal” bir pazar yaratmak ve kendi sınıf egemenliğini gizleyebilmek maksadıyla uydurduğu bir şeydir. Peki, Ulus Homojen Bir Olgu mudur? Tabi ki hayır. Ulus olarak örgütlenen topluluk, homojen olmadığı gibi, birbirleriyle uzlaşmaz çelişkileri olan sosyal topluluklardan oluşturulmuştur. Mesela; işçiler ve patronlar aynı ulusu oluşturan ama aynı zamanda birbirleriyle uzlaşmaz çelişkileri olan iki düşman sınıftır. O halde, demek ki ulus hem zor yolu ile yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş, hem de içinde birbirleriyle antagonist anlamda çelişkileri olan topluluklardan oluşmaktadır. “Ulusların Ortak Kaderi” Olamaz, Dolayısıyla da Ezilen “Ulus”un Ezen “Ulus”un Egemenliğine Karşı Mücadelesini “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” Olarak Mütalaa Etmek Yanlış ve Sakıncalıdır “Ulus”, uydurma ve suni olarak örgütlenmiş bir olgudur. Bunun da ötesinde, birbirleriye uzlaşmaz çelişkileri olan toplulukları içinde barındırmaktadır.
Komünist Zemin Dolayısıyla da birbiriyle uzlaşmaz çelişkileri olan topluluğun, ortak kaderleri olamayacağı gibi, ortak kurtuluşları da mümkün değildir. Bir başka nokta ise, devlet sınıfsal bir olgudur, daha doğrusu bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki egemenlik ve baskı aracıdır. Marksizm’in devlet anlayışı budur. Lenin, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”ından söz ederken, hiçbir yoruma yer vermeyecek bir biçimde kendisinin ve partisinin anlayışını şu şekilde ifade etmekteydi: “Programımızın (ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerine ilişkin) maddesi, siyasal kaderi tayinden, yani ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkından başka anlama gelecek biçimde yorumlanamaz.” (Lenin: Ulusal Sorun Üzerine
Tezler)
Lenin, bu anlayışa ölünceye dek bağlı kaldı ama şu var ki, ezilen ulustan yana uzlaşmaz tavrıyla ne kadar doğru bir yerde dursa da, bu onun, Marksist devlet anlayışı ile çelişkiye düşmesini engellemeye yetmemiştir.
menliğini maskelemek için uydurduğu bir kavramdır. Bu noktada bir başka sakınca ise; ezilen “ulus”un, egemen olan güce karşı vermiş olduğu “bağımsızlık” mücadelesini, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” olarak mütalaa etmektir. Tarihsel ve toplumsal olguları “uluslar savaşı” olarak mütalaa etmek, burjuvazinin tarih anlayışıdır. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ve “Ulusların kendi Devletlerini Kurma Hakkı” türünden anlayışlar, istenmese de tarihin ve toplumsal olayların “uluslar savaşı” üzerinden açıklanması anlamına da gelebilir. Nitekim Mao’nun “üç dünya teorisi” tamda bu tür bir kavrayışın sonucu olarak vuku bulmuştur. Marksist teori, toplumları ve toplumsal olayları sınıf savaşı” anlayışı temelinde açıklar. Bundan dolayıdır ki, Marksist tarih anlayışına bağlı olanların, toplumsal olayları, olguları ve toplumları “ulus” olgusu üzerinden açıklamaları doğru değildir. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” Kavramsal Olarak da Yanlış ve Sakıncalıdır.
“Ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkı” diye bir şey söz konusu olamaz; daha doğrusu mümkün değildir. Devlet ya burjuva ya da proleter karaktere sahiptir. Yani, sınıfsal bir karakter taşımak zorundadır. “Ulus Devlet”ten Marksizm’e sıkı sıkıya bağlı Lenin’in bahsetmiş olması ciddi bir paradokstur. “Ulusal Devlet”, burjuvazinin kendi sınıf ege-
Ulusların ortak kaderi, ortak kurtuluşu, ortak çıkarı ve ulusların uluslarla savaşı vb. kavramlar, burjuvazinin icat ettiği kavramlardır. Olayları ve olguları bu şekilde açıklamak, kendi sınıf egemenliğini saklayabilmesi ve kendi suçlarına bütün bir toplumu ortak edebilmesi bakımından burjuvazinin işine gelir. Bundan dolayıdır ki, burjuvazi bütün paradigmaları bu kavramlar üzerinden kurar. Tarihi, tarihsel ve sosyal olayları Marksist tarih anlayışına bağlı olarak izah edenlerin, toplumsal olayları burjuvazinin ezilenlere empoze ettiği tarzda açıklıyor olmaları oldukça tehlikelidir ve istenmese de burjuvaziye hizmet eder. Ortak kader kavramı, ancak ve ancak çıkarları aynı olan ve ortak bir gelecek tasavvur edenler açısından mümkündür ve ancak bu tür topluluklar için kullanılabilir. O halde? Hemen belirtmeliyiz ki, her topluluk kendisine dayatılan ilişki biçimini reddetme ve ona karşı direnme hakkına sahiptir. Diğer baskı
9
Komünist Zemin altında tutulan topluluklarda olduğu gibi, baskı altında tutulan ezilen “uluslar”ın, baskı ve zora karşı yürüttükleri mücadele de meşrudur. Ve bu “uluslar” kendilerine zorla dayatılan ve egemen olanın ihtiyacı doğrultusunda oluşturulmuş “birliktelik”ten ayrılma hakkına sahiptir. Ama buradan çıkacak sonuç, ezilen “ulus”un siyasal hedefinden yana olmak değildir. Ulusal hareketlerin hedeflediği, nihayetinde, kendi deyimleriyle ulusal bir devlettir. Ezilen “ulus”un kendisine dayatılan zoraki “birliktelik”ten ayrılması ile ayrı devlet kurma hedefi aynı şey değildir. Birincisi her ne kadar “devrimci ise, ikincisi de bir o kadar “karşı devrimci”dir. Birincisi “devrimci”dir, çünkü hem egemen anlamda ki bir bölünmeye karşıdır hem de ezen “ulus” ile ezilen “ulus” emekçilerinin birlğinin yolunu açabilecek bir niteliktedir. İkincisi, yani ayrı devlet kurma hedefi “karşı devrimci”dir, çünkü devrimci dinamik burjuva bir devletin kuruluşu için tüketilmiş olur; bununda ötesinde, ezilen “ulus” olmaktan kaynaklanan mağduriyet ve bunun kaçınılmaz sonucu olan mazlumlardan yana olma ve mazlumlarla kader birliği yapma eğilimi yerini egemen devletler ile ortaklıklar arama, onlar ile kader birlikleri aramaya bırakır. Bundan dolayıdır ki Devrimci hareket, ezilen “ulus”un egemen “ulus” tarafından kendisine dayatılan zoraki “birliktelik”ten ayrılma hakkı ile ayrı bir burjuva devlet kurma siyasal hedefi arasındaki farkı ayırt etmek ve ayrılma hakkına koşulsuz destek vermek, ama bu ayrılma hakkının burjuva bir devlet ile taçlandırılması hedef ile arasına kalın bir çizgi çekmek zorundadır. Bunu iki nedenden dolayı yapmak zorundadır. Birinci neden şudur; hiçbir devlet “ulusal” olamaz, her devlet, nihayetinde bir sınıfın devletidir. İkinci neden ise şudur; “ulusal devlet diye adlandırılan şey, esasen bir burjuva devletidir ve devrimci hareket, sırf ezilen “ulus”un talebi diye burjuva bir devletin kuruluşundan yana taraf olamaz. Devrimci hareket, ezilen ve baskı altında tutulan bir topluluğun bu durumdan kaynaklanan mağduriyetine karşı durur. Ve ezilen topluluğun bu uğurda verdiği mücadeleyi destekler. “Ezilen topluluk ne isterse hakkıdır” türünden bir yaklaşım doğru değildir.
10
Devrimci hareketin, ezilen “ulus”un mücadelesinde yana olmasının bir başka nedeni ise, kendi nihai amacıdır. Şöyle ki; devrimci hareketin nihai hedefi ayrımsız, eşit ve özgür bireylerden oluşan bir toplumsal yaşamdır; dolayısıyla da bu amaca ulaşabilmenin önünü kesen bütün ayrımcı ve ayrıcalıklı ilişki biçimlerinin aşılması bir zorunluluktur. Tıpkı egemen “ırk”, egemen “ulus”, egemen cins vb. egemen ilişki biçimlerinde olduğu gibi, egemen “ulus” ilişki biçiminin de aşılması, ayrımsız ve ayrıcalıksız bir yaşama ulaşabilmenin bir olmazsa olmazdır. Sonuç olarak: Devrimci hareket, ezilen “ulus”un baskı ve tahakküm altında tutulmasına koşulsuz karşı çıkar. Bu haklı mücadelesinde onun yanında yer alır. Ama onun kuyruğuna takılmaz. Ve her ne olursa olsun onun, ulusal devlet diye adlandırılan ama esasen bir burjuva devlet olan siyasal hedefini desteklemez. Kurulacak devletin bir işçi devleti olması için mücadele eder, eğer bunu başaramıyorsa da, “ulus”un kararıdır deyip, saygı göstermez. Yani, ezilen “ulus”un egemen “ulus”a karşı mücadelesinde onun yanında olmakla, bu mücadelenin bir burjuva devlet kurmaya yönelik hedefinin yanında olmak aynı şey değildir. Bu duruma örnek olabilmesi bakımından Güney Kürtleri’nin durumu önemlidir.
Bilindiği gibi Güney Kürtleri yıllardan beri gerek Arap milliyetçiliğine karşı, gerekse de egemen Irak devletine karşı mücadele vermekteydiler. Malum, toprakları ve yaşamları işgal altındaydı. Güney Kürtleri, Irak devletinin ve Arap milliyetçiliğinin boyunduruğundan kurtulmak istiyorlardı. Güney Kürtleri’nin bu haklı mücadelesinin önderliği Barzani ve
Komünist Zemin Talabani gibi işbirlikçi zatların elinde olması, bu hareketin haklılığına helal getirmemekteydi. Ve imama bakmadan, cemaatin bu haklı eyleminden yana olmak gerekiyordu; nitekim öyle de oldu. Güney Kürtleri ne zaman ki, kısmi çıkarları için Türk devleti ile kol kola girip, Kuzey Kürtleri’nin siyasi iradesi olan PKK’ya karşı silaha sarıldılar, o an itibari ile devrimci hareketin önemli bir kesimi, Güney Kürtleri’ni BAAS rejimi karşısında savunmaya devam etmekle birlikte, PKK’ya karşı Türk devleti ile kol kola girdiği için teşhir etti. Ki doğru olan da buydu. Yine aynı şekilde Güney Kürtleri, BAAS rejiminin baskısından kurtulmak ve yaşadıkları toprakları işgal ordularından kurtarmak için başkaldırılarında haklıydılar; bunun yerine muhtemeldir ki Barzani ve Talabani önderliğinde bir burjuva devlet kuracaktılar, ama buna rağmen mücadelelerinde haklıydılar. Ama hedeflerine ulaşabilmek için ne zaman ki ABD emperyalizmi ile kol kola girip, Irak’ın emperyalistler tarafından işgaline ortak oldular, yani baskı altında bir toplulukken, baskıcı güçlerin bir parçası oldular, o an itibariyle devrimci hareket açısından meşruiyetlerini yitirdiler.
Devrimci hareketin bugün yapması gereken, Irak’taki işgale karşı direnen Iraklı yoksulların direnişinin yanında olmaktır. Kürtleri karşılarına almak pahasına olsa da, devrimci tavır budur. Devrimci hareket bunu yaparken, Güney Kürdistan’ın yeniden Arap egemenliğe girmesine, Kürdistan’ın yeniden Irak’ın sömürgesi durumuna getirilmesine karşı da mücadeleden vazgeçmezler. Buradan yola çıkarak tarihsel bir gönderme yapacak olursak, Rosa Lüksemburg’un, Polonya’nın bağımsızlığına karşı çıkması ne kadar yanlış idiyse; aynı şekilde Lenin’in, Polonya’nın ayrı devlet kurma hakkını savunması da bir o kadar yanlıştı. Rosa Lüksemburg ile Lenin arasındaki polemikte, R. Lüksemburg, ulusalcılığı burjuva bir akım olarak görüyor ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını ise, proletaryanın amaçlarına aykırı bir olgu olarak değerlendiriyordu. “Öfkeden çılgına dönmüş emperyalizm çağında artık ulusal savaş olamaz. Ulusal çıkar (iddia edilmesi) yalnızca halkın kandırılmasının, ölümcül düşmanları emperyalizm karşısında çalışan kitlelere ihanet edilmesinin bir yolu işlevini görebilir.” (Sosyal-demokrasinin krizi, Akt, P. Nettl, Rosa Luxemburg-2, Ataol yay., s. 302.)
Lenin ise Rosa Lüksemburg’a cevaben şöyle yazıyordu: “Bize deniyor ki: ayrılma hakkını destekleyerek, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini destekliyorsunuz. Şöyle yanıt veriyoruz: Hayır. Burada tam da burjuvazi için ‘pratik’ çözüm önemlidir, oysa işçiler iki eğilimin ilkesel olarak birbirinden ayrı tutulmasına önem verir. Ezilen ulusun burjuvazisi ezenlere karşı mücadele ettiği ölçüde, biz her zaman ve her durumda herkesten daha kesin bundan yana olacağız, çünkü biz baskının en güçlü ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ezilen ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini temsil ettiği sürece, biz ona karşı dururuz. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve diktatörlüğüne karşı mücadele ederiz ve ezilen ulusun ayrıcalıklar elde etmeye yönelik herhangi bir çabasına hoşgörü göstermeyiz. (Lenin: Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine, Ulusal Sorunda “Pratiklik” SE, C. 4, s. 275)
11
Komünist Zemin Aslında meselenin sırrı Lenin’in Rosa Lüksemburg ile yaptığı şu polemikte saklıdır. Evet, Lenin, meseleyi doğru bir biçimde ortaya koymuştur ama ayrı devlet kurma hakkını savunarak, bir adım önce ortaya koyduğu doğru yaklaşımı ile çelişkiye düşmekten de kurtulamamıştır. Doğrudur, önderliğine bakılmaksızın ezilen topluluğun mücadelesi hem proletarya enternasyonalizmi bakımından hem de bir hakkaniyet bakımından desteklenmelidir. Ama bu tür hareketlerin devrimci dinamiği, hareketin, burjuvazinin önderliğinde egemen bir “ulus” olarak örgütlemesi ile son bulur. Lenin’in göremediği tamda budur. Yani, ayrı devlet kurmak, ezilen “ulus”un, burjuvazi önderliğinde kendisini egemen bir “ulus” olarak örgütlemesi demektir. Bundan dolayıdır ki, ezilen “ulus”un baskı altında tutulmasına ve egemen “ulus”un çıkarları doğrultusunda birlikte yaşamaya zorlanmasına karşı çıkması ile onun, burjuvazinin önderliğinde kendini egemen bir güç olarak örgütlemesi aynı şey değildir. Dolayısı ile de ezilen “ulus”un ayrılma hakkını savunmak ile onun egemen bir devlet olarak kendisini örgütlemesi aynı şey değildir. Buradan devrimci hareketin çıkarması gereken sonuçlar şunlardır: a) Ezilen “ulus”un ezen “ulus”un boyunduruğundan kurtulma mücadelesi haklı ve taraf olunması gereken bir mücadeledir. b) Ezilen “ulus”un “bağımsızlık” mücadelesi, ezen ve ezilen “ulus” işçilerinin enternasyonalist birliği için bir ön koşuldur.
12
c) Bu iki nedenden dolayı ezilen “ulus”un mücadelesinden yana olunmalıdır ama buradan hareketle onun burjuvazinin önderliğinde ayrı bir devlet kurma hakkını savunmak devrimci hareketin işi değildir. Devrimci hareket, yukarıdaki iki nedenden dolayı ezilen topluluğun mücadelesini destekler. Bununla da kalmaz, bu mücadelenin, bir işçi-emekçi devrimine, dolayısı ile de bir işçi devrimine dönüşmesi için fiilen müdahale eder. Eğer bunu başaramıyorsa, “ulusal” hareket, egemen güçten bağımsızlaştığı andan itibaren, devrimci hareket ona sunduğu desteği keser. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ilkesinden yola çıkarak, ezilen “ulus”un burjuvazinin önderliğinde kendini egemen bir “ulus” ve “ulus devlet” olarak örgütlemesinden yana olamaz. Bu olmazsa olmazları kavrayamayan devrimci bir hareket, “ezen” ulus şovenizmi ile “ezilen” ulus kuyrukçuluğu arasında mesai tüketmeye devam edecektir. Ve ezen “ulus” şovenizminin militanı durumundaki ezen “ulus” emekçileri ile ezilen “ulus” emekçileri arasındaki enternasyonal bağı kurma ve her iki tarafın emekçilerini, her iki taraf emekçilerinin ortak kurtuluşu olan komünizm hedefi için devrimci bir partinin bayrağı altında savaşa kazanmaya muktedir olamayacaktır.
Komünist Zemin
12 Eylül Askeri Darbesi Üzerine Bir Değerlendirme Nedense bugüne kadar 12 Eylül hep kıydığı canlarla ve yaptığı zulüm ile anıldı. Hâlbuki bu yalnızca bir sonuçtur. Eğer bu sonuçtan yola çıkacak olursak, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yapılış amacını yanlış, daha doğrusu darbecilerin anlattıkları gibi anlamış oluruz. Tabii ki 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü, siyasi partileri, Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar da dahil, işçi sendikalarını ve birçok kitle örgütünü kapattı, solu ezmek için fütursuzca saldırdı, yüz binlerce insanı gözaltına alarak işkenceden geçirdi, on binlerce insanı yıllarca cezaevlerinde tutsak etti, yüzlerce insanı katletti.
Ama bütün bunlar, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin yapılış amacını açıklamaz, çünkü darbenin yapılış amacı bunları yapmakla sınırlı değildi. Bütün bunlar, yalnızca ve yalnızca, darbecilerin ve onların temsil ettikleri sınıfın
13
amaçlarına ulaşabilmek için aşmak zorunda oldukları engellerdi. Peki, asıl amaçlanan neydi? Amaçlanan iki temel hedef vardı; bunlardan biri, Kapitalizmin ve kapitalist devletin, dolayısı ile de toplumun yeniden yapılandırılması, diğeri ise, iyiden iyiye tehlikeye girmiş olan bölgedeki ABD çıkarlarının yeniden tesisi. Kapitalizmin, Kapitalist Devletin ve Toplumun Yeniden Yapılandırılmasının Bir Aracı Olarak 12 Eylül Askeri Rejiminin Önemi Üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu olarak kabul edilen 1923 yılından 1970’lere kadar, “Milli Burjuvazi” ve “Milli Sermaye” yaratma kaygısıyla, daha çok “ithal ikameci” bir ekonomi politikası benimsenmiştir. Bu, bir tercih değil, bir zorunluluktu. Burjuva devletinin kurulduğu bütün ülkelerde, bu yol izlenmiştir. Bu yolla, hem bu süreçte uluslararası sermayenin iç pazara müdahalesinin önü kesilmekte hem bir sermaye birikiminin ve bir burjuva sınıfının yükselişi devlet desteği ile koruma altına alınmaktadır. Ama bu süreç geçicidir ve önce iç pazara dayanarak yükselen burjuvazi, bir zaman sonra uluslararası pazara açılmak ve gerek uluslararası sermaye ile bütünleşmek gerekse de uluslararası pazarlarda rekabet edebilmek için, stratejisini ve politikasını değiştirmek zorundadır; bu da kapitalist ekonominin doğasının bir gereğidir. 1970’lere gelindiğinde Türkiye’deki büyük sermaye gruplarının ihtiyacı artık değişmiş, “ithal ikameci” ekonomi politikanın terk edilmesi artık farz olmuştu. Bu, hem Türkiye’deki büyük sermaye sahiplerinin hem de bu sermaye grubunun uluslararası ortakları olan İMF ve Dünya Bankası gibi sermaye kuruluşlarının ihtiyacı idi. Öyleyse bu ihtiyacın günlük yaşama tercüme
Komünist Zemin edilmesi gerekiyordu. Yani, “Kamu İktisadi Teşekkülleri”nin özelleştirilmesi, ekonomide devlet kontrolünün minimum seviyeye çekilmesi, ithalat ve ihracat alanlarındaki sınırlamaların kaldırılması, yabancı sermayenin önündeki engellerin kaldırılması, işçi sınıfının sahip olduğu kısmi iş güvenliğinin ortadan kaldırılarak taşeronluğun örgütlenmesi gerekiyordu. Bütün bunların yanı sıra; sosyal ve kültürel yapının da bu yeni sürece uygun olarak yeniden yapılandırılması gerekiyordu. Yani, toplumda o günlerde az da olsa var olan “Ya hepimiz ya hiç birimiz!” “Tüketim israftır!” kültürünün yerine “Kendini kurtarmayan başkasını kurtaramaz!” “Önce kendini sev!” “Tüketmek özgürlüktür!” kültürünün yerleştirilmesi gerekiyordu. Ki, başarılı olunabilsin. Hedeflenen bu idi, ama öncelikli olarak, hedeflenene ulaşabilmek için, bu sürece direnç gösterebilecek güçlerin tasfiye edilmesi gerekiyordu. İşte 12 Eylül Askeri Rejimi, bu ihtiyacın bir ürünü idi ve burjuvazinin yeniden yapılanması sürecinin ilk olmazsa olmazıydı. Bundan dolayıdır ki, yeniden yapılanmanın baş mimarlarından Turgut Özal, yeniden yapılanmanın ekonomik programı olan 24 Ocak Kararları üzerine bir değerlendirme konuşmasında “12 Eylül olmasaydı, bu ekonomik programın neticelerini alamazdık” demiştir.
14
Evet, 12 Eylül 1980 rejimi aracılığıyla toplum bir bütün olarak örgütsüzleştirilmiş, yeni sürece karşı direnç gösterebilecek bütün dinamikler etkisiz duruma getirilmişti. Artık yeni süreç inşa edilebilirdi. Tam da bu süreçte, bizzat yeni süreç için hazırlanmış Özal ve ekibi göreve çağrıldı ve bu ekip, büyük bir gürültüyle, çok kanallı renkli televizyonlar, vitrinleri süsleyen ithal tüketim malları eşliğinde göreve başladı. Devir imaj devriydi; bu imaj devrinin kadroları hiç zorlanmadan ve tarih bile sayılamayacak kısa bir zaman içerisinde toplumu istedikleri noktaya çekmeyi başarabildiler. Toplum örgütsüz ve umutsuzdu; adeta teslim olacağı bir ordu bekliyordu. Bununda ötesinde toplum, herkesin herkesten şüphe duyduğu, herkesin herkesle kıyasıya yarıştığı ve herkesin herkese düşman olduğu bir cinnet toplumuna dönüşmüştü. Bundan dolayıdır ki, her şey planlanandan da kolay oldu. Bu gidişata dur diyebilecek hiçbir güç yoktu; adeta herkes şaşkınlık içerisinde bu sürecin nerede, nasıl son bulacağını bekliyordu. Ki, hiç umulmadık bir yerden bir umut belirdi; Kürt özgürlük hareketi idi bu umut. Özal ve şürekâsı tam yol ilerlerken, iki Kürt ilinde patlayan silahlar adeta bir kuğu çığlığı gibi gri gökyüzünü parçalayarak metropollere ulaştı. Ama Kürt illerinde yakılan bu ateş, kapitalist yeniden yapılanma sürecinin önünü kesmeye yetmedi. Yetemezdi de… Çünkü ne Kürt özgürlük hareketi ile bütünleşebilecek örgütlü bir sınıf hareketi mevcuttu nede Kürt ulusal hareketi antikapitalist bir karaktere sahipti. Bundan dolayıdır ki, burjuvazi, hiç beklemediği anda karşısına dikilen Kürt özgürlük hareketinin Türk ezilenlerinin mağduriyeti ile birleşmesini çok kolay engelleyebildiği gibi, Türk ezilenlerinin, “neo-liberal” politikalar karşısındaki öfkesini milliyetçilik zemininde örgütleyerek, Kürt hareketine karşı harekete geçirebilmiştir. Artık hiçbir engel kalmamıştı ve kapitalizmin ve kapitalist devletin yeniden restorasyonu gerçekleştirilebilinirdi. Aradan 25 sene geçti, bugün dönüp arkaya baktığımızda, burjuvazinin hedeflerine büyük ölçüde ve öngördüğünden de sancısız ulaştığını rahatça görebiliriz. Devlet yeniden yapılandırıldı, Burjuvazi büyük ölçüde uluslararası burjuvazi ile bütünleşti ve uluslararası pazarlarda at koşturmaya başladı.
Komünist Zemin Üretimin ve tüketimin, uluslararası sermayeye entegrasyonu sağlandı. “Kamu İktisadi Teşekkülleri” özelleştirildi. Toplum, herkesin herkese düşman ve rakip edildiği, herkesin herkesi linç edebildiği bir cinnet toplumu olarak örgütlendi. “Köşeyi dönmek”, “iş bitirmek”, “rüşvet”, “şiddet”, “örgütsüzlük” ve “benden sonrası tufan” anlayışı yeni dönemin yükselen değerleri oldu. Toplum öyle bir etiğe örgütlendi ki, “ABD ile birlikte Irak’a girelim mi yoksa girmeyelim mi?” tartışmasının yapıldığı bir televizyon programında verilen cevap, “Bizi AB’ye alacaklarsa Irak’a girelim” olabildi. Toplum öyle bir hale getirildi ki, cebine üç kuruş fazla girecek diye, komşusunun tepesine bomba atılmasına evet diyebiliyor, bu katliama iştirak edebiliyor oldu. İşte 12 Eylül Askeri Rejimi ile yolu açılan sürecin yarattığı tablo budur.
Öte yandan Suriye SSCB’ye yakındı; Lübnan’da anti Amerikancı güçlü bir hareket vardı ve Irak’taki BAAS rejimi güven vermiyordu.
Bölgedeki ABD Gücünün Yeniden Tesisi Bakımından 12 Eylül Askeri Rejiminin Anlamı Üzerine Evet, 12 Eylül rejiminin bir başka önemli misyonu da bölgede ki ABD gücünün yeniden tesisine katkı sunmaktı. 1970’li yılların sonunda bölgede ki ABD gücü iyiden iyiye etkisizleşmiş; ABD çıkarları tehlikeye girmeye başlamıştı. Dünyanın en önemli petrol bölgesi olan Orta Doğu’da ciddi bir anti Amerikancılık gelişmiş, İran’da anti Amerikancı tutumuyla Humeyni liderliğindeki İslami rejim iktidara gelmişti.
15
Geçmişten beri ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiklerinden olan Türkiye’de ise, güçlü bir devrimci hareketin yanı sıra güçlü bir İslami hareket vardı ve her şey belirsizdi. Dolayısı ile de bölgede ABD’nin dayanabileceği tek güç İsrail Devleti idi. ABD’nin bölgedeki durumu bu merkezde olunca, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum ABD açısından oldukça önemliydi. ABD Türkiye’deki bu belirsiz durumun sonuçlarını bekleyemezdi, dolayısı ile de harekete geçmesi gerekiyordu. Gerek Türk burjuvazisinin gerekse de uluslararası burjuvazinin yeniden yapılanma ihtiyacına bir de ABD’nin bölgedeki çıkarlarının tehlikeye girmiş olması eklenince, egemen güçler açısından askeri darbe için start vermek kaçınılmaz oldu. Bu, zaten yıllar öncesinden öngörülmüş bir durdumdu. Bundan dolayıdır ki, özellikle 1976 sonrası, askeri bir darbenin koşulları hazırlanmaya başlandı. Koşullar adım adım oluşturuldu ve Askeri Darbe yapıldı; sonrası herkesin malumu.
Komünist Zemin Son Söz ya da İlk Söz Yerine Yazının en başında da belirttiğimiz gibi, 12 Eylül Darbesi’ni örgütleyenlerin asıl amaçlarını doğru tespit etmek gerekir. Ki, yol açtığı sonuçlar doğru kavranabilsin ve alt edilebilinsin. O halde, darbeyi örgütleyen güçlerin nasıl ki maksatları “her gün 30 insanın ölmesini engellemek” ya da “vatanı bölünmekten kurtarmak” ve “kardeş kavgasına son vermek” değildiyse; aynı şekilde, darbenin yapılış amacı devrimcileri hapsetmek ya da katletmek de değildi. Egemen güçlerin amaçlarına kolayca ulaşabilmeleri için devrimcilerin hapsedilmesi ya da katledilmesi gerekiyordu hepsi bu. Yani bu başlı başına bir amaç değil, bir zorunluluktu. Bundan dolayıdır ki devrimci güçlerin, 12 Eylül Askeri Darbesi’ni tartışırlarken çıkış noktaları kendileri ve kendi gördükleri zulüm olamaz. Eğer mesele bu şekilde kavranırsa, darbenin ve darbeci güçlerin asıl maksatlarını saklayıp, meseleyi sınıfsal değil, bir asayiş meselesi olarak tarihe not düşme çabalarına hizmet edilmiş olunur. Ki, zaten egemen güçlerin istediği de budur. Ama ne yazıktır ki, devrimci hareketin önemli bir kesimi meseleyi tam da egemenlerin istedikleri çerçevede değerlendiriyorlar. Bundan dolayıdır ki, “Suçsuz yere hapislerde yattıklarını, işkence gördüklerini” söylüyorlar. Bununla da yetinmiyor, “Sorumlulardan hesap sorulsun”, “Haksız yere cezaevlerinde yatanlara tazminat ödensin” talepleri ile kapitalist devlet üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlar.
16
Yani kapitalist devletten tetikçilerini cezalandırmasını, devrimcilerin suçsuzluğunu teslim etmesini ve kendisini temize çekmesini istiyorlar. Bütün bunlar, devrimci hareketin önemli bir kısmının meseleyi bir sınıf savaşı olarak değil, bir asayiş ve hukuk meselesi olarak kavradığını gösteriyor. Bugün devrimci hareketin, özelliklede devrimci hareketin komünist kanadının yapması gereken, öncelikle, 12 Eylül rejimini sınıf savaşı zemininde değerlendirmek ve onu, bir ara rejim ya da hukuksuzluk rejimi olarak değil, kapitalist devletin ve onun hukukunun ta kendisi olduğunu teslim etmek olmalıdır. Ancak bu yaklaşımla 12 Eylül rejimi gerçek zeminine oturtulabilir ve ancak o zaman kapitalist devletten 12 Eylül rejiminden hesap sormasını istemek yerine; bizzat kapitalist devletin ta kendisi olan 12 Eylül rejimine karşı devrimci bir savaş yürütülebilir.
Komünist Zemin
2006 Dünya Kupası’nın Alman Burjuvazisi Açısından Anlamı ve Önemi Üzerine Futbol Üzerine Uzunca Bir Dipnot: Futbol, bilindiği üzere, diğer spor dalları gibi “dostluğu pekiştiren“ bir araç olarak savunulur. Bu maksatla “dostluk müsabakaları“ yapılır, kupalar verilir ve “önemli olan kazanmak değil, dostluktur” nutukları atılır. Başlangışta, yani tüketim toplumu öncesi dönemlerde bu tür müsabakaların insanlar arası ilişkilerde kısmen pozitif bir işlev gördüğü söylenebilir ama şimdiki zamanda spor adına yapılan müsabakalar insanları birbirine düşman yapmanın ya da aradaki düşmanlıkları yeniden üretmenin bir aracı olarak işlev görmektedir. Futbol ise bu alandaki en etkili silahtır. Öyleki, eski Portekiz diktatörü Salazar, “ülkeyi 40 yıl boyunca nasıl yönettiniz?“ sorusunu cevaplarken, “üç F ile“ diye cevap verebilmiştir. Bu ”üç F“den birisi Futboldur. Keza İtalya'nın faşist lideri Mussolini, 1934 yılında yapılan “Dünya Kupası'nın ideolojisini yaymak için eşsiz bir fırsat olduğunu” söylüyordu. Ve bu söylemiyle, futbolla siyasetin nasıl içiçe olduğunu, daha doğrusu futbolun ne ölçüde siyasetin aracı olduğunu çok net bir biçimde izah ediyordu. Futbolun siyasetle ilişkisi o kadar güçlü ki, Güney Amerika’da darbeler önemli maç saatlerinde planlandı. Avrupalı Nazi gruplar, maçlardan sonra mobilize ettikleri kitlelerle birlikte göçmen mahallerine saldırdı. Türk devletinin kontrolündeki faşistler, her maçtan sonra “Şehitler Ölmez, Vatan Bölünmez“ naralarıyla Kürtlere saldırdı. Futbol, egemenler açısından önemini korumaya artarak devam ediyor.
2006 Dünya Kupası’ndan Manzaralar Herşeyden önce belirtmek gerekiyor ki, 2006 Dünya Futbol Şampiyonası’nın Almanya’da yapılması normal işleyişin bir sonucu değil, siyasi bir müdahalenin sonucudur. Başlangıçta beklentiler bu şampiyonanın G. Afrika’da olacağı yönündeydi. Ama yürütülen yoğun diplomasi ve ünlü Alman firması Adidas’ın devreye girmesiyle şampiyonanın Almanya’da yapılması kararlaştırıldı. Peki, neden Almanya? Almanya, çünkü Alman burjuvazisinin geleceğe dönük planları bakımından bu şampiyonanın Almanya’da yapılması oldukça önemliydi. Ve start verildi. Dünya Kupası vesilesiyle Almanya’da tam bir seferberlik başlatıldı. Her kentte büyük ekranlar kuruldu. Ve bu ekranların civarına yiyecek, içecek ve özellikle Dünya Kupası’na katılan ülkelerin “ulusal” renklerini taşıayan eşyaların satıldığı pazarlar kuruldu. Sanki savaş çıkacakmışcasına insanlar günler öncesinden yiyecek ve içecek stoklamak için mağazalara hücum ettiler. Cafe ve Lokantalar salonlarına büyük boy televizyon kurdular. Arabalar, evler ve işyerleri Alman ve Dünya Kupası’na katan diğer ülkelerin bayrakları ile donatıldı. Ve insanlar yüzlerini ”ulusal renkler“ ile boyayıp, üzerlerine yine bu renkleri taşıyan şortlar ve TShirt’ler, şapkalar geçirdiler; dahası, neredeyse bütün toplum, sanki sözbirliği etmişcesine futboldan başka bir şey konuşmaz oldu. Sokaktaki vatandaş bu ruh halindeydi ve devlet te devletliğini yapmak için kolları sıvamıştı. Dünya Kupası dolayısı ile sefer halinde olacakların ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla, Almanya’da hali hazırda kayıt altına alınmış 400 bin kadın, erkeklerin talebini karşılayamaz korkusuyla, dışarıdan 50 bin civarında kadın getirildi. Devlet izniyle “genelev” sahiplerine ve kadın tacirlerinine bu büyük talebi karşılamak mak-
17
Komünist Zemin sadıyla geçici 'seks çadırları' kurduruldu. Berlin Olimpiyat Stadı yakınında 'Eros Center' adı verilen duş ve prezervatif dağıtıcılı 650 kabini bulunan 3 bin metrekarelik bir “genelev” kuruldu.
Ve Dünya Futbol Şampiyonası başladı. Bir ay boyunca neredeyse herkes ama herkes, ister lehte ister alehte olsun, yalnızca futbol konuştu. Futbol Şampiyonası sona erdiğinde Alman Milli Takımı birinci olamadı ama Alman devleti siyasal alanda istediği sonucu aldı. Zaten asıl hedeflenende siyasal alanda istenilen hedefe ulaşmaktı. Dünya Futbol Şampiyonası’nda Almanya dünya şampiyonu olamadı ve üçüncülükle yetinmek zorunda kaldı, ama politik olarak bu şampiyonada en büyük kazanç Alman burjuvazisinin oldu. Ayrıca hemen belirtmek gerekir ki, Alman Milli Takımı’nın şampiyon olması Alman burjuvazisi açısından pek tercih edilebilecek bir durum olmazdı. Dolayısıyla birinciliğin özellikle tercih edilmediği iddiasındayız. Eğer Alman Milli Takımı birinci olsaydı, bu, Almanya’da ki ırkçı ve milli damarı beslemeye hizmet edecekti. Halbuki istenen tam tersiydi. Bundan dolayıdır ki biz, birinciliğin özellikle istenmediği düşüncesindeyiz.
18
Alman Devleti’nin Hedeflediği Neydi, Neyi Başardı? Avrupa Birliği projesi, “ulus“ ve “ulus devlet“ olgularını aşmayı zorunlu kılmaktadır. “Ulus devlet“, kapitalizmin şafağında, o dönemin yükselen sınıfı burşuvazi tarafından icad edilmişti. Artık kapitalizm adım atmadık, işgal etmedik bir alan ve hiçbir yaşam bırakmamıştır. Burjuvazinin kendisini henüz yeni yeni devlet olarak örgütlediği yıllarda savunmacı bir refleksi vardı, dolayısıyla da “ulus“, ulus devlet“ vb. ucubelere ihtiyacı vardı. Ama zamanla, burjuvazinin kendi elleriyle yarattığı ucubeler bizzat yaratıcısının önünü kesmeye başladı. Dolayısıyla da burjuvazi gerek ideolojik dayanaklarını gerek siyasal ve askeri mekanizmalarını yeniden yapılandırmaya girişti. Avrupa Birliği, Avrupa Anayasası, Avrupa Ordusu vb. yapılanmalar işte bu sürecin bir sonucudur. Bu yeniden yapılanmanın, özellikle ekonomik olarak motor gücü olan ülke Almanya’dır. Ama Almanya, bu sürece uygun olarak kendini yeniden kurgulama sürecinde henüz bir mesafe katetmiş değildir. Almanya, sahip olduğu geleneksel “değerler“ bakımından lideri olmaya aday olduğu AB’nin bugünkü ve gelecekteki ihtiyaçlarının önünde engel teşkil etmektedir. Almanya’nın Nazi geçmişi, daha yarım asır önce, bugün aynı ortaklık içinde olduğu ülkelerin çoğunu işgal etmiş olması, klasik kana, soya dayalı milliyetçiliği Alman burjuvazinin AB projesinin önünü kesen olgulardı ve mutlaka aşılmalıydı. Tamda bundan dolayıdır ki Dünya Kupası’nın Almanya’da yapılması Alman devleti için önemliydi. Ve bundan dolayıdır ki, gerek Alman devleti gerekse de Adidas firması başta olmak üzere büyük Alman firmaları Dünya Futbol Şampiyonası’nın G. Afrika yerine Almanya’da yapılması için çok şey yaptılar. Dünya Futbol Şampiyonası’nın Almanya’da yapılması için yoğun bir diplomasi yapıldı, FİFA yöneticileri satın alındı vs. vs… Sonuç olarak Alman burjuvazisi hedeflediklerine fazlasıyla ulaştı. Dünya Futbol Şampiyonası ile başarılmak istenenlerden birisi; kana, soya dayalı “Alman Kimliği yerine, bugünün ihtiyaçlarına uygun bir “Alman Kimliği”nin yaratılmasıydı. Ve bu hususta önemli
Komünist Zemin bir başarı sağlandı. Bir başka başarılmak istenilen ise; Avrupa Birliği ortaklarına artık korkulacak bir şey olmadığını, klasik Alman milliyetçiliğinin Almanlar tarafından aşıldığını, kendi “soy”undan olmayanı düşman sayan klasik milliyetçiliğin, yerini kendinden olmayanlara karşı hoşgörüye bıraktığını, dahası Alman olmanın artık “kan bağı“ ile tarif edilmediğini, Almanya’da yaşayan göçmenlerin de artık yeni “Alman Kimliği’nin bir parçası olduğunu dünyaya, özellikle de AB ortaklarına göstermekti. İşte Dünya Futbol Şampiyonası bu mesajların taşınması için önemli bir fırsattı ve burjuvazi bu fırsatı iyi kullandı. Ve başarılı oldu. Ne kadar başarılı olduğunu anlayabilmek bakımından en iyi örnek; “yeni Alman Kimliği“nin militanlarından Fatih Akın’ın açıklamasıdır: “Ödüllü Yönetmen Fatih Akın: Dünya Kupası Irkçılığı bitirir. (...) “İlk kez Almanya’yı tuttuğunu söyleyen Akın, “Almanya’daki Türkler milli maçlarda hep rakibi tutardı. Ama bu son dünya Kupası’nda bu değişti. (...) Bütün dünyadan misafirler geldi. Bu bir şok gibi oldu. Eğitim gibi bir şey oldu, iyi oldu. Irkçılık gidiyor…“ Ve haber şu şekilde devam ediyor: “Almanya’nın yediği gole üzülen, attığı golle havalara fırlayan Akın, tur sevincini kutladı.” (2 Temmuz 2006 Hürriyet Gazetesi)
Alman medyası da boş durmadı. Medya bir yandan ısrarla Alman bayrağıyla Alman milli takımının başarılarını kutlayan yabancıları, özellikle Türkleri ve siyahları ekranlara ve başsayfalara taşırken; bir yandan da Rakip takım taraftarları ile kol kola eğlenen güler yüzlü Alman taraftarları manşetten verdi. İsteniyordu ki bütün dünya görsün, Alman olmak “kan bağı“ ile alakalı bir olgu olmaktan çıkmış, Almanya’da yaşayan herkesin ortak kimliği olmuştu. Ve herkes görsün ki Almanlar hiçte öyle asık suratlı, hoşgörüsüz ve kendinden olmayana düşman bir topluluk değil. Bütün bu yapılanlarla dışarıya karşı başka bir Alman ve Almanya imajı sunulurken, içeridekine ise, bütün “uluslar“ gibi Almanların da kendi bayraklarından utanmamayı öğrenmeleri, onunla rahat bir ilişki kurabilmleri, Almanların geçmişleri ile barışmaları ve Al-
man olmanın Nazi geçmişinden kaynaklanan kompleksten kurtulmaları sağlanmaya çalışılıyordu.
Her iki noktada da Alman burjuvazisi amacına ulaştı denilebilir. Alman burjuvazisi o kadar başarılı olmuş ki, Kürt yazar Günay Aslan, Kürdistan ateşler içinde yanarken, o Almanya’daki futbol ateşi ile tutuşmuş ve duygularını şu şekilde dile getirme ihtiyacı hissetmiştir: “Kupayı İtalya kazandı ancak, övgüyü de Almanya aldı. Mükemmel organizasyonu, sıcak konukseverliği, barışçıl-insancıl yaklaşımı ve ırkçılık karşıtı duruşuyla Alman halkı dünyanın takdirini kazandı. …Alman halkı turnuva öncesi başlayan ırkçı saldırılara geçit vermedi. Alman halkı başarılı bir demokratik sınav verdi ve turnuva vesilesiyle ırkçılığa ağır bir darbe indirildi. Rengarenk sokaklar da küreselleşmenin derin boyutları hakkında bize bir fikir verdi. Almanya sokaklarında dünya insanlığın “ mültikültürel” toplum olmaya doğru evrildiğinin, eskinin değer yargılarının tarihe karıştığının, ortak pazar, ortak kültür, ortak ruhi şekillenme ve giderek de ortak bir dil etrafında yeni bir “dünya ulusu”nun oluşmaya başladığının çarpıcı örnekleri sergilendi. Turnuva bize, her dinden, dilden, etnik kökenden ve kültürden insanların “karşılıklı etkileşim” içerisinde yavaş yavaş birbirine karıştığı ve karşılıklı saygı ve hoşgörü temelinde birbiriyle kaynaştığı ve birarada yaşama iradesinin güçlendiğini gösterdi. Alman halkı sergilediği demokratik tutumuyla tüm dünyanın sempatisini kazandı ve olumlu tepkiler aldı. Elbette içten bir teşekkürü de hak etti:
19
Komünist Zemin Danke Deutschland...“
(12
Temmuz
2006:
www.koxuz.org)
Alman burjuvazisi 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’nı, biyolojik ayrıma dayanan bir milliyetçiliğin ve ırkçılığın bütün yeryüzüne ilan edilmesi için bir fırsat olarak değerlendirmişti. Her ne kadar siyahi atlet Jess Owens, 1936 Berlin Olimpiyatları’da Hitler’in “üstün ırk“ ideolojisini yerle bir edip, Hitler’in Olimpiyat Stadı’nı terketmesine yolaçmış olsa da, gerek Berlin Olimpiyat Stadı gerekse de 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları tarihe biyolojik ayrıma dayandırılan “ırkların yarışı“, daha doğrusu „Beyaz ırkın üstünlüğü“nün ispat edilmeye çalışıldığı olimpiyat olarak geçmiştir. Aradan 70 sene geçtikten sonra, Berlin Olimpiyat Stadı bu kez tarihe yeni Alman Kimliği’nin ölçütlerinin ve ulusçuluğunun ilan edildiği yer, 2006 Dünya Futbol Şampiyonası ise yeni “Alman Kimliği’nin ve ulusçuluğunun ilan edildiği Şampiyona olarak geçmiştir. Peki, nedir bu yeni “Alman Kimliği”nin ve ulusçuluğun temel dayanağı? Şimdiye kadar “Alman Kimliği” ve ulusçuluğu denildiğinde anlaşılan; “kan bağı ve soy” idi. Ama günümüzde Alman olmak ve “alman ulusçuluğu” olguları daha somut ve maddi çıkar ortaklıklarına dayandırılmaktadır. Bu ortaklığın temel dayanağı; eskiden olduğu gibi “kan bağı” ve “ortak geçmiş” değil, ortak çıkar ve ortak gelecektir. Değişmeyen ise, “biz” ve “onlar” olgularıdır. Bu olgular dün de vardı, bugün de var. Değişen; “biz”i oluşturan aktörlerdir. Yeni “Alman Ulusçuluğu”nun aktörleri yalnızca Almanlar olmadığı gibi, yalnızca Avrupalılar da değil. Bu aktörler arasında artık, duvarın bu tarafında olan herkes var. Yani kaderini dünyanın ayrıcalıklı olanlarının kaderine bağlayan ve ayrıcalıklı olanlarla suç ortaklığına soyunan herkes, artık yeni “Alman Ulusçuluğu”nun aktörü olarak kabul görmektedir. Türkler, Kürtler, Araplar, Afrikalılar, Güney Amerikalılar, Asyalılar. Yeni “Alman Ulusçuluğu”nun temel dayanağı, suç ortaklığıdır. Dünyanın fakirlerinin ölüm platolarına hapsedildiği ve sınırlarının bu bölünmeye göre oluşturulduğu günümüzde, fakir dünyanın aktörleri değişmese de, zengin dünyanın aktörlerine yenileri dahil edilmektedir.
20
Alman burjuvazisi de sınırların, bölünmelerin ve ortaklıkların yeniden şekillendirildiği günümüzde kendisini bu yeni duruma uygun olarak yeniden yapılandırmaktadır. Alman olmak için “kan bağı” aranmayıp, etraflarına duvar örülen fakirlere karşı zengin Batının değerlerine bağlı olmak, bu değerleri korumak yani fakirler karşısında koruculaşmak yetmektedir. Nasıl ki ABD, bir zamanlar köle olarak getirdiği Afrikalıları bugün ABD’nin ve onun değerlerinin sadık bekçisi yapmışsa, Almanla da kendi siyahları olan göçmenleri kendi değerlerinin bekçisi yapmayı kaçınılmaz görmüş ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Avrupa Birliği projesi bunu kaçınılmaz kılmaktaydı ve Alman devleti bu kaçınılmazı yerine getirmek için harekete geçmiştir. Dünya Futbol Şampiyonası, burjuvazi açısından hem bu zamana kadar ki çabaların sonuçlarını görebilmek bakımından hem de var olan çabaları daha ileriye taşımak ve ilan etmek bakımından önemli bir fırsattı ve mutlaka iyi değerlendirilmeliydi. Değerlendirildi de. 2006 Dünya Şampiyonası aracılığıyla Alman burjuvazisi ve genel olarak Almanlar hem Nazi geçmişlerinden dolayı bastırmak zorunda kaldıkları “milli duygu”larını açıkça dışa vurup kendileri açısından ciddi bir komplekse neden olan ruh halinden kurtulmuş oldular; hem 1936 Olimpiyat Oyunları’nın ayıbını kendileri açısından temizlemiş oldular; hem de yeni “Alman Ulusçuluğu”nun temel ilkelerini ilan etmiş oldular. Yani bir taşla üç kuş vurmuş oldular. Bu bakımdan 2006 Dünya Futbol Şampiyonası her bakımdan Alman burjuvazisi için önemli bir fırsattı ve burjuvazi bu fırsatı iyi değerlendirdi. 2006 Dünya Futbol Şampiyonası’na bu açıdan bakıldığında akılda kalanlar listesinde ne Zidane’nin Materazzi’ye attığı kafa, ne Arjantin’in Adidas tarafından satın alınan Teknik Direktörü Jose Pekerman ne de Brezilya futbol takımının yarattığı hayal kırıklığı olacaktır.
Komünist Zemin
Dünya Sosyal Forumu Üzerine Giriş Yerine: Doğu Bloğu’nun kapitalist dünya sistemine entegre edilmesi ile birlikte, burjuvazinin ideologları kontrol ettikleri medya aracılığı ile bütün dünyaya şu propagandayı yapmaya koyuldular: “Kapitalizm tarihin sonudur ve insan neslinin ulaştığı ve ulaşacağı en son aşamadır.” Bu tarih itibariyle burjuvazi, “artık global bir dünyada yaşadığımızı ve ekonominin, siyasetin, üretim ve tüketimin global olmak durumunda olduğunu” ilan ettiler. Bu söylem kapitalizm karşıtı ya da kapitalizm içi muhalefet hareketlerinde de anında etkisini gösterdi. Sol’un önemli kesimi, sermayenin globalleşmesine ya da küresel sömürüye karşı “Sermayenin Küreselleşmesine Hayır!”, “Küresel Sömürüye Karşı Küresel Direniş!” parolalarını yükseltirken; kapitalizm içi muhalifler ise, yanlarına kimi Sol çevreleri de alarak “Kapitalizme Rağmen Başka Bir Dünya Mümkün!” parolası ile kapitalizmi devirmeden, “daha adil bir dünya için” projeler oluşturmaya giriştiler. Dünya Sosyal Forumu, kapitalizme rağmen “Başka Bir Dünya Mümkün!” diyen kapitalizm içi güçlerin ve onlar ile yandaş olan kimi Sol çevrelerin bir platformu olarak, “daha adil bir dünya için” projeler oluşturmak maksadıyla oluşturuldu. Biz bu yazımızda globalleşme, sermayenin küreselleşmesi vb. kavramları ve bu kavramların Sol hareket tarafından uysalca kabulünü değil; Dünya Sosyal Forumu’nu, yani onun ortaya çıkışını, önderlerini, bileşenlerini, anlayışını, maksadını, Sol çevrelerin DSF’nin çekim merkezine kolayca girme nedenlerini ve nihayetinde DSF karşısında komünist tutumun ne olması gerektiğini ortaya koyacağız.
Ekonomik Forumu (DEF) olarak adlandırmaktadır. Yine bilindiği gibi bu topluluk her yıl bir araya gelerek yeryüzü yaşamını ve yaşayanlarını ilgilendiren konuları belirlemektedir. Daha doğrusu bu toplantılarda dünyayı nasıl talan edeceklerini ve talanı nasıl pay edeceklerini tartışmaktadırlar. Dünya Ekonomik Forumu General Motors, Microsoft, Monsanto, Nike ve yakın zamana kadar Enron gibi şirketleri de içeren dünyanın en büyük şirketlerinden gelen 1.000 civarında temsilciden oluşan özel üyelere sahip bir örgüttür. Örgüt ilke kez 1972 yılında Dünya Ekonomi Vakfı adıyla ve dünyanın en büyük 1.000 şirketinin katkılarıyla kuruldu. Bu şirketler aynı zamanda Vakıf üyelerini de oluşturmaktadır. Sermaye çevrelerinin yanı sıra sermayenin sözcülüğünü yapan politik ve akademik çevrelerin de katıldığı yıllık Forum toplantıları istisnai durumlar dışında İsviçre’nin Davos kentinde yapılmaktadır. Örgütün adı 1987 yılında Vakıf’dan Forum’a dönüştürülmüştür. Dünya Ekonomi Forumu, Birleşmiş Milletlerde danışmanlık statüsüne de sahiptir.
Dünya Sosyal Forumu Nasıl ve Kimlerin Öncülüğünde Örgütlendi? Bilindiği gibi Dünyaya hükmeden uluslararası şirketlerin, finans kurumlarının ve devletlerinin yöneticilerinden oluşan bir topluluk söz konusudur ve bu topluluk kendisini Dünya
1989 yılında, yani Doğu Bloğu’nun kapitalist dünyaya entegrasyonu ile birlikte Dünya Ekonomi Forumu’nun önemi iyiden iyiye hissedilir oldu.
21
Komünist Zemin Öyleki, Dünya Ekonomi Forumu yıllık toplantısı için toplandığında, bütün yüzler bu toplantıya dönüyordu. Dünya Ekonomik Forumu’nun bir alternatifi olarak kurulan Dünya Sosyal Forumu, işte böylesi bir dönemde sahne aldı.
Dünya Ekonomi Forumu’nun alternatifi olabilecek bir platform örgütleme fikri ilk olarak Brezilya işveren örgütünün başkanı Oded Grajew ve yakın arkadaşı, Brezilya Piskoposlar Adalet ve Barış Konseyi Komisyonu Sekreteri Whitaker tarafından gündeme getirildi. Bu zatlar, hem destek talebi hem de akıl danışmak maksadıyla Le Monde Diplomatique’in o zamanki Genel Yayın Yönetmeni ve ATTAC'ın kurucularından Bernard Cassen'e başvurdular. Kapitalizmi yıktırmamaya ve onu tamir etmeye yeminli Bernard Cassen, bu projeyi hemen benimsedi ve Dünya Sosyal Forumu’nun Brezilya’da yapılmasını önerdi. Neden Brezilya? Bernard Cassen’ın Brezilya önerisi boşuna değildi. Çünkü Brezilya Güney Amerika’nın geleceğini belirleyebilecek potansiyelde bir ülkedir ve kapitalizmi devrebilecek güçte örgütlü bir sınıf hareketine sahiptir. Bundan dolayıdır ki bu potansiyelin, kapitalizmi yıkabilecek bir kanala akmasını engelleyip onu, kapitalizme entegre etmek kapitalizm açısından hayati bir öneme sahiptir. Bernard Cassen gibi yeminli bir sistem tamircisinin Brezilya merkezli bir platform önerisinin arka planında işte bu iki nedende saklıdır.
22
Ve start verildi; bu maksatla 28 Şubat 2000'de Sao Paulo'da, günümüzde Brezilya Komitesi olarak bilinen sekiz örgütün delegeleri bir araya geldi ve Dünya Sosyal Forumu'nun düzenlenmesi doğrultusunda anlaşmaya varıldı. Ve Dünya Sosyal Forumu’nun ilki 25-30 Ocak 2001'de, Davos'da düzenlenen Dünya Ekonomi Forumu’na paralel olarak Porto Alegre'de düzenlendi. Bu tarih itibariyle DSF sahne almış oldu ve her yıl Dünya Ekonomi Forumu’na alternatif olarak, onunla aynı tarihlerde toplanır oldu. 2001 yılında ilk kez Brezilya’nın Porto Alegre kentinde toplanan DSF, Brezilya dışında ilk toplantısını 16-22 Ocak 2004’de Hindistan’ın Mumbia kentinde yaptı. DSF ilk kez Brezilya dışına çıkıp, ideolojik ve politik etkisini yaymak istedi ve Hindistan bu bakımıdan özel olarak seçildi. Hindistan bir bakıma Asyanın Brezilyası sayılabilecek bir ülkedir. Oldukça yoksul, sınıf savaşı için dinamikleri yoğun ve devrimci dinamikleri oldukça güçlü olan bir ülke Hindistan. Bu bakımdan DSF’in temsil ettiği anlayışın Hindistan’da kök salması oldukça hayatiydi. DSF önderliği büyük umutlarla Mumbia’ya gitti ama umduğunu bulamadı. Mumbia toplantısında umduğunu bulamayan DSF önderliği, bir sonraki toplantıyı yeniden Porto Alegra’da yapmayı kararlaştırdı. DSF toplantısı Brezilya dışında ilk kez Hindistan gibi yoksulluğun ve devrimci dinamiklerin oldukça güçlü olduğu bir ülkede yapılmış ve DSF önderliği Mumbia’da istedikleri etkiyi kuramamıştır. Dahası, DSF önderliği inisyatifi devrimci gruplara kaptırmış ve yeterince teşhit olmuştur. Bundan dolayıdır ki, bir sonraki toplantıyı, DSF’nin doğduğu yerde yani Porto Alegra’da yapmayı yeğlemiştir. DSF Nedir Ne Değildir DSF Yapılanması Üzerine: DSF bir örgüt değildir. DSF bir örgüt olmadığı gibi, bir federasyon veya kongre de diğildir. DSF, yalnızca ve yalnızca bir platformdur. Peki, ama neyin ve kimin platformu? DSF’i oluşturanları, en azından söylemleri bakımından iki ana gruba ayırmak mümkün. Birinci grubu oluşturanlar -ki bunlar DSF fikrini ilk ortaya atan ve örgütleyenlerdir-, “kapitalizmin daha adil ve barışçı bir
Komünist Zemin zeminde reorganizasyonun mümkün olduğunu” savunuyorlar. İkinci grubu oluşturanlar ise, “Kapitalizm aşılmadan, daha adil ve savaşsız bir dünya mümkün değil”diyenlerdir. İkinci grup, DSF sürecinde etkili olmadığı gibi, büyük ölçüde birinci grup tarafından belirlenmektedir. Bunun nedeni ise ikinci grubun, programatik olarak kapitalizmi yıkma zemininde dursa da, politik tutumu ve önermeleri bakımından kapitalizmin rehabilite edilmesi zemininde duruyor olmasıdır. Hal böyle olunca da birinci grup tarafından belirlenmesi kaçınılmaz oluyor. DSF, bünyesinde kapitalistleri, kapitalizm (bir başka veçhesi olsa bile) yanlılarını ve antikapitalistleri barındırsa da; nihayetinde, “ekonomik ve askeri neoliberalizmin yanı sıra emperyalizme karşı mücadele eden aktivistlerin bir platformu” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlamadan da anlaşılacağı gibi DSF, antikapitalist bir hareket değildir. Yani, kapitalist ekonomiye ve kapitalist miltarizme değil, kapitalist neoliberal ekonomiye ve militarizme karşıdır. Bundan dolayıdır ki DSF’e katılabilmenin önkoşulu “ekonomik - askeri neoliberalizme ve emperyalizme karşı olmak” tır.
Nedir peki, “Adil ve Barışçı Bir Dünya”dan kastedilen?” Kastedilen; daha kabul edilebilir bir eşitsizliktir. Özcesi; DSF, kapitalizmin kendisine değil, onun bir biçimi olan “neoliberalizme karşıdır. DSF’in Şiddet Karşıtlığı DSF’nun bir başka özelliği ise, şiddet ve militarizm meselesindeki tutumudur. DSF’nin ilkelerinin dokuzuncu maddesinde “…Askeri örgütler foruma katılamaz” denilmektedir. Bundan dolayıdır ki, EZLN ve FARC gibi örgütlerin DSF’e katılımı engellenmiştir.
DSF, Kapitalizme Değil, Kapitalizmin “Neoliberal” Veçhesine Karşıdır Peki, bu nasıl oluyor? Nasıl olur sahi; kapitalizme değil de, ekonomik ve askeri neoliberalizme karşı olmak? Tabii ki böylesi bir şey mümkün değildir ama DSF’nin mimarları birkez minareyi çalmaya karar vermişler, artık ne yapıp edip minareye kılıf uyduracaklar. Ve bu soruyu şöyle cevaplandırıyorlar: “Kapitalizmin Egemenliğinde Daha Adil ve Barışçı Bir Dünya Mümkün!”
Bu tavır, DSF’in şiddet karşıtı bir platform olması ile açıklansa da, gerçeği yansıtmamaktadır. DSF’in yaklaşımına temel teşkil eden onun şiddet karşıtı olması değil, şiddeti tanımlayışıdır. Örneğin; insanlığın büyük bir bölümünün açlığa mahkûm edilmesi şiddet olarak mütalaa edilmezken, açlığı yenmek için kendilerine açlığı dayatanlara karşı şiddet kullanmaktan başka çaresi kalmayanların silaha sarılması şiddet olarak tanımlanmaktadır. Aynı anlayışı savaş meselesine ilişkin yaklaşımda da görmek mümkün. ABD’nin 90’lı yıllar boyunca Irak’a ambargo uygulaması sonucu 1,5 milyon insan öldüğü halde, bu süreç savaş olarak değerlendirilmezken, Irak’ı fiili işgali savaş olarak mütalaa edilmektedir. DSF, fiili işgale karşı olmakla birlikte, işgale karşı silahlı direniş gösterenleri mahkûm etmekten de geri kalmıyor:
23
Komünist Zemin "Irak'taki direnişçilerin bir kısmı şiddet eylemleriyle hareket ediyorlar. Biz şiddet içeren eylemleri onaylamıyoruz. Evet direnişi çok önemsiyor ve insani buluyoruz ama nasıl direndikleri de önemli... Çünkü başka bir direniş mümkün..." Bu açıklama DSF’in bir komisyonu olarak faaliyet yürüten Barış ve Adalet Komisyonu’nun Irak’taki silahlı direnişe ilişkin açıklamasıdır ve DSF’in anlayışını anlayabilmek bakımından oldukça açıklayıcıdır. Bu açıklamadan da anlıyoruz ki, DSF, silahlı direnişe karşıdır. İyi ama DSF’in önerdiği direniş hangisidir? DSF “Başka Bir Direniş Mümkün” diyor ama her nedense bunun nasıl olacağını tarife yanaşmıyor. DSF’nin şiddeti, savaşı tanımlayışı ve bunlara karşı “mücadele” anlayışı kapitalizmin anlayışı ile aynıdır. Yani, hoşuna gitmeyen bir şey olsa da önce kabul et, sonra itiraz edersin. Kime? Tabii ki, Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Mahkemesi, Lahey Adalet Divanı vb. kapitalist kurumlara. DSF’in Siyasi Partiler Karşısındaki Tutumu DSF’in bir başka ikili tutumu ise siyasi partilere yaklaşımıdır. DSF ayrım gözetmeksizin tüm siyasi partilere kapılarını kapamaktadır. İster komünist ister faşist olsun, hiçbir siyasi parti DSF’e katılamaz. Ama partileri adına olmasa da, kapitalist hükümetlerin savaş kararlarına onay vermiş parlamenterler, Lula ve Chavez benzeri devlet başkanları DSF’e katılabilirler. DSF’in bu ikili tutumu esas olarak devrimci partilerin önünü kesmeye yöneliktir. Çünkü reformist ve burjuva partiler, parlamenterler ya da devlet başkanları düzeyindeki katılım imkânı üzerinden DSF’e nüfuz etmekte ve büyük ölçüde DSF’i kontrol edebilmektedirler. Devrimci Hareket ve DSF DSF ilk kurulduğunda devrimci hareketin önemli bir kısmı DSF’ye mesafeli durmakla birlikte, onun platformlarına gitmekte bir sakınca görmemiştir. Bununda ötesinde DSF’nin bünyesinde yer alarak onu kendi maksatları doğrultusunda etkilemeye kalkışmıştır. Ama geçen zaman zarfında düşü-
24
nülenin tersi olmuş ve devrimci hareket ava giderken avlanmıştır. Yani, devrimci hareket DSF çizgisinin çekimine girmiş ve zamanla onun uydusuna dönüşmüştür. Peki, devrimci hareketin DSF’nin etki alanına girmiş olması bir tesadüf müdür yoksa kaçınılmaz bir son mu? Bu durumun bir tesadüf olmadığı kesindir. Aynı şekilde bu durumu, devrimci hareketin mevcut önderliklerinin tutarsızlığı ya da ihaneti vb. açıklamalarla geçiştirmekte doğru bir yaklaşım değildir. Devrimci hareketin önemli bir çoğunluğu, her ne kadar lâfzî olarak reformizm ile çatışıyor gözükse de, programatik olarak reformistir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. Bu cenahta radikalzmin ölçüsü küfür ve şiddet olmuş; bu iki aracı en çok kullanan, en radikal olarak kabul görmüştür. Radikalizmin ölçütü ne kullanılan yöntemler ne de araçlardır. Devrimci hareketin bu kesimi, küfür ve şiddet üzerinden radikal görünmeye çalışmış, ama gerek programatik gerekse de politik olarak reformizmden hiç kopamamıştır. Devrimci hareketin bu kesimi, bütün tarihi boyunca, mücadele yöntemi ne kadar “radikal” olursa olsun, hep kapitalist sistemin muhalifi olarak hareket etmiş, sistemi eleştirmiş, kınamış ve protesto etmiştir. Özcesi, sistemi tamir etmeye yönelik refleksler göstermiştir. Devrimci hareket, lâfzî olarak “Kapitalizme ölüm” ya da “Kapitalizmi yıkacağız” türü parolalar ileri sürse de, pratik olarak kapitalizmden “adalet”, “demokrasi”, iş, eşit işe eşit ücret ve “adalet” istemiş ve bunları yerine getirmeyen kapitalist sistemi protesto etmiş, kınamıştır.
Komünist Zemin Devrimci hareket, kapitalist sistemin bütün değerlerine ve varlık nedenlerine topyekûn saldırmayıp, onu daha kabul edilebilir bir noktaya gelmeye zorlayan bir anlayışa ve politik kültüre sahip olduğu içindir ki, DSF anlayışının çekim merkezine kolayca girmiştir. DSF ve DSF’nin Çekim Merkezinde Duran Devrimci Çevreler Karşısında Komünist Tutum Ne Olmalı? DSF’nin ezilenlere önerdiği ve empoze etmeye çalıştığı şudur: Direnmeyin, karşı koymayın, sadece protesto edin. Ve "Başka bir dünya" isteyin. Kimden? Kapitalistlerden, yani dünyayı yaşanmaz hale getirenlerden. Tarih bize şunu her seferinde yeniden öğretmiştir ki, hiçbir egemen güç egemenlik hakkında ve egemen olmaktan kaynaklanan ayrıcalıklarından kendi rızasıyla vazgeçmemiştir ve vazgeçmez. Bu gerçeği DSF önderliği de pekâlâ bilmektedir. Ama buna rağmen DSF önderliği, ezilen yoksul kitleleri kapitalizmin egemenliği altında daha adil bir dünyanın mümkün olduğu yalanına inandırmak ve onların devrimci yıkıcılığını kapitalist sistemin potasında eriterek sisteme entegre etmeyi hedefliyor. DSF önderliği, her ülkede bir Lula yaratamak, yaratacağı Lulalar üzerinden militan sınıf hareketlerini kapitalizme teslim etmeyi hedefliyor. Devrimci hareketin önemli bir kesimi ise, tıpkı Brezilya’da Lula’nın yaratılması sürecinde olduğu gibi, bütün dünyada yeni Lulaların yatratılması sürecinde DSF önderliğine can vermeye devem ediyor. Devrimci hareketin bu ihaneti sayesindedir ki, ezilenler bayraklarına Chavez ve Lula gibi kapitalizmin bekçilerinin adlarını yazıyor ve bu zatları kurtarıcı olarak görebiliyor.
Sanki tarih tekerrür ediyor, nasıl ki 1900’lü yılların başında kapitalizm Sosyal Demokrasi üzerinden işçi sınıfını sisteme entegre etmeyi denedi ve bunda büyük başarılar elde ettiyse, şimdi de DSF projesi üzerinden aynı şeyi yapmaya çalışıyor ve bir kez daha başarı elde etmek istiyor. 1900’lü yılların başında, daha doğrusu 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluşunda ve Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde komünistler Sosyal Demeokrasiye karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğini ortaya koymuşlardı.
Bu bakımdan, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde ortaya konulan temel ilkelere bağlı komünistlerin, Sosyal Demokrasi’nin yüz yıllık düşü olan işçi sınıfını burjuvazi ile barıştırma projesini yeniden canlandırmaya çalışan DSF projesi karşısında bugün ne yapılması gerektiği hususunda kafaları net olmak durumundadır. Yapılacak şey bellidir ve kaçınılmazdır; yapılacak olan, DSF platformuna ideolojik ve politik olarak cepheden saldırmak ve onu imha etmektir. Yapılacak şey; DSF projesine can vererek devrimci çevreleri teçhir ederek onları ya özünüze uygun yüz giyinin ya da yüzünüze uygun öz edinin ikilemi karşısında karar vermeye zorlamaktır.
25
Komünist Zemin
Yılmaz Erdoğan Tarafından 24 Temmuz 2006 Tarihinde “Kuş Kanadına“ Yazılan ve Hürriyet Gazetesi Aracılığıyla “Türk Halkına“ Ulaştırılan Mektuba Cevaben 24 Temmuz 2006 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde Yılmaz Erdoğan’ın bir mektubu yayınlandı. Mektup, “Yalvarıyorum“ başlığını taşıyordu. Ve özel savaşın sözcüsü Hürriyet Gazetesi mektubu şu başlıkla takdim ediyordu: “Ünlü tiyatro sanatçısı ve yazar Yılmaz Erdoğan, terörün neden olduğu ölümlerin durması için yazdığı feryat dolu mektubunu Hürriyet aracılığıyla Türk halkına beyaz güvercinle yolladı.“
Mektubu okuduğumuzda görüyoruz ki Mükremin Efendi hem nalına vurmuş hem mıhına, herkese hem ok atmış hem mavi boncuk dağıtmış. Mektupta ne dost belli ne düşman. Ne haklı belli ne haksız. Ne işgalci belli ne işgal edilen. Savaşın nedeni konu bile edilmemiş mektupta. Sanki birileri birilerizle sebepsiz bir savaş yürütüyor. Son yıllarda Türkiye’de de moda olan tipik “Aydın“ tavrı. Neyin nesi ise artık “Aydın” olmak? Ve davam ediyor Mr. Çıtır: “Ben kimseyi kınamıyorum, ben kimseye sövmüyorum, ben bu işin tamamını SEVMİYORUM. Kurtulalım istiyorum bu vebadan. Kimseyi haklı bulmuyorum, kimseyi haksız bulmuyorum. Küstüm.“ Bu durumda, artık silahların susması gerekiyor, seni küstürmek olacak şey değil. Sen küstükten sonra ne eylesin Kürtler senin küsmene sebep olan bir özgürlüğü. Üstelik bu savaş seni öyle sarsmış ki
26
“Ölüme doğru yapılan bu korkusuz koşudan korkuyorum. Mayınlarla parçalanan kardeş cesetleri odamda, yanıbaşımda duruyorlar” diye dile getirmişsin sarsılmış ruh halini. Artık bu saatten sora lafımı olur yakılan Kürt köylerinin, işgal edilmiş bir coğrafyanın, esaret altına alınmış bir halkın bugününün, geleceğinin. Bu savaş seni öylesine sarmış ki, “Sebebini unuttum kavganın” diyorsun. Eğer sen kavganın sebebini unuttuysan, artık kavganın ne önemi olabilir ki? “Kimseyi haklı bulmuyorum, kimseyi haksız bulmuyorum” diyorsun. Bak bu çok önemli işte. Eğer sen kimseyi haklı ya da haksız bulmuyorsan, bu savaşın ne kadar manasız olduğuna işarettir ve bunu önemsemek gerekiyor ki, boşu boşuna savaşmasın taraflar. Üstelik sen çözüm de bulmuşsun. Ne diyorsun kuşun kanadına yazdığın mektubunda: “Bir barış için yapılması gereken ilk ve belki de tek şey savaşmamaktır.“ Bak sayende bir şey daha öğrendik. Bizim bildiğimiz tam tersiydi, bizim biliyorduk ki, “barışın yolu savaştan geçer.” Ne kadar yanılmışız. Affına sığınarak neden böyle düşünme gafletine düştüğümüzü de izah edelim. Düşünüyorduk ki, “ezenle ezilenin, sömürenle sömürülenin, işgalci ile işgal edilen olduğu sürece savaş hep var olacaktır. Çünkü bunların varlığı başlı başına bir savaş nedenidir. Dolayısıyla da savaşın son bulması, yeryüzüne barışın gelmesi, daha da ötesi, barışın artık bir talep olmaktan çıkarak anlamını yitirmesi; ancak ve ancak savaşa neden olan ne varsa onlara karşı savaşmakla mümkündür.” Yanlış düşünmüşüz, affına sığındık, affet bizi Mükremin Abi. Ama artık biliyoruz ki, “barışa giden yol, savaşmamaktan” yani teslim olmaktan geçiyor. Tevekkelli değil, Türk devleti son yirmi yıldır, “Eskiden ne güzel kardeş kardeş geçiniyorduk, PKK geldi kan döktü ve araya düşmanlık soktu” deyip dururdu da biz ne demek istediğini anlamazdık. Doğru ya, eskiden Kürtler “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye bağırırlarken ve kendilerine verilen rolü oynarlarken savaş falan yoktu. Türk devleti ve “Milleti” nazarında Kürtler ol-
Komünist Zemin dukça yiğit, güvenilir ve “namuslu” insanlardı. Yani “barış” vardı. Demek ki yeniden o “barış” dolu günlere gitmenin yolu, hep birlikte “Ne Mutlu Türküm Diyene” demekten geçiyor. Barış içinde bir arada yaşayabilmenin yolu; yeğeni Erdal Erdoğan gibi devlete teslim olmaktan geçiyor. Bundan dolayıdır ki Yılmaz Erdoğan, yeğeninin PKK saflarından kaçarak devlete teslim olmasıyla ilgili olarak 13 Ekim 2006 tarihli Posta Gazetesi’ne yaptığı açıklamada şunları söylemiştir: “Erdal, PKK’dan koparak en doğruyu yapmış. Erdal’ın tavrı diğerlerine örnek olsun. Dilerim Erdal topluma faydalı bir birey olur.” Sahi Mükremin Efendi, senin bu kanadına mektup yazdığın Kuş Irak, Afganistan, Filistin semalarına da uçmaz mı? Aslında uçsa ve senin bu mektubunu Iraklı, Afganistanlı, Filistinli direnişçilere de ulaştırsa ne iyi olur. En azından onlarda öğrenmiş olurlar ki, “barışa giden yol, İşgalci Batılı emperyalist güçlere ve Siyonist İsrail devletine karşı savaşmamaktan geçiyor. Hadi şu kuşu oralara da uçur Mr. “Mükremin Çıtır.” Sayende onlarda öğrenmiş olurlar kurtuluşun yolunu. Senden öğrendiklerimiz bu kadarla kalmıyor, öğretmeye devam ediyorsun. Ne buyuruyorsun “Kuş kanadına” yazdığın mektubunda: “Kimse ateş etmesin kimseye. Hiçbir gerekçeyle. Hatta kendini savunmak için bile... Çünkü savunmaya başlayana kadar masumsun ve masum güzel bir kelime, masum kal...” Ve biz bu yolla öğreniyoruz ki, masum olabilmenin ve masum kalabilmenin yolu da, teslim olmaktan geçiyormuş. Masum mu olmak istiyorsun? Bu durumda sesini çıkarmayacaksın, hele hele kendini savunmaya hiç yeltenmeyeceksin; yoksa masumiyetini yitirirsin. Bırakın yaşadığınız coğrafya işgal edilip talan edilsin. Diliniz yasaklansın, köyleriniz yakılsın. Size zorla “Ne Mutlu Türküm Diyene” mi dedirttiriyorlar, deyiverin sizde. Tecavüz mü etmek istiyorlar size? Bırakın etsinler, kendinizi savunmak için bile olsa; tecavüzcünüze karşı zor kullanmayın sakın ve hatta dişlerinizi ısırmak için değil gülümsemek için gösterin ona. Aksi taktirde masumiyetinizi yitirirsiniz. Mr. Mükremin Çıtır diyor ki önce teslim olun “Sonra sabahlara kadar tartışalım.” Peki, neyi tartışacak Kürtler, kendilerini esaret altında tutanlarla sabaha kadar? Ne de-
meli sence Kürtler bu tartışmada Mr. Çıtır? “Bizi eşitiniz olarak Kabul edin, lütfen topraklarımızdaki ve yaşamımızdaki işgalinize son verin” mi demelidir Kürtler? İyi ama Kürtler bunu hep diyorlar zaten. Peki, ne cevap aldıklarını da biliyor musun Mr. Mükremin Çııtır? Söyleyelim, aldıkları cevap: “En iyi Kürt, Koruculaşmış Kürttür, aksi taktirde en iyi Kürt ölü Kürttür“ olmuştur. Onların istediği gibi “Kürt” olmayı kabul etmeyenlerin akıbeti, torunu ile evlenerek kendine bir yafta edindiğin Şeyh Said’in akıbeti ile aynı olmuştur.
Ama buna rağmen sen halen daha “Silahlar susmadan sebebi konuşmaya imkân da yok lüzum da“ diyorsun. İyi ama silahlar konuşmadan konuşulmaya çalışıldığı için, daha doğrusu Kürtler konuşmaya çalıştıkları için katledildiler ve kendi yurtlarından sürgün edildiler. Konuşmasınlar diye dillerine pranga vuruldu Kürtlerin. Silah, Kürtlerin kendilerini ifade edebilmek için başvurdukları en son çareydi ve Kürtler bu çaresizliğin çaresine en son çare olarak sarıldılar. Kürtlerin ne öyle büyük silahları vardı ne de tankları. Ne orduları vardı ne de savaş uçakları. Kürtlerin iki silahları vardı yalnızca. Bu silahlardan biri, kaybedecek bir şeylerinin olmayışı, diğeri ise, özgür bir benlik için, tutsak edilmiş bedenlerini ateşe verebilme cesaretleriydi. Ve bedenlerini ateşe verdiler Kürtler. Sen, yeni kuşaklara Televizyon kanallarında “bıçkın delikanlılık”, Laila vb. “eğlence” pa-
27
Komünist Zemin zarlarında “çapkınlık” dersleri veriyorken, onlar, özgür bir yaşamın nasıl yaratılacağını kayıt düşüyorlardı tarihe. Sen, bu coğrafyada yaşanan acıların uzağında, kendi doyumsuz bedenini doyurmak uğruna ruhunu satarken, onlar, ruhlarını özgürleştirmek için bedenlerini ateşe veriyorlardı. Sen, ateş hattının dışında ve bu coğrafyada çoğunluğun realitesinin uzağında olduğun içindir ki, “YAZGI BİRİNİ KIŞLAYA BİRİNİ DAĞLARA GÖTÜRMÜŞ“ diyebiliyorsun. Hayır, yazgı değil bu Mükremin Efendi. Yazgı değil bu, televizyon soytarısı. Bu bir realitedir. Bu bir savaştır. Ve bu savaşta herkes, ama herkes, aktif ya da pasif, taraftır. Bütün bu aymazlıkların yetmiyormuş gibi bir de ”KÜRTÇE'Yİ CENDEREDEN TÜRKÇE KURTARACAKTIR“ diyebilecek kadar ileri gidebiliyorsun. Bununla da yetinmiyor, bir de “Türkçe'nin kendisi diğer dillerimizin güvencesidir. Çünkü onları özgürleştiren şeyler Türkçe yazılacaktır“ diyebiliyorsun. Hâlbuki Kürtler, inadına Kürtçe konuştukları ve bütün baskılara rağmen Kürtçede ısrar ederek Kürtçeyi özgürleştirdiler. Sen, diğer bir soytarı İbrahim Tatlıses ve diğer “Beyaz Kürtler,” Kürtçede ısrar eden ve karşılığında ağır bedeller ödeyen direnen Kürtler sayesindedir ki, Kürtçe konuşmaya, Kürtçe türküler söylemeye cesaret edebildiniz. Aksi taktirde ne size söyletirdiler nede siz söyleyebilirdiniz. Daha da ileriye giderek şunu söyleyelim: Eğer ısrar eden ve direnen Kürtler olmasaydı, sen Şeyh Said’in torunu ile evlenme cesareti gösteremezdin. Vesselam “Mükremin Efendi,” eğer Beyazların dili Siyahları, Erkeklerin dili Kadınları, Burjuvaların dili İşçileri kurtarabilirse, Türkçe’de Kürtçeyi özgürleştirebilir. Ama bu ne görülmüş ne de duyulmuş bir şeydir Mükremin Efendi. Ne zaman ki kurt kuzunun güvencesi olur, işte o zaman egemen olan da ezilenin güvencesi olabilir. Yani olmaz.
28
Onun için dizlerinin üstüne çöküp yalvarman boşuna.
İyisi mi sen şaklabanlık yapmaya ya da başkalarının acıları üzerine şiirler yazıp paralar kazanmaya devam et. Bu sana daha çok kazandırır. Ne diyordun bir şiirinde: “Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim Ve hiç bir mahkeme tutanağında geçmedi adım Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece…” Gerçi bu şiirde durumunu biraz abartmışsın, sen çatışmaların ortasında değil kenarında yer aldın. Acıları ve ölümleri izledin ve sonra da bunların tüccarlığına soyundun. Başkaları acı çekti, bedel ödedi, senin gibi akbabalar ise yaşanan acılar üzerine, yıkılan yaşamlar üzerine kendinize yaşam kurdunuz. Ne demişti sevgili şair: “Geçer devran, takvimler el değiştirir. Gün gelir zulüm de göçer uzağı gören çocuklar bilir gelecek uzun sürer…” Güzel demiş sevgili şair. İyisi mi, sen ve senin gibiler diz çökme hakkınızı o güne, yani zulmün göç edip, zulüm görenlerin göçten geri dönecekleri o gelecek zamana saklayın, çünkü buna ihtiyacınız olacak.
Komünist Zemin
Almanya’ da ki Devrimci Güçler ve Antifaşist Mücadele1 Dipnot Yerine: Almanya’daki faşizm olgusunun gerek 1933 yılına kadarki süreci, gerek 1933 yılından 1945’e kadarki iktidar süreci, gerekse de bugüne kadarki süreci ve bugünü incelendiğinde; bu olgunun gerek dayandığı dinamikler bakımından, gerekse de hedef kitlesi bakımından var olan klasik marksist tezler ile örtüşmediği görülecektir. Burada asıl tartışmak istediğimiz bu olmadığından bu noktanın detayına girmiyor, burada tartışmak istenilenin anlaşılabilmesi bakımından, bu noktanın da göz ardı edilmemesi gerektiğinin altını önemle çizmekle yetiniyoruz. Almanya’da faşizm karşıtı, yani antifaşist mücadele olarak adlandırılanı tartışmadan önce, olayın kendisini, yani faşizmi ve buna bağlı olarakta antifaşist olmayı, bu çerçevede mücadele etmeyi ve bu mücadelenin gerek öznelerinin kimler olduğunu, gerekse de hedeflerinin neler olduğunu tartışmak gerekiyor. Ki, ne birileri bir kaşık suda fırtına koparabilsinler, ne de bugüne kadarki yanlışlarının cevabını yeni yanlışlarda arayıp, sonra da doğruyu bulduk diye eski yanlışı boyayıp yeniden pazara çıkararak eşe-dosta satmaya kalkışmasınlar. KLASİK MARKSİZMDE FAŞİZM TEORİSİ VE BU TEORİNİN AÇMAZLARI ÜZERİNE2 Klasik Marksist teoride faşizmin ele alınışında çıkış noktası şudur; faşizm, esas olarak küçük burjuvaziyi peşine takarak işçi sınıfının örgütlü gücüne saldırır ve bu yolla iktidar olur. Ve iktidar olduktan sonra da bu tavrını aynı şekilde sürdürür. Klasik marksist teoriye göre faşizme karşı mücadelenin özneleri ise; işçi sınıfının örgütlü gücü önderliğinde, çeşitli sosyal kesimlerdir. Bu teori ve strateji genel hatları ile doğru olmakla birlikte, eksiktir. Şöyleki, bazı durumlarda işçi sınıfının önemli bir kısmı faşist hareketin peşine takılabilir ve bu durumda, antifaşist mücadeleyi vermek işçi sınıfının küçük bir azınlığının yanı sıra; devrimci güç-
lere, eşcinsellere, engellilere ve eğer bu ülke bir batı avrupa ülkesi ise; işçi ve işveren göçmenlere, Roma – Sinti’lere, Yahudiler’e; bu ülke Türkiye ise, kürtlere; Bulgaristan ise, türklere ve her ülkeye göre değişebilecek olan çeşitli sosyal topluluklara düşebilir. Biraz daha açacak olursak; örneğin Italya’da Mussolini; İspanya’da Franco ve yoksul ülkelerde faşizm olgularını incelediğimizde görürüz ki faşizm, gerek iktidar olurken gerekse de iktidar olduktan sonra; tamda klasik marksist teoride izah edildiği gibi bir yol izlemiştir. Ama, Almanya’da Hitler iktidar olurken ve iktidar olduktan sonra, hiçte klasik marksist teori de izah edilene uygun bir yol izlememiştir. Ve iktidar olma sürecinde işçi sınıfının önemli bir kısmının, iktidar olduktan sonra ise, ezici bir çoğunluğunun fiili ya da pasif desteğini almıştır. Faşist hareketin Batılı zengin ülkelerde ki bugünü değerlendirildiğinde ise, durum çok daha vahimdir; Avusturya’da yapılan son seçimlerde faşist parti seçimlerde kullanılan oyların %30’unu almıştır. Keza, Almanya’da faşist hareket işçi sınıfı içerisinde ciddi bir sempati uyandırmış ve bundan dolayıdır ki, SPD ve CDU gibi burjuva partileri programlarını ve politikalarını büyük ölçüde faşizanlaştırarak, tabanlarının faşist partilere kaymasını engelleme yoluna gitmişlerdir. Fransa’da ise, faşist partinin oy oranı %15’tir. Batılı ülkelerde ki bu durum; iktidarda ki ya da muhalefette ki düzen partilerinin faşist hareketin parolalarını, politikalarını ve hedeflerini büyük ölçüde benimsemelerine ve hayata geçirmelerine rağmen böyledir. Şimdi, biri biri ile önemli farklılıklar arz eden bütün bu örnekleri, klasik marksizm de ki faşizm ve faşizme karşı mücadele anlayışı ile açıklayabilmek mümkünmüdür? ANTİFAŞİST OLMAK NEDİR, NE DEĞİLDİR? Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, antifaşist olmak için kelimenin devrimci anlamında solcu olmak gerekmiyor. Örneğin bugün Al29
Komünist Zemin manya’da yaşayan bir göçmenin, sırf göçmen olduğu için antifaşist olması pek tabii ki mümkün, hatta çoğu zaman kaçınılmaz bile olabilir. Üstelik bu göçmen, gelmiş olduğu ülkede faşizan bir partiye sempati bile duymuş ya da halen duyuyor olabilir. Üstelikte bu göçmen, bir işveren bile olabilir. Yine aynı şekilde, İsrail Devleti’ne bağlı ve onu destekleyen bir Yahudi, Almanya’da antifaşist olabilir. Tıpkı bir Türk’ün, Almanya’da ırkçılığın kurbanı olurken, Türkiye’de ırkçılığın avcısı olmaya soyunması gibi.
Bu da demektir ki, antifaşist mücadelenin özneleri oldukça değişik, hatta birbirleri ile ciddi bir çatışma halinde olan sosyal sınıflar ve gruplardır ve bu sınıflar ya da sosyal gruplar, birbirleri ile çatışmalı durumlarına rağmen, faşist bir yükseliş karşısında yan yana durabilirler. Buradan devam edecek olursak, birbirleri ile çatışmalı bu güçlerin, faşist bir rejime karşı olmak bazında birlikte mücadele etmeleri çoğu zaman kaçınılmaz olabileceği gibi; yine aynı şekilde, bu cepheye katılanların bir kısmının kapitalizme karşı olmayacakları ve kendilerini bir burjuva “cumhuriyeti” için mücadele ile sınırlayacakları da muhakkaktır. Bu da bize gösteriyor ki, antifaşist olmak için devrimci ya da antikapitalist olmak gerekmiyor. Dolayısıyla da, antifaşist mücadelenin bileşenlerinin tümünün ille de antikapitalist bir hedefe sahip olması gerekmiyor. Peki, hal böyle iken, kelimenin devrimci anlamında solcu olan birinin kendisini antifaşist olarak tanımlaması doğru mudur? Tabii ki, hayır. Çünkü antifaşist olmak siyasal bir kim30
liğe tekabül etmez ve devrimciler, kapitalizme ve onun bütün kurumlarına karşı savaştıklarından, antifaşist olmaktan yola çıkarak kendilerini devrimci olarak tanımlayamazlar. Çünkü faşizm, kapitalizmden bağımsız bir olgu değildir. Bilakis onun rejimlerinden yalnızca ve yalnızca birisidir. Almanya’da ki devrimci çevreler olayı bu şekilde ele almadıkları içindir ki, kendilerini anti castorcu (atom çöplerinin Almanya sınırlarına gömülmesine karşı oluşturulmuş harekete verilen ad.), antifaşist, anti ırkçı, anti savaşçı (yani barışçı), yoksul ülkelerin ya da yoksul ülkelerdeki “kurtuluş” hareketlerinin dayanışmacısı vb. biçimlerde tanımlıyorlar. Ve bu tanımlardan yola çıkarak kapitalizmi tanımlamaya ve ona karşı mücadele perspektifleri ve stratejileri geliştirmeye çabalıyorlar. Hâlbuki yapılması gereken tam tersi olmalıdır. Yani, kendilerini devrimci olarak tanımlayıp, bunun gereği olarak da kapitalizmi bir bütün olarak sorgulamalıdırlar. Bununla da kalmayıp, bütünlüklü devrimci bir program oluşturmaya ve bu programı hayata geçirecek yetenekte devrimci bir örgüt inşa etmeye yönelmelidirler. Aksi taktirde, gelecekte yaşanacaklar, bugüne kadar yaşanılanlardan farklı olmayacaktır. Ama görünen odur ki, bugüne kadarki süreçten hiç bir ders çıkartılamamıştır ve halen daha antifaşist mücadeleden yola çıkarak, kapitalizme karşı mücadele geliştirilmeye çalışılıyor. Ve bu mücadelenin neden bir türlü antikapitalist mücadeleye dönüştürülemediği tartışılıyor. Almanya’daki devrimci çevrelerin, yukarıda izah etmeye çalıştığımız açmazlarını bir yana bırakıp, onların, bugüne kadar ki anlayışlarından ve duruşlarından yola çıksak ve bunun bir an için doğru olduğunu kabul etsek bile; bu çevrelerin büyük bir yanlışın ve çıkmazın içerisinde olduklarını görürüz. Şöyleki, hedefleri ne olursa olsun, ne ile sınırlı olursa olsun, her toplumsal ya da siyasal hareketin hedefine ve stratejisine temel teşkil edecek özne ya da öznelere ihtiyacı vardır. Örneğin, dünya devriminin öznesi, dünya işçi sınıfıdır. Anti Emperyalist mücadelenin öznesi, emperyalizmin hegemonyasına karşı olan bütün güçlerdir. Ulusal baskıya karşı verilen mücadelenin öznesi, bizzat bu ulusal baskıya maruz kalanlardır. Irkçılığa karşı mücadelenin öznesi bizzat bu ırkçılığın mağduru olanlar-
Komünist Zemin dır. Erkek egemenliğine karşı yürütülen kadın kurtuluşu mücadelesinin öznesi kadınlardır. Heteroseksizme karşı mücadelenin öznesi eşcinsellerdir. Engellilere karşı var olan aşağılama ve engellemelere karşı mücadelenin öznesi yine engellilerdir. Bu demek değildir ki, bu mücadeleler yalnızca kendi öznesi olanlar ile sınırlı kalacaktır. Tabii ki, bu mücadelelere toplumun farklı kesimleri de sahip çıkıp, katılacaktır. Ama özgün bir hareket kendisini düşmanına karşı örgütlerken kendi özne ya da öznelerine dayanmak; onu örgütlemek zorundadır. Peki, ya Almanya’daki devrimci güçlerin faşist harekete karşı vermiş oldukları “mücadele”nin öznesi ya da özneleri hangi toplumsal güçlerdir? Bu mücadelenin hedefi, programı, perspektifi ve örgütlülüğü olmadığı gibi, özneleri de yoktur. Bu hareket, kendinden menkul bir harekettir. Ve bu hareketin bir yere varabilmesi mümkün değildir. Bu hareketin içinde yer alan güçleri iki ayrı grupta kategorize etmek gerekirse: birinci grup, Otonomlar ve Liberterler’den oluşmaktadır.
Bu grupta yer alanlar, genellikle orta halli ailelerden gelen ve yaşları itibari ile oldukça genç olan insanlardır. Ciddi hiç bir programları, stratejileri ve örgütlenmeleri yoktur. Hem olmadığından yoktur, hemde büyük kısmı bu tür şeylerin karşısında olduğu için yoktur. Bu çevrenin insanları, genellikle yaşamlarında uğranılması gereken bir durakmış gibi bu hareketin içine gelirler ve heveslerini alınca da geldikleri yere geri dönerler. Onların davranışlarını ve siyasetlerini belirle-
yen düşmanlarıdır. Ve bu hareket, esas olarak bir reaksiyon hareketidir. Bu grubun antifaşist mücadeleden anladığı ise; faşistlerin miting ya da yürüyüşlerine karşı, karşı yürüyüşler, eğlenceler (onlar buna “dayanışma gecesi” diyorlar) düzenlemek ve muhatabı belli olmayan dayanışma çağrıları yapmaktır. İkinci grup; stalinist, maoist, troçkist ve orta yolcu solculardan oluşmaktadır. Bu grupta yer alanların kendilerine ait programları, örgütleri ve daha somut hedefleri olmakla birlikte; gerek programları, gerek politik tutumları ve gerekse de pratikleri bakımından bu grupta yer alan güçler, sosyal demokrasinin sol kanadı olarak işlev görmektedirler. Bu grupta yer alan güçler, otonom ve liberter çevrelerden farklı bir pratiğe sahip değildirler. Bu grupta yer alan güçler, faşist harekete karşı mücadele için işçi sınıfını, işçi örgütlerini, yahudileri, göçmenleri, eşcinselleri ve engellileri birlikte mücadele etmeye çağırıyor olsalar da, ne bu güçleri harekete geçirebilecek güce sahiptirler, ne de bu güçlerin cephe birliğini sağlamaları mümkündür. Çünkü bugünkü durumda faşist hareket, Alman işçilerini tehdit etmemektedir; aksine göçmen işçilere karşı tutumu itibari ile Alman işçileri içerisinde ciddi bir sempati uyandırmaktadır. Bu durumda göçmen işçiler ile Alman işçileri birlikte mücadeleye çağırmak, kulağa hoş gelen bir seda olmaktan öte bir şey ifade etmemektedir. Zaten bu grupta yer alan güçlerin asıl maksatları da faşist harekete karşı bir strateji oluştumak değildir. Dolayısı ile de onların, bütün bu güçleri aynı cephede mücadele etmeye çağırıyor olmalarının nedeni; bu konuda bir stratejilerinin oluşu değil, var olan klasik tezler böyle emrettiği içindir. Bir de, bu iki devrimci grubun dışında “antifaşist” seferberlik başlatan bir başka grup daha vardır. Bu grup ise, devlet patentlidir ve içinde SPD, Yeşiller, Sendikalar, Kiliseler ve toplumsal patlamaların önünde subab işlevi gören Sosyal Örgütler yer almaktadır. Bu grupta yer alan güçlerin, faşist harekete karşı seferberlik çağrılarının maksadı, Alman devletinin şu anki çıkarlarının gereğidir. Bu grup içinde yer alan güçler, gerek tartışmak istediklerimiz ile aynı çerçevede değerlendirilemeyeceğinden, gereksede bu tartışmanın muhatabı olamayacaklarından, onları, burada zikretmekle yetiniyoruz. 31
Komünist Zemin SONSÖZ YA DA İLKSÖZ YERİNE Bir kez daha belirtmek gerekir ki, bugün için Almanya’da faşist bir rejim tehlikesi ya da tehdidi yoktur. Bugünkü koşullarda ne burjuvazinin saltanatı tehdit altındadır, ne onu sarsan bir işçi sınıfı mücadelesi söz konusudur, ne otorite ya da yönetememe sorunu vardır, ne de bütün bunların ifadesi olan devrimci bir durum söz konusudur. Aksine, burjuvazi meydanda at oynatabilecek kadar muhalefetsiz ve rahat bir dönem yaşamaktadır. Bunun da ötesinde, SPD, CDU, Yeşiller vb. burjuva partileri, faşist partilerin programlarını büyük ölçüde hayata geçirme performansı göstermektedirler. Bu durumda, faşist bir rejimi burjuvazi açısından gerekli ya da kaçınılmaz kılabilecek her hangi bir durum söz konusu değildir. Her ülkede olduğu gibi Almanya’da da faşist bir hareket vardır. Ve her yerde olduğu gibi Almanya’da da devrimcilerin politik varlık sebebi, kapitalizme ve onun bütün iktidar biçimlerine karşı topyekün mücadele yürütmektir. Tabii ki, SPD ve CDU gibi burjuva partilerine ve burjuvazinin parlamenter diktatörlüğüne karşı verilecek mücadelenin araçları, yöntemi ve özneleri ile NPD ve DVU benzeri faşist partilere karşı verilecek mücadelenin örgütlenmeleri, biçimi, yöntemi ve özneleri aynı olmayacaktır. Hiç kuşkusuz faşist harekete karşı bu hareketin hedef kitlesi olanların öz savunma örgütleri oluşturularak, etkili bir karşı koyuş örgütlenmeli ve faşist odaklar dağıtılmalıdır. Ama bugün özel olarak faşizme karşı mücadeleyi mücadelenin merkezine oturtmak gerçekçi değildir. Bugün yapılması gereken, faşist harekete karşı verilen mücadeleyi, kapitalizme karşı verilen mücadelenin bir parçası olarak mütalaa etmek ve bu çerçevede davranmaktır. Fakat Almanya’da 1933 öncesi süreçte olduğu gibi öylesi bir dönem olur ki, faşist bir iktidara
karşı mücadele birçok şeyin önüne geçer ve sosyal demokrat örgütlerden, sendikalardan, göçmenlerden, işçi sınıfından, eşcinsellerden, engellilerden ve daha birçok toplumsal gruptan oluşan bir antifaşist cephe örgütlemek kaçınılmaz olabilir. Yine, 1936 İspanya’sında; 1944 – 45 Italya’sında; 1944 – 45 Yunanistan’ında; 1945 Yugoslavya’sında olduğu gibi öylesi durumlar olur ki, antifaşist mücadele ile antikapitalist mücadele iç içe gelişebilir. Ama bu örneklerdeki gibi durumlar her zaman olacak şey değildir ve bu tür durumlar ancak fiili savaş durumunun ya da fiili bir savaşa yol açabilecek güç dengelerinin olduğu momentlerde söz konusu olur. Ve benzeri durumlarda devrimci güçler, antifaşist bir cephe örgütleyerek ya da böyle bir cephe varsa içinde yer alarak antifaşist mücadeleyi antikapitalist mücadeleye dönüştürmek için mücadele ederler. Tıpkı, bu cephede yer alan diğer güçlerin antifaşist mücadeleyi kendi hedeflerine dönük bir mücadeleye dönüştürmek istemeleri gibi, devrimci güçler de bu mücadeleyi kendi nihai hedeflerine dönük bir mücadeleye dönüştürmek için savaşırlar. Bu demek değildir ki devrimci güçler, antifaşist mücadeleye yalnızca bu mücadeleyi kendi nihai hedeflerine dönüştürmek için katılırlar. Bilakis, ertelenmez bir zorunluluk olarak bu mücadeleye katılırlar, ama faşizme karşı burjuva “cumhuriyeti”ni savunmak için değil, faşizme karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadelenin bir ayrılmazı olarak gördükleri için bu mücadelede yerlerini alırlar. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç ise şudur: devrimcilerin bugünkü politik varlık sebebi; kapitalizmin imhasına dönük devrimci bir programa, stratejiye, örgüte ve pratiğe sahip olmak olmalıdır. Faşist harekete karşı mücadele ancak bu çerçevede ele alınırsa tarihin tekerrür etmesi engellenebilir. Aksi taktirde hem devrimci hareketin kendini tekrar etmesi hem de tarihin tekrarı kaçınılmaz olacaktır.
1
Bu metin, Almanya’da yaşayan ve aynı zemini paylaştığımız arkadaşlar tarafından yayınlanmakta olan “Die Revolutionäre Glut“ dergisinde almanca olarak yayınlanmıştır. Yaşadığımız coğrafyadaki devrimci hareket küçümsenmeyecek bir anti-faşist mücadele geleneğine sahiptir ve Almanya’da yaşayan Türkiyeli ve Kürdistanlı nüfus dolayısıyla Almanya’da olup bitenlere yakın ilgi duymaktadır. İşte bu iki nedenden dolayı biz de bu metni dergimizde türkçe olarak yayınlamayı anlamlı bulduk.
2
Bu metinde yürütülen tartışmada sorun, klasik Marksizm de ki faşizm ve faşizme karşı mücadele bağlamında ele alınmıştır. Bunun ise, iki nedeni vardır: birinci neden, Marksizm dışı güçlerin (stalinistler, anarşistler ve otonomlar) bu hususa ilişkin ya bir anlayışları ve stratejileri yoktur, ya da bu husustaki anlayışları ve stratejileri tamamı ile mahkum edilmesi gereken bir niteliğe sahiptir. İkinci neden ise, klasik Marksizm de ki faşizm ve faşizme karşı mücadele anlayışı ve stratejisi, bütün açmazlarına ve eksik yanlarına rağmen; devrimci anlamda muhatap alınabilecek tek alternatif durumundadır.
32
Komünist Zemin
“Ezilenlerin İdeolojisi” Söylencesi Üzerine Ezme ve ezilme ikilemi toplumların, onun sosyal katmanlarının ve bireylerinin yaşamında kendi başına bir neden değil, sınıflı toplumlardaki çıkarlar mücadelesinin bir sonucudur. Yarattığı sorunlar ve bu sorunlardan ortaya çıkan sonuçlar öylesine karmaşıktır ki, nerede kimin ezen kimin ise ezilen olduğu birbirine karışır. Yere, zamana, koşullara ve çıkarlara göre ezenle ezilen değişkenleşir ve birbirleriyle yer değiştirir. Ezen egemenin karşısında ezilen olanın kendisi bir başkasının karşısında ezen egemen olabilir. Ya da, tarihsel ve sosyal koşullar değiştiğinde ezilen olan ezen egemenle hızla yer değiştirerek kendisini ezilen konumundan ezen konumuna yükseltirken, ezenini ezilen konumuna itebilir. Bu nedenledir ki, ezenlerin her zaman ve her durumda ait oldukları ortak bir sınıf kimlikleri yoktur, dolayısıyla ezilenlerinde. Ortak bir sınıfa ait olmayan ezenlerin çoğunlukla ortak stratejik çıkarları da yoktur. Bu durum ezilenler için de aynen geçerlidir. Yine, ezilenlerin kendilerini ezenler karşısında ezilmelerine yol açan şeyler ve bunlardan kaynaklı olarak yaşadıkları sorunlar da ortak değildir. Dolayısıyla da aynı sınıftan olmayan ezilenler çoğunlukla ortak bir düşmana da sahip değildirler. Bu nedenle, ortak bir sınıf aidiyetine sahip olmayan ezenler karşısında, yine ortak bir sınıf aidiyetine sahip olmayan ezilenlerin bir bütün olarak tümü için geçerli olabilecek olan ortak bir kurtuluş projesi ve birlikte bir gelecek tasarımı da olamaz. Olsa olsa aralarında süreli ve geçici ittifaklardan, dolayısıyla da göreceli ortak çıkarlardan söz edilebilir. Bu durumu daha anlaşılabilir kılmak için farklı örneklerle açıklamaya çalışalım: Yahudi toplumu yüzyıllardır dünyanın hemen bütün coğrafyalarında diğer egemen topluluklar tarafından horlanıyor, dışlanıyor, baskı altında tutuluyor ve hatta toplu kıyımdan geçiriliyordu. Dünün ezileni ve mağduru olan
Yahudiler, bugün Siyonist İsrail devleti aracılığıyla Filistin halkı üzerinde ezen, horlayan, baskı altında tutan ve katleden egemen olabiliyor. Düne kadar Irak’ta BAAS rejiminin baskısı altında yaşayan, horlanan ve katledilen Kürtler, Irak Arap toplumu karşısında ezilen iken, bugün ABD’nin Irak’ı işgal edebilmesinin işbirlikçisi olmuş ve ezilen olmaktan çıkıp eski ezeni karşısında ezen egemen güç olmaya soyunmuştur.
Bir dönem Osmanlı’nın hâkimiyeti altındaki Balkanlara yerleştirilen Türkler, oradaki yerli halklar üzerinde dönemin hâkim gücü ve ezenleri iken, şimdi aynı topraklarda – Bulgaristan, Yunanistan, Bosna– azınlık ve ezilendirler. Bir Kürt patron ile Kürt işçisini düşünelim; her ikisi de Kürt oldukları için yüzyıllardır yaşadıkları coğrafyayı istila ederek bölgenin egemen gücü olan Türkler karşısında ezilen durumundadırlar. Dolayısı ile her ikisi de ulusal kimlikleri nedeniyle yaşadıkları bu ortak ezilmişlikleri karşısında ortak egemenlerine
33
Komünist Zemin karşı ortak politik bir duruşa sahip olabilmektedirler. Ama bu ortaklıkları, birbirine karşıt farklı sınıf çıkarları gündeme geldiğinde, -iş kanunu, asgari ücretin belirlenmesi, toplu iş sözleşmesi, grev, sigorta, sosyal güvenlik, çalışma saatleri, vergi kanunu v.s. gibi üretimle ilgili meselelerde- Kürt patronun Kürt işçilerinin karşısında Türk patronlarla ve Türk devletiyle ortak saflarda yer alabilmesini engellemeye yetmemektedir. Aynı örnek tersi içinde geçerlidir; Türk patronla Türk işçileri politik olarak Kürtlere karşı birlikte ortak ezen olabilirlerken, farklı sınıfsal çıkarları nedeniyle birbirleriyle karşı karşıya da gelirler. Erkeklerin baskısına, aşağılamasına, tacizine, tecavüzüne ve şiddetine maruz kalarak erkekler karşısında ikinci planda kalmak ve ezilen cins olmak kadınların ortak sorunuyken, kadınların birbirleri ile karşı karşıya gelmelerine, birbirlerine karşı ezen ve ezilen olmalarına neden olan bir dizi bölünmüşlükleri vardır. İki kadın düşünelim, biri bir işveren, öteki onun yanında bir işçi. Kadınlık durumları erkekler karşısında onları birbirine yaklaştırırken, sınıfsal durumları ve çıkarları onları birbirinden uzaklaştırarak kadın işçileri erkek işçilere, kadın patronları erkek patronlara yakınlaştırır.
Örnekler yüzlerce kez çoğaltılabilir. Ezilen kimlikleri üzerinden bir topluluk hareketi olarak ortaya çıkan bu toplumsal-sosyal hare-
34
ketler, ortaya çıkarken herkes için iyi, yaşanabilir ve eşit bir hayat talebi ileri sürmezler. Bu toplumsal hareketlerin amacı genellikle kendi ezeninin boyunduruğundan kurtulmak ve kendi ezeniyle eşitlenmek ile sınırlıdır. Ve ezilenler diye tanımlanan topluluklar, bir ilişki karşısında ezilen iken, aynı anda başka bir ilişkinin de ezeni durumunda olabilmektedirler. Bu nedenle sınıflı dünyada her ezilen toplumsal kesim, aynı zamanda bir başka ezilenin ezenidir de. Dolayısıyla da ezilenlerin tüm ezilenler için toptan ve ortak bir kurtuluş projeleri, doğal olarak ta ortak ideolojileri olamaz. Sonuç olarak; dünya çapındaki sosyal örgü, patronun işçiye, erkeğin kadına, ailenin çocuklara, beyazın siyaha, kuzeylinin güneyliye, batılının doğuluya, hiristiyanın müslümana, sünninin aleviye, Türk’ün Kürt’e, zengin ülkenin yoksul ülkeye egemenliği gibi v.s. v.s. v.s. ezme-ezilme ilişkileri toplamıdır. Ve her ezen kişi ya da topluluk, ezmiş olduğu kişinin ya da topluluğun karşılığında kendisi için sosyal ve iktisadi bir çıkara ve ayrıcalığa sahip olmak için yapar bunu. Dünyanın mevcut düzeni en üsttekiler, üsttekiler, onun altındakiler ve en alttakiler biçiminde bilinen kaba bir piramit değildir. Kendi içinde üsttekileri ve alttakileri olan, birbirinin üstüne dik ve ters oturtturulmuş piramitlerden oluşmuş tabakaları olan ve her piramit tabakasının bir diğerinin üstüne oturtturularak tamamlanan, dev ve karmaşık bir piramitler silsilesidir. Yani, piramitler toplamının piramididir. Elbette ki bu piramitler toplamından oluşan dev piramidin hem tamamının hem de içindeki her piramidinin ezen ve ezilenlerden oluşan şekillenmesinin arkasında toplumun mülkiyet üzerinden sınıflara bölünmüş olması, dolayısıyla da birbirlerinden farklı çıkarlara sahip olması yatmaktadır. Dev piramidin içinde yer alan her piramitçiğin kendi içindeki devinim, ezilenin kendi egemeninden kurtulma, onunla eşitlenme ve onunla yer değiştirme mücadelesidir. Bu mücadelede ezilen olan kendi egemenine karşı giriştiği mücadelede geçici bir haklılığa sahiptir. Fakat kendisi egemeniyle eşitlendiği yahut onunla yer değiştirdiği andan itibaren egemenine benzeyerek bu haklılığını kaybeder.
Komünist Zemin Görüldüğü üzere ezilenin kendi egemenine karşı yürüttüğü onunla eşitlenme ve ondan kurtulma mücadelesi tüm ezilenlerin kurtuluşu için evrensel bir referans olamaz. Çünkü ezilenin kendi piramitçiği içindeki bu mücadelesi, eşitsizliğin, dolayısıyla da ezmenin ve sömürmenin kaynağı olan dev piramidin tamamının yıkılması ve onu var eden egemen anlayışın sonsuza dek ortadan kalkması amacını gütmemektedir. Bunun aksine hedefi kendi piramitçiği içindeki statüsünü değiştirmeye, ya da bir üst piramide sıçramaya yönelik olan bir mücadeledir bu. Bunun da anlamı, egemen düzenin kendi içinden yeniden düzenlenmesi anlamına gelir ki, ona içsel devinim kazandırdığı, sınıfsal çatışmaların üstünü örttüğü, silikleştirerek ertelenmesine yol açtığı ve karmaşıklaştırdığı için bunlar sistem içi harekettirler. Bu bakımdan bu sosyal hareketler bir bütün olarak kapitalizm tarafından tamamıyla reddedilmedikleri gibi, onun ihtiyaçlarına ve çıkarlarına hizmet ettikleri sürece onun tarafından destekte görürler. Aynı zamanda ezilenlerin bu mücadelesi yalnızca kendi kurtuluşlarının öznesi olma çabasıdır ki, bunun bir başka anlamı da şudur; ezme-ezilme ilişkilerinin ve ezilen kimliklerin varlığını sürdürmeye devam etmesi, diğer ezilenlerle kendi arasına mesafe koyması, böylelikle de insanlığın egemen anlamdaki bölünmüşlüğünün sürdürülmesi ve egemen düzenin varlığını sürdürebiliyor olmasına hizmet ediyor olmasıdır. O halde ezilenlerin ezilmelerine yol açan nedenlerinin birbirinden farklılığı, hatta kimi zaman birbirlerine karşı ezen konumunda olmaları, çıkarlarını ve sorunlarının çözüm yollarını da ayrıştırır, birbirinin karşısına koyar ve birbirleriyle çatışmalarına yol açar. Dolayısıyla, bir bütün olarak ezilenlerin ne ezilen kimlikleri üzerinden stratejik olarak birbirleriyle kader birliği yapabilmeleri olanaklı ve söz konusudur, ne de ortak kurtuluşları mümkündür. Olsa olsa aralarında piramit içi süreli ve geçici taktik ittifaklar mümkün olabilir. Ezilenlerin bu mücadeleleri piramit içi –sistem içi– bir mücadeledir ki, dev piramidin, yani egemen düzenin kendisine devinim ve refleks kazandırır. Kaldı ki, kapitalist dünya düzenini ve bu düzenin toplumsal işleyişini oluşturan egemen anlayış olan burjuva anlayış, kendi niyetini ve çıkar-
larını insanlığın birbirlerine karşı ezenler ve ezilenler olarak defalarca bölünmüşlüğünün ve bu bölünmüşlükten kaynaklanan çatışmalarının ardına saklar. Ve böylelikle de varlığını güven içinde sürdürmeye devam eder. Öyle ise, ezilen olsalar bile çıkarları ve kaderleri ortak olmayanların mevcut sistem içi pozisyonlarını koruyarak ortak bir amaç ve ideoloji etrafında toplanabilmeleri de olanaklı değildir. O halde; ortak bir stratejiye, ortak bir çıkara, ortak bir amaca ve gelecek tasarımına sahip olamayan ezilenlerin ortak ideolojileri de olamaz. Ortak ideolojinin bir başka özelliği ise şudur; yaşama egemen olan bir ideolojiyi imha etmeye yönelik olması, bunun da ötesinde doğrudan onun yerine egemen olmayı hedeflemesidir. Ortak ideoloji; ortak varoluşu, ortak geleceği, ortak çıkarı, ortak düşmanı ve ortak nihai kurtuluş için iktidar olma zorunluluğunu gerektirir. Bu ortaklığa ve amaç birliğine sahip olmayan toplulukların, ortak bir ideolojiye sahip olmaları söz konusu olamaz. Yani; eşcinsel olduğu için ezilen patron ile işçi olduğu için ezilen ve sömürülen işçinin, kadın olduğu için ezilen burjuva bir kadın ile onun sömürdüğü işçi bir kadının, Kürt olduğu için ezilen ve baskı altında tutulan bir Kürt burjuva ile Kürt işçisinin ortak kurtuluşu ve bu ortak kurtuluşun bir aracı olarak ortak iktidarı mümkün olmadığı için, ortak ideolojiye sahip olmaları da mümkün değildir. Mesela burjuvazi ortak bir ideolojiye sahiptir. Çünkü ortak varoluşa, çıkarlara ve geleceğe mahkûmdur. Burjuvazinin kendi iç çatışmaları onun ortak bir ideolojiye sahip olmasına engel değildir.
Keza işçi sınıfı ortak bir ideolojiye sahiptir. İşçi sınıfı kendi içinde her ne kadar bölün-
35
Komünist Zemin müş olsa da, bu bölünmüşlük onun ortak bir ideolojiye sahip olmasını engellemez. Yine aynı şekilde erkekler ortak bir egemen ideolojiye sahiptir. Erkekler kendi içinde farklı ve birbirine düşman sınıflara bölünmüş olsalar da, bu bölünmüşlüğe rağmen onları kadınlar karşısında ayrıcalıklı kılan ortak bir ideolojiye sahip olmalarına engel değil. Bunun aksini iddia etmek gerçekçi olmadığı gibi, Marksizm’in temelini oluşturan “Tarih sınıf savaşları tarihidir” anlayışının, dolayısıyla da Marksizm’in reddi anlamına da gelir. Gerçi bu yeni bir şey değildir. Bu tür bir anlayış Marks’tan önce olduğu gibi Marks’tan sonra da zaman zaman piyasaya sürülmüştür. Fakat daha öncekiler bugünküler kadar cesur davranıp “ezilenlerin ideolojisi”ni oluşturmaya pek cesaret edememiştiler. Tarihte ütopik sosyalistler, sosyal demokratlar, Stalinistler, Maocular, son yıllarda ise Lulalı, Chavezli ve Lafontenli Dünya Sosyal Forumu çevresi sınıf temelinde örgütlenme ve sınıfa karşı sınıf, savaşa karşı sınıf savaşı yerine, ezilenlerin ortak örgütlenmesi ve kurtuluşu anlayışını hep tekrarlayıp durdular. Ama bunların hiç birisi, bugün bazı devrimci çevrelerin yaptığı kadar ileri gidip de, “ezilenlerin ideolojisi”ni oluşturmaya varan, doğası gereği sınıf uzlaşmacılığına tekabül eden, devrimci saflarda ideolojik karmaşaya ve bilinç bulanıklığına yol açabilecek olan orijinalite arayışına da cesaret edememişlerdi. Bu orijinalite arayışçısı çevreler, etki alanları bakımından bugün için önemli bir etkiye sahip değildirler.
36
Dolayısıyla da söylediklerinin bugün için önemli bir tehdit oluşturması olası değildir. Ama önemli olan bu değildir. Önemli olan devrimci harekete bu bildik anti Marksist virüsün yeniden bulaşmış olmuş olmasıdır. Bilindiği gibi bu virüs de diğerleri gibi kendisi için uygun an ve uygun zemini bulduğunda hızla yayılıp, bütün organizmayı ele geçirebilecektir. Öldürmese de, bu virüsün yol açacağı tahribatı iyileştirmek komünist hareketin uzun yıllarını alacaktır. Onun için hiç zaman kaybetmeden bu virüse karşı durmak komünistlerin ertelenemez görevi olmalıdır. Bu virüsün anti-virüsü; tabii ki Marksizm’dir. Bu mücadeleyi yürütecek olan ise, Marksizm’in devrimci mirasını temsil eden Komünistlerdir.
Komünist Zemin
Ermeni Soykırımı, Orhan Pamuk ve Nobel Ödülü “Hepiniz cephe gerisinde Ermeni öldürmek için dolaşan katillersiniz. Hiçbiriniz cepheye gelip savaşmazsınız.” M. Kemal Atatürk
(Aktaran: Atatürk'ün arkadaşı Falih Rıfkı Atay, 1968 Dünya Gazetesi)
Burada tartışmak istediğimiz 1915’de yapılan Ermeni Katliamı ve bu düzlemde yapılan tartışmalar olmadığından, bu meseleye yalnızca geçerken değineceğiz. Bu mesele başlı başına bir yazı konusudur. Ama şu kadarını belirtmeliyiz ki, Türklerin tarihi, fetih ve katliamların tarihidir. Türkler de, egemen devlet olmuş, imparatorluk kurmuş diğer topluluklar gibi, başka coğrafyaları fetih yoluyla ele geçirmiş, ele geçirdikleri toprakların insanlarına kendi egemenliklerini dayatmışlardır. Direnişleri ve başkaldıranları ise, “vatana ihanet” suçlamasıyla cezalandırmışlardır.
İngilizler Hindistan’da, başlangıçta İspanyollar, daha sonra ise bir bütün olarak Batılılar
Kızılderili yurdu “Amerika”da, Fransızlar Kuzey Afrika da ne yapmışlar ise, Türkler de “Anadolu”da ve adım attıkları diğer coğrafyalarda aynısını yapmışlardır. Toprakları işgal etmişler, işgal edilen coğrafyada yaşayanlara kendi egemenliklerini dayatmışlar ve karşı çıkanları şiddetle cezalandırmışlardır. Özcesi; Türklerin Anadolu diye tanımlanan ve esasen Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların ve burada adlarını zikredemediğimiz başka toplulukların yaşadıkları coğrafyaya gelişleri, bu coğrafyaya egemen olmaları ve bu egemenliklerini bugüne kadar sürdürmüş olmaları zor yoluyla olmuştur. Ermeniler ise bu kanlı sürecin kurbanlarından yalnızca bir tanesidir. Bundan dolayıdır ki Orhan Pamuk’un, İsviçre'de yayımlanan Das Magazin adlı dergiye verdiği bir mülakatta, "Bu topraklarda bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü ve benden başka kimse bunu söylemeye cesaret edemiyor" sarf ettiği sözler doğrudur ama eksiktir. Orhan Pamuk’un sözünü ettiği 30 bin Kürt yalnızca son 20 yıllık savaşta öldürülenlerin bir kısmıdır. Peki ya daha öncekiler? Peki ya Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanlarında katledilenler? Salt Dersim isyanında onbinlerce Kürt süngülenip sulara atıldı. Değirmenlere, Ahırlara ve çukurlara doldurulup yakıldı. Keza Süryaniler de aynı akibete uğradılar. 1915’de iki milyonun üzerinde Asur-Süryani aynı güçler tarafından katledilmiş, sağ kalanlar ise sürgün edilmiştir. Yani, öyle resmi tarihte anlatıldığı gibi bu coğrafya gerek Osmanlı İmparatorluğu döneminde gerekse de onun mirasçısı olan Kemalist Burjuva Cumhuriyeti döneminde
37
Komünist Zemin “kültürler mozaiği” falan değildi ve bu topraklarda insanlar barış içinde yaşamadılar. Şurası kesin bir gerçektir ki, hiçbir sosyal topluluk, gönül rızası ile başka bir sosyal topluluğun egemenliği altında yaşamayı kabul etmez ve bundan dolayı mutlu olmaz. İşgalci ve sömürgeci Siyonizmin ideologlarından Vladimir Jabotinsky’in 1923’de kaleme aldığı ve Siyonizm’in kilometre taşı olarak kabul edilen “Demir Duvar” adlı makalesinde bu gerçeği şöyle dile getiriyor: “Ne şimdi ne de görünür gelecekte Araplar ile uzlaşmaya varmamız söz konusu bile olamaz. ...Her biriniz sömürgecilik tarihi üzerine az çok bir şeyler biliyorsunuz. Bir ülkenin, o ülkenin yerlisi olan insanların rızası ile sömürgeleştirilebileceğini kanıtlayan tek bir örnek gösterebilir misiniz? Böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır. ...Kızılderililer sömürgecilerin iyisine de kötüsüne de aynı uzlaşmaz şiddetle direndiler. ...çünkü nerede, ne zaman, hangi biçimde olursa olsun, sömürge olmak yerli bir halk için kabul edilemez bir şeydir. ...Biz Filistin’e karşılık ne Filistinlilere, ne de öteki Araplara hiçbir şey veremeyiz. Öyleyse gönül rızası ile anlaşamayız.” Bu satırlar her şeyi açıklamaya yetiyor aslında. Evet, resmi tarihe göre “Büyük Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında bütün halklar barış içinde ve mutlu yaşadılar.” Ama resmi tarihin barıştan kastettiği, bu halkların teslim alınması ve Osmanlı otoritesini kabul etmiş olmalarıydı. Ne zaman ki, bu halklar işgalci imparatorluğa karşı direnişe geçtiler, işte o zaman hep aynı klasik açıklama yapıldı: Yine “Dış güçler içeriden birilerini satın almış ve kışkırtmış”tı. Ve direnenler “vatan haini” idiler. Eğer insanların kendi yurtlarını işgalcilerine karşı savunmaları “vatana ihanet” ise, doğrudur, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler ve diğerleri “vatana ihanet” ettiler. Beyazlar karşısında Kızılderililer ne kadar “vatan haini” idiyseler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler de o kadar “vatan haini”dirler. İyi ki de öyledirler. Şimdi asıl tartışmak istediğimize, Orhan Pamuk’un Alfred Nobel adına verilen ödülü almasına ve bu ödülü kabul etmesine geçebiliriz. Ama önce adına ödüller verilen Alfred Nobel’den ve Nobel Ödülü’nün tarihçesinden kısaca söz edelim.
38
Alfred Nobel’in ve Nobel Ödülü’nün Kısa Hikâyesi Alfred Nobel, 1 Ekim 1833’te iflas etmiş bir iş adamının oğlu olarak dünyaya geldi. Tarihe ‘dinamitin mucidi’ olarak geçen Alfred Nobel, patlayıcılara olan düşkünlüğünü babasından aldı. 1837’de Alfred henüz 4 yaşında bir çocukken babası Immanuel Nobel, Saint Petersburg’a taşınır ve burada bir mayın fabrikası kurar. Zaman içinde Alfred Nobel’in patlacıyılara olan ilgisi artar. 1866 yılında yüzde 75 oranında nitrogliserini, yüzde 25 oranında emici bir toprak türü olan kieselguhr ile karıştırır ve dinamiti bulur. Bu buluşu, Nobel’in kısa sürede bütün Avrupa’da dinamit kralı olarak tanınmasına neden olur. 1879’da Paris yakınlarındaki Sevran’da bir laboratuar kuran Nobel, buradaki çalışmaları sırasında dumansız barutu keşfeder. Bu dönemde Fransa’ya karşı kurulan bir ittifakta yer alan İtalya ile işbirliği yapan Nobel, aleyhine başlatılan kampanyalar sonucunda Paris’i terk ederek İtalya’daki San Remo’ya yerleşir. Nobel, San Remo’da 1896 yılında beyin kanaması sonucu yaşama veda eder. Vasiyetinde, servetinin 1 milyon kronunun yeğenleri ve bir dönem âşık olduğu Sofie Hess arasında paylaştırılmasını, geri kalan 33 milyon 200 bin kronunu da her yıl “insanlığa hizmette bulunanlara” sunulmasını istemişti. Bu ödüller fizik, kimya, tıp ya da fizyoloji, edebiyat ve barışa hizmet olmak üzere toplam beş dalda verilecekti. Nobel’in bu vasiyeti önceleri büyük tartışma yaratır. Ancak 1900 yılında İsveç Hükümeti Nobel Vakfı’nı kurar. Bu yıldan sonra da Nobel Ödülleri düzenli olarak verilmeye başlanır. Nobel Edebiyat ödülleri her yıl Alfred Nobel'in sözleri ile “bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara” verilmektedir. İsveç Akademisi her yıl bu ödüle layık kişileri seçmektedir. Ve adına kurulan Nobel Vakfı’nı parası, Alfred Nobel’in hissedar olduğu
Komünist Zemin Bosfors silah fabrikası üzerinden gelmektedir. Burada tartışılacak noktalardan biri Alfred Nobel’in “insanlığa hizmette bulunanlara” ödül verilmesine ilişkin vasiyetidir. Kimlerdir bu, “insanlığa hizmette bulunanlar? Bilindiği gibi Alfred Nobel de dinamiti bularak insanlığa hizmette bulunduğu iddia edilen ve tarihe bu biçimde geçenlerdendir. Birincisi, öyle bir çırpıda adlandırılacak bir insanlıktan söz edilemez. Çünkü insanlık kendi içinde bir bütün değil, uzlaşmaz çıkarlara sahiptir. Dolayısıyla da insanlığa hizmetten bahsetmek yalnızca bir aldatmacadır. Sınıflı toplumlarda yapılanlar ya sömürülenlere ya da sömürenlere hizmet eder. Buradan hareketle hemen belirtelim ki, Alfred Nobel, dinamiti bularak insanlığa değil, insanlığın bir parçası olan burjuvaziye hizmet etmiş, onun gelişmesine unutulmaz katkılar sunmuştur. Onun bulduğu dinamit sayesindedir ki, kapitalistler aşılamayacak dağları yıkmış, madenlere ulaşmış ve savaş sanayinde muazzam ilerleme kaydetmişlerdir. Tartışılacak bir başka nokta ise, bu zat adına verilen ödülün kimlere verildiğidir. Her ne kadar bu ödül zaman zaman rüşvet mahiyetinde Jean Paul Sartre ve Doktor Jivago’nun yazarı Boris Pasternak gibi yazarlara verilmiş ise de, esasen ya Batı değerlerine dokunmayan, hatta onları yüceltenlere verilmiş ya da Batı’nın düşman olarak belirlediği güçlere karşı propaganda aracı olarak kullanılmak istenen eserlere ve eserlerin sahiplerine verilmiştir. Örneğin; 1958 yılında, Doktor Jivago adlı ünlü romanı dolayısıyla Sovyet yazar Boris Pasternak’e verilmişti. Bilindiği gibi, Boris Pasternak, ünlü romanı Doktor Jivago romanında o dönemin “Sovyet” rejimini eleştiriyordu. “Soğuk Savaş” dönemiydi ve Batılılar bu eleştiriye hemen sahip çıkıp, onu kendi savaşlarının silahı durumuna getirmek istediler. Bunun için de Boris Pasternak’a Nobel ödülü verdiler ve ödülü alması için kendisini Batı’ya davet ettiler. Ama o gelmedi ve ödülü reddetti. Aynı şekilde Jean Paul Sartre de Nobel Edebiyat Ödülü 1964 yılında kendisine verildiğinde bu ödülü hiç tereddüt etmeden reddetmiştir.
Jean Paul Sartre’nin 1964 yılında Les Mots (Sözcükler) adlı yapıtıyla Nobel edebiyat ödülüne layık görülmüştü ama o, bu ödülü reddetmişti. Nihayetinde onun, sömürünün, savaşın ve sömürgeciliğin yarattığı kan ve gözyaşıyla beslenmiş bu ödüle ihtiyacı yoktu. Aynı ödüle layık görülen bir başka şahsiyet ise İngiltere Başbakanı Winston Churchill’di. Winston Churchill’e ödül, ‘yüksek insani değerleri savunan konuşmaları’ nedeniyle verilmişti. Ne garip değil mi, bir tarafta Jean Paul Sartre, diğer tarafta ise Winston Churchill. Ve Orhan Pamuk Orhan Pamuk’a gelecek olursak. Orhan Pamuk’un romancılığı ya da yazarlığı bir yana, Orhan Pamuk, yaşadığı coğrafyada olup bitenleri oldukça cesur bir biçimde dile getiren bir şahsiyettir ve iyi bir yerde durmaktadır. Yalnızca yaşadığı coğrafyada olanları değil, kendisi ve ailesi ile ilgili meseleleri tartışırken de oldukça iyi bir yerde durmaktadır. Bir söyleşide kendisine yöneltilen, “Aileniz her dönem CHP’ye yakındı değil mi?” sorusunu şu şekilde cevaplayabilecek kadar cesurdur: “Halk Partisi yakınlığı ailede hep vardı. Tabii Halk Partisi’ni sevecekler, çünkü Halk Partisi döneminde zengin oldular.” Orhan Pamuk’un asıl handikabı, yaşadığı coğrafyada olanları mahkûm ederken yüzünü Batı’ya dönüyor olmasıdır. Bu ise onu, daha ikinci adımda “suç ortağı” yapmaktadır.
39
Komünist Zemin Orhan Pamuk, resmi tarihin eleştirisini yaparken, bunu yaşadığı coğrafya ile sınırlıyor ve yaşadığımız gezegeni dünya yoksulları ve ezilenleri açısından tam bir cehenneme dönüştüren “Batı Uygarlığı”nın resmi tarihini, bu resmi tarih üzerine oturttuğu efsaneleri ve yaşadığımız coğrafyanın egemenleri ile suç ortaklığını hiçbir biçimde sorgulamıyor. Daha da kötüsü, yaşadığı coğrafyanın insanlarına Batı’yı kıble olarak gösteriyor. Orhan Pamuk, yaşadığı coğrafyada olanların ve yaşadığı coğrafyanın egemenlerinin Batı ile tarihsel ve siyasal bağını kurmadığı müddetçe, Batılı güçler onun üzerinden kirli ellerini yıkamaya, sömürgeci dünlerini ve bugünlerini temize çekmeye devam edecektir. Batı’nın dünya yoksulları üzerindeki ideolojik egemenliği o derece güçlü ki, yoksullar, kendilerini yoksulluğa, açlığa mahkûm eden ve kendilerine sürekli savaşı dayatan Batı’yı örnek alabilmekte ve hatta Batı’yı şikâyet mercii olarak görebilmektedirler. Batılılaşmak, eğer tutarlı Müslümanları saymazsak, artık herkes için ulaşılması gereken yegâne merhale olmuştur. Ne büyük bir trajedi ki, yoksullar kendi katillerine benzemek için yarış eder durumdadırlar. Ezilenlerin bu duruma düşmelerinin tek sorumlusu, Batı’nın propagandası ve resmi tarihi değildir elbet. Bunun sebebi daha ziyade, Orhan Pamuk gibi, kendisine “Aydın” diyen, yüzünü Batıya dönmüş ve adeta Batı değerlerinin Batı dışındaki propagandistleri gibi çalışan şahsiyetlerdir. İlk bakışta Orhan Pamuk ve diğer Batı hayranı şahşiyetlerin, kendi coğrafyalarındaki insanlar için Batı’da varolan zenginliği, sosyal hakları ve özgürlükleri istemeleri takdire şayan bir davranış olarak görülebilir. Ama hiçte öyle takdire şayan bir durum yoktur ortada. Çünkü; Orhan Pamuk vb. şahsiyetlerin referans olarak aldıkları ve “ulaşılması gereken uygarlık seviyesi“ olarak işaret ettikleri Batı Medeniyeti sayesindedir ki; her gün 24 bin kişi açlıktan ölüyor, 800 milyondan fazla insan yatarken aç karına yatağa giriyor. 2 Milyar insan açlıktan dolayı ölümle yüz yüze bulunuyor. Ve 2 milyar insan içecek temiz su bulamıyor. Bu uygarlık sayesindedir ki; yeryüzünün 56 ayrı bölgesinde fiili savaş var. Ve bu savaşlarda her gün yüzlerce insan ölüyor.
40
Bu uygarlık sayesindedir ki; gezegendeki kirlilik dolayısıyla ozon tabakasında bir kıta büyüklüğünde delik oluşmuş durumda. Ve yağmur ormanlarının %60’ı yok olmuş durumda. Bu uygarlık sayesindedir ki; bugün üretilen değerlerin %80’ini dünya nüfusunun yalnızca %20’si tüketmektedir. Ve bu uygarlık sayesindedir ki; sahip olunan mevcut silahlar dolayısıyla yerküre yok olma tehdidi altındadır. İşte Orhan Pamuk ve Batı’nın yüzünü yeryüzünün yüzü yapmak isteyenlerin sahip çıktıkları Batı Uygarlığı’nın yeryüzü çoğunluğu için anlamı budur. Ama Orhan Pamuk ve Batı’nın militanlığına soyunmuş diğerleri, Batı’daki zenginliğin ve “özgürlük“lerin yeryüzü yoksullarının içine itildikleri durumla doğrudan bağını kurmak yerine, bu bağı kopararak, Batı’nın suçlarını temize çekmeyi yeğliyorlar. Nasıl ki, beyaz işçilerin köleleştirilmemesi siyah dünya insanının köleleştirilmesinin önşartı olmuşsa; nasıl ki, Avrupa’da “Helsinki İnsan Hakları Sözleşmesi“ esasına dayalı bir hukukun oluşturulması ve parlamenter rejimlerin kurulması Afrika’da Apartheid rejimlerinin, Güney Amerika ve Asya’da askeri diktatörlüklerin kurulmasının önşartı olmuşsa; aynı şekilde Batı’nın zenginleşmesi de, Asya, Afrika ve Güney Amerika’nın yoksullaştırılmasının önşartı olmuştur.
Orhan Pamuk, tarihi, tarihsel ve siyasal olguları tam da bu bütünlükten kopuk ele
Komünist Zemin almak istediği içindir ki, yaşadığı coğrafyada olanların dünyaya egemen olan güçlerle bağını kurma gereği duymuyor. Dolayısıyla da bu coğrafyada yaşananları, dünyanın emperyalistlerce paylaşılması savaşından bağımsız ele alıyor ve işlenen suçların uluslararası burjuvazinin ortak suçu olduğunu söylemiyor. Orhan Pamuk, gerek bu coğrafyada gerekse de yoksullaştırılmış ve işgal edilmiş başka coğrafyalarda yaşananların Batı Uygarlığı ile bağını kurmak yerine, “Türkiye’de aşırı milliyetçilik, aşırı İslamcılık çoğalırsa ve askeri darbe olursa, o zaman İstanbul’dan sonra çok sevdiğim bir Avrupa kentinde yaşamaya başlarım” diyerek, bu coğrafyada yaşananların Batı ile bağını kurmamakta ısrar ediyor. Orhan Pamuk, pekâlâ bilir ki, bugün yeryüzünde yaşanan bütün kötülüklerin planlayıcısı ve yönlendiricisi Batılı egemen güçlerdir. Hatta ve hatta Orhan Pamuk’un bu aralar çokça konuşulmasına vesile olan Ermeni Soykırımı meselesinde bile soykırımın arkasında Batılı bir güç olan Almanların olduğu aşikârdır. İttihatçılar soykırım kararı aldı, Bütün işi Talat Paşa yönetti ve Almanlar ise soykırımı onayladı. Alman Başbakanı'nın yazdığı notta şöyle deniliyor:
Ki, Orhan Pamuk, Batı’ya gideceğini söylüyor ve bu söylediğiyle Batı’nın kirli ellerini yıkamasına yardımcı oluyor. Ödül Meselesine İlişkin Son Birkaç Söz Adına ödül verilen ve Orhan Pamuk’un, layık görüldüğü için onur duyduğu Alfred Nobel’in kim olduğuna ve icadıyla neye ve kime hizmet ettiğine yukarıda değinmiştik. Orhan Pamuk’un bütün bunların üzerinden atlayarak, yalnızca aldığı ödül ile ilgilenmesi ve yaşadığı coğrafyada olanları Batı’nın ve Batılıların durduğu yerden yargılaması onu, niyeti ne olursa olsun Beyaz Adam’ın yüzünü giyinmekten kurtaramaya yetmez. Temennimiz şudur ki, Orhan Pamuk, tarihi ve tarihsel olayları bir bütünlük içerisinde ele alır ve yaşadığı coğrafyada olanları yargılarken, bu coğrafyada ki katillerin uluslararası suç ortaklarını da sanık sandalyesine oturtma cesaretini gösterir. Eğer bunu yapacak olursa görecektir ki onun, Alfred Nobel gibi eli kanlı bir burjuva adına verilen ödülü “reddediyorm“ demesine bile gerek kalmayacaktır. Çünkü Batılılar, kendi resmi tarihlerine saldıran, onların ipliğini pazara çıkaran birine zaten bu ödülü vermeyeceklerdir.
“Bizim için önemli olan Türkleri ayakta tutmaktır, Ermeniler güme gitmiş umurumuzda değil.” (Aktaran: Taner Akçam) Ama buna rağmen Orhan Pamuk diyor ki, “giderim.” İyi de, nereye gidiyor? Olur mu öyle sıkışınca gitmek? Peki ya gidemeyenler? Bırakalım bunları bir yana, Orhan Pamuk’un gideceğini söylediği o Batı değil miydi 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ni yaptıranlar? Ki, “askeri darbe olursa Avrupa’ya giderim“ diyor. Yine aynı Batı değil miydi, bir taraftan “insan hakları ihlal ediliyor” diye Türkiye’ye heyetler gönderip, diğer taraftan Darbeciler ile sıkı ilişkiler kuran? Önce darbe yaptırıp, ardında da AIHM’de darbe mağdurları lehine davalar açan ve mahkûmiyet kararları çıkararak kendi suçunu gizleyen aynı Batı değil mi?
41
Komünist Zemin
Mutlak Özgürlük İçin Kahrolsun İş! Kavramsal Olarak İş, "İnsansal Etkinlik" Yerine Kullanılan Burjuva Bir Adlandırma ve Aldatmacadır Burjuva toplumun tüm alanları gibi dil de sermaye tarafından belirlenmiştir. Dil asıl olarak egemen sınıfın dili, burjuvazinin dilidir. Bunu iletişim kurmada bile kendini gösteren burjuva ideolojinin üstünlüğü olarak tanımlayabiliriz. Burjuva dili, burjuvazinin sınıf hâkimiyetinin sürdürülmesine azamî kolaylığı sunan imlerin yardımıyla yapılan sözsel karşılıklı bir ilişkidir. Böylece egemen iletişim biçimi, sınırlarını geniş ölçüde insana, dahası egemen ilişkinin mağdurlarına dayatır, kabul ettirir. Yalnızca insanî ilişkilerin yeni bir anlayışı üzerinde temellenebilecek bir dili bugün için, daha bugünden keşfetmek söz konusu olamayacağından, sonuçta sözcüklerin aldatıcılıklarını ortaya çıkartmak ve – kavramların kendilerini tanımlamalarıyla aynı biçimde – onları sürekli olarak yeniden tanımlamak zorundayız. "İş" sözcüğü, insan bilincini toptan çarpıtmanın kusursuz bir örneğidir. Sınıflı toplumlar öncesi insan her zaman yaşamsal etkinliği yoluyla belirlenmiş, kendini ifade etmiş, kendini anlamıştır. İnsanın gerçekleşmesinin yalnızca bu yaşamsal etkinliğin (nesnelerin, fikirlerin vs. yaratılması) gerçekleştirilmesinden geçiyor olmasına karşın, sınıfların, dolayısıyla da sömürünün ortaya çıkmasıyla insan ve insanın yaşamla olan ilişkisi ve kendini gerçekleştirmesi etkinliği iş üzerinden gerçekleşir olmuştur. Özellikle kapitalizmin egemenliği ile birlikte bu durum gezegen çapında hâkim ilişki haline getirmiştir. Günümüzde iş, insanların çok büyük çoğunluğunun yegâne hayatta kalabilme imkânıdır. İş, insan yaşamında merkezî yaşamsal etkinliğe, her şeyin etrafında döndüğü ve tüm dünyayı kapsayan bir etkinliğe dönüşmüştür. İş insan yaşamında asıl etkinliğine, en önemli etkinliğe dönüşmüş olduğundan, burjuvazi de insanın özünün iş olduğu masalını anlatır. Gerçekte insanların çoğunluğu için iş, fiilen etkinliklerinin tamamına dönüşmüş olduğun-
42
dan, insani etkinliğin yalnızca çok özel bir biçimini adlandıran iş sözcüğü, kulaklarımıza "etkinlik" sözcüğünün tastamam eşanlamlısı olarak işte böyle yansır! Bundan dolayı da "bir şeyler yapmak", "bir işte çalışmak" anlamına gelir. Ve "faal olmak" da, işçi olmak, bir işte çalışmak olarak anlaşılır. O halde işten söz edildiğinde, bu terimin kullanımının meta üretimi sistemine ayrılmazcasına bağlı olan insansal faaliyetin bir ulamını, iyice belirli bir üretim biçimini tanımlıyor olduğunu anlamak gerekir. İnsana, yaşamının tezahürüne ve yaşamına dair sahip olduğu bilince yabancı bir etkinlik olan insanî etkinliğin üretimi gibi anlamak gerekir işi; işçi durumuna indirgenmiş insan olarak anlamak gerekir. İş ve Kapitalizm İş, yabancılaşma çerçevesindeki insani etkinliğin bir ifadesinden, onu varlığından yoksunlaştırma, yaşamın dışsallaştırılması olarak yaşamın tezahürünün bir ifadesinden başka bir şey değildir.
Emeğin [işin] yabancılaşmış niteliği, her şeyden önce yaratılmış nesne (onu yaratan işçiye ait olmaktan çıkmış olan bu nesne) yoluyla ve değişik biçimlerde görünür. İnsansal üretimin sonucunun insanın bir kesinlemesi ve kendi insanî varlığının bir diğeri tarafından tanınmasının aracı olarak belirlenmiş olması gerektiği halde, iş, insanı ürününe yabancı kılar. İşçinin yarattığı nesne elinden geri alınmıştır. İş gücünü satmaya
Komünist Zemin zorlanan işçi, yaşamını [varlığını] ürettiği nesneye koyar ve bu yaşam [yaşamının bir parçası olarak ürettiği bu nesne] artık ona ait değildir. Bir proleter için emeğin [işin] dışsallaşması, kendisine tamamen yabancı olan bir meta üretmek amacıyla iş gücünü satma zorunluluğudur tam da. İşçi, çalışmasının sonucundan [ürününden] hiçbir doyum alamaz. Yarattığı nesnenin onun için doğrudan bir yararı da olsa, o bundan yararlanamaz; yaptığı şey ondan koparılıp alınır; zira bu ürün meta ekonomisinin yasalarına tabidir. Lâkin proleter sadece etkinliğinin nesnesine yabancı kılınmamış, bizzat bu etkinliğine de yabancılaşmıştır. Üretici etkinliği de, özgür bir etkinlik olarak, kendine ait değildir; iş işçinin dışında kalandır [dışsal olandır], ama kapitalist sistemde geçim araçlarına sahip olabilmeye izin veren tek etkinlik olduğundan, yaşamak için, sisteme boyun eğmek zorundadır. Yani iş özellikle özgür olmayan bir etkinliktir ve ancak zorla, zoraki yapılabilir. "İşin yabancı niteliği, fizik ya da diğer zorlamalar ortadan kalkar kalkmaz, çalışmadan vebadan kaçar gibi kaçılması olgusunda açıkça görünür.” (K. Marks, "1844 Elyazmaları", "Yabancılaşmış Emek" bölümü) Yani işçi çalışarak kendi varlığını kanıtlamış olmaz, ama kendini yadsımış olur. Tıpkı yaşamını ürettiği nesneye koyması ve onun elinden alınması gibi, varlığını da bu nesnenin üretim etkinliğine terk eder. "O halde eğer emeğin ürünü bir yabancılaşmaysa, üretimin kendisi de oluş halindeki yabancılaşma, etkinliğin geri alınması, geri alınma etkinliği olması gerekir. Emek [iş] nesnesinin yabancılaşması, bizzat emeğin etkinliği içinde yabancılaşmanın, dışsallaşmanın özetidir yalnızca.” (K. Marks, a.g.e., aynı bölüm) Kısaca iş, kapitalist sistemdeki bu üretim eylemi, işçi için isteksizlik olarak etkinliğe, güçsüzlük olarak güce; bu saçma faaliyetin her günkü sekiz saati insanın özüne ve aklına karşıtlığa, aykırılığa ve nesnenin yabancılaşmasının daha bir üst düzeyi olarak kendine yabancılaşmaya dönüşür.
Yabancılaşmış emek [iş] insanı türüne yabancı kılar. Bireysel yaşamı türsel yaşamdan ayırır. İnsanı, doğrudan doğruya yaşamsal etkinliğiyle özdeşleşen hayvandan ayırt eder: "O [hayvan] bu etkinliktir. İnsan bizzat yaşamsal etkinliğini, bilincinin ve istencinin konusu [nesnesi] yapar." (K. Marks, a.g.e., aynı bölüm) Meta üretimi sisteminde yabancılaşmış emeğe dönüşen insanın yaşamsal etkinliği, işçinin bilinçli yaşamsal etkinliğinden basit bir geçim aracı, var olmanın bir aracı yapmak zorunda kaldığı ölçüde, ilişki tersine döner. Bu bilinçli yaşamsal faaliyetin, insanların kendi aralarında birbirlerini tanımaları olarak faal türsel yaşam olan bu üretimin, içinde insanın kendini seyredebileceği, kendini tanıyabileceği nesnel bir dünyanın insan tarafından hazırlanması olarak insanın bir dışavurumu olması gerektiği halde, yabancılaşmış iş insanın yaşamsal faaliyetini basit bir zenginlik üretimine indirger. İnsan etkinliğinden basit bir geçinme aracı oluşturur. Sermaye egemenliği altında insana hâkim olan iştir. "Kısaca yabancılaşma [dışsallaşma] yüzünden insanın türüne ilişkin sahip olduğu bilinç, türsel yaşamın onun için bir araç durumuna geleceği bir biçimde değişir.” (K. Marks, a.g.e., aynı bölüm) İş insanı bizzat kendisine, türsel varlığına ve böylece diğerine yani karşısındaki insana yabancı kılar. "İnsanın kendi işiyle, emeğinin ürünüyle ve bizzat kendisiyle ilişkisinde doğru olan, diğer insanla olan ilişkisi için olduğu gibi, bu diğerinin çalışmasıyla ve onun emeğinin ürünüyle olan ilişkisi için de doğrudur. Genel bir biçimde türsel varlığının insana yabancı kılınmış olduğu önermesi, insanın diğerine yabancı kılınmış olması gibi, her ikisinin de insansal öze yabancı kılınmış oldukları anlamına gelir.” (K. Marks, a.g.e., aynı bölüm) Sonuç olarak; iş üzerinden kendisine yabancılaştırılmış insan artık kendi başına buyruk değildir. Kendi başına buyruk olmadığı gibi, başkasına aittir.
43
Komünist Zemin Boş Zaman ve Kapitalizm Kapitalizmin egemenliğinde boş vakitten işçiye ve proletere iş güçlerini yeniden oluşturmaları için verilen zamanı anlamak gerekir. Tıpkı ücretin işçinin bakımını temsil etmesi gibi, tıpkı ücretin bir motorun pistonlarının iyi işleyişlerini sürekli kılmak amacıyla gerekli olan "yağlama" olarak düşünülebilmesi gibi. Boş zamanların da, iş-etkinliği esnasında işin neden olduğu gerginlikleri atma gibi bir rolü, bir yararı vardır sadece. İşçi için söz konusu olan, her seferinde daha etkin bir verimliliğe, yeteneklerinin daha da yoğun bir sömürüsüne yönelik olarak yalnızca gücünü enerjisini yeniden hazırlamak olabileceğinden, boş zamanlar hiç de serbestçe özgürce kullanılabilecek zaman anlamına gelmez. Proleter için boş zaman, pazartesi sabahı formda olarak işinin başında bulunma gerekliliği tarafından zorla kabul ettirilmiş olandır. İşi adına insan, yaşamsal etkinliğin gerçek anlamını artık bilmez ve – zamanının, "serbest" denilen faaliyetinin bu safhasının "çalışma" [iş] safhasıyla çelişkiye girmeyeceği bir biçimde – "yitirilmiş" saatleri boyunca sadece yabancılaşmış emeğin [işin] bir "ayna" etkinliğini yansıtacaktır, taklit edecektir. Dışsallaşmış bir faaliyete ancak dışsallaşmış bir faaliyetsizlik uygun düşer, dışsallaşmış işe de dışsallaşmış boş vakitler. Sermaye iş zamanıyla boş zamanı birbirinin karşısına koyar; bu iki etkinliği birbirinden ayırır. Ne var ki insanî etkinlik bir bütündür. İş, Boş Zaman ve Komünizm
yıcısı olarak boş vakitleri [tatil denilen çalışılmayan günleri] de ortadan kaldırır. Bu anlamda komünist toplumun, – burjuva sistemin "olumlu" kutbunun ülküselleştirilmesi olan – herhangi bir boş vakitler toplumuyla alâkası yoktur. Komünizm, iş vakti/boş vakit ayırmasının karşısına, etkinliğin haz, hazzın da yaşamsal etkinlik olması olgusunu koyar. "Etkinlik ve haz, kaynaklandıkları tür bakımından olduğu kadar, içerikleri bakımından da toplumsaldırlar; toplumsal etkinlik ve toplumsal hazdırlar. […]” (K. Marks, "1844 Elyazmaları", "Komünizm ve Özel Mülkiyet" bölümü, 3. açıklama) İlkel komünizmde çalışma ve oyunu belirten aynı kelimeydi. Komünizm de aynı biçimde çalışmayla boş zamanlar, üretimle çıraklık dönemi vs. arasındaki karşıtlıkları ortadan kaldıracaktır. Bu betimleme hiç de düşsel bir kehanetin, geleceğin ülküselleştirilmiş bir saplantısının sonucu değildir. Tam da dünyanın ve tarihin aynı olan hareketinin sonucudur. Bu hareket ise hiç bir bakımdan rastlantısal değildir. Dışsallaşmış insan etkinliği sıfatıyla işin ortadan kaldırılması, komünist programın temel noktalarından biridir ve tüm sınıfları yadsımak amacıyla hâkim sınıf olarak kendini dayatacak olan proletarya, bu eylemi gerçekleştirecektir. Ve haftada kırk saat çalışmanın, sabahları yataktan kalkma işkencelerinin, kaygı dolu iş aramaların, işten çıkartan kapitalistlerin kibar tükürüklerinin, boş saatlerin alıklaştırıcı aylaklıklarının, cehennemî çalışma tempolarının, iş cinayetlerinin ve özel mülkiyetin tarihin çöplüğüne gönderilmesinden sonra; insansal etkinliğin gelişme alanı olarak topluluk için zamanı özgürce kullanmayı garanti eden, işin olmadığı bir toplumu yani komünist toplum yeryüzünün yüzü olacaktır.
"Önceki bütün devrimlerde faaliyet tarzı değişmemiş olarak kalıyordu ve yalnızca bu faaliyetin bir başka dağıtımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu; buna karşın komünist devrim önceki faaliyet tarzına karşı yönelmiştir, işi yok eder ve bizzat sınıfları ortadan kaldırarak tüm sınıf egemenliğini de kaldırır. […]” (K. Marks, "Alman İdeolojisi", VI. bölüm)
Komünistlerin Şiarı Olmak Zorundadır
Komünizm, kapitalist sisteme özgü olan faaliyet tarzını yani özel mülkiyetin özü olan işi yok eder. İşi yok ederek aynı zamanda yabancılaşmış emeğin [işin] zorunlu tamamla-
Bütün "iktisatçılar" ve sermayenin ideologları, bize işin gerekliliğini açıklamaya kalkışacaktırlar, çünkü meta üretimi ile toplumsal zenginliği birbirine karıştırırlar. Bize işi biricik
44
“Kahrolsun
İş!”
Komünist Zemin zenginlik kaynağı gibi tanıtmaya kalkışmak, en büyük riyakârlıktır. Bizce işi, yabancılaşmış, dışsallaşmış bir etkinlik ve insanın kaybından başka bir şey değildir. Proleterler, kapitalist sistemde işin, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamanın tek aracı olduğunu ve bu anlamda işsiz kalmanın ölmek anlamına geldiğini bilirler. Her gün açlıkla katledilen binlerce insan bunun kanıtıdır. Bu bağlamda işçiler tarafından kendileri ve aileleri için bir beslenme, giyinme, barınma vb. imkânları sağlamak için burjuvaziden bir iş istenmesini anlamak pek zor olmasa gerek.
Peki, ya devrimci hareket? Anlamadığımız ise, devrimci hareketin “Herkese İş” talebi ile ortaya çıkmış olmasıdır. Asıl tehlikeli olan ve teşhir edilmesi gereken budur. Ama bu, yani burjuvaziden “herkes için iş” talep etmek, bunun mümkün olabileceğini proleterlere yutturmaktır. Kapitalizmin felâketli niteliğini ve nedeni olduğu hareketin kontrol edilemez olduğunu inkâr etmektir. Komünistler herkes için iş talebinin hayalci ve işsizliğin kapitalizmin doğasına uygun olduğunu, dolayısıyla da “Herkese İş” talebinin gerici ve işçilerin devrimci sınıf bilincine ulaşmalarının önünü kesen bir talep olduğunu ilan ederler. Ve bu talebi ileri süren, bunu da “devrimci” ilan eden akımları teşhir ve mahkûm ederler. Varlığını eşitsizlikler üzerine dayandıran ve kendini ancak eşitsizlikleri yeniden üreterek vareden bir dünya sistemi olan kapitalizmde, nasıl ki herkesin ekonomik refaha sahip olması mümkün değilse, herkes için iş ve yeterli gelir de mümkün değildir. Kapitalizmde
iş insan için değil, insan iş için vardır. Kapitalizm, bütün tarihi boyunca işçi sınıfını işi olan-olmayan biçiminde ayırmış, işi olanı işsizlerin varlığıyla tehdit ederken, işsizi çalışan işçilere karşı bir tehdit unsuru, grev kırıcı ve iş gücünü ucuzlatmanın bir aracı olarak kullanarak kendini sürekli varedebilmiştir. Kapitalizm altında işsizliğin bir tehdit unsuru olmaktan çıkması mümkün olmadığı gibi, kapitalist sistemin uluslararası düzeyde işsizliği ortadan kaldırmasını ve işsizliği bir tehdit unsuru olmaktan çıkarmasını beklemek, ondan doğasında olmayanı talep etmektir. Siyasi ve ekonomik iktidar sermayenin elinde olduğu ve işçi sınıfı kendi içindeki ayrılıkları aşıp, kendi iktidarını kurmadığı sürece, sermaye işçi sınıfını işsizlikle tehdit etmeye, iş ve işsizlik çalışanların günlük yaşamlarını tehdit etmeye, belirlemeye devam edecektir. Bugünden yarına, geçiş programı anlayışı çerçevesinde komünistler, işsizliğe karşı varolan işlerin işçilerin denetim ve kontrolünde kamulaştırılarak işçi örgütleri ve işçi komisyonları denetiminde paylaştırılmasını ve ücretlerin seçilmiş işçi komisyonlarınca ayarlanmasını, nihayetinde de kapitalistlerin üretim araçları ve üretici güçler üzerindeki mülkiyetine son vermeyi işsizliğe karşı en acil ve doğrudan talep olarak ileri sürerler. Ama bu demek değildir ki komünistler esasen “herkese iş” için mücadele ederler. Hayır, komünistlerin bayraklarına yazdıkları şiar “herkese iş” değil, “Kahrolsun İş” olmalıdır. Komünistler, “herkese iş” için değil, işsizliğin ve işin çalışanların yaşamını tehdit etmediği, çalışanların işin bir parçası olmadığı, çalışmanın insanın sosyal faaliyetinin bir parçası olduğu, dahası “iş”in olmadığı bir toplumsal yaşam için mücadele etmelidirler. Marks, "normal bir iş günü için hakkaniyetli bir ücret" gerici sloganı yerine daha o zaman şu devrimci sloganın yazılmasını istiyordu: "ücretliliği ortadan kaldırmak". Aynı biçimde "herkes için iş" sloganı yerine, komünist programın değişmez sloganı olan "kahrolsun iş!" sloganını ileri sürüyoruz. Bugün komünist olabilmenin ölçüsü, Marks’ın komünizmin bayrağına yazdığı bu parolayı ısrarlı bir biçimde haykırabilmekten geçmektedir.
45
Komünist Zemin
Lenin ve Emperyalist Savaş 1914 Ağustosunda patlak veren savaşla birlikte ortaya çıkan ilk soru şuydu: Emperyalist ülkelerin sosyalistleri “anavatan savunusu”nu benimsemeli mi? Konu birey olarak sosyalistlerin askerlik yükümlülüklerini yerine getirip getirmeyeceği değildi; bu konuda başka seçenek yoktu, firar devrimci bir politika değildir. Sorun şuydu: Sosyalist partiler savaşı politik olarak desteklemeli mi, savaş bütçesine oy vermeli mi, hükümete karşı mücadeleden vazgeçmeli ve “anavatan savunusu” ajitasyonu yapmalı mı? Lenin’in cevabı şöyleydi: Hayır! Parti bunu yapmamalı, bunu yapmaya hakkı yok. Burada söz konusu olan şeyin savaş olması nedeniyle değil, fakat gerici bir savaş olması, dünyayı yeniden paylaşmak isteyen köle sahipleri arasındaki bir it dalaşı olması nedeniyle. Avrupa kıtasındaki ulusal devletlerin oluşumu, yaklaşık olarak Büyük Fransız Devrimi ile başlayan ve 1870-71 FransaPrusya savaşı ile son bulan tüm bir çağı kapsamıştır. Bu dramatik onyıllar boyunca savaşlar büyük ölçüde ulusal nitelikteydi. Savaşlar, bu dönem boyunca son derece ilerici bir tarihsel karaktere sahip olan üretici güçlerin ve kültürün gelişimi için zorunlu olan ulus devletlerin kurulması ya da savunulması için yürütülüyordu. Devrimciler ulusal savaşları politik olarak sadece destekleyebilir değil desteklemekle yükümlüydüler. 1871’den 1914’e kadar Avrupa kapitalizmi, ulus devletler temelinde, yalnızca gelişmekle kalmayıp tekelci ya da emperyalist kapitalizme dönüşerek ömrünü uzattı. “Emperyalizm, kapitalizmin, tüm gücünü tükettikten sonra çökmeye başladığı aşamasıdır.” Çöküşün sebebi, üretici güçlerin, ulus devletin sınırları kadar özel mülkiyetin dar çerçe-
46
vesi tarafından da engellenmesinde yatar. Emperyalizm dünyayı paylaşmak ve yeniden paylaşmak için uğraşır. Ulusal savaşların yerini emperyalist savaşlar alır. Emperyalist savaşlar tamamen gerici karakterde olup, bir çıkışsızlığın, durgunluğun ve tekelci sermayenin çürümesinin ifadesidir. Emperyalizmin gerici doğası Bununla birlikte dünya halen çok heterojen bir yapıya sahiptir. İleri ülkelerin baskıcı emperyalizmi, ancak gezegenimizde diğer geri ülkeler, ezilen uluslar, sömürge ve yarısömürge ülkeler yaşamaya devam ettikçe var olabilir. Ezilen halkların ulusal birlik ve ulusal bağımsızlık mücadeleleri iki kat ilericidir, çünkü bu bir taraftan o ulusların kendi gelişimleri için daha elverişli koşulları hazırlarken, diğer yandan emperyalizme darbe vurur. Uygar, emperyalist, demokratik bir cumhuriyetle sömürge bir ülkedeki geri, barbar bir monarşi arasındaki mücadelede, sosyalistlerin, monarşisine rağmen tümüyle ezilen ülkenin tarafında ve “demokrasi”sine rağmen ezen ülkenin karşısında olmalarının nedeni tam da budur. Emperyalizm kendi özgül amaçlarını –sömürgeler, pazarlar, hammadde kaynakları, nüfuz alanları ele geçirmek– “saldırganlara karşı barışı korumak”, “vatan savunması”, “demokrasiyi savunmak” gibi fikirlerle gizler. Bu fikirler baştan sona yanlıştır. Her sosyalistin görevi, bunları savunmak değil bilâkis halkın önünde maskesini düşürmektir. “İlk askeri darbeyi hangi grubun indirdiğinin veya savaşı ilk kimin ilân ettiğinin” diye yazıyordu Lenin Mart 1915’te, “sosyalistlerin taktiklerinin belirlenmesinde hiçbir önemi yoktur. Anavatan savunusu, düşman istilâsını geri püskürtmek, bir savunma savaşı yürütmek gibi ifadeler, her iki tarafta da tamamen insanları kandırmak içindir.” “On yıllarca” diye açıklıyordu Lenin, “üç haydut (İngiltere, Rusya ve Fransa’nın burjuvazileri ve hükümetleri) Almanya’yı yağmalamak için silahlandılar. Üç haydut daha ısmarladıkları yeni bıçakları ele geçiremeden, iki haydudun (Almanya ve
Komünist Zemin Avusturya-Macaristan) bir saldırı başlatması şaşırtıcı mıdır?” Savaşın nesnel tarihsel anlamı proletarya için belirleyici önemdedir: savaşı hangi sınıf yürütüyor ve ne için yürütüyor? Belirleyici olan budur, düşmanın daima halka başarılı bir şekilde saldırgan olarak resmedilebildiği diplomasi kurnazlığı değil. Emperyalistlerin demokrasi ve uygarlık sloganlarına başvurmaları tümüyle yalandır. “... Alman burjuvazisi ... işçi sınıfını ve çalışan kitleleri, savaşın ... özgürlük ve uygarlık için ve Çarlık tarafından ezilen halkları özgürleştirmek için yürütüldüğüne dair yeminler ederek aldatır. İngiliz ve Fransız burjuvazisi ... işçi sınıfı ve çalışan kitleleri, savaşın ... Alman militarizmine ve despotizmine karşı yürütüldüğüne dair yeminler ederek aldatır.” Şu ya da bu türden bir politik üstyapı, emperyalizmin gerici ekonomik temelini değiştiremez. Aksine, üstyapıyı kendine tâbi kılan temel odur. “Günümüzde ... hâlâ ilerici bir burjuvazi veya ilerici bir burjuva hareket düşünmek aptalcadır. Burjuva demokrasisi bütünüyle ... gericileşmiştir.” Emperyalist “demokrasi”ye ilişkin bu değerlendirme, tüm Leninist anlayışın köşe taşını oluşturur. Emperyalist kamplar tarafından yürütülen savaş, anavatan savunması ya da demokrasi için değil, dünyanın yeniden paylaşımı ve sömürgeci köleleştirme için yapıldığından, sosyalist bir insanın bir haydut kampı diğerine tercih etme hakkı yoktur. “Uluslararası proletarya açısından, savaşan iki ulusal gruptan hangisinin yenilgisinin sosyalizm için daha az zararlı olacağını belirlemeye” çabalamak tamamen boşunadır. 1914 Eylülünün daha ilk günlerinde, Lenin, emperyalist ülkelerin her biri ve tüm gruplaşmalar için savaşın içeriğini şu şekilde nitelendirmişti: “Pazarlar için ve yabancı toprakları yağmalamak için mücadele, tüm ülkelerde proletaryanın devrimci hareketinin önünü kesme ve demokrasiyi ezme gayreti, bütün ülkelerin proleterlerini aldatma, bölme ve ezme dürtüsü, burjuvazinin çıkarları için bir ulusun ücretli kölelerini diğer ulusun ücretli kölelerine karşı kışkırtma isteği; savaşın gerçek içeriği ve anlamı sadece budur.” Bütün bunlar Stalin, Dimitrov ve ortaklarının bugünkü doktrinlerinden ne kadar da uzak! Barış için pasifist iç çekişlerle emperyalist savaşa karşı mücadele vermek mümkün değil-
dir. “İşçi sınıfını aldatma yollarından biri de pasifizm ve soyut barış propagandasıdır.
Kapitalizm altında, özellikle de onun emperyalist aşamasında, savaşlar kaçınılmazdır.” Emperyalistler tarafından kararlaştırılan bir barış, ancak yeni bir savaştan önceki soluklanma dönemi olabilir. Yalnızca savaşa ve savaşı üreten emperyalizme karşı devrimci bir kitle mücadelesi, gerçek bir barış sağlayabilir. “Bir dizi devrim olmaksızın, sözde demokratik barış bir orta sınıf ütopyasıdır.” Pasifizmin uyuşturucu ve zayıflatıcı yanılsamalarına karşı mücadele, Lenin’in kuramındaki en önemli unsurdur. Lenin “kapitalizm altında apaçık bir ütopya olan silahsızlanma” talebini, özel bir düşmanlıkla reddeder. İleri kapitalist ülkelerdeki işçi partilerinin çoğu, savaş sırasında kendi burjuvalarının yanına geçtiler. Lenin bu eğilimi sosyal-şovenizm olarak adlandırdı: lafta sosyalizm, gerçekte şovenizm. II. Enternasyonal’in ihaneti gökten zembille inmedi, reformist uyarlanma politikalarının kaçınılmaz bir devamı ve gelişmesi olarak ortaya çıktı. “Oportünizm ve sosyal-şovenizmin ideolojik-politik içeriği bir ve aynıdır: sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliği, hükümet zor durumdayken bu zorluklardan devrim için yararlanmak yerine kendi hükümetini desteklemek.” Kapitalist refah dönemi, son savaştan hemen önce (1909-1913) proletaryanın üst katmanlarını sıkı sıkıya emperyalizme bağladı. Emperyalist burjuvazinin sömürgelerden ve genel olarak geri ülkelerden elde ettiği süper kârların ağız sulandırıcı kırıntıları, işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisinin payına düştü. Bu nedenle, onları yurtseverliğe iten
47
Komünist Zemin şey doğrudan doğruya emperyalizmin politikalarındaki kişisel çıkarlarıydı. Bütün toplumsal ilişkileri tüm çıplaklığıyla açığa vuran savaş boyunca, “oportünistler ve şovenistler, burjuvaziyle, hükümetle ve Genel Kurmayla ittifakları nedeniyle büyük bir güce kavuşmuşlardı.” Sosyalizmdeki ara ve belki de en yaygın eğilim, barış zamanında reformizmle Marksizm arasında salınan, kendilerini kaba, pasifist söylemlerle gizlemeye devam ederken neredeyse istisnasız sosyal-şovenistlerin esiri olan sözde merkezdir (Kautsky vb.). Kitlelere gelince, onlar kendilerinin onyıllardır yaratmış oldukları aygıtları tarafından gafil avlanıp aldatıldılar. Lenin, İkinci Enternasyonal’in işçi bürokrasisinin sosyolojik ve politik bir değerlendirmesini yaptıktan sonra yarı yolda durmadı. “Oportünistlerle birlik, işçilerin «kendi» ulusal burjuvazileriyle ittifak yapmasıdır ve uluslararası devrimci işçi sınıfı saflarında bir bölünmeye işaret eder.” Buradan, enternasyonalistlerin sosyalşovenistlerden kopmaları gerektiği sonucu çıkar. “Şu anda sosyalizmin görevlerini yerine getirmek imkânsızdır, oportünizmden…” ve merkezcilikten, “sosyalizm içindeki bu burjuva eğilimden kesin bir şekilde kopmadıkça işçilerin gerçek bir enternasyonal birliğini sağlamak mümkün değildir.” Partinin ismi mutlaka değiştirilmelidir. “Lekelenmiş ve alçaltılmış olan «Sosyal-Demokrat» ismini bir kenara atıp, eski Marksist isme, Komünist ismine geri dönmek daha iyi değil mi?” İkinci Enternasyonal’den kopmanın ve Üçüncüyü kurmanın zamanıdır. O zamandan bu yana geçen yirmi küsur yılda ne değişti? Emperyalizm çok daha şiddet dolu ve baskıcı bir karakter kazandı. En tutarlı ifadesi bugün faşizmdir. Emperyalist demokrasiler birkaç basamak aşağı düştüler ve doğal ve organik olarak faşizme doğru evrimleşiyorlar. Ezilen milliyetlerin uyanışı ve ulusal bağımsızlık istekleri keskinleştikçe, sömürge baskısı daha da katlanılmaz hale gelmektedir. Başka bir deyişle, Lenin’in emperyalist savaş teorisinin temelinde yer alan tüm bu ayırt edici özellikler, şimdi çok daha canlı ve keskin bir karak-
ter kazanmıştır. Elbette komüno-şovenistler, uluslararası proletaryanın siyasetine güya tam bir dönüş yapan SSCB’nin varlığından söz edecekler. Bu kısaca şöyle cevaplanabilir: SSCB doğmadan önce de, mücadeleleri desteklenmeyi hak eden ezilen uluslar, sömürgeler vb. vardı. Eğer kişi kendi ülkesinin sınırları dışındaki devrimci ve ilerici hareketleri, kendi emperyalist burjuvazisini desteklemek suretiyle destekleyebiliyor olsaydı, sosyal-yurtseverlik politikası prensipte doğru olurdu. O takdirde Üçüncü Enternasyonal’i kurmak için de hiçbir neden kalmazdı. Bu işin bir yanı, fakat başka bir yanı da var. SSCB yirmi iki yıldır var. On yedi yıl boyunca Lenin’in prensipleri yürürlükte kaldı. Komüno-şovenist politikalar keskinleşmeye başlayalı sadece dört beş yıl oldu. SSCB’nin varlığı argümanı bu yüzden yalnızca sahte bir kılıftır. Eğer çeyrek yüzyıl önce Lenin, sosyalistlerin uygarlığı ve demokrasiyi savunmak bahanesi altında kendi milliyetçi emperyalizmlerinin yanına geçişini sosyalşovenizm ve ihanet olarak damgaladıysa, bugün aynı politika Lenin’in ilkeleri açısından daha da canicedir. Lenin’in, kapitalist uygarlık çok daha derin bir çürüme içindeyken İkinci Enternasyonal’in tüm safsatalarını yeniden dirilten Komintern liderlerini nasıl adlandıracağını tahmin etmek güç değil. Burada tehlikeli bir paradoks var. Komintern bayrağını Kremlin oligarşisinin izlerini silmek için kirli bir paçavraya çeviren sefil Komintern epigonları, Komünist Enternasyonal’in kurucusunun öğretilerine sadık kalanlara “dönek” diyorlar. Lenin haklıydı: Egemen sınıflar büyük devrimcilere sadece hayatları boyunca eziyet etmekle kalmazlar, ölümlerinden sonra onları görevi “kanunu ve düzeni” korumak olan ikonalara çevirmeye çalışarak, çok daha rafine önlemlerle onlardan intikam alırlar. Elbette hiç kimse Lenin’in öğretilerini savunmak zorunda değil. Fakat onun öğrencileri olan bizler, hiç kimsenin bu öğretilerle alay etmesine ve tam karşıtına dönüştürmesine izin vermeyeceğiz. Leon Troçki 30. Dezember 1938 Coyoacan / Meksika
48