Paris Komünü 140 Yaþýnda!
Kapitalizm ile suç ve çýkar ortaklýðý olmayanlar; kapitalizmi yýkýp, özgürlükçü ve esitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi'nin politik önderliðinde birleþerek savaþýn!
Kim Silahsýzlanmalý?
“Ezilen insanlýðýn cennet düþü ilk kez yeryüzüne indiriliyordu. Paris Komünü, iþçi sýnýfýnýn kendi kendisinin efendisi olmayý ilk kez tattýðý bir “düþ” iken, burjuvazi için yeryüzünün efendisi olma ayrýcalýðýný yitirme korkusunu ilk kez yaþadýðý bir kâbustu... Komünarlar, ancak iki buçuk ay gibi bir süre kendi düºlerinin efendisi olmayý baþarabildiler. Özgürlük savaþçýlarý, Paris´te yaktýklarý özgürlük ateþini, karþý devrimci güçlerin kuþatmasý ve saldýrýlarý karþýsýnda bütün varlarýyla savundular, ama bu kahramanca direniþ komünün ayakta kalmasý için yetmedi ve Paris Komünü ezildi. Komünarlar, bütün varlarýyla direndiler ve binlercesi barikat savaþýnda ya da duvar diplerinde kurþuna dizilerek katledildiler.” (Komünist Zemin / Bildirge) Komünarlarýn yakmýþ olduklarý ateþ, ezilen insanlýðýn cennet düþünü yeryüzünün yüzü yapmak için yola çýkanlarýn yüreðini ýsýtmaya ve onlara yol göstermeye devam ediyor.
Yaþasýn Paris Komünü ve ona can verenler!
Sayý: 15
Ocak-Þubat-Mart 2011
2 TL
Komünist
Zemin
Üç Ayda Bir Yayınlanır Süreli-Yaygın/Politik Dergi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Tuncay İldem Adres: Zemin Yayıncılık Piyale Paşa Mah. Akman Sk. No: 75/A Okmeydanı/İst. Web Adresi: www.komunistzemin.org E-Mail Adresi: komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@googlemail.com Baskı: Can Ofset Davutpaşa Cad. İpek İş Hanı No: 4/7 Bayrampaşa / İstanbul Tel: 0212/6131077l
BU SAYIDAKİLER: Kim Silahsızlanmalı?
3
AKP İslamiyet Dışı mı Oldu, Yoksa Takiye mi Yapıyor?
6
Türklük ve Kürt Hareketi Üzerine
9
PKK Muhalifi Kürt Hareketleri ve Şahsiyetleri Üzerine
15
Demokrat Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
20
Anayasa Referandumu Karşısında Kürt Hareketinin ve Devrimci Hareketin İmtihanı
26
Konuk Yazar: F. Başkaya “Evrensel Bilim“ Retoriği Üzerine
32
Troçki: Paris Komünü Dersleri
34
Komünist Zemin
Böyle Buyurdu Devlet ve Böyle Buyurdu ’Barışın Elçisi’ Batılı Devletler, Millet Vekilleri, Yazarlar ve ’Sivil Toplum Örgütleri’: “PKK Silah Bıraksın!” 1984 tarihi yalnızca Eruh ve Şemdinli baskınlarının yapıldığı tarih değil, aynı zamanda Türk devletiyle PKK arasındaki gizli ve gayri resmi görüşmelerin de başladığı tarihtir.
Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek." (3 Mayıs 1944) Nevzat Doğan’ın 1944 yılında söylediği bu sözler, Türk devletinin kuruluş manifestosunun temelini ifade etmekteydi ve bu anlayış 1923’de de aynıydı, 1944’de aynıydı, bugün de aynıdır. “Devlet ne eylerse doğru eyler.” Egemen ve sömürgeci bir güç olarak devletin bu şekilde düşünmesinde şaşılacak bir yan olmadığı muhakkaktır. Dolayısıyla da bu tartışmanın muhatabı devlet değildir. Bu tartışmanın asıl muhatabı, Kürtler ile eşitlik temelinde bir arada yaşamaktan ve Kürtlerin haklılığından dem vuranlardır.
1993 yılı itibariyle ise bu görüşmeler daha aleni yapılmış ama bu görüşmelere resmi bir sıfat verilmemiştir. Yirmi beş senedir silahlı savaş da, PKK ile Devlet arasındaki gayri resmi görüşmeler de devam etmektedir. “Çözüm” için devletin ileri sürdüğü şart hiçbir dönem değişmemiştir: “Çözüm için önce PKK silah bıraksın.” Devletin ileri sürdüğü bu şart, çözüm isteyen bir gücün ileri süreceği bir şart değildir, olamaz da. Savaş kanununda bir gücün karşı güce tek taraflı silah bırak demesinin anlamı, ‘teslim ol’ demektir. Kürtlere teklif edilen şudur: “Teslim olun ve kaderinizi devletin ellerine bırakın.” Öyle ya, eğer Kürtlerin eşitlik istemeleri onların yararına bir şey ise, onu da devlet düşünür ve karar verirdi! Zira bu devlet her şeye kadir bir devlettir. Bir zamanların meşhur Ankara Valisi Nevzat Doğan ne diyordu karşısına getirilen Osman Yüksel Serdengeçti'ye:
“PKK Silah Bıraksın!” Böyle buyuruyor barışsever, Milletvekilleri, Yazarlar, Akademisyenler ve Sivil Toplum Örgütleri: "PKK 'aktif savunma' dediği tarzdan vazgeçmeli, tek yanlı ateş keserek, barış tavrı ve dilinde devam etmelidir. Aktif savunmadan vazgeçmek demek, silahları gömmek demek" (Ufuk Uras: 23.06.2010) "Türk Silahlı Kuvvetleri operasyonları durdurmalı, PKK'nın da silahları bırakması gerekir." (Hasip Kaplan: 23.06.2010)
"Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz.
Evvela şunu belirtmekte fayda var ki, ‘PKK silah bıraksın’ diyenler, Kürt halkını Türk halkının ve Türk devletinin bir parçası olarak görmeye devam etmek-
3
Komünist Zemin
nın güvenliğinin bir gereği olarak görürsünüz, ya da Kürtlerin Türklerin bir parçası olmadığını, Kürdistan coğrafyasının da Türk Misak-i Milli projesinin bir parçası olmadığını, dolayısıyla da Türk devletinin Kürdistan’daki varlığının işgalciliğin bir gereği olduğunu teslim etmek zorundasınız. Bu mesele ile ilgili üretilen ya da üretilecek olan diğer söylemler meselenin bulandırılmasından başka bir şeye hizmet etmez. Yok, efendim ‘biz etle tırnak gibiyiz”, ya da ‘yüz yılardır bir arada yaşamış, kız alıp vermişiz’ türünden paketlenmiş söylemlerin gerçeklikle örtüşür yanı yoktur. Zira Kürtlerle Türkler yüzyıllardır bir arada yaşamıyorlar, bunun adı bir arada yaşamak değildir. Doğrusu şudur, Kürtler yüzyıllar boyunca Türklerle bir arada yaşamaya mecbur edildiler. “Kız alıp verme” meselesine gelince, bu, tarihte hep başvurulmuş bir yöntemdir ve bunun öyle övünülecek yanı yoktur. Kadınlar her daim örtülü ya da açık savaşların, ittifak oluşturabilmenin ve bir halkı asimile etmenin aracı olarak görülmüştür; Bu savaş ve asimilasyon stratejisinden Kürt halkı da kurtulamamıştır.
tedirler. Dolayısıyla da Türk devletinin Kürdistan’daki varlığını işgalci bir güç olarak değil, bir ‘güvenlik’ gücü çerçevesinde mütalaa etmektedirler. Bu bakış açısı, sömürgeci devletin bakış açısıdır ve bu bakış açısından kopamayanlar, ne derece iyi niyetli olursa olsunlar, isteseler de Kürt halkının kurtuluşuna hizmet edemezler. Bu savaşın nasıl ve hangi koşullarda nihayetleneceğini tartışabilmek ve gerçekçi önerilerde bulunabilmek için, öncelikle savaşın niteliğini doğru tespit etmek gerekiyor. Bu savaş bir halkın ‘demokrasi’ savaşı mıdır yoksa sömürge bir halkın sömürgeci güce karşı savaşı mıdır? Bu savaşı bir ‘demokrasi’ savaşı, dolayısıyla da Türkiye’nin bir iç sorunu olarak görüyorsanız, haklı olarak diyebilirsiniz ki: “Artık demokratik mücadelenin koşulları mevcuttur, dolayısıyla da bu koşullara uygun araçları devreye sokmak daha isabetli olacaktır.” Yok, eğer bu savaşı bir ülkenin iç sorunu olarak değil de, sömürge bir halkın bağımsızlık sorunu olarak mütalaa ediyorsanız -ki biz bu şekilde mütalaa ediyoruz-, bu durumda bu savaşın bir iç meselenin ürünü olmadığını, bir ‘demokrasi’ sorunu olmadığını, dolayısıyla da Kürtlerin silahsızlanmasını istemenin Kürtleri teslim olmaya davet etmek anlamına geldiğini söylersiniz. Evet, Kürt halkı Türk halkının ve Türk devletinin bir parçası olmadığı gibi, bu savaş da bir ‘demokrasi’ ya da ‘demokratikleşme’ savaşı değil, sömürge bir halkın bağımsızlık savaşıdır. Tam da bundan dolayıdır ki Kürt halkı, işgalci bir orduya karşı kendi öz örgütlerine ve öz savunma güçlerine ihtiyaç duymuş ve bu güçleri oluşturmuştur. Eğer Kürtler ayrı bir halk ise, bu durumda Kürt halkının kendi iradesiyle bir parçası olmadığı Türk devletini de Kürtlerin de devleti olarak görmek ve Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı Türk Misak-i Milli sınırları içerisinde görmek kimsenin haddine düşmez. Ya Kürtleri Türklerin ve Türk devletinin bir parçası olarak, dolayısıyla da Türk devletinin ve onun silahlısilahsız örgütlerinin varlığını Kürt halkı-
Kürdistan ayrı bir ülkedir, Kürtler ise ayrı bir halktır Evet, Kürdistan ayrı bir ülkedir ve günümüzde Türklüğün ve uluslararası güçlerin işgali altındadır. Devletler, silahlı güçlerini oluştururlarken, bunu, ‘ülkenin ve halkın güvenliği’nin olmazsa olmazı olarak açıklarlar ve bunun en meşru hakları olduğunu ilan ederler. Her ülkenin bir olmazsa olmaz olarak kabul ettiği bu hukuk, kendi içinde tutarlı değildir. Bu hukuk devletlerarası ilişkilerde eşit işlemediği gibi, devletsiz halklar için hiç mi hiç işletilmez. Bu da demektir ki devletlerin silahlanmasının temel nedeni ülkenin ve halkın güvenliği değil, sermayenin güvenliğinin sürekliliği ve yayılarak çoğalma ihtiyacıdır. Örneğin ABD, kendi güvenliği için her türlü silahlanmayı kendi hakkı olarak
4
Komünist Zemin
nedeni Kürt halkının kendi öz örgütlerine, silahlı öz savunma güçlerine sahip olmasıdır. Kürdistan’daki işgal ve Kürt halkı üzerindeki Türk işgali devam ettiği müddetçe de, Kürtlerin biricik güvencesi kendi öz savunma birlikleri olmaya devam edecektir.
görürken, İran’ın silahlanmasını bir savaş nedeni olarak ilan etmekte ve onun silahlanmasını engellemek için onu tehdit edebilmektedir. Söz konusu olan Kürdistan gibi devletsiz ülkeler ve halklar olduğunda ise bu hukuk hiç mi hiç işlemez. Devletsiz halkların silahlanması hiçbir biçimde meşru kabul edilmez ve yasadışı ilan edilir. Demek ki uluslararası hukuk, esasen ulusların değil, egemen olan devletlerin hukukudur ve bu hukuk, devletin gücüne göre işletilmektedir. Bu da demektir ki bu hukuk güçlü olanların hukukudur, daha doğru bir ifadeyle, güçsüz olanların dışarıda bırakıldığı bir hukuktur. Türkiye’deki ya da uluslararası alandaki ‘barışseverler’in ‘PKK silah bıraksın’ demelerinin asıl nedeni, bu güçlerin egemenlerin hukukuna ve bu hukukun dayandığı değerlere bağlı olmalarıdır. Eğer aksi olsaydı şunu söylemeleri gerekiyordu: “Devleti olmasa da Kürdistan bir ülke, Kürtler de ayrı bir halktır. Nasıl ki devletli ülkelerin kendilerini savunma haklarının bir gereği olan savunma güçleri varsa, Kürt halkının da öz savunma güçlerinin olması onun en tabii hakkıdır. Eğer gayri meşru bir şey varsa, oda Kürdistan’daki işgalci güçlerin varlığıdır. Öncelikle yapılması gereken, işgalci gücün silahlarıyla birlikte Kürdistan’ı terk etmesidir. Kürtlerin kendi öz savunma güçlerini tasfiye edip etmeyecekleri Kürtlerin kendi meselesidir. Sömürgeci güçlerin işgali devam ettiği sürece Kürt halkının güvenliği açısından kendi öz savunma güçlerini zinde tutması hem onun en doğal refleksi, hem de en zaruri ihtiyacıdır.” Evet, Kürtler ayrı bir halk, Kürdistan ayrı ve işgal altında olan bir ülkedir. Kürtleri silahlanmaya zorlayan kendi güvenlikleri ve tehdit altında olan varlıklarıydı. Eğer Kürtler bugün tarih sahnesine bağımsız bir güç olarak çıkabildilerse ve Türk cephesi Kürtlerin bir halk olduğunu zımnen kabul edip, adını ‘Kürt Sorunu’ olarak koysa bile ve bu mesele tartışma noktasına gelmişse, bunun en önemli
Ne vakit ki Kürtler kendi geleceklerini kendileri tayin etme aşamasına gelirler, mevcut savunma örgütlerini ne yapacaklarına kendileri karar verirler. Aksi halde bugün Kürt halkından silahsızlanmasını talep etmek, onu savunmasız bir şekilde savaş alanına çağırmak demektir. Aydın Valisi Hüseyin Avni Coş’un bir demcinde “Devlet silah bıraksın’ dediğini iddia eden MHP, bu açıklamaya şöyle tepki göstermişti: “Devletten bunu istemek demek, devlete teslim ol demektir.” MHP, devletin çıkarları açısından meseleye baksa da, savaş gerçeğini iyi kavramış ve savaş meydanındaki güçlerden birine ‘silah bırak’ demenin ne anlama geldiğini gayet net bir biçimde ifade etmiştir. Peki, ya Kürtlerle kardeşlikten dem vuran ve Kürtlerin dostu olduğunu söyleyen güçler, bunlar savaşın kendi gerçekliğini kavramaktan uzak oldukları için mi, yoksa bu savaşın nedenleri ve niteliği konusunda devlet düşüncesinden kopmamakta ısrar ettikleri için mi Kürtleri silahsız savaş alanına davet etmektedirler?
5
Komünist Zemin
AKP İslamiyet dışı mı oldu, yoksa takiye mi yapıyor? ki AKP, İslam dışı, İslam karşıtı bir harekettir. İslam dışıdır çünkü İslam inancına göre kulun yaptığı anayasalara ya da yasalara göre hareket etmek ve toplumu yönetmek suçtur. İslam’ın anayasası Kur’an’dır ve Kur’an’ın emrettiği geçerli tek hukuk ise şeriattır. Bu bağlamda, “13 yaşındaki ilköğretim öğrencisi kızını başını örtmeye zorladığı gerekçesiyle” 22 Ekim 2010 tarihinde CNN TÜRK ekranlarında Şirin Payzın’ın sunduğu haber programında konuşturulan baba Murat Özel’in söyledikleri oldukça önemlidir.
AKP’nin ne olup olmadığını ya da ne yapmak istediğini anlayabilmek için, evvela İslamiyet’in ne olup olmadığını ortaya koymak gerekiyor. İslamiyet, tek Tanrılı semavi bir dindir. İslamiyet’in rehber olarak kabul ettiği Kur'an-ı Kerim'in, İslam dinine göre son peygamber olarak kabul edilen Muhammed bin Abdullah’a (Hz. Muhammed) Allah tarafından vahiy edildiğine inanılır. Keza Muhammed, İslam dinine göre son peygamber olarak kabul edilir ve Muhammed’in kendi zamanında ‘Allah’ın emirleridir’ diye aktardığı şeriat hükümleri de son şeriat hükümleri olarak kabul edilir ve bütün Müslümanlar, bu hükümleri hiçbir biçimde sorgulamadan bu hükümlere uymakla yükümlüdürler. İslam'a göre Kur'an'daki emirlere ve yasaklara uymak şarttır. Kur'an’ın hiçbir zaman tahrif edilemeyeceği ve değiştirilemeyeceği, Kur’an’da net bir biçimde yer almaktadır:
Murat Özel, özet olarak şöyle diyordu: “Ben laik değil Müslüman’ım ve ben Kur’an’ın emirlerini yerine getiriyorum. Ben vatandaş olarak Allah’ın, Kur’an’ın ve Diyanet İşleri Başkalığı’nın tehdidi altındayım. Çünkü İslam inancında deniliyor ki, eğer sen Müslüman isen, o takdirde İslami kurallara göre yaşayacaksın, aksi takdirde seni cehennemimde yakarım. Ben vatandaş olarak tehdit altındayım ve siz devlet olarak beni korumak zorundasınız.”
"Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (HİCR suresi, 9. Ayeti) İslam hukukunda temel kaynak Kur’an’dır ve toplumsal yaşam, ahlak ve hukuk Kur'an'da geçen emir ve yasaklara dayandırılır. İslam inancına göre Kur’an’da yazılı olanlar birer öneri değil, birer emirdirler; yorumlanamaz, çağın ya da kulun ihtiyaçlarına göre tahrif edilemez ve hiçbir suretle değiştirilemezler. İslamiyet’le ilgili bu kısa belirlemeleri yaptıktan sonra, şimdi AKP fenomenine dönebiliriz.
Murat Özel’in hiçbir tereddüde yer bırakmayacak açıklıkla ve netlikle ifade etmiş olduğu söylediklerinden de anlaşıldığı gibi, ya İslami kurallara göre yaşarsın ya da İslamiyet’i reddedersin. “Eğer benim İslamiyet’in dışına çıkmamı istiyorsanız, o halde beni Allah’ın gazabından koruyun.” Yani öyle hem Müslüman’ın deyip, hem de İslamiyet’in kuralları yerine kulun kurallarını koymak olmaz. Yani öyle, ‘çağ değişti’ türünden açıklamalarla hem İslam’a bağlılıktan söz etmek, hem de İslam’ın hükümleri yerine kulun hükümlerini ikame etmek olmaz. Eğer İslam’ın şartlarını belirleyen Muhammed değil de Allah idiyse -ki İslam inancına göre
AKP İslam dışı mıdır? Eğer AKP’nin açık olmayan bir stratejisi yok ise ve AKP’yi bugünkü söylemi ve icraatları üzerinden mütalaa edecek olursak, hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz
6
Komünist Zemin
Kur’an’daki Nahl suresinin 106. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “Diyanet Vakfı: NAHL 106. Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl Suresi, 106. Ayet)
Muhammed yalnızca bir elçidir ve Kur’an’daki hükümler Allah’ın emirleridirbu durumda ‘çağ değişti’ diyerek bu kuralları terk edip, ihtiyaca göre kurallar belirleyerek İslam’a bağlı kalınamaz. Bu durumda, İslam’a bağlı kalınamayacağı gibi, Tanrı’ya da bağlı kalınamaz. Aksi takdirde, eğer bugünün koşullarında Tanrı’nın hükümleri çağa cevap vermiyorsa, bu durumda Tanrı da çağa cevap vermiyor demektir ki, bu da Tanrı’nın reddini gerektirir. Eğer AKP’nin 28 Şubat sonrası söylemini esas alacak olursak, bu durumda rahatlıkla söylenebilinir ki AKP, İslam dışı bir hareket olmuştur. Zira şeriat yerine laikliği koyarak, İslam Birliği’ni savunmak ve kurmak yerine, daha düne kadar ‘Hıristiyan Kulübü’ olarak adlandırılan Avrupa Birliği’nin üyesi olabilmek için çırpınarak, yine daha düne kadar ‘büyük şeytan’ diye tabir edilen ABD’nin icazetiyle hükümet olup onun komutasındaki işgal güçleriyle birlikte Müslüman bir ülke olan Afganistan’ın işgal edilmesine ortak olarak, Irak’ı işgal eden ABD’ye lojistik destek sunarak, Filistin’i cehenneme çeviren Siyonist İsrail Devleti ile askeri ve ticari ortaklıklar kurarak ve de İslam ümmetinin birliği yerine Türklüğün birliğini savunarak İslam içi olunamaz. O halde bu tabloyu nasıl okumak gerekiyor? AKP, İslamiyet’le bağlarını koparmış mıdır? Yoksa AKP, takiye mi yapıyor? Yukarıda, AKP’nin gerek söylemi bakımından, gerekse de icraatları bakımından İslamiyet’le bir bağının kalmadığını belirtmiştik. Eğer bu reel durumdan yola çıkacak olursak, rahatlıkla söyleyebiliriz ki AKP, İslami bir rejim kurmaktan vazgeçmiş, dahası 28 Şubat’tan hemen sonraki süreçte Erbakan ile yollarını ayıran ve resmi ‘Cumhuriyet İdeolojisi’ne entegre olmuştur. Ne var ki İslam’da oldukça yaygın olan ve İslam Peygamberi tarafından da onaylanan takiyeci bir gelenek de mevcuttur. Kelime anlamı 'örten'/'koruyan' olan takiye, Kur'an'daki Nahl suresinin 106. ayetine dayandırılmaktadır.
Kur’an’daki Nahl Suresi, 106. Ayet’in Takiye üzerine olduğu bilinmekte ve bu Ayet’in inişi ise şu rivayete dayandırılmaktadır: “Müşrikler bir gün Ammar bin Yasir'i yakalayıp, onu putları ilah olarak kabul edip onları yüceltmeye ve Peygamber Muhammed'i tahkir etmeye zorlamışlardır. O kadar zorladılar ki, Ammar bin Yasir istediklerini yapmak zorunda kalmıştır. Peygamber Muhammed'e geri döndüğünde, ona tüm olayları anlatmıştır. Muhammed kendisine "Kalbinde ne hissediyordun?" diye sordu. Bunun üzerine Ammar dedi ki, "Benim kalbim sonuna kadar Allah'ın dini ile doludur". Bunun üzerine Peygamber Muhammed dedi ki, "Münafıklar senden bir daha aynısını söylemeni isterlerse, söyle." (Nahl Suresi, 106. ayet) Vaziyet böyle olunca, AKP’nin İslam dışı olduğu yönünde bir hipotez geliştirmek ne kadar mümkün ise, AKP’nin takiye yaptığı yönünde bir hipotez geliştirmek de en az o kadar imkân dâhilindedir. Peki, Bu Sorunun Cevabının Ne Olduğu Ezilenler ve Sosyalist Hareket Açısından Önemli midir? Sosyalist hareket ve ezilenler açısından, AKP’nin İslam dışı olup olmaması ya da takiye yapıyor olup olmaması bir önem arz edemez. Bu, rejimin sahiplerinin, daha doğrusu sistemin kendi iç sorunudur. AKP ile devletin sahibi olan geleneksel güçler arasındaki sıkıntı, devletin ve rejimin karakterine ilişkin bir sıkıntı değildir. Bir başka deyişle, AKP’nin İslam dışı olup olmaması devletin ya da rejimin karakteri üzerinde etki yapabilecek bir olgu değildir.
7
Komünist Zemin
O halde bu soruyu başka türlü sormak gerekir. Asıl soru şudur: O halde sosyalist hareket ne yapmalıdır? Bu süreç karşısında sosyalist hareketin görevi, AKP’nin niyetini sorgulamak ya da devletin alışılmış sahipleriyle, hem bir sermaye gücü, hem de siyasi bir güç olarak devletin ortağı olmak isteyen İslami motifli sermaye gücü arasındaki dalaşmada taraf olmak olamaz. Sosyalist hareketin görevi, sömürülen topluluklara, bir başka deyişle, sömürü düzeninin mağduru olanlara şeriat düzeniyle cumhuriyet rejiminin sınıf karakterlerinin bir ve aynı olduğunu; her ikisinin de emekçi düşmanı olduğunu; bir burjuva cumhuriyeti olan Türkiye’de olduğu gibi, bir şeriat rejimine sahip olan İran’da da sistemin sömürüye, toplumsal eşitsizliğe ve artı değere dayanarak varlığını sürdürdüğünü; her iki rejimin de esasen sermayenin egemenliğini muhafaza ettiğini, bundan dolayıdır ki her iki ülkede de yalnızca emekçilerin, emekçilerden yana olanların ve eşitlikçi bir dünya için mücadele edenlerin hapsedildiğini, baskı altında tutulduğunu ve katledildiğini anlatmak olmalıdır. Tabii ki sosyalist hareket bununla yetinemez. Sosyalist hareket, aynı zamanda da, ister şeriatçı sıfatını taşısın, ister cumhuriyetçi sıfatını; nihayetinde sınıf karakteri burjuva olan, dolayısıyla da varlığını ancak ve ancak sömürü düzenini sürekli kılarak sürdürebilen kapitalist devletin imha edilmesine endeksli bir mücadeleyi de inşa etmekle yükümlüdür. Ama sosyalist hareketin hem ezilen ve sömürülen kitleleri uyarabilmesi ve onları kapitalist sistemin imhasına dönük bir mücadele için seferber edebilmesi, hem de kapitalizmin imhasına dönük bir mücadeleye politik önderlik edebilme yükümlülüğünü yerine getirebilmesi için, ilk evvela kendi düşünce sistematiğine sirayet etmiş olan ilerlemecilik, aşamacılık ve askeri yönetimler ve şeriatçılık karşısında burjuva parlamenter sisteminin (Burjuva Demokrasisi) tercih edilmesi, savunulması ya da burjuvazinin iç çatışmalarında “ehvenişer”dir diyerek burjuvazinin bir kandının tercih edilmesi ya da dolaylı da olsa desteklenmesi türünden anlayışlarla hesaplaşması gerekiyor.
Nihayetinde adı cumhuriyet olan burjuva devletlerinin olduğu gibi, adı şeriat devleti olan devletlerin de sınıf karakterleri ve dayanmış oldukları değerler aynıdır. Zaten bu devlet ya da rejimlerin kendi aralarındaki çatışmanın da esasını oluşturan sahip oldukları sınıf karakteri değildir. Örneğin; Kapitalizm de her şey paradır, bir başka deyişle “Kapitalizmin dini imanı paradır.” İslam’da ise, “ibadetin onda dokuzu ticarettir.” Aynı şekilde kapitalizmin hukuku olan burjuva hukukunda en büyük suç: Mülkiyet düşmanlığı iken, İslam hukukunda da en büyük suç, mülkiyet düşmanlığıdır. Bundan dolayıdır ki dinsizliğin sembolü olarak kabul edilen kapitalizmde ‘Adalet mülkün telemi’ iken (aslında bunu, mülk adaletin temelidir diye okumak gerekir), İslamiyet’te de bütün adalet sistemi mülkün üzerine oturtulmuştur. Tıpkı burjuva hukukunda olduğu gibi İslam hukukunda da ticaret, emek sömürüsü ve eşitsizlik kutsanmaktadır. Bütün bunlardan dolayıdır ki AKP’nin İslam dışı olup olmamasının emekçiler ve sosyalist hareket açısından bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bu bakımdan, ezilenlerin ve sosyalist hareketin “AKP’nin gizli bir niyetinin olup olmadığı” merkezli yürütülen tartışmalara ortak olmaktan imtina etmeleri gerekmektedir. Ezilenleri ve sosyalist hareketi ilgilendirmesi gereken AKP’nin gizli niyeti değil, sınıf karakteridir, dahası hangi sınıfın hizmetinde olduğudur. Meselenin özü budur. Peki, o halde ne yapmalı? Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sosyalist hareketi ve ezilenleri ilgilendiren, AKP’nin İslam’dan kopup kopmadığı, bir başka deyişle takiye yapıp yapmadığı olmamalıdır. Meselenin bu kısmı sosyalist hareketi ve ezilenleri değil, devletin sahiplerini ilgilendiren bir husustur. O halde ne yapmalı? Bu sorunun cevabını vermekle yükümlü olan ezilen ve sömürülenlerden ziyade, sosyalist harekettir.
8
Komünist Zemin
Kürtlere Karşı Örgütlenen Linç Vesilesiyle Bir Kez Daha Türklük ve Kürt Hareketi Üzerine Yani, ne herkes Türkleştirilebilmiş, ne de Türk olmayanlar bir bütün olarak yok edilebilmiştir. Dolayısıyla da cumhuriyetin tarihi boyunca bir yok etme, bunun karşısında ise bir var olama savaşı hep var ola gelmiştir. Cumhuriyetin temel ülküsüne karşı direnenlerin vermiş oldukları varlık savaşı, nedense hep “sorun” olarak adlandırılmış, bu da yetmemiş, bu “sorun”lar cumhuriyetin değil de, cumhuriyetin mağdur ettikleri üzerinden adlandırılmıştır. Yanlış tanım ise, kaçınılmaz olarak çözümün de yanlış yerde aranmasına yol açmıştır. Cumhuriyetin kendisi değil de, onun yol açtığı sonuçlar üzerinden bir tartışma yapılmış, dolayısıyla da “sorun”ların adı da bu yanlış sonuçlar üzerinden konulmuştur. Bu “sorun”un adı kimi zaman “Ermeni Sorunu”, kimi zaman “Azınlıklar Sorunu”, kimi zaman da “Kürt Sorunu” olmuştur. Hâlbuki ne Ermenilerin, ne Kürtlerin, ne de öteki olarak muamele gören diğer toplulukların varlıkları tek başına bir sorun değildir, hiçbir vakit de sorun olmamıştır. Ne vakit ki Türklük ve Türkleştirme meselesi vuku bulmuş, işte o zaman bu tür “sorun”lar icat edilmiştir ya da Türkleştirilemeyenlerin varlıkları bir “sorun” olarak kabul görmüştür. Bununla da kalınmamış, bütün bu “sorun”lara yol açan Türklük iken, “sorun”lar Türklüğün mağdur ettikleri üzerinden adlandırılmış, mağdurlar “sorun”ların kaynağı olarak gösterilmiştir. Nasıl ki, erkeklerin yol açtığı, daha doğrusu erkek egemenliğinden kaynaklanan cinsiyet ayrımcılığı ve her türlü ayrımcılık “kadın sorunu”, kapitalizmin yol açtığı çevre tahribatı da kapitalizmden soyutlanarak “çevre sorunu” olarak tanımlanıyor ise; Türklük ve Türkleştirme politikasının bir sonucu olarak tarih sahnesinde yeni-
Bu yazının başlığını “Türklük Sorunu” olarak koyduk, çünkü günümüzde “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan mesele, birileri tarafından cumhuriyetin “başına bela edilmiş” bir “sorun” değil, bizzat cumhuriyetin ve onun dayandığı dinamiklerin yol açtığı bir “sorun”dur. Bundan dolayıdır ki, öncelikli olarak meselenin adının doğru konulması gerekiyor. Zira bir meseleyi ortadan kaldırabilmenin yolu, olayın ve olgunun adının doğru konulmasından geçmektedir. Evet, bugünkü cumhuriyet bir Türk Cumhuriyeti olarak kurulmuştur ve bu cumhuriyetin temel dayanağını asimilasyon, inkâr ve imha oluşturmuş, oluşturmaktadır. Yani mümkün olanlar asimilasyon yoluyla “Türkleştirilmiş”, Türkleştirilemeyenler ise inkâr, imha ya da sürgün edilmiştir.
Bugünkü cumhuriyet Milli ve ırkçı esaslara göre tasarlanmış ve kurulmuştur. Ne var ki, amaçlanan maksada tam olarak bir türlü ulaşılamamıştır. Eğer cumhuriyetin resmen ilanını değil de, cumhuriyetin mayasını teşkil eden İttihatçı hareketin kuruluşunu esas alacak olursak, aradan bir asrı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bugün bile hedeflenen amaca tam olarak ulaşılamamıştır.
9
Komünist Zemin
hiçbir istila Türklerin istilası kadar tahripkâr olmamıştır. Çünkü hiçbir istilacı güç Kürtleri asimile etmeye çalışmamış ve Kürtlerin varlığını inkâra yönelip, Kürtlere de kendi varlıklarının inkârını dayatmamıştır. Zaten bu bakımdan sömürge bir halk olarak Kürtler, sömürgeci bir devlet olarak da Türk devleti sömürgecilik tarihinde bir ilki oluşturmaktadır. Çünkü tarih boyunca hiçbir halk, işgalcisi tarafından kendini inkâra ve egemeni olanın kimliği üzerinden kendisini tanımlamaya zorlanmamıştır. Mesela Fransa, sömürgeleştirdiği hiçbir ulusu kendisini inkâr etmeye ve Fransız etnisitesinin bir parçası olarak tanımlamaya zorlamamıştır. Ulus devletler tarihinin en ırkçı devletlerinden biri olan İsrail Devleti, ne Filistinlileri inkâr etmekte, ne Filistinlileri Yahudi halkının bir parçası olarak görmekte, ne Filistinsileri dünyaya böyle göstermekte ve ne de onları buna zorlamaktadır. Bu bakımdan Türk devleti ve kendisini Türklük üzerinden tanımlayan Türkler, egemeni oldukları tüm alanlarda, yurtlarını ve yaşamlarını işgal ettikleri herkesi Türk olarak tanımlamakta ve onlara kendilerini inkâr etmeyi dayatarak yeryüzünde bir ilki oluşturmaktadır. Dünyanın en eski sömürgeci devletleri bile, bugün aynı suçu bir başka biçimde işliyor olsalar bile, geçmişte işlenmiş suçlarla bugünleri arasında bir ortaklık kurmak cesaretini gösterememekte, geçmişte işlenen suçlar için ‘özür’ dileyip, bir biçimde geçmişle bugün arasında bir ortaklığın kurulmasının önüne geçmek için uğraşırlarken, Türkler, geçmişe özlem duyan, geçmişte işgal ettikleri topraklarda yeniden at koşturmaya özlem duyan tek topluluktur. Yine aynı şekilde, yeryüzünde hiçbir devlet ve millet yoktur ki, işgal ettiği yerleri “vatan toprağı” olarak görsün ve işgale karşı direnen yerli halkları “vatana ihanet”le suçlasın. Bilindiği gibi, günümüzdeki Türklüğün “atalarımız” demekte hiçbir sakınca görmediği Osmanlılar, dört yüz yıl boyunca Yunanlıların yurtlarını işgal altında tutmuş, sonunda da bu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır.
den yer almış olan Kürt ulusal hareketi de “sorun”a yol açan asıl özneden soyutlanarak Kürtler de “sorun”a yol açan özne olarak gösterilmekte ve “sorun” “Kürt sorunu” olarak tanımlanmaktadır. Türklük Sorunu mu yoksa “Kürt Sorunu” mu? Kürt bölgelerinde çatışmaların yeniden başlamasıyla birlikte, gündem de bu çatışmaların ekseninde oluşmaya başladı. Kimileri bu süreci, “Söz konusu olan bir etnik ya da kimlik sorunu değil, ekonomik bir sorundur” türünden bildik hamasi laflarla açıklamaya çalışırken, kimileri de, “sorunun adını doğru koymak lazım, bu sorunun adı Kürt sorunudur” açıklamasını yinelediler. Birinci açıklama ne kadar aymaz bir açıklamaysa, ikinci açıklama da o kadar yanlıştır. Zira söz konusu olan bir “Kürt sorunu” değil, bir Türklük sorunudur. Öyle ya, Kürtler, varlıklarıyla kimlerin hayatını zora sokmuşlardır ki, Kürtlerin varlıkları başkaları açısından bir sorun teşkil etsin? Meselenin adını doğru koymak lazım, bu coğrafyada sorunların başladığı tarih, Türklerin bu coğrafyaya akın etmeleriyle başlamıştır ve bu coğrafyanın Türkler tarafından istilasıyla da, günümüze kadar uzanan sorunlar baş göstermiştir.
Kürtlerin yaşadığı coğrafya Türklerden önce de defalarca istila edilmiştir ama
10
Komünist Zemin
Yeryüzünde bir tek Türkler, egemeni olduğu coğrafyada yaşayan herkesi Türkleştirmek histerisiyle hareket etmiş ve bunu başardıkları ölçüde kendileriyle barışık olabilmişlerdir. Bu durumu hastalık olarak adlandırmayı çok isterdik, ama değil. Eğer öyle olsaydı, bu durumda bir caza-i muafiyet doğardı ve bu tartışmaya da gerek kalmazdı. Türklük bir hastalık değil, bir fenomendir, daha doğrusu Türklük demek, başkasını inkârdır, herkesi Türk olmaya zorlamak demektir, Türk olmayan herkesi düşman görmektir, böbürlenmektir, düşünememekle övünmek demektir, yaptığı zulümlerden yola çıkarak gücünün ve yaşadığının farkına varmak demektir.
Ama buna rağmen bugünkü Türklük, Yunanistan’ın toprakları içerisinde kalan ve Batı Trakya olarak adlandırılan toprakları kendi yurdu olarak görebilme aymazlığını gösterebilmekte ve bir gün bu topraklara dönme arzusu taşıyabilmektedir. Daha da garip olanı ise, Yunanlılar karşısında bir utanç duyulacağına, Yunanlıların düşman ve güvenilmez olarak görebilmesidir. Yine aynı şekilde Ermenilerin, Kürtlerin, Süryanilerin yurtlarını işgal edip, sonra da bu halkları soykırımdan geçiren, bu halkları sürgüne gönderen, geride kalanları ise asimile ya da inkâr eden Türklerdir.
Türkün ve Türklüğün İkiyüzlülüğü Üzerine Türk kişiliği o derece riyakâr ve ikiyüzlüdür ki, temel mayasını oluşturan amentü şudur: “Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin!” Bu, her Türkün çocuğuna ettiği temel nasihattir. Aynı Türklüğün bir başka amentüsü ise, “Devletin malı deniz, yemeyen keriz”dir. Düşünebiliyor musunuz, Türk toplumunun temel söyleminin esasını devlete itaat etmek ve devlete bağlılık oluştururken, devlet düşmanlığı da Allah karşıtlığı ve “vatana ihanet” olarak mütalaa edilip bu suçları işleyenler linç edilirken, aynı Türklük, “devletin malı deniz, yemeyen keriz” ahlakını esas alabilmektedir. Bu iki “Atasözü”nden yola çıkmak bile Türklüğün esaslarını anlamaya yetebilir. Türklük için “dün dündür bugün bugündür.” Türklük, hiçbir vakit geçmişiyle yüzleşmez. Türklük için önemli olan tarihsel haklılık değil, her koşulda menfaatlerini esas alan “kendi haklılığı”dır. Türklük, kurbanken de haklıdır, katilken de. Türklüğün esasını oluşturan bu maya olduğu içindir ki Türklük, olgular ve olaylar arasındaki benzerlikleri görmez, görmek istemez. Türklüğün bir bileşeni olan ve Avrupa’ya göç etmiş Türkleri örnek alalım.
Ama buna rağmen Ermenileri, Süryanileri ve Kürtleri düşman ilan eden ve onları “vatana ihanet”le suçlayan da aynı Türklerdir. Bu nasıl bir ruh haldir ki, hem zulüm yapmakta, hem de zulüm görüyorum diye ortalıkta bağırmaktadır? Öyle sanıyoruz ki Türklük bir fenomendir ve bu fenomenin mutlaka incelenmesi gerekmektedir. Çünkü bu fenomen, ne klasik milliyetçilikle, ne klasik ırkçılıkla ve ne de klasik faşizmle açıklanabilir. Klasik ırkçılığın temel şartı, kendi ırkından olmayanları öteki olarak görmeyi gerektirir. Yani hiçbir zaman bir beyaz bir siyahı kendinden görmez; siyah olan beyaza benzemeye çabalasa da, beyaz bunu dıştalar. Keza klasik faşizmin dayanakları aynıdır. Örneğin Alman faşizmi Yahudileri Almanlaştırmak gibi bir reaksiyona sahip değildi, bilakis, “Almanlığı Yahudilikten arındırmak”, ilkesine dayanmaktaydı.
11
Komünist Zemin
devletçikleri kurduracak olan zihniyet; bırakın ayrılmayı bir yana, kendi işgalcisinin varlığını bile kabullenmeye hazır ve işgalcisiyle eşit haklar temelinde bir arada yaşamaya razı olmuş bir Kürt halkını bile linç etme aymazlığını gösterebilmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İşgal topraklarını kendi toprakları olarak benimseyen, işgale karşı kendi toprağını savunan halkları da hain olarak gören bir zihniyet bir tek Türklükte vardır; bundan dolayıdır ki hem zulüm yapan, hem de zulüm gördüğünü, haksızlığa uğradığını iddia eden başka bir toplum yoktur. Bu, ne bir paranoyadır, ne de patolojik bir bozukluk; bu, Türklüğün esasıdır.
Bilindiği gibi Türkler, kırk küsur yıl önce Avrupa ülkelerine göç ettiler, hem de kendilerine “misafir” sıfatını yakıştırarak. Ama bu “misafir” Türkler, baktılar ki bu misafirlik uzun sürecek, bu kez de oralara yerleştiler. Kendilerine ait dernekler, camiler kurdular, okullarda din dersi ve Türkçe dilinin öğretilmesini, daha sonraki yıllarda ise Türkçe dilinde eğitim hakkı istediler. Üstelik de bütün bunları kendi deyimleriyle “misafir” olarak bulundukları ülkelerde istediler ve bu isteklerine sahip de oldular.
Peki, Türklük bir patolojik bozukluk ve bir paranoya değilse, nedir? Bu, bir hastalık değil, Türklüğün esasıdır. Çünkü Türklük ideolojisi ve Türk devleti sosyal bir tabanı olmayan, önce ideolojisi ve ilkeleri oluşturulan, önceleri Ergenekon gibi bir takım efsanelerle beslenen, bu yetmez olunca da devşirme topluluklarla vücuda getirilmeye çalışılan bir fenomendir. Bundan dolayıdır ki bu derece reaksiyoner ve tartışılmaya düşmandır. Böyle olmak zorundadır çünkü “Türk sermayesi” gibi Türklüğün sosyal tabanı da devşirme yoluyla oluşturulmuştur. Bir başka deyişle, önce milleti olmayan bir “milli devlet” kurulmuş, sonra da başka milletlerden devşirme ve asimilasyon yoluyla bir millet yaratılmıştır. Türklük ideolojisi ve bu ideoloji etrafında örgütlü komplocu bir teşkilat (İttihat ve Terakki) tarafından temelleri geçtiğimiz yüzyılın ilk yıllarında atılan, kendisi ise 1923 yılında ilan edilmiş olan bugünkü cumhuriyet, hem “ulusal” bir sermayeden, hem de ulusal bir tarihten ve sosyal bir tabandan yoksun olarak kurulmuştur. Milleti olmayan bir milli devlet olarak kurulması bir yana, kurucu kadrolarının önemli bir kısmı da Türk değildir; kurucu kadrolarının çoğu Makedon, Arnavut, Çerkez ve Yahudi’dir. Hadi diyelim ki bunun bir önemi yoktur; nihayetinde Fransa’nın Fatihi olarak kabul edilen Napol-
Bir başka örnek ise, bir dönemler Osmanlı İmparatorluğu’nun işgali altında olan Kıbrıs, Yunanistan, Makedonya ve Bulgaristan gibi ülkelere yerleştirilen ve “eski Osmanlı Türkleri” olarak adlandırılan Türklerin durumudur. Bilindiği gibi bu Türkler, Osmanlı İmparatorluğu tarafından bu ülkelere götürülmüş, Osmanlı işgali son bulduğunda da bu ülkelerde kalmaya devam etmişlerdir. Buna rağmen, ne zaman ki buralarda yaşayan “Türk nüfus” bir ayrımcılığa tabi tutulmuş, Türk devleti ve Türklük ayağa kalmış ve kendi “soydaş”ları için eşit haklar talep etmiştir. Ne var ki, Almanya’da, Yunanistan’da ve Bulgaristan’da yaşayan Türkler için eşit yurttaşlık hakkı isteyen -ki zaten buralarda yaşayan Türkler büyük ölçüde eşit haklara sahiptiler-, elinden gelse bu ülkelerde de tıpkı Kıbrıs’ta olduğu gibi Türk
12
Komünist Zemin
Bir zaman sonra resmi kayıtlarda artık Kürtler yoktu; ‘Kürt diye anılan insanlar ise ‘dağ Türkleri” idi. “Karda yürürken ayakları kart kurt sesi çıkardığı için bu insanlara Kürt deniliyor” idi. Ama bunlar esasen “dağ Türkleri” idi. Türlüğün kurucuları, baskı zoruyla da olsa bir dönem için Kürtleri sindirmeyi, Kürtleri Türklüğe biat ettirmeyi başardılar. Hatta ve hatta Kürtlerin azımsanmayacak bir bölümünü asimile bile ettiler. Ama ne Kürtlüğü, ne de Kürtleri yok edebildiler. Kürtler, her dönem yeniden tarih sahnesine çıkmayı ve varlılarını haykırmayı başardılar. Her seferinde ağır bedeller ödemek zorunda kalsalar da, Kürtler bundan hiçbir vakit vazgeçmediler. Kürtler suskunken de, isyan halindeyken de devletin sahiplerinin korkulu rüyası olmaya devam ettiler. Çünkü uydurma Türklüğün varlığı, inkâr edilen başka halkların yok sayılaması üzerine kurulmuştu ve yok sayılan halklar arasında içerisinde her an tarih sahnesine çıkma potansiyeli taşıyan tek halk Kürt halkıydı. Kürtler ne kadar güçlü bir biçimde tarih sahnesinde yer alırlarsa, uydurma Türklük miti o derece hızla dağılmaya mahkûmdu. Bundan dolayıdır ki en ufak bir Kürt uyanışı en şiddetli devlet terörüyle ortadan kaldırıldı. Korku o derece büyüktü ki, Kürtçe ağıtlara bile izin verilmedi. Türklük miti o derece zayıftı ki, Kürtçe bir ağıt karşısında bile dağılabilirdi. Son yüzyıla damgasını vuran Türklük histerisinin ve linç kültürünün dayandığı gerçek budur. Yeryüzünde mit üzerine kurulmuş bütün egemenliklerin davranışları aynıdır. Bunların hepsi kof bir güçlülük mitine ve bu güçten kaynaklanan ayrımcılığa dayanır. Ve bunların hepsi, aslında onların hiçliğinin kanıtı olan karşı argümanları reaksiyoner bir biçimde bertaraf ederler. Özcesi; Türklük, patolojik bir bozukluk ya da bir paranoya değil, gerçekle alakası olmayan bir mittir. Türklük, tarihsel ve maddi temellere dayanmayan “varlığını” ise ancak ve ancak yok saydıklarının varlığını inkâr ederek devam ettirebilen; “ben varım” diye tarih sahnesine çıkmakta direnen halkları ise
yon da bir Fransız sömürgesi olan Korsika’dandı. Keza kendisi Kürt kökenli olan Ziya Gökalp, “Türklüğün Esasları”nı kaleme almıştır. Zaten Türklüğün handikabının asıl nedeni de bu değildir. 1923’de kurulan milli Türk devletinin esas handikabı, Türklerin azınlıkta olduğu, daha doğrusu “Türklük bilinci”nin olmadığı bir coğrafyada Türklük esaslarına dayanan bir devlet olarak kurulmuş olmasıdır. Komplocu İttihatçı gelenekten gelen devletin kurucu kadroları bu handikabın farkındaydılar, dolayısıyla da hiç vakit kaybetmeden bir Türkleştirme süreci başlattılar. Henüz daha cumhuriyetin kuruluşu gerçekleşmeden coğrafyanın en kadim halklarından olan Ermeniler, Süryaniler zaten ya katledilmiş ya da sürgüne gönderilmiştir. Yani daha Cumhuriyet kurulmadan önce, Türk Cumhuriyeti’ne giden yollar açılmıştı; ama amaca ulaşabilmenin önündeki en önemli engel olarak Kürtler halen daha duruyorlardı. Üstelik de Kürtler, cumhuriyetin kurucu ortağı olarak kabul edilmiş ve büyük ölçüde Kürtlerin katkısıyla mevcut devlet kurulmuştu. Ama bu durum, yani Türklüğe bir devlet hediye eden önemli Kürt varlığı, devletin sahiplerinin amentüleriyle örtüşmüyor, daha da kötüsü, devletin “gizli Anayasa”sını tehdit ediyordu. “Gizli Anayasa”ya göre devletin esasını oluşturan Türklük ve Türklüğün üstünlüğüne dayanan mit idi. O zaman Türklüğün elini kolunu bağlayan bu engelden kurtulmak gerekiyordu. Bu sürecin ilk adımı olarak, çeşitli provokasyonlar yoluyla bir şiddet ortamı yaratıldı ve Kürt direniş odaklarına karşı amansız bir saldırı başlatıldı. Katliamlar yapıldı, Kürtler kendi topraklarından çok uzaklara sürüldü ve Kürt demografik yapısında ciddi tahribatlara yol açıldı. Ve nihayetinde de Kürtlerin varlığı inkâr edildi. Cumhuriyet kurulmadan önce, kuruluş aşamasında ve cumhuriyet kurulduktan hemen sonra Kürtler müttefik olarak kabul edilirken ve Kürtlerle yapılan ittifaklar resmi kayıt altına alınırken, Kürtler birden bire yok sayılmaya ve inkâr edilmeye başlandı.
13
Komünist Zemin
“O halde ne yapmalı?” sorusuna doğru cevap verebilmek için yapılması gereken bir başka şey ise, “Türklerle Kürtler kardeştir” yalanını teşhir etmektir. Yanılmıyorsak 90’lı yılların başında Öcalan bir demecinde şöyle diyordu: “Madem kardeşiz, o halde şöyle yapalım, 70 sene boyunca biz kendimize Türk’üz dedik, gelin siz de kendinize 25 sene Kürt’üz deyin.” Öyle ya, madem Türklerle Kürtler kardeştir, o halde neden hep kuralları koyan Türkler oluyor? Kürtlerle Türklerin kardeş olabilmelerinin ön koşulu, Türklerin, kendileri için hak gördükleri her şeyi Kürtler için de hak görmeleridir. Ya da Türklüğe layık görmediklerini Kürtlere de layık görmemeleridir. Bunu önkoşulu ise, Türklerin Kürtlerin ayrı devlet kurma hakkına sahip çıkmasıdır. Ancak o vakit Kürtlerle Türklerin kardeşliği mümkün hale gelir. Kürtler bu haklarını kullanırlar mı yoksa kullanmazlar mı, bu Kürtlerin sorunudur. Ama Türkler, kendi belirledikleri ve egemeni oldukları koşullarda yaşamayı Kürtlere dayattıkları sürece bir kardeşlik mümkün değildir. Kürt hareketinin söylemi ne olursa olsun, devrimci hareketin söylemi bu zemin üzerine oturmak zorundadır. Kürt hareketinin kendisi kardeşlikten dem vurabilir ve bu eksende siyaset yapabilir, ama bu zemin devrimci hareketin zemini olamaz. Çünkü Türklük Kürt hareketinden bağımsız olarak ele alınması gereken ve her koşulda ona kaşı mücadele edilmesi gereken bir tehlikedir. Devrimci hareketin hem Türklüğün esiri olmuş “Türk” emekçilerine, hem de Türklüğün postalları altında acı çeken Kürtlere ve bütün ötekilere yapacağı en büyük hizmet, Türklüğün bertaraf edilmesi için tavizsiz bir mücadele yürütmektir.
reaksiyoner Türklük halleri (linç vb.) ile susturan bir fenomenin adıdır. Türklük Fenomeni Karşısında Devrimci Tutum Ne Olmalıdır? Hal böyleyken Devrimci hareketin yapması gereken nedir? Yapılması gereken ilk şey, öncelikle, “Türklerle Kürtlerin bir problemi yoktur, asıl problem PKK’dır” diyen Türklük görüşünün de, “Kürtlerin Türklerle bir sorunu yoktur, asıl sorun derin devlettir” diyen Kürt söyleminin de doğru olmadığını ilan etmektir. Türklüğün Kürtlerle olduğu gibi, Kürtlerin de Türklükle hayati sorunları vardır ve bu sorunların çözümü hiçte kolay değildir. Çünkü Türklüğün temel var oluşu, Kürtlerin ve diğer Türk olmayan toplulukların yok edilmesi ve hayatta kalabilenlerin asimile edilerek yok sayılması üzerine kurulmuştur. Ve Kürt halkı varlığını ortaya koydukça Türklüğün temelleri sarsılmaktadır. Dolayısıyla da Türlüğün Kürtlerle olan sorunları hayatidir. Aynı şekilde Kürtlerin de Türklükle hayati sorunları mevcuttur. Çünkü varlığını ortaya koymak için her ayağa kalkışında çatışmak zorunda olduğu bir güçtür Türklük. Türklükle Kürtlerin sorunlarının olmaması için, öncelikli olarak Türklüğün ırkçı bir mit olmaktan çıkıp, maddi temelleri olan sosyal bir kimliğe, bir kültüre dönüşmesi gerekiyor. Ancak bu tür bir normalleşme yaşamış olan Türklük, başkalarının da varlığını kabullenme ve onlarla eşit koşullarda bir arada ya da ayrı ayrı ama yan yana yaşama kültürünü edinme yoluna girebilir. Bu bakımdan Kürtlerin yapacakları bir şey yoktur. Zaten Kürtler, yeryüzünde hiçbir halkın kendi egemenine göstermediği bir hoşgörüyü kendi egemenlerine göstermektedirler. Yeryüzünde hiçbir sömürge halk yoktur ki, kendisi için özgürlük isterken, kendi ezenine de “demokrasi” talep etsin.
14
Komünist Zemin
PKK’ya Muhalif Kürt Hareketleri ve Kürt Şahsiyetleri Üzerine 1984 yılındaki Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla da savaş ilanını duyurmuş oldu. PKK, devletin Kürtler üzerindeki dayanılmaz baskısına ve 1980 öncesinden kalma kötü siciline rağmen ağır bedeller ödeyerek hem Kürt halkının korkuyu yenmesi yol açtı ve süreç içerisinde Kürt coğrafyasının bütün hücrelerine nüfuz etti. PKK’nın bu süreci nasıl örgütlediği, bu süreçte neyi doğru neyi yanlış yaptığı, uygulaşış olduğu örgüt içi şiddeti, tasfiyeleri, gerek örgüt içi gerekse de örgüt dışı Kürt muhaliflerine karşı tutumunu bu tartışmanın konusu olmadığından, geçiyoruz. Ve bugüne gelindi. PKK önderliğindeki savaş ilanından günümüze kadar 25 yılı aşkın bir süre geçti. İmam (PKK) hakkında kim ne derse desin, PKK’nın siyasi ve askeri rehberliğinde ilan edilen bu savaş sayesindedir ki Kürtler, tarihte ilk kez ve Kürdistan’ın bütün parçalarında bir ulus olma bilinciyle örgütlendiler ve harekete geçtiler. Tabii ki tarihte de Kürt ayaklanmaları olmuştur, ama Kürt halkı tarihte ilk kez bütün bir coğrafyada, üstelik de aşiretlere, sınıf ve inanç farklılıklarına rağmen klasik anlamda bir ulus hareket olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu yazının maksadı bir PKK değerlendirmesi ya da eleştirisi olmadığından, bazı noktaların altını çimekle yetiniyor ve geçiyoruz. Gelelim asıl meseleye.
Bu yazı üzerinden hedeflenen, PKK’yı müdafaa etmek değildir; Zira Komünist Zemin’de bu eksenli yayınlamış yazıları okuyan herkes, PKK’yı nasıl değerlendirdiğimizi pekâlâ görebilir. Bu yazı üzerinden hedeflenen, PKK’nın temsil ettiği hareketin ulusal bir hareket olup olmadığını da tartışmak değildir; Zira bu meseleyi de geçmiş sayılarımızda yeterince tartışmıştık. Bu yazı üzerinden esas olarak hedeflenen, PKK’ya muhalif grup ve şahsiyetlerin dayandıkları ‘politik’ zemin ve ‘ahlak’tır. PKK’nın 12 Eylül 1980 Öncesi ve Sonrasına Kısa Bir Bakış Bilindiği gibi 1980 öncesi süreçte, Kürt coğrafyasının en antipatik hareketi, o zamanlar daha çok ‘Apocular’ olarak anılan PKK idi. O koşullarda PKK’ya nazaran oldukça kitlesel Kürt hareketleri mevcuttu. Bu hareketle hem oldukça köklü, hem de kitlesel bir karaktere sahiptiler. Öyle ki, Kürdistan’ın başkenti olarak kabul edilen Diyarbakır’da Belediye Başkanlığı bile alınmıştı. 12 Eylül Askeri Darbesi gerek Kürtler açısından, gerekse de PKK ve dişer Kürt örgütleri açısından bir milat oldu. 12 Eylül Askeri Darbesi ile birlikte PKK dâhil neredeyse bütün Kürt siyasal hareketi örgütlü olduğu alanları terk etti. PKK dışındaki hareketle Avrupa ülkelerine karargâh kurmayı tercih ederken, PKK, 12 Eylül Cuntası tarafından tutsak edilmeyen az sayıdaki kadrosuyla Kürdistan ve Kürdistan’a komşu coğrafyada kalmayı tercih ederek bir savaş örgütlemeye girişti.
PKK’ya Muhalif Kürt Grupları ve Şahsiyetleri Üzerine PKK karşıtlığını iki ayrı gruba ayırmak gerekiyor. Bir grupta yer alanlar, geçmişte PKK’lı olanlardan oluşmaktayken, diğer grupta yer alanlar, hiçbir dönem PKK ile bir yakınlıkları olmadığı gibi, kuruluşundan beri PKK karşıtı olanlardan oluşmaktadır.
15
Komünist Zemin
Bireyin tarihteki rolü bundan ibarettir. PKK’dan koptuktan sonra ‘kurban’ edasıyla ortalıkta dolaşan şahsiyetlerin bir başka ortak özelliği ise, siyasetlerini kendi doğruluklarını ispat etme üzerine inşa etmiş olmalarıdır. Varsayalım ki bu insanlar haklı ve Öcalan gerçekten de devletin bir ajanı; iyi ama bu kimin için ne ifade eder ki?
Her ne kadar her iki kategoride yer alanlar farklı bir tarihe ve çıkış noktalarına sahip olsalar da, bu iki kategoride yer alanların PKK karşıtlıklarını dayandırdıkları ve ürettikleri zemin aynıdır. Bu ortaklığa rağmen, geçmişte PKK’lı olup da, bugün PKK karşıtı olan şahsiyetler ile en başından beri PKK karşıtı olan Kürt gruplarını ayrı ayrı ele almak gerekiyor. PKK’dan Kopmuş Şahsiyetler Üzerine Bu şahsiyetlerin belli başlı olanlarına, özellikle de PKK yöneticiliği yapmış olanlarına bir göz attığımızda karşımıza oldukça ilginç bir tablo çıkmaktadır. Bu şahsiyetlerin en temel ortak özelliği, PKK saflarında yer aldıkları süre zarfında adı adeta PKK ile özdeş olarak kabul edilen Abdullah Öcalan’a methiyeler dizmiş ve Abdullah Öcalan’ı adeta Kürtlerin yaratıcısı ilan eden kitaplar yazmış olmalarıdır. Bununla da yetinmemiş, PKK’dan tasfiye edilen ve bu tasfiye sürecinde zora maruz kalan PKK kadrolarının “mahkûm edilmesi” sürecinde adeta birere savcı gibi davranmışlardır. Mehmet Şener’in tasfiye edilmesi sürecine bile bakılsa, şimdilerde “PKK ve Abdullah Öcalan kurbanı” edasıyla ortalıkta dolaşan şahsiyetlerin Mehmet Şener’in tasfiyesi sürecinde Moskova Duruşmaları’nın ünlü savcısı Vishinsky'nin üniformasını giyindikleri ve Mehmet Şener’in fiziki olarak yok edilmesi sürecini birliğiyle hazırladıkları gayet rahat görülebilir. Nasıl ki Napolyon, Stalin, Mustafa Kemal, Hitler gibi emekçilerin ve ezilenlerin düşmanı olan diktatörler ya da Lenin gibi tarihin bir başka yanında yer alan şahsiyetler, tek başlarına tarih yapmaya ve toplumun kaderini belirlemeye muktedir değildilerse, Abdullah Öcalan da tek başına Kürtlerin ve PKK’nın kaderini belirleme şansına sahip olamaz. Şahsiyetler, olsa olsa, sürece egemen olan gücün vücut bulduğu bir sembol olabilirler; bir dönemi sembolize eden bu şahsiyetler, gerek iktidarlarını, gerekse de fiziki varlıklarını ancak ve ancak kendilerine biçilen tarihsel rolü oynadıkları sürece sürdürebilirler.
Birincisi şu nu sorarlar, madem böyle düşünüyorsunuz, neden bunu PKK’dan ayrıldıktan sonra dile getirmeye başladınız? Bu iddiayı sizden önce, daha siz örgütte iken dile getirenler örgütten tasfiye edilirken neredeydiniz? O tarihlerde ulaşamayıp ta sonradan ulaştığınız bilgilere mi ulaştınız? Bütün bunları da bir kenara bırakalım ve şöyle tartışalım; varsayalım ki korktunuz ve yıllarca sustunuz ve suç ortağı olmayı kabul ettiniz; bu da insana dair bir durumdur ve anlaşılabilir. Peki, iyi ama Öcalan’ın devlet ajanı olduğunu ya da PKK politikasının devlet tarafından belirlendiğini ispat etmeye endeksli bir davranış siyasi olabilir mi? Madem PKK önderliğindeki mücadelenin ulusal bir mücadele olmadığını, Kürt ulusal mücadelesinin PKK aracılığıyla tasfiye edilmek istendiğini düşünüyorsunuz; o halde yapılacak şey bellidir. Çıkarsınız ortaya ve “Şu an ki PKK, bizim de kurucusu olduğumuz PKK’nın programına ve stratejisine ihanet içerisindedir, asıl PKK çizgisi budur ve bunu biz sürdürüyoruz”,
16
Komünist Zemin
tan coğrafyasından daha çok kabul görmüş olmalarıdır. 1980 12 Eylül Darbesi öncesi sürece baktığımızda PKK’nın bir siyasal örgüt olarak 2-3 yıllık bir tarihe sahip olduğunu görürüz. Oysa PKK kuruluşunu ilan ettiğinde Kürdistan’ın birçok kentinde örgütlü ve Diyarbakır’ın yanı sıra birçok yerde Belediyeleri elinde bulunduran, silahlı grupları bulunan kitlesel Kürt örgütleri mevcuttur. Bu durum, 12 Eylül Asker Darbesi’ne kadar da değişmemiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi gerek Kürt halkı açısından, gerekse de Kürt örgütleri açısından bir kırılma noktası, adeta bir milattır.
dersiniz ve doğru PKK çizgisini hayata geçirmek için mücadele edersiniz. Bunu yapmadığınız sürece, Avrupa ülkelerine yerleşip, sonra da mevcut hareketin felaketinden medet ummak ne devrimci ne de ulusalcı bir anlayış ile açıklanabilir. Unutmayın ki, Hamas’ı da Mossad kurdurdu, ama bunu fark eden Hamas militanları mücadele alanını terk ederek Hamas’ın felaketini beklemediler. Mücadele içinde Mossad kontrollü liderliği tasfiye ettiler ve Hamas’ı ele geçirerek o coğrafyadaki en tutarlı İsrail karşıtı hareket olarak yeniden örgütlediler. PKK’dan kopmuş ve kendilerini PKK ya da Öcalan karşıtı bir zeminde var etmeye çalışan şahsiyetlerin, eğer Kürt ulusal kurtuluşu gibi bir dertleri varsa, bu şahsiyetlerinde yapması gereken budur. Bunu yapmak yerine, Kürtlerin mevcut tek örgütlü yapısının da tasfiye edilmesinden medet ummaya devam edecek olurlarsa, inanıyoruz ki bu şahsiyetlerin tarih karşısındaki suçları, mahkûm etmeye çalıştıkları şu anki PKK önderliğinden daha fazla olacaktır. Tarih, eğer siz haklıysanız, PKK önderliğini en fazla “işbirlikçi” olmakla suçlayacaktır ama sizi hem uzun yıllar bu “işbirlikçi” önderliğin bir parçası olduğunuz için, hem de kenara çekilerek Kürtlerin felaketinden medet umduğunuz için mahkûm edecektir. Varsayalım ki siz haklısınız ve sizin iddia ettiğiniz gibi PKK önderlerinden bir kısmı devlet ajanıdır, bir kısmı da, tıpkı bir zamanlar sizin de olduğunuz gibi bu gücün elinde “esir” durumundadır; o halde yapılması gereken nedir? Yapılması gereken, kenara çekilip karşı tarafın ajan olduğunu ispat etmeye çalışmak mıdır, yoksa devrimci ya da ulusalcı olan politikayı hayata geçirmek için hayata müdahale etmek ve bu mücadele üzerinden mevcut PKK önderliğinin etkisini kırmak mıdır?
12 Eylül Askeri Darbesi’ne karşı Kürdistan’da hiçbir direniş örgütlenememiş ve Kürdistan’daki bütün örgütler devlet tarafından etkisiz duruma getirilmişlerdir. Gerek PKK’nın, gerekse de diğer Kürt örgütlerinin kadrolarının en önemli kesimi devlet tarafından esir alınarak zindanlara kapatılmış, ele geçmeyen az sayıdaki militanın önemli bir kısmı ise Avrupa devletlerine sığınmıştır. 1984 yılında PKK önderliğinde başlayan yeni Kürt direnişiyle birlikte, PKK dışındaki Kürt grupları, 1984 yılına kadar savundukları programları hayata geçirmeye dönük bir politik hat oluşturmak yönünde bir çıkış örgütlemek yerine, PKK’nın yenilgisine endeksli bir hat izlemeyi tercih etmiştirler. 1984 yılına kadar gerek PKK’nın, gerekse de PKK dışındaki Kürt örgütlerinin programlarında ulusal kurtuluşçu bir anlayıştan çok sosyalizme dönük bir anlayış egemendi. 1984 yılı sonrası PKK, peyderpey sosyalist söylemi terk edip, programında da sosyalizme dönük bölümleri ayıklayıp, her geçen gün daha ulusalcı bir
PKK’ya Muhalif Kürt Gruplarının Tarz-ı Siyasetleri Üzerine PKK’ya muhalif hareketlerin birçoğunun ortak özelliği, PKK’dan daha köklü bir geçmişe ve özellikle 1980 öncesi Kürdis-
17
Komünist Zemin
gütlerin kendi örgütlü güçlerini ikame etmeleri sonucuna yal açar mıydı? PKK’nın yenilgisi, Kürt ulusal kurtuluşunun daha ileri bir noktaya sıçramasına yol açar mıydı? Hayır, tarihin hiçbir döneminde bu hipotezi doğrulayacak bir örnek yoktur. Nasıl ki Rusya’da Bolşevizm’in yenilgisi ya da ihanete uğraması, onu eleştiren ya da mahkûm etmeye çalışan Menşevizm’in ya da Anarşizm’in zaferine yol açmadıysa; aynı şekilde Bolşevizm’in yenilgisi, gerek Sovyetler Birliği işçi sınıfının, gerekse de dünya işçi sınıfının nihai kurtuluşu mücadelesine bir ivme kazandırmadıysa, PKK’nın yenilgisi de ne PKK muhaliflerine ve Kürt ulusal kurtuluşu mücadelesine bir kazanç sağlamazdı. Aynı şekilde, nasıl ki Stalinzm’in yenilgisi nasıl ki Troçkizm’in önemli bir güç olmasına ve Stalinzm tarafından maniple edilen ve kontrol edilen işçi kitlelerinin Troçkizm’in bayrağı altında dünya devrimi mücadelesi için harekete geçmesine yol açmadıysa, aynı şekilde PKK’nın yenilgisi de Kürt kitlelerinin doğru bir zeminde ve doğru bir önderliğin komutasında yeni bir intifadaya kalkışmasına yol açmazdı. Egemen olan ideolojik ve politik ve askeri gücün yenilgisinin, muhalif olan gücün zaferine dönüşebilmesi için, öncelikli olarak gerek özne olarak kabul edilen kitlenin yeni bir önderliğin komutasında mücadele etme fikrine ikna olması ve bu azme sahip olması gerekiyor. Bu da yetmez, bunun yanı sıra, muhalif olan gücün de bu mücadeleye önderlik edebilecek bir programa, bir stratejiye ve örgüte sahip olması gerekiyor. Bu demektir ki, eğer maksat yalnızca ve yalnızca kendi egolarını tatmin etmek ya da kendi çaresizlikleri altında ezilmekten kurtulmak değilse, yalnızca PKK’nın yenilgiye uğramasının PKK muhalifi olan güçlere kazandıracağı bir şey yoktur. Bir adım daha ileri giderek şunu bile söyleyebiliriz; aslında PKK, programatik ve politik olarak yenilmiş, imha edilmiş bir harekettir. PKK, düşmanı tarafından değil ama kendi kuruluş ilkelerini ve kendisini var eden temel anlayışını inkâr ederek fiilen kendi kendini imha etmiş bir harekettir.
anlayışa sahip oldukça, PKK dışındaki Kürt örgütleri de daha ulusalcı bir anlayışa yöneldiler. PKK dışında kalan Kürt örgütleri, bir yandan PKK’nın ayak izlerini takip ederek PKK’nın yaratmış olduğu etkiye ortak olmaya çalışırlarken, bir yandan da PKK’nın yanlışları üzerinden kendi sağlamalarını yapmayı, kendilerinin doğru temsil ettiklerini ispat etmeyi kendi siyasetleri ve stratejileri olarak benimsediler. Onlara göre PKK’nın yenilgisi onların doğrulanması anlamına gelecekti. Bu, adeta bu hareketlerin programı ve stratejisi oldu. PKK karşıtı ya da PKK’nın alternatifi olarak tarih sahnesine çıkan her fırsatı kendileri açısından bir şans olarak değerlendirdiler. Kendi içlerinden çıkan muhalifleri sustururlarken, PKK içinden çıkan muhaliflere dergilerinin sayfalarını sonuna kadar açtılar. Güney Kürdistan’da ortaya çıkan Barzani ve Talabani liderliğindeki Kürt oluşumunu büyük bir coşkuyla karşıladılar ve Avrupa ülkelerindeki sürgün hayatlarını valizlere doldurup, Güney Kürdistan’a akın ettiler.
Onlara göre Güney’deki oluşum, PKK’nın ‘çanına ot tıkamak’ için tarihi bir fırsattı. Aradan neredeyse otuz yıl geçti ve beklenen olmadı; PKK yenilmediği gibi, devasa bir güce dönüştü. Buna paralel olarak da PKK dışındaki Kürt örgütleri neredeyse siyaset sahnesinden silinip gittiler. Eğer beklenen olsaydı ve PKK yenilgiye uğramış olsaydı, o zaman ne olurdu? PKK’nın yenilgisi, diğer Kürt örgütlerinin doğrulanmasına ve PKK’nın yerine bu ör-
18
Komünist Zemin
Bu hakkı kimse onların elinden alamayacağı gibi, onlardan da bu haklarını kullanmaktan vazgeçmeleri istenemez. Zaten tartıştığımız husus da bu değil. Tartıştığımız ve eleştirdiğimiz husus, PKK muhalifi olan Kürt örgütlerinin ve şahsiyetlerinin, alternatif bir program, bir strateji ve siyaset geliştirerek Kürt halkına yeni bir alternatif sunmak yerine; PKK’nın çözülmesini bekleyerek kendilerini temize çekme peşinde olmalarıdır. Hâlbuki bu çevrelerin yapmaları gereken, bir yandan kendi alternatiflerini ortaya koymak ve bu alternatifi hayata geçirmek için kararlı bir mücadele yürütmek olmalıyken; diğer yandan, düşmanın PKK’ya ve PKK üzerinden Kürt halkının örgütlülüğüne saldırıları karşısında PKK’yı ve PKK üzerinden Kürt halkının örgütlülüğünü savunmak olmalıdır. Bu çevreler şunu iyi kavramalıdırlar ki, Kürt halkının hali hazırdaki tek örgütlü gücü PKK’dır. PKK’yı tasvip etseler de etmeseler de, PKK, bugün için Kürt halkının biricik örgütlü gücüdür. Eğer bir başka alternatif yaratılmaksızın Kürt halkı PKK’dan da kopacak olursa, bu, Kürt halkı için tam bir kırılma anlamına gelecektir. Otuz yıllık savaşın en önemli kazanımı, Kürt halkını bir ulus bilinciyle örgütlü bir halk olarak tarih sahnesinde yerini almış olmasıdır. PKK, ister ‘Kürt uyanışının mimarı’ olarak kabul edilsin, isterse de ‘Kürt Ergenekonu’ olarak kabul edilsin; değişmeyen bir gerçek var ki, o da, Kürt halkının tarihte ilk defa bir ulus bilinciyle ayağa kalkmasına yol açmıştır. Kürt örgütlerinin ve PKK’dan kopmuş muhalifleri, eğer Kürt halkının mücadelesine bağlı olduklarını düşünüyorlar ise, bu durumda kendi hırslarının ve egolarının gölgesinden kurtularak, PKK muhalifliğini daha doğru bir zeminde yapmayı denemek zorundadırlar.
PKK, fiziki bir güç olarak her geçen gün büyüyen bir güç olmuştur ama ideolojik, programatik ve politik olarak sürekli bir küçülme yaşamış ve gelinen aşamada gerek kendi dayandığı temel ilkeleri, gerekse de ulusal kurtuluşun olmazsa olmaz ilkelerini neredeyse tamamen reddetmiştir. PKK, artık bir ulus devlet projesine sahip olmadığı gibi, daha düne kadar Kürdistan’ın yeniden sömürgeleştirilmesi olarak kabul ettiği Lozan Antlaşması’nı ve bu Antlaşmanın ürünü olan Türk Cumhuriyeti’ni güçlendirmekten, onu yeniden yaratmaktan söz etmekte; bu cumhuriyetin kurucusu olan Mustafa Kemal’i Kürt dostu ilan edebilmektedir.
Esasen 1978’deki PKK’ da, 1984’deki PKK’da 1990’lı yıllardaki PKK’da yenilmiş, bir iç operasyonla tasfiye edilmiştir. Bugün ortalıkta dolaşan PKK, bir başka PKK’dır. PKK, artık politik, ekonomik ve askeri bir güç olmaktan başka bir şey değildir. Ama buna rağmen, PKK’nın imhası, ne PKK muhalifi olan Kürt şahsiyetleri ve siyasetlerinin, ne de Kürt ulusal kurtuluşunun hanesine bir katkı olarak yansımamıştır. O halde Ne yapmalı ya da Neyi Yapmamalı? Tabii ki gerek PKK’dan kopmuş kişiler ve PKK dışındaki Kürt örgütleri PKK’ya karşı da bir ideolojik ve politik bir mücadele yürüteceklerdir.
19
Komünist Zemin
Demokrat Olmanın Dayanılmaz Hafifliği Demokratlık, neredeyse her toplumsal kesim tarafından savunulan, kabul gören bir hikmete sahiptir. Solcusundan sağcısına, darbecisinden parlamenteristine, Avrupalısından Afrikalısına, işçisinden patronuna kadar herkesin bir olumluluk anlamı yüklediği bir kavramdır demokrat olmak. Demokrat olmak o derece sihirli bir sözcüktür ki, askeri darbe yapmış bir General bile, “Aslında ben de demokratım ve demokrasiye bağlıyım, ama koşullar başka türlü davranmamı gerektirdiği için böyleyim” demekte bir sakınca görmemektedir. Peki, nedir o halde Demokrat olmak? Demokrat demek, “demokrasi taraftarı” demektir. En azından demokratlığın ve demokrat olmanın sözlükteki karşılığı budur. Nasıl ki demokrasinin kelime anlamı “halk iktidarı” ise, demokratlığın karşılığı da demokrasiden, yani, “halkın iktidarı”ndan yana olmak demektir. Vaziyet böyle olunca da yanlışın içinde doğruyu bulmak imkânsız hale gelmektedir. Bir başka deyişle, demokrasinin ne olup olmadığını ortaya koymadan, demokratlığın ne olup olmadığını ortaya koymak imkânsızdır. Demokrasinin ne olup ne olmadığını burada yeniden tartışmayacağız. Zira bunu Komünist Zemin’in 13. sayısında tartışmıştık. Ama burada tartıştığımız demokratlık olgusunun doğru anlaşılması için, Komünist Zemin’in 13. sayısında yer alan “Demokrasi” başlıklı yazı ile birlikte ele alınması doğru olacaktır. Nasıl ki demokrasinin “Halkın İktidarı” olduğu doğru değilse, demokrat olmak da “halkın iktidarı”ndan yana olmak ya da yana olan demek değildir. Çünkü demokrasi, sınıflı ve devletli toplumlarda ortaya çıkmış bir olgudur.
Marksist anlayışa göre devlet, bir sınıfın egemenlik aracı olarak ortaya çıkmıştır ve devletin işlevi, egemen olan sınıfın çıkarlarını korumaktır. Yani sınıfların olduğu ve nüfusun (halk) karşıt sınıflara bölünmüş olduğu bir dünyada devlet, bütün halkın devleti olamaz. Eğer sınıflar ve sınıf çatışmaları ortadan kalkar, sınıfların yerini nüfus (halk) alacak olur ise, o zaman da devlete gerek kalmaz. Bu demek oluyor ki demokrasi, devletli ve sınıflı topluma ait bir kavram ve olgu olarak ortaya çıkmıştır. Demokrasi, kendi tarihi içerisinde farklı biçimler almış olsa da, karakterinde bir farklılık yaşamamıştır. Örneğin ortaya çıktığı eski Yunan site devletlerinde demokrasi, yalnızca mülk sahibi olan erkekleri, yani o tarihlerde “yurttaş” olarak kabul edilen mülk sahibi erkekleri kapsayan bir hukuk iken, günümüzde, “yurttaşlık” esasını kabul eden ülkelerde yalnızca mülk sahibi olanları değil, “yurttaş” olarak kabul edilen kadınları ve çalışanları da kapsayan bir hukuktur. Bir başka deyişle, eski Yunan site devletlerinde demokrasi, yalnızca mülk sahibi olanların kendi aralarındaki sözleşmenin adı iken, günümüzde hem egemen sınıfların kendi aralarındaki sözleşmelerinin, egemen yönetici sınıfların, örneğin batılı zengin ülkelerde ezilen ve sömürülen kitlelerle yapmış oldukları toplumsal sözleşmenin, fakirleştirilmiş ülkelerde ise egemen olanların ezilenlere dayatmış oldukları sözleşmenin adıdır. Demokrasi, esasen bir hukuka tekabül eder. Bu hukuk üzerinden, bir yandan egemen olan güçlerin kendi aralarındaki ilişkiler belirlenir, diğer yandan ise egemenlik altında tutulanların egemen olan
20
Komünist Zemin
güçlere ve devlete karşı olan ilişkileri belirlenir. Demek ki demokrasi, bir egemenlik biçimidir. Çağımızda iki temel sınıf mevcuttur. Bu iki temel sınıf, burjuvazi ve proletaryadır. Ancak bu iki sınıftan biri devlet olabilir. Ve ancak bu iki sınıftan birinin diktatörlüğü mümkün olabilir. Dolayısıyla da bütün toplumsal ilişkiler ancak bu iki sınıftan birinin hukukuna göre biçimlenir. Eğer devlet olan proletarya ise, bu demektir ki toplumsal yaşam işçi demokrasisi esaslarına göre biçimlenecektir. Yok, eğer devlet olan burjuvazi ise, o takdirde de toplumsal yaşam burjuva demokrasisine göre biçimlenecektir. Tabii ki burjuva devletinin birden fazla biçimi olduğundan, her burjuva devletinin hukuku burjuva demokrasisi değildir. Burjuva demokrasisi, burjuvazinin sınırlı sayıdaki ülkede hayata uygulayabileceği bir rejimdir. Bir eşitsizlikler sistemi olan kapitalizmde, bir kişinin refaha sahip olabilmesi için yüzlerce insanın açlığa mahkûm edilmesi bir zorunluluk ise, aynı şekilde, aslında egemen sınıfların kendileri için icat ettikleri hukuktan egemen sınıftan olmayan bir kişinin kısmen de olsa faydalanabilmesi için, yüzlerce insanın tam bir hukuksuzluğa mahkûm edilmesi bir zorunluluktur. Bundan dolayıdır ki esasen bir burjuva hukuku ve toplumsal bir sözleşme anlamına gelen burjuva demokrasisi, ancak dünya genelinde talan organize eden ve hegemonya kuran zengin batılı ülkelerde mümkün olabilmiştir. İşte, demokrasi, demokratikleşme, hukuk, sosyal adalet vb. talepler dile getirildiğinde, aslında istenen, batılı ülkelerde var olan rejimdir. Bunları birer değer olarak mütalaa edenler, kendilerini demokrasi yanlısı insanlar olarak ilan etmekte ve kendilerini demokrat olarak tanımlamaktadırlar. Demokrat olmak, batılı ülkelerde genel geçer değerlerden yana olmak demektir. Yani, demokrat olmak, artı kapitalizm karşıtı olmak değil, kapitalizmin rafine edilmiş “batılı” halinden/türünden yana olmak demektir.
Nasıl ki geçmişte Monarşi’den yana olanlar monarşist ya da monarşi yanlısı, burjuva cumhuriyetinden yana olanlar cumhuriyetçi olarak adlandırılıyor idiyseler; burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olan burjuva demokrasisinden yana olanlar da demokrat olarak adlandırılmaktadırlar, hepsi bu. Sosyalist Hareket ve Demokratlar Marks’tan günümüze dek sosyalist hareket, gerek burjuva demokrasisine, gerekse de burjuva demokrasisinden yana olan demokratlara hep yakın durmuş ve onları kimi zaman müttefik olarak bile görmüştür. Bunun nedeni kuşkusuz ki, Marksizm’in hem paradoksu, hem de en zayıf halkasını oluşturan ilerlemecilik anlayışıdır. Eğer burjuvaziye, dolayısıyla da kapitalizme “ilericilik” misyonunu atfedecek olursanız, haliyle onun en rafine rejimi olan burjuva demokrasisine, dolayısıyla da bu demokrasinin taraftarı olan demokratlara da yakın durmak durumunda kalırsınız. Bu da sizi, askeri darbeler karşısında burjuva parlamenter sistemleri savunmaya ve tercih etmeye, dahası bir burjuva cumhuriyeti için mücadele etmeye kadar götürür. Nihayetinde bugün gelinen aşamada olan da budur. Her ne kadar Lenin ve Lenin’in sağlığındaki Komintern, “Burjuvazinin artık devrimci dinamiğini tüketerek gericileştiğini, dolayısıyla da onun misyonunun proletarya eliyle gerçekleştirileceğini” ilan etmiş olsa da; bu, sosyalist hareket için Lenin döneminde de Marksizm’in ilerlemeci anlayışından bir kopuş olduğu anlamına gelmemektedir. Zira Lenin, tarihsel ilerlemeciliği reddetmemiş, yalnızca bu ilerlemenin motor gücünün değiştiğini belirtmiştir.
21
Komünist Zemin
Lenin, burjuvazinin artık “ilerici” niteliğini yitirdiğini tespit etmiş olsa da, buna rağmen burjuva demokrasisinin vücut bulduğu ülkelerle burjuva demokrasisinin uygulanmadığı ülkeleri bir dünya sisteminin iki ayrı veçhesi, bir ve aynı şey olarak değerlendirmemiş; burjuva demokrasisinin olduğu ülkeleri dünyanın en uygar ülkeleri olarak görmeye devam etmiştir. Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında, daha çok da savaş koşullarında, burjuva demokrasisine karşı en şiddetli tavrını takınan Lenin, 1918 yılında kaleme aldığı Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky isimli kitabında şunları yazıyordu: “Sovyetler iktidarı, burjuva cumhuriyetlerin en demokratiğinden bir milyon kez daha demokratiktir.”
Yine aynı şekilde, 1919 yılın Mart ayında toplanan Komintern’in kuruluş kongresinde, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in de katledilişlerine duyduğu öfkeyle, burjuva demokrasisini şöyle tarif ediyordu:
Ama bütün bunlar Lenin’in burjuva uygarlığına ve burjuva demokrasisine olumlu bir anlam yüklediği gerçeğini değiştirmiyor. Marksizm’in 150 yılı aşkın tarihinde neredeyse tek olumlu kırılma olan Komintern’in ilk dört kongresine damgasını vuran yaklaşım da mantıki sonuçlarına vardırılamadan tükenmiş ve Marksizm’in ayağındaki en büyük bağ olan ilerlemecilik varlığını sürdürmeye devam etmiş ve bu da sosyalist hareketin bütün bir düşünce sistematiğinde, dolayısıyla da politik davranışında varlığını sürdüre gelmiştir. İşte sosyalist hareketin demokratlık kavramına ve bu kavrama yüklediği olumlu anlama yol açan bu anlayış olmuştur. Peki, demokratlık bir olumluluk olabilir mi? Bu sorunun cevabı, burjuva uygarlığına ve onun en billurlaşmış hali olan burjuva demokrasisine yüklenecek anlama bağlı olarak verilebilir. Eğer bu sorunun cevabını burjuvaziye soracak olursak, alacağımız cevap, ‘evet’ olacaktır. Bu soruyu, bir başka uygarlığı temsil eden Marksizm’e bakarak cevaplayacak olursak, Marksizm’in vereceği cevap da ‘evet’ olacaktır. Çünkü klasik Marksizm’in burjuva uygarlığına ve onun en rafine haline tekabül eden burjuva demokrasisi, gerek diğer burjuva rejimlerine, gerekse de öncülü olan sistemlere göre ehvenişerdir, bir ‘ilerleme’dir. Burada, uygarlığın ne olup olmadığını tartışmayacağımızdan dolayı, burjuva uygarlığının ne olup olmadığına değinmekle yetineceğiz. Esasen Batı Avrupa’da ve ABD’de vücut bulduğu söylenen burjuva uygarlığını özellikli kılan yanlar şu başlıklar altında ifade edilebilir:
“Dünyanın en “özgür” ve en ilerici cumhuriyetlerinde, özgürlük, zindanlardaki proletarya liderlerini kaygısızca öldürme özgürlüğüdür; kapitalizm var oldukça başka türlü de olamaz…” (Komintern konuşması, 1919 Mart)
1. Aydınlanmanın, yani aklın yaşama yön veriyor olması; 2. Teknolojik ve bilimsel gelişmişlik; 3. Siyasal özgürlükler; 4. Laiklik;
22
Komünist Zemin
5. Din ve vicdan özgürlüğü; 6. Örgütlenme ve Düşünce özgürlüğü; 7. Hukukun üstünlüğü; 8. Sosyal ve sağlık güvencesi; 9. Refah. Komünist Zemin’in daha önceki sayılarında, burjuva uygarlığının ne olup olmadığını yeterince tartışmıştık, bundan dolayıdır ki burada yeniden bunları tekrar etmeyeceğiz. Biz, bu konudaki tersinden söylemimizi bir kenara bırakarak, burjuva uygarlığının amentüsü olarak kabul edilen ve yukarıda dokuz başlık altında özetlediğimiz bu ‘değer’lerin ne ifade ettiğini ele alacağız.
Doğrudur, teknoloji ve buna bağlı bilim Marksizm’in kurucularının tasavvur edemeyecekleri ölçüde gelişmiştir ama ne var ki, bu gelişmenin yol açtığı tahribat telafi edilemeyecek kadar büyük olmuştur. Nerdeyse öyle bir aşamaya gelinmiştir ki, yeryüzü yaşamı toptan bir yok oluşun eşiğine gelmiş ve belki de geriye dönülmesi olanaklı olmayan bir sürece girilmiştir. Burjuvazinin bolluk ve gelişme dediği ise, dünya nüfusunun yüzde yirmisi için geçerli bir olgudur. Dünya nüfusunun yüzde sekseni ise geçtiğimiz yüzyıllarla kıyaslanamayacak derecede yoksullaşmıştır.
Aydınlanma: Bir an için, burjuva uygarlığının üzerine yükseldiği aydınlanma söylencesinden, onu icat edenlerle aynı şeyi anladığımızı varsayalım ve soralım: Burjuva uygarlığında yaşama yön veren, gerçekten akıl mıdır? Aklı ve vicdanı olan her yaratık, hiç kuşku yoktur ki bu soruya ‘Hayır’ cevabını verecektir. Sırf ekolojik bir yok oluşla yüz yüze bırakıldığımızdan yola çıkacak olsak bile, yaşama egemen olanın akıl ve vicdan değil, paranın, mülkiyetin ve çıkarın olduğunu pekala görebiliriz. Teknolojik ve Bilimsel gelişmişlik: Marksizm, teknolojinin ve bilimin gelişmesinin, insan yaşamını kolaylaştıracağı ve bir bolluk toplumu olarak tarif edilen komünizmin maddi koşullarını oluşturacağı varsayımına dayanıyordu. Burjuvazi ise bunun gerçekleştiğini, teknolojinin ve bilimin insan hayatında inanılmaz kolaylıklara ve zenginleşmeye yol açtığını propaganda etmektedir. Gelinen aşamada ortaya çıkan şudur ki, gelişmeler, Marksizm’in bu tek yanlı ve iyimser yaklaşımını tuz buz etmiştir.
Doğanın kendisinde ve doğanın bir parçası olan canlı yaşam üzerinde yarattığı tahribat ise tam bir yıkımla eşdeğerdedir. Dışarıdan ya da günümüzdeki yaşamın ihtiyaçları açısından bakıldığında tabii ki muazzam kolaylıkların olduğu hemen göze çarpacaktır. İki yüz sene evvel aylarca süren yolculuklar birkaç saatte tamamlanmakta; bir yılda üretilebilen ürün miktarı birkaç dakikada üretilebilmekte; her ne kadar yol açtığı hastalıklar daha fazla olsa da, geçmiş on yılların ya da yüz yılların ölümcül hastalıkları artık hastalıktan bile sayılmamakta; her ne kadar neredeyse bütün sular artık zehirlenmiş olsa da, dünyanın önemli bir kısmında, neredeyse her evde sıcak ve soğuk su musluklardan akmakta; İnsanların geçmişte birbirleriyle haberleşebilmeleri aylar alan bir zaman dilimini gerektirirken, şimdi bu, saniyelik bir zaman diliminde mümkün olabilmekte vs. vs…
23
Komünist Zemin
Ama bütün bunlar olayın yalnızca görüngü kısmını oluşturmaktadır. Esasında ise, bunlar ihtiyaç değil, yaratılmış ya da örgütlenmiş ihtiyaçlardır. Bu açıdan bakıldığında, bütün bunlar insan olmaktan kaynaklanan doğal ve evrensel ihtiyaçlar değildir. Doğa merkezli bir uygarlığın insanlarının bütün bunlara ihtiyaç duymayacağı muhakkaktır. Siyasal özgürlükler, laiklik, din ve vicdan özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, sosyal güvenlik ve sağlık güvencesi, düşünce özgürlüğü ve refah meselelerine gelince, göreceli de olsa, batı uygarlığı ile özdeşleşmiş olan batılı zengin ülkelerde bunların varlığının inkâr edilemeyecek bir gerçek olduğu muhakkaktır. Ama bu tespiti yaptıktan sonra, inkârı mümkün olmayan başka gerçekleri de ortaya koymak gerekmektedir. Birinci gerçek şudur: Batı ile özdeş kabul edilen, esasen düşünce ve örgütlenme özgürlüğü anlamına gelen siyasal özgürlüklerden yararlanabilmenin en temel şartı; sistemin meşru kabul ettiği sınırlar içerisinde ve sistemin uygun gördüğü araçlarla bu hakkı kullanmaktır. Bunun dışına çıkıldığı taktirde durum düşünce özgürlüğü kapsamında değil, terör kapsamında mütalaa edilir ve 30 kişilik bir grup bile olsa, bu gruba karşı, tıpkı geçmişte Almanya’da RAF örneğinde olduğu gibi, özel kanunlar ve özel ölüm mangalarıyla topyekun saldırı başlatılır. İkinci gerçek şudur: Batının amentülerinden biri olarak kabul edilen din ve vicdan özgürlüğü meselesi tam bir palavradır. Yeryüzündeki en acımasız din hukukunu yüzyıllar boyunca kendi amentüsü olarak kabul etmiş olan batı, gelişen ihtiyaçları açısından dini bir engel olarak değerlendirmiş ve dini, bir kurum olarak siyasetin merkezinden alarak kendine yedeklemiştir. Ama Kiliselerin imtiyazlı durumu devam etmiştir. Örneğin, bazı batılı ülkelerde halen daha çalışanların aylıklarından kilise vergisi kesilebilmekte, kiliselerin bütçeleri denetim dışı tutulabilmekte, örneğin İsviçre gibi ülkelerde Cami’nin yapılıp
yapılamayacağı İsviçre’nin Hıristiyan nüfusunun oyuna sunulabilmekte; kendi dini inançlarına göre giyinen batıdaki Müslümanlar, kamusal alanın dışında tutulmakta ya da tutulmak istenmekte vs. vs… Ama bütün bunlara rağmen bu ülkelerde laiklikten bahsedilebilmektedir. Üçüncü gerçek ise şudur: Batılı ülkelerde sosyal güvence ve sağlık güvencesinden ve refahtan bahsetmek mümkündür. Ama bu, Batı uygarlığının insan merkezli bir uygarlık olmasının bir sonucu değil, batı merkezli bir uygarlık olmasının bir sonucudur. Bütün bunlar Batı da mevcuttur çünkü bütün bunlardan dünya nüfusunun dörtte üçü yoksundur. Çünkü bu yoksunluğun sebebi, bizzat Batı tarafından yaşam olanakları, emekleri ve değerleri talan edildiği ve Batı uygarlığına kaçırıldığı içindir. Bir başka ifadeyle, günümüzde batıdaki yaşamın faturası, dünya nüfusunun geri kalanına ödettirilmektedir. Kapitalizmin egemenliği altında başka türlüsü de zaten mümkün değildir. Hukukun üstünlüğü meselesi de batıdaki refahtan bağımsız değildir. Gerçi batıda da hukukun üstünlüğünden kastedilen, burjuvazinin hukukunun egemen kılınmış olmasıdır. Zaten hukukun üstünlüğünü savunan batı hayranlarının da kast ettikleri budur. İstenen, hukukun zayıf olanı da koruyup kollaması ya da zayıf olanın da hukuki yollara başvurabilmesinin garanti altına alınmasıdır. Bu anlamıyla bir hukukun batının sınırları içinde bir ölçüde hayata geçirildiğini söyleyebiliriz. Ama hemen belirtmeliyiz ki, batının kendi sınırları içinde bunu mümkün kılabilmesinin nedeni, dünyanın geri kalanına uyguladığı hukuksuzluktur. Bütün bunlardan çıkarılması gereken özet şudur: Bir ülkenin ne ölçüde adaletli, hukuka saygılı, sosyal adaletten ve barıştan, düşünce, örgütlenme ve kendini var etme hakkından yana olduğunun ölçüsü; kendinden olanla kurduğu ilişki değil, dışında olanla kurduğu ilişkidir. Örneğin ABD’nin ne derece özgürlükçü olduğunun ölçüsü, ABD vatandaşlarına
24
Komünist Zemin
değil, Iraklılara, Afganistanlılara davrandığı ile ölçülebilir.
nasıl
Batının, sosyal adaletten yana bir uygarlık olup olmadığını anlamanın yolu, batılılara sundukları ile değil, batılılara sunduklarını nasıl ve hangi yolla elde ettiği ile ve karşılığında kimleri mağdur ettiği ile ilgilidir. Batı uygarlığının, yaşama hakkına saygılı bir uygarlık olup olmadığının ölçüsü, batılıların yaşamlarına duyduğu saygı değil, batılı olmayanların yaşama hakkına göstermiş olduğu saygıdır. Demokratlar sosyalistlerin müttefiki olabilir mi? Bugün kendilerini demokrat olarak tanımlayanların taraf oldukları uygarlık, batı uygarlığıdır. Batı uygarlığı denilen şey ise, kapitalist sistemin en rafine halidir. Bunun ne olup, ne olmadığını yukarıda uzun uzadıya anlattık. Özcesi, bugün
demokrat olmak demek, faturası başkalarına ödettirilen batıdaki rafine edilmiş rejimleri istemek, bunun için mücadele etmek demektir. Her ne kadar demokratlar, batıda olan ayrıcalıklı yaşamı bütün insanlık için istediklerini ifade etseler de, bu hem koca bir yalandır, hem de bu zaten mümkün değildir. Mümkün değildir çünkü kapitalizmin doğası buna uygun değildir. Kapitalizmin doğası buna uygun olmuş olsaydı bile, doğanın dünya çapında bu türden bir tüketimi kaldırabilmesi fiziki olarak imkân dâhilinde değildir. Peki, bütün bunlara rağmen sosyalistlerin, kapitalizmin en rafine hali olan batı uygarlığının, bir diğer adıyla burjuva demokrasisinin yeminli savaşçıları olan demokratlarla ittifak yapabilmeleri ya da onları kendi müttefikleri olarak kabul edebilmeleri mümkün müdür? Uygarlık meselesine dair bir not: Tarih boyunca uygarlık kavramı, nedense hep olumlu bir çağrışım yapmıştır. Uygarlık bir olumluluk mudur, değil midir? Eğer uygarlıktan anlaşılan, genel olarak yeryüzü yaşamına olumlu bir katkı sunmak ise -ki biz bu görüşe daha yakın durmaktayız-, o zaman dönüp yeniden bir düşünmemiz gerekmektedir, yalnızca batı uygarlığını değil, bu unvana layık görülmüş olan diğerlerini de yeniden tartışmamız gerekecektir. Ne uygarlıktı, ne uygarlık değildi?
25
Komünist Zemin
Anayasa Referandumu Vesilesiyle Gerek Kürt Hareketinin, Gerekse de Devrimci Hareketin Rejim Karşısında İmtihanı Üzerine Rejimin karakteri üzerine uzunca bir not: Ve Bonapartist Cumhuriyet ilan edildi. Artık, zor ve imha yoluyla bir ulusun, efsanelere dayanan bir tarihin, devlet eliyle bir sermaye birikiminin ve burjuva sınıfının oluşturulmasına geçilebilirdi. Öyle de yapıldı. Ortada her şeye kadir bir devlet vardı ve bu devlet her şeyin yerine kendi gücünü ikame etmişti. Sosyolojik olarak bir ulus, bir sınıf olarak burjuvazi ve sermaye birikimi yoktu ama bütün bunların yerine kendini koyan, ikame eden bir devlet vardı. Ve süreç başladı. Eğer başlangıç tarihi olarak Bonapartist Cumhuriyet’in resmen ilan edildiği tarihi değil de, aynı zamanda cumhuriyetin de kurucusu olan İttihatçı hareketin tarihe müdahalesini milat olarak alacak olursak; aradan neredeyse bir yüz yıl geçmiş olmasına rağmen bu süreç henüz tamamlanamamıştır. Ve süreç devam ediyor.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada hüküm süren egemenlerin rejimi, kuruluşundan bugüne bonapartist karakterde bir vesayet rejimi olma niteliğine ve bu nitelikle yönetme geleneğine sahiptir. Aslında klasik siyasal literatürde tanımlanan bonapartist rejimler, kapitalist bir rejimin karakterinin tanımlanmasında rejimin ana karakteri olarak değil, sistemin “ normal” işleyişinin dışında olağan dışı durumlarda devreye giren/sokulan ve “normalleşme” koşulları sağlandıktan sonra devreden çıkarılan kapitalizm içi bir ara dönem rejimi, bir olağanüstü durum rejimi olarak tanımlanır. Bir kapitalist rejimde bonapartist bir ara dönemin devreye girmesi, siyasal temsil krizi yaşayan burjuvazinin yönetemediği, yönetilenlerin de yönetilmek istemediği bir durumda, burjuva sınıfın mevcut krizini yönetebilmek ve aşabilmek için geçici ya da belirli bir süreliğine bir diktatöre (Bonapart’a) ihtiyaç duyulmasından kaynaklanır. Oysa üzerinde yaşadığımız coğrafyada egemen olan rejim, Batı’da ortaya çıkan kapitalizmin ve onun bir ürünü olan ulusdevletlerin izlediği yolu izleyerek ortaya çıkmadı, zira çıkamazdı da. Çünkü ortada ne bir tarihsel arka plan, ne ulus devletin mimarı ve asıl öznesi olabilecek bir burjuva sınıfı, ne bir sermaye birikimi ve ne de sosyolojik anlamda bir ulus vardı. Elde olan ise, “Türkçülük esasları”na dayanan bir “ulus” ve “ulus devlet” inşa etme projesi ve bu projeyi hayata geçirmeye yeminli ittihatçı kadrolar idi.
Vesayet Rejimi ile AKP İktidarı Arasındaki Çatışma Üzerine Son yüzyıla damgasını vuran vesayet rejimi, tarihinin her döneminde ciddi iç çatışmalara ve sarsıntılara yol açmıştır. Dolayısıyla da AKP iktidarıyla vesayet rejimi arasında cereyan eden çatışmanın bir milat olarak sunulmaya çalışılması doğru değildir. Çünkü cumhuriyetin tarihi, aynı zamanda hem devletin kurucu kadroları arasında, hem de devletin sahibi olarak kendini ilan eden dar bir zümreyle, ekonomik olarak egemen bir güç olmalarına, hatta ve hatta hükümet olmalarına rağmen devlet gücü üzerinde bir egemenliği olmayan çeşitli egemen güç odaklarının devlet gücü üzerinde tasarruf sahibi olma mücadelesinin de tarihidir.
26
Komünist Zemin
Kurulan cumhuriyet her ne kadar bir “ulusun egemenliği” yalanı ile kamufle edilerek bir burjuva cumhuriyeti olarak kurulmuş olsa da, esasında ortada ne sosyolojik anlamda bir ulus vardır, ne de sınıf olarak bir burjuva sınıfı. Dolayısıyla da ortaya çıkan rejimin sahipleri hem bir ulus adına hem de burjuva sınıfı adına kendilerini ikame etmişlerdir. Zaten bugünkü rejimin bir “vesayet rejimi” olarak tanımlanmasının nedeni de budur. Aradan neredeyse yüz yıl geçmiştir ve halen daha sosyolojik anlamda bir ulus söz konusu değildir; dolayısıyla da rejimin sahipleri kendilerini bir ulusun yerine koymaya devam etmektedirler. Ama aynı şey burjuvazi için geçerli değildir. Zira artık uluslararası burjuvaziyle de bütünleşmiş bir burjuva sınıfı mevcuttur. Burjuvazi kendisinin de yaratıcısı olan devletin sahiplerinin vesayetinden kurtulmak istiyor. Bunun da ötesinde, hem kendi ihtiyaçlarına hem de uluslararası ortaklarının ihtiyaçlarına cevap vermeyen devleti ve rejimi yeniden yapılandırarak kendi kontrolüne almak istemektedir. Burjuvazi, bir sınıf olarak ortaya çıkışını her ne kadar da bonapartist vesayet rejimine borçlu olsa da, nihai çıkarlarının bir gereği olarak yaratıcısı ve neredeyse yüz yıllık hamisi olan bonapartist devletin sahipleri ile çatışmayı da bir zorunluluk olarak görmektedir. Burjuvazinin bu ihtiyacı, özellikle “soğuk savaş”ın son bulmasıyla birlikte uluslararası burjuvazi tarafından yeniden dizayn edilen dünya düzeni projesiyle birlikte ele alındığında daha da hayati bir önem arz etmektedir. Ama bu süreç, vesayet rejiminin sonlandırılmasına yol açabilecek karaktere ve potansiyele sahip değildir. Bu süreç ile kısa vadede hedeflenen ve de arzu edilen, devletin sahibi olan gücün tekelini kırmak, onu, egemen olan diğer güçlerle birlikte devlet iktidarını paylaşmaya ve egemen olan diğer güçler tarafından kontrol edilebilir bir hukuka zorlamak ve devlet yapısını uluslararası yeniden yapılanmanın ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden dizayn etmektir.
Komünist Zemin’in önceki sayılarında çeşitli başlıklar altında yayınlanmış kimi yazılarda daha önce irdelenmeye çalışıldı bu konu. Bu nedenle, bu tarihsel arka planının detaylarına girmeksizin, bu tarihsel arka plan üzerinden bu çatışmanın bir devamı olan gündemdeki referandum eksenli tartışmaları ve restleşmeleri ele alacağız. Bilindiği gibi, 2001 yılından bu yana iki dönemdir hükümet eden AKP iktidarı boyunca rejim içi güçler arası bir iktidar mücadelesi hep gündemde oldu. Bu çatışma kimi zaman oldukça örtülü, kimi zaman ise artık üzeri örtülemeyecek kadar açık cereyan etti. Ergenekon operasyonları ile başlayan, Ayışığı, Sarıkız, Balyoz gibi darbe planlarına karşı operasyonlarla devam eden ve her ne kadar “darbe karşıtı” olarak gösterilmeye çalışılsa da, esasında birer karşı darbe hareketleri olan AKP operasyonları, işte tam da bu çatışmanın bir ürünüdür. Bu bakımdan, nasıl ki yukarıda adları zikredilen darbe planlarını ve bu darbe planlarına karşı yapılan karşı darbe operasyonlarını sistem içi güçlerin bir mevzi savaşı olarak okumak gerekiyorsa, 12 Eylül Anayasası ve 12 Eylül Rejimi ile hesaplaşma” adı altında kitlelerin onayına sunulan ve üçü geçici olmak üzere toplamda 26 maddeden oluşan Anayasa değişiklik paketinin referandumunu da egemen güçler arası bir mevzi savaşı olarak okumak gerekiyor. Bir başka açıdan ise bu referandumu, karşılıklı darbeler örgütleyen sistem içi bu güçlerin, bu sürece kitleleri de ortak etme projesi olarak okumak gerekiyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, egemen olan güç odakları arasındaki bu çatışma nerdeyse yüz yıl gibi bir süreden bu yana devam etmektedir. Bu savaşın kısa vadede yerini çelişkilere bırakması ve devletin, referans olarak alınan Batı Avrupa’daki devlet modeline uygun olarak örgütlenebilmesi pek mümkün gözükmemektedir. Bunun en önemli nedeni, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri bürokrasisi tarafından kurulan cumhuriyet rejiminin bonapartist karakteridir.
27
Komünist Zemin
Ve bütün bunların sonucunda da Kürt hareketi “Boykot” tutumunu benimsediğini açıklamıştır. Kürt hareketinin “Boykot” tavrı anlamlı olmakla beraber bu tavır ilkesel değil, taktikseldir, dolayısıyla da eksiktir. Eksiktir çünkü: Türkleştirilemeyenlerin reddi ve ölüm fermanı olan ve Türklüğün amentüsü olan cumhuriyet anayasalarının karşısındaki her tavır ilkesel bir karaktere sahip olmak zorundadır. Bundan dolayıdır ki Kürt hareketinin referandum karşısındaki tavrının taktiksel bir karaktere sahip olması eleştirilmesi gereken bir durumdur. Zira gündemdeki Anayasa değişikliği çerçevesinde, eğer Kürt hareketinin kısmi talepleri rejim tarafından karşılanmış ya da kabul edilmiş olsaydı, Kürt hareketinin tutumu boykot değil, evet olacaktı. Tabii ki Kürt hareketinden emek güçleri ve bütün ezilen ve yok sayılanlardan yana bir tavır belirlemesini bekleyemeyiz. Nihayetinde bu hareket eşitlikçi bir hareket değil, kendisi için eşitlik isteyen bir harekettir. Eğer söz konusu anayasa Kürtlerin varlığını kabul eden ve Kürtleri de kapsayan, daha doğrusu Kürtlerin gönüllü birlikteliğinin de ifadesi olan bir anayasa olsaydı ve söz konusu olan, bir takım maddeler üzerinde görüş ayrılıkları söz konusu olsaydı; bu durumda Kürt hareketinin “Boykot” kararının taktiksel olması anlaşılabilirdi. Ama Kürtlerin inkârı üzerine kurulan bir cumhuriyetin anayasası karşısında Kürt hareketinin tavrının taktiksel olması kabul edilir bir durum değildir.
Bundan dolayıdır ki 12 Eylül tarihinde yapılan referandum da bu sürecin bir parçası olmanın ötesinde bir öneme sahip değildir. Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili değişikliklerin, AKP iktidarının referandum sonrası ilk icraatı olması bile, referandumun bu sürecin bir parçası olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini anlamak için yeterli olacaktır. Kürt Hareketinin “Boykot” Tutumu Üzerine Kürt hareketi, 12 Eylül’de yapılan referandum öncesinde tavrının “Boykot” yönünde olduğunu açıklamış ve bu tavrını oldukça başarılı bir biçimde hayata geçirmiştir. Ama buna rağmen eleştirilmesi gereken bir tutumdur.
Kürt hareketinin boykot tutumu ilk bakışta gayet yerinde bir tutum olarak duyulsa da, eksiktir ve eleştirilmesi gereken bir tutumdur. Çünkü Kürt hareketinin tutumu her ne kadar “Boykot” olsa da, bu tavır ilkesel değil, taktikseldir. Bilindiği gibi, Anayasa değişiklik paketinin hazırlığı sürecinde Kürt hareketinin ileri sürdüğü talepler dikkate alınmamış, DTP kapatılmış, DTP’nin kimi vekillerine siyaset yasağı getirilmiş, KCK operasyonlarıyla seçilmiş yerel yöneticiler ve parti yöneticileri tutuklanmış, bütün bunlarla da devlet, geleneksel çizgisinde ısrarlı olduğunu ortaya konulmuştur. Özcesi; devletin sahibi olan klik ve AKP iktidarı Kürt hareketinin sürecin dışında tutulması için ne gerekiyorsa onu yapmaktan kaçınmamışlardır.
“Referandumda Evet” Diyen Devrimci Güçlerin Tutumu Üzerine “Referandumda Evet” demiş olan devrimci güçlerin gerekçeleri bir ve aynı gözükmese de, esasen bir ve aynıdır. Örneğin “evet” demiş olan bir kesim bu tutumlarını, “Bu yetmez ama 1982 Anayasasına karşı bir hayır, demokratikleşme-
28
Komünist Zemin
Ama oylanan 1960 Darbe Anayasası değil de 1982 Anayasası olduğu için “hayır” denilmiştir. “Hayır” diyen çevrelerin referandum öncesi yapmış oldukları açıklamalardan da bunu anlamak pekâlâ mümkündür:
ye evet demektir” biçiminde izah etmişken; bir başka kesim ise, Lenin’den ve Rus Devrimi’nden uzun uzun alıntılar yaptıktan sonra “evet”çi tutumunu şu şekilde gerekçelendirmiştir: “12 Eylül faşizminin koyduğu anayasanın olduğu gibi kalmasındansa, ona vurulan her demokratik darbenin desteklenmesi işçi sınıfı açısından demokratik bir görevdir. Elbette komünistler 12 Eylül anayasasının toptan çöpe atılmasından yanadırlar. Ancak sınıf hareketinin cansız olduğu bir dönemde “ya hep ya hiç” yaklaşımı işçi sınıfının çıkarına değildir.” (Marksist Tutum)
“Demokratik anayasa talebini istismar ederek, AKP’nin ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun, milliyetçi- militarist- cinsiyetçi ve emek düşmanı 12 Eylül Anayasası bir kez daha onaylatılmak ve meşrulaştırmak istendiği için HAYIR! 12 Eylül Anayasası’nın halk iradesini yok sayan değiştirilemez maddeleri korunduğu ve bugüne kadarki bütün değişikliklere rağmen anti-demokratik özü muhafaza edildiği için HAYIR!” (EMEP)
“Evet” demiş olan kesimlerin bu tutumlarını ve izahat tarzları ne olursa olsun, kalkış noktaları ve referansları bir ve aynıdır. Bu kesimlerin referansı ilerlemeciliktir. Bu yazının dar sınırlı kapsamı içerisinde ilerlemeciliğin yol açtığı tahribatlara girmeyeceğiz. Ama şu kadarını söylemeliyiz ki, ilerlemeciliği bayrak edinmiş bu kesimler açısından açık diktatörlükler karşısında üstü örtülü diktatörlükler her daim ehvenişer olmuştur ve desteklenmiştir.
“Referandumda Hayır” Diyen Devrimci Güçlerin Tutumu Üzerine
“İşçi ve emekçilerin hakları değil, sermayedarların çıkarları doğrultusunda oluşturulmaya çalışılan AKP anayasasına hayır diyoruz. Halkımızın yoksulluğa mahkûm edilmesine sebep olacak değişikliklere hayır diyoruz. Memleketimizi emperyalizmin oyuncağı haline getirecek bu anayasaya hayır diyoruz. İşçi ve emekçileri daha fazla örgütsüz kılacak, emekçilerin sosyal hak ve kazanımlarını ortadan kaldıracak AKP'nin anayasasına hayır diyoruz. 12 Eylülün tamamen bir uzantısı olan bu anayasa AKP'yi daha da güçlü hale getirecektir. AKP'nin 12 Eylülün anti-demokratik uygulamalarını kendi siyasi çıkarları doğrultusunda kullanması anlamına gelen bu anayasa önerisine hayır diyoruz.” (ÖDP, EMEP, TKP, Halkevleri ve Sosyalist Parti ortak açıklaması)
Referandumda “hayır” diyen devrimci güçlerin temel çıkış noktası anayasasının kendisi değil, onun içeriği olmuştur. Örneğin referanduma sunulmuş olan 12 Eylül Anayasası değil de 1960 Darbe Anayasası olsaydı, bu durumda bu çevrelerin tutumu evet olacaktı.
Bütün bu açılamalardan anlaşıldığı gibi, bu çevreler, “AKP’nin Anayasası’na hayır ama demokratik bir anayasaya evet” demişlerdir. Bunun tercümesi ise şudur: “Batılı ülkelerdeki anayasalar ehvenişerdir ve bir kazanım olarak savunulabilir.” Bu anlayışın iki temel çelişkisi mevcuttur. Birinci çelişki, bu anlayışın temel referans kaynağı olan, yalnızca “hayır”cı çevrelerin değil, aynı zamanda Marksizm’in ve
“Evet”çi kesimlerin bu tutumlarının nedenleri ve gerekçeleri ne olursa olsun; bu, onları emekçilerin, kadınların, yalnızca fiziki olarak değil, aynı zamanda asimilasyon yoluyla da soykırıma tabi tutulan Kürtlerin ve diğer ötekilerin yok edilmesine ve yok sayılmasına dayanan sömürge rejiminin meşrulaştırılmasına hizmet etmekten kurtaramaz.
29
Komünist Zemin
Sanki Kürt sorunu Kürt illerinde yaşayanların sorunuymuş da, batı illerinde yaşayan Kürtlerin sorunu değilmiş gibi inkârcı ve asimilasyoncu bir anlayışa sahiptir. Bu anlayışın taşıdığı bir başka risk ise, ulusal meseleyi toprak eksenli kavrıyor olmasıdır. Yani bir ulus, üzerinde yaşadığı toprakları terk ettiği anda (kaldı ki gönüllü bir terk ediş değildir söz konusu olan), ayrı bir ulus olmaktan kaynaklanan haklarını da yitirmiş oluyor. Tam da bundan dolayı değil midir ki soykırıma uğratılan ve topraklarından sürülen Ermeniler, artık “azınlık” olarak tanımlanmaktadırlar. Dün Ermenilere yapılan, bugün de Kürtlere yapılmak istenmektedir. Tam da bundan dolayıdır ki Diyarbakır’da, Hakkâri’de, Van’da, Muş’ta yaşayan Kürtlere referandumu boykot edin, ‘topraklarını terk etmek zorunda kaldıkları için ayrı bir ulus olmaktan kaynaklanan haklarını yitiren’ Kürtlere ise, “evet oyu kullanın” demiş olan bu anlayışı, işte bu açıdan mütalaa etmek gerekmektedir.
sosyalizm hareketinin en büyük handikabı olan ilerlemecilik anlayışıdır. Bu bakımdan, “hayır”cı bu kesimler her ne kadar “evet”çi kesimlerden ayrı duruyor gibi görünseler de bu bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü her iki kesimin de kalkış noktaları ve referanslar aynıdır. “Evet” diyen çevreler, referanduma sunulacak anayasadaki değişikleri bir ilerleme olarak değerlendirdikleri için desteklerlerken, “hayır”cı kesimler, anayasada yapılan ya da yapılacak olan değişiklikleri bir ilerleme olarak görmedikleri için desteklememektedirler; hepsi bu. Dolayısıyla her iki tutum da aynı madalyonun iki ayrı yüzüdür. ‘Hayır”cı tutumun, tıpkı “evet”çi tutum gibi bir başka sorunlu yanı ise, tarihin bir bütün olarak ele alınmasına, zımnen de olsa hem batılı rejimlerin meşru kabulüne ve kapitalizmin egemenliği altında bütün dünyada batı türü rejimlerin mümkün olabileceği yanılsamasına yol açma potansiyeli taşıyor olmasıdır. “Hayır” diyen devrimci çevrelerin hem kendileri açısından, hem de etkileyebildikleri kitleler bakımından taşıdıkları bir başka tehlike ise, “hayır” diyen askeri ve sivil bürokrasi, MHP ve CHP gibi güçlerle aynı zemin üzerinde buluşma riskidir. Bu bakımdan, “hayır” diyen devrimci güçlerin kendi tutumlarını çok net bir biçimde izah etmeleri gerekiyor ki, rejimin dayanağı ve sahibi olan güçler ile aynı zeminde buluşma riskini bertaraf edebilsinler.
“Boykot” Diyen Devrimci Çevrelerin Tutumu Üzerine Devrimci hareketin tarihinde Boykot, genel olarak taktik olarak başvurulan bir araç olma özelliğine sahiptir. Ama bunu her daim, her dönem geçerli bir yöntem olarak kavramak doğru olmadığı gibi, taktiksel bir olay olarak kavramakta doğru değildir. Boykot, yalnızca taktiksel değil, aynı zaman da ilkesel bir tutum olarak ele alınmalıdır. Örneğin, devrimci bir durumun veya ikili iktidar dönemlerinin söz konusu olduğu ya da rejime karşı yığınsal kitle mobilizasyonlarının olduğu durumlarda mevcut burjuva rejimini ve onun kurumlarını işlevsiz kılabilmek için seçimlerin ve referandumların taktiksel olarak boykot edilmesi muazzam bir işlev görebilir. Ama bu şartların olmadığı, kitlelerin devrimci anlamda bir seferberlik halinde olmadığı ve devrimci harekete de yüz çevirdiği koşullarda bu taktik, fiilen devrimci bir işlev göremeyeceği gibi, devrimci hareketi politik gündem dışında bırakan pasifist bir tutumu da ifade edebilir.
“Referandumda Kürt İllerinde Boykot, Batı İllerinde Evet” Demek Ne İfade Etmektedir “Kürt illerinde boykot, batı illerinde evet” diyen Devrimci Güçlerin fiziki etki alanı yok denilebilecek derecede cılız olmuştur. Bu tutumu değerlendirmenin önemini, yaratmış olduğu ya da kısa vadede yaratabileceği fiziki etkiden ziyade, ideolojik ve siyasi alanda yol açacağı tahrip ile ele almak gerekir. Zira bu anlayış Kürt illerinde yaşayanları Kürt olarak görmekte, batı illerinde yaşayan Kürtleri ise kimliklerinden ve siyasal aidiyetlerinden kopararak batılı, yani Türk olarak görmektedir.
30
Komünist Zemin
Komünist Zemin’in Tutumuna İlişkin Bir Not
Dolayısıyla taktiksel olarak boykot tutumu her daim ileri sürülemez. Günümüz koşullarında işçi sınıfının ve sosyalist hareketin sistemin işleyişine etki yapabilecek ya da onu felç edebilecek bir örgütlülüğü söz konusu değildir. Bu bakımdan, bugünkü referandumun özelinde boykot, taktiksel bir tutum olarak değil, ilkesel bir tutum olarak mütalaa edildiği taktirde devrimci bir işlev görür. Çünkü söz konusu olan bir rejimin, bir hükümetin köşeye sıkıştırılması değil, bizatihi onun meşruluğunun oylanmasıdır. Devrimci hareket, bu tür durumlarda boykot tutumunu taktiksel değil, ilkesel bir tutum olarak kavranmak durumundadır. Tam da bundan dolayıdır ki “hayır” diyerek de olsa bu referanduma iştirak etmek, dolaylı da olsa sistemin meşruluğunun kabulüne hizmet etmiştir. Kürt hareketinin meşru tutumu da dikkate alındığında “Boykot” çağrısı yapmak devrimci anlamda daha işlevsel olacaktı, nitekim de öyle oldu. “Boykot” diyen devrimci güçlerin tutumu ile “Boykot” diyen Kürt hareketinin tutumları çakışıyor olsa da, bu güçlerin “Boykot” tutumları niteliksel olarak örtüşmüştür. Zira Kürt hareketi kendi iradesinin muhatap alınmadığı ve operasyonlara maruz kaldığı koşullarda zorunlu olarak boykot taktiğine başvurmuşken; devrimci hareket ise ”Boykot” tutumunu rejimin karakterine ve dayandığı paradigmalara bağlı olarak gerekçelendirmiştir. Ama buna rağmen, “Boykot” tutumunu benimseyen devrimci güçler, kendi gerekçelerini de propaganda ederek, tereddütsüz bir biçimde Kürt hareketi ile aynı cephede yer almalıdır.
Eğer Kürt hareketinin “Boykot” tutumu söz konusu olmasaydı; Komünist Zemin’in tutumu ne evet, ne hayır, ne de boykot olurdu. Evet demek, bir şeyi onaylamasak da, en azından onu olumlamak anlamına gelirdi. Hayır deseydik, karşılığında bir alternatif sunmamız gerekirdi ki, bizim alternatifimizin ön koşulu kapitalist devleti yerle bir etmektir. Dolayısıyla bu da bugünkü koşullara uygun bir tutum olmazdı. Boykot demiş olsaydık, bunun da bir yaptırım gücü ve kitlelerin devrimci anlamda seferberliğine yol açma koşulları olmadığından, bu da farenin dağa küsmesi gibi olurdu. Örneğin Ezilenlerin Sosyalist Partisi ve Kızıl Bayrak’ın tutumları tam da budur. Sanki devrimci bir seferberlik varmış gibi bir durum saptaması yapıp, ardından da “Çözüm devrimde, kurtuluş sosyalizmde!” parolasıyla “boykot” çağrısı yapmaktadırlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, günümüz koşullarında ‘boykot’çu bir tutum ancak Kürt hareketinin tutumuyla ilişkilendirildiği taktirde karşılık bulabilir. Bu durumda bizim tutumumuz, ne evet, ne hayır, ne de boykot olurdu; bizim tutumumuz; referandumun kendisiyle uğraşmak yerine, referandum vesilesiyle sistemin devrimci siyasal teşhirini yapmak olurdu. Ama Kürt hareketinin belirleyici dinamiğini ve onun meşruluğunu dikkate aldığımızda, devrimci siyasal teşhir eksenli boykot tutumunu kendi tutumumuz olarak bayrak yapmayı anlamlı bulduk.
31
Komünist Zemin
"Evrensel Bilim" Retoriği Üzerine Fikret Başkaya
Bilim bilmekle ilgili olsa da, her bilgi bilim tanımına dahil edilemez. Bir kere bilginin belirli yöntemlerle elde edilmesi gerekir. İkincisi; söz konusu bilginin bilim tanımına dahil edilebilmesi için, "gerçeğin bilgisi" olması esastır. Üçüncüsü de bilim adamının-kadınının etik kaygılar taşıması ve öyle hareket etmesi gerekir. Bu yüzden, ne kadar bilgili olursa olsun, etik kaygılara yabancılaşmış birinin bilim adamı-kadını sıfatını hakketmesi söz konusu değildir. Bu kriterler karşısında bu gün "bilim" denilenin sefil bir durumda olduğu açıktır. Durum böyledir ama, bilim fetişizmi bu durumun tartışılmasını, anlaşılmasını, aşılmasını önlüyor. Aynı şey teknoloji için de geçerlidir. Her teknolojik gelişmenin mutlaka "yararlı" dahası karışı konulmaz bir şey olduğu düşüncesi yaygındır. Oysa teknolojik gelişmenin mutlaka yararlı bir şey olduğu düşüncesi, ideolojik bir yanılsamanın ürünüdür. Barut'u Çinliler icat ettiler ama hiç bir zaman ondan ateşli silahlar yapıp dünya'yı fethetmeyi, başka halkları sömürgeleştirmeyi düşünmediler. Barutu bayramlarda, şenliklerde, kutlamalarda havai fişek olarak kullanmak, onların kültürel anlayışına uygun düşüyordu. Batılılar Çin'i sömürgeleştirmek, onu dünya ticaretine açmak, "uygarlaştırmak" için ateşli silahları kullandılar. Çinlilerin icadı olan barut, sonuçta başlarını belaya sokmaktan geri kalmadı. Buradan iki sonuç çıkarmak mümkündür: Birincisi, her bilimsel-teknik buluş veya teknolojik gelişme "iyi" veya "kötü" kullanım konusu olabilir; ikincisi; bir teknolojik icat onu icat edenler aleyhine kullanılabilir... Fakat, hepsinden önemlisi, bir “buluş”un anlamı, önemi ve işlevi bir kültürden diğerine farklılıklar gösterir.
Modern bilim bir Batı ürünüdür ve tarihi kapitalizmin gelişme süreci ve sömürgecilikle aşağı yukarı özdeştir. Son derecede önemli olduğu halde bu durum ekseri gözden kaçıyor. Elbette, toplumun, doğanın ve bir bütün olarak dünyanın rasyonel bir tarzda ve daha iyi anlaşılması gereklidir ama, ırkçı-merkezci Batı düşüncesi ve bilimi bir kere kültürler arasında bir hiyerarşi olduğu düşüncesini yayarak, piramidin tepesine Batı kültürünü koymuştur. Aslında, "Batı kültürü" yerine kapitalist kültür kavramını kullanmak daha uygundur. Oysa, bir kültürün diğerlerinden "daha iyi', "daha kötü", "daha ileri", "daha geri" v.b. türü ayrımlara ve sınıflandırılmalara konu olması, bilimsel kriterlere uygun değildir. Kapitalist kültürün egemenliği ve bilimin de evrensellik retoriğiyle sunulması ve bunun hakim paradigma haline gelmesiyle, bilimin ne olması, ne olmaması, neyi amaçlaması, neyi murad etmesi gerektiği tartışılır olmaktan çıkmıştır. Bu gün bilim denilen, bütünüyle ekonominin hizmetindedir. Ekonominin de kimlerin hizmetinde olduğu ortadayken, bilim denilen gerçek anlamda bilimin inkarına dönüşmüş durumdadır. Şimdilerde ve küresel kapitalizm çağında, bilim bir uzmanlar gurubunun tekelinde bir egemenlik aracına dönüştürülmüştür. Sadece bu kadar da değil, bilimsel çalışmaların finansmanı da güç ve iktidar sahiplerinin tekeline geçmiştir. Bilimsel araştırmaların, içeriğini, kapsamını, yönünü, v.b. belirleyenler de onlardır. Her şeyin hızla çürüyüp soysuzlaştığı, her şeyin pazara düştüğü, alınıp-satıldığı küresel kapitalizm çağında bilimsel faaliyetin itibarını iade etmek ve bilimi ekono-
32
Komünist Zemin
minin baronlarının elinden kurtarmak büyük önem taşıyor. Bunun da önkoşulu, Avrupa merkezli yabancılaşmadan kurtulmaktır. Zira, Avrupa merkezli yabancılaşma bir dizi başka yabancılaşma yaratarak, kapitalist egemenliği izleyen dönemde bilimsel faaliyetin önünü tıkamış, bilim adamı sayılması gerekenlerin ufkunu daraltarak, söz konusu faaliyeti işlevsizleştirmiştir. Sadece bu kadar da değil ,"bilim" insanlığın büyük çoğunluğu aleyhine işleyen bir makineye dönüştürülmüştür... Özellikle Üçüncü Dünya'nın bilim insanları evrensel olduğuna inandıkları ideolojik tezleri, bilimsellik ambalajlı dogmaları, kendi ülkelerinde ve bölgelerinde yaymak gibi "pis" bir misyona koşulmuş durumdadırlar. Öte yandan da teknik bilim, insanların daha iyi yaşaması için değil, daha çok sömürülmesinin bir aracı haline gelmiştir ve toplum çoğunluğunun baskı ve egemenlik altına alınmasına hizmet etmektedir. İnsanlığın çoğunluğunu ezen bir "teknolojik gelişme" olabilir mi? Her seferinde daha çok insanı işsizliğe, açlığa mahkum edip sefilleştiren bir 'teknolojik ilerleme' olabilir mi? Sadece bu kadar da değil, her seferinde doğal çevrenin tahribatını derinleştiren bir 'ilerleme' olabilir mi? Eğer bilim ve teknoloji konusunda yakın tarihte ve bu gün olduğu gibi, köklü bir fetişizm geçerliyse, araçlarla amaçların yer değiştirmesi kaçınılmazdır. Bu gün küreselleşme, 'yeni dünya düzeni', enformasyon toplumu, "bilgi çağı' gibi safsatalar, insanlığın kollektif intiharı anlamına gelen mevcut gidişi, ve süreçleri meşrulaştırmaya, kabullendirmeye yarıyor...
Küçük bir azınlığın hizmetinde ve insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atan bir evrensel bilim retoriğinin vakitlice aşılması gerekiyor? Bu, son derecede önemli bir durumdur ve mevcut süreçlerin önünün kesilmesi, bilim ve teknoloji fetişizminin ve evrensellik safsatasının aşılmasına bağlıdır. Bunun için de mevcut eğitim sisteminin, bilimsel kabullerin radikal bir eleştirisi gerekiyor. Aynı şekilde bilim, bilim adamı, bilim-etik ilişkisi, evrensellik retoriği, vb. gibi konularda derinlemesine bir tartışma açmak acil bir sorun olarak insanlığın önünde duruyor. Jean-Jacques Rousseau: " İnsan hür doğuyor ama her yerde zincire vurulmuş durumda" demişti. Bilimin de insanlık için bir kurtuluş, özgürleşme, refah aracı olması, insanları yabancılaşmadan arındıran ve insanî olanın gerçekleşmesinin önünü açması gereken bir faaliyet olması gerekirken, insan çoğunluğuna olup biten saçmalıkları, yıkıcı sonuçları ve onursuzluğu kabullendirmemenin bir aracına dönüşmüş durumdadır . Bir yerde bir kavramın, bir sözcüğün kullanılıyor olması, orada o kavrama veya sözcüğe uygun düşen bir gerçeklik olduğu anlamına gelmiyor. Modern bilim sözde doğmalara karşı "gerçeğin bilgisi" olmak iddiasıyla oraya çıktı, ama, bu gün hiç bir dönemde görülmemiş derecede kendinden menkul dogmalar evrensel geçerliliği olan "bilim" olarak sunulabiliyor... Bu gün bilim denilen bir "uzmanlar" gurubunun tekelinde ve bir hakim oligarşinin hizmetindedir. Önce onu asıl bulunması gereken zemine çekmek ve asıl işlevine döndürmek gerekiyor.
33
Komünist Zemin
Paris Komünü Dersleri Komün tarihini her inceleyişimizde, daha sonraki devrimci mücadelelerden ve hepsinden önemlisi en son yaşanan devrimlerden –yalnızca Rus devrimi değil, aynı zamanda Alman ve Macar devrimlerinden de– edinilen deneyim sayesinde, onu yeni bir açıdan görürüz. Fransız-Alman Savaşı çok büyük bir dünya katliamını haber veren kanlı bir patlamaydı; Paris Komünü ise proleter bir dünya devriminin ışıldayan müjdecisiydi. Komün bize işçi kitlelerin kahramanlığını, tek bir blok halinde birleşme yeteneğini, gelecek uğruna kendilerini feda etme hünerini gösterir, fakat aynı zamanda kitlelerin yollarını seçmekteki acizliğini, hareketin önderliğindeki kararsızlıkları, ilk başarılardan sonraki ölümcül duraklama eğilimlerini ve böylelikle de düşmana kendini toparlama ve yerini sağlamlaştırma olanağı verdiğini göstermektedir. Komün çok geç kalmıştı. 4 Eylülde iktidarı almanın tüm olanaklarına sahipti ve bu Paris proletaryasına, Thiers’e karşı olduğu kadar Bismarck’a ve geçmişin tüm güçlerine karşı yürütülen mücadelede, bir çırpıda ülkenin tüm işçilerinin başına geçme olanağı verecekti. Fakat iktidar demokratik gevezelerin ellerine, Paris delegelerine geçti. Paris proletaryasının ne bir partisi ne de geçmiş mücadelelerle yakın bir bağ kuracağı önderleri vardı. Kendilerini sosyalist addeden ve işçilerin desteğini arayan küçük-burjuva yurtseverler, gerçekte kendilerine hiç güven duymuyorlardı. Proletaryanın kendine olan güvenini de sarsmışlardı ve sürekli olarak hareketin önderliğini emanet edecekleri ünlü avukatları, gazetecileri ve delegeleri (ki bunların bütün bildikleri yalnızca bir düzine muğlâk devrimci laflardan ibaretti) bulma çabasındaydılar. Jules Favre, Picard, Garnier-Pages ve şürekasının 4 Kasımda Paris’te iktidarı
almalarının nedeni, Poul-Boncour, A. Varenne, Renaudel ve diğer pek çoğunun bir süre için proletaryanın partisine hakim olmalarına olanak tanıyan nedenle aynıdır. Renaudeller ile Boncourlar ve hatta Longuetler ile Pressemaneler, ortak duyguları, entelektüel alışkanlıkları ve davranışlarından dolayı, Jules Favrelara ve Jules Ferrylere, devrimci proletaryaya olduğundan çok daha yakındırlar. Sosyalist söylemleri, kendilerini kitlelere kabul ettirmelerine olanak veren bir tarihsel maskeden başka bir şey değildir. Ve tam da Favre, Simon, Picard ve diğerlerinin demokratik-liberal bir söylem kullandıkları ve bunu suiistimal ettikleri için, onların oğulları ve torunları sosyalist bir söyleme başvurmak zorunda kaldılar. Fakat oğullar ve torunlar, babalarına layık birer evlat olarak kalmışlardır ve onların yaptığı işi sürdürmekteler. Ve yönetici kliğin bileşimi sorununda değil de, Fransa’da hangi sınıfın iktidarı alması gerektiğinin bilinmesi gibi çok daha önemli bir sorunda ne zaman karar vermek gerekecek olsa, Renaudel, Varenne, Longuet ve onların benzerleri, Komün kasabı Gallifet’in işbirlikçisi olan Millerand’ın kampında olacaklardır... Parlamento ve salonların devrimci gevezeleri gerçek hayatta ne zaman devrimle yüz yüze kalsalar, onu asla tanımazlar. Gerçek işçi partisi, bir parlamenter manevra makinesi değildir; parti proletaryanın örgütlü ve birikmiş deneyimidir. Ancak onun tüm tarihsel geçmişine dayanan, gelişmenin rotasını ve tüm evrelerini teorik olarak öngören ve bundan gerekli eylem formülünü çıkaran partinin yardımıyla, proletarya kendini tarihine (duraksamaları, kararsızlığı, hataları) her defasında yeniden başlama gereğinden kurtarır. Paris proletaryasının böyle bir partisi yoktu. Komüne doluşan burjuva soysa-
34
Komünist Zemin
listler, gözlerini gökyüzüne dikmiş, bir mucize ya da kâhince bir söz beklemiş, duraksamışlardı ve bu sırada kitleler ötede beride el yordamıyla dolaşmış ve bazılarının kararsızlığı, diğerlerinin de düşsel düşünceleri yüzünden pusulayı şaşırmışlardı. Sonuç, devrimin bunların tam ortasında, çok geç patlak vermesi ve Paris’in kuşatılması idi. Proletarya geçmiş devrimlerin, eski çarpışmaların, demokrasinin yinelenen ihanetlerinin derslerini hafızasında canlandırmadan önce altı ay geçti ve sonunda iktidara el koydu. Bu altı ayın onarılmaz bir kayıp olduğu kanıtlandı. Eğer devrimci eylemin merkezi partisi 1870 Kasımında Fransa proletaryasının başında bulunsaydı, Fransa’nın tüm tarihi ve onunla birlikte insanlığın tüm tarihi bambaşka bir yön tutmuş olacaktı. Eğer iktidar 18 Martta Paris proletaryasının ellerine geçtiyse, bu, iktidara tasarlanarak el konulmuş olması nedeniyle değil, düşmanlarının Paris’i terk etmesi nedeniyledir. Bu sonuncuların ayağı altındaki toprak sürekli olarak kayıyordu; işçiler onları horgörüyor ve onlardan nefret ediyorlardı, küçük-burjuvazi onlara artık güvenmiyordu ve büyük burjuvazi artık onu savunamayacaklarından korkuyordu. Askerler subaylara düşmandı. Hükümet, güçlerini başka bir yerde toplamak için Paris’ten kaçtı. Ve ancak ondan sonra proletarya duruma hâkim oldu. Fakat o, bu gerçeği ancak ertesi gün anladı. Devrim beklenmedik bir şekilde üzerine çökmüştü. Bu ilk başarı yeni bir pasiflik kaynağıydı. Düşman Versailles’a kaçmıştı. Bu bir zafer değil miydi? O anda hükümet çetesi hemen hemen hiç kan dökmeden ezilebilirdi. Paris’te, başlarındaki Thiers’le birlikte tüm bakanlar tutuklanabilirdi. Hiç kimse onları savunmak için elini kıpırdatmazdı. Bu yapılmadı. Ortada, olup bitenler hakkında açık bir görüşe ve kararlarını gerçekleştirebilecek özel organlara sahip bir merkezi parti örgütü yoktu. Kalan piyadeler Versailles’a geri çekilmek istemiyordu. Subaylarla askerleri birbirine bağlayan ip oldukça inceydi.
Ve eğer Paris’te yönetici bir parti merkezi olsaydı, bu merkez, geri çekilen ordularla –çünkü geri çekilme olasılığı vardı– birkaç yüz ya da birkaç düzine kendini adamış işçiyi kaynaştıracak ve onlara şu buyrukları verecekti: Askerlerin subaylara karşı hoşnutsuzluğunu arttırın, askerleri subaylarından kurtarmak için ilk uygun psikolojik andan yararlanın ve onları halkla birleştirmek için Paris’e geri çekin. Bizzat Thiers’in taraftarlarının da itiraf ettiği gibi, bu kolayca gerçekleştirilebilirdi. Hiç kimse bunu düşünmedi bile. Ne de bunu düşünecek birisi vardı. Şu da var ki, büyük olayların ortasında, böyle kararlar, ancak bir devrimi hedefleyen, onun için hazırlanan, pusulayı şaşırmayan bir devrimci parti tarafından, çok yönlü düşünmeye alışkın ve harekete geçmekten korkmayan bir parti tarafından alınabilirdi. Ve Fransız proletaryasının sahip olmadığı şey tam da bir eylem partisiydi. Ulusal Muhafız Merkez Komitesi, gerçekte silahlı işçilerin ve küçük-burjuvazinin Delegeler Konseyidir. Devrimci bir yol tutan kitleler tarafından doğrudan seçilen böyle bir Konsey, mükemmel bir eylem aygıtını ifade eder. Fakat aynı zamanda, tam da devrime yakalanmış haldeki kitlelerle yalın ve doğrudan bağı nedeniyle, böyle bir Konsey, kitlelerin yalnızca tüm güçlü yanlarını değil, güçsüz yanlarını da yansıtır; ve ilk önce güçlü yanlarından çok güçsüz yanları yansıtır: kararsız ve beklemeci ruh hali, ilk başarıların ardından gelen aktif olmama eğilimi, bunun dışa vurumudur. Ulusal Muhafız Merkez Komitesinin önderliğe ihtiyacı vardı. Proletaryanın politik deneyimini ete kemiğe büründüren ve yalnızca Merkez Komite içinde değil, alaylarda, taburlarda, Fransız proletaryasının derinliklerinde daima mevcut bulunan bir örgüte sahip olmak zorunluydu. Parti, Delege Konseyleri aracılığıyla –verili durumda bunlar Ulusal Muhafızın organlarıydı– kitlelerle sürekli bağlantı içinde bulunabilir, onların ruh hallerinden haberdar olabilirdi; partinin merkezi
35
Komünist Zemin
yönetimi her gün, parti militanları aracılığıyla, kitlelerin içine işleyecek, onların düşünce ve iradelerini birleştiren bir slogan öne sürebilirdi. Hükümet Versailles’e geri çekilir çekilmez Ulusal Muhafız aceleyle sorumluluğu kendi üstünden attı, hem de tam bu sorumluluk muazzam boyutlara eriştiği sırada. Merkez Komite, Komün için “yasal” seçimler hayal ediyordu. “Yasallık” örtüsüne bürünmek için Paris’in belediye başkanlarıyla görüşmelere girişti. Aynı anda Versailles’a karşı şiddetli bir saldırı hazırlanmış olsaydı, belediye başkanlarıyla yapılan görüşmeler, askeri açıdan tümüyle haklı ve amaca uygun bir hile olacaktı. Fakat gerçekte bu görüşmeler yalnızca şu ya da bu mucizeyle mücadeleyi önlemek amacıyla yürütülüyordu. “Yasallık”a saygı duyan küçükburjuva radikallerle sosyalist idealistler ve “yasal” devletin bir parçasını temsil eden kişiler –delegeler, belediye başkanları vb.– ruhlarının derinliklerinde kendilerini “yasal” Komün örtüsüyle örttüklerinde Thiers’in devrimci Paris önünde saygıyla eğileceğini ümit ediyorlardı. Pasiflik ve kararsızlık, bu durumda kutsal özerklik ve federasyon ilkesiyle desteklendi. Bilindiği üzere, Paris diğer birçok komünden yalnızca biriydi. Paris kimseye bir şey dayatmak istemiyor ve “örnek bir diktatörlük” söz konusu olmadıkça diktatörlük için mücadele vermiyordu. Özetle bu, gelişmekte olan proleter devrimin yerine bir küçük-burjuva reformunu, komünal özerkliği koyma girişiminden başka bir şey değildi. Gerçek devrimci görev, ülkenin her tarafında proletaryanın iktidarını garanti altına almaktan ibaretti. Paris onun kalesi, tabanı, dayanağı olarak hizmet etmeliydi. Ve bu amaca ulaşmak için, hiç vakit kaybetmeden Versailles’ın hakkından gelmek ve tüm Fransa’ya ajitatörler, örgütleyiciler ve silahlı güçler göndermek gerekliydi. Taraftarlarla bağlantıya geçmek, duraksayanları güçlendirmek ve düşmanın karşı koyuşunu kırmak gerekliydi.
Durumu kurtarabilecek tek şey olan bu saldırı politikasının yerine, Paris’in önderleri kendilerini komünal özerkliğe hapsetmeye kalkıştılar: eğer diğerleri onlara saldırmazsa, onlar da diğerlerine saldırmayacaklardı; her kent kendini-yönetme kutsal hakkına sahipti. Sıradan anarşizmle aynı türden olan bu idealist gevezelik, gerçekte devrimci eylem karşısındaki korkaklığın üstünün örtülmesiydi, oysa böyle bir eylemin ya sonuna kadar durmaksızın yürütülmesi gerekirdi ya da buna hiç girişilmemeliydi... Kapitalist örgütlenmeye düşmanlık –küçük-burjuva yerelliğin ve özerkliğin bir mirası– şüphe yok ki, Fransız proletaryasının belirli bir kesiminin zayıf tarafıydı. Bazı devrimcilere göre, mahallelerin, semtlerin, taburların, şehirlerin özerkliği, gerçek etkinliğin ve bireysel bağımsızlığın en yüce garantisidir. Fakat bu yaklaşım Fransız proletaryasına pahalıya mal olan büyük bir hatadır. “Despotik merkeziyetçiliğe karşı mücadele” ve “boğucu” disipline karşı mücadele biçimi altında, işçi sınıfının çeşitli grupları ve alt-gruplarının kendini koruması adına, onların kendi küçük çıkarları adına, yine onların küçük bölgesel önderleri ve yerel sözcülerinin önderliğinde bir savaş başladı. Başında, tüm grupların, mahallelerin, bölgelerin üzerinde yer alan ve demir disiplinle bir arada tutulan merkezi bir aygıt olması şartıyla, tüm işçi sınıfı, bir yandan kültürel özgünlüğünü ve politik farklarını korurken, diğer taraftan olayların yedeğinde kalmaksızın ve her seferinde düşmanlarının zayıf kesimlerine ölümcül darbeler indirerek yöntemli ve kararlı bir şekilde hareket edebilir. Hangi biçime bürünürse bürünsün partikülarizm eğilimi, ölü geçmişin bir mirasıdır. Fransız komünizmi –sosyalist komünizm ve sendikalist komünizm– kendini bundan ne kadar çabuk kurtarırsa, proleter devrim için o kadar iyi olacaktır. Parti devrimi iradi olarak yaratmaz; iktidarı zapt etme anını canı istediği gibi seçemez, fakat olaylara aktif bir şekilde
36
Komünist Zemin
müdahale eder, devrimci kitlelerin ruh hallerini her an kavrar, düşmanının direnç gücünü tartar ve böylece kesin eylem için en uygun anı belirler. Bu onun görevinin en zor yanıdır. Partinin her durum için geçerli olan bir kararı yoktur. İhtiyaç duyulan şeyler, doğru bir teori, kitlelerle yakın bir ilişki, durumun kavranışı, devrimci bir anlayış ve büyük bir kararlılıktır. Bir devrimci parti, proleter mücadelenin tüm alanlarına ne kadar esaslı nüfuz ederse, amaç ve disiplin birliğiyle ne kadar kenetlenirse, görevini o kadar çabuk ve o kadar iyi yerine getirecektir. Zorluk, içte demirden bir disiplinle kaynaşmış, kitle hareketiyle ve bu hareketin yükseliş ve alçalışlarıyla sımsıkı bağlar kurmuş böylesi bir merkezi parti örgütüne sahip olmakta yatmaktadır. Emekçi kitlelerin güçlü bir devrimci basıncı olmaksızın iktidar ele geçirilemez. Fakat bu eylemde hazırlık unsuru tümüyle zorunludur. Parti, konjonktürü ve anı ne kadar iyi kestirirse, direnişin temelleri ne kadar iyi hazırlanırsa, güçler ve roller ne kadar iyi dağıtılırsa, başarı da o kadar daha kesin olacak ve daha az kurbana mal olacaktır. Dikkatlice hazırlanmış bir eylem ve kitle hareketinin karşılıklı ilişkisi, iktidarı almanın politik-stratejik görevidir. Mart 1871 ile 25 Ekim 1917’nin karşılaştırılması bu bakımdan çok öğreticidir. Paris’te, önder devrimci çevreler arasında eylem için mutlak bir inisiyatif yoksunluğu mevcuttu. Burjuva hükümet tarafından silahlandırılmış proletarya gerçekte kentin efendisiydi, elinin altında tüm nesnel iktidar araçları –top ve tüfekler– bulunuyordu, fakat bunun farkında değildi. Burjuvazi devin silahını almak için bir girişimde bulundu: proletaryanın topunu çaktırmadan almak istedi. Girişim başarısız oldu. Hükümet panik içinde Paris’ten Versailles’a kaçtı. Alan boşalmıştı. Fakat proletarya Paris’in efendisi olduğunu ancak ertesi gün anladı. “Önderler” olayları geriden takip etmekteydiler, olmuş bitmiş olayları kaydetmekte ve devrimci keskinliği köreltmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktaydılar.
Petrograd’da ise olaylar farklı şekilde gelişmiştir. Her yerde kendi adamlarına sahip olan parti, her mevziyi pekiştirerek, işçilerle bir yandan garnizon diğer yandan hükümet arasındaki her çatlağı genişleterek, iktidarı ele geçirmek için azimle, sebatla hareket etmiştir. Temmuz günlerindeki silahlı gösteri, düşmanın direnme gücüyle kitleler arasındaki yakın bağlantının derecesini ölçmek için, parti tarafından yürütülen geniş çaplı bir keşif harekâtıydı. Bu keşif, ileri karakolların bir mücadelesine dönüştürülmüştü. Geri püskürtülmüştük, fakat bu eylem aynı zamanda partiyle kitleler arasında derin bir bağ oluşturmuştu. Ağustos, Eylül ve Ekim ayları güçlü bir devrimci akıntıya şahit oldu. Parti bundan kazanç sağladı ve garnizon ve işçi sınıfı içindeki destek noktalarını oldukça arttırdı. Ardından konspiratif hazırlıklarla kitle hareketi arasındaki uyum adeta otomatik olarak gerçekleşti. İkinci Sovyet Kongresi için 25 Ekim tarihi kararlaştırıldı. Bunu izleyen tüm ajitasyonumuz Kongre tarafından iktidarın ele geçirilmesine yönelikti. Böylece 25 Ekimde devirme işine önceden adapte olunmuştu. Bu durum düşman tarafından anlaşılmıştı ve iyi biliniyordu. Kerenski ve kabine üyeleri, ne kadar az olursa olsun, Petrograd’da tayin edici an için kendi konumlarını pekiştirmeye çalışmaktan geri durmadılar. Keza, garnizonun en devrimci kesimini başkentin dışına yollama ihtiyacını duydular. Kendi payımıza, belirleyici öneme sahip yeni bir çatışma kaynağı yaratmak için, Kerenski’nin bu girişiminden yararlandık. Bizler Kerenski hükümetini açıkça, Petrograd garnizonunun üçte birini askeri kaygılarla değil, karşı-devrimci tertipler için nakletmeyi planlamış olmakla suçladık; daha sonraları suçlamamızı yazılı olarak doğrulayan resmi bir belge bulunmuştur. Bu anlaşmazlık bizi garnizona çok daha sıkı bir şekilde bağladı ve garnizonun önüne çok net bir görev koydu: 25 Ekimde yapılacak olan Sovyet Kongresini
37
Komünist Zemin
desteklemek. Ve hükümet garnizonun yollanmasında ısrar ettiği için –yeteri kadar zayıf bir tarzda olsa bile– biz zaten elimizde olan Petrograd Sovyetinde, hükümet planının askeri nedenlerini inceleyip doğruluğunu saptama bahanesiyle bir Devrimci Savaş Komitesi oluşturduk. Böylece, Petrograd garnizonunun başında duran, gerçekte legal bir silahlı ayaklanma organı olan tümüyle askeri bir organa sahip olmuştuk. Aynı zamanda tüm askeri birimlere, askeri depolara vs. (komünist) komiserler atadık. Gizli askeri örgütlenme özel teknik görevlerin üstesinden geldi ve Devrimci Savaş Komitesini özel askeri görevler için tamamen güvenilir militanlarla donattı. Hazırlık, hayata geçirme ve silahlı ayaklanmaya ilişkin esas çalışma, açıktan açığa ve öyle yöntemli ve doğallık içerisinde gerçekleşti ki, Kerenski’nin önderlik ettiği burjuvazi gözlerinin önünde açıkça ne olup bittiğini anlamadı. (Paris’te proletarya ancak bir sonraki gün gerçekten muzaffer olduğunu –üstelik bilerek elde etmeye çalışmadığı bir zafer– duruma hakim olduğunu anlamıştı. Petrograd’da olansa tam tersiydi. İşçilere ve garnizona dayanan partimiz iktidarı zaten ele geçirmişti, burjuvazi oldukça sakin bir gece geçirdi ve ancak ertesi sabah ülke idaresinin kendi mezar kazıcısının ellerinde olduğunu öğrendi.) Stratejiye gelince, partimizde görüş ayrılıkları çoktu. Bilindiği gibi Merkez Komitenin bir kısmı, henüz iktidarı alma zamanının gelmediğine, Petrograd’ın ülkenin geri kalan kısmından ve proletaryanın da köylülükten koparıldığına inanarak, iktidarın alınmasına karşı olduğunu ilân etti. Diğer yoldaşlar askeri komplo unsurlarına yeteri kadar önem vermediğimize inanıyorlardı. Merkez Komite üyelerinden biri, Demokratik Konferansın toplantıda olduğu Aleksandrine Tiyatrosunu kuşatmayı ve parti Merkez Komitesinin diktatörlüğünün ilânını talep etti. Şöyle diyordu: Askeri hazırlık faaliyetimiz kadar ajitasyonumuzu da İkinci Kongre anı için
yoğunlaştırmakla planımızı düşmana göstermiş oluyoruz, ona hazırlanma ve hatta bize önleyici bir darbe indirme olanağı vermiş oluyoruz. Fakat hiç şüphe yok ki, Aleksandrine Tiyatrosunu kuşatmak ve askeri bir komploya kalkışmak olayların gelişmesine çok aykırı bir durum olacaktı, bu olay kitleleri çok şaşırtacaktı. Hatta bizim grubumuzun hakim durumda bulunduğu Petrograd Sovyetinde böyle bir girişim, mücadelenin mantıksal gelişiminin önüne geçerek, çok tereddüt eden ve pek güvenilir olmayan alayların, özellikle de süvari alaylarının bulunduğu garnizon içinde büyük bir karışıklığa neden olurdu. Kerenski için, kitlelerin beklemediği bir komployu ezmek, yaklaşan Sovyet Kongresi adına kendi dokunulmazlığını savunma konumunu giderek daha da sağlamlaştıran garnizona saldırmaktan çok daha kolay olurdu. Bu yüzden Merkez Komitenin çoğunluğu, Demokratik Konferansı kuşatma planını reddetti ve bunda haklıydı. Konjonktür çok iyi değerlendirilmişti: silahlı ayaklanma neredeyse kan dökmeden, tam olarak İkinci Sovyet Kongresinin toplanması için önceden ve açıkça kararlaştırılan tarihte zafer kazandı. Bununla birlikte, bu strateji genel bir kural olamaz; özel koşullar gerektirir. Hiç kimse artık Almanlarla savaşa inanmıyordu ve daha az devrimci olan askerler, cepheye gitmek için Petrograd’ı terk etmek istemiyordu. Ve garnizon salt bu nedenden dolayı bir bütün olarak işçilerin yanına geçtiği halde, Kerenski’nin entrikaları açığa çıktığı ölçüde kanaatini güçlendirdi. Fakat Petrograd garnizonunun bu ruh halinin, köylü sınıfının durumunda ve emperyalist savaşın gelişiminde yatan çok daha derin bir nedeni vardır. Garnizon içinde bir bölünme olsaydı ve Kerenski birkaç alaydan destek alma olanağı bulsaydı, planımız başarıya ulaşamazdı. Sadece askeri komplo unsurları (gizlilik ve büyük bir hızla harekete geçme) üstün gelirdi. Şüphesiz ayaklanma için başka bir zaman seçmek gerekecekti. Komün de köylü alaylarını tam olarak
38
Komünist Zemin
kazanma olanağına sahipti, çünkü bu birlikler iktidar ve komuta kademesine duydukları tüm güven ve saygıyı kaybetmişlerdi. Yine de Komün bu hedef doğrultusunda hiçbir şey yapmadı. Burada hata, köylülükle işçi sınıfının ilişkisinde değil, devrimci stratejideydi. İçinde bulunduğumuz çağda, Avrupa ülkelerinde bu açıdan durum ne olacak? Bu konuda önceden bir şey söylemek kolay değil. Yine de, yavaş gelişen olaylara ve geçmiş deneyimlerden yararlanmak için tüm çabalarını harcayan burjuva hükümetlere bakıldığında, proletaryanın, askerlerin sempatisini kazanmak için, belirli bir anda, büyük ve iyi organize edilmiş bir direnişin üstesinden gelmek zorunda kalacağını şimdiden söyleyebiliriz. O zaman devrim tarafından ustaca ve iyi zamanlanmış bir saldırı gerekli olacaktır. Partinin görevi kendini buna hazırlamaktır. Partinin, devrimci kitle hareketine açıkça yol gösteren ve aynı zamanda gizli bir silahlı ayaklanma aygıtı olan merkezi bir örgüt niteliğini korumak ve geliştirmek zorunda olmasının nedeni tam da budur. Komuta kademesinin seçimle gelmesi sorunu, Ulusal Muhafızla Thiers arasındaki anlaşmazlık nedenlerinden biriydi. Paris, Thiers tarafından atanan komuta heyetine razı olmayı reddetti. Ardından Varlin, Ulusal Muhafız komutasının yukarıdan aşağı bizzat Ulusal Muhafızlar tarafından seçilmesi talebini formüle etti. Ulusal Muhafız Merkez Komitesinin dayanak noktası burasıdır. Bu sorun iki açıdan düşünülebilir: her ne kadar birbirine bağlı olsalar da birbirinden ayrılması gereken politik ve askeri açılardan. Politik görev, Ulusal Muhafızı karşıdevrimci komutadan temizlemeyi içermekteydi. Ulusal Muhafızın çoğunluğu işçilerden ve devrimci küçük-burjuvalardan oluştuğu ve üstelik “komuta heyetinin seçimle gelmesi” sloganı piyadeye kadar uzandığı şartlarda, tam seçim ilkesi böylesi bir temizliğin yegâne aracıydı. Thiers, temel silahı olan karşı-devrimci subaylardan bir çırpıda yoksun bırakılmış olacaktı.
Bu planı gerçekleştirmek için, tüm askeri birimlerde adamları olan bir parti örgütüne ihtiyaç vardı. Tek kelimeyle, seçim ilkesinin böylesi bir durumdaki acil görevi taburlara iyi komutanlar vermek değil, taburları kendilerini burjuvaziye adamış komutanlardan kurtarmaktı. Seçim ilkesi, orduyu sınıf hatları boyunca ikiye ayırmak için bir kama hizmeti gördü. Olaylar Kerenski döneminde ve her şeyden önce Ekim arifesinde bizde de böyle cereyan etti. Fakat ordunun eski komuta aygıtından kurtuluşu, kaçınılmaz olarak örgütsel bütünlüğün zayıflamasını ve savaşma gücünün azalmasını da beraberinde getirir. Kural olarak, seçilen komuta heyeti teknik-askeri bakımdan ve düzen ve disiplini sürdürme hususunda hayli zayıf kalır. Böylece ordu kendini ona zulmeden karşı-devrimci yönetimden kurtardığı anda, misyonunu yerine getirebilecek yetenekte devrimci bir komuta heyeti sorunu gündeme gelir. Ve bu sorun hiçbir şekilde basit seçimlerle çözümlenemez. Geniş asker kitleleri komutanları seçip ayıklama deneyimini iyice kazanmadan önce, kendi komutanlarının seçiminde yüzyılların deneyimiyle Hareket eden devrim düşmanları devrimi yenilgiye uğratacaklardır. Şekilsiz demokrasi yöntemleri (basit seçim ilkesi), yukarıdan seçme önlemleriyle takviye edilmeli ve hatta belli bir ölçüde yerlerini bunlara bırakmalıdır. Devrim, komuta heyetini seçmek, atamak ve eğitmek için tüm yetkileri ona vererek, mutlak bir güven duyulabilecek deneyimli, güvenilir örgütleyicilerden oluşan bir organ yaratmalıdır. Eğer partikülarizm ve demokratik otonomizm genel olarak proleter devrim için son derece tehlikeliyse, bunlar ordu için on kez daha fazla tehlikelidir. Biz bunu trajik Komün örneğinde gördük. Ulusal Muhafız Merkez Komitesi otoritesini demokratik seçim ilkesinden almıştı. Bir proleter partinin önderliğinden yoksun olan Merkez Komite, saldırı inisiyatifini en üst noktaya çıkarması gerektiği anda pusulasını şaşırdı ve yetkilerini
39
Komünist Zemin
daha geniş bir demokratik temele gereksinim duyan Komün temsilcilerine aktarmakta acele etti. Oysa o sırada seçimlerle oyalanmak büyük bir hataydı. Ama seçimler bir kez yapılıp Komün toplandıktan sonra, her şeyi tek bir hamlede Komünde merkezileştirmek ve Ulusal Muhafızı yeniden örgütleyebilecek gerçek güce sahip bir organ oluşturmak gerekiyordu. Ama böyle olmadı. Merkez Komite seçilmiş Komünün yanında varlığını sürdürdü; seçilmiş bir Komite olma niteliği ona politik bir otorite kazandırmıştı ve bu sayede Merkez Komite Komünle rekabet edebildi. Ama bu durum aynı zamanda Komiteyi, Komünün örgütlenmesinden sonra onun varlığını haklı çıkartan askeri sorunlarda gerekli enerji ve kararlılıktan yoksun bıraktı. Seçim ilkesi, demokratik yöntem, proletarya ve onun partisinin elindeki araçlardan sadece biridir. Seçim ilkesi hiçbir surette bir fetiş, her derde deva bir ilaç olamaz. Seçim ilkesinin yöntemleri atama yöntemleriyle birleştirilmelidir. Komünün gücü seçimle gelen Ulusal Muhafızdan kaynaklanıyordu. Hâlbuki bir kez oluşturulduktan sonra Komün, Ulusal Muhafızı güçlü bir elle baştan aşağı yeniden örgütlemeli, ona güvenilir liderler vermeli ve sıkı disiplinli bir rejim kurmalıydı. Bizzat kendisi güçlü bir devrimci yönetim merkezinden yoksun olan Komün bunu yapmadı ve ezildi. Nitekim tüm Komün tarihinin her bir sayfasında bir tek ders buluruz: güçlü bir parti liderliği zorunludur. Fransız proletaryası devrim için diğer ülkelerin proleterlerinden çok daha fazla fedâkarlıkta bulunmuştur. Ama aynı zamanda diğer-
lerinden çok daha fazla aldatılmıştır. Burjuvazi ona kapitalizmin prangalarını vurmak için, cumhuriyetçiliğin, radikalizmin ve sosyalizmin tüm renkleriyle onun gözünü çoğu kez kamaştırmıştır. Ajanları, avukatları ve gazetecileri aracılığıyla burjuvazi, proletaryaya ayak bağından başka bir şey olmayan ve onun ileri hareketini engelleyen bir yığın otonomist, parlamenter, demokratik formül ileri sürmüştür. Fransız proletaryasının doğası devrimci bir lavdır. Fakat bu lav, şimdi sayısız aldanma ve düş kırıklığı sonucunda şüpheciliğin külleriyle örtülmüştür. O halde Fransa’nın devrimci proleterleri partilerine karşı çok daha sert olmalı ve sözle eylem arasındaki uyuşmazlığı çok daha acımasızca teşhir etmelidirler. Fransız işçilerinin, devrimci hareketin her yeni aşamasında kitleler tarafından denetlenen önderlere sahip çelik gibi güçlü bir örgüte ihtiyacı vardır. Tarih bize hazırlanmamız için ne kadar zaman verecek? Bilmiyoruz. Fransız burjuvazisi Komünarların kemikleri üzerinde Üçüncü Cumhuriyeti seçtiğinden beri, iktidarı elli yıldır elinde tutuyor. 1871’in savaşçılarının kahramanlıktan yana eksikleri yoktu. İhtiyaç duydukları şey, yöntemde açıklık ve merkezi bir önder örgüttü. Bu yüzden yenildiler. Fransız proletaryasının ölen Komünarların öcünü alma sorununu gündeme getirebilmesinden önce yarım yüzyıl geçti. Fakat bu kez hareket çok daha sert ve yoğunlaşmış olacak. Thiers’in varisleri tarihsel borçlarını tümüyle ödemek zorunda kalacaklar.
Troçki / Zlatoost, 4 Şubat 1921
40