Komünist Zemin BU SAYIDAKİLER: Avrupa Birliği Tartışmaları Üzerine…………………………………………………………………….…….:3 Batılı İşçilerin İşçi Sınıfının Çoğunluğu Karşısındaki Ayrıcalıklı Durumunu Korumaya Yönelik Çırpınışı, Bu Durum Karşısında Batılı Solun Tutumu ve Komünist Tutumun Ne Olması Gerektiği Üzerine..………………….……………………………:13 B. Avrupa´da “Faşizm Tehdidi” Tartışması ve Düşündürdükleri………………………..:17 Enternasyonalizm ve Enternasyonal Örgütlenme Deneyimleri Üzerine……………:22 Troçki’nin Bürokratik İşçi Devleti Tanımlaması ve Bu Tanımlamaya Yol Açan Vebali Üzerine…………………………………………………………………………………………….:38 Dün Sürekli Devrim Cephesinin Bir Savaşçısıyken Bugün Demokratik Devrim Cephesinin Komutanlığına Soyunan Demir Küçükaydın’a Mektup:..………..45 Siyonizm’in Özüne, Özüne Benzeyen Yüzüne, Yaratmış Olduğu Efsanelere ve Filistin’in Özgürlüğüne Dair..……………………………………………………………:47 Kapitalizmin Egemenliği Altında Eğitimin İşlevi Üzerine.…………………………………….:51 Batıda Yürütülmekte olan “Yabancı Düşmanlığı“ Tartışmaları Üzerine.……………:53 Türk Devleti’nin Suç Ortağı Olmak İstemeyenlere Açık Mektup.….…………………:55
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Zafer Dize - Zemin Yayıncılık Büyükparmakkapı Sokak No: 26 Kat 3 / 14 Beyoğlu - İstanbul Basıldığı Yer: Can Ofset
Mail: komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmx.net Banka Hesap No: 1041746848 Zafer Dize, T. İş Bankası Pangaltı Şubesi
Ezilenlere ve onlarla acı çeken, Onların safında mücadele edenlere…
Komünist Zemin
Avrupa Birliği Tartışmaları Üzerine Dipnot Yerine: Bugün, bu coğrafyada yaşayan insanların önemli bir çoğunluğu yüzünü Avrupa Birliği’ne dönmüş durumdadır. Avrupa Birliği, önemli bir çoğunluğun adeta kıblesi olmuştur. Bu çoğunluk; işçiler, patronlar, Kürtler, kadınlar, eşcinseller gibi birbirleri ile çatışma içerisinde olan toplulukları içinde barındıran bir bileşene sahiptir. Bu çatışmalı yapısına rağmen bu çoğunluk, Avrupa Birliği ortak amacı etrafında kenetlenebilmektedir. Burjuvazi, Avrupa Birliği aracılığı ile dünya pazarlarına açılmayı, rekabet gücünü artırmayı ve uluslararası sömürüden daha fazla pay almayı; işçiler, serbest dolaşım imkânına sahip olmayı ve işgüçlerini daha pahalıya satmayı; kadınlar, eşcinseller ve engelliler ayrımcılığın kurbanı olmaktan kurtulmayı; Kürt ezilenleri ise, Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye’nin, Kürtlerin özlük haklarını tanıyacağını düşlüyor. İşte biz bu yazıda, tabiri caiz ise beş benzemezi bir araya getiren AB olgusunu, bu olgu etrafında yaratılan efsaneye “gönül” verenleri ve bunların birbirleri ile ortaklıklarının yanı sıra; bütün bu olup bitenler karşısında devrimci hareketin değişik sektörlerinin tutumunu; bir de komünistlerin tutumunun ne olması gerektiğini alacağız.
lizm ulusal sınırlara ve birtakım ulusal tedbirlere ihtiyaç duymuş olsa da; bu, kapitalizmin dolayısı ile de burjuvazinin ulusal bir karakteri olduğu yanılsamasına yol açmamalıdır. Kapitalizm ortaya çıktığı yıllarda karakteri gereği uluslararası bir sistemdi, ama uluslararası düzeyde henüz kendisini örgütleyebilmiş değildi. Bunun için zamana ihtiyacı vardı. Bundan dolayıdır ki, kapitalizm ortaya çıktığı yıllardaki fiziki görüntüsü, ‘ulus devlet’ biçiminde oldu. O dönemin ihtiyacı gereği yükselen değerler; ulusal sınır, aynı adla anılan bir devlet ve hukuk idi. Kapitalizm doğasına uygun geliştikçe yani kaçınılmaz olarak uluslararası bir güç oldukça, ulusal gömleğinden soyunmakla yüz yüze gelmeye ve her geçen gün artan bir hız ve zorunlulukla uluslararası düzeyde rakip ve ortak güçler olarak yeniden şekillenmeye başladı. Bu gelişme öyle bir hal aldı ki, burjuvazi, vaktin birinde varlığını koruyabilmek için icat ettiği ulusal sınırları ve devleti kendi elleriyle revizyondan geçirmeye; onun yerine kıta düzeyinde sınırlar, siyasal ve ekonomik birlikler (Maastricht ve NAFTA vb.) oluşturmaya başladı. Yani kapitalizm, asıl şimdi nihai gücüne ulaşma yoluna girmiştir. Asıl şimdi kendi olmaya başlamıştır.
Burjuvazi Neden AB’den Yanadır? Burjuvazi ve onun örgütleyicisi olduğu kapitalizm, ortaya çıkışı itibari ile zaten uluslararası bir sistem olarak ortaya çıkmış; uluslararası planda ete kemiğe bürünmüş ve dünya üzerindeki egemenliğini yine uluslararası bir sistem olarak sağlamıştır. Dolayısı ile de bundan sonraki varlık nedeni de ancak uluslararası bir güç olabilmesi ile mümkündür. Her ne kadar ortaya çıktığı yıllarda kapita-
3
Komünist Zemin Özcesi, burjuvazi, uluslararası bir güç olarak tarih sahnesine çıkmış ve varlığını ancak ve ancak uluslararası bir güç olarak sürdürebilmeye mahkûm doğasının bir gereği olarak, ulusal söylemleri, ulusal siyasal ve askeri örgütlenmelerini terk ederek, çok uluslu yapılanmalara gitmek zorundadır. Bunun içindir ki, AB vb. ekonomik ve siyasal örgütlenmeler üzerinden yeniden yapılanmaktadır. Bu, onun doğasına ve çıkarlarına uygundur; dolayısı ile burada şaşılacak bir durum yoktur. Aynı şekilde, uluslararası burjuvazinin bir parçası olan Türk burjuvazisi de ulusal bir güç olarak varlığını sürdüremeyeceğinin bilinci ve telaşı ile uluslararası yapılanmalardaki yerini almak için harekete geçmiştir.
Türk burjuvazisi, gerek varlığını sürdürebilmek, gerekse uluslararası pazara girebilmek ve bu pazardan daha fazla pay alabilmek için bütün hesaplarını AB üyeliğine endekslemiştir. Bu, burjuvazi açısından varlığını sürdürebilmesinin bir olmazsa olmazıdır. Bundan dolayıdır ki burjuvazi AB’den yana olan cephenin siyasal anlamda öncüsü durumundadır. İşçi Sınıfı Neden AB’den Yanadır? İşçi sınıfının, henüz kendisi için sınıf olma bilincine erişemediği koşullarda yani işçi sınıfını oluşturan fertlerin bilincinde, sınıfın genel çıkarları yerine ferdin ya da dar zümrenin çıkarlarının öncelikli olduğu koşullarda; işçi sınıfının AB benzeri birliklerden yana olması olağandır. Nihayetinde AB bir coğrafyayı değil, dünya nüfusunun çoğunluğu karşısında bir imtiyazı ifade etmektedir. Dolayısı ile, bi-
4
reysel ya da zümre çıkarlarını kendi önceliği olarak gören her işçinin ya da işçi topluluğunun, AB’nin çoğunluk açısından ne anlama geldiğini hiçbir biçimde önemsemeden, AB’nin imtiyazlarına gönül indirmesi çok olağan bir durumdur. Her ne kadar birileri, “AB işsizliğe yol açacak, yaşam şartları ağırlaşacak, bizi kendi sömürgesi yapacak” türünden lakırdılar ile emekçi kesimleri AB karşıtı olmaya ikna etmeye çalışsa da; emekçi kesimler, AB’nin bir imtiyazlılar topluluğu olduğunun bilincindedir. Dolayısı ile AB ortaklığının kendi günlük yaşamına ‘pozitif’ etki yapacağını pekâlâ hesaplayabilmektedir. Emekçi kesimlerin bilmediği, olsa olsa, AB imtiyazlarından yararlanabilmenin aynı zamanda AB’nin suçlarına da ortak olmak anlamına geldiğidir. Malum, AB’nin zenginliğinin sırrı ne Avrupalıların çalışkanlığıdır nede “aklıevvel” oluşları. Avrupalıların zenginliğinin sırrı; açlığa, savaşa, göçe ve ölüme mahkûm edilmiş yeryüzü yoksullarının acıyla kuşatılmış yaşamlarında saklıdır. Özcesi, Avrupalıların da bir parçası olduğu Batılıların sahip oldukları refahın yeryüzü yoksullarının günlük yaşamlarına tercümesi şudur: Her yıl yirmi milyon çocuk açlık ve açlığın yol açtığı hastalıklardan dolayı ölmektedir. Bugün bir buçuk milyar insan açlıktan dolayı ölümle yüz yüzedir. Dünyanın en fakir ülkelerinde insanların %50’si için bugünkü ortalama kalori tüketimi, Nazi dönemi toplama kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit hale gelmiştir. İki milyar insan temiz içme suyundan yoksundur. Yaklaşık iki milyar insan henüz doktor yüzü görmemiştir. Üretilen değerlerin %80’ini dünya nüfusunun %20’sini oluşturan zenginler tarafından tüketilirken, Nüfusun %80’ini oluşturan fakirler toplam değerlerin %20’si ile yetinmek zorundadır. Almanya’da kişi başına düşen gelir, Etiyopya’da kişi başına düşen gelirin yaklaşık 300 mislidir. Etiyopya’da ortalama yaşam süresi 40, Almanya’da 78’dir.
Yaşadığımız coğrafyadaki emekçiler, AB’nin kendilerini yoksullaştırmayacağını ya da sömürge bir ülkenin vatandaşları olmaya mahkûm etmeyeceğini tabii ki biliyorlar.
Komünist Zemin Yaşadığımız coğrafyanın emekçileri, olsa olsa AB üyesi olmanın aynı zamanda yukarıdaki tablonun sorumluluğuna ortak olmak anlamına geldiğini bilmiyordurlar. Peki, bunu bilseydiler durum değişir miydi? Tabii ki hayır! Emekçi kesimlerin AB’ye, yeryüzü yoksulları açısından yol açtığı sorunlar dolayısı ile ‘hayır’ diyebilmeleri için, devrimci bir sınıf bilincine sahip olmaları gerekir. Devrimci bir bilince sahip olma noktasında bir politizasyona erişmiş bir işçi sınıfı, zaten AB vb. emperyalist birliklerin içinde değil, karşısında olmak yönünde bir irade gösterir. Bugün, işçi sınıfı, devrimci bir bilince yani sınıf olmanın bilinci değil de sınıfı oluşturan her bireyin kendini kurtarabilmek adına yanındakini yok etmekten çekinmediği bir bilince sahipse; bu durumda ondan ya da onlardan AB’ye karşı durmalarını beklemek saflık olur. Tamam, nihayetinde siz onu, AB şudur, budur diye AB’ye karşı çıkmaya çağırırsınız, ama bu çağrılarınız hoş bir seda olmaktan öteye gitmez Tamam, nihayetinde siz onu, AB şudur, budur diye AB’ye karşı çıkmaya çağırırsınız, ama bu çağrılarınız hoş bir seda olmaktan öteye gitmez. Kadınlar ve Eşcinseller Neden AB’den Yanadır? Kadınların AB’den yana olmalarının iki temel nedeni vardır. Bu nedenlerden biri, AB ülkelerinin kadına yaklaşımına ve AB ülkelerinde yaşayan kadınların durumuna ilişkin sahip oldukları bilinçtir. Diğer bir neden ise, kadınların önemli bir bölümüne egemen olan eşitlik anlayışıdır.
Kadınlar, AB’nin kendilerine eşitlik getireceğine inanıyorlar. Peki, ama AB ülkelerinde kadınlar eşit mi? Eğer eşit olmaktan, sorunlu ve sınırlı da olsa bir eğlence merkezine ya da tatile tek başına gidebilmeyi, seçme seçilme, çalışma, boşanma, okula gidebilme vb. haklara sahip olmayı anlıyorsanız; AB ülkelerinde yaşayan kadınların erkekler ile küçümsenmeyecek bir ölçüde eşitlendiğini söyleyebilirsiniz. Yok, eğer eşitliği bunun ötesinde tanımlıyorsanız, o zaman, AB ülkelerinde yaşayan kadınların erkekler ile eşit olmadığını pekâlâ görebilirsiniz. Tabii ki AB ülkelerinde yaşayan kadınlar birtakım temel haklara sahiptirler ve bu temel haklar, kadınlar açısından oldukça da önemlidir. Ama buradan hareketle AB ülkelerinde kadınların özgür ve eşit olduklarını, ayrımcılığa tabi tutulmadıkları savunmak büyük bir yanılgı olur. Bu noktada, AB ülkelerinde yaşayan kadınların sahip oldukları birtakım ‘haklar’ her ne kadar önemlide olsa, belirleyici değildir. Bu noktadan hareketle kadınların toplum içerisindeki statülerini belirlemek oldukça tehlikelidir. Bu noktada belirleyici olan; a) Toplumsal işbölümünün yeteneğe göre değil de, cinsiyete göre yapılıp yapılmadığıdır; b) Kadınların ideolojik olarak nasıl görüldükleridir. Eğer bu iki noktadan hareket edecek olursak, nasıl bir tablo ile karşılaşırız? AB ülkelerinde işbölümü neye göre yapılmaktadır? AB ülkelerinde de kadınlar ile erkeklerin meslek ve iş alanları oldukça keskin çizgilerle bir birinden ayrılmıştır. Tabii ki bu, yasalarla belirlenmiş bir ayrılık değildir; yasalar karşısında “herkes eşittir”. Ama bu yasaların günlük yaşama tercümesi hiç de yazıldığı gibi değil. Örneğin: kadınlar erkekler ile aynı işi yaptıkları alanlarda bile, erkeklere nazaran daha düşük ücret almaktadırlar. Her ne kadar kadınlar her mesleği seçme hakkına sahip olsalar da, nedense daha çok erkek mesleği olarak topluma yer etmiş alanlarda yoklar. Doktorların çoğu erkek iken, doktor yardımcılarının %95’i kadındır. Mühendislerin, mimarların, makinistlerin, pilotların %70-95’i erkek iken; hemşirelerin, hastabakıcıların, yuvalardaki çocuk bakıcılarının, kasiyerlerin, hosteslerin %90-95’i kadındır.
5
Komünist Zemin Bu tablodan anlaşılan şudur ki, yasalar yapılırken her ne kadar kadınlar eşit ‘yurttaşlar’ olarak tanımlansalar da, onlara biçilen toplumsal rol değişmemiştir ve toplumsal işbölümü cinsiyete bağlı olarak yapılmaktadır. Eğer soruna yasalar çerçevesinde bakacak olursak, yalnızca AB ülkelerinde değil, dünyanın birçok ülkesinde kadınlar erkekler ile aynı hak ve hukuka sahip gözüküyorlar, ama bu yalnızca bir aldatmacadır. Peki, ya AB üyesi toplumların Kadınlara ideolojik olarak nasıl bakmaktadır? AB’yi oluşturan ülkelerdeki kadınların sosyal yaşamlarında ya da sosyal yaşam içerisindeki yerlerinde kadınların lehine birtakım değişimler yaşanmış olsa da, bu topluluğu oluşturan toplumların kadınlara ilişkin ideolojik yaklaşımı değişmemiştir. Bu bakımdan kadınlar İran’da, Afganistan’da nasıl görülüyorsa, AB toplumlarında da aynı şekilde görülmektedir. Kadınlar, İran’da, Afganistan’da bir obje olarak görüldüğü için çarşafa konulurken, Batı’da aynı şekilde obje olarak görüldüğü için, vitrine konulmuştur. Böylece Batı’da kadınlar, eşitlenme ya da daha geniş anlamıyla özgürleştirilme adı altında yeniden çarmıha gerilmiştir. “eşit ve özgür” kadınların yaşadığı Batı’da, her köşe başında kurulu seks dükkânlarında kadınlar et olarak parça parça satılmaktadır. Gazete ve dergi sayfalarında kadınlar herhangi bir eşya gibi pazarlanmaktadır. Televizyonlarda ve Internet sayfalarında kadınların vücudu parça parça erkek dünyasına sunulmaktadır.
6
Sigaradan motor yağına kadar birçok mamulün reklâmında kadın vücudu obje olarak kullanılmaktadır. Hatırlanacağı gibi, Afganistan’a yönelik saldırıyı haklı göstermek için her fırsatı kullanan emperyalistler, Talibanların kadın düşmanlığını da bu saldırıyı haklı gösterebilmenin bir malzemesi olarak kullanmışlardı. Ama gelin görün ki, Talibanları kadın düşmanı ilan eden emperyalistler, askerlerine moral vermek için bir grup kadını Tonny Blair eşliğinde Umman’a gönderip, bu kadınlara orada striptiz yaptırmaktadır. Gerekçe ise, “askerlere moral vermek”tir. Evet, muhakkak ki AB ülkelerinde kadınlar birçok alanda hareket serbestîsine ve hakka – hukuka sahiptirler, ama erkeklerin eşiti değiller. Erkeklerin eşiti değil, erkekler için varlar ve erkeklerin dünyasına her gün başka bir biçimde yeniden sunulmaktadırlar. Coğrafyamıza dönecek olursak; AB, kendi sınırlarındaki kadınları nasıl ve ne ölçüde erkeklerin eşiti yapmışsa, yaşadığımız coğrafyanın kadınlarını da aynı şekil ve ölçüde erkeklerin eşiti yapabilir. Aslında kadınların, kendilerine dayatılan; “çarşafa mı girmek istersin yoksa vitrine mi?” seçeneklerini yani öz itibari ile birbirinin aynı olan bu iki seçeneği de reddedip; mutlak toplumsal eşitlik mücadelesinin eşit bir bileşeni olmaları gerekir. Ama bu, homojen olmayan toplumsal bir güç açısından bütünlüklü olarak ulaşabilecekleri bir nokta değildir. Ancak emekçi kadınlar ve emekçi olmasa da kendi kurtuluşunu ezilen ve emekçi kesimlerin kurtuluşuna bağlayan kadınlar bu tür bir kurtuluşa bağlanabilirler. Bu olmadığı sürece, kadınların eşitlikten anlayacakları; AB’nin eşitlik standardı olacaktır. Bu anlamı ile de kadınlar, AB’den medet ummaya devam edeceklerdir ve bunda şaşılacak bir şey yoktur. Bütün bu yazılanlar büyük ölçüde eşcinseller için de geçerlidir. Eşcinseller de tıpkı kadınlar gibi eşitlikten eşit köle ya da eşit efendi olmayı anlamaktadırlar ve toplumsal değil bireysel, en iyi durumda kendi zümrelerinin heteroseksüel topluluk karşısında eşit olmasını isterler. Ve eşitliğe ilişkin bu darlık, AB ülkelerinde yaşayan eşcinsellerin yaşamlarına ilişkin yanlış bilgi ile de birleşince; birden AB hayranlığı ve taraftarlığı ortaya çıkıyor. Hâlbuki tarihsel olarak eşcinseller en büyük
Komünist Zemin zulmü Avrupa’da yaşamışlardır ve bugün de durumları, hiç de boyalı basında neşredildiği gibi değildir. Tabii ki, AB ülkelerinin bir kısmında yaşayan eşcinseller, yaşadığımız coğrafyada yaşayan eşcinsellere nazaran nispi birtakım haklara ve hareket serbestîsine sahiptirler ama bu onları, yaşadıkları ülkelerin eşit yurttaşları yapmaya yetmez. Eğer eşitlikten, eşcinsellerin bir kısım AB ülkelerinde ya da şehirlerinde el ele gezebilmesi, öpüşebilmesi, evlenme hakkına sahip olmasını, kendilerine ait barlara, derneklere, kulüplere sahip olmalarını anlıyorsanız; o zaman doğrudur, bu ülkelerde eşcinseller eşit yurttaştırlar.
Bunlar yasalarca tanınmış haklardır ama toplumlar heteroseksisttir ve bu toplumların eşcinsellere ilişkin bakış açısı öz itibari ile hiç de bu coğrafyadakinden farklı değildir. Eğer farklı olsaydı, eşcinseller ayrı toplanma ya da eğlenme yerlerine, ayrı sokaklara kendilerini kapatmak zorunda kalmazlardı. Demek ki, bu ülkelerde söz konusu olan bir eşitlik değil, kısmi hukuksal haklar ve sınırlı davranış serbestîsidir. Eğer iddia edildiği gibi AB ülkelerinde yaşayan eşcinseller bu ülkelerin eşit bireyleri olsalar bile, bu durum yine de gerçekte bir eşitlik olarak adlandırılamaz. Şayet eşitlik, toplumsal bir sorun ise ve eşitlikten eşit şans, imkân, herkesin kendi yaşamı ve bedeni üzerinde mutlak söz sahibi olmasını anlıyorsanız; daha da ileri gidip, eşitlikten, kimseyi mağdur etmemeyi, kimsenin mağduriyeti ile beslenmemeyi anlıyorsanız ve bu tür bir eşitlik, dünya çapında toplumsal bir özgürlüğü gerektirir; bu ise, kapitalizmin dünya çapında imhasını zorunlu kılar diyorsanız;
bu durumda AB üzerinden bir eşitlenme olamayacağını teslim etmeniz gerekiyor. Yok, eğer eşitlik derken kastedilen, AB standardı bir eşitlik ise, bu durumda AB üyesi bir Türkiye istemenizde bir mahsur yoktur ve bu anlaşılır bir durumdur. Engelliler Neden AB’den Yanadır? Engellilerin, egemenlerin tarihi boyunca yaşamlarının en büyük engeli, içinde yaşadıkları toplum olmuştur ve engellilerin hiç bir zaman aşamadıkları tek engel bu toplum engeli olmuştur. Topluma göre Engelliler, kimi zaman lanetli, kimi zaman fazlalık, kimi zaman ailesine Tanrı’nın vermiş olduğu bir ceza, kimi zaman da acınılması gerekenler olmuşlardır. Aşağılanmış, kovulmuş, dövülmüş, lanetlenmiş, yakılmış, acınmıştırlar. Engellilerin bugün içinde bulundukları durumdan hareket edecek olursak, AB ülkelerinde yaşayan engelliler, yaşadığımız coğrafyadaki engellilerin hayal bile edemeyecekleri imkânlara sahipler. En azından, sınırlıda olsa, çalışabilecek durumda ise, çalışma hakkına, sosyal güvenceye, sağlık sigortasına, kültürel faaliyet sürdürebilecekleri alanlara ve daha birçok imkâna sahiptirler. Burada tartışılmayan iki nokta mevcuttur ve bu iki nokta tartışılmaksızın gıpta edilen bu durumun doğru kavranabilmesi mümkün değildir. Birinci nokta şudur: Bugün, AB ülkelerinde ya da daha genelleştirip Batılı ülkelerde diyelim, kişi başına düşen ‘milli gelir’, bir Afrika ülkesinin 300 – 400 mislidir. Ve bu refah yeryüzünün talanı ile yani, yeryüzü çoğunluğunun ve doğanın sömürüsüyle finanse edilmektedir. Dolayısı ile yeryüzünün talanı, talancıların iç sınırlarında yaşayan her ferdin günlük yaşamına yansımaktadır. Yani bu talandan herkese pay verilmektedir. Batılı ülkeler, geçicide olsa ‘yurtta barış’ı ve refahı ancak ve ancak Batı’nın dışında ki rezervuarlarda yaşayanlara sürekli savaşı, açlığı ve katliamı dayatmak sureti ile mümkün kılabilmiştirler. Yani, nasıl ki diğer Batılıların zenginliğinin sigortası, dünyanın açları ise; engelli Batılıların sigortası da, aynı kitleler yani yeryüzünün yok olmaya terkedilmişleridir. Tartışılması gereken ikinci nokta ise şudur: AB ülkelerinde ya da genel olarak Batı’da ya-
7
Komünist Zemin şayan engelliler, yeryüzünü yoksullarının bir parçası olan yoksul engelliler karşısında bir yığın imtiyaza sahip olsalar da; bu ayrıcalıklı durumları onların toplumsal konumlarını değiştirmemiştir. Nihayetinde Batılı ülkelerde de engelliler, acınan ve yük olarak görülen durumundadırlar. Zaten asıl tehlike de buradadır. Batılı toplumlar, mevcut zenginliklerini sürdürebildikleri sürece engellileri taşımak konusunda bir sorun yaratmayacaktırlar. Ama ne zamanki buralarda işler bozulur ve refah toplumu çökmeye başlar; işte o zaman, tıpkı 1933 sonrası Nazi Almanyası’nda olduğu gibi bu toplumlar ilk iş olarak ‘yüklerinden’ kurtulmak isteyeceklerdir. Malum, Nazi Almanyası da yüz binlerce engelli ‘işe yaramaz’ gerekçesiyle katledilmişti. O zamandan bugüne bu toplumlarda değişen engellilere ilişkin bakış açısı değil, gösterilen toleranstır. Bunun da nedeni, sahip olunan refahtır. Yaşadığımız coğrafyadaki engellilerin bir kısmı bu arka planı bilmediğinden, bir kısmı ise, bu arka planı bildiği halde, “Olsun, bedelini kim öderse ödesin biz yine de bu imtiyazlara sahip olmak istiyoruz.” diye düşündüğü için AB’den yana bir tutum takınmaktadır. Tıpkı kendinden menkul diğer toplumsal kesimler gibi engelliler de, kurtuluştan yalnızca kendilerini kurtarmayı anladıkları müddetçe, ‘benden sonrası tufan’ diyeceklerdir ve böyle düşünmelerinde şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü, nasıl ki bir işçi, ezilen bir kadın, ya da eşcinsel olmak doğrudan toplumsal bir düşünüşe ve davranışa yol açmıyorsa; engelli bir insan olarak dıştalanıyor olmak da doğrudan toplumsal bir düşünüş ve davranışa yol açmaz. Kürt Ezilenleri Neden AB’den Yanadır Hemen belirtmeliyiz ki, Kürt Ulusal Hareketi de tıpkı özdeşi olan diğer ezilen ulus hareketleri gibi mağdurlar, dolayısı ile haklılar hareketidir. Ezilen uluslar bu haklılıklarını, ulusal anlamda mağduriyetleri devam ettiği ve bir başka topluluğun mağduriyetine sebebiyet vermedikleri müddetçe de sürdürürler. Bilindiği gibi ulusal kurtuluş hareketleri bir başka ulusun baskısından ya da boyunduruğundan kurtulmak maksadıyla sahneye çı-
8
karlar. Kendileri bakımından bir yeterliliğe ulaştığında da sona ererler. Bu son; bazen bir devlet kurma, bazen ezen ulus ile birlikte federasyon oluşturma, bazen de otonomi olabilir. Ulusal anlamda bir bağımsızlık ve özgürleşme tabii ki kelimenin gerçek anlamında bir özgürleşme değildir. Bu anlamıyla bir özgürlük; ezen “ulus“ ezilenleriyle, ezilen “ulus“ ezilenlerinin eşit köle olabilme özgürlüğüdür. Yani, kendi ezeni ile eşitlenme hareketidir. Ezilen ulus hareketlerinin evrensel ilkeleri olmadığından, kendi dar ‘ulus’ çıkarları için başka bir topluluğun mağduriyetine rahatça göz yumarlar; hatta buna ortak olmakta bile tereddüt göstermez. Kürt ulusal hareketini de bu düzlemde tanımladığımızda, Kürt ezilenlerinin AB’den medet ummasını anlamak oldukça kolay olur. Nasıl ki Güney Kürtleri kendi dar çıkarları için ABD’nin Irak’ı işgaline önayak olabiliyorsa, Kuzey Kürtlerinin de AB üyesi bir Türkiye istemeleri olağandır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir ulusal topluluğun ufku kendi çıkarları ile sınırlıdır. Önemli olan kendi dar çıkarlarıdır ve bunun için her türlü ortaklığa evet diyebilir. Kürtlerin durumuna gelecek olursak, nihayetinde Kürtler, mümkün olabilecek en üst aşamada Türkler ile eşitlenmek istiyorlar yani T.C.’nin eşit yurttaşı olmak istiyorlar. Dolayısı ile de AB üyesi bir Türkiye’nin kendileri açısından önemli bir fırsat olduğuna inanıyorlar. AB’nin dünya ezilenlerinin genel çıkarları bakımından ne anlama geldiği üzerine düşünmek bile istemiyorlar. Ulus örgütlenmesi tam da bu karakteri dolayısıyladır ki, tıpkı aile örgütlenmesi gibi toplumsal bir yaşamın önünü keser. Nasıl ki bir aile için önemli ve öncelikli olan, başka aileleri mağdur etse de, kendi
Komünist Zemin dar aile çıkarları ise; bu ölçü ve mantık aynı şekilde ulus örgütlenmesi için de geçerlidir. Ezilen ulus hareketi mağduriyeti dolayısı ile egemen statüko ile çatıştığı sürece, istemeden de olsa ‘devrimci’ bir rol oynar, ama onun bu özelliği göreceli ve geçicidir. Yani, ezilen ulus hareketinin nihai amacı, egemeni kadar köle ya da efendi olmaktır; buna ulaştığında, yani statüko içinde yer almayı başardığında, hemen düşmanına benzer ve haklılığını kaybeder. Bütün bunlardan dolayıdır ki, AB dünya yoksulları için ne anlama gelirse gelsin; Kürt ezilenleri AB üyesi bir Türkiye’den yanadır ve bu duruş, ulus olmanın diyalektiğine uygundur.
nın aynı zamanda çoğunluğun mağduriyeti anlamına gelen bir ayrıcalık olduğunu dolayısı ile reddedilmesi gereken bir olgu olduğunu söylemiyor. Bu kadarla bitmiyor, bu grup, ‘Emeğin Avrupası’ projesini kapitalizmi imha etmeden, onu ehlileştirip, onunla barış içinde bir arada yaşayarak mümkün kılmak istiyor. Üçüncü grup; “Emeğin Avrupası, ancak kapitalizmin imhası ile mümkündür” diyor. Bu grup, kapitalizmin imha edildiği bir Avrupa yani ‘Emeğin Avrupası’ dese de; sonuçta yine ‘Avrupa’ diyor. Dördüncü gruba gelince, bu grup, diğer üç gruptan farklılığını şu ya da bu Avrupa yerine, “Bağımsız Türkiye” ya da “Bağımsız Sosyalist Türkiye” biçiminde ortaya koyuyor.
Peki ya Devrimci Hareket? Devrimci hareket bu hususta dört ayrı yaklaşıma sahiptir. Birinci grup, Neden Avrupa Birliği’ sorusunu şu şekilde cevaplıyor: “Zengin Avrupa’nın imkânlarından yararlanmak bizim insanımızın da hakkıdır; hem insanların karnı doyarsa, o zaman başka şeyler de düşünürler. Ayrıca Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye demek, demokratik hak ve özgürlüklerin olduğu bir Türkiye demektir; bu, özgür koşullarda örgütlenme imkânı demektir; bu ise, kitlelerin bu özgürlükler sayesinde bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve zamanı gelince de hep birlikte sosyalizme yürünmesi demektir.” Özcesi bu grup, emekçileri, yoksul insanlığın sömürüsüne ve yeryüzünün talanına dayanan Avrupa’nın bugünkü refahına ve bu refahın bir sonucu olan ayrıcalıklı durumuna ortak etmek istiyor. Yani, emekçileri suça ortak etmek, suç cephesinin ortağı etmek istiyor. Yani emekçilere, kapitalizmin büyük bir çoğunluğu yokluğa mahkûm ederek var ettiği mutlu azınlığın parçası olalım diyor. Kurban değil, katil olalım diyor. “Yaşasın bizi de bünyesine katan Avrupa!” diyor. İkinci grup, “Patronların Avrupası” yerine “Emeğin Avrupası” diyor. Bu grup, “Patronların Avrupası” yerine “Emeğin Avrupası” dese de, Avrupa’yı ya da Avrupalı olmayı sorgulamıyor. Bir coğrafya olmaktan çok bir ayrıcalığın ifadesi olan Avrupa’yı ve onu var eden ne varsa hepsine saldırmayı söz konusu dahi etmiyor. İkinci grup, “Patronların Avrupası” yerine “Emeğin Avrupası” dese de, Avrupalı olma-
Birinci Gruba Dair Her şeyden önce iki noktanın altını çizmekte fayda var: a) Avrupalının bugün elinde tuttuğu zenginliği ‘imkân’ olarak değil, talan olarak adlandırmak gerekiyor. b) özgürlük yerel düzeyde başarılabilecek bir olgu değildir. b) Eğer yeryüzünün herhangi bir yerinde bir tek insan bile özgür değilse, özgürlükten söz edilemez. Eğer, yer-
9
Komünist Zemin yüzünde yaşamları ipotek altına alınmış birileri varsa ve birleri de buna rağmen ‘özgür’ ise, burada suç işleniyor demektir. Bu suçu işleyenler ise, ‘özgür’ olduğunu söyleyenlerdir. Hadi diyelim ki, biz yanlış düşünüyoruz ve bu zatlar haklı. Peki, refah topluluğu olan AB’ye üye olunduğunda, insanların karnı doyunca ve de bir takım ‘özgürlükler’ söz konusu olduğunda; insanlar başka şeyler de düşünebilme fırsatı yakaladıklarında; daha mı hayırlı şeylere yoracaklar kafalarını? Daha mı siyasallaşacaklar? Toplumsal bir bilince mi ulaşacaklar? Daha mı örgütlü olacaklar? Bütün bunlara bizim cevabımız, tabii ki hayır olacaktır. Gerçek ise şudur: AB ülkelerindeki işçiler karınlarını istemedikleri kadar doyurdukları halde, hiçte öyle başka şeylere kafa yormuyorlar. Hiçte öyle, siyasallaşıp, toplumsal bir bilince ve hafızaya ulaşmış değiller. Örgütlü, hiç mi hiç değiller. Tam tersine, daha çok atomize olmuşlar; örgütsüz durumdalar ve boş zamanlarını yalnızca ve yalnızca tüketmek ya da nasıl tüketiriz diye düşünmekle geçiriyorlar. Bu, devrimci değil, ilerlemeci bir anlayıştır ve bu anlayışın tarihsel akrabalık bağını Marks’a ve Marks’taki ilerlemecilik anlayışına kadar dayandırmak mümkündür. Bu grup, gerek anlayışı gerekse de pratiği bakımından dünya çapında bir kurtuluşun önündeki en büyük engellerden olan işçi sınıfının bölünmüşlüğü stratejisinin tarafı durumundadır. Bununla da yetinmeyip, bu taraflığına yaşadığımız coğrafyanın emekçilerini de ortak etme gayreti içerisindedir. Bütün bunların yanı sıra bir de; kapitalizmi ehlileştirme çabası içerindedir. Ve bu çabası ile hem kapitalizme yeni refleks alanları yaratmakta hem de geniş kitlelerin bilinçlerinde “kapitalizmi ile barış içinde yaşayarak, zamanla yani evrimci bir yol izleyerek onu aşmak mümkündür” yanılsamasına yol açmaktadır.” Bu anlayış devrimci değildir ve kesinlikle mahkûm edilmelidir. İkinci Gruba Dair İkinci gruba, yani “Patronların Avrupası” yerine “Emeğin Avrupası” diyen devrimci çevrelere gelince: Ne diyor bu grubu oluşturan-
10
lar? “Patronların Avrupası” yerine “Emeğin Avrupası!” Neden? Neden olacak Avrupa Solu “Patronların Avrupası” yerine “Emeğin Avrupası” diyor da ondan. Peki, Avrupa Solu’na bunu dedirten nedir ve ne zamandan beri söylüyor bunu? Yaklaşık olarak son 10 yıldır. Neden son 10 yıldır. “Patronların Avrupası” son 10 yılın projesi midir ki, bu projenin karşısına “Emeğin Avrupası” projesi ile çıkılıyor. Hayır, tabii ki hayır! Avrupa Birliği projesi yaklaşık yarım asırlık bir geçmişe sahiptir ve “Emeğin Avrupası” diyenlerin bu projesinin nedeni AB projesi değildir. Bunun biricik nedeni, Batı’da, özellikle son on yıldır daha da açık ve kapsamlı olarak “sosyal devlet” olarak adlandırılan sınıf uzlaşmasının, çalışanların aleyhine yeniden düzenleniyor olmasıdır. Ve bu grubun, “Emeğin Avrupası” derken kastettikleri şey tam da 1945 – 90 arası Avrupa dır. Ya da bunun biraz daha ilerisinde bir Avrupa. Yani, Avrupa devletlerinin fetihler yolu ile elde ettikleri zenginliklerden Avrupa’da yaşayan emekçilere daha fazla payın verildiği bir Avrupa. Nihayetinde bu grup, kapitalizmi imha etmek değil, onu ehlileştirmek daha insancıl ve doğa ile barışık hale getirmek gibi bir misyonu temsil ediyorlar.
Bakın nasıl bir Avrupa istiyor bu misyonerler: Bu grup, kendi iç sınırlarında daha paylaşımcı bir Avrupa isterken; yoksul dünyayı gözeten bir Avrupa istemeyi de ihmal etmiyor. Hem içeride sosyal adaletçi bir Avrupa, hem de dışarıdakini kollayan, onunla dayanışma içerisinde olan bir Avrupa!
Komünist Zemin Peki, nasıl olacak bütün bunlar? Bu güruh bilmez midir ki; bugün dünya nüfusunun %80’i yoksulluk ve yoksunluk içinde olduğu içindir ki, Batılılar, bugün varsıl bir yaşama sahiptirler. Bu güruh bilmez midir ki; kapitalizmin hükümranlığı altında başka türlüsü de mümkün değildir. Kapitalizm, herkese refah sunabilecek bir karaktere sahip değildir. Tabii ki bu güruh bütün bunları bilir, ama bildiği ile yetinmeyi yeğler. Bu güruh ta gayet iyi bilir ki, devrimci davranış; kapitalizmi ve onun yaratmış olduğu ayrılıklara ve ayrıcalıklara karşı savaş açmaktır. Bunun böyle olduğunu bilirler ama yapmazlar. Neden? Çünkü kendileri de ayrıcalıklıdırlar da ondan. Dolayısıyla ayrıcalıklıların ayrıcalıklarına cepheden saldırmak yerine, Batılı çalışanların sahip oldukları ayrıcalıkları daha da çoğaltmak istiyorlar. Tabi ki taşıdıkları devrimci maske onları aynı zamanda Batılı çalışanların sahip olduklarının bir kısmını yeryüzü yoksulları için de talep etmeye zorluyor; bundan dolayıdır ki onlar için de açlıktan ölmeyecekleri, tepelerine bombaların yağmadığı, sokak ortasında boğazlanmadıkları bir yaşam istiyorlar. Bu güruh bilmez midir ki, kapitalizm bu gün Batı’da var olan refahı “adaleti” ve “sosyal devlet”i yeryüzünü talan ederek ve yeryüzü fakirlerine Apartheid rejimini dayatarak başarabilmiştir. Ve böyle yaptığı için bunu Batı’da başarabilmiş ve Batılı çalışanları kendi suç ortağı yapabilmiştir. Avrupa Solu’nun ayak izlerini takip ederek, “Emeğin Avrupası” parolasının yaşadığımız coğrafyada borazanlığını yapan güruh, yaşadığımız coğrafyanın çalışanlarını işte bu suça ortak etmek istiyor. Bu grup, söylemi bakımından birinci gruptan yolunu ayırmaya çalışsa da; bir adım sonra bu iki grup kaçınılmaz olarak buluşmaktadır. Bu grup, “Patronların Avrupası” yerine Emeğin Avrupası” parolasıyla sahne alsa da, nihayetinde kapitalizmin imhası yerine, ”Kapitalizme rağmen eşitlikçi bir dünya mümkündür.” diyerek; emekçileri kapitalizm ile barış içinde bir arada yaşamaya örgütlemektedir. Üçüncü Gruba Dair Bu grup, her ne kadar diğer iki gruptan farklı bir noktada dursa da, bir başka problemli yana sahiptir. O da şudur: Bu grup, Avrupa olgusunu siyasal bir olgu olarak değil, bir
coğrafya olarak algılamaktadır. Bu yanlış algılamadan dolayı da, büyük bir masumiyetle; “Kapitalizmin imhasına dayanan bir emeğin Avrupası” diyebilmektedir. Hayır, öncelikle Avrupa ve onun oluşturduğu birlik coğrafi değil, ekonomik ve siyasaldır. Bununla da sınırlı değil, Avrupa, egemen bir kültürün, tarihin ve ideolojinin adıdır. Bir ayrıcalığın ve yeryüzü yoksullarına karşı işlenmiş ve işlenmekte olan suçların adıdır. Bu, o kadar farklı bir olgudur ki, “Yaşasın Birleşik Ortadoğu Devrimi” demek ile “Yaşasın Birleşik Avrupa Devrimi” demek hiçbir bakımdan aynı değildir. Birincisi ne kadar devrimci ise, ikincisi de bir o kadar “karşı devrimci”dir. Çünkü birincisi ayrıcalıklı olmayanların ayrıcalıklı olanlara karşı birliğini; ikincisi, ayrıcalıklı olanların, ayrıcalıklı durumları üzerinden birliğini temsil eder. Bu anlayışı savunanlar zannediyorlar ki, Avrupa’da bir devrim olduğunda Avrupalı işçiler, temsil ettikleri zenginliği asıl sahiplerine iade edecekler ve bu yolla onlar ile eşitlenmeye rıza gösterecekler. Hayır, bu kesinlikle mümkün değildir. Çünkü işçiler, daha iyi bir yaşam umudu ile sosyalizmden yana olurlar. Eğer bilirlerse ki, ellerindekini yeryüzü yoksulları ile paylaşıp, onlar ile önce yoksullukta eşitlenecekler; katiyen sosyalizm hareketinden yana olmayacaklardır. En azından işçi sınıfının çoğunluğu her zaman bu şekilde düşünecek ve bu doğrultuda davranacaktır. Nasıl ki bugün Batılı işçiler, yeryüzü yoksullarının sırtından ve yeryüzünün talanından finanse edilen bugünkü refahını korumak için kıyameti kopartıyorsa, bu yarın da aynı olacaktır. Yani devrimci bir bilince ulaşmadığı sürece, verili işçi bilinci onu kendisi için başkalarını yakmaya götürecektir. Eğer bir gün, mücadele içerisinde devrimci bilince ulaşırsa; bu durumda da Avrupa devrimi için değil dünya devrimi için mücadele edecektir. Ama onu da bu noktaya getirecek olan kendinden muhtelif mücadelesi değil, yeryüzü yoksullarının mücadelesi ve kuşatması olacaktır. Bu durumda da zaten ne zengin Avrupa kalacak, ne de Avrupalı olmanın bir ayrıcalığı. Bundan dolayıdır ki, yapılması gereken, her ne şekilde olursa olsun Avrupa ve Avrupalı olgusunu yeniden hortlatmak değil, onu her ne ad altında olursa olsun imha etmek olmalıdır.
11
Komünist Zemin Dördüncü Gruba Dair Bu grup, “Ne AB ne ABD bağımsız Türkiye!” parolası ile sahne alıyor. Tabii ki bu grup da kendi içinde yekpare değil. Bu grubun bir bölümü “Bağımsız Türkiye” derken, diğer bölümü “Yaşasın Bağımsız Sosyalist Türkiye” diyor. Ama bu iki grubun birleştiği bir zemin var: “Bağımsızlık!” Bu gruplarda birincisinin “bağımsızlık” anlayışı, milliyetçiliğe tekabül eder. Bu, II. Enternasyonal’in karşı devrimci şoven çizgisidir ve Marksizm’in olmazsa olmazlarından olan, “İşçilerin Vatanı Yoktur!” anlayışının reddidir. “Yaşasın Bağımsız Sosyalist Türkiye!” parolasını bayrağına yazan diğer kesimin savunduğu ise, tek ülkede sosyalizm ya da ulusal sosyalizm hayaletinin yani stalinizmin hortlatılmasından başka bir şey değildir. Ulusalcı ve anti Marksist’tir. Çünkü sosyalizm, bir ülkenin sınırları içerisinde gerçekleştirilebilecek bir eylem olmadığı gibi, bir ülkenin ya da bir ülkenin emekçilerinin kurtuluş eylemi de değildir. Sosyalizm, dünya emekçilerinin ve ezilenlerinin kurtuluş eylemidir ve ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Dolayısı ile de kendinden muhtelif ve bağımsız değildir.
Çünkü işçi sınıfı içerisinde ayrıcalıklı bir zümrenin varlığı her koşulda, işçi sınıfının genel çıkarlarını ve genel çıkarları için birlikte mücadele etmesini sabote eden bir işlev görür ve bu bölünmüşlük aşılmadıkça ortak kurtuluşu örgütlemek mümkün değildir. Bu olmazsa olmazın yaşadığımız coğrafyaya tercümesi şudur: Hangi ad altında olursa olsun ve hangi gerekçelere dayandırılırsa dayandırılsın bütün ‘Avrupa’ projelerine ve coğrafyamız emekçilerini bu projelere ortak etmeye çalışan güçlere karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütülmelidir. Çünkü hangi ad altında ve hangi biçimde olursa olsun, Avrupa bir ayrıcalığı ifade eder. Dünya çapında ayrıcalıkların ve ayrımcılıkların olmadığı bir yaşam örgütleyebilmenin yolu; ayrıcalığa ve ayrımcılığa yol açan bütün ‘değer’ ve olguların imhasını zorunlu kılmaktadır. Günümüzde Avrupa ve Avrupalı olguları da ayrımcılığı ve ayrıcalığı temsil etmektedir ve mutlak surette, yarattığı bütün mitleri ve değerleri ile birlikte imha edilmelidir.
O halde Ne Yapmalı Ya Da Nereden Başlamalı? Şurası kesin bir gerçektir ki, yeryüzü yaşamının devamı, kapitalist dünya sisteminin yıkılmasına endekslenmiştir. Bir bütün olarak yerküre yaşamını toptan bir yok oluşla yüz yüze bırakan kapitalizmden kurtulmak için; devrimci bir dünya partisini inşa etmek ve bu dünya partisinin politik önderliği altında, emekçilerin kendi kaderlerinin efendisi oldukları özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum için mücadele etmek her zamankinden daha ölümcül bir hal almıştır. Bu ölümcül durumdan kurtulup, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya kurabilmenin olmazsa olmazlarından biri, nasıl ki devrimci bir Dünya Partisi inşa etmek ise; bir diğer olmazsa olmazı da, hangi ad altında olursa olsun ve hangi gerekçelere dayandırılırsa dayandırılsın, işçi sınıfının bir kesiminin dar zümre çıkarlarına karşı durmaktır.
12
Ve bu görev, 157 sene evvel Komünist Manifesto'da ilan edilen, Paris Komünü ve 1917 Ekim Devrimi ile yeryüzüne indirilen özgürlük düşüne bağlı Komünistlerin sırtındadır.
Komünist Zemin
Batılı İşçilerin İşçi Sınıfının Çoğunluğu Karşısındaki Ayrıcalıklı Durumunu Korumaya Yönelik Çırpınışı, Bu Durum Karşısında Batılı Solun Tutumu ve Komünist Tutumun Ne Olması Gerektiği Üzerine1 Dip Not Yerine: Bilindiği üzere son zamanlarda Batılı işçiler ile patronlar ve onların devleti arasında sıkı bir pazarlık söz konusudur. Kimi zaman karşılıklı restleşmeler olsa da, pazarlık devam ediyor. Pazarlığın nedeni, malum “Sosyal Devlet”. İşte biz bu metin kapsamında ‘sosyal devlet’ efsanesini, bu efsanenin varlık nedenlerini; Batılı çalışanların patronlar ile girişmiş oldukları paylaşım savaşını; bütün bunların dünyanın yoksulları açısından ne anlama geldiğini; bütün bu olup bitenler karşısında Batılı solun anlayış ve tutumunun ne olduğunu ve bu mevcut durum karşısında komünist anlayışın ve eylemin ne olması gerektiğini ele alacağız. Bir Kez Daha “Sosyal Devlet” ve Onun Anlamı Üzerine Her ne kadar Batı’da hüküm süren kapitalist devletler, Batılılar tarafından “sosyal devlet” olarak ifadelendirilse de, öncelikle bu kavramın ciddi manipülasyonlara yol açtığının söylenmesi, dolayısı ile de bu kavramın ardına saklanan gerçeğin teşhir edilmesi bir zorunluluktur. Devlet, doğası gereği toplumsal (sosyal) bir karaktere sahip değildir, olamaz. Devlet, ayrıcalıklı bir kesimin kendi ayrıcalıklarını toplumun geri kalanına kabul ettirebilmenin ve ayrıcalıklarını sürdürebilmenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Devletin tarihi, aynı zamanda sınıfların, sınıf farlılıklarının ve bu sınıf farklılıklarının kaçınılmaz sonucu olan sınıf çatışmalarının da tarihidir. Bu da demek oluyor ki, sınıflar olduğu müddetçe, farklı ve birbirine karşıt sınıfsal çıkarların sonucu olarak, sınıf çatışmaları kaçınılmaz olacaktır. Yani, egemen olan ve egemenliğini sürdürmek isteyen
sınıf, egemenliğini sürdürebilmenin bir aracı olarak devlete ihtiyaç duyacaktır. Eğer bir toplumda devlet var ise, sınıflar da var demektir; sınıfların olduğu bir durumda da devlet; egemen olan devlet, egemen olan sınıfın devletidir. Durum bu olunca, devletin sosyal (toplumsal) bir karakterinin olması mümkün değildir. Peki, eğer devletin varlık nedeni ve karakteri bu denli çıplak ortada iken, neden ona “ulusal devlet”, “sosyal devlet” benzeri sıfatlar takılır? Bunun nedeni, varlık nedeni bu denli açık olan çıplaklığı giyindirmek içindir. Bu çıplaklığa sahip ve bu çıplaklığını alenen ilan eden ve edebilecek olan yegâne devlet, işçi devletidir. Çünkü o, kendi varlığına da karşıdır ve onun varlık nedeni; bir sınıfı imtiyazlı kılmak ve ayrıcalıklı sınıfın ayrıcalıklarının bekçiliğini yapmak değil, sınıfsız ve ayrıcalıksız bir dünya yaratmaktır. Bunun dışındaki bütün devletlerin varlık nedeni, imtiyazlı sınıfın imtiyazlarını korumak ve imtiyazları yeniden üretmektir. Tam da bundan dolayıdır ki, devlet yalın bir şekilde ortalık yerde dolaşamaz ve bundan dolayıdır ki, çıplaklığını ulus, halk ya da din kisvesinin altına saklama ihtiyacı hisseder. Ama devletin bu tür kisveler altında sunulması onun; halkın, “ulusun” ya da aynı dini inancı paylaşan topluluğun ortak devleti olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu topluluklar, bu tür ortak sıfatları paylaşıyor olsalar da, kendi içlerinde uzlaşmaz çıkarlara ve çelişkilere sahiptirler; dolayısı ile de birbiri ile çatışmalı çıkarlara sahip bu toplulukların ortak çıkarlarını temsil eden bir devlet aygıtı söz konusu olamaz. Bu demek değildir ki, sömüren sınıf ile sömürülen sınıfın bir kısmının çıkarları hiçbir
13
Komünist Zemin zaman çakışmaz. Ve bu demek değildir ki, sömüren sınıf ile sömürülen sınıfın bir kesiminin çıkar birliğini temsil eden siyasal bir yapılanma olamaz. Bizatihi, günümüzde burjuvazinin Batı işçi sınıfını dünyanın geri kalan emekçileri karşısında ayrıcalıklı kılarak, bu yolla ayrıcalıklı kılınan bu kesimi dünya işçi sınıfının birliğini dinamitleyen, kapitalist sistemi yedekleyen bir güç olarak örgütlendiği; burjuvazi ile dünya işçi sınıfının bir kısmını oluşturan Batı işçi sınıfının çıkarlarının birçok bakımdan örtüştüğü bir durum söz konusudur ve bu tarihteki ilk örnek değildir. Bu tür durumlar sınıf mücadeleleri olduğu müddetçe de olacaktır. Ama bu gerçeklik, devletin aynı zamanda Batılı işçilerin de devleti, yani onların kendi egemenliklerini sürdürebilmelerinin bir aracı olduğu anlamına gelmez. Çünkü Batılı işçi sınıfı, ayrıcalıklıdır ama egemen güç değildir. Çünkü, Batılı işçi sınıfı, ayrıcalıklı durumuna rağmen sömüren bir güç değildir. Burjuvazi ile kol koladır, ama sömüren bir güç olmadığı gibi, devlete egemen bir güç de değildir. Batı işçi sınıfı, nam-ı diğer “sosyal devlet” olan kapitalist devlete, devletin sahibi olduğu için değil, “sosyal devlet” stratejisi onun dünya işçi sınıfı karşısındaki ayrıcalıklı durumunun ifadesi olduğu için sahip çıkıyor. Kapitalist sömürü sistemi tarih sahnesine Batı merkezli çıkmış ve bütün ilişkileri Batı lehine örgütlemiş ve bu Batı merkezli yapılanma Batılı işçileri, yoksullaştırılmış dünyanın işçileri karşısında ayrıcalıklı kılmış; bu durum ise, onun burjuvazi ile kısmi çıkar ortaklığını kaçınılmaz kılmıştır. Bu ortaklık siyasal olarak, “sosyal devlet” olarak ifadelendirilmiştir. Bu sınıfsal bir ortaklık değil, tamamen çıkarsal bir ortaklıktır; bu ortaklık sürekli olamayacağı gibi, bu iki karşıt sınıfın eninde sonunda çatışması, bu çatışmada mevcut devletin Batılı işçileri ezmenin bir aracı olarak işlev görmesi; dolayısı ile Batılı işçilerin, bugün korumak için seferber oldukları nam-ı diğer “sosyal devlet” olan kapitalist devleti yok etmek için harekete geçmeleri kaçınılmaz olacaktır. Batı İşçi Sınıfının Bugün Yürütmekte Olduğu Mücadelenin Karakteri Üzerine Bilindiği üzere Batı işçi sınıfı tarih sahnesine çıktığı gün itibari ile dünyanın geri kalan işçi-
14
leri karşısında ayrıcalıklı kılınmış ve bu ayrıcalıklı durumunu tarihin her döneminde, her geçen gün biraz daha artırarak devam ettirmiştir. Örneğin Batılı işçiler hiçbir zaman köleleştirilmemiştirler. Afrikalı insanlar köleleştirilirken, Batılı işçilere ücretli kölelik layık görülmüştür.
Şimdi birileri, artık köleliğin kaldırıldığını, dolaysıyla da bu farklılığın ortadan kalktığını, her ikisinin de artık ücretli köle olarak eşitlendiğini söyleme cesaretini gösterebilir. Bizim onlara vereceğimiz cevap şudur: Cesaretiniz varsa siz onu bu durumun asıl muhataplarına bir sorun. Sorun bakalım Avrupalı bir işçiye, bakalım ondan, “Burada ya da orada ücretli köle olmanın benim açımdan bir farkı yoktur.“ cevabını alabilecek misiniz? Siz aynı soruyu bir de Afrikalı yoksula sorun; bakalım vereceği cevap ne olacak? Ne demiştik, Batılı işçilerin ayrıcalıklı durumu her geçen gün biraz daha artmıştır. Evet, kapitalizm gelişip güçlendikçe, Batılı işçilerin refahı da buna paralel olarak artmıştır. Bunun üç temel nedeni vardır. Birinci neden şudur: Burjuvazinin işçi sınıfını bölme ihtiyacı. İkinci neden: Batı’daki işçi sınıfının gerek 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, gerekse de İkinci Topyekun Emperyalist Savaş sonrası süreçte yükselen mücadelesinin bir proleter devrime dönüşmesini engelleyerek; onu sisteme entegre etmek. Üçüncü neden ise, Sovyetler Birliği, onun kontrol alanında olan ülkeler ve Çin’in varlığı idi. Bu üç neden, kapitalizmin, Batılı çalışanları ayrıcalıklı kılarak onu, müttefiki yapmaya itmiştir.
Komünist Zemin Diğer taraftan Batı işçi sınıfı, devrime yol açabilecek potansiyele sahip mücadelesinden yani proleter devrim fikrinden vazgeçerek, burjuvazi tarafından ortaya atılan “sosyal devlet” fikrini kabullenerek, ona sahip çıkmıştır. Bunun anlamı şudur: Burjuvazi, dünyanın talanından elde ettiği zenginlikten Batılı çalışanlara daha fazla pay verecek; Batılı çalışanlar ise, devrimci mücadeleden vazgeçerek burjuvazinin suç ortağı olacaktı. Öyle de oldu. O tarih itibari ile Batı’daki keskin sınıf çatışmaları yerini pazarlığa bıraktı. Pazarlığın konusu, zenginliğin nasıl pay edileceği idi. İşte bugün Batılı işçilerin yürütmekte oldukları mücadelenin özünü oluşturan budur. Bu, bir diğer anlamı ile bir paylaşım savaşıdır. Özellikle 1945 sonrası oldukça çatışmasız bir biçimde yürütülen paylaşım savaşı, son on yıldır şiddetlenmiştir. Bunun nedeni, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin kapitalist pazara entegrasyonu ile birlikte, uluslararası burjuvazi, yeniden yapılanma sürecine girmiş ve o güne kadar yaşama egemen olan dengeleri, bu yeniden yapılanma sürecine bağlı olarak kendi lehine yeniden düzenlemek için harekete geçmiş olmasıdır. Öyle ya, artık rakip yoktur; Batı işçi sınıfının geçmişteki devrimci dinamiğinin içi boşaltılarak; işçi sınıfı sistemin payandası durumuna getirilmiştir; artık uluslararası pazara daha güçlü girerek, azami payı almak, içeride kemerleri sıkmayı gerektirmektedir. İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, burjuvazi kılıcını çekmiş ve barışı bozmuştur. Batı işçi sınıfı ise, sınıf düşmanı olan burjuvazi ile bunca yıl sürdürmüş olduğu suç ortaklığını sürdürmekte ısrarlı olduğunu aracıları olan sendikalar ve Batılı sol güçler aracılığı ile ısrarlı bir biçimde iletmiş; sonuç alamayınca da, kılıcını çekerek sokağa çıkmıştır. Ama burjuvazinin aksine, burjuvazi ile onca yıl sürdürdüğü barışı korumak için. Her ne kadar burjuvazi ile Batılı işçiler arasındaki çatışma iki sınıf arasındaki çatışma olarak görünse de; bu durumu bir sınıf çatışması olarak adlandırmak doğru değildir. Bu çatışma, burjuvazi ile “dünya işçi sınıfı”nın ayrıcalıklı, aristokrat kesimi arasında cereyan eden bir paylaşım savaşıdır. Bu savaş, yeryüzünün talanından elde edilen ‘zenginliğin’ pay edilmesi savaşıdır. Dolayısı ile de teşhir ve mahkûm edilmelidir.
Batı’da Cereyan Eden Bu Paylaşım Savaşı Karşısında Batılı Solun Tutumunun Ne Olduğuna Dair Batı işçi sınıfının yüzyıllık uykusundan uyandığını gören Batılı sosyalist sol, soluğunda sihirli öpücüğü taşıyan prens edası ile sahnedeki yerini almış ve yüz yıllık uykusundan henüz yeni uyanmış olan kendisine sevdalı prensesi kendine âşık etmek için harekete geçmiştir. Uzun yıllar sandıklarda bekletmiş olduğu en cici elbiselerini giyinmiş ve kendisine sevdalı prensesin etrafında dönmeye başlamıştır. Ama nafile, kendine sevdalı prenses, kendinden başkasını görmemektedir; zaten prensesin sırrı da buradan gelmektedir. Bundandır ki, gerçekle yüz yüze gelmemek için yüz yıl uyumuştur. Ama artık istemeyerek de olsa uyandırılmıştır; bu durumda, ya kendine olan sevdasına son vererek gerçekle yüzleşecek ve görecek ki, arkasına saklandığı güzellik, başkalarının çalınmış güzelliğidir; ya da devam edebildiği müddetçe kendine sevdalı prenses olmaya devam edecektir. Prenses şimdilik ikincisini sürdürmeye devam ediyor; bunu bilen ve prensesin gönlünü çelmeye aday olanlar ise, ellerinde ayna; prensesin sürekli tekrarlamakta olduğu “ Söyle ayna, var mı benden daha güzeli?” sözünü tekrar ediyorlar hep birden. “Evet, prensesim, yoktur senden daha güzeli!” Masal güzel şeydir, ama biz yine de masalı bırakarak bir yana, gelelim gerçeği anlatmaya. Çünkü, bu denli kirliliği bir masalın masumiyeti ile anlatmak mümkün değildir. Evet, burjuvazi kılıcını çekip barışı bozmuş; buna mukabil Batı işçi sınıfı da kılıcını çekmiş ve ya barış ya da barış diyerek alandaki yerini almıştır. Peki ya Batılı sol? Batılı sol da sahneye çıkmış ve Batılı çalışanların burjuvazi ile barışı sürdürme yani dünyanın talanından pay alma mücadelesinde onun yanında saf tutmuş, dahası bu paylaşım savaşının tellallığını üstlenmiştir.
15
Komünist Zemin Süreç henüz devam ediyor. Batı işçi sınıfı, ayrıcalıklı kılınması hususunda burjuvazisi ile girişmiş olduğu pazarlıkta ısrar ediyor. Batılı sosyalist sol ise, bu durumu kazanılmış hakların savunulması olarak görüyor ve bu paylaşım savaşının tellallığını yapmaya devam ediyor. Niye mi? Niye olacak, rivayete göre Batılı işçiler, “kazanılmış haklarını koruyorlar”mış, dolayısı ile de “bu haklı mücadelede onun yanında olmak gerekiyor”muş. Devrimci tavrın ne olduğuna geçmeden önce iki şeyin adının doğru konulması bir zorunluluktur ki, hem Batı işçi sınıfının taleplerinin ne anlama geldiği doğru anlaşılabilsin, hem de bu talepler karşısında devrimci tavrın ne olması gerektiği doğru saptanabilsin. Birincisi şudur: Bu talepler, kazanılmış haklar değil, burjuvazinin Batı işçi sınıfına bahşettiği ayrıcalıklardır. İkincisi: Bu talepler, dünya işçi sınıfının genel çıkarlarına karşı bir anlam ifade etmektedir; dolayısı ile de gerici anlamda bölücüdür. Komünist Tutumun Ne Olması Gerektiği Üzerine Bugün Batı’da, cereyan eden burjuvazi ile Batılı çalışanlar arasındaki paylaşım savaşı karşısında komünist bir tutum takınabilmenin olmazsa olmaz ilk koşulu; dünya işçi sınıfını bölen ve onun enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin önündeki en büyük engel olan, Batı´nın sınırları içinde yaşayanlar için “sosyal refah“ ve “sosyal adalet”; yeryüzünün yoksulları için ise, yoksulluk, adaletsizlik ve yıkım anlamına gelen “sosyal devlet“ stratejisinin karşısında olmaktır. Bu da demek oluyor ki, yapılacak olan, kendine sevdalı prensesin, kendisine ait olmayan güzelliğine övgüler dizmek değil; prensesin,
1
ğine övgüler dizmek değil; prensesin, başkalarından zor yoluyla alınmış güzelliğini onun üzerinden çekip almaktır ki, prenses kendi çıplaklığının farkına varsın ve kendi çıplaklığını örtme pahasına çıplak bırakılmasına göz yumduğu, ortak olduğu muazzam çoğunluğun çıplaklığına ortak olabilsin. Çıplaklığın üşüten soğukluğundan kurtulabilmek için, yeryüzünün çıplaklarına sarılabilsin. Batı işçi sınıfını kaybetme pahasına da olsa, yapılması zorunlu olan budur. Unutulmamalıdır ki, Batı işçi sınıfı demek, dünya işçi sınıfı demek değildir ve unutulmamalıdır ki, aynı anda işçi sınıfının bütününü kazanmak mümkün değildir. Her daim ilk kazanılacak olan, işçi sınıfının en çaresiz kesimleri olmuştur. Ve bugün en çaresiz kesim Batı işçi sınıfı değildir ve başlangıçta kaybedilmesi kaçınılmazdır. Tabii ki komünist tavır, Batı işçi sınıfının ayrıcalıklı durumuna karşı çıkmakla yetinmekle olamaz. Komünist tavır, aynı zamanda; kendi ayrıcalıklı durumunu koruyabilmek için dünya yoksullarının ölüm platolarına hapsedilmesine “evet” diyen Batı işçi sınıfını teşhir etmektir. Bununla da kalmayıp, Batı işçi sınıfının bu suçu işlemesinde onun tellallığını üstlenen Batılı solu mahkum etmektir. Bununla da kalmayıp, komünist tutumu eyleme dönüştürebilmenin olmazsa olmazı olan komünist bir örgütün dünya çapında inşasını üstlenmektir. Aksi bir davranış, tarihin tekerrürünü kaçınılmaz kılacaktır ve komünistlerin de, zamanla karşı çıktıkları güçlere benzemelerine yol açacaktır. Öyle ise yapılması gereken günde beş kez, düşmana ve onun değirmenine su taşıyan Batılı sol güçlere küfretmek değil, onların mezarını kazmak için kazmaya sarılmaktır.
Bu yazıda esas olarak Batılı solun yaklaşımını ele aldık. Gerek yaşadığımız coğrafyadaki, gerekse Batı’nın dışında kalan diğer coğrafyalardaki devrimci güçlerin Batı işçi sınıfına, onun ayrıcalıklı durumuna ve bugün vermiş olduğu mücadelenin karakterine ilişkin anlayışları ve pratikleri Batılı devrimci güçlerinki ile aynıdır. Ama biz bu meseleyi, Batılı devrimci güçler üzerinden tartışmakla yetinmeyi tercih ettik. Çünkü bazı küçük oluşumlar hariç, bir bütün olarak dünya solu Batı merkezli bir anlayışa ve kavrayışa sahiptir. Bu durum yeni değildir ve bu durumun tarihsel köklerini Marks’a kadar götürerek; devrimci bir muhasebe yapmak gerekmektedir ki, dünya solunun bugünkü durumu anlaşılabilsin. Yani sonuçtan yola çıkarak nedenleri anlamak yerine, nedenlerden yola çıkarak sonuçları anlama yöntemini tercih etmek gerekir. Bu ise, işçi sınıfının içinde bulunduğu durum ve solun tutumu bağlamında kaleme alınmış bir yazının kapsamında ele alınacak bir mesele değildir. Bu mesele, ancak bir gelenek tartışması bağlamında ele alınır ise, açıklanabilir ve anlaşılabilir. İşte belirttiğimiz bu nedenlerden ve kaygılardan dolayı, bu yazımıza konu olan meseleyi, Batılı sol bağlamında ele almakla yetindik.
16
Komünist Zemin
Batı Avrupa´da “Faşizm Tehdidi” Tartışması ve Bu Tartışmanın Düşündürdükleri Dipnot Yerine: Önce Avusturya ve Italya’da faşist partilerin iktidar olması ve faşist partilerin diğer Batı Avrupa ülkelerinde önemli bir güç haline gelmeleri ile birlikte; Batılı devrimci güçlerin tartışma ve hareket noktaları da faşizm – antifaşizm eksenli olmaya başladı. Tabii ki, Batı Avrupa´daki faşist yükseliş hem taraf olanlar açısından hem de karşı olanlar açısından kayıt düşülmesi gereken bir durumdur. Ama Batılı devrimci güçler açısından asıl kayıt düşülmesi gereken: yeryüzü yoksullarının kayıt dışı tutulan gerçekliğinin yanı sıra, bir bütün olarak yaşam karşısındaki anlayış ve tutumlarıdır. Çünkü Batılı devrimci güçlerin yaşam karşısındaki anlayış ve tutumları bir bütün olarak devrimci değildir ve Batılı devrimci güçlerin faşizme ilişkin anlayış ve tutumları, mahkum edilmesi gereken bu bütünün kaçınılmaz sonuçlarından yalnızca birisidir. Şu kesin bir gerçektir ki, Batılı devrimci güçlerin devrimci bir davranış içerisinde bulunmasının olmazsa olmazı: içinde bulukları bu ihaneti aşmaktır. Bunun yolu ise: günümüz dünyasının sorunlarını devrimci bir perspektif ile kavrayıp, bu sorunlar karşısında devrimci bir programa, stratejiye ve eyleme dayanan bir karşı duruş örgütlemektir. Eğer bu yapılmaz da bunun yerine bugüne kadarki egemen olan anlayış ve tutum sürdürülecek olunursa; günümüzün sorunları kavranamayacağı gibi, Batı Avrupa`daki faşist yükselişin nedenlerini, hedeflerini ve kimleri tehdit ettiğini anlayabilmek ve bu durum karşısında devrimci bir duruş ve davranış ortaya koymak da mümkün olamayacaktır ve yenilgi daha baştan kaçınılmaz olacaktır. İşte biz burada, ezilenlerin kayıt dışı tutulan gerçekliğini ve devrimci bir anlayış oluşturabilmenin ve bu anlayışı devrimci tarzda hayata uygulayabilmenin olmazsa olmazlarını tartışmaya çalışacağız.
Yani, bugünkü durumda kaçınılmaz bir gerçeklik olarak karşımızda duran yenilgiyi, ezilenlerin lehine bir zafere dönüştürebilmenin olmazsa olmazlarını ortaya koymaya çalışacağız. Kayıt Dışı Tutulana Dair Egemenlik biçimleri ortaya çıkalı beri gerçekler ya kayıt dışı tutulmuş, ya da ezenlerin lehine mütalaa edilerek kayda geçirilmiştir. Bunun böyle olması ise, tesadüfî bir durum değil, egemen olmanın bir gereğidir. Daha genel anlamıyla; bu, egemen olanın kültürüdür. Yeryüzü egemenliğini ele geçiren Batı, nasıl ki kendi miladından önce var olan egemenlik biçimlerini devralarak sürdürdüyse; aynı şekilde, kendi miladından önce var olan kültürü de devralarak sürdürmüştür ve halen sürdürmektedir. Bundan dolayıdır ki, Batı’da olan biten her şey evrensel kabul edilip, kayıtlara geçirilirken; Batı dışında olanlar, yerel ve kayda değmez şeyler olarak mütalaa edilerek ya kayda geçirilmiyor ya da Batı’nın lehine olmak şartıyla kayıtlara geçiriliyor. Tıpkı dün, Batılıların, Kristof Kolomb’un Amerika’ya (Kıtanın isim babası da Batılılardır.) çıkışını izleyen yıllarda bu kıtaya akın edip, bütün zenginlikleri talan etmelerinin, yerli halkı köleleştirmelerinin, altın ve gümüş madenlerini yerli halkın mezarı haline getirmiş olmalarının, Aztek, Maya ve Inka uygarlıklarını yaratan yerli halkın %9095’ini katletmelerinin kayıtlara “uygarlaştırma” olarak geçirilmiş olması gibi.
17
Tıpkı dün, Doğu Hint adalarının fethedilerek yağma edilmesinin; Afrika’nın ticaret maksadıyla siyah derili yerlilerin peşine düşüldüğü bir av alanı haline çevrilmesinin kayıtlara “uygarlaştırma” olarak geçirilmiş olması gibi.
Tıpkı dün, Batı toplumunun çok büyük bir çoğunluğunun aktif ya da pasif onayını alan ve biçimi bakımından olmasa bile hedefledikleri bakımından Batı toplumunun kolektif tutumunu ifade eden göçmenlere yönelik saldırıların, kayıtlara faşist çetelerin ya da “reaksiyoner” işsiz güçsüz gençlerin ferdi veya grup tavırlarının bir ifadesi olarak geçirilmiş olması gibi. Ünlü Bir Afrika halk sözünde denildiği gibi: “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir.” Eğer ezilenler kendi tarihlerini yazabilmiş olsalardı, avcıları tarihten söküp atabilselerdi; şimdi kayıt dışı tutulanları da okuyabilme şansımız olacaktı. Olmadı... Ne yazık ki, aslanlar henüz kendi tarihlerini yazamadılar; tarihi yazan hep avcılar oldu. Avcıların yazdığı tarihte ise, aslanların öykülerine hemen hemen hiç yer verilmedi. Onların ne öykülerine yer verildi, ne çığlıklarına, ne de başkaldırılarına. Avcıların tarihinde yalnızca avcıların öyküleri yer aldı. Avcılar tarihi ve yaşamı belirlemeye devam ediyorlar ve avcılık öyküleri avcıları yüceltmeye devam ediyor. Batı Avrupalı Devrimci Güçlerin Faşizm Tehdidi Tartışmasına Dair Ey avcılık öyküleriyle belenip, av ganimeti ile beslenen Batılı devrimciler! Siz bilmez misiniz ki, sizin tehdit dediğiniz faşizm, yoksul dünyada yaşayan insanların gerçekliğinden başka bir şey değildir?
18
Komünist Zemin Siz bilmez misiniz ki, yeryüzü yoksullarının payına sürekli olarak faşist veya postallı rejimler düştüğü içindir ki, sizin de bir parçası olduğunuz Batılıların payına parlamenter rejimler düşmektedir? Tabii ki bunun böyle olduğunu biliyorsunuz. Ama buna rağmen, sanki bu yoksul ülkelerdeki faşist ya da askeri rejimleri iktidar yapan Batı değilmiş gibi; bu ülkelerdeki rejimleri Batı’ya şikayet ediyorsunuz. Heyetler oluşturarak, Batı Uygarlığı adına despot “Doğu” rejimlerini denetliyorsunuz. Ve bu davranışınızla Batı’daki rejimleri vaftiz edip, Batılı devletleri sanık sandalyesinden kaldırarak, yargı makamına oturtuyorsunuz. Dün atalarınız Asya’ya, Amerika’ya Afrika’ya Batı’nın uygarlık normlarını götürmek için gittiklerini iddia etmişlerdi. Ne gariptir ki bugün siz, atalarınızın sadık takipçileri olarak aynı coğrafyalara, aynı nedenlerle gidiyorsunuz ve oralarda Batı normlarının uygulanmasını istiyorsunuz. Bilmez misiniz ki, oralarda uygulanan tam da Batı’nın normlarıdır? Tabii ki bilirsiniz, ama buna rağmen, hem de bu rejimleri yaratan Kapitalist Batı uygarlığın merkezlerinde yaşadığınız halde, ona cepheden saldırmak yerine; onun sonuçlarından olan yoksul dünyadaki rejimlerle oyalanmayı tercih edersiniz. Oralardaki faşist ya da askeri rejimleri protesto etmek maksadıyla, Batılı kimliğinize sığınarak kendinizi söz konusu ülkelerde zincirle bağlayıp, gösteriler yaparsınız. Yüzünüzü bir an olsun içeriye dönmezsiniz. Bir kez olsun içinizin aynasına bakmazsınız. Ta ki kapitalizmin faşizm veçhesi sizin için de bir tehdit unsuru oluncaya dek. Ne zamanki faşizmin kendiniz açısından da bir tehlike oluşturduğunu düşünmeye başladınız, işte o an itibariyle bağırmaya başladınız. Yüzünüzü içeriye döndünüz. Dün okyanusta koparmadığınız fırtınayı, bugün bir kaşık suda koparır oldunuz. Ve bu davranışınızla dünyayı Batı’dan, insanlığı ise, Batılıdan ibaret gördüğünüzü bir kez daha göstermiş oldunuz. Yani bu kez sizin de bir parçası olduğunuz Batılıların mağdur olacağını düşündüğünüz için seferberlik ilan ettiniz. Çünkü faşizmin Batı ’da iktidar olması, gerek dünya yoksullarının, gerekse de Batı’da yaşayan göçmenlerin durumunda köklü değişikliklere yol açmayacaktır. Öyle ya, faşizmin Batı’da iktidar olması
dünya yoksulları ve göçmenler açısından ne ifade edebilir ki? Faşizmin kendisi olmasa da programı zaten iktidarda değil midir? Ne diyor Batı’daki faşist partiler: Var olan işler öncelikli olarak Batılılara verilsin! Batı´ya göç engellensin! Suç işleyen göçmenler sınır dışı edilsin! Yoksul dünyaya karşı Batı´nın zenginliği korunsun! Beyazların refahı kendi sonlu sonsuzlukları boyunca garanti altına alınsın! Yani, Siyah yoksul insanlık, Beyaz dünyanın daimi kölesi kılınsın. Yani 1943´te Hitler´in dışişleri bakanı tarafından hazırlanarak açıkça ilan edilen plan hayata geçirilsin! İyi de, bütün bunların gerçekleşebilmesi için faşizmin Batı’da iktidar olması gerekmiyor ki. Çünkü, bugün var olan durum tam da istenene uygundur. İş önceliği zaten Batılılarındır. NAFTA – MAASTRICHT adları verilen savaş stratejileri aracılığı ile Hitler’in 1943 yılında hazırlatmış olduğu plan hayata geçirilmiştir. Yeni göçmen yasaları ile Batı’ya göç büyük ölçüde engellenmiştir. Yoksul insanlık, Batılıların refahı adına ölüm rezarvuarlarına hapsedilmiştir.
Komünist Zemin vardır, ama bu farklılıklar öze ilişkin değil, biçime ilişkindir. Örneğin: günümüz itibariyle Batı Avrupa’daki faşist partiler, (Fransa’daki faşist parti hariç) göçmenlerin bir bütün olarak sınır dışı edilmesini değil, “işe yaramayan” göçmenlerin sınır dışı edilmesini savunurlarken; iktidar olduklarında bütün göçmenleri sınır dışı edebilirler. Ama bu durum öze ilişkin bir davranış değişikliği değildir. Çünkü günümüzde Batı Avrupa ülkelerine gelen göçmenlerin büyük bir çoğunluğu zaten sınır dışı edilmektedir ve bu ülkelerde kalabilenler ise, sürekli olarak sınır dışı tehdidi altında yaşamaktadırlar. Yine aynı şekilde, Batı Avrupa’da faşizmin iktidar olmasının dünya yoksullarının yaşamlarında yol açacağı sonuçlar da öze ilişkin değil, biçime ilişkin olacaktır. Mesela, Iraklı, Afganistanlı, Somalili ve daha birçok ülke yoksullarının durumları bugünkünden çok farklı olmayacaktır. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan şudur ki: Batı Avrupalı devrimci güçlerin, hareket noktasını, faşizmin Batı Avrupa’da iktidar olması durumunda genel olarak yeryüzü ezilenlerinin günlük yaşamlarına nasıl etki yapacağı değil, tamamen Batılıların yaşamı üzerinde yapacağı etki oluşturmaktadır. Bu anlayış, yani bana dokununcaya kadar beni ilgilendirmez anlayışı, tam da faşizmi başarılı kılan bir özelliğe sahiptir. Örneğin, Nazizmi gerek Almanya’da, gerek dünya çapında başarılı kılan olgulardan biri bu anlayış olmuştur. Demek ki, o günden bu yana değişen bir şey olmamıştır ve ne yazık ki tarih tekerrür etmektedir. Klasik Marksizm’in Faşizme İlişkin Anlayışına Dair1
Beyaz adamın başarmak istediği, beyaz adam yeryüzüne egemen olalı beri hiçbir zaman değişmemiştir. Dolayısı ile de Batı’da faşizmin iktidar olması, gerek Batı’da yaşayan göçmenler açısından, gerek dünya yoksulları açısından öz itibariyle bir şey değiştirmeyecektir. Bu demek değildir ki, faşist bir rejim ile parlamenter burjuva rejimi arasında hiçbir farklılık yoktur. Tabii ki bu rejimler arasında bir kısım farklılıklar
Faşizm, küçük burjuvazi ve diğer ara katmanları işçi sınıfına ve onun örgütlülüğüne karşı örgütleyerek iktidar olur. Faşizm, gerek iktidar olma sürecinde gerekse de iktidar olduktan sonra, öncelikli olarak işçi sınıfının örgütlülüğünü parçalayarak onu atomize eder. Evet, klasik Marksizm’de faşizm olgusu bu şekilde açıklanmaktadır. Ama tarihte, 1933´te Almanya´da faşizmin iktidar olma sürecinde ve iktidar olduktan sonraki süreçte olduğu gibi öylesi örnekler vardır ki, klasik faşizmin özellikleri ile açıklayıp, bir yere oturtabilmek oldukça zordur.
19
1933´te Almanya´da, faşist parti işçi sınıfına karşı küçük burjuvaziyi ve ara katmanları kışkırtarak değil, bizzat “Yahudi sermayesi”ni düşman ilan ederek ve “zengin Yahudilerden” alıp, halka dağıtacağını; herkese iş, otomobil ve sosyal refah sağlayacağını vaat ederek iktidar olmuştur. Faşizm iktidar olmadan evvel olmadığı gibi, iktidar olduktan sonra da küçük burjuvaziye mensup terör çeteleri örgütleyerek ve ele geçirdiği devlet gücünü seferber ederek Alman işçi sınıfına saldırıp, onu katı sömürü koşullarında çalıştırmak gibi bir icraatta bulunmamıştır. (Sendikaların ve siyasi partilerin yasaklanması ve muhaliflerin hapsedilmesi ya da yok edilmesini ayrı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Kaldı ki, bütün bunların olması için ille de faşizmin iktidar olması gerekmiyor; bu tür şeylere faşist olmayan rejimlerde de sıkça rastlanabiliyor.) Aksine, 1933–1939 arası işsizlik sıfırlanmış, reel işçi ücretlerinde %90’lık bir artış sağlanmıştır. Alman faşizminin karakteristik yıkıcılığı, Nazi çalışma kamplarına topladığı ve sayıları savaş bitmeden kısa bir süre önce bile yedi milyondan fazla olan Roma – Sintiler, Yahudiler, engelliler, eşcinseller, muhalifler üzerinde ve Almanya sınırları dışında olmuştur. Yani Alman faşizmi, sınıfsal yıkıcılığını esasen Almanya dışında göstermiştir ve Hitler, iktidarda kaldığı 12 yıl boyunca Alman işçi sınıfının aktif ya da pasif desteğinden hiçbir zaman mahrum kalmamıştır. Gerek faşizmin iktidarda olduğu süre zarfında, gerekse de faşizmin yıkılması sürecinde, Alman işçi sınıfının faşizme karşı kayda değer hiçbir direnişi olmamıştır.
Alman işçi sınıfı, Nazizm döneminde Hitler yanlısı, sonraları ise Amerikancı oldu.
20
Komünist Zemin Bu örnekle anlatmak istediğimiz şudur ki, bugün Batı Avrupa’da güç kazanan faşist hareketi çok iyi analiz etmeden, bu durumu klasik faşizm teorisine uydurmaya çalışıp, sonra da çare aramak, çaresizlikle sonuçlanmaya mahkûm beyhude bir çırpınıştır. Eğer söz konusu fakir ülkeler olacak olursa, var olan faşizm teorisi ile oralarda var olan durumu açıklayabilmek mümkündür. Çünkü bu ülkelerdeki faşist icraatlar klasik faşizm teorisine uygun gelişerek onu doğrulamaktadır. Ama söz konusu olan Almanya, Avusturya, İsviçre gibi Batılı ülkeler olunca, klasik faşizm teorisi ne bu ülkelerdeki durumu açıklamaya yetiyor, ne de bu ülkelerdeki faşist icraatlar mevcut faşizm teorisine uygun gelişerek bu teoriyi doğruluyor. Almanya, İsviçre ve Avusturya gibi ülkelerde yükselen bugünkü faşist hareket, neden yana olup neye karşı olduğunu her zamankinden daha açık ve dolaysız dile getiriyor. Faşist hareket, dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfına karşı küçük burjuvazinin örgütlü saldırısını ifade etmiyor ve yine alışılmış olduğu biçimiyle “Yahudi sermayesi” gibi ırkçı bir söylemle zengin sınıflara karşıymış gibi bir yüze de ihtiyaç duymuyor. Bugün, Batılının ayrıcalıklarının en dolaysız savunucusu olarak kendini ifade eden faşist hareket, “beyaz imparatorluğun” ve bu imparatorluğun tebaasının ebedi bekası için yoksul dünyaya ve bu yoksul dünyanın Batı’nın sınırları içerisindeki uzantısı olan göçmenlere ve tabi ki her zaman olduğu gibi - en azından bugün için açıktan olmasa da - muhaliflere, engellilere ve eşcinsellere karşı topyekûn bir savaşı en dolaysız bir biçimde ifade ediyor. Bu anlamıyla da Batı’daki faşist yükselişi, dünya çapında derinlemesine gerçekleştirilmeye çalışılan zengin – fakir bölünmesinden ayrı ele almak büyük bir yanılgıdır. Batı Avrupa’da faşizmin yükselen değer olmaya başlaması olgusu, uluslararası planda MAASTRICHT ve NAFTA ile asıl anlamını bulan zenginin zengin ile birleşerek var olan ayrıcalıklarını sürekli kılma stratejisinden kopuk ele alınacak olunursa; bu olgu anlaşılamayacağı gibi, yenilgi de kaçınılmaz olacaktır. Batı Avrupa’daki faşist yükseliş, Beyaz dünyanın yok olmakla yüz yüze bıraktığı ve insan nüfusunun ezici çoğunluğunu oluştu-
ran ve bu durumları dolayısıyla da Batılının ayrıcalıklarını tehdit eden fakirleri, oluşturulan rezervuarlara hapsetme stratejisinin başka bir dille ve başka araçlarla ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla da bu bütünlük içerisinde mütalaa edilmelidir. Batı menşeli Faşist hareketin projesi, esasen bir bütün olarak Batı´daki sistem içi partilerin ve sosyalizm yönünde politik bir bilinci olmayan ortalama her Batılının; nihayetinde onayladığı bir projedir. Batı milleti, bu planın hangi koşullarda, nasıl, ne zaman ve hangi politikalar ile mümkün olacağı hususlarında birtakım nüans ayrılıklara sahip olsa da; beyazların ayrıcalıklı olması ve ayrıcalıklarının sürekliliğinin garantiye alınması hususunda tam bir anlayış birliği içindedir. Örneğin, yoksul dünya işçilerinin serbest dolaşım hakkına bütün sendikalar, sistem içi partiler ve özellikle de Batı işçi sınıfı tereddütsüz bir biçimde karşıdır. Yine var olan işlerin öncelikli olarak Batılılara verilmesi hususunda aynı güçler, tam bir görüş birliğine sahiptirler. Bu konular o kadar hassas ve dokunulmazlığı olan konulardır ki, Batılı devrimci güçler dahi bu hususlar üzerine karşı bir politik tutum takınmak bir yana, bu meseleler üzerine tartışma bile yürütmezler. Eğer faşizm tehlikesini klasik anlamıyla tartışacak olursak, dünyanın siyahları açısından bir faşizm tehlikesinden söz edilemez. Dünyanın fakirleri açısından faşizm olsa olsa yaşanan bir gerçekliktir. Eğer bugün Batılı güçler, beyazların ortak çıkarları adına tarihsel buluşmalarını gerçekleştirip, yoksul dünya ile zengin dünya arasına NAFTA ve MAASTRICHT türünden duvarlar örüyorlarsa; eğer geçmişte birbirleriyle çatışan ve birbirlerine karşı teyakkuz durumunda bulunan Batı´nın orduları, bugün artık ortak ordu oluşturma yoluna girmişlerse ve tatbikatlarını Batı’nın sınırları içerisinde yaşayan siyahların bir gün ayaklanma ihtimaline ve siyah dünyanın kontrolüne yönelik yapıyorlarsa; Batı´nın nüfusunu artırmak için planlar yapılıp, çocuk yapmaları için Batılılar prim yoluyla teşvik edi-
Komünist Zemin lirken, yoksul dünyaya yönelik nüfus planlaması yani nüfusun azaltılması planları yapılıyorsa ve planın uygulanma görevinin, Savunma Bakanlığı, Enerji Bakanlığı ve CIA benzeri örgütlere verilmesi yönünde düzenlemeler söz konusuysa; eğer yoksul dünyalılar, Batı´nın metropollerinde, örneğin, Rostock´ta, Möln´de, Solingen´de, Hoyerswerde´de, Lübeck´te, El Ejido´da yakılıyorlarsa; eğer yoksul dünyanın her bağımsızlık girişimi katliamla karşılık buluyorsa; eğer yoksul dünyanın insanları aç, ve yarınsız bir biçimde rezervuarlara hapsedilmişlerse ve onların o rezervuarların dışına çıkmalarına yalnızca “beyaz dünya” ihtiyaç duydukça ve “beyaz dünya”nın ihtiyacı oranında izin veriliyorsa; eğer yoksul dünya için savaş ve yıkım sürekli ise, yeryüzünün yoksulları için faşizm bir tehlike değil, yaşanan bir gerçekliktir. Son Bir Not Eğer Batılı devrimci güçler için de evrensel olan; özgür, tok, baskısız, savaşsız bir yaşam ise ve bunlar, ancak her insan için ulaşılabilir olursa evrenseldir. Bu durumda Batılı devrimci güçler, kendi dar ve taraflı realitelerini yıkarak, soruna ezilen çoğunluğun realitesi açısından bakmak ve buna uygun davranmak zorundadırlar. Tabii ki, evrensellikten Batıyı, enternasyonalizmden Beyazların birliğini, faşizm tehlikesinden faşist partilerin Batı´nın iç sınırlarında güçlenmesini anlamıyorlarsa. Yok, eğer bu zamana kadarki anlayışlarında, kavrayışlarında ve pratiklerinde ısrarlıysalar; bu durumda, bu anlayışın ve bu anlayışın bir sonucu olan pratiğin mantıki sonucu olarak, kendilerini başka türlü, yani realiteleri ile örtüşecek bir biçimde adlandırmak durumundadırlar ki, herkes dostunu da bilsin düşmanını da.
1
Bu bölümde yürütülen tartışmada sorun, klasik Marksizm’deki faşizm ve faşizme karşı mücadele bağlamında ele alınmıştır. Bunun ise, iki nedeni vardır: Birinci neden, Marksizm dışı güçlerin (stalinistler, anarşistler ve otonomlar) bu hususa ilişkin ya bir anlayışları ve stratejileri yoktur, ya da bu husustaki anlayışları ve stratejileri tamamı ile mahkûm edilmesi gereken bir niteliğe sahiptir. İkinci neden ise, klasik Marksizm’deki faşizm ve faşizme karşı mücadele anlayışı ve stratejisi, bütün açmazlarına ve eksik yanlarına rağmen; devrimci anlamda muhatap alınabilecek tek alternatif durumundadır.
21
Komünist Zemin
Enternasyonalizm ve Enternasyonal Örgütlenme Deneyimleri Üzerine Giriş Uluslararası sömürü ve baskı karakterine sahip ve dünya çapında egemen bir sistem olan kapitalizmin ilk olarak Avrupa da ortaya çıkışı; ne bir tesadüfle, ne kapitalist üretim için zorunlu olan sanayileşmeyi sağlayan bilimsel ve teknolojik buluşların keşfi ile yaşanan “ilerleme”ile ve ne de Avrupalı insan tipinin gelişmişliği efsanesi ile açıklanabilir. Avrupalı egemenlerin kıtalar ve uluslararası sömürü, köleleştirme, soykırım, baskı ve talanlarının sonucu olarak ortaya çıkan yeni sermaye birikimi; böylece Batı’da egemen yeni bir sınıfın(burjuvazi) ortaya çıkışının şartlarını hazırladı. Bu sermaye birikimi sayesindedir ki; mülk sahibi bu yeni sınıf, eski üretim tarzını alaşağı eden sanayileşme için zorunlu olan bilimsel ve teknolojik çalışmaları finanse edebildi. Sanayi devrimi ile üretim tarzının kökten değişmesi sayesinde ekonomik iktidarı elde eden burjuvazi, ekonomik iktidarını korumak ve sürekli kılabilmek için siyasi iktidarı hedefledi. Burjuvazi henüz siyasal iktidarın sahibi değilken, o günün egemeni olan soylular ve onların çıkarlarını koruyan feodal rejimler karşısında tarihsel olarak „ileri“ bir misyonu temsil ediyordu. Ancak; işçilerin ve yoksul köylülerin desteğini alarak siyasal iktidarı ele geçirip kendi kapitalist rejimlerini kurdu ve gerici siyasal bir sistemin sahibi olarak tarih sahnesindeki egemen yerini aldı. Böylelikle; özel mülkiyetçi sistemlerin ortaya çıkışı ile başlayan sınıf savaşları, burjuvazi ve proletarya arasında yaşanan çatışmalarla bugünkü halini almış oldu. Ezilen sınıflar üzerinde burjuvazinin iktidar ve savaş aygıtı olarak temel bir işleve sahip olan kapitalist devlet karşısında, proletarya da tarihsel olarak kendi sınıf çıkarlarını kollayacak mücadele perspektiflerini, biçimlerini ve araçlarını olgunlaştırıyordu. 22 Eylül 1845 yılında Kardeş Demokratlar’ın kuruluş kongresinde konuşan Engels „Proleterler bütün
22
ülkelerde bir ve aynı çıkarlara sahiptirler. Önlerinde bir ve aynı düşman, bir ve aynı mücadele vardır“ sözleri ile proletarya enternasyonalizminin çerçevesini belirlemişti. Bundan üç yıl sonra 1848’de Marks ve Engels, Komünistler Birliği için birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto da dünya işçilerine „Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!“ çağrısını yapmışlardı.
Proletarya Enternasyonalizmi’nin örgütsel ve programatik karakteristiğinin ideolojik temelini oluşturan bu belirleme ve çağrı, bugüne kadar komünist hareketin hem örgütsel birliğinin olmazsa olmazı oldu ve hem de üzerine en çok tartışılan ideolojik gündemi olarak örgütsel ayrılıkların nedeni oldu. Proletaryanın Sovyet iktidarının Stalinist bürokrasinin egemenliği altında yozlaşmasını takiben, uluslararası komünist hareketin devrimci kazanımlarının doruğu olan Üçüncü Enternasyonal’de asalak bürokrasinin emrinde Sovyet dış politikasının diplomasi aracı haline gelmişti. Enternasyonalin ilk dört kongresinin kararları tümden terk edilmiş, yerine ulusalcı, aşamacı ve burjuva devletlerle uzlaşmacı bir
Komünist Zemin çizgi ikame edilmişti. Sovyetlerde ve enternasyonalde; enternasyonalin ilk dört kongre kararlarında ısrar eden komünistler ise boyun eğmeye zorlanmışlar, eğmeyenler ihraç ve imha edilmişlerdi. O gün enternasyonal içinde ortaya çıkan bu iki çizgi arasındaki ideolojik ve örgütsel mücadele bugün de devam etmektedir. “Tarih Sınıf Savaşları Tarihidir“ İnsan topluluklarının yaşamında ihtiyaç fazlası ürünün ve üretim araçlarının giderek özel ellerde toplanması ile birlikte topluluk hayatının organizasyonu da köklü değişimlere uğradı. Topluluk hayatı içinde birbirine zıt ve çatışan çıkarlara sahip sınıflar ortaya çıktı. Sınıflı toplumların ortaya çıkışı ve giderek yeryüzü yaşamının egemen toplumsal sistemleri oluşu ile birlikte, toplumsal yaşamın iktisadi ve sosyal örgütlenmesinin doğrudan bir sonucu olarak, toplumsal düzenin egemeni olan ezene karşı isyanlar ve isyancı fikirler de hep var ola geldi. Yani; egemenliğin tarihi aynı zamanda ezilen insanlığın ezilmişliğinin. onun bu ezilmişliğe karşı isyanının ve eşitlikçiözgürlükçü bir toplumsal düzen arayışının da tarihi oldu. Kapitalizm öncesi tüm sınıflı toplumlarda ezilen sınıfların kendi egemenlerine karşı giriştikleri mücadeleler haklı ve devrimci mücadeleler olsalar da, bir bütün olarak ezilen insanlığın tamamının kurtuluşu için referans olabilecek evrensel niteliğe sahip değildiler. Bu mücadelelerin ortaya çıkmalarını sağlayan şey kendi toplumsal süreçlerinin işleyişinden kaynaklanan ezme-ezilme ilişkileridir. Ve bu sosyal mücadeleler kendi toplumsal şartlarıyla sınırlıdır. Kapsadığı coğrafik alan ise doğal olarak bu alanın egemeni olanların egemenlik alanları kadardır ya da bu alanın bir bölümüdür. Bu mücadeleler kimi zaman kendi sınırlarının ötesinde bir başka ezilen topluluğun mücadele azmini ateşleyen bir işlev görse bile bir bütün olarak evrensel bir referans olma niteliğine sahip olmadılar. Bunun nedeni; sadece kendi egemenlerine karşı bir hareket olmalarındadır. Sonuç olarak; bu isyanlar ve özgürlükçü arayışlar bir yandan egemen olana karşı haklı bir hareketi ortaya koyarken diğer yandan tasfiye edilen egemenin yerine
genellikle yeni bir egemen yaratmıştır, ya da yaratmayı hedeflemiştir. Kapitalizmin ortaya çıkışı ve yeryüzü yaşamı üzerinde egemen siyasal sistem olarak örgütlenişi ile birlikte, tüm yeryüzü üzerinde toplumsal yaşam birbirine zıt ve çatışan çıkarlara sahip temel iki sınıfa bölündü; burjuvazi ve proletarya. Böylelikle; sınıf savaşları tarihinde de ilk kez ezilen-sömürülen bir sınıfın çıkarı ve kaderi tarihsel olarak ortaklaşmış oldu. Ve tarihte ilk kez bir sınıf yalnızca örgütlenebilme şartına bağlı olarak uluslararası alanda birlikte hareket edebilme ve eyleme geçebilme dinamiklerine sahip oldu. Dolayısıyla da; ilk kez, yeryüzü yaşamının ve ezilen insanlığın kurtuluşu için referans olabilecek evrensel devrimci ideoloji olan komünizm ortaya çıktı. Komünistlerin Enternasyonalizm Anlayışının İdeolojik Kökeni ve Enternasyonal Örgütlenme Deneyimlerinin Tarihsel ve Sınıfsal Anlamı Kapitalizm; başlangıçta her ne kadar da ulusal sınırlar içinde bir sistem olarak Batı`da ortaya çıksa da, çıkışı itibari ile kendinden önceki tüm toplumsal-siyasal sistemlerden farklı olarak uluslararası bir karakterde doğdu ve doğası gereği gelişimi ile giderek dünya sistemi oldu. Kapitalizmin Batı da doğuşunu hazırlayan şartların oluşması da tarihsel olarak bir rastlantı değildir. Ortaya çıkabilmesi için gerekli olan sermaye birikiminin, yani iktisadi şartların oluşması gerkti. Bu şartlar ise, Batılılar tarafından Batı dışındaki toplumların sömürgeleştirilmesine ve köleleştirilmesine dayanan beş yüzyıllık bir zaman aralığına yayılan topyekün uluslararası bir talan sürecinin sonucu olarak oluştu. Bu; köle emeğinin, yani ücretsiz emeğin ve sömürgeleştirmenin sayesindedir ki Batılılar ele geçirdikleri muazzam zenginliklerin bir bölümünü bilimsel faaliyetler için ayırabilmiş ve böylelikle teknolojik icatların ortaya çıkışı ve meta üretimi sürecine uygulanması ile sanayi devrimi gerçekleşmiş, dolayısıyla da meta üretiminde yeni bir dönem başlamıştır. İşte bu dönem, kapitalizmin oluşumunun tarihidir. Kapitalizm; yalnızca, tarihsel olarak ortaya çıkışını sağlayan koşulların uluslararası bir talana dayalı olması nedeniyle uluslararası bir
23
Komünist Zemin sistem değildir. Aynı zamanda; üretimini, tüketimini, emek sömürüsünü ve siyasetini uluslararası ölçekte planladığı ve gerçekleştirdiği için uluslararası bir sistemdir. Kapitalizmde temel toplumsal sınıfları oluşturan burjuvazi ve proletarya da doğaları gereği birbirine zıt çıkarlara sahip olan uluslararası karaktere sahip iki sınıftır. Ve çatışmaları da kaçınılmaz olarak uluslararası arenada yaşanmıştır, yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Tam da bu nedenle; komünistlerin kapitalizme karşı mücadelesi, enternasyonalist bir karakterle ve enternasyonal bir örgütlenme ile olmak zorundadır. Uluslararası işçi hareketinin ve komünist hareketin bugün için enternasyonal bir örgütlenmeden yoksunluğu, komünist hareketin önüne bu hedefi yeniden koymaktadır. Sınıf savaşları tarihi içinde ezilenlerin örgütlenme deneyimlerinden, programalarından, politikalarından, mücadele taktikleri ve biçimlerinden çıkarılacak dersler, komünist hareketin ilkesel olarak yeniden yönünü bulması ve örgütsel olarak hazırlığını yapabilmesi bakımından önem taşımakta. Bugünden bakıldığında ortaya çıkan tabloda tarih, ezilen-sömürülenlerden yana birçok politik çevre için geçmişte kalan olmuş bitmiş şeylerdir. Böyle söylenmese de politik duruşları ile bu böyledir. Bu nedenle de tarihte olanlar siliktirler ve gelecek için özel bir anlam taşımazlar. Geriye dönüp bakmanın ancak ansiklopedik bir anlamı olabilir ve yaşandıkları gün için bir önem taşıyabilirler. Bu yaygın yaklaşım için gelecek anlayışı bugün ve yakın yarındır. Dolayısıyla, yarın yaşanmaya başladığında bugün de silikleşecek ve önemini yitirecektir. Çünkü, öncelikle bugün önemlidir ve de önemsenmelidir. Bu nedenle de tarihi öğrenmenin ve kavramanın anlamı geleceğe hazırlanmak bakımından öğretici bir silahlanma dersi olmaz. Bütün eylemlerini bugün için hazırlarlar. Tam da bu nedenle yaşamın egemeni olanlarla çatışma dinamiklerini değil, uzlaşma dinamiklerini harekete geçirirler. Dolayısıyla da sistem içidirler ve yüzleri gittikçe kendi egemenlerinin yüzlerine benzer. Eğer ezilen insanlığın ve yeryüzü yaşamının kurtuluşu düşü yalnızca bir ütopya değil bir gelecek hedefi ise ve dün olduğu gibi bugün de birbirine karşıt sınıfların çatışmaları
24
kaçınılmazsa, bu çatışmayı ertelemek egemen olanlara nefes kazandırır. Elbette bir çatışmaya hazırlıksız ve körü körüne girilmez. Ama hazırlık faaliyeti, kendisi için sınıf olmanın bilincinde olan burjuvaziye karşı sömürülenlerin de kendileri için sınıf olma bilincinin iradi olarak örgütlenmesi ile olanaklıdır. Bu nedenle, uluslararası proletaryanın ve komünistlerin mücadele ve örgütsel deneyimlerini bir kez daha gözden geçirmek savaş silahlarımızın kontrolü bakımından zorunlu devrimci bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Enternasyonalizmin Bir Olmazsa Olmazı Olarak Uluslararası Örgütlenme deneyimleri Horlananlar Birliği 1800’lü yılların ilk yarısından itibaren sanayinin Avrupa’daki gelişim hızı küçük meta üreticilerini sanayi üretimi ile rekabet edemez hale getirmişti. Üretim alanında ortaya çıkan bu durum, küçük meta üreticilerinin sınıfsal olarak kendilerine yeter eonomik ve sosyal açıdan ayrıcalıklı zeminlerinin bozulması nedeniyle yaşanan yoksullaşma sürecinin yarattığı tehdit, küçük meta üreticilerini politikleşmeye ve dolayısıyla örgütlenmeye zorladı. Bu nedenle; küçük üretici birlikleri niteliği ile oluşan örgütlenmeler, bir bakıma kapitalist üretim karşısında yoksullaşmaya ve proleterleşmeye karşı bir direnç olarak ortaya çıktılar. 1834’de kurulan Horlananlar Birliği de, kapitalist yapılanma karşısında küçük meta üreticilerinin yoksullaşma ve proleterleşme tehlikesine karşı kendi zümresel çıkarlarını korumayı amaçlayan ilk siyasal örgütlenmesi olarak tanımlanmalıdır. Çünkü; Horlananlar Birliği’nin yüklendiği misyon, kapitalizmi aşan daha ileri bir toplumsal düzen anlayışı ve arayışı değildi. Ortaya çıkışını ve varlığını hazırlayan tarihsel ve sosyal şartlar, küçük burjuvazinin kapitalizm karşısında yok olmama refleksi ile sınırlı idi. Böylelikle kendi geçmişine ve eski toplumsal statüsüne tutunma çabasıyla biçimlenen tutuculuğu söz konusuydu. Horlananlar Birliği’nin sınıfsal yapısının temeli zanaatkarlardan oluşuyor ve yönetimini küçük-burjuva demokratlar oluşturuyordu.
Komünist Zemin Siyasal çizgisi Engels’in deyimiyle „demokratik cumhuriyetçi“ idi. Erken kapitalist gelişmeyi eleştirerek; servet farklılıklarının dengelenmesi yönünde reformlar öneren ve zanaatkarlar birliklerinin oluşturulmasını isteyen bu örgütlenme, anayasal düzenlemelerle küçük-burjuvazinin çıkarlarının korunmasını ve güvence altına alınmasını amaçlıyordu. Özel mülkiyeti savunuyor ve korunmasını istiyordu. Birliğin küçük-burjuva karakterini biçimlendiren yapısındaki zümresel farklılıkların ve ayrıcalıkların(zanaatkarlar, zanaatçı kalfaları, çıraklar vs.) yol açtığı çıkar çelişkileri iç çatışmalarının zeminini yarattı. Birlik içindeki „aşağı“ tabakaların, birliğin anlayışına, ekonomik-politik taleplerine ve örgütsel işleyişine ilişkin eleştirileri proleter ve komünizan kuramların gelişmesine zemin hazırladı. Bu durum giderek örgütsel bağımsızlaşmayı da beraberinde getirdi. Horlananlar Birliği; sınıf savaşları tarihi içinde, sanayi üretiminin ortaya çıkması ve giderek geleneksel üretim ilişkileri üzerinde baskın bir yer edinmesinin ardından, kapitalizmin, yeni egemen sınıf olan burjuvazinin iktidarı olarak şekillenmesi ile birlikte, sosyal statüsü bozulan küçük-burjuvaziyi sanayi üretimine karşı direnmeye ve çıkarlarını korumaya zorlayan bir örgütlenme ihtiyacının sonucu olarak ortaya çıktı. Haklılar Birliği Horlananlar Birliği içindeki horlanan alt zümre unsurlarının eleştirilerinden doğan komünizan eğilimler, birliğin dağılmasına ve Haklılar Birliği’nin kurulmasına yol açtı.(1836) Haklılar Birliği’nin kuruluşu, proletaryanın sınıf olarak hareket etmesi için henüz yeterince gelişmediği bir döneme rastlar. Kuruluşunun böyle bir döneme rastlaması ve tarihsel bir haklılık taşıması, onun sınıfsal yapısının özü itibari ile küçük-burjuva olduğu gerçeğini değiştirmez. Birliğin çekirdeğini, Avrupa’nın her yerine dağılmış olan Alman terziler oluşturuyordu. Engels’in deyimiyle „…bir yanda bu zanaatkarı sömüren usta idi, diğer yandan bunların hepsi küçük ustalar olmayı umuyorlardı…“ Yani; yarın sömüren olma konumuna yerleşmeye uzak olmayan, proleterleşmemiş, sınıf atlamaya çalışan küçük-burjuva zanaatkarlardı. Haklılar Birliği’nin örgütsel zemini, ilişkiler ağı, hedef
ve politikaları, deyim yerinde ise programatiği, bu sınıfsal geçiş sürecinin özelliklerini taşıyordu. Haklılar Birliği’nin amacı bakımından mücadele perspektifi net olmadığı gibi kendi içinde zıtlıklar da taşır. Bir yanında Horlananlar Birliği’nden devraldığı mücadele perspektifinde reformlar ve demokrasi için mücadele varken, diğer yanında Blanquistlerle olan sıkı ilişkilerinden ötürü „komplocu“ eğilimler ve bir başka yanında da komünizan eğilimler taşır. Bu da; Haklılar Birliği’ni, işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadele taktikleri konusunda bir sınır çizgisine, ardından da sınırlanmaya götürmüştür. “…Başlangıçta hareketin kaldıracı olan sektler, hareketin onları aşmasıyla birer engel haline gelmişlerdir…“(Marks, Engels) Sınıf savaşı tarihi açısından Haklılar Birliği; yeni ayrıcalıklılar rejimi kapitalizmde, eski ayrıcalıklılar rejimi olan feodalizmin ayrıcalıklılarının alaşağı oluşuyla boşalan yeri doldurmak isteyen bir sınıf eğilimini temsil ediyordu. Komünistler Birliği Engels, 1843’de Haklılar Birliği’ne katılması için yapılan çağrıyı birliğin komplocu taktikleri nedeniyle reddetmişti. Yine de yürüttüğü polemiklerle etkilemeye çalışarak Haklılar Birliği ile ilişkisini sürdürdü. Bu çaba ilk ürünlerini Kardeş Demokratlar’ın kuruluşuyla verdi. 22 Eylül 1845’teki kuruluş kongresi raporunda Engels şöyle der; „…Proleterler tüm ülkelerde bir ve aynı çıkarlara sahiptirler. Önlerinde bir ve aynı düşman, bir ve aynı mücadele vardır…“ Bu sözler, uluslararası bir sınıf olarak proletaryaya ve komünistlere yapılmış ilk çağrı ve proletarya enternasyonalizmi ilkelerini işaret eden ilk haykırış niteliğindedir. Kapitalizm karşısında komünistlerin uluslararası devrimci ilişkilerinin gelişmesinde bir başka kilometre taşı olarak Komünist Yazışma Komiteleri’ni sayabiliriz. Bu komiteler Marks ve Engels’in Fransa, İngiltere ve Almanya’daki sosyalist guruplar ve Haklılar Birliği ile yürüttükleri tartışmaların yarattığı etkinin sonucu oluşmuştur. 1847’ye kadar Haklılar Birliği’ne fiilen katılmayan Marks ve Engels, aynı yıl yapılan kongrede aktif olarak yer alarak birliğin adının Komünistler Birliği olarak
25
Komünist Zemin değiştirilmesini sağladılar. Bu kongrede, Haklılar Birliği’nin tüzüğünde yer alan „Bütün insanlar kardeştir.“ şiarının yerini, Marks ve Engels tarafından kaleme alınan yeni tüzükte „Bütün ülkelerin işçileri birleşin.“ şiarı aldı.
Komünistler Birliği’nin kuruluşunun Avrupa ve Almanya’da gelişen devrim dalgasıyla örtüşmesi, örgütün bu sürece müdahale etme ihtiyacından kaynaklanan tartışmalara yol açarak, örgüt içindeki farklı görüş ve eğilimleri açığa çıkarttı. Bir uçta „…Sosyalistler burjuva devrimlerini reddederler, işçilerin böyle bir devrimde çıkarları yoktur…“ anlayışından hareketle gelişmekte olan sürece katılımı ve müdahaleyi reddeden eğilimin duruşu varken, diğer uçta ise nesnel koşullardan soyut, derhal ayaklanma ve darbe önerileri yapan eğilimin duruşu vardı. Marks ve Engels ise birlik içinde yaşanan bu tartışmalarda, Avrupa’da ve Almanya’da gelişen devrim dalgasının etkisi ile yaşananlar üzerine, burjuva demokratik bir devrimde işçi sınıfının durumu ve tutumunun ne olması gerektiğine dair irdelemeler yaptılar. Almanya’daki toplumsal durumun maddeci bir tahliline dayanarak ve feodal mülkiyetin yıkılması zorunluluğundan hareketle, demokratik mücadeleye katılımın önemini ve fakat işçilerin burjuva devrimini aşan çıkarlarını da işaret ettiler. Bugün, o tarihte yaşanan tüm bu düşünce karmaşasının ve perspektif çatışmalarının, devrimin canlı ve dinamik ortamında farklı sınıf eğilimlerinin kendilerini uluslararası planda ortaya koyma ve bir tutum belirleme ihtiyacının dayattığı zorunluluktan kaynaklandığı açıktır. Birinci ve ikinci kongre sırasında yaşanan tartışmalı süreç, Komünistler Birliği’nin pro-
26
gramatik temellerinin de değiştirilmesine yol açtı. Birinci kongre sırasında kabul edilen Siyasal İnanç Bildirgesi yerine, ikinci kongrede programatik bir metnin(bildirge) yazılması görevi Marks ve Engels’e verildi.(29 Kasım 1848) Böylelikle; Avrupa da yayılan devrim dalgası üzerine somut bir strateji ve taktik belirleme ihtiyacından kaynaklanan bu tartışmalar, Komünistler Birliği’nin programı olan Komünist Manifesto’nun ortaya çıkmasını sağladı. Komünist Manifesto; komünistlerin, ezilen insanlığın kurtuluşu için tüm dünya işçi sınıfına programatik bir belge ile yaptığı ilk çağrıydı. 1848’de ortaya çıkan devrimci durumda Komünistler Birliği’nin işçi hareketi üzerindeki örgütsel belirleyiciliği ve politik etkisinin sınırlı kalışı, devrim dalgasının geri çekilmesi ile gerici siyasi iktidarların artan baskısı ve örgütün kendi içindeki görüş ayrılıklarının yarattığı çatışma nedenleri ile dağılma noktasına gelindi. Sonunda kendini feshetti. Haklılar Birliği’nin Komünistler Birliği’ne dönüşmesi biçimsel olarak bir isim değişikliği değil, sınıf perspektifi ve gelecek ütopyası ile niteliksel bir dönüşümdür. Bu nedenle Marksist niteliğe sahip ilk uluslararası devrimci işçi örgütüdür. Ezilen insanlığın toplumsal kurtuluşunun, ezilen bir sınıf olarak proletaryanın kurtuluşuyla ve sınıfsız topluma geçişle mümkün olabileceğinin programatik ilk temelleri Komünistler Birliği örgütlülüğü ile komünist harekete kazandırılmıştır. Komünistler Birliği; Horlananlar Birliği ve Haklılar Birliği gibi evrilen dünyada zümresel çıkarları için ayrıcalık peşinde koşan reformcu bir hayalciliğin değil, devrilen dünyadan sınıfsız ve eşitlikçi yeni bir dünya yaratma amacının devrimci düşünü taşımıştır. Birinci Enternasyonal 1848 devrimlerinin yenilgisini izleyen yıllar boyunca yaşanan siyasal gericilik uluslararası işçi hareketinde de durgunluğu ve geri çekilmeyi beraberinde getirmişti. Ancak; Avrupa’da 1850’lerde başlayan ekonomik büyümenin bir sonucu olarak sanayi üretiminde yaşanan büyümenin yansımaları işçi sınıfının nicel ve nitel gelişimini de sağladı. 1857-58 yıllarında ise yaşanan ekonomik genel bunalımın etkisiyle ortaya çıkan grevler işçi sınıfı hareketinde yeniden bir kıpırdanmaya
Komünist Zemin neden oldu. Bu grevlerle birlikte; 1848 devrimlerinin yenilgisinin yol açtığı geri çekilmenin ardından gelen gericilik yılları süresince, işçi sınıfı hareketinin durgunluk ve dağınıklık dönemi, artık yerini örgütlü mücadeleye doğru bırakma eğilimi gösteren yeni bir döneme bırakıyordu. Komünistler Birliği’nin dağılmasından sonra ilk kez, sınıf hareketindeki bu yeni yükselişin etkisi ile komünist harekette de bir canlanma başladı ve 1864’te Londra’da Enternasyonal İşçi Derneği kuruldu. Dernek daha sonra Birinci Enternasyonal olarak tarihe geçecektir. Başlangıçta derneğin bütünlüklü bir toplumsal projeye sahip olduğu söylenemez. Zaten önderliği de komünistlerin elinde değildi. Fakat Komünistler Birliği’ne oranla daha geniş bir etki alanı vardı. Enternasyonal içinde yer alan Terziler Birliği, Ameleler Birliği gibi bir çok örgütlenme bu süreç içinde Komünist Manifesto Perspektifleri doğrultusunda(tüzük ve programı ile) hareket ederek yerel sınırlarını aşmış ve uluslararası alana yayılmışlardı. Belirtmek gerekir ki; burjuvazinin ekonomik ve siyasal her hareketi, ezilensömürülenlerin gündelik yaşamlarını ve geleceklerini doğrudan belirlediği için onu da bir tutum almaya zorlar ve hareket ettirir. O dönemde Avrupa’da kapitalist yeniden yapılanmanın yarattığı sonuçlar proletaryanın karşı politik tutumunun oluşmasını hızlandırmıştır. Sermayenin bu hareketi, ezilen-sömürülenlerin birbirleriyle buluşma ihtiyaçlarını arttırarak burjuvaziyle çatışma dinamiklerini ve alanlarını çoğaltmıştır. Avrupa da yükselen işçi hareketinin çaktığı kıvılcım kısa süre içinde büyüyerek proletaryayı saran devrim ateşine ve burjuvaziyi yakan yangına dönüştü. Proletarya, 72 gün boyunca ayakta kalan proletarya diktatörlüğü deneyimi Paris Komünü(18 Mart - 28-Mayıs 1871) ile ilk kez kaderini kendi ellerine alarak ezilen insanlığın mücadele tarihine bir mevzi ve deneyim kazandırdı. Birinci Enternasyonal’de, barikatlarında Enternasyonal Marşı’nın okunduğu Paris Kömünü ile birlikte adını tarihe yazdırdı.
Kitlelerin kendiliğinden hareketinin ürünü olan Paris Komünü, işçi sınıfı hareketinin gelişiminin ve yönelimlerinin de ilk örneğidir. Proletaryanın sermayeye karşı mücadelesinde ekonomik ve politik taleplerinin iç içe geçerek gelişimi burjuva hegomanyasının sınırlarıyla karşı karşıya geldiğinde hızla onu aşma eğilimini göstermiştir. Proletaryanın hareketi bir kez politikleştiği ve uygun tarihsel-sosyal şartlarla buluştuğu andan itibaren burjuva dünyası sınırları içinde çözemediği sorunlarını çözmek için doğal bir refleksle iktidarın fethine yönelir. Burjuva devlet cihazını parçalayarak burjuva demokrasisi yerine proleter demokrasisini geçirir Paris Komünü yenilgisi sınıf mücadelesinin ivmesini düşürdü. Fakat komün deneyimi komünist öncüye proletarya iktidarı konusunda geniş ve derin bir miras bıraktı. Ancak; sınıf mücadelesinin düşen seyri ve anarşizmin “yükselişi”, enternasyonalin kitle seferberliğinden çıkardığı dersleri içselleştirme çabasını arttırmış olsa da, hayata geçirilişini o dönem için olanaklı kılmamıştı. Enternasyonal içinde küçük bir azınlığa sahip olan komünistler sınıf mücadelesi perspektifinin çarpıtılmasına ya izin verecekler ya da bu girişime karşı mücadele edeceklerdi. Fakat, Marks’ın “geçen neslin devrimcileri” olarak nitelediği Bakuninciler ve Blanguistler’e karşı sürdürdüğü mücadele enternasyonal içinde belirleyici olamadı ve Birinci Enternasyonal 1876’da dağıldı. Ama, komünist harekete miras kalan Marksizm’in en temel ilkelerinin bu dönem içinde anarşistlerle sürdürülen polemiklerden şekillendiğini de unutmamak gerekir. İkinci Enternasyonal Komünün yenilgisi ve enternasyonalin dağılışı, işçi hareketinin uluslararası örgütlülüğünün kesintiye uğradığı ve ulusal kabukları içine çekildiği uzunca bir dönemi beraberinde getirmişti. Bu dönem boyunca işçi hareketi ulusal kabukları içinde taktik sorunlar üzerinde yoğunlaştı. Ulusal işçi örgütleri sendikal ve siyasal düzlemde bu dönem içinde büyüdü ve kitleselleşti. Farklı ülkelerin işçi örgütleri arasındaki dağınıklık ve kopukluk yılları boyunca Engels, komün ve enternasyonal deneyimlerini yaşamış olmanın verdiği güvenle neredeyse bir uluslararası merkezmişçesine çalıştı.
27
Komünist Zemin Çeşitli ülkelerin işçi örgütleriyle yazışıp teorik-politik düzeyde etki ederek Marksizmin ve enternasyonalizmin hafızası ve taşıyıcısı oldu. Uluslararası bir örgütlenme olmamasına karşın bu dönemin tartışmaları tüm dünyada işçi örgütleri arasında bağlar kurulmasına ve örülmesine hizmet etti. İşçi hareketinin ulusal kabukları içine çekilme dönemi kısa sürdü. İşçi sınıfı Avrupa ve Amerika’da sekiz saatlik iş günü için grevler ve eylemlerle yeniden harekete geçti. Tarihte ilk kez işçi sınıfının kitlesel sendikaları ve siyasal örgütleri bu dönemde kendini gösterdi. Uluslararası işçi hareketinin ikinci kez enternasyonal örgütlenmesi 1889’daki kongresi ile eylem içinde doğdu. İkinci Enternasyonal kendisini Birinci Enternasyonal’in devamı olarak kabul eder. Amacını; “burjuva sınıfının kapitalist ekonomik-siyasal iktidarını ve egemenliğini yıkarak, işçi sınıfının kurtuluşunu sağlamak” olarak ifade eder. Ama birinciden farklı olarak İkinci Enternasyonal partilerinin çoğunluğu kendini Marksist olarak tanımlayan ulusal temelli kitlesel örgütlerden oluşmuştu. Komünistler Birliği ve Birinci Enternasyonal’e oranla çok daha kitlesel, örgütsel olarak ise daha gevşek ve sürekliliği olmayan bir örgüttü. Büyük ulusal partiler ve sendikalardan oluşmuş olması, yapısının fedaratif oluşunun başlıca sebebiydi. 1900’den sonra sendikal örgütlerin enternasyonalin dışına çıkarılması ve Uluslararası Sosyalist Büro’nun kuruluşu örgütün federatif yapısını değiştirmedi. İkinci Enternasyonal’in bu niteliği, onun gerçek anlamda bir siyasal merkez konumuna gelmesini engelledi. Yaşadığı yirmi dört yıl boyunca fedaratif ve iç tartışmalarla bölünmüş yapısını aşamadı. Kapitalizmin yeniden yapılanma ihtiyacının yol açtığı Birinci Topyekün Emperyalist Savaş patlak verdiğinde(1914), başta Alman Sosyal Demokrat Partisi(SPD) olmak üzere İkinci Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğu kendi emperyalist iktidarlarının yanında yer aldı. Kimi ülkelerde burjuva hükümetlere katılarak, kimi ülkelerde ise sosyal-şöven politikalara sessiz kalarak bu politikaları desteklediler. Lenin bunu hiddetle şu şekilde tanımladı; “…Savaş için güven oyu veren hükümetlere girenler, anayurdun savunulması taraftarları, açıkça sosyalizme
28
ihanet etmişlerdir. Bunu ancak ikiyüzlüler inkar edebilir…” “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!” şiarı ile yola çıkan enternasyonalin içine düştüğü ihanet çizgisini alaylı ama acı bir üslupla Rosa Lüxemburg ise şöyle ifade etmişti; “…Bütün ülkelerin işçileri barışta birleşin, savaşta birbirinizi boğazlayın…”
Bolşevik Parti hariç İkinci Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğunun proletaryanın uluslararası çıkarları yerine emperyalistlerin yanında yer alması enternasyonalin fiilen çökmesine neden oldu. Sosyal-şöven ve oportunist politikalar karşısında, başta Bolşevik Parti olmak üzere enternasyonalist komünistlerin kararlı kopuşu, uluslararası işçi hareketinin örgütsel sürekliliği için atılan ilk adım oldu. Bu yıllar boyunca işçi hareketi ulusal örgütler üzerinde ve ekonomist bir çerçevede gelişti. Ekonomist ve reformcu eğilimleri olan bu ulusal merkezci örgütler ve sendikalar İkinci Enternasyonal’in siyasipolitik perspektifinin karakteristiğini belirledi. Enternasyonal, kuruluşundaki örgütsel gevşekliğin etkisiyle emperyalist savaş karşısında ilk(ve son) sınavını veremedi. Şüphesiz, İkinci Enternasyonal içinde proletaryanın burjuvaziden siyasal ve örgütsel bağımsızlığını korumaya kararlı unsurlar sadece Bolşevik Parti’den ibaret değildi.
Komünist Zemin Yalnız reformlar için mücadeleyi savunanlara “…Asgari program hiçbir şeydir, azami program her şey.” diyen Rosa Lüxemburg ve Karl Liebnecht gibi komünist devrimciler de enternasyonal içi mücadelenin Marksist tarafıydılar. Burada vurgulanması gereken şudur: Fikirlerin doğruluğu, hayata geçirilebilirliklerini garanti etmez. Proletaryanın siyasal-örgütsel bağımsızlığı hiçbir zaman bir çırpıda ve yalın bir biçimde gerçekleşmemiş, siyasal ve örgütsel alanda bir iç mücadele sürecinin içinde biçimlenmiştir. İkinci Enternasyonal’in devrimci kanadı da, sonuna dek bu sınıfsal mevziyi doğru çizgiye çekmeye çalıştı. Bu boş bir çaba değildir. İktidarı sınıf temelinde kavrayan, bağımsızlığı sınıfsal temelinden ayrı düşünmeyen bir sınıf bilincidir. Bunun önemini anlamamakta ısrar etmek, tarihsel haklılığı örgütsel haklılıkla özdeşleştirip dar gurup çıkarlarını sınıf çıkarlarının önüne koymaktır. Tarih bu türden oluşumların kısa sürede birer sekte dönüştüğünü gösteren örneklerle doludur. Üçüncü Enternasyonal (Komintern) İkinci enternasyonal’in fiilen dağılışının ardından, enternasyonal partileri içinde yer alan enternasyonalist komünistler yeni bir uluslararası örgütlenme hedefiyle 1915’te Zimmerwald ve 1916’da Kienthal konferanslarını topladılar. Katılımcılar enternasyonalist ve anti-şöven bir tutum üzerinde birleşmişseler de, bileşenleri arasında merkezci ve barışçı eğilimler de vardı. Başını Bolşeviklerin çektiği devrimci eğilimin “Savaşa karşı sınıf savaşı” şiarı ile “Üçüncü Enternasyonal için ileri” çağrısı savaş süresince gerekli yankıyı bulamadı. Savaş boyunca bir tek Bolşevik Parti’nin tavrı kendi ulusal devletinin yenilgisini hedefliyordu. Bolşevikler “Bu savaş bizim savaşımız değil” diyor, ama emperyalistlerin de savaştan galip ve güçlü çıkmasını değil yenilmelerini istiyorlardı. Bu da işçi sınıfının harekete geçmesi ve zaferi ile olanaklı idi. Bu nedenle cephede bozguncu faaliyet yürüterek farklı ulusların işçilerinin silahlarını birbirlerine değil kendi burjuvalarına çevirmeleri için çalışıyorlardı. Bolşeviklerin kararlı mücadeleleri 1917 Ekim Devrimi ile kendi coğrafyalarında hedeflenen sonucu verdi. Rus proletaryası silahlarını başka uluslardan sınıf kardeşlerine değil, kendi egemenleri o-
lan çarlık otokrasisine ve burjuvalara çevirerek üzerlerine düşen tarihsel sorumluluğu yerine getirdiler. Çarlık Rusya’sında proleter devrimin mimarı olan Bolşevikler, Dünya Devrimi’ne karşı olan sorumluluklarını hem Ekim Devrimi ile sınırlamadılar ve hem de bu sorumluluğu unutmadılar. İkinci Enternasyonal’in ihanetiyle oluşan demoralizasyona rağmen, emperyalist savaşın neden olduğu yıkımlara rağmen ve iç savaş tehdidi altındaki Ekim Devrimi’nin korunmasının garanti altına alınamamış olmasına rağmen enternasyonalist sorumluluklarını sürdürdüler. Ekim Devrimi’nin moral gücüyle ve Bolşevik Partinin öncülüğüyle enternasyonalist komünistler 4 Mart 1919’da Üçüncü Enternasyonal’in ilk kongresini toplayarak uluslararası proletaryayı ve dünya devrimini selamladı.
Üçüncü Enternasyonal İkinci Enternasyonal’in devrimci bir eleştirisi üzerine kurulan, ondan farklı ve onunla mücadele eden bir enternasyonaldir. İkinci Enternasyonal’in sınıf işbirlikçisi oportünist politikalarının karşısına, devrimci bir alternatif olarak sınıf savaşımını, burjuva demokrasisinin yerine ondan milyon kez daha demokratik olan proleter demokrasisini koymuştur. Üçüncü Enternasyonal İkinci Enternasyonal’in sınıf
29
Komünist Zemin uzlaşmacı ve sosyal-şöven politikalarından devrimci bir kopuşun ve devrimci Marksizm’in enternasyonalist çizgisinin örgütsel sürekliliğinin temsilcisidir. Üçüncü Enternasyonal’i; kuruluşu, örgütsel yapısı ve perspektifiyle diğerlerinden ayıran yanlar vardır. Birincisi; diğer enternasyonaller rakipsizdirler ve dönemlerinin tek uluslararası örgütü olma özelliğini taşırlar. Birbirlerinin içinden değil, birbirlerinin peşi sıra ve yarattıkları boşluk üzerine doğmuşlardır. Üçüncü Enternasyonal ise İkinci Enternasyonal’in içinden ama devamı olarak değil, onun reddi ve rakibi olarak doğdu. Hem uluslararası proleter devrimleri için mücadele etti, hem de İkinci Enternasyonal’in oportünist politikalarının kitleler üzerindeki yanıltıcı ve sınıf uzlaşmacı etkilerini kırmak için. Bir başka önemli farkı, ezilen uluslara ve sömürgelere ilişkin tutumudur. Önceki enternasyonaller daha çok ezen ulusların işçilerine hitap ediyordu. İlk kez Üçüncü Enternasyonal, üçüncü dünyanın ezilen halklarını uluslararası işçi hareketinin bayrağı altında kapitalizme ve sömürgecilere karşı mücadeleye çağırdı. Üçüncü Enternasyonal, Ekim Devrimi ile müjdelenen proleter devrimlerinin bütün dünya için güncelleştiği bir çağda, yalnız işçi sınıfının dayanışmasını, işbirliğini ve birlikte hareketini değil, başlayan devrimi uluslararası arenaya yaymak, dünya devrimini tamamlamak ve ona önderlik etmek için inşa edildi. Bugün; Üçüncü Enternasyonal’in Rus(Ekim) Devrimi’ni yaşatmak için kurulduğunu öne sürenler var. Bolşevik Partisi çarlık otokrasisine karşı savaşırken, bunun Rus devrimi için değil dünya devrimi için olduğunun bilincindeydi. 1914’te devrimin esamesinin bile okunmadığı bir dönemde emperyalist savaşa karşı “Savaşa karşı sınıf savaşı” şiarını öne sürdüler. Bu çağrının tek bir anlamı vardı; proletaryanın kendi kızıl bayrağının altında toplanması ve yalnız kendi sınıf çıkarları için dövüşmesi. Yeni bir enternasyonalin oluşumu için Bolşevik Partisi’nin verdiği mücadele ancak Ekim Devrimi’nden sonra ürününü vermişti. Bu süreçte bir enternasyonale en çok ihtiyaç duyan SSCB proletaryası ve onun öncüsü idi. Ekim Devrimi pratiği ile elde edilen dünya devrimi yolundaki zafer ancak uluslararası alana yayılarak korunabilir, süreklilik kaza-
30
nabilir ve dünya devrimiyle gerçek amacına ulaşabilirdi. Bu bilinç onları, ileri bir kapitalist ülke olan Almanya’da devrimin gerçekleşmesi uğruna Sovyet iktidarının yenilgisini bile göze almaya yöneltti Dünya devriminin partisi olarak kurulan Üçüncü Enternasyonal iflasın eşiğine birdenbire gelmedi. Emperyalizm tarafından kuşatılmış ve dünyadan yalıtılmak istenen SSCB, emperyalist paylaşım savaşı ve bunu izleyen iç savaş sırasında sanayisinin %60’ını ve öncü kadrolarının büyük çoğunluğunu yitirmişti. Avrupa’ya sıçrayan devrim kıvılcımlarının birbiri ardına sönmesi SSCB’ni kendi içine kapanmaya zorlayan etmenler oldu. Bürokrasi bu sayede güçlendi ve iktidara çöreklendi. Bürokrasinin iktidarına karşı gelişen muhalefet ise önce SBKP’den sonra enternasyonalden tasfiye edilerek susturulmaya çalışıldı. İç savaş yıllarında uygulanan savaş hali kuralları sürekli hale getirildi. Bu, muhalefeti susturmak için yeterli olmayınca, devrimin önderleri olan muhalefet liderleri sudan sebeplerle yargılanıp idam edildi, sürgüne yollandı, ve faili “meçhul” cinayetlere kurban edilerek katledildimeye başlandı. Lenin’in sağlığında son kez katıldığı enternasyonal kongresi olan 4. kongre “…proleter devriminin hiçbir zaman tek bir ülke içinde muzaffer olamayacağını, ancak uluslararası ölçekte ve dünya devrimine ulaşarak zaferin kazanılabileceğini tüm ülkelerin proleterlerine hatırlatır” kararını almıştı. Oysa 6. kongre(1928) “Sosyalizmin tek ülkede gerçekleşebileceği ” kararını enternasyonalin resmi görüşü olarak kabul ve ilan etti. Bu süreç içinde Stalin yönetimindeki SBKP, Sovyet devletinin varlığını, yalnızca emperyalist devletlerle diplomatik pazarlıklara dayandıran bir dış politikayı adım adım inşa etti. SSCB’nin çıkarları başka ülkelerdeki proletaryanın çıkarlarından bağımsızlaştırıldı. Tek Ülkede Sosyalizm teorisinin “öngörüsü” böylelikle pratikte gerçekleşmiş oldu. Dünya devriminin yayılması hedefiyle kurulan Üçüncü Enterna-
Komünist Zemin syonal ve ona bağlı partiler de SSCB’nin dış politikasında istediği gibi kullandığı örgütler haline geldi. Aynı dönemde Avrupa kapitalizminin bağrında faşizm illeti mayalanıyordu. Bunu saptayan Troçki’nin tüm uyarılarına ve Uluslararası Sol Muhalefet’in tüm çabalarına karşın, başta Alman Komünist Partisi olmak üzere enternasyonal partileri Sosyal Faşizm uydurma teorisi ile işçi sınıfının güçlerini bölen sekter bir tutum benimsediler. Üçüncü Enternasyonal, faşizmin artık açık bir tehdit haline geldiği 1936’da, 2. kongresinde faşizme karşı mücadele taktiği olarak kararlaştırılmış olan Birleşik İşçi Cephesi politikası yerine ikame ettiği ultra-sol Sosyal Faşizm tavrından ultra-sağ Halk Cephesi politikalarına savruldu. Fransa ve İspanya’da Halk Cephesi hükümetlerine katılan komünist partiler kendi ülkelerinde mücadele kızışıp proleter devrimler gündeme geldiğinde burjuvaziyi ürkütmemek için işçi sınıfını frenleme görevini üstlendiler. İspanya devrimi bu sayede faşist Franco tarafından ezildi. 1943’te asalak Sovyet bürokrasisi İngiliz ve Amerikan emperyalizmiyle diplomatik pazarlıklara dayalı ilişkilerini zora sokmamak için Üçüncü Enternasyonal’i lağvetme kararı aldı. Dünya devrimini örgütlemek amacıyla inşa edilen Üçüncü Enternasyonal, Stalin’in “…Komintern yüzünden bizi devrimi yaymakla suçluyorlar…” sözleriyle kapatıldı. Dördüncü Enternasyonal Stalinist bürokrasinin emrine giren Üçüncü Enternasyonal’in dünya devrimine ihanete varan politikalarıyla mücadele eden Troçki ve Uluslararası Sol Muhalefet 1933’te Komintern’in iflasını ilan ettiler. O günün koşulları önlerine iki temel ve acil sorunun çözümü için tarihsel bir sorumluluk koymuştu; Avrupa’da yaklaşan faşizm tehlikesine karşı işçi sınıfının en geniş kesimlerini kucaklayacak Birleşik İşçi Cephesi’nin örgütlenmesi ve sınıf mücadelesini bir merkezde toplayıp yönlendirebilecek bir uluslararası devrim partisinin inşa edilmesi. Uluslararası Sol Muhalefet, Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesinden birkaç gün önce 11 maddelik bir karar metni kaleme almıştı. Metin; emperyalizm ve burjuva devletine karşı tutum, proletarya diktatörlüğü, köylülük ve ezilen uluslara bakış, Sovyetler, sen-
dikalarda çalışma, parlamentarizm ve Birleşik İşçi Cephesi gibi konularda Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin temel tezlerine bağlılığını ifade ediyordu. Bu temel tezleri revize eden 5. ve 6. kongre kararlarını ise reddediyordu. Uluslararası Sol Muhalefet Platformu olarak bilinen bu belge yeni bir enternasyonalin kuruluşu için yapılan görüşmelerde de tartışmaların temelini oluşturdu. Dördüncü Enternasyonal 1938’de kuruldu. Troçki’nin kaleme aldığı Geçiş Programı metni kuruluş kongresinde Dördüncü Enternasyonal’in programı olarak kabul edildi.
Troçki’nin Stalinist bir ajan tarafından öldürülmesiyle(1940), İkinci Emperyalist Topyekün Paylaşım Savaşı’nın hemen başında kurucu liderini kaybeden Dördüncü Enternasyonal, dünya devriminin partisini inşa etme iddiasına rağmen, yalnızca Marksizm’in devrimci duruşunun ve Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinin kazanımlarının savunucusu ve taşıyıcısı olabildi. Bu durumu ile de; niyetinden bağımsız bir tanımlanmayla, sadece bir misyon örgütlenmesi olabildiği söylenebilir. Stalinist bürokrasinin ele geçirdiği Üçüncü Enternasyonal’in ihaneti karşısında Troçki’nin yeni bir enternasyonal örgütleme çabası hem haklıydı hem de o koşullarda cesur bir adımdı. Bir yandan emperyalist devletlere ve kapitalizme karşı dünya devriminin çıkarları
31
Komünist Zemin için mücadele ederken, diğer yandan da Stalinizme ve onun komünist hareket üzerinde yarattığı ideolojik-politik tahrifata karşı mücadele etmekteydi. Öte yandan da enternasyonalist komünistlere karşı dünya çapında girişilen girişilen imha hareketi karşısında kendisini korumak zorundaydı. Ancak; Dördüncü Enternasyonal kurulduğunda savaş artık kapıdaydı. Savaşa karşı devrimci bir cepheyi örgütlemek için gerekli ve yeterli hazırlık yapılamamıştı. Dördüncü Enternasyonal’in inşası haklı ve cesur bir adım olsa da oldukça gecikmiş olarak atılmış bir adımdı. Bu nedenle de etkili olamadı.
Özelikle 1989’da duvarın çöküşüne parelel olarak ideolojik zemin üzerinden mücadele geri plana itilmiş; Dördüncü Enternasyonal geleneğine bağlı akımlar, politik mücadelede gerek anlayışı, gerek talepleri gerekse de eylemi bakımından stalinist akımlar ile aynı zeminde buluşmuş ve bir anlamda düşmanına benzemiştirler. Bugünü itibariyle Dördüncü Enternasyonal geleneğinin bütün sektörleri, ideolojik ve programatik düzlemde her ne kadar da Komüntern’in ilk dört kongre kararlarında vücut bulan komünist geleneğe bağlılıklarını ifade etseler de, fiilen bundan uzaktırlar. Dördüncü Enternasyonal geleneğine bağlı akımlar, günümüzde sosyal demokrasinin sol kanadı gibi hareket etmektedirler. Sonuç olarak: Dördüncü Enternasyonal, kuruluşuna esin kaynağı olan Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongre kararlarından gün be gün uzaklaşmış ve nihayetinde çerçevesi Komüntern’in ilk dört kongresinde ortaya konulan komünist gelenekten ricat etmiştir. Nedenleri ne olursa olsun, bu gerçeği değiştirmeye yetmeyecektir. O halde Nasıl Yapmalı, Nereden Başlamalı?
Troçki’nin ölümünü ve savaşın bitimini izleyen yıllarda Dördüncü Enternasyonal bir devrim enternasyonali değil, devrim için kadro enternasyonali bile olabilecek olgunluğa ulaşamadı. Dördüncü Enternasyonal; Komünist hareketin tarihsel ve ideolojik kazanımlarının bugüne taşınabilmesinin onurunu taşısa da, kapitalizme karşı mücadelede devrimci anlamda öncü bir rol oynayamadığı gibi, sınıf mücadelesinde devrimci bir damarın yaratılmasına da ön ayak olamamıştır.
32
Başlanacak yer ne tek başına gelinen son nede en başıdır. Başlanması gereken yer; 150 senedir devam eden yolculuğu bu kez tersinden yani geriye doğru yapmaktır. Bu yolculuğun anlamı ise, çarmıha gerilerek akbabalara sunulan enternasyonalizm anlayışını kendi küllerinden yeniden yaratarak ayağa kaldırmak olmalıdır. Bu ise, ancak ve ancak bu yolculuğu, gittiği yola sevdalı bir yolcunun sevdasıyla yapmak; 150 yıllık uzun yolculuğun devrimci anlamda bir muhasebesini yapmak; devrimci ve devrimci olmayan kırılma noktaları açıklıkla ortaya koymak ile mümkündür. Gerek komünizmin geleceği, gerekse de kurtuluşu komünizme endekslenmiş yok sayılanların geleceği bu yolculuğa bağlıdır. Bu bilince bağlı olan ve politik varlık nedenlerini komünist bir dünya kurmaya bağlamış olan komünistlerin, bu yolculuğu layıkı ile tamamlayıp; enternasyonalizm fikrini kendi küllerinde yeniden ayağa kaldırabilmeleri için olmazsa olmazları şunlar olmak durumundadır:
Komünist Zemin Dünya İşçi Sınıfı’nın Genel Çıkarlarını Savunmak ve Enternasyonalist Birliğini Sağlayabilmek İçin Batı İşçi Sınıfı’nın Dar Zümre Çıkarlarına Karşı Mücadele Batı İşçi Sınıfı’nın dar zümre çıkarlarına karşı mücadele etmeden Dünya İşçi Sınıfı’nın genel çıkarları savunulamaz. Bir başka deyişle; Batı İşçi Sınıfı, kendi dar zümre çıkarları için dünya yoksullarına ihanetten vazgeçmeden, enternasyonalist anlamda, Dünya İşçi Sınıfı’nın bir müttefiği olamaz ve Batı’da sosyalist bir işçi devrimini gerçekleştiremez. Bu gerçeklik karşısında Komünistler, Batı İşçi Sınıfı ile dünya siyahlarının arasındaki devrimci bağı kurabilmenin önkoşulu olarak, Batı İşçi Sınıfı’nın dar zümre çıkarları karşısında dünya işçi sınıfının genel çıkarlarını savunmalıdırlar. Beyaz Kıta İçin „Sosyal Adalet“ ve Refahın, Siyah Dünya İçin İse, Yoksulluğun ve Adaletsizliğin Sembolü Olan „Sosyal Devlet“e Karşı Mücadele Batı İşçi Sınıfı ile yoksul dünya emekçilerinin tarihsel kader birliğini yaşayan bir mücadele birliğine dönüştürmenin ön koşulu; burjuvazi ile Batı İşçi Sınıfı arasındaki çıkar birliğine ve suç ortaklığına dayanan "Sosyal Devlet" anlaşmasının iptalidir. Batı´da ki "Sosyal Devlet" ya da refah, dünya yoksullarının sömürüsüyle finanse edilmektedir. Bugün "Sosyal Devlet“i savunmak: İşçi sınıfının egemen anlamda ki bölünmüşlüğünü, çoğunluk açısından sosyal adaletsizlik anlamına gelen bugünkü iş bölümünü ve paylaşımı savunmak; Batı İşçi Sınıfı’nın dar zümre çıkarları için dünya emekçilerinin genel çıkarlarını feda etmek demektir. Bundan dolayıdır ki Komünistler, dünyanın ayrıcalıklılarının ayrıcalıklarını korumak için değil, herkes için eşit şans, eşit imkan, adalet ve yaşama hakkı için mücadele etmelidirler. Maastricht ve NAFTA´ ya Karşı Mücadele Yaklaşık olarak yarım yüzyıl boyunca "utanç duvarı" diye anılan, yıkıldıktan sonra ise
insanlığın utanç abidesi diye bir kısmı müzeye kaldırılan, kalan kısmı ise dünyanın dörtbir yanından gelen turistlere satılan ve gerek turistler, gereksede medya aracılığıyla parçaları ve görüntüleri bütün yeryüzüne dağıtılan Berlin Duvarı bugün artık yok. Dün „utanç duvarı“nı "yaşasın özgürlük" sloganlarıyla yıkan beyaz dünya, bugün insanı şaşkına çeviren bir ikiyüzlülükle Güney Amerika, Afrika ve Asya yoksullarının etrafına aşılmaz duvarlar örüyor. Avrupa Birliği, imparatorluk sınırlarına, yoksullaştırdığı insanlığın ulaşmasını engellemek için sınır ötesi sınırlar oluştururken, ABD Atlantik'ten Pasifik´e, Meksika sınırı boyunca aşılmaz bir duvar inşa ediyor. Yoksul insanlığın etrafına örülen bu duvarlarla, yüzyıllardır sömürülen zengin toprakların yoksulaştırılan ve yok olmaya mahkum edilen insanlarının, Batı`da ki zengin ve lüks yaşama sızması engellenmek isteniyor. Batı „sosyalist“ solu ise, dünya yoksullarının etrafına örülen bu duvarları, yani Maastricht ve NAFTA anlaşmalarını, Batı insanının yaşamında yolaçtığı olumsuz etkiler açısından tartışıyor; Batı insanı açısından söz konusu anlaşmalara karşı çıkıyor ve daha "sosyal" bir Batı dünyası talep ediyor. Bu yaklaşımıyla Batı solu, ne kadar ırkçı ve Batı merkezli olduğunu, olaylara dar zümre çıkarları açısından baktığını insanı kahredecek derecede açıkça gösteriyor. İnsanlığın tam eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan bir dünya için savaşan Komünistler, yoksul insanlara karşı uygulamaya konulan yeni savaş stratejileri Maastricht ve NAFTA´ya karşı yoksulların direniş cephesini örgütlemek için mücadele verdikleri gibi, Batı solunun ırkçı ve Batı merkezli anlayış ve pratiğine karşı da uzlaşmaz bir kavga vermelidirler. İşgücünün Dünyada Serbest Dolaşımı İçin Mücadele Komünistler, rehber edindikleri komünist anlayış ve tutumun gereği olarak, en ateşli savunuculuğunu Batı İşçi Sınıfı’nın yaptığı ve Batılı işçi örgütlerinden-muhafazakarlara, sosyal demokratlardan-faşist partilere kadar bütün „Batı Milleti“nin tam bir „ulusal“ birlik ruhuyla karşı çıktığı iş gücünün serbest dolaşımını yani sınırların fiilen dünyanın yok-
33
Komünist Zemin sul emekçilerine açılmasını kararlı ve tavizsiz bir şekilde savunmanın yanı sıra, bazı "radikal" sol örgütlerin Batı İşçi Sınıfı’nı ikna etmeye ve kaybetme korkusuna endeksli olarak savunduğu "yabancı işçiler zaten Batılı işçilerin yapmak istemedikleri işleri yapıyorlar" biçimindeki yarı utangaç, gizli ırkçı anlayışı teşhir ederek, nasıl ki bir Batılı işçi başka bir Batılı işçinin işini alma hakkına sahipse, bir göçmen işçinin de Batılı bir işçinin işini „alma“ hakkına sahip olduğunu, bu anlamda da „rakip“ olduğunu açıkça ilan etmelidirler. Yine aynı şekilde, bir bütün olarak „Batı Milleti“nin karşı çıktığı göçmenleri ve mültecileri koşulsuz savunarak, Batı solunun, göçmenleri ülkelerindeki diktatörlüklerden, savaşlardan ve açlıktan kaçan zavallılar olarak gösteren, Batı kamuoyunun "vicdanına" yönelik anlayışını mahkum etmelidirler. Batılılar’ın, mültecilere ve yoksul ülkelerden gelen göçmenlere karşı düşmanca tutumu karşısında göçmenlerin, Batılı`nın bunca yıldır savaştan, açlıktan, yoksulluktan ve korkudan uzak bir yaşam sürüyor olmasının bedelini sürekli savaşı, açlığı, yoksulluğu ve korkuyu yaşayarak ödeyen dünyanın yoksullarının, kendilerini yok olmayla yüzyüze bırakan Batılı´nın sınırlarına kadar gelmeyi başaran kısmı olduğunu ve göçmenlerin ülkelerine geri dönmelerinin ön koşulunun; beyaz dünyalının, fakir ülkelerden elini çekmesine ve bunca yıldır talan edilen zenginliklerin dünyanın yoksullarına geri verilmesine bağlı olduğunu ileri sürmelidirler. Çocukların Hakları İçin Mücadele Toplumda çocuklar, itilip kakılan, “saygı” gereği boyun eğmeye zorlanan, angarya işlerde kullanılan, çıraklık adı altında bedavaya ya da yok pahasına çalıştırılan, adlarına karar verilen, yönlendirilen, yaşamları “büyükler” tarafından ipotek altına alınan, cezalan-
34
dırılan, öldürülen, tecavüz ve tacize maruz kalan, kapitalist tüketimin hedef kitlesi olan ve kendilerine ait hiç bir savunma örgütleri olmayan sessiz çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Egemen olanların ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş bir toplumda insan olarak dünyaya gelen çocuklar, egemen olana göre örgütlenmiş toplumun ihtiyacına göre zehirlenerek, topluma ve toplumsal yaşama egemen olanların “değer” yargılarının zorunlu taşıyıcı misyonerleri olarak yetiştirilmektedirler. Ve çocuklar daha doğar doğmaz kendilerinin olmayan bir yaşamı yaşamaya mahkum edilmektedirler. Komünistler, bugünden yarına hiçbir şekilde ertelemeksizin çocuklara karşı hayatın her alanında yapılan haksızlıklara karşı tavizsiz mücadele etmenin yanı sıra, çocukların aileleri, toplum ve devlet tarafından kendilerinin olmayan bir yaşamı yaşamaya zorlanmasına şiddetle karşı durmalıdırlar. Ve çocukların kendileri ile ilgili kararlarda kesin bir şekilde söz sahibi olabilmeleri için çocuk meclislerinin oluşturulmasını bir ön şart olarak ileri sürmelidirler. Tabii ki, kapitalizmin egemenliği altında bir bütün olarak ezilen toplulukların olduğu gibi çocuklarında özgürleşebilmesinin yolu açılmayacaktır. Ama bu demek değildir ki, kapitalizm yıkılana dek çocukların bugün var olan durumu kabullenilecek. Bilakis, yaşamın her alanında olduğu gibi, çocuklarla ilgili alanında da özgürleşme mücacadelesi sürekli ve tavizsiz bir şekilde sürdürülmelidir. Ve bu mücadelede Komünistler tereddüt göstermeksizin yerlerini almalıdırlar. Doğanın Katledilmesine Karşı Devrimci Bir Anlayışlayış Temelinde Mücadele Komünistler, ekolojik sorunlara çevrecilikten yalnızca kendi kapısının önünü kurtarmayı anlayan, doğayı zehirleyen kapitalizmin varlığına karşı çıkmak yerine, onunla zehrin nereye atılacağının pazarlığını yapan; bir bütün olarak yerküre yaşamını yok olmakla yüzyüze getiren kapitalizmin bizzat varlığına karşı mücadele perspektifine sahip olmayan; bu özellikleri dolayısı ile de milliyetçi, ütopik ve kapitalizme yeni refleksler kazandıran bir karektere sahip mevcut çevreci akımlar gibi yaklaşamazlar.
Komünist Zemin Komünistlerin, kapitalizmin bir sonucu olarak ölümcül bir hal almış olan ekolojik sorunlara ilişkin yaklaşımının temelini, doğanın kurtarılması ile sosyalizmin kurulması birbirine endekslenmiştir gerçekliği oluşturmalıdır. Emperyalist Savaşlara Ve Emperyalist Silahlanmaya Karşı Devrimci Sınıf Savaşı Emperyalistler, kendi varlıklarını ancak ve ancak yol açtıkları savaşlar ve ihtiyaç duydukları silahlanma ile teminat altına alabilirler; bununda ötesinde savaşlar ve silah üretimi emperyalistler açısından en çok kâr getiren sektörlerin başında gelmektedir. Silahlanma sektörüne yapılan yatırımlar öylesine ürkütücü boyutlar almıştır ki, bugün varolan silahlar yeryüzünü onlarca defa yok edecek güçtedir; bugün silahlanma için dakikada yaklaşık olarak 1.7 milyon dolar harcanmaktadır ve bugün sadece bir uçak gemisine verilen para ile 400 bin insan beslenebilir. Silahlanmanın bir başka çarpıcı boyutu ise, dünyada ki bilim elemanlarının yaklaşık olarak %50’sinin silahlanma alanında yoğunlaşmış olmasıdır. Savaşlar ise, egemenlerin tarihi boyunca hep varola gelmiştir. Egemenlerin tarihi savaşların da tarihidir. Yeryüzünde hayatın herhangi bir alanında baskının, ayrımcılığın, sömürünün, yokluk ve yoksulluğun olması demek, savaşın olduğu anlamına gelir. Yani, egemenlerin tarihi boyunca savaş hep vardı; egemenler tarihe ve yaşama egemen olduları müddetçede olması kaçınılmazdır. Özellikle günümüzde savaş, tarihte hiç olmadığı kadar yaygın, çok yönlü ve toptan yok edici bir özelliğe sahiptir. Öyle ki, bugün Batı dışında ki bütün coğrafyalarda sürekli savaş vardır; sırf Irak’ta emperyalistlerin savaş biçimlerinden biri olan Ambargo sonucu son 8 yıl içerisinde ölen çocuk sayısı yaklaşık olarak bir milyon civarındadır. Emperyalislerin kışkırtması sonucu çıkan İran-Irak savaşında ölen insan sayısı bir milyonun üzerindedir. Yine emperyalistlerin bizzat organize ettikleri Batuhular ile Batusiler arasındaki savaşın son on yıllık bilançosu: bir buçuk milyon civarında ölü, milyonlarca yaralı ve sakat kalmış insan ve yüzbinlerce sür-
gündür. Bosna, Çeçenistan, Kürdistan, Filistin, Eritre, Kosova topraklarındaki savaşlar ve daha niceleri... Tablo bu olunca Komünistlerin tavrı ne olmalıdır? Komünistler, yılda bir defa “DÜNYA BARIŞ GÜNÜ” vesilesi ile yapılan ne idiği belirsiz yürüyüşlere katılarak, barış ve silahsızlanma talep edemezler. Çünkü, barış ve silahsızlanma talep edilmez, ancak ve ancak gerçekleştirilebilir. Barışın ve silahsızlanmanın gerçekleştirilmesi ise, ancak, öncelikli olarak burjuvazinin silahsızlandırılması, mülksüzleştirilmesi, iktidarsızlaştırılması ve yeryüzünde savaşlara yol açan sorunların alt edilmesi ile mümkündür. Bütün bunların başarılmasının yolu ise, rastgele barış istemekten değil, savaşlara yol açanlara karşı savaştan geçer. Bu anlamıylada Komünistlerin tutumu, silahsız bir dünya ve evrensel bir Barış için, Burjuvazinin silahsızlandırılması, mülksüzleştirilmesi ve iktidarsızlaştırılmasını hedefleyen karşı savaş cephesini örgütlemek olmalıdır. Kadınların „Eşitliği“ İçin Mücade Kadınlar, toplumdaki erkek egemen bölünmeden dolayı yaşamın her alanında mağdurun mağdurudurlar. Yani iki kez „köledirler“. Kadınların köleleştirilmesi, ezilen insanlığın köleleştirilmesinin temel kilometre taşlarından biridir. Dolayısıyla da insan nüfusunun yarısından çoğunu oluşturan kadınlar özgürleşmedikçe tam özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir. Bu anlamıyla da kadınlara karşı örgütlü erkek egemen yaşam karşısında bir isyan olarak ortaya çıkmış olan feminist hareket özgürlükçü bir harekettir ve eşitlikçi bir topluma ulaşmanın vazgeçilmezidir. Kadın hareketi, erkek egemen yaşam karşısında ki duruşu itibariyle özgürlükçü bir hareket olmasına rağmen, hedefleri itibariyle bir eşit kölelik hareketidir. Yani özgürleşme yürüyüşünü kendi ezenine erişmeye, ezeni kadar „özgür“ olmaya, eşit köle olmaya endekslemiş bir harekettir. Kadın Hareketi, (bu hareketin bir parçası olan Sosyalist Feministler hariç) özgürlükçü haklılar hareketi olmasına rağmen, tam eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal yaşam projesine sahip değildir. Çünkü özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaşam an-
35
Komünist Zemin cak ve ancak insanın emeği, bedeni, düşü ve düşüncesinin özgürleşmesiyle mümkündür. Göreceli özgürlükçü perspektifine ve toplumun belirli bir kesiminin çıkarlarını savunuyor olmasına rağmen, kadın hareketi kimilerinin iddia ettiği gibi işçi sınıfını bölen değil, tam tersine toplumun yukarıdan aşağıya doğru cinsiyetçi egemen bölünmüşlüğüne karşı çıkan, “eşitlik“ temelinde birlikten yana, birleştirici bir harekettir. Bu anlamıyla da özgürleşme mücadelesinin vazgeçilmezi olan kadın hareketinin öz örgütlenmesinden ve ezilen insanlığın kurtuluşunun olmazsa olmazı olan kadınların özgürleşmesi mücadelesinden yana olmak, Komünistler’in vazgeçilmezi olmalıdır. Ezilen “Ulus“ların Ezen Boyunduruğundan Kurtuluşu İçin Mücadele
“Ulus“ların
“Ulus devlet“, ulus ve ulusal sorun, özü itibariyle kapitalizm ile ortaya çıkan “değer“ ve sorunlardır. Burjuvazinin kendisini egemen “ulus devleti“ maskesi altında egemen kılması, bu egemen yukarıdan - aşağıya doğru örgütlenmenin mağdurlarını ise aşağıdan - yukarıya doğru “ulusal“ anlamda “özgürleşme“ mücadelesi ile yüzyüze bırakmıştır. Ve bu “ulusal özgürleşme“ sürecinin siyasal ifadesi olarak ise “Ulusal Bağımsızlık“ Hareketleri ortaya çıkmıştır. “Ulusal Bağımsızlık“ Hareketleri, özü ve hedefleri bakımından bir burjuva karaktere sahip olmasına rağmen, egemen “ulus“ lehine bölünmeye karşı çıktığı ve ezilen “ulus“un egemen “ulus“un boyunduruğu altında yaşamaya zorlanmasına karşı durduğu için bir ezilenler ve haklılar hareketidir. Ezilen “ulus“un kurtuluş mücadelesi, egemen anlamdaki bölünmeye karşı çıktığı ve ezen “ulus“un kendini egemen “ulus devlet“ olarak örgütleyip, baskıcı bir aygıta dönüşmediği müddetçe “devrimci“ bir özellik taşır. Ulusal anlamda bir bağımsızlık ve özgürleşme tabii ki kelimenin gerçek anlamında bir özgürleşme değildir. Bu anlamıyla bir özgürlük; ezen “ulus“ ezilenleriyle, ezilen “ulus“ ezilenlerinin eşit köle olabilme özgürlüğüdür. Komünistler, koşulsuz ve radikal bir biçimde ezilen “ulus“ milliyetçiliği ile ezen “ulus“ milliyetçiliğini birbirinden ayırarak, tereddütsüz bir biçimde
36
ezen “ulus“ milliyetçiliğine karşı, ezilen “ulus“tan yana olmalıdırlar. Bu taraf oluş aynı zamanda ezilen “ulus“ hareketinin politik önderliğinin de koşulsuz desteklenmesi anlamına gelmez. Çünkü “Ulusal Kurtuluş“ Hareketi önderlikleri burjuva veya küçük burjuva karaktere sahiptirler ve kendi açılarından yeterli bir meşruiyet elde ettiklerinde daha önceki göreceli "devrimci" pozisyonlarını terkederek karşı devrimci bir rol oynamaya başlarlar.
“Ulusal Kurtuluş“ Mücadeleleri, göreceli “özgürlükçü“ perspektifine rağmen; gerek ezilen “ulus“ların bugünkü egemen yaşam karşısındaki haklılığının bir ifadesi olması bakımından, gerekse de ezen “ulus“ ezilenlerinin özgürleşebilmelerinin ön şartlarından biri olduğu için, Komünistler tereddüt göstermeksizin, ezilen “ulus“ların özgürlük mücadelelerinin yanında yer almalıdırlar. Komünistler, “Ulusal Bağımsızlık“ Mücadeleleri’nin yanında yer almakla birlikte, esasen bu mücadeleleri devletsiz, sınıfsız, sınırsız, tanrısız ve egemensiz bir dünya mücadelesinin, yani Dünya Sosyalist Devrimi mücadelesinin bir parçası olan Sosyalist Devrim’e dönüştürmek için kavga vermelidirler. Eşcinsellerin „Özgürlüğü“ İçin Mücade Yaşamın her alanına sinmiş heteroseksist anlayışın egemen olduğu devlet ve toplum, "kadın ve erkek" eşcinseller üzerinde tam bir terör estirmektedir. Egemen tarihten beri uygulanan bu terör karşısında varolma mücadelesi veren eşcinseller, şimdilerde kendilerini özerk olarak örgütlemeye ve bir
Komünist Zemin başkaldırı hareketi olarak tarih sahnesine çıkmaya başlamışlardır. Bu başkaldırı, topluma kök salmış gerici ve ayrımcı anlayışa, bir meydan okumadır. Bundandır ki, eşcinsellerin toplumdaki ayrımcılığa karşı vermiş oldukları mücadele; insanın egemen anlamda bölünmesine son vermeye ve yerine ayrımsız, ayrıcalıksız bir yaşamın örgütlenmesi mücadelesine vazgeçilmez bir katkı sunuyor. Komünistler hiç tereddüt etmeden, eşcinsellerin heteroseksist egemenlik tarafından aşağılanıp baskı altına alınmalarına karşı mücadele ederler. Engellilerin Hakları İçin ve Uğradıkları Haksızlıklara Karşı Mücadele Engellilerin, egemenlerin tarihi boyunca yaşamlarının en büyük engeli, içinde yaşadıkları toplum olmuştur ve engellilerin hiç bir zaman aşamadıkları tek engel bu toplum engeli olmuştur. Topluma göre Engelliler, kimi zaman lanetli, kimi zaman fazlalık, kimi zaman ailesine tanrının vermiş olduğu bir ceza, kimi zaman da acınılması gereken olmuşturlar. Aşağılanmış, kovulmuş, dövülmüş, lanetlenmiş, yakılmış, acınmıştırlar. Komünistler, Engellilerin uğramış oldukları ve halen uğradıkları haksızlıklara, şiddete ve aşağılanmaya karşı tavizsiz bir mücadele vermelidirler. Ve Engellilerin, eşit şans, eşit imkan, kendi yaşamlarını örgütleyebilme imkanı için vermiş oldukları mücadelede onların mücadele ortağı olmalıdırlar.
Son Söz ya da İlk Söz Yerine Şurası kesin bir gerçektir ki, yeryüzü yaşamının devamı, kapitalist dünya sisteminin yıkılmasına bağlıdır. Bir bütün olarak yerküre yaşamını toptan bir yokoluşla yüz yüze bırakan kapitalizmden kurtulmak için, devrimci enternasyonalizm firkrini küllerinden yeniden yaratarak onu devrimci bir dünya partisi ile taçlandırmak ve Devrimci Dünya Partisi’nin politik önderliği altında kadın, erkek ve eşcinsel emekçilerin kendi kaderlerinin efendisi oldukları özgürlükçü bir toplum için mücadele etmek her zamankinden daha az karmaşık, anlaşılır ve zorunlu bir hal almıştır. Yüz elli sene evvel “Komünist Manifesto”da ilan edilip, Paris Komünü ve 1917 Ekim Devrimi ile yeryüzüne indirilen özgürlük düşünün bu kez bütün bir yeryüzü yaşamının yüzü olabilmesi ve yeryüzünün yok sayılanlarının gelecekleri; enternasyonalizm fikrinin kendi küllerinden yeniden yaratılmasına endekslenmiştir. Bu görev, dün olduğu gibi bugün de, tarihin en olmadık dönemlerinde mağrur ve hüzünlü duruşları, kuğu çığlığı edasındaki çağrıları ile yoksul - ezilen çoğunluğun yüreğindeki küllenmiş kurtuluş sevdasını alevlendiren komünistlerin omuzlarındadır.
37
Komünist Zemin
Troçki’nin Bürokratik İşçi Devleti Tanımlaması ve Bu Tanımlamaya Yol Açan Vebali Üzerine Toprağın, sınaî üretim, ulaşım ve değişim araçlarının devletleştirilmesi ve bununla beraber dış ticaretteki devlet tekeli, Sovyet toplumsal yapısının temelini oluşturur. Proleter devriminin bu ilişkiler sayesinde, Sovyetler Birliği’nin karakteri bizim için temel olarak bir proleter devlet olarak tanımlanır. L. Troçki (İhanete Uğrayan Devrim)
Bilindiği gibi L. Troçki, Sovyet devletinin stalinist bürokrasi tarafından ele geçirilmesinin akabinde, Sovyet devletinin sınıf karakterini “bürokratik işçi devleti” olarak tanımlamış ve bu tanımını üç temel unsura dayandırmıştı: 1. Devlet Mülkiyeti 2. Dış Ticaret Yasağı 3. Planlı Ekonomi Troçki’ye göre, devletin karakterini belirleyen üst yapı değil alt yapıdır ve işçi sınıfı iktidarının tek bir formu yoktur. İşçi devletinin çeşitli formları olabilir, burada belirleyici olan; yukarıda belirtilen üç temel unsurun olup olmadığıdır. “Nasıl ki burjuva devleti çeşitli formlarda rejimlere sahip ise ve rejimin biçimi devletin burjuva karakterini değiştirmiyorsa, aynı şekilde işçi devletinin de çeşitli formları olabilecektir ve bu durum onun işçi karakterini değiştirmeyecektir.” Bu izahattan çıkan sonuç ise şudur: “Stalinist bürokrasinin kontrolündeki devlet; her şeye rağmen bir işçi devletidir.”
38
Troçki’nin öldürülmesinden sonra, Troçki’nin bizzat kurucusu olduğu Dördüncü Enternasyonal bünyesinde Sovyet devletinin sınıf karakteri oldukça sert tartışmalara yol açtı. Bu tartışmalarda kimi şahıs ve grupların, “Hayır, var olan devlet bir işçi devleti değildir ve bu olguyu devlet kapitalizmi olarak tanımlamak gerekir.” biçiminde itirazları söz konusu oldu. Nihayetinde bu merkezli küçük çapta kopmalar oldu ise de, temelleri Troçki tarafından atılan “bürokratik işçi devleti” tanımlaması bu geleneğin çoğunluğu tarafından aynen kabul edildi. Tabii ki bir devlet, kendi içinde birden fazla forma yani rejime sahiptir, ama biçimi ne olursa olsun rejim esasen bir sınıfın çıkarları için vardır. Örneğin; burjuva devletin rejimlerinden olan parlamenter rejimin yerine askeri bir rejim tesis edildiğinde askeri rejim, adına iktidar olduğu burjuvaziye ihanet edip onu baskı altına alıyor, onun mülkiyet hakkını, üretim ilişkilerini, ayrıcalıklarını, savunma örgütlerini tasfiye ediyorsa, özcesi; burjuvazinin varlık koşullarını ortadan kaldırıyorsa; artık bu devletin bir burjuva devleti olduğu söylenemez. Yok, eğer rejim, biçimi ne olursa olsun, esasen burjuvazinin egemenlik haklarını ve egemenliğini dayandırdığı koşulları garanti altına almışsa; izlediği politikası bakımından burjuvazi ile kimi zaman ters düşse bile, bu durum devletin burjuva olan karakterini değiştirmez. Nitekim kapitalist dünya düzeninde, ülkeler düzeyinde zaman zaman “devletçi” rejimler söz konusu olmuş, bu “devletçi” rejimler kimi zaman burjuvaziye ters düşen politikalar izlemişlerdir. Ama hiçbir zaman burjuvazinin özlük çıkarlarına
Komünist Zemin ve varlık koşullarına saldırmamışlardır. Bilakis, bu “devletçi” rejimler, kendi varlık koşullarının burjuvazinin varlığına ve varlık koşullarına bağlı olduğunu bir an bile göz ardı etmemiş, hep bu bilinç ile hareket etmişlerdir. Peki, Ya Stalinist Bürokrasinin Egemeni Olduğu Devlet Kimin Hizmetindeydi? 1989 çöküşüne kadarki döneme bakacak olursak; Sovyet topraklarında yetmiş yıl boyunca sıkı bir devletçiliğin, bürokratik - askeri de olsa planlı bir ekonominin ve büyük ölçüde bir dış ticaret yasağının uygulandığı doğrudur. Ama bir başka doğru daha vardır ki o da şudur; bu üç unsurun işçi bir karakteri yoktur. Bizce asıl belirleyici olan da budur. Önemli olan iktidardakilerin işçi sınıfı adına iktidarda olmaları değil, icraatlarıyla neye ve kime hizmet ettikleridir. Şimdi öyle bir işçi devleti (dejenere bile olsa) düşünün ki, bu devletin hükümran olduğu topraklarda işçilerin sendika, parti ve dernek kurmaları, grev yapmaları, toplu sözleşme yapmaları, iş değiştirme hakları yok. Bu yönlü girişimler ise “vatana ihanet” olarak mütalaa ediliyor. Ve yine öyle bir işçi devleti düşünün ki, işçilerin, üretimi ve üretim araçlarını hiçbir şekilde kontrol etme şansları yok. Bütün bu yoklara karşın var olanlar ise; işçilerin iş garantisi, sağlık ve sosyal hizmetlerden yararlanma (alt tabakadan olanlara ait yerlerde) haklarının olmasıdır. Pardon ama işçilerin iş garantilerinin olması, sağlık ve sosyal hizmetlerinden yararlanıyor olmalarının devletin işçi karakteriyle nasıl bir alakası olabilir ki? Aynı yıllarda zengin kapitalist ülkelerde yaşayan işçilerin durumuna baktığımızda, bu ülkelerde yaşayan işçilerin de benzeri haklara sahip olduklarını; bunlara ek olarak, grev ve toplu sözleşme yapma, işsizlik yardımı alma, dernek, sendika ve siyasi parti kurma ya da var olanlara katılma haklarının olduğunu görürüz. Kapitalizmin en temel özellikleri olarak bilinen artıkdeğer, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkı ve genel olarak mülk edinme hakkına ve iş gücünün pazarda satılması vb. unsurların Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde olmayışına ve bu unsurların olmayışının bu ülkelerin bürokratik işçi devletleri olarak tanımlanmasının kanıtı olarak su-
nulması meselesine gelince; a) 1989’a kadarki süreçte Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde, kapitalist anlamda klasik bir artıkdeğer söz konusu olmasa da, toplumun ayrıcalıklı tabakası bürokrasi tarafından denetlenip kullanılan ve bürokrasiye ayrıcalıklı bir yaşam sağlayan bir artıkdeğer vardı. b) Klasik anlamda yani kapitalizmde olduğu biçimiyle bir mülk edinme, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkı üretimin kontrolü vb. özelliklerin Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu söylenemez, ama bürokrasinin üretim araçları, üretim dışı zenginlikler ve üretimden gelen zenginlikler üzerinde mutlak bir tasarruf hakkı vardı. c) Yine kapitalizmde var olan ve mutlak olarak kabul edilen mülk edinme, mülkiyeti satma, iflas, hibe etme ve mülkiyeti varislerine miras olarak bırakma hakları söz konusu iken; Sovyetler Birliği´nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde egemen olan bürokrasi mülk edinme hakkına sahip olmadığından, olmayan hakkını satma ve varislerine bırakma hakkına da sahip değildi, ama kendi kontrolünde olan devlet mülkiyetini istediği gibi kullanma hakkına ve bu hakkı istediğine, istediği gibi kullandırma hakkına sahipti. Üstelik kapitalizmde var olan iflas rizikosu bürokrasinin iktidarında bürokrasi açısından söz konusu değildi d) Kapitalizmde iş gücünün satılması ve ücretlerin pazarda belirlenmesi, 1989 çöküşüne kadarki süreçte, bürokrasinin hükümdarlığında olan ülkelerde söz konusu değildi; bunun yerine işçiler iş güçlerini her koşulda bürokrasinin hizmetine sunmak zorundaydılar ve ücretlerin belirlenmesine katılma şansları olmaksızın ücretler bürokrasi tarafından merkezi olarak belirlenmekteydi, itiraz etmek ise ihanet ya da en iyi durumda sabotaj olarak mütalaa edilmekteydi. Tabii ki sıralanan bu özelliklerden hiçbirisi klasik anlamda kapitalist ilişkilere denk düşmez, ama Marksist anlamda bir işçi devleti tanımlamasına da uymaz. Marksizm’in kurucuları için işçi devleti tanımı, hiçbir tartışmaya ve yoruma yer vermeyecek bir açıklıkta ifade edilmiştir. Onlar için işçi devleti; işçilerin bizzat toplumsal yaşamı organize etmek, yönetip yönlendirmek, devrim öncesi toplumun ayrıcalıklı güçlerine karşı mücadele etmek ve devletsiz, sınıfsız, ayrıcalıksız bir yaşama geçişi sağlamak için bizzat işçilerin kendilerinin doğrudan katılımıyla oluşturulan,
39
Komünist Zemin onların doğrudan denetleyip yönettikleri bir siyasal aygıt olarak izah edilmiştir. Teorik olarak işçi devletine yüklenen anlam, Lenin ve Troçki´de aynıdır. Pratikte ise Troçki, gerek iktidarda olduğu yıllarda gerekse de iktidar dışı kaldığı yıllarda, bu Marksist teoriyi yeniden ele alarak; devletin işçi devleti (dejenere de olsa)olabilmesini üç temel şarta, yani: Planlı Ekonomi, Dış Ticaret Tekeli ve Devlet Mülkiyeti şartlarına bağlanmıştır. Tabii ki bu üç temel özellik, hayati öneme sahiptir ve devletin karakterinin belirlenmesinde temel bir yer tutar, ama bu üç temel olgunun varlığı devletin karakterinin işçi olduğunu belirlememiz için yetmez. Bu üç olgu, işçi sınıfının kontrolü ve toplumun emekçilerinin çıkarları ile örtüşüyor ise, işte o zaman var olanı bir işçi devleti olarak tanımlayabiliriz. Yok, eğer işçi sınıfının hiçbir şekilde denetim ve yönetimi söz konusu değilse; iktidar, işçi düşmanı bir kastın elindeyse; bu kast işçilere yaptırım uyguluyor ve onlar üzerinde terör uyguluyorsa; bu devleti işçi devleti olarak tanımlamak, deyim yerindeyse abesle iştigal eder. Yukarıda sıralanan ve gerek Troçki gerekse de Troçki’nin mirasyedileri tarafından bürokratik işçi devleti tanımlamasına dayanak olarak gösterilen bu üç olgunun, 1989 yılına kadarki süreçte Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde var olduğu doğrudur. Ama bir başka doğru daha vardır, bu doğru ise; söz konusu üç olgunun, niçin ve kimin için var olduğudur. Önemli olan bu olguların var oluşu değil, var oluş nedenleri, neyi ifade ettikleri ve neye hizmet ettikleridir Belirleyici olan bu olguların var oluşu değil, varlıklarının neye hizmet ettiğidir. Önemli ve belirleyici olan şeylerin varlıkları değil, var oluş nedenleridir ve yaşama damgasını vuran şeylerin varlıkları değil, eylemleridir. Neydi O Zaman Koca Bir Coğrafyada Hüküm Sürmüş ve Son Yüzyıla Damgasını Vurmuş Olan Bu Devletin Sınıf Karakteri? Bu olguyu kapitalizm olarak açıklamaya kalkışacak olursak, açıklayamayız. Çünkü kapitalizmde ne planlı ekonomi, ne dış ticaret tekeli, ne de “kolektif mülkiyet” olur. Bunlar, kapitalizmde değil, işçi devletinde olan, olması gereken özelliklerdir. Ama söz konusu
40
ülkelerde, 1989’a kadarki süreçte bu üç unsurun varlığından hareketle, hüküm sürmüş olanın işçi devleti olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü ekonominin planlanmasında işçi kontrolü yoktu; dış ticaret tekeli işçi denetiminde değildi; kolektif mülkiyet yani devlet mülkiyeti ise işçi sınıfının değil, devlet mekanizmasını ve gücünü elinde bulunduran bürokrasinin kolektif denetimindeydi. Bürokrasi, denetlediği mülkiyeti 1989´a kadarki süreçte kendi mülkiyetine geçirme, başkasına satma ve miras olarak bırakma hakkına sahip olmasa da; mülkiyeti denetleme ayrıcalığının yol açtığı ayrıcalıklarını istediği gibi kullanma ve istediklerine sunma şansına sahipti. Peki, neydi o zaman bu olgu? Bize göre bu olgu, bir geçiş devletiydi. Ama öyle bilinen anlamda kapitalizmden sosyalizme geçiş devleti yani bir işçi devleti değildi.
Tersine, Stalinist bürokrasi öyle bir plana sahip olmasa bile, var olan devlet, kapitalizme geçiş devletiydi. Stalinist bürokrasinin önderliğinde gerçekleştirilmiş olan politik karşı devrim, kendi diyalektiğinin bir kaçınılmazı olarak istese de istemese de ekonomik ve sosyal anlamda kapitalist restorasyona yol açmak zorundaydı; öyle de oldu. Stalinist bürokrasinin niyeti kapitalizmi yeniden restore etmek olmasa da, gerçekleştirdiği politik karşı devrim, politik bir devrim ile alaşağı edilmediği sürece kapitalizm ile bütünleşmeye mahkûmdu. Nitekim öyle de oldu. Peki, bu süreç nasıl oldu da bu kadar uzun olabildi? Bizce bu sürecin bu kadar uzun olmasının başlıca nedenleri şunlardır:
Komünist Zemin 1. Kapitalizm kendi iç çelişkileri ve çatışmaları dolayısı ile Sovyetler Birliği’ne topyekûn saldıramamış; bu da Rus bürokrasisine hareket sahası yaratmıştır.
Troçki’nin İktidar Olduğu Yıllarda Altına Girdiği Vebal ve Bu Vebalin Savunusunun Bir İfadesi Olan Bürokratik İşçi Devleti Tanımlaması Üzerine
2.Kapitalizmin asıl merkezi olan Batı’da güçlü bir sınıf hareketi ve bu hareket üzerinde Stalinist bürokrasinin muazzam etkisi söz konusuydu. Stalinist bürokrasi işçi sınıfı üzerindeki bu etkisini kapitalist sistem ile ”barış içinde bir arada yaşamak” projesinin sigortası olarak kullanmıştır. İşte Rus bürokrasisinin işçi sınıfı üzerindeki bu etki gücü hem onun kapitalist sistem ile uzun yıllar bir arada yaşayabilmesinin hem de kendi hükümranlığını uzun süre sürdürebilmesinin başlıca unsurlarından biri olmuştur.
1917 Ekim Devrimi’nin yüz yüze kaldığı ağır karşı devrimci saldırı, devrimin liderlerini, geçici bir tedbir mantığıyla da olsa bir dizi yanlışı bilerek yapmak durumunda bırakmıştır. Yapılanlar, geçici, olağanüstü dönem tedbirleri olarak düşünülmüş ve yanlış olduğu bizzat kendileri tarafından vurgulanmıştı. Bu geçici tedbirler kapsamında işçi şûralarının iktidarının yerine Bolşevik Parti yöneticilerinin iktidarı, işçi devletinin yerine partinin devleti tesis edilmiş; muhalefet yasaklanarak şiddet yoluyla susturulmuş, sendikalar birer devlet dairesine, sendikacılar birer devlet memuruna, işçiler ise birer askere dönüştürülmüştü. Devlet ve işyerleri ast üst ilişkisi esasına dayalı olarak örgütlenmiş, devlet işlerinin yürütülmesi, ekonominin ve toplumsal yaşamın yeniden örgütlenmesinde bürokratik yöntemler esas alınmış, parti bürokrasisi ve Çarlık Rusya´sı bürokrasisine kapılar açılmış ve bu bürokratik kasta önemli ayrıcalıklar verilmiştir. Bütün bunlar, Lenin ve Troçki iktidarın zirvesindeyken olmuştur. Tabii ki, bu devrimci önderler, bütün bunları kendi diktatörlüklerini kurmak için yapmadılar ve yapmak zorunda kaldıklarıyla Ekim Devrimi’nin ideallerine ihanet etmekte olduklarını ilk söyleyenlerdi onlar. Devrimi savunmak, dünya devrimi, en azından Alman devrimi yardıma yetişinceye kadar kapitalist kuşatmaya karşı direnmek maksadıyla başvurulan olağanüstü dönem tedbirleri, devrimi boğan ve hükümdarlığını kuran bürokrasinin yolunu da açmış; Stalin ve şürekası, işte bu yoldan geçerek iktidara oturmuştur. Dünya devrimi geldi geliyor, karşı devrimci beyaz güçler bitti bitiyor hengâmesi içindeki Lenin ve Troçki, ne ektiklerini ancak dünya devrimi geri çekilmeye başladıktan sonra, özellikle de bürokrasi kendilerini de doğrudan tehdit etme cüretini gösterdikten sonra açık bir biçimde fark etmişlerdir. Özellikle Lenin, bu tehlikeyi öylesine önemsemiştir ki, son mücadelesini bu bürokratik canavarı alt etmeye vakfetmiştir. Aynı dönemde Troçki ise, bütün cephelerde karşı devrimin yenilgiye uğratıldığını, artık yaraları sarma dönemine girildiği ve parti içi
3. 1939’da başlayan İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı kapitalist cephede derin bölünmelere yol açmış, Sovyet Rusya ise bu paylaşım savaşına - sürekli taraf değiştirse debir taraf olarak katılmıştır. Bürokratik kast emperyalistler ile oturduğu pazarlık masasında Komintern’i dağıtıp, dünya devrimini boğmayı taahhüt etmiş ve bu taahhüdün karşılığında ise, paylaşımdan payına düşen ülkeleri de bünyesine katarak; kendisini bir blok sistemi olarak örgütleyebilmiştir. Bu yeni durum bürokratik kastın hükümranlığını uzun yıllar sürdürebilmesinin en önemli faktörlerinden biri olmuştur. Bürokratik kast, yukarıda sıraladığımız nedenlere dayanarak uzun sayılabilecek bir zaman bir coğrafyaya hükmetmeyi başarabilmiş ama Troçki’nin “Ya politik devrim ya kapitalizmin yeniden restorasyonu!” kehanetinden kurtulamamıştır. Nihayetinde 1989 yılı itibariyle bürokrasinin önemli bir kısmı uluslararası sermaye ile doğrudan ortaklık kurarak, hükümranı olduğu coğrafyada kapitalizmin restorasyonuna girişmiştir ve bu coğrafyada kapitalizm, kapitalistleri bile şaşkına düşüren bir kitlesellik ve hızla yeniden restore edilmiştir.
41
Komünist Zemin mücadelede Bolşevik kadroların bürokratik canavarı başından defedeceğine inandığından dolayı, bürokrasiye karşı doğrudan, açık bir mücadeleye girişmek yerine; mesafeli ve dolaylı bir tutum almayı yeğlemiştir ve bu tutumunu, kendisine yönelik saldırı açık bir hal alıp, tasfiye edilinceye dek sürdürmüştür. Hatta bu süreçte bile cepheden saldırmak yerine, artık bürokratik kastın bir parçası olmuş eski Bolşevik kadroları uyarmaya, onlardan medet ummaya devam etmiştir. Yani onlardan, kendi iktidarlarına karşı mücadele etmelerini istemiştir. Troçki, doğrudan mücadeleye giriştiğinde ise, devletin karşı devrimci bürokratik kast tarafından ele geçirildiğini ilan etmiş olmasına rağmen devletin, bürokratik işçi devleti olduğunu ilan etmiştir. Tabii ki var olanın adını bu şekilde koymak zorundaydı. Öyle ya, kendisi iktidardayken her şey bürokratik kastın elinde olmasına rağmen, “planlı ekonomi, devlet mülkiyeti ve dış ticaret tekeli” var diye devlet işçi devleti oluyorsa, Stalin iktidarı döneminde bu üç kural korunduğuna göre devletin sınıf karakterini aynı tanımlamak durumundaydı. Burada sorunlu olan Troçki’nin varolanı tanımlaması değil, işçi devleti tanımlamasıdır. Troçki’yi bu yanlışa götüren ise, kendisinin vebal altında oluşudur. Stalinizm, Lenin ve Troçki döneminde geçici tedbir diye yapılan ilkesizliklerin vebalinden yararlanarak iktidara oturmuştur.
dıklarını kurumlaştırmış, kurumlaşmayı mantıki sonuçlarına vardırmış ve bu pratiğin mantıki sonucu olarak da Stalinist kuramlar ( Tek Ülkede Sosyalizm, Tek Parti, Devletli Sosyalizm-Komünizm vs.) ortaya çıkmıştır. Troçki, Stalinizm’i iktidara taşıyan yolun taşlarının bizzat kendisinin de içinde, zirvesinde olduğu politik iktidar tarafından döşendiğini çok iyi biliyordu; bundan dolayıdır ki Sovyet devletinin sınıf karakterini tanımlarken aynı zamanda geçmişteki yanlışını da tanımlamış oldu. Troçki, Stalinist klik tarafından katledildiği güne kadar da bu anlayışında ısrar etti. Troçki’nin katlinden sonra mirasçıları olduğunu iddia edenler de, mirasyedici zihniyetleri ve bu zihniyetin diyalektik sonucu olarak bürokratik işçi devleti tanımlamasında ısrar etmeyi tercih ettiler. Troçki sonrası 4. Enternasyonal geleneğini temsil eden ya da savunanlar, Troçki’yi savunmaktan, onun hatalarının ve yanılgılarının üzerini kapamayı anlamışlardır. Bu yaklaşımın olayları izah etmediği durumlarda ise, Troçki’nin hata ve yanılgılarını “zorunlulukların yol açtığı bir talihsizlik” olarak açıklamayı yeğlemişlerdir. Troçki´nin hata ve yanılgılarının aşılamamasının önünü bizzat onun takipçileri kesmiştir. Troçki’nin mirasyedileri Troçki’yi savunmaktan onu korumaya almayı anladıkları içindir ki, Troçki, dolayısı ile de onun mirasının bir parçası olan bürokratik işçi devleti tanımlaması savunulmaya devam edilmiştir.1 Son Söz ya da İlk Söz Yerine
Lenin ve Troçki döneminin yanlışları, Stalin döneminin doğruları olmuştur. Lenin ve Troçki döneminin (geçici tedbir maksatlı da olsa) ilkesizlikleri, Stalin döneminin ve Stalinizm’in ilkeleri olmuştur. Stalin, devral-
42
Ekim Devrimi´nin devrimci önderleri Lenin ve Troçki, kendilerine örnek teşkil edebilecek hiçbir deneyim olmaksızın Sovyet ülkesinde yeni bir yaşam örgütlemeye ve bu yaşamı bütün bir yeryüzüne egemen kılmaya giriştiler. Bu girişimin ilk adımı olarak da iktidarın alınmasını devrimci bir zorunluluk olarak ortaya koydular ve iktidarın işçiler tarafından alınması için çağrıda bulunup, bu eylemi bizzat örgütlediler. Bu sürece farklı devrimci çevrelerin (anarşist bazı çevreler de dahil olmak üzere) aktif desteğini kazandılar. Bizim açımızdan da bu noktaya kadar itiraz edilecek bir durum yoktur. Zaten iktidarın alınması noktasında Bolşevikler ile hareket eden birçok devrimci çevrenin de itirazları bu noktaya değildir. İktidarın alınması sürecinde
Komünist Zemin Bolşevikler ile hareket eden devrimci çevrelerin itirazları, Bolşeviklerin iktidar olmasından sonra yükselmiştir. İşçilerin, emekçilerin, askerlerin (bir kısım), ve devrimci örgütlerin katılımıyla zapt edilen iktidarın, daha sonra Bolşevikler tarafından ele geçirilmesi bu devrimci çevrelerin direnci ile karşılaşmış; Bolşevikler ise bu direnci zor yoluyla ezerek, Bolşevik Parti´nin iktidarını kurmuşlardır. Bolşevikler bunun adını “bir zorunluluktu” olarak koysalar da, bu, işçi sınıfının yani iktidarın gerçek sahibinin onayladığı ve uygulaması için Bolşevik Parti’ye yetki verdiği bir durum değildir. Dolayısıyla da Bolşeviklerin uygulamaları doğru bile olsa meşru değildir. Bolşevikler bu durumun farkında oldukları içindir ki bu dönemi “SAVAŞ KOMÜNİZMİ” olarak adlandırmışlardır. Yani dönemi olağanüstü, dönemin uygulamalarını ise sıra dışı uygulamalar olarak mütalaa etmişlerdir. Tabii ki geçiş dönemi kapitalizmin ve sosyalizmin binlerce özelliğini bir arada bulundurur, ama tek partinin diktatörlüğünü, emekçilerin iktidardan men edilmelerini ve iktidarın onlara karşı kullanılmasını da öngörmez. Altyapıda durum ne olursa olsun, (devletçilik, planlı ekonomi, dış ticaret tekeli vs.) eğer o ülkede günlük yaşamın örgütlenmesine o ülkenin emekçi insanları katılamıyor; karar veremiyorlarsa ve kendileri adına kendilerine sorulmaksızın birileri darbe yoluyla iktidar oluyorsa; alınan kararlar ülke çalışanlarına zor yoluyla uygulatılıyorsa; bir de ardından bütün bunların ezilenlerin yüce çıkarları için yapıldığı söyleniyorsa; burada bürokratik de olsa bir işçi devletinden söz edilemez. Yok eğer var olanın işçi devleti olduğu iddiası sürdürülecek olunursa ki adına iktidarı gasp ettikleri sınıf karşısında bu iddialarını sürdürmek zorundalar (tıpkı burjuvazinin kendi sınıf devletini ulus - halk devleti biçiminde sunması gibi); ya minareye kılıf uydurmak ya da minareyi kılıfa uydurmak gibi bir zorunluluk ortaya çıkar. Lenin ve Troçki´nin kişisel iktidarlarını kurmak gibi bir sorunları olmadığından, yüz yüze kaldıkları açmazın sonucu olarak bir yığın yanlışı bilerek ve kabul ederek yapmışlar ve bu yanlışlarını minareye kılıf uydurma yoluyla izah etmeye kalkışmamışlardır. Onların, istemeyerek de olsa araladıkları kapıdan içeri girerek kendi iktidarını kuran Stalinist bürokrasi ise, minareye kılıf uydurmayı yeğlemiştir. Tabii ki bu iki
durum, gerek anarşistlerin gerekse de Marks, Lenin, Troçki ve Stalin arasında tarihsel ve diyalektik bir bağ kurarak Marksizm’i mahkûm etmeye çalışan burjuvaların iddia ettikleri gibi aynı ya da bir şeyin iki ayrı yüzü değildir. Lenin ve Troçki döneminde yapılanlar ya da yapılmayanlar; yanlış ve ilkesizlik olarak mütalaa edilebilecek şeylerdir. Ama Stalin döneminde yapılanlar yanlış ve ilkesizlik değil, Marksizm ve Sosyalizm davası açısından bir termidoru ifade etmektedir. Tabii ki Stalinist bürokrasiyi bu eyleminde cesaretlendiren ve onu bu ölçüde “başarılı” yapan, Lenin ve Troçki döneminin günahlarıdır. Stalin, devraldığı “miras”ı kendi iktidarının zemini olarak kullanmış, dönemin geçici uygulamalarını süreklileştirmiş, bu sürekliliği yaşamın her alanında kurumlaştırmış ve bu kurumlaşmayı kuramlaştırarak hem iktidar olduğu ülkelerde, hem de işçi hareketi ve devrimci hareket üzerinde 70 yıl boyunca hegemonya kurmuştur.
Troçki Lenin ile iktidarın zirvesinde olduğu yıllarda yaptıkları hata ve ilkesizliklere rağmen sebep oldukları olumsuzlukları hiçbir vakit teorileştirmeye kalkışmamış ve iktidarda kalmak için bir mücadeleye girişmemiştir. Bu, her ne kadar bir yanıyla mutlaka olumlu bir durum olsa da, bir başka açıdan da bir o kadar olumsuz bir durumdur. Malum, komünistler kendi iktidarları için değil, işçi sınıfının iktidarı için mücadele ederler. Troçki, kendi iktidarı için mücadele etmemekle ne kadar doğru yaptıysa; iktidarı Stalinist kliğe teslim etmekle de o kadar yanlış yapmıştır. Bu demek değildir ki Troçki, iktidarı almalıydı. Hayır, Troçki, iktidarı almamalıydı ama Stalinist
43
Komünist Zemin kliğin iktidarını “bürokratik işçi devlet” olarak tanımlayıp onu legitime de etmemeliydi. Troçki, bu davranışı ile hem Stalinist kliğin bir meşruiyet edinmesini sağlamış hem de işçi sınıfını demoralize edip,onun kolayca teslim almasını kolaylaştırmıştır. Troçki’nin bu hatasının yol açtığı felaket Rusya ile de sınırlı kalmamış, bu felaket Rusya üzerinden bütün dünyaya ihraç edilmiştir. Sovyet topraklarında egemenliğini kuran Stalinist klik, bununla da kalmamış, dünya çapında devrimci hareket üzerinde ideolojik ve politik hegemonya kurmuş ve devrimci hareket üzerindeki etkisi yolu ile dünya devrimini boğmuştur. Bütün bunlar olurken, Stalinist termidorun sonucu olarak ortaya çıkan Troçkist hareket ise, bir yandan Stalinizmi ve Stalinist bürokrasiyi karşı devrimci olarak değerlendirmiş, ama aynı zamanda onun iktidarını bürokratik işçi devleti olarak tanımlamıştır; bir yandan Stalinizm’in iktidarda olduğu ülkelerde politik devrimi savunmuş, ama aynı zamanda bu ülkelerde politik devrime önderlik edecek devrimci partinin inşasına karşı çıkmıştır. Hal böyle olunca da bu hareket, 1989´da Doğu Bloğu ülkelerinde vuku bulan ve bürokrasinin uluslararası kapitalizmle bütünleşmesi ile sonuçlanan ayaklanmaları, “devrim” diye selamlama noktasına kadar savrulmuştur. Nihayetinde Stalinzm’in kaleleri yıkılmış ama bu kalelerin yıkıntıları altında yalnızca bu kalelere biat edenler değil; Troçkist hareket de kalmıştır. 1
Evet, artık bir dönem fiilen sona ermiştir ama yıkıntıları halen ortadadır. IV. Enternasyonal geleneği kendi tarihi boyunca hep Stalinizm’in suretine bakıp, onun çirkinliğini ifşa ederek kendi suretinin güzelliğini nakşetmeye çalışmıştır. Düşman çirkinleştikçe, buna paralel kendi güzelliğinin de arttığına öylesine inanmış ki, bu güzelliği etrafında bir masal oluşturmuş; zamanla kendi yarattığı masalın esiri olmuş. Ama artık masal bitmiştir. IV. Enternasyonal’i, ya da yeni bir enternasyonali inşa etmek isteyenlerin yapmaları gereken; artık masalın büyüsünden sıyrılıp, gerçek ile yani halen ortada duran yıkıntının altındaki günah ve sevaplar ile yüzleşmektir. Ya bunu yapacaklar ya da üççeyrek yüzyıl dayandıktan sonra 1989’ da yıkılan kalelerin hükümdarları ile aynı yıkıntının altında kalmaya ve onların lanetli kaderlerine ortak olacaklar.
Troçki sonrası 4. Enternasyonal’den kopan bazı kişi ya da gruplar, Rusya’daki devletin bürokratik işçi devleti olarak tanımlamasına itiraz etmiş; bu devleti, devlet kapitalizmi olarak tanımlamışlardır. Bu burada, bu tanımlamayı yapanlar ile aynı düşünmediğimizi bir kez daha belirtmek isteriz.
44
Komünist Zemin
Dün Sürekli Devrim Cephesinin Bir Savaşçısıyken Bugün Demokratik Devrim Cephesinin Komutanlığına Soyunan Demir Küçükaydın’a Açık Mektup! Son birkaç yıldır Kürt hareketine ilişkin yazdığın yazıları büyük bir esefle okuyoruz ve sayende, insanın ne kadar büyük bir hızla değişebileceğine bir kez daha tanık oluyoruz. Ve yine sayende, sonradan din değiştirenlerin, ya da dinsizken dine dönenlerin, herkesten daha bağnaz, daha fütursuz olduklarına bir kez daha şahit oluyoruz. “Zavallı” Taner Akçam, kim bilir nasıl da haksızlığa uğradığını düşünüyordur şimdi? Öyle ya, bir zamanlar az mı saldırmıştın garibe? Sahi Demir, nedir bu “Demokratik Cumhuriyet” hikayesi? Bunca insan büyüsüne kapılıverdi aniden. Nedir sahi bu kavramın kerameti? Yoksa, keramet kavramda değil de, bunu telaffuz edende midir? Sana, burada “demokratik cumhuriyetin” ne olduğunu anlatacak değiliz, çünkü bunu sen birçoklarından iyi bilirsin. Ama biz yine de, öncelikle birkaç şeyi hatırlatmak, sonra da cevabını aradığımız o sihirli soruyu, herkesin huzurunda sana yöneltmek istiyoruz. Söze, sana bu mektubu yazmayı bizim açımızdan artık bir zorunluluk haline getiren 11 Haziran 2001 tarihli yazından bir alıntı yaparak başlıyoruz: “Politik olarak demokratikleşmiş; ideolojik olarak kendi tarihi ve komşularıyla barışmış bir halkı ezmenin ve sömürgeyi elde tutmanın masraflarından ve çürütücü ilişkilerinden kurtulmuş bir Türkiye, hızla çok güçlü bir ekonomiye sahip olurdu. Bu ise onun Avrupa ve Amerika karşısında, çok daha bağımsız politikalar izlemesini sağlardı. Böylece Ortadoğu, Amerika ve Avrupa'nın çıkarlarının kurbanı ,kanayan bir yara olmaktan çıkabilirdi.” Sayın Demir Küçükaydın, gerçekten böyle mi düşünüyorsun? “Demokratik cumhuriyet” diye adlandırdığın bu büyülü kavramın ardında mı gizli bütün bu kerametler? Yanılmıyorsak senin de, A. Öcalan’ın da “demokratik cumhuriyet”ten kastettiğiniz, bir işçi demokrasisi, cumhuriyeti değil, Batı türü bir burjuva demokratik cumhuriyetidir. Peki,
45
Batı türü bir demokratik cumhuriyeti kurmak başkalarının bağımsızlığının ortadan kalkmasının ön koşulu değil midir? Sen de bilirsin ki, eğer Batı, bugün Helsinki İnsan Hakları Beyannamesi’ne dayanan rejimler kurabilmişse; bunu ancak dünyanın geri kalan kısmına Apartheid rejimini dayatarak başarabilmiştir. Yine çok iyi bilirsin ki, kapitalizm altında bağımsızlık olmaz; kapitalizm tam da bir bağımlılıklar sistemidir. Dolayısı ile bir ülke bağımsız olamaz, bir ülke, bu bağımlılıklar ilişkisinin ya belirleyen, yani ayrıcalıklı olan (ki, bu da bir bağımsızlık değildir) tarafındadır, ya da belirlenen, yani ayrıcalıklı olanların faturasını ödeyen tarafındadır. Bu durumda, yani kapitalizm altında hem komşularıyla barışmış, hem başkalarını ezmeyen, hem de ABD ve Avrupa güçlerine kafa tutacak güçte bir Türkiye nasıl olacak anlayamadık doğrusu? Hem kapitalist, hem komşuları ile barışık, hem de başkalarını ezmeyen! Yoksa, bu da kapitalizmin yeni bir aşaması mı? Yok eğer kastettiğin demokratik burjuva cumhuriyeti değil de (ki budur), bir işçi cumhuriyeti ise, bu durumda bir işçi cumhuriyetinin burjuvazi ile özünde bir burjuva hareketi olan “ulusal bağımsızlık” yanlısı güçlerin arasındaki pazarlıklarla kurulamayacağını herkes bilir. O halde nedir bütün bunlar, nedir bu işin sırrı ey Demir Küçükaydın? “Demokratik Cumhuriyet” Söylencesine ve Bu Söylencenin Dengbejlerine Dair Bilindiği gibi “demokratik cumhuriyet” aslolanın karakterini saklamak için kullanılan burjuva bir kavramdır. Çünkü, gerek demokrasi, gerek cumhuriyet; her şeyden önce bir sınıfın diktatörlüğüdür ve cumhuriyetin de demokrasinin de niteliğini belirleyen, egemeni olan sınıftır. Yani, cumhuriyet de, demokrasi de sonuçta bir sınıfın diktatörlüğünde vücut bulur. Gerek burjuvazi, gerek işçi sınıfı adına iktidarı gaspetmiş (geçmişte Rusya’da, Çin’de ve
Komünist Zemin Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi) birtakım güçler, kendi egemenliklerini saklamak için “halk cumhuriyeti”, !demokratik cumhuriyet” vb. kavramların ardına saklanmışlardır. Peki ya sen, sen hangi kaygılardan dolayı bu kavramın ardına saklıyorsun aslolanı? Gerçi senin “demokratik cumhuriyet” kavramıyla neyi kastettiğin ortada; senin kastettiğinin demokratik burjuva cumhuriyeti olduğu ortada olmasına rağmen, neden bu demokratik cumhuriyeti sınıf karakteri ile birlikte telafuz etmiyorsun; işte bunu anlamak oldukça güç. Böyle yaparak ezilenler aleyhine ne büyük bir suç işlediğini, onların bilinçlerini dumura uğratmak isteyenlere ne büyük hizmetler sunduğunu düşündün mü hiç? Genel olarak devrimcilerin, özel olarak ise, devrimci Marksistlerin yapması gereken; ezilenlerin kendileri için, ezilenlerin genel çıkarları için bilinç oluşturmalarına katkıda bulunmak olması gerekirken; sen şu an yapmakta olduğunla ezilenlerin ham hayallere gönül indirmelerine katkı sunduğunu düşündün mü hiç? Bu anlayış, geçmişte burjuvazinin, “eşitlik ve kardeşlik” parolası; sosyal demokrasinin, “sosyal adalet ve sosyal barış” parolası ve Stalinizm’in, “barış içinde bir arada yarış” parolası ile aynı amaca hizmet etmektedir. Bu anlayışların sahipleri, ezilen ve sömürülenlerin kendileri için bir bilinç oluşturmalarının önünü nasıl kestilerse, bugün “demokratik cumhuriyet” in savaşçıları olan sen ve diğer sosyalistler de aynı işlevi görmektesiniz. Ulusal bir hareketin, bu tür bir kavram kullanması ve bu tür bir hedefe kilitlenmesi gayet anlaşılabilir bir durumdur. Nihayetinde onun hedefi de zaten budur. Yani, ezeni kadar özgür ya da ezeni kadar köle olmaktır. Ulusal bir hareket açısından burada herhangi bir sapma ya da yanlış söz konusu değildir; bilakis yanlış olan, sosyalist solun, gerek geçmişte gerek bugün, Kürt ulusal kurtuluş hareketini, işçi sınıfından, ya da sosyalizmden yana tavır koymuyor diye mahkum etmeye yeltenmesidir.
46
Peki, sen ve diğerleri, size ne demeli? Dün işçi cumhuriyeti için savaşırken, bugün “ demokratik burjuva cumhuriyet” söylencesine gönül indiren sizlere ne demeli? Sana ve seninle aynı kulvarda olan sosyalistlere diyeceğimiz şudur: Ulusal bir hareket açısından anlaşılır olan bu durum, sizler açısından anlaşılabilir bir durum değildir. Kendinizi sosyalist olarak adlandırdığınız müddetçe anlaşılır olmayacaktır. Son Bir Kaç Söz Sayın Demir Küçükaydın, bugün hala devrimci Marksizm’e bağlıysan, basmakta olduğun zemini bir kez daha gözden geçirmen gerekiyor diye düşünüyoruz. Yok eğer devrimci Marksizm’i terk edip, artık kendini ikinci cumhuriyetçi bir burjuva demokratı olarak tanımlıyorsan; o zaman burada yazılanların muhatabı sen değilsin ve doğru yoldasın, olman gereken yerdesin demektir. Yolun açık olsun. Bizim buradaki muhatabımız, devrimci Marksizm’in yetiştirmiş olduğu yetenekli kalemlerden biri olan Demir’dir; tabii ki hala yaşıyorsa; ve bu Demir, o Demir ise! Yok artık yaşamıyorsa, ruhu şad olsun. Bu durumda bizim, Demir kılığında ortada dolaşan burjuva demokratından ricamız; kendine başka bir kılık bulması ve Demir’in ruhunu rahat bırakması olacaktır. Çünkü, bir burjuva demokratının devrimci Marksizmin en radikal düşünürlerinden biri olan Demir’in yüzünü giyinerek ortada dolaşıyor olması, onun anısına karşı işlenebilecek suçların en büyüğüdür. Bu suçu işlemekten vazgeç artık! Yok eğer sen bizim de bildiğimiz Demir olduğunda ısrarlı isen, o zaman anlat bize ne olur, anlat; nedir sahi bu “Demokratik Cumhuriyet”in sırrı?
Konünist Zemin
Siyonizm’in Özüne, Özüne Benzeyen Yüzüne, Yaratmış Olduğu Efsanelere ve Filistin’in Özgürlüğüne Dair “Yeni yeni anlamaya ve hoş görmeye başladığım antisemitizme karşı daha serbest bir tavır içindeyim artık. Hepsinin üstünde, antisemitizmle ‘çatışmanın’ boşluğu ve yararsızlığını anlamış bulunuyorum.” T. Herzl
Dipnot Yerine Siyonizm, gerek yarattığı mitler, gerek oluşturduğu ideolojik çatı, gerekse de, pratiği bakımından; Asya’yı, Afrika’yı ve Amerika’yı sömürgeleştiren Batılıların ayak izlerini takip etmiştir, takip etmektedir. Siyonist hareketin başından beri amacı, “Siyonist bir devlet” kurmak olmuştur. Yahudi halkı ve bu halkın trajedisi ise, Siyonistler tarafından, toplumsal ve tarihsel dayanak olarak kullanmıştır ve halen kullanılmaktadır. Siyonist efsaneye göre Siyonistler, “topraksız halk” olarak adlandırdıkları Yahudi halkının kurtarıcısıydılar ve bu halk “adına”, bu halka “vaat edilmiş kutsal toprakları” yani Filistin’i fethe girişeceklerdi. Efsane üretildi, senaryo yazıldı, oyuncular bulundu, hazırlıklar tamamlandı ve Filistin’in işgaline başlandı... İşgal halen devam ediyor ve tabii ki, Siyonist işgale karşı direnen Filistin halkının özgürlük yürüyüşü de. Siyonizmin Seyir Defterinden Notlar 1840’ta, o tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu işgalinde olan Kudüs’te İngiltere bir elçilik kurduğu zaman Lord Palmerston tarafından “Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere” bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikri ortaya atıldı. Siyonist hareket, bir taraftan Batılı egemen devletlerin desteği ile Filistin’de Siyonist bir koloninin oluşturulması için planlar yaparken, bir taraftan da Filistin topraklarının Siyonist harekete bağışlanması için Osmanlı Hanedanı’nı ikna etmek maksadı ile Thedor Herzl (Siyonizm’in ideologlarından)1896 yılında bir plan sunuyordu:
“Yüce Sultan bize Filistin’i verdiği takdirde biz de buna karşılık Türkiye’nin mali işlerini yoluna koyma görevini üstlenebiliriz. Orada barbarlara karşı ileri karakol rolü oynayacak bir uygarlık kurmalıyız.”1 Öte yandan, aynı yıllarda imparatorluk Almanya’sı adına bizzat Kayzer, on yıl boyunca Siyonist liderlerle pazarlıklar yapıyor, yapılan bu pazarlıklarda Kayzer, Osmanlı İmparatorluğu himayesinde kurulacak bir İsrail devletinin temel işlevinin Filistin’deki anti sömürgeci direnişi yok etmek ve bölgede İmparatorluk Almanya’sının çıkarlarını korumak olduğu düşüncesini Siyonist liderlere işliyordu. Siyonist Dünya Örgütü, bir yandan İmparatorluk Almanya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu ile pazarlıklar yaparken, diğer yandan İngiltere ile pazarlıklar yapmaktaydı. Daha sonraki yıllarda Dünya Siyonist Örgütü’nün başkanı olacak olan Haim Weizmann 1914 yılında kamuoyuna yaptığı açıklamada; Filistin İngiltere’nin nüfuz alanına girer de, İngiltere bu toprakları kendilerine açarsa, İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarını ve bu çıkarların bir parçası olan Süveyş’in denetlenmesi görevini üstlenmeye hazır olduklarını ilan ediyordu. Sonunda Siyonist liderlik, Osmanlı ve Alman imparatorluklarından elde etmeye çalıştığını İngilizlerden elde etti ve 2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu ilan edildi.
47
Balfour Deklarasyonu’nun bir bölümünde şöyle deniliyordu: “Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir vatan kurulmasına sıcak bakmakta ve bu amaca ulaşmak için her türlü çabayı gösterebileceklerini belirtmektedir..” 2 Balfour Deklarasyonu’nun ilanında her ne kadar İngiltere’deki ve Birleşik Devletlerdeki Siyonist kapitalistlerin baskısı, bölgedeki İngiliz çıkarları ve kurulacak bir Siyonist sömürge aracılığı ile Filistin halkının siyasi denetimi gibi faktörler rol oynadıysa da; bu sürecin bir önemli unsuru da İngiliz yönetimini Siyonist bir sömürge kurulması konusunda ikna eden İngiliz Savaş Kabinesi’nde Güney Afrika delegesi olan Siyonist lider Weizmann’ın yakın dostu, geleceğin G. Afrika Başbakanı General Jan Smuts olmuştur. Siyonizm’in kurucusu Thedor Herzl’in sömürge ideologu Sir Cecil Rhodes’e duymuş olduğu hayranlık, daha sonraki yıllarda G. Afrika Başbakanı olan General Jan Smuts ile sonraki yıllarda Dünya Siyonist Örgütü’nün başkanı olan Weizmann arasındaki dostluk ve işbirliğinde vücut bulmuştur. Bu dostluğun G. Afrikalı siyahların ve Filistinlilerin günlük yaşamlarına tercümesi ise, bir Apartheid sisteminin G. Afrika’da bir diğerinin ise Filistin topraklarında kurulması olmuştur. Belfour Deklarasyonu ile birlikte açık start verilmişti ve plan hazırdı; kullanılacak yöntemde. Siyonistler, Filistinlileri dağıtabilmek için sömürge ideologu Rhodes’in G. Afrika’da ve birçok sömürgede kullandığı yöntemi kullanacaklardı. Öncelikli olarak ayrıcalıklı bir sömürge şirketinin kurulmasını uzun vadeli planlarının ilk adımı olarak açıklayan Thedor Herzl, şöyle devam ediyordu: “...toprağın işlenmesi için ilk önce en yoksul Yahudiler Filistin’e göç ettirilmelidir. Planlamaya uygun olarak yolları, köprüleri, demiryollarını, telgraf şebekelerini inşa edecekler, akarsuları denetim altına alıp kendi meskenlerini kuracaklar. Onların emekleri ticareti, ticaret pazarları yaratacak, pazarlar da yeni göçmenleri çekecek.”3 Bu, planın yalnızca bir ayağıydı. Buna paralel olarak militarist birlikler oluşturuldu ve Filis48
Konünist Zemin tinlilere yönelik terör ve katliam örgütlendi; amaç, o topraklarda Filistinlileri ve Filistinlilere ait ne varsa söküp atmaktı. Çünkü, Siyonist uydurmaya göre: “Filistin, halksız bir topraktı.” Sonunda yüz binlerce Filistinlinin topraklarından sürülmesi yüzlerce Filistin köyünün haritadan silinmesi ve on binlerce Filistinlinin katledilmesinden sonra, 1948’de Batılı emperyalistlerin ve Stalin’in hükümranı olduğu Sovyet Rusya’nın onayı ile Siyonist İsrail Devleti kuruldu. Siyonist İsrail Devletinin Nazi Almanya’sı Tarafından Katledilen Altı Milyon Yahudi´nin Maddi ve Manevi Mirasçısı Olduğu Efsanesine Dair Şurası kesin bir gerçektir ki, Siyonizm’in, Yahudi halkı ile hiçbir tarihsel, maddi ve manevi ortaklığı yoktur. Siyonizm, Yahudi halkını ve onun trajedisini, Siyonizm’in işgalci azınlık amaçları için kullanmıştır hepsi o kadar. 21 Haziran 1933’te yani Naziler iktidar olduktan hemen sonra Almanya Siyonist Federasyonu Nazi Partisi’ne yolladığı destek mesajında şöyle diyordu: “Irk ilkesini hayata geçiren yeni (Nazi) devletin temelleri üzerinde kurulacak yapı içerisinde bizler de kendi topluluğumuza ayrılacak alanda Baba yurdu (Fatherland) için elimizden gelen her türlü verimli faaliyeti sürdürmeyi umuyoruz.”4 Ve Dünya Siyonist Örgütü Kongresi 1933’te Hitler´e karşı eylem çağrısını 43’e karşı 240 oyla geri çevirdi.
Yine bu örgüt Alman ekonomisinin dar boğazda olduğu bir dönemde Nazi Almanya’sına yönelik Yahudi boykotunu kırdı. Dünya Siyonist Örgütü, Yahudi boykotunu kıra-
rak Alman mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa’da dağıtımını üstlendi. Siyonistlerin bu Nazi dostluğunun karşılığı olarak SS Güvenlik Servisi’nden Mildenstein, Siyonizm’e destek olmak için altı aylığına Filistin’e gitti; Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels 1934’te Der Angriff’e (Hücum) Siyonizm’i öven on iki bölümlük bir rapor yazdı ve bununla da yetinmeyip bir yüzünde gamalı haç, öteki yüzünde de Siyonist David yıldızı bulunan bir madalyon sipariş etti. 1935 Mayıs’ında SS Güvenlik Servisi Başkanı Heydrich tarafından Yahudiler iki kategoriye ayrıldı; iyi Yahudiler, kötü Yahudiler. Siyonistler iyi Yahudiler kategorisinde bulunuyordu ve Heydrich Siyonistlere ilişkin şöyle diyordu: “Kendilerine iyi dileklerimizle birlikte resmi desteğimizi de sunuyoruz.”5 Siyonistler, kurmak istedikleri devletin zulme uğrayan Yahudiler için bir sığınak olacağı yalanının arkasına saklanarak amaçlarına ulaşmaya çalıştıkları o yıllarda, bırakalım zulme uğrayan Yahudileri kurtarmayı, bizzat Yahudilerin katledilmesinin hangi çerçevede olacağını ve kimleri kapsayacağını Naziler ile birlikte planlamışlardır. Naziler ile koordineli çalışan ve Dünya Siyonist Örgütü tarafından kurulan sözde “Yahudileri Kurtarma Komitesi” bir taraftan çeşitli ülkelerde Yahudilere sığınma hakkı verilmesine yönelik çağrılara karşı çıkarken, bir taraftan da Nazilerle birlikte kendi Siyonist planlarına uygun olmayan Yahudilerin listesini hazırlayarak onların ölüm kamplarına götürülmesine yardımcı olmuştur. Örneğin Budapeşte’deki “Yahudileri Kurtarma Komitesi’nden Dr. Rudolph Kastner, Adolf Eichmann ile Macaristan’daki “Yahudi sorununu çözmek” üzere gizli bir anlaşma imzalamıştır. Anlaşmaya göre kendilerinin ihtiyacı olan altı yüz Yahudi’ye yaşama hakkı verilmesi karşılığında geri kalan Yahudilerin yazgısı konusunda sessizlik sağlanacaktı. Dünya Siyonist Örgütü, Nazi zulmü altındaki Avrupa Yahudilerinden yalnızca küçük bir azınlığı kurtarmışlardır; bunlar, mesleki bilgisi olan yetişkin elamanlar ve kapital sahipleriydi. Siyonist İşçi Davar gazetesi editörü Berel Katznelson Siyonizm’in ölçütlerini şöyle açıklıyordu:
Konünist Zemin “Alman Yahudileri Filistin’de çocuk doğuramayacak kadar yaşlıydılar, Siyonist bir sömürge oluşturmaya yetecek kadar mesleki bilgileri yoktu, İbranice bilmiyorlardı ve Siyonist değillerdi.”6 İşte tam da Siyonistlerin bu ölçütlerinden dolayıdır ki, 1933’ten 1935’e kadar göçmen kağıdı almak için Dünya Siyonist Örgütü’ne başvuran Alman Yahudilerinin üçte ikisi reddedildi. Yahudiler, diye yazıyordu Siyonist ideologlar: “Onlar disiplinsizdirler, yıkıcıdırlar, muhalif ruhludurlar, dolayısıyla da karşı karşıya kaldıkları duruma layıktırlar”. Yani Siyonistler bizzat Yahudilerin infazının savcılığını üstlendiler. Siyonistler önce Yahudilere ihanet ederek, bu ihanetin bedeli olan bedenleri Filistin’e getirdiler ve bu bedenleri Filistin halkının katilleri olarak örgütleyerek işgal planlarını hayata geçirdiler. “Barış” Adı Altında Yapılmak İstenen: Siyonist Sömürgeciliğin Meşrulaştırılmasından Başka Bir Şey Değildir Sömürgecilik ve barış; bu iki kavramı yan yana düşünmek bile mümkün değildir. Ama gelin görün ki egemenler ve Filistinli işbirlikçi liderlikler, sömürgeciler ile sömürgeleştirilen yaşamların barış içinde bir arada yaşayabileceklerine dair bir efsane yaratarak büyük bir çoğunluğu bu efsanenin peşine takmayı başardılar. Büyük bir çoğunluk “barış” düşü görüyordu ki, Siyonist işgalciler; işgal eden ile işgal edilenin bir arada, barış içinde olamayacağı gerçeğini bir kez daha göstererek bu büyüyü bozdular. Sanki, Siyonizm’in ideologlarından Vladimir Jabotinsky’in 1923’te kaleme aldığı ve Siyonizm’in kilometre taşı olarak kabul edilen “Demir Duvar” adlı makalesinde dediklerinin daha iyi anlaşılmasını istercesine: “Ne şimdi ne de görünür gelecekte Araplar ile uzlaşmaya varmamız söz konusu bile olamaz. ...Her biriniz sömürgecilik tarihi üzerine az çok bir şeyler biliyorsunuz. Bir ülkenin, o ülkenin yerlisi olan insanların rızası ile sömürgeleştirilebileceğini kanıtlayan tek bir örnek gösterebilir misiniz?
49
Böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır. ...Kızılderililer sömürgecilerin iyisine de kötüsüne de aynı uzlaşmaz şiddetle direndiler. ...çünkü nerede, ne zaman, hangi biçimde olursa olsun, sömürge olmak yerli bir halk için kabul edilemez bir şeydir. ...Biz Filistin’e karşılık ne Filistinlilere, ne de öteki Araplara hiçbir şey veremeyiz. Öyleyse gönül rızası ile anlaşamayız.”7 Siyonizmin Filistinlilere karşı yürütmüş olduğu katliama son vermesi ve “barış” masasına oturması ancak ve ancak Filistinlilerin Filistin’de köle olarak yaşamayı kabul etmeleri ile mümkündür.Yani, Siyonizm’in ideologlarından Heilburn’un yıllar önce söylemiş olduğu bugün de geçerlidir:
Konünist Zemin Siyonist sömürgeciliği meşru kabul edilmesini öneriyor bu barış çığırtkanları. Bunun Filistin halkı için anlamı şudur: Filistin halkının bantustanlara hapsedilmesi meşrudur. Bu, işgalin tamamlanmasından, taçlandırılmasından başka bir şey değildir. Bu kabul edilemez bir durumdur. Siyonist İsrail devletinin işgal etmiş olduğu toprak, Filistin’deki yaşama sıktığı mermilerin yalnızca birisi kadar bir büyüklükte bile olsa; bu devletin varlığını kabul etmek yine de mümkün olamaz. Çünkü bu, işgali meşru kabul etmektir. Siyonizm’in amaçlarını meşrulaştırmaktır. Yani, Siyonist lider Ben Gurion’un 1938’de ifade ettiği rüyasının gerçeğe dönüşmesidir:
“Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz.”8
“Devlet, Siyonizm’in gerçekleşmesi için bir aşama olacak sadece; görevi de yayılmamızı sağlamak olacak ve tabii lafla değil, makineli silahla.”9
Siyonizm kendisini ve yaptıklarını bu kadar açık ifade ediyor olmasına rağmen, “barış” adı altında, ABD’nin hamiliğinde Filistin’in sömürgeleştirilmesi süreci meşrulaştırılmaya çalışılıyor ve bu sürece Filistin cephesinde hiç de küçümsenmeyecek bir kitle destek veriyor. “barış” sürecine alkış tutanlar cephesinde uluslararası devrimci çevrelerin oluşu ise, trajik olan bu durumu daha da dayanılmaz kılıyor. Siyonist sömürgeleştirmenin varlığını tanımak, tarihe “barış” olarak kayıt düşülmek isteniyor. Bu “kutsal barış” çığırtkanları hep bir ağızdan şu teraneyi dillendiriyorlar: “İsrail devleti’nin varlığının tanınmasına karşılık, İsrail de Filistin’in varlığını tanısın.” Yani bir Filistin bantustanına karşılık
Emperyalizmin ve onun bir parçası olan Siyonizm’in, bölgedeki varlıkları sürdüğü müddetçe barış mümkün değildir. Barışın olabilmesinin tek koşulu; varlıkları savaş anlamına gelen emperyalist ve Siyonist sömürgecilerin imhasıdır. Barışı sağlayacak olan güç ise, ne emperyalizm, ne Siyonizm, ne petrol şeyhleri ne de işgalci Batılıların kapalı kapılarının ardında “barış” dilenen ulusal liderliklerdir. Barış, Filistinli yoksulların ve kaderini onların kaderine bağlayanların zafere kadar savaşmaları ile mümkündür. Zafer, kapitalist hükümranlığı dünya çapında imha etmek ile mümkündür; zafer ezilenlerin kendi yaşamlarının efendisi oldukları an mümkündür.
1
Thedor Herzl, Yahudi Devleti (The Jewis State), Londra 1896. John Norton Moore, Arap-İsrail Sorunu (The Arap-Israelı Conflıct, 1977, 885. 3 Thedor Herzl, The Jewısc State: Attempt At A Modern Solutıon Of The Jewısh Questıon (Yahudı Devletı: Yahudi Sorununa Modern Bir Çözüm Girişimi)S.33 Ya Da Uri Davis’in İsrail: Irkçı Devlet (Israel: An Apartheıd State Londra 1987. ), S.25.Age.,S28. 4 Lenni Brenner, Zionism (Siyonizm) S. 48 5 Lenni Brenner, Zionism (Siyonizm) S. 85 6 Siyonist İşçi Davar Gazetesi Editöri Brel Katznelson’un açıklaması. Aynı adlı gazetede yer alıyor. Lenni Brennerin Siyonizm adlı kitabında ya da R. Schönman’n Siyonizmin Gizli Tarihi adlı kitabında bu açıklama bulunabilir. 7 Vladimir Jabotınsky, Demir Duvar (The Iron Wall, 4 Kasım 1923) Yed Books,Ltd., S.79 8 Fevzi el- Asmar ve Salih Baransi’nin yazara aktardıklarıdır ve Ralp SCHOENMAN’ın Siyonizmin Gizli Tarihi adlı kitabında yer almaktadır. 9 David Ben Gurion’un 1938’deki bir konuşması. DAVİT BEN GURİON, ANILAR (MEMOIRS) Ayrıca Ralp SCHOENMAN’ın Siyonizm’in Gizli Tarihi (The Hidden History Of Zionizm) adlı kitabında yer almaktadır. 2
50
Komünist Zemin
Kapitalizmin Egemenliği Altında Eğitimin Pratik Ve İdeolojik İşlevi Üzerine Bilindiği gibi her toplumsal formasyonda eğitimin bir işlevi vardır. Biz burada kapitalizmin egemenliği altındaki bugünün sınıflı toplumunda eğitimin pratik ve ideolojik alanda ne gibi bir işlevinin olduğunu, bugünkü eğitim sisteminin hangi şekillerde toplumu bölerek ayrıcalıkları ve ayrıcalıklıları yarattığını, var olan haksız toplumsal eşitsizliği hangi şekilde meşrulaştırmaya çalıştığını, bunu yaparken de nasıl da süregelen sömürü düzeninin olması gereken olduğuna ya da kapitalizmin bir alternatifinin olamayacağına dönük anlayışları, bunun yanında egemen kültürü ve o kültürün insanını nasıl yeniden ürettiğini göstermeye çalışacağız. Egemen Gücün İktidarını Sürdürebilmesinin Bir Olmazsa Olmazı Olan Eğitime Dair Eğitim en geniş anlamında insanların toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etme ve kişiliklerini geliştirme işi olarak tanımlanmaktadır. İçinde bulunduğumuz toplumun kapitalizm altında örgütlenmiş sınıflı bir toplum olmasından yola çıkacak olursak, bu bilgi, beceri ve anlayışların elde edilmesinin ve hatta kişiliklerin gelişiminin zorunlu olarak bu toplumsal formasyonda egemen olan güçler tarafından belirleneceği sonucuna varırız, çünkü egemenlerin egemenliklerini sürdürebilmeleri için buna uygun bir toplumsal yaşayışı örgütlemeleri bir önkoşul teşkil eder. Bunun anlamı şudur: Egemenlerin egemenliği altında yaşayanlar, egemenler tarafından egemenlerin belirlediği amaçlar doğrultusunda eğitilmek zorundadırlar. Aksi halde egemen açısından statüko tehlikeye girer. Devletin doğrudan bir baskı aracı olarak işlev görmesinin yanında egemenlerin haklı olarak egemen olduklarının dayanağı olan ideolojik temellerin de var olması gerekir, çünkü yalnızca doğrudan baskı aracı olan devlet aracılığıyla egemenler, ideolojik dayanağı olmayan egemenliklerini uzun süre
sürdüremezler. Bunun için kapitalizm kendi egemenliğine en uygun insan tipini yaratmak zorundadır. İhtiyaçlar ve anlayışlar bakımından sağlanacak standardizasyon ne kadar büyük ise, kapitalizmin egemenliği de o derece sağlam olacaktır. Eğitimin Özel Bir Alanının İfadesi Olan Kurumsal Eğitime Dair “Temel” eğitimin aşamalarından biri olan ve insanın, eğitimini tamamlamış, mertebesine ulaşmış olarak mezun edildiği okullar, bu sürecin sistematize edildiği kışlalardır. Okulların egemenler açısından diğer bir önemi ise; buraların egemenlerin ihtiyaçları doğrultusunda insanların yetiştirildiği yerler olmalarıdır Kapitalizmin egemenliği altında okulların, üniversitelerin ve diğer eğitim kurumlarının görevi insanın sosyalizasyonu sürecine egemenlerin çıkarları doğrultusunda bilinçli bir müdahaleyi gerçekleştirmek ve standart tipte bir insan yaratmaktır.
Egemen kültür ve egemen eğitim aracılığıyla da sistemin ihtiyaçlarının karşılığı olan insan yaratılmıştır: “homo oeconomicus”.
51
Komünist Zemin Eğitimin özel alanında, üniversiteler ise bir başka özelliğe sahiptir. Üniversitelerin eğitim kurumları içerisindeki özelliğinin nedeni, bu kurumların egemenlerin ihtiyaçlarına uygun “bilim ve ideolojinin” üretildiği yerler olmalarıdır. Bu kışlalarda her şey sözde bir bilimsel tarafsızlığa dayandırılarak insanlara verilmekte, böylelikle de egemenlerin haksız düzeni ve toplumsal eşitsizlik meşrulaştırılmaktadır. Hâlbuki kapitalizmin egemenliği altında tarafsızlık diye bir şey olamayacağından bu düzenin kurumlarının çatısı altında üretilen “bilimin” de tarafsız olması diye bir şey söz konusu olamaz. Zaten egemenlerin düzenini onaylamanın araçlarından biri olan bugünkü bilim, aslında ideolojinin, yani bir taraflılığın ifadesidir. Peki, Kimlerdir Bu Bilimin ve İdeolojinin Üreticisi Olanlar ve Neden Yaparlar Bunu? Bu ideoloji üreticileri egemenlerin kurumlarında yetişmiş ve bunun sonucunda da ayrıcalıklı durumlarının bir simgesi olan diplomalarını eline almış olan ayrıcalıklılardır. Bu diplomalılar, okuma şansına sahip olamadığı için okula gidemeyip çalışmak zorunda kalanların, hatta dünyanın kimi yörelerinde buna daha çocuk yaşta zorunlu olanların, yani doğrudan üreticilerin ürettikleri artıkdeğere el koyan egemenlerin düzeninde, bu üretim aracılığıyla finanse edilerek ayrıcalıklı kılınan bir azınlığın üyesidirler. Dolayısıyla ayrıcalıklı durumlarını sürdürebilmeleri statükonun sürdürülmesine bağlıdır, yani bu yüzden diplomalıların egemen sınıfı temsil eden iktidara doğrudan savaş açması beklenemez, zira onun ayrıcalıklarının güvencesi zaten o iktidardır. Kısacası diplomalı yalnızca bilimsel alanda değil, hayatın her alanında var olan adaletsizliği ve eşitsizliği meşrulaştırmayı kendine iş edinir. Hatta bazen üniversite kürsülerinden, var olan bu adaletsizliğe ve eşitsizliğe işlevsel bir görev atfetmeyi, tarafsızlık ve nesnellik maskesinin arkasına saklanarak da yapar. İşte bahsi geçen “tarafsız bilim” masalının gerçek yüzü budur. Eşitsizliğin, yani sömüren ile sömürülenin var olmasının toplumun çıkarına olduğunu ileri sürebilmek ya da buna sessiz kalarak onay sunabilmek, kendisi üretim araçlarına sahip olmasa dahi, var olan düzenin ayrıcalıklılar
52
tarafında bulunan bir zihniyetin yapabileceği bir şeydir, çünkü kendisi ayrıcalıklı olarak zaten sömürüden payına düşeni almaktadır, hatta buna bağlı olarak o da ekonomik ve toplumsal bir iktidar alanına sahip olmuştur. Bu ayrıcalıklı durumu da ideolojik meşrulaştırma işlevini başarılı bir şekilde yerine getirebildiği oranda artar. Ama bu demek değildir ki diplomalı yalnızca düşünsel alandaki faaliyetiyle var olan haksızlığı meşrulaştırır, aksine sadece varlığıyla, varlığının günlük hayattaki pratik anlamıyla da ideolojik bir işlev görür. Kafa emeğinin kol emeğine üstün olduğu anlayışı, pratikten hareketle, yani bu azınlığın ayrıcalıklarının bir sonucu olarak yerleşir, çünkü böyle bir anlayışın yerleşmesinin sebebi, bilincin hayatı değil, hayatın bilinci oluşturmasının doğrudan sonucu olmasıdır. Böylece de yönetenlerin yönetilenlerden üstün olduğu, insanlığın her zaman kendini yönetecek yetkin efendilere ihtiyacı olduğu yönünde seçkinci bir dünya görüşü ortaya çıkar ve bu durum “tarafsız-nesnel bilim” sosunun eklenmesiyle de kotarılmış olur. Bu Durum Karşısında Komünistlerin Tutumu Ne Olmalıdır? İnsanın köleleştirilmesinin temel kilometre taşlarından olan egemen eğitimi hiçbir şekilde sorgulamayan ve egemen olanın havanında su dövmekten öteye gitmeyen “parasız” ya da “iyi” eğitim talebi karşısında komünistler, bir bütün olarak ehlileştirme sistemine; insanın birileri tarafından birileri için eğitilmesine karşı çıkarak; herkesin yaşayarak, deneyerek, yanılarak kendisini oluşturabileceği; istediği alanda kendisini geliştirebileceği, bilim ve bilgiye her isteyenin ulaşıp, yararlanabileceği; felsefeden sanata, edebiyattan matematiğe bütün “entelektüel” faaliyet alanlarının bir ayrıcalığı ifade etmediği, günlük yaşamın bir parçası olduğu, sıradanlaştığı ve birini diğeri karşısında hiçbir şekilde ayrıcalıklı kılmadığı bir bilgi, bilim ve özgür bireyler toplumu için mücadele etmelidirler. Aksi halde komünistler, ayrımsız ve ayrıcalıksız bir dünya kurma amaçlarına bağlı kalamayacakları gibi, kapitalizmin ayrıcalıklar yaratarak dünya ezilenlerini bölme stratejisine ve bu stratejinin sonuçlarına ortak olmaktan da kurtulamayacaklardır.
Komünist Zemin
Batı’da, Fakir Ülkelerden Gelen Göçmenleri Hedef Alan ve Devletinden Milletine Kadar Bütün Kesimlerce “Yabancı Düşmanlığı” ya da En Solcu Tanımlamaya Göre “Irkçılık” Olarak Adlandırılan Saldırılara İlişkin Egemen olanların değerlerine ve literatürlerine göre “Yabancı” denilince, oralı yani o memleketli olmayan; “ırk” denilince ise, aynı “soy”, “sop” ve “kan”dan olduğu varsayılan topluluk anlaşılmaktadır. Bu tanımlamanın ideolojik boyutu, bir ırkın kendisini diğerlerinden üstün görmesi -ki bu “ırk” nedense hep kendilerini “arî ırk” olarak tanımlayanlar olmuştur- biçiminde inşa edilmişken, günlük yaşama uygulanması; aynı “ırk”a mensup olanların kendi ırklarından olmayanlara baskı yapması, hatta onları yok etmesi biçiminde olmuştur. Hemen belirtelim ki, biz burada, “ırk” ve “yabancı” olgularını tartışacak değiliz. Biz burada, bu olguların ve kavramların uydurma şeyler olduğunu da tartışacak değiliz. Biz burada, egemenlerin bu olgulara ve kavramlara yüklemiş oldukları anlamlar bağlamında; göçmenlere yönelik saldırıların ne olup, ne olmadığını ortaya koymaya çalışacağız. Belirtmek istediğimiz bir başka nokta ise şu dur: genel olarak Batılılar’ın göçmenlere yönelik tutumları ve bu tutumlarını ifade edişleri aynı olmakla birlikte, tabii ki ülkeden ülkeye ya da insandan insana bazı nüans farklılıklara rastlamak mümkündür. Ama özü itibariyle Batılılar’ın bulundukları nokta aynıdır. Bundan dolayıdır ki, biz bu yazıda Almanya1 özelinden yola çıkarak, genel olarak Batılıların bulundukları noktayı tespit etmeye çalışacağız. Bu açıklamaları yaptıktan sonra, saldırıların en yoğun olduğu ülkelerden olan Almanya’yı ele alarak tartışmaya başlayabiliriz. Alman Devleti ve “Alman Milleti”nin büyük bir çoğunluğu, bu ülke de “yabancılara” yönelik tutumun ve saldırıların, yoğun göç dolasıyla gündeme geldiği noktasında hemfikirdir. “Sosyal Bilimciler”, politikacılar ve aklıevvel yüksek teori tacirleri ise, var olan durumun adını koymaktadır: “yabancı düşmanlığı.” Aslında saldırıların asıl nedeni bizzat Alman Devleti ve “Alman Milleti”nin yapmış oldukları açıklamalarda saklıdır. Ne diyor du Alman Devleti ve “Milleti”; “saldırılar yoğun göç dolayısı ile gündeme geliyor.” Kime karşı? Tabii
ki göç edenlere karşı. Göç eden kim? Yeryüzünün fakirleri. Yani, Batılı olmayanlar. Demek ki varolan düşmanlık dış memleketlerden gelenlere karşı değil, Batı tarafından yoksul bırakıldığı için Batı’nın zengin sınırlarından içeriye sızabilmiş olanlara karşıdır. Eğer böyle olmayıpta, yabancıya yani dışarıdan gelene karşı bir düşmanlık söz konusu olmuş olsaydı, o zaman bir Japon, bir ABD’li ya da bir Avustralyalı’nın da saldırıya uğraması gerekirdi. Keza, Italyanların, Yunanların, İspanyol ve Portekizlerin de saldırıya uğraması gerekirdi. Bu ülkelerden gelenler herhangi bir saldırıya uğramadıkları gibi, hiçte Almanlardan beklenmeyecek bir misafirperverlikte görüyorlar. Yani bir Alman, bir Vietnamlı ile bir Jopon’u çok iyi ayırt edebiliyor. Peki, dış görünüşleri itibari ile birbirleri ile çok fazla aynı fiziksel özelliklere sahip bu iki ülke insanları nasıl oluyorda birbirlerine karıştırılmıyor? Tabii ki kaşa - göze göre değil; tamemen zenginliklerine göre. Elinde kamera, boyuna görüntü kaydediyorsan, lüks muhitlerde oturup, alış verişini bu lüks muhutilerin lüküs hayat sürenleri için kurulmuş mağazalardan yapıyorsan, ürkek adımlarla dolaşmıyorsan ya da bir firmada teknik elaman isen; Japon’sun demektir. Yok, mülteci yurtlarında kalıyorsan, bir restaurantta bulaşık yıkıyorsan, gettolarda yaşıyorsan, İş Ve İşçi Bulma Kurumu’nda iş kuyruğunda isen ve ürkek gözler ile etrafını süzüyorsan; o zaman Vietnamlı’sın demektir. Geçmişte benzer bir düşmanlığa Italyanlar, Yunanlar ve Portekizler’ de muhatap olmuşlardı. Daha önceleri bu ülkelerden Almanya’ya işçi olarak gelenlerde bugün “yabancı düşmanlığı” olarak adlandırılan saldırılardan nasiplerini almışlardı. Ne zaman ki bu ülkeler Avrupa Birliği’nin yani zenginler kulübünün üyesi oldular, bu ülkelerden gelen göçmenlere karşı var olan saldırılar da kesildi. Peki değişen neydi? Bu insanlar yine Italyan, Yunan ve Portekiz’di; bu anlamı ile değişen birşey söz konusu olmadığına göre, değişen neydi? Değişiklik 53
tamemen politiktir. Ne zaman ki bu ülkeler zenginler kulübününe dahil edildiler, işte o zaman bu ülkelerden gelen insanların Almanya’da ki durumları gerek hukuki olarak, gerekse de sosyal olarak değişmiştir. Bu tanımlamaya bir kaç örnek daha verecek olursak: Örneğin Türkler, Kürtler ve Arnavutlar, tıpkı Almanlar gibi “beyaz ırk”a mensupturlar, ama bu saldırıların boy hedefi durumundadırlar. Örneğin, Japonlar “sarı ırk”a mensup oldukları halde Almanya’da aşağılanıp yakılmıyorlar; aksine, ilgi görüyorlar. Yukarıda sıraladığımız örnekler, Alman Devleti’nin ve Alman Milleti’nin bulunduğu kulvarın dışında olduğunu iddia eden ve söz konusu saldırıları, “ırkçı saldırılar” olarak değerlendiren çevreler için de geçerlidir. Bütün bu sıraladıklarımızdan sakın ola ki toplumda ırkçılığın, ırkçı bir hiyerarşinin, ırkçı bir iş bölümünün ve var olan saldırıların ırkçı bir yanının olmadığı anlaşılmasın. Tabii ki, bütün bu saldırıların ırkçı bir boyutu vardır. Nasıl ki ”beyaz ırk üstündür” safsatası Asya’nın, Afrika’nın ve Amerika’nın yerlilerinin köleleştirilmesinde ve bu coğrafyaların talan edilmesinde Beyazların bir dayanağı ve toplumsal mayası olduysa; bugün de ırkçılık aynı işlevi görmektedir. Ama dün olduğu gibi bugün de, düşmanlığın asıl nedeni, ırkçılık değildir. Irkçılık, egemenler tarafından, talanlarına “manevi” ve “sosyal” bir zemin yaratabilmek; çıplak olan saldırı ve talanlarını giyindirebilmek için bir araç olarak kullanılmıştır, kullanılmaktadır. Batılı kitleler ise, çıkarlarına denk düştüğü için bu oyunda kendilerine verilen rolü oynamıştırlar, oynamaktadırlar. Düşmanlığın da, saldırıların da asıl nedeni, ayrıcalıklı olanın ayrıcalıklarını korumak istemesidir. Kimden? Tabii ki, yoksul bırakılmış dünyanın insanlarından. Neden? Çünkü onlar yoksul. Çünkü onlar Batı’ya kalmak için ve kendilerinden zorla gasp edilen zenginlikten pay almak için geliyorlar ve bundan dolayıdır ki de tehlike olarak görülüyorlar. Batılılar, üzerine oturdukları zenginliğin kendi aralarında paylaşılması hususunda şimdilik bir sakınca görmüyorlar. Bilakis, bugünkü ayrıca-
Komünist Zemin lıklı durumlarınının bekası için, bu paylaşımı ve bunun bir sonucu olan ortak davranışı bir zorunluluk olarak görüyorlar; dahası bu zorunluluğa birbirlerini ikna etmek için yoğun çaba gösteriyorlar. Çünkü paylaşmak istemedikleri de, yan yana durmak istemedikleri de, tehdit olarak gördükleri de aynıdır; yeryüzünün yoksullarıdır. Bundan dolayıdır ki, Batılılılar, birbirlerini ortak düşmana karşı birbirlerinin dostu olarak görüyorlar. O Halde Ne Yapmalı ya da Nereden, Nasıl Başlamalı? Bugünkü durumdan ve bu durumu izah eden yalandan yana çıkarı olmayanların atacakları ilk adım; bu yalanın bir parçası olmaktan kurtulmak olmalıdır. Çünkü bu yalanın bir parçası olunarak, yoksullar açısından gerçek olanın ne olduğunu görmek mümkün değildir. Yine aynı şekilde bu zamana kadar yapılan muhalifliğin dayanılmaz hafifliğinden kurtulabilmek ve sistemin uslu durmayan müzmin muhalif çocukları olmaktan öteye gitmekte mümkün değildir. Ancak var olanın ne olduğu doğru tespit edilirse, neye karşı kiminle olunacağı ve oluşturulacak strateji doğru bir şekilde tespit edilebilir. Aksi takdirde, ne bugünkü yalanın bir parçası olamaktan kurtulmak mümkündür, ne de yalanı yıkmak. Bir başka deyişle, Beyaz İmparatorluk yoksulları yakmaya; Beyaz imparatorluğun müreffeh vatandaşları bu ataşe odun atmaya; işleri olan biteni protesto etmek olan sözüm ona muhalif Devrimci Güçler, ateşe odun atmaktan yana çıkarı olanları “Yaşasın Uluslararası Dayanışma” sloganları ile saflarına çağırmaya; ateşe odun taşıyanlar ise, bu çağrıya alaycı alaycı gülmeye devam edeceklerdir.
Bilindiği gibi yaşadığımız ülkeden çok sayıda insan Almanya’ya göç etmek zorunda kalmış ve halen orada yaşamaktadır. Bu nedenle Almanya’da gündeme gelen yabancılara yönelik saldırılar yaşadığımız ülkede daha çok tartışılmaya değer bulunmuştur. Tabii ki bu da ayrı bir milliyetçilik ve ırkçılıktır ve oldukça da üzücüdür. Biz, meselenin daha iyi anlaşılması bakımından yaşadığımız coğrafyanın insanlarının yabancısı olmadıkları bir ülke olan Almanya’yı işte bundan seçtik ve bu yazının konusu olan “Yabancı Düşmanlığı”nı bundan dolayı Almanya üzerinde tartıştık.
1
54
Komünist Zemin
ÇAĞRI TÜRK DEVLETİNİN İŞLEDİĞİ VE İŞLEMEKTE OLDUĞU SUÇLARDAN ÇIKARI OLMAYANLAR VE ONUN SUÇ ORTAĞI OLMAK İSTEMEYENLER! Bilindiği gibi, Türk Devleti’nin zindanlarında açlık grevleri ve ölüm oruçları var. Hiç düşündünüz mü, neden? Kimdir bedenlerini ölüme yatıran bu insanlar? Tabi ki, devlet güdümlü medya aracılığı ile duyduklarınızdan yola çıkarak, gerek ölüm oruçları, gerekse de ölüm orucu yapan insanlar üzerine bir düşünceye sahipsinizdir. Hatta bir yargıya bile sahip olabilirsiniz. Ama unutmayın ki, duyduklarınızı ölüm orucundaki insanlardan değil, bu insanların düşmanlarından duydunuz. Siz de bilirsiniz ki, hiç kimse düşmanı hakkında iyi ve doğru şeyler söylemez. Bundan dolayıdır ki devletin de ölüm orucunda ki insanlarla ilgili doğruları söylemesi mümkün değildir. Şimdi isterseniz, ölüm orucuna yol açan nedenleri ve bedenlerini ölüme yatırmayı göze alan bu güzel insanları bir de biz anlatalım. Bu açıklamadan sonra siz yine de Türk Devleti’nin suçlarına ortak olmayı tercih edebilirsiniz, ama en azından neye ve kime karşı olduğunuzu bilirsiniz ve bilerek katil olursunuz; bundan sonrası sizin bileceğiniz bir iştir. Her şeyden önce şunu bilmek gerekiyor ki, dünyanın neresinde olursa olsun, devlet aynıdır, yani bir baskı aracıdır. Kimin mi? Tabii ki egemen olan sınıfın. Yoksa öyle anlatıldığı gibi halkın devleti falan değildir. Ayrıca, halkın devleti diye bir şey de olmaz. Devlet, ya patronların devletidir ya da emekçilerin. Ve bugün dünyanın hiç bir yerinde çalışanların devleti yoktur; bugün yeryüzüne zenginler hükmetmektedir ve yeryüzünün her yanında onlar devlettir. Bundan dolayıdır ki, bugün dünyada 2 milyar insan açlıktan dolayı ölüm tehdidi altındadır. Bundan dolayıdır ki, her 20 milyon çocuk açlıktan ve açlığın yol açtığı hastalıklardan dolayı ölmektedir. Bundan dolayıdır ki, dünyanın birçok bölgesinde savaş vardır. Bundan dolayıdır ki,
atom denemeleri, silahlanma, doğanın talan edilmesi, aşırı tüketim ve kirlenmeden dolayı ekolojik denge bozulmuş; yeryüzü deprem, sel, tayfun gibi felaketlerle sarsılmakta ve bütün bir yeryüzü yaşamı toptan bir yok oluş ile karşı karşıyadır. İşte, Türk Devleti esas olarak batılı zenginlerin, yani beyaz adamın kontrolünde olan bu dünya zulüm düzeninin bir parçasıdır. Bunun içindir ki IMF ve Dünya Bankası’nın kararlarını uygulamak adına 12 Eylül 1980’de askeri darbe yapıldı; sendikalar kapatıldı, grev yasaklandı, işçi ücretleri donduruldu, beşyüzbin insan işkenceden geçirildi ve on binlerce insan tutsak edildi. Bunun içindir ki, yeryüzünün talanına ve milyarlarca insanın yoksullaştırılmasına dayanan sömürgeci beyazların suç örgütü Avrupa Birliği’ne dahil olabilmek için, İMF ve Dünya Bankası’nın talepleri doğrultusunda çalışanların vergileriyle kurulan devlet fabrikaları, şirketleri ve bankaları özel şirketlere peşkeş çekildi ve çekiliyor. Bunun içindir ki, Türk Devleti sırf batılı emperyalistlere yaranabilmek ve onların işgal ordusu olan NATO’ya girebilmek için Kore savaşına yoksulların çocuklarını gönderip orada öldürttü. Bunun içindir ki, batılı güçlerin savaş uçaklarının Adanaİncirlik’ten kalkıp Irak’ı bombalamasına izin vermiş ve batılı güçlerin on dört yıldan bu yana Irak’a karşı uygulamış oldukları ambargoya katılarak, çoğu çocuk, 2 milyon insanın bu ambargonun yol açtığı hastalık ve yokluktan dolayı ölümüne ortak olmuştur. Türk Devleti kurulalı beri hep zenginlerin devleti olmuştur. Bundan dolayıdır ki, bu ülkede bütün acıları çekmek işçilerin, memurların ve yoksul köylülerin payına düşüyor; onlar aç kalıyor, onlar sokakta coplanıyor, onlar tüp gazından zehirleniyor, onların çocukları köprü altlarında
55
tiner çekiyor, onların çocukları sokaklarda selpak ya da su satıyor, onların çocukları fahişe oluyor ve onlar batılı ülkelere dişlerine kadar kontrol edilerek işçi diye satılıyor. Sabancı, Koç, Çiller, Özal ve diğerleri ise hep zengin; onlar ve onların yakınları, sıraladığımız bu acıların hiç birini yaşamıyorlar. Neden? Çünkü devlet onlardır, onlarındır. İşte bugün cezaevlerinde bulunan ve devletin size “terörist” diye tanıttığı devrimciler tam da bu zenginlerin devletine karşı çıktıkları için tutsaktırlar. Yani emekçilerin sömürülmesine, açlığa, ülke zenginliklerinin batılı güçlere peşkeş çekilmesine, insanların batılı köle tüccarlarına dişlerine kadar kontrol edilerek satılmasına, çalışanların vergileri ile yapılan fabrikaların ve işletmelerin bir avuç zengine hediye edilmesine, adaletsizliğe karşı çıktıkları için bu insanlar bugün Türk Devleti tarafından esir tutulmaktadırlar. Eğer bu insanlar bugünkü zulüm ve sömürü düzeninin bir parçası olmayı kabul etmiş olsalardı bugün bir çoğunuzdan daha rahat bir hayata sahip olabilirlerdi. Ama bu insanlar, bu zulüm düzeninin suç ortağı olmaktansa dünyanın fakirleri, horlananları ve zulüm görenleri ile kader birliği yapmayı tercih ettiler. Bu tercihlerinden dolayı öldürüldüler, işkence gördüler, hapsedildiler. Yine de bu tercihlerinden vazgeçmediler. Çünkü bu insanlar, yeryüzünde bir tek insan bile açsa, adaletsizliğe uğruyorsa, zulüm görüyorsa, bu bir tek insanın mutsuzluğunu kendi mutsuzlukları olarak kabul edebilecek kadar güzel insanlardır. Bu insanlar ne çetecidirler, ne çalışanların paraların hortumlayan bankacıdırlar, ne de ülke zenginliklerini haraçmezat satan politikacıdırlar. Bu insanlar tam da bütün bunlara karşı oldukları için bugün tutsaktırlar. Öyle söylendiği gibi bu insanlar “beyinleri yıkanmış, kandırılmış” falan da değiller. Ama eğer bir insan, yüzünü bile görmediği insanların aç kalmalarına karşı çıktığı için ve bu uğurda kendini feda ettiği için “beyni yıkanmış” oluyorsa, varsın öyle olsun.
Komünist Zemin Bu da demek oluyor ki, yeryüzüne adaletin ve özgürlüğün gelmesi için herkesin beyninin yıkanması gerekiyor. Hem, kim ne yaptı, ne verdi de bu insanların “beynini yıkamayı” başarabildi ki, bu insanlar darağaçlarına asılmaya türkü söyleyerek gidebildiler. Kim imiş, hangi güçmüş bu insanların beynini yıkamayı başaran ki, bu insanlar bugün bedenlerini ölüm orucuna yatırarak her an parça parça ölmeyi kabullenebiliyorlar. Hem de hiç bir pişmanlık duymadan, hem de türkü söyleyerek. Bugünkü sömürü ve talan düzeninde, varolan sömürü ve zulümü kabul etmemek bir suçtur. İşte devrimciler bu suçu işlemiştirler. Bu zulüm düzeni devam ettikçe de bu suçu işlemeye devam edeceklerdir. Ve devrimciler bu suçu işlemeye devam ettikleri içindir ki zulüm devleti onları zindanlarına hapsetmiştir. Ama devlet bununla da yetinmemektedir. Bu insanların bedenlerini tutsak eden devlet, dün olduğu gibi bugün de, bu insanları teslim almak arzusundadır. F-Tipi cezaevi de işte bu arzunun bir eseridir. Devlet, devrimcileri yani kendi zulüm düzenine boyun eğmeyenleri F-Tipi adını verdiği tabut hücrelere kapatarak yalnızlaştırmak ve teslim almak istiyor. Devrimci tutsaklar ise boyun eğmeyeceklerini ve bu hücrelere girmeyeceklerini söylüyorlar. Söylemekle de kalmayıp zalimin zulmü karşısında ne kadar kararlı olduklarını bedenlerini ölüme yatırarak bir kez daha ortaya koyuyorlar. Ki, dost da görsün, düşman da. Ey dostlar! Düşmanın gördüğünü sizin de görme zamanınız gelmedi mi? Zulüm düzeninin suç ortağı olmayanlar, olmak istemeyenler; ezilenler, horlananlar, zindanlarda bedenlerini zalimin zulmü karşısında ölüme yatıranların direnişine sahip çıkın, onların sesi olun. Çünkü o sizin sesinizdir. Onların katledilmesine izin vermeyin. Çünkü katledilmek istenen sizin geleceğinizdir.
YAŞASIN ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜNÜN BİR PARÇASI OLAN DEVRİMCİ TUTSAKLARIN MÜCADELESİ!
56