Nasýl ki bu iki çocuðun barýþ içinde bir arada yaþayabilmelerinin yolu, tok olanýn, aç olanýn açlýðýný paylaþmasýndan geçiyorsa;
Kapitalizm ile suç ve çýkar ortaklýðý olmayanlar; kapitalizmi yýkýp, özgürlükçü ve esitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi'nin politik önderliðinde birleþerek savaþýn!
Seçimlerde Kapitalist Sistemi, Onun Tamircilerini, Taþeronlarýný ve Türkçülüðü Teþhir Et! Kürt Hareketini ve Kürtlerin Vekillerini Savun!
Türklerle Kürtlerin bir arada yaþayabilmelerinin yolu da, kardeþlikten bahseden Türklerin Kürtlerle kader birliði yapmasýndan, ve Kürtlere dayatýlan akýbete ortak olduklarýný ilân etmelerinden geçiyor...
Sayý: 16
Mayýs-Haziran-Temmuz 2011
2 TL
Komünist BU SAYIDAKÝLER:
Zemin
Üç Ayda Bir Yayýnlanýr Süreli-Yaygýn/Politik Dergi Sahibi ve Yazý Ýþleri Müdürü Tuncay Ýldem Adres: Zemin Yayýncýlýk Piyale Paþa Mah. Akman Sk. No: 75/A Okmeydaný/Ýst. Web Adresi: www.komunistzemin.org E-Mail Adresi: komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@googlemail.com Baský: Can Ofset Davutpaþa Cad. Ýpek Ýþ Haný No: 4/7 Bayrampaþa / Ýstanbul Tel: 0212/6131077l
Seçimler ve Seçim Ýttifaklarý Üzerine
3
Tunus, Mýsýr, Libya ve Diðerleri
14
“Türkiye Libya Halkýna Silah Sýkan Taraf Olmayacak“mýþ
22
Nükleer Santrallere Dair Gerçeði Söylemek Konuk Yazar: Fikret Baþkaya
24
1 Mayýs Üzerine
28
Þiwan Perver Tartýþmalarý Vesilesiyle “Halkýn Sanatçýsý“ Kavramý Üzerine
30
Komünist Zemin
Seçimler ve Seçim İttifakları Üzerine Dipnot Yerine: 12 Haziran’da yapılacak seçimler vesilesiyle kaleme aldığımız bu yazıda, BDP nezdinde temsil edilen Kürt hareketini, yazı kapsamının dışında tuttuğumuzu özellikle belirmek isteriz. Bunun iki temel nedeni bulunmakta; birincisi, Kürt hareketinin sosyalist ve sınıfsal bir karakterinin olmayışı ve ikincisi ise, bundan dolayı devlet ve sermaye karşıtı bir duruşa sahip olmayışıdır. Kürt hareketi, olsa olsa kendi zemini üzerinde tartışma konusu edilebilir. Çünkü kendini var ettiği ya da varlık sebebi olan zemin bakımından ciddi çelişkiler taşımaktadır. Bugün geldiği noktada Kemalizm’le çatışmıyor olması, resmi tarihle hesaplaşmasında içine düşmüş olduğu pragmatizm, bir bağımsızlık hareketinden eşit haklar hareketine evirilmiş olması gibi vb. meseleler, Kürt hareketinin başlıca handikabını oluşturmaktadır. Aynı şekilde, Kürt hareketinin bir yandan “İstiklal Marşı” ve “Andımız” gibi Türk şoven öğelerin Kürt çocuklarına öğretilmesine ve söyletilmesine karşı son zamanlarda birtakım kapmayalar yürütmesi, diğer yandan ise ırkçı Türk devletinin amentüsü olan “Milletvekili Yemini”ni etmeyi mecliste sonuna kadar reddetmememsi hareketin ciddi bir başka handikabını oluşturuyor. Ama daha önceleri de defalarca belirttiğimiz gibi, Kürt hareketi, bir başka topluluğun mağduriyeti üzerinden kendini var etmediği ve sistemin bir parçası olmadığı sürece bir haklılar hareketidir ve biz onunla dayanışma içinde olurken herhangi bir şart ileri sürmeyiz. Dolayısıyla da bu mesele Kürtlerin kendi bildikleri gibi çözecekleri bir meseledir. Kürtlere akıl vermek bizim işimiz olmadığı gibi, kendi doğrularımız üzerin-
den Kürt hareketini yargılamaya ve mahkûm etmeye de kalkışmayız. Giriş Yerine: Kapitalist sistemde her seçim, sistem içi güçler arası bir iktidar kavgası iken, sistemde temsil edilmediğini ya da yeterince temsil edilmediğini düşünen sömürülenler ve ezilenler açısından ise temsil sorunu, en nihayetinde bir bütün olarak toplumsal bir suç ortaklığı sözleşmesinden başka bir şey değildir. Ne vakit ki seçim zamanı yaklaşır, gerek burjuvazinin siyasal yelpazesinde bulunanlar, gerek sistemin dışında tutulanlar ve gerekse de sistem dışı olmayı esas kabul eden siyasal yelpazede yer alanlar arasında yeniden bölünmeler, birleşmeler, istifalar, parti değiştirmeler ve seçim ittifakları da belirmeye başlar. Bütün bunların nedeni ise, iktidar olmak, daha güçlü bir biçimde merkezi zorlamak ve merkezde temsil edilmektir. Burjuva düzeninden yana olan partilerin ve devletin sahibi olan güçlerin seçimler aracılığıyla neyi başarmak istedikleri aşikârdır; zaten sosyalist hareket açısından tartışılması gereken de bu değildir. Zira sosyalistler için seçim zemini, düzenin ya da düzen içi güçlerin eğrisini doğrusunu tartışmak değil, nihayetinde düzeni ve onun güçlerini karşılarına alıp teşhir etmekle yükümlü oldukları bir zemindir. Dolaysıyla, bizim bu yazı kapsamında tartışmamız gereken ne düzen partilerinin programları, ne de ayrı bir mecrada hareket eden Kürt hareketinin seçim programıdır. Bizim burada tartışacağımız, sosyalist hareketin tutumudur.
3
Komünist Zemin lamentolarında komünistlerin ancak ve esas olarak emekçilere o parlamentoların dağıtılması gerektiğini kavratmaya yönelik bir teşhir faaliyeti için girilebileceği; parlamenter faaliyetin hiç bir şart altında dayanılacak "esas faaliyet" olamayacağı; emekçilerin kitlesel eylemlerinin esas dayanak olması gerektiği; olası komünist parlamenterlerin ve parlamento fraksiyonlarının Komünist Partinin çok sıkı denetimi altında olması gerektiği vb. ilkeleri formüle edildi. Aynı kararda, burjuva parlamentolarına katılmayı ilke olarak reddeden sol görüş de reddedildi. Bunlar aslında yeni düşünceler değildi, fakat İkinci Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğunun pratiğinde unutulmuş ilkelerdi.” (Bkz. Komintern Tutanakları) Lenin, günümüzden doksan sene evvel bu konuşmayı yapmıştı. Ama aradan geçen doksan yıla rağmen Lenin’in ifade ettiği görüşler, üstelik daha da bir değer kazanarak geçerliliğini korumakta. Çünkü doksan yıl boyunca yaşanmış bir tek örnek yoktur ki, bizim, Lenin’in Komintern Kongresi’nde ifade ettiği bu görüşler konusunda şüpheye düşmemize ve bu görüşler üzerine yeniden düşmemize vesile olsun.
Ama evvela, sosyalistlerin parlamentarizme, daha doğrusu parlamento seçimlerine ve parlamentoda yer alıp almamaya ilişkin tutumlarının ne olması gerektiğini tespit etmek gerekiyor ki, bunun ışığında seçimleri ve seçimlerde takınılması gereken tutumu tartışabilelim. Biz, Komintern’in İkinci Kongresi’nde kabul edilen görüşlerin, sosyalist hareketin referansı olması gerektiğini düşünüyor ve kabul ediyoruz. Parlamentarizm Karşısında Devrimci Tutum Üzerine Parlamentarizm üzerine en derli toplu görüşü Lenin’in ve Lenin dönemi Komintern’in temsil ettiğini düşünüyoruz. Bilindiği gibi Komintern İkinci Kongresi,
Seçimler Karşısında Sosyalist Hareketin Tutumu Üzerine esasen Komintern'in temel ilke ve prensiplerinin de ete kemiğe büründüğü Kongre’dir. İkinci Kongre’de karar altına alınan ve tarihe “Komintern’e Kabul Şartlarının 21. Koşulu” olarak geçen kararlar bu Kongre’de karar altına alınmıştır. Keza, Komintern’in parlamentarizme ilişkin tutumları da bu Kongre’de oldukça hararetli tartışmalara yol açmış ve nihayetinde komünistlerin bu husustaki tutumlarının ne olması gerektiği, Lenin’in şu sözlerinde kesin bir ifade bulmuştur:
Seçim tarihi yaklaştıkça, sosyalist harekette de bölünmeler ve ittifak arayışları hız kazanmaya başladı. Görünen o dur ki, ortaya çıkacak olan tablo 2007 seçimlerinde ortaya çıkmış olan tablodan farklı olmayacak. Ama daha önceki seçimlerde olduğu gibi, bugün de sosyalist hareket, eğer Komünist Zemin’in tutumunu bu tablonun dışında tutarsak, beş ayrı eğilime sahiptir. Bu eğilimleri şu başlıklar altında ifade etmek mümkündür: 1) Emek - Demokrasi ve Barış Bloku içinde yer alanlar, 2) TKP, ÖDP ve ESP gibi kendi programları ve kendi adaylarıyla seçime katılanlar, 3) “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” Diyenler, 4) Boykotçular ve 5) “Seçim Sürecini Sistemin ve Sistem İçi Çözüm Arayışlarının Devrimci Teşhirini
“Komintern'in İkinci Kongresi'nde bu konuda alınan kararda İkinci Enternasyonal partilerinin adeta parlamento fraksiyonlarının uzantısı haline gelerek yozlaşması olgusundan yola çıkılarak, burjuva par-
4
Komünist Zemin Bu listeye baktığımızda, emeğin kurtuluşu eksenli, yani esasen kapitalist sistemin imhasını amaç edindiğini iddia eden hareketleri, sistemi ezilenleri de kapsayacak bir biçimde tamir etmeye kararlı “sosyal demokrat güçleri (EDP gibi) ve sistem tarafından kabul görmek ve sistem tarafından kabul gördüğü taktirde ona güç vermeye endeksli Kürt Hareketi’ni aynı zeminde buluşmuş görüyoruz. Ve haliyle de aklımıza şu soru geliyor. Yanlışı yapan hangi taraftır, Kürt hareketi ve “sosyal demokrat” güçler mi, yoksa sosyalist hareketin bu blok içinde yer alan sektörleri mi?
Yapmak İçin Kullanalım” Diyenler. Bu tablo her ne kadar çok parçalı görünse de, aslında programatik ve politik olarak durum hiç de öyle değildir. Zira sistemin devrimci teşhirini yapan ve Boykot tavrını öne çıkaran iki eğilimi ayrı tutarsak, diğerlerinin aynı programatik ve politik zeminde buluştukları görülecektir. Her ne kadar sistem karşıtı gibi dursalar da, sistem içi reform isteyenler ile “ezilenlerin ve emekçilerin sesini meclise taşımak” isteyenlerin buluştukları zemin aynıdır. Çünkü birisi sistemin öteki olarak kabul edilenleri de merkezine almasını talep ederken, diğeri, emekçilerin ve ezilenlerin mecliste temsil edilmediklerinden yola çıkarak, bu kesimlerin de mecliste seslerinin duyulmasını amaç edinmiştir. Yani, ezilenleri ve emekçileri merkezin karşısına dikmek için değil, merkezin içine taşımayı hedeflemektedir. Emekçilerin ve ezilenlerin sesini meclise taşımak istemek, mecliste, daha doğrusu sistemin bünyesinde çözüm aramak ve emekçilere, ezilenlere sistem içi çözümün mümkün olacağı bilincini propaganda etmek demektir. Dolayısıyla da merkeze kabul edilmek isteyenler ile merkez dışı güçlerin merkezdeki sesi olmak isteyenleri ayırmanın bir anlamı yoktur, ama onlar kendilerini ayırdıkları için biz de bunları ayrı ayrı ele alacağız.
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce, “Emek, Demokrasi ve Barış Bloku” içinde buluşan güçlerin seçimlere katılarak parlamento yoluyla ne yapmak istediklerini ve bunun ne anlama geldiğini Blok’un seçim bildirgesinden okuyalım:
“Emek, Demokrasi ve Barış Bloku” “Emek, Demokrasi ve Barış Bloku”nu oluşturan güçler şunlardır:
…‘Dinci ve milliyetçi blok’ ve ‘ulusalcı blok’ karşısında özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik ve sosyal bir anayasa için mücadele edenlerle yan yanayız… Yüzde 10′luk seçim barajıyla halk temsiliyeti yok edilip, temsilde adalet ilkesi ayaklar altına alınıyor. …”İleri demokrasi” iddiaları havada uçuşurken, AKP eliyle askı ve adaletsizlik yaygınlaştırılıyor; muhalifler, gazeteciler, sosyalistler tutuklanıyor; Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) isimli davalarda tutuklu olarak yargılanan halkın seçtiği temsilciler ve siyasetçiler anadillerinde savunma yapma hakkından bile mahrum bırakılıyor.”Temel hak ve ihtiyaçlar rant alanına dönüştürülüyor…”
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Emek Partisi (EMEP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Eşitlik ve Demokrasi Partisi (EDP), Demokrasi ve Özgürlük Hareketi (DÖP), Devrimci İşçi Partisi (DİP), İşçilerin Sosyalist Partisi (İSP), İşçi Cephesi (İC), KÖZ, Sosyalist Birlik Hareketi (SBH), Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), Sosyalist Gelecek Parti Hareketi (SGPH), Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP), Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP), Türkiye Gerçeği, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP).
5
Komünist Zemin güçlü bir demokratik muhalefeti yaratmak için mücadele” etmektir. Yani, sistemi tamir etmek, sistemin merkezinde temsil edilmeyenlerin sistemde temsilini sağlamak, sistemin doğası gereği kendi dışında bırakarak kendi mezar kazıcısı olarak yarattıklarını sistemle barıştırmaktır. Daha da beteri, ezilen ve sömürülenlerin bilincinde, kapitalizme rağmen emekten, özgürlükten yana, sosyal adaletçi ve savaşsız bir düzenin mümkün olabileceği yanılsamasını yaratmaktır. Kürt hareketi açısından bakıldığında bu bildirgede çok fazla sorun yoktur. Zira Kürt hareketinin “Barış, Özgürlük, Eşitlik, Sosyal Adalet” gibi kavramlara yüklediği anlam farklıdır. Dahası, hem Kürt hareketi antikapitalist bir karaktere sahip değildir, hem de Kürt hareketinin talep ettiklerinin kapitalizme rağmen gerçekleşebilmesi mümkündür. Ama kendi politik varlık sebeplerini kapitalizmin imhasına bağlayan sosyalist güçlerin, kapitalizmin mezar kazıcılarını kapitalizmle barıştırmak ve onların tarihsel mağduriyetlerini kapitalist sistemin merkezine taşıyarak orada ifade etmek istemeleri, hem kendi politik varlık sebeplerini, hem de kapitalist sistemi yıkabilecek yegâne enerjiyi imha etmek demektir. Gelelim şimdi bu Blok’ta yer alan güçlerin oluşturmuş oldukları tezatlığa. Bu zeminde olması tezatlık oluşturan ne BDP bünyesinde temsil edilen Kürt hareketidir, ne de “sosyal demokrasi” hareketidir. Zira Kürt hareketi de tarihteki bütün ulusal hareketler gibi sistem içi bir harekettir. BDP’nin mevcut sistemle çatışıyor olması, onun doğası gereği kaçınılmaz bir durum değil, sistemin onu ya da onun temsil ettiği Kürt halkını kendi eşit bileşeni olarak kabul etmeyişindendir. Her ulusal ya da sosyal hareket (kadın hareketi, eşcinsel hareket vb.) gibi Kürt hareketi de kendi ezeni ile eşitlenmeye endeksli bir harekettir; dolayısıyla da onun açısından Blok zemini bir çelişkiyi ifade etmemektedir. Keza sosyal demokrasinin de sistem içi bir zeminde yer alması kendisi açısından bir tezatlık oluşturmamaktadır.
…Başta Alevi yurttaşlarımız olmak üzere, farklı inanç ve kültürler üzerindeki baskı ve ayrımcılık devam ediyor. Yolsuzluk ve yoksulluk diz boyu. Sekiz yıllık AKP hükümeti döneminde işsizlik, açlık sefalet hızla artarken, dolar milyonerleri de dünya sırlamasında üst sıralara tırmanışlarını sürdürüyor. Yer altı ve yerüstü kaynaklarımız kar hırsına kurban edilirken, insan, çevre ve doğa büyük bir tehlike ile karşı karşıya bırakılıyor, nükleer tehdit görmezden geliniyor, küçümseniyor. Özelleştirme talanı, esnek çalışma, taşeronlaştırma, düşük ücretli, iş ve can güvenliğinin olmadığı çalışma koşulları yaygınlaşıyor. İş cinayetleri adeta toplu katliamlar olarak tüm toplumu derinden sarsıyor. Küçük esnaf, çiftçi ve köylü tam bir yıkımla karşı karşıya bulunuyor. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gibi temek hak ve ihtiyaçlar birer rant alanı haline dönüştürülüyor. Kadın- erkek eşitliğine inanmayan bir başbakanın yönettiği ülkede her gün beş kadın öldürülüyor. Kadınlara yönelik ayrımcılık ve eşitsizlik bütün ağırlığıyla sürüyor. Bizler tüm ezilen ve sömürülen kesimlerin, mağdur olan her yurttaşın sesini ve talebini meclise taşımakta kararlıyız. Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açmak, emeğin sosyal ve ekonomik haklarını gerçekleştirmek, güçlü bir demokratik muhalefeti yaratmak için mücadelemizi birleştiriyoruz. Emeğin haklarından, demokrasi ve özgürlükten, barıştan yana tüm güçleri; her dilden, her inanç ve kültürden halkımızı da Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u etrafında birleşmeye çağırıyoruz.” Yukarıda özetlemeye çalıştığımız seçim bildirgesinden de anlaşılacağı gibi, ya da Blok bileşenlerinin kendilerinin de ifade ettikleri gibi, yapılmak istenen; “tüm ezilen ve sömürülen kesimlerin, mağdur olan her yurttaşın sesini ve talebini meclise taşımak” ve “Türkiye’de demokratikleşmenin önünü açmak, emeğin sosyal ve ekonomik haklarını gerçekleştirmek,
6
Komünist Zemin çim programlarını bile terk ederek “Demokrasi Cephesi”nin seçim programını kabul etmiş(ler)dir. O halde sormak gerekir; dört yıl içinde ne değişti? Öyle ya, dört yıl önce, “Demokrasi Cephesi’nin karşısında yer almış, üstelik de karşı aday göstermiştiniz, ama bugün aynı cephede yer almaktasınız. Yoksa siz aynı çizgide duruyorsunuz da, 2007 seçimlerinin “Demokrasi Cephesi” bileşenleri mi kendi zeminlerini terk edip size geldiler? Aslında biz, 2007 seçimleri öncesi yaptığımız değerlendirmede, “Üçüncü Cephe” çağrısı yapanlarla, “Demokrasi Cephesi” çağrısı yapanların seçim programlarının aslında bir ve aynı şeye tekabül ettiğini, dolayısıyla da ayrı durmalarının programatik olmadığını söylemiştik. Bu bakımdan bu iki cephenin şimdi birlikte davranıyor olması kendi gerçekliklerine uygundur. Ama daha önce kendi durdukları yeri ayrı tarif eden ve “Demokrasi Cephesi”ne karşı çıkarak bir başka cephe örgütleyenler, 2007 seçimleri esnasında kendilerini ayrı tarif ettikleri içindir ki bu soruyu onlara sormak icap etti? Çünkü dün, “Demokrasi Cephesi”ne karşı “Üçüncü Cephe çağrısı yapanlar, üstelik de 2007 seçimlerinden sonra “Üçüncü Cephe”nin oldukça anlamlı olduğunu savunmaya devam edenler, eğer bugün “Demokrasi Cephesi”nin bir parçası olmuş iseler, en azından geçmişteki ayrılıklarının programatik ve politik değil, hiç de politik olmayan bir takım nedenlere dayandığını açıklama erdemini gösterebilmelidirler. Hele de 2007 Seçim Bildirgesi’nde şunlar yazılmışsa:
Zira sosyal demokrasi kapitalizme içkin bir siyasal akımdır ve tarihsel görevi emek güçlerini ve ezilenleri kuşatıp rehabilite ederek sistem içinde tutmak, dolayısıyla da sistemin gediklerini tıkayarak sistem tamirciliği yapmaktır. Dolayısıyla da bu Blok zemininde sorgulanması, eleştirilmesi ve mahkûm edilmesi gereken, BDP ve sosyal demokrasi değil, Blok’un sosyalist bileşenleridir. Zira bir eksen kayması Blok’ta yer alan sosyalist çevreler için, dahası stalinizm orijinli olmayan sosyalist çevreler için geçerlidir. Stalinizm orijinli sosyalist çevreleri eleştiri zemininin dışında tutuyoruz; çünkü ideolojik, teorik ve politik kültürü İkinci Enternasyonal olan ve Stalinizmin okulunda yetişmiş sosyalistlerin, “Demokratik Bir Burjuva Cumhuriyeti” için mücadele etmelerini anlayabilmek zor değildir. Zira bu geleneğin dayandığı zemin, aşamalı devrim ve tarih anlayışıdır. Dolayısıyla, Stalinizm geleneğine bağlı olan güçlerin söz konusu Blok’ta yer alışları için, ne ideolojik duruşları ve ne de politik tutumları bakımdan abes bir durum söz konusudur. Bundan dolayıdır ki, Blok güçleri arasında asıl sorgulanması, eleştirilmesi ve mahkûm edilmesi gereken, Marksizm’in devrimci damarını temsil eden Bolşevizm’in yaşayan tek mirasçısı olan “Troçkizm” orijinli guruplar ile Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongre kararlarını esas alan sosyalist gruplardır. Zira bu güçlerin “Demokratik Bir Burjuva Cumhuriyeti’ni şiar edinmiş bir “Seçim Bloku”nda yer almış olmaları tarihsel referansları bakımından tam bir trajedidir. 2007 Seçimlerinde “Demokrasi Cephesi Değil, Ezilenlerin Cephesi (Üçüncü Cephe) Parolasıyla Sahne Alırken, 2011 Seçimlerinde “Demokrasi Cephesine” Katılan Çevreler Üzerine Bir Not
“Biz Kürt halkının haklarını sonuna kadar savunuyoruz, bu halkın mücadelesini destekliyoruz. Ama Kürt halkına dostluk etmek isteyen varsa, ona gerçek halk güçlerinin desteğini sağlamaya çalışsın. Sosyalist hareketin her koşulda kendisine verilecek az sayıda oyu DTP’ye taşımasının ne anlamı var? Önemli olan işçi sınıfının ve emekçi halkın hiç olmazsa bir bölümünü Kürt hal-
2007 seçimlerinde “Demokrasi Cephesi Değil, Ezilenlerin Cephesi” diye çağrı yapan ve kendilerini “Üçüncü Cephe” olarak tanımlayan Troçkist orijinli topluluk(lar), bugün ne değiştiyse, 2007’deki kendi se-
7
Komünist Zemin “Değişti canım!” diyenlere inat değişmediğini kanıtlamaya çalışan MHP Parayla parti satın alıp, rüşvetle başına geçen Cem Uzan’ın Genç Partisi Dışı kırmızı içi beyaz «Turp gibi» TKP
kıyla birlikte mücadeleye kazanabilmektir. Üstelik Kürt halkının taleplerini savunmak, mücadele ettiği ölçüde halka destek olmak, DTP’nin her türlü politikasına açık çek vermeyi gerektirir mi? DTP’nin çok sayıda milletvekilini meclise göndermesi Kürtlerin engellenemez hakkıdır. Bu başka şeydir, o milletvekillerinin meclise girince nasıl bir politika izleyeceği sorunu bambaşka bir şeydir. Yarın DTP mecliste grup kurup AKP’ye hayırhah davranmaya başlarsa, hatta meclis aritmetiği içinde kilit parti haline gelip bir AKP hükümetini dışarıdan desteklerse, ne yapacaksınız? AKP’nin işçi sınıfının ve emekçilerin haklarına taarruz niteliği taşıyan politikalarının sorumluluğunu taşıyabilecek misiniz? Hiçbir koşul pazarlığı yapmadan DTP milletvekillerinin meclise girmesini sağlamış olmak, böyle politikaların sorumluluğunu da sizin sırtınıza yüklemeyecek mi?” (İşçi Mücadelesi, Mayıs 2007)
Kanatları koptuktan sonra, Sema Pişkinsüt’le yenilenen, «yeni» ÖDP Kürtleri devletle barıştırmayı hedefleyen DEHAP… Eskiler de yeniler de dostumuz olduklarını söylüyorlar. Az çok mimarı oldukları karanlık tabloya işaret edip, aydınlık bir gelecek vaadi ile destek arıyorlar. Oy dileniyorlar... Madem kapımıza kadar gelmişler. Öyleyse düşünmenin tam sırası. Hangisi dost, hangisi düşman? Hangisi dost maskesi takmış? Durup düşünme zamanı. Soru sorma zamanı: Nasıl bir düzende yaşıyoruz? Bu düzen kimin düzeni? Bu düzeni kim onarmak istiyor? Kim gerçekten değiştirmek istiyor? AB dertlerimize çare mi? Savaş belası nasıl savuşturulur? Kürtlerin sorunlarını kim çözebilir? Ya gençliğin, kadınların sorunlarını? İşsizlik ve pahalılığın hakkından nasıl gelinir? Kapımıza gelenleri buna göre sorgulamanın tam zamanı! Biz komünistlerin birliğini savunuyoruz. Bizim de bu sorulara yanıtlarımız var. Diyoruz ki, Seçime giren partiler bu düzeni sürdürmek ya da onarmak için yarışıyor. Bu partilere oy vermek ya da destek olmak; Sömürü düzeninin devamına razı olmaktır; İşsizlik ve pahalılık çilesinin büyümesine sessiz kalmaktır; Gençler ve kadınlar üzerindeki ayrımcılığı kabullenmektir; AB yolunda “reform yapacağız reform!” diye üzerimize saldıran burjuvalara elimizi kolumuzu uzatıp teslim olmaktır; ABD’nin Irak saldırısına ortak olmak, Kürtler başta olmak üzere Orta Do-
Sahi, şimdi “hangi koşul pazarlığı” yaptınız ki, dün sırtınıza almadığınız sorumluluğu bugün alabiliyorsunuz? Aynı soru(lar), 2007 seçimlerinde Kürt adayları desteklemedikleri gibi, “Üçüncü Cephe”de de yer almayan ve kendilerine yakın sosyalist ya da işçi adayları destekleyen İşçi Cephesi grubu için de geçerlidir. Zira işçi Cephesi de Kürt adayları değil, örneğin İstanbul’da İşçilerin Kardeşliği Partisi’nin adayını desteklemişti. 2002 Seçimlerinde “Düzenin Tamircilerine Oy Yok” Parolasını Bayrağına Yazan, Ama Bugün Düzenin Tamircileriyle Aynı Cephede Saf Tutan Devrimci Güçler Üzerine Bir Not “Çeşit çeşit, renk renk partiler kapımızı çalmaya başladı. Kimler yok ki aralarında! Devletten her sopa yiyişinde geçmişini biraz daha inkâr eden AKP Dervişle «yenilenen» (!) CHP Eski hükümetin bakanlarından oluşan «Yeni» Türkiye Partisi
8
Komünist Zemin lenlerin sesi olmak”tır. ÖDP’nin maksadının özeti; sistem zemininde “Eşit, Özgür ve Demokratik bir Ülke İçin” mücadele etmektir. ÖDP’nin Blok zeminde yer almamış olmasını iki ayrı nedene bağlamak gerekir. Birincisi, ÖDP’nin Misak-i Millici ve Kemalist gelenekle olan bağı; ikincisi ise, ÖDP’nin mayasını oluşturan eski Devrimci Yol’cu anlayış ve politik kültürdür. Bilindiği gibi, ‘Eğer bir cephe oluşacaksa ya da bir parti kurulacaksa ya da bir direniş örgütlenecekse, onu biz yaparız’ anlayışı ve politik kültürü, Devrimci Yol geleneğinin amentüsüdür. TKP’ye gelince, TKP’nin bu Blok’ta yer almamasının en temel nedeni, resmi paradigmaya bağlı oluşu ve yine aynı şekilde bu paradigmanın zemininde bulunan topluluklardan besleniyor olmasıdır.
ğu’daki ezilen halkların boyunduruğunu arttırmaktır. İşte bu yüzden: Düzenin Tamircilerine Oy Yok!” (Proleter Devrimci Köz’ün 2002 Yılı Seçimleri için yayınlamış olduğu Broşürden) Bu broşür yayınlandıktan dokuz yıl sonra görüyoruz ki, köprülerin altından çok sular geçmiş ve Köz çevresi de bu suların akıntısına kapılmaktan kurtulamamış. Hâlbuki o yıllarda Köz çevresi, Bolşevik geleneğin devrimci mirasını savunan ender çevrelerden biriydi. Peki, ne oldu ya da ne değişti de, dokuz yıl önce haklı olarak “düzenin tamircileri” olarak tanımladıklarıyla ya da “Kürtleri devletle barıştırmak istiyor” dediği (biz bu konuda Köz çevresi gibi düşünmekle birlikte bunu bir eleştiri noktası olarak görmüyoruz, zira her ulusal hareket gibi Kürt hareketi de sonuçta barışmaya endeksli bir harekettir ve bu durum kendi doğasına uygundur) Kürt hareketiyle aynı cephede yer alıyor? Seçimlere Kendi Programları ve Adaylarıyla Giren Partiler ESP, ÖDP ve TKP seçimlere kendi adaylarıyla katılmaktadır. Bu partilerin bildirgelerine baktığımızda, açık bir biçimde görüyoruz ki, özellikle ESP’nin “Emek, Demokrasi ve Barış Blok”undan ayrı düştüğü hiçbir programatik ve politik nokta yoktur. Neden ayrı durduğunu anlamak pek mümkün değildir; dolayısıyla da burada spekülasyon yapmaktan kaçınıyoruz. Ama şu kadarını söylemeliyiz ki, ESP’nin de yapmak istediği, Blok’ta yer alan güçlerin yapmak istediklerinden farklı değildir. Zira ESP’de, tıpkı Blok bileşenleri gibi ezilenlerin ve sömürülenlerin sesi olmak, onların sesini sistemin merkezine taşımak istemektedir. ÖDP’nin Blok’ta yer almamış olmasının nedeni, ÖDP’nin parlamentarizme ya da sınıf mücadelesine ayrı anlam yüklemiş olması değildir. Zira ÖDP’nin de, tıpkı Blok bileşenleri ve ESP gibi, parlamentoya gidiş nedeni sistemi sabote etmek değil, “parlamentoda ezilenlerin ve sömürü-
Misak-i Milli’ye bağlı bir partinin, Kürtlerin haklarından (TKP’nin Kürtlerin haklarından anladığı, Kürtçenin Almanca, Fransızca ve İngilizce gibi konuşulabilmesi, öğrenilmesidir) söz etmesi mümkün olmadığı gibi, Kürt hareketiyle aynı zeminde buluşması da mümkün değildir. Bu, Kürt hareketinin bugün gelmiş olduğu çizgiye rağmen mümkün değildir. Zira Kürt hareketi her ne kadar ayrılma hakkı gibi temel bir takım haklarından vazgeçmiş olsa da, yine de “Tek Millet, Tek Bayrak” gibi resmi tezleri ve resmi söylemi reddetmekte ve Cumhuriyet sonrasının resmi retoriğinin ve ideolojisinin reddini bir arada yaşayabilmenin ön şartı olarak ileri sürmeye devam etmektedir. Dolayısıyla da TPK’nin Kürtlerle aynı zeminde yer alması mümkün gözükmemektedir.
9
Komünist Zemin Bunun dışında TKP’nin seçim bildirgesinde yer alan şeyleri Doğu Perinçek’in partisinin seçim bildirgesinde de bulmak mümkündür. Keza TKP’nin seçim bildirgesinde yer alanlar, her hangi bir popülist, ulusalcı, sosyal demokrat bir partinin seçim programında yer alabilecek şeylerdir. Yani “Bağımsız Yargı, Bağımsız Dış Siyaset, Sosyal Adalet, Bağımsız Yargı, İşsizliğe ve Hayat Pahalılığına Son, Özelleştirmeye Hayır vb. taleplerin sosyalizmle bir alakası yoktur. “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” Diyenler Bu grubu oluşturan sosyalist kesimlerin taraf oldukları seçim programı, esas olarak Kürt özgürlük hareketinin sorunları eksenli bir programdır. Kürt hareketinin deyimiyle bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ programıdır. Bu program sınıf eksenli bir program değildir ve bu anlamıyla da devrimci değildir. Yani, devrimci ilkelerden yola çıkılarak değerlendirilebilecek bir yapıya sahip değildir. Tamamen özgün ve hedefledikleri bakımından oldukça meşru bir zeminin programıdır, dolayısıyla da rakip olmadığı gibi, dolaylı olarak ve kısmen propaganda edilebilecek bir niteliğe sahiptir. Bu cephe içerisinde yer alan devrimci kesimlerin, “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” diyebilmeleri oldukça cesur bir davranıştır ve hiçbir koşulda, negatif anlamda kitleleri bölen bir işlev görmez. Bilakis, günümüz koşullarında “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” demek, oldukça anlamlı ve pozitif anlamda bölücüdür ve sosyalistlerin, bulundukları bütün alanlarda sahiplenmeleri gereken bir niteliğe sahiptir. Bir şeyin altını çizmekte fayda vardır ki, her ne kadar seçimler karşısında komünistler devrimci teşhirciliği esas alan bir duruş ortaya koyup, seçim oyununu ve parlamentarizmi ipe çekeceklerse de, bulundukları alanlarda, ‘Oylar Kürt Özgürlük Hareketine’ diyenleri de sahiplenmelidirler. Bu ikili durum bir çelişki olarak görülse de, ortada bir çelişki yoktur. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi,
Kürt meselesi özgün bir sorundur ve tamamen farklı hedeflere sahip ve çok başka bir mecrada cereyan etmektedir. Dolayısıyla da devrimci bir hareketin kitlelere parlamentarizmi adres olarak gösterip, parlamentoda çözüm arayışına girmesi ile Kürt özgürlük hareketinin kendi temsilcilerini duvarlarında ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazısının yer aldığı meclise göndermesi ve bu temsilcilerin orada ‘Ne Mutlu Kürdüm Diyene’ diye haykırmaları ya da en azından “Ne Mutlu Türküm Diyene” demeyi reddetmeleri aynı şey değildir. Birincisi, sitem tamirciliğiyken; ikincisi, resmi paradigma karşısında yıkıcı bir işleve sahiptir. Bunun da ötesinde Kürt hareketi zaten sistem dışı kalmaya değil, sisteme dahil olmaya çalışan bir harekettir, dolayısıyla da sistem içi çözümler araması tabiidir. Ama buna rağmen, Kürt hareketi sistemin bir parçası olmadığı sürece, niyetinden de bağımsız olarak “devrimci” bir rol oynamaya mahkumdur. Örneğin; meclisteki yemin töreninde her milletvekilinin ‘Türk Milletinin ve ülkenin bölünmez bütünlüğü’ üzerine yemin etmek zorunda olduğu kürsüde, eğer Kürt vekiller bu yemini etmeyi reddederler ise, bu davranış bile devrimci anlamda yıkıcı bir işlev görecektir. Ki, daha önce benzer bir davranışı, DEP’li vekiller meclise girdikleri dönemde ortaya koymuşlardı ve bu vekillerin, Türk ırkçılığının kalesinde nasıl birer top mermisi gibi patladıklarını hep birlikte görmüştük. “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” diyen bu grubun asıl surunu, “Oylar Kürt Vekillere” demesi değil, bir bütün olarak Kürt hareketinin seçim programına tabi olmasıdır. Çünkü Kürt Özgürlük Hareketi’nin yıkıcılığı, doğası gereği görecelidir. Bundan dolayıdır ki, seçimlerde Kürt hareketinin programına tabi olmak demek, ikinci adımda sistem tamirciliğine düşmek demektir. Kürt hareketinin kendisi sistemin eşit parçası olmaya endeksli bir hareket olduğundan, kendisi açısından bir yeterlilik elde ettiğinde, doğal olarak sistemin yeniden yapılandırılmasına katkı sunmaya
10
Komünist Zemin başlayacaktır ve bu durum hiç de abes karşılanmayacaktır. Ama Kürt hareketinin programına tabi olmuş devrimci kesimler açısından durum hiç de aynı olmayacaktır. Özcesi; bu cephede yer alan devrimci çevreler, Kürt Özgürlük Hareketi’nden yana açık tavır almaları bakımından olumlu bir davranış sergileseler de, sınıf savaşının sorunlarını Kürt meselesine endekslemeleri ve ‘Demokrasi Savaşı’ endeksli bir programın arkasına takılmaları bakımından devrimci bir noktada durmamaktadırlar. Tabii ki bugün Kürtlerden yana açık bir tavır takınmak çok anlamlıdır, ama bayrakları karıştırmadan. Nasıl ki Kürt Özgürlük Hareketi’ni devrimci sınıf savaşının peşine takılmaya çağırmak yanlış ise, devrimci hareketin de kendisini, bütün haklılığına rağmen nihayetinde bir burjuva hareketi olan ulusal hareketin arkasına takması da aynı ölçüde yanlıştır. Nihayetinde her türlü reformculuk sistem tamirciliğidir ve sömürülen sınıfı sömüren sınıfın sistemine entegre etmeye hizmet eder. “Boykot” Diyenler Seçimlerin boykot edilmesi anlayışı, yaşadığımız coğrafyadaki devrimci hareket açısından bir gelenek olarak adlandırılabilir. Özellikle 12 Eylül 1980 öncesi süreçte seçimleri boykot etmekle devrimcilik aynı şey olarak algılanır, seçimlere katılmak ihanet olarak görülürdü. Ama özellikle 1990 sonrası süreçte seçimlerin boykotu dışında alternatifler de ortaya çıkmaya başladı ve seçimlere katılmayı savunmak ihanet olarak görülen bir durum olmaktan çıktı. Geçmişte olduğu gibi bugün de, seçimleri boykot etmek her ne kadar köktenci ve oldukça devrimci görünse de, yol açtığı sonuçlar açısından bir anlam ifade etmemektedir. Devrimci hareketin toplumsal bir güç olamadığı koşullarda seçimleri boykot etmesi, bir bakıma farenin dağa küsmesi gibi bir durumdur. Eğer devrimci hareket toplumsal bir güç olabilseydi, bu durum-
da seçimleri boykot ederek sistemi kilitleyen ciddi bir krize yol açabilir, seçimleri yapılamaz duruma getirebilir ve burjuva devletinin organlarının karşında devrimci sınıf organlarını –özyönetim organlarınıçözüm yeri olarak gösterebilirdi. Ama günümüz koşullarında devrimci hareket her hangi bir kitle desteğine sahip değildir. Ne boykot çağrısına cevap verecek kitle bağlarına sahiptir, ne de bu durumuyla yapacağı boykot çağrısı ile etkili bir propaganda yapabilme imkânına sahiptir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, seçimlerin boykot edilmesi her ne kadar ilk bakışta oldukça radikal görünse de, bugünkü koşullarda hem pasif ve hem de apolitik bir tutumdur. “Seçim Sürecini Sistemin ve Sistem İçi Çözüm Arayışlarının Devrimci Teşhirini Yapmak İçin Kullanalım” Diyenler Bu anlayışın günümüz koşullarında doğru ama eksik olduğunu düşünüyoruz. Bu anlayışın eksikliği, Kürt özgürlük hareketinin varlığıdır. Meseleye yalnızca sınıf mücadelesinin ihtiyaçları açısından baktığımız zaman, etkili bir devrimci teşhircilik oldukça iyi bir duruştur. Ama unutmamak gerekir ki, ulusal meselenin çözümünü sınıf mücadelesine endeksleyip, ulusal hareketin varlığını ve yürüttüğü savaşı yok sayamayız. Bu gurupta yer alan akımların eksik olan yanları tam da bu noktadadır. Eğer bu nokta dikkate alınmazda, Kürt hareketinin sınıf mücadelesinden bağımsız varlığını göz ardı eden ve Kürt ulusal kurtuluşunun kaderini işçi sınıfının kurtuluşuna bağlayan bir siyaset izlenmeye devam edilirse, bu tür bir tutum birinci adımda ne kadar devrimci olursa olsun, ikinci adımda devrimci yanından uzaklaşmaya mahkûmdur. Ve Bütün Sosyalist Adaylara Bir Hatırlatma Seçilerek vekil olarak Meclise gidildiğinde bir ‘Andiçme’ zorunluluğu olduğunu bü-
11
Komünist Zemin tün sosyalist adayların bildiği muhakkaktır. Ama biz yine de bu töreni ve edilecek yemini hatırlatalım: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde andiçerler: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”
Bu hatırlatmadan sonra şunu da sormak isteriz, gerçekten bu yemini edecek misiniz? Yoksa, “Biz sırf bu yemini etmemek, bunu teşhir etmek ve bu zemini sabote etmek için buraya geldik” mi diyeceksiniz? Mesela, Merve Kavakçı’nın inancına olan imanını gösterebilecek misiniz? Peki, O halde Ne Yapmalı ya da Seçimlerde Komünistlerin Tutumu Ne Olmalıdır? Seçim dönemi dışında kalan zamanlarda olduğu gibi, seçim döneminde de komünistler, öncelikli olarak devrimci bir programa ve ortaklığa ulaşabilmenin olmazsa
olmazlarını ortaya koyarak, birilerinin birileriyle ‘olsun da nasıl olursa olsun’ türünden ortaklıklar kurması için değil, devrimci anlamda ayrışmadan yana bir çaba içerisinde olmakla yükümlüdürler. Çünkü farklılıkların ve ezilenleri devrimci olmayan esaslara göre bölen faktörlerin üzerinden atlayarak, emekçilerin, ezilenlerin ve emekten yana olanların birliğini savunan bir anlayış devrimci olamayacağı gibi, devrimci bir işlev de görmez. Biz kabul etsek de etmesek de, bir bölünme vardır ve bu bölünmeyi devrimci bir biçimde aşabilmenin yolu, bölünmenin ve bölünmeye yol açan nedenlerin üzerinden atlamak değildir. Devrimci anlamda bir ortaklığın ve birlikte mücadele edebilmenin önkoşulu, devrimci anlamda bölünmedir. Bu yaklaşımı yaşadığımız coğrafyanın gündemine tercüme edecek olursak, Kopenhagcı Aleviler ile Botancı Aleviler ayrışmasında, Botancı Alevilerden yana tutum alınmadan; Türk milliyetçiliğinin militanlığına ve Kürtlerin linç edilmesine soyunmuş “Türk” işçiler ile Kürtlerin kurtuluşunu kendi kurtuluşlarının önkoşulu olarak gören işçilerin ayrışmasında, Kürtlerin kurtuluşunu kendi kurtuluşlarının önkoşulu olarak kabul eden işçilerden yana olunmadan; Kopenhagcı Sol ile ‘Botancı Sol’ ayrışmasında, ‘Botancı Sol’dan yana olunmadan; Lulacı, Chavezci Sol ile Ekim Devrimi geleneğine bağlı Sol ayrışmasında, Ekim Devrimi geleneğine bağlı bir tutum alınmadan, ne devrimci bir programa, ne de devrimci anlamda bir birliğe ulaşılabilir. Buradan hareketle, komünistlerin gündemdeki seçimlerde tutumunun ne olması gerektiği sorusunu cevaplayabiliriz. Gündemde olan seçimler karşısında komünistler, ikili bir tutuma sahip olmak durumundadırlar. Bunun nedeni, yaşadığımız coğrafyada sınıf mücadelesiyle ulusal kurtuluş mücadelesinin iç içe ve çoğu zaman da birbirinin önünü keserek gelişmekte olmasıdır. Bu iki ayrı alandan herhangi birinin diğerine tabi edilmesi mümkün ve doğru olmadığından, ikili bir tutum kaçınılmazdır.
12
Komünist Zemin Meseleye sınıf savaşı açısından baktığımızda, komünistlerin önümüzdeki seçimler karşısındaki tutumu, tereddütsüz bir biçimde seçimleri, parlamentarizmi ve sistem içi arayışları teşhir ederek, sistem dışı ve sistemin imhasına dayanan alternatif programın, yani devrim programının ve devrimci örgütün propagandasını yapmak olmalıdır. Meseleye Kürt özgürlük hareketinin ihtiyaçları açısından baktığımızda ise, komünistlerin tutumu, Türk işçileri ve ezilenleri arasında ‘Oylar Kürt Vekillere’ propagandasını yapmak olmalıdır. Bu ikili tutum çelişkili gibi görünse de, ortada çelişkili bir durum yoktur. Bilakis, bu iki tutum birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Birinci tutum üzerinden sitemin ve parlamentarizmin teşhiri yapılıp, işçi sınıfına sistem dışı bir programın propagandası yapılırken; ikinci tutum üzerinden, Türk işçi sınıfının “Vatanın ve milletin bölünmezliği” anlayışından koparılması, dolayısıyla da ulusalcı anlayıştan uzaklaşması ve enternasyonalist bir bilinç geliştirebilmesine katkı babında, Kürt özgürlük hareketinden yana tavır takınması için bir çaba gösterilmiş olunur. Unutulmamalıdır ki, Türk işçi sınıfının devrimci bir rol oynayabilmesinin ve Kürt ezilenleri ile Türk emekçilerinin devrimci bir birliğe ulaşabilmelerinin ön koşulu, Türk işçi sınıfının Kürt özgürlük hareketinden yana bir tutum alabilmesinden geçmektedir.
Türk işçilerle Kürt ezilenlerinin kardeş olabilmesinin biricik yolu, Kürtlerin yok sayıldığı, iradelerinin meclise taşınmasının bin bir türlü dalavereyle engellendiği, bütün engellemelere rağmen meclise girip, Kürtleri yok sayan resmi
ideolojiyi teşhir eden Kürt özgürlük hareketinin vekillerinin ise linç edildiği bir coğrafyada, Türk işçilerinin Kürtlerden yana bir tavrın ifadesi olarak Kürt vekillere oy vermesi hem anlamlıdır hem de bu çerçevede devrimcidir. Sınıf mücadelesi bağlamında parlamentarizmi ve sitem içi arayışları teşhir ederken, ‘Oylar Kürt Vekillere’ dememizin mantığı işte budur.
Bütün bunların dışında; hem Kürtlerin özlük haklarını savunabilmenin, hem Türk işçi sınıfı ile Kürt emekçilerinin enternasyonalist birliğini kurabilmenin, hem de Türk işçi sınıfının devrimci anlamda tarih sahnesine çıkabilmesinin biricik yolu buradan geçmektedir. Sözün özü, Komünist Zemin’in arkasında duran komünistler, seçimlerde iki aşamalı, ya da ikili bir yol izleyeceklerdir. Birinci aşamada, sınıfsal boyutta sistemin, sitem içi çözüm arayanların ve kitlelerin devrimci enerjisini meclise taşıyarak pasifize etmek isteyenlerin devrimci teşhirini yaparak mücadele edeceklerdir. İkinci aşama da ise, gerek Kürtlere karşı yürütülen topyekûn savaşta Kürt özgürlük hareketinden yana olduklarını açıkça ilan etmek için, gerek Türk işçi sınıfının devlet ile suç ve kader ortaklığını reddedip, Kürt ezilenleri ile eşit ve kardeşçe ilişki kurabilmelerinin ön koşulu olduğu için, bulundukları her alanda ve temasları oranında işçi sınıfı içerisinde ‘Oylar Kürt Vekillere’ propagandası yürüteceklerdir.
13
Komünist Zemin
Tunus, Mısır, Libya ve Diğerleri… Tunus’ta 17 Aralık 2010 günü bir seyyar satıcının kendi bedenini ateşe vermesiyle başlayan süreç, cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin 14 Ocak 2011 tarihinde Suudi Arabistan’a kaçmasıyla yeni bir anlam kazanmış oldu. Çünkü eğer Zeynel Abidin Bin Ali Tunus’u terk etmemiş olsaydı, büyük bir olasılıkla ne Mısır, ne Libya, ne de diğerlerindeki ayaklanmalar olmayacaktı; en azından bu aşamada olmayacaktı.
Her ne kadar Tunus, Mısır ve Libya ayaklanmalarını birbirleriyle kıyaslamak mümkün değilse de, Tunus ayaklanmasının Mısır ve Libya ayaklanmalarını tetiklediği de inkâr edilemez. Tunus, Mısır ve Libya Rejimleri Üzerine Bir Not Tunus, Mısır ve Libya rejimleri, soğuk savaş yıllarında kurulmuş ve yine aynı şekilde soğuk savaş yıllarının dengelerine dayanarak varlıklarını sürdürmüş kendine özgü orijinalliklere sahip bonapartist karakterde rejimlerdi. Üstelik bu karakterdeki rejimler, hemen neredeyse, sadece bahsi geçen bu üç ülkedeki devlet yönetimlerinin karakteri olarak değil, birini diğerinden görece ayıran kendine ait kimi özgünlükleri ile birlikte tüm Ortadoğu da hüküm süren devletlerin rejimlerinin ortak karakteri olarak şekillendirilmişti.
Ortadoğu’daki bu rejimlerin bir diğer ortak özelliği de, kendinden menkul rejimler olmayıp, emperyalist devletlere olan bağımlılıkları ile birer uydu devlet olmaları ve onların ihtiyaçlarına cevap verebildikleri ölçüde onlardan destek görüyor olmalarıydı. Soğuk savaş sürecinin bitmesiyle birlikte bu rejimlerin de ya varlıklarının sona ermiş olması ya da yeniden yapılandırılması gerekiyordu, ama bu ülkelerin özel durumları ve emperyalist ülkelerin onlara bu zaman dilimi içinde duydukları ihtiyaç nedeniyle, bu mümkün olmadı. Bu ülkelerde hüküm süren rejimler, her ne kadar İslami motifler taşıyor olsalar da, esasen bölgede kurulması kuvvetle muhtemel İslami, dolayısıyla da anti Amerikancı ve anti Siyonist rejimlerin kurulmamasının da garantisi durumundaydılar. Özcesi; Emperyalist güçler bu rejimleri birebir benimsemeseler bile, ehvenişer olarak kabul etmişlerdi. Bir başka nokta ise, emperyalist devletlerin de kuzey Afrika ülkelerinde yaşanmakta olan bu sürece ilişkin yekpare bir anlayışa ve stratejiye sahip olmadıkları gerçeğidir. Örneğin Libya’daki çatışmalarda ABD, Fransa, İtalya ve İngiltere eksenli güçlerin taraf olduklarını söylemek mümkün ise de, Rusya ve Çin’in yanı sıra, AB eksenli güçlerin bir kısmının, örneğin Almanya’nın Libya’daki çatışmalardan memnun olduğu söylenemez. Tunus örneğinde ise Fransa, Zeynel Abidin Bin Ali’nin Tunus’u terk etmek zorunda kalmasından memnun kalmazken, ABD bu durumdan oldukça memnun kalmıştır. Nihayetinde soğuk savaş yıllarının dengelerinin sonucu olarak kurulmuş bu rejimler, bir bakıma sıkışmış ve patlamaya yol açması kaçınılmaz rejimlerdi ve patladılar. Ama bu sonuçtan yola çıkarak, bu ülkelerdeki patlamaların nedenlerini ve doğuracağı sonuçları tek bir açıdan ele alarak bir değerlendirme
14
Komünist Zemin
yapmak hem mümkün değildir, hem de doğru değildir. Libya Üzerine Kısa Bir Not Libya savaşında dikkat edilmesi gereken ve bu savaşı Tunus ve Mısır’daki çatışmalardan ayıran iki önemli nokta mevcuttur. Birinci nokta şudur: Her ne kadar Libya’da çatışmaların başlamasını Tunus ve Mısır’daki çatışmalar tetiklemiş olsa da, Libya’da yaşanan süreci Mısır ve Tunus süreciyle bir ve aynı değerlendirmek doğru olamaz. Zira Tunus ve Mısır’daki sürecin hem talepleri hem de dayandığı dinamikler ile Libya’daki savaşın nedenleri ve dayandığı dinamikler birbirinden çok farklıdır. Mısır ve Tunus’taki çatışmalar, iş, ekmek ve daha fazla “özgürlük” zemininde sistemin rehabilite edilmesini ve devlet iktidarını değil, merkezi iktidarı kontrol eden kliğin egemenliğini hedef alırken, Libya’daki savaş, sistemin rehabilite edilmesini değil, el değiştirmesini hedeflemektir. Dolayısıyla da Libya’da yaşanmakta olan sürecin adı tam anlamıyla bir ‘iç savaş’tır. Libya savaşının bir diğer yanı ise, savaşın uluslararası bir karaktere sahip olmasıdır.
Libya’da devam eden savaş, bir yanıyla bir iç savaş olmakla birlikte, bir yanıyla da uluslararası boyutu olan bir savaştır. Söz konusu olan Libya’nın fiili işgali ve
Libya’daki petrol üzerinde kontrol sağlama savaşıdır. Uluslararası güçlerin, önce Libya’ya yaptırım uygulamasının, sonra Libya hava sahasını uçuşa kapatmasının, sonra da Libya devletinin kontrolündeki askeri hedeflerin vurulmasının nedeni, Kaddafi birliklerinin ‘kendi halkına şiddet uyguluyor olması’ değildir. Asıl maksat, Libya’yı kendi emperyalist ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edebilmek ve Libya’nın petrol kaynaklarını kontrol edebilmektir. Bu maksatla, Kaddafi karşıtı güçlerin elini güçlendirmek ve bu güçlerin arkasına saklanarak Libya topraklarına fiilen müdahale edebilecekleri bir zemini yaratmak istemektedirler. Öyle ya, mademki NATO ve BM’nin, sivil insanları devlet saldırılarından korumak gibi bir misyonu var, o halde her gün sivil hedefleri bombalayan İsrail devleti karşısında ya da yıllarca Kürdistan’ın her karışını bombalayıp ateşe veren, on binlerce Kürdü öldüren, milyonlarca Kürdü göçe zorlayan Türk devleti karşısında neden bir şey yapılmadı? Hayır, biz bu filmi Sırbistan’da da görmüştük. Sırbistan’da aynı gerekçelerle yerle bir edilmiş ve boyun eğmeye zorlanmıştı. Peki, nedir bütün bu olanlar ya da bu olanları nasıl okumak gerekiyor? Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanmakta olan bu süreci, ne ‘devrim’, ne ‘yasemin devrimi’, ne ‘Facebook devrimi‘ ya da ‘Twitter devrimi’, ne ‘demokrasi hareketi’, ne de ‘Yoksulların hareketi’ olarak okumak mümkündür. Bu tür değerlendirmeler, eldeki elbiseyi giydirecek manken aramaktan başka bir şey değildir. Bu ülkelerde cereyan eden olaylar, bir yeniden yapılanma talebidir hepsi bu. Daha doğrusu, sistemin yeniden yapılandırılması talebidir. Dolayısıyla da Kuzey Afrika ve Ortadoğu hattında cereyan eden olayları, sisteme karşı hareketler olarak değil, sistemin
15
Komünist Zemin
merkezinde yer almaya dönük hareketler olarak okumak gerekiyor. Libya olayını Mısır ve Tunus’tan ayrı düşünmek gerekiyor, çünkü Libya’da olan, Mısır ve Tunus’ta olandan oldukça farklıdır. Ama Mısır ve Tunus sürecinin, bir ve aynı olmasa da, aslında AKP’nin dayandığı dinamikler ve üstlendiği misyon ile Mısır ve Tunus süreci arasında büyük benzerlikler vardır. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Mısır ve Tunus’ta da kendine özgü Bonapartist rejimler söz konusudur. Bu Bonapartist rejimler, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Mısır ve Tunus’ta da artık sürecin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktırlar. Ve bu duruma itirazı olan geniş topluluklar söz konusudur. Bir yanda, siyasi erkin ve kaynaklar üzerindeki tasarruf hakkının tek elde toplanmış olmasından rahatsız olan ve kendi devleti üzerinde erk sahibi olamayan egemen bir sınıf söz konusudur. Bir yanda, ayrıcalıklı olabilmek için okumuş ve diploma sahibi olmuş, daha doğrusu orta sınıf olmaya aday olan ama bunu rejimin mevcut işleyişi içinde gerçekleştirebilmesinin zeminini ve imkânını bulamayan oldukça geniş bir kesim söz konusudur. Bir yandan, muazzam bir yoksulluk ve bu yoksulluğun tehdit ettiği geniş kitlelerin öfkesi söz konusudur. Bir yandan ise, uluslararası güçlerin her birinin çıkarları çatışmaktadır bu ülkelerde. Bütün bu faktörler bir arada düşünüldüğünde, bu ülkelerde bir yeniden yapılanmanın kaçınılmaz olduğunu anlamak hiç de zor değildir. Ama bu yeniden yapılanmayı, sistemin yeniden yapılandırılması olarak okumak gerekiyor. Mısır ve Tunus’taki hareketlerin bir başka özelliği ise, sokak hareketlerine katılanların ezici çoğunluğunu, bu ülkelerin yoksulları, daha doğrusu kaybedecek hiçbir şeyleri olmayanların değil, diplomalı olanların, yani ayrıcalıklı bir durumpozisyon elde edebilecek bir potansiyele sahip olanların oluşturuyor olmasıdır.
Yani hareketin asıl dinamik gücü, kazanacak şeyi olanlardır. Yoksullar ise, Tunus örneğinde olduğu gibi, Tunus’taki harekete katılmak yerine İtalya’ya iltica etmeyi tercih etmişleridir.
Mısır’da da durum farklı olmamıştır. Kahire’de mezarlıklarda yaşayan insan sayısı neredeyse 1 milyon civarındadır ve Kahire’deki en kalabalık gösteriye bile katılan insan sayısı ancak bu sayıya ulaşabilmiştir, ama söz konusu gösterilere katılanlar arasında mezarlıklarda yaşayan bu en alttakiler bulunmamaktadır. Mısır’daki gösterilere katılanlar da tıpkı Tunus’ta olduğu gibi daha ziyade nispeten ayrıcalıklı olanlar ya da üniversite mezunu olan, dolayısıyla da ayrıcalıklı olabilme potansiyeli taşıyanlardır. Peki, Mısır ve Tunus’ta vuku bulan süreci “Devrim” olarak adlandırmak mümkün müdür? Bu soruyu doğru cevaplayabilmek için, öncelikle devrimin ne olup, ne olmadığını doğru ortaya koymak gerekmektedir. Kimine göre devrim; sarık yerine şapka takmak, padişahın yerine devlet başkanını geçirmek, mayo yerine bikini giyinmektir. Kimine göre atomun yıkıcı gücünü keşfetmek, canlı türlerini kopyalamaktır. Kimine göre ise, Şah’ın yerine İslam’ın hükümlerini uygulama kudretiyle donatılmış Ayetullah’ı geçirmektir. Demek ki farklı ve çatışmalı çıkarların hüküm sürdüğü bir dünyada herkes için, kısacası, tüm sınıflar için, tüm zümreler için, tüm çıkarlar ve fikirler için genel ge-
16
Komünist Zemin
çer tanımlamalar bulmak mümkün değildir. O halde, devrim nedir ya da Sosyalistler için devrim nedir, ne olmalıdır? Biz bu sorunun cevabını Komünist Zemin Dergisi’nin 11. sayısında şu şekilde cevaplamıştık: “Kapitalizm çağında komünistlerin, kelimenin geniş anlamında devrim olarak tanımlayacakları tek olay, doğrudan sömürü düzenini ortadan kaldıran bir alt üst oluştur. Yani, sömürücüleri etkisiz kılan, sömürüye son veren, üretim araçları üzerindeki kişi mülkiyetine son vererek gerek üretim araçlarını, gerekse de üretimi toplumsallaştıran bir hareket, kelimenin geniş anlamıyla bir devrimdir. Komünistlerin, toplumsal bir alt üst oluşu kelimenin dar anlamında devrim olarak değerlendirebilmeleri için ise, bu olayın mutlaka, toplumda egemen olan ilişkilerden en azından birini ortadan kaldıran ve bu egemen ilişkinin mağdurlarından en azından birinin, örneğin kadınların, eşcinsellerin, siyahların ya da ezilen bir ulusun “kurtuluş”unu sağlayan bir niteliğe sahip olması gerekmektedir.” Buradan hareketle devam edelim, kuzey Afrika ülkelerinde kelimenin geniş ya da gerçek anlamında bir devrimin söz konusu olmadığı sosyalist hareketin bütün sektörlerince kabul edildiğine göre, asıl tartışılan ya da tartışılması gereken, kelimenin dar anlamında bir devrimdir. O halde sormak istiyoruz, kelimenin dar anlamında devrim olarak mütalaa edilebilecek ne vardır? Mesela Mısır ve Tunus’ta, hangi egemenlik ilişkisine son verilmiştir? Mısır ve Tunus’taki gelişmeleri Devrim Olarak Tanımlayan Sosyalist Çevrelere Dair Sosyalist hareketin bir kısmı, Mısır ve Tunus’ta yaşananları “devrim” olarak tanımlarken, bir kısmı da yaşananları “tiranlara karşı halk hareketi” olarak tanımlamıştır:
“Türkiye Komünist Partisi, Zeynel Abidin Bin Ali diktatörlüğüne ve onun işsizlik, yolsuzluk, siyasi baskı ve devlet terörüne dayanan rejimine karşı devam eden halk ayaklanmasına desteğini ilan eder. Türkiye Komünist Partisi “yoksulların intifadası” olarak adlandırılan bu ayaklanmanın ve ona öncülük eden sol, ilerici, devrimci güçlerin yanındadır ve Türkiye’nin bütün emekçilerini, yoksullarını, ilerici güçlerini de bu ayaklanmayı desteklemeye çağırmaktadır.” (Türkiye Komünist Partisi) “Partimiz, bir mücadele destanı yazan Mısır halkının devrimini selamlar. Mübarek başkanlığı altında kurulan yarı askeri faşist diktatörlüğe karşı başlayan bu devrimi, rejimi süpürüp atıncaya kadar sürdürmesini temenni eder.” (Ezilenlerin Sosyalist Partisi) “Mısır devrimine selam! Bugün yaşayan kuşaklar ne kadar şanslı! 1936 yılında İspanya’da işçiler ve köylüler ayağa kalkarak 20. yüzyılın en büyük devrimlerinden biri olan İspanya devrimini başlattığında, 1917 devriminin büyük önderlerinden Lev Trotskiy, Norveç’teki sürgününden İspanya’da devrimin başladığını saptadıktan sonra ekliyordu: “Ne güzel! Radyo sayesinde devrimi hiç zaman yitirmeden günbegün izleyebiliyoruz!” Şimdi biz Mısır devrimini sadece günbegün bir radyo spikerinin sesinden değil, insana çok daha derin duygular yaşatan, sanki çekip devrimci kitlelerin içine katan, “Meydan Tahrir”de ellerinde bayraklar yürüyen ya da pabuçlarını kaldırıp Mübarek’e defol diyen topluluklarla birlikte hareket ettiğimiz hissini uyandıran görüntülerle, televizyondan kendi gözlerimizle naklen ya da yeni deyişle canlı olarak izleyebiliyoruz. Eskiler, başka ülkelerdeki devrimleri sadece yazılı basın yoluyla öğrenir, en fazla birkaç fotoğraf ile yetinirken, biz neredeyse içinde yaşıyoruz. Çok şükür, çok şükür, hepimiz Mısır devrimini yaşadık, kucakladık, hep birlikte sevindik!” (Gerçek Gazetesi: Devrimci İşçi Partisi Merkezi Yayın Organı)
17
Komünist Zemin
Tunus ve Mağrip devrimi ilerliyor! (İşçi Cephesi) “Tunus Devrimi'nin başlattığı isyan dalgası büyüyor. Yoksulların ayaklanması Ortadoğu diktatörlerine, şeyhlerine ve krallarına korku salıyor. Ayaklanmanın şimdiki adresi Mısır, Mısır halkı "yeter" diyor. Mübarek diktatörlüğü er ya da geç yıkılacaktır. Özgürlük isteyen Mısır halkı kazanacaktır.” (DSİP) “Türkiye'de bazıları Mısır Devrimi'nin bittiğini düşünmeye başladılar. Mübarek'in ayaklanmadan sonra tayin ettiği Ömer Süleyman'ın aralarında Müslüman Kardeşler'in de olduğu bir grup muhalifle görüşmesi onların böyle düşünmesine neden oldu. Çünkü bazıları ya burjuva eğitimleri nedeniyle ya da stalinist bakış açılarıyla aşağıdan harekete değil yukarıya, "büyük" politikalara bakıyor.” (DSİP) Ve Anarşist çevrelerden bir ses: “Devrim yalnız iktidarları değil, alışılmış düşünce kalıplarını da yıkar, parçalar. Birinci kalıp: “Bu devrimin öncüsü yok. Başıboş kalabalıklar ne yapabilir ki?” O başıboş denilen kalabalıklar ne yapabileceklerini gösterdiler. Daha da gösterecekler. Kerameti kendinden menkul “öncü”lerin, program sahiplerinin, yeni efendi adaylarının yapabileceklerinden, yaptıklarından, yapamadıklarından ve bir çuval inciri berbat ettiklerinden çok daha iyisini hem de. Klasik Marksist-Leninist kalıba takılanlar acaba bu argümanlarının, “cahil halk” sendromundan kurtulamayan Kemalistlerinkinden hiç de farklı olmadığını göremiyorlar mı?” (Gün Zileli: 12 Şubat 2011) Yukarıda aktardığımız alıntılardan da anlaşılacağı gibi, sosyalist hareketin kimi sektörleri bir kaşık suda fırtına koparmaktadırlar. Sosyalist hareketin kimi sektörlerinin değerlendirmelerinde “Tunus ve Mısır Devrimleri”nden söz edilmekte, bununla da yetinilmeyerek, bu
“Mısır ve Tunus Devrimleri”nin tetikleyeceği bir bölge devriminden dem vurulmaktadır. Şimdi, sormak gerekiyor, devrim bunun neresinde? Bu ülkelerde egemen olan rejimlerin karakteri mi değişmiştir? Bu ülkelerde egemen olan üretim ilişkileri mi değişmiştir? Bu ülkelerdeki mülkiyet ilişkileri mi değişmiştir? Sahi değişen nedir? Hadi diyelim ki siz devrim derken, aslında bir devrimin başladığından söz ediyorsunuz. O halde şöyle soralım; Mısır ve Tunus’taki kitleler hangi devrimci talepleri ileri sürmektedirler ki, siz buradan yola çıkarak bir devrimin başladığını söyleyebiliyorsunuz? Bu ülkelerde ortaya çıkan hareketlerin talepleri, iş, aş, daha iyi koşullarda yaşamak ve daha fazla “özgürlük”tür. Bu taleplerin hiç birisinin siyasi bir muhtevası olmadığı halde, nasıl oluyor da devrimden ya da devrimci bir dalgadan söz edilebiliyor? Daha da kötüsü, gerek Mısır’da, gerekse de Tunus’ta, mevcut iktidar gücüne karşı sokağa çıkmış, ama dünyanın her yanında asıl devlet gücünü temsil eden ordu’nun sürece müdahalesini ise alkışlamış olan kitlelerin hareketi, nasıl oluyor da devrimci ilan edilebiliyor? Tam da bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: “İyi ama sosyalist hareketin önemli bir bölümünün sicili bu tür vakalarla doludur, bu duruma neden şaşırıyorsunuz ki?” Çünkü sosyalist hareketin büyük bir bölümü gibi, bu sektörleri de, 1979 yılında İran’da vuku bulan Molla Hareketi’ni bile bir devrim olarak mütalaa etmiş, desteklemişlerdi. Sınıf Mücadelesi mi yoksa Sınıf içi, Sınıflar ve Güçler arası Çatışma mı? Evet, tartışılması gereken bir başka nokta da budur. Çünkü ne Tunus’taki, ne Mısır’daki, ne Libya’daki, ne de Bahreyn ve diğerlerindeki çatışmalar bir sınıf mücadelesi değildir. Bu çatışmaların kiminde, kısmen de olsa sınıflar arası bir çatışmadan söz etmek mümkün ise de, çatışmaların esasını
18
Komünist Zemin
oluşturan egemen sınıflar arası ve çeşitli toplumsal güçler arası bir çatışmadır. Bir çatışmanın içinde farklı sınıfların olması, o çatışmanın bir sınıf savaşı olduğu anlamına gelmez. Bir çatışmanın karakterini belirleyen, söz konusu çatışmanın içinde yer alan güçlerin hangi sınıfa mensup oldukları değil, bu çatışmanın stratejik olarak neyi hedeflediğidir. Örneğin Avrupa ülkelerinde neredeyse her hafta, çalışan kesimlerin sokak hareketleri olmaktadır; şimdi buradan yola çıkarak bu hareketleri sınıf mücadelesi olarak mütalaa edemeyiz. Eğer yaşadığımız coğrafyadan bir örnek verecek olursak, TEKEL işçilerinin mücadelesi de bir sınıf mücadelesi olarak tanımlanamaz.
Zira, söz konusu bu mücadeleler, içinde ortaya çıktıkları rejimlerin sınıflı yapısını, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, mülkiyet ilişkilerini ve egemen sınıf olan burjuvazinin iktidarını karşısına alarak onun temel dayanaklarını sorgulayıp yok etmeyi amaçlayan mücadeleler değil, mevcut sistem içinde refahını yükseltmeye ve yerini sağlamlaştırmaya endeksli hak ve en fazlasından reform mücadeleleridir. Bir mücadelenin sınıf mücadelesi olabilmesi için, bu mücadelenin egemen olan sınıfın temel dayanaklarını hedef alması gerekir. Bunun dışındaki bütün mücadeleler, karşılıklı iki sınıf arasında cereyan ediyor olsa da, bir sınıf mücadelesi olarak mütalaa edilemez. Çünkü nihayetinde hedeflenen bir sınıfın tahakkümünün sorgulanması ya da ortadan kaldırılması için bir mücadele değil, onun
rehabilite edilmesi hedefiyle sınırlı bir mücadeledir. Bu noktanın daha iyi anlaşılması için, sınıf mücadelesi ile sınıflar arası çatışmayı birbirinden ayırmak gerekiyor. Biz, sınıf mücadelesini iktidar olma mücadelesiyle bir ve aynı düşündüğümüz için, egemen sınıfın iktidarını alaşağı ederek kendi iktidarını ikame etmeye endeksli hiçbir çatışmayı bir sınıf mücadelesi olarak mütalaa etmiyoruz. Bundan dolayıdır ki, bunun dışındaki bütün çatışmaları, mevcut olanın bünyesinde kendine daha fazla yer edinmeye endeksli çatışmalar olarak değerlendiriyoruz. Ama bu demek değildir ki, biz bu çatışmaların içinde yer almayız. Tabii ki bu çatışmaların içinde yerimizi alırız, ama bu çatışmaları doğru kavrayarak ve bu çatışmaların kuyruğuna da takılmadan. Nihayetinde mağdur olan her topluluk daha iyi yaşam talep eder ve bunun için de kendisini mağdur edenlerle çatışır; bu, mağdur olanın en tabii hakkıdır ve bu anlamıyla da mağdur olanların bu haklılığının teslim edilmesi gerekir. Ama komünistlerin siyasi maksatları, haklı olanların haklılıklarını desteklemek ve kayıtsız-şartsız onların yanında olmak ve desteklemek değildir. Komünistler, işçi sınıfının iktidarını hedeflemeyen, ama nihayetinde birer haklılar hareketi olan çatışmalar içinde yer alırlar, ama kendi maksatlarını bu hareketlerin maksatlarıyla sınırlayarak bu hareketlere tabi olmazlar. Bilakis, bu hareketlerin bir sınıf mücadelesi zeminine oturabilmesi için hareketin içinde yer alarak mücadele ederler. Radikal Yazarı Çınar Oskay Aracılığıyla Bilumum Hayalperestlere Cevaben Bir Not “Ortadoğu’nun kahramanları halkın hüznünü okşayan ‘tek adamlar’dı. Nasır gibi, Arafat gibi... Şimdi kahramanlar milyonlarca. İsimsiz ve yoksullar. Liderleri yok. Ve dünyaya göz kırpıyorlar: “Siz de yapabilirsiniz…” Sadece onlara değil, tüm baskıcı rejimlere. Ayaklarını denk alsınlar...“ (Ç. Oskay: 30/01/2011 Radikal)
19
Komünist Zemin
Çınar Oskay, 30 Ocak 2011 tarihini taşıyan Radikal Gazetesi’nde böyle yazıyor. Mısır ve Tunus‘ta kitlelerin dünyaya göz kırptıkları ve örgütlü kitle gücünün nelere muktedir olduğunu bir kez daha gösterdikleri doğrudur; ama hepsi bu kadar. Çınar Oskay ve onun gibi düşünenlerin doğru tespit ettikleri başka da bir şey yoktur. Çünkü iddia edildiği gibi Mısır, Tunus, Libya ve diğerlerinde sokağa çıkan topluluklar, öyle sanıldığı gibi lidersiz ve örgütsüz değildirler. “Bu devrimi klasik Marksist teoriyle açıklamak zor. Lideri, sınıfı, komplo teorisi bile yok. Seyyar satıcı Muhammed kötü bir gün geçiriyordu, canına tak etti ve dünyayı değiştirdi.” (Çınar Oskay: 13/02/2011 Radikal) Gerek Mısır, gerek Tunus, gerek Libya ve gerekse de diğerlerinde sokağa çıkan kitleler, öyle sanıldığı gibi kendiliğinden ya da Facebook ve Twitter üzerinden örgütlenerek sokağa çıkmış kitlelerin hareketi değildir. Örneğin Mısır’daki hareket oldukça sıkı bir şekilde örgütlenmiş ve muazzam bir örgüt disiplinine sahipti. Bu hareketin siyasi liderliğini ise Müslüman Kardeşler gibi neredeyse yüz yıllık (1928) bir geçmişe sahip bir örgüt yapmıştır.
Keza Tunus’taki kitle hareketinin de arkasındaki örgütleyici ve yönetici güç, Müslüman Kardeşler’dir.
Faceebok ve Twıtter gibi haberleşme ağları, artık günümüzde herkesin ve her siyasi ya da toplumsal hareketin kullandığı araçlardır. Çınar Oskay, “Bu isyanın katalizörü proletarya değil, orta sınıf.” derken doğru bir tespit yapıyor, ama zannettiği gibi bu hareket, lidersiz ve örgütsüz bir hareket değildir. “Ortadoğu’daki çatışmalar bir Halk İsyanı – Ayaklanması” mıdır ve “bu çatışmalar emperyalistleri zora” mı sokuyor? Sosyalist hareket içinde, Mısır, Tunus ve çatışmaların olduğu diğer ülkelerdeki durumu bir “devrim” olarak değerlendirmeseler de, bir “Halk İsyanı – Ayaklanması” olarak değerlendiren ve bu çatışmaların emperyalistleri zora soktuğunu iddia eden kesimler de söz konusudur. “Halk ayaklanmaları emperyalizmin Ortadoğu egemenliğinde gedikler açıyor... …Halkları köleleştirme planları iflas ediyor!” (Kızıl Bayrak) “Tüm emekçileri, ezilenleri ayağa kalkan halkların mücadelesini sahiplenmeye, enternasyonal dayanışmayı yükseltmeye çağırıyoruz. İsyan eden Tunus ve tüm halkların ayaklanmalarını, diktatörlüklerin zulmüne karşı mücadelesini selamlıyoruz.” (Ezilenlerin Sosyalist Patisi) Tabii ki bu görüşte olan yalnızca bu iki çevre değildir. Biz yalnızca iki örnekle yetinerek asıl tartışılması gerekene geçelim. Tartışılması gereken birinci nokta, halk kavramının kendisidir. Çünkü halk, siyasi ya da sınıfsal değil, sosyolojik bir kavramdır. İkinci nokta ise; sosyolojik bir olgu ile siyasi olguları açıklayabilmek mümkün değildir. Mesela Libya’daki bir sorunla yüz yüze gelindiğinde, meseleyi bir “Halk İsyanı” olarak açıklayabilmeniz o kadar kolay olmaz.
20
Komünist Zemin
Öyle ya, Bingazi’de eli silahlı olanlar halk ise, Trablus’ta Kaddafi güçlerini destekleyen eli silahlı ya da silahsız sivil topluluk nedir?
Peki, iddia edildiği gibi Ortadoğu’daki bu süreç, gerçekten “emperyalistleri zora sokup, onların planlarını bozuyor” mu? Gerçekten böyle bir iddiada bulunmak için ya aşırı derecede saplantılı olmak gerekiyor -ki bu şizofrenik bir durumdurya da aşırı derecede safdil olmak gerekiyor. Zira ne Mısır, ne Tunus, ne de Libya’da çatışan toplulukların önünü kesmeye yönelik hiçbir emperyalist müdahale ya da politika söz konusu olmamıştır. Emperyalistlerin tasvip etmedikleri tek çatışma, Bahreyn’de ortaya çıkmış, ona da Suudiler üzerinden gerekli emperyalist müdahale yapılmıştır. Sonuç Yerine İlk olarak bir noktanın altını çizmek istiyoruz. Sosyalistler ile işçilerin ya da ezilen, baskı altında olan toplulukların çıkarları ve maksatları bir ve aynı olamaz. Örneğin işçilerin, komünist bir dünya kurmak gibi bir dertleri olmaz. Komünist bir dünya kurma fikrini çoğu zaman işçi sınıfının çok küçük bir azınlığı benimser ki, bu işçilerin komünizmden yana olmaları, onların işçi kimliğine sahip olmalarıyla alakalı değil, sosyalist bir dünya görüşüne ve bu görüşlerine uygun bir tutuma sahip olmalarıyla alakalıdır.
Keza erkelerle eşit haklara sahip olmak isteyen kadınlar, kendi egemeni kadar özgür ya da köle olmak isteyen ezilen uluslar, hetero egemen topluma karşı mücadele eden eşcinseller, toplumun koymuş olduğu engellerin mağduru olan engelliler de eşitlikçi bir toplum düzeni olan komünizm için mücadele etmezler. Ama buna rağmen, sosyalistler, dünyanın neresinde olursa olsun, baskı altında olan bir sınıfın, cinsin, sosyal topluluğun ve ulusun, egemen olan güce karşı direnme hakkını koşulsuz savunurlar ve bu haklı mücadelelerin yanında koşulsuz yer alırlar. Ama sosyalistler, bu mücadelelere kendi misyonlarını yüklemeyecekleri gibi, bu mücadelelerden de sosyalizm hareketinin ihtiyaçlarına cevap vermelerini bekleyemezler. Ve tabii ki bu mücadeleleri, sosyalizm hareketinin ihtiyaçlarına uygun refleks vermedikleri için suçlayıp, yargılamazlar. Mısır, Tunus, Libya, Bahreyn ve Yemen’deki süreç, ancak bu perspektifle ele alınabilirse doğru anlaşılabilir. Ancak o vakit, ne buralardaki hareketlere hak etmedikleri övgüler, ne de hak etmedikleri yergiler yakıştırılmış olur. Ancak buradan bakılırsa, Mısır’da ortaya çıkan olgu ele alınırken, yeryüzünün görmüş olduğu en siyasal hareket olan (katılan kitlelerin siyasi bilinci ve katılım gerekçeleri bakımından İspanya Devrimi 1917 Ekim Devrimi’nden daha üst düzeyde bir bilinci ifade etmektedir) İspanya Devrimi’ne gönderme yapmak gibi bir düşkünlük içine düşülmekten kurtulmak mümkün olabilir. Ancak bunlar birbirinden ayırt edilebilinirse, Mısır ve Tunus’ta cereyan eden çatışmalara katılmanın doğruluğuyla, kitlelerin kuyruğuna takılıp, kitlelerin sistemi rehabilite etmeye dönük taleplerini devrimin talepleri, ‘kazanan kitlelerin zaferini’ de devrimin zaferi olarak görmek durumuna düşmenin yanlışlığı birbirinden ayırt edilebilir.
21
Komünist Zemin
“Türkiye Libya Halkına Silah Sıkan Taraf Olmayacak“mış… Bunun da Dışında, “Libya’da ABD’nin Hamisi Olacak“mış… Böyle diyor Tayyip Paşa. “Türkiye Libya halkına silah sıkan taraf olmayacak” ama silah sıkan tarafta yer alacak diyor. Devlet adına konuşan Tayyip Paşa’ya soralım: Bir savaşta silah sıkan suçlu ama cephe gerisinde bu savaşa lojistik destek sağlayanlar suçsuz olabilir mi? Bu sorunun cevabı için fazla uzağa da gitmeye gerek yoktur; çünkü Kürtlere karşı savaşın tarihine bakmak yeterli olacaktır. Bilindiği gibi Kürtlere karşı yürütülen savaşta devlet, yalnızca silahlı gerilla güçlerine karşı operasyonlara girişmemiş, aynı zamanda gerilla güçlerine destek veren Kürtleri de kendi gazabına uğramaktan geri durmamıştı. Bırakalım destek vermeyi, ileride destek verme ihtimali olabilecek Kürtler de cezalandırılmışlardı. Kimisi tutuklanmış ve işkenceden geçirilmiş, kimisi sürgüne gönderilmiş, kimisi de katledilmiş ya da kaybedilmişti. Gerek kendi ahlakı, gerek suç ve suçlu anlayışı bu olan Türk devleti, şimdi nasıl oluyor da Libya’da işlenen suça ortak olmayacağını ilan edebiliyor, doğrusu “bunu anlamak zordur”. Kanunlarında “yardım ve yataklık suçu” olarak tanımlanan bir ceza kanunu olduğu halde, nasıl olabiliyor da şimdi kendisi Libya’yı işgal eden suçlulara yardım ve yataklık edip, sonra da suça iştirak etmeyeceğini ifade edebiliyor? Dünyanın neresinde olursa olsun, eğer bir yerde bir suç işleniyorsa ve bu suça fiilen iştirak etmese de, suçun işlenmesine karşı çıkmayan, suçun işlenmesini önlemek için yapılması gereken her şeyi yapmayan her birey ve toplum suçludur.
Nasıl ki ABD’nin bütün dünyayı savaş alanına çevirmesinden yalnızca devlet, burjuvazi, askerler değil, ABD’nin savaşçı, işgalci ve emperyalist politikasına fiilen karşı çıkmayan her ABD vatandaşı suçluysa; nasıl ki Türk devletinin Kürtlere karşı savaşında yalnızca devlet, burjuvazi ve askerler değil, bu savaşa çocuğunu asker olarak gönderen, ödediği vergilerle savaşı finanse eden ve fiilen Kürtlerin yanında yer almayan her birey suçluysa; aynı şekilde ABD, İngiltere ve Fransa’nın yanında saf tutan her devlet ve topluluk da aynı derecede suçludur. Demek “Türk Devleti Libya’da ABD’nin Hamisi Olacak?” Tayyip Paşa, NATO’nun, daha doğrusu ABD’nin Türk devletine verdiği rolü bu şekilde açıklıyor. Ajanslar ise ABD’nin kararını şu satırlarla duyurdular: “Türkiye'nin Libya'da Üstleneceği Rol Belli Oldu!” “Türkiye'nin Libya'da ABD'nin "koruyucu gücü" olması ABD makamlarınca resmen açıklandı…” "Koruyucu güç/hami devlet" rolü kapsamında, Türkiye'nin Trablus Büyükelçiliği, ülkedeki ABD vatandaşlarını temsilen "konsolosluk ofisi" olarak hareket etmeyi de içerecek şekilde Libya'da ABD'yi "temsil edecek." Söz konusu Türk devleti ve onun Kasımpaşalı başbakanı olunca, demek ki taşeronluğun adı da “hamilik” oluyor. ABD Libya’ya karşı işlediği suçlardan dolayı Libya topraklarında hiçbir siyasi, ekonomik ve diplomatik faaliyet götse-
22
Komünist Zemin
remeyeceği için, bütün faaliyetlerini bir başka devletin arkasına saklayarak yapmak durumundadır. Bunun için de Türk devletini kendi taşeronu olarak seçmiştir. Zira Türkiye, isyancıların haklılığını savunmakla beraber, ‘fiili savaşın dışında’ olduğunu ve “insani yardım amaçlı” Libya’da olduğunu deklere ediyor; Libya’ya yaptırım uygulanmasına onay veriyor ama Libya’ya yönelik askeri saldırıya karşı çıktığını söylüyor; bütün bunların yanı sıra hem Müslüman bir ülke olarak biliniyor, hem de İslami bir parti tarafından yönetiliyor. “Hamilik” ya da taşeronluk meselesine dönecek olursak, eğer Türk devleti gerçekten “Libya’da ABD’nin hamisi” olsaydı, daha bir şerefli iş yapmış olmayacaktı. Suç suçtur, ister gözcü ol, ister tetikçi, isterse de yardım ve yatakçı. Devletin sahipleri bu gerçeği pekâlâ bilirler.
Peki, o halde Türkiye’nin Libya’daki işi neden taşeronluk değil de, ‘hamilik’ olarak ifade ediliyor? Taşeronluğun “hamilik” olarak ifade edilmesinin nedeni, içeriye dönük bir hareketten başka bir şey değildir.
Zira “kamuoyunun” da icazetinin alınması ve suça ortak edilmesi icap etmektedir.
Bu hususta da başarılı olunmadığını söylemek güçtür. Devletin sahipleri, “Türkçülük Miti” ile yoğurup biçimlendirdikleri toplumun reflekslerini iyi bildiklerinden, laf cambazlığıyla işi kotarmayı tercih etmişler ve istedikleri sonucu da almışlardır. Zira ideolojik ve tarihsel arka planı aynı zamanda megalomani ve kompleksle beslenen bir devlet ideolojine göre şekillenmiş olan “Türk Milleti” için önemli olan suçun kendisi değil, Türk devletine verilen görevin adının ne olduğudur. Aksi taktirde, sorgulama ihtiyacı olan herkes bilir ki, “hamilik” demek, “koruyucu” demektir. Yani bir kişiyi, toplumu ya da devleti koruyan demektir. Ve yine herkes bilir ki, bir ülkenin bir başka ülkede, bir başka ülke adına söz konusu ülkenin işlerinin bir bölümünü özel bir alt sözleşmeyle yapması, yapılmasına aracı olmasının adı taşeronluktur. Hükümetin başı olan bu zat da bunu pekâlâ biliyor, ama kelime oyunu yapıyor; başarılı da oluyor. Ama Tayyip Paşa’yı başarılı kılan, onun retoriği değil, hedef kitlenin tarihsel ve ideolojik mayasıdır.
23
Komünist Zemin
Nükleer Santrallere Dair Gerçeği Söylemek... Japonya'da deprem ve tusinaminin tetiklediği nükleer kaza, nükleer enerji sorununu tartışma gündemine getirse de, tartışmanın uygun bir zeminde yürütüldüğünü söylemek mümkün değil. Elbette böyle bir durumun altmışaltı yıldır Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombasının feci sonuçlarını hâlâ yaşamaya devam eden Japonya'da ortaya çıkması da üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. Atom bombasından muzdarip Japonya, atom santrallerine mecbur muydu? Başka seçenek yok muydu? Deprem ve tusinami felâketti ama nükleer reaktörlerdeki patlama felâket değil, bir insan hatasıydı ve asıl hata da nükleer santrallerin kurulmasıydı... Her zaman olduğu gibi yetkililer ve medya durumun vahametini gizlemek için ne gerekiyorsa yaptılar, yapıyorlar. Her zaman olduğu gibi gerçek, Japon halkından ve dünya kamuoyundan saklandı. Aksi halde dünya borsalarında büyük bir panik yaşanabilir, 'ileri teknoloji saplantısı' dolayısıyla kapitalizm tartışma gündemine gelebilir, küresel oligarşinin durumunu sarsacak 'sevimsiz bir durum' ortaya çıkabilirdi... Dünya Sağlık Örgütü (WHO) de misyonuna uygun davrandı, gerçeği söylemek yerine 'rahatlatıcı' açıklamalar yapmayı tercih etti: "Eldeki veriler göz önüne alındığında, Japonya'da radyoaktivite düzeyinin kamu sağlığı için önemli bir risk oluşturmadığını" söyledi. Daha geçen yıl aynı Dünya Sağlık Örgütü 'Domuz Gribi'nin (Influenza- H1,N1) insanlık için büyük bir felâket olduğunu ilân etmemiş miydi? Elbette ilân ederdi çünkü çokuluslu ilaç firmalarının çıkarı öyle bir açıklamayı gerektiriyordu... Japonya'daki nükleer kazanın tam da Türkiye'de Akkuyu ve Sinop'a nükleer santral kurulması için son hazırlıkların yapıldığı günlere rastlaması da tuhaf ama yine de iyi bir tesadüf olabilirdi. Lâkin durumun pek de öyle olmadığı anlaşılıyor. Hükümet cephesi nükleer santralle-
rin gerekliliği ve yararı konusunda kendinden son derecede emin ve kararlı. Japonya'da, Rusya'da, ABD'de ve başka yerlerde ortaya çıkan ve sayıları yüzlerle ifade edilen 'kazaların' ilerleme, kalkınma, 'muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak için "ödenmesi gereken bedel olduğunu" söylüyorlar. Muhalefet cephesinin [CHP] de ilke olarak nükleer santrallere bir itirazı yok. Kim bilir, her halde nükleer santrallileri 'ilericiliğin', 'çağdaşlığın' sembolü olarak görüyorlardır. Kılıçdaroğlu'nun itirazı usul hatası yapıldığına ilişkin. Reaktör kurma işinin ihale açılmadan Ruslara verilmesinden rahatsız... Uzmanlar cephesine gelince, konunun uzmanlarını üçe ayırmak mümkündür: Zihinleri ileri teknoloji fetişizmi ve saplantısı tarafından kolinize edilmiş, teknik bilimin her sorunun üstesinden geleceğine inancı tam olan 'samimi bilim ve teknik severler', bunlar samimiyetle nükleer santrallerin gerekli, yararlı ve hayırlı olduğuna inanıyorlar; İkinci gruba dahil olanlar hem ileri teknoloji hayranı olup hem de nükleer lobilerlerden nemâlanan profesörler, doçentler, uzmanlar; Üçüncü bir grup da [ki küçük bir azınlıktır] nükleer santrallerin kurulmasına ilke düzeyinde karşı çıkıyorlar. Üçüncü grubun sesini duyurması çok zor. Zira, nükleer santrallilerin ileri teknolojinin [high-tech diyorlar] timsâli sayıldığı koşullarda, nükleere karşı çıkmak öncelikle gericilikle, teknoloji ve bilim düşmanlığıyla suçlanmayı göze almayı gerektiriyor. Dahası, nükleerin gerisinde oligarşik çıkarlar söz konusu... Üçüncü gruba dahil olanların sesini duyurması zor ama faturanın öncelikle kendilerine çıkması kesin olan yöre halkı ve bir bütün olarak halk çoğunluğu pekâlâ sesini duyurabilir ve duyurmalıdır. Zira sorun uzmanlara, oligarşik çıkarların bir parçası ve aracı durumundaki politikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir... O halde sorun nedir, soru nasıl so-
24
Komünist Zemin
rulmalı, nasıl ele alınmalı, velhasıl nasıl bir zemin üzerinde tartışılmalıdır? Başka türlü ifade edersek, nükleere dair gerçek nedir? Neden kirliliği, kirleticiliği, yaşamı yok etme istidadı ve potansiyeli, yıkıcılığı, yok ediciliği, mantıksızlığı, gereksizliği tartışmasız bir kesinlik olan nükleer santraller enerji sorununu çözmenin 'vazgeçilmez' aracı olarak sunulabiliyor? Geçtiğimiz yüzyılda 'ilerleme', 'modernleşme', 'kalkınma' adına ölenlerin sayısının, tüm yıkıcı savaşlarda, katliamlarda, jenositlerde ölenlerden daha çok olduğu biliniyor mu? Ne kadar biliniyor ve neden sorun edilmiyor? Eğer nükleer enerjiyi gerektiği gibi tartışıp/anlamak gibi samimi bir niyet taşıyorsanız, önce şu teknoloji meselesine dair bilinç açıklığına ulaşmanız, kapitalizm koşullarında üretilen 'ileri teknoloji' hârikalarının neden, ne amaçla, nasıl üretilip, dayatıldığını, öncelikle neyin hizmetinde olduğuna dair bilinç açıklığına ulaşmanız gerekecektir. Kapitalizm koşullarında üretilen teknoloji, insanlar daha kolay üretsinler, rahat etsinler, rahat yaşasınlar diye peydahlanmıyor. Kapitalistler daha çok kâr etsinler diye devreye sokuluyor. Eğer öyleyse ve asıl amaç kapitalistin kârını büyütmekse, başkaca hiç bir kaygı söz konusu değilse, her türlü etik kaygıya yabancılaşmış bir kör gidiş söz konusuysa, oradaki ileri teknolojinin geniş emekçi kitlelerin çıkarlarıyla uyuşması mümkün müdür? Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, doğal çevreye zarar vermeden yol alması mümkün müdür? Kapitalizm ve ekoloji antinomik [zıt anlamlı] iki kavram değil midir? Eğer kapitalizmin insana, topluma ve doğaya zarar vermeden yol alması mümkün değilse, onun ürettiği teknolojinin yüceltilmesi ne anlama geliyor. Böyle bir dünyada teknolojinin 'tarafsızlığı' söyleminin reel bir karşılığı olabilir mi? Teknolojik ilerlemenin, her teknik buluşun ve teknolojinin her çeşidinin mutlaka insanlığın hayrına, toplum çoğunluğunun yararına olduğu düşüncesinden ve sap-
lantısından da kurtulmak gerekiyor. Nitekim her tarihsel dönemde belirli bir enerji teknolojisi geçerli oluyor ama söz konusu teknolojinin toplumun tamamı için gerekli ve yararlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Kapitalizm koşullarında geçerli enerji teknolojileri, toplum için 'en uygun' teknolojiler olmak yerine, egemen sınıfların çıkarıyla 'en uyumlu' teknolojiler olduğunu söylemek mümkündür. Orta Çağda bile su değirmenlerini kontrol altına alan soylular, serflerin rüzgârdan yararlanmalarına ve yel değirmenleri kurmalarına şiddetle karşı çıkıyorlardı... Kullanılan enerjinin egemen olan sınıfların çıkarı açısından en avantajlı olma durumu da, ekseri tekli enerji politikasının geçerli olması yönünde bir eğilim ortaya çıkarıyor. Kömürün enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlamasıyla, su ve rüzgardan yararlanma ortadan kalktı, petrol de nerdeyse kömürü unutturmak üzere... Velhasıl fosil yakıtlar [kömür, petrol, doğal gaz] hakim enerji durumuna geldi. Nükleer enerjiye gelince, bu enerji türünün bırakın toplum çoğunluğunun ihtiyacına cevap veren bir enerji türü olmasını, acilen insanlığın gündeminden çıkarılması gerekiyor. Bizimki gibi, emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde geçerli enerji politikaları, ülkenin imkân ve ihtiyaçlarından bağımsız olarak, kapitalist sömürü ve şartlandırmanın, bağımlılığının sonucu olan, dışarıdan 'uyarılan', dışarıyı taklit etmeye dayalı enerjilerdir. Türkiye'de zaman zaman daha çok gündeme gelmekle birlikte, yaklaşık yarım yüzyıldır nükleer [atom] santraller kurma niyeti gündemden düşmüyor... Oysa asgari mantık ve muhakeme yeteneğine sahip birini bu enerji türünün gerekliliğine ve yararlılığına inandırmak, iknâ etmek mümkün değildir... Bir kere nükleer enerji santralleri kurmak demek, dışa bağımlılığın zirvesi demektir, her şey [en azından başlarda personel de dahil olmak üzere] dışardan gelecektir. Fakat nükleer enerjiye karşı olmak için dışa bağımlılık, pahalılık, turizme, sebze ve meyve üretimine, vb. vere-
25
Komünist Zemin
ceği muhtemel zararları, deprem riskini, vb. ileri sürmek sorunun en önemli yanı değildir. Eğer Akkuyu ve Sinop'a nükleer santral kurulursa, nasıl bir kâbusun ortaya çıkacağını düşünmek bile ürperticidir... Bunun anlamı Karadeniz ve Doğu Akdeniz de canlı yaşamın yok edilmesi olabilir. Bunun için Three Miles Island [ABD], Çernobil [Rusya] ve Fukuşima [Japonya] türü büyük kazaların ortaya çıkması da gerekmiyor. Bizzat santralin kurulması ve çalışmaya başlamasıyla insan ve canlı sağlığı, çevre tahribatı bakımından da geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş oluyor. Elbette kazalar da her an mümkün... Kazalar mümkün ama atom santrallerindeki kazalar, trafik kazalarına 'Aygaz tüpü kazalarına' pek benzemiyor... Zira sorun kaza ile bitmiyor. Asıl sorun kazadan sonra başlıyor zira, radyoaktivitenin binlerce, onbinlerce yıl süren olumsuz etkileri söz konusu... Nitekim plütonyum- 239 çekirdeğinin yarı ömrünün 20 bin yıl olduğu, karbon- 14 çekirdeğinin yarı ömrünün de 5 bin yıl olduğu ileri sürülüyor... Yıllar önce Greenpeace, Çernobil çevresindeki 900 kilometrelik alanda 10 bin kanser vakası tahmin ediyordu... Türkiye'de özellikle Karadeniz sahil şeridi olmak üzere Çernobil'den kaynaklanan kanser vakaları hakkında ne biliyoruz? Neden bilmiyoruz? Gerçek neden toplumdan saklanıyor? Bu arada nükleer enerjinin sınırlı miktardaki doğal kaynağa dayalı bir enerji türü olduğunu da unutmamak gerekir... Nitekim, nükleer enerjinin hammaddesini oluşturan Uranyum ve Toryum dünyada bir kaç ülkede ve denizlerde sınırlı miktarda bulunuyor... Ne tarafından bakılırsa bakılsın, nükleer enerjinin savunulur bir yanı yoktur. Zaten nükleer enerji başlangıçta insânî kaygılarla da ortaya çıkmış değildi... Askerî amaçlar için, öldürmek ve yok etmek için gündeme gelmişti... O halde sadede gelebiliriz... Nükleer muhipleri, nükleer santrallere ihtiyaç olduğunu çünkü Türkiye'nin enerji ihtiyacını fosil yakıt [petrol, doğal gaz, kömür] ve hidrolik santrallerle sağlanamayacağını
ileri sürüyorlar. Birinci soru şu olabilir: Neden enerji ihtiyacı hızla artıyor? Enerji ihtiyacı hızla artıyor zira kapitalist üretim enerji yutucu tuhaf bir makine gibi işliyor. Sistem enerji ihtiyacını sürekli olarak artırıyor, artırmak zorunda. Kapitalizm [sermaye] sürekli büyümek zorunda, sermayenin her seferinde genişletilmiş ölçekte yeniden üretilme zorunluluğu var. Fakat kapitalizm koşullarında üretimle tüketim, üretimle ihtiyaçların karşılanması gereği arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Üretimin ihtiyaçları karşılama gereğine yabancılaşması, tam bir israf tablosu ortaya çıkarıyor. Bir sürü gereksiz, yanlış ve kimi zaman da zararlı şey üretiliyor.1 Dolayısıyla kapitalizmden çıkılmadığı sürece, enerji de dahil her şeyin üretimi üssel bir şekilde artmak zorundadır. Oysa, doğanın kaynakları sınırlıdır. Eğer her üretim ve her tüketim doğadan bir şeyler alıp [eksiltip], doğaya bir şeyler atmaksa [kirletme], belirli bir eşik aşıldığında sürdürülemez bir durumunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Maalesef şimdilerde çoktan sürdürülemezlik sınırı aşılmış durumda ki, bu da artık insanlığın aklını başına alması, şu sınırsız üretim ve saçma tüketim sarmalından ve saplantısından çıkma zamanının geldiğini haber veriyor. Herkesin bir arabaya ihtiyacı olduğu için mi bunca araba üretiliyor? Bir arabanın üretilmesinin ve yürütülmesinin ne tür ekolojik, sosyal, insâni maliyeti olduğu biliniyor ve sorun ediliyor mu? 60 katlı gökdelenler inşa etmek, devasa alış-veriş merkezleri kurmak gerekli mi? 20 milyon nüfuslu bir kent demek, akıl almaz bir enerji israfı değil midir? Öyleyse sorun, nasıl bir enerji politikası gerekiyor sorusundan önce, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusunu sorup, gerektiği gibi tartışabilmekle ilgilidir... Hem içine sürüklendiğimiz anlamsız üretim/tüketim sarmalını sorun etmemek, hem de enerji sorununa çözüm arıyormuş gibi yapmak, sorunu yanlış bir zeminde ele almak, değilse savsaklamaktır. Bir büyük alış-veriş merkezi [mega-
26
Komünist Zemin
market kompleksi] bir günde kaç köyün ve kasabının bir yılda harcadığı kadar enerji harcıyor? Dişinizi elektrikli diş fırçasıyla fırçalamak, saçınızı elektrikli saç kurutma makinesiyle kurutmak, meyve sıkmak için elektrikli bir alet kullanmak neden gerekli olsun? Elektrik enerjisi kullanmadan kolaylıkla yapılabilen şeylerin bile elektrikli aletlerle yapılması ne menem bir aymazlıktır? Bu dünyada her şeyin bir bedeli, bir karşılığı vardır ve başka türlü olması da asla mümkün değildir... O halde yapılması gereken şey belli: Kapitalizmden çıkılacak ve egemen sınıfların, küresel oligarşinin ihtiyacı olan değil, toplumun gerçekten ihtiyacı olan şeylerin üretimini esas alan bir toplumsal düzen tercihi yapılacak. O zaman, nasıl daha çok enerji üretebiliriz sorusu değil de, en az enerji kullanarak, doğaya ve insana zarar vermeden nasıl üretebiliriz sorusu öncelikle sorulabilecektir... Bu bağlamda bilinmesi gereken bir şey daha var: kalkınma diye bir şey yok... Kapitalizm geçerliyken 'kalkınma' olarak sunulan son tahlilde sermayenin büyümesidir ki, sermayenin büyümesinin orta ve uzun vadede kalkınma üretmesi asla mümkün değildir ama yıkım üretmesi kaçınılmazdır... Ne demek istediğimizi görmek için Marmara Denizi’ne bakmak yeter... Bir doğa harikası olan bu güzelim deniz 'kalkınma', 'büyüme', 'ilerleme', 'çağdaşlaşma'... adına tam bir lağım çukuruna dönüştürülmedi mi? Bu gün Marmara Denizi’nde kaç balık türü yaşıyor? Marmara Denizi’nde biyolojik çeşitlilikten geriye ne kaldı? Onca öğünülen Milli Gelir Artışı [GSYH], hangi petro kimya fabrikasının ürettikleri bir bardak temiz suyun karşılığı olabilir? Türkiye 'kalkındıkça', 'muasır medeniyeti yakalama yolunda ilerledikçe', kapitalistleşip, 'muasır medeniyet' denilenin bir parçası haline geldikçe, neye benzediği ortada değil mi? Ve ortaya çıkan bu sefil durum rahatsız edici değil mi?
Velhasıl, enerji sorununu çözmenin yolu, geçerli paradigmanın dışına çıkmayı gerektiriyor. Geçerli sefil paradigmadan çıkıldığında, bu günkünden çok daha az enerji kullanarak, insana ve doğaya olabildiğince az zarar vererek, üretmek, tüketmek ve insânî bir sosyal-doğal ortamda insanca yaşamak mümkün hale gelecektir. O zaman su, rüzgar, termal, vb. yumuşak ve yenilenebilir enerji kaynaklarına öncelik veren, çevre kirlenmesine, çevre tahribatına, atmosferin ısınmasına, iklim krizine, vb. neden olan fosil yakıtları olabildiğince az kullanmak da mümkün hale gelecektir. Ve tabii nükleer enerji türü aymazlıklar da asla gündeme gelmeyecektir... Sorun, sorunlar çözümsüz değil. Eğer, bu gün olup-bitenler birilerinin verdiği kararların, uyguladıkları politikaların sonuçları ise, başka insanlar da neden başka türlü yapma iradesini ortaya koymasınlar? O halde neoliberalizm fanatiği AKP hükümetinin Akkuyu ve Sinop'a nükleer santral kurma girişiminin boşa çıkarılması aciliyet arzediyor. Başbakan ve bakanları ağızlarını her açtıklarında 'demokrasiden' bahsediyorlar... Demokrasi sevdalısı bu şahsiyetler acaba hiç zahmet edip Akkuyululara, Sinoplulara nükleer santral hakkında ne düşündüklerini sormuşlar mıdır? Öyle bir şey akıllarından geçmiş midir? Elbette sorun sadece Mersinlileri, Sinopluları ilgilendirmiyor, hepimizi ilgilendiriyor. O halde Greenpeace'in, Yeşiller Partisi'nin, Mersin ve Sinop Nükleer Karşıtı Platformların yıllardır sürdürdüğü antinükleer mücadeleye katılmak vazgeçilmez bir yurttaşlık gereğidir. Son bir şey daha: Bir yere nükleer santral mi kurulması yoksa tiyatro binası mı yapılmasına bölge halkı değil de, 'konunun uzmanları', burunlarından kıl aldırmayan anlı-şanlı profesörler ve profesyonel politikacılar karar vermeye devam ettikçe, işler sarpa sarmaya devam edecektir.
1
Bu konuda: Yeni Paradigmayı Oluşturmak - Kapitalizmden Çıkmanın Gerekliliği ve Aciliyeti Üzerine Bir Deneme adlı kitabıma bakılabilir...
27
Komünist Zemin
1 Mayıs Üzerine Batılı işçiler ise, yoksullaştırılmış coğrafyaların işçileriyle arasına aşılmaz duvarların örülmesi, var olan bölünmenin daha da kalıcılaştırılması için çabalamakta. Çünkü Batılı işçiler gayet iyi bilmektedirler ki, mevcut ayrıcalıklı durumlarının devamı, ancak ve ancak başka coğrafyaların talanıyla ve insanlarının yoksullaştırılmasıyla mümkündür. Birbirine benzemeyen ve sorunları birbirinden o kadar ayrı ve zıt iki dünya oluşturulmuştur ki, bu iki dünyanın sorunlarını aynı kavramlarla açıklayabilmek bile mümkün değildir artık. Mesela Batılı bir işçi için yoksulluk sınırının altında yaşıyor olmak, kirasının devlet tarafından ödeniyor olması, her gün evinde yemek pişirmesine yetecek kadar paranın devlet tarafından kendisine verilmesi ve hastalık sigortasından sınırsız yararlanabiliyor olması demek iken; bu sınır, yoksullaştırılmış bir Afrikalı için, yiyecek ekmeğinin ve içecek suyunun olmamasıdır. Bu iki dünya arasındaki farklılığı ve kopuşu anlamak için aşağıdaki tabloya bakmak yeterli olacaktır. Günümüzde, yoksul dünyada, açlık ya da kötü beslenme yüzünden dakikada beş yaşın altında 12 çocuk ölüyor. 2.5 milyar insan günde iki dolardan daha az parayla yaşıyor ve dünya gelirinin sadece yüzde 5’ini kullanıyor. 2.6 milyar insan sağlıksız koşullarda yaşıyor. Almanya, İsviçre, Hollanda vb. Batılı ülkelerde kişi başına düşen gelir, Etiyopya’da kişi başına düşen gelirin yaklaşık 300-400 mislidir. Etiyopya’da Ortalama Yaşam Süresi 40 iken, Almanya, Hollanda, İsviçre, Lüksemburg vb. ülkelerde bu ortalama 7880’dir. Bu tablodan dolayıdır ki, 1 Mayıs’ın devrimci ruhu, yeryüzünün yok sayılanları için halen daha bir umudu ifade edebilmektedir. Ama buna rağmen 1 Mayıs, uluslar ve sosyal topluluklar üstü olma özelliğini yitirmiştir.
Beyaz Adam’ın zaman ölçüsüne göre 19. Asrın sonunda Chicago’da ALBERT PARSONS, AUGUST SPİES, LOUIS LINGO, ADOLPH FISCHER ve kavga yoldaşlarının yakmış oldukları özgürlük, eşitlik, birlik ve dayanışma ateşi bütün yeryüzü ezilenlerinin yüreklerini tutuşturdu; öfkelerini biledi. Ve tarihte ilk kez yalnızca 1 Mayıs gününde dünya emekçileri aynı anda, aynı öfke ve aynı coşkuyla sokakları zapt ettiler. 1 Mayıs, dünya emekçilerinin tarihlerinde ilk kez hep bir ağızdan ortak kurtuluşlarının manifestosunu haykırdıkları ve egemenlerin kendi suretlerindeki zamanlarının dışına çıkabildikleri tek gün olarak doğdu. Ama ezilenlerin kendi canları ile can verdikleri, ortak kurtuluşları için alanları zapt ettikleri kavga günü olan 1 Mayıs, gün süremeden boğuldu. Sonunda egemenler güçler, Sosyal Demokrasi’nin, Stalinizmin ve Sendika Ağaları’nın unutulmaz yardımları sayesinde, 1 Mayıs’ın devrimci ve evrensel özünü boşaltmayı ve tarihlerindeki ilk büyük uluslararası yenilgiyi bir galibiyet olarak kendi hanelerine geçmeyi ve yeniden bütün zamanlara egemen olmayı becerdiler. Artık hiçbir şey eski güzel günlerdeki gibi değil. Emekçilerin hep bir ağızdan, “BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN” şiarını yükselttikleri günler mazide kaldı. Dün “BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ BİRİMİZ İÇİN” parolasının yükseltildiği 1 Mayıs alanlarında bugün, “HERKES VE HERŞEY BENİM İÇİN” parolası yükseltiliyor artık. Tabii ki her yıl olduğu gibi bu yılda dünyanın bütün coğrafyalarında emekçiler sokağa çıkacaklar, ama yürekleri aynı idealler için çarpmayacak ve farklı dillerde aynı şarkıyı söylemeyecekler. Çünkü dünya emekçileri tarihlerinde hiç olmadığı kadar “düşman” kamplara bölünmüş durumdadır. Bugün; yoksul coğrafyaların işçileri, zengin Batılı işçilere birlik ve dayanışma mesajlarıyla ulaşmaya çalışırken, zengin
28
Komünist Zemin
Kesin olan ve değişmeyen gerçek şudur ki, dünya devriminin öznesi dünya işçi sınıfıdır. Bir başka değişmeyen gerçek ise şudur; dünya işçi sınıfı ancak devrimci bir dünya partisinin politik önderliğinde zafere ulaşabilir. O halde öncelikli olarak yapılması gereken, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin sağlanabilmesinin önünü kesen ne varsa, bütün bunlara karşı doğrudan saldırmaktır. Mesela burjuvazinin savaş stratejilerinden olan ve dünya işçi sınıfını Batılı işçiler lehine bölerek Batılı işçileri dünyanın yoksul emekçileri karşısında imtiyazlı kılan ve faturası dünya yoksullarına ödettirilen "Sosyal Devlet"e karşı çıkmak, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin ön koşullarından biridir. Mesela iş gücünün dünyada serbest dolaşımını savunmak, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin ön koşullarından biridir. Mesela Türk işçileri içerisinde Kürtlerin ayrılma hakkını savunmak ve Türk işçilerine egemen olan “Vatanın ve Milletin Bölünmezliği“ anlayışına karşı çıkmak, işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin ön koşullarından biridir. Mesela ayrıcalıklıları ayrıcalıklı kılan nedenlere karşı çıkmayan devrimci hareketi teşhir etmek, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin ön koşullarından biridir. Kesin olan şudur ki, işçi sınıfının egemen anlamdaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırılmadıkça ve işçi sınıfı saflarındaki bölünmüşlük olduğu gibi ortada durdukça, işçi sınıfının ortak tarihsel çıkarları için bir araya gelerek birlikte mücadele etmesi mümkün değildir. O halde komünistler, öncelikli olarak var olan egemen anlamdaki bölünmüşlük karşısında tereddütsüz bir biçimde, bu bölünmüşlüğün ayrıcalıklı olanlarının yanında değil, mağdurlarının safında yer almalıdırlar. Bu tür bir davranışın getirisi - götürüsü hesaplanmadan komünistlerin tavrı bu yönde olmalıdır. 1 Mayıs’ın taşıdığı evrensel mesajın yeniden hayat bulabilmesinin yolu buradan geçmektedir.
Bunun da ötesinde 1 Mayıs, artık işçi sınıfının uluslar üstü bir birliğini ve birlikte kurtuluşunu da ifade etmemektedir. Tam tersi, aynı günde, aynı güne sahip çıkma adına sokağa çıkan dünya işçileri, sömürülen sınıf olmaktan kaynaklanan ortak çıkarları için değil, birbirlerine karşı taleplerle, dahası birbirlerinin çıkarlarını tehdit eden taleplerle sokağa çıkmaktadırlar. Örneğin yoksul dünyanın işçileri karınlarını doyurabilmek, hayatta kalabilmek, iş, emeklilik, sigorta garantisi, güvence ve sağlık hizmetlerinden yararlanmak için sokağa çıkarken; zengin dünyanın işçileri, bedeli yoksullaştırılmış dünyaya ödettirilen ayrıcalıklı durumlarını pekiştirmek, yani daha fazla tüketmek, daha fazla tatil yapmak, dahası Batı’da toplanan zenginlikten daha fazla pay almak ya da en azından mevcut ayrıcalıklı durumunu korumak için sokağa çıkmaktadır. Yoksul dünyanın işçileri serbest dolaşım hakkı için mücadele ederken, zengin dünyanın işçileri, yoksullaştırılmış dünyanın işçilerinin bu talebi karşısında yer almakta ve hükümetlerinin bu yönlü politikalarına destek vermektedir. Yoksullaştırılmış dünyanın işçilerinin bir kısmı, Batı’da toplanan zenginlikten pay alabilmek amacıyla Batı’nın sınırlarından içeriye girmek için uğraşırken, zengin dünyanın işçileri sınırların sıkıca korunmasından, Batı’nın kapılarının yoksul dünyanın işçilerine kapatılmasından, kapılardan içeriye sızabilmeyi başaranların ise bir an evvel sınır dışı edilmesinden yana bir tutum ve davranış içerisindedir. Özcesi, artık ne tek bir dünyadan söz etmek mümkündür, ne de ortak sınıf çıkarlarına sahip bir dünya işçi sınıfından söz etmek mümkündür. En azından bugünkü durum budur. O Halde Ne Yapmalı? O halde neyi nasıl yapmalı ki 1 Mayıs, yeniden devrimci bir anlam ifade edebilsin? Neyi nasıl yapmalı ki 1 Mayıs, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ve tarihsel kurtuluşuna uygun bir işlev görebilsin?
29
Komünist Zemin
Şiwan Perver Tartışmaları Vesilesiyle “Halkın Sanatçısı” Kavramı Üzerine Dipnot Yerine: Bu içerikte bir yazıyı kaleme almayı uzunca bir süredir planlamaktaydık, ancak başka önceliklerin ortaya çıkması, yazıyı, bugüne değin ertelememize yol açtı. Ne vakit ki Şiwan Perver üzerinden bu kavramlar yeniden ve oldukça da sık tartışılmaya başlandı, biz de bu vesileyle, konu ile ilgili görüşlerimizi ifade eden bu yazıyı daha fazla ertelemeden yazmaya karar vermiş olduk. Her ne kadar bu yazının daha fazla ertelenmeden yazılmasına neden olan şey Şiwan Perver vakası ise de, bu yazının özel olarak Şiwan Perver’in kendisine yönelik olarak yazılmadığını belirtmek isteriz. Ama şunu da belirtmeliyiz ki, Kürtlerin bir kez daha ve fakat bu kez daha çok da içeriden kuşatılmaya çalışıldığı bu süreçte, Kürtlere karşı yürütülen savaşın rantçılarından biri olan Şiwan Perver de bu kuşatmanın aktif tarafı olmaya soyunmuş olmasaydı, muhtemeldir ki bu yazı daha uzunca bir süre yazılmayacaktı. Zorunlu Bir Açıklama Esasında, “Halkın Sanatçısı” olunabilir mi? tartışmasını yapmadan önce tartışılması ve cevaplanması gereken şuydu; sanat nedir, ne değildir? Ama bu tartışma oldukça kapsamlı bir tartışma yapmamızı gerektireceğinden ve bu tartışmanın politik olduğu kadar felsefi bir boyutu da olduğundan, bu tartışmayı burada yapmayacağız. Sanatın ne olup, ne olmadığını tartışmaya başladığımızda, eski Mısır, Sümer, antik Yunan, İnka ve
Maya uygarlıkları ve antik Roma’dan başlayıp, adına “aydınlanma çağı” denilen kapitalizm çağına kadar geçirdiği evreleri, işlevini ve ideolojik arka planını tartışmak gerekiyor. Sanat, o derece göreceli ve kapsamlı bir tartışma konusudur ki, yarım saatlik bir ansiklopedik araştırma bile meselenin ne derece karmaşık ve kapsamlı olduğunu görmek için yetebilir. “Sanat ideal olanın taklididir.” (Platon) “Sanat gerçeğin taklididir.” (Aristotoles) “Sanatın kendi dışında, hiçbir amacı yoktur. Onun tek amacı kendisidir. Güzel Sanatı ancak deha yaratabilir.” (Kant) “Sanattaki güzellik doğadaki güzellikten üstündür. Sanat, insan aklının ürünüdür. Kendisine doğanın taklidinden başka amaç bulmalıdır.” (Hegel) “Yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu, toplumsal bir karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur. Araştırıcı, yaratıcı, çok yönlü tümel insana ulaşma çabası içinde sanatlar gelişebilir.” (Marks) “Güzelliğin yerine anlatımı öne çıkarır. Sanat, sezginin ve anlatımın birliğidir. Bireysel ve teorik bir etkinliktir. Doğa, sanatçının yorumu ile güzel olabilir.” (Benedetto Croce) Yukarıda aktardığımız bu pasajlardan da anlaşılacağı gibi sanat, oldukça politik, ideolojik ve o derece de göreceli bir olgudur. Ve bu olgunun herkes için genel
30
Komünist Zemin
geçer bir karşılığını bulmak mümkün değildir. Ama bu, sanatın sosyalistler açısından anlamının ne olduğunu ya da ne olması gerektiğini ortaya koymak açısından kaçınılmaz bir görevdir. Önümüzdeki sayılarda bu meseleyi tartışmak üzere şimdilik geçiyoruz. “Halkın Sanatçısı” Olunabilir mi? Daha önce yayınlamış olduğumuz yazılarda da belirttiğimiz gibi halk, homojen olmayan ve nüfusun tamamını kapsayan sosyolojik bir olgudur. Dolayısıyla da olayları ve kişileri tanımlarken halk olgusu üzerinden tanımlamak mümkün değildir. ‘Halk’ tanımlamasının bir başka sakıncalı yanı ise, olayları ve gerçekleri bulanıklaştırma özelliğine sahip oluşudur. Tam da bu özelliğinden dolayıdır ki, mesela Tayyip Erdoğan, ‘Ben halkın başbakanıyım’ diyor ve kimse, ‘Bak benim başbakanım değilmiş’ diye düşünmüyor. Aynı şekilde ordu, ‘Biz halkın ordusuyuz’ diyerek darbe yapıyor, ama yine kimse kalkıp ta, ‘Bak benim ordum değilmiş’ diye düşünmüyor. Sonuçta bilinir ki, hükümetlerin izlemiş olduğu politikaların ve almış olduğu kararların herkesin yararına olması mümkün olmadığı gibi, orduların yapmış olduğu darbelerin de herkesin yararına olması mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı, hükümetlerin izlemiş olduğu politikaların ve ordunun yapmış olduğu darbelerin mağdurları ve ihya ettikleri diye iki ayrı kesim olmazdı. Bir an için halk kavramını biz de kullanalım ve diyelim ki, kendilerini ‘halkın sanatçısı’ olarak tanımlayanlar, kendilerini gerçekten ‘halkın sanatçısı’ olduklarını düşünüyorlar. Burada bile ciddi bir sorun var demektir. Zira bu şahsiyetlerin nüfusun tamamına hizmet etmeleri mümkün değildir. Varsayalım ki bu şahısların icra ettiklerini nüfusun tamamı sahipleniyor, ama bu bile, bu şahısların nüfusun tamamına hizmet ettikleri anlamına gelmez. Çünkü ‘üretilen’ her ne olursa olsun, ister bir şarkı, ister bir film, ister bir resim, hiçbir üre-
timin nüfusun (halkın) tamamına hizmet etmesi mümkün değildir. Kaldı ki pazara dönük olarak ‘üretilmiş’ olan herhangi bir şeyin hizmet olarak adlandırılması mümkün değildir. Bunun da ötesinde, ne bundan herkesin faydalanabilme imkânı vardır, ne de ‘üretilen’ şeyin tarafsız olabilme ihtimali vardır. ‘Üretilen’ şey, ya egemen olan değer yargılarını, egemen olan dili ya da egemen olan kişisel, toplumsal ve sınıfsal ilişkileri yeniden üretir, yani bütün bunların bir kader olduğu mesajını verir. Varsayalım ki bunların hiçbirini yapmıyor, o halde bunları yerle bir ederek, bütün bunların bir kader olmadığını ve mutlaka değişmesi gerektiği mesajını verir. Özcesi, her şeyin bu derece karşıtlık taşıdığı ve her karşıt olanın bir diğer karşıtı yok ederek ya da mağdur ederek kendini üretebildiği günümüz dünyasında, ne bütün bir nüfusun (halkın) ortak çıkarından, ne ortak sevincinden, ne de ortak acısından söz edebilmek mümkündür. Hal böyle olunca, nüfusun tamamının çıkarına sanat üretilip yapılamayacağı gibi, nüfusun tamamına hizmet eden bir sanatçı da mümkün değildir. Bir an için bunun da mümkün olduğunu düşünelim. O halde şu soruyu sormak gerekiyor, kendisine ‘halkın sanatçısı’ sıfatını yakıştıran şahıslar, gerçekten yaptıklarını ‘halk’ için mi yapıyorlar, yani halka hizmet olsun diye mi yapıyorlar, yoksa yaptıkları iş aracılığıyla, üstelik de hizmet ettiklerini iddia ettikleri halkın üzerinden muazzam servetler ve kendileri için ayrıcalıklı bir yaşam mı örgütlüyorlar? Bizim bildiğimiz, hizmet demek, kendini bir amaca, topluluğa ve davaya adamak ve dolayısıyla bunun karşılığında menfaat elde ederek ayrıcalıklı yaşam koşulları edinmemek demektir. O zaman soralım, kendisine ‘Ben halkın sanatçısıyım” diyen bir şahsiyet var mıdır ki, ‘halk’ dediği toplulukla aynı kaderi paylaşsın, icra ettiği sanatı halkın hizmetine ve parasız sunsun ve geçimini bir başka iş yaparak sağlayarak, icra ettiği sanatı ücretsiz olarak halkın ve halkın kurtuluşu davasının hizmetine sunsun?
31
Komünist Zemin
Bilinen şudur ki, bu şahsiyetlerin hiç birinin yaşamı, ait oldukları halkın (nüfusun) ezici çoğunluğunun yaşamına benzemez, bunların her birinin muazzam servetleri vardır, daha da garip olanı, nüfusun önemli bir çoğunluğunun fakirleşmesine paralel olarak bu şahsiyetlerin sahip oldukları zenginlik artış gösterir. İbrahim Tatlıses’i örnek olarak ele alalım; kendisi Urfalı yoksul bir Kürt ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir, hem yoksul hem de Kürt olması İbrahim Tatlıses’i nasıl bir yaşamın beklediğini anlamak için yeterlidir.
İbrahim Tatlıses ile aynı dönemde piyasada şansını arayan ve en az İbrahim Tatlıses kadar sesi olan onlarca türkücü değil de, nedense İbrahim Tatlıses’in önü birileri tarafından açılıyor ve kendisinin de anlayamadığı bir hızla zirveye oturtuluyor. Bu adamın özel bir sesi olmadığı gibi, müzik bilgisi ve kabiliyeti de yoktur. Müzik adına ürettiği ise, hiçbir şey yoktur. Yaptığı tek şey, ilk yıllarda Kürtlerin yıllar boyu düğünde, cenazede, eğlencede ve çobanlık yaparken, gurbetçi yolu beklerken söyledikleri kılamları, ağıtları ve ezgileri Türkçe söylemek olmuştur. Bu alanı tükettikten sonra ise arabesk ve pop karışımı, daha doğrusu ne olduğu anlaşılamayan, zaten kimselerin de ne olduğunu sorgulamadığı şeyler söylemiş ve 35 sene içerisinde birkaç tane Kürt şehrinin topraklarını satın alabilecek bir servete sahip olmuştur.
Bu nasıl bir çelişkidir ki, İbrahim Tatlıses, hem halkın türkülerini söylemiş, söylemekle de kalmayıp halka satmış, hem de kendisinin de bir parçası olduğunu iddia ettiği o halkın büyük çoğunluğu yoksulluk içinde debelenirken, o, halkın sırtından elde ettiği muazzam bir servete sahip olmuştur. ‘Halk’ yoksullaştıkça İbrahim Tatlıses zengin olmuş ve ama İbrahim Tatlıses, bu çelişkiye rağmen ‘Ben halkın malıyım’ demeye devam etmiştir. Müslüm Gürses ve Orhan Gencebay’ı ele alalım. Her ikisi de toplumdaki en alt kesimlere hitap etmişlerdir. Öyle ki, yiyecek ekmeği olmayanlar bu iki şarkıcının en fanatik dinleyici topluluğunu oluşturmuştur. Bu iki şarkıcı, isyan etme hakkı olan bu en aşağıdaki topluluğa isyan etmeyi değil, kabullenmeyi ve boyun eğmeyi öğütlemişlerdir. Ama kendileri ne boyun eğmiş ne de yoksulluğun bir kader olduğunu kabullenmişlerdir. Dinleyenleri, kahredip kendilerine jilet attıkça, bu iki şahsiyet yükselmeye ve servet biriktirmeye devam etmişlerdir. Sonuçta ise birkaç kuşak acı çeke çeke ama isyan etmeden yok olup gitmiş, Müslüm Gürses ve Orhan Gencebay ise zevk-ü sefa içerisinde bir yaşam satın almışlardır. Ama bu iki şarkıcı halen daha ‘Biz halkın malıyız’ demeye devam etmektedirler. Bütün bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, kendisini ‘halkın sanatçısı’ olarak tanımlayanlar için halk, yalnızca ve yalnızca bir hedef kitledir. En başa dönecek olursak, ‘halk’, gerek kavram olarak, gerekse de sosyolojik olarak homojendir ve siyasetin, kültürün, sanatın ve bir şahsın bütün bir halkı temsil edebilmesi veyahut da bir halkın tamamını kapsaması mümkün değildir. Bu derece karşıtlıklar taşıyan bir toplumda herhangi bir filmin, tiyatro oyununun, müzik eserinin, romanın, hikâyenin ve siyasetin nüfusun tamamına hizmet etmesi mümkün değildir. Yapılan her şeyde ya aşağılanan ya da yüceltilen bir değer
32
Komünist Zemin
ve topluk vardır ya da yapılan şeyden çıkar sağlayan, dolayısıyla da bu çıkarı besleyen bir hedef kitle. Sol Cenahta “Halkın Sanatçısı” Olmak Piyasaya egemen olan ahlak, aynı biçimde sol içinde de mevcuttur. Mevcut olan olduğu gibi alınmış, solun dayandığı değerlere ve dinamiklere göre yeniden dizayn edilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Bu cenahta varlık gösteren şahıslar, ‘halk’ derken elbette ki ezilen ve sömürülenleri kastediyorlar; biz bu tanımlamanın doğruluğunu ya da yanlışlığını bir kenara bırakarak ve bu şahısların kriterlerini esas alarak soralım; bu şahsiyetler “halkın sanatçısı” olabilirler mi? Zülfü Livaneli’nden Cem Karaca’ya, “Acıları Bal Eylemek” diye bağıran Ahmet Kaya’dan “Ekmeğimi Tuza Banıp Yer Gibi” diye bağıran Onur Akın’a, Ferhat Tunç’tan kendilerini “halkın sanatçısı” olarak tanımlayan bilumum şahsiyetlere bir göz atalım; bakalım bunlar “halkın sanatçısı” mıdırlar? Bu şahsiyetlerden hangisi gerçekten aç ya da susuz kalmış, hangisi sokakta yatmış, evinin kirasını ödeyemediği için ev sahibinin tehditlerine maruz kalmış, mahalle bakkalının borcunu ödeyemediği için yolunu değiştirmiştir? Bunlar her zaman en iyi semtlerde yaşamışlar, parasızlık nedir bilmemişler, çocuklarını en iyi okullarda okutmuşlar, bu da yetmemiş, çocuklarına da yetebilecek paralar kazanmışlar ve servet biriktirmişlerdir. Arada bir gözaltına alınmış ya da kısa süreli hapsedilmişler ama bu durumdan da kendilerine çıkar sağlamayı bilmişlerdir. Özcesi; hiç acı çekmeden, acı çekenlerin acılarını, kederlerini, türkü ve ağıtlarını paketleyip, bütün bunların gerçek sahibi olan yoksullara ve ezilenlere geri satarak kendilerine tatlı hayatlar kurmuşlardır. Kendilerini ‘halkın sanatçısı’ olarak ilan etmişler ama hiçbir vakit halkın kaderini yaşamamışlardır.
Yaşamlarını halkın acı hayatı üzerinden finanse etmişler ama halka acı verenlerle aynı konforu, aynı hayatları yaşamışlardır. Bunlar “halkın sanatçısı” falan değil, birer savaş rantçısıdırlar. Bu Alanda Fenomen Olarak Şiwan Perver Üzerine Şiwan Perver, bildiğimiz kadarıyla Mardin’de doğmuş, sonrasında ailesi Urfa’nın Siverek ilçesine göç etmiş ve çocukluk yıllarını burada geçirmiştir.
Şiwan Perver, daha sonra ise üniversite’de okumak için Ankara’ya geliyor. Şiwan Perver’in Ankara’ya geldiği tarih, aynı zamanda gerek Türkiye’de, gerekse de Kürdistan’da bir devrimci yükselişin baş gösterdiği tarihtir. Şiwan da bu sürecin bir parçası olur ve otuz bin insanın katıldığı bir konsere katılarak orada yasaklı bir dil olan Kürtçe dilinde türkü okur; bunun akabinde hakkında dava açılır ve bunun üzerine Şiwan’ın sürgün hayatı başlamış olur. Aradan 35 sene geçmiş ve Şiwan halen daha Avrupa’da yaşamaktadır.
33
Komünist Zemin
Şiwan Perver’in Sanatsal ve Müzikal Anlamda Tuttuğu Yer Üzerine Şiwan Perver’i bir müzisyen ya da sanatçı olarak adlandırmak doğru olmaz, aslında kendisi bir dengbej bile değildir; türkücüdür hepsi bu. Bu alanda üreten değil tüketendir. Çünkü bütün yaptığı, yüzyıllardan beri Kürt halkının ve o coğrafyanın ezgilerini, ağıtlarını ve kılamlarını tekrar etmekten başka bir şey değildir. Kendi başına yaptıkları ise müzikal ya da sanatla alakalı değil, daha çok ağıttır. Ağıtların bir melodi eşliğinde söylenmesi ya da enstrümanlar eşliğinde bir arka planla sunulması ya da ağıtlara enstrüman sesleri katılması, yapılanın müzik ya da sanat olduğu anlamına gelmez. Şiwan Perver’in ‘az bulunan bir sese sahip’ olması ise müzikal anlamda bir şey ifade etmez. Kaldı ki, neredeyse her üç Urfalıdan biri bu değerde bir sese sahiptir. Peter Gabriel gibi bir müzisyenle ortak iş yapması ise onu hiç mi hiç müzisyen yapmaz. Eğer müzisyen olmak için bu yetmiş olsaydı, o zaman, dünyaca ünlü filarmoni orkestraları eşliğinde sahne almış olan Arif Sağ gibi bir deyişçiyi de müzisyen olarak kabul etmek gerekirdi. Şiwan Perver’in Politik Anlamda Tuttuğu Yer Üzerine Şiwan Perver, Kürtlerin “modern” bir ulus hareketi olarak kendilerini yeniden örgütledikleri ve tarih sahnesine çıktıkları 1982 yılı itibariyle Kürt coğrafyasına adım atmamıştır. Zira kendisi o tarihte Avrupa’da ‘sürgün’ dedir. Ama Türk devletinin Kürtlere karşı başlatmış olduğu topyekûn savaşta da saf tutmamıştır Şiwan. Savaşın yarattığı tahribat ve acılar üzerine ağıtlar söylemiş, Kürt coğrafyasında yaşanan acıları bir ürün olarak işlemiş, Kürtlere geri satmış ve bu yolla büyük paralar kazanmıştır ama Kürtlerin savaşında yer almamıştır.
Bundan dolayıdır ki Şiwan Perver, Kürt mücadelesi yükseldikçe popülaritesini yitirmiştir. Ama Şiwan da boş durmamış, Türk solcularının ve ulusal hareketin saflarında yer almayan ve kendi başarılarını PKK önderliğindeki ulusal başkaldırının yenilgisine bağlayan Kemal Burkay ekibi gibi Kürt çevrelerinin düzenledikleri etkinliklerde yer almış ve servetini bu yolla çoğaltmaya koyulmuştur. Bu yolda başarılı da olmuştur. Tabii ki Şiwan Perver zaman zaman Kürt ulusal hareketiyle de yakınlık kurmuş, Kürt ulusal hareketinin organize ettiği kimi programlara ve televizyon programlarına katılmıştır. Bu yakınlığın en son örneği, 2009 yılında Almanya’da yapılan Newroz kutlamasıdır. Şiwan Perver’in politik macerasını anlayabilmek için, kendisinin de katıldığı 21 Mart 2009’ da Almanya’nın Hannover kentinde PKK önderliğinde organize edilen Newroz kutlamalarındaki duruşu ile bugün durduğu yere bakmak yeterince açıklayıcıdır. Tarih: 21 Mart 2009 Yer: Hannover / Almanya Konuşmacı: Şiwan Perver Şivan Perver, Hannover’de yaptığı Newroz konuşmasında, kendisini ısrarla Türkiye’ye Nevroz kutlamalarına davet eden Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’a cevaben seslenirken, Kürtlerin on yıllardır büyük bir bedel ödediklerini belirterek, “Biz halk olarak, büyük bedeller ödedik. Çok acılar çektik. Ama hiçbir zaman mücadelemizden ve özgürlüğümüzden vazgeçmeyeceğiz. Biz inatçı bir halkız. Bu inadımız olmasaydı bugün buralarda olmazdık… Kürtler bugün her tarafta direniş içindedir. Bu direnişin baş mimarlarından gerillayı selamlıyorum… Daha düne kadar bizi inkar ettiler, çocuklarımızın kollarını kırdılar. Ve bizi öldürdüler. Kürtlerin önderi Abdullah Öcalan’ı zindana attılar. Bugünde kalkıp Nevroz’u birlikte kutlamaya çalışıyorlar. Bu ikiyüzlülüktür. Bizim barış ve kardeşlik taleplerimizi hiç-
34
Komünist Zemin
bir zaman kabul etmediler. Savaşla karşılık verdiler… Vin çaven minin (İmralı’daki Kahramanı selamlıyorum).” Tarih: 11 Mart 2010 Yer: Berlin / Almanya İlgili Haber: “Almanya'nın başkenti Berlin'de düzenlenen ve Türkiye'nin bu yıl konuk ülke olduğu 44. Uluslararası Turizm Borsası Fuarı çerçevesinde Antakya Medeniyetler Korosu konser verdi. Fuarın açılışını yapmak ve diğer etkinliklere katılma amacıyla Berlin'e gelen Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay Fransız Katedralinde verilen konseri izledikten sonra sanatçı Şivan Perver ile sahnede ''Memleketim'' şarkısını söyledi. Günay, ‘Medeniyetler Korosu Perver'le tamamlanmış oldu. Çok güzel bir başlangıçtı, "Memleketim" şarksını hep beraber söyledik. Ona teşekkür ediyorum’ dedi.”
Aslında bu, Şiwan’ın kişisel tarihinde yeni bir durum değildir. Zira Şiwan Perver, “siyasi yaşamı” boyunca hiçbir vakit bir davanın insanı olmamıştır. Bilakis, onun için Kürtlük davası ve Kürt halkının yaşadığı zulüm, yalnızca ve yalnızca bir rant alanı olmuştur. Bundan dolayıdır ki kâh Öcalan’ı “Kahraman” ilan edip, onun resmi önünde biat etmiş, kâh Barzani’nin makamına gidip, ona biat etmiş, kâh Türk devletinin bakanlarıyla kol kola girebilmiş ve onlarla Kürtler üzerine pazarlık yapmıştır. Türk devletinin yeni savaş konsepti, Kürtlerle cepheden savaş değil, Kürtleri içeriden kuşatmaktır. Bu konseptin ilk adımı ise, caşekan Kürtleri bünyesinde toplayan TRT 6 (Şes) olmuştur. Şiwan Perver’in bu süreci anlamamış olması mümkün değildir. Şiwan Perwer, devletin bu yeni savaş konseptini gayet iyi anlamış ve bunun içinde yer almak için devletle pazarlıklar yapmıştır. Ama bu işbirliğinin sonuçlarını hesapladığında, bu işbirliğinin yol açacağı zararlardan korktuğu için şimdilik geri adım atmıştır. Şiwan Perver’in Tehdit Edilmesi Doğru Bir Davranış mıdır?
Tarihin ironisine bakın ki, Şiwan Perver, daha dün ikiyüzlülükle itham ettiği Ertuğrul Günay’la, bugün birlikte “Memleketim” şarkısını söylemekte bir sakınca görmemekte; daha dün, “Vin çaven minin” diye selam gönderdiği Öcalan’a ise, “Ben itlerden korkmam” diye dayılanmaktadır. Peki, ne oldu da, Şiwan Perver, daha dün “Kahraman” diye selamladığına bugün ‘Ben itlerden korkmam” diye dayılanırken; daha düne kadar “İkiyüzlüler” diye tanımladıklarıyla kol kola şarkı söyleyebiliyor?
Her birey gibi Şiwaan Perver’de her konuda olduğu gibi, Kürt hareketiyle ilgili de konuşabilir ve bu konuda fikir beyan edebilir. Ama Şiwan’ın yaptığı bu değildir. Eğer Şiwan Perver, Kürt hareketinin siyasetini ve önderliğinin tutumunu eleştiriyor olsaydı ve bundan dolayı tehdit edildiğini iddia etmiş olsaydı; Şiwan Perver’in fikir özgürlüğünü savunmakta tereddüt etmezdik. Ama söz konusu olan bir şahsın kendi fikrini beyan etmesi değil, bir halkın kaderiyle ilgili bir savaşta, bu halkın düşmanı olan bir devletle pazarlık yapmasıdır. Bırakalım Şiwan Perver’i bir yana, otuz yıldır savaşan ve on binlerce savaşçısını yitiren PKK bile, Kürt halkına rağmen devletle pazarlık yapma hakkına sahip değildir.
35
Komünist Zemin
Zira söz konusu olan ezilen bir halkın kaderidir ve savaşın asıl mağduru da, öznesi de bu ezilen halktır. Eğer PKK ve BDP, bugün Kürt ulusu adına siyaset yapıyorsa, bu, Kürt halkına rağmen değil, Kürt halkının fiili katılımı ve onayı iledir. PKK ve BDP’yi meşru kılan da budur. Şiwan Perver, Kürtler Adına Konuşabilir mi? Şivan Perver’in, Kürtlerin hiç değilse bir kesiminin (korucuların ve devletle işbirliği yapan Kürtlerin değil, Kürt özgürlük savaşının saflarında yer almış kesiminin) adına konuşabilmesi ve pazarlık yapabilmesi için, öncelikle son otuz yıl içinde ne yaptığının ve Kürt özgürlük hareketinin neresinde olduğunun hesabını vermesi, sonra da en azından Kürtlerin bir kesiminin onayını alması gerekmektedir. Otuz yılı aşkın bir süredir devam eden fiili savaş boyunca burnu bile kanamamış ve Kürt özgürlük hareketi adına bir bedel ödememiş biri olan Şiwan Perwer’in, şimdi kalkıp Kürtler adına konuşması doğru ve kabul edilebilir değildir. Eğer aksi bir durum varsa ve bizler bunu bilmiyorsak, bu durumda da Şiwan Perwer’in herkesi aydınlatması gerekir ki, neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu herkes bilsin. Şiwan Perver, Kürtler İçin Ne Yapmıştır? Sahi, Şiwan Perver, Kürtler için ne yapmıştır? Şiwan Perver’in son 35 yılını nasıl yaşadığını yukarıda özetlemiştik. Şimdi yeniden soralım: Şiwan Perver, Kürtler
için ne yaptı? Kürtlerin Şiwan için ne yaptıkları ise herkesin malumudur. Eğer Şiwan Perver, özellikle 1990’lı yıllarda Kürt özgürlük hareketinin yaratmış olduğu fırtınayla kendi yelkenlerini doldurmamış olsaydı, Urfalı bir garip Kürt olarak ya Türkiye’de kalıp öğretmen olacaktı ya da Avrupa’da düğünlerde türkü söyleyen bir mülteci olabilirdi. Ama Şiwan, adeta bir fırtına gibi esen Kürt özgürlük hareketinin sırtına binerek Avrupa’da neredeyse bir diplomat gibi karşılandı ve “itibar” gördü. Büyük servetler edindi. Bu servetinin yaratmış olduğu imkânlarla hem kendisine bir hayat satın aldı, hem de başka hayatlar satın aldı. Bu da yetmedi, Kürtlerin kültürel zenginliklerini kendi zimmetine geçirerek, “Şiwan Perver Vakfı” adını taşıyan bir vakıf bile kurdu. Bununla da yetinmiyor, binlerce Kürt savaşçısı zindanlarda esir tutulurken,”KCK Davası” diye bilinen davada yüzlerce Kürt siyasetçisi devlet tarafından rehin tutulurken, Şiwan Perver, bir yandan sanki bütün bunlar yokmuş gibi davranırken, diğer yandan da halen daha kendisi için “ülkeye” dönüş koşullarının olup olmadığını tartışmakta ve pazarlık konusu yapmaktadır. Kendisi hakkında açılmış bir dava olmadığı halde, Amed’e inip, rehin tutulan KCK’li tutsaklarla dayanışma için konser vermek yerine; kendisini davet eden devletle, hangi koşullarda dönebileceğinin pazarlığını yapıyor. Sahi, bütün bunlara bakılarak bir değerlendirme yapıldığında Şiwan Perver için hala “halkın sanatçısı” denilebilir mi? Şiwan Perver “halkın sanatçısı” olabilir mi? Şiwan Perwer, Kürt halkı adına konuşabilir mi?
36