S10 aralık2012

Page 1

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

t o plu m s al e ş İ t l İ k H

küresel ekonomide önemli bir yön değişimi nick beams H sonu gelmeyen kemer sıkma peter schwarz H avrupa’da kemer sıkma önlemlerine karşı ileriye giden yol wsws yayın kurulu H otomobil işçilerini savunmak için avrupa çapında bir mücadele britanya ve almanya sep -ortak açıklama H mısır’da ileriye giden yol johannes stern H küresel kapitalizmin acımasız yüzü peter symonds H çin’in yeni önderliği: bir kriz yönetimi john chan H açlık grevlerinin ardından kürt sorunu yusuf ateşçi H türkiye ekonomisinin durumu ve işçi sınıfı m. özgür demir H büyükşehir yasası ve kentsel dönüşüm ozan özgür H oyak-renault’daki işgal ve sendikaların çürümüşlüğü servet kazancı H yeni yök yasa tasarısı üzerine orhan cemil H merkezciliğin turnusol kağıdı: enternasyonalizm halil çelik

aralık 2012 /

10


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

t o plu m s al e ş İ t l İ k

aralık 2012

aylık siyasi dergi sahibi Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren

basım yeri: Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen

sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik yönetim yeri Hasanpaşa Mah. Ahmet Rasim Sk. No:21 D. 12 Kadıköy - İstanbul

Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul

Tel: (216) 418 63 61

(212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaa@gmail.com

e-posta: info@toplumsalesitlik.org www.toplumsalesitlik.org

Tel./faks:

ISSN Numarası: 2146-8230

içindekiler 3

küresel ekonomide önemli bir yön değişimi nick beams

5

sonu gelmeyen kemer sıkma peter schwarz

7

avrupa’da kemer sıkma önlemlerine karşı ileriye giden yol wsws yayın kurulu

9

otomobil işçilerini savunmak için avrupa çapında bir mücadele britanya ve almanya sep - ortak açıklama

13

mısır’da ileriye giden yol johannes stern

17

küresel kapitalizmin acımasız yüzü peter symonds

19

çin’in yeni önderliği: bir kriz yönetimi john chan

21

açlık grevlerinin ardından kürt sorunu

yusuf ateşçi

27

türkiye ekonomisinin durumu ve işçi sınıfı

m. ö. demir

31

büyükşehir yasası ve kentsel dönüşüm ozan özgür

35

oyak-renault’daki işgal ve sendikaların çürümüşlüğü servet kazancı

41

yeni yök yasa tasarısı üzerine

orhan cemil

47

merkezciliğin turnusol kağıdı: enternasyonalizm halil çelik


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

mer haba ABD

’de yeniden başkanlığa seçilen Obama, hem Amerikan işçi sınıfına hem de Ortadoğu halklarına karşı saldırısını Cumhuriyetçi Parti ile el ele sürdürmeye kararlı. Zira bankalara aktarılan trilyonlarca dolara ve işçi sınıfının haklarına yönelik bütün saldırılara rağmen, ABD ekonomisi, 2008’de içine girmiş olduğu bataklıktan çıkabilmiş değil.

ABD, müttefiki emperyalistler ile Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi bölgesel taşeronları eliyle Suriye’deki emperyalist destekli müdahaleyi derinleştiriyor. Esad liderliğindeki Baas rejiminin katliamlarını Özgür Suriye Ordusu’nunkiler izliyor. Suriye’deki iç savaş, Libya’dan sonra bir kez daha, gerici burjuva diktatörlüklerin, gericiliğin bir parçası olan burjuva muhalefet eliyle yıkılamayacağını, ama yalnızca yeniden inşa edileceğini gösteriyor. Öte yandan, içine girdikleri derin krizden çıkamayan Avrupalı emperyalistler, kamu kaynaklarından uluslararası bankalara ve şirketlere aktardıkları devasa miktarda parayı işçi sınıfından ve emekçilerden çıkarma peşindeler. Onlar, bu amaçla, işçi sınıfına karşı Avrupa çapında bir saldırı başlatmış durumdalar. Bu, 1930’lardaki faşizmden ve II. Dünya Savaşı’ndan bu yana işçi sınıfna karşı girişilmiş en kapsamlı saldırıdır. Dergimizin önceki sayılarında da sürekli vurguladığımız gibi, özellikle Yunanistan, bütün AB ülkelerine yayılması öngörülen toplumsal karşı devrim için deney alanı olarak seçilmiş durumda. Durum, kapitalist dünya sisteminin bir diğer merkezi olan Çin’de de farklı değil. Çin ekonomisinin, ABD ve AB’deki kriz nedeniyle durgunluğa giren dünya ekonomisindeki kötüye gidişi tersine çevirebileceği hayali, şimdiden çökmüş durumda. Burjuva medyası, çok değil, bir yıl öncesine kadar yere göğe koyamadığı sözümona “yükselen ekonomiler”in (Hindistan, Brezilya, G. Afrika, Türkiye vb.) adını bile anmaz oldu. Zira asıl olarak Kuzey Amerika ile Avrupa’daki emperyalist merkezler için üretim yapan bu ülkelerin hepsi, küresel krizin girdabına kapılmış durumda. Bu yüzden dünyanın tüm kapitalistleri, uluslararası bankaların ve şirketlerin etrafında toparlanmış, onların önderliğinde çözümler arıyorlar. Onların krize bulabildikleri ve bulabilecekleri tek çözüm, insan soyunun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarını hedefleyen toplumsal bir yıkımdır.

H Marx’ın 160 yılı aşkın süre önce yapmış olduğu şu tespit, dünyanın efendilerinin uykularını kaçırıyor: Genel ekonomik büyüme karşı-devrimin, krizler ise devrimin annesidir. Ekonomileri şimdiden çökmüş olan Yunanistan, İspanya ve Portekiz’den başlayarak bütün Avrupa’yı saran kitlesel işçi hareketleri ile Tunus’tan başlayıp Mısır’a ve diğer Arap ülkelerine yayılan kitlesel devrimci dalga, kapitalizmin küresel krizinin doğrudan ürünleriydi. Ancak, ABD’deki ve Avrupa’daki işçi sınıfı hareketi ilk militan direnme çizgisinden geri çekilirken, Arap emekçilerinin ve gençliğinin geçtiğimiz iki yıla damgasını vuran devrimci sıçraması, birkaç diktatörün devrilmesiyle elde edilen ilk zaferlerin ardından durdu.


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Oysa toplumsal / sınıfsal mücadelelerde, harekete geçmiş olan kitlelerin ilk kısmi zaferlerin ardından rehavete kapılıp yolun ortasında durması kadar tehlikeli bir şey yoktur. Bu kural, bir kez daha işledi ve başını işçi sınıfının çektiği ilk kitlesel devrimci yükselişi, hem Avrupa’da hem de Ortadoğu’da, bankaların ve şirketlerin karşı saldırısı izledi. İşçi sınıfının ve gençliğin bankalara ve şirketlere (ve onların emrindeki hükümetlere) karşı yükselttiği ilk mücadele dalgasının geri çekilmesi, kuşkusuz, sermayenin emrindeki sendikal ve siyasal önderliklerin “başarı” hanesine yazılmalı. Bu önderlikler, işçi sınıfı mücadelelerini her defasında işyeri, işkolu ya da ulusal sınır çerçevesi içinehapsetmiş ya da işçileri, hiçbir sonuç elde edilemeyen göstermelik / etkisiz yürüyüşler ve grevler eliyle yormuş ve yıldırmışlardır. Bugün Mısır ve Tunus’ta yeniden yükselişe geçmeye başlayan kitle hareketi, diktatörleri deviren ancak sermayenin diktatörlüğünü ortadan kaldırmayan devrimci kabarıştan gerekli dersleri çıkarma; devrimlerin önünü kesen önderliklerle hesaplaşma göreviyle karşı karşıya.

H Türkiye’ye gelince... Daha düne kadar “ekonomik mucize”den ve bir “dünya gücü” olmaktan söz eden küresel sermaye yanlıları, ekonominin üzerine kaplanmış yaldızların dökülmeye başlamasıyla birlikte suspus oldular. Yüzde 10’un üzerindeki büyüme ile övünen hükümet sözcüleri, şimdi, kalkmış düşük büyümenin yararlarını anlatıyorlar. Ama onlar, aynı önceki yılların büyümesinden kimlerin nemalandığını anlatmadıkları gibi, bugün işsizliğin ve sefaletin kol gezdiği koşullarda yaşanan küçülmenin ne anlama geldiğini de söylemiyorlar. Ekonomide yaşanan ani küçülme, AKP iktidarı altında, uygun bir ekonomik konjonktür sayesinde ve yoğun borçlanma eşliğinde geçen on yılın ardından, fırtınalı bir dönemin eşiğinde olduğumuzun göstergesidir. “Demokrasi” söylemini bir süredir terk etmiş olması, giderek daha baskıcı yöntemlere sarılması ve hem iç hem de dış politikada saldırganlaşması, AKP iktidarının, yaklaşan fırtınanın farkında olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, işçi sınıfı ve gençlik için aynı farkındalıktan söz etmek oldukça zor. Sermayenin cepheden saldırısıyla karşılaşacağımız yeni dönemde, işçi sınıfının ve gençliğin eksikliği hissedeceği başlıca unsur, bağımsız ve devrimci bir sınıf perspektifi ile sosyalist örgütlenme olacaktır. Bu durumun başlıca sorumlusu, kuşkusuz, mevcut siyasi önderliklerdir. İşçi sınıfının enternasyonalist-devrimci ve sosyalist bir perspektif edinmesini engelleyen bu örgütlenmeler, işçileri ve gençleri, mevcut burjuva kurumların iyileştirilebileceğine ve onlar çerçevesinde bir çözüm bulunabileceğine inandırmaya çalışıyorlar. Onlar, “sol” hatta “sosyalist” argümanlar eşliğinde, işçi sınıfının bağımsız devrimci partisinin inşasına ve devrimci seferberliğine cepheden karşı çıkıyorlar. Bu yüzden, işçi sınıfı ve gençlik, emperyalizmin, onun yerli ortaklarının ve AKP iktidarının artacak olan saldırılarına başarıyla karşı koyabilmek için, öncelikle, mevcut işbirlikçi önderliklerden kopmalı; enternasyonalist, devrimci ve sosyalist bir perspektifle kendi önderliğini yaratmalıdır.

H Dergimize ilişkin eleştirilerinizi, önerilerinizi ve katkılarınızı “info@toplumsalesitlik.org” adresimiz üzerinden ya da büromuza gelerek iletebilir; bu yolla, Marksist devrimci bir işçi partisi oluşturma yönündeki çabalarımıza katkıda bulunabilirsiniz.

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

küresel ekonomide önemli bir yön değişimi nick beams dört yıl Geçtiğimiz f varlıklarını kti a ra boyunca, trilyon dola ,5 yaklaşık 2 z e rk e AB D M yükselten z ed), sınırsı uz Bankası (F uc e c son dere miktarda ali m k ra palaya para pom rı la a k n v e ba ma kuruluşları A ı. şt lı e y e ça m le k e st e d alini şvik adren te l sa ra a p iriyor. etkisini yit

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/pers-o17.shtml

2008

’deki ABD başkanlık seçimlerine giderken, Amerikan egemen seçkinlerinin önemli bir kesimi, Lehman Brothers’ın çökmesiyle başlayan mali krizin ardından Obama’yı destekleme kararı almıştı. Onların hesapları, Obama’nın seçim kampanyasında üretilmiş olan “değişim” ve “değişime inanabilirsin” yanılsamalarının Bush yönetimine yönelik yaygın düşmanlık dalgasının ortasında bir soluklanma fırsatı sağlayacağı düşüncesi üzerine kuruluydu. Dört yıl sonra, ABD ve dünya ekonomisinde, sınıf mücadelelerinde uluslararası düzeyde bir yoğunlaşmayı ateşleyecek olan önemli bir değişimle eşzamanlı olarak, hayal kırıklığı her zamankinden daha fazla yaygınlaşıyor. Genel olarak söylersek, mali iflası ve küresel durgunluğu önlemek için dünyanın her yerindeki hükümetler ve mali yetkililer tarafından devreye sokulan bir dizi önlem, sınırlı etkilerinin sonuna ulaşıyor. ABD’de, Obama yönetiminin -General Motors’ta, başlangıç saat ücretini 14 dolara indiren “yeniden yapılandırma”sında öncülüğü alan büyük şirketler, kârlarını koruyabilmiş, birçok durumda ise arttırmıştır. Ama maliyet azaltma programı, gelirlerin azalması ve baskı altına alınmış talep karşısında süresiz olarak devam edememektedir. Gelecekteki durumun en sağlam göstergesi olan iş yatırımları, üçüncü çeyrekte yüzde sıfırlık büyümeyle tarihsel olarak düşük düzeylerde kalmaya devam ediyor. Geçtiğimiz dört yıl boyunca, aktif varlıklarını yaklaşık 2,5 trilyon dolara yükselten ABD Merkez Bankası (Fed), sınırsız miktarda son derece ucuz para pompalayarak mali kuruluşları ve bankaları desteklemeye çalıştı. Ama parasal teşvik adrenalini etkisini yitiriyor. Fed’in politikası, bütün dünyada merkez bankaları tarafından kopyalandı. Onların bilançolarındaki mali varlıklar ortalama 6 trilyon dolardan 18 trilyon dolara yükseldi ki bu, küresel gayrisafi hâsılanın neredeyse üçte birine denk. Maliye gazetecisi Satyajit Das’ın kısa süre önce belirttiği gibi, “küresel ekonomi, hastanın yaşamını sürdürmesi için gerekli” artan dozda “parasal eroin bağımlısıdır.” Özel bankaların borçları kamu borcuna dönüştürüldüğü için, devlet borçlarının düzeyi hızla artmaktadır. Önde gelen 11 ülkenin borçluluğu 2007’de gayrisafi yurtiçi hâsılanın yüzde 381’i iken, 2012 yılında yüzde 417’sine ulaşmıştır. Bütün kapitalist hükümetlerin programı, bankaları kurtarırken gerçekleşen büyük giderleri, sosyal harcamaları kısmaya ve işçi sınıfını yoksullaştırmaya yönelik kapsamlı kemer sıkma programları yoluyla geri kazanmaya yöneliktir. Kriz patladığında, çeşitli mali yorumcular ve medya alimleri, Çin’in ve diğer “sözde “yükselen piyasalar”ın büyük ekonomilerden “ayrışacabileceğini” ve dünya kapitalizmi için yeni büyüme merkezleri oluşturacaklarını iddia etmişti. Bu yanılsama, Çin ekonomisinin, hükümetin -Goldman Sachs tarafından ekonomi tarihindeki en büyük teşvik paketi olarak tanımlanan- harcama önlemleri ve kredi genişlemesi bir yatırım patlamasına yol açtığı için devamlı büyümesi eliyle desteklendi. Ama Çin yönetiminin önlemleri, ülke-

3


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Yeniden seçilmiş Obama yönetimi, başta sosyal güvenlik yardımları olmak üzere kapsamlı harcama kısıntılarını kurumsallaştırmayı gündeminin ilk maddesine almış durumda. Avrupa’da, İspanya’yı ve Yunanistan’ı çöküşün eşiğine getirmiş olan kemer sıkma programları yoğunlaşacak

4

nin ihracat pazarlarının -öncelikle de Avrupa ile ABD’nin- toparlanacağına olan inanç üzerine kuruluydu. Bu yanılsama tamamen çöktü ve Çin’in teşvik paketinin doğal sınırları ortaya çıktı. Financial Times’ın Çin muhabiri David Pilling’e göre, Çin’deki ekonomik atmosfer, son aylarda “hissedilir ölçüde kararmış” durumda. Çin’in ekonomik büyüme oranı geçtiğimiz yedi ay boyunca azaldı ve şimdi, 1999’dan bu yana gözlenen en düşük seviyede. Yatırım patlamasının boyutu öyle büyüktü ki, Çin’in bütün fiziksel altyapısının geçtiğimiz altı yıl içinde inşa edildiği tahmin ediliyor. Gayrisafi yurtiçi hâsılanın yüzde 50 kadarını oluşturan yatırım harcaması üzerine kurulu ekonomik büyüme, doğası gereği sürdürülemez olduğu için, kimi ekonomi yorumcuları açık bir şekilde bir krizin kaçınılmazlığından söz ediyor. Küresel gayrisafi hâsılanın yüzde 20’sini oluşturan ve hem Çin hem de ABD ekonomisinden daha büyük olan Avro bölgesinden gelen en son rakamlar, küresel durgunluk eğiliminin en yalın ifadeleridir. Bu hafta, Avrupa Komisyonu, gelecek yıla ilişkin ekonomik büyüme tahminini, bu yıl için öngörülen yüzde 0,4’lük küçülmenin ardından, yüzde 1’den yüzde 0,1’e indirdi. Bu aşağıya doğru gözden geçirmenin başlıca nedeni, çarpıcı biçimde, önceki yüzde 1,7’lik tahmine göre gelecek yıl yalnızca yüzde 0,8 büyümesi öngörülen Alman ekonomisindeki gerilemedir. Alman ekonomisinin kilit sektörlerinde büyük işten çıkartmaların gerçekleşeceği açıklandı. Rakamları yorumlayan Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi, Almanya’nın önceden Avro bölgesinin geri kalanındaki ekonomik sorunlardan yalıtık olduğunu ama bu dönemin artık sona erdiğini söyledi. İşsizliğin, Avrupa’nın her yerinde yüzde 12’den fazlaya tırmanacağı tahmin ediliyor ki bu Yunanistan ve İspanya’daki çöküş benzeri koşulların bütün kıtaya yayılacağı anlamına geliyor. Ekonomik büyüme geriledikçe, parasal

istikrarsızlık, Yunanistan, İspanya ya da bir dizi başka ülkeden birinin borçlarını ödeyememesi durumunda küresel ölçekte bir kriz tehlikesi oluşturacak şekilde artacaktır. Sorunlar çevre denilen ülkelerle sınırlı değildir. Alman bankalarının görünümü “olumsuz seyir” izlemeye devam ediyor ve Fransız bankalarına ilişkin kaygılar sürüyor. Büyük bir krizin patlaması, şimdiye kadar, yalnızca Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) para sıkıntısı çeken bankalara 1 trilyon dolar sağlaması ve yüksek borçlu ülkelerin tahvillerini satın almayı üstlenmesi sayesinde önlendi. Ama AMB’nin sahip olduğu nakit miktarı, büyük Avrupalı bankaların ve mali kuruluşların bir nakit sıkıntısı değil de borcunu ödeyememe krizine düşmesi biçimindeki asıl sorunun üstesinden gelemez. Küresel kapitalist ekonominin sürmekte olan çöküşüyle karşılaşan egemen sınıfın yanıtı, işçi sınıfına yönelik saldırlarını dünya çapında yoğunlaştırmaktır. Yeniden seçilmiş Obama yönetimi, başta sosyal güvenlik yardımları olmak üzere kapsamlı harcama kısıntılarını kurumsallaştırmayı gündeminin ilk maddesine almış durumda. Avrupa’da, İspanya’yı ve Yunanistan’ı çöküşün eşiğine getirmiş olan kemer sıkma programları yoğunlaşacak. Çin’de ise geçtiğimiz dört yılın teşvik önlemleri küresel gerileme döneminin duvarına çarpmış durumda. Dünya ekonomisindeki kötüye gidiş, işçi sınıfına yönelik son derece önemli siyasi tehditler doğurmaktadır. Bunlara karşı koyabilmenin ilk adımı, kapitalist sistemin başarısızlığa uğradığının ve yeniden “normal” koşullara dönülmeyeceğinin kavranmasıdır. “Yeni normal”, Büyük Bunalım koşullarına (savaş, kitlesel işsizlik ve diktatörce egemenlik biçimleri) dönüştür. Bu durum, işçi sınıfının, tarihsel olarak miadını doldurmuş kâr sistemini yıkmak ve planlı sosyalist ekonomiyi inşa etmek için siyasi bir mücadeleye girişmesini gerektirmektedir.

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

sonu gelmeyen kemer sıkma peter schwarz si vro Bölge Medya, A [26 ın kanların maliye ba kü n ü zartesi g Kasım] Pa , n dan çıka toplantısın ın -eğer on lkın Yunan ha ilse- yıllar yıllar değ sıkma ir kemer sürecek b uğu ld arşıya o ile karşı k sajı e ki asıl m biçiminde üde büyük ölç n geldi. görmezde

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/nov20 12/pers-n29.shtml

M

edya, Avro Bölgesi maliye bakanlarının [26 Kasım] Pazartesi günkü toplantısından çıkan, Yunan halkının -eğer on yıllar değilse- yıllar sürecek bir kemer sıkma ile karşı karşıya olduğu biçimindeki asıl mesajı büyük ölçüde görmezden geldi. Bir karşılaştırma yaparsak, medya tarafından manşete çıkarılan konular (Yunanistan’ın borçlarının 2020’de mi yoksa 2022’de mi gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 120’sinin altına ineceği; kredi faiz oranları düşürülüyor mu yoksa borç kesintisi mi dayatılıyor) tali ve büyük ölçüde varsayımsal karaktere sahipti. Onlar meseleyi, bir kurbanı, er ya da geç ölmeden önce olabildiğince uzun süre sömürmek için ona ne kadar yemek artığı verileceği sorusuna indirgediler. Bir araya gelmiş olan maliye bakanları, IMF’nin başındaki Christine Lagarde ve Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi, bir dizi meselede farklı düşünmelerine karşın, Yunanistan’ın kanının iliklerine kadar emilmesi gerektiği konusunda anlaştılar. Her şeyin onların planları doğrultusunda ilerlemesi durumunda, Yunanistan, her kuruşu doğrudan uluslararası bankaların kasalarına gidecek olan büyük bir bütçe fazlası yaratmaya başlayacak. Üç yıllık kemer sıkmanın şimdiden yaratmış olduğu toplumsal yıkım göz önünde bulundurulduğunda, bunun, ülkenin bütünüyle harabeye çevrilmesi anlamına geldiğini kavramak için alim olmak gerekmiyor. Yunanistan, Batılı ülkelerde II. Dünya Savaşı’ndan bu yana tanık olunmamış bit toplumsal deneye tabi tutuluyor. Bu tür bir yıkım, yalnızca Şili’deki Pinochet gibi kanlı askeri diktatörleri ya da Sovyetler Birliği’nin çökmesinin ardından yaşananları; yani, tüm ekonominin cani oligarkların elinde yağmalanmasını ve yıkımını hatırlatıyor. Yunanistan, bütün Avrupa ve gerçekten de tüm dünya için bir model işlevi görmektedir. Bankalar, dünyayı 2008’de krize sürükledikten sonra devlet hazinesinden aktarılan trilyonlarla kurtarıldıktan sonra, bu fonların ücretlerde ve toplumsal koşullarda yapılacak kapsamlı kesintiler dolayımıyla karşılanmasında ısrar ediyorlar. “Mali disiplin”, bütün ana akım partilerin taptığı bir yarı tanrı haline getirildi. Onlar, işçi sınıfının geçmişte edindiği toplumsal kazanımların tamamını ortadan kaldırmak için kendi mekanizmalarını (Avrupa’da borç frenlemesi, ABD’de “mali uçurum”) yarattılar. Yüz milyonların toplumsal hakları ayaklar altına alınırken, bankaların kârlarına ve zenginlerin servetine dokunulmuyor. Kapitalizm, yeniden Karl Marx tarafından betimlendiği haliyle ortaya çıkmaktadır: İşçilerin sermaye sahipleri tarafından sömürüsü üzerine kurulu, az sayıda insanın zenginleşmesiyle ve ezici çoğunluğun yoksullaşması üzerine kurulu acımasız bir sınıflı toplum. Bu toplumsal karşı devrime karşı direniş hızla büyüyor. Yunanistan’dan gelen haberler, yaygınlaşmış hoşnutsuzluğu, öfkeyi ve kız-

5


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Gerçekte, Yunanistan’da ve Avrupa’da, işçi sınıfının toplumsal kazanımları ve demokratik hakları, yalnızca, kapitalist sistemin alaşağı edilmesinden ve toplumun sosyalist temelde yeniden örgütlenmesinden yana devrimci bir perspektife dayanarak savunulabilir.

gınlığı ifade ediyor. Benzeri kemer sıkma programlarının uygulandığı Portekiz’de ve İspanya’da, grevler ve gösteriler yayılıyor. Ama direniş, kendiliğinden bir şekilde, tutarlı bir siyasi perspektif yaratmaz. Sendikalar ve bir sürü siyasi örgüt, direnişi kontrol altına almaya ve onu çıkmaza sokmaya çalışıyor. Bu süreçte, en önemli rol Yunan Radikal Sol Koalisyon (SYRİZA) tarafından oynanmaktadır. SYRİZA, lafta kemer sıkma politikasını mahkûm ederken, Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyeliğine olan uyumunu ve Yunan devlet borçlarını geri ödemeye istekli olduğunu vurgulamaktan yorulmuyor. O, uluslararası alacaklılara, Antonis Samaras başkanlığındaki güçsüz koalisyon hükümetine siyasi bir alternatif olarak hizmet sunmaktadır. SYRİZA, solcu imajından ve sendikalarla olan ilişkilerinden hareketle, bütçe kesintilerini daha iyi uygulayacağını iddia ediyor. SYRİZA, bir dizi sahte solcu parti tarafından Avrupa için bir rol model olarak öne sürülüyor. Alman ve Fransız ‘Sol Parti’lerinin önderleri Oskar Lafontaine ile Jean-Luc Mélenchon, ortak açıklamalarında, Avrupa’da, SYRİZA örneği üzerine kurulu “yeni sol siyasi çoğunluklar”ın geliştirilmesi çağrısında bulundular. Lafontaine ve Mélenchon, “Avrupa Birliği genel bir kemer sıkmanın aracı olarak kullanılıyor” ve “Avrupa sosyal demokrasisi mali sermayenin, onun kredi derecelendirme kuruluşlarının ve piyasaların talimatlarına karşı her-

H

hangi bir direniş sergilememektedir” gibi sözlerle kendi “umutsuzluk”larını ifade ediyorlar. Sanki bu örgütlerin şimdi yapmakta olduklarından başka bir şey yapması beklenebilirmiş gibi. Lafontaine ile Mélenchon, en güçlü Avrupalı şirketlerin çıkarlarının bir aracı olan Avrupa Birliği’nin ve sosyal demokrat partilerin protestolar yoluyla emekçilerin çıkarlarını temsil etmeye zorlanabilecekleri yanılsamasını kasıtlı olarak geliştirmektedir. Gerçekte, Yunanistan’da ve Avrupa’da, işçi sınıfının toplumsal kazanımları ve demokratik hakları, yalnızca, kapitalist sistemin alaşağı edilmesinden ve toplumun sosyalist temelde yeniden örgütlenmesinden yana devrimci bir perspektife dayanarak savunulabilir. SYRİZA, ‘Sol Parti’ler, sendikalar ve onlara bağlı bir dizi sahte sol örgüt, bu tür bir perspektife şiddetle karşılar. Bu örgütlerle ilişkileri kesmek, Avrupa Birliği’ne karşı başarılı bir mücadeleye girişmenin asli ön koşuludur. İşçiler ve gençlik, tüm Avrupa’da bu örgütlerden bağımsız bir şekilde örgütlenmeli ve birleşmelidir. Onlar, Avrupa’nın her yerinde işçi hükümetlerinin ve Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’nin kurulması için mücadele etmeliler. İşçiler ve gençler, her şeyden önce, kendi devrimci partileri olan Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni ve onun şubelerini inşa etmeliler.

HHHH

wsws.org

6

H

toplumsalesitlik.org


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

avrupa’da kemer sıkma önlemlerine karşı ileriye giden yol wsws yayın kurulu üney ün, tüm G g u b r e il ç İş , Avrupa Avrupa’da r Sendikala n syonu’ nu r ra Konfede me e k la ğrısıy (ETUC) ça alarına karşı litik sıkma po asi önemli siy , n e rk rü ü y yla f sorunları perspekti r. ıyala karşı karş

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/nov20 12/pers-n14.shtml

İ

şçiler bugün, tüm Güney Avrupa’da, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) çağrısıyla kemer sıkma politikalarına karşı yürürken, önemli siyasi perspektif sorunlarıyla karşı karşıyalar. Resmi sendikaların egemenliğinde ve hem kapsam hem de süre bakımından sınırlı olan önceki grevler ve protestolar, Batı Avrupa’da II. Dünya Savaşı sırasındaki Nazi işgalinden bu yana görülmemiş ölçekteki toplumsal yıkımı durduramadılar. Son derece kuvvetli halk muhalefetine ve 2008’den beri her yıl gerçekleşen onlarca bir günlük ulusal greve rağmen, Avrupa Birliği (AB), yalnızca birkaç yıl önce düşünülemez olan sosyal kesintileri dayatmış durumda. Hem Yunanistan’da hem de İspanya’da, işçilerin yüzde 25’i ve gençlerin yarısı işsiz. Yunanistan’ın ekonomisi 2008’den bu yana yüzde 25 küçülmüş; Yunanlı kitleler, azalan ücretler ve artan vergilerle, gıda ve temel sağlık hizmetleri için hayırseverliğe bel bağlamış durumda. AB, şimdi, Yunanistan’ın borçlarını azaltmaya yönelik kendi politikalarının başarısızlığını gözden geçirirken, sadistçe, 13,5 milyar Avroluk yeni bir sosyal kesinti paketini geçirmek için Yunan Başbakan Antonis Samaras’ın koalisyon hükümetiyle birlikte çalışarak tepki veriyor. 400 bin insanın evlerinden çıkartıldığı İspanya’da, yetkililer, çevik kuvvetin donanımına ayrılan bütçeyi yüzde 1,78 arttırmış durumda. Önceki Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, kısa süre önce, Avrupa’nın devrimin eşiğinde olduğu uyarısında bulunmuştu. Bu, egemen sınıfın siyasi temsilcilerinin karşı karşıya oldukları tehlikenin son derece farkında olduklarını göstermektedir. Bu saldırılar, kapitalizmin, devrimci sonuçları olan tarihsel krizinden kaynaklanmaktadır. Hükümetler ücretleri düşürme ve işyerlerini azaltma ya da bütünüyle kapatma yoluyla sanayileri küresel ölçekte rekabet edebilir durumda tutabilmek için işverenlerle ve sendika yetkilileriyle birlikte çalışırken, zenginlere ödemek için bankalara trilyonlarca Avro para pompalıyorlar. Yaşam standartlarının Doğu Avrupa ve Asya’daki düzeylere indirilmesini teşvik eden mali sermaye, işçileri işyerleri uğruna birbirlerine karşı bir kardeş kavgasına sürüklüyor. Aşırı düşük ücretlerden kâr elde etmek için ‘Özel Ekonomik Bölgeler’in pek uzak olmadığı Yunanistan, Avrupa’nın tamamı için deney alanı ve modeldir. Bu tür politikalar, yalnızca, işçi sınıfının devlet iktidarını almak, bankalara el koymak ve Avrupa ve dünya ekonomisini kitleler yararına akılcı bir planlamaya tabi kılmak için uluslararası birleşik saldırısı eliyle durdurulabilir. Çalışanlar, basitçe başka bir protesto eylemi düzenleyerek bu uğurda mücadele edemezler. Egemen sınıflar, önceki seferberliklerde olduğu gibi, bir günlük genel grevin bitmesini beklemek ve ardından işçilere karşı saldırılarına devam etmek için sendika bürokrasisiyle birlikte çalışacaklardır. İşçi sınıfı, sosyalizm uğruna devrimci bir mücadele gereğiyle karşı karşıyadır. Bu, AB’yi ve onu oluşturan hükümetleri yıkarak bir Avrupa

7


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Bankalar ve bankerlerin hükümetleri tarafından gerçekleştirilen sosyal karşı devrime karşı etkili bir mücadeleye girişmek için, işçi sınıfının yeni ve bağımsız mücadele örgütleri gerekiyor. Bu yeni örgütlenmelerin siyasi hedefi, bütün işçi sınıfını, Avrupa’da ve ötesinde -bütün ulusal, dilsel, etnik ve ırksal sınırları aşarak- sosyalizm uğruna ortak bir mücadelede birleştirme mücadelesi olmalıdır.

8

Birleşik Sosyalist Devletleri içinde işçi hükümetlerinin yaratılması için Avrupa’da bir kitle hareketinin yaratılması anlamına gelmektedir. Bu tür bir mücadele, her bir ülkedeki saldırılara yardım ve yataklık eden kapitalizm yanlısı sendikalar dolayımıyla değil ama yalnızca onlara karşı çıkarak verilebilir. Alman sendika bürokrasisi, bugünkü faaliyetini, Berlin’deki Brandenburg kapısında “Avrupalı işçilerle dayanışma mesajlarını” Alman başbakanı Angela Merkel’e iletecek olan “DGB üyesi bireyler”in düzenlediği bir protesto üzerinde yoğunlaştırdı. Britanya’daki 100 milyar Paundluk kemer sıkma önlemlerine karşı tek bir grev çağrısında bulunmamış olan Britanya Sendikalar Kongresi, AB’de lobi faaliyeti yapmayı ve “sosyal ağlar üzerinden sanal eylem” başlatmayı planlıyor. Böylesi sinik maskaralıkların ardında, ETUC’un mali sermayenin politikalarıyla temelde mutabık olması yatmakladır. Onun 14 Kasım için protesto çağrıları, AB’yi, “etkili hesaplaşma amacı”nı desteklediği konusunda bilgilendirerek başlamaktadır. ETUC, bunun ardından, “ECB’ye [Avrupa Merkez Bankası], Avro bonoları çıkarmasını mümkün kılacak şekilde, son kredi mercii rolü” verilmesini ve işveren federasyonları, AB, ulusal hükümetler ile sendikalar arasında yeni bir “toplum sözleşmesi” yapılmasını talep etmektedir. ETUC, on milyonlarca işyerini ve trilyonlarca Avroluk kamu hizmetlerini değil; banka kurtarmalarını finanse etmek için daha fazla para basılmasını ve sendikaların sosyal kesintiler konusunda egemen sınıf ile sürekli görüşmesini savunuyor. Onun geliştirdiği politikalar ve savunduğu sınıf çıkarları, Uluslararası Para Fonu’nun, Avrupa Merkez Bankası’nın ve Avrupa Birliği’ninkilerden farksızdır. Bankalar ve bankerlerin hükümetleri tarafından gerçekleştirilen sosyal karşı devrime karşı etkili bir mücadeleye girişmek için, işçi sınıfının yeni ve bağımsız mücadele örgütleri gerekiyor.

Bu yeni örgütlenmelerin siyasi hedefi, bütün işçi sınıfını, Avrupa’da ve ötesinde -bütün ulusal, dilsel, etnik ve ırksal sınırları aşarak- sosyalizm uğruna ortak bir mücadelede birleştirme mücadelesi olmalıdır. Bu, resmi sendikalara karşı başkaldırıyı ve onların, Yunanistan’da SYRİZA, Almanya’da Sol Parti, Fransa’da Yeni Kapitalizm Karşıtı Parti, Britanya’da Sosyalist İşçi Partisi ve ABD’de Uluslararası Sosyalist Örgüt gibi çeşitli orta sınıf sol partileri içindeki müttefiklerine karşı uzlaşmaz bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bizzat kendileri işçi sınıfına düşman, ayrıcalıklı ve halinden memnun üst-orta sınıf tabakaları temsil ettikleri için, sendika bürokrasilerinin kemer sıkma önlemlerine olan desteğini gizlemeye çalışan bu güçler, işçilerin sendikaların arkasında saf tutmasında ısrar etmekte ve tüm Avrupa’da müzakere edilmekte olan kesintileri desteklemektedirler. Portekiz’deki Sol Blok, kapitalizme bir alternatif aradığını iddia etmesine rağmen, Portekiz parlamentosuna getirildiğinde, gerici Yunan “kurtarma paketi” için oy verdi. Yunanistan’daki kesintilerle ilgili son görüşmelerde, SYRİZA, parlamentoyu terk ederek hükümetin düşmesine ve bütçe görüşmelerinin suya düşmesine yol açabilecekken, orada kalmaya karar verdi. SYRİZA’nın önderi Alexis Tsipras, haftalık Alman gazetesi Die Zeit’a, “Yunan halkı”nın Yunanistan’ın borçlarından sorumlu olduğunu açıkladığı bir röportaj verdi. AB’ye ve onu oluşturan burjuva hükümetlere karşı siyasi olarak bağımsız ve devrimci bir mücadeleyi savunan tek parti Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK) ile onun şubeleri olan Sosyalist Eşitlik partileridir. Biz, işçileri Dünya Sosyalist Web Sayfası’nı izlemeye, bizimle ilişki kurmaya ve Avrupa ve uluslararası işçi sınıfının yeni sosyalist önderliği olarak DEUK’u inşa etme mücadelemizi desteklemeye çağırıyoruz.

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

otomobil işçilerini savunmak için avrupa çapında bir mücadele belge Britanya ve Almanya Sosyalist Eşitlik Partilerinin ortak açıklaması

e büyük Her ülked de k i denetimin n ri e tl e k şir dan er tarafın hükümetl bil o m en oto desteklen av aş s , n çileri iş , ri e tl e k şir çi önemde iş sonrası d fından sınıfı tara tün ış olan bü kazanılm an rd la zanım sosyal ka bu k ra buluna özveride esi m e d elini ö d e b in z ri k de ısrar gerektiğin r. irle etmekted

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/nov20 12/auto-n19.shtml

A

vrupa otomobil sanayii topyekün yıkımla karşı karşıya. Sektörün uzmanlarına göre, kapasitenin en az 5 milyon birim azalması gerekiyor. ABD sanayi web sayfası autoline.tv’ye göre, bu, 20 kadar montaj, 10 makine, 10 vites ve 30 presleme fabrikasının -115 bin işin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanacak şekilde- kapatılması anlamına geliyor. Yalnızca geçtiğimiz hafta içinde, PSA Peugeot Citroen’de 8 bin, Ford’da 6 bin, Opel’de 2.600 kişinin işten çıkartıldığı açıklandı. Tedarik zincirinde de en az bu kadar insan zarar görecek. Birinci sınıf markalar denilen BMW ile Mercedes bile milyarlarca avroluk tasarrufları planlıyor. Arazi aracı sektöründe Fiat’a bağlı Iveco, Avrupa’daki beş fabrikayı kapatacak. MAN, 15 bin işçiyi dört haftalığına evlerine gönderdi ve yılın sonunda daha fazla kısa süreli mesai planlıyor. Fabrika kapatmalar, kısa süreli çalışma ve ücret kesintileri, sözde fazla kapasiteyi azaltmak ve Avrupa otomotiv sanayisini yeniden rekabet edebilir hale getirmek için gerekli bir yol olarak sunuluyor. Sendikalar -IG Metall, ABVV-Metaal, CGT ve TUC dahil olmak üzere- buna razı olmakta ve ödünlerin “işleri korumak” için tek yol olduğunu iddia etmektedir. Gerçekte, otomobil işçileri, kapitalist kâr sisteminin Büyük Bunalım’dan bu yana yaşadığı en kötü çöküşün bedelini ödemeye zorlanıyorlar. Her ülkede büyük şirketlerin denetimindeki hükümetler tarafından desteklenen otomobil şirketleri, işçilerin, savaş sonrası dönemde işçi sınıfı tarafından kazanılmış olan bütün sosyal kazanımlardan özveride bulunarak bu krizin bedelini ödemesi gerektiğinde ısrar etmektedirler. Bu saldırıya karşı, sendikaların ulusalcı ve kapitalizm yanlısı programları temelinde mücadele etmek olanaksızdır. Doğu Avrupa’da, Çin’de ve diğer Asya ülkelerinde işçilere ödenen yoksulluk ücretleri, Sovyetler Birliği’nin 1991’deki çöküşünden bu yana, sistematik olarak, dünyanın dört bir yanındaki ücretleri düşürmek için kullanılmaktadır. Küresel şirketler, 2008 mali krizini bu saldırıların temposunu arttırmak için kullandılar. ABD’de, Obama yönetimi, zorunlu iflası ve otomotiv sanayiinin yeniden yapılandırılmasını, on binlerce işi ortadan kaldırmak, sağlık hizmetlerinin ve emekli maaşlarının korunmasının içini boşaltmak ve işe yeni başlayanların ücretlerini yarıya indirmek için kullandı. Şimdi, Avrupa’daki işçiler aynı akibetle karşı karşıya. Otomotiv sanayiinin yıkımı, Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de ve diğer ülkelerde çalışanların yaşam standartlarında vahşice kesintiler uygulayan Avrupa Birliği (AB) tarafından dayatılan kemer sıkma önlemleriyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Sonuç, her ülkede aynı: Borsalar yükselir, süper zenginlerin banka hesapları ka-

9


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Bütün fabrika kapatmalarına ve ücret kesintilerine karşı koymak gerekiyor. İşyerlerinin ve sosyal hakların savunusu, söz konusu fabrikanın “rekabet edebilirliği”ne ya da şirketin bilançosuna tabi kılınamaz. İyi ücretli bir iş, işçi sınıfının her koşul altında savunması gereken vazgeçilmez bir haktır

10

barır ve yöneticilerin gelirlerinde patlama yaşanırken, işçilerin gelirleri zorla düşürülüyor, sosyal yardımlar ortadan kaldırılıyor ve bir işsizler ordusu yaratılıyor. AB’nin kemer sıkma talimatları otomotiv sanayiindeki derinleşen krize doğrudan katkıda bulunmaktadır. Kemer sıkma önlemleri, halkın geniş kesimlerinin artık bir araba alamaması anlamına geliyor. Yeni otomobil kayıtlarının sayısı bir yıl içinde İspanya’da yüzde 37, İtalya’da yüzde 26, Fransa’da yüzde 18 azalmıştır. Bu koşullar altında, otomobil sanayiindeki işler ve ücretler, yalnızca, kapitalizmin lağvedilmesini ve Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri hedefine yönelik bir uluslararası sosyalist program çerçevesinde savunulabilir. Bütün fabrika kapatmalarına ve ücret kesintilerine karşı koymak gerekiyor. İşyerlerinin ve sosyal hakların savunusu, söz konusu fabrikanın “rekabet edebilirliği”ne ya da şirketin bilançosuna tabi kılınamaz. İyi ücretli bir iş, işçi sınıfının her koşul altında savunması gereken vazgeçilmez bir haktır. Otomobil şirketleri -aynı diğer büyük şirketler, bankalar ve büyük servetler gibi- toplumsal mülkiyet ve işçi sınıfının demokratik denetimi altına alınmalıdır. Bu temelde, ekonomik

yaşam, gözü kârdan başka birşey görmeyen milyarderler, bankalar ve vurgunculara değil ama çalışanların ve bir bütün olarak toplumun gereksinimlerine hizmet eden daha yüksek bir düzeyde yeniden örgütlenebilir. Böylesi bir program, işçi sınıfının bağımsız seferberlik organlarının varlığını gerektirir. İster “solcu” ister “sağcı” olsun bütün düzen partileri bunu kategorik olarak reddederler. Onların hepsi kapitalist özel mülkiyeti ve sosyal kesintileri savunmaktadırlar. Otomobil işçileri özel bir sorumlulukla karşı karşıyalar. Onların işyerlerinin ve sosyal haklarının savunusu, bir bütün olarak işçi sınıfının seferberliği yönünde önemli bir adımdır. Otomobil işçilerinin, tek tek fabrikaların ve ulusal sınırların ötesinde birleşmeleri gerekiyor. Otomotiv sanayii kadar küresel ölçekte örgütlü bir başka sektör bulmak çok zordur. General Motors, Volkswagen, FiatChrysler, Ford ya da Toyota gibi çok uluslu şirketler, bir ülkedeki işçileri diğerlerindekilerle kıyasıya birbirine düşüren küresel ölçekte plan ve üretim yapmaktadır. Böylesi bir mücadelenin önünde dikilen en büyük engel sendikalar ve onları destekleyen örgütlerdir. Sendikalar işçi sınıfının örgütleri değil; şirket yönetimleriyle yakından işbirliği içinde olan ve işçilerin her türlü direnişini boğan ayrıcalıklı bürokratik aygıtlardır. Onlar arada bir grev ve protesto çağrısı yaptıklarında, bu yalnızca buhar boşaltmak ve şirketlere ve kapitalist sisteme karşı bir mücadelenin gelişmesini engellemek içindir. ABD’de, Birleşik Otomobil İşçileri (UAW) sendikası, Obama’nın -uzun süredir ABD’deki sanayi işçileri arasında en fazla ücret alan- otomobil işçilerine yönelik tarihsel saldırısında son derece önemli rol oynadı. UAW, sefalet ücretlerinin, üretim artışının ve ağır sömürü koşullarının dayatılma-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Avrupa burjuvazisi, küreselleşme ve kapitalizmin uluslararası krizi koşullarında, Amerikalı mevkidaşlarıyla aynı sosyal karşı devrim stratejisini izliyor. Avrupalı sendikalar, bu acımasız koşulları dayatan bir emek polisi gücü olarak davranmaktadır. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, Avrupa otomobil sanayiinde, altında sendikaların imzasının olmadığı tek bir ücret kesintisi, işten çıkartma ya da fabrika kapatması gerçekleşmemiştir.

sındaki işbirliğinin karşılığında milyarlarca dolarlık şirket hisseleriyle ödüllendirildi. Bu, sendika yöneticilerine, üyelik aidatlarından bağımsız ve otomobil işçilerinin artan sömürüsü oranında yükselen büyük bir geliri garanti etti. UAW şefi Bob King, şimdi, benzeri koşulları dayatmak için, IG Metall ve CGT ile birlikte çalıştığı Avrupa’ya getirilmiş durumda. Avrupa’daki, hele de Almanya’daki sendikalar ve işyeri konseyleri orta kademe yönetim rolünü oynamaktadır. Onlar şirketlerin denetim kurullarında yer almakta ve bütün önemli kararlara katılmaktadırlar. Onlar, savaş sonrası dönemde, “sosyal piyasa ekonomisi” çerçevesinde, ödünler ve uzlaşmalar üzerine pazarlık yapabiliyorlardı. Sanayinin birçok alanında, şimdi kapatılması hedeflenen otomobil fabrikaları, çelik fabrikalarının ve madenlerin kapatılmasına karşı şiddetli mücadeleleri önlemek için 1960’larda inşa edilmişti. Avrupa burjuvazisi, küreselleşme ve kapitalizmin uluslararası krizi koşullarında, Amerikalı mevkidaşlarıyla aynı sosyal karşı devrim stratejisini izliyor. Avrupalı sendikalar, bu acımasız koşulları dayatan bir emek polisi gücü olarak davranmaktadır. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, Avrupa otomobil sanayiinde, altında sendikaların imzasının olmadığı tek bir ücret kesintisi, işten çıkartma ya da fabrika kapatması gerçekleşmemiştir. İşçiler direnmeye çabaladıklarında tehditle karşılaşmakta ya da işten çıkarılacak ilk kişiler olmaktadır. Sendikalar şirket yönetimleriyle ulu-

sal, uluslararası ve Avrupa düzeyinde yakın işbirliği yaparken, fabrika düzeyinde, bir yerdeki işçileri diğerlerine karşı kışkırtıyorlar. Onlar, çoğu kez, bütünüyle kapanana kadar- bir fabrikanın yalnızca işleri azaltarak ve ücretlerden ödün vererek rekabet edebilirliğini arttırması durumunda korunabileceğini iddia ediyorlar. Yalnızca birkaçının adını verirsek, Fiat Termini Imerese’de, Opel Antwerp’te, Ford Gent’te ve Opel Bochum’da çalışan işçiler, bu stratejinin yalnızca en son kurbanlarıdır. Sendikalar, bu hizmetleri karşılığında, hesapsız gelirlerle ve çok sayıda ayrıcalıkla ödüllendiriliyorlar. IG Metall’in başkanı Berthold Huber, primler hariç 160 bin Avroluk bir gelire sahiptir. İşyeri konseylerinin başkanları Wolfgang Schäfer-Klug (Opel) ile Bernd Osterloh (VW) benzeri kazançlara sahipler. Volkwagen, yıllardır, işyeri konseyi üyelerine rüşvet vermekte kullanılan milyonlarca Avroluk bir örtülü ödeneği sürdürüyor. Ayrıcalıklı ve rüşvetçi sendikalarla işyeri konseyleri ile bağları koparmak, otomobil sanayiindeki işlerin savunusunun ön koşuludur. Bu amaçla, bağımsız Eylem Komiteleri’nin oluşturulması gerekiyor. Bu tür Eylem Komiteleri, diğer fabrikalardaki ve dünyanın diğer bölgelerindeki işçilerle yakın ilişki kurmalı ve onların mücadelelerini koordine etmelidir. Son birkaç yıl içinde, hepsi aynı şirketler tarafından gerçekleştirilen benzeri saldırılarla karşı karşıya kalan Çin’deki, Hindistan’daki, ABD’deki ve Avrupa’nın birçok yerindeki otomobil işçilerinin mücadelelerine tanık olundu. Eylem Komiteleri, şirketlerin defterlerinin denetime açılmasını ve sendikalar ile şirket yönetimleri arasındaki gizli görüşmelerin halka açıklanmasını garanti altına almalıdır. Onlar, işyerlerini ve ücretleri savunmak için grevlere ve diğer mücadele önlemle-

11


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Bu tür bir sosyalist perspektifin gerçekleşmesinin en önemli koşulu, işçi sınıfının yeni, uluslararası ve devrimci partisinin inşasıdır.

rine hazırlanmalılar. Eylem Komiteleri’nin, kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya olan bütün fabrikaların ve bölümlerin işgalini örgütleyerek, halkın geniş kesiminin yaşamak için gereksinim duyduğu üretim tesislerinin kapatılmasını önlemeleri gerekmektedir. Böylesi bir seferberlik, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri çerçevesinde büyük şirketleri ve bankaları ulusallaştıracak ve onları demokratik denetim altına alacak bir işçi hükümeti için mücadelede ilk adım olacaktır. Bu tür bir sosyalist perspektifin gerçekleşmesinin en önemli koşulu, işçi sınıfının yeni, uluslararası ve devrimci partisinin inşasıdır. Düzen partileri, halkın geniş çoğunluğunun çıkarlarını savunmaktan uzun süre önce vazgeçmiş durumda. Sosyal demokrat ve işçi partileri, sosyal yardımların ve hakların imhasında muhafazakâr ve liberal rakipleriyle yarışıyorlar. Almanya’daki Sol Parti ve benzeri örgütler onların ayıplarını örten incir yaprağı işlevini görüyor.

H

İşçi sınıfının bu siyasi inisiyatifi ele alamaması durumunda, kıta bir kez daha barbarlık ve savaş tehdidi altında kalacaktır. Kapitalist toplumun krizi ve çürümesi fazlasıyla ilerlemiştir. Egemen sınıf, halka yönelik saldırılarını uygulamaya koymak için, giderek artan bir şekilde otoriter yöntemlere başvuruyor. Macaristan’daki Jobbik, Fransa’daki Ulusal Cephe ve Yunanistan’daki Chrysi Avgi (Altın Şafak) gibi sağcı, ırkçı ve açıkça faşist örgütler devlet tarafından himaye ediliyor ve umutsuz toplumsal kesimler içinde destek buluyor. Bütün otomobil işçilerine sesleniyoruz: Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin günlük yayın organı Dünya Sosyalist Web Sayfası’nı okuyun ve yayın kurulu ile ilişki kurun. Eylem Komitelerinin kurulmasında ve uluslararası bağlantılar kurmanızda size destek olacağız. Sosyalist Eşitlik Partisi’ne katılın ve işçi sınıfı içinde yeni bir devrimci önderliği inşa etmeye yardımcı olun.

HHHH

Bu kitabı e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak, yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.

info@toplumsalesitlik.org

1936 Moskova duruşmaları üzerine

Kızıl Kitap

Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.

12


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

mısır’da ileriye giden yol johannes stern r’in n Kardeşle Müslüma k ra yı ola (MK) ada nı, vlet başka e d seçilen hafta, geçtiğimiz sal birliği ya ulu “devrimi, güvenliği l a s da ulu ak ve kollam korumak ğü ü rd ö un g adına uyg ” in iç k a alm önlemleri re tü yetkile olağanüs n etti. a il u n uğu sahip old

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/nov20 12/pers-n26.shtml

M

ısır Devlet Başkanı Muhammed Mursi’nin, bütün yasama, anayasal güçler, yürütme ve yargı güçleri üzerinde hak iddia ettiği Anayasa Kararnamesi, işçi sınıfının önüne temel siyasi perspektif sorunlarını koymaktadır. Müslüman Kardeşler’in (MK) adayı olarak seçilen devlet başkanı, geçtiğimiz hafta, “devrimi, ulusal birliği ya da ulusal güvenliği korumak ve kollamak adına uygun gördüğü önlemleri almak için” olağanüstü yetkilere sahip olduğunu ilan etti. “Devrimi” korumaya yapılan göndermeler bir sahtekârlıktır. Mursi’nin önlemlerinin başlıca hedefi işçi sınıfıdır ve o, ABD ile yakın müttefik olan Mısır’da burjuva düzeni sağlamlaştırma çabası içinde en kapsamlı anti-demokratik önlemleri uyguluyor. Mursi’nin icraatları, MK’nin hamlelerine karşı çıkan eski devlet aygıtının kimi kesimlerini içeren Mısır devleti içinde derin çatlakları sergilemektedir. Daha önce, görevden alınmış diktatör Hüsnü Mübarek’in yerini almak için Müslüman Kardeşler ile yarışan Muhammed El-Baradey, devlet başkanının yaptıklarına yönelik yaygın hoşnutsuzluktan yararlanma çabası içinde, Mursi’yi, “yeni firavun” olarak suçladı. Bununla birlikte, burjuva egemen çevrelerin hiçbir kesimi, işçi sınıfı için ileriye giden bir yol önermemektedir. Mursi’nin icraatları, Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’nin, emperyalizmden bağımsızlık da dahil demokratik devrimin görevlerinin, işçi sınıfının sosyalist devrimdeki bağımsız seferberliği dışında yerine getirilemeyeceği biçimindeki temel perspektifini doğrulamaktadır. Mursi’nin icraatları büyük kitlesel protestolara yol açtı; Tahrir Meydanı’ndaki gösteriler Mübarek’e karşı Ocak 2011’deki ilk devrimci mücadeleleri anımsatıyor. En yaygın sloganlardan biri de “MursiMübarek’i alaşağı et!” Bununla birlikte, öncelikle gereksinim duyulan şey, Mısır devriminin şimdiye kadarki deneyimlerinin yalın bir değerlendirmesidir. Geçen yılki devrimci kabarış Mübarek’i istifaya zorladı ama Mısırlı kitlelerin karşı karşıya olduğu temel sorunlardan hiçbirini çözmedi. İşçi sınıfının bağımsız bir perspektifinin ve önderliğinin yokluğunda, Mısır burjuvazisi Mursi’yi iktidara getirmekte ve temel politikalarını (işçilerin aşırı sömürüsü, Amerikan emperyalizmi ile işbirliği ve diktatörlük) sürdürmekte serbest kaldı. Mısır’ın başlıca emperyalist destekleyicisi ABD’nin rolü merkezi öneme sahiptir. Mursi’nin kararnamesinin zamanlaması rastlantı değildir. Açıklama, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, Gazze’ye yönelik İsrail saldırısı sırasındaki rolünden dolayı ona teşekkür etmesinden bir gün sonra geldi. Gazze’deki sivillerin üstüne roketler yağarken, Mursi, ABD emperyalizmi için güvenilir bir işbirlikçi olarak adaylığını koydu. O, Gazze’ye yönelik ablukayı sıkılaştırma ve Washington ve Tel Aviv ile ilişkileri derinleştirme sözü verdi. Obama yönetimi, en azından şimdilik, Müslüman Kardeşler’i -Su-

13


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Aynı zamanda, mali sektör seçkinleri, işçi sınıfı karşıtı kapsamlı politikaları uygulamaya koymakta Mursi’ye güveniyorlar. Mursi, 22 Kasım Perşembe günü, şimdi Akdenizin karşı yakasındaki Yunan halkını barbarca yoksullaştıran Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF), Mısırlı işçilere karşı yıkıcı kemer sıkma önlemlerini kabul etme temelinde 4,8 milyar dolarlık bir krediyi garanti etti.

Mısır’ın İslamcı devlet başkanı Mursi

14

riye’de Beşar Esad rejimine karşı emperyalist destekli iç savaşı ve İran’a karşı savaş planlarını içeren- Ortadoğu’daki kapsamlı stratejisinde önemli bir müttefik olarak görmektedir. Aynı zamanda, mali sektör seçkinleri, işçi sınıfı karşıtı kapsamlı politikaları uygulamaya koymakta Mursi’ye güveniyorlar. Mursi, 22 Kasım Perşembe günü, şimdi Akdenizin karşı yakasındaki Yunan halkını barbarca yoksullaştıran Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF), Mısırlı işçilere karşı yıkıcı kemer sıkma önlemlerini kabul etme temelinde 4,8 milyar dolarlık bir krediyi garanti etti. Mursi, 21 Kasım Çarşamba günü, benzine olan devlet desteğindeki ilk kesintileri onaylamıştı. Financial Times, adını vermediği ve Amerikan egemen sınıfının temel duyarlılıklarını ifade eden “Kahire’deki bir batılı gözlemci”nin şu sözlerini aktardı: “Birileri siyasi sürtüşmelere son vermekte ve kararlar almaktadır.” Yani, küresel bankaların ve mali kuruluşların talep ettiği kararları almaktadır. Mursi’nin diktatörce yetkileri üstlenmesi, Mısırlı Devrimci Sosyalistler (DS) ile onların uluslararası müttefikleri olan ABD’deki Uluslararası Sosyalist

Örgüt (USÖ) ve Britanyalı Sosyalist İşçi Partisi gibi sahte sol grupların karşı devrimci rolünü açığa çıkarmıştır. Bu güçler, burjuva politikacıların Mısır’da demokrasiyi kurabileceği perspektifini ileri sürmektedir. Onlar, Mübarek’in devrilmesinin ardından iktidarı almış olan askeri cuntaya daha fazla reform için baskı yapılabileceğini iddia ettikten sonra, devrimin görevlerini yerine getirmeye başlayacağını iddia ettikleri Mursi’nin seçilmesini desteklediler. USÖ’nün “SocialistWorker.org” internet sitesi, Temmuz ayında, DS’nin önde gelen üyelerinden Sameh Naguib’in, Mursi’nin zaferinin “bu karşı devrimi ve darbeyi geri püskürtmede büyük bir kazanım” olduğunu açıklayan bir raporunu yayımlamıştı. Bu gruplar, aynı zamanda, Washington’ın Libya’da ve Suriye’de ABD yanlısı yönetimler oluşturmaya yönelik vekil savaşları başlatmak için Ortadoğu’daki geleneksel müttefikleri sağcı İslamcı güçlerle işbirliğine siyasi bir bahane sağladılar. Bu, ABD’nin İran’a karşı olası bir saldırı savaşına odaklanmış bölgesel bir askeri çatışmaya zemin hazırlamıştır. Sosyalist devrim dışında, gerçek demokrasiye ve toplumsal haklara giden bir yol yoktur. İşçi sınıfı, kendi mücadelesini bütün burjuva güçlerden bağımsız şekilde örgütlemek, burjuvaziyi devrimek ve devlet iktidarını ele geçirmek zorundadır. Bu, emperyalizme ve onun tüm bölgedeki lanet olası savaş yönelimine karşı İsrail’deki, Arap dünyasındaki ve diğer ülkelerdeki işçiler ile birlikte verilecek ortak bir mücadeleden kopartılamaz. Mısır’daki son mücadeleler, Dünya Sosyalist Web Sayfası’nın perspektifini doğrulamaktadır. Mübarek’in devrilmesinden bir gün sonra şunları yazmıştık: “İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu merkezi görev, Mübarek yönetiminin varlığını sürdüren kesimlerini devir-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

İşçiler, Mursi gibi kişilere karşı toplumsal eşitlik ve gerçek demokrasi uğruna mücadeleye girişmek için, geçmişteki mücadelelerden dersler çıkarmalı; Mısır’da ve uluslararası düzeyde Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerini kurmak için mücadele etmeliler.

mek ve onun yerine bir işçi hükümeti kurma mücadelesi vermek için, işçi sınıfı temelinde kitlesel iktidar organlarının oluşturulmasıdır. Bu devrimin zaferi, Mısırlı işçileri tüm Ortadoğu’daki ve ileri kapitalist ülkelerdeki kardeşleri ile birleştirecek şekilde Mısır sınırlarının ötesine yayılmasına bağlıdır. “Bu, işçileri Mısır’da ve uluslararası düzeyde, Mübarek’in devrilmesinin işaret ettiği yoğun sınıf çatışmaları için silahlandıracak olan Troçkist perspektifler uğruna mücadele eden partileri inşa etme mücadelesidir.” Bu açıklamanın yayımlanmasından bu yana geçen yaklaşık iki yıl, böylesi bir mücadelenin hem mümkün hem de gerekli olduğunu kanıtlamıştır. Mübarek’in devrilmesi, ABD’den İsrail’e, Avrupa’ya ve Asya’ya, işçi sınıfının uluslararası mücadelelerine ilham

verdi. İşçi sınıfının uluslararası ortak mücadelesinin aciliyeti, Gazze’ye, Suriye’ye ve nihayetinde İran’a karşı savaş yönelimi Obama’nın yeniden seçilmesinin ardından hızlandığı için her zamankinden daha açık hale gelmiştir. Böylesi mücadeleler, yalnızca, Sürekli Devrim perspektifinin yol gösterdiği partilerin önderlik ettiği, sosyalizm için devrimci mücadeleler eliyle zafer kazanabilir. İşçiler, Mursi gibi kişilere karşı toplumsal eşitlik ve gerçek demokrasi uğruna mücadeleye girişmek için, geçmişteki mücadelelerden dersler çıkarmalı; Mısır’da ve uluslararası düzeyde Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerini kurmak için mücadele etmeliler.

HHHH

ikea eski doğu almanya’da mahkumları çalıştırmış

D

ünyaca ünlü mobilya zinciri IKEA’nın, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Doğu Almanya yönetimiyle yaptığı taşeronluk anlaşmaları kapsamında, tutukluları mobilya üretiminde çalıştırdığı ortaya çıktı. IKEA bir grup eski mahkumun zorla çalıştırıldıklarını iddia etmeleri üzerine özel bir şirkete konuyu araştırması için talepte bulunmuştu. Şirketin yapmış olduğu incelemede, mahkumların zorla çalıştırılması iddialarının doğru olduğu ve IKEA yönetiminin de bundan haberdar olduğu ortaya çıktı. Müzeye dönüştürülen Stasi Hapishanesi Müzesi’nin müdürü Dr. Hubertus Knabe, “IKEA’nın, GDR Enterprises şirketiyle, mobilyaların burada üretilmesi konusunda bir anlaşması vardı. Mobilyaları kimin, hangi koşullar altında ürettiğini

sormadılar. Her durumda anlaşma yaptığınız kişileri, hele de bir diktatörlükle anlaşma yaptığınızda, mobilyalarının hangi koşullarda üretildiğini kurcalamıyor ve gerisini araştırmıyorsanız, bunda sizin de sorumluluğunuz vardır.” açıklamasını yaptı. IKEA'nın yöneticilerinde Jeanette Skjelmose, "Böyle birşeyin olmasından çok derin üzüntü duyuyoruz” diyerek timsah gözyaşı döktü ve yalan söyledi: “Siyasi mahkûmların üretimde kullanılması IKEA Grubu'nda asla kabul görmemiş bir durumdur." Madolyonun diğer yüzünde ise, mahkumları acımasız sömürü koşullarında bu uluslararası şirket için çalıştıran Stalinist diktatörlük gerçeği yatıyor.

HHHH

15


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

İ

ulus devlet ile uluslararası şirketler arasında vergi kavgası

ngiltere’de vergi ödemekten kaçındığı yasadışı bir işlem yapmadıklarını belirttiiddia edilen, Google, Amazon ve Star- ler. Bu açıklamaların ardından Margaret bucks şirketlerinin yetkilileri 12 Kasım Hodge’un sözleri ise oldukça komikti: “biz günü, parlamentoda konuyla ilgili Kamu sizi yasalara değil, ahlaka aykırı davranHesapları Komitesinin önündeydi. makla suçluyoruz(!)”. Starbucks yetkilileri Hollanda hükümeti ile Uluslararası şirketlerin ulus devletler üzeözel bir vergi anlaşması yaptıklarını açık- rindeki egemenliğini ifade eden bu larken, Amazon ve Google ise İngilte- durum, küreselleşmiş kapitalizmin gerçere’deki işlemleri için vergi yasaları daha ğidir. Uluslararası tekeller bir yanda sırtavantajlı olan ülkeleri kullandıklarını be- larını ulus devletlere dayarlarken, diğer lirttiler. Amazon satışyandan yatırımları karBir ülkede istediği sömürü larını Lüksemburg şılığında onlardan üzerinden yönlendirir- düzeyini tutturamayan şirketin, başta vergiler ve işçi ken, Google ise rek- üretimini, kolaylıkla maliyetlerin ücretleri olmak üzere lam gelirlerini İrlanda birçok “maliyet” unçok düşük olduğu ucuz emek üzerinden vergilendir- cenneti ülkelere aktarması, hem suru üzerinde ciddi diklerini belirttiler. mevcut teknolojik gelişme hem ödünler elde ediyorlar. Bu durum, otomotiv Firmaların bu açıklade uluslararası ticaret sektöründen gida ve malarının ardından anlaşmaları eliyle güvence giyime kadar bütün şirket yöneticilerini altına alınmış durumda. sektörler için geçerlidir. sorguya çeken komitenin başkanı Margaret Hodge, uluslararası Bir ülkede istediği sömürü düzeyini tuttuşirketlerin gelir ve giderlerini gösterecek- ramayan şirketin, üretimini, kolaylıkla maleri ülkeyi seçerek, İngiliz şirketleri karşı- liyetlerin çok düşük olduğu ucuz emek sında haksız bir vergi avantajı kazan- cenneti ülkelere aktarması, hem mevcut malarından kaygı duyduklarını açıkladı. teknolojik gelişme hem de uluslararası tiStarbucks vergilendirmeyi Hollanda üze- caret anlaşmaları eliyle güvence altına rinden yapmalarının nedeni olarak Hol- alınmış durumda. Bu yüzdendir ki, binlanda’daki büyük bir kahve kavurma tesisi lerce Türkiyeli şirket de benzer bir şekilde olmasını gösterirken, Amazon yetkilileri Çin’den Mısır’a kadar çok sayıda ülkede ise internet satışlarını Lüksemburg’daki üretim yapıyor. İşçilere “ya köle konuşirketler tarafından yürütüldüğünü ve bun- munda çalışma ya da işsizlik” ikilemini dan dolayı da Amazon’un Lüksemburg fir- dayatan bu durum, işçi sınıfını daha kötü ması muamelesi gördüğünü söyledi. çalışma ve ağır sömürü koşullarına mahGoogle yetkilileri ise çok daha açık olarak kum etmede önemli bir rol oynamaktadır. İrlanda’yı seçme nedenlerinin yüzde 12,5 Bu rolün başrol oyuncuları ise sermayenin düzendeki avantajlı kurumlar vergisi oldu- emrindeki burjuva hükümetler ile sendika bürokrasileridir. ğunu açıkladı. HHHH Bu açıklamaların ardından şirket yetkilileri

16


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

küresel kapitalizmin acımasız yüzü peter symonds i Cumartes 24 Kasım n ’i ngladeş gecesi Ba nayi Ashulia sa ıkan ülke ç e ka bölgesind kötü fabri n e tarihinin üresel yangını, k in iğrenç kapitalizm a çıkartı. çığ işleyişini a

İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/nov20 12/pers-n28.shtml

24

Kasım Cumartesi gecesi Bangladeş’in Ashulia sanayi bölgesinde çıkan ülke tarihinin en kötü fabrika yangını, küresel kapitalizmin iğrenç işleyişini açığa çıkartı. En az 112 işçi, alevler içinde yanarak ve dumandan boğularak ya da çaresizce kurtulmaya çalışırken sekiz katlı binadan atlayarak öldü. Yanıcı kumaşların ve ipliklerin depolandığı zemin katta başlayan yangın merdivenlerden kaçışı engellerken, diğer çıkışlar kilitliydi. Tareen Fashions’ın yanıp kül olmuş binasının fotoğrafları, yüzlerce işçinin, aralarında Walmart ile C&A perakende satış zincirlerinin de bulunduğu büyük Avrupalı ve ABD’li şirketler için elbise ürettiği yanmış atölyeleri göstermektedir. Temel yangın önlemlerinin yokluğuna uzun süreli kötü koşullarda ve düşük ücretler eşlik etmektedir. Hayatta kalmayı başaranlar, üç aylık ödenmemiş ücret ve ikramiye alacakları olduğunu anlattılar. Yangının hemen sonrasında, her düzeyde, oldukça deneyimli bir örtbas etme çarkı dönmeye başladı. Hükümet, yerel ve ulusal düzeydeki yetkililer ve işveren grupları, ölenler için biraz timsah gözyaşı döktüler, yalandan soruşturmalar ilan ettiler ve kurbanların ailelerine üç kuruşluk tazminat sözü verdiler. Bunların hepsi, muhalifleri susturmayı ve huzursuzluğu, olay haberlere konu olmaktan çıkana kadar önlemeyi amaçlamaktadır. Aynı zamanda, polis, askerler ve ülkenin kötü ünlü Acil Müdahale Birliği, hem işçilerin çılgına dönmüş öfkeli akrabalarına hem de Pazartesi günü patlayan işçi gösterilerine karşı olay yerine gönderildi. Başbakan Şeyh Hasina Vacid, sanayi bölgesindeki güvenlik önlemlerini haklı göstermek için, parlamentoya, ortada hiçbir kanıt yokken, yangının, hükümeti istikrarsızlığa sürüklemek için “önceden planlanmış” -yani bir sabotaj eylemi- olduğunu söyledi. Mallarını Bangladeş’te üreten bütün küresel şirketler bu trajedi ile aralarına mesafe koymaya çalışıyorlar. PVH, Nike, Gap, American Eagle Outfitters ve Fransız şirketi Carrefour, kendi ürünlerinin Tazreeen giyim fabrikasında üretilmediğini belirten açıklamalar yayınladılar. Walmart, kendi markasının etiketlerinin olay yerinde bulunmasının ardından, sözde kendi onayı olmaksızıın bu fabrikaya taşeron olarak iş verdiği için bir mal sağlayıcıyı suçladı. Bangladeş gibi ülkelerde, sendikalarla ve sivil toplum örgütleriyle birlikte çalışan uluslararası şirketler, güvenlik ve çalışma koşulları için denetleme sistemleri oluşturmuş durumdalar. Bu sözde bağımsız denetleyiciler, marka adlarını ve kârları korumak ve yasal yükümlülükten kaçınmak için tasarlanmış bir maskaralıktır. Tazreen Fashions’dan uzun kollu tişörtler ısmarlamış olan Avrupalı perakende satış zinciri C&A, basitçe, sözde zorunlu denetimin yerine getirilmemiş olduğunu kabullendi. Bangladeş’in çalışma koşulları kötü işyerlerinde imal edilen mallarının üretimi, kalitesi ve maliyeti titizlikle detaylandırılması söz konusu olduğunda, bu dev şirketlerin hiçbiri bu tür hatalar yapmamaktadır. Onların hepsi, çalışma koşullarında, güvenlik standartlarında ve sefalet ücretlerinde gerçekleşecek iyileştirmelerin fiyatları arttıracağının farkındalar ve

17


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Tazreen Fashions yangını gibi trajediler, hükümetlere ve ulusötesi şirketlere yapılan çağrılarla durdurulamaz. Böylesi suçlara son vermenin yolu, tüm dünyadaki işçilerin, barbarca kâr sistemine bir son vermek ve toplumu planlı bir dünya ekonomisi temelinde yeniden örgütlemek uğruna birleşik mücadelesinden geçmektedir.

18

bu yüzden, mevcut koşulları görmezden geliyorlar. Tazreen Fashions fabrikasındaki koşullar bir istisna değil, kuraldır. Cumartesi günkü yangın, yalnızca, 2006’dan bu yana en az 500 yaşama malolmuş olan yangınların en kötüsüydü. Bangladeş’teki hazır giyim sanayisi, tam da oradaki ücretler ucuz emek alanlarının en düşüğü olduğu için, geçtiğimiz otuz yıl içinde, Çin’in ardından dünyanın en büyük ikincisi haline gelmiştir. Bangladeş’te yayımlanan Financial Express’in dünkü sayısındaki bir yorumda, hazır giyim sektöründeki berbat koşullar ayrıntılı biçimde sergilendi: “Yalnızca birkaç giyim fabrikası sahibi işçilerinin aylık ücretlerini ve fazla mesailerini zamanında ödüyor... Çoğu fabrikada, patronlar, kasıtlı olarak, işçilerin en az iki aylık ücretlerini ve fazla mesailerini içeride tutuyorlar. Fabrika yönetimleri işçileri rastgele işten çıkartıp işe alıyor ve sayısı azaltılmış işçiler alacaklarını çoğu durumda alamıyorlar. Dahası, işçiler, aileleri ve çocukları, haftalık tatillerin yokluğunda, hem psikolojik hem de fiziksel olarak ağır biçimde etkileniyorlar. “Bangladeş’teki hazır giyim fabrikalarının çoğunda asgari güvenlik önlemleri; gerekli sayıda yangın söndürücü bile bulunmuyor. Yalnızca Dakka’daki 227 kadar fabrikanın acil çıkış kapısı yok. Çoğu fabrika zorunlu olan aylık acil tahliye tatbikatlarını uygulamıyor... Ulusal emek araştırmalarına göre, tüm sanayide yalnızca beş müfettiş var ki bu, sektörün filizlenmeye başladığı 1970’li yıllardaki sayıyla aynı.” İş dünyasının gazetesi, bu yıkıcı kapitalist sömürü tablosunu sunduktan sonra, yazısını, ürkek bir şekilde, işverenlere ve hükümete yönelik “tekstil sanayimizi düzenleyin” biçiminde boş bir çağrıyla tamamlıyor. Ancak hükümetin, işverenlerin ve küresel şirketlerin kafası, fabrikaları açık tutmak ve yılda 19 milyar dolarlık ihracat sektöründen gelen kârların akmaya devam etmesini garantiye almak için yaygın muhalefeti ve öfkeyi, sendikalarla danışıklı dövüş içinde,

başka yöne çevirmekle meşgul. Bangladeş’teki şirketler, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki rakipleriyle şiparişler ve kârlar uğruna kıyasıya bir rekabet içindeler. Bu bölgelerdeki işçilerin karşı karşıya olduğu çalışma koşulları ve güvenlik standartları Bangladeş’te olanlardan farklı değil. Eylül ayında, Pakistan’daki Ali Enterprises’da çıkan dünyadaki en kötü yangınlardan biri, 1993’te Tayland’daki oyuncak fabrikasında çıkan yangında 188 olan ölü sayısını aşarak yaklaşık 300 yaşama maloldu. Her iki olayda da aynı şeyler yaşanmıştı: acil yangın çıkışlarının yokluğu, kapalı merdiven boşlukları ve kilitli kapılar; işçileri pencerelerden -birçok durumda ölüme- atlamak zorunda bırakan yangın güvenlik önlemlerinin yokluğu. Halkın öfkesi dindiğinde, yine aynı tas aynı hamam. Kötüleşen küresel ekonomik kriz, çalışma ve güvenlik koşullarını iyileştirmek şöyle dursun, şirketleri, birbirleriyle rekabet içinde, masraftan kaçmaya ve işçilerin sırtına yeni yükler dayatmaya yönlendiriyor. Sözde gelişmekte olan ekonomilerdeki ücretler ve çalışma koşulları, ileri kapitalist ülkeler için ölçüt haline geliyor. Avrupa borç krizinin merkezinde yer alan ülkelerdeki (Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya) yaşam standartlarında daha şimdiden büyük bir aşınma söz konusu. Tazreen Fashions yangını gibi trajediler, hükümetlere ve ulusötesi şirketlere yapılan çağrılarla durdurulamaz. Böylesi suçlara son vermenin yolu, tüm dünyadaki işçilerin, barbarca kâr sistemine bir son vermek ve toplumu planlı bir dünya ekonomisi temelinde yeniden örgütlemek uğruna birleşik mücadelesinden geçmektedir. Bu, uğruna yalnızca Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin mücadele ettiği devrimci perspektiftir.

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

john chan ın Kasım ayın artinin 18. ,p a d n ortaları gresi’nde n o Ulusal K ni Çin atanan ye P) Partisi (ÇK Komünist n derinleşe önderliği, iği olacak. erl krizin önd küresel i, m Ekono l in tarihse kapitalizm rtasında no çöküşünü imde iç b ı çarpıc r ve ABD, yavaşlıyo a’da ve Çin’in Asy e sı düzeyd uluslarara ip k ra l bir potansiye i kselmesin ü y k olara in iç ek engellem jik k ve strate ti a m diplo r. sürdürüyo bir saldırı

İngilizce özgün metin için bkz. http://www.wsws.org/articles/2012/n ov2012/pers-n19.shtml

K

çin’in yeni önderliği: bir kriz yönetimi

asım ayının ortalarında, partinin 18. Ulusal Kongresi’nde atanan yeni Çin Komünist Partisi (ÇKP) önderliği, derinleşen krizin önderliği olacak. Ekonomi, küresel kapitalizmin tarihsel çöküşünün ortasında çarpıcı biçimde yavaşlıyor ve ABD, Çin’in Asya’da ve uluslararası düzeyde potansiyel bir rakip olarak yükselmesini engellemek için diplomatik ve stratejik bir saldırı sürdürüyor. Göreve gelen genel sekreter Xi Jinping ve yedi kişilik Siyasi Büro Daimi Komitesi, bütünüyle, ülkenin 1,3 milyarlık halkından gizli olarak seçildi. Bu ÇKP açısından yeni bir şey olmamakla birlikte, “beşinci” önderler kuşağı, 1949’un devrimci altüst oluşlarıyla ve onunla bağlantılı toplumsal kazanımlarla herhangi bir bağlantıları olduğunu iddia edemez. Xi, ÇKP’nin, dünya görüşü bütünüyle 1970’lerde başlamış olan kapitalist restorasyon, özellikle de 1978 sonrasında Deng Xiaoping tarafından biçimlendirilmiş bir bürokratlar kuşağını temsil etmektedir. Xi, geçtiğimiz on yıl boyunca, çeşitli sahil bölgelerindeki ve kentlerindeki parti aygıtına başkanlık etmiş ve ÇKP’deki diğer mevkidaşları gibi, süper zengin seçkinlerin doğmasına yol açan “şirketleri ve sermaye girişini çekici kılma” sloganı altında faaliyet göstermiştir. Xi, tek siyasi sermayesi ailesinin “kızıl aristokrasi” ile bağları olan özellikle horlanmış bir tabakadan gelen bir “küçük prens” olarak tanınıyor. Onun babası Xi Zhongxun, 1970’lerin sonlarında, Deng tarafından Shenzhen’de ilk “özel ekonomik bölge”yi kurmakla görevlendirilmişti. Küçük prensler, Çin’in yeni burjuvazisinin, devlet varlıklarının -sıkça Batılı şirketler ve bankalarla anlaşmalı olarakyağması yoluyla servet birikimi sağlamadaki insafsızlığıyla kötü bir ün salmış, güçlü bir kesimini oluşturmaktadır. Xi’nin kongrede yaptığı konuşma, Marksizme ya da sosyalizme ilişkin göstermelik de olsa hiçbir göndermenin olmamasıyla ve Çin ulusunun büyüklüğüne yaptığı övgüyle dikkat çekiciydi. ÇKP’nin propagandasında giderek baskın bir tema haline gelen Çin milliyetçiliği, işçi sınıfının sosyal koşullarına yönelik bir başka acımasız saldırıya hazırlandığı sırada, partiye bir taban yaratma yönünde gözükara bir girişimdir. Rejim bir dönüm noktasındadır. Geçtiğimiz on yıl, Çin’in, ortalama yüzde 10’luk yıllık büyümenin eşlik ettiği durdurulamaz görünen ekonomik büyümesiyle damgalanmıştır. Xİ’nin önceli Hu Jintao 2002’de göreve getirildiğinde, Çin’in gayrisafi yurtiçi hâsılası, onu dünyanın altıncı büyük ekonomisi yapacak şekilde, 1,5 trilyon dolardı. Bugün, Çin, 7,3 trilyon dolarlık gayrisafi yurtiçi hâsılasıyla dünyanın ikinci büyük ekonomisi. 2002 yılında, Çin’de dolar milyarderi yoktu; şimdi, o, ABD’den sonra en fazla dolar milyarderine sahip ülke.

19


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

ÇKP yönetimi, aynı diğer ülkelerdeki hükümetler gibi, karşı karşıya olduğu krize yönelik olarak, işçi sınıfına karşı sınıf savaşı sürdürürken rakiplerine karşı bir çatışmaya ve savaşa hazırlanmaktan başka herhangi bir çözüme sahip değildir. O bunu, güçsüzlük ve siyasi yalıtılmışlık koşullarında yapmaktadır.

Bu büyük ekonomik büyüme bütünüyle küresel ekonomiye bağımlıydı. Batılı yatırımlara, teknolojiye ve piyasalara güvenen Çin, dünyanın başlıca ucuz emek platformu haline gelmiştir. 2008’deki küresel mali krizin patlaması, ihracatı aniden düşürüp 23 milyon işyerini ortadan kaldırdığında, Çin’in ekonomik kırılganlığını hemen göstermişti. Hu yönetimindeki ÇKP önderliği, uluslararası bir ekonomik iyileşme umuduyla, ekonomik yavaşlamayı ve toplumsal huzursuzluğu, yoğun bir teşvik paketi ve ucuz kredi akışı dolayımıyla atlattı. Ama Avrupa zorlu bir borç krizine ve durgunluğa sürüklendi ve ABD ile Japonya’da sürmekte olan bir durgunluk söz konusu. Bunun sonucunda, Pekin, çılgınca gayrimenkul spekülasyonunun ve yerel büyük yönetim borçlarının yol açtığı ekonomik bir yavaşlamayla ve mali istikrarsızlık ihtimaliyle karşı karşıya. 18. Kongre, Çin ekonomisinin uluslararası mali sermayenin - devletin elinde olmayı sürdüren birçok işletmenin özelleştirilmesini ve üretkenlik artışını içeren- talepleri doğrultusunda yeniden yapılanmasına zemin hazırladı. İşyerleri ve çalışma koşulları ortadan kaldırıldıkça ve en tepedeki bürokratlar devlet teşebbüslerini özel mülkleri haline getirerek zenginleştikçe, sınıfsal gerilimler kaçınılmaz olarak artacaktır. Xi önderliği, aynı zamanda, Çin’in etkisini baltalayan ve tüm Asya’da stratejik bağlar kuran ABD’nin aralıksız baskısıyla karşı karşıya. Pekin’in dış politikasına, geçtiğimiz on yıl boyunca, Hu’nun, Çin’in var olan büyük devletlerle çatışmaya girmeden büyük bir güç haline gelebileceğini öngören “barışçıl yükseliş” formülü yol gösterdi.

Bu yaklaşım, Bush yönetimi Afganistan’daki ve Irak’taki savaşlarla meşgul olduğu sırada işliyor gibi görünüyordu. Ama derinleşen küresel kriz gerilimleri uluslararası ölçekte kızıştırdı. ABD emperyalizmi ucuz emek kaynağı olarak Çin’e bağımlıdır ama kendi küresel egemenliğine potansiyel bir rakibi hoşgöremez. Obama yönetiminin Asya’ya “dönüş”ü, Çin’i stratejik olarak kuşatmayı ve onun Washington’dan dayatılan küresel düzeni kabullenmesini garanti altına almayı hedefleyen önleyici bir mücadeledir. ÇKP yönetimi, aynı diğer ülkelerdeki hükümetler gibi, karşı karşıya olduğu krize yönelik olarak, işçi sınıfına karşı sınıf savaşı sürdürürken rakiplerine karşı bir çatışmaya ve savaşa hazırlanmaktan başka herhangi bir çözüme sahip değildir. O bunu, güçsüzlük ve siyasi yalıtılmışlık koşullarında yapmaktadır. Geçtiğimiz on yılın ekonomik büyümesi, ülkenin 1,3 milyarlık nüfusu içinde kentlerde yaşayanların oranının yüzde 38’den yüzde 50’nin üzerine çıkmasında görüldüğü üzere, Çin işçi sınıfını bir hayli genişletmiştir. Çinli işçiler, hazırlanan toplumsal yıkıma ve savaş tehlikesine karşı, yalnızca, işçi sınıfının, iflas etmiş olan kâr sistemini ortadan kaldırmak için uluslararası ölçekte verdiği mücadelenin bir parçası olarak ÇKP yönetimini devirmeyi hedefleyen siyasi bir saldırı yoluyla mücadele edebilirler. Bu, öncelikle, uluslararası Troçkist hareketin Stalinizme ve Maoculuğa karşı vermiş olduğu siyasi mücadeleden gerekli derslerin çıkartılması; Çin’de, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin bir şubesinin kurulması demektir.

H

wsws.org

20

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

açlık grevlerinin ardından kürt sorunu yusuf ateşçi

lerinin ilk Açlık grev bdullah sonucu, A in de , kendisin Öcalan’ın i “rolünü” ifade ettiğ si için me oynayabil alınması p ta muha inin öne gerekliliğ ikle sı ve özell a çıkarılma un munun b Türk toplu azırlanması ah biraz dah oldu.

K

ürt siyasi hareketine yönelik PKK ve KCK davalarından yüzlerce tutuklu ve hükümlünün açlık grevi direnişi 67. gününün ardından Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla birlikte 18 Kasım günü sonlandırıldı. Açlık grevlerinin sonlanmasıyla birlikte, sürece ve sonrasında ortaya çıkan tablo üzerine çeşitli görüşler ortaya kondu. Hükümet kanadı, Abdullah Öcalan’a herhangi bir taviz verilmediğinin altını çizerek duruşundan geri adım atmadığını vurgulamaya çalıştı. Bununla birlikte, o, Öcalan’ın inkâr edilemez rolünü kabul ederek PKK liderini öne çıkardı. Medyada da hükümete yakın yayın organları ve yazarlar, Abdullah Öcalan’ın Kürt hareketinin bütünü ve sokaktaki Kürt halkı üzerindeki otoritesinin bir kez daha ortaya konmasını “çözüm” adına olumlu bir gelişme biçiminde yorumladılar. Özetle, açlık grevlerinin ilk sonucu, Abdullah Öcalan’ın, kendisinin de ifade ettiği “rolünü” oynayabilmesi için muhatap alınması gerekliliğinin öne çıkarılması ve özellikle Türk toplumunun buna biraz daha hazırlanması oldu. Açlık grevleri sürecinin, en önemli sonuçlardan bir diğeri, içerideki kararlı direniş sonucunda, başını Kürt emekçilerinin ve gençliğinin çektiği kitlesel sokak hareketinin bir kez daha gücünü göstermesiydi. Özellikle Kürt illerini günlerce eylem alanına çeviren ve geçmişteki serhildanları andıran bir kararlılıkla sokağa çıkan Kürtler, yarattıkları basınçla önce BDP milletvekillerini açlık grevine girmeye zorladılar; ardından da ölümler başlamadan Abdullah Öcalan’ın devreye girmesini sağladılar. Bunda, Erdoğan’ın eylemi küçümseyen söylemlerinin yanı sıra, perde arkasında yürütülen görüşmelerin de etkili olduğu söylenebilir. Hükümet, açlık grevlerini uzunca bir süre görmezden gelmiş, kritik aşamaya girilmesiyle birlikte saldırganca şoven milliyetçiliğe sarılmış ama sonuçta, kitlesel sahiplenme nedeniyle Türkiye’nin başlıca gündem maddesi haline gelen açlık grevlerinde adım atmak zorunda kalmıştır. Zira hükümet, geçtiğimiz aylardaki yoğun gerilla saldırılarından çok, açlık grevleri sürecinde bir kez daha kendisini gösteren kitlesel halk muhalefetinden ve onun yaratabileceği siyasi altüst oluşlardan korkmaktadır. Açlık grevlerine karşı hükümetin ortaya koyduğu tavır, Kürtler arasında AKP’ye duyulan öfkenin yaygılaşmasına ve BDP’nin siyasi ve toplumsal gücünü arttırmasına da yol açtı. Bu gerçeklik, KCK operasyonlarıyla büyük darbe vurulan BDP örgütünün görece güçsüzleşmesine rağmen, bölgede halkın sokağa dökülerek bu operasyonları bir anlamda boşa çıkarmasıyla kendisini gösterdi. Bu durumda, açlık grevlerinde herhangi bir ölümün olması demek,

21


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k dizginlenmesi pek de mümkün olmayan ve belki de doğudan batıya doğru hızla yayılacak bir kitle hareketinin ortaya çıkması anlamına gelecekti. Hükümetin göze almak istemediği şey tam da budur.

Talepler ve olasılıklar

Hükümet hangi hesabı yapıyor olursa olsun, açlık grevleri sonrasında, en azından burjuva siyasi çevrelerde, sorunun burjuvaliberal çözümüne biraz daha yakın bir hava oluşmuş gibi görünüyor.

Önce, Kürt tutukluların gerçekleştirdiği eylemin, bir “ölüm orucu” eylemi gibi tüm talepler karşılanana kadar sürdürülmediğini; açlık grevlerinde dile getirilen taleplerde adım atılması durumunda eyleme son verilebildiğini akılda tutmakta yarar var. Bununla birlikte, direniştekilerin ölüm sınırına geldikleri de bir gerçekti (eyleme ilk başlayan gruptakilerin bedenlerinde kalıcı hasar oluşması riski hala var). Zaten hükümeti uzlaşmaya zorlayan da açlık grevlerinde ölüm sınırına gelinmiş olması ve olası ölümlerin yol açacağı kitlesel öfke patlamasıydı.

Öcalan’ın konumu Açlık grevlerinde ifade edilen taleplerin kısa bir süre içerisinde hayata geçirilmesini de hiç kimse beklemiyordu. Ama gelinen noktada, yalnızca, eylemlerde de daha çok öne çıkan “Öcalan’a tecritin sonlandırılması” yönünde kısmi bir adım atılırken, diğer taleplerin ne ölçüde karşılanacağı bir “sır” olmayı sürdü-

22

rüyor. Bununla birlikte, Öcalan’a herhangi bir tecritin uygulanmadığını söyleyen hükümet, onun ailesiyle görüşmesinin önünde hiçbir engelin olmadığını ama avukatlarıyla görüşmesinin “istismar edildiği” için engellenmeye devam edileceğini, açlık grevlerinin ardından da açıkça vurguladı. Bu durumda akla iki olasılık geliyor. Bunlardan birincisi, hükümetin müzakere sürecini, geçmişte olduğu gibi hem Öcalan’la hem de PKK lider kadrosuyla birlikte değil ama yalnızca Öcalan’la sürdürmek istediği, avukat görüşmesinin de bu yüzden engellendiğidir. İkincisi ise -ki bu, birincisini dışlamıyor- avukat görüşmelerinin, Kürtlere “taviz verilmediğini” göstermek için, derhal başlatılmak yerine bir süre erteleniyor olmasıdır. Her iki durumda da, hükümet, açlık grevi sürecini kendisi adına en az zararla atlatmasının ardından, bu süreci yeni bir burjuva çözüm ve silah bıraktırma sürecinin başlangıcı olarak kullanmak istiyor izlenimi vermektedir. Burada, hükümetin, bir anlaşmanın sağlanabilmesi ve PKK liderlerinin ikna edilebilmesi için, Öcalan’ın bir kez daha vurgulanan otoritesinden yararlanmak istendiği ortada. Hükümet, geçmişte olduğu gibi Öcalan’ın “görüşmelerden çekildiğini” açıklamasına yol açacak bir ortamın doğmasını engellemek için ağırlıklı olarak -belki de yalnızcaÖcalan’ın -gizli görüşmelerle- muhatap alınmasını hedefliyor da olabilir. Hükümet hangi hesabı yapıyor olursa olsun, açlık grevleri sonrasında, en azından burjuva siyasi çevrelerde, sorunun burjuva-liberal çözümüne biraz daha yakın bir hava oluşmuş gibi görünüyor. “Kürt açılımı” sürecinden de bildiğimiz, PKK lider kadrosunun silahlar bırakıldıktan sonra yurtdışına gitmesine yönelik olasılıkların dillendirilmesi de -yeni bir şey olmamakla birlikte- mevcut ortamda,


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k ilgili siyasi çevrelerde, öncekinden daha farklı algılanmaktadır. Bu planın, başbakan tarafından net bir şekilde ifade edilmesi ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da destek alması, hükümetin, geçmişteki sürecin aksine daha rahat bir şekilde adım atmasını sağlayabilir.

Açlık grevleri, TBMM’nin koridorlarında, grup toplantılarında, komisyonlarında ve genel kurulunda hükümetle uzlaşma peşinde koşmayı görev edinmiş Kürt politikacılarına, somut siyaset üretmek ve onları yaşama geçirmek için kitlelerin içinde ve önünde yer almak gibi bir görevleri olduğunu; tersi durumda, tabanın onları aşabileğini de hatırlatmıştır.

Anadilde savunma Açlık grevlerinin bir diğer talebi ise anadilde savunma hakkının hayata geçirilmesiydi. Açlık grevleri sonlanmadan önce konuyla ilgili bir çalışma yaptığını açıklayan hükümetin getirdiği yeni düzenleme, keyfi biçimde uygulanmayan mevcut düzenlemenin dahi gerisindedir. Değiştirilen yasadaki düzenlemeye göre, Kürtçe savunmanın önünde, KCK davasındaki yargıçların keyfi tavrı dışında, zaten herhangi bir engel bulunmuyordu. Baştan sona siyasi bir yıldırma kampanyası olan KCK davaları öncesinde, mahkemelerde Kürtçe ve Arapça savunma yapılabiliyor, bunun için gerekli tercümanı da –ücreti devlet tarafından karşılanmak üzeremahkeme atıyordu. Yeni düzenlemeyle, Kürtçe savunmanın önüne yargıçlar eliyle dikilen fiili engeller yasallaştırılmaktadır. Artık, yargılanan kişi, yalnızca iddianamenin okunması sırasında ve esas hakkındaki mütalaasını verirken anadilinde konuşabi-

lecek. Dahası, bunu yaparken de tercümanını kendisi tutup parasını kendisi vermek zorunda. Aynı zamanda yargıç, bu kısıtlı anadilde savunmayı bile engelleme hakkına sahip. Özetle, hükümet talebi karşılıyor izlenimi yaratıp, gerçekte anadilde savunma hakkının gasp edilmesini yasallaştırmaktadır.

BDP önderlik edemedi Açlık grevlerinin gözler önüne serdiği en önemli gerçek, Kürt hareketinin önderliğinin, kısa bir süreliğine de olsa, BDP’den ya da PKK’den çıkıp cezaevlerindeki KCK tutuklularının eline geçmesiydi. KCK davasından tutuklu olan Kürt siyasetçileri, BDP’nin, açlık grevlerinin başlamasından sonra dahi tam bir atalet sergilediği ortamda, inisiyatifi ele almış ve Abdullah Öcalan’ın, açlık grevlerinin sonlandırılması için gönderdiği mesajda vurguladığı gibi, “dışarıdakilerin yapması gereken işi ve sorumluluğu kendi üzerlerine almışlardır”. Yine Öcalan’ın sözleriyle ifade edersek, “kendi görev ve sorumluluklarını zaten zor şartlarda olan, hasta olan, dört duvar arasındaki tutsaklara yükleyen dışarıdakiler”, çok geç harekete geçmiş ve gerçekte, önderlik etmeleri gereken tutukluların peşinden sürüklenmişlerdir. Bu anlamda, açlık grevleri, TBMM’nin koridorlarında, grup toplantılarında, komisyonlarında ve genel kurulunda hükümetle uzlaşma peşinde koşmayı görev edinmiş Kürt politikacılarına, somut siyaset üretmek ve onları yaşama geçirmek için kitlelerin içinde ve önünde yer almak gibi bir görevleri olduğunu; tersi durumda, tabanın onları aşabileğini de hatırlatmıştır.

Burjuvazinin çözümsüzlüğü

BDP’li politikacılar tutukluların gerisinde kaldı.

Liberal burjuva politikacıların yaymak istediği “iyimser” havaya rağmen, açlık grevleri sürecinin ardından hükümetin geleneksel tavrını değiştir-

23


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Suriye’deki Kürt sorununun fiili bir özerklik ve Özgür Suriye Ordusu ile bölgesel iktidar mücadelesi ekseninde ilerlediği, Irak’ta ise Türkiye’nin desteklediği Kürdistan yönetimiyle merkezi iktidar arasında iç savaş koşullarının oluştuğu bir ortamda, AKP hükümeti “kendi” Kürt sorununu çözmek zorunluluğuyla karşı karşıya bulunuyor.

24

meye başladığını düşünmek için çok erken. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, üç ana talepte, Öcalan’la görüşmelerin yeniden başlaması sinyalinin dışında ciddi bir adım atılmış değil. Aksine anadilde savunma hakkı neredeyse tamamen gasp edilmiş durumda. Öte yandan, KCK operasyonları yeniden sıklaşmaya başlıyor. Buna, süreci bir kırılmaya götürebilecek olan, hükümetin, BDP milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırma hazırlığı eşlik ediyor. Ancak, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve bunu tutuklanarak cezaevine gönderilmelerinin izlemesi durumunda, bu kez Kürt emekçilerinin ve gençliğinin kitlesel öfkesini dizginlemek hiç de kolay olmayacaktır. Küçük burjuva liberal solun bir zamanlar büyük umutlar beslediği “Kürt açılımı”nın başlangıcından beri vurguladığımız gibi, hükümetin “Kürt sorunu”nun çözümünden anladığı şey, Kürt halkının gasp edilmiş olan demokratik haklarını tanımak değil, PKK’ye silah bıraktırmaktır. Hükümet, tüm adımlarını, bölgeye yönelik emperyalistlere taşeronluk planları çerçevesinde ama bu amaca tabi bir şekilde atmaktadır. Bu nedenle, hükümet, açlık grevlerinin ardından oluşan ortamı ve Abdullah Öcalan’ın otoritesini kendi çözümü adına kullanmayı planlıyor.

BDP de, yaptığı tüm açıklamalarda müzakere sürecinin canlandırılmasını ve bu eksende bir çözümün yaratılmasını yüksek sesle dile getiriyor. Suriye’deki Kürt sorununun fiili bir özerklik ve Özgür Suriye Ordusu ile bölgesel iktidar mücadelesi ekseninde ilerlediği, Irak’ta ise Türkiye’nin desteklediği Kürdistan yönetimiyle merkezi iktidar arasında iç savaş koşullarının oluştuğu bir ortamda, AKP hükümeti “kendi” Kürt sorununu çözmek zorunluluğuyla karşı karşıya bulunuyor. Şubat ayındaki değerlendirmemizde şu tespiti yapmıştık: “Kesin olan şu ki, bu iş, Ortadoğu’da savaş tamtamlarının yeniden çalmaya başladığı bir süreçte, hiç de kolay olmayacak. Öte yandan, bizzat bu durum, Türkiye burjuvazisinin ve hükümetinin kendi çözümünü bir an önce hayata geçirmesini gerektiriyor. Bu yüzden, şu an her iki tarafın da ifade ettiği gibi kesintiye uğrayan görüşmelerin, önümüzdeki dönemde yeniden başlaması, Öcalan'ın “rolünü oynaması” için uygun koşulların yaratılması ve adımlar atılması olası.”[1] Benzeri bir süreç, bugün, Suriye ve Irak’taki yakıcı gelişmelerin de dahil olmasıyla birlikte devam ediyor. Türkiyeli egemenler, bölgede kartların yeniden karıldığı, Kürtler açısından Irak’ta zaten mevcut olan


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k statünün Suriye’de de fiilen oluştuğu bir ortamda, Kürt sorununun Türkiye’deki çözümünün kendi denetimleri dışında gerçekleşmesini istemiyorlar. Fakat bu, AKP hükümetinin, her durumda, kendi burjuva çözümü yolundaki hedefine ulaşabileceği anlamına gelmemektedir. Bunun başlıca sebebi, bölgedeki kapsamlı altüst oluşlar ve sürece müdahil olan birçok aktörün varlığıdır. Irak ve Suriye’deki gelişmelerin bir kez daha gözler önüne serdiği başlıca gerçek, dört devlet arasında parçalanmış olan Kürt sorununun burjuva sınırlar içinde sağlanacak bir çözümünün kalıcı olamayacağı; aksine yeni çatışmaların tohumlarını taşıdığıdır. Bu, söz konusu coğrafya, ABD önderliğindeki Batılı emperyalistlerin yıllardır savaşlar ve müdahaleler yoluyla yeniden biçimlendirmeye çalıştığı Ortadoğu olduğunda, emperyalistlerin ve onların bölgesel taşeronlarının çıkar mücadeleleri, yeni savaşlar ve farklı uluslardan emekçilerin birbirlerini boğazlaması anlamına gelmektedir.

İşçi sınıfının devrimci çözümü Kapitalist rekabet içinde bütün bir Ortadoğu’yu gericilik, savaş ve katliam alanına dönüştürmüş olan mülk sahibi sınıfların Kürt sorununa ilişkin “çözüm”ü, bütün halklardan emekçilere yeni yıkımlardan başka bir şey getirmeyecektir.

Bu yüzden, açlık grevleri sürecinde Türkiye işçi sınıfının en dinamik kesimi olduğunu bir kez daha ortaya koyan Kürt emekçilerinin ve gençliğinin mücadelesinin, Türkiye ve bölge işçi sınıfının birleşik mücadelesi haline getirilmesi; tüm emperyalist güdümlü burjuva çözüm programlarının yırtılıp atılması son derece önemlidir. Arap, Kürt, Türk, Musevi, Fars; hangi kimlikten olursa olsun bölgedeki tüm işçilerin emperyalistler ve yerel egemenler tarafından çizilmiş yapay sınırları ortadan kaldıracak ve her türlü ulusal baskıya son verecek olan iktidarının yaratılması, aynı zamanda,

kalıcı barışın ve özgürlüğün biricik güvencesi olacaktır. Kapitalist rekabet içinde bütün bir Ortadoğu’yu gericilik, savaş ve katliam alanına dönüştürmüş olan mülk sahibi sınıfların Kürt sorununa ilişkin “çözüm”ü, bütün halklardan emekçilere yeni yıkımlardan başka bir şey getirmeyecektir. Bölgenin içine sürüklendiği felaketten tek çıkış yolu, tüm ülkelerin işçilerinin enternasyonalistsosyalist bir partide birleşmesi ve bütün zenginlikleri hakça paylaşan gerçekten eşit ve özgür emekçiler toplumunu yaratmak için sermayenin egemenliğine son vermesidir. Bu, dili, dini, etnik kökeni ne olursa olsun, emekçilerin, bir Ortadoğu Sosyalist Devletler Federasyonu’nda bir araya gelmesi perspektifine sahip devrimci işçi hükümetleri kurmak için emperyalizme ve yerel egemenlere karşı örgütlü mücadeleye soyunması demektir. Bu mücadelenin başarısı, onun enternasyonalist doğasına uygun uluslararası devrimci siyasi önderliğin şubelerinin tüm ülkelerde inşasını gerektirir. Bu önderlik, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir. Toplumsal Eşitlik olarak, bütün işçi sınıfı sosyalistlerini, aynı zamanda Kürt halkının meşru demokratik haklarının tüm işçiler tarafından sahiplenilmesi ve emperyalistlere ve burjuva devletlerin saldırılarına karşı kararlı bir şekilde savunulması anlamına gelen bu perspektif uğruna mücadeleye çağırıyoruz.

HHHH dipnot: [1] Toplumsal Eşitlik dergisi, 1. Sayı: Roboski Katliamı, Operasyonlar ve “Kürt Açılımı”; Yusuf Ateşçi, Şubat 2012

H

toplumsalesitlik.org

25


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

bangladeş’ten samsun’a kapitalizm her yerde öldürüyor

G

eçtiğimiz ay Bangladeş’in başkenti Dakka’da bir konfeksiyon fabrikasında çıkan yangında 112 işçi öldü. Aslında bu tür işçi katliamları, Bangladeş gibi ucuz emek cenneti ülkelerde sürekli yaşanıyor. Bangladeş’in Bu ve benzeri iş ihracatının yaklaşık %80’ cinayetleri her yıl binlerce ini oluşturan konfeksiyon işçinin ölümüne, çok ürünleri, 4500 doladaha fazlasının ise yında fabrikada son deyaralanmasına ya da rece kötü koşullarda sakat kalmasına neden küresel şirketler için çalıoluyor. Bu iş cinayetlerinin şan işçiler tarafından başlıca sebebi ise, üretiliyor. kapitalistlerin Peki ya Türkiye’de durum denetlenemeyen kâr hırsı nasıl? 23 Kasım günü, ve artık mal ve hizmet Samsun’daki Eti Bakır üretiminin her alanına İşletmesi’nde amonyak egemen olan taşeron tankının kapağında sürşirketlerdir. mekte olan çalışma esnasında bir çökme meydana geldi. 300 ton ağırlığındaki kapak monte edilirken, çökmesi sonucu 6 işçi öldü, 10 işçi yaralandı. 21 Kasım günü, Yalova Çiftlikköy Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğünde çalışan Veysel Şaffak kanal çalışması sırasında girdiği 2,5 metrelik kanalizasyon kanalında çalışırken, zeminin yumuşak olması nedeniyle meydana gelen göçükte toprak al-

26

tına kaldı. Göçük altından yaralı olarak çıkartılan Şaffak tüm müdahalelere rağmen kurtulamadı. Yine Zonguldak’ta Türkiye Taş Kömürü Kurumu’na bağlı maden ocağında yaşanan göçükte bir işçi öldü, 3 işçi yaralandı. İstanbul Dudullu Organize Sanayi bölgesinde ise Nural Metal adlı işyerinde kafasına metal kapı düşen Eda Kızılaslan olay yerinde öldü. Son günlerde basına yansıyan bu birkaç örneği çoğaltmak mümkün... Bu ve benzeri iş cinayetleri her yıl binlerce işçinin ölümüne, çok daha fazlasının ise yaralanmasına ya da sakat kalmasına neden oluyor. Bu iş cinayetlerinin başlıca sebebi ise, kapitalistlerin denetlenemeyen kâr hırsı ve artık mal ve hizmet üretiminin her alanına egemen olan taşeron şirketlerdir. Kendisi ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki taşeronluğuna soyunmuş olan hükümet, ekonomiyi de kalifiye olmayan elemanları çok ucuza ve son derece ağır koşullarda, hiçbir iş güvenliği önlemi almaksızın çalıştıran taşeronlara devrettiği için, herhangi bir denetimden söz etmek de mümkün değil.

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

türkiye ekonomisinin durumu ve işçi sınıfı

m. ö. demir ay kredi Geçtiğimiz e kuruluşu irm değerlend bancı iye’nin ya rk ü T Fitch, di inden kre para cins ir b n a B+’d notunu B BB-’ye B k ra a rtır kademe a ürkiye Böylece T yükseltti. apılabilir “yatırım y ahil rubuna d ülkeler” g oldu.

G

eçtiğimiz ay kredi değerlendirme kuruluşu Fitch, Türkiye’nin yabancı para cinsinden kredi notunu BB+’dan bir kademe artırarak BBB-’ye yükseltti. Böylece Türkiye “yatırım yapılabilir ülkeler” grubuna dahil oldu. Fitch, not artışına gerekçe olarak, ihracatın ithalatı karşılama oranındaki artışı (ya da cari açığın GSYH’ye oranının düşmesini), kısa dönem makro finansal risklerdeki iyileşmeyi, kamu borcundaki azalmayı ve güçlü bankacılık sistemini gösterdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, üst perdeden konuşma alışkanlığını Fitch’in not artırımı karşısında da sürdürdü: "Önemli bir gelişme olmakla birlikte hala Türkiye’nin kredi notunun olması gereken seviyede bulunmadığını düşünüyoruz. Bütün ekonomik göstergeleri bizden daha geri olan ülkelerin A düzeyindeki kredi notuna sahip olduğu bir ortamda, bizim için hala B düzeyinde kredi notunda ısrar edilmesini hakkaniyete uygun bulmuyoruz." Erdoğan’a göre, Türkiye’nin ekonomik performansı, onun daha üst sıralarda yer almasını gerektiriyor. İyi de, ekonomik veriler, başbakanın veya Fitch’in iyimserliğini doğruluyor mu?

Cari açık finansmanı ve borç yükü Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’ye yabancı sermayenin gelmesi için, kredi notunun Fitch tarafından arttırılmasına ihtiyaç yok. AKP iktidarı döneminde, Türkiye ekonomisine önemli miktarda yabancı sermaye gelmiş ve bu sermaye, ekonominin en büyük sorunu olarak görülen cari açığın finansmanında da -şimdiye kadar- önemli bir rol üstlenmiştir. Ayrıca, son dönemde ortaya çıkan cari açık verilerinde çok önemli bir aldatmaca var ki o da Türkiye-İran doğalgaz ticaretinde altın kullanımı meselesidir. Türkiye, ABD tarafından İran'a uygulanan ambargonun altını kapsamamasını fırsat bilerek, İran'dan doğalgaz alımında altını kullanıyor ve altın işlemini ihracat kaleminde gösteriyor. Bu da, hem cari açık gerekse ekonomik büyüme verilerine 9 ayda 11 milyar dolara yaklaşan bir miktarın eklenmesiyle, istatistiklerde ciddi bir sapmaya yol açıyor. Örneğin, geçen yılın ilk 9 ayına göre 21,2 milyar dolar azaltılmış görünen cari açıkta yaşanan gerçek düşüş, bu altın ihracatı çıkartıldığında, 12,7 milyar dolardan ibarettir. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Türkiye'nin altın üretmeyen ama ithal eden bir ülke olduğu bilinmesine rağmen, altının ihracat kaleminde gösterilmesini, şu zavallı ifadelerle savunmuştu: "Biz eğer her ihracatımızı bir sebebe bağlamaya çalışırsak, 20 binden fazla ürün ihracatı yapıyoruz. Altın 20 bin üründen bir tanesi. 20 binden fazla ürün çeşidinin analizini yapmak gerekir. Böyle bir şey olmaz." Bununla birlikte, Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin niteliği, ekonominin yapısal sorunlarına yalnızca geçici çözümler üretebiliyor.

27


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

AKP iktidarı döneminde (20032012 ilk 9 ay) Türkiye ekonomisine 455 milyar dolar dış kaynak girişi olmuş. Ancak bunun yalnızca yüzde 26’sı (119,9 milyar dolar) üretim için gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımları olurken, gelen yabancı sermayenin en büyük kesimini yüzde 43 ile banka kredileri oluşturmuş (194 milyar dolar).

Merkez Bankası’nın (MB) verilerine göre, AKP iktidarı döneminde (20032012 ilk 9 ay) Türkiye ekonomisine 455 milyar dolar dış kaynak girişi olmuş. Ancak bunun yalnızca yüzde 26’sı (119,9 milyar dolar) üretim için gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımları olurken, gelen yabancı sermayenin en büyük kesimini yüzde 43 ile banka kredileri oluşturmuş (194 milyar dolar). Ekonomiye giren sıcak para ise yüzde 23. Toplamda 102,8 milyar dolar olan sıcak para girişinin 79 milyar doları devlet tahvillerine; 23,8 milyar doları da borsaya yatırılmış. Yani, AKP iktidarı döneminde ülkeye giren her 100 TL’nin 23 TL’si yüksek faiz ve rant için [1]; yüzde 26’sı ise kalıcı sermaye olarak gelmektedir. Kalıcı olarak ekonomiye giren doğrudan yabancı sermaye ise ağırlıklı olarak gayrimenkul satın alımı, özelleştirmeler ve özel bankaların satın alınması şeklinde gelmekte; bunun da üretim ve istihdam artışına ciddi bir katkısı olmamaktadır Özetle, tüm bu veriler, cari açığın finansmanında önemli bir kalem olan dış kaynağın bileşiminin, ekonominin yapısal sorunlarını çözmeye olan katkısının sınırlılığını göstermektedir. Dahası, 455 milyar doları bulan ve AKP döneminin toplam cari açığı olan 332,8 milyar doların çok üzerinde olan bu dış kaynak akışı, döviz kurlarının düşük kalması yönünde baskı yaparak ithalatı teşvik etmekte, bu da cari açığı olumsuz etkileyebilmektedir. Kısacası, spekülatif sermaye ve özel sektör dahil borç yükündeki artış, ekonomideki kırıl-

Kaynak: TCMB (EVDS) Yılsonu rakamları dikkate alınmıştır.

28

ganlığı fazlasıyla artırıyor. Ekonomik yapının sağlamlığının önemli göstergelerinden olan kısa vadeli dış borç stokunun MB döviz rezervine oranına baktığımızda, bu oranın 2007’den itibaren yükseldiğini ve iki yıldır kısa vadeli dış borcun MB döviz rezervinin üstünde olduğu gözüküyor.

Borçla büyüme Türkiye ekonomisinin 2012 büyüme rakamları da, iyimser tahminler yapmak bir yana, yaklaşan krizin habercisidir. AKP iktidarı döneminde GSYH -küresel ekonomik krizin derinleştiği 2008-2009 yılları dışında- ortalama yüzde 7’nin üzerinde büyümüştü. 2012’nin ilk iki çeyreğinde ise büyüme rakamları hiç de iç açıcı değildi: İlk çeyrek büyüme oranı yüzde 3,3, ikinci çeyrek yüzde 2,9. 2012 için tahmin edilen yüzde 4’lük beklenti ise yüzde 3’e çekilmiş durumda. Türkiye ekonomisi, AKP iktidarı boyunca, elverişli uluslararası ortam sayesinde elde edilen dış kaynak/ borçlanma ile kredi kartı ve bireysel kredi kullanımındaki artış sayesinde, ardı ardına yüksek oranlarda büyüdü. Artan, sadece kamu ve özel sektör borçları değil. Tüketici kredileri ve kredi kartı borçlarında, AKP iktidarı döneminde devasa bir artış gözlemlendi. Tüketici kredileri ile kredi kartı borçlarının toplamı, AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana 37 katın üzerinde artış göstererek, 6 milyar 605 milyon liradan Kasım 2012 itibariyle 245 milyar 781 milyon liraya çıkmış durumda. Aynı dönemde batık tüketici kredisi ve kredi kartları sayısı da 28 kat artmış durumda. Bugün, 2,4 milyon kişi bankalara olan borcunu ödeyemiyor. Bununla birlikte, dış kaynak girişi ve beraberinde borçlanmayla büyüyen Türkiye ekonomisinde daha çok iç pazara dönük üretim yapılıyor. Dolayısıyla ekonomik büyümede iç talep oldukça belirleyici ve iç talepte de in-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k şaat sektörü fazlasıyla öne çıkmış durumda. Fakat veriler, sermaye birikimi açısından önemli bir Dış borçlar (milyon dolar) kaynak oluşturan inKasım 2012 Haziran 2012 şaat sektöründe stokların giderek şiş55.800 102.300 tiğini ve arz-talep Özel sektör borçlarının toplam arasındaki makasın dış borç stoku içerisindeki payı: arz yönünde açıldı2002: yaklaşık 30 milyar dolar ğını gösteriyor. Dolayısıyla, ekonomi2012: 212,5 milyar dolar nin büyümesinde önemli rol oynayan inşaat sektörünün, aslında onun bir diğer “yumuşak karnı” olduğunu söyleyebiliriz. [2] İç borçlar (milyon TL.) 2002 Eylül 2012 145.293 387.674

Krizin bedeli işçi sınıfına ödettiriliyor

AKP hükümeti de dünyanın dört bir yanında yaşanan bu süreçten muaf değil. AKP hükümetinin dış politikada giderek saldırganlaşmasının ; içeride ise her türlü muhalefet karşısında baskıcı yöntemlere başvurmasının arkasında, küresel ekonomideki kriz ve onun Türkiye’ye yansıması yatmaktadır.

Borç ekonomisi ve dış borçlanma üzerine kurulu Türkiye ekonomisinin, küresel krizin yaşandığı bir dönemde eski performansını sergilemesi mümkün değil. Tüm dünyada, özellikle de Avrupa’da krizin bedeli, kemer sıkma politikaları dolayımıyla işçi sınıfına ödettiriliyor. Hükümetler, şirketleri ve bankaları kurtarma operasyonlarıyla katladıkları bütçe açıklarını, işçilerin sosyal haklarını gasp ederek ve ücretleri düşürerek telafi etmeye çalışıyorlar. Bütün ülkelerin hükümetleri, her geçen gün yoksullaşan emekçi kesimler karşısında daha baskıcı bir yapıya bürünüyor; gerici dinci ve milliyetçi ideolojiler yeniden yükseltiliyor. AKP hükümeti de dünyanın dört bir yanında yaşanan bu süreçten muaf değil. AKP hükümetinin dış politikada giderek saldırganlaşmasının; içeride ise her türlü muhalefet karşısında baskıcı yöntemlere başvurmasının arkasında, küresel ekonomideki kriz ve onun Türkiye’ye yansıması yatmaktadır. Ekonomide kontrolü kaybeden AKP, bu yıl 25 milyar lira dolayında öngörülen bütçe açığını fazlasıyla aşacağını anlayınca, dolaylı vergi artışı ve zamlar yoluyla, elini bir kez

daha emekçilerin cebine attı. Benzin, elektrik, doğal gaz gibi temel tüketim maddelerine ardı ardına zamlar geldi. Son zamlarla birlikte, doğalgaza ve elektriğe bir yıl içinde üçüncü kez zam yapılmış oldu. Bir yıllık zam oranı, doğalgazda yüzde 49’a, elektrikte yüzde 31’e ulaşmış durumda. Eylül ayının son haftasında da akaryakıt fiyatlarına yüzde 10’un üzerinde zam gelirken; mazotun fiyatı yüzde 13,5, benzininki yüzde 12, kömürünki ise yüzde 9,5 arttı. Son olarak da BOTAŞ, kamu elektrik santrallerine verdiği doğalgaza yüzde 37 zam yaptı; bu zammın önümüzdeki aylarda elektrik fiyatlarına yansıması kaçınılmaz görünüyor.

Devrimci işçi alternatifi Küresel ekonomik krize burjuvazinin yanıtı tüm dünyada aynı oldu: Bir yandan kemer sıkma politikaları eliyle işçi sınıfına karşı kapsamlı bir ekonomik saldırı sürerken; diğer yandan, yükselen emekçi muhalefetini bastırmak ve daha kapsamlı altüst oluşlara hazırlanmak için devletlerin baskı aygıtlarını güçlendiren hükümetler hızla otoriterleşiyor. Krizin yaşandığı bütün ülkelerde, çok sayıda baskıcı yasa çıkartılırken, göçmen işçilere yönelik saldırılar artıyor ve milliyetçilik/ayrılıkçılık yükseltiliyor. Öte yandan, devasa bütçe açıklarına karşın, hükümetler milyarlarca doları bankalarla şirketlerin kurtarılmasına ve dizginsiz silahlanmaya harcamaktan vazgeçmiyor. Emperyalist devletler arasında krizle birlikte daha da keskinleşen rekabet, Ortadoğu’da, Doğu ve Güneydoğu Asya’da ve Afrika’da bölgesel savaşları kışkırtıyor. Küresel ölçekte sürdürülen bu kapsamlı uluslararası kapitalist saldırıya işçi sınıfının yanıtı da uluslararası olmak zorundadır. Marksistlerin, hızla artan yoksulluk, işsizlik, milliyetçilik ve savaşlar karşısındaki en önemli görevi, işçilere şu gerçekleri anlatmaktır: Krizin sebebi bizzat kapitalist sistem-

29


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Orta sınıfların siyasi temsilcisi ve doğaları gereği reformist olan bu akımlar, sendika bürokrasileri ile onların içinde çalıştıkları burjuva “sol” partileri hakkında liberal ya da ulusalcı zehirli hayaller yayıyor ve işçi sınıfının bağımsız devrimci uluslararası siyasi örgütlenmesinin önünü kesmeye çalışıyorlar.

30

dir ve burjuvazinin bütün kesimleri bu saldırıda kader birliği yapmaktadır. Yanlış bir şekilde “işçi örgütü” olarak adlandırılan sendikalar, işçi sınıfına yönelik bu saldırılarda bankaların ve şirketlerin emrinde çalışan gardiyan işlevini görmekte ve bütün ülkelerde işçilerin karşısına dikilmektedirler. İşçilerin hem uluslararası ölçekte hem de ulusal düzeyde gerçekleşen bu burjuva toplumsal karşı devrim dalgasına başarıyla karşı koyabilmesi için, sermayenin ve devletlerin emrinde çalışan bu örgütlerin prangasından kurtulması; yeni kitlesel devrimci öz örgütlenmelerini yaratması gerekiyor. İşçi sınıfının kendi mücadele örgütlerini yaratmasının önündeki başlıca engel, onu her durumda sermayenin sendikacı gardiyanlarına bağlamaya çalışan sahte sol kesimlerdir. Orta sınıfların siyasi temsilcisi ve doğaları gereği reformist olan bu akımlar, sendika bürokrasileri ile onların içinde çalıştıkları burjuva “sol” partileri hakkında liberal ya da ulusalcı zehirli hayaller yayıyor ve işçi sınıfının bağımsız devrimci uluslararası siyasi örgütlenmesinin önünü kesmeye çalışıyorlar. Bu akımlar, ABD’de, Obama’nın küresel şirketlerin çıkarları için emperyalist politikalarını sürdürmek üzere yeniden seçilmesini desteklediler; Avrupa’da, başta Yunanistanlı, İspanyalı, Portekizliler olmak üzere sermayenin saldırısına direnmeye çalışan işçilere karşı emperyalist Avrupa Birliği’nin kurumlarını savunuyorlar; Mısır’da işçi sınıfını ABD’nin taşeronluğuna soyunan Müslüman Kardeşler’e yedeklemeye çalıştılar. Onların Türkiye’deki uzantıları ya da benzerleri de, on yıllardır, yükselen her işçi hareketini, patlayan her işçi direnişini keskin “sol” sloganlar eşliğinde yenilgiye uğratılmak üzere, sendikaların denetiminde tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Küresel ekonomik krizin Avrupa’daki

yansıması da kendisini en çarpıcı şekilde, küresel bankalar ve şirketler için bir deneme alanı haline getirilen Yunanistan’da gösteriyor. Türkiye ekonomisinin de içine girmekte olduğu süreç, Avrupa’da yaşanmakta olanların çok da uzak olmadığını göstermektedir. Türkiye ekonomisinin Yunanistan’dakine benzer biçimde altüst olması, kendiliğinden bir şekilde hükümetin devrilmesini ve devrimci bir işçi alternatifinin doğmasını sağlamayacaktır. Sözünü ettiğimiz sahte sol kesimlerin rolü tam da böylesi bir dönemde ortaya çıkacak ve onlar işçi hareketini sendikalara ve “sol” burjuva partilere yedeklemeye çalışacaklardır. Tüm bunlara karşı işçi sınıfının gereksinim duyduğu şey, karşı karşıya olduğumuz bütün felaketlerin sorumlusu olan kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldırmayı ve onun yerine yalnızca insanların gereksinimlerini karşılamak üzere, dünya çapında demokratik planlama temelinde örgütlenmiş sosyalist bir toplumu hedefleyen devrimci ve enternasyonalist bir partidir. Böylesi bir parti altında işçi sınıfının seferber edilememesi, birçok ülkede olduğu gibi devrim koşullarının kaçırılması anlamına gelecek.

HHHH

dipnotlar: [1] Geçen ay yapılan Halk Bankası hisselerinin arzında 2,5 milyar dolarlık bir satış gerçekleşmiş ve bu satışta yabancılar yaklaşık %80 pay almıştır. [2] “İnşaat Balonu Ne zaman Patlar?”, Mustafa Sönmezmustafasonmez.net


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

büyükşehir yasası ve kentsel dönüşüm ozan özgür

leri TBMM İçiş da hararetli u’n n o Komisy olan ra sahne la a tartışm e ir Belediy Büyükşeh TBMM a ’d ım Kas Yasası 12 kabul rulu’nda Genel Ku asalaştı. edilerek y

T

BMM İçişleri Komisyonu’nda hararetli tartışmalara sahne olan Büyükşehir Belediye Yasası 12 Kasım’da TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı. Görüşmelerin başından itibaren CHP ve MHP milletvekillerinin önergeler vererek, yoklamalar isteyerek hatta kavga ederek engellemeye çalıştığı yasa, komisyon süreci de dahil, toplam 16 gün içinde Meclis’ten geçti. Böylece, içeriği düşünüldüğünde, Avrupa’da ya da normal bir burjuva demokrasisinde aylarca sürecek bir tartışma süreci sonunda çıkabilecek bir yasanın, Türkiye’nin “özgün” burjuva demokrasisinde böylesi kısa bir sürede yasalaşabildiğine tanık olduk. AKP iktidarının bu aceleciliğinde, kuşkusuz, hem ekonomideki sorunların hem de seçimler yaklaşırken oy oranlarında gözlenen düşüşün etkisi var. AKP’nin, daha önceki yıllarda, özellikle 1980’li yılların sonunda ANAP-Turgut Özal döneminde çok sayıda örneğini gördüğümüz “seçim bölgeleri ile oynama” taktiğine sarılması, onun artık düşüşe geçtiğini kabullendiğinin de göstergesi sayılabilir. Ancak yasanın çıkartılma amacının sadece seçim bölgeleri ile oynamak olmadığı çok açık.

Büyükşehir Yasası ne getiriyor? Yasanın ana amacı kırsal alanların büyükşehir sınırlarına katılması. Bu yolla, yapılacak seçimlerde kırsal alandan gelen oylarla iktidarın avantaj sağlaması ve il özel idarelerinin kapatılmasıyla kurulacak olan ‘Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi’ aracılığıyla büyükşehirlere müdahalesinin arttırılması amaçlanıyor. Bu ana fikir etrafında yapılan düzenlemeler ve değişikliklerle birlikte, 29 il özel idaresi, 1591 belde belediyesi (belediyelerin neredeyse yarısı) kapatılacak ve 16082 köy tüzel kişiliği kaldırılarak mahalleye dönüştürülecek. Küçük sermaye gruplarına karşı, büyük sermayenin yararına hizmet eden bu yasayla birlikte, kırsal alanlar ile taşranın imar yetkileri merkezde toplanacak ve büyük sermayenin rant pazarı genişletilecek. Büyükşehirlerin sınırlarının genişletilmesiyle büyükşehir vergisi toplanan nüfusta da devasa bir artış sağlanmış olacak. Büyükşehir Belediye Yasası’nı, daha önce çıkartılıp uygulamaya konan 2B, Yabancılara Mülk Satışı ve son dönemde gündemde olan Kentsel Dönüşüm projeleri ile birlikte değerlendirmek gerekiyor. Hemen belirtelim ki, acele hazırlanıp hızla kanunlaştırılarak arka arkaya uygulamaya konulan bu yasalar, AKP iktidarının giderek derinleşen küresel kriz, Türkiye ekonomisinin sıcak paraya olan ihtiyacı, ülke dışından spekülatif amaçlı gelen sıcak paranın sabit yatırıma dönüşmemesi gibi nedenlerden dolayı ne denli zor durumda olduğunu göstermektedir.

31


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k 2B Yasası

Yabancılara mülk satışının yasalaşması, konut arzının arttığı ancak iç talebin azaldığı bir ortamda inşaat sektöründe ve emlak piyasasında yaşanacak olası iflasları erteledi. Bununla birlikte, Fİ Yapı, KC Grup gibi, bir dönem yazılı ve görsel basına sürekli reklam veren firmalar iflaslarını açıklayarak, battıklarını ilan ettiler.

Resmi tanımı ''31 Aralık 1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tamamen kaybetmiş yerlerden, tarla, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, fındıklık, fıstıklık gibi çeşitli tarım alanları veya otlak, kışlak, yaylak gibi hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler ile şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim alanlarının Hazine adına orman dışına çıkarılması uygulaması'' olan 2B arazileri konusunda AKP iktidarı son noktayı koydu. Burjuva basın ise yaklaşık 500.000 hektarlık orman alanının yok edilmesi ve işgal edilip parsellenerek satılması konusunda neredeyse tartışma bile yapmadan, konuyu sadece ekonomik alanla sınırladı. Ekonomiye kaynak yaratılması için satışa çıkartılan ve yasal olarak orman alanı olduğu halde işgal edilip üzerine binalar yapıldığı için “orman vasfını yitirmiş” sayılan 2B arazilerinin satışından, 2013 bütçesine 4,8 milyar TL kondu. Bu rakamın, başvuru sayısına göre 10 milyar TL’yi aşması bekleniyor. Temel olarak bakıldığında özellikle büyükşehirlerde AKP’nin oy depoları olarak görülen yerlerde (örneğin İstanbul-Sultanbeyli) 2B alanlarının yoğunluğu göze çarpıyor. Dolayısıyla AKP iktidarı bu uygulama ile hem ekonomiye para girişi sağlarken, hem de kendi seçmenlerinin çok önemli bir talebini karşılamış oluyor. Ama yasanın asıl amacı, hükümetin kendi projeleri için kaynak yaratırken aynı zamanda devasa orman arazilerini az sayıdaki büyük sermaye grubuna peşkeş çekmesidir.

Yabancıya mülk satışı Yabancılara mülk satışının yasalaşması, konut arzının arttığı ancak iç talebin azaldığı bir ortamda inşaat sektöründe ve emlak piyasasında yaşanacak olası iflasları erteledi. Bununla birlikte, Fİ Yapı, KC Grup gibi,

32

bir dönem yazılı ve görsel basına sürekli reklam veren firmalar iflaslarını açıklayarak, battıklarını ilan ettiler. Bu iflas furyasının özellikle “mahalle arası müteahhitler” düzeyinde hala sürdüğü biliniyor. Daralan iç piyasada, 2002-2010 arasında 85 bin 676 yabancı uyruklu kişi ev ya da arsa sahibi olurken, son beş yılda 14,4 milyar dolarlık gayrimenkul satın alındı. Yabancılara mülk satışının önünü açan Mütekabiliyet Yasası ile gelecek yıl 5 milyar dolar, uzun vadede ise 10 milyar dolar ek yabancı yatırımı öngörülüyor. Özellikle Arap ve Körfez ülkelerinden gelen konut alımı talebi, bu alanda atıl olan ve satışı durma noktasına gelen inşaat projelerinin bu alıcılara pazarlanmasını gündeme getirdi. Ancak dar kafalı ulusalcılarımızın “memleketi satıyorlar”, “İsrail’liler GAP bölgesini parça parça alıyormuş” gibi söylemleriyle biraz komedi unsuru eklenen bu satışlar, Türkiye ekonomisinin açığını, yeni yasa sayesinde yapılacak “yamalar”la da kapatamıyor. Bu süreçte, bankalar konut kredisi pazarlamalarına hız verirken, “kazanılmamış bir paranın uzun vadeli borçlanmaya ayrılması”, konut kredisi kullanan ve bu yolla ev sahibi olma hayali kuranların kâbusu olmaya devam ediyor. Türkiye’de kısa vadeli çözümlerle sürekli ertelenen ekonomik krizin patlaması durumunda yaşanacak toplu işten çıkartmalar sonucunda bu kredilerin ödenemeyeceğini ve bize özgü bir “mortgage krizi” yaşanması olasılığının çok yüksek olduğunu belirtmek gerekiyor. Geçmişte, üretim sanayisine yapılan yatırımlar nedeniyle gelişen banka-sanayi bütünleşmesi, bugün (özellikle AKP döneminde) üretim sanayisinin aksine inşaata yönelen burjuvazi nedeniyle banka-inşaat biçiminde bir bütünleşmeye dönüşmüş durumda. Bu yüzden in-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Türkiye ekonomisinin motor sektörlerinden olan inşaat sektörünün “büyümesi” ve yeni rant alanlarının yaratılması için, son dönemde, “kentsel dönüşüm” adı altında şehir merkezlerinin işçilerden, emekçilerden, dar gelirlilerden temizlenmesi projesi yaşama geçiriliyor.

şaatın çöküşü bankaları da derin bir şekilde tehdit etmektedir. İnşaat sektörünün büyüme oranında yaşanan düşüş, azalan taleple de birlikte krizin yaklaşmakta olduğunu gösteriyor. Hükümet, Türkiye ekonomisinin ve burjuvazisinin can damarlarından biri haline gelmiş olan inşaat sektörünü canlandırmak ve olası krizini aşmak için kentsel dönüşüme sarılmıştır.

“Rantsal dönüşüm” Türkiye ekonomisinin motor sektörlerinden olan inşaat sektörünün “büyümesi” ve yeni rant alanlarının yaratılması için, son dönemde, “kentsel dönüşüm” adı altında şehir merkezlerinin işçilerden, emekçilerden, dar gelirlilerden temizlenmesi projesi yaşama geçiriliyor. Bu bölgelerdeki evler yıkılarak yerlerine rezidans konutlar, ofisler ve AVM inşaatları yapılıyor. 1950’li yıllardan sonra kentlerde özellikle de İstanbul’da- başlayan gecekondulaşma, daha çok fabrikaların yakın çevrelerinde işçilerin barınma ihtiyacından kaynaklanıyor; iktidarpatronlar ve belediyeler de bu duruma karşı çıkmak şöyle dursun, onu destekliyordu. İstanbul’da, özellikle “Ankara Asfaltı” denilen ve şimdi Üsküdar Harem’den Gebze-İzmit’e kadar uzanan E5 hattında bulunan irili ufaklı yüzlerce fabrikanın etrafında yeni yerleşim alanları oluşmaya başlamıştı. Bu dönemde “şehirliler” için aynı bölgede en cazip yerleşim yerleri ise Kadıköy’den başlayan ve Bostancı’ya uzanan sahil ve tren yolunun yakın çevresiydi. Ayrıca, zamanla, İstanbul Boğazı kıyılarında kurulmuş olan o dönemin büyük fabrikalarının etrafında da (Beykoz Deri Kundura, Paşabahçe Cam, Paşabahçe Tekel, İstinye Tersanesi, Kavel vd.) işçi mahalleleri oluşmuştu. Haliç kıyıları, Kazlıçeşme ve Topkapı da İstanbul’un, gecekondularla dolu, başlıca sanayi bölgeleriydi.

İstanbul’un nüfusu, 1950’lerde başlayan ama asıl olarak 1970’li ve 1980’li yıllardan sonra hızlanan kırdan kente göç yoluyla büyük ölçüde arttı. 2000’li yıllara gelindiğinde, artık bir “megaköy” haline gelen İstanbul, Türkiye ekonomisinin küresel ekonomiye eklemlenmesiyle birlikte, daha farklı bir değişim sürecine girdi. Özelleştirmeler sonucunda ve “zarar ettiği” gerekçesiyle kamu sektöründeki büyük fabrika ve tersanelerin kapatılması, Haliç çevresindeki sanayi bölgesinin ortadan kaldırılması ve şehir dışında organize sanayi bölgelerinin oluşturulması rant peşinde koşan sermaye gruplarının, gözlerini artık şehir merkezi sayılan yerlerdeki işçi mahallelerine çevirmesine neden oldu. Burjuvazinin gözünde işçi sınıfına bırakılamayacak kadar değerli olan bu bölgelerde, tersine göçü hızlandıracak faktörler devreye sokuldu. Kapatılan fabrika ve atölyeler nedeniyle iş ile ev arasındaki mesafeler açılmaya, İstanbul’un bir ucunda oturup diğer ucunda çalışmak olağan hale gelmeye başladı. Konut kiralarının artması, ücretlerin düşmesi, ek ödemelerin ortadan kalkması, ulaşımın pahalılaşması vb. sonucunda, işçiler, artık yaşayamaz hale geldikleri kent merkezlerinden uzaklaşmaya başladılar. Her şeye rağmen merkezde yaşamaya devam edenlerin gönderilmesi için de “deprem tehlikesi” imdada yetişti ve “kentsel dönüşüm” projeleri hayata geçirilmeye başlandı. Bu “tezgâh” için çıkartılan yasa, sözkonusu toplu sürgünün meşru zeminini oluşturdu. “Kentsel dönüşüm” projesi adı altında, Sulukule’de yaşayan Romanlar neredeyse İstanbul’un dışına, Kayabaşı’na gönderilirken onların evleri lüks villalara dönüştürüldü ve burjuvalara satıldı. Aynı yolla, Tarlabaşı’ndaki tarihi evler boşaltıldı. Benzer örnekler Balat, Fener, Kuştepe, Fikirtepe gibi geleneksel işçi

33


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k semtlerinde hala yaşanıyor. TOKİ ve onların müteahhitleri ise bu bölgelerde yaşayanlara arsaları karşılığında rezidans dairelerden ev teklif ettiklerinden söz ediyorlar ama bu alışveriş sonrasında onlardan fark olarak ne kadar para istediklerini ve onları kaç yıllığına borçlandırdıklarını anlatmıyorlar. Zaten, işçilerin büyük çoğunluğu, eski mahallelerinde oluşturulan orta sınıflara özgü yeni yaşam biçimine uyum sağlayamayacağını bildiğinden, para karşılığında kent merkezlerini terk ederek çevredeki semtlere gidiyor.

“Deprem önlemleri” ve gerçek çözüm Yaşanan pratik, bize, demokratik ve bilimsel bir planlamayla hem kentin deprem karşısında yıkılmasını önleyecek hem de onu her anlamda sağlıklı yaşanılabilir bir alan haline getirecek dönüşümün, yalnızca rant ve kâr kaygısının olmadığı sosyalist bir düzende gerçekleşebileceğini gösteriyor.

34

Türkiye genelindeki kabaca 19,5 milyon yapının yüzde 55′i birinci derece deprem bölgesinde bulunuyor. Anadolu’daki şehir merkezlerinin neredeyse tamamı fay hatları üzerine kurulmuş durumda. Bu binaların yüzde 65′inden fazlası da ya kaçak ya da ruhsatsız olarak inşa edilmiş. Ayrıca sanayi kuruluşlarının yüzde 98′i, barajların yüzde 95′i de deprem bölgelerinde. İstanbul ise bilim insanlarının ‘her an olabilir’ dediği yıkıcı bir deprem tehlikesi ile karşı karşıya. Kentteki 1 milyon 600 bin binanın en az yüzde 70’inin imara aykırı şekilde, plan ve projesi olmadan, denetimsiz yapıldığı biliniyor. Tüm bu koşullar atında deprem senaryoları yapılıyor ve binlerce binanın yıkılacağından, çok sayıda insanın öleceğinden söz ediliyor. 1999 Marmara depreminin ardından geçen 13 yılda, burjuva iktidarlar laf üretmekten başka bir iş yapmadılar; zaten yapamazlardı. Onlar, ellerinin altında TOKİ gibi konut üretimi konusunda hazır bir kuruluş olmasına rağmen, bu kurumu kapitalist kâr ve rant amacıyla kullandılar. Gerçek bir kent-

sel dönüşüm planlamak yerine, TOKİ-Emlak Konut işbirliğiyle özellikle İstanbul’da lüks konutların üretimine hız verdiler. Burjuva iktidarların beklenen deprem konusunda aldıkları en somut önlem, yüz binlerce ceset torbası almak ve kamu binalarını depreme karşı güçlendirme çalışmalarına başlamak oldu. Tüm bunlar yapılırken, hiç kimse, “halk olası bir depremde enkaz altında kalacağına göre o kamu binaları ne işe yarayacak?” diye sormadı. Oysa 13 yılda yüz binlerce sosyal konut üretip ulaşımı ve altyapısı ile planlı bir İstanbul yeniden inşa edilebilirdi. Ancak iktidarın emrindeki TOKİ, bunun yerine, Ağaoğlu ve Varyap gibi ahbap şirketlerle anlaşıp “arsa satışı karşılığı kâr ortaklığı” yöntemiyle, Ataşehir gibi büyük çoğunluğu lüks konutlardan oluşan yeni ilçeler yaratmayı ve kasasını doldurmayı tercih etti. Kapitalizm altında başka türlü olması da beklenemezdi. Yaşanan pratik, bize, demokratik ve bilimsel bir planlamayla hem kentin deprem karşısında yıkılmasını önleyecek hem de onu her anlamda sağlıklı yaşanılabilir bir alan haline getirecek dönüşümün, yalnızca rant ve kâr kaygısının olmadığı sosyalist bir düzende gerçekleşebileceğini gösteriyor. Merkezine insanın yerine parayı ve kârı koyan kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe, sellerden, depremlerden, açlıktan ve hastalıklardan gerçekleşen bütün ölümlerin arka planında her zaman para, rant ve çıkarda cisimleşen kapitalist ilişkiler olacaktır. İnsanlığın ortak geleceğini maddi kaygılar taşımadan inşa etmenin; onu doğal afetlerden korumak için tüm önlemleri almanın tek yolu sosyalist bir toplum yaratmaktır.

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

oyak-renault’daki işgal ve sendikaların çürümüşlüğü servet kazancı tüm ecinde r ü s İS 2010 T rın ala sendik i satış leştirdiğ k e ç r e g eleriyle er, sözleşm uş olan işçil lm u r ir durdu recin b i bir sü masına benzer an ha yaş kez da ok fabrikada irç karşı b lik yarattılar. tli e k hare

2012

-2014 MESS Grup toplu iş sözleşmeleri (TİS) sürecinin başlamasıyla birlikte metal işçileri arasındaki hoşnutsuzluk da kendisini dışa vurdu. 2010 TİS sürecinde tüm sendikaların gerçekleştirdiği satış sözleşmeleriyle durdurulmuş olan işçiler, benzeri bir sürecin bir kez daha yaşanmasına karşı birçok fabrikada hareketlilik yarattılar. Bunlardan kitlesel bir harekete dönüşerek kendisini dışa vuran ilk eylem Eskişehir’deki Arçelik işçilerinin 10 km’lik yürüyüşüydü. Bunu 12 Kasım’da Bursa’daki Oyak-Renault fabrikasının, 16.00-24.00 vardiyasında çalışan işçiler tarafından işgal edilmesi izledi. Metal işçilerinin patlayan ama kısa sürede şimdilik dindirilen öfkesinin ardında ne yatıyor? İşçiler, bütün dünyadaki sınıf kardeşlerinin uğradığı saldırının bir benzerini yaşamaktadırlar. Küresel ekonomik kriz karşısında patronlar, büyük ölçekli fabrikalarda işçi sayısını azaltmaya ve daha az sayıda işçiye aynı -hatta daha fazla- işi yaptırmaya yöneldiler. 6000 işçinin çalıştığı Renault’da da işçiler düşük ücretle ve üretimi artırma baskısı altında çalışıyorlar. Bu durum, 2010’daki satış sözleşmesinin bir benzerinin kabul edilmemesi gerektiği bilincini ve Türk Metal’in bu yöndeki girişimine karşı bir öfke patlaması doğurdu. 12 Kasım günü, 16.00-24.00 vardiyasındaki 1.500 civarında işçinin Türk Metal’in TİS taslağıyla ilgili konuşma talebinin sendikacılar tarafından reddedilmesi, zaten patlamaya hazır öfke için bir kıvılcım oldu. Montaj bölümünde başlayan iş bırakma eylemi hızla tüm bölümlere yayıldı ve işçiler “sendika istifa” ve “sendika dışarı” sloganlarıyla harekete geçtiler. Türk-Metal sendikasının harekete geçirdiği çeteler, fabrika içerisindeki eyleme destek vermek için gelen Bosch işçilerine dizginsizce saldırdı ve üç işçiyi ağır yaraladı. Bu saldırı fabrikadaki işgalin sürdürülmesini ve daha da önemlisi diğer fabrikalara yayılmasını önlemeye yönelik açık bir tehditti. Renault yönetimi de işçilerin birleşmesini önlemek amacıyla 24.0008.00 vardiyasını iptal ederek işçileri fabrikaya gelmemeleri konusunda uyardı. 24.00’da vardiyaları sona eren işçiler mücadelelerini sürdürmek istiyorlardı ama patronların, polisin ve sendikacıların yoğun baskısı sonucunda servislere binerek evlerine gitmeye ikna edildiler. Bu, Renault’daki mücadelenin şimdilik yenilgiye uğratıldığı anlamına geliyordu. Ardından, patronun karşı saldırısı başladı: 60 civarında işçi hiçbir açıklama yapılmadan işten atıldı. Atılan işçilerin Türk Metal’e muhalif işçiler olduğu ve sendikanın patrona verdiği listede bulundukları ifade ediliyor. Renault işçileri, Türk Metal’in TİS taslağının geri çekmesini talep ediyor ve sendikadan istifa etmek istiyorlardı.

35


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k 2010 süreci ve satış sözleşmeleri TİS sürecinde Birleşik Metal-İş’in

Bugün, yine 2010 sürecinde olduğu gibi metal sürecini izleyen ve değerlendirmelerde bulunan solun neredeyse tamamı, meseleyi Türk Metal ile Birleşik Metal-İş ikilemi içine hapsediyor, işçilerin yalnızca “Türk Metal’e karşı ayağa kalktığını” söylüyor ve onların Birleşik Metal’de örgütlenmeleri gerektiğini savunuyor.

Türk-Metal’i protesto eden Renault işçileri

36

Renault’da kısa sürede bastırılan patlama, Türkiye işçi sınıfı hareketindeki durgunluğa son verebilecek bir kıvılcımı içinde taşımaktadır. Fakat metal işçilerinin eyleminin yarattığı heyecan gerçek durumu olduğu gibi değerlendirme ve gerekli dersleri çıkarmayı engellememeli. Bugün, yine 2010 sürecinde olduğu gibi metal sürecini izleyen ve değerlendirmelerde bulunan solun neredeyse tamamı, meseleyi Türk Metal ile Birleşik Metal-İş ikilemi içine hapsediyor, işçilerin yalnızca “Türk Metal’e karşı ayağa kalktığını” söylüyor ve onların Birleşik Metal’de örgütlenmeleri gerektiğini savunuyor. Bu sendikalist yaklaşımın arkasında, Türk Metal’in faşist yönetimi ile Birleşik Metal-İş’in sözde “solcu” yönetimi arasında yapılan bir tercih yatmaktadır. Sendikalizmin destekçisi sahte solculara göre, Birleşik Metal işçilere çok daha iyi bir sözleşme sunmaktadır. Aynı zamanda o 2010 TİS sürecinde “zafer” kazanmıştır! Gerçekte ise, Türk Metal ile Birleşik Metal-İş bürokrasileri arasında, ideolojik farklılık dışında, işçi sınıfını dizginleme ve yenilgiye uğratma perspektifinde hiçbir farklılık bulunmamaktadır. Bu açık gerçeği, 2010

“grev” söyleminin arkasına gizlenen satışını ele alan yazılarımızda ifade etmiştik. İşçilerin kabaran öfkesini ve mücadele azmini o süreçte sendikacılığa yedekleyen “sol” da, “tarih yazıldığı” ve “büyük bir zafer elde edildiği” hayalini yayarak, işçilere açıkça ihanet etmişti. 2010 toplu sözleşmelerinin imzalanmasının ardından yaptığımız genel değerlendirmede şunları yazmıştık: “Gelişmeleri yakından takip eden Marksist devrimciler ile bu sonucu “zafer” ve “Türk-Metal’e atılmış bir tokat” olarak değerlendiren çeşitli sol çevreler arasında uzlaşmaz bir karşıtlık olduğunu tespit etmek gerekiyor. Bazı sol çevreler, Birleşik Metal-İş üyesi işçilerin Türk Metal üyesi işçilere kıyasla “çok daha yüksek bir ücret zammı” elde ettiği gibi hayali bir durumdan hareketle, bütünüyle sendikalist-ekonomist bir yaklaşım sergilerken, şimdiye kadar gelişmeleri titizlikle analiz eden Marksist devrimciler, Birleşik Metal-İş’in Türk Metal’den öz ve biçim olarak hiç de farklı olmayan bir sözleşmeye imza attığı tespitini yapmaktadır.” [1] Bu yalın gerçek karşısında gözlerini tamamen kapatan “sol”, işçilerin, Türk Metal’in “kötü” gardiyanlığından Birleşik Metal’in “güleryüzlü” gardiyanlığına geçiş (Bosch işçileri) örneklerini göklere çıkarttı. Oysa 2010-2012 dönemi TİS’lerinde Türk Metal ve Birleşik Metal-İş aynı sözleşmelere imza atmıştı: “2010-2012 dönemi MESS-Birleşik Metal-İş Grup Toplu İş Sözleşmesi’ne göre; işçilerin saat ücretlerine ilk altı ay için işyeri ortalamasının %5,35’i oranındaki miktarda maktu ücret zammı; ikinci altı ay için işyeri ortalamasına 1.9.2010-28.2.2011 tarihleri arasındaki TÜİK TÜFE artış oranı miktarında maktu ücret zammı; üçüncü ve dördüncü altı ay için ise TÜİK TÜFE artış oranında zam yapılması karar-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Birleşik Metal-İş de aynı Türk Metal gibi, sözleşmeleri, işçilere hiçbir şekilde danışmadan hazırlamakta, imzalanan TİS metinleri bile işçilere verilmemektedir. 2010’daki metal “grevi” sürecinde, Birleşik Metal-İş bürokratlarının toplu olarak değil ama tek tek patronlarla kapalı kapılar arkasında anlaştığı bir gerçektir.

laştırıldı. Ayrıca sosyal haklarda %10 ve %15 arasında, sözleşmenin ikinci yılında ise TÜİK TÜFE oranında artış yapılmasında mutabakata varıldı.” [2] Türk Metal’in sözleşmesi: “İmzalanan Toplu İş Sözleşmesi ile; işçilerin saat ücretlerine ilk altı ay için işyeri ortalamasının %5,35’i oranındaki miktarda maktu ücret zammı; ikinci altı ay için işyeri ortalamasının 1.9.201028.2.2011 tarihleri arasındaki TÜİK TÜFE artış oranı miktarında maktu ücret zammı; üçüncü ve dördüncü altı ay için ise TÜİK TÜFE artış oranında zam yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca sosyal haklarda %10 ve %15 arasında, sözleşmenin ikinci yılında ise TÜİK TÜFE oranında artış yapılması kararlaştırıldı.” [3] Kelimesi kelimesine aynı olan bu sözleşmeler nedeniyle Birleşik Metal-İş’i göklere çıkaran ve bugün de bunu sürdüren “sol”un, işçilere, iki sendika arasındaki farkı ve nasıl bir “zafer” elde edilmiş olduğunu açıklamaları gerekmektedir. Peki, bugün değişen bir şey var mı? Birleşik Metal-İş yetkilileri, kendi TİS taslaklarını “işçilerle birlikte” hazırladıklarını ileri sürüyorlar. Bu, gerçekte yaşananlar hakkında hiçbir şey bilmeyenleri ve “sol” sendika bürokrasilerine ilişkin yanılsamalara sahip olanları ikna edebilir. Ama gerçekte, Birleşik Metal-İş de aynı Türk Metal gibi, sözleşmeleri, işçilere hiçbir şekilde danışmadan hazırlamakta, imzalanan TİS metinleri bile işçilere verilmemektedir. 2010’daki metal “grevi” sürecinde, Birleşik Metal-İş bürokratlarının toplu olarak değil ama tek tek patronlarla kapalı kapılar arkasında anlaştığı bir gerçektir. Bugün, Türk Metal’in satış sözleşmesinde ilk altı ay için yüzde 18 zam istenirken, Birleşik Metal-İş’in “sol” sözleşmesinde yüzde 19 zam isteniyor. Sonraki altı aylık dönemler içinse yüzde 5! [4] İşçiler, her iki sendikanın da daha baştan satış sözleşmeleriyle

girdikleri TİS sürecinde, ilk dönem için yüzde 18-19’luk talebin patronlarla yapılacak gizli görüşmelerle yüzde 5-7 aralığına çekileceğini biliyorlar. 2010’daki yüzde 5,35 oranı bir ilerlemenin değil ama gerilemenin ifadesi olmuştu. Aynı şekilde, metal işçilerinin militan mücadelesinin sendikalar tarafından engellendiği bu süreçte de, önemli hak gasplarıyla sonuçlanacak bir sözleşme ortaya çıkacaktır. Metal işçileri bir kez daha sermayenin gardiyanlığını başarıyla üstlenen sağ ve “sol” sendika bürokratlarının ve onların “solcu” koltuk değneklerinin kıskacı altındadır.

“Uluslararası destek” Oyak-Renault işçilerinin mücadelesi aynı zamanda sendikaların uluslararası rolünün de altını çizmektedir. Renault’daki saldırılar ve işten atmalar sonrasında Fransa Genel İşçiler Konfederasyonu (CGT) ve Güney Kore Metal İşçileri Konfederasyonu (KMWU) Renault Genel Merkezi’ne mektup göndererek “dayanışma” gösterisinde bulundular. Yapılanların “Renault Temel Haklar Şartı”na ve ILO sözleşmesine aykırı olduğunu dile getiren konfederasyonların bu baştan son göstermelik ve burjuva hukukuyla sınırlı adımı, sendikalist sol tarafından “uluslararası destek” başlıklarıyla övüldü. Burada ayrıntılı bir şekilde girmek mümkün olmasa da, özellikle CGT’nin Fransa işçi sınıfının mücadelelerinin bastırılmasında tarihsel bir rolü olduğunu ve bugün de bu rolü başarıyla yerine getirdiğini vurgulamak gerekiyor. CGT, sermayenin Avrupa’daki otomobil-metal sektöründeki işçilere yönelik saldırısına destek olmada önemli bir rol üstlenmiştir. ABD’deki otomobil işçilerine yönelik kapsamlı sosyal saldırıda Obama’ya açık destek veren Birleşik Otomobil İşçileri sendikası başkanı, şimdi Avrupa’da. Onun görevi, küresel otomotiv

37


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Eğer Renault işçileri, 12 Kasım’da kendiliğinden patlayan fabrika işgali öncesinde, devrimci bir mücadele programına ve bunun üzerinde yükselen taban komitelerine sahip olsalardı, hem Renault’daki süreci ilerletebilir hem de diğer fabrikalarda onları izleyen sınıf kardeşleri ile birlikte örnek bir mücadele hattı oluşturabilirlerdi.

38

devlerinin Avrupa işçi sınıfına yönelik saldırısını desteklemede IG Metall ile CGT’deki ortaklarına yardımcı olmaktır. Türkiye’deki sendika bürokrasilerinin Avrupalı abileri, onların idolleridir. Avrupalı sendikacılar, şirket yönetim kurullarında yer almakta ve aylık yüz bin avroyu aşkın gelirler elde etmektedirler. Bu, onlara sermayeye hizmetleri karşısında verilen bir ödüldür: “Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca, Avrupa otomobil sanayiinde, altında sendikaların imzasının olmadığı tek bir ücret kesintisi, işten çıkartma ya da fabrika kapatması gerçekleşmemiştir. İşçiler direnmeye çabaladıklarında tehditle karşılaşmakta ya da işten çıkarılacak ilk kişiler olmaktadır.” [5]

Avrupa çapında bir mücadele Renault işçilerinin fabrika işgali, Türkiye işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu açıkça yansıtıyor. Renault işçileri, diğer sınıf kardeşleri gibi, sermayenin saldırılarına ve sendikaların kıskacına karşı mücadele etmeye hazırdırlar. İşçilerin öfke patlamasının kısa sürede dizginlenmesi, onların ikna edilmelerinden değil; mücadele perspektiflerinin ve örgütlülüklerinin sınırlılığından kaynaklanmaktadır. İşçiler, şimdilik, Türk Metal egemenliğine karşı sendikadan istifa etmek ve belki de Birleşik Metal-İş’e geçmek düşüncesiyle hareket etmektedir. Sendikacıların ve küçük burjuva solun da yoğun çabasıyla, sendikalar arasında niteliksel bir farklılık olduğu izlenimi yayılmaktadır. Geleneksel (sosyal demokrat ve Stalinist) önderliklerin onlarca yıllık çarpıtmalarının ve Marksist hareketin mevcut sınırlılıklarının da etkisiyle, tarihsel ve uluslararası deneyimlerden habersiz olan işçiler, mücadele içinde öğrenmek durumunda. Renault deneyimi, işçiler ayağa kalktıklarında patronun, sendikaların ve devletin nasıl telaşa kapıldığını ve onları durdurmak için elinden geleni ardına

koymadığını göstermiştir. Bu eylem, aynı zamanda, işçilerin en basit talepler uğruna giriştikleri mücadelelerin bile, tabanda oluşturacakları kendi eylem komiteleri aracılığıyla örgütlenmedikleri takdirde, patron-sendika-devlet ortaklığı karşısında, kaçınılmaz biçimde yenilgiye uğrayacağını, bir kez daha gözler önüne sermiştir. Eğer Renault işçileri, 12 Kasım’da kendiliğinden patlayan fabrika işgali öncesinde, devrimci bir mücadele programına ve bunun üzerinde yükselen taban komitelerine sahip olsalardı, hem Renault’daki süreci ilerletebilir hem de diğer fabrikalarda onları izleyen sınıf kardeşleri ile birlikte örnek bir mücadele hattı oluşturabilirlerdi. İşçi sınıfını devrimci bir özne olarak gören böylesi bir perspektifi Birleşik Metal-İş’in ya da sendikalist solun gerçekleştiremeyeceği açık bir gerçektir. Onlar yalnızca, işçilerin ileriye doğru attığı her adımda onları durdurmaya ve onların mücadele azmini kırmaya çalışıyorlar. Sermayenin topyekûn saldırısına karşı, sendikalı ve sendikasız işçilerin birleşik bir mücadele cephesinin yaratılması gerekiyor ve bu, kaçınılmaz biçimde, sendikacılığın işçi sınıfını boğan ulusal ve siyasal sınırlarının aşılmasını dayatmaktadır. Bugün yüz binlerce Avrupalı otomobil işçisinin karşı karşıya olduğu saldırı, Türkiye’de yaşanacakların da bir ön habercisidir. Sermaye sınıfının uluslararası saldırısı yalnızca enternasyonalist-sosyalist bir mücadelenin örgütlenmesiyle püskürtülebilir. İşçi sınıfının bu perspektif ile Avrupa çapında eylem komitelerini örgütlemesini ve her bir fabrikadaki saldırının tüm işçilere yönelik olduğunun bilinciyle mücadele etmesini sağlamak, yalnızca sosyalist bir perspektifle mümkündür. Sermayenin giderek yoğunlaşan saldırılarına başarıyla karşı koyabilmek


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Metal işçileri, kendilerini diğer fabrikalardaki ve sektörlerdeki işçilerden yalıtarak sermayenin saldırılarına karşı savunmasız bırakan sendikaları aşmak ve tüm sınıf kardeşleriyle birleşmek üzere harekete geçmeli; tüm işçileri sermayeye karşı birleştirecek yeni bir devrimci işçi sınıfı partisinin yaratılması mücadelesine katılmalıdırlar.

için, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin ve onun Britanya ile Almanya’daki şubelerinin ortaya koyduğu bu perspektifin, Türkiye’de de hayata geçirilmesi gerekiyor. Metal işçileri, kendilerini diğer fabrikalardaki ve sektörlerdeki işçilerden yalıtarak sermayenin saldırılarına karşı savunmasız bırakan sendikaları aşmak ve tüm sınıf kardeşleriyle birleşmek üzere harekete geçmeli; tüm işçileri sermayeye karşı birleştirecek yeni bir devrimci işçi sınıfı partisinin yaratılması mücadelesine katılmalıdırlar.

HHHH

Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL

dipnotlar: [1] Metal “grevi” üzerine bir değerlendirme; Yayın Kurulu, 28 Nisan 2011: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/tu rkiye-2/metal-grevi-uzerine-bir-degerlendirme [2] MESS’in açıklaması; 2011: http://www.mess.org.tr/ti.asp?eid=4 475&icid=0 [3] MESS’in açıklaması; 2010: http://www.mess.org.tr/ti.asp?eid=4 325&icid=0 [4] Birleşik Metal-İş 2012 TİS taslağı açıklaması: http://birlesikmetal.org/tis/yazi-linkleri/gebze%20basin.pdf [5] Otomobil sektöründeki işleri savunmak adına Avrupa çapında bir mücadele için; SEP (Almanya ve Britanya), 19 Kasım 2012: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/p erspektif/otomobil-sektorundeki-isleri-savunmak-adina-avrupa-capinda-bir-mucadele-icin

H

Bu kitapları e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.

info@toplumsalesitlik.org

Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL

39


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

internette artan devlet denetimi

H

indistan’da politikacı Bal Thackeray'ın ölümünden sonra Mumbai’de yaşamın durma noktasına gelmesini internette eleştiren bir kadın ve onun yazdıklarını beğenen bir Özellikle son yıllarda başka kadın “dini duyguları internet üzerinden rencide ettikleri” gerekçeörgütlenen eylemlerin siyle tutuklandı. Mahkemeye artması, egemenlerin bu çıkarılan kadınlar kefaletle konudaki duyarlılıklarını serbest bırakıldılar. Fakat arttırmış ve onları internet olay tüm dünyada geniş ortamını daha fazla yankı buldu. Birçok ülkedeki denetim altına alma basın kuruluşu kadınların yoluna itmiştir. “basit” bir mesaj yüzünden tutuklanmalarını eleştirirken, kendi hükümetlerinin yapmış oldukları benzeri uygulamalar konusunda son derece ikiyüzlü şekilde davranmaya devam ediyorlar. Hindistan’da yaşanan olay, ertesi gün onlarca burjuva gazetesinin sayfalarını ve internet sitelerini süslerken, Türkiye’deki medya, bu ülkede yaşanan benzeri olaylar karşısında üç maymun rolünü oynamayı sürdürüyor. Henüz birkaç gün önce Antalya’da aileleriyle pikniğe giden ve bu piknikte rakı içerken çektikleri fotoğrafları facebook üzerinden paylaşan öğretmenlere soruşturma açıldı. Zonguldak’ta ise Başbakan ve hükümet aleyhine basında yer alan haber ve karikatürleri paylaşan PTT çalışanı İbrahim Damatoğlu hak-

40

kında açılan idari soruşturmanın ardından “maaş kesintisi” ve “kademe ilerlememe” cezalarına çarptırıldı. Damatoğlu, buna ek olarak, “kamu görevlisine hakaret” suçundan altı bin seksen lira para cezasına çarptırıldı. Yukarıda saydığımız örneklerin dışında, Türkiye de dahil birçok ülkede, devletler, kullandıkları filtreler ve özellikle sosyal paylaşım siteleri ile yapmış oldukları anlaşmalar yoluyla, insanların sosyal medya üzerinden bir araya gelerek yapmaya çalıştıkları protestoları engelliyorlar. Güçlü kitle hareketleri ile karşılaşan ve onlarla mücadele etmekte zorlanan birçok devlet de, ülkedeki internet altyapısını durdurabilmektedir. İnternette ve sosyal medyada uygulanan bu baskılar, hükümetlerin günlük hayatta sokaklarda kitlelere uyguladıkları baskı ve kısıtlamalardan ayrı olarak ele alınamaz. Her bir ülkenin egemen sınıfı, artan küresel hoşnutsuzluk karşısında giderek daha fazla baskı önlemine başvurmaktadır. Özellikle son yıllarda internet üzerinden örgütlenen eylemlerin artması, egemenlerin bu konudaki duyarlılıklarını arttırmış ve onları internet ortamını daha fazla denetim altına alma yoluna itmiştir.

HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

yeni yök yasa tasarısı üzerine orhan cemil k bir tasla nmış Henüz la ın de y ay biçimin ÖK'ün patron ,Y olsa da rından, la kuruluş n, üniversite da a ğı STK'lar an alac ği d ın r la t e bürokra şekillendirec le r önerile tasarısı, sa yeni ya şenleri ite bile s r e onucu iv n ü slında s a n a d açısın denk sürece ir b i ll e b tedir. düşmek

5

Kasım 2012 tarihinde, YÖK'ün yeni yasa taslağı önerisi açıklandı. Kasım ayı süresince taslağı tartışma aralığı tanıyan YÖK yönetimi, sözümona demokrat davranarak erişime açtığı "yeniyasa.yok.gov.tr" sitesinden üniversite rektörlerinden, STK'lara ve sendikalara kadar geniş bir yelpazeden görüşlere yer veriyor. Henüz bir taslak biçiminde yayınlanmış olsa da, YÖK'ün patron kuruluşlarından, STK'lardan, üniversite bürokratlarından alacağı önerilerle şekillendireceği yeni yasa tasarısı, üniversite bileşenleri açısından aslında sonucu belli bir sürece denk düşmektedir. YÖK, üniversiteler bünyesinde yeni-liberal politikaları kuruluşundan beri hayata geçirmektedir. Özellikle Yusuf Ziya Özcan'ın YÖK başkanlığını yaptığı dönemde ,AKP hükümetinin doğrudan denetimine girmesiyle birlikte, aslında yeni yasa tasarısının temelleri parça parça atılarak sürece hız verilmişti. Seleflerinden devraldığı misyonu kararlılıkla sürdüren Gökhan Çetinsaya başkanlığındaki YÖK'ün yeni yasa tasarısı, üniversitelerin hukuki, idari ve ekonomik yapısına dair kapsamlı bir dönüşümü hedefliyor. Bu dönüşüm programı, kuşkusuz 1980'li yıllardan itibaren Türkiye ekonomisinin küresel piyasalara entegrasyonuyla birlikte bütün toplumsal alanlarda başlatılan yeni-liberal politikaların üniversiteler/yükseköğretim nezdindeki ifadesidir. Bununla birlikte, YÖK'ün "yeniyasa.yok.gov.tr" sitesinde yayınladığı çalışmaları, ekonomik, idari ve hukuksal dönüşüm sürecinde bir sürekliliği ifade etmesi açısından göze çarpmaktadır: 1) Yükseköğretim'in Yeniden Yapılandırılmasına dair Açıklama (Mart 2011) 2) Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru (Eylül 2012) 3) Yeni Yasa Taslağı Önerisi (Kasım 2012) Yeni YÖK yasa tasarısının temel ilkelerini oluşturan "çeşitlilik, kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik, performans değerlendirmesi ve rekabet, mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı, kalite güvencesi" maddeleri, Mart 2011 tarihli "Yükseköğretim'in Yeniden Yapılandırılmasına dair Açıklama" metninde yer alıyordu. 2011 yılı Aralık ayında YÖK başkanı olarak atanan Gökhan Çetinsaya'nın görev süresince bu yöndeki çalışmalara daha da hız verildi. Bununla birlikte Yusuf Ziya Özcan döneminde atılmış olan adımların kendileri açısından "önemini" vurgulayan Gökhan Çetinsaya, “Aslında yeniden yapılanma konusunda ilk adımlar, 20032004 yıllarında atılmak istendi. Ancak akim kaldı. Bunun nedenini bugünden geriye baktığımızda daha iyi anlıyoruz. O yıllarda yapıldığı ortaya çıkan darbe planlarından söz ediyorum. İkinci girişim, Prof. Yusuf Ziya Özcan döneminde başlatıldı. Ancak o dönemde

41


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Avrupa'da başlatılan ve Türkiye'nin de entegre olduğu Bologna süreci kapsamında hayata geçirilen uygulamalar ve anlaşmalar, kuşkusuz, yeni yasa tasarısının maddi zemininin oluşmasında kilit rol oynamıştır.

42

Sayın Özcan, başörtüsü sorunu ve katsayı gibi sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı. Sonuçta, ideolojik engeller aşıldı ve ‘normalleşme’ sağlandı. Türkiye yükseköğretimi bu anlamda Yusuf Ziya Hoca’ya çok şey borçlu. Şimdi biz bu normalleşme üzerine yeni bir yükseköğrenim sistemi inşa ediyoruz."[1] demiş ve AKP hükümetinin siyasi sözcülüğüne soyunmuştu. Eylül 2012’de yayınlanan, "Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru" metni ise yukarıda değindiğimiz ilkeleri devralıp geliştiriyor; yeni YÖK yasa tasarısının ekonomik ve idari gerekçelerini sunuyordu. YÖK'ün, "Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru" metninden kısa süre sonra, Kasım ayında yayınladığı "Yeni Yasa Taslağı Önerisi"ni; üniversitelerin ticarileştirilmesinin, üniversite-sanayi işbirliğinin, yükseköğretimdeki idari, mali açılardan özerkleştirme sürecinin, Bologna süreci kapsamında yıllardır hayata geçirilen bir dizi dönüşümün, yapısal anlamda nihai bir noktaya erişmesi olarak görmek gerekiyor. Ayrıca yeni yasa tasarısında yer alan değişiklik önerileri ilk defa gündeme gelmemektedir. Dergimizin 8.sayısında yer alan "Öğrenci Dosyası"nda, YÖK'ün kuruluşundan itibaren bu hedeflerini taşıdığını, AKP’nin yalnızca, önceki dönemde atılmaya başlanan adımları hızlandırdığını ayrıntılı biçimde ele almıştık. Bu bağlamda, mevcut yasa tasarısının, geçmişten günümüze kararlılıkla sürdürülen "yükseköğretimde reform sürecinin" ileri bir aşamasını ifade ettiğini ve burjuva çevrelerin yükseköğretime ilişkin yayınladığı analiz raporlarıyla oldukça paralel olduğunu belirtelim. Avrupa'da başlatılan ve Türkiye'nin de entegre olduğu Bologna süreci kapsamında hayata geçirilen uygulamalar ve anlaşmalar, kuşkusuz, yeni yasa tasarısının maddi zemininin oluşmasında kilit rol oynamıştır. Tür-

kiye'nin 1999 yılında dahil olduğu Bologna Deklerasyonu'nu, yıllara yayılan birçok konferans takip etmiş; Bologna sürecine 40'ın üzerinde ülke dahil olmuştur: "...Bologna Deklarasyonu ile ilan edilen yüksek öğretimin ticarileştirilmesi hedefi, Avrupa'nın birçok şehrinde bugüne kadar yapılan toplantılarla geliştirilmiş; öngörülen dönüşümün ana gövdesinin kapitalist talepler üzerine kurulduğu giderek daha açık şekilde ortaya konmuştur. Türkiye'de AKP öncesi dönemde başlayan bu dönüşümde başlıca rolleri, siyasi iktidarlar, YÖK, TÜSİAD ve TÜBİTAK üstleniyor. YÖK'ün de dönüştürülmesiyle hızlanan bir süreçte, Bologna sürecinin gereklerini yerine getirmeyen üniversiteler kadro ve mali kısıtlamalarla dize getirilmeye çalışılmıştır. ... 2001 yılında YÖK başkanı Kemal Gürüz eliyle Bologna sürecine eklemlenmeyi ifade eden Avrupa Yükseköğretim Alanı'na dahil olundu; program, Erdoğan Teziç ve Yusuf Ziya Özcan'ın başkanlık dönemlerinde hızla uygulandı." [2]

Yeni yasa neleri değiştiriyor? Öncelikle, yeni tasarıya göre YÖK’ün isminin değiştirilerek Türkiye Yükseköğretim Kurulu (TYK) olması öneriliyor. Üniversite yapısına ilişkin en önemli maddelerden biri, "kurumsallaşmış" üniversitelerin "üniversite konseyi" kurabilmesidir. Kurumsallaşma noktasına erişmemiş üniversitelerin önüne ise üniversite konseyi kurabilecek gerekleri yerine getirmeleri hedefi konuyor. Bir anlamda üniversiteler arasında piyasacı rekabeti körükleyecek olan bu uygulamada, "mali özerkliği" güçlendirecek bir kriter de söz konusudur. Kurumsallaşma kriterlerinden biri olarak "son 5 yıl içinde yükseköğretim kurumunun bütçesinin, Kurul (TYK) tarafından belirlenen miktarının kendi öz gelirlerinden elde edilmesi" maddesi belirlenmiştir. Oluşturulması planlanan üniversite


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Henüz metin taslak niteliğini korusa da ana hatları belirlenen konseyin içeriği, TÜSİAD'ın YÖK'te reform ihtiyacı üzerine yayımlattığı raporlarda ifade edilen "mütevelli heyeti" önerisiyle uyumludur. Bu idari yapı, üniversitelerin tamamen bankaların ve şirketlerin denetimine açılması hedefinin önemli bir sacayağı olacaktır.

konseyinin bileşenleri de oldukça dikkat çekici: "Üniversite konseyi, üniversite öğretim üyeleri tarafından her biri farklı fakültelerde görev yapan öğretim üyeleri arasından seçilen beş; Bakanlar Kurulu tarafından seçilen iki; Kurul tarafından ilgili üniversitenin profesör unvanlı öğretim üyeleri arasından seçilen iki; bu dokuz üyenin ilgili üniversitenin mezunları arasından seçtiği bir ve son üç yıl içinde üniversitenin bulunduğu ildeki vergi mükellefleri içerisinde en çok gelir vergisi ödeyen gerçek kişiler ya da kurumlar vergisi ödeyen tüzel kişi temsilcileri arasından veya ilgili üniversiteye en çok bağışta bulunanlar arasından seçtiği bir kişi olmak üzere on bir üyeden oluşur..." [3] Görüldüğü üzere üniversite konseyi, Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek üyelerden ve vergi rekortmeni veya üniversiteye bağışta bulunan burjuvalardan ve üst düzey üniversite bürokratlarından oluşan bir toplama sahip. Henüz metin taslak niteliğini korusa da ana hatları belirlenen konseyin içeriği, TÜSİAD'ın YÖK'te reform ihtiyacı üzerine yayımlattığı raporlarda ifade edilen "mütevelli heyeti" önerisiyle uyumludur. Bu idari yapı, üniversitelerin tamamen bankaların ve şirketlerin denetimine açılması hedefinin önemli bir sacayağı olacaktır. Bununla birlikte üniversite konseyinin bahsi geçen metinde belirtilen görevleri, yıllardan beri süre gelen "rektörlük" kurumunu, yetki itibariyle konseyin altında konumlanan bir makam haline getiriyor. Üniversiteyi adeta bir şirket gibi yönetecek olan üniversite konseyi merkezi, yetkiyi elinde toplamaktadır. Eylül ayında yayınlanan metindeki ilgili kısımdan aktaralım: "Üniversite Konseyi, rektör ve dekanları seçer ve atar; üniversite stratejik planını ve performans programını onaylar; üniversite yatırım programını karara bağlar; üniversite adına kamu-

laştırmaya, gayrimenkul satın alınmasına ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisine karar verir; öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde belirler; sözleşmeli öğretim elemanlarına ve idari personele yapılacak ücret ve diğer ödemeleri belirler; senatonun ve üniversite yönetim kurulunun bazı kararlarını onaylar." [4] Üniversite idari mekanizmalarında öngörülen değişiklikler "merkezileşme" eğilimi taşıdığı gerekçesiyle bazı üniversite yöneticilerinin tepkilerini çekerken, son tahlilde tasarı üniversitelerin "mali özerklik" politikasıyla şirket gibi çalışacağı, kapitalist şirketlere hizmet eden ve proje üreten kurumlar haline geleceği, sonuçta eğitimin ve bilimin bütünüyle metalaştırılacağı, eğitim emekçilerine "performans kriterleri" üzerinden güvencesiz-sözleşmeli çalışma şartlarının dayatacağı bir programı hayata geçirme amacı taşımaktadır. Bunun için, idari merkeziyetçilik ortadan kaldırılmadan, tüm üniversitelerde bu programı hayata geçirebilecek ve sermayenin tam denetimini sağlayacak “küçük YÖK’ler” oluşturulacaktır. Tasarıda bir diğer göze çarpan bölüm de "araştırma üniversiteleri" ile ilgili. Üniversite bünyesinde bölüm veya birim olarak çalışması da öngörülen bu araştırma kavramının, dayandığı temel nokta kapitalistlere "üstün" hizmet sunmaktır. Metinde yer alan "ilgili araştırma birimleri, uzmanlaştıkları alanlarda ilave kamu kaynakları, idari ve mali kolaylıklar ve özel projelerle Kurul ve diğer kamu kurumları tarafından desteklenir." İfadesi, şirketlere ve bankalara sunulan bu hizmetin karşılığında verilecek mükafatı tanımlamaktadır. Eğitim emekçilerinin "akademik başarıları", artık, akademik rekabet ve performans ölçümü adı altında kapi-

43


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

YÖK, üniversitelerde ekonomik ve idari alanlarda yeniliberal dönüşümleri hayata geçirmeyi hedeflerken, bu sürece tepki gösterme potansiyeli taşıyan üniversite emekçileri ile öğrenciler üzerinde baskı ve şiddet politikalarını sürdürmeye devam ediyor.

44

talistlere üretilen projelere ve esnek çalışma koşullarına uyum sağlayıp sağlamadıklarına göre belirlenecek. Üniversiteleri şirketlere proje üreten kurumlar haline getiren bu anlayış, aynı zamanda eğitim emekçilerinin bu projelerde sözleşmeli ve güvencesiz çalışmasının önünü açıyor: "...Eğitim hakkının piyasada işlem gören (alınıp satılan) bir hizmete dönüştürülmesi, üniversiteler arasında daha fazla öğrenciye sahip olma yönünde bir rekabeti kızıştırmakta; bilim emekçileri -deyim yerindeyse- 'okul pazarlamacısı' olmaya zorlanmaktadır. Bu süreç, üniversitelerin kendi gelirlerini sağlamak üzere piyasaya iş yapmalarını yani üniversite-şirket işbirliğini geliştirmelerini dayatıyor; oyunun kurallarına uymayan akademisyenleri ise işsizlik bekliyor. En ileri uygulamasını ABD'de gördüğümüz bu uygulamayla, öğretim görevlileri, eğer işlerini korumak istiyorlarsa şirketlere iş yapmalı ve onların çizdiği sınırları aşmamalıdırlar. Ekonomik ve sosyal hak kayıplarının eşlik ettiği bu süreçte, bilim tamamen sermayenin denetimine girmekte, zaten sınırlı olan akademik özgürlükler, üniversitelerin kapitalistlerin doğrudan denetimine tabi kılınmasıyla, ortadan kaldırılmaktadır." [5] YÖK tarafından Eylül ayında yayınlanan metnin "Toplumsal Hizmet" bölümünde yer alan bir departman önerisi ise burjuvazinin topluma hizmetten neyi anladığını gözler önüne seriyor. Söz ettiğimiz departman, bilginin toplumsal rolünü tamamen dışlayarak onu özel mülkiyet hapsine alan ve mali özerklik uygulamasıyla bütünsellik içinde yükseköğretim kurumlarında kurulması planlanan "Bilgi Lisanslama Ofisleri"dir (BLO). Önerilen BLO'lar üniversiteleri ticarethaneye dönüştürecek ve birer meta halini almış "bilimsel araştırmaların" doğrudan serbest piyasa hizmetine açılmasını sağlayacak işleve sahiptir:

“... Amaçları arasında, araştırmacıların yapacağı tanıtım faaliyetleri ile bilimsel çalışmaları ticari değeri yüksek konulara yönlendirmek, pazarda ihtiyaç duyulan bilgileri belirleme çalışmalarını yürütmek, araştırma sonunda üretilen bilgilerin ticari potansiyelini belirleme çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgileri fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alma çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgilerin kullanıcı kişi, kurum ve kuruluşlara pazarlama, lisanslama veya devir ile transferini yapmak, bilgilerin sanayi şirketlerinde veya ARGE merkezlerinde ürüne dönüştürülmesi çalışmalarına destek hizmetleri sunmak, bilgilerin satışından elde edilen gelirlerin yönetilmesi konularında faaliyet göstermek sayılabilir." [6] Tasarıda, öğrencilerin konumunda "radikal" bir değişiklik öngörülmüyor. Bologna süreci kapsamında kurulmuş olan "Öğrenci Konseyi" varlığını sürdürecek. Öğrencilerle ilgili bir yenilik, ilgili maddede bulunan "Siyasi partilere üye olan öğretim elemanları ve öğrenciler, yükseköğretim kurumları içinde siyasi parti faaliyetinde bulunamaz ve siyasi parti propagandası yapamazlar.”[7] ibaresidir. Siyasi faaliyet yapma hakkını yasaklamayı hedefleyen bu ifadeyle kastedilen, elbette, burjuva partilerinin siyasi faaliyeti değil, devrimci siyasi faaliyettir. YÖK, üniversitelerde ekonomik ve idari alanlarda yeni-liberal dönüşümleri hayata geçirmeyi hedeflerken, bu sürece tepki gösterme potansiyeli taşıyan üniversite emekçileri ile öğrenciler üzerinde baskı ve şiddet politikalarını sürdürmeye devam ediyor. Benzer şekilde, geçtiğimiz Ağustos ayında "güncellenen" YÖK disiplin yönetmeliğinde de ufak tefek değişiklikler yapılırken, üniversite içerisinde basın açıklaması düzenlemek ve afiş asmak gibi temel demokratik haklar ceza kapsamında tutulmaya devam edilmiş; okuldan atılma cezasının ne-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k denleri arasına "suç örgütüne yardım etmek" ifadesi de eklenmişti. Bütün bunlar, yeni yönetimin YÖK'ü demokratikleştirme söyleminin sahteliğini gözler önüne sermektedir.

Yeni YÖK'e karşı mücadele

Hükümetin, üniversite yönetimlerinin ve kolluk kuvvetlerinin muhalif üniversite çalışanlarına ve öğrencilere yönelik saldırılarına karşı nihai kazanımlar elde edebilmek için devrimci bir perspektifle mücadele etmek zorunludur: sermayenin hizmetindeki üniversite bürokrasisine ve üniversiteleri yağmalamak için bekleyen kapitalist şirketlere karşı, üniversite emekçileri ile öğrencilerin özörgütlenmelerini inşa etmesi son derece önemli.

Yeni YÖK yasa tasarısı, her ne kadar taslak niteliği taşısa da, yükseköğretimde bir dizi dönüşümü hayata geçirme noktasında oldukça nettir. Üniversitelerin ekonomik ve idari işleyişini büyük ölçüde değiştirecek olan bu programın dayanakları, küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin çıkarlarını korumak ve Türkiye' nin bölgesinde oynamaya çalıştığı taşeron rolünün ihtiyaçlarını karşılamaktır. Mevcut tablo işçi sınıfı ve gençlik açısından oldukça açık: Üniversitelerde sermayenin tam denetimi kuruluyor, eğitim ticarileştirilerek öğrencilere satılıyor, üniversite emekçileri esnek çalışma koşullarına mahkûm ediliyor ve insanlık için üretilmesi/geliştirilmesi gereken bilim, şirketlerin kâr amacına tabi kılınarak metalaştırılıyor. Bu uygulamaların devamında, şimdilik burjuva medyanın yardımıyla "parasız eğitim" propagandası yapılarak yalnızca birinci öğretim harçları kaldırılırken, kısa vadede "paralı eğitimin" devlet üniversitelerini de kapsayacak şekilde yaygınlaştırılacağını belirtmek gerekiyor. Üniversiteler "mali özerklik" adı altında, şirketlere dönüştürülürken, öğrenim ücretleri ödeyen öğrenciler de daha fazla müşterileştirileceklerdir. Bu durumda, üniversite bileşenlerinin tümünü etkileyecek bu dönüşüm sürecine karşı birleşik ve militan bir mücadele gereksinimi ortaya çıkmaktadır. "Mevcut perspektifler ve mücadele programları, tam da sermayenin istediği gibi sistem içi bir “özerk-demokratik üniversite” hedefine kilitlenmiş (ki bunu sermaye tam da bu sistem içinde olabileceği gibi hayata geçirmeye çalışıyor) ve müca-

delenin öznesi olarak öğrenci gençliği belirlemiştir. Bu, sorunun gerçek öznesini ve toplumsal gücünü göz ardı etmek ve aynı zamanda işçi sınıfı ile gençliğin birleşik mücadelesinin daha baştan ihtimal dışına çıkarılması anlamına gelmektedir."[8] Bu mücadelede belirleyici olan şey, elbette, nasıl bir programla mücadele edileceğidir. Hükümetin, üniversite yönetimlerinin ve kolluk kuvvetlerinin muhalif üniversite çalışanlarına ve öğrencilere yönelik saldırılarına karşı nihai kazanımlar elde edebilmek için devrimci bir perspektifle mücadele etmek zorunludur: sermayenin hizmetindeki üniversite bürokrasisine ve üniversiteleri yağmalamak için bekleyen kapitalist şirketlere karşı, üniversite emekçileri ile öğrencilerin öz-örgütlenmelerini inşa etmesi son derece önemli. Unutmamak gerekiyor ki, üniversitelerdeki dönüşüm, ancak işçi sınıfıyla birlikte mücadele ederek durdurulabilir.

HHHH dipnotlar [1] Çetinsaya, YÖK Taslağı’nın tüm detaylarını anlattı-5 Kasım 2012; http://www.egitimtercihi.com/index.p hp/spot/6334-cetinsaya-yok-taslaginin-tum-detaylarini-anlatti.html [2] Küreselleşme ve Üniversitelerin Dönüşümü, Yusuf Ateşçi: Toplumsal Eşitlik, 8. sayı [3] Yeni Yasa Taslağı Önerisi (Kasım 2012) [4] Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru (Eylül 2012). Bu metinde yer alan açıklamalar, büyük ölçüde Kasım ayında yayınlanan " Yeni Yasa Taslağı Önerisi"nde maddeleştirilmiştir. [5] Küreselleşme ve Üniversitelerin Dönüşümü [6] Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru (Eylül 2012) [7] Yeni Yasa Taslağı Önerisi (Kasım 2012), Madde 65. [8] Küreselleşme ve Üniversitelerin Dönüşümü

45


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

T

italya’da ve ingiltere’de öğrenciler sokakta

asarruf tedbirleri kapsamında eğitim harcamalarında gidilen kesintileri protesto eden İtalyalı öğrenciler, öğretmenler ve sendikalarla birlikte 24 Kasım günü eylem yaptılar. Bazı okulların girişini kapatan ve işgal eden öğrenciler, ellerinde simgesel kalkanlarla yürüdüler. İtalyalı öğrenciler dünyanın dört bir yanındaki öğrenciler gibi, bir yandan okul harçlarını ödemekte zorlanırken diğer yandan okul sonrası işsizlik sorunuyla boğuşuyorlar. İtalya’da 24 yaş altı gençlerin işsizlik oranı ülke ortalamasının üç katından daha fazlaya ulaşmış durumda.

İngiltere’de ise 21 Kasım günü yaklaşık 10 bin öğrenci İtalya’daki öğrencilerin taleplerinin aynısıyla yürüdüler. “Eğitim ve İstihdam” sloganlarıyla yürüyen öğrenciler, geleceklerinden duydukları kaygıyı dile getirdiler. İngiltere’de okul ücretlerinin artması ve Eğitim Destek Ödeneği’nin kaldırılması nedeniyle binlerce öğrenci eğitimine devam edemez hale geldi. Bu yolla üniversitelerin kapıları işçi çocuklarına kapanırken, eğitim tamamen paralı bir hale getiriliyor. Ödeneğin kesilmesinden dolayı eğitimlerine devam edemeyenlerin en büyük sorunu ise, gençler arasında hızla artan işsizlik oranları. İtalya’dan İngiltere’ye, İspanya’dan Portekiz’e bütün öğrenciler aynı sorunlarla mücadele ediyorlar: Artan harçlar ve işsizlik. Gençliğin dünyanın her yerinde karşı karşıya olduğu bu sorunlar, gerçekte, onların anne-babaları olan işçilerin ve emekçilerin sorunlarından ayrı tutulamaz.

HHHH

46


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

merkezciliğin turnusol kağıdı: enternasyonalizm

G

eçtiğimiz birkaç ay içinde, önce Marksist Tutum’un Ağustos 2012 tarihli 89. sayısında, ardından da Marksist Bakış’ın (Sürekli Devrim Hareketi) Ekim 2012 tarihli 26. sayısında, her ikisi de yeni (beşinci) bir “Enternasyonal”in kurulması gerektibirkaç ay ğini öne süren iki yazı yayımlandı. Birincisi Elif Çağlı’nın (EnternasGeçtiğimiz Marksist e yonal Sorunu), diğeri ise Veli Umut Arslan’ın (Yeni Bir Dünya c n ö , içinde stos u ğ Örgütü: 5. Enternasyonal) imzasını taşıyan bu yazılar -içerdikleri A n ’u Tutum 9. 8 kimi maddi yanlışlıklar da dahil- ortak özellikler taşıyor. li h ri ta 2012 ından da rd a Bunları şöyle sıralamak mümkün: teoriye ve kuramsal bütünselliğe , a d sayısın ış’ın k önem vermeme; kimi Marksist (Troçkist ) tezlere sahip çıkıyor göa B t is s Mark m ri rünürken bile onu küçümseme ve değersizleştirme; “yeni” bir env e D li k (Süre 2 ternasyonalin kurulması gereğini ilan ederken, Marksist bir işçi Ekim 201 Hareketi) , a d ın ıs hareketinin önündeki başlıca engel olan sendikacılık, Stalinizm, y . sa tarihli 26 i sosyal demokrasi, “yeni sol” vb. akımlara değil ama IV. Enternasn e y e her ikisi d yonal’in kişiliğinde Marksizme saldırma; nihayet, bütün bunların ir (beşinci) b in altında yatan ve Marksizmin yöntemine bütünüyle yabancı olan l” a n yo “Enternas i in ğ idealist bir tarih anlayışı. Özetle, Çağlı’nın ve Arslan’ın yazılarında ti k re e ıg kurulmas sergiledikleri pozisyonlar, merkezciliğe harfi harfine uymaktadır. ı z a y i ik öne süren i is c Çağlı’nın ve Arslan’ın IV. Enternasyonal’e yönelik düşüncelerinin in ir B ı. yayımland (söz konusu yazılarda “eleştiri” diyebileceğimiz tek bir değerlenın Elif Çağlı’n al dirme bile bulunmadığını anımsatalım) yanlışlığını ve “V. Enternasn o y (Enternas li e V yonal’in inşası” düşüncesini üzerine kurdukları zeminin diğeri ise Sorunu), i çürüklüğünü göstermeye çalışacağımız bu yazıda, bu arkadaşların n e lan’ın (Y Umut Ars . yöntemlerini ve pozisyonlarını gözden geçirmelerine yardımcı olaÖrgütü: 5 Bir Dünya bileceğimizi umuyoruz. onal) Enternasy Her ikisi de “Marksist” sıfatı taşıyan bu iki çevrenin “yeni -beşinciu şıyan b imzasını ta ikleri kimi bir enternasyonal” çağrısına geçmeden önce, yönteme ilişkin birerd yazılar -iç kaç noktayı anımsamakta yarar var. lışlıklar da n maddi ya r Biz Marksistler, genel olarak tarihi, herhangi bir kişisel meraktan le ik ak özell dahil- ort dolayı değil ama bugünü anlamamızı ve yarını kurmamızı sağlataşıyor. yacak sistematik bilgiye ulaşmak için inceler; tarihin birbirinden kopuk ya da rastlantısal olarak bir araya gelmiş olaylar yığını olmadığını düşünür ve onu bütünsel bir süreç olarak ele alırız. Bize göre tarihsel süreçlerin ardında üretici güçler ile üretim ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkiler (maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi) ve bu maddi temel üzerindeki sınıf mücadeleleri yatar; bütün hukuksal, siyasal, ideolojik, manevi, estetik vb. olgular / süreçler bu maddi temel üzerinde biçimlenir ve -son tahlilde- ona tabidir (bu, elbette, söz konusu üstyapısal oluşumların altyapı üzerinde hiçbir etkisi olmadığı anlamına gelmez). Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Marksistler, dünyaya, tarihe ve olaylara, mekanik maddeci temelde yaklaşmaz; doğada ve toplumda olup biten her şeyi diyalektik bir yaklaşımla ele alırlar. Dolayısıyla, bize göre, “toplum”, “devlet”, “parti”, “insan”, “birey” vb.

halil çelik

47


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k değil ama belirli tarihsel-toplumsal koşullardaki belirli bir toplum, devlet, parti, insan, birey vb. vardır. Marksizme toplumsal gelişmenin yasalarını bulma olanağını sağlayan bu yöntem, aynı zamanda, bizim geçmiş kuşakların yaşantılarına ilişkin bilgileri, bugünü anlayıp yarını kurma yolunda bir birikim haline getirmemize olanak sağlar. Yönteme ilişkin bu kısa değinmenin ardından, Elif Çağlı’nın yazısına geçebiliriz.

Çağlı’nın idealist tarih yazımı Marksistler, kişileri, çevreleri ya da partileri, onların kendilerine hangi sıfatları layık gördüklerine değil; yöntemlerinin, perspektiflerinin ve politikalarının sınıflar mücadelesinde nereye denk düştüğüne ve neye -hangi sınıfın çıkarlarına- hizmet ettiğine bakarak değerlendirirler.

48

Çağlı’nın yazısında kimin “enternasyonalinden” söz ettiğinin ve gerçekte nasıl bir enternasyonali savunduğunun belli olmadığını söylemek gerekiyor. O, genel anlamda “enternasyonal”den söz ederken hem “Leninist”, “Bolşevik”, “devrimci öze sahip” vb. sıfatları kullanmakta hem de “işçi enternasyonali” gibi Uluslararası İşçiler Birliği’ni (UİB) anıştıran vurgular yapmaktadır. Sıra, gerçek, somut bir örgütlenme olarak enternasyonale geldiğinde ise, Çağlı’nın, işçi hareketinin bütün önceki uluslararası örgütlenmelerini öznel, izlenimci ve idealist bir tarih yorumuyla ele aldığını; bütün önceki uluslararası örgütlenmelerin toplamından daha uzun bir süredir, 74 yıldır varolan IV. Enternasyonal’e ilişkin tek bir satır olsun, siyasi bir değerlendirme yapmadığını görüyoruz. Çağlı, somut bir gerçekliğin üzerinden atlama ya da onu yok sayma çabası içinde, Marksist hareketten habersiz ya da artniyetli bir küçük burjuva gazetecisi gibi, görüntülerle ilgilenmekte; IV. Enternasyonal’de cisimleşen Marksist devrimci perspektifleri ve programı değersizleştirmek için, kendilerine “Troçkist” diyen bütün çevrelerin ve örgütlerin IV. Enternasyonal’i oluşturduğunu ileri sürmektedir. Oysa Marksistler, kişileri, çevreleri ya da partileri, onların kendilerine hangi sıfatları layık gördüklerine değil; yöntemlerinin, perspek-

tiflerinin ve politikalarının sınıflar mücadelesinde nereye denk düştüğüne ve neye -hangi sınıfın çıkarlarına- hizmet ettiğine bakarak değerlendirirler. Ama Çağlı bunu yapmıyor. Çünkü tersi durumda, IV. Enternasyonal’in burjuvaziye, Stalinist bürokratik diktatörlüklere, faşizme ve onların Marksist hareket içindeki hizmetçilerine karşı 74 yıldır savunduğu dünya devrimi programıyla hesaplaşmak zorunda kalacaktı. Marksizm ile böylesi bir hesaplaşmaya giremeyen Çağlı, yazısı boyunca Troçkizmin bir parçasıymış gibi göstermeye çalıştığı revizyonistlerin ve oportünistlerin IV. Enternasyonal’e karşı mücadelede kendisinden çok önce başvurmuş olduğu izlenimci, idealist yönteme sarılıyor. Çağlı’nın bu Marksizm dışı yöntemi, “Marx ve Engels’in de içinde yer aldığı ilk enternasyonal örgütlenme çabaları”ndan söz ettiği ilk satırlardan başlayarak, bütün yazıya damgasını vurmaktadır. Gelin, onun, Uluslararası İşçiler Birliği’ne (UİB-Birinci Enternasyonal) ilişkin şu tespitlerinden başlayalım: “Önce 1847 yılında Komünistler Birliği adlı örgüt kurulmuş ve daha sonra ise 1864 yılında Birinci Enternasyonal olarak da adlandırılan Uluslararası İşçi Birliği vücut bulmuştu. Her iki örgütlenme de Marx ve Engels’in başa aldığı enternasyonal mücadele perspektifini yansıtıyordu... Marksizmin kurucuları gerek teorik ve politik alandaki katkıları gerek oluşumu için ter akıttıkları Birinci Enternasyonal örgütlenmesiyle, aslında işçi hareketinin dünyaya gözlerini yeni açmakta olduğu erken dönemlerden itibaren mücadelenin yolunu aydınlatmışlardır. Marx ve Engels sayesinde zenginleşen Birinci Enternasyonal deneyimi, proleter mücadelenin enternasyonal düzeyde gerekli ilkelerini ortaya koymuş ve programatik, stratejik, taktiksel açılardan sağlam bir tarihsel temel oluşturmuştur... Birinci Enternasyonal, ne


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Çağlı, Marx ile Engels’in 1847’de uluslararası bir örgütlenme olarak kurmuş olduğu Komünist Partisi (Komünistler Birliği) ile Britanyalı ve Fransız sendikacılar önderliğinde, bütünüyle ulusalcı ve reformist temelde kurulmuş olan UİB arasındaki niteliksel farklılığı yok saymaktadır.

Marx ve Engels

yazık ki 1871 Paris Komünü yenilgisini takiben çeşitli iç tartışmalar ve bölünmeler temelinde güç yitirmeye başlamış ve parçalanmaya yüz tutmuştu. Bu noktada Marx ve Engels’in, enternasyonalin devrimci işçi mücadelesine aykırı politik eğilimler tarafından çürütülüp lime lime edilmesine izin vermeyen ve daha sağlıklı bir enternasyonal örgütlenmenin yaratılabilmesi için birinci deneyi sona erdiren yaklaşımları eğiticidir. Onların bu tutumu, enternasyonal örgüt sorununun devrimci içeriğin yaşayıp yaşamadığından bağımsız bir biçime ya da tabuya dönüştürülemeyeceğini anlatan son derece önemli bir tarihsel derstir. Sonuç olarak vurgulamak gerekirse, Birinci Enternasyonal örgütsel açıdan yeterli olgunluğa ve kitleselliğe ulaşamasa da işçi sınıfının tarihsel mücadelesini başlatan bir ön deneyim olmuştur.” Çağlı, Marx ile Engels’in 1847’de uluslararası bir örgütlenme olarak kurmuş olduğu Komünist Partisi (Komünistler Birliği) ile Britanyalı ve Fransız sendikacılar önderliğinde, bütünüyle ulusalcı ve reformist temelde kurulmuş olan UİB arasındaki niteliksel farklılığı yok saymaktadır. Komünistler Birliği, Komünist Manifesto adlı programıyla ve tüzüğüyle komünistlerin uluslararası partisi

iken, UİB, Genel Konsey’inde sendikacıların, radikal burjuvaların ve küçük burjuvaların egemen olduğu bir kitle örgütüydü. Marx’ın ve izleyicilerinin önce radikal burjuvazinin ve küçük burjuvazinin (Jakoben, Proudhoncu, anarşist vd.) temsilcilerine, ardından da sendikacılara karşı yıllar süren mücadeleler sonucunda ideolojik-siyasi bir üstünlük sağladığı UİB’in “1871 Paris Komünü yenilgisini takiben ... güç yitirmeye başlamış ve parçalanmaya yüz tutmuş” olması da, Çağlı’nın yazdığı gibi, “çeşitli iç tartışmalar ve bölünmeler temelinde” gerçekleşmemişti. Bizzat bu bölünmelerin “temelinde”, UİB’i oluşturan sınıflar koalisyonunun (radikal-demokrat burjuvazi, kent ve kır küçük burjuvazisinin farklı tabakaları ve işçi sınıfı) dönemin ekonomik-siyasi gelişmelerine uygun şekilde parçalanması yatıyordu. ‘Uluslararası İşçiler Birliği’ kitabından aktaralım: “Dönemin radikal burjuvalarını ve yıkıma uğrayan orta sınıfların ‘sol’ temsilcilerini modern sanayi proletaryasıyla bir araya getirmiş olan bir uluslararası birliğin, bu kesimlerden birinin kaçınılmaz biçimde dahil olacağı -savaş, devrim vb.- ilk büyük toplumsal altüst oluşta parçalanmasından daha doğal bir şey olamazdı. Uluslararası İşçiler Birliği’ni çöküşe sürükleyen de Prusya-Fransa savaşı ve Paris Komünü oldu. (İşçi aristokrasisiyle bürokrasilerinin güçlendiği ve proletarya ile yan yana var olduğu ‘ikinci’ ve ‘üçüncü’ enternasyonaller de benzer biçimde, savaşlar, devrimler ve karşı devrimler sırasında çökecekti) Marx ve Engels, bu iki tarihsel gelişmeden gerekli sonuçları çıkartıp bilimsel sosyalist dünya görüşünü geliştirip zenginleştirirken, Uluslararası İşçiler Birliği içindeki siyasi rakiplerinin tutuculuğu da o denli netleşti. Sonuçta, Birlik’in en sağlıklı unsurlarını -ki bunların sayısı son derece sınırlıydı- kazanan Marx ve En-

49


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

UİB’in topu topu 12 yıllık “resmi” tarihi, yukarıda değindiğimiz gibi, aynı zamanda, Marx ile Engels’in, işçi sınıfının bütün bu mülk sahibi sınıflardan ideolojik, siyasi/örgütsel bağımsızlığını sağlama uğruna, önce radikal burjuvaziye ve anarşizme, ardından da sendikacılığa karşı uzlaşmaz mücadelesinin ve bu mücadeleler içinde Marksizmi biçimlendirmesinin tarihiydi.

50

gels, ona Marksist bir program kazandırmayı başardı. Ama hem Marksizm siyasi bir akım olarak daha yolun başındaydı hem de Uluslararası İşçiler Birliği’nin -göründüğünün tersine son derece cılız olan- bünyesi onun ‘beynine’ yapılan bu Marksist ‘doku nakli’ne uyum sağlayacak durumda değildi. Marksizmin -parti, devrim ve işçi devleti gibi- birçok alanda bugün sahip olduğu programatik bütünselliğini sağlaması için, Marksistlerin, savaşlar, devrimler ve karşı devrimlerle damgalanacak olan iki büyük uluslararası örgütlenme deneyiminden daha geçmesi gerekecekti.”[1] Dahası, UİB’in topu topu 12 yıllık “resmi” tarihi, yukarıda değindiğimiz gibi, aynı zamanda, Marx ile Engels’in, işçi sınıfının bütün bu mülk sahibi sınıflardan ideolojik, siyasi/örgütsel bağımsızlığını sağlama uğruna, önce radikal burjuvaziye ve anarşizme, ardından da sendikacılığa karşı uzlaşmaz mücadelesinin ve bu mücadeleler içinde Marksizmi biçimlendirmesinin tarihiydi. Dolayısıyla, UİB’in “güç yitirmeye başlamış ve parçalanmaya yüz tutmuş” olması, biz Marksistler için, “ne yazık ki” diyerek hayıflanacağımız bir durum değildir. Modern komünizmin kurucularının UİB’in “oluşumu için ter akıttıkları” tezi de yanlıştır (bu yanlış, Marksist Bakış’tan Arslan’ın yazısında da “Marks ve yoldaşları tarafından kurulan 1.Enternasyonal” denilerek ifade ediliyor). Gerçekte ise Marx ile Engels, bu örgütlenmenin oluşumunda hemen hiçbir rol oynamamıştı. UİB’in kurulduğu “toplantıya, İngiliz sendikal çevrelerinde tanınan ve saygı duyulan sosyalist bir yazar olarak davet edilen Marx, Engels’e yazdığı 4 Kasım 1864 tarihli mektupta platformda sessiz bir figüran olarak bulunduğundan söz eder.”[2] Marx ile Engels, UİB’e Marksist bir kimlik kazandırmaya çalışmış-

lardı ki, bu çabalar, Çağlı’nın “yazık” bulduğu parçalanmanın hızlanmasında son derece etkili olmuştur. Çağlı, “işçi sınıfının tarihsel mücadelesini başlatan bir ön deneyim” olarak tanımladığı UİB’ten -Marx ve Engels’in çalışmaları dışında- günümüze hiçbir şey kalmazken, ondan 16 yıl önce kurulmuş olan Komünist Parti’nin (Komünistler Birliği) Marx ve Engels tarafından yazılmış olan programının (Komünist Parti Manifestosu) nasıl olup da günümüzde bile güncelliğini koruyabildiği üzerine düşünmeli. Çağlı’ya, bu konuda düşünürken şu soruyu da atlamamasını öneriyoruz: Komünist Manifesto’da ifade edilen perspektifleri kendisinde cisimleştirmiş ve uluslararası düzeyde örgütlenmiş olan Komünistler Birliği’ni programından kopartarak unutturmaya çalışan bütün oportünistler neden ısrarla UİB’i “işçi sınıfının ilk uluslararası örgütlenmesi”, ”ilk enternasyonal” olarak göklere çıkarıyor ve her kriz döneminde “Marksist” bir makyajla donatıp gündeme getiriyor? (UİB hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlara, Prinkipo Yayınları’ndan çıkmış olan “Uluslararası İşçiler Birliği – Birinci Enternasyonal” adlı kitabı okumalarını öneririz.) Çağlı, 1889 yılında, Marx ile Engels’in düşüncelerinden derinden etkilenmiş olan sosyal demokrat ve sosyalist partilerin / örgütlerin kurduğu Sosyalist (II.) Enternasyonal’e de aynı izlenimci gazeteci anlayışıyla yaklaşıyor. Çağlı’ya göre, Sosyalist Enternasyonal, “çeşitli Avrupa ülkelerinin o dönemlere özgü sosyal-demokrat partilerini kucaklayarak bir kitleselliğe ulaşmış”. Belirtmek gerekir ki bu sav yanlıştır ve süreci tam tersten okumanın ifadesidir. Hiçbir zaman bir programa ve merkezi bir örgütlenmeye sahip olmayan Sosyalist Enternasyonal, ulusal sosyal demokrat partileri “kucaklayan” bir


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Çağlı’nın tarihsel kurgusuna bağlı kalındığında, Sosyalist (II.) Enternasyonal’in kurulmasında belirleyici rol oynayan Alman Marksist devrimcilerinin nasıl olup da birkaç on yıl içinde birer oportünist haline geldiğini açıklayamaz; hem “Bolşevik örgütlenme ve mücadele anlayışı”nın hem de “Üçüncü Enternasyonal”in hangi maddi ve ideolojik zemin üzerinde nasıl biçimlendiği konusunda bilimsel sonuçlara ulaşamazdık.

uluslararası örgütlenme değildi. Kuruluşunda ve bütün yaşamında Alman Marksistlerinin belirleyici rol oynadığı Sosyalist (II.) Enternasyonal, ulusal işçi kitle partilerinden oluşan gevşek bir federasyondu. Bu ulusal işçi partilerinin birer “halk partisi”ne dönüşmesinin ve reformistleşmesinin altında da, bütün ülkelerde -özellikle de Almanya’da- son derece çarpıcı biçimde yaşanan ekonomik büyüme yatıyordu. Çağlı’nın “devrimci öz”e, “reformist politik eğilimlerle sulandırılmış bir kitleselliğe” ya da “gerek ulusal gerek enternasyonal mücadele alanında sınıfın devrimci mücadele çizgisi temelinde bir kitleselliğe” vb. yaptığı göndermeler, dönemin tarihsel maddeci yorumunun yokluğunda, anlamsız kategoriler olarak kalmaktadır. Çağlı’nın tarihsel kurgusuna bağlı kalındığında, Sosyalist (II.) Enternasyonal’in kurulmasında belirleyici rol oynayan Alman Marksist devrimcilerinin nasıl olup da birkaç on yıl içinde birer oportünist haline geldiğini açıklayamaz; hem “Bolşevik örgütlenme ve mücadele anlayışı”nın hem de “Üçüncü Enternasyonal”in hangi maddi ve ideolojik zemin üzerinde nasıl biçimlendiği konusunda bilimsel sonuçlara ulaşamazdık.

İdealist yüzeysellik Çağlı, yazısının devamında Komünist Enternasyonal’i değerlendirirken, öznel-izlenimci gazeteci yöntemini, idealist bir “devrimci öz” kategorisiyle süsleyerek sürdürüyor: “Birinci emperyalist savaş döneminin yakıcı devrimci ihtiyaçları hatırlanacak olursa, Üçüncü Enternasyonalin inşa faaliyetinin biraz geciktiğini söylemek yanlış olmaz.. Üçüncü Enternasyonalin yine de kısa sürede kurulabilmiş olması, doğrudan Ekim Devriminin şevklendirici ateşi sayesinde mümkün olabilmiştir... Üçüncü Enternasyonal deneyimi, işçi sınıfının mücadele tarihinde ilk kez olarak hem

devrimci öze hem de kitlesel boyuta sahip bir enternasyonalin yaratılabildiğini gözler önüne serer. Ne var ki bu deneyimi de sanki eksiksiz ve mükemmel bir noktaya ulaşmışçasına idealize etmemek gerekir. Ne yazık ki Üçüncü Enternasyonal, çeşitli ülkelerde sabırlı ve azimli bir hazırlık çalışmasının ürünü olarak biçimlenen sağlam seksiyonlar üzerinde yükselememiştir... Taşıdığı bu gibi zaaflara rağmen Üçüncü Enternasyonalin genel hatlarıyla devrimci bir işçi enternasyonali olarak vücut bulması, Ekim Devriminin yarattığı haklı siyasal otorite ve Bolşevik Partisinin enternasyonalist yardımları sayesindedir. Ancak Lenin tarafından da önemle altı çizildiği üzere, bu özellik Üçüncü Enternasyonalin bileşenlerini fazlasıyla Rus örneğine ve Bolşevik Partisine bağımlı kılmıştır. Bu yüzden onun devrimci özü bileşen seksiyonlar tarafından yeterince içselleştirilip özümsenememiş ve seksiyonların devrimci kaderi doğrudan Rus devriminin kaderine bağımlı hale gelmiştir. Nitekim Ekim Devriminin sonunu getiren ve Rusya’da işçi iktidarını içten yıkan bürokratik karşı-devrim, Üçüncü Enternasyonal seksiyonlarının da devrimci hayatiyet damarlarını kesip atmıştır.” Çağlı’nın “enternasyonal tarihi”ne ilişkin bu kısa değerlendirmesi, “Lenin’in ölümüyle birlikte değişen koşulların damgasını bastığı 1924 dönemeci” ile devam ediyor. Yanlış okumuyorsunuz! Çağlı, koşulların “Lenin’in ölümüyle birlikte” değiştiğinden söz ediyor ve bu sayede, bir “egemen sınıf konumuna yükselen bürokrasi tüm iktidar iplerini ele geçirmiştir” diyor. Çağlı, Stalinist bürokrasinin iktidarı ele geçirerek bir sınıf konumuna yükseldiği biçimindeki 1930’ların anti-Marksist tezini gecikmiş bir şekilde yinelemeye devam ediyor. Ona göre, Stalinist bürokrasi (artık “sınıf” demek gerekiyor) SSCB’de tüm iktidarı alınca, “Komin-

51


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Çağlı’nın tarih kurgusunda, Avrupa (özellikle de Almanya) işçi sınıfı ve oradaki önderlikler (bunlara Çin Devrimi’nin yenilgisini de eklemek gerek) birer özne olarak yer almıyor. Her şey, maddi temellerinden ve tarihsel toplumsal bağlamından kopartılmış, Hegelci bir “devrimci öz” ile Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi gibi baş aktörler etrafında dönen bir senaryodan ibaret.

52

tern’in de sınıfın devrimci enternasyonal örgütü olma niteliği sona ermiştir.” İşte size mükemmel bir idealist tarih yazımı! Bu tarih anlatımında, ne ekonomik krizler, ne I. Dünya Savaşı ve onun kitleler üzerindeki etkisi, ne Avrupa’da ve bizzat SSCB içinde keskinleşen sınıf mücadeleleri, ne tüm dünyada yükselen ulusalcılık dalgası ne de Stalinist -siyasi- karşı devrimin bilimsel bir açıklaması var. Çağlı’nın tarih kurgusunda, Avrupa (özellikle de Almanya) işçi sınıfı ve oradaki önderlikler (bunlara Çin Devrimi’nin yenilgisini de eklemek gerek) birer özne olarak yer almıyor. Her şey, maddi temellerinden ve tarihsel - toplumsal bağlamından kopartılmış, Hegelci bir “devrimci öz” ile Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi gibi baş aktörler etrafında dönen bir senaryodan ibaret. Çağlı’nın tarihsel kurgu-romanı, “Ekim Devriminin böyle uğursuz bir süreç neticesinde yenilgiye uğradığı noktada, mücadeleyi Lenin dönemindeki Bolşevik çizgiye sahip çıkarak sürdürmeye çalışan Troçki ve onu izleyen yoldaşları” ile devam ediyor. Bununla birlikte, Çağlı’nın Lenin sonrasında “sahneye çıkan” Troçki’si de bizim bildiğimiz Troçki değildir. Çağlı’nın kaleminde, o, Lenin’in ancak 12 yıl sonra, Nisan 1917’de ulaşabildiği Sürekli Devrim Teorisi’nin yaratıcısı büyük bir Marksist teorisyen, Ekim Devrimi’nin -Stalin’in bile itiraf etmiş olduğu gibi- iki büyük önderinden biri, Kızıl Ordu’nun kurucusu ve İç Savaş’ın muzaffer komutanı değildir. Çağlı’ya göre Troçki, “bürokrasinin iktidarına karşı Ekim Devriminin kazanımlarını savunmak amacıyla Uluslararası Sol Muhalefet adlı örgütlenmeyi biçimlendirmeye çalışmış” bir yardımcı oyuncudur. Çağlı’nın, Troçki’den söz ederken, Sovyet bürokrasisinin Stalin önderliğindeki ulusalcı oportünist hizibine karşı dünya devrimi uğruna SSCB’de

Sol Muhalefet’i ve Uluslararası Sol Muhalefet’i örgütleyen ve bu örgütü bir dünya partisi ile taçlandırarak Marksizmin programatatik-örgütsel sürekliliğini sağlayan bir Marksist olarak tanımlamaması bilinçli bir tercihtir. Troçki’yi değersizleştirmeyi amaçlayan zamanı geçmiş merkezci küçük burjuva safsataları yineleyen Çağlı, “Ekim Devriminin kazanımlarını savunmak amacıyla Uluslararası Sol Muhalefet adlı örgütlenmeyi biçimlendirmeye çalışmıştır” diyerek, bu büyük Marksistin komünizm davasına olan devasa katkısını, aklınca, küçümsemektedir.

Merkezci şaşkınlık Çağlı, Troçki’nin “devrimci çabasının, sahip çıkılması gereken bir tarihsel özellik taşıdığını” itiraf etmek zorunda kaldığı noktada, tipik merkezci bir refleks sergileyerek, idealist izlenimci yönteminin yol açtığı çelişkiler içinde çırpınmaktadır. Ona göre, Troçki’nin “egemen bürokrasinin eliyle gelen her türlü zorluğa, inanılmaz eziyet, cefa ve siyasal katliamlara rağmen, Lenin dönemindeki devrimci çizginin yaşatılması mücadelesi sona ermemiş ... bu çabaların bir uzantısı olarak, 1938 yılında Dördüncü Enternasyonalin kuruluşu ... ilan edilmiştir... Dördüncü Enternasyonalin inşa çabası, ... Komintern’in Lenin döneminde biçimlenen devrimci özünü ... savunup sürdürme mücadelesini yansıtır.” Bütün bu duygu yüklü (!) tespitlerin ardından, insanın, Troçki önderliğindeki Marksistlerin bu mücadelesine sahip çıkıp, hiç tereddütsüz, IV. Enternasyonal’in bayrağı altında yer alması ve bundan sonra IV. Enternasyonal’in 75 yıla yaklaşan tarihini Marksist bir yaklaşımla değerlendirerek yolunu çizmesi beklenir; değil mi? Değil! Çünkü Çağlı, her merkezci gibi, kritik eşiğe geldiği noktada, Marksist pozisyonlara karşı sağcı-tutucu refleksler sergilemeye mahkûmdur. Bunu da, yalnızca, izle-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k İzlenimci öznel tarih yazımının bu Marksist tutum sahibi temsilcisine, Troçki’nin “Menşevik örgüt anlayışından kendisini tam anlamıyla kurtaramadığı” yolundaki – Stalinizmden ödünç alınmış- bu yargıya nereden vardığını sormak gerekiyor.

Lenin, Troçki, Kamenev - 1919

nimcilik ve öznelcilik üzerinde kurguladığı idealist bir tarih yazımı üzerinden yapabilir. Nitekim Çağlı, özgün tarih yazımını şu derin tespitle sürdürüyor: “Dördüncü Enternasyonal deneyimi, yalnızca devrimci özün savunulmasına yönelik bir başlangıç düzeyinde kalmış ve örgütlenme anlamında yol alamayan bir tarihsel çaba olmuştur.” Neden mi? Yanıtını yine Çağlı’dan aktaralım: “Troçki’nin örgütsel alanda Lenin’e kıyasla zayıf olduğu pek çok yön mevcuttur. İşin gerçeğini itiraf etmek gerekirse, aslında vaktiyle büyük oranda etkilendiği Menşevik örgüt anlayışından kendisini tam anlamıyla kurtarabilmesi mümkün olmamıştır.” Çağlı, bu “derin” tespitinin ilk cümlesiyle yetinseydi, ona, kişiler arasında bu tür anlamsız karşılaştırmalar yapmanın Marksistlerin değil burjuva gazetelerindeki dedikodu yazarlarının işi olduğunu anımsatmakla yetinirdik. Bizler, yalnızca, iki insanın aynı somut olay/olgu karşısındaki eş zamanlı tavırlarını karşılaştırır ve o olay/olgu konusunda kimin doğru ya da yanlış tavır aldığını söyleyebiliriz (o da sonuçlardan hareketle). Stalinist geçmişiyle gerçek bir hesaplaşma yaşayamadığı için, yolun ortasında,

merkezcilikte takılıp kalmış olan Çağlı, bununla da yetinmiyor. O, ani bir manevrayla çıtayı yükseltip, Troçki’nin hangi somut durumda hangi yanlışı yaptığını belirtmek yerine, aceleci ve fazlasıyla iddialı bir “tespit” yapıyor. Hem de ne tespit! Çağlı’ya göre, Troçki’nin, “aslında vaktiyle büyük oranda etkilendiği Menşevik örgüt anlayışından kendisini tam anlamıyla kurtarabilmesi mümkün olmamıştır.” Çağlı’ya, Troçki’nin “Menşevik örgüt anlayışından kendisini tam anlamıyla kurtaramadığı” yolundaki –Stalinizmden ödünç alınmış- bu yargıya nereden vardığını sormak gerekiyor. Zira bizler, o zamanlar henüz 24 yaşında olan Troçki’nin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ndeki bölünmeye karşı çıkıp iki hizibinin birleşmesini savunmakla birlikte, 1904 yılında Menşeviklerle ilişkilerini kesmiş olduğunu; 1905 yılından itibaren, ‘aşamalı devrim’ anlayışlarından dolayı hem Bolşevikleri hem de Menşevikleri eleştirdiğini (“Menşevizmin devrim karşıtı özellikleri şimdiden bütünüyle açık hale gelmişken, Bolşeviklerinki yalnızca zafer durumunda ciddi bir tehdit haline gelecek gibi görünüyor” ayrımını yaparak); Ağustos 1917’de, kendisini “Enternasyonalist Bolşevikler” olarak adlandıran grubuyla birlikte, Lenin’in Nisan Tezleri ile birlikte Sürekli Devrim kuramını kabul etmiş olan Bolşeviklere katıldıktan sonra, Lenin’in sözleriyle, “mükemmel bir Bolşevik” olarak Ekim Devrimi’nin örgütlenmesinde başı çektiğini; bu durumu Stalin’in bile itiraf ettiğini; Kızıl Ordu’nun kurucusu ve başkomutanı olarak İç Savaş’ta Beyazların ve emperyalist orduların yenilgiye uğratılmasına önderlik ettiğini ve yaşamının sonuna kadar Bolşevik Parti anlayışını savunduğunu biliyoruz. Çağlı’nın öznel kurgusu bir yana, gerçek tarih, bize, Troçki’nin, Sol Muhalefet’i ve Uluslararası Sol Muhale-

53


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Çağlı’nın bütün bu yanlış savları pervasızca ve tek bir somut örnek bile sunmadan kaleme almasının, onun “beşinci” bir enternasyonal çağrısını gerekçelendirme yönündeki acelesinden, Marksizmin Lenin sonrasındaki biricik temsilcisi olan Troçkizm ile açık bir hesaplaşmaya girememesinden ve okurlarının IV. Enternasyonal tarihine ilişkin bilgisiz olduklarını düşünmesinden kaynaklandığı ortada.

54

feti örgütleyerek, Komünist Enternasyonal’in dünya devrimi perspektifi uğruna Stalinist ulusalcı bürokrasiye karşı mücadele etmiş ve bu mücadeleyi IV. Enternasyonal’i kurarak taçlandırmış Marksist bir önder olduğunu kanıtlıyor. İşin “garip” yanı, Çağlı’nın, bütün bunları utangaç biçimde kabul etmek zorunda kaldığı her cümlenin ardından, “aslında”, “ama”, “ne var ki” diyerek inkâr etmeye ya da önemsizleştirmeye kalkışmasıdır. Bu tavrıyla, Çağlı, bir Marksist değil ama tek bir somut örnek bile vermeden yüksek perdeden atıp tutan kibirli bir küçük burjuva gazetecisi izlenimi vermektedir. Çağlı, en azından bu izlenimi ortadan kaldırmak için, Troçki’nin “Menşevik örgütlenme anlayışından kurtulamadığını” somut örneklerle kanıtlamak zorundadır.

IV. Enternasyonal’i karalama çabası Çağlı, Troçki’nin örgüt anlayışına yönelik temelsiz iddialarının ardından, bir kez daha çark edip, “Troçki’nin Lenin dönemindeki Bolşevik çizgiyi savunma çabasının, dünden bugüne uzanan son derece önemli ve değerli bir tarihsel çaba olduğu açıktır” diyor ve ekliyor: “Ancak Troçki’nin ölümünden sonra başlayan Troçkizm tarihini oluşturan çeşitli eğilim ve yapılanmalar için aynı şeyi söyleyebilmemiz pek mümkün değildir.” Çağlı’ya göre, “genelde Troçkist hareket Troçki’yi derinden anlayıp, onun bıraktığı teorik-politik mirası sahiplenmeyi ve geliştirmeyi başaramamıştır. Tersine, Troçki’yi izleme adına onun önemli değerlendirmeleri dondurularak dogmalara dönüştürülmüş ve böylece devrimci hayatiyet sona erdirilmiştir... Dördüncü Enternasyonal irili ufaklı Troçkist gruplar arasında son derece kısır ve küçük-burjuvaca politik çekişmelere alet edilen içi boş bir biçime dönüşmüştür. Bu nedenle, başlangıçta devrimci enternasyonal

geleneğini sürdürmek amacıyla yaratılmaya çalışılan Dördüncü Enternasyonal Troçki’nin ölümüyle birlikte anlamını yitirmiştir... Troçki ile Troçkizm arasında öznel değerlendirmelerle kapatılamayacak nesnel bir farklılık vardır. Ekim devriminin önderlerinden biri olan ve gelecek kuşaklara devrimci bir tarihsel miras bırakan Troçki ile onun ölümünden sonra kendilerine özgü yanılgılar ve sekter ihtiraslar temelinde varlık sürdüren Troçkist yapılanmalar arasında kesin bir ayrım çizgisi çekmek zorunludur.” Çağlı’nın bütün bu yanlış savları pervasızca ve tek bir somut örnek bile sunmadan kaleme almasının, onun “beşinci” bir enternasyonal çağrısını gerekçelendirme yönündeki acelesinden, Marksizmin Lenin sonrasındaki biricik temsilcisi olan Troçkizm ile açık bir hesaplaşmaya girememesinden ve okurlarının IV. Enternasyonal tarihine ilişkin bilgisiz olduklarını düşünmesinden kaynaklandığı ortada. Sıkı sıkıya sarıldığı anti-Marksist yöntemden ve IV. Enternasyonal’e yönelik temelsiz suçlamalarından / karalamalarından dolayı, Marksist Tutum’un ve Çağlı’nın bu aceleciliğinin kapitalizmin insanlığı içine sürüklediği felaket karşısındaki devrimci bir “duyarlılığın” ifadesi olduğunu düşünmek çok zor. Tersine, Çağlı, beşinci bir enternasyonali kurma düşüncesini gerekçelendirmeye çalıştığı yazısında, devrim ve sosyalizm mücadelesinin önündeki gerçek engellere (liberalizm, reformizm, sendikacılık, ulusalcılık, gerillacılık vb.) değil; Troçkizmde ve IV. Enternasyonal’de cisimleşen Leninist geleneğe saldırmakta, onu değersizleştirmeye çalışmaktadır. Çağlı’nın, bunu yapmakta, kuşkusuz, kendine göre haklı nedenleri bulunuyor. Zira o, bütün siyasi faaliyetini işçi sınıfını ve gençliği -elbette “sol”- sendika bürokrasilerine ve burjuva-liberal Kürt ulusal hareketine yedek-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Yeni (beşinci) bir enternasyonalin kurulmasına gelince; bir parti ya da enternasyonal kurmanın, Çağlı’nın sandığı gibi, öyle her aklına esenin dilediğince gerçekleştirebileceği bir iş ya da basit bir numaralandırma meselesi olmadığını anımsatmakta yarar var.

Troçki

lemeye adamış bir akımın sözcüsü olarak, enternasyonalist ve devrimci bir işçi sınıfı alternatifini savunmaya kalkıştığında, değirmenine su taşıdığı bu “müttefiklerine” karşı cepheden tavır almak zorunda kalacaktır. Çağlı, Marksist adımları atması durumunda kaçınılmaz biçimde IV. Enternasyonal’in çizgisine sürükleneceği için, “durumu kurtarmak” adına, yüzünü can havliyle sağa dönüp, Troçkizmi hedef tahtasına yerleştiriyor. Ama ortada iki sorun var: Bunlardan birincisi, Çağlı’nın Troçkizme / IV. Enternasyonal’e karşı başlattığı haçlı seferinde hedefe yerleştirdiği “işçi sınıfının devrimci örgütlenme ihtiyacından söz edip pratikte antrist taktikler vb. adına kendini sosyal-demokrat partilere adapte eden Troçkist eğilimler”in hiçbirinin Troçkist olmaması. Çağlı, ya 1953 yılında IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni (DEUK) kuran Marksistlerin IV. Enternasyonal içinde Pablo önderliğinde başkaldıran revizyonizme ve oportünizme karşı verdikleri amansız mücadele hakkında hiçbir şey bilmiyor ya da gerçekleri açıkça çarpıtıyor. Yazıda sergilenen ve yukarıda değindiğimiz diğer yanlışlıklar / çarpıtmalar göz önüne alındığında, ikinci olasılığın geçerli olduğunu belirtmek

zorundayız: Çağlı ve Marksist Tutum, IV. Enternasyonal’i değersizleştirmek amacıyla tarihi çarpıtmaktadır. İkinci ve birincisinden daha “vahim” olan şu ki, Çağlı’nın Troçkizme ve IV. Enternasyonal’e iliştirerek “eleştirdiği” (aslında ortada bir eleştiri de yok) bütün o oportünist gruplaşmaların, tarihleri boyunca, Marksist Tutum’un yaptıklarından farklı bir şey yapmıyor olmasıdır. Burjuva seçimlerinden, bütün mülk sahibi sınıf partilerini acımasızca teşhir etmek ve işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliğinin inşasını ilerletmeye yönelik kampanyalar örgütleyerek yararlanmak yerine, işçi sınıfını ve gençliği her seçimde Kürt hareketinin “demokrat-liberal” partisine yedekleyen; işçiler arasında “sol” sendika bürokrasilerine ilişkin hayaller yayan ve onları sendikalizme mahkûm etmeye çalışan; Stalinist gruplar arasında da Bolşevik unsurlar olduğunu söyleyen Marksist Tutum değil mi? Bugün “Alan Woods liderliğinde Chavez’in kuyrukçusu pozisyonuna indirgenen IMT” sizin uluslararası hareketiniz değil miydi? O halde, Çağlı, neyi / kimi ne için eleştiriyor? Troçki ve Troçkizm ile hiçbir ilişkisi olmayan ve özünde Marksist Tutum’dan farklı davranmayan ve farklı argümanlarla süslenmiş şekilde yeni bir “enternasyonal”in inşası peşinde koşan onlarca Pablocu küçük burjuva grubu mu? Neyse, “konu enternasyonal alandaki yanlışlıklar komedyasına doğru açılmışken”, Çağlı’nın yazısının, bu “komedya”nın en eski ve en yavan bölümlerinden birini oluşturduğunu anımsatarak geçelim.

Neden “beşinci enternasyonal” Yeni (beşinci) bir enternasyonalin kurulmasına gelince; bir parti ya da enternasyonal kurmanın, Çağlı’nın sandığı gibi, öyle her aklına esenin dilediğince gerçekleştirebileceği bir iş ya da basit bir numaralandırma me-

55


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

Sosyalist (II.) Enternasyonal partilerinin önderlikleri, I. Dünya Savaşı’ndaki açık “ihanet”ten çok daha önce yozlaşmıştı... Ama dönemin Marksistleri, küçük burjuvaziye özgü bir acelecilikle, “hainler” diye çığlıklar atarak yeni bir enternasyonal kurmaya kalkışmadılar.

56

selesi olmadığını anımsatmakta yarar var. Yanlış anlaşılmasın, burada söylemek istediğimiz şey, Marksist Tutum’un ya da onlarca benzerinin uluslararası bir örgütlenme yaratamayacağı değil; onların kuracağı bu “enternasyonal”in Marksist bir enternasyonal olamayacağıdır. Marksist bir enternasyonalin kurulması, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci önderliğinin, dünya devriminin demokratik merkeziyetçi partisinin kurulması demektir. Bu partiyi kurmaya kalkışmak için de, doğallıkla, böyle bir partinin olmaması ya da var olanın dünya devrimi ve komünizm davası adına ebediyen yitirilmiş olması gerekir. Kısaca özetlersek: UİB’in, sosyalist devrimin dünya partisi, Marksist bir enternasyonal olmadığı herkesin bildiği bir gerçek. Bununla birlikte UİB, modern komünizmin kurucularının, mülk sahibi sınıfların siyasi temsilcilerine (radikal burjuvazi, anarşistler, kooperatifçiler, sendikacılar vb.) karşı mücadele içinde Marksizmi geliştirdikleri bir alan oldu. UİB, PrusyaFransa savaşının ve Paris Komünü’ nün yenilgiye uğramasının ardından, kapsamlı bir ekonomik büyüme döneminin öngününde dağıldı. Marksistlerin, Komünistler Birliği’nden sonra, kuruluşunda belirleyici rol oynadığı ilk uluslararası örgütlenme Sosyalist (II.) Enternasyonal idi. Ancak Sosyalist (II.) Enternasyonal, hiçbir zaman bir dünya devrimi programına ve merkezi bir örgütlenmeye sahip olamadı; ulusal ölçekte hızla kitleselleşen işçi partilerinin gevşek bir koalisyonu olarak kaldı. Kitleselleşme ile birleşen bu ulusallığın, ulusalcılığa ve reformizme dönüşmesi kaçınılmazdı; öyle de oldu. Sosyalist (II.) Enternasyonal, neredeyse bütün tarihi boyunca, enternasyonalist-devrimci ve ulusalcı-reformist kanatları arasında keskin mücadelelerle damgalandı. Birinci kanadı oluşturan

Marksistler (Lenin, Mehring, Rosa, Liebknecht vb.), bu mücadeleler içinde -ve onlar sayesinde- emperyalizm, devlet, devrim, parti, sendikalar, savaş vb. konulara ilişkin Marksist perspektifler geliştirdiler. Sosyalist (II.) Enternasyonal partilerinin önderlikleri, I. Dünya Savaşı’ndaki açık “ihanet”ten çok daha önce yozlaşmıştı. Marksist temellerde kurulmuş işçi partilerini hızla işçi aristokrasisinin / bürokrasisinin egemenliğindeki “halk partileri” haline getiren bu önderliklerin oportünist kanadı, daha 20. yüzyılın başlarında, burjuva devletin yönetimine gelerek parlamenter yoldan sosyalizme geçişi, “insanileştirilmiş” bir sömürgeciliği vb. savunuyorlardı. Ama dönemin Marksistleri, küçük burjuvaziye özgü bir acelecilikle, “hainler” diye çığlıklar atarak yeni bir enternasyonal kurmaya kalkışmadılar. Komünist Enternasyonal’in kurulması için, bir dünya savaşı felaketinin yaşanması, 1917 Rus Devrimleri’nin gerçekleşmesi ve Rusya’da bir işçi devletinin kurulması gerekecekti. Komünist (III.) Enternasyonal’i yaratan şey, Lenin, Troçki, Mehring, Luxemburg gibi Marksistlerin, işçi sınıfına, Sosyalist (II.) Enternasyonal partilerinin oportünist önderliklerine karşı mücadele içinde geliştirdikleri, emperyalizm ve proleter devrimleri çağına uygun yeni bir dünya devrimi (Sürekli Devrim) perspektifi ve geçiş talepleri yöntemini sunmasıydı. Yani mesele, Çağlı’nın tarih kurgusundaki türde öznel niyetler, kararlılık ya da “devrimci öz” meselesi değildi. Birkaç yıl içinde çok sayıda ülkede komünist partilerin kurulabilmesi ve Komünist Enternasyonal’in kısa süre içinde gerçek bir güç haline gelebilmesi de, bu dünya devrimi perspektifi ile geçiş talepleri yönteminin, kapitalizmin krizine, işçi sınıfı hareketinin bununla bağlantılı devrimci kabarışına ve sosyal demokrat önderliklerin ihanetle-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Çağlı’ya, Troçki’nin Marksist yöntemini anlayabilmesi için, dönemin ABD Sosyalist İşçi Partisi’nde, BurnhamShachtman önderliğinde ortaya çıkan ve SSCB’deki bürokrasinin bir sınıf, işçi devletinin ise Marksizmin öngöremediği yeni bir toplum olarak “bürokratik kollektivizm”in aldığını savunan muhalefete verdiği mücadelenin belgelerini okumasını öneririz.

rine denk düşmesi sayesinde mümkün olabildi. Ama unutmayalım ki, I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Avrupa’da ortaya çıkan bütün devrimci işçi hareketleri, birçok ülkede önemli siyasi kazanımlar elde etmesine karşın, sosyal demokrasinin önderliği altında, kapitalist sistemin sınırları içinde kalmıştı. Komünist (III.) Enternasyonal’in ilk dört kongresine damgasını vuran Marksist perspektif ve yöntem, Stalin önderliğindeki ulusalcı bürokratik hizbe karşı mücadele sürecinde Troçki önderliğindeki “Sol Muhalefet” ve “Uluslararası Sol Muhalefet” tarafından savunuldu ve geliştirildi. Ama Troçki ile yoldaşları, on binlerce Marksistin -başta SSCB olmak üzerebütün komünist partilerden atılmasına, SSCB’deki toplu tutuklamalara, toplama kamplarına, işkencelere ve öldürülmelere rağmen, 1933 yılına kadar, yeni bir enternasyonalin kurulması çağrısı yapmadılar. Çağlı, öznel tarih kurgusuna uygun olarak, bunu da Troçki’nin “örgütsel alandaki zayıflığıyla” ya da bir başka kişisel zaafıyla açıklayabilir. Oysa Troçki, bir Marksist olarak, merkezci Çağlı’nın yapmadığını / yapamayacağını yapıyor; Marksist yönteme, kuramsal tutarlılığa, tarihsel bütünlüğe ve dünya devriminin çıkarlarına önem veriyordu. Çağlı’ya, Troçki’nin Marksist yöntemini anlayabilmesi için, dönemin ABD Sosyalist İşçi Partisi’nde, Burnham-Shachtman önderliğinde ortaya çıkan ve SSCB’deki bürokrasinin bir sınıf olduğunu, işçi devletinin yerini ise Marksizmin öngöremediği yeni bir toplum olarak “bürokratik kollektivizm”in aldığını savunan muhalefete verdiği mücadelenin belgelerini okumasını öneririz. Örneğin, Troçki, 15 Aralık 1939 tarihinde yayımlanan “Sosyalist İşçi Partisi içinde bir küçük-burjuva muhalefet” başlıklı makalesinde, şöyle yazıyordu: “Bayağı düşünme tarzı, 'kapitalizm',

'ahlak', 'özgürlük', 'işçi devleti' vb. kavramlara, kapitalizmin kapitalizme, ahlakın ahlaka vb. denk olduğunu kabul eden sabit soyutlamalarla işler. Diyalektik düşünme tarzı, bütün şeyleri ve görüngüleri sürekli değişimleri içinde çözümlerken, A'nın A, bir işçi devletinin işçi devleti olmaktan çıktığı kritik sınırı, söz konusu değişikliklerin maddi koşullarında tespit eder. “... Eğer Burnham bir tarihsel maddeci olsaydı, şu üç soruyu yanıtlardı: (1) SSCB'nin tarihsel kökeni ne? (2) Bu devlet, varolduğu sürece hangi değişimlere uğradı? (3) Bu değişimler niceliksel aşamadan niteliksel aşamaya geçti mi?” Troçki’nin burada ortaya koyduğu soruları, SSCB’ye ilişkin göndermelerinin yerine Komünist Enternasyonal’i geçirerek yanıtlarsak: Komünist Enternasyonal, zafer kazanmış bir işçi devriminin ve emperyalist savaşın ardından, dünya devriminin kurmay örgütü olarak kurulmuştu. Bununla birlikte, o, SSCB’de İç Savaş’ın, emperyalist müdahalenin, Avrupa (Almanya) devriminin yenilgisinin bir sonucu olarak, iktidarı işçi sınıfından gasp ederek kendi totaliter diktatörlüğünü kurmuş olan Stalin önderliğindeki hizip ile Avrupalı ulusalcı “komünist” bürokratların elinde, dünya devrimi perspektifini terk etmişti. Bu ulusalcı yozlaşma, kaçınılmaz biçimde yoğun bir bürokratik yozlaşmayla tamamlanıyor ve Komünist Enternasyonal, Kremlin’in dış politikadaki bir aracı haline getiriliyordu. Bu nicel değişimlerin niteliksel aşamaya geçtiğinin göstergesi, Komünist Enternasyonal’in tüm şubelerinin, Hitler’in iktidara gelmesine katkıda bulunan ve ona karşı hiçbir eyleme girişmeyen Almanya Komünist Partisi’nin ihanet politikalarını onaylaması oldu. Komünist Enternasyonal, sonradan da görüleceği üzere, dünya işçi sınıfı için tarihsel anlam taşıyan bu yenilginin ardın-

57


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k dan, dünya devrimi için ebediyen yitirilmişti; doğrudan bir faşizm ve savaş tehlikesi altındaki uluslararası işçi sınıfını siyasi önderlikten yoksun bırakmamak, SSCB’yi savunmak ve Marksizmin sürekliliğini sağlamak için, onun yerini yeni (dördüncü) bir enternasyonalin alması gerekiyordu.

IV. Enternasyonal’in şubeleri, savaş sırasında işçi sınıfı içinde Leninist “devrimci bozgunculuk” çizgisini savunur ve sınıf mücadelelerini körüklemeye çalışırken, “faşizme karşı birleşik cephe” sahtekârlığı altında “demokratik” emperyalist burjuvazi ile işbirliği yapıp bütün grevlere ve direnişlere son vermiş olan Stalinist komünist partiler, işçileri “kendi” burjuvazilerinin kuyruğuna takıyordu

58

IV. Enternasyonal’in üzerinden atlama çabası IV. Enternasyonal, Çağlı’nın da itiraf ettiği gibi, “Lenin’in Komünist Enternasyonali”nin devamı olarak ve son derece zor koşullar altında kurulmuştu. Kremlin ve dünyanın dört bir yanındaki Stalinistler, Troçki önderliğindeki Bolşevikleri fiziksel olarak ortadan kaldırmak için Nazilerle ve dünya burjuvazisi ile el ele vermiş, gerçek bir cadı avı sürdürüyordu. SSCB’de 1917 Ekim (Kasım) devrimini gerçekleştiren bütün bir Bolşevikler kuşağını ortadan kaldıran Stalinist aygıtın, IV. Enternasyonal’in önderliğinde yer alan çok sayıda Marksisti katlettiği terör dalgası, faşizmle ve II. Dünya Savaşı ile birleşti. IV. Enternasyonal’in savaş karşısındaki tavrı kapitalist ülkelerde “emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme” biçiminde bir devrimci bozgunculuk ve SSCB’nin emperyalist işgal ve kapitalist restorasyon karşısında “devrimci savunusu” oldu (Kremlin’deki totaliter bürokratik diktatörlüğün siyasi devrim yoluyla işçi sınıfı tarafından alaşağı edilmesi, bu savununun ayrılmaz bir parçasıydı). IV. Enternasyonal’in şubeleri, savaş sırasında işçi sınıfı içinde Leninist “devrimci bozgunculuk” çizgisini savunur ve sınıf mücadelelerini körüklemeye çalışırken, “faşizme karşı birleşik cephe” sahtekârlığı altında “demokratik” emperyalist burjuvazi ile işbirliği yapıp bütün grevlere ve direnişlere son vermiş olan Stalinist komünist partiler, işçileri “kendi” burjuvazilerinin kuyruğuna takıyordu. Stalin’in dünya burjuvazisine sunduğu

en büyük armağan, Troçki’yi 20 Ağustos 1940’ta öldürtmesi oldu (Onun emperyalizme vereceği bir sonraki armağan, daha doğrusu rüşvet, zaten yıllardır kongresini toplamamış olan Komünist Enternasyonal’i 1943 yılında resmen kapatmak olacaktı). IV. Enternasyonal, kendisine yönelik Stalinist ve faşist terör dalgasına ve savaşa rağmen, Marksist pozisyonlarından ve programından hiçbir ödün vermedi. Bununla birlikte, eşgüdümlü Stalinist ve faşist terör, IV. Enternasyonal’in en deneyimli kadrolarını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı. IV. Enternasyonal’in savaş öncesinde ve sırasında uğradığı büyük kadro kaybı, onun sonraki gelişiminde kuşkusuz önemli -olumsuz- bir etmendi (yalnızca SSCB’de, “büyük temizlik” adı verilen komünist / Troçkist kıyımı sırasında bir milyondan fazla Marksist aydın ve işçi öldürüldü). Bununla birlikte, IV. Enternasyonal içinde 1950’lerin başından itibaren yaşanan mücadelelerin ardındaki belirleyici etmen, Stalinist önderliklerin Avrupa devrimini boğazlaması ve dünya kapitalizminin savaş sonrası içine girdiği tarihsel büyüme oldu. Siyasi çerçevesi ABD önderliğindeki muzaffer emperyalistler ile Kremlin arasındaki anlaşmalar eliyle çizilen yeni dönem, ulusal kompartımanlar biçiminde bölünmüş ulusal korumacı kalkınma modeli üzerinde yükselen reformizmin ve sendikacılığın (sosyal demokrasinin ve Stalinizmin) altın çağıydı. İşçi sınıfının devasa Stalinist ve sosyal demokrat sendikal / siyasal önderlikler altında toplumsal servetten daha fazla pay alarak düzen sınırları içinde tutulduğu bu dönemin, savaş sırasında yemiş olduğu darbeleri iyileştiremeden yeni basınçlara maruz kalan IV. Enternasyonal’i etkilememesi olanaksızdı. Çağlı’nın Troçkizmi ve IV. Enternasyonal’i değersizleştirmek amacıyla “Troçkist”


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Marksistlere göre yeni bir parti / enternasyonal, önceki Marksist kuşakların bütün kuramsal donanımını ve mücadele deneyimlerini içeren uluslararası ve tarihsel bir boyuta sahip yeni bir perspektifin ve programın varlığını gerektirir. En önemlisi de yeni bir yöntemin, perspektifin ve programın yaratılması için böyle bir gereksinimin doğması; yani varolanların geçersizleşmesi gerekir.

olarak sunmaya çalıştığı -Marksist Tutum’un da bir zamanlar birlikte yürüdüğü IMT (Uluslararası Marksist Eğilim) de dahil- bütün o küçük burjuva akımlar, Troçki’nin, IV. Enternasyonal’in ya da Troçkizmin değil ama o tarihsel koşulların ürünüdür (yoksa Çağlı, Stalinizmi de Leninizmin/Marsizmin ve Komünist Enternasyonal’in ürünü olarak mı görüyor?). IV. Enternasyonal’in bu revizyonist oportünist eğilimlerin hiçbirine teslim olmadığını; onun içindeki Marksistlerin, bu eğilimler her ortaya çıktığında, dünya partisinin tarihsel olarak oluşmuş çizgisine ve örgütüne sahip çıktığını biliyoruz. Onlar, ilk olarak 1950’lerin başlarında, Michel Pablo ile Ernest Mandel’in II. Dünya Savaşı’nın ardından geliştirmeye başladıkları ve sonraki yıllarda netleştirdikleri revizyonist tezlerde ifadesini bulan oportünist eğilime karşı kararlılıkla mücadele ettiler ve 1953’te DEUK’u kurarak, IV. Enternasyonal’in tasfiyesini önlediler. Bu oportünist eğilimler, DEUK içinde de birkaç kez ortaya çıktı ama her defasında, ya DEUK’tan ayrılmak ya da atılmak durumunda kaldılar. Çağlı’nın, Marksizmin bu tarihsel önemdeki savunusunu görebilmesi ve anlayabilmesi için, dikkatini, Pablocu ve diğer oportünist yol arkadaşlarından uzaklaştırması ve yüzünü, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ne (DEUK) dönmesi gerekir. DEUK’un 59 yıllık tarihi, Marksist pozisyonların, yalnızca IV. Enternasyonal içinden çıkan oportünist eğilimlere değil, aynı zamanda Çağlı gibi yeni bir enternasyonalin kurulması gerektiğini savunan merkezci akımlara karşı da parlak bir savunusudur. Önceki enternasyonal deneyimlerini ulusalcı ve merkezci bir prizmadan geçirerek okumuş olan Çağlı, DEUK’un kapitalizme ve her renkten Pablocu revizyonist eğilime karşı mücadelede yaratmış olduğu külliyatı in-

celeseydi, yeni bir parti/ enternasyonal kurmanın, gömlek değiştirir gibi bir örgütten ayrılıp diğerini kurma biçiminde basit bir tercihten ibaret olmadığını görürdü. Zira Marksistlere göre yeni bir parti / enternasyonal, önceki Marksist kuşakların bütün kuramsal donanımını ve mücadele deneyimlerini içeren uluslararası ve tarihsel bir boyuta sahip yeni bir perspektifin ve programın varlığını gerektirir. En önemlisi de yeni bir yöntemin, perspektifin ve programın yaratılması için böyle bir gereksinimin doğması; yani varolanların geçersizleşmesi gerekir. Bu yüzden, Çağlı’dan, yeni bir enternasyonalin kurulması çağrısı yapmadan önce, IV. Enternasyonal’in (hatta onun adını taşımaya devam eden oportünist yapılanmaların da) yönteminin, perspektifinin ve politikalarının kapsamlı ve tutarlı bir eleştirisini yapmasını istiyoruz. Ama böylesi bir tavır, yöntemsel, ideolojik ve siyasi anlamda hiçbir ilişkileri olmadığı halde IV. Enternasyonal maskesi altında onun saygınlığını sömürmeye devam eden oportünistlerle değil; DEUK ile kapsamlı bir kuramsal ve siyasi hesaplaşmayı gerektirir. Çağlı’nın yapması gerekip de yapamadığı işte budur. Çünkü Çağlı, Troçki’nin sözleriyle ifade edersek, “teorik olarak ... amorf ve eklektiktir; teorik yükümlülüklerden mümkün olduğu ölçüde yan çizer ve pratiğe yalnızca Marksist teorinin devrimci yöneliş kazandırabileceğini anlamaksızın, teori karşısında (lafta) ‘devrimci pratiğe’ öncelik vermektedir; ... İlkeli bir politikanın yerine kişisel manevracılığı ve küçük örgütsel diplomasiyi geçirmeye eğilimlidir... ideolojik boşluğunun üzerini örtmek için acınası ahlakçılığa başvurmaktadır; devrimci ahlakın ancak devrimci öğreti ve devrimci politika temelinde oluşturulabileceğini anlamamaktadır...” [3] Bütün bu nedenlerden dolayı, Çağ-

59


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k lı’nın, yazısının devamında dile getirdiği ve “yeni” enternasyonalin nasıl olabileceğine ilişkin bütün düşünceler, niyeti ne olursa olsun, Marksist yöntemin değil ama eklektizmin ve izlenimciliğin damgasını taşıdıkları, devrim ve komünizm davası açısından yıkıcı, soyut idealist kategoriler olarak kalmaya mahkûmdur.

Troçki’nin sözlerini ödünç alarak ifade edersek, Marksist Bakış, sağa karşı ana argümanlarını Marksistlerden, yani her şeyden önce BolşevikLeninistlerden ödünç almış, ancak bunu eleştirinin keskin tarafını körelterek ve pratik sonuçlarından kaçınarak ve böylece onların eleştirisinin içini boşaltıp anlamsızlaştırarak yapmıştı.

60

Marksist Bakış’ın eklektizmi Marksist Bakış’ın, IV. Enternasyonal’e hiçbir zaman yakın durmamış olan Marksist Tutum’dan farklı olarak, kendisini uzun süre Troçkist saflarda tanımlamış olduğunu; dahası, DEUK’un ve bizim kimi temel tezlerimize ve güncel politik konulardaki yaklaşımlarımıza yakın durduğunu biliyoruz. Buna, Marksist Bakış’ın, DEUK’un Almanya şubesi Sosyalist Eşitlik Partisi’nin geçtiğimiz yılki Berlin eyalet seçimlerine “devrimci bir programla katılan tek örgüt” olduğunu ifade etmesini de ekleyelim. Bu yüzden, onu her zaman sağ-merkezci pozisyonlarda ısrar etmiş ve bu ısrarından dolayı sürekli daha sağa doğru kayan Marksist Tutum’dan ayrı değerlendirmek gerekiyor. Bu farklılığı, Arslan’ın “Yeni Bir Dünya Örgütü: 5. Enternasyonal“ başlıklı yazısında IV. Enternasyonal’in dünya burjuvazisine, Stalinizme ve Pablocu revizyonizme karşı mücadelesine yaptığı olumlu vurgularda da görebiliyoruz. Bununla birlikte, Marksist Bakış’ın IV. Enternasyonal‘i “en ağır bedellerin karşılığında ... geleceğe, Marksizmin temiz bayrağını miras bırakan“ örgütlenme olarak göklere çıkartması, onun, birden bire, “4. Enternasyonal görevini tamamladı“ keşfini yapmasını ve “V. Enternasyonal“in kurulması gerektiğini ilan etmesini engellemedi. Bu durum, Marksist Bakış’ın Marksizm ile bağlarını bütünüyle kopartmaya yönelik önemli bir adımı ifade ettiği için kuşkusuz üzücü. Ama tarihsel ve uluslararası bir perspektife

sahip olmayan, önceliği uluslararası örgütlenmeye vermeyen, Marksizmin yöntemine ve teoriye dudak büken bu tür genç devrimci grupların, ne kadar militan ve “inançlı” olurlarsa olsunlar, sınıflar mücadelesi içinde bir uçtan diğerine savrulduklarını bilenler için şaşırtıcı değil. Marksist Bakış’ın DEUK’tan ve bizden yapmış olduğu alıntıların, adını koymadan paylaştığı düşüncelerin ve IV. Enternasyonal’e ilişkin olumlu vurgularının, Marksizmin cephaneliğinden, ilk önemli sınavda terk edilmek üzere ödünç alınmış silahlar olduğu bizler için bir sır değildi. Zira Marksist Bakış, bu tehlikeyi öngörerek kendilerine yıllar önce yapmış olduğumuz tartışma çağrısına yanıt bile vermemişti. Troçki’nin sözlerini kullanarak ifade edersek, Marksist Bakış, sağa karşı ana argümanlarını Marksistlerden, yani her şeyden önce Bolşevik-Leninistlerden ödünç almış, ancak bunu eleştirinin keskin tarafını körelterek ve pratik sonuçlarından kaçınarak ve böylece onların eleştirisinin içini boşaltıp anlamsızlaştırarak yapmıştı. Bu yüzden, o, aynı Marksist Tutum gibi, “teorik olarak ... amorf ve eklektik” kalmakta ısrar ettiği, “teorik yükümlülüklerden mümkün olduğu ölçüde yan çizdiği ve pratiğe yalnızca Marksist teorinin devrimci yöneliş kazandırabileceğini anlamaksızın, teori karşısında (lafta) ‘devrimci pratiğe’ öncelik verdiği” için, sağa doğru sıçradı ve “V. Enternasyonal” ekseninde onunla buluştu. Marksist Bakış ile Marksist Tutum’un yalnızca merkezcilerin değil ama çok sayıda Pablocu grubun da savunduğu “V. Enternasyonal” ekseninde bir araya gelmesi, bir rastlantı değildir. Daha kötüsü, bu “beşinci enternasyonal“ci gruplar, sınıflar mücadelesinin keskinleştiği ve kitlesel işçi hareketleriyle çalkalanacak bir döneme girdiğimiz koşullarda, merkezcilere özgü, şimdi sağa sallanan ama tekrar


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k Lenin’in önderliğindeki Bolşeviklerin o gericilik koşullarında dağılarak ortadan kalkmamasını sağlayan şey, parti içinden ve dışından gelen küçük burjuva saldırılara ve “sekterler” biçimindeki çığlıklara karşın Marksist teoriye sarılmaları ve bu devrimci teori ve program ekseninde örgütün sürekliliğini sağlamaları olmuştu.

Cannon

“orta”ya ve “sol”a gelebilecek sarkaç konumunu da koruyamama tehlikesiyle karşı karşıyalar. Zira sınıflar mücadelesinde yaklaşan fırtına, son derece kritik bir dönemde sağa doğru salınan bu merkezci sarkacın yeniden sola doğru gelmesini sağlayacak olan ipi her an kopartabilir. Örneğin, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (Almanya) devrimci bir programla seçimlere katılan tek parti olduğu tespiti Marksist bir grup tarafından yapılıyorsa, izlenmesi gereken yol bu partinin ve onun üyesi olduğu enternasyonalin (DEUK) kapsamlı bir değerlendirmesini yapmak olmalıdır. Hem DEUK’un hem de şubeleri Sosyalist Eşitlik Partileri’nin seçim programlarının bir dünya devrimi programına tabi olduğu ve bu programın da tarihsel boyuta sahip uluslararası perspektif üzerinde yükseldiği ortadayken, üstelik de hiçbir somut gerekçe, belge ve bilgi sunmadan, DEUK’un “yitirilmiş” olduğunu söylemek tam bir küçük burjuva sorumsuzluğunu/ciddiyetsizliğini ifade etmektedir. Marksist Bakış yazarı Arslan “4.Enternasyonal’in Michel Pablo ve Ernest Mandel önderliğinde geçen dönemi, oportünist sapmaların neden olduğu kopuşların örgütün fiilen dağılması ve sonlanmasına vardığı bir dönem olacaktı.” diyerek yaklaşımının kaçınılmaz sonucu olarak Elif Çağlı’yla aynı yönteme sarılıp tarihi çarpıtmaktadır. IV. Enternasyonal’in “fiilen dağılması ve sonlanması” gibi bir durum hiçbir zaman olmamış; tersine, Pablocu tasfiye girişimi, Cannon önderliğindeki Marksistlerin 1953’te DEUK’u kurmasıyla engellenmişti. Bolşevik Parti tarihi incelendiğinde de, özellikle 1905 devriminin yenilgiye uğratılmasının ardından yükselen gericilik dalgası nedeniyle, Lenin’in de ifade ettiği, partinin fiilen işlemez duruma geldiği bir dönem olmuştu. Unutmayalım ki, Lenin’in önderliğin-

deki Bol-şeviklerin o gericilik koşullarında dağılarak ortadan kalkmamasını sağlayan şey, parti içinden ve dışından gelen küçük burjuva saldırılara ve “sekterler” biçimindeki çığlıklara karşın Marksist teoriye sarılmaları ve bu devrimci teori ve program ekseninde örgütün sürekliliğini sağlamaları olmuştu. DEUK da, on yıllar boyunca benzeri tehditlerle ve suçlamalarla karşı karşıya kaldı (“sekter” ya da “masa başı devrimcileri” gibi Marksist tutarlılığa ve teoriye dudak büken küçük burjuva solcularının karalama çabası hala sürüyor) ama onun içindeki Marksistler, bütün bu saldırılara Marksist kurama daha fazla sarılıp onları teorik düzeyde mahkûm ederek yanıt verdiler. DEUK’un bu mücadeleler içinde Marksist kurama sahip çıkıp onu geliştirmesi, teoriyi güncel yaşamın diline uyarlayan somut politikaların üretilmesiyle tamamlandı. Unutmayalım ki, tutarlı devrimci politikaların üretilmesini sağlayan şey, bilimsel yöntem ve kuramsal bütünlüktür. IV. Enternasyonal’in ve DEUK’un tarihi, Lenin’in “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” biçimindeki temel Marksist önermesinin doğrulanmasıdır. Teoriye dudak büken Marksist Bakış ise tam tersi bir yol izlemekte ve “devrimci” pratiklerden hareketle, devrimci bir kurama ulaşabileceğini varsaymakta; bunun kaçınılmaz sonucu da derin bir eklektizm ve izlenimcilik olmaktadır. Arslan, yazısının devamında, “... 4.Enternasyonal adını kullanan birbirinden farklı birçok uluslararası grup ve grupçukların ortaya çıkışıydı. Dolayısıyla bu saatten sonra gerçek anlamda bir 4.Enternasyonal’den bahsedemeyiz.” diyerek, üstteki alıntıyla çelişme pahasına, IV. Enternasyonal’in fiilen sonlanmadığını kabul etmektedir. Ama daha kötüsü, onun bir Marksist örgütün gerçek anlamda

61


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

“Teorik olarak merkezcilik amorf ve eklektiktir; teorik yükümlülüklerden mümkün olduğu ölçüde yan çizer ve pratiğe yalnızca Marksist teorinin devrimci yöneliş kazandırabileceğini anlamaksızın, teori karşısında (lafta) ‘devrimci pratiğe’ öncelik verir.”

62

varlığından bahsedilemeyeceğini kanıtlamak için “birçok … grup ve grupçukların ortaya çıkışı”ndan söz etmesidir. DEUK dışında IV. Enternasyonal adını kullanan birçok küçük burjuva grubun olduğu doğrudur. Ama onların Marksist olmadığını kanıtlamanın yolu bu değildir. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) 1903 yılında Bolşevik ve Menşevik hizipler arasında bölünmesi ve bunun 1912’de iki farklı parti sonucuna varması, Marksist hareketin tarihinde ileriye doğru devasa bir kırılmanın ifadesiydi. Bu bölünme, Sosyalist (II.) Enternasyonal içindeki Marksist ve revizyonist kanatlar arasındaki bölünmenin Rusya ayağını oluşturuyordu. Ama her iki kanadın da RSDİP ismini kullanmaya devam etmeleri, biz Marksistlerin, Bolşeviklerin üstüne çarpı atmamız sonucunu doğurmadı. Aksine, bizler hangi eğilimin Marksist olduğunu ideolojik politik duruşlarını ve bunun yansıması olan pratiklerini inceleyerek gördük ve geleneğimizi Marx ile Engels’in Komünistler Birliği’nin mirasçısı olan Bolşevik Parti’ye dayandırdık. “Dünyanın hemen her yerde binlerce Troçkist örgüt bulunmaktadır ki bunların içerisinde her türlü Troçkist bulmak mümkündür: Gerillacısından sivil toplumcusuna, uvriyeristinden açık reformistlere kadar.” diyen Arslan, yine Çağlı ile aynı izlenimci yönteme sarılıp benzer şeyleri ifade ediyor. Bu yönteme göre, yukarıda geçen tüm küçük burjuva revizyonist akımlar Marksizm (Troçkizm) içi kabul edilmektedir. O halde, yineliyoruz, Menşeviklerin veya Stalinistlerin de Marksist olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür! Geçmişte, Elif Çağlı’nın tutumunu eleştiren Marksist Bakış’ın, bugün benzer bir noktaya gelmiş olması, “sağa kayma” tespitinin bir doğrulanmasıdır. Marksist Bakış, “Marksist Tutum’un Merkezciliği” başlıklı bir

makalede, Çağlı’nın Troçkizmi karalamasına karşı görece sağlıklı bir duruş sergilemiş ve izlenmesi gereken yolu şöyle ifade etmişti: “Anlaşılan Çağlı'nın derdi üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Troçki'nin ardından gelenlerinin bir bölümünün Troçki'nin gerisine düştüğü kesinlikle doğrudur. Bu noktada da sapla saman ayrılmalıdır. Stalinizme yaklaşanlar, oportünizme kayanlar, maceracılığa savrulanlar mahkûm edilmeli; tüm güçlüklere rağmen geleneği yaşatanların, devrimci Marksist geleneği dünyanın her köşesine yayanların mücadelesi sahiplenilmelidir.” [4] IV. Enternasyonal’in tarihine ilişkin ciddi bir araştırma yapma gereği bile duymadan onun “kaybedildiğini” söylerek -bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde- Troçkizmi karalama ve değersizleştirme çabasında ortaklaşan Çağlı ile Arslan’a, bir kez daha, günümüzde, burjuvaziye ve her türden küçük burjuva akıma karşı Marksist bir uluslararası işçi hareketi yaratma mücadelesini sürdüren ve “devrimci Marksist geleneği dünyanın her köşesine” yaymaya çalışan biricik örgütün DEUK olduğunu anımsatıyoruz. Bunun aksini iddia eden ama bunu hiçbir somut kanıt ileri sürmeden yapan Marksist Tutum ile Marksist Bakış, bütün iddialarını kanıtlamak yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Marksist Bakış’ın ise kendisine ve okuruna saygı gereği yapması gereken bir şey daha var: Arslan’ın kaleme aldığı “V. Enternasyonal” çağrısından önce yazmış ve savunmuş olduğu pozisyonların ciddi bir özeleştirisi. Yazımızı, Troçki’nin merkezcilik üzerine söyledikleriyle bitirelim: “a) Teorik olarak merkezcilik amorf ve eklektiktir; teorik yükümlülüklerden mümkün olduğu ölçüde yan çizer ve pratiğe yalnızca Marksist teorinin devrimci yöneliş kazandırabileceğini anlamaksızın, teori karşısında (lafta)


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

“Bir merkezci ideolojik boşluğunun üzerini örtmek için acınası ahlakçılığa başvurur; devrimci ahlakın ancak devrimci öğreti ve devrimci politika temelinde oluşturulabileceğini anlamaz...”

‘devrimci pratiğe’ öncelik verir; “b) Devrimci Marksistlere karşı eski Menşevik argümanları (Martov, Axelrod, Plehanov) genellikle bundan şüphe etmeden tekrar eder. Diğer yandan sağa karşı ana argümanlarını Marksistlerden, yani her şeyden önce Bolşevik-Leninistlerden ödünç alır, ancak bunu eleştirinin keskin tarafını körelterek ve pratik sonuçlarından kaçınarak ve böylece onların eleştirisinin içini boşaltıp anlamsızlaştırarak yapar... “d. Kendi konumundan ve yöntemlerinden her zaman şüpheli olan bir merkezci şu devrimci ilkeye nefretle bakar: olanı dile getirmek. İlkeli bir politikanın yerine kişisel manevracılığı ve küçük örgütsel diplomasiyi geçirmeye eğilimlidir. “e. Merkezci her zaman sağcı gruplaşmalara manevi bir bağımlılık içindedir ve daha ılımlı olanların

H

Bu kitabı e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.

info@toplumsalesitlik.org

Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Halil Çelik 368 syf., 20 TL.

huzurunda yaltaklanmaya, onların oportünist kusurları hakkında sessiz kalmaya ve işçilerin karşısında onların yaptıklarının üzerini örtmeye eğilimlidir. “f. Merkezci kendi aylaklığının üzerini "sekterlik" tehlikesinden söz ederek kapatmaya çalışır; ancak onun sekterlikten anladığı soyut propaganda (Bordigist tarzı) pasifistliği değil, ilkelerin saflığı, pozisyon berraklığı, siyasi tutarlılık ve örgütsel bütünlük için gösterilen aktif titizliktir. “g. Merkezcinin, oportünist ile Marksist arasında işgal ettiği yer, belirli bir ölçüde küçük burjuvazinin kapitalistle proletarya arasında işgal ettiği konuma benzer; ilkinin karşısında el pençe divan durur ve ikincisini hor görür. “h. Merkezci uluslararası arenada kendisini körlüğüyle olmasa bile miyopluğuyla belli eder. Bu çağda ulusal bir devrimci partinin ancak uluslararası bir partinin parçası olarak inşa edilebileceğini anlayamaz. Merkezci, uluslararası müttefiklerini seçme konusunda kendi ülkesinde olduğundan bile daha dikkatsiz davranır... “k. Bir merkezci ideolojik boşluğunun üzerini örtmek için acınası ahlakçılığa başvurur; devrimci ahlakın ancak devrimci öğreti ve devrimci politika temelinde oluşturulabileceğini anlamaz.”[5]

HHHH dipnotlar: [1] H. Çelik, Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal), Prinkipo Yayınları, Istanbul, Ağustos 2008, s. 204-205 [2] H. Çelik, age. s. 57 [3] Lev Troçki, Merkezcilik Üzerine İki Makale (“Merkezcilik ve IV. Enternasyonal” olarak da biliniyor), 22 Şubat 1934. Bu makale ilk kez Ağustos 1934’te Class Struggle adlı dergide yayınlandı. (Cilt 4, Sayı 8) [4] http://www.bolsevik.org/content/marksist-tutumunmerkezcili%C4%9Fi [5] Lev Troçki, age.

63


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

H 100

birinci balkan savaşı

B

irinci Balkan Savaşı, 8 Ekim 1912’de, Balkan Birliği’ni oluşturan dört ülkenin (Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ) Osmanlı İmparatorluğu’na saldırmasıyla başladı ve yedi ay sürdü. Savaş, 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın başlarında kurulmuş olan bu dört devletin, halklarının ve topraklarının Osmanlı egemenliği altında kalmış olan kesimlerini kendi sınırları içine alma ve etnik-kültürel temelde burjuva ulus devlet kurma sürecini tamamlama hedefinin ifadesiydi. Bu savaş sonucunda Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da (Balkanlar) önceki beş yüzyıl boyunca ele geçirmiş olduğu toprakların tamamını yitirdi. Bu savaş, büyük güçler arasında “Doğu Sorunu”nun çözümü konusunda yaşanan anlaşmazlıkları iyice keskinleştirdi. Bu güçlerden Rusya, Akdeniz’e uzanma hedefi doğrultusunda oluşturduğu pan-Slav politikaya uygun olarak Sırpları ve Bulgaristan’ı destek-

YIL ÖnCE

liyordu. Osmanlı toprakları üzerinde kendi hesapları olan diğer üç büyük güç, Britanya, Fransa ve AvusturyaMacaristan ise Rusya’nın “sıcak denizler”e inmesini önlemek için, artık çağ dışı kalmış ekonomik ve siyasi yapısı çatırdamaya başlamış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun “toprak bütünlüğü”nün olabildiğince korunmasından yanaydılar. Bu büyük güçler ve onların şu ya da bu ölçüde destekledikleri yerel ulusal hareketler arasındaki karmaşık dengeler üzerinde Balkanlar’da sağlanan göreli “barış” ortamı, Temmuz 1908’deki “Jön Türk Devrimi”nin (II. Meşrutiyet) ardından değişmeye başladı. II. Abdülhamid tarafından 1878’de büyük ölçüde askıya alınmış olan 1877 Anayasası’nın yeniden yürürlüğe konulması, özellikle kapitalistleşme yönünde -diğer bölgelere göre- oldukça ileri durumdaki Balkan halkları arasında zaten varolan siyasi-ekonomik reform ve bağımsızlık özlemini körükledi. İstanbul’un içinde bulunduğu siyasi karışıklıktan yararlanan Avusturya-Macaristan, II. Meşrutiyet’in ilanından yalnızca üç ay sonra, 1878’den beri işgal altında tuttuğu Bosna-Hersek’i kendi topraklarına

Sırp birlikleri Edirne önlerinde

64


dahil ettiğini açıkladı. Bulgaristan bağımsızlığını ilan ederken, özerk Girit yönetimi, Yun a n i s t a n’ a katıldığını açıkladı. Balkanlar’da bu gelişmeler yaşanırken, Nisan 1909’da İstanbul’da gerçekleşen karşıdevrim girişiminin (31 Mart Olayı) Selanik’ten gelen askeri birlik tarafından bastırılmasının ardından, İttihat ve Terakki içindeki Osmanlı-Türk milliyetçisi kanat egemen olmaya başladı. İttihat ve Terakki’nin padişahın yetkilerini iyice sembolik hale getirdiği Ağustos 1909’da, krala karşı bir askeri darbe de Yunanistan’da gerçekleşti. Devleti modernleştirmek isteyen ama bunu nasıl yapacaklarını bilmeyen askerler, sonunda Eleutherios Venizelos’u siyasi danışman olarak Atina’ya çağırdılar. Cuntanın Mart 1910’da kendini dağıtmasının ardından bir ulusal meclis oluşturuldu. Bu süreçte, bağımsızlığı Nisan 1909’da İstanbul tarafından tanınmış olan Bulgaristan Rusya’ya yaklaşıyor ve topraklarını genişletmenin hesabını yapıyordu. Bulgaristan’a ve diğer Balkan devletlerine topraklarını genişletme olanağı sağlayan fırsat, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1911-1912 Trablusgarp Savaşı’nı, İttihat ve Terakki’nin de iktidarı kaybetmesi oldu. Bu koşullar altında, önce Bulgaristan ile Sırbistan, ardından da -aslında Makedonya konusunda kapışan- Bulgaristan ile Yunanistan arasında anlaşmalar imzalandı. Bunu, Karadağ’ın Bulgaristan ve Sırbistan ile

anlaşması izledi. Böylece, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ arasında Balkan Birliği kuruldu. Öte yandan, Birlik, kendi içinde bölünmüş durumdaydı: Rusya’nın koruması altındaki Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Balkanları paylaşma konusunda kendi aralarında Yunanistan’ı dışlayan anlaşmalar imzalamıştı. Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşın hemen başlatılmasından yana değildi ama Karadağ, 8 Ekim’de İstanbul’a savaş ilan edince, bütün Birlik ülkeleri onu izledi. Karadağ İşkodra üzerine saldırırken, Sırbistan, Üsküp ve Manastır üzerine yürüdü ve Arnavutluk üzerinden Adriyatik denizine ulaştı. Yunanistan Makedonya’ya saldırdı ve Selanik’i ele geçirdi; Doğu Trakya’ya yönelen Bulgaristan ise İstanbul’u tehdit edecek şekilde Çatalca’ya kadar ilerledi. I. Dünya Savaşı’nın habercisi olan Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Anlaşması ile birlikte sona erdiğinde, yüzbinlerce Müslüman doğuya doğru göç yollarında hastalıklar, açlık ya da çeteler tarafından kırılıyordu. Bu savaş, Balkanlar, Anadolu, Ortadoğu gibi etnik-dinsel ve kültürel bir mozaik üzerinde burjuva ulus devlet kurma projesinin nasıl bir yıkıma yol açtığının çarpıcı bir örneğiydi. Çok değil, 10 yıl kadar sonra, aynı proje, bu kez Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin milliyetçi kanadı eliyle Anadolu’da uygulamaya konacak; etnik, dinsel ve kültürel olarak homojen bir toplum yaratma adına, yüz binlerce gayrımüslim Yunanistan’a, Ermenistan’a ya da Avrupa’ya ve ABD’ye gitmek zorunda bırakılırken, Müslüman olan Kürtler “dağlı Türk” ilan edilecek ve yok sayılacaktı. HHHH

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

toplums al e ş İ t l İ k

21


devrimci bir kitlesel seferberlikle mübarek’i devirmiş olan mısırlı işçiler ve gençlik, şimdi, onun rolüne soyunan mursi’ye ve müslüman kardeşler’e karşı mücadele ediyor...

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

t o plu m s al e ş İ t l İ k

fiyatı 5 tl


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.