sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
H 2013 başlarken: egemen çevrelerde kaygı havası nick beams H afganistan: 21. yüzyıl yeni-sömürgeciliği için bir model peter symonds H suriye insanlık felaketiyle karşı karşıya bill van auken H afrika ulusal kongresi marikana cellatlarını kutsadı chris marsden H abd ve fransa orta afrika cumhuriyeti’ne birlikler sevk ediyor patrick o’connor H alman sendika patronu thyssen krupp’ta personel müdürü oluyor dietmar henning H topkapı şişecam’da şirket-sendika uzlaşması orhan cemil H topkapı şişecam direnişinin öğrettikleri yayın kurulu H kürt sorununda yeni “açılım” yusuf ateşçi H odtü’deki polis terörü ve sınıf perspektifi toplumsal eşitlik için öğrenciler H suriye’ye askeri müdahale, patriotlar ve kimyasal silahlar m. özgür demir H marksist bakış yayın kurulunun açmazı ve onunla tartışmanın olanaksızlığı üzerine halil çelik
ocak 2013 /
11
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
ocak 2013
aylık siyasi dergi sahibi Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren
basım yeri: Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen
sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik yönetim yeri Hasanpaşa Mah. Ahmet Rasim Sk. No:21 D. 12 Kadıköy - İstanbul
Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul
Tel: (216) 418 63 61
(212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaa@gmail.com
e-posta: info@toplumsalesitlik.org www.toplumsalesitlik.org
Tel./faks:
ISSN Numarası: 2146-8230
içindekiler 3
2013 başlarken: egemen çevrelerde kaygı havası nick beams
21
5
kur savaşları 2013’te yoğunlaşacak nick beams
27
7
yeni japon hükümetinin militarizme dönüşü peter symonds
31
9
afganistan: 21. yüzyıl yeni-sömürgeciliği için bir model peter symonds
ödenmemiş ücretler çin’de grevlere yol açıyor
john chan
topkapı şişecam’da şirket-sendika uzlaşması
orhan cemil
41 45
topkapı şişecam direnişinin öğrettikleri yayın kurulu kürt sorununda yeni “açılım” yusuf ateşçi 2013 bütçesine genel bir bakış
can öykü
11
suriye insanlık felaketiyle karşı karşıya bill van auken
49
13
afrika ulusal kongresi marikana cellatlarını kutsadı chris marsden
odtü’deki polis terörü ve sınıf perspektifi toplumsal eşitlik için öğrenciler
53
abd ve fransa orta afrika cumhuriyeti’ne birlikler sevk ediyor patrick o’connor
suriye’ye askeri müdahale, patriotlar ve kimyasal silahlar m. özgür demir
57
marksist bakış yayın kurulunun açmazı ve onunla tartışmanın olanaksızlığı üzerine halil çelik
17
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
mer haba
D
ergimizin bu sayısına, Nick Beams’in dünya ekonomisinin durumu üzerine değerlendirmelerde ve 2013 yılına ilişkin öngörülerde bulunduğu iki yazısı ile başlıyoruz. “2013 başlarken: egemen çevrelerde kaygı havası” başlıklı yazısında, çok sayıda ekonomist gibi, dünya ekonomisinin bir toparlanmadan “her zamankinden daha uzak” olduğu tespitini yapan Beams, ikinci yazısında büyük ekonomilerin merkez bankalarının uyguladığı para politikalarının “çok daha büyük mali felaketlerin koşullarını yarattığına” dikkat çekiyor.
Peter Symonds’ın, biri “Yeni Japon hükümetinin militarizme dönüşü” ve “Afganistan: 21. yüzyıl yeni-sömürgeciliği için bir model” başlıklı yazıları ile Bill Van Auken’in “Suriye insanlık felaketiyle karşı karşıya” adlı yazısı, 2013 yılının Beams’in ekonomik temellerini açıkladığı gergin ve çatışmalı karakterinin uluslararası siyasi boyutuna ilişkin ip uçları veriyor. Derinleşen kriz, yükselen militarizm ve artan gerilim koşullarında, içine girdiğimiz 2013’te ve sonrasında işçi sınıfını bekleyen tehlikelerin en çarpıcı işaretlerini geçtiğimiz yaz Güney Afrika’da yaşanan madenci katliamında görmüştük. Chris Marsden, “Afrika Ulusal Kongresi Marikana cellatlarını kutsadı” başlıklı yazısıında, bu ülkede palazlanmış olan “siyah” burjuvazinin, işçi emekçi düşmanlığında “eski” Apartheit rejimini aratmayan pervasızlığını gözler önüne seriyor. Bu pervasızlığın ardında, kuşkusuz, bütün Afrika semalarını kaplamış olan savaş, çatışma ve baskı bulutları yatıyor. Afrika’da yoğunlaşan gerilimlerin en yalın ifadelerinden birini, kuşkusuz, kıtaya yönelik emperyalist müdahaleler oluşturuyor. Patrick O’Connor, “ABD ve Fransa Orta Afrika Cumhuriyeti’ne birlikler sevk ediyor” başlıklı yazısında, söz konusu iki emperyalist gücün bu topraklara ilişkin planlarını gözler önüne sermeye çalışıyor. Daha önceki sayılarımızda da sıkça değinmiş olduğumuz gibi, krizden en çok etkilenen ülkelerden biri de, kısa süre öncesine kadar büyük ümitler bağlanan Çin. Devasa bir ucuz işçi ordusunun azgın sömürüsü sayesinde, geçtiğimiz yıllarda hızla büyümüüş ve dünya ekonomisinin lokomotifi haline gelmiş olan Çin’deki egemenler, giderek artan bir tehditle karşı karşıya: Yavaş yavaş ayakları üstünde doğrulmaya başlayan işçi sınıfı. John Chan, “Ödenmemiş ücretler Çin’de grevlere yol açıyor” başlıklı yazısında, Çin işçi sınıfının artan mücadeleciliğini ve Çin Komünist Partisi yönetiminin bu yükselen güce karşı sermayenin çıkarlarını koruma adına aldığı barbarca önlemleri ele alıyor. H AKP iktidarının bütün iddialarının tersine, küresel krizin “alttan gelen dalgaları” ile birlikte işçi sınıfının faturayı ödemeye olan tepkisi de yüzeysel bakışla tekil ve rastlantısal gibi görünen ilk belirtilerini göstermeye başladı. İstanbul-Topkapı Şişecam fabrikasında Aralık ayı sonunda başlayan işgal ve direniş, bunun ifadesiydi. Web sayfamızı izleyen okurlarımızın ayrıntılı şekilde bilgi sahibi olduğu gibi, bu direnişin ardında, dört yıldır derinleşmekte olan küresel mali kriz
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ve iktidarın, onun faturasını işçi sınıfına çıkarmaya yönelik politikaları yatıyordu. İşçi sınıfının önceki onyıllar boyunca elde edilmiş olduğu haklardan geride hiçbir şey bırakmamak için elinden geleni yapan sermaye-hükümet ikilisinin bu çabasındaki başlıca yardımcısının sendikalar olduğunu yıllardır vurguluyoruz. Topkapı Şişecam’daki direniş de, aynı önceki onlarcası gibi, Kristal-İş sendikası tarafından önce denetim altına alındı, ardından da 9 Ocak günü Şişecam yönetimi ile varılan anlaşma sonucunda bitirildi. Orhan Cemil’in “Sendika-şirket uzlaşması” yazısında ve yayın kurulumuzun “Topkapı Şişecam direnişinin öğrettikleri” başlıklı değerlendirmesinde, hem sendika bürokrasisinin hem de onların kuyruğundaki küçük burjuva solunun yıkıcı rolünü ele alıyor ve işçi sınıfının karşı karşıya olduğu saldırılara başarıyla karşı koyması için gereksinim duyduğu devrimci, sosyalist bir perspektif sunmaya çalışıyoruz. H Yeni yıl ile birlikte, Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarının ardından, Kürt sorununda da yeni bir dönemece girildiğine tanık olduk. Bunun, artık alışıldık hale gelen günübirlik siyasi gündem değişikliklerinden biri olmadığını düşünüyoruz. Yusuf Ateşçi, “Kürt sorununda yeni ‘açılım’” başlıklı yazısında, söz konusu adımı hem kaçınılmaz kılan hem de onu bir anda çökertebilecek olan uluslararası / bölgesel ve iç dinamikleri ele alıyor ve sürece ilişkin sosyalist bir perspektif sunuyor. Yeri gelmişken, hemen her sayımızda vurguladığımız şu perspektifi yinelemekte yara var: Başta emekçiler, sosyalistler , kadınlar ve gençlik olmak üzere bütün toplumsal muhalefet odakları üzerinde denetlenemez bir kontrol ve ağır bir baskı kurmuş olan AKP iktidarının Kürt sorununda attığı (daha doğrusu, atmaya çalıştığı) bu adımın ardında herhangi ibir demokrasi kaygısı yattığını düşünmüyoruz. Tersine, bu adım, böylesi kriz dönemlerinde “demokrasi” hayali görecek kadar gerçeklikle ilişkisini koparmış olan şaşkın küçük burjuvaların sandığının tersine, AKP iktidarı döneminde bir hayli yol alınmış olan otoriter bir rejime -ve muhtemelen savaşa- giidiş sürecinin parçası olarak atılmaktadır. “İç” gündem’e ilişkin diğer yazılarımızı, Can Öykü’nün 2013 bütçesine ve Toplumsal Eşitlik İçin Öğrenciler’in ODTÜ’de estirilen polis terörüne ilişkin değerlendirmeleri oluşturuyor. M. Özgür Demir ise “Suriye’ye askeri müdahale, patriotlar ve kimyasal silahlar” başlıklı yazısında, AKP iktidarının Suriye’ye yönelik savaşçı politikasını bütün bu ve diğer gelişmeler çerçevesinde ele alıyor. Dergimizde yer alan son yazı, “Marksist Bakış” adlı çevrenin yayın kurulunun, yazarlarımızdan Halil Çelik’in geçen sayımızda yer alan “Merkezciliğin turmusol kağıdı: enternasyonalizm” başlıklı yazısına yönelik, devrimci / sosyalist etik sınrlarını fazlasıyla aşan tepkisine ilişkin bir değerlendirme. H Dergimize ilişkin eleştirilerinizi, önerilerinizi ve katkılarınızı “info@toplumsalesitlik.org” adresimiz üzerinden ya da büromuza gelerek iletebileceğinizi; bu yolla, Marksist devrimci bir işçi partisi oluşturma yönündeki çabalarımıza katkıda bulunabileceğinizi anımsatarak, 2013 yılının, barındırdığı bütün tehlikelere ve zorluklara rağmen gönlünüzce geçmesini diliyoruz. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
2013 başlarken: egemen çevrelerde kaygı havası nick beams şlarken, Yeni yıl ba evrelerde e g e me n ç nomisinin dünya eko , artan jeo durumuna limlere ve politik geri l k toplumsa olası büyü ir b lere ilişkin mücadele a Britanya’d kaygı var. ist’in n Econom yayımlana n ibi, “İran’ı belirttiği g sisleri nükleer te ak i konusund adan Avro hesaplaşm laket fe Bölgesi’nin ğılmasına a d getiren bir yı 2013’te a y kadar, dün ri k felaketle vurabilece r değil.” zo düşünmek
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2013/01/03/2013-j03.html
Y
eni yıl başlarken, egemen çevrelerde dünya ekonomisinin durumuna, artan jeo-politik gerilimlere ve olası büyük toplumsal mücadelelere ilişkin bir kaygı var. Britanya’da yayımlanan Economist’in belirttiği gibi, “İran’ın nükleer tesisleri konusundaki hesaplaşmadan Avro Bölgesi’nin felaket getiren bir dağılmasına kadar, dünyayı 2013’te vurabilecek felaketleri düşünmek zor değil.” Başlıca kaygı nedeni, dünya kapitalist ekonomisinin durumu. Mali krizin ilk işaretlerinden altı; 2008’deki kırılmadan ise dört yıldan fazla zaman sonra, küresel ekonomide bir “toparlanma” her zamankinden daha uzak. Yine Economist’in sözcükleriyle aktarırsak: “Küresel mali krizin patlamasından altı yıl sonra gerilemenin geride kalacağını ve ekonominin harekete geçeceğini düşünebilirsiniz. Oysa bunun yerine, Japon-tarzı bir uzun vadeli durgunluk dünyayı kuşatacakmış gibi görülüyor.” Avro bölgesi ekonomisi küçülüyor, Birleşik Krallık bir çift dipli durgunluk yaşıyor ve yüz yıldan uzun süredir en kötü “toparlanma”sının ardından bir kez daha batabilir; Japonya ise son 15 çeyrekte, eksi büyüme yaşadığı yedinci çeyrekten geçiyor. Yalnızca yüzde iki büyüyen, durgunluğun eşiğindeki ABD ekonomisinin büyük ekonomiler içinde tek “olumlu şey” olarak değerlendirilmesi, krizin çapına ilişkin ölçütlerden biridir. Aynı zamanda, Çin’in, Hindistan’ın ve diğer “yükselen piyasalar”ın yeni bir büyüme zemini oluşturabileceğine ilişkin umutlar da, geçtiğimiz 12 ay içinde ortadan kayboldu. Financial Times, dünya ekonomisinin durumuna ve 2013’e ilişkin beklentiler üzerine yorumunda, büyüme yarışındaki en üst basamakları Libya ile Güney Sudan’ın paylaşacağını, doğal kaynak zengini Moğolistan’ın ise üçüncü sırayı alacağını belirtti. Economist, okurlarına, “küresel belirsizlik” kaygısından kurtulmak istiyorlarsa, [Çin’in iki özel yönetim bölgesinden] Makao’nun kumar merkezi için öngörülen yüzde 14’lük büyüme oranına bakabileceklerini söylüyor. Bu yorum, ironik bir amaç taşımasına karşın, spekülasyonun küresel kapitalizm içinde oynadığı merkezi role uygundur. Geçen yıl, dünya ekonomisinin yüzde 60’tan fazlasını kapsayan ABD’nin, Birleşik Krallık’ın, Avrupa Birliği’nin ve Japonya’nın merkez bankalarının şu ya da bu biçimde “parasal genişleme” ile gerçekte mali krizi atlatabileceği varsayılan büyük miktarda para basarak kumar oynama ile- uğraşmasıyla sona erdi. Ama bu önlemler, ekonomik büyümeyi yeniden sağlamak şöyle dursun, yalnızca, çok daha derin mali krizlere ve küresel kur ve ticaret çatışmalarının yoğunlaşmasına zemin oluşturuyor. ABD Mer-
3
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Egemen sınıflar ekonomik çöküşe çözüm oluşturacak politikalara sahip değiller ama onların acımasızca uyguladıkları kesin bir stratejileri var. Bu stratejinin amacı, işçi sınıfının toplumsal konumunu gerileterek, kâr sisteminin kireçlenmiş atardamarlarına yeni servet pompalamaktır.
4
kez Bankası’nın politikaları, bu bakımdan son derece önemlidir. Dünya kapitalizminin tarihinde, küresel mali sistemin zeminini oluşturan rezerv paranın merkez bankası, hiçbir zaman, o paranın değerini düşürmeye kalkışmamıştı. Buna karşılık, küresel ekonominin derinleşen sorunları, jeo-politik gerilimleri arttırmaktadır. Büyük siyasi ve muhtemelen askeri çatışmaları ateşleyebilecek giderek artan sayıda parlama noktası söz konusu. Geçtiğimiz yıl, Obama yönetimi “Asya’ya dönüş” adlı merkezi oluşturan Çin karşıtı adımları attığında, tüm Doğu Asya bölgesindeki gerilimlerin hızla arttığını gördük. ABD tarafından cesaretlendirilen Filipinler ve Vietnam, Doğu Çin Denizi’nde Çin’e kaşı iddialar ileri sürdüler. Hem Japonya’nın hem de Çin’in siyasi önderlikleri, kötüleşen ekonomik koşullara, toplumsal hoşnutsuzluğun yönünü değiştirmek amacıyla milliyetçiliğe başvurarak yanıt verdiler. Bu gerilimlerin odağı, her iki ülkenin de hak iddia ettiği, tartışmalı Sekaku/Diaoyu adalarıdır. Şimdiye kadar, doğrudan askeri çatışmalardan kaçınıldı ama -özellikle de ABD’nin, askeri bir saldırı karşısında Japonya’nın arkasında olacağını açıkladığı koşullar altında- herhangi bir çatışma hızla kontrol dışına çıkabilir. Ürkütücü “tarihsel öfkeler”e dikkat çeken Financial Times, kısa süre önce, “Kuzeydoğu Asya yıllardır böylesi korkutucu görünmemişti” uyarısında bulundu. Ortadoğu’da, Suriye’ye yönelik emperyalist destekli saldırı, gerilimleri tüm bölgede arttırmakla kalmayacak; küresel sonuçlara yol açacaktır. İsrail’in, ABD’nin ya da her ikisinin birlikte İran’a yönelik doğrudan saldırı planlarını gündeme getirmesi kesin.
Aynı zamanda, büyük devletlerin kıtanın kaynaklarına egemen olma ve Çin’in artan stratejik etkisine karşı koyma peşinde koştuğu Afrika’da yeni bir kapışma söz konusu. Tarih, kuşkusuz kendisini yinelemez ama salınımlar söz konusudur. İçinde bulunduğumuz dönem, giderek artan bir şekilde, dünya ekonomisindeki büyük bir gerilemeye büyük devletler arasında artan rekabetin eşlik ettiği, 1914’te I. Dünya Savaşı’nın patlamasına yol açan yüz yıl önceki döneme benzemektedir. 2013 yılı, aynı zamanda, her ülkede işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına yönelik artan saldırıların sonucu olarak, büyük toplumsal ve sınıfsal mücadeleler getirecektir. Egemen sınıflar ekonomik çöküşe çözüm oluşturacak politikalara sahip değiller ama onların acımasızca uyguladıkları kesin bir stratejileri var. Bu stratejinin amacı, işçi sınıfının toplumsal konumunu gerileterek, kâr sisteminin kireçlenmiş atardamarlarına yeni servet pompalamaktır. Hangi isim altında sürdürülürse sürdürülsün (ABD’de “mali uçurum”, Avrupa’da ekonomik “reform” ve “yeniden yapılanma” ya da Avustralya’da “Asya yüzyılı”nın zorluklarını göğüsleme), bu strateji, II. Dünya Savaşı sonrası dönemin bütün toplumsal kazanımlarını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bu toplumsal yıkım programına ve ona eşlik eden savaş tehlikesine karşı yarım yamalak önlemlerle ya da bir takım ekonomik iyileşmelerin durumu hafifleteceğine ilişkin yanlış umutlarla mücadele edilemez. Ona karşı, uluslararası işçi sınıfını kapitalizme karşı birleştiren devrimci sosyalist bir program temelinde mücadele edilebilir. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
kur savaşları 2013’te yoğunlaşacak nick beams n önde gele Dünyanın güçleri ekonomik r yatışan ku arasında z D Merke savaşı, AB ) tarafından ed Bankası (F aşlarında bu ayın b sal lan “para alınmış o in sürecin gevşeme” nın ası kararı m hızlandırıl ki e d z , önümü ardından ölçüde zır. yıl önemli ışmaya ha ız k n e id n ye
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2012/12/28/pers-d28.html
D
ünyanın önde gelen ekonomik güçleri arasında yatışan kur savaşı, ABD Merkez Bankası (Fed) tarafından bu ayın başlarında alınmış olan “parasal gevşeme” sürecinin hızlandırılması kararının ardından, önümüzdeki yıl önemli ölçüde yeniden kızışmaya hazır. Fed, yeni girişimle, kendi mali varlık mevcutlarını, ipoteğe dayalı menkul kıymetlerin ve hazine bonolarının sürdürülen alımı yoluyla, 2014 yılı sonuna kadar, bugünkü 2,9 trilyon dolardan yaklaşık 4 trilyon dolara genişletecek. Bu önlemler ABD doları üzerinde daha fazla değer düşürücü etkide bulunacak. Bu, kaçınılmaz biçimde diğer ülkelerin, uluslararası piyasalarda rekabet edebilir olmayı sürdürmek için, kendi paralarının değerini düşürmeye yönelik açık bir kur savaşını ateşleme tehlikesi yaratan adımlar atmasına yol açar. Bu tür bir çatışmanın işaretleri, göreve yeni başlayan Japon Başbakanı Şinzo Abe’nin, enflasyon yaratmak ve ekonomiyi geçtiğimiz 20 yılın önemli bir bölümünde ülkenin başına bela olmuş olan yarısüreklilik kazanmış durgunluktan kurtarmak için Japonya Merkez Bankası’ndan (Bank of Japan) para politikasını gevşetmesini talep etmesiyle, şimdiden görünüyor. Bunun ülke ekonomisine canlılık kazandıracağı umudunun yanında, Abe’nin talebinin ardında yatan başlıca güdülerden biri, Japon yeninin değerini düşürme isteğidir. Yenin, ABD dolarının değerinin düşmesinden kaynaklanan görece yüksek değeri, Japonya’nın özellikle de elektronik sektöründeki en büyük şirketlerinin geçtiğimiz dönemde önemli ticari zararlara uğramasına yol açmıştı. ABD ile Japonya’ya ek olarak, Britanya ve Avrupa Merkez Bankaları da sürmekte olan durgunluk karşısında kendi “parasal gevşeme” modellerini izliyorlar. Fed tarafından, kendi programını yoğunlaştırmasını remen haklı göstermek için öne sürülen gerekçe, ABD ekonomisinin sürmekte olan güçsüzlüğü ve yüksek işsizlik oranlarıdır. Ama bu, büyük ölçüde, bankalara ve mali kuruluşlara, mali piyasalardaki faaliyetlerini finanse etmek için, gerçek ekonomide sürmekte olan durgunluk karşısında kârlarını devam ettirmelerini sağlayan sürekli aşırı ucuz para sağlama biçimindeki gerçek gündemi örten bir duman perdesidir. Bununla birlikte, bu önlemlerin yayılma etkileri denilen şey, diğer büyük güçler onların etkilerine karşılık vermeye çalıştıkları için, bir bütün olarak dünya ekonomisini istikrarsızlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bank of England’ın emekli müdürü Mervyn King, en son Fed önlemlerinin açıklanmasından birkaç gün önce New York Ekonomi Kulübü’nde yaptığı bir konuşmada, artan küresel ekonomik gerilimlere dikkat çekti. Nisan 2009’da Londra’da toplanan G-20 zir-
5
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Fed’in ve diğer büyük merkez bankalarının politikalarının resmi gerekçesi, 2008 mali krizinin sürmekte olan etkilerine karşı koyma ihtiyacıdır. Gerçekte, onlar, büyük devletler arasındaki çatışmaları keskinleştiriyor ve çok daha büyük mali felaketlerin koşullarını yaratıyorlar.
6
vesinden ve teşvik önlemlerinin izlenmesi kararından bu yana işler “tersine gitmiş” ve dünya ekonomisinin nasıl yeniden dengeleneceği konusunda herhangi bir anlaşma sağlanamamış durumda. Durum, gelecek yıl daha da kötüleşebilir. King, “Aslına bakarsak, kendi döviz kurlarını aşağıya çekmeye çalışan bir dizi ülkeyi göreceğimiz 2013’ün meydan okuyan bir yıl olacağını sanıyorum” demiş ve eklemişti: “Bu, kaygılara yol açmaktadır. Diğer ülkeler aynı şekilde tepki gösterecek mi? Ne olacak? Ülkelerin yerel amaçlarla uyguladığı politikalar toplu olarak gerilime yol açıyor.” Büyük güçler Eylül 2008’deki mali krizin patlamasının ardından toplandıklarında, 1930’ların hatalarının tekrarlanmayacağına ilişkin sözler havada uçuşuyordu. O zamanlar, büyük güçlerin her biri rakibine karşı, dünya piyasalarındaki çelişkileri kızıştıran “komşuyu zarara sokma” politikası uyguladığı için, gümrük engelleri dikilmişti. O dönemden artık dersler çıkartıldığı vurgulandı. Ama dünyanın büyük merkez bankalarının para politikaları, bir başka biçimde, Büyük Bunalım’ın çatışmalarının bir tekrarına yönelme tehlikesine işaret ediyor. Özellikle ihraç pazarlarına bel bağlayan daha küçük ekonomiler, kendi paralarının değeri artmaya devam ettiği için, şimdiden ağır zarar görmüş durumdalar. Geçtiğimiz iki yıla ilişkin merkez bankası verileri, Brezilya’nın, Şili’nin, Kolombiya’nın ve Peru’nun, kendi paralarının değerini düşürmek için uluslararası mali piyasalara 135 milyar ABD doları sürmüş olduklarını gözler önüne seriyor. Fed ve diğer büyük merkez bankaları tarafından uygulanan politikaların bu tür ülkeler üzerindeki etkisi, Avustralya Merkez Bankası müdürü Glenn Stevens’ın bu ayın başlarında Tayland’da yapmış olduğu konuşmada
kibarca ifade edildi; bununla birlikte, onun “kaygı düzeyi”nin arttığı uyarısında bulunduğu söz konusu konuşma keskin yorumlar içeriyordu. Stevens, “ABD’deki, Avrupa’daki ve Japonya’daki toparlanmanın yavaşlığı, politika üreticilerinin, başlıca ülkelerin geleneksel olmayan politikalarının” genişlemeci bir etkisi olduğu “iddialarına açık” iken, “sanırım, diğerlerini, bu ülkelerin kendi güçsüzlüklerini önceki toparlanmaların çoğunda olduğundan daha fazla ihraç etmeye bel bağlayıp bağlamadıklarını merak etmeye sürüklemektedir” dedi. Ekim 1971’de, Başkan Nixon’ın ABD dolarının arkasındaki altın desteğini kaldırma ve savaş sonrası kapitalist büyümenin başlıca zeminini oluşturmuş olan 1944 Bretton Woods Anlaşması’nı bozma kararının hemen ardından, ABD Hazine Bakanı John Connally’nin Avrupalı meslektaşlarına “Dolar bizim para birimimiz ama sizin sorununuz” dediği söyleniyor. 40 yıldan fazla süre sonra, Fed’in dünya ekonomisinin rezerv parası olmayı hala sürdüren- doların değerini düşürme politikasının sonuçları, en az Bretton Woods sistemine son verilmesi kadar kapsamlı olacak. Bugün, küresel ekonomi, o zaman olduğundan çok daha bütünleşmiştir. Sermaye piyasası türev araçları ve o dönemde varolmayan ya da sınırlı biçimde ortaya çıkmaya başlayan diğer karmaşık mali araçlar, şimdi küresel mali sistemin en önemli bileşenlerini oluşturmaktadır. Fed’in ve diğer büyük merkez bankalarının politikalarının resmi gerekçesi, 2008 mali krizinin sürmekte olan etkilerine karşı koyma ihtiyacıdır. Gerçekte, onlar, büyük devletler arasındaki çatışmaları keskinleştiriyor ve çok daha büyük mali felaketlerin koşullarını yaratıyorlar. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
yeni japon hükümetinin militarizme dönüşü peter symonds iz a geçtiğim Japonya’d k] lı ra ü [16 A Pazar gün iberal L e çimlerd se n a ıl p a y (LDP) k Parti’nin ti ra k o m e D esi, tidara gelm il ik n e id n e y de ğ ponya’da Ja a c ız ln a y ararası ama ulusl bir da büyük a politikad t işare dönüşüme . ir d etmekte
İngilizce özgün metin için bkz. http://www.wsws.org/en/articles/2012/12/19/pers-d19.html
J
aponya’da geçtiğimiz Pazar günü [16 Aralık] yapılan seçimlerde Liberal Demokratik Parti’nin (LDP) yeniden iktidara gelmesi, yalnızca Japonya’da değil ama uluslararası politikada da büyük bir dönüşüme işaret etmektedir. Seçim kampanyasına egemen olan milliyetçilik ve militarizm, Japon egemen sınıfının kendi çıkarlarını Asya’da ve küresel ölçekte, askeri güç de dahil, her yolla yeniden ileri sürme kararlılığını gösteriyor. LDP’nin gelecek hafta başbakanlığa atanacak olan önderi Şinzo Abe, daha şimdiden, Japonca’da Senkaku, Çince’de ise Diaoyu olarak adlandırılan adalar konusunda Pekin ile olan toprak tartışmasında katı bir tutum alacağının işaretini verdi. Japonya’nın ulusal televizyon kanalı NHK’ye konuşan Abe, Senkaku adalarının “Japonya’nın asli toprakları”nın bir parçası olduğunu açıkladı ve “bizim amacımız [Çin’den gelen] tehdide son vermektir” dedi. LDP, seçim kampanyası sırasında içinde insan yaşamayan adalar üzerinde kalıcı yapıların inşa edilmesini savunmuştu ki bu Çin ile ilişkileri büyük ölçüde kötüleştirecek bir hamle olur. Doğu Çin Denizi’nde, şimdiki Japon Demokratik Partisi (DJP) hükümetinin kayalıkları Eylül ayında “millileşttirme”sinden sonra, halen gergin bir durum söz konusu. Japon ordusu, geçen hafta, adaların çevresindeki hava sahasına girmiş olan Çin donanmasına bağlı bir casus uçağını engellemek için savaş uçaklarını havalandırdı. Küresel ekonomik kriz onların ekonomilerini -kötüleşen yaşam standartları karşısında yaygın hoşnutsuzluğa ve öfkeye yol açacak şekilde- giderek daha fazla etkiledikçe, hem Japon hem de Çin yönetimleri milliyetçiliği kışkırtmaya başvurmaktadır. Pekin, Senkaku adalarının “millileştirilmesine”, açıkça ırkçı bir karakter taşıyan Japon karşıtı gösterilere yeşil ışık yakarak yanıt verdi. Japon ekonomisi, şimdi, 15 yıl içinde beşinci kez durgunluğa girmiş durumda. Japonya’nın ihracatı yüksek değerli Yen’den ve ABD, Avrupa ve Çin pazarlarının küçülmesinden zarar görmüş durumda. Yirmi yıllık ekonomik durgunluğun ardından, Japon egemen çevrelerinde, Çin’in geçen yıl dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olarak Japonya’yı geride bırakmasında somutlaşan uzun süreli gerileme konusunda yoğun bir düş kırıklığı söz konusu. Yeni hükümet, bu gerilemeyi, hem ekonomide hem de dış politikada, Japonya’nın rakipleri ve Japon işçi sınıfı zararına tersine çevirmek için kararlı. Abe, ABD Merkez Bankası’nınkine benzer şekilde, enflasyona ve düşük değerli bir Yen’e neden olacak saldırgan bir para politikası uygulayacağını açıkladı ki bunlar, yalnızca gelişmekte olan uluslararası kur savaşlarını şiddetlendirecek adımlardır. LDP, aynı zamanda, Japonya’nın büyük kamu borçlarınının yükünü çalışanların üzerine yıkmak için, satış vergilerinde aşırı artışlardan yana. Abe, “yeni” olarak adlandırdığı LDP’nin saldırgan gündemini somutlaştırmaktadır. O, LDP’nin önde gelenlerinin çocuğudur. Onun anne
7
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
İşçi sınıfı, tüm Asya’da ve uluslararası düzeyde büyük tehlikelerle karşı karşıyadır; çünkü derinleşen küresel ekonomik kriz, [daha önce] Pasifik’te savaşa yol açmış olan fay hatlarını yeniden akifleştirmektedir. Rakip kapitalist sınıflar, bir kez daha, hiç sakınmadan, yeni ve her zamankinden daha fazla yıkıcı bir çatışmaya sürükleniyorlar.
8
tarafından dedesi Nobuşuke Kişi, savaş sonrası ABD işgali altında savaş suçundan hapse atılmış ama hiçbir zaman cezalandırılmamıştı. Nobuşuke Kişi, sonradan başbakan olmuş ve ülkenin anayasasındaki sözde barışsever maddenin çıkartılması için baskı yapmıştı. Abe, aynı dedesi gibi, Japon ordusunu “normalleştirmek” ve güçlendirmek; ülkenin “kendi kendine işkence yapan tarihi” olarak adlandırdığı şeye -yani, Japonların savaş döneminde işlemiş oldukları suçların kabul edilmesine- son vermek için bir anayasa değişikliği peşinde koşuyor. Mevcut durum, ürkütücü bir şekilde 1930’lara benzemektedir. [O zamanlar,] dünya ticaretindeki gerilemeden büyük zarar gören Japonya derin bir ekonomik ve siyasi krize saplanmıştı. Tokyo’daki gözü kara askeri yönetim, 1931’de Mançurya’yı ve 1937’de bir bütün olarak Çin’i işgal ederek, pazarlar ve hammaddeler uğruna savaş yoluyla Japonya’nın ekonomik rahatsızlığının üstesinden gelmeye çalışmıştı. Çin’in askeri işgali, kendisi için avantajlı bir “açık kapı” politikası talep ederek Çin’deki kendi yağmacı çıkarları peşinde koşan ABD emperyalizmi ile olan gerilimleri büyük ölçüde şiddetlendirdi. Karşıt çıkarlar, 1941’deki Pasifik Savaşı’nda patlamıştı. Japon militarizmine, içeride işçi sınıfının acımasız şekilde ezilmesi, onun Çin’deki, Güneydoğu Asya’daki işgallerini ve Kore ile Tayvan üzerinde varolan sömürgeci egemenliğini pekiştirmek için başvurduğu en vahşi yöntemler eşlik etmişti. Geçtiğimiz hafta, Japon işgal birliklerinin yüz binlerce Çinli askeri ve sivili katlettiği kötü şöhretli Nanjing Katliamı’nın 75. yıldönümüydü. Japon egemen çevrelerinde yaygın olan tavır, bu yılın başlarında, eski Tokyo Valisi ve şimdi sağcı Japon Yeniden Yapılanma Partisi’nin başkanı Şintaro İşihara tara-fından ifade edilmişti. İşihara, Nanjing Katliamı’nın varlığını şiddetle reddetti. Dünya, ABD’nin Pasifik Savaşı’na Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atom bombaları atarak 1945’te son vermesinden bu yana, elbette, köklü biçimde değişti. ABD, Asya’daki savaş sonrası egemenliğini,
Başkan Obama’nın Asya-Pasifik’e dönüş denilen yönelimi dolayımıyla sürdürmeye çalışıyor. Obama, Çin’in etkisini baltalamayı amaçlayan bu saldırgan seferin bir parçası olarak, Japonya’yı ordusunu güçlendirmeye ve Çin’e karşı daha sağlam bir duruş sergilemeye teşvik etmektedir ki bu politika, Abe yönetiminde daha da hızlanacaktır. Çin’in dünyadaki konumunda son derece kapsamlı bir değişim gerçekleşmektedir. Çin Komünist Partisi (ÇKP), geçtiğimiz otuz yıl boyunca, 1949 devriminin ekonomik ve toplumsal kazanımlarını çöpe atmış, kapitalist mülkiyet ilişkilerini yeniden kurmuş ve Çin’i dünyanın en büyük ucuz emek platformu haline getirmiştir. ÇKP’nin kendi egemenliğine destek olarak teşvik ettiği milliyetçilik, tutkuları ABD’nin egemen olduğu mevcut emperyalist düzen tarafından engellendiği için hüsrana uğramış hevesli bir burjuvazinin sınıf çıkarlarını temsil etmektedir. ÇKP, Japonya’nın savaş dönemindeki mezalimlerini yalnızca Çin’in 19. ve 20. yüzyıllarda büyük güçler tarafından “ulusal aşağılanma”sına son vermek için değil; kendi etki alanını yaratma yönelimine haklılık kazandırmak için de suçlamaktadır. İşçi sınıfı, tüm Asya’da ve uluslararası düzeyde büyük tehlikelerle karşı karşıyadır; çünkü derinleşen küresel ekonomik kriz, [daha önce] Pasifik’te savaşa yol açmış olan fay hatlarını yeniden akifleştirmektedir. Rakip kapitalist sınıflar, bir kez daha, hiç sakınmadan, yeni ve her zamankinden daha fazla yıkıcı bir çatışmaya sürükleniyorlar. Bu savaş yönelimini önlemenin tek yolu, kapitalizme ve dünyanın onun eliyle çağdışı ulus devletlere bölünmüşlüğüne son vermektir. Çin’deki, Japonya’daki ve dünyanın diğer yerlerindeki işçiler, milliyetçilik ve militarizm zehirini reddetmeli; kâr sistemine son verip akılcı bir biçimde planlanmış dünya sosyalist ekonomisi uğruna mücadelelerini birleştirmeliler. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin tek başına uğruna mücadele ettiği program budur. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
afganistan: 21. yüzyıl yeni-sömürgeciliği için bir model peter symonds TO n’daki NA Afganista nları için operasyo 014 nu olan 2 sürenin so Obama n, yaklaşırke edeki ABD ülk yönetimi, iz ığını belirs rl askeri va a y a tm in uza bir süre iç rk o Y w or. Ne hazırlanıy n fında Times tara nlar, ABD la p bildirilen eki işgalin d in önderliğ rgeci yeni sömü ı c a m ğ a y or. i vurguluy karakterin
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2013/01/05/pers-j05.html
A
fganistan’daki NATO operasyonları için sürenin sonu olan 2014 yaklaşırken, Obama yönetimi, ülkedeki ABD askeri varlığını belirsiz bir süre için uzatmaya hazırlanıyor. New York Times tarafından bildirilen planlar, ABD önderliğindeki işgalin yağmacı yeni sömürgeci karakterini vurguluyor. New York Times’a göre, Afganistan’daki en yüksek düzeydeki ABD komutanı General John Allen “savaşçı birlikler”in 2014 sonunda öngörülen çekilmesi sonrasındaki dönem için Pentagon’a üç seçenek sunmuş. Bunlardan biri ABD askeri gücünü 6.000 asker düzeyinde korumak, diğeri 10.000 asker gönderilmesini istemek. Üçüncü seçenek ise 20.000 askerlik bir güce dayanıyor. Adı belirtilmeyen bir savunma bakanlığı yetkilisinin açıkladığına göre, her üç önerinin merkezinde de “İsyancıların peşini bırakmayacak olan Özel Operasyon Komandoları”nın sürekli varlığı yer alıyor. Ek ABD güçleri Afgan güvenlik güçlerinin hava desteği, lojistik ve eğitim yoluyla desteklenmesi için kullanılacak. Bunların hepsi, düzmece “terörle mücadele” bahanesiyle haklı çıkartılmaya devam edecek. Gerçekte, Afganistan, 12 yıllık sonu gelmeyen kanlı savaş boyunca, tüm bölgede Amerikan etkisinin ve askeri gücünün korunması uğruna girişilen operasyonların üssü işlevini görmüştür. Başkan Obama, komşu Pakistan’a yönelik insansız uçak saldırılarını arttırarak, çatışmayı, şimdiden “AfPak savaşı”na dönüştürmüş durumda. Afganistan, kuşkusuz, hem Pentagon’un İran’a karşı ilerlemiş savaş planlarının önemli bir bileşeni hem de Orta Asya cumhuriyetlerindeki ABD planları ve entrikaları için uygun bir ileri karakoldur. Afganistan’ı bir Amerikan yarı-sömürgesi olarak elde tutmak, Afgan devlet başkanı Hamid Karzai’nin rüşvetçi yönetiminin desteklenmesi demektir. Gece saldırıları ve kitlesel öldürmeleriyle adı kötüye çıkmış olan ABD Özel Operasyon Birlikleri’ne bağlı büyük bir gücü orada tutmanın gerçek amacı, yabancı işgale karşı köklü bir nefret duyan halkı yıldırmak ve terörize etmektir. “Yeşilden maviye” adı verilen olayların (silahlarını yabancı birliklere çeviren Afgan askerlerin ve polislerin) artan sayısı, devam eden ABD varlığına yönelik çok yaygın öfkeye ve düşmanlığa işaret etmektedir. Allen’in önerileri bu hafta Washington’da Obama ile Karzai arasında 2014’ten sonraki ABD askeri varlığının koşulları üzerine yapılacak olan toplantılar için hazırlanıyor. Medyada sunuluşuna bakılırsa, görüşmeler iki bağımsız ülkenin önderleri arasında gerçekleşecek. Bu, gerçeğin komik ve kaba bir çarpıtmasıdır. Karzai ve hükümeti bütünüyle Washington’a bağımlıdır. Ülkenin ekonomisi uluslararası yardıma bağlı. Afgan güvenlik güçlerinin ücretleri ABD ve müttefikleri tarafından ödenmektedir ve onlar yabancı askeri desteğe bel bağlamaktadırlar. Pentagon’un en son incelemesine göre, Afgan ordusunun 23 birliğinden yalnızca bir tanesi kendi başına işlev görebilmektedir.
9
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Gerçek bir savaş karşıtı hareket, yalnızca, savaşın, militarizmin ve yeni-sömürgeciliğin altındaki asıl neden olan kâr sistemini hedef alan bir perspektif temelinde gerçekleşecektir. Geçtiğimiz on yıl, kapitalist hükümetlere ve partilere seslenmenin anlamsızlığını göstermiştir. Savaşa karşı mücadele, uluslararası işçi sınıfının kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi kurma uğruna bağımsız seferberliğine dayanmalıdır.
10
Obama yönetimi, ABD birliklerinin ve personelinin 2014 sonrasında Afgan yasalarından muaf tutulmasında ısrar ediyor. ABD, Afganistan’da kalıcı askeri üs peşinde olmadığını açıkladı. Ama ABD personelinin tam faaliyet özgürlüğüne sahip olduğu ortak tesisler, Pentagon’un amaçlarına en az onlar kadar hizmet edecektir. ABD ve müttefikleri, kukla yönetimin konumunu desteklemeye değil; onların çıkarlarına hizmet eden bir Afgan ordusunun masrafını karşılamaya gönüllüler. Afganistan, 21. yüzyıl yeni-sömürgeciliği için bir deneme alanıdır. Washington, enerji zengini Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerinde ekonomik ve stratejik egemenliğini genişletme peşinde koştuğu için, buradaki işgal Irak, Libya ve şimdi Suriye’deki ABD önderliğindeki operasyonlar için model oluşturmuştur. ABD ordusu ve istihbarat servisleri, düşman halka karşı yıldırma, terör ve suikastte, yerel paralı askerler ve ajanlar satın almada, kabileler ve etnik gruplar arasındaki rekabetleri manipüle etmede ve işine gelen uysal yönetimleri işbaşına getirip korumada son derece becerikli bir hale gelmiştir. Teknoloji daha modern olmakla birlikte, yöntemler, 19. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğine olağanüstü benzerlik göstermektedir. Washington’ın Libya ve Suriye’deki müdahaleleri, ilk olarak ABD’nin Afganistan’ın istilasına bahane sağlamış olan “terörle mücadele”nin düzmece karakterini açığa çıkartmıştır. Pentagon ve CIA, Libya ve Suriye yönetimlerini devirmek için, büyük ölçüde El Kaide bağlantılı olanları da kapsayan Sünni İslamcı milislerin desteğine bel bağlamıştır. Birçok durumda, para ve silahlar ABD’nin Basra Körfezi’ndeki müttefikleri; Suudi Arabistan’daki ve Körfez Devletleri’ndeki despotik yönetimlerden sağlanmaktadır. Afganistan, ABD’nin Ortadoğu’ya “demokrasi” getirdiği iddialarını yalanla-
maktadır. Seçimler hilelidir. Afgan parlamentosu, adı kötüye çıkmış savaş ağalarını ve milis önderlerini kapsayan ABD yanlısı rakip hiziplerin pislik yuvasıdır. Eğer yabancı işgal konusunda serbest bir referandum yapılacak olsa, sonuç, ezici biçimde işgale karşı çıkar. Bütün bunlar, [Libya] Trablus’ta kurulmakta olan ve ABD’nin Şam’da kurmaya çalıştığı şeye model oluşturmaktadır. Afganistan’ın işgaline karşı çıkış bu ülke ile sınırlı değil. ABD’deki ve onun müttefiklerindeki kamuoyu yoklamaları, çoğunluğun savaşa karşı olduğunu defalarca göstermiştir. Ama bu muhalefet siyaset ve medya kurumlarında ifadesini bulmamaktadır. Irak savaşına karşı kitlesel protestoları desteklemiş olan sözde liberaller ve eski-solcular, Obama göreve başlar başlamaz, protesto hareketini hızla durdurdular. Bu örgütler, Obama yönetiminin Libya ve Suriye’ye “demokrasi getirme” savaşlarının amigoları haline geldiler. Yeni-sömürgeciliğin ve militarizmin bu patlamasının ardındaki güç, kapitalizmin derinleşen küresel krizidir. Obama yönetimi, içeride işçi sınıfına karşı saldırırken bile, çaresizce, Washington’ın Avrupalı ve Asyalı rakiplerine -özellikle de Çin’e- karşı tüm dünyada Amerikan egemenliğini yeniden ileri sürmeye kalkışıyor. Sonuç, büyük devletler arasında artan gerilimler ve artan bir yıkıcı küresel çatışma tehlikesidir. Gerçek bir savaş karşıtı hareket, yalnızca, savaşın, militarizmin ve yeni-sömürgeciliğin altındaki asıl neden olan kâr sistemini hedef alan bir perspektif temelinde gerçekleşecektir. Geçtiğimiz on yıl, kapitalist hükümetlere ve partilere seslenmenin anlamsızlığını göstermiştir. Savaşa karşı mücadele, uluslararası işçi sınıfının kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi kurma uğruna bağımsız seferberliğine dayanmalıdır. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
suriye insanlık felaketiyle karşı karşıya bill van auken n iç lkı, kızışa Suriye ha a, inci yılınd savaşın ik üzde hminen y nüfusun ta ran dört ştu 20’sini olu ın dar insan milyon ka ve e beslenm yeterince n a d olanağın barınma uğu bir yoksun old etiyle karşı k la insanlık fe karşıya.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2012/12/29/syri-d29.html
S
uriye halkı, kızışan iç savaşın ikinci yılında, nüfusun tahminen yüzde 20’sini oluşturan dört milyon kadar insanın yeterince beslenme ve barınma olanağından yoksun olduğu bir insanlık felaketiyle karşı karşıya. Yüzbinlerce insan komşu ülkelerdeki sığınma kamplarına kaçmış ve bizzat Suriye içinde üç milyon kadar insan yerinden yurdundan olmuş durumda. Birleşmiş Milletler (BM), 25 Aralık Salı günü, azalan kaynaklardan ve artan talepten dolayı, yardım operasyonlarında 1,5 milyon insana sağlanan gıda karnelerini kesmek zorunda kaldığını bildirdi. BM yardım yetkilisi John Ging, “Suriye’deki insani yardım grubu mücadele ediyor” dedi ve ekledi: “İnsanlar, ufukta daha fazla şiddet gördükleri, yalnızca kötüleşme gördükleri için umutlarını yitiriyorlar.” BM’nin İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin yöneticisi olan Ging, “İnsanların yaşamlarını sürdürmelerine yardımcı olmak için gerekli en temel işleri yapmak bile giderek daha zor hale geliyor” dedi. Suriye’de kış geldiği ve çok sayıda aile uygun giysilere sahip olmaksızın çadırlarda ya da ısıtılmayan konutlarda yaşadıkları için durum giderek daha vahim bir hal alıyor. BM Haber ajansı IRIN, “Suriye’deki çatışma beklenenden daha uzun sürdüğü için destek sistemleri çöküyor, birikimler tükeniyor ve şiddet artan sayıda topluluğu içine çekiyor. Sonuçta, şiddetten kaçan ve bazıları güvenli bir yer bulmak için ülke çapında oradan oraya giden yüzbinlerce insan için sığınak bulmak giderek zorlaşıyor” haberini verdi. Suriye’deki sağlık sisteminin -ki önceden bölgenin en etkili sistemlerinden biriydi- krizi, son derece ağır. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre, çatışmalar, ülkedeki 88 kamu hastanesinin yarısını ve 1.919 yerel sağlık merkezinin 186’sını kısmen ya da bütünüyle imha etmiş durumda. Önceden Suriye’nin ilaç gereksiniminin yüzde 90’ını karşılayan ilaç endüstrisine yönelik saldırılar, özellikle yıkıcı olmuştur. Fabrikaların çoğu durumda Batı destekli asilerin saldırılarına ve yağmasına hedef olmasıyla birlikte, ilaç üretimi, önceki düzeyin üçte birine düşmüştür. IRIN, “Diğer fabrikalar, Batılı ülkeler tarafından Suriye’ye uygulanan yaptırımlardan dolayı hammadde ithal etmeye çabalıyor” diye bildirdi. Britanya’da yayımlanan Guardian gazetesi, 27 Aralık Perşembe günü Halep’teki bir muhabirinden, sözde asiler için “bir yaşam tarzı haline gelmiş” olan yağmanın boyutunu ayrıntılı biçimde gösteren bir haber yayımladı: “Tabur komutanları kendi güçlerini arttırma peşinde olduklarından, ‘yağmalar’ artık çok sayıda birlik için ana dürtü haline gelmiş durumda.” Haberde, penisilinin neden azaldığını anlatan bir eczacının ağzın-
11
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
BM, kısa süre önce, Suriye’deki yardım faaliyetleri için, 1,5 milyar doları hedefleyen, bugüne kadarki en büyük bağış toplama kampanyasını başlattığını açıkladı. Bununla birlikte, sorun şu ki, mevcut yardım başvuruları, hedeflenenin yarısından daha azına ulaşmış durumda.
dan, ”asiler”in Halep’teki bir ilaç şirketinin deposunu ele geçirmiş ve kent dışına taşınan ilaçları yeniden satmış oldukları aktarılıyor. Eczacı, “Onlara, ilaçları almaya hakları olmadığını ve bunların yeniden satılmayıp insanlara verilmesi gerektiğini anlatmak için depoya gittim. Beni alıkoydular ve çekip gitmemem durumunda iki bacağımı da kıracaklarını söylediler” diyor. Temel ilaçlara ulaşılamıyor ve ilaç fiyatları halkın çoğunluğu tarafından karşılanamayacak düzeylere yükselmiş durumda. Sonuç, insanların iyileştirilebilecek durumdayken, çok kötü koşullardan dolayı ölmeleri. DSÖ’nün Suriye’deki temsilcisi Elizabeth Hoff, birçok bölgede artık insülin kalmadığını, kamu sağlığı merkezlerinin önceden 40 bin diyabetik çocuğa sağladığı insülin kalemlerinin tükendiğini; bu durumun da kendilerini daha acı verici ve zor yöntemlere başvurmaya zorladığını belirtti. Bu arada, çatışmalar sonucunda sağlık yardımına ulaşma hızla kesilmiş durumda. Kısa süre önce yayımlanan ve “tıp doktorlarının yarıdan fazlasının Humus’u terk ettiğini” belirten bir DSÖ raporu, “çok sayıda doktorun ülkeden ayrılmış olduğunu” açıklıyor ve ekliyor: “Şam’da, Halep’te ve Humus’ta, sağlık sektörü çalışanlarının en az yüzde 70’i kırsal alanda yaşamakta; düzensiz toplu taşımadan, giderek artan sayıda askeri kontrol noktasının, keskin nişancıların bulunduğu kapatılmış ya da güvensiz yollardan ve beklenmedik sokak çatışmalarının yaşanmasından dolayı işyerlerine ulaşamamaktadır.”
BM, kısa süre önce, Suriye’deki yardım faaliyetleri için, 1,5 milyar doları hedefleyen, bugüne kadarki en büyük bağış toplama kampanyasını başlattığını açıkladı. Bununla birlikte, sorun şu ki, mevcut yardım başvuruları, hedeflenenin yarısından daha azına ulaşmış durumda. ABD, Britanya, Fransa ve Suudi Arabistan ile Katar’daki monarşiler, asilere olan yardımlarını arttırıyorlar. Britanya Başbakanı David Cameron, önümüzdeki bir Avrupa Birliği toplantısında, Britanya’nın Esad karşıtı milisleri doğrudan silahlandırmasını sağlamak için Suriye’ye yönelik silah ambargosunun kaldırılmasına çalışacağını açıkladı. Washington, açık olarak silah sağlamadığını iddia ederken, gerici Körfez ülkelerinden gelen silahların akışını kontrol etmek için Türkiye-Suriye sınırında bir CIA istasyonu kurmuş durumda ki bu silahların büyük kesimi El Kaide bağlantılı olanları da içeren İslamcı güçlere gitmektedir. Washington ile müttefikleri, kendi kışkırttıkları mezhep elksenli iç savaşı ve ABD’nin jeo-stratejik çıkarlarına daha uygun bir yönetim kurmak amacıyla Suriye toplumunun yıkımını haklı göstermek için, her zaman sözde insani ve demokratik kaygılara başvurmaktadırlar. Şimdiye kadar, onların hiçbiri, bu yağmacı askeri müdahale sonucunda evlerini terk etmiş, aç, hasta ve yaralı olan milyonlarca insana yardım etmek için kaynak ayırma isteği sergilemiş değil. HHHH
H
wsws.org
12
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
afrika ulusal kongresi marikana cellatlarını kutsadı chris marsden sal Afrika Ulu in (AUK) n i’ s re Kong lenen fta düzen geçen ha nsı li konfera 53. seçim en a’yı yenid Jacob Zum Zuma, çti. başkan se nin delegeleri konferans u ’inin oyun yüzde 75 , üttefikleri alırken, m üksek beş ny partinin e e Ulusal makamı v ak i Kurulu’nd Yürütme unu ğ lyenin ço 80 sanda de n a Ulusal M kazandı. ın ndikası’n İşçileri Se anı ceki başk (NUM) ön er rd ir milya ve şimdi b maphosa, l Ra olan Cyri a rdımcılığın başkan ya seçildi.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2012/12/24/pers-d24.html
A
frika Ulusal Kongresi’nin (AUK) geçen hafta düzenlenen 53. seçimli konferansı Jacob Zuma’yı yeniden başkan seçti. Zuma, konferans delegelerinin yüzde 75’inin oyunu alırken, müttefikleri, partinin en yüksek beş makamı ve Ulusal Yürütme Kurulu’ndaki 80 sandalyenin çoğunu kazandı. Ulusal Maden İşçileri Sendikası’nın (NUM) önceki başkanı ve şimdi bir milyarder olan Cyril Ramaphosa, başkan yardımcılığına seçildi. Kongre, Marikana’daki Lonmin platin madenindeki 34 grevci işçinin katledilmesinden ve onlarcasının yaralanmasından tam dört ay sonra gerçekleşti. O katliam, Güney Afrika’nın platin, altın, elmas ve maden sanayilerini vuran bir grev dalgasına yol açmıştı. Grev, NUM’a, COSATU sendikalar federasyonuna ve şaşırtıcı düzeyde eşitsizliği ve sömürüyü yöneten AUK hükümetine karşı siyasi ve örgütsel bir isyanı ortaya çıkartmıştı. Zuma’nın ve Ramaphosa’nın seçilmesi, katliamın ve onun ardından madencilere yönelik yüzlerce maden işçisinin tutuklanmasını, dövülmesini, topluca işten çıkartılmasını, ardından da düzmece cinayet suçlamalarıyla yargılanmasını içeren azgın saldırının AUK tarafından onaylanmasıdır. Bu, AUK’nin, küresel şirketlerin ve Güney Afrikalı şirketlerin taleplerine karşı çıkan siyasi ve toplumsal muhalefeti ezmek için gereken her şeyi yapacağının güvencesidir. Ramaphosa, Lonmin’in yönetim kurulunda yer almakta ve Marikana’nın yüzde 9’unu elinde tutmaktadır. O, aynı zamanda, Lonmin’in Siyahları Ekonomik Olarak Güçlendirme programının ortağı Incwala Resources’u kontrol altında tutacak bir hisseye sahiptir ve yılda 18 milyon dolar kadar parayı cebe indirmektedir. O, katliamdan hemen önce, Lonmin’in yöneticilerine, “açıkça adi bir suç eylemi” olarak tanımladığı protestolara karşı “eş zamanlı eylem” çağrısı yapan elektronik postaları gönderen kişidir. Business Day, başyazısında, Ramaphosa’nın “parti politikasına yeniden dahil olması, ideolojik yanılsamalar dünyası yerine gerçek dünyada iş yapanlar ve pazarlık edenler için bir zaferi ifade etmektedir” dedi. Kongre, Zuma’nın, “stratejik ulusallaştırma” sözünün AUK’nin resmi politikasından çıkartılmasına yönelik doğrudan bir müdahalesine de tanık oldu. Yeni formül, Zuma’nın AUK Gençlik Birliği içindeki muhaliflerinin eleştirilerine yanıt olarak benimsendi. Gençlik hareketinin ihraç edilmiş önderi Julius Malema, AUK içindeki kendi hizibini güçlendirmek amacıyla, madenciler ve diğer işçiler arasında destek kazanmak için ulusallaştırma talebinden yararlanmıştı. Madencilik şirketlerini rahatlatmak amacıyla, ulusallaştırmaya yapılan formalite icabı göndermenin yerine, anlaşılması güç (“her şeyi hesaba katarak”, uygun görüldüğünde özel şirketlerin hisse
13
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Sendikalar konfederasyonu COSATU, resmi olarak uzun süredir savunduğu politikanın (ulusallaştırma) terk edilmesine onay vermek ve AUK’nin yeni önderliğine ve AUK, COSATU ve Güney Afrika Komünist Partisi arasındaki hükümet ittifakına bağlılık taahhütünde bulunmak için hızlı bir hamle yaptı.
Cyril Ramaphosa (solda) AUK’nin ulusal konfransında Jacob Zuma ile birlikte
14
senetlerini satın alma yoluyla güvence altına alınacak) “stratejik devlet mülkiyeti” kavramı geçirildi. Ramaphosa, “AUK’nin politikaları ile ilgili olarak açık olmayan herhangi bir nokta var idiyse, insanlar şimdi bu konuda nerede durduğundan bütünüyle emin olmalı” yorumunda bulundu. Madenciler Odası, “AUK’nin büyük çapta ulusallaştırmanın akılcı ve sürdürülebilir bir seçenek olmadığına ilişkin kararı”nı memnuniyetle karşıladı. Sendikalar konfederasyonu COSATU, resmi olarak uzun süredir savunduğu politikanın (ulusallaştırma) terk edilmesine onay vermek ve AUK’nin yeni önderliğine ve AUK, COSATU ve Güney Afrika Komünist Partisi arasındaki hükümet ittifakına bağlılık taahhütünde bulunmak için hızlı bir hamle yaptı. COSATU Genel Sekreteri Zwelinzima Vavi, yılsonu mesajında “ittifak güvende” dedi. O, AUK’nin örgütsel raporundaki, COSATU’nun “zaman zaman demokratik hükümeti ırk ayrımcısı rejim gibi ya da daha kötü gördüğü”ne ilişkin bir ifadeyi “şiddetle” reddetti ve ekledi: “COSATU hiçbir zaman böyle bir yorum yapmamıştır ve asla yapmayacaktır.” Marikana katliamının hemen ardından, sendikalar sol bir görünüm sergilemeye kalkıştılar. Onlar, işçilerin yalnızca yüzde 5’inin sendikalı olduğu Western Cape Vilayeti’ndeki çiftlik işçilerinin sert ve militan yasadışı grevine göstermelik bir destek verdiler. Ama COSATU’ nun, kendilerine taleplerinin hiçbiri karşılanmamış olmasına rağmen Aralık ayında işe dönmeleri söylenen işçiler arasındaki
hoşnutsuzluğu başka kanallara akıtmak ve bastırmak için araya girmesiyle, bunun açık bir oyun olduğu ortaya çıktı. COSATU yılsonu açıklamasında, şimdi, “bu yılki kendiliğinden grev dalgalarına katılan işçiler, bize, Güney Afrika’da işsizliğe, yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı” mücadeleyi kazanamamamız durumunda, “ülke için ciddi sonuçları olacağı uyarısında bulunuyorlar. Milyonlarca yoksul ve ötekileştirilmiş insan sabrını yitiriyor ve yoksulluğa, işsizliğe ve eşitsizliğe karşı ekonomik dönüşüm için kendi militan mücadelelerine başlıyorlar” diye ilan ediyor. Bu, egemen seçkinlere, işçilerin şimdi AUK’ye ve sendikalara yönelik öfkesinin doğrudan bir sonucu olarak, onların egemenliğine karşı toplumsal bir devrim tehdidinin giderek arttığına ilişkin kesin bir uyarıdır. AUK, ırk ayrımcılığına son verilmesi görüşmelerini yaptığı 1994’ten bu yana Güney Afrika’yı aralıksız yönetmektedir. O, işçi sınıfı içindeki kitlesel devrimci bir muhalefet sonucunda iktidara geldi. Ama AUK, kendi ayrıcalıklı konumunu -bir siyah işadamları ve hükümet “ihalecileri” tabakasını zenginleştirme sürecinde- kapitalist mülkiyet ilişkilerinin korunmasına olan bağlılığı sayesinde emperyalist devletlerin ve küresel şirketlerin desteğiyle elde tutmaya çalıştı. Tahminen 675 milyon dolarlık servetin sahibi olan Ramaphosa gibi sonradan görme zenginler ile işçi sınıfının ve yoksul köylülerin kaderini karşılaştırarak, AUK’nin rolü hakkında bir fikir sahibi olabiliriz. 18 yıllık “siyah çoğunluğun” egemenliğinden (burjuvazinin gerçek egemenliğini gizlemek için kullanılan ifade) sonra, nüfusun en zengin yüzde 10’u, en alttaki yüzde 10’dan 101 kat fazla kazanç elde etmeye devam ediyor. Ortalama Güney Afrikalı beyazların net maaşı siyahlarınkinden altı kat
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k fazla; işsizlik remi olarak yüzde 25 ve ülkedeki gençlerin üçte ikisi kişi başına gelirin aylık 75 dolardan az olduğu yoksul ailelerde yaşıyor. Güney Afrika’nın siyasi durumu ve tarihi, işçi sınıfı ile ezilen kitlelerin temel demokratik haklarının ve toplumsal ihtiyaçlarının -AUK’de olduğu gibi kapitalizm yanlısı politikalara arada bir “devrim”e ve “sosyalizm”e ilişkin törensel dualar eşlik etse bile- ulusal burjuvazinin egemenliği altında karşılanmasının mümkün olmadığını göstermektedir. AUK’nin ve onun büyük ölçüde Güney Afrika Komünist Partisi’nin egemenliğindeki sendikalarda yer alan müttefiklerinin işçi sınıfının en amansız düşmanları oldukları bir kez
AUK’nin ve onun büyük ölçüde Güney Afrika Komünist Partisi’nin egemenliğindeki sendikalarda yer alan müttefiklerinin işçi sınıfının en amansız düşmanları oldukları bir kez daha açığa çıkmıştır. Onları sola çekmek ya da iyileştirmek mümkün değildir. Onlar devrilmelidir.
daha açığa çıkmıştır. Onları sola çekmek ya da iyileştirmek mümkün değildir. Onlar devrilmelidir. İşçi sınıfı yeni bir devrimci önderlik inşa etmeli, devlet iktidarını almalı ve bankaları, büyük şirketleri ve stratejik madenleri kendi hükümetlerinin mülkiyeti ve denetimi altına alan sosyalist politikalar uygulamalıdır. Bu mücadelenin Lev Troçki’nin sürekli devrim kuramında geliştirilmiş enternasyonalist ve sosyalist strateji üzerine kurulması; Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Güney Afrika şubesinin önderliğinde verilmesi gerekiyor. HHHH
Marikana madencileri
H
toplumsalesitlik.org
15
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
toplu tecavüz hindistan’ı ayağa kaldırdı Aralık ayının sonunda Hindistan’da 23 yaşındaki bir kadının otobüste toplu tecavüze uğradıktan sonra dövülerek otobüsten atılması sonrasında başlayan ve tüm dünyaya yayılan tepkiler, genç kadının hayatını kaybetmesiyle daha da arttı. Olayın ardından Hindistan’da halk sokağa döküldü. Tecavüz davalarından verilen cezaların yetersizliğinden, yasaların tecavüzcü erkekleri koruduğundan şikayet eden eylemciler tecavüz vakalarında cezaların arttırılmasını istedi. İktidar partisinin gerekli yasal düzenlemeleri yapacağı açıklaması tam bir iki yüzlülük ifadesidir. İktidardaki Kongre Partisi, yaptığı açıklamalarla aynı Türkiye’de iktidar temsilcileri gibi tecavüzler nedeniyle kadınları suçlamaktadır. İktidar, bu tavrıyla kadın düşmanlığının bayraktarlığını yapmakta ve kadınlara yönelik baskıyı kışkırtmaktadır. Bu durum aynı zamanda, yasal dü-
16
zenlemelerle kadınların hunharca ezilmesinin önüne geçilemeyeceğini, bu adımların yalnızca birer göz boyama olduğunu da bir kez daha göstermektedir. Sorun toplumun köklerinde, mülkiyet ilişkilerinde ve bunun üzerinde yükselen sınıf egemenliğindedir. Dolayısıyla mevcut toplumsal düzen yıkılmadıkça tüm dünyada kalıcı bir çözüm söz konusu olmayacaktır. Hindistan’da her gün kadınları hedef alan buna benzer birçok olay yaşanıyor. Her 21 dakikada bir tecavüz olayının olduğu Hindistan’da bu olaylar çoğu zaman haber bile olmuyor. Yalnızca 2011 yılında 24 binden fazla kadın Hindistan’da tecavüze uğradı. Dünya üzerinde de durum bundan çok farklı değil. Dünya’da her 5 kadından biri hayatlarında en az bir kere tecavüze uğruyor ya da tecavüz teşebbüsüne maruz kalıyor. Güney Afrika’da her gün 147 kadın tecavüze uğrarken, bu oran Fransa’da ise 30 civarında. ABD’de her 91 saniyede bir kadın tecavüze uğrarken, Türkiye’de bu oran her 4 saatte bire iniyor. Bu rakamlar da sadece bilinen, kayıtlara geçen vakalardır. Yaşanan tecavüz ve taciz olaylarının birçoğunun da üstü örtülmektedir.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
abd ve fransa orta afrika cumhuriyeti’ne birlikler sevk ediyor patrick o’connor ale, Bu müdah ile onun n to Washing nin üttefikleri m Avrupalı jik te a tr s ndeki kıta üzeri onun klerini ve egemenli nakları doğal kay lerini i denetim üzerindek de için üzerin korumak da frika çapın çalıştığı A st askeri emperyali nları operasyo ının rma plan ş la yoğun tı . ıdır bir parças
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2012/12/31/cent-d31.html
H
ükümet karşıtı birlikler başkent Bangui’ye yaklaşırken, ABD ve Fransa Orta Afrika Cumhuriyeti’ne (OAC) ek birlikler gönderiyor. Bu müdahale, Washington ile onun Avrupalı müttefiklerinin kıta üzerindeki stratejik egemenliklerini ve onun doğal kaynakları üzerindeki denetimlerini korumak için üzerinde çalıştığı Afrika çapında emperyalist askeri operasyonları yoğunlaştırma planının bir parçasıdır. ABD ile Fransa, daha asiler Devlet Başkanı François Bozize hükümetini devirmeye yönelik saldırılarını başlatmadan önce, OAC’de askeri operasyonlar sürdürüyordu. OAC, Tanrı’nın Direniş Ordusu’nun savaşçılarının sözde izini süren ABD Özel Kuvvetleri’ne bağlı en az 100 askerin faaliyet gösterdiği çok sayıda Orta Afrika ülkesinden biridir. ABD büyükelçiliği çalışanlarının ve diğer ABD yurttaşlarının Bangui’den çıkartılmasını gerektiren “kötüleşen güvenlik koşulları”na atıfta bulunan Başkan Obama, [29 Aralık] Cumartesi günü, Kongre’ye, OAC’ye 50 kişilik bir “destek güvenlik gücü” gönderilmesi emrini verdiği bilgisini iletti. Fransa da, benzeri şekilde, ülkedeki 1.200 yurttaşını koruma gerekçesiyle müdahale etti. Bu eski sömürgesine 1960’ta resmi bağımsızlık tanımasından bu yana OAC’de neredeyse sürekli olarak asker bulunduran Paris yönetimi, ülkedeki 250 askerlik gücünü, geçtiğimiz günlerde, yaklaşık 600’e çıkarttı. Bunun yanı sıra, ülkede, Orta Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (OADET) tarafından sağlanan ve çoğu komşu Çad’dan gelen 500 yabancı asker bulunuyor. Çad hükümeti, OAC yönetimini desteklemek amacıyla 2.000 asker daha gönderme sözü verdi. Devlet Başkanı Bozize’nin yönetimi, bu ay içinde, OAC topraklarının büyük bölümünde kontrolünü yitirdi. Hükümet karşıtı milislerin gevşek bir federasyonu olan Seleka (Santo dilinde “İttifak”) ülkenin kuzeyindeki ve doğusundaki kentleri ele geçirmiş durumda; bildirildiğine göre başkente 75 kilometre uzakta bulunuyor. Seleka, hükümeti, asi gerillalara maaş bağlanmasını ve onların ulusal orduya dahil edilmesini şart koşan 2007-2008 barış anlaşmalarını çiğnemekle suçluyor. 600.000 nüfuslu Bangui’de, temel gıda mallarının fiyatları yüzde 25’ten fazla artarken, kentte oturanların bir kısmı bir asi saldırısından korkarak kaçıyor. Hükümet, başkentte gece sokağa çıkma yasağı koydu ve bu yasak, kentin ana yollarına eğreti barikatlar kurmuş ve palalarla silahlanmış olan gençler tarafından uygulanıyor. OAC, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. Ülkedeki ortalama yaşam süresi yalnızca 50. Bebek ölüm oranı ile gebelik sırasında
17
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Afrika üzerinde yeni bir kapışma sürüyor. ABD emperyalizminin saldırgan bir şekilde kıtanın petrol ve diğer doğal kaynakları peşinde koşması, Obama yönetiminin Çin’in Pasifik bölgesinde ve uluslararası alanda artan stratejik etkisine karşı koyma yöneliminin bir parçasıdır.
anne ölüm oranının OAC’den daha fazla olduğu yalnızca üç ülke var ve ülkedeki 4,5 milyon insanın çoğu geçimlik tarımla yaşıyor. Ülkenin aşırı yoksulluğu ile büyük doğal zenginliği (elmas, altın, uranyum, kerestelik ağaç ve petrol) arasındaki çelişki, hem sömürgeci yıkıcı geçmişi hem de sürmekte olan emperyalist baskıyı yansıtmaktadır. Wahington, Afrika’daki askeri faaliyetlerini genişletmek için krizden faydalanmaktadır. OAC’ye asker sevkiyatı, ABD ordusunun 3.500 kişilik özel bir birliğinin kıtanın tamamında sürekli faaliyet sürdüreceğini açıklamasından yalnızca birkaç gün sonra gerçekleşti. Yeni oluşturulan askeri birlik, Obama’nın, Pentagon’un ilk olarak 2007’de oluşturduğu Afrika Komutanlığı’nı (AFRICOM) güçlendirme çabasının bir parçasıdır. Afrika üzerinde yeni bir kapışma sürüyor. ABD emperyalizminin saldırgan bir şekilde kıtanın petrol ve diğer doğal kaynakları peşinde koşması, Obama yönetiminin Çin’in Pasifik bölgesinde ve uluslararası alanda artan stratejik etkisine karşı koyma yöneliminin bir parçasıdır. Pekin, son yıllarda, bir dizi Afrika ülkesi ile sıkı diplomatik ve ekonomik bağlar geliştirmiş durumda. Kıta, hem ABD hem
de Çin için önemli bir enerji kaynağıdır. Washington, artan bir sıklıkla askeri güçle karşılık veriyor. OAC’ye görece sınırlı ABD askeri sevkiyatı hızla daha kapsamlı bir müdahaleye dönüşebilir. Ülkedeki insani krizin kötüleşmesi ve Seleka içinde rol oynadığı belirtilen kökten İslamcı güçler gibi bahaneler şimdiden hazır. Batı Afrika’da, Mali’nin kuzeyinin El Kaide bağlantılı milisler tarafından işgali, bu ayın (Aralık) başında BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan bir yabancı askeri müdahale için gerekçe oluşturmuştu. ABD ve Fransa, Mali’nin, ABD-NATO’nun geçtiğimiz yıl komşu ülke Libya’daki rejim değişikliği operasyonu dolayımıyla istikrarsızlaşmasının ardından, bu ülkeye yönelik bir müdahale kışkırtıcılığının başını çekmektedir. OAC Devlet Başkanı Bozize, ABD ve Fransa birliklerinin asi güçlere karşı müdahalede bulunmasını talep etti. Bozize, geçtiğimiz Perşembe günü yaptığı bir konuşmada, adını belirtmediği “yabancılar”ı asileri desteklemekle suçladı ve huzursuzluğun, onun bu yılın başlarında Çinli ve Güney Afrikalı şirketlerle petrol çıkartma sözleşmeleri imzalamasıyla tetiklendiğini ileri sürdü: “Petrolü Çinlilere vermeden önce, Paris’te [petrol şirketi] Total ile görüştüm ve onlara petrolü siz çıkartın dedim. Hiçbir şey yapmadılar. Petrolü Çinlilere verdim ve bu bir sorun haline geldi.” OAC’deki en büyük yabancı yatırımcılardan biri olan Fransız şirketi Areva, şu sıralar, ülkenin güneyinde bir uranyum madeni işletiyor. Geçen hafta, Bangui’deki ABD ve Fransa büyükelçilikleri önünde, hükümet tarafından örgütlenmiş ya da üstü örtülü olarak desteklenmiş müdahale yanlısı gösteriler düzenlendi. Bildirildiğine göre, göstericiler Paris’i Orta Afrika Cumhuriyeti’nin kuzeyindeki isyancı askerler
18
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Eğer Paris şimdi Bozize’nin yardımına gelmeyi reddederse, bu, Fransız emperyalizminin ya hükümet karşıtı güçlerin iktidara gelmesini ya da Bangui’deki hükümette başka bir değişiklik istediğini gösterir.
asileri desteklemekle suçlamışlar. Fransa Devlet Başkanı Francois Hollande, şunları söyleyerek tarafsızlık talep etti: “Bizler bir rejimi korumak için değil; kendi yurttaşlarımızı ve çıkarlarımızı korumak için buradayız. Kesinlikle bir ülkenin, bu durumda Orta Afrika’nın içişlerine müdahale etmek için burada bulunmuyoruz. O günler geride kaldı.” Fransız hükümeti, bu sahte “içişlerine karışmama” pozunun ardında, hiç kuşkusuz, OAC’deki krizin sonucunu belirlemek için Obama yönetimi ile birlikte çalışıyor. Fransa, 1960’tan bu yana, bu eski sömürgesindeki her türlü değişikliğe derinlemesine dahil olmuştur. Bozize, kendisini diktatör ilan eden adı kötüye çıkmış Jean-Bedel Bokassa yönetimi altında, 32 yaşında, OAC’nin en genç generali olmadan önce Fransa’da askeri eğitim görmüştü. Paris, Bokassa’yı, Fransız Özel Kuvvetleri’ne bağlı yüzlerce askerin başını çektiği bir darbe ile devrilmeden önce, 1966-1979 yılları arasında ik-
H
tidarda iken silahlandırmış ve parasal olarak desteklemişti. Bozize, yıllarca Fransa’da sürgünde yaşadıktan sonra, 2003’te nihayet iktidara gelmeden önce defalarca darbe girişiminde bulunmuştu. Fransız hükümeti, bunun ardından Fransız ordusuna doğrudan operasyonlar yaptırmak ve 2006’da asi gerillalara hava saldırıları da dahil yönetime çok önemli destek sağlamıştı. Eğer Paris şimdi Bozize’nin yardımına gelmeyi reddederse, bu, Fransız emperyalizminin ya hükümet karşıtı güçlerin iktidara gelmesini ya da Bangui’deki hükümette başka bir değişiklik istediğini gösterir. Bozize, Afrika Birliği Başkanı Thomas Boni ile dün [30 Aralık] yaptığı görüşmenin ardından, kendisinin Seleka ile yeni bir “ulusal birlik” hükümeti oluşturmak istediğini açıkladı. Hükümet ile asiler arasındaki görüşmelerin, gelecek ayın başlarında Batı Afrika ülkesi Gabon’da yapılması planlanıyor. HHHH
Bu kitabı e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak, yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.
info@toplumsalesitlik.org
1936 Moskova duruşmaları üzerine
Kızıl Kitap
Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.
19
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
newsweek son kez basıldı
ABD
’de 80 yıl önce yayımlanmaya başlayan haftalık ekonomi-politika dergisi Newsweek 24 Aralık günü son kez basıldı. Tüm dünyada binlerce kişiye ulaşan dergi, bundan sonra yayınını internet sayfasından sürdüreceğini açıkladı. Reklam gelirlerinin azalması ve kullanıcılarının internet ortamına kayması nedeniyle böyle bir karar alan derginin editörü T i n a Brown, digital yayıncılığı yeni bir sayfa olarak gördüklerini belirtti. Brown okurlarına seslendiği son mektubunda rakiplerinin de bir gün aynı adımı atacağını ve dijitale geçişin bir gerileme değil, geleceğe dönük bir adım olduğunu
20
belirtti. Dijital yayıncılık ile basılı yayıncılık arasında uzun süredir ciddi bir rekabet yaşanıyor. Birçok dergi dijitale geçiş konusunda adım atarken, çok daha büyük bir kesim “eski” yöntemlerden vazgeçmiyor. Dijital yayıncılığa geçişi hızlandıran başlıca etmen, kuşkusuz, bu alanın çok daha az masraflı olması ve daha büyük bir kitleye daha hızlı bir şekilde ulaşma olanağı sağlaması. Bu geçişi mümkün kılan şey ise teknolojide yaşanan muazzam gelişmeler. Artık iyiden iyiye hayatımıza giren ipad’lerle birlikte artık insanlar kitaplarını, gazetelerini ya da dergilerini dijital ortamda okuyabiliyorlar. Fakat bu değişimlerin insanların algısında yarattığı değişimler, bilim insanları için halen bir tartışma konusu. Bir gazeteyi elimize alıp okumak ile internetten okumak arasında ciddi bir algı farklılığı olup olmadığı tartışmaları halen yapıla dursun, basılı yayıncılıktan vazgeçmeyen ciddi bir kesim de halen mevcut.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
ödenmemiş ücretler çin’de grevlere yol açıyor john chan inin n ekonom Yavaşlaya esi olarak, ad yalın bir if sayıda ok ç i Çin’dek bunların i k işveren rın yabancıla arasında kalar ri b fa uğu sahibi old eler ait işletm ve devlete lardır de var, ay larını nın maaş çalışanları or ya da ödeyemiy temiyor. ödemek is unda, nuc Bunun so enmemiş d ö işçiler, i ödenmes ücretlerin e v r le grev talebiyle or. r örgütlüy la to s prote
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2012/12/29/chin-d29.html
Y
avaşlayan ekonominin yalın bir ifadesi olarak, Çin’deki çok sayıda işveren ki bunların arasında yabancıların sahibi olduğu fabrikalar ve devlete ait işletmeler de var, aylardır çalışanlarının maaşlarını ödeyemiyor ya da ödemek istemiyor. Bunun sonucunda, işçiler, ödenmemiş ücretlerin ödenmesi talebiyle grevler ve protestolar örgütlüyor. 10-11 Aralık günlerinde, Jiangsu bölgesinin Jingjiang kentindeki Doğu Bölgesi Ağır Sanayileri’nde çalışan 1.000’den fazla taşeron işçisi, şirketin 5-6 aylık maaşları ödememesi üzerine grev yaptı. Şanghay-Pekin otoyolunda toplanan işçiler, yoğun bir trafik sıkışıklığına yol açtılar ve belediye yetkililerini görüşmeye zorladılar. Ertesi gün, tersane, yerel yönetimin baskısıyla, ödenmemiş ücretlerin bir kısmını ödemek zorunda kaldı Tersanenin sahibi olan Singapur merkezli JES International adlı şirket, ücretlerin ödenmemiş olmasını, çoğu durumda göçmen işçileri çalıştıran ve onların habersizce işten ayrılmasını önlemek için ödemeleri geciktiren taşeronları suçlayarak gerekçelendirdi. Şirket, aynı zamanda, inşaat halindeki gemi sayısı fazla olduğu ve bazı müşteriler teslim tarihini geciktirmek istediği için döner sermayeye ihtiyaç duyduğunu açıkladı. Gerçekte, Çin’in Ulusal Gemi Yapım Sanayisi’ne ilişkin son veriler, 2012 yılının ilk on ayına ait sipariş sayısının önceki yılın aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 50 oranında azaldığını gösteriyor. Bu yılın ilk dokuz ayında, büyük gemi yapımcılarının kârları yüzde 40 azaldı. Aralarında Çongçing’deki en büyük özel gemi yapımı şirketi Jinglong Shipbuilding’in de bulunduğu önde gelen çok sayıda gemi yapımcısı 2012’nin ilk yarısında çökmüştü. Hong Kong merkezli China Labour Bulletin (Çin Çalışma Bülteni), Doğu Bölgesi Ağır Sanayileri’ndeki binlerce çalışanın beş aydan bu yana ücret almadığını bildirdi. Bir işçi, şirket yönetiminin kendilerine grevdeki taşeron işçilere katılmamaları, bunu yapmaları durumunda işten çıkartılacakları uyarısında bulunduğunu söyledi. Bununla birlikte, bazı işçiler, ücretlerinin 2012 yılının sonuna kadar ödenmemesi durumunda eyleme geçeceklerini belirtiyorlar. Çin Komünist Partisi (ÇKP) yönetimi, işçilere karşı, bir kez daha polis devleti önlemlerine başvuruyor. Taşeron işçilerinin grevinin hemen ardından, çok sayıda polis aracı, işçilerin gözünü korkutmak ve başka iş bırakmaları engellemek için her gün tersanede tutuluyor. Guangdong bölgesindeki Foshan kentinde bulunan bir ayakkabı fabrikasındaki 600 işçinin 12 günlük grevi, taleplerinin yarısı kadar bir ödemeyi kabul etmeye zorlanmalarının ardından, 22 Aralıkta bitti. Shyang Ho Ayakkabı fabrikasındaki iş bırakma, fabrika sahi-
21
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k İşçiler makine ve donanımın taşınmasını engellemek için fabrikayı işgal etmişti. Ancak hükümet, şirket yönetimine fabrikadaki makine ve donanımı sökerken koruma sağlamak amacıyla yüzlerce silahlı polisi seferber etti.
Polis grevci işçileri gözaltına alıyor.
22
binin fabrikayı satarak işgücünün ucuz olduğu ülkenin iç kesimindeki Çengdu kentine taşınmaya hazırlanmasının ardından başlamıştı. İşçiler yasanın öngördüğü, her çalışma yılı için bir aylık tazminatın ödenmesini talep ediyorlardı. İşçiler makine ve donanımın taşınmasını engellemek için fabrikayı işgal etmişti. Ancak hükümet, şirket yönetimine fabrikadaki makine ve donanımı sökerken koruma sağlamak amacıyla yüzlerce silahlı polisi seferber etti. 2000’li yıllarda Foshan’daki önde gelen ayakkabı üreticisi olan şirketin çökmesi, Çin’in ihracata dayalı büyümesinin krizini simgelemektedir. 2008’deki mali krizin ardından, ihracata yönelik üretim yapan çok sayıda şirket iflas etti; Şyang Ho gibi yaşayabilenler ise maliyetleri düşürdüler. 20-21 Aralık günlerinde, cep telefonu üreten Güney Kore kökenli Dongguan Samkwang Bilim & Teknoloji şirketinde çalışan 1.000’den fazla işçi, düşük ücretlere ve kötü çalışma koşullarına karşı greve çıktı. Grevi bastırmak için, çok sayıda silahlı polis ve özel güvenlik görevlisi gönderildi; işçiler yaralandı ve gözaltına alındı. [24 Aralık] Pazartesi günü, Şenzen’de kurulu olan Hong Kong merkezli
Wong’s Electronics Co’da çalışan 4.000 işçi, adını ve yasal temsilcisini değiştirmiş olan şirketin “yeniden yapılanma” için tazminat ödememesi üzerine iş bıraktı. Fabrikaya çok sayıda polis gönderildi. Çarşamba günü, işçiler, adalet talep eden pankartlarıyla, Şajing yerel yönetimine yürüdüler; yetkililer, onların üzerine daha fazla silahlı polis göndererek yanıt verdi. Devlet işletmelerinde de gösteriler gerçekleşti. 25 Aralık’ta, Çin’in en büyük kâğıt fabrikası Çengming Kâğıt’ın alt kuruluşundan birinde çalışan 1.000’den fazla işçi, fabrika kapatmalarını ve ödenmemiş ücretleri protesto etmek için Wuan kentindeki iki büyük köprünün birleşme yerini ulaşıma kapattılar. Grevi bastırmak için “Özel Polis” birlikleri sevkedildi ve muhalif web sayfası Çin Yasemin Devrimi’ne göre, 30 kişi yaralandı. Web sayfası, bu protestoların, atı aydır ücretlerini almamış olan çalışanların bir aydır sürdürdüğü mücadelenin bir parçası olduğunu belirtti. Zarar eden şirket arazisini satmış ama çalışanların tazminatını ödemek istememişti. Şirket, bunun yerine, işçilere, onları ayda 1.000 yuan (yaklaşık 285 lira) gibi son derece düşük bir ücretle çalıştırmak üzere uzaktaki işletmelere sevk etmek için baskı yaptı. İşçiler, şirketin amacının kendilerini istifaya zorlamak olduğunu söylediler. 25 Aralık günü, büyük bir devlet işletmesi olan Tongling Demirdışı Metaller Grubu’na bağlı bir hastanede çalışan yüzlerce doktor ve hemşire, altı aylık ücretlerinin ödenmemesini protesto etmek için Tongling kentinin en önemli kavşağını ulaşıma kapattı. Toplumsal huzursuzluk ÇKP’nin Kasım ayındaki 18. Kongresi’nin ardından artmaya başladı. Kongre, devletin elinde olmaya devam eden 100.000 dolayında işletmenin bir kısmının özelleştirilmesini içeren piyasa
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k yanlısı bir ekonomik gündemi kabul etmişti. Göreve yeni atanan ÇKP Genel Sekreteri Xi Jinping, kısa süre önce, eski önder Deng Xiaoping’in yirmi yıl önce yapmış olduğu ve Çin’de kapitalist restorasyon sürecini hızlandırdığı gezisini taklit eden bir “Güney Turu”nu tamamlamıştı. Xi’nin turu, şirket seçkinlerine ve yabancı yatırımcılara, yönetimin şirket yanlısı
Ücretlerini alamadıkları için iş bırakan tersane işçileri
H
politikalara devam edeceği güvencesini vermek üzere tasarlanmıştı. Xi’nin turunu tamamlamasının hemen ardından, Deng’in memleketi Siçuan bölgesindeki Guang kentinde bulunan işçiler, ücretlerinin iki buçuk ayı aşkın süredir ödenmemesi üzerine bir protesto başlattılar. Kore merkezli bir triko fabrikası olan Hanmei’de çalışan 100’den fazla işçi, 21 Aralık’ta greve çıktı. Fabrika müdürünün kaçmasının ardından, yetkililerin devreye girmesi çağrısında bulunan işçiler Belediye Konağı’na yürüdüler. Yerel yönetim, protestoları bastırmak üzere, yüzlerce çevik kuvvet polisini seferber etti. Altı işçi yaralandı ve iki gazeteci tutuklandı. İşçilerin Deng’in memleketinde şiddet yoluyla bastırılması, ÇKP’nin yeni önderliğinin toplumsal olarak geriletici piyasa yanlısı reformları uygulamak için polis devleti baskısına başvurmakta tereddüt etmeyeceği yolunda güçlü bir mesaj vermek üzere tasarlanmıştı. HHHH
Bu kitabı e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.
info@toplumsalesitlik.org Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Halil Çelik 368 syf., 20 TL.
23
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
ilaç tekellerinin kâr hırsı çocukları öldürüyor
P
akistan’ın güneyindeki Sind eyaletinde geçtiğimiz aylarda ortaya çıkan kızamık salgını Aralık sonu itibariyle çoğu çocuk 249 kişinin ölümüne neden oldu. Yetkililer salgının en büyük nedeninin geçtiğimiz aylardaki yasa değişikliği olduğunu belirtiyorlar. Pakistan’da, Federal Sağlık Bakanlığı kapatılmış ve sağlık hizmetleri eyalet yönetimlerine bırakılmıştı. Son bir yılda, bölgesel yönetimlerin bütçelerinin düşüklüğü nedeniyle, sağlık hizmetlerine ayrılan kaynak oldukça azalmış ve ciddi sağlık problemleri boy göstermeye başlamıştı. Dünyanın herhangi bir yerinde, yeni doğan çocuklara düzenli olarak yapılan ve ulaşılması artık oldukça kolay olan aşıları bulunan kızamık ve benzeri hastalıklardan, Afrika’da ve Asya’nın güneyinde her yıl binlerce çocuk ölüyor. Gerek Dünya Sağlık Örgütü gerekse Birleşmiş Milletler -güya-
24
Sağlık sektörünü de içine alan kapitalist mülkiyet ilişkilerine son vermedikçe, insanlar göz göre göre ölmeye devam edeceklerdir.
her yıl bölgeye aktarılan milyonlarca dolar yardımdan bahsederlerken, bölgede halen büyük bir acı ve yıkım varlığını sürdürüyor. Dünyanın her yerinde -buna Afrika ve Asya’da dahil- egemenler ve onların takipçileri aşırı tüketim yaparlarken, birçok gıda ürünü, fiyatının düşmemesi için imha edilirken Afrika’da milyonlarca insan açlık çekiyor ve sağlıklı içme suyundan yoksun durumdalar. Kısacası bölge acımasızca ilaç ve gıda tekellerinin insafına terkedilmiş durumda. Birçok konuda olduğu gibi sağlık alanında yaşanan sorunlar da kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde çözülemez. Tüm ilaçlar, kâr amacı gözetmeksizin yalnızca insanların yararı için üretilmeden, herkesin temel sağlık gereksinimlerini karşılamak imkânsızdır. Sağlık sektörünü de içine alan kapitalist mülkiyet ilişkilerine son vermedikçe, insanlar göz göre göre ölmeye devam edeceklerdir.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
alman sendika patronu thyssen krupp’ta personel müdürü oluyor dietmar henning ından ürokratlığ b a ik d n e S avroluk bir iki milyon iliğine. et yönetic rk şi e rl li e g IG Metall Bu adım, uzey ın (IGM) K sendikasın ’daki (NRW) lya Ren Vestfa ard ver Burkh li önderi O eki yıl d z ü m önü tarafından okuluslu çelik ,ç atılacak. O enKrupp’un ss h Ty i üreticis e üdürlüğün m l e person atanıyor.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/en/articles/2012/12/17/igm-d17.html
S
endika bürokratlığından iki milyon avroluk bir gelirle şirket yöneticiliğine. Bu adım, IG Metall sendikasının (IGM) Kuzey Ren Vestfalya’daki (NRW) önderi Oliver Burkhard tarafından önümüzdeki yıl atılacak. O, çokuluslu çelik üreticisi TyhssenKrupp’un personel müdürlüğüne atanıyor. Şirket, teftiş kurulunun bir toplantısının ardından, 40 yaşındaki sendikacının Ralph Labonde’nin yerini alacağını açıkladı. Bu durumda, onun yıllık geliri yaklaşık 2 milyon avroya ya da ayda 160.000 avrodan fazlaya tırmanacak. İşçi-işveren ilişkileri müdürü, ya da Almanya’daki işçi-katılımlı şirketlerdeki adıyla personel müdürü, yalnızca sendikanın ve teftiş kurulundaki işyeri konseyi temsilcilerinin onayıyla atanabiliyor. Bu yüzden, Burkhard’ın ThyssenKrupp’taki konumu fiilen IG Metall tarafından belirlenmektedir. Frankfurt’ta doğmuş olan Burkhard, Wiesbaden’daki Federal İstatistik Bürosu’nda bir yönetici memur eğitimi gördükten sonra, orada altı yıl boyunca bu konumda çalıştı. Burkhard, burada çalıştığı süreçte, aynı zamanda, üniversitede şirket yöneticiliği eğitimi gördü. Burkhard, 1997’de, bir SPD üyesi olarak, Frankfurt/Main’da IG Metall’in yönetim kurulunda siyasi sekreterlik görevinde bulundu. O, şirketler, teknoloji ve çevre departmanının yanı sıra gümrük politikasından sorumluydu. Burkhard, on yıl önce, IGM’nin Kuzey Ren Vestfalya bölge merkezinde sekreterlik görevini üstlendiği Düsseldorf’a taşındı. Burkhard, 2005 yılında, yeniden Frankfurt’taki IGM yönetim kurulunda, gümrük politikası müdürlüğü görevindeydi ama iki yıl sonra NRW IG Metall yönetim kuruluna geri dönerek bölge müdürü oldu. IG Metall, Burkhard’ı, kendi itirafıyla, yıllık geliri “yalnızca” 240 bin avro olan IGM’nin federal düzeydeki patronu Bertold Huber’in olası ardılı olarak değerlendiriyordu. Çok az sayıda yorumcu, IG Metall’den Alman şirketlerinin en büyüklerinden birinin yönetim kuruluna geçişi, bir “taraf değiştirme” olarak betimledi. Ama bu yanlıştır. Burkhard, bütün sendika bürokratları gibi, daha önce de işçilerin değil ama şirketin yanındaydı. Onun taraf değiştirmesi gerekmiyordu. Sendikalar şirket yönetimleri yararına işleri ortadan kaldırmayı dayatma, ücret kesintilerini ve daha kötü çalışma koşullarını gerçekleştirme görevini uzun süre önce üstlendiler. Geçtiğimiz on yıllar içinde yüz binlerce işin ortadan kaldırıldığı ve çok sayıda tesisin kapatıldığı kömür ve çelik sanayilerindeki durum tam da budur. Ama bu, otomobil sektöründe ve diğer sanayi kollarında da söz konusu. Dolayısıyla, kömür ve çelik şirketleri sendikalardan alınmış personel mü-
25
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Özellikle sendikacılar arasında, şirket yönetim kurulu üyeleriyle kapalı kapılar ardında yaptıkları görüşmelerde, şirketlerin çıkarlarını güvence altına almaya yönelik stratejiler geliştirme ve bunları işgücünün muhalefeti karşısında zorla uygulama becerisine sahip olduklarını kanıtlayan son derece nitelikli bireyler bulunuyor.
26
dürleriyle birlikte, daha kârlı olarak çalışmaktadırlar. Özellikle sendikacılar arasında, şirket yönetim kurulu üyeleriyle kapalı kapılar ardında yaptıkları görüşmelerde, şirketlerin çıkarlarını güvence altına almaya yönelik stratejiler geliştirme ve bunları işgücünün muhalefeti karşısında zorla uygulama becerisine sahip olduklarını kanıtlayan son derece nitelikli bireyler bulunuyor. Bu sendika bürokratlarının, Burkhard’ın yapmış olduğu gibi, arada bir şirketler aleyhine yüksek perdeden atıp tutması, onların kuyusunu kazmıyor. Tersine... Burkhard, şimdi, işleri ortadan kaldırıp dünya çapında 150.000 işçiye ücret kesintileri ve esnek çalışma önlemleri dayatarak, ThyssenKrupp’ta gerçekleşmiş olan ağır zararları (geçen yıl 5 milyar avro zarar etti) giderme görevini üstlenecek. Burkhard bu iş için tam olarak hangi niteliklere sahip? Almanya Radyosu, “o, saldırgan ve iddialı olarak değerlendiriliyor” iddiasında bulundu. Radyo istasyonu, bu yaklaşımını, Burkhard’ın 2008 yılında çelik sektöründeki toplu sözleşmede üstlendiği sorumluluğa gönderme yaparak destekliyor. O zaman, ücretler yüzde 5,2 arttırılmıştı. Bununla birlikte, ondan önce, ücretler yıllarca dondurulmuştu. Dahası, 14 aylık dönemin sonunda, gerçek ücret artışı yüzde 4,5’ten daha düşüktü. Çelik şirketleri, çelik üretimindeki işçilik ücretleri toplam üretim maliyetlerinin yalnızca yüzde 9’unu bulduğu için yaşayabildiler. O zamanlar ThyssenKrupp’un yönetim kurulu başkanı olan Karl-Ulrich Köhler, tümüyle akılcı biçimde, sonucun “kabul edilebilir” olduğunu açıklamıştı. Geçtiğimiz yıllarda Bochum’daki Opel fabrikasında şirket yönetimiyle işçiler arasında yaşanan çatışmalar sırasında, Burkhard, işyeri konseyi ile birlikte, fabrikayı şimdi uygulama aşamasında olan kapanmaya hazırlayacak şekilde, işlerin ortadan kaldırılmasını kabul ettirmişti. O, Nisan 2009’da, Opel işçilerine, IG Metall tarafından aracılık yapılmış olan ücret kesintilerini kabul etmelerini iste-
yen bir mektup yazdı. Burkhard, Opel işçilerine, bunun “Opel’in geleceğini kurtarmanın ve onun çalışanlarına sürekli iş sağlamanın tek yolu” olduğu tehdinde bulunarak şantaj yaptı. Her zaman pahalı takım elbiseler içinde görünen Burkhard, hizmetleri karşılığında son derece yüksek bir gelirle ödüllendirilen ilk Alman sendika görevlisi değil. Personel müdürü olarak Burkhard’ın önceli olan Ralph Labonte, 1979’dan 1987’ye kadar IG Metall’in Duisburg’daki sekreteriydi. O, ardından, 1994’te, Düsseldorf’taki IG Metall yönetim kurulu üzerinden Thyssen’in bir yan kuruluşunda personel müdürü oldu; sonra da 2003’te ThyssenKrupp’un personel şefliğine geldi. 59 yaşındaki Labonte, hastalık nedeniyle, çok yüksek bir emeklilik maaşıyla emekli oluyor. Kuzey Ren Vestfalya’da IG Metal’in başında Burkhard’ın önceli olan HeinzPeter Gasse, şimdi Mannesmann’daki Krupp Hütten’de personel müdürü. Gasse’nin önceli Harald Schartau, önce NRW eyaletinde çalışma bakanı, ardından da Osnabrück’teki Georgsmarienhütte çelik fabrikasına personel müdürü oldu. ThyssenKrupp Steel’deki birleşik fabrika konseyinin uzun süre başkanlığını yapan Thomas Schlenz, şimdi, 2013’ten sonra aynı şirketin personel şefliği görevini üstlenmeye hazırlanıyor. O, ThyssenKrupp Steel’de önceden sahte-radikal bir işyeri temsilcisi olan ve aynı şekilde işyeri konseyi başkanlığı üzerinden personel müdürlüğüne yükselen Dieter Kroll’un yerini alıyor. Kroll, görevde olduğu sekiz yıl boyunca sekiz haneli rakamlarla ifade edilen bir para kazandı. Şimdi 56 yaşında olan Kroll, dört gözle, uzun bir seyahat hayatını bekliyor. O, “dört gözle bağımsız bir yaşamı bekliyorum” diyor. Almanya’daki işçilerin çoğu, 67 yaşında emekli olacak. Kroll’un kendi servetini edinmek için ihanet ettiği çelik işçilerinin “bağımsız bir yaşam” sürmesi uzak bir olasılık. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
topkapı şişecam’da şirket-sendika uzlaşması orhan cemil
işecam Topkapı Ş da 28 fabrikasın beri süren Aralık ’tan ak ’ta gali 9 Oc fabrika iş am e ildi. Şiş c sona erdir a y le masa yönetimiy stal-İş oturan Kri nlaşma a ri yöneticile anın A r. nlaşm sağladıla inde ri gün içe s ayrıntıları te, li ir akla b k net olmam rinde atle akşam sa rinin yöneticile Kristal-İş gelip fabrikaya la yapmasıy açıklama . tı ık ay a ç birlikte ort
T
opkapı Şişecam fabrikasında 28 Aralık’tan beri süren fabrika işgali 9 Ocak’ta sona erdirildi. Şişecam yönetimiyle masaya oturan Kristal-İş yöneticileri anlaşma sağladılar. Anlaşmanın ayrıntıları gün içerisinde net olmamakla birlikte, akşam saatlerinde Kristal-İş yöneticilerinin fabrikaya gelip açıklama yapmasıyla birlikte ortaya çıktı. Sendika temsilcilerinin ısrarına rağmen, fabrikaya gelen Kristal-İş merkez yöneticilerini kapıda karşılamayan işçiler fabrika içerisine geçtiler. Kristal-İş yöneticileri ve diğer sendika temsilcileri fabrika içinde kısa bir toplantı gerçekleştirdi. İşçiler toplantının ardından fabrikanın dışına doğru çıkarken, havaya huzursuzluk hakimdi ve herhangi bir slogan atılmadı. İşçilerin apaçık ortada olan huzursuzluğuna karşın, Kristal- İş Sendikası Genel Başkanı Bilal Çetintaş, twitter’dan, “Cam işçisi büyük bir zafer kazandı, Topkapı işçisi kazandı” ifadelerini paylaştı. Kristal-İş yöneticileri fabrikayı terk ederken, işçiler de fabrikadan malzemelerini ve çadırlarını toparlayarak fabrikayı terk etmeye hazırlandılar. Toplumsal Eşitlik muhabirinin görüşlerini aldığı bir Şişecam işçisi; “anlaşmanın kısmi kazanımla sonuçlandığını 14 Ocak’ta gerçekleşecek noter seçimlerine kadar sürecin takipçisi olacaklarını” belirtti. Şirket, en başta işçilere tazminat dışında hiçbir şey önermezken süreç bu noktaya işçilerin kararlı mücadelesi ve direnişiyle geldi ve şirket adım adım teklifini yükseltti; öyle ki direnişin yayılması ve Şişecam’ı gerçekten etkilemesi durumunda gerçek bir zafer de elde edilebilirdi. Anlaşma sağlanarak şirket ve sendika eliyle bunun da önüne geçilmek istenmiştir.
Anlaşmanın koşulları önceden hazırlandı Topkapı fabrikasının 2 yıl öncesinde kapanacağı belli olmasına rağmen bu uygulamaya karşı hiçbir faaliyet göstermeyen Kristal-İş bürokrasisi, fabrikanın kapanmasına bir ay kala işçilerin öfkesini yatıştırmak için adım atmak zorunda kalmıştı. Fakat en başından beri, Topkapı Şişecam işçilerinin gerçek ve adaletli kazanımı olan Topkapı’da çalışma hakkı görmezden gelinmiş, Topkapı fabrikasının kapatılmasına karşı hiçbir şey yapmayan Kristal-İş yönetimi,
27
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bugün Topkapı’da yaklaşık 150 işçinin saat ücreti 10 TL ve üzerindedir. İşçilerin dağıtılacağı fabrikalardaki ortalama ücretler ise 6 ile 9 lira arasında değişmektedir ve bu ücretler baz alınacağı için en başından “mevcut haklar korunarak yatay geçiş” talebi bizzat Kristal-İş yöneticileri tarafından çiğnenmiştir.
28
işçilere “yatay geçiş” talebini savunmak dışında bir alternatif bırakmamıştı. Daha önce yayınladığımız bildiride şunu belirtmiştik: “Kardeşler, Kristalİş yöneticileri, Paşabahçe fabrikasındaki işçi sayısının 1991’den 2002’ye 3000’lerden 870’lere düşürülmesini desteklemiş ve son iki yıl boyunca yüzde 0 zamma “evet” demişlerdi. Onlar, on yıl önce yaptıkları bir açıklamada, bu ihanetten övünerek söz ediyor; patrona teslim olarak hakların elde edilebileceğini ileri sürüyorlardı. Onlar, şirket yöneticilerinin daha önce Paşabahçe’de dayatmış olduğu ve oradaki işçilerin ancak yenilginin ardından kabul etmek zorunda kaldıkları “yatay geçiş”i, Topkapı Şişecam’da başlıca talep olarak savunuyorlar. Yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına gelen bu talebinin yerine fabrikanın kapatılmaması talebini geçirmek gerekiyor.”[1] Bugün Kristal-İş bürokratları ile şirket yöneticileri arasında sağlanan anlaşmanın ayrıntılarında, “mevcut haklar korunarak yatay geçiş” talebinin bile gerisinde kalındığı görülmektedir. Anlaşmada, 197 kadrolu işçinin diğer fabrikalara dağıtılacağı ve bu dağıtımın 14 Ocak’ta “noter nezdinde çekilecek kura ile” belirleneceği ifade edilmektedir. Daha direniş başlamadan, işçilerin 140 kadarı teşvike baş-
vurarak zaten işten ayrılmıştı. Bugün Topkapı’da yaklaşık 150 işçinin saat ücreti 10 TL ve üzerindedir. İşçilerin dağıtılacağı fabrikalardaki ortalama ücretler ise 6 ile 9 lira arasında değişmektedir ve bu ücretler baz alınacağı için en başından “mevcut haklar korunarak yatay geçiş” talebi bizzat Kristal-İş yöneticileri tarafından çiğnenmiştir. Ayrıca noterde çekilecek kura sonucu, yüksek ücretli işçilerin düşük ücretler verilen fabrikalara gitmesi söz konusu olabilir. Bu durumda, işçi, öncekinden daha düşük ücret alacak. Oysa, bu kura sonucunda, önceden aldığından daha yüksek ücret verilen bir fabrikaya giden işçinin maaşı artmayacak. İşveren, bu uygulamayla, ücretlerin aşağı çekilmesiyle yetinmeyip, bir de işçileri bölme politikasını gütmektedir. İşçilerin gücünün üretimden ve birliğinden geldiğini bilen Şişecam patronlarının sendika bürokrasisi ile işbirliği içinde bu uygulamayı dayatması tesadüf değildir. Yine, Eskişehir’den TİS grubuna dahil olmayan (doğal olarak sosyal hakları içermeyen) bir fabrikanın son anda listeye eklendiğinin açıklanması ve buradaki saat ücretinin 6 lira olması, bir başka ihanet maddesidir. Buna bir yıl içindekapatılması beklenen Çayırova fabrikasının da listede olduğunu eklemek gerekir.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Dün Paşabahçe’de, bugün ise Topkapı’da sendika bürokrasisini aşamayan ve fabrikaların kapatılmasına karşı topyekün tavır alamayan diğer fabrikalardaki Şişecam işçileri, birkaç yıl içinde aynı durumla karşı karşıya kalacaklarını bilmeliler.
Anlaşmanın bir diğer maddesine göre, 50 geçici işçinin kadrolu olarak Eskişehir’deki fabrikaya geçişi söz konusu. Bu durumda, süreçteki tek somut “kazanım”, Topkapı’da iş güvencesiz sabit asgari ücretle çalıştırılan geçici işçiler için söz konusu olmuştur. Anlaşmada ayrıca, işçilere 2.000 TL taşınma yardımı yapılacağı belirtiliyor. Fakat geri ödenmesi kaydıyla! Şişecam yönetimi, ayrıca, daha önce 140 işçinin yararlandığı “teşvik uygulaması”nı tekrar gündeme getirdi. Kuşkusuz bu uygulamanın amacı, diğer fabrikalara dağılacak olan direnişe katılmış işçileri teşvik uyugulamasına yönlendirerek tasfiye etmektir. Bir diğer önemli konu ise işçilerin dağıtılacağı fabrikaların bir çoğunun aynı Topkapı fabrikası gibi- kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olmasıdır. Gebze Cam Elyaf ve Mersin’de bulunan fabrikaların kapanacağı işçiler tarafından biliniyor. Bu tablo, 26 Aralık’ta yayınladığımız bildiride değindiğimiz ve Paşabahçe direnişinde sendika bürokrasisinin işçileri oyuna getirmesinden çıkardığımız dersin; yani “Paşabahçe işçilerinin yenilmesinin nedeni, direnişi ve çocuklarının geleceğini sendika yöneticilerine teslim etmeleriydi.” tespitimizin Topkapı’da tekrarlanmasıdır. Bununla birlikte Şişecam işçileri
“mevcut haklar korunarak yatay geçiş” talebinin arkasında durarak, günlerdir kar, soğuk demeden fabrikada direnişlerini sürdürmüştür. Direnişin başından beri ifade ettiğimiz tehlikeler ne yazık ki bugün gerçeğe dönüşmüştür. Direnişin, başından beri Şişecam fabrikasına hapsedilmesi yönünde çaba harcayan sendika yöneticileri bu amaçlarında başarılı oldular. Sendika bürokratları ve onların kuyruğundaki küçük burjuva solu, Şişecam fabrikasının taşınma nedenlerinden biri olan “kentsel dönüşüm” projesiyle birlikte aynı durumla karşılaşacak olan Topkapı bölgesindeki diğer işçilere dönük hiçbir çalışma yürütmediler. Çevredeki üniversite öğrencilerinin de mücadeleye kazanılması yönünde de hiçbir çaba gösterilmemesi, sendika bürokrasisinin ve sahte solun kendi dar çıkarlarının işçi sınıfının çıkarlarının önüne geçtiğinin bir diğer öğretici kanıtıdır. Şişecam bünyesinde 6.000 üyesi olan Kristal-İş sendikası, işçilerin basıncıyla, fazla mesai yapmama eylemleri dışında (ki diğer fabrikalardan alınan haberler bunun her yerde uygulanmadığı yönündeydi) verimliliği düşürme veya dayanışma grevi gibi işçi sınıfının üretimden gelen gücüne “yasadışı olduğu” bahanesiyle- başvurmayarak süreci bu noktaya
29
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Topkapı Şişecam işçilerinin direnişinden çıkartılması gereken başlıca ders, işçi sınıfının, sermayenin küresel saldırısına karşı başarılı biçimde karşı koyabilmek için sendika bürokrasilerinden ve onların destekçisi sahte soldan bağımsız bir mücadele perspektifi ile donatılması gereğidir.
getirmiş ve işçilerin mevcut kazanım- –yerele sıkıştırılarak, bölünerek, yıldılarını koruma iradesinin önüne geç- rılarak ve şirketle masa başında anmiştir. laşarak- yenilgiye sürüklenmiştir. Topkapı Şişecam işçilerinin direnişi, Saldırı sürecek Kapanma ihtimali oldukça yüksek bunun yalnızca en son örneğidir. olan fabrikalar göz önüne alındı- Şimdi, Şişecam yöneticileri ile bütün ğında, Şişecam yönetiminin, aynı Pa- siyasi eğilimlerden sendika bürokratşabahçe’de ve Topkapı’da olduğu ları, Topkapı’daki direnişi kendi kontgibi, krizin faturasını işçilere ödetme rollerinde tutup, şirketin taleplerine tavrında ısrar edeceği apaçık ortada- uygun şekilde sona erdirmiş olmaladır. Dün Paşabahçe’de, bugün ise rını kutluyorlar. Sendika bürokrasisiTopkapı’da sendika bürokrasisini nin destekçisi sahte sol da aynı TEKEL aşamayan ve fabrikaların kapatılma- direnişinde olduğu gibi burada da bu sına karşı topyekün tavır alamayan ihanete ortak oluyor. diğer fabrikalardaki Şişecam işçileri, Topkapı Şişecam işçilerinin direnişinbirkaç yıl içinde aynı durumla karşı den çıkartılması gereken başlıca ders, işçi sınıfının, sermayenin küresel salkarşıya kalacaklarını bilmeliler. Şişecam işçilerinin karşı karşıya ol- dırısına karşı başarılı biçimde karşı dukları işlerini kaybetme tehlikesini koyabilmek için sendika bürokrasilebertaraf etmelerinin biricik yolu, sen- rinden ve onların destekçisi sahte solbağımsız bir mücadele dikacı gardiyanların denetiminden dan perspektifi ile donatılması gereğidir. kurtularak kendi taban komitelerini kurmaya başlamaları ve kendi yazgı- Bu, işçi sınıfı içinde egemenliğini sürdüren ve yalnızca sermayenin egelarını kendi ellerine almalarıdır. Öte yandan, şirketlerin ve bankaların menliğine hizmet eden yüzyıllık saldırısı Şişecam ile sınırlı kalmaya- ulusalcı, reformist ve sendikalist öncak, başta otomotiv olmak üzere bir- yargıların yıkılması; üretimin kapitaçok sektöre yayılacaktır. Bu durum, list kâr için değil ama insan ihtiyaçŞişecam işçileri için aynı zamanda, larının karşılanması amacıyla, ulussermayenin saldırısına karşı geniş bir lararası düzeyde demokratik bir planmücadele hattı oluşturma yönünde lama temelinde gerçekleşeceği önemli bir fırsattır. Farklı işkollarından sosyalist bir toplum uğruna mücadeişçilerin bankaların ve şirketlerin sal- ledir. HHHH dırılarına karşı işlerini ve toplumsal haklarını koruma uğruna ortak mücadelesi, onların, kapitalizm karşıtı, dipnotlar [1] Topkapı Şişecam’ın kapatılmasını ve enternasyonalist ve sosyalist bir persişsiz kalmayı önlemek için!; Toplumsal pektife sahip olmalarını gerektirmek- Eşitlik, 26 Aralık 2012: tedir. Zira bugüne kadar sendikal http://www.toplumsalesitlik.org/tr/tursınırlar içinde kalarak verilen bütün kiye-2/topkapi-sisecamin-kapatilmamücadeleler bizzat sendikacılar eliyle sini-ve-issiz-kalmayi-onlemek-icin-2
H
toplumsalesitlik.org
30
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
topkapı şişecam direnişinin öğrettikleri yayın kurulu işecam’da Topkapı Ş n r, bir bütü yaşananla e v ı ıf i sın olarak işç mli r için öne e tl s sosyali ir. ermekted dersler iç
T
opkapı Şişecam fabrikasında 28 Aralık’tan beri süren fabrika işgali, Kristal-İş yöneticilerinin şirket yöneticileriyle anlaşması sonucunda 9 Ocak’ta sona erdirildi. Anlaşmanın ayrıntıları aynı gün akşam saatlerinde Kristal-İş yöneticilerinin fabrikaya gelip açıklama yapmasıyla birlikte ortaya çıktı. Topkapı’daki Şişecam fabrikasında çalışan işçiler, 27 Aralık’ta fabrikada üretimin durmasının ardından 28’inde fabrikayı işgal etmiş ve direnişlerini “tüm kazanılmış haklarla birlikte yatay geçiş” talebi ekseninde sürdürmüşlerdi. Önce 40 kadar işçiyi ustabaşı olarak Eskişehir’de istihdam eden şirket, işçilerin direnişi sonucunda, en baştaki tavrını “yumuşatmış” ve “hepinizi Eskişehir’e alırım ama asgari ücretle” tavrını geliştirmişti. Topkapı Şişecam’da yaşananlar, bir bütün olarak işçi sınıfı ve sosyalistler için önemli dersler içermektedir.
Düşük maliyet, fazla kâr Şişecam Yönetim Kurulu, 30 Kasım günü yaptığı açıklamayla Topkapı’daki fabrikanın 31 Aralık’ta kapatılacağını ve çalışmakta olan beyaz ve mavi yakalı 575 işçinin -hakları ödenerek- işten çıkarılacağını duyurmuştu. Beyaz yakalılardan isteyenler Eskişehir’de ve diğer Şişecam kuruluşlarında işe alındılar. Bir İş Bankası kuruluşu olan Şişecam’ın bu kararının arkasında, fabrikayı Eskişehir’e taşıyarak hem 2009’da çıkarılan “istihdamı teşvik paketi” çerçevesinde 29 yaş altındaki yeni işçilerin sigorta primlerinin işsizlik sigortası fonunun yağmalanması yoluyla devlet tarafından karşılanmasından yararlanmak, hem de İstanbul’un göbeğindeki Topkapı’daki dönüşüm sürecine eklemlenmek yatıyor. Şişecam böylece, Topkapı’da çalışan işçilerin çoğunluğunu oluşturan ve 10-15 yıldan uzun süredir çalışan işçilere ödemek zorunda olduğu ücretlerden ve sigorta primlerinden kurtulmayı ve Eskişehir OSB’deki fabrikasında çalıştıracağı genç işçilere asgari ücret civarında bir ücret ödemeyi hedefliyordu. Böylece şirket, bir işçi kıyımı ve düşük ücretle çalıştırma yoluyla yıllık faaliyet raporlarında ısrarla vurguladığı “üretim maliyetlerini düşürme hedefine” ulaşacak ve kârlarını daha da büyütecekti. Buna, kentsel dönüşüm çerçevesinde Topkapı’nın “finans ve ticaret merkezi” olarak belirlenmesini ve buradaki araziden elde edilecek geliri de eklemek gerekiyor. Şişecam, dünyanın en büyük cam üreticilerinden biri ve 150 ülkeye ihracat yapıyor. Dokuz ülkede 160’ı aşkın kuruluşla üretim yapan Şişecam, bu üretimin yüzde 35’ini Türkiye dışında gerçekleştiriyor. Ford, Renault, Hyundai, BMW, Mercedes, Dacia gibi dünya devlerine üretim yapan şirket, toplam 18.000 işçiyi istihdam ediyor. Bu işçilerden elde edilen artı-değer ise gerçekten de
31
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Kristal-İş sendikası, on yılı aşkın süre boyunca hazırlanan o son saldırı öncesinde sözde fabrikanın verimliliğini sürdürüp kapatılmasını önleme uğrunatüm işten atmaları ve zamsız toplu sözleşmeleri onaylamıştı.
Şişecam yönetiminin övünmesini anlaşılır kılıyor: 2010 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 307 artışla 484 milyon TL olan net kâr, 2011’de 741 milyon TL’ye ulaşmış durumda. 2011’deki faiz, amortisman ve vergi öncesi kâr (artı-değer) ise 1,3 milyar TL. Aynı yıl şirketin yaptığı yatırım toplamı 830 milyon TL’yi buluyor. Şişecam işçilerinin sömürüsüyle elden edilen bu devasa gelir ve kârlar, patronun yeni yatırımlar yapmasını ve kârlarını arttırmasını sağlıyor. Bu devasa rakamların yanında, 575 Topkapı Şişecam çalışanına ödenecek olan kıdem ve ihbar tazminatı ise toplamı 23 milyon TL. Şişecam yönetimi, Topkapı fabrikasını Eskişehir’e taşıma kararını, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Topkapı’yı sanayi bölgesi statüsünden çıkarması, yeni gelişim imkânlarının bulunmaması, şehir içi kamyon trafiğinin ekonomik sevkiyatı engellemesi gibi nedenlere dayandırıyor. Gerçekte ise Topkapı fabrikasının ruhsatı 2017’ye kadar sürüyor ve sevkiyat vb. bahanelere rağmen, fabrika kâr ediyordu. İleri sürülen nedenler, hükümetin belediyeler ve patronlarla işbirliği içinde İstanbul’daki kentsel dönüşümü hayata geçirerek merkezi yerleri rant alanına çevirme hedefine ve kenti bir işçi kenti olmaktan çıkarma biçimindeki uzun erimli projesine denk düşmektedir. 10 yıl önceki Paşabahçe direnişi ve Beykoz’un dönüşüm süreci, hem Topkapı işçilerinin durumunu, hem de İstanbul’un dönüşümü bağlamında bugün yaşananların habercisiydi.
Paşabahçe direnişi Beykoz Paşabahçe fabrikasında çalışan işçiler, 2002 yazında, şirketin kapatma kararına karşı fabrikayı 18 gün boyunca işgal etmiş; direniş, fab-
32
rikada örgütlü olan Kristal-İş sendikası eliyle 8 Ağustos’ta yenilgiye uğratılmıştı. O yenilgiye giden yolun taşları ise çok daha önceden döşenmişti. Şirket, Paşabahçe’deki fabrikasındaki ilk saldırılarını daha 1991 yılında başlatmış, işçiler de iş güvencesi talebiyle harekete geçmişlerdi. Yapılan toplu sözleşmenin ardından, Kristal-İş sendikası, şirketten, “1993’e kadar işten çıkarma olmayacağı sözünü aldığını” açıklamıştı. Ancak sendikanın şirket yönetimi ile işbirliği içinde olduğu ve yalan söylediği kısa sürede açığa çıkmış ve 500’ü aşkın işçi işten atılmıştı. Bunun üzerine, 2500 işçi fabrikayı işgal etmiş ve sonunda, işçi ailelerinin ve Beykoz halkının mücadelesi sonucunda şirket geri adım atmış ve işçileri işe geri almıştı. Bu kısa süreli kazanım, işçilerin sendikacılık cenderesinden kurtulamamaları; hem Paşabahçe’de hem de diğer fabrikalarda taban komiteleri yoluyla inisiyatifi kendi ellerine alamamaları nedeniyle, şirketin ilk karşı saldırısında yitirildi. İşten çıkarmalar, Kristal-İş sendikasının açık işbirliğiyle 1991’den 2002’ye kadar aralıksız sürdü ve Paşabahçe Şişecam’da çalışan işçi sayısı 3000’lerden 870’lere indirildi. Paşabahçe Şişecam işçileri, 2002’de gerçekleşen ve fabrikanın kapatılmasını amaçlayan son saldırıyla, işte böyle bir sürecin ardından karşılaşmışlardı. Kristal-İş sendikası, on yılı aşkın süre boyunca hazırlanan o son saldırı öncesinde -sözde fabrikanın verimliliğini sürdürüp kapatılmasını önleme uğruna- tüm işten atmaları ve zamsız toplu sözleşmeleri onaylamıştı. Dolayısıyla, sendikacıların işçiler üzerindeki egemenliği kırılmadıkça, Paşabahçe işçilerinin işlerini korumaları ve Beykoz’un bir işçi
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Paşabahçe’nin kapatılması ve işçilerin yenilgiye uğratılmasıyla birlikte Beykoz Paşabahçe’deki önemli bir kale düşürülmüştü. AKP hükümeti öncesi dönemde başlayan bu saldırı, ilçedeki TEKEL ve Deri Kundura fabrikalarının kapatılmasıyla sürdürüldü.
semti olmaktan çıkarılarak yağmalanmasını önlemeleri mümkün değildi. Dönemin Kristal-İş yönetimi, direniş sürerken yayınladığı bir bildiride, sermaye sınıfının hizmetinde olduğunu açıkça itiraf ediyordu: “Sendikamız, bugüne kadar Paşabahçe işyerinde yaşanan sorunların çözümünde önemli fedakârlıklarda bulunmuştur. 3200 kişinin çalıştığı fabrikada bugün 870 kişi çalışmaktadır. Sendikamız karşılıklı bir uzlaşmayla işyerinin daralmasına onay vermiştir. Sendikamız iş yerinin sorunları nedeniyle 20012002 sözleşmesinde iki yıl boyunca sıfır zamma evet demiştir. …Bugün yaptığımız toplantıda Paşabahçe’deki sorunu diyalog ve uzlaşma yolu ile çözme talebimiz yine yanıtsız kalmıştır.” (22 Temmuz 2002). Paşabahçe işçileri, yoğun polis ablukasına, baskıya ve tüm sendika konfederasyonlarının ve Kristal-İş’in şirket yönetimiyle işbirliği yapmasına rağmen kararlılıkla direndiler. Fakat işçiler, aileleriyle birlikte fabrikayı işgal etmişken ve Beykoz halkı direnişi başından itibaren yoğun bir şekilde desteklerken, sendika bürokratları kapalı kapılar arkasında patronlarla sürdürdükleri görüşmelerde, işçileri satmak için canla başla çalışıyorlardı. Sonuçta, Paşabahçe işçileri taban komitelerini kurup örgütlenmedikleri ve direnişlerini Paşabahçe yerelinden çıkarıp bütün Şişecam fabrikalarına yayamadıkları ve diğer işkollarındaki işçilerin desteğini alamadıkları için sendikacıların kararına boyun eğmek zorunda kaldılar. Kazanan, Şişecam patronları ve sendika bürokratları olmuştu. Şişecam yönetiminin direniş başlamadan önce dayattıkları, yani fabrikanın kapatılması ve işçilere diğer fabrikalara “yatay geçiş” yaptırılması sendika tarafından onaylandı.
Yaklaşık 500 Paşabahçe işçisi, patron-sendika işbirliğiyle satılmalarına duyduğu öfkeyi 8 Ağustos sabahı sendika bürosuna yürüyüp, sendikanın tabelasını ve kapısını sökerek gösterdi. Paşabahçe’nin kapatılması ve işçilerin yenilgiye uğratılmasıyla birlikte Beykoz Paşabahçe’deki önemli bir kale düşürülmüştü. AKP hükümeti öncesi dönemde başlayan bu saldırı, ilçedeki TEKEL ve Deri Kundura fabrikalarının kapatılmasıyla sürdürüldü. Geleneksel bir işçi semti olan Beykoz’da bugün de sürmekte olan yıkımlar ve lüks konut inşaatları başladı. Bugün devam etmekte olan kentsel dönüşüm, işte bu projenin bir devamdır. Öyle ya, Beykoz gibi bir semt işçilere bırakılamayacak kadar değerlidir!
Yatıştırma eylemleri Kristal İş sendikası, ancak Şişecam Yönetim Kurulu’nun 30 Kasım’daki son açıklamasının ardından, o da işçilerin zorlamasıyla ve tabanın tepkisini sınırlamak ve öfkesini yatıştırmak amacıyla, 3 ve 21 Aralık günlerinde birer eylem gerçekleştirdi. 21 Aralık’ta sendikanın önderliğinde İstanbul Levent’te toplanan Şişecam İşçileri şirketin merkezine yürüdüler. Eşleri ve çocuklarıyla eyleme gelen işçilerin oldukça coşkulu ve mücadele etmeye hazır oldukları görülebiliyordu. Bununla birlikte, sendika bürokratları, fabrika on gün sonra kapatılacak olmasına rağmen, hala “masa başında anlaşma”dan söz ediyor ve işçileri sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Kristal-İş sendikası, Paşabahçe’de açık bir yenilgi sayılmış olan fabrikanın kapatılmasını, Topkapı’da en baştan kabul etti; bu konuda şirketle yıllar öncesinden anlaşma imzaladı ve bu anlaşmayı, aradan geçen dö-
33
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Şişecam’daki direnişin, hem Topkapı, hem İstanbul hem de Türkiye işçi sınıfı adına gerçek bir başarıyla sonuçlanması için, öncelikle “yatay geçiş” talebinin yerini fabrikanın kapatılmasına karşı çıkmak almalıydı.
nemde imzaladığı toplu iş sözleşmelerinde (TİS) iptal etme yönünde hiçbir adım atmadı. Dahası, Kristal-İş bürokratları, kendilerini bu konuda uyaran ve onlara TİS’de söz konusu protokolü iptal etmelerini öneren sınıf bilinçli işçileri “siz kendi işinize bakın” diyerek azarlamışlardı. Şişecam yöneticileriyle baştan sona danışıklı bir dövüş sürdüren sendika bürokratlarının “yatay geçiş hakkı”nı başlıca talep olarak öne sürmesi, onların işçiler karşısında sergiledikleri ikiyüzlü oyunun bir parçasıdır. Şişecam’daki direnişin, hem Topkapı, hem İstanbul hem de Türkiye işçi sınıfı adına gerçek bir başarıyla sonuçlanması için, öncelikle “yatay geçiş” talebinin yerini fabrikanın kapatılmasına karşı çıkmak almalıydı. Oysa, daha direnişe geçmeden, fabrikanın kesinlikle taşınmak zorunda olduğu ve tek “kurtuluş”un yatay geçiş olduğu sendikacılar tarafından işçilere kabul ettirilmişti. Şişecam’ın Topkapı’ya sığmadığı, makinelerin eskidiği vb. gerekçeler yalnızca birer bahanedir. Beykoz-Paşabahçe ve Topkapı fabrikalarındaki işçilerin babadan oğula sömürüsüyle bugün Türkiye’de ve yurt dışında onlarca fabrikası olan ve cam sektöründe dünya tekellerinden biri haline gelen Şişecam, pekâlâ Topkapı’daki makinelerini yenileyebilir, İstanbul’da daha geniş bir arazi satın alabilirdi. Fakat Şişecam’ın attığı bütün adımların arkasında, yazının başında da belirttiğimiz gibi, işçilerin durumunun ne olacağına ilişkin kaygılar değil, sermayenin öz sınıf çıkarları ve kâr güdüsü yatmaktadır.
Sendikanın ve sahte solun yıkıcı rolü Paşabahçe direnişinde işçilere açıkça ihanet etmiş olan Kristal-İş sendikası, fabrikanın yıllardır dillendirilen kapatılma tehlikesine karşı hiçbir şey yap-
34
mayarak, dahası, “ölüm pro- tokolü”nü imzalayıp kapatma ve işten atma kararına ortak olarak, aynı yıkıcı rolü Topkapı Şişecam’da da oynadı. Sendikanın açık işbirliği sayesinde, Şişecam yönetimi, yıllarca fabrikaya kadrolu işçi almamış ve azalan istihdamın yol açtığı boşluğu kalan işçilerin daha yoğun sömürüsü yoluyla ya da geçici / sözleşmeli işçi çalıştırarak kapatmıştı. Yıllardır konuşulan ve Nisan 2011’de Genel Müdür Ahmet Kırman tarafından “2011 sonu” olarak açıklanan ama 2012 sonuna ertelenen kapatma sürecinde, sendika bürokratları, sermayenin gardiyanları rolünü başarıyla yerine getirmiş ve işçileri son dakikaya kadar eylemsizlik içinde tutmayı başarmışlardır. Topkapı Şisecam işçileri, sendikalar ve onların kuyruğundaki sahte solcular tarafından geçtiğimiz onyıllar boyunca yaratılmış olan yanılsamalar nedeniyle, meselenin bu fabrika ile sınırlı olmadığını, bütün bir işçi sınıfına yönelik saldırının bir parçası olduğunu ve dolayısıyla buna karşı işçi sınıfının taban komiteleriyle birleşip önderliği sendika bürokratlarından almasını örgütleyemediler. Sendika bürokratları, Şişecam’da yaşananların, aynı zamanda bütün olarak Topkapı’daki işçilere yönelik kentsel dönüşüm saldırısının bir parçası olduğunu gizlediler. Topkapı Şişecam işçileri, süreci sendika bürokratlarına bırakmaları nedeniyle diğer işkollarındaki sendikalı ve sendikasız işçileri de direnişe kazanma yönünde bir perspektife sahip olmadıkları için, işyerlerinin kapatılmasını engelleme yönünde bir mücadele ve örgütlenme geliştiremediler. Türk-İş içindeki sözde “solcu” Sendikal Güçbirliği Platformu’nun içinde yer alan Petrol-İş ve Kristal-İş sendi-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Sendika bürokrasisi ve küçük burjuva solu, işçilerden gerçekleri gizlemiş ve bu yolla yeni yenilgilere zemin hazırlamışlardır. Oysa işçi sınıfı, yalnızca kazanımlarını değil ama yenilgilerini de olduğu gibi görmeye başladığında onlardan gerekli dersleri çıkarabilir ve yeni mücadelelere hazırlıklı olabilir.
kaları -aynı Paşabahçe’de olduğu gibi- işçilere fabrikanın kapatılmasına razı olmalarını ve İstanbul’daki kentsel (rantsal) dönüşüme sessiz kalmalarını yıllardır kabul ettirmiş durumdalar. Sendika bürokrasisi ve küçük burjuva solu, işçilerden gerçekleri gizlemiş ve bu yolla yeni yenilgilere zemin hazırlamışlardır. Oysa işçi sınıfı, yalnızca kazanımlarını değil ama yenilgilerini de olduğu gibi görmeye başladığında onlardan gerekli dersleri çıkarabilir ve yeni mücadelelere hazırlıklı olabilir. Bu anlamda, Topkapı Şişecam’da yaşanan süreç, TEKEL direnişinde yaşanan sürecin bir benzeridir. Orada da Türk-İş ve Tek Gıda-İş bürokrasisi direnişi yerele sıkıştırmış, sendikanın örgütlü olduğu diğer işyerlerine hatta diğer işkollarına yayılmasını engellemiş; sonunda, bir kez daha küçük burjuva solcularının desteğiyle, açık yenilgiyi “kazanım” olarak sunmuşlardı. Sendikal Güçbirliği Platformu üyesi sendikaların yöneticileri, direniş sürecinde Topkapı Şişecam’ı ziyaret edip ve işçilere “arkanızdayız” diyorlar. Ama Şişecam’ın diğer fabrikalarındaki Kristal-İş üyesi işçiler çalışmaya devam etmekte; Türk-İş ve Sendikal Güçbirliği Platformu’ndaki sendikalar, Topkapı Şişecam işçileri ile eylemli bir dayanışma örgütlemek için parmaklarını bile kımıldatmamaktadır. İşçiler bu duruma “sendika yöneticilerinin gelmesi bizi ilgilendirmiyor, işçilerin eylemli dayanışmasının örgütlenmesi nerede?” diye sorarak tepki gösteriyordu. Öte yandan, Topkapı Şişecam işçilerinin önemli bir bölümü, tüm kararlı duruşlarına rağmen, devrimci ve sosyalist bir perspektif ve örgütlülük altında mücadele içinde olmadıkları
için, sendika bürokrasisinden ve burjuva partilerden umut beslemekteydiler ki mevcut bilinç ve örgütlülük durumunda bu oldukça anlaşılırdır. Onların, sendika bürokrasisinden bağımsız militan taban-direniş komitelerini kurmayarak direnişin önderliğini ellerine almamaları, Kristal-İş yöneticileri eliyle daha önceki deneyimlerde olduğu gibi hak kayıplarına uğramaya davetiye çıkarmıştı. Ancak bu da yine önceki direnişler sonrasında olduğu gibi sendika tarafından “kazanım ve zafer” olarak sunuldu. Sendika bürokratlarının bu tavrı onların gerçekte sermaye sınıfının temsilcileri olmaları nedeniyle oldukça anlaşılırdır. Kendilerini “devrimci”, “sosyalist” gibi sıfatlarla tanımlayan sahte solun da buna –bir kez dahaortak olması ise onların da sendika bürokrasilerinden farklı bir noktada olmadığının bir ifadesidir. TKP (haber.sol), EMEP (Evrensel) ve Halkevleri (sendika.org) direnişin sonlandırılmasının hemen ardından, gelişmeleri işçilerden öğrenme ihtiyacı bile duymadan, Kristal-İş sendikasının yaptığı açıklamayı bire bir haber yapmışlar ve sonucu “zafer, kazanım” olarak duyurmuşlardır. Bu tavır, onların işçi sınıfının değil, sermayenin işçi sınıfı içindeki ajanları olan sendika bürokratlarının sözcüleri olduğunu bir kez daha göstermektedir. “Sendika.org” işi o derece ileri götürmüştür ki, açıkça gerçek dışı bir haber yaparak işçilerin “mevcut ücret ve sosyal haklarıyla geçiş hakkı” elde ettiğini bile yazabilmiştir. Sahte solun
35
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Topkapı Şişecam’da yaşanan direniş, Topkapı’da bulunan 10 bine yakın ruhsatlı işletmede çalışan tüm işçileri ilgilendirmektedir. Zira bölgede kurulu işletmelerde çalışan onbinlerce işçi, bu hükümetbelediye-şirket üçlüsünün ortaklaşa saldırısının hedefinde ve işsizlik tehlikesiyle karşı karşıyadır.
36
temsilcilerine önerimiz, sendika bü- bizlerle hemfikirdi ve bunu sağlamak rokrasilerini savunacaklarsa da bunu için sendikal bürokrasinin aşılması gerektiğini de görüyorlardı. Bununla adabıyla yapmalarıdır. birlikte, on yıllar içinde, sahte solun Saldırı sürecek büyük desteğiyle kökleşmiş olan yaTopkapı Şişecam’da yaşanan direniş, nılsamalar ve özgüven eksikliği, işçiTopkapı’da bulunan 10 bine yakın lerin önüne en büyük engel olarak ruhsatlı işletmede çalışan tüm işçileri dikildi. ilgilendirmektedir. Zira bölgede kurulu işletmelerde çalışan onbinlerce Tüm fabrikalarda eş zamanlı düzenişçi, bu hükümet-belediye-şirket üçlü- lenecek bir grev, sendika bürokratlasünün ortaklaşa saldırısının hede- rından beklenecek en son şeydir. finde ve işsizlik tehlikesiyle karşı Onlar, böyle bir mücadelenin “yasakarşıyadır. Bizler, direniş boyunca, Şi- dışı” olduğunu söyleyerek işçileri frençalıştılar. Türkiye’de şecam işçilerine hem kendilerine hem lemeye –dünyanın her yerinde olduğu gibide bölgedeki sınıf kardeşlerine yönegrev hakkının yasadışı bir grev olan lik saldırıyı durdurabilmek için sen1963 Kavel greviyle elde edildiği gerdika bürokrasisini aşmaları, çeği gizlendi. Yasalar, sınıf mücadebölgedeki tüm işçilerin katılacağı taban komitelerini örgütlemeleri ve lesinin verili durumuna göre bölgedeki işçileri kendilerini bekleyen belirlenir; işçi sınıfı burjuvazi tarafıntehlike karşısında uyarıp onlara ön- dan yere serildiyse, işçilerin en basit bir adımı bile “yasadışı” olur. Bugüne derlik etmeleri gerektiğini anlattık. kadar dünya işçi sınıfının tüm hakları Topkapı Şişecam işçilerinin bu direkitlesel mücadeleyle ve bedel ödeyenişten gerçek bir zaferle çıkmaları için rek alındı. Ama bunlar, işçileri satmak Şişecam’ın diğer fabrikalarındaki işve masa başını çözüm olarak gösterçilerle doğrudan ilişki kurması ve o mek dışında bir şey yapmayan senfabrikalarda çalışan işçilerin taban dika bürokratlarına yabancıdır. komiteleri aracılığıyla eylemli desteğini sağlaması gerekiyordu. İşçiler, Şi- Otomotiv sektöründe çalışan işçiler şecam’ın yurtdışındaki fabrikaların- de benzeri bir saldırı ile karşı karşıyadaki sınıf kardeşleriyle de bağlantıya dır. Avrupa çapında birçok fabrikanın geçmeli ve onlarla da aynı Mersin, kapatılması ve yüz bini aşkın otomoEskişehir ya da Trakya’daki işçilerle bil işçisinin işsiz kalması söz konusu. olduğu gibi taban komiteleri aracılı- Bu, aileleriyle birlikte yüz binlerce inğıyla birleşmeliydiler. Şişecam’ın sanın sefalete itilmesi anlamına gelidiğer fabrikalarında şalterler indiril- yor. Günümüz koşullarında, bütün bu diğinde, hem Topkapı işçisine yönelik işçilerle ilişki kurmak ve ortak bir eysaldırı hem de diğer fabrikalarda lemlilik örgütlemek mümkün. önümüzdeki dönemde gerçekleştiri- Özetle, Topkapı işçilerinin uğradığı ve lecek olan saldırıları durduracak ko- diğer fabrikalardaki işçilerin uğrayaşullar şirkete dayatılabilirdi. Şimdi ise, cağı saldırıya başarıyla karşı koyabildiğer fabrikalarda benzer saldırılar mek ve gerçekçi bir çözüm programı önümüzdeki dönem devam edecek. geliştirmek için, işyeri, işkolu ve ulusal Topkapı Şişecam işçileri, Şişecam’ın sınırlar ötesine geçip, enternasyonadiğer fabrikalarında çalışan binlerce list bir perspektife sahip olmaları geişçinin greve çıkmasının Şişecam yö- rekiyor. Unutmayalım ki, bütün netimine diz çöktüreceği konusunda işkollarından ve uluslardan kapitalist-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Sendikalar, yöneticilerinin sağcı ya da “sol” maskeli olmasından bağımsız olarak, kapitalist üretimin son otuz yıldır dünya çapında sergilediği dönüşüm nedeniyle bütünüyle iflas etmişlerdir. Bu iflas, bir bürokratik kliğin yerini bir diğerinin almasıyla engellenebilecek bir şey değildir.
ler, aynı Şişecam gibi, işçi sınıfına diz çöktürmeye ve kendi krizlerinin faturasını ona ödetmeye çalışıyor; bu amaçla, sıkı bir işbirliği içinde çalışıyorlar. İşçiler de aynı şeyi, kendi sınıf çıkarları uğruna yapmak zorundadır.
Yeni bir perspektif ve örgütlenme gerekiyor Şişecam şirketi, aynı dünyadaki diğer büyük kapitalist işletmeler gibi, fabrikasını, daha ucuz işgücüyle daha kârlı üretim yapabileceği bir yere taşımaktadır. Burası, hükümetin yine işçilerden kesilen paralarla oluşturulmuş işsizlik fonunu patronlara yağmalatması sayesinde, bugün Eskişehir olsa da, yarın Çin, Mısır ya da Romanya olabilir. Örneğin Şişecam patronları, Bulgaristan’daki üretimin tamamını Romanya’ya taşımayı planlıyor. Bu durumda, Şişecam işçilerinin Topkapı’da uğradığı saldırının benzerini Bulgar işçiler yaşayacaklar. Şişecam’da yaşananlar, dünya çapında işleyen çok daha kapsamlı bir sürecin parçasıdır. ABD, Britanya ve Kıta Avrupası’ndaki büyük fabrikalar yirmi yılı aşkın süredir, hükümetler eliyle ucuz emek platformu haline getirilen Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Uzak Asya ülkelerine taşınmaktadır. Sermayenin küresel ölçekteki bu saldırısında, onun işçi sınıfının gardiyanlığını üstlenmiş ajanları olan sendika bürokratları, aynı Türkiye’de olduğu gibi, ABD’de ve Avrupa’da da suç ortaklığı yapmaktadır. Onlar, işçilerin fabrika kapatılmalarına karşı militan mücadelelerini önlemek için ellerinden geleni yapıyor; işçilere şunu söylüyorlar: “Daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için mücadele etmeyin, patronlar ne veriyorsa onunla yetinin.
H
Yoksa patron fabrikayı, son derece düşük ücretlerle sefil koşullarda çalışmaya hazır işçilerin olduğu ülkelere taşıyacak.” Sendikaların işçi sınıfının mücadele örgütleri olduğunu ve işçilerin çıkarlarını savunduğunu iddia edenlerin nasıl bir ihanete ortak olduğu, bundan daha açık biçimde ifade edilemez. Sendikalar, yöneticilerinin sağcı ya da “sol” maskeli olmasından bağımsız olarak, kapitalist üretimin son otuz yıldır dünya çapında sergilediği dönüşüm nedeniyle bütünüyle iflas etmişlerdir. Bu iflas, bir bürokratik kliğin yerini bir diğerinin almasıyla engellenebilecek bir şey değildir. İşçi sınıfının sermayeden olduğu gibi sendikal önderliklerden de bağımsız yeni türde kitlesel mücadele örgütlerine ihtiyacı var. Bu örgütler, tabandan örgütlenecek ve sendikalist bölücülüğün aksine, tüm işçileri tek bir çatı altında toplayıp ve tek bir hedef uğruna seferber edecektir. Bu mücadelede en büyük görev, kendisini işçi sınıfı ve sosyalizm ekseninde tanımlayan devrimcilere düşmektedir. İşçi sınıfı devrimcileri, Topkapı Şişecam direnişinde olduğu gibi sonuna kadar işçilerin yanında mücadele etmeli; bunu yaparken de, ihanetini bir kez daha kanıtlayan sendika bürokrasisini acımasızca teşhir etmeliler. İşçi sınıfının, mevcut reformist ve sınıf işbirlikçi siyasi önderliklerden koparak devrimci sosyalist partisini inşa sürecinde aktif biçimde yer alması, yalnızca bu yolla mümkün olacaktır. HHHH
toplumsalesitlik.org
37
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Kristal-İş bürokratları ile şirket patronları arasında imzalanmış olan satış protokolü Kristal İş Sendikası ile Türkiye Cam, Çimento ve Toprak Sanayi İşverenleri Sendikası arasında 2 Haziran 2008 tarihinde imzalanmış olan yandaki protokole göre: “Bir işyerinin tamamının veya bir bölümünün kapatılması durumunda Sendika Yöneticileri ile İşveren, bu işçilerin öncelikle kendi Gruplarına bağlı Kristal-İş Sendikasının örgütlü olduğu işyerlerindeki mevcut boş kadrolarda istihdamı imkanlarını görüşürler. Bu görüşmeler sonucunda bir başka işyerinde istihdam edileceği belirlenen işçilerin iş sözleşmeleri sona erdirilerek yasa ve TİSnden doğan ihbar ve kıdem tazminatları ödenir. Bu işçiler Grup Toplu İş sözleşmesinin kapsamına dahil bir işyerinde istihdam edildiklerinde Kristal-İş Sendikası ile Cam İşverenleri Sendikası arasında akdedilmiş bulunan Grup TİSnin 31/C maddesinde belirlenen işe giriş ücretiyle işe başlatılırlar.”
Sözkonusu 31/C maddesi, işçinin “işe giriş ücreti” adı altında, asgari ücretle ve sıfır hak ile çalıştırılmasını öngörüyor.
38
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Paşabahçe direnişinde yeralmış olan bir Şişecam işçisiyle röportaj:
“ölümü gösterip vereme razı ediyorlar” Arkadaşımız Yiğiter Akdeniz, bu röportajı natları vererek sizleri işten çıkarıyor” diyerek Topkapı Şişecam’daki direniş bitmeden önce durumu aktardılar. gerçekleştirdi. Sendikacıların buradaki amacı neydi? Ölümü gösterip vereme razı etmek. SonraSen Paşabahçe direnişçilerindendin, dan da Gülsüm Azeri “sendikacılar gelip öncelikle bize Paşabahçe sürecini de- sonunda bizim ilk teklifimizi kabul ettiler” ğerlendirebilir misin? dedi ve bütün işçileri 50’şer kişilik gruplar Paşabahçe süreci, beklenmedik bir süreçti. halinde diğer fabrikalara dağıttılar. Şimdi İşverenle yapılmış olan TİS’te, o zaman, Pa- aynı senaryo Topkapı’da oynanıyor. Şimdi şabahçe fabrikası sözde “iş güvencesi” bu protokol 2 Haziran 2008 tarihinde işveadına sıfır zamma imza atmıştı. İşveren de ren sendikası ve Kristal-İş sendikası arabuna karşılık fabrikanın kapanmayacağını, sında imzalanmıştır. Protokolde işyerinin iş güvencesinin kapatılması durumunda işçilerin durumu Ölümü gösterip vereme olacağını söyle- görüşülür deniyor ama, görüşmenin sonurazı etmek. Sonradan da mişti. Fakat işve- cunu da koymuş buraya. Görüşülür deniyor Gülsüm Azeri “sendikacılar ren beklenmedik ama sonucu peşinen konmuş. İşçiler, tazmigelip sonunda bizim ilk bir hamle yapa- natlarını alarak çıkarılırlar diyor. Yine grup teklifimizi kabul ettiler” rak, sendikacı- TİS’in 31/C maddesinde belirlenen işe giriş lara sunduğu tek- ücretiyle işe başlatılırlar diyor. Yani, örneğin dedi ve bütün işçileri lifle “ben bu fabri- 15 yıllık bir işçi yeni başlayan bir işçi ücre50’şer kişilik gruplar kayı kapatıyorum, tiyle, sıfır hakla işe başlar diyor. İşte işçiler halinde diğer fabrikalara işçileri de diğer bunu kabul etmiyorlar. Şimdi sendikacılar dağıttılar. Şimdi aynı fabrikalara dağıtı- diyorlar ki, işveren bizim yaptığımız protosenaryo Topkapı’da yorum” şeklinde kolü deldi, sizi yasal haklarınızı ödeyerek oynanıyor. bir teklif sunmuş, işten çıkartıyor. Biz masada sizin haklarınızı sunmuş diyorum çünkü biz bunu bilmiyor- alacağız, başka fabrikalarda çalışacaksınız duk. Sendikacılar da işyerine gelip, bizlere, diyorlar. “işveren fabrikayı kapatıyor, işçileri de bütün Başka fabrikalarda çalışacaksınız ama yasal haklarını, tazminatlarını vererek işten Topkapı kapatılacak diyorlar. çıkartıyor” dediler. Bunu işveren bize söyleZaten işçiler Topkapı kapatılmasın gibi bir miyordu, sendikacılar söylüyordu. talep ileri sürmüyorlar. Topkapı’nın kapatıYani sendika işverenin asıl niyetini giz- lacağı belliydi. Paşabahçe’yi kapattıktan leyerek geliyordu sonra Topkapı’yı da kapatacağım diyordu Tabii ki. Bunu da daha sonra, Gülsüm işveren 10 yıldır. Şehir içinde kaldı diyordu. Azeri, Cam Ev Eşyası Grup Başkanı, biz buBu protokolle ortaya çıkan beklenmeraya geldikten sonra Star televizyonunda yen bir şey miydi? canlı yayında söylemişti. Canlı yayında Beklenmeyen bir şey değildi. Protokolde İs“Bizim sendikacılara o günkü ilk teklifimiz tanbul şube başkanının, genel merkez yöburayı kapatıyoruz, işçileri özlük haklarıyla neticisinin imzaları var. diğer fabrikalara dağıtıyoruz” şeklindeydi dedi. Sendikacılar da bize gelip yukarıda Siz de biliyordunuz bu süreci, işçileri ifade ettiğim gibi “işveren kapatıyor, tazmi- uyardınız mı?
39
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Uyardık, defalarca aradık. Protokolde böyle böyle bir madde var, bu sizin ipinizi çekiyor dedik. Biz burada şube başkanımıza baskı yaptık, bu protokolü imzalattırmadık, siz de baskı yapın imzalattırmayın şube başkanınıza çağrısını yaptık. Ama oradaki arkadaşlar da çeşitli nedenlerle bir anlamda pasif kaldılar açıkçası. Peki, sendikacıların böyle bir işe girişmesi hakkında ne düşünüyorsun? İşveren Topkapı’yı kapatacağım diyordu zaten. Ama sendikacıların şu protokolü imzalamaları bir ihanettir. Yeni işe giren bir işçi ücretinin dayatılİşveren burada ması bir ihanet. Bu Paşabahçe’de yaptığı tamamen işverene hataya düşmedi. Orada hizmet. Sendikacılaişveren teklifi sadece rın kendi koltuklarını sendikaya vermişti, sendikacılar da gelip işçiye korumak için yapılan bir plan. Aynı Payalan söylediler. Bu sefer şabahçe’de izlenen işveren sendikaya verdiği yol: ölümü gösterip teklifi fabrikanın camına da vereme razı etmek. astı. Böylece bütün işçiler Sendikacılar işçilere olan biteni gördü, ortalık gittiler “işveren bukarıştı. Şimdi de rayı kapatıyor, sizleri sendikacılar kendilerini işten çıkartıyor” dekurtarmak için orada diler. İşveren burada başlayan eyleme mecburen Paşabahçe’de yapdestek vermek zorunda tığı hataya düşmedi. Orada işveren teklifi kaldılar. sadece sendikaya vermişti, sendikacılar da gelip işçiye yalan söylediler. Bu sefer işveren sendikaya verdiği teklifi fabrikanın camına da astı. Böylece bütün işçiler olan biteni gördü, ortalık karıştı. Şimdi de sendikacılar kendilerini kurtarmak için orada başlayan eyleme mecburen destek vermek zorunda kaldılar. Kendilerini kurtarabilmek için işçiden yana görünmeye başladılar Aynen öyle. Şimdi Topkapı’nın durumunu en iyi anlayan Paşabahçe direnişini yapan işçilerdir. İşveren aslında bir hata yaptı, Paşabahçe işçisini-kanseri vücuttan almadı, bütün vücuda yaydı. Bizlerin genel merkeze
40
rağmen yaptıklarımızla, genel merkez işçilerin yanında durmak zorunda kaldı. Yalanlarıyla bu işleri yürütemeyeceğini anladı. Maskesi düştü, çünkü biz bir telefonla her yerdeki arkadaşlarımızla görüşebiliyoruz. Biz Topkapı’daki arkadaşları arayıp durumlarını soruyoruz. İhtiyaçlarınız var mı, çay, şeker, sigara, maddi açıdan durumunuz nasıl diye sorduk. Aynen söyledikleri şu: “Bize sadece desteğe gelenler bunları getiriyor.” Genel merkezden hiçbir destek görmemişler. Şimdi sendikacılar ayak yapıyorlar. “Yanınızdayız, arkanızdayız” demekle olmuyor. Maddi açıdan destek vermeleri gerekiyor. Biz Paşabahçe’yi yaşayan işçiler olarak genel merkezi saf dışı bırakarak destek örgütlüyoruz. Genel merkezin almış olduğu önceki karar da, yine işçilerin baskısıyla, bütün fabrikalarda mesai kaldırıldı. Bir de, 1 Ocak’ta da tüm fabrikalarda çalışılmadı. Senin öngördüğün sonuç ne? İşçiler direnişle protokolü deldiler. Diğer bütün şubelerde çalışanlar işçileri destekliyor. Eylemler de işçilerin talebi gerçekleşene kadar devam edecek. İşveren işçileri diğer fabrikalara dağıtacağım diyor ama işe giriş ücreti işi bozuyor. Ortalama saat ücreti diye bir şey var. Şu an pazarlık bunun üzerinden gidiyor. Şimdi şöyle bir çelişki var. Niye kendi özlük haklarıyla dağıtmıyor? Aslında bundan geri adım atılmaması gerekiyor. Biz arkadaşlara bunu da söylüyoruz. Ölümü gösterip vereme razı etme diyorum ya, onları da bıktırmaya başladılar. Onlar da artık ortalamayla gidebiliriz noktasına getiriliyorlar. Peki, böyle bir sonuçla biterse bir kazanım var denebilir mi? Şimdi, bu protokolün üzerinden bir kazanım olur, ama kendi özlük haklarını kaybederek bir “kazanım” olur. Zararın neresinden dönersek kardır var ya, işte öyle olur. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
kürt sorununda yeni “açılım” yusuf ateşçi 8 ğan, 2 n Erdo yaptığı a k a b ş Ba ’da d et t a Urfa Aralık ’ da, “Artık şid a konuşm iyaset ;s sussun ” çağrısı un konuşs Kürt k, yapara n burjuva nu sorunu zümüne çö liberal eni adımların y k ğunu yöneli de oldu m e d n ü g i. ilan ett
B
aşbakan Erdoğan, 28 Aralık’ta Urfa’da yaptığı konuşmada, “Artık şiddet sussun; siyaset konuşsun” çağrısı yaparak, Kürt sorununun burjuva liberal çözümüne yönelik yeni adımların gündemde olduğunu ilan etti. Başbakanın bu açıklamasının “öylesine” söylenmiş sözlerden ibaret olmadığı ve belirli bir ön çalışmanın ardından yapıldığı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Aralık ayı ortalarında İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüştüğünün ortaya çıkmasıyla görüldü. Hükümet ile Öcalan arasındaki diyalog süreci, aslında, geçtiğimiz Eylül ayından bu yana sürüyor. Anımsanacağı üzere, Öcalan, bu görüşmeler sırasında, KCK tutuklularına açlık grevine son verme çağrısı yapmış ve bu çağrı hemen yerine getirilmişti. Burjuva muhalefet partilerinden MHP “teröristle görüşme olmaz” biçimindeki alışıldık tavrını yinelerken, CHP’nin Başbakan Erdoğan’ın Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapıldığını doğrulamasına yönelik ilk tepkisi “kuşkulu” bir iyimserlik oldu. BDP TBMM grup başkan vekili İdris Baluken ise 1 Ocak günü yaptığı açıklamada, “olup olmadığını ve içeriğini bilmediğini” belirttiği görüşmelere “temkinle” yaklaştı. Bununla birlikte, burjuva medyasının ve siyasi çevrelerin başbakanın açıklamasına yönelik tepkisi, genelde olumlu oldu. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Öcalan’ın merkezinde olduğu bir müzakereyi destekleriz” derken, medyada, PKK’nin de sürece bir şekilde dahil edilmesi gerektiğine ilişkin yorumlar artmaya başladı. Aynı günlerde, hem KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar’dan hem de Kandil’deki Murat Karayılan’dan, olumlu yaklaştıkları ve sürece kendilerinin de dahil edilmesi gerektiğine dair açıklamalar geldi. Burjuva siyaset ve medya çevrelerinde Başbakan’ın açıklamalarına ilişkin kafa karışıklığı ve kuşkular sürerken, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Ahmet Türk ile Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) Batman milletvekili Ayla Akat Ata, 3 Ocak günü İmralı’ya giderek Öcalan ile görüştü. Basında yer alan bilgilere göre, Öcalan, bu görüşmede, sürecin sabote edilemeyeceğini ve devletle sürdürülen görüşmelerin olumlu ilerlemesi durumunda “bu yıl içinde önemli adımlar” atılabileceğini söylemiş ve “benim dışımda bir irade kabul etmem” demişti. Öcalan’la yapılan bu görüşmenin ardından, hem hükümetten hem de BDP kanadından, acelecilikten ve aşırı bir iyimserlikten uzak durulması gerektiğini ifade eden açıklamalar yapıldı. Türk ve Ata, 4 Ocak günü, BDP ve DTK yöneticileriyle toplantılar yaptı. BDP ve DTK yöneticilerinin görüşmelerle ilgili herhangi bir açıklama yapmama kararı aldığı bu toplantıların ardından, BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak, Zübeyir Aydar’ı bilgilendirmek amacıyla Brüksel’e gitti. Aydar, 6 Ocak günü yaptığı açıklamada, “Örgüt bir bütündür ve önderliğinin arkasındadır... Başkanımızla başlatılan diyalog bizim
41
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bütün özgüven açıklamalarına karşın ciddi bir ekonomik krizin çok uzakta olmadığını çok iyi bilen AKP iktidarı, hem bu krizin yol açacağı toplumsal çalkantıları en aza indirmek hem de yeni anayasanın yapım sürecinde ve 2014 yılında gerçekleşecek seçimlerde Kürtlerin desteğini arkasına almak istiyor.
talebimizdir. Buna karşı olmamız düşünülemez” diyerek, sürece açık destek verdi. Aynı gün Fırat Haber Ajansı’na bir açıklama yapan Karayılan da, “önemli olan silahlı güçlerdir. Bunun için bizim direkt Öcalan ile diyalogda olmamız gerekiyor... geniş komutanlık kademesinin ve savaşçı yapısının ikna edilmesi sorunu vardır... devlet ve hükümet samimiyse önce Öcalan’ın önünün açılması gerekiyor” dedi. Karayılan’ın, hükümetin, Sri Lanka’daki Tamil Kaplanları’na yönelik operasyonlara benzer bir “imha ve katliam” planını boşa çıkarmıiş olduklarını da söylediği bu açıklaması, Erdoğan’ın siyasi danışmanlarından Yalçın Akdoğan tarafından, “Karayılan Öcalan’a racon kesiyor” sözleriyle yorumlandı. CHP ise, şimdilik Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “PKK ile hükümet arasında, silahların bırakılması ve şiddetin son bulması ile sonuçlanacak bir diyaloğa karşı çıkmayız” sözlerinde ifadesini bulan çizgisini koruyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 8 Ocak günü yaptığı açıklamada, AKP hükümetini açıkça “terörle işbirliği” yapmakla suçladı; CHP’yi ise, sert bir biçimde, bu “suça” ortak olmakla eleştirdi.
Mardin bağımsız milletvekili Ahmet Türk ve BDP Batman milletvekili Ayla Akat Ata
42
Önceki sayımızda açlık grevlerinin ardından oluşan ortam için şöyle yazmıştık: “… hükümet, açlık grevi sürecini kendisi adına en az zararla atlatmasının ardından, bu süreci yeni bir burjuva çözüm ve silah bıraktırma sürecinin başlangıcı olarak kullanmak istiyor izlenimi vermektedir. Burada, hükümetin, bir anlaşmanın sağlanabilmesi ve PKK liderlerinin ikna edilebilmesi için, Öcalan’ın bir kez daha vurgulanan otoritesinden yararlanmak istediği ortada.”[1] Gelinen noktada, sürecin o yazımızda ifade etmeye çalıştığımız çizgi doğrultusunda ilerlediğini söyleyebiliriz. İki ayı aşkın süre boyunca süren açlık grevleri, hükümet adına, bugünkü süreci geliştirmek için bir basamak olarak kullanılmıştır. AKP hükümetinin Öcalan ile başlattığı ve bugüne kadar izlediği çizgiden farklı olarak BDP’yi de dahil ettiği görüşmeler, Kürt sorununda yeni bir burjuva “çözüm” hamlesini ifade etmektedir. Bununla birlikte, bu süreç, daha önceki görüşme süreçlerinde yaşanmış olanlardan daha büyük “travmalar”a gebe koşullar altında işliyor ki tarafların şimdiye kadar yaptıkları açıklamalar, onların da bu durumun farkında olduğunu gösteriyor. Bu ortamda 9 Ocak akşamı Paris’te gerçekleşen suikast sürecin ilerlemesine yönelik ciddi bir darbe niteliği taşıyor. PKK kurucu kadrolarından Sakine Cansız’ı ve KNK temsilcileri Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in Paris’teki Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda uğradıkları silahlı saldırı sonucu öldürülmeleri, özellikle Sakine Cansız’ın Öcalan’a yakın bir isim olduğu düşünüldüğünde oldukça net bir mesaj içeriyor. Önümüzdeki günler bu ve benzeri provokatif saldırıların devamının gelmesi ve sürecin kesilmeye çalışılmasına gebedir. Bu süreci zorlaştıran en önemli etmen, aynı zamanda onun hızlandırılmasını dayatan bölgesel ve uluslar-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Burjuva partilerin hiçbiri, bütün kamu hizmetlerinin iki (Türkçe ve Kürtçe) ya da daha fazla resmi dilde ve ücretsiz olarak verilmesi gerektiğini öne sürmüyor; bunu açıkça savunmuyor. Onların hiçbiri, örneğin, güneydoğuyu Türkiye’nin Çin’i yaparak Kürt işçilerini, “bölgesel asgari ücret” adı altında küresel şirketler ve onların yerel taşeronları için ucuz işgücü kaynağı haline getirme hesaplarına karşı çıkmıyor.
arası koşullardır. Bunların başında, İran’a yönelik emperyalist müdahale planları, Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile merkezi hükümet arasında yaşanan gerginlik ve nihayet Suriye’de sürmekte olan iç savaş yer alıyor. Bunların her birinde taraf olan AKP hükümeti, bölgede istediği kadar aktif bir politika izleyebilmek için elini-kolunu büyük ölçüde bağlayan Kürt sorununu bir şekilde çözmek istiyor. Dahası, bu konuda somut adımlar atılması, Türkiye’yi ilk bölgesel çatışmada ateş hattına sürme hesabı içinde olan ABD ve Batılı emperyalistler tarafından da talep ediliyor. Sorunun bir şekilde çözülmesi, yani örgütü silahsızlandırmak ve bölgede siyasi istikrarı sağlamak iç siyasi dinamikler eliyle de dayatılmaktadır. Bütün özgüven açıklamalarına karşın ciddi bir ekonomik krizin çok uzakta olmadığını çok iyi bilen AKP iktidarı, hem bu krizin yol açacağı toplumsal çalkantıları en aza indirmek hem de yeni anayasanın yapım sürecinde ve 2014 yılında gerçekleşecek seçimlerde Kürtlerin desteğini arkasına almak istiyor. AKP’nin siyasi kaygıları, kuşkusuz, bütün burjuva muhalefet partileri tarafından -elbette temsil ettikleri sınıf ve tabakaların çıkarları adına- paylaşılmaktadır. Öte yandan, Kürt sorununa mülk sahibi sınıfların farklı siyasi temsilcileri tarafından önerilen çözümlerin hiçbirinin merkezinde Kürt işçilerinin ve emekçilerinin toplumsal çıkarları yer almamaktadır. Onların hiçbiri, Kürt işçilerinin ve yoksul köylülerinin azgınca sömürülmesine ve yoksulluğuna son verecek; onları Türk, Arap, İranlı ve diğer kardeşleriyle toplumsal eşitlik ve özgürlük temelinde kaynaştıracak bir perspektife sahip değil. Mülk sahibi sınıfların partileri, Kürt emekçilerine ve yoksul köylülerine oldukça sınırlı etnik ve kültürel “kimlik” hakları tanırken, gerçekte amaçları
küresel şirketlerin ve bankaların bölgeye ilişkin planlarında daha aktif rol oynama ve bunun karşılığında yağmadan pay alma hesabıdır. AKP iktidarı, örneğin, Kürtlerin anadillerini kullanma hakkını bile piyasa kurallarına tabi kılmaktadır. Anadilin öğretilmesini, “talep düzeyine göre açılacak olan” özel kurslara havale eden AKP, anadilde savunma hakkını sözde uygulama adına, mahkemelerdeki Kürtçe çevirmenliğin faturasını da yargılanan Kürt’e göndermenin hesabını yapıyor. Burjuva partilerin hiçbiri, bütün kamu hizmetlerinin iki (Türkçe ve Kürtçe) ya da daha fazla resmi dilde ve ücretsiz olarak verilmesi gerektiğini öne sürmüyor; bunu açıkça savunmuyor. Onların hiçbiri, örneğin, güneydoğuyu Türkiye’nin Çin’i yaparak Kürt işçilerini, “bölgesel asgari ücret” adı altında küresel şirketler ve onların yerel taşeronları için ucuz işgücü kaynağı haline getirme hesaplarına karşı çıkmıyor. Özetle, bütün burjuva ve küçük burjuva partileri, Kürtlerin haklarını en fazla savunuyor göründükleri konularda bile, gerçekte büyük şirketlerin ve bankaların çıkarlarını savunmakta; “halkların kardeşliği ve birliği” adına sloganlar atarken, gerçekte işçi sınıfını ve emekçileri bölmekte, onları sermayenin şu ya da bu kesiminin egemenliğine tabi kılmaya çalışmaktadırlar. Sermayenin bölücülüğüne ve egemenliğine karşı tüm kimliklerden insanların gerçek eşitliği ve bölgede kalıcı bir barışın tek yolu işçi sınıfı önderliğinde hem zihinlerdeki hem de haritalardaki sınırların ortadan kaldırılması ve toplumsal eşitliğin kurulmasından geçmektedir. HHHH
dipnot [1] Açlık grevlerinin ardından Kürt sorunu; Yusuf Ateşçi, Toplumsal Eşitlik dergisi 10. sayı
43
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
tofaş ve arçelik’te işçi kıyımı
D
ergimizi ve internet sayfamızı takip eden okuyucularımız hatırlayacaklardır, Aralık sayımızda yayınladığımız “Otomotiv işçilerini savunmak için Avrupa çapında bir mücadele” başlıklı yazıda Sosyalist Eşitlik Partisi’nin Almanya ve Britanya şubeleri otomotiv sektöründe çalışan işçileri işten çıkarmalara karşı uyarmış ve birleşik bir mücadele çağrısı yaparak, aksi halde işten çıkarmaların dalga dalga yayılacağı uyarısında bulunmuştu. Türkiye’den ilk işten çıkarma haberleri de ArSadece tek bir çelik ve TOFAŞ’tan sektörden ve bu geldi. Arçelik’in Çeryaşananlardan kezköy, Çayırova ve Esanlayacağımız gibi, kişehir fabrikalarından sendikalar bugün yüzlerce işçi son haftasahte solun anlattığı larda topluca işten çıgibi başkanlarının ya karıldı. Arçelik yönetimi gerekçe olarak “dada yöneticilerinin ralma”yı gösterse de, “kötü” Koç Holding’in son on yönetimlerinden yılda yüzde 600’ün üsdolayı bu halde tünde büyüdüğü gerdeğiller. Onlar bir bütün olarak egemen çeği karşısında bu gerekçe açık bir yalan sınıfların hizmetinde olarak kendisini gösteişçi sınıfını kontrol riyor. Arçelik’teki kıyım, etme ve baskı altında hem TİS sürecinde işçitutmanın araçları ler arasındaki huzurhaline gelmişlerdir. suzluğa (Eskişehir’deki işçiler 10 kilometrelik bir yürüyüş yapmışlardı) karşı şirketin bir tepkisi hem de ekonomik krize yönelik bir hazırlık olma niteliğinde. TOFAŞ ise yaptığı işçi kıyımıyla ilgili Kamu Aydınlatma Platformu’na yaptığı açıklamada sipariş azalmasını bahane göstererek sözleşmeli olarak çalıştırılan ve Aralık sonunda sözleşmesi biten 800 işçiyle sözleşme yenilenmeyeceğini ve işçilerin işten çıkarıldıklarını bildirdi. Konuyla ilgili bir diğer açıklama ise, fabrikada örgütlü olan Türk Metal Sendikası
44
Şube Başkanı Zafer Öztürk’ten geldi. Öztürk açıklamasında, işten çıkartılan işçilerin 1000 kişi olduğunu belirtti. Fakat işten çıkarmalardaki sorumluluğun gizleme çabasıyla işçilerin sözleşmeli olduklarının özellikle altını çizdi. Öztürk bunu anlatırken, 1000 işçinin kendi örgütlü oldukları fabrikada nasıl sözleşmeli olarak çalıştıklarını ise doğal olarak açıklamadı. Yaşananlar gösteriyor ki, bu işten çıkarmalar işveren ve sendika eliyle anlaşılarak sessiz sedasız tezgâhlanmıştır ve sarısından “kızıl”ına bir bütün olarak sendikacılığın iflasını bir kez daha gözlerimiz önüne sermektedir. Avrupa’da da Kasım ayında Citroen’de 8 bin, Ford’ta 6 bin Opel’de ise 2600 işçi işten çıkartılmıştı. ABD’de ise sektörün daralması ve yaklaşık 115 bin işçinin işsiz kalması bekleniyor. TOFAŞ işçisinin kaderi, bir bütün olarak uluslararası işçi sınıfının kaderine bağlıdır. Kendisi gibi aynı sektörde çalışan Avrupalı işçileri de yaklaşık 3 ay önce IG Metall, ABVV-Metaal, CGT ve TUC sendikaları sektörü kurtarmak için bu çıkarmaların zorunlu olduğuna inandırmak için mücadele etmişti. Sadece tek bir sektörden ve bu yaşananlardan anlayacağımız gibi, sendikalar bugün sahte solun anlattığı gibi başkanlarının ya da yöneticilerinin “kötü” yönetimlerinden dolayı bu halde değiller. Onlar bir bütün olarak egemen sınıfların hizmetinde işçi sınıfını kontrol etme ve baskı altında tutmanın araçları haline gelmişlerdir. Bu yüzden sektörün tüm işçilerinin taban örgütlenmelerini yaratarak onlar dolayımıyla dünya çapında örgütlenmeleri gerekiyor. İşçiler yalnızca kendi öz örgütlenmelerini kurarak diğer sektörlerdeki işçilerle birlikte ortak mücadele içinde sermayenin bu saldırısını püskürtebilirler. Bu mücadelenin başarısı kapitalizm karşıtı, enternasyonalist sosyalist bir perspektifin geliştirilmesine bağlıdır.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
2013 bütçesine genel bir bakış can öykü esi, 2013 bütç yük bü le y ü bütün n bankaları , n ri e şirketl ve finans leri rının talep kuruluşla unda doğrultus ildi. Bu şekillendir ı en çarpıc bütçenin in riz özelliği, k oldukça ı ın s fatura e bir biçimd kapsamlı ıflara emekçi sın . ıdır çıkartmas
TBMM
Genel Kurulu'nda 10 gün aralıksız devam eden “2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu” görüşmeleri, 20 Aralık tarihinde sona erdi. 2013 bütçesi, daha önceki yıllarda gerçekleştirilen bütçe görüşmelerinde olduğu gibi, bir kez daha, meclis çoğunluğunu elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), küresel sermayenin ve Türkiye burjuvazisinin güncel ekonomik talepleri doğrultusunda sergilediği tavırla yasalaştı. 2013 bütçesi, bütünüyle büyük şirketlerin, bankaların ve finans kuruluşlarının talepleri doğrultusunda şekillendirildi. Bu bütçenin en çarpıcı özelliği, krizin faturasını oldukça kapsamlı bir biçimde emekçilere çıkartmasıdır. Bu amaçla, dolaylı vergiler arttırıldı; çeşitli vergilere, harçlara ve cezalara yüzde 7,8 oranında zam yapıldı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında yüzde 34,1 oranında olan bütçe hacmi, 2012 yılında yüzde 25,7’ye kadar gerilemiştir. Faiz dışı bütçe giderlerinin ulusal gelire oranı ise, 2002 yılında yüzde 19,4 iken 2012 yılında yüzde 22,3 oldu. Ancak aradaki bu büyük fark -pek çok burjuva iktisatçısının iddia ettiğinin aksine- gerileyen borç yükünden ve faizlerden kaynaklanmıyor. Ortalama faiz oranınının mali kriz nedeniyle tüm dünyada sıfıra yaklaştığı bir dönemde, faiz yükünün AKP iktidarı eliyle hafifletildiğini söylemek, aslında gerçeği ifade etmemek demektir. Hükümet, dünyadaki genel durumun tersine, hala yüksek faiz ödeyerek sıcak para (küresel sermaye yatırımlarını) çekme gayreti içindedir. Buna karşılık, yabancı sermaye girişlerinin Türkiye ekonomisine özgü yapısal sorunları (en önemlisi cari açığın finansmanı sorununu) çözemediği iyice açığa çıkmış durumda. Hükümet ise IMF programı çerçevesinde Kemal Derviş’in başlatmış olduğu ekonomik yağma programını harfiyen uygulamaya devam ediyor. Bankacılık sektörü verileri, kredi hacmindeki ve kârlılıktaki artışın, mali kuruluşların faaliyet hacminde gözlenen artıştan çok daha fazla olduğunu ve bankacılık sektörünün 2012 yılını en kârlı kapatan sektörlerden biri olduğunu gösteriyor. Küresel piyasalardan Türkiye’ye akan yabancı sermayenin en büyük dilimini (yüzde 43) banka kredileri oluşturmaktadır. Bu durum, ülkeye giren kredilerin spekülatif karakterini gösteriyor. Bu süreçte, borç yükü hafifleyen bütçede faiz dışı fazlada bir gerileme gözlenmişti. Yine 2002’de ulusal gelire oranı yüzde 3,5 olan faiz dışı fazla, en yüksek seviyesine yüzde 6 ile 2005 yılında ulaşmış ve sonraki yıllarda devamlı olarak gerilemişti. Pek çok ekonomiste göre, faiz dışı fazla, 2013 yılında yüzde 1,2 oranına kadar gerileyecek. Bu durumda, faiz dışı fazla ile ulusal bütçedeki faiz yükü arasındaki ilişkinin, Türkiye’nin borç stoku üzerinde olumsuz bir etki yapması bekleniyor. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (Massachusetts Institute of
45
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Hükümetin savunma harcamalarının ulusal gelir içindeki payını yüzde 1,5 düzeyinde tutulacağını söylemesi hiç de inandırıcı değil. Zira bir taraftan örtülü ödenek, diğer taraftan “Savunma Sanayi Destekleme” gibi fonlar aracılığıyla, bütçede açıklanandan çok daha büyük bir kaynak “terörle mücadele” adı altında silahlanma harcamalarına gidiyor.
46
Tecnology) ekonomi profesörü olarak çalışan Daren Acemoğlu, Türkiye ekonomisinin reel faiz ve cari açık sorunu üzerine şunları söylemişti: “Türkiye'de reel faizler çok düşük, cari açık yüksek. Bu ABD ve Avrupa'nın 2000'lerde yaptığı gibi. ABD 2000'lerde çok düşük reel faizlerle büyüdüğü için iki konuda mağdur oldu. Hareket alanı kalmadı. İkincisi bu kadar düşük reel faizlerin olduğu yerde problemler oluyor. Bunlar normal dönemlerde sıkıntı yaratıyor. Bir de bunu dünyanın sıkıntılı olduğu dönemde düşünürseniz bu büyük bir risk faktörü.”[1] Sadece 2013 yılını kapsayan bir hesaplamada, ulusal gelire oranla faiz giderleri yüzde 3,4 iken, faiz dışı fazlanın yalnızca yüzde 1,2 olması, faiz ödemeleri için hükümetin yeni borçlanmaya gideceğinin de bir kanıtı. Öyle ki 2002 yılında ulusal gelire oranı yüzde 74 olan borç stoku, 2005 yılından itibaren gerilemiş olmasına rağmen, tüm özelleştirme ve faiz ödemelerine karşın, 2012 yılında ancak yüzde 35’e çekilebilmişti. Bu durum, 2013 kamu bütçesinden yerli ve yabancı sermaye sahiplerine faiz adı altında önemli miktarda kaynak aktarımı yapılacağının da bir işareti. Ayrıca, bu ek maliyetler, bütçe harcamalarının kamusal harcamalara (emekçilere) ayrılan kısmının daha da küçülmesi sonucunu doğuracak. Nitekim eğitim harcamalarına bütçeden ayrılan miktarın ulusal gelire oranı sadece yüzde 3,7. Bu oran, nüfusunun yarıya yakınını gençlerin oluşturduğu bir ülke için fazlasıyla düşüktür. Kriz koşullarına rağmen, ileri kapitalist ekonomilerde bile eğitim harcamalarının ulusal gelire oranının hala yüzde 8-9 dolaylarında seyrettiği düşünülürse, Türkiye’nin eğitim performansının yerinde saydığını söyleyebiliriz. Kamusal hizmetlerin diğer bir ayağını oluşturan sağlık harcamalarına bütçeden ayrılan mik-
tarın ulusal gelire oranı ise yüzde 1,5’i aşmamakta. Diğer yandan, hükümetin savunma harcamalarının ulusal gelir içindeki payının yüzde 1,5 düzeyinde tutulacağını söylemesi hiç de inandırıcı değil. Zira bir taraftan örtülü ödenek, diğer taraftan “Savunma Sanayii Destekleme” gibi fonlar aracılığıyla, bütçede açıklanandan çok daha büyük bir kaynak “terörle mücadele” adı altında silahlanma harcamalarına gidiyor. Bu yağmadan aslan payını alanların başında da Türkiye’ye her yıl milyonlarca dolarlık silah satan küresel silah tekelleri ile “yerli silah sanayi”ne soyunan Koç gibi büyük sermaye grupları geliyor.
Diyanete ayrılan ödenek AKP’nin Sünni-İslam ekseninde yürüttüğü politikaların bir halkası olarak Diyanet’e yüklediği misyon, bu kuruma bütçeden ayrılan ödenekle açığa çıkmaktadır. Zira varlığı anayasadaki laiklik ilkesi ile çelişen Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2013 Bütçesi’nde ayrılan ödenek, İçişleri, Dışişleri, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Kültür ve Turizm, Aile ve Sosyal Politikalar, Bilim Sanayi ve Teknoloji, Ekonomi Bakanlıkları dahil olmak üzere birçok devlet kuruluşundan daha büyük. Siyasi seçkinlerin ideolojik-kültürel tercihlerine bağlı olarak Diyanet’in oynadığı bu rol, gerçekte zaten tam olarak var olmayan “laiklik ilkesini” ayaklar altına alarak, toplumsal yaşamın sermaye sınıfı lehine “muhafazakârlaştırılması” işlevini görmektedir ki bu şekilde patronlar için daha uysal ve itaatkâr bir işçi-gençlik kuşağı yaratılmak istenmektedir. Diğer yandan, her konuda olduğu gibi vergiler konusunda da bütçe görüşmeleri derin bir toplumsal eşitsizliğe işaret etti. Vergi gelirleri 2002 yılında ulusal gelirin yüzde 17’sini kapsıyordu. Ekonomistler, bu oranın 2013 yılında yüzde 22,3 düzeyine çıkacağı tahminini yapıyor. Ancak bu,
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Erdoğan’ın, Türkiye ekonomisinin geleceğine ilişkin “olumlu beklentileri”, sadece gerçek durumu gizlemeye dönük bir hamledir; zira 2012 rakamları yaklaşan bir ekonomik depremi / krizi haber vermektedir.
kesinlikle, zenginlerden vergi alındığı anlamına gelmiyor. Türkiye’nin de dahil olduğu OECD ülkelerinde ortalama vergi yükü ise yüzde 30-40 aralığında. Türkiye’de vergi adaletsizliği hat safhada. Her şeyden önce, dolaysız vergilerde kayıt dışılık nedeniyle oluşan vergi kaçakları bir yana, geliri ne olursa olsun herkesin eşit miktarda ödediği dolaylı vergilerin genel vergiler içindeki oranı yüzde 55’in üzerinde seyretmektedir. Yerli ve yabancı sermayeye servet aktarımını hedefleyen liberal bütçeler her zaman beraberlerinde yeni iktisadi ve sosyal dengesizlikler yaratmıştır. AKP döneminde sadece 2005 yılında bütçe dengesi “pozitif” bir nitelik kazanmıştı (ki bu da 2000-2005 aralığında küresel ekonomide yaşanan büyüme sürecinin bir ürünüydü) ama 2009 ve 2010 yıllarında ulusal bütçenin dengesi negatif yönde bozulmaya başladı ve bu bozulma devam ediyor. 2013 yılı, özellikle borç yükü, reel faiz ve cari açık konularında hükümeti oldukça sıkıştıracak. Başka bir deyişle, uzun süredir ekonomi alanında devam eden yapısal problemlerin tümü katlanarak büyümeye devam edecek. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bütçe görüşmelerinin kapanış konuşmasında şunları söylemişti: “2013'te de ülkemizi hep birlikte, istikrarla, güvenle, kardeşlik ve dayanışmayla büyütmeye devam edeceğiz.” Erdoğan’ın, Türkiye ekonomisinin geleceğine ilişkin “olumlu beklentileri”, sadece gerçek durumu gizlemeye dönük bir hamledir; zira 2012 rakamları yaklaşan bir ekonomik depremi / krizi haber vermektedir. Türkiye’nin mevcut ekonomik tablosu, onun -iktidarın bizi inandırmaya çalıştığı gibi- küresel mali krizin çok da dışında olmadığına işaret etmektedir.
Siyasi sonuçlar Türkiye’nin Yunanistan ve İspanya’dakine benzer bir ekonomik çöküş ve sosyal yıkım sürecine girmesi halinde büyük toplumsal hareketlerin patlayacağını söylemek için alim olmak gerekmiyor. Bununla birlikte, bu durum, kendiliğinden bir şekilde mevcut hükümetin yıkılmasıyla ve yerine devrimci bir işçi sınıfı alternatifinin geçmesiyle sonuçlanmayacaktır. O durumda, kuşkusuz, sahte “solcu” önderliklere “büyük işler” düşücek; onlar krizin yol açacağı çalkantıların devrimci bir biçim almaması için, işçi sınıfını başta sendikalar olmak üzere, sözde “sol” ve “sosyalist” partilere yedeklemek için büyük gayret gösterecekler. Oysa bütün bir tarihsel deneyim, bu tür kriz ortamlarında işçi sınıfından ve emekçilerden yana kalıcı adımların, sınıf uzlaşmacılığı yoluyla değil; başını işçi sınıfının çektiği köklü değişimlerle atılabileceğini göstermektedir. Bu, ekonomik ve toplumsal yaşamın devrimci bir tarzda tepeden tırnağa işçilerin ve emekçilerin kontrolüne geçmesi ve bütün üretim süreçlerinin demokratik bir temelde planlı şekilde yeniden örgütlenmesi demektir. Böylesi bir seferberlik ancak büyük şirketleri, bankaları ve finans kuruluşlarını ulusallaştıracak ve sosyalizm hedefine sahip bir işçi hükümeti uğruna mücadele etmeyi gerektirmektedir. Bu türden bir sosyalist perspektifin sadece Türkiye’de değil tüm dünyada gerçekleştirilebilmesinin ön şartı, işçi sınıfı içinde enternasyonalist ve devrimci partilerin inşa edilmesidir. HHHH
dipnot: http://www.usasabah.com/Roportajlar/2012/06/23/mit-profesoru-daronacemoglu-turkiye-holding-egemenligin den-kurtuldu
47
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
rektör adayları sözde seçim için yarıştı
20
Aralık 2012 Perşembe günü İstanbul Üniversitesi yeni rektör adaylarını belirlemek için seçime gitti. 2009 yılında atanan rektör Yunus Söylet dışında Harun Cansız, İbrahim Keleş, Faruk Erzengin ve Raşit Tükel gibi isimler seçime adaylıklarını koyarken, Yunus Söylet en fazla oy aldı ve ikinci kez atandı. Gerçekleşen bu seçim, hiç şüphesiz daha öncekiler gibi bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü öğretim üyeleri, çalışanlar ve öğrenciler üzerinde söz ve yaptırım hakkına sahip olacak olan yeni rektörün seçiliş sürecinde sadece öğretim üyeleri oy hakkına sahipler. Bununla birlikte bilindiği üzere öğretim üyelerinin seçtiği adaylardan hangisinin rektör olacağının belirlenmesi bile YÖK süzgeci ve ardından Cumhurbaşkanlığı atamasıyla gerçekleşiyor. Tamamen anti-demokratik biçimde üniversite üzerinde deyim yerindeyse diktatöryal haklara sahip olacak bir kişinin belirlenimi ciddi çelişkilerle doludur. Ayrıca rektörlük makamının kendi varlığı dahi üniversitelerde muhalif emekçilerin ve öğrencilerin üzerinde baskı ve şiddetin sürekliliğini sağlamaktadır. İşte tüm bu nedenlerden ötürü; rektörlerin seçiminde YÖK ve Cumhurbaşkanlığı devre dışı bırakılmalı, üniversite yönetimi üniversite bileşenleri tarafından belirlenmelidir! Açıkça belirtmek gerekir ki, rektör adaylarının sağ veya sözde sol siyasi düşünceye sahip olması üniversite bileşenleri ve üniversitelerin geleceği açısından hiçbir şey ifade etmiyor. Son tahlilde seçim yarışına giren adaylar arasından atanacak yeni rektörün, aynı zamanda yeni YÖK yasa tasarısında da belirlenen ana yönelimin, yani üniversitelerin tamamen serbest piyasaya açılması, bilimin metalaştırılarak şirketlere satılması, öğrencilerin tamamen müşteri statüsüne indirgenmesi, üniversite emekçilerinin güvencesiz-sözleşmeli çalıştırılarak kapitalist şirketlere proje üreten ücretli köleler haline getirilmesi gibi uygulamaları hayata geçirmek noktasında tereddüt etmeyeceği, bizzat yine bu seçimde en fazla oy alan Yunus Söylet’in görev süresi boyunca hayata geçirdiği icraatlarla tescillenmiştir. Özetle, kapitalizmin egemenliği devam ederken “kurtarılmış” üniversiteler yaratmak mümkün değildir. Bizler kapitalist şirketler için değil, toplum için bilim ve üniversite istiyoruz!
48
İÜ’de 2009 yılında atanan Yunus Söylet örneğinde ve daha öncesindeki Kemalist rektörler döneminde de olduğu üzere, rektörlük kurumu YÖK’ün ve hükümetin belirlediği tüm bu sermaye sınıfının çıkarlarını temsil eden politikaları hayata geçirme işlevi taşırken, aynı zamanda bu politikalarına karşı çıkan muhalif unsurlar üzerinde baskı ve şiddet siyasetini sürekli uygulamaktadır. Unutulmamalıdır ki, kendi yönetim döneminin “demokratikliğinden” bahseden Yunus Söylet’in İÜ rektörü olduğu süre zarfında “afiş asmak, slogan atmak, basın açıklaması yapmak” gibi en temel demokratik haklar çiğnenirken, yüzlerce öğrenciye soruşturma açılmış ve toplamda on yıllara varan uzaklaştırma cezaları verilmiştir. Yine bizzat Yunus Söylet döneminde İÜ yönetiminin özel oda tahsis ettiği sivil polisler ve sayıları arttırılan özel güvenlikler gözetiminde okul içerisine giren faşist grupların gerçekleştirdiği satırlı, döner bıçaklı saldırılar sonucunda birçok öğrenci yaralanmıştır. Saldırılar karşısında kendilerini savunan devrimci-muhalif öğrenciler ise gözaltı ve tutuklama terörüyle karşı karşıya kalmışlardır. Devletin ve sermayenin baskısından arınmış Özgür Emekçiler Üniversitesi için mücadeleye! 20 Aralık’ta gerçekleşen sözde seçim ve ardından nihai biçimde rektörü belirleyen atama bütünüyle burjuva (temsili) demokrasisinin bir tezahürüdür. Nasıl ki parlamento seçimlerinde varolan burjuva anlayışta, halktan beklenen seçimden seçime sandığa gidip burjuva partilerinden birine oy vermeleri ve sonraki yıllarda hiçbir şey yapmamaları ise, bugün rektörlük seçimlerinde söz sahibi olmayan üniversite bileşenlerinden de aynı şekilde bu anlayışa boyun eğmeleri bekleniyor! Kuşkusuz bu aldatmacaya ve açıkça üniversiteleri kapitalistlerin yağmasına açan bu anlayışa karşı, öğrencilerin, üniversite işçilerinin ve eğitim emekçilerinin kendi taban örgütlenmelerini oluşturması gerekmektedir. Üniversitelerde bürokratik-despotik yönetimlerin yıkılması, sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda uygulanan Bologna süreci/ticarileştirmenin durdurulması ve üniversitelerde eşit, parasız, bilimsel ve anadilde eğitim taleplerinin hayata geçebilmesi, yalnızca, öğrencilerin işçi sınıfıyla birlikte doğrudan demokrasi ilkesine dayanan Özgür Emekçiler Üniversitesi ve toplumsal eşitlik için mücadele etmesiyle gerçekleşecektir. Toplumsal Eşitlik İçin Öğrenciler
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
odtü’deki polis terörü ve sınıf perspektifi
toplumsal eşitlik için öğrenciler rı z bombala Atılan ga yaralanan nedeniyle re tıbbı öğrencile amacıyla müdahale ekipleri de lık gelen sağ ısından ır ld a s in polis ı olisin attığ P i. d n e lık etkil n a aları orm gaz bomb ına sebep ng alanda ya polis, ca oldu. Ayrı ses sırasında le a h a müd ve plastik bombası kullandı. mermi de
18
Aralık Salı günü, Göktürk-2 uydusunun Çin’den uzaya fırlatılışını izlemek için, 3 bini aşkın çevik kuvvet, 105 koruma aracı, 16 zırhlı araç ve 8 TOMA eşliğinde ODTÜ’ye gelen Başbakan Tayyip Erdoğan öğrencilerin protestosuyla karşılandı. Taşıdıkları, “Bilimi Satan Emperyalist Savaş Çığırtkanı Tayyip ODTÜ’den Defol” yazılı pankartla birlikte TÜBİTAK binasına doğru yürüyüşe geçen bini aşkın öğrenci, sözde “başbakanı koruma amacıyla” yerleşkeye sokulan çevik kuvvetin ve TOMA’ların (uyarı yapılmadan gerçekleşen) azgın saldırısıyla karşılaştı. Yerleşkenin farklı yerlerinde barikatlar kuran öğrenciler uzun süre polisin saldırısına karşı direndiler. Atılan gaz bombaları nedeniyle yaralanan öğrencilere tıbbı müdahale amacıyla gelen sağlık ekipleri de polisin saldırısından etkilendi. Polisin attığı gaz bombaları ormanlık alanda yangına sebep oldu. Ayrıca polis, müdahale sırasında ses bombası ve plastik mermi de kullandı. Erdoğan’ın ODTÜ’den ayrılmasının ardından polis de geri çekildi. Ancak polisin öğrencilere yönelik “cadı avı” gece boyunca sürdü ve onlarca öğrenci gözaltına alındı, birçok öğrenci, keyfi olarak polis araçlarına bindirilip dövüldükten sonra bırakıldı. Polis terörü sırasında hedef gözetilerek atılan gaz bombalarından birinin başına isabet etmesi nedeniyle ağır yaralanan bir öğrencinin geceyi yoğun bakımda geçirmesine yol açan saldırıyla ilgili olarak, ODTÜ Ekonomi Topluluğu adına konuşan bir öğrenci “Bir savaş aygıtını protesto etmek için toplanan öğrencilerin üzerine hiçbir uyarı yapılmaksızın, 30 saniyede bir biber gazı atılarak, bırakın demokratik bir hak olan protesto etmesini engellemeyi, büyük bir alan içinde nefes alması bile güç hale getirilmiştir. Buna rağmen direnen öğrencilerin üzerine ses bombaları, gazlı su, plastik mermiler ile saldırılmış; biber gazı kapsülleri mermi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Fakültelerin içine kadar gaz bombası ile müdahale edilmiştir. Bu sırada binaların camları kırılmış ve hasar verilmiştir. Bunun sonucunda yaralanan arkadaşlarımıza çağırdığımız ambulanslara dahi zorluk çıkartılmıştır. 18 Aralık günü ODTÜ resmen işgal edilmeye çalışılmıştır. Polis terörünü lanetliyoruz” dedi. 19 Aralık Çarşamba günü Adana, İzmir, Trabzon, Kocaeli, Eskişehir ve İstanbul’daki üniversitelerde ODTÜ’deki öğrencilerin polis terörüne karşı verdikleri mücadeleye destek amaçlı eylemler düzenlendi. Polis, Eskişehir’de, ODTÜ’de yaşananları protesto etmek isteyen öğrencilere, aynı Ankara’da olduğu gibi biber gazıyla saldırarak yanıt verdi. Geniş bir katılımla İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşen eylem ise öğrencilerin Havuzlu Bahçe’de toplanmasıyla başladı. “AKP defol, üniversiteler bizimdir”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz”, “AKP savaş, öğrenciler barış istiyor”, “Her yer ODTÜ,
49
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
3600 polisin ve TOMA’ların öğrencilere karşı uyguladığı şiddetin boyutu tartışılmazken, üstelik eylemci kitle ile polis arasındaki güç farkı ortadayken, öğrencilerin protestolarının şiddet eylemi olarak mahkum edilerek amacından farklı gösterilmesi kuşkusuz iktidarın itibarını kurtarmaya yönelik bir amacı ifade etmektedir.
50
her yer direniş” sloganları eşliğinde ana kapıya yürüyen öğrenciler, FenEdebiyat Fakültesinden gelen diğer öğrencilerle birleşerek bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasında; ODTÜ’de yaşanan olaylardan, AKP’ nin son dönemde artan gerici ve baskıcı politikalarından, eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesinden ve AKP’nin savaş çığırtkanlığından bahsedildi. 19 Aralık Katliamı’na da değinen öğrenciler, öldürülen devrimcileri andılar. Akademisyenler, ODTÜ’de estirilen polis terörünü kınayan açıklamalarda bulundular ve öğrencilerin mücadelesine destek verdiler. ODTÜ’de akademisyenler ve çalışanlar, Eğitim-Sen Üniversiteler Şubesi, ODTÜ mezunları ve ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği’nin çağrısı ile yaşanan olayları protesto etmek amacıyla Perşembe günü iş bıraktı. Bununla birlikte AKP iktidarının ODTÜ’de yaşananlar üzerine bir “kınama kampanyası” başlatma girişimi burjuva medya ve üniversite yönetimleri tarafından desteklendi. ATV haber ODTÜ’de başbakana ve onun nezdinde hükümete dönük protestoları, “Göktürk-2 uydusunun Çin’den uzaya fırlatılışına” karşı olarak lanse ederken, Marmara Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi’nden
ortak açıklama yapılarak “Üniversiteler öğrencilerin ve bilim adamlarının fikir ürettiği, düşüncelerini özgürce paylaştığı; farklı, hatta katılmadığı düşüncelere tahammül etmeyi içselleştirdiği ortamlar olmalıdır. Şiddet içeren eylemlerin fikirlerin önüne geçmemesi esastır. Öğrencilerin tek protesto aracı eleştirel fikirleri olmalı; taş, sopa ve molotof kokteyli öğrencilerle anılmamalıdır. Kavga ve şiddet hiçbir fikre hizmet edemez ve hiçbir fikir hedeflerine bu yöntemlerle ulaşamaz.” denildi ve ODTÜ’lü öğrenciler şiddet kullanmakla eleştirildi! Türkiye’nin farklı yerlerinden üniversite yönetimleri de bu açıklamaya benzer beyanlarda bulundular. 3600 polisin ve TOMA’ların öğrencilere karşı uyguladığı şiddetin boyutu tartışılmazken, üstelik eylemci kitle ile polis arasındaki güç farkı ortadayken, öğrencilerin protestolarının şiddet eylemi olarak mahkum edilerek amacından farklı gösterilmesi kuşkusuz iktidarın itibarını kurtarmaya yönelik bir amacı ifade etmektedir. Ayrıca bu fütursuz açıklamalara karşı, akademisyenlerden ve öğrencilerden tepki gecikmedi. Galatasaray Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi öğrencileri ve akademisyenlerinden ortak bildiriye imza atan rektörler kınandı ve imzaların geri çekilmesi talebiyle eylemler gerçekleşti. Ardından bini aşkın öğretim görevlisi ortak im-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bugün öğrencilere destek açıklaması yapan öğretim görevlileri yaşanmakta olan üniversitelerin sermayenin tam denetimine sokulması sürecine karşı öğrencilerle birlikte sınıfsal bir karşı koyuş örgütlemedikçe üniversitelerin şirketleşmesi hızlanarak sürecek, öğrenciler müşterileştirilirken, eğitim emekçileri için güvencesiz çalışma yaygınlaşacaktır.
zayla hem üniversite yönetimlerinin tutumuna hem de ODTÜ’deki saldırıya karşı öğrencilerin yanında olduklarını ifade ettiler. Tunceli Üniversitesi’nde de öğrenciler ODTÜ’ye destek eylemi yapmış ve polis öğrencilere müdahale ederek 19 kişiyi gözaltına almıştı. Bu hafta ise Tunceli Üniversitesi Senatosu’nun ODTÜ’yü kınayan açıklamasını geri çekmesi talebiyle ve gözaltına alınan öğrencilerin serbest bırakılması için ders boykotu yapıldı. Yoğun katılımın gerçekleştiği boykot sonucunda sınavlar bir hafta ertelendi. Üniversitelerde muhalefet ve sınıf perspektifi Kapitalizmin küresel krizinin derinleşmesiyle birlikte dünyanın her yerinde artan ekonomik ve sosyal baskılara karşı yükselen kitlesel hareketlerin yansımaları Türkiye’de de kendini göstermeye başladı. AKP’nin içeride muhalif/sosyalist gençlere ve emekçilere, dışarıda ise Suriye halkına karşı açıkça savaş çığırtkanlığı yaptığı bu dönemde hız kazanan “üniversiteleri kontrol altına alma ve şirketleştirme” çalışmalarıyla birlikte, üniversiteler de hareketlenmiş durumda. ODTÜ’de yaşananlar, hem içerideki baskılara ve sefalete hem de Suriye’deki savaşçı politikalara karşı toplumsal muhalefetin kabarmaya başladığının bir göstergesidir. Unutmayalım ki, ODTÜ’lü öğrenciler, yalnızca üniversitelerin ticarileştirilmesine değil aynı zamanda hükümetin savaşçı politikasına karşı da yürüdüler. Estirilen polis terörü ise, hükümetin, her zamanki gibi gençlik içinde başlayan toplumsal kabarış karşısındaki çaresizliğini ifade eden barbarca bir sindirme politikası izleyeceğinin işaretini veriyor. Bununla birlikte, ODTÜ’deki eylemde ve sonrasındaki destek eylemlerindeki politik ve sınıfsal sınırlılıkları/eksiklikleri de göz ardı etmemek gerekiyor. AKP iktidarına karşı müca-
dele, sermayenin iktidarına karşı mücadeleden bağımsızlaştırıldıkça sınıfsal eksen burjuva partilerinin eksenine kaymakta ve işçi sınıfının başlıca müttefiki olması gereken öğrenci gençlik burjuva muhalefet ekseninde düzen sınırları içerisine çekilmektedir. Benzer şekilde, üniversitelerin ticarileştirilmesinin uluslararası bir sermaye saldırısı olduğu ve AKP’nin de bunun uygulayıcısı olduğu göz ardı ediliyor. Gerçekte var olmayan “akademik özgürlük” vurgusu ve üniversitelerin şirket olmadığı yolundaki açıklamalar gerçekliği gizlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Bugün öğrencilere destek açıklaması yapan öğretim görevlileri yaşanmakta olan üniversitelerin sermayenin tam denetimine sokulması sürecine karşı öğrencilerle birlikte sınıfsal bir karşı koyuş örgütlemedikçe üniversitelerin şirketleşmesi hızlanarak sürecek, öğrenciler müşterileştirilirken, eğitim emekçileri için güvencesiz çalışma yaygınlaşacaktır. Bu yüzden başta üniversite emekçileri olmak üzere işçiler, bu mücadelede öğrenci gençliği yalnız bırakmamalı; iktidarın pervasız saldırılarına karşı kararlılıkla çocuklarının ve kardeşlerinin yanında yer almalıdır. Bu konuda başlıca görev, eğitim emekçilerine düşmektedir. Onlar, mevcut örgütlülüklerinden üniversite gençliğine yönelik saldırılara eylemli bir şekilde karşı koymak için yararlanmalı; sendikaların tepesine çöreklenmiş olan bürokratları hükümetle yapmış oldukları fiili “eylemsizlik anlaşması” nı bozmaya zorlamalı, öğrencilerle ortak kendi bağımsız örgütlenmelerini yaratmalılar. Üniversitelerin dönüşümüne ve sermaye sınıfının AKP eliyle yükselttiği savaşçı politikalara karşı koymanın tek yolu mücadeleyi işçi sınıfı eksenine çekmektir. HHHH
51
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
soğuklar değil, kapitalizm öldürüyor Kışın gelmesiyle birlikte Avrupa’da da kar yağışı ve aşırı soğuklar etkisini göstermeye başladı. Özellikle Doğu Avrupa’da -30 santigrad dereceyi bulan soğuklar birçok evsiz için felaketin de habercisi durumunda. Avrupa genelinde aşırı soğuklardan dolayı ölenlerin sayısı 80’i buldu. Sadece Ukrayna’da donarak ölenlerin sayısı 30 olurken, yaklaşık 500 kişi de hastanelerde tedavi altında tutuluyor. Polonya’da donarak ölenlerin sayısı 15’i geçerken, bu sayı Bulgaristan’da 5, Romanya’da 8, Sırbistan’da ise 3. Özellikle Sırbistan’da soğuk ve kar hayatı olumsuz etkilerken, ülkede olağanüstü hal ilan edildi. Türkiye’de ise herhangi bir resmi donarak ölüm vakası yaşanmazken, birçok insan sağlıksız konutlarda yaktıkları kömür sobası nedeniyle zehirlenerek hayatlarını kaybetti. Tüm Avrupa’da milyonlarca insan sağlıksız
52
Kışın gelmesiyle birlikte Avrupa’da da kar yağışı ve aşırı soğuklar etkisini göstermeye başladı. Özellikle Doğu Avrupa’da -30 santigrad dereceyi bulan soğuklar birçok evsiz için felaketin de habercisi durumunda. konutlarda yaşama savaşı verirken, birçoğu da başlarını sokacak bir eve bile sahip değilken, birçok zengin tam bir konut çılgınlığı yarışına girmiş, onlarca lüks daire satın alıyor ve birçok yerde lüks siteler inşa edilmeye devam ediyor. Kapitalizm her alanda olduğu gibi konut alanında da konut sahibi olmayan birçok evsiz insan varken ve milyarlarca insan sağlıklı yaşamanın mümkün olmadığı konutlarda zenginlere trilyonlarca lira kira ödemeye devam ederlerken hala daha lüks ve şatafatlı konutlarla ciddi bir konut fazlası yaratıyor. Ayrıca bu fazla konutları da ormanları ve doğayı yok ederek yapıyor. Oysaki dünya üzerinde herkese yetecek kadar konut fazlasıyla mevcut ve bu konutlar rahatlıkla konut sahibi olmayanlara dağıtılabilir. Ama bu uygulama kapitalizmin doğasına aykırıdır. Egemenler bu çözüm yerine ikiyüzlüce soğuk hava nedeniyle Ukrayna’da olduğu gibi kimsesizlere çadır dağıtıyor ya da Türkiye’de olduğu gibi birkaç günlüğüne spor salonlarında sağlıksız koşullarda evsizleri misafir ediyor ve kısa süre sonra onları yine sokaklara terk ediyor. Kısacası binlerce evsizi ve sağlıksız konutlarda yaşayan insanı soğuk hava koşulları değil ama kapitalist sistem öldürüyor.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
suriye’ye askeri müdahale, patriotlar ve kimyasal silahlar m. özgür demir dak i Kasım ayın imlerinin seç başkanlık BD A n a ardınd Suriye’de , n a d tarafın ümetini Esad hük için devirmek kanlı iç n le rü sürdü ğrudan savaşa do yolunda müdahale ları atıldı. ım önemli ad
K
asım ayındaki başkanlık seçimlerinin ardından ABD tarafından, Suriye’de Esad hükümetini devirmek için sürdürülen kanlı iç savaşa doğrudan müdahale yolunda önemli adımları atıldı. Öncelikle Kasım ayında Katar’ın başkenti Doha’da Suriye’deki muhalefetin yeniden düzenlenmesi için bir konferans düzenlendi. Washington’ın ve ABD’nin önceki Suriye Büyükelçisi Robert Ford’un himayesi altında düzenlenen konferansta Suriye Ulusal Konseyi (SUK) yerine Suriye Devrimci ve Muhalif Güçlerin Ulusal Koalisyonu (SDMK) oluşturuldu. Ulusal Koalisyon’un oluşturulmasının ardından özellikle silahların hangi ellerden geçeceği ve nasıl denetleneceği önem kazanmış ve sıra askeri önderliğin düzenlenmesine gelmişti. Bu amaçla 7 Aralık’ta, Suriyeli milis grupları ABD’den, Britanya’dan, Fransa’dan, Körfez ülkelerinden ve Ürdün’den yetkililerin katılımıyla Türkiye’de yapılan görüşmelerde yeni bir birleşik komutanlık oluşturdu. 500 dolayında delege, 30 üyeli bir Yüksek Askeri Konsey ile bir genelkurmay başkanı seçti. Yüksek Askeri Konsey oluşturulurken ABD, Suriye’deki çatışmalarda işbirliği yaptığı El Kaide bağlantılı El-Nusra Cephesi ile aralarına mesafe koymaya çalıştı. El-Nusra Cephesi Konsey’in içinde yer almasa da, herhangi bir halk desteğine sahip olmayan ve büyük devletlere bağımlı İslamcıların egemenliğindeki yeni askeri önderliğin bileşimi, Suriye muhalefetinin gerici karakterini gözler önüne sermekte. 30 üyeli komutanlığın üçte ikisinin Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı örgütlerle bağlantılı olduğu belirtiliyor ki bu grupların çoğu, El-Nusra Cephesi’ni terörist bir örgüt olarak tanımlamak bir yana, bu örgütün muhalefetten dışlanmaması gerektiğini belirtiyorlar. Zaten Washington örgütü kara listeye alsa dahi, onun savaştaki önemli payından dolayı bunu yapması pek mümkün görünmüyor. Ulusal Koalisyon’un ve Yüksek Askeri Konsey’in oluşturulmasının ardından, Washington ile onun Avrupalı ve Arap müttefikleri önderliğindeki 130 hükümetin temsilcileri, 12 Aralık’ta Fas’ın Marakeş kentinde bir “Suriye’nin Dostları” toplantısı düzenlediler. Fas Dışişleri Bakanı Saad Eddine El Othmani, Suriyeli Devrimci ve Muhalif Güçlerin Ulusal Koalisyonu’nun Suriye halkının yegâne temsilcisi olduğunu ilan etme konusunda anlaştıklarını söyledi. Toplantı, ABD Başkanı Barack Obama’nın Ulusal Koalisyon’u resmen tanımasından bir gün sonra gerçekleşmişti. İslamcıların egemenliğindeki koalisyon, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad yönetimine karşı NATO destekli bir vekil savaşı sürdüren silahlı muhalefet gruplarını temsil etmek üzere ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından örgütlenmişti. Marakeş’teki toplantıya, Esad’ı desteklemeye devam eden ve aralarında Rusya’nın, Çin’in ve İran’ın da yer aldığı
53
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ülkeler katılmadı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, toplantıyla ilgili olarak, “ABD bütün kartlarını Ulusal Koalisyon’un askeri zaferine oynamaya karar vermiş durumda” diyerek tepkisini ifade etti. [1]
Irak’a müdahale için Saddam Hüseyin yönetiminin El Kaide ile işbirliği içinde olduğu ve bu terörist örgüte “kitlesel imha silahları” sağlanacağı yalanlarının propagandası yapılmıştı. Suriye’de de “kimyasal silahlar” müdahalenin gerekçesi olarak gösteriliyor.
54
Patriotlar ve NATO müdahalesi ABD tarafından bir yandan muhalefet (bir anlamda Esad sonrası hükümet) yeniden düzenlenirken diğer taraftan, NATO eliyle askeri bir müdahalenin altyapısı oluşturuluyordu. Fas’taki toplantıdan yalnızca birkaç gün sonra ise Türkiye’nin sınır bölgelerinde konuşlandırmak üzere NATO’dan talep ettiği Patriot füze sistemlerinin Almanya, Hollanda ve ABD tarafından temin edilmesine karar verildi. Bu üç ülkenin 6 Patriot bataryasının ve 1.200 askeri personelin Türkiye sınırına yerleştirilmesi için çalışmalar yaptığı ve Almanya’nın Kahramanmaraş’a, Hollanda’nın Adana’ya ve ABD’nin Gaziantep’e Patriot bataryaları yerleştireceği duyuruldu. NATO, yaptığı açıklamada, bu kararın “Türkiye’nin topraklarını ve halkını savunma ve NATO’nun güneydoğu sınırındaki tansiyonu düşürme amacıyla” alındığı belirtildi. Türkiye’nin olası bir Suriye saldırısına karşı “savunusu” bahanesiyle konuşlandırılacak olan Patriotlar, aslında ABD ve başlıca müttefiklerinin sürdürdüğü kanlı savaşın tırmandırılacağının göstergesidir. Füze sistemlerinin, bir yandan savaş uçaklarına ve füzelere karşı muhalif güçlere hava koruması sağlamak, diğer yandan da sınır boyunca bir “uçuşa yasak” bölge oluşturmak için kullanılma olasılığı yüksek. Bu hamle aynı zamanda Suriye’ye doğrudan askeri müdahalenin de habercisidir. Ancak bu hamlenin sadece Suriye’ye dönük olduğunu söylemek gerçekçi olmayacaktır. Özellikle İran ile ittifakı nedeniyle Suriye, Ortadoğu’nun sınırlarını yeniden çizmek ve ABD’nin konumunu ana jeopolitik rakiplerine
göre güçlendirmek için bir “köşe taşı” olarak görülüyor. Esad rejiminin devrilmesinden sonra bölgede sıranın İran’a geleceği konusunda yaygın bir görüş hakim. İran’ın Türkiye’ye yaptığı uyarılar da bu olasılığı güçlendiriyor. Ankara ile Tahran arasında sert rüzgârların estiği Aralık ayının son günlerinde İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihmanperest Türkiye’de yürüttüğü çalışmalar sırasında basın mensuplarına verdiği demeçte AKP hükümetini bir kez daha uyardı: “Batı’nın planlarının farkında olunması gerek… Bazı Türk yetkililer de İran’ın aleyhine konuşuyor. Babacan eğer İran’ın füzeleri varsa bizde de Patirot var diyor. İran’ın füzeleri kendi kontrolündedir ama Patriotlarınki NATO’nun.”
Müdahale gerekçesi: kimyasal silahlar Suriye’ye doğrudan bir askeri müdahalenin altyapısı oluşturulurken aynı zamanda müdahalenin meşruiyetinin sağlanması için faaliyetler de devam ediyor. ABD bu süreçte Irak’ta kullandığı taktiği uyguluyor. Irak’a müdahale için Saddam Hüseyin yönetiminin El Kaide ile işbirliği içinde olduğu ve bu terörist örgüte “kitlesel imha silahları” sağlanacağı yalanlarının propagandası yapılmıştı. Suriye’de de “kimyasal silahlar” müdahalenin gerekçesi olarak gösteriliyor. Aralık ayı boyunca Suriye’deki kimyasal silahlar konusundaki haberlerde ve yetkililerin açıklamalarında artış yaşandı. Bilindiği üzere Obama, kimyasal silah kullanımını dış müdahale için “kırmızı çizgi” olarak nitelemişti. Ancak Esad’ın kimyasal silah kullandığının ispatlanamaması ve Esad rejiminin ısrarla kimyasal silahı Suriyelilere karşı kullanmayacaklarını açıklaması, son dönemde bu kırmızı çizginin genişletilmesine neden oldu. Daha önce kimyasal silahlar konusunda belirsiz kaynaklara dayanarak
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Son gelişmeler, on binlerce insanın ölmesine, milyonlarca insanın yurtlarından olmasına, açlığa ve yoksulluğa terk edilmesine neden olan Suriye’deki bu kanlı iç savaşın emperyalistlerin askeri bir müdahalesiyle daha da tırmandırılacağının sinyallerini veriyor.
Esad yönetimini tehdit eden Washington, şimdi, bu kimyasal silahların, bizzat ABD’nin desteklemekte olduğu “asiler”in eline geçebileceği konusunda uyarı yapıyor. Washington Post tarafından birinci sayfada yayımlanan bir makalenin anlamı buydu. Makale, “ABD yetkilileri, Suriye’nin kitlesel imha silahlarının aşırı İslamcıların, düzenbaz generallerin ya da diğer denetlenemez hiziplerin eline geçmesinden giderek daha fazla kaygılanıyor” diye yazıyordu. ABD’nin bu adımları, bir ikiyüzlülüğün ifadesi olmakla birlikte, Suriye’ye yönelik müdahale hazırlıklarının açık ifadesidir. Bugüne kadar desteklenen El Kaide güçlerinin, bir süredir “Esad yönetiminin elindeki kimyasal silahları eline geçirmemesi gereken terörist gruplar” olarak adlandırılması yoluyla, Suriye’ye müdahalenin zemini oluşturulmaya çalışılıyor. [2] Son gelişmeler, on binlerce insanın ölmesine, milyonlarca insanın yurtla-
Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL
rından olmasına, açlığa ve yoksulluğa terk edilmesine neden olan Suriye’deki bu kanlı iç savaşın emperyalistlerin askeri bir müdahalesiyle daha da tırmandırılacağının sinyallerini veriyor. Bu gidişata ve katliamlara son verecek tek güç, emperyalist devletlerin ve onların Türkiye gibi bölgesel müttefiklerinin askeri müdahale hazırlıklarına karşı çıkan; Baas rejimini olduğu kadar gerici burjuva muhalefeti de karşısına alan, tüm etnik, dinsel vb. kimliklerden Suriyeli emekçileri işçi sınıfı kimliği altında birleştirecek sosyalist bir işçi sınıfı alternatifidir. HHHH
dipnotlar: [1] http://wsws.org/articles/2012/dec20 12/syri-d13.shtml [2] http://www.wsws.org/en/articles/2012/12/19/syri-d19.html
H
Bu kitapları e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.
info@toplumsalesitlik.org
Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL
55
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
macaristan’da öğrenciler sokakta
M
acaristan’daki üniversite öğrencileri, göreve geldiği 2010 yılından beri, sıkı bir kemer sıkma programı uygulayan ve uygulamaya koyduğu ağır vergilerle bütçe açığını kapatmayı amaçlayan Macaristan Demokratik Partisi hükümetinin “üniversite reformu”na karşı sokağa döküldüler. “Üniversite reformu”, kamu üniversitelerine aktarılan kaynakları kısarken, özel üniversitelere daha fazla kaynak kaynakların arttırılmasını içeriyor. Aynı Türkiye’de olduğu gibi, Macaristan’da da, özel üniversiteler teşvik edilerek, yükseköğretim bir bütün olarak sermayenin hizme-
56
tine sokulmaya çalışılıyor. Bunun somut karşılığı ise, işçi ve emekçi çocukları için üniversiteye girişin zorlaştırılması ve eğitimin ticarileştirilmesi. Macaristanlı üniversite öğrencileri, bu durumu protesto etmek amacıyla, Teknoloji ve Ekonomi Üniversitesi’nde toplanarak Maliye Bakanlığı’na yürüdüler. Yürüyüşleri sırasında Tuna nehrinin üstündeki köprüyü yaklaşık 1 saat işgal ederek oturma eylemi yapan öğrenciler, çevredeki işçi ve emekçileri eyleme katabilmek adına “Bizimleysen korna çal” sloganı attılar. Eylemin sonunda bakanlık önüne gelen öğrenciler, harçların kaldırılmasını ve Eğitim Bakanı’nın istifasını istediler. Öğrenciler, yaptıkları açıklamada, taleplerinin karşılanmaması halinde bir sonraki adımlarının üniversiteleri işgal etmek olacağını belirttiler.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
marksist bakış yayın kurulunun açmazı ve onunla tartışmanın olanaksızlığı üzerine halil çelik nlışlıkla MB’nin ya ı verdiği dın “cevap” a sin yan herke u k yazıyı o i, ib g e c e ği anlayabil temsel n ö köklü y rımızdan farklılıkla za ve ilgi üslubumu ıza kadar alanlarım en, bırakın birçok etm ayı, MB lm hemfikir o ile sağlıklı lu ru u yayın k ı kurmamız g lo a bir diy . ir llemekted bile enge
M
arksist Bakış (MB) yayın kurulunun Toplumsal Eşitlik dergisinin 10. sayısında yayımlanan “Merkezciliğin turnusol kâğıdı: Enternasyonalizm”[1] başlıklı yazıma karşılık olarak yazmış olduğu “Toplumsal Eşitlik’e Cevap- DEUK ve Neden 5. Enternasyonal?”[2] adlı yazı, yazık ki, benim Veli Umut Arslan’ın yazısına ilişkin eleştirilerime hiçbir yanıt vermemektedir. Bütün Toplumsal Eşitlik okurlarına, MB yayın kurulunun bu yazısını dikkatle okumalarını ve mümkünse saklamalarını tavsiye ediyorum. MB yayın kurulu, söz konusu “cevap”ta açıkça görüldüğü üzere, ilkeli bir siyasi tartışmayla karşılaşacağını hissettiği anda -ifade etmek zorundayım ki- terbiye sınırlarını aşarak patalojik düzeyde saldırgan bir dil kullanmakta ve açıkça yalanlar söylemektedir. MB yayın kurulu üyelerinin ilkeli bir siyasi tartışma karşısındaki korkuları onları öylesine pervasız hale getirmiş ki, V. U. Arslan’ın yazısına yönelik eleştirilerimi okuyanların, orada “keyfe keder karaçalmalar”, “küfür edebiyatı” ya da “serbest atışlar”, “çamur manzumesi” vb. iddiaların izini bile bulamayıp, “bu iddialar nereden çıktı?” diye soracaklarını düşünmüyorlar bile. Onlar, hem kendi okurlarının hem de sosyalistlerin zekâsıyla alay ediyorlar. MB yayın kurulu üyeleri, konunun özüne ilişkin bir tartışmanın üzerini örtmek için can havliyle sarıldığı, bana, Toplumsal Eşitlik yayın kuruluna ve DEUK’a yönelik bütün iddalarını ispat etmek durumundadır. Bunu yapmadıkları takdirde, işçi sınıfı devrimcilerinin ve Marksistlerin gözünde “iftiracı” damgası yiyeceklerdir. MB yayın kurulunun “cevap” adını verdiği yazısı, bütünüyle niyet okumaları üzerine kurulu hayali iddialardan ve hakaretlerden ibaret olmanın ötesinde, onun IV. Enternasyonal’e olan derin öfkesinin nasıl kontrol dışına çıkabildiğini göstermekte ve devrimcilerin asla ilgilenmeyecekleri kimi mesleklere özgü bir yaklaşımı içermektedir ki en tehlikeli olan da budur. Dolayısıyla, MB’nin yanlışlıkla “cevap” adını verdiği yazıyı okuyan herkesin anlayabileceği gibi, köklü yöntemsel farklılıklarımızdan üslubumuza ve ilgi alanlarımıza kadar birçok etmen, bırakın hemfikir olmayı, MB yayın kurulu ile sağlıklı bir diyalog kurmamızı bile engellemektedir. Bu yüzden, MB yayın kurulu üyelerinin bu yazıyı üzerine alınmasına ve burada anlatılanlar üzerine kafa yormasına, elbette, gerek yok. Zaten, MB yayın kurulunun her şeyi bilen üyelerinin yeni bir şey öğrenmeleri mümkün de değil.
57
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k MB yayın kurulunun çarpık bakışı
MB yayın kurulu, IV. Enternasyonal’i tarihe mal etmek için, önce, Uluslararası İşçiler Birliği’ni (I. Enternasyonal), Sosyalist (II.) Enternasyonal’i, Komünist (III.) Enternasyonal’i ve IV. Enternasyonal’i aynı kefeye koyup, onların “sınıf mücadelesinin belirli bir döneminde büyük görevlerin getirdiği yakıcı ihtiyaçlara cevap vermişler ve dönemlerinin ürünleri olmuşlardır” diyerek, tarihsel maddeci diyalektik yöntemin yerine eklektizmi geçirme yolunu seçiyor.
58
MB yayın kurulu “cevap” yazısında “4.Enternasyonal’in halen var olduğu şeklindeki iddialara kulak asarsak devrimci işçi hareketi tarihinde Birinci Enternasyonal, 1864-1876; 2.Enternasyonal, 1889-1914; 3.Enternasyonal 1919-23 arasında varlık gösterebilmişken 4.Enternasyonal’in (1938-?) sonsuza dek gidebileceğini kabullenmemiz gerekiyor. Bütün enternasyonaller sınıf mücadelesinin belirli bir döneminde büyük görevlerin getirdiği yakıcı ihtiyaçlara cevap vermişler ve dönemlerinin ürünleri olmuşlardır. Durum böyleyken Troçki’nin bir takım epigonları, tarihsel maddeciliği idealizm lehine terk ederek 4.Enternasyonal’i sınıf mücadelesinden bağımsız olacak şekilde tarih dışı tinsel bir varlığa dönüştürmüşlerdir. İşte Marksizm’den asıl kopuş budur.” diyor. Gelin, “Marksizm’den asıl kopuş”un ne olduğuna bakalım. MB yayın kurulu, IV. Enternasyonal’i tarihe mal etmek için, önce, Uluslararası İşçiler Birliği’ni (I. Enternasyonal), Sosyalist (II.) Enternasyonal’i, Komünist (III.) Enternasyonal’i ve IV. Enternasyonal’i aynı kefeye koyup, onların “sınıf mücadelesinin belirli bir döneminde büyük görevlerin getirdiği yakıcı ihtiyaçlara cevap vermişler ve dönemlerinin ürünleri olmuşlardır” diyerek, tarihsel maddeci diyalektik yöntemin yerine eklektizmi geçirme yolunu seçiyor. Durum böyle olunca da, bizim söz konusu tarihsel deneyimlerden öğrenme şansımız ortadan kalkıyor. Herkesin bildiği gibi, Britanyalı ve Fransız sendikacıların 1864 yılında Londra’da kurduğu Uluslararası İşçiler Birliği (UİB - I. Enternasyonal), Marksist bir enternasyonal değildi. O, işçi sınıfının yanı sıra küçük-burjuvazinin ve radikal-demokrat burjuvazinin siyasi temsilcilerini; reformist sendikacıları, komünistleri, Prouhon-
cuları, anarşistleri, burjuva milliyetçilerini içeren gevşek bir “sendikal” dayanışma örgütüydü. 14 Temmuz 1889’da Paris’te toplanan -o zamanki adıyla- Birleşik Sosyalistler Kongresi’nde kurulduğu kabul edilen Sosyalist (II.) Enternasyonal, işçi sınıfının “sol” küçük-burjuvazi, yani Marksizmin, anarşizm üzerindeki genel ideolojik ve siyasi egemenliğini ifade etmesine karşın, bizzat işçi sınıfı içinde -işçi aristokrasisi ve bürokrasisi ile geniş işçi yığınları arasında- yaşanan ayrışma ile damgalandı. Sosyalist (II.) Enternasyonal içinde ulusalcı-reformist ve enternasyonalist-devrimci kanatlar arasında yaşanan mücadeleler, sınıf içindeki bu ayrışmanın siyasi ifadeleriydi. Dahası, Sosyalist (II.) Enternasyonal, herhangi bir merkezi organa, bir programa ve tüzüğe, hatta net bir isme bile sahip değildi.[3] Bu yüzden Sosyalist (II.) Enternasyonal, Marksist anlamda bir dünya partisi olmamış; her bir ulusal işçi-kitle partisinin ülkesindeki duruma (ulusal çıkarlara) göre davrandığı ve uluslararası örgütlenmeyi kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalıştığı gevşek bir federasyon olarak kalmıştır. Bolşevik Parti ve diğer ülkelerdeki enternasyonalist Marksistler bu yaklaşımın reddi üzerinden Komünist Enternasyonal’i inşa etmişlerdir. Eğer Marx ile Engels’in Kasım-Aralık 1847’de “Komünist Parti Manifestosu”nda ifade edilen perspektifler üzerinde kurmuş olduğu Komünistler Birliği’ni saymazsak, Marksist anlamda bir dünya partisi, dünya devriminin kurmay örgütü olarak kurulan ilk örgütlenme, Komünist (III.) Enternasyonal’dir (Yeri gelmişken, MB yayın kurulunun bir yanlışını düzeltelim: Komintern’in ömrü, MB’nin yazdığı gibi 1919-23 ile sınırlı değildir: Komünist Enternasyonal, 1923’te değil ama 1933’te, Almanya Komünist Partisi’nin ve SSCB’nin Nazizmin
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Ama onun işlevi, Troçkizmi sadece Stalinizm karşıtı bir düşünce akımı gibi göstermek isteyen bütün merkezci iddiaların tersine, basitçe, MarksizmLeninizmi bir sonraki kuşağa aktarmasıyla sınırlı değildir. IV. Enternasyonal, kapitalizme son verme ve komünizme ilerleme mücadelesinde işçi sınıfına öncülük etme misyonunu Komünist Enternasyonal’den devralmış bir siyasi partiydi.
iktidara gelmesine yol açan politikalarını onaylamasıyla birlikte iflas etmiş; Troçki önderliğindeki Marksistler, ancak bunun ardından IV. Enternasyonal’in kurulması çağrısını yapmıştı). Komünist Enternasyonal, birinci kongresinde, “öncüyü homojen bir devrimci enternasyonalde toplama yönünde net bir tavır aldı. (...) İkinci Enternasyonal’de egemen olan ‘ulusal temelde bağımsız partiler arasında gevşek ilişkiler sürdürme’ (ve doğrudan birbirine karşı davranma) ilkesine, ortak teorik ve pratik temellerde bir dünya partisi oluşturma ilkesiyle; ortak bir uluslararası önderliği demokratik merkeziyetçilik temelinde inşa etme hedefiyle yanıt verdi.”[4] Komünist (III.) Enternasyonal, bu yüzden, UİB’den ve Sosyalist (II.) Enternasyonal’den niteliksel olarak ayrılır. Bu durum, Sovyetler Birliği’nde yaşanan Stalinist siyasi karşı devrime karşı “Sol Muhalefet / Uluslararası Sol Muhalefet” adı altında on yıl boyunca mücadele eden Troçki ve yoldaşlarının 3 Ağustos 1933’te kurduğu Uluslararası Komünist Birlik (BolşevikLeninist) ve onun devamı olan IV. Enternasyonal için de geçerlidir. IV. Enternasyonal’in 3 Eylül 1938’de kurulması, Marksist hareket ve uluslararası işçi sınıfı adına tarihsel bir dönüm noktasıdır. Ama onun işlevi, Troçkizmi sadece Stalinizm karşıtı bir düşünce akımı gibi göstermek isteyen bütün merkezci iddiaların tersine, basitçe, Marksizm-Leninizmi bir sonraki kuşağa aktarmasıyla sınırlı değildir. IV. Enternasyonal, kapitalizme son verme ve komünizme ilerleme mücadelesinde işçi sınıfına öncülük etme misyonunu Komünist Enternasyonal’den devralmış bir siyasi partiydi. Onun, Troçki’nin yazdığı “Kapitalizmin Can Çekişmesi ve Dördüncü Enternasyonal’in Görevleri (Kitlelerin, İktidarın Zaptına Hazırlanmak İçin Geçiş Talepleri Etrafında Seferberliği)
adlı kuruluş belgesini, kısaca “1938 Geçiş Programı”nı onaylaması, sınıf mücadelelerine dünya ölçeğinde somut müdahale iradesinin ifadesidir. MB yayın kurulu, bize, “Bütün enternasyonaller sınıf mücadelesinin belirli bir döneminde büyük görevlerin getirdiği yakıcı ihtiyaçlara cevap vermişler ve dönemlerinin ürünleri olmuşlardır.” diyor. Evrende belirli maddi koşulların ürünü olmayan ve o koşullarla birlikte ortadan kalkmayan hiçbir şey olmadığına göre, bu sözler, ilk bakışta çok doğru gibi görünüyor. Ama biraz daha yakından baktığımızda, onun, MB yayın kurulunun elinde, “somut durumun somut tahlili”ni değil ama gerçekte hiçbir şey ifade etmeyen idealist bir genellemeyi ifade ettiğini görüyoruz. İki noktayı anımsamakta yarar var: 1) Maksistlerin, “kendiliğinden bilinç (sendikal bilinç)” ile “sınıf bilinci (komünist bilinç)” ve “kitlelerin örgütü” ile “komünistlerin örgütü” arasında yaptıkları ayrımı enternasyonallere uyarlarsak, UİB’in (I. Enternasyonal) kendiliğinden (sendikalist) bilincin örgütsel ifadesi olduğunu; Sosyalist (II.) Enternasyonal’in ise Almanyalı Marksistlerin sınıf bilinçli (Marksist) iradesiyle kurulmuş olmasına karşın bu yönde ilerlemeyip, işçi aristokrasisinin ve bürokrasisinin elinde, ulusalcı-reformist “kendiliğinden bilincin” cisimleştiği bir örgütlenme haline geldiğini biliyoruz. İşçi sınıfının her bir ülkedeki “kendiliğinden bilinci”, bu ülkelerin birbirine rakip egemen sınıfları eliyle belirlendiğinden, Sosyalist (II.) Enternasyonal’in demokratik merkeziyetçi bir dünya partisi haline gelmesi mümkün olmadı. Komünist (III.) Enternasyonal ile IV. Enternasyonal’de ise durum bütünüyle farklıdır. Bu enternasyonaller, “sınıf bilincini” yani komünist bilinci kendilerinde cisimleştiren örgütlerdir; dolayısıyla, işçi sınıfının güncel çıkarlarını değil ama tarihsel çıkarlarını
59
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Komünist Parti Manifestosu’nun, Komünist Enternasyonal’in kapitalizmden komünizme geçiş taleplerini ifade eden ilk dört kongre kararlarının ve IV. Enternasyonal’in 1938 Geçiş Programı’nın güncelliği, onların yazılmış oldukları döneme ilişkin özgün tespitlerinin günümüzde geçerli olup olmamasında değil; sahip oldukları yöntemde ve perspektifte yatar.
60
ifade eden perspektifler ve programlar üzerinde yükselirler. İşçi-kitle örgütleri değil ama devrimci öncünün örgütleri olan bu tür partiler, varlıklarını, sınıfsal mücadelelerin iniş-çıkışlarından ve kitlelerin bilincindeki savrulmalardan bağımsız olarak sürdürürler (bu, kuşkusuz, onların sözkonusu iniş-çıkışlardan, değişimlerden hiç etkilenmeyecekleri anlamına gelmez). Marksistlerin partileri, -dolayısıyla daenternasyonalleri, ekonomik çevrimlerin, savaşların, devrimlerin ve karşı devrimlerin yoğun etkisine maruz kalarak, bir dönem için karşı devrimin saldırısı altında fiziksel anlamda imha edilme noktasına gelseler ve kitleleri devrime taşıyamasalar bile, “günün” değil ama çağın gereklerine yanıt veren; işçi sınıfının güncel değil ama tarihsel çıkarlarını yansıtan tarihsel bir perspektifin ve programın cisimleşmiş ifadesi oldukları için yaşarlar. (Nitekim, IV. Enternasyonal, II. Dünya Savaşı sırasında, tüm çabalarına rağmen emperyalist savaşı sosyalist dünya devrimine çevirememiştir. MB yayın kurulunun mekanik mantığına göre bu yüzden daha o dönemde “yeni -beşinci!- bir enternasyonal”in kurulması gerekirdi.) Komünist Parti Manifestosu’nun, Komünist Enternasyonal’in kapitalizmden komünizme geçiş taleplerini ifade eden ilk dört kongre kararlarının ve IV. Enternasyonal’in 1938 Geçiş Programı’nın güncelliği, onların yazılmış oldukları döneme ilişkin özgün tespitlerinin günümüzde geçerli olup olmamasında değil; sahip oldukları yöntemde ve perspektifte yatar. Biz Marksistler de, güce tapan küçük burjuvaların aksine, bu mirası, sözkonusu örgütlerin dönemlerinde sınıf mücadelesine önderlik edip edemediğine bakarak değil, bu perspektiflerinden dolayı sahipleniriz. 2) Üzerinde konuştuğumuz şey, soyut bir kategori olarak “enternasyonal”
değil ama somut bir siyasi örgütlenme, Leninist bir dünya partisi olarak IV. Enternasyonal’dir. IV. Enternasyonal, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında; faşizmin yükseldiği bir dönemde ve bir dünya savaşının hemen öncesinde; SSCB’de iktidarı işçi sınıfından gaspetmiş olan Stalinist bürokrasinin ve onun Avrupalı ortaklarının elinde dünya devrimi ve komünizm programını bütünüyle terkeden Komünist Enternasyonal’in ardılı olarak kuruldu. IV. Enternasyonal, üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyetin -dolayısıyla onun üzerinde yükselen devletlerin- işçi devrimleriyle ortadan kaldırılması ve onların yerini sovyetik tarzda örgütlenmiş işçi devletlerinin alması; üretimin dünya çapında kâr için değil ama insan ihtiyaçlarının karşılanması uğruna emekçilerin demokratik planlaması altında gerçekleşmesi; yani, bir dünya sosyalist devletler federasyonuna ulaşma perspektifiyle kurulmuştur. Kısacası, onun programı, kapitalizmden komünizme geçiş programıdır. Dolayısıyla, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılmasını ve komünizmi amaçlayan; dünya devrimi perspektifi üzerine kurulu bir programı savunan IV. Enternasyonal’in “tarihsel işlevini tamamlamış” olduğundan söz etmek, yalnızca şu iki durumdan birinde söz konusu olabilir: 1) Söz konusu tarihsel dönemin (kapitalizmin ya da “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nın) sona ermesi; yani, insanlığın komünizme ulaşması ya da Marksizmin öngöremediği yeni bir çağa girmesi. 2) IV. Enternasyonal’in dünya devrimi / komünizm programından vazgeçmesi. Özetle, yeni (“V.”) bir enternasyonalin kurulması için, “Bütün enternasyonaller sınıf mücadelesinin belirli bir döneminde büyük görevlerin getirdiği yakıcı ihtiyaçlara cevap vermişler ve dönemlerinin ürünleri olmuşlardır”
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
MB yayın kurulunun üyeleri, daha da ileri gidiyor ve Marksist geleneği sürdüren Troçkistleri, “epigonlar”, “skolastikler”, “dogmatizm” gibi, “derin” tespitler eşliğinde kendilerinceaşağılarken, Mayıs 1951’de Marksizm ile bütün ilişkilerini resmen kesmiş olan Natalya Sedova Troçki’ye sarılıyor.
demek yetmez. MB yayın kurulu, eğer “V. Enternasyonal” çağrısını bu tez üzerine kuruyorsa, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının kapandığını; dolayısıyla, IV. Enternasyonal’in programının çağın gereklerine yanıt vermediğini ve artık geçersizleştiğini kanıtlamak durumdadır. O, bildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar böyle bir şey yapmamıştır. IV. Enternasyonal’i tarihe gömmenin diğer yolu, yukarıda değindiğimiz gibi, onun dünya devrimi perspektifini ve programını terk etmiş; işçi sınıfının devrim ve komünizm davası uğruna dönüşü olmaz biçimde (aynı 1914’te II. Enternasyonal ve 1933’te III. Enternasyonal gibi) ve bütünüyle yitirilmiş olduğunu kanıtlamaktır. Bunun yolu da bellidir: Oturur, IV. Enternasyonal’in perspektif dökümanlarını ve programını inceler; bunların Marksizmin revizyonu olduğunu ve sınıf işbirlikçi, oportünist bir pratiğe hizmet ettiğini kanıtlarsınız. MB yayın kurulu, bunların hiçbirini yapmıyor. MB yayın kurulunun üyeleri, daha da ileri gidiyor ve Marksist geleneği sürdüren Troçkistleri, “epigonlar”, “skolastikler”, “dogmatizm” gibi, “derin” tespitler eşliğinde -kendilerince- aşağılarken, Mayıs 1951’ de Marksizm ile bütün ilişkilerini resmen kesmiş olan Natalya Sedova Troçki’ye sarılıyor.
Sedova IV. Enternasyonal’den neden ayrıldı? IV. Enternasyonal’i bir an önce (aslında fazlasıyla gecikmiş bir şekilde) yerin dibine batırmaya kararlı görünen MB yayın kurulu, Natalya Sedova’nın “Troçki’nin epigonlarını ‘eski ve geçersiz formülleri saplantı haline getirmek’ ile mahkûm edip 4. Enternasyonal’den istifa etmiş” olduğunu iddia ediyor. Üzülerek belirtmem gerekiyor ki, MB yayın kurulunun bu tespiti bilinçli bir çarpıtma üzerine kuruludur ve gerçeği ifade etmemektedir.
Sedova, IV. Enternasyonal’in ve ABDSİP’in önderliklerine yazdığı 9 Mayıs 1951 tarihli mektubunda, SSCB’de “yeni ve öngörülmedik bir biçim altında da olsa” kapitalizmin restore edilmiş olduğunu savunuyor ve bu konuda II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren IV. Enternasyonal’in önderliği ile fikir ayrılığı içinde olduğunu söylüyordu. O, IV. Enternasyonal önderliğinin Kore savaşında emperyalist müdahale karşısında Kuzey Kore’yi savunmasına karşı çıkıyordu. MB yayın kurulu, söz konusu mektuptan alıntı yapmasına rağmen, bütün bunları neden söylemiyor? Bunu yapamıyor, çünkü bu durumda, “dogmatizm lehine Marksist yöntemi terk edenlere bayrak açanlardan birisi” olarak övdüğü Natalya Sedova’nın SSCB’de “devlet kapitalizmi”ni savunduğunu; yani, onun IV. Enternasyonal’den ayrılma yönündeki kararının, gerçekte, Troçkizmden / Marksizmden kopuş anlamına geldiğini de itiraf etmesi gerekecekti. Sedova’nın IV. Enternasyonal’den ve Marksizmden kopmuş olması, kuşkusuz, önemli bir kayıptı. Bununla birlikte, o, yaşamının önemli bir bölümünü olağanüstü zor koşullar altında bir Marksist olarak yaşadıktan sonra saflardan kopan ne ilk insandı ne de sonuncusudur (eğer, geçmişte Marksist harekete önderlik etmiş olan devrimcilerin Marksizmden koparak partiden ayrılmasını o hareketin iflas nedeni olarak açıklamak mümkün olsaydı, Marksist bir hareketten söz edemezdik. Bu baştan sona idealist çarpık yaklaşıma aşağıda tekrar döneceğiz). Dahası, Sedova’nın IV. Enternasyonal’in saflarından ve Marksizmden uzaklaşmasında, savaş sonrası dönemin devasa ekonomik büyümesi üzerinde yükselen burjuva ve küçük burjuva ideolojik basınçların ve uluslararası ortamın fırtınalı ve gergin karakterinin yanı sıra, IV. Enternasyonal
61
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k MB yayın kuruluna göre, “Troçki’nin geleneğini”, Marksist yöntemi ve bizzat Troçki’nin kaleme almış olduğu programı savunan IV. Enternasyonal’in önderliği değil; Troçki’nin yaşamı boyunca bağlı kaldığı ve ölümünden kısa süre önce ABD-SİP içindeki BurnhamShachtman eğilimine karşı parlak bir şekilde savunduğu Marksist yöntemi terk ederek SSCB’nin “devlet kapitalisti” olduğu biçimindeki revizyonist tezi savunan Natalya Sedova temsil ediyor! Öyle mi?
62
önderliğinin eksikleri ve yanlışları da, kuşkusuz, etkili olmuştur. Ama hiçbir eksik ya da yanlış, hatta suç, 1951’de “SSCB’de kapitalizmin restore edilmiş olduğu” biçimindeki anti-Marksist düşünceyi savunmanın ya da Kuzey Kore’nin emperyalist saldırıya karşı savunusuna karşı çıkmanın gerekçesi olamaz; hiç kimse, Sedova’nın Troçkizmden kopmasının sorumluluğunu IV. Enternasyonal’in önderliğine yıkamaz. Oysa MB yayın kurulu, Natalya Sedova’nın, SSCB’nin sınıf karakterine ilişkin temel tespitlerini reddederek IV. Enternasyonal’den ayrılmasını, “4.Enternasyonal’in Troçki’nin geleneğini temsil edemeyeceğinin ve de dağılışının ifadelerinden biri” olarak tanımlıyor. Yani, MB yayın kuruluna göre, “Troçki’nin geleneğini”, Marksist yöntemi ve bizzat Troçki’nin kaleme almış olduğu programı savunan IV. Enternasyonal’in önderliği değil; Troçki’nin yaşamı boyunca bağlı kaldığı ve ölümünden kısa süre önce ABD-SİP içindeki Burnham-Shachtman eğilimine karşı parlak bir şekilde savunduğu Marksist yöntemi terk ederek SSCB’nin “devlet kapitalisti” olduğu biçimindeki revizyonist tezi savunan Natalya Sedova temsil ediyor! Öyle mi? Bununla birlikte, MB yayın kurulu, IV. Enternasyonal’in programının geçersiz olduğunu, onu savunanların bu programı terk etmiş olduğunu kanıtlayamadığı gibi; “dogmatizm lehine Marksist yöntemi terk edenlere bayrak açanlardan birisi” olarak selamladığı Sedova’nın, SSCB’de -II. Dünya Savaşı döneminde- kapitalizmin restore edilmiş olduğu ve emperyalist saldırı karşısında Kuzey Kore’nin savunulmaması gerektiği yollu düşüncelerini paylaştığını da söylemiyor. Bunu yapamıyor; çünkü bu durumda, “Troçkist” maskesi takamaz; IV. Enternasyonal’in saygınlığını sömüremezdi.
MB yayın kurulunun, ciddi ve kapsamlı bir kuramsal çalışmayı gerektiren bu adımların hiçbirini atmayan; her siyasi yapı gibi yanlış yapmış olabileceğini ise aklından bile geçirmeyen üyeleri, bunun yerine, “V. Enternasyonal” çağrısını IV. Enternasyonal’i karalama üzerine inşa etmeyi tercih ediyor. MB yayın kurulunun, tarih boyunca bütün oportünistlerin öğretiye bağlı Marksistlere yönelttiği “epigonlar”, “skolastikler”, “dogmatizm” gibi suçlamalar eşliğinde, sayısal büyüklük, bölünmeler, örgütsel güç vb. ampirik verilere ve “ölçütlere” sarılmasının nedeni budur. Marksistlerin zerre kadar değer vermediği bu sözde “ölçütler”, ideolojik ya da siyasi mücadelede değil; olsa olsa mahalle kahvelerinde dedikodu malzemesi olarak “anlamlı” olabileceği için, bizi ilgilendirmiyor.
Güce tapma ve kendiliğindenliğe boyun eğme Tarihsel maddeci diyalektik yöntemi bir yana bırakıp ampirik gözlemci yönteme sarılan MB yayın kurulunun IV. Enternasyonal’i mezara gömme gerekçesi olarak sarıldığı bir diğer sav, onun kitleselleşememiş ve “dünya işçi hareketinin önderliğini” alamamış olmasıdır. Lütfen dikkat edin, MB yayın kurulu, IV. Enternasyonal’i, bir devrim durumunda iktidarı almayı reddettiği ya da karşı devrime savrulduğu için mahkûm etmiyor (edemez de!). MB yayın kurulunun üyeleri, IV. Enternasyonal’i, faşizm ve savaş yıllarının ardından açılan devasa kapitalist büyüme döneminde, reformizmin altın çağında ve Stalinist ya da sosyal demokrat sendikal ve siyasal örgütlerin egemenliği altında olan bir işçi sınıfı içinde çoğunluğu elde edemediği için tarihe gömüyor. MB yayın kurulunun üyelerine göre, “1960’lı ve 1970’li yılların görkemli mücadeleleri[nin] Stalinizmin ve diğer küçük burjuva radikallerinin egemenliği altında kal-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Marksistler, siyasi önderliği, MB yayın kurulu üyelerinin yaptığı gibi, belirli bir dönemde sahip olduğu fiziksel güce ve kitleler üzerindeki etkisine göre değil; siyasi perspektifine ve programına bakarak değerlendirirler.
mış” olmasının sorumlusu da IV. Enternasyonal’dir(!). MB yayın kuruluna sormak gerekiyor: Hazır bizim gibi dogmatiklerinkinden farklı ve de “bilimsel” bir ölçüt bulmuşken, neden onu “dünya işçi hareketi”ne hiçbir zaman sizin anladığınız gibi fiili önderlik yapamamış olan IV. Enternasyonal’in bütün tarihine hatta Lenin-Troçki önderliğindeki Komünist (III.) Enternasyonal’e- uygulamıyorsunuz? Neden, Stalinist ve sosyal-demokrat önderliklerin sahip olduğu devasa güç karşısında umutsuzluğa kapılanların sizden çok önce yapmış olduğu gibi, açıkça, “IV. Enternasyonal’in kurulması yanlıştı” demiyorsunuz? Neden, programı ve perspektifi ne olursa olsun (bunların ne önemi var ki!) Türkiye’deki “en güçlü” sol harekete girip kendinizi feshetmiyorsunuz? MB yayın kurulu üyeleri, yalnızca bu yöntemlerinden dolayı, örneğin 20. yüzyılın başlarında yaşıyor olsalardı, yıllarca hiçbir kitlesel etkiye sahip olmadığı hatta defalarca ortadan kalkma noktasına geldiği için, Bolşevikleri de mezara gömerlerdi. Onların, aynı şekilde, I. Dünya Savaşı’nı durduramadıkları için dönemin enternasyonalist Marksistlerini de mahkûm etmeleri gerekmektedir. Bir kez daha anımsamakta yarar var: Marksistler, siyasi önderliği, MB yayın kurulu üyelerinin yaptığı gibi, belirli bir dönemde sahip olduğu fiziksel güce ve kitleler üzerindeki etkisine göre değil; siyasi perspektifine ve programına bakarak değerlendirirler. Bu yaklaşım sayesindedir ki, bizler, güce tapan küçük burjuvalardan farklı olarak, hem “karşı devrimin anası” ekonomik büyüme ve reformizm dönemlerinde hem de en ağır baskı ve yenilgi dönemlerinde bile işçi sınıfına yabancı ve komünizm düşmanı güçlere yedeklenmez; fiziksel olarak imha edilsek bile siyasi varlığımızı sürdürmeyi başarırız. Bütün
bunlar, 1938-1953 arası IV. Enternasyonal ve 1953’ten bu yana onun Uluslararası Komitesi (DEUK) için geçerlidir. Eğer MB yayın kurulu, yüzeysel gözlemcilik ve eklektizm yerine tarihsel maddeci bir yönteme sahip olsaydı, Stalinizmin ve sosyal demokrasinin II. Dünya Savaşı sonrası kabaca 30-35 yıla damgasını vuran egemenliğinin IV. Enternasyonal’in güçsüzlüğünden kaynaklanmadığını; tersine, her iki olgunun altında da dünya kapitalizminin dinamiklerinin yattığını görebilirdi. Bu tespit, elbette, ilkelere ve perspektiflere bağlılık, siyasi tutarlılık, kararlılık vb. öznel etmenlerin önemini reddettiğimiz anlamına gelmiyor. Tersine, bu öznel etmenler son derece önemlidir. Ama IV. Enternasyonal DEUK, bu konuda en son eleştirilebilecek örgütlenmedir. Onun içinde, her zaman Marksist yönteme, ilkelere ve siyasi programa bağlı kadrolar çıkmış ve bunlar, yalpalayan önderlikleri hizaya çekmiş ya da revizyonizme-oportünizme kayanları partiden uzaklaştırmıştır. Bizler, Cannon önderliğindeki Troçkistlerin Pablocu revizyonizme ve tasfiyeciliğe karşı DEUK’u kurmasını; ABD-SİP’in Pabloculuğa dönmesi karşısında Heally ile Lambert önderliğindeki Britanyalı ve Fransız Troçkistlerin IV. Enternasyonal’in ve DEUK’un kuruluş ilkelerine bağlı kalmasını; Lambert’in ve Heally’nin önderliğinde 1970’lerde açığa çıkmaya başlayan ulusalcı oportünist çizgiye karşı direnen ABD’li, Britanyalı, Alman, Avustralyalı, Sri Lankalı ve diğer ülkelerden “bir avuç” genç Troçkistin IV. Enternasyonal’i yaşatma çabasını tam da bu yüzden sahipleniyoruz. Eğer bugün DEUK’ta cisimleşen bütün bu çabalar, Marksist perspektiflerin korunması ve geliştirilmesi yönündeki bu ısrarlı mücadele olmasaydı, IV. Enternasyonal, tam da MB
63
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
İşin ilginç yanı, MB yayın kurulunun IV. Enternasyonal’i önceki onyıllar içinde güçlenmediği / kitleselleşmediği ve “dünya işçi hareketi”nin önderliğini alamadığı için canlı canlı mezara gömmeye çalışırken, Stalinizmin, küçük burjuva radikalizminin, ulusalcı hareketlerin ve onlara yedeklenen Pablocu önderliklerin bu süreçteki rolünü irdelemeyi akıl bile etmemesidir.
64
yayın kurulu üyelerinin söylediği belki de can attığı- gibi, dönemin Stalinist “komünist” partilerinin, sosyal demokrasinin, burjuva ve küçük burjuva ulusal kurtuluş hareketlerinin, küçük burjuva radikalizminin ya da günümüzün modası “yeni sol”un içinde tasfiye edilmiş olabilirdi. Oysa günümüzde, IV. Enternasyonal’in saygınlığını sömürmek üzere onun adına sahip çıkan bir sürü akım işçi sınıfına yabancı ve çoğu durumda düşman mülk sahibi sınıfların şu ya da bu kesimine yedeklenirken, DEUK, işçi sınıfının ideolojik ve siyasi/örgütsel bağımsızlığını titizlikle korumaya devam ediyor. Aralarında MB yayın kurulunun da yer aldığı merkezcileri telaşa düşüren de, IV. Enternasyonal’e şu ya da bu biçimde sahip çıkıyor gibi görünen bütün oportünist eğilimler hızla sağa kayarken, DEUK’un savunduğu Marksist perspektiflerin işçi sınıfı ve gençlik içinde güçleniyor olmasıdır. İşin ilginç yanı, MB yayın kurulunun IV. Enternasyonal’i önceki onyıllar içinde güçlenmediği / kitleselleşmediği ve “dünya işçi hareketi”nin önderliğini alamadığı için canlı canlı mezara gömmeye çalışırken, Stalinizmin, küçük burjuva radikalizminin, ulusalcı hareketlerin ve onlara yedeklenen Pablocu önderliklerin bu süreçteki rolünü irdelemeyi akıl bile etmemesidir. Haydutlar, aile içindeki işbirlikçilerinin yardımıyla eve giriyor ve ne varsa yağmalayıp ortadan kaldırmaya çalışıyor. Evdekilerden birkaçı bu saldırıya karşı koyuyor ve haydutlarla birlikte işbirlikçileri de püskürtüyor. Ama bu arada, işbirlikçilerin ve onların yalanlarına kananların gitmesiyle birlikte evdeki insan sayısı azalmış; direnenler de bir hayli hırpalanmış durumdadır. Onlar, yaralarını iyileştirip evi yeniden onarmaya çalışırken, onu yağmalayanlar ile MB yayın kurulu gibi merkezci izleyiciler ise yaşa-
nan felaketten, direnenleri sorumlu tutuyorlar: Direnmeye kalkmasaydınız, ne güzel hep birlikte olacak ve elbette oportünist politikalar izleyerek- büyüyecektik! MB yayın kurulu üyeleri, IV. Enternasyonal’in saygınlığını sömüren her türlü oportünist akımın 1953’ten bu yana yaptığını, üstelik de Pablocu, Morenist, Lambertçi, Cliffçi vb. bütün o akımların haklı olarak- sustuğu bir dönemde, biraz (59 yıl) gecikmeli olarak yapmaya kalkmaktadır. Ne diyelim? Fazlasıyla talihsiz bir gecikme... Önceki yazımda Troçki’den aktarmıştım: “e. Merkezci her zaman sağcı gruplaşmalara manevi bir bağımlılık içindedir ve daha ılımlı olanların huzurunda yaltaklanmaya, onların oportünist kusurları hakkında sessiz kalmaya ve işçilerin karşısında onların yaptıklarının üzerini örtmeye eğilimlidir. “g. Merkezcinin, oportünist ile Marksist arasında işgal ettiği yer, belirli bir ölçüde küçük burjuvazinin kapitalistle proletarya arasında işgal ettiği konuma benzer; ilkinin karşısında el pençe divan durur ve ikincisini hor görür.”[5]
Ne için ve nasıl bir “yeni” enternasyonal? MB yayın kurulu, “cevap” adını verdiği ama V. U. Arslan’ın yazısına yönelik eleştirilerimin tek bir satırına bile yanıt vermediği yazısında, “Tartışılması gereken 5.Enternasyonal’i inşa sürecinin programı ve metodolojisidir” diyor. Çok doğru! Ama MB yayın kurulunun her şeyi bilen üyeleri, bu konuda da tek bir sözcük bile yazmıyor. Yoksa bunu da mı bizden bekliyorlar? MB yayın kurulu, yeni bir enternasyonalin kurulması gerektiğini ilan ediyor. Buna karşılık, onun günümüz dünyasını nasıl kavradığı, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere neyi önerdiği bile belli değil. Ne Arslan’ın -daha önce
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k MB’nin yayın kurulu, insanlık kültürünün Marksistler eliyle biçimlendirilmekte olan yaşamsal önemdeki bölümüne dudak büktüğü için, “yeni” bir enternasyonalin gerekliliğini kanıtlamak zorunda kaldığında, tek bir ciddi söz bile söyleyemiyor. O, IV. Enternasyonal’e ve DEUK’a karşı teorik ve programatik bir eleştiri geliştiremediği için, mecburen, en kolay yolu seçiyor; tek bir kanıt bile sunmadan dahası, kendisiyle çelişme pahasınaçamur atıyor ve ucuz yalanlar üretiyor.
yanıt verdiğim- yazısında ne de MB yayın kurulu üyelerinin benim yazıma verdikleri sözde yanıtta, küreselleşme, kapitalizmin krizi, burjuvazinin işçi sınıfına yönelik uluslararası saldırısı, emperyalist müdahaleler, işçi sınıfının mevcut sendikal ve siyasi önderliklerden bağımsız örgütlenmesi, bu örgütlenmelerin programı ve biçimi gibi, işçi sınıfı ve Marksist hareket için yaşamsal öneme sahip konulara tek bir sözcükle olsun değinilmiyor. Oysa bırakalım ulusal ya da uluslararası düzeyde bir parti kurmayı, bir siyasi dergi çıkartmak için bile, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu bütün bu ve diğer konulara ilişkin kapsamlı bir çözümleme yapıp, sorunlara ilişkin çözüm önerileri geliştirmek, en azından, bu yönde bir çaba göstermek gerekir. Ama böylesi bir çaba, yöntemsel ve tarihsel ölçekte ciddi bir teorik çalışmayı ve varolan diğer akımlarla ciddi bir hesaplaşmayı gerektirir. MB yayın kurulunun üyeleri ise bu son derece külfetli ve sorumluluk isteyen işe soyunmaktansa, Marksistlerin “devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz” ilkesinin yerine Bernstein’ın “Hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey!” şiarını geçirmeyi ve kuramsal çalışmayı “masa başı devrimciliği” olarak aşağılamayı tercih ediyorlar. Bunda da, kendilerince haksız sayılmazlar. Öyle ya! Kuramsal çalışma sistematik bir çabayı, kendisiyle hesaplaşmayı ve edilen her sözün hesabını vermeyi gerektirirken, insanların bilinçlerinden çok duygularına hitap eden ve her şeyin birkaç gün sonra nasıl olsa “unutulacağını” sanan “hareketçilik” çok daha kolay bir yol. MB yayın kurulunun “masa başı devrimciliği” diyerek aşağıladığını sandığı şey, başta Marx ile Engels olmak üzere, Marksistlerin onlarca yıl içinde -barikatlarda değil ama “masa başında”oluşturmuş olduğu Marksizm; sınıf bilinçli işçilerin günümüzdeki ve yarınki
eylemlerine yön verecek olan devasa teorik / entellektüel birikimdir. Yine Troçki’den aktaralım: “Teorik olarak merkezcilik amorf ve eklektiktir; teorik yükümlülüklerden mümkün olduğu ölçüde yan çizer ve pratiğe yalnızca Marksist teorinin devrimci yöneliş kazandırabileceğini anlamaksızın, teori karşısında (lafta) ‘devrimci pratiğe’ öncelik verir” MB’nin yayın kurulu, insanlık kültürünün Marksistler eliyle biçimlendirilmekte olan yaşamsal önemdeki bölümüne dudak büktüğü için, “yeni” bir enternasyonalin gerekliliğini kanıtlamak zorunda kaldığında, tek bir ciddi söz bile söyleyemiyor. O, IV. Enternasyonal’e ve DEUK’a karşı teorik ve programatik bir eleştiri geliştiremediği için, mecburen, en kolay yolu seçiyor; tek bir kanıt bile sunmadan dahası, kendisiyle çelişme pahasınaçamur atıyor ve ucuz yalanlar üretiyor. Dahası, MB yayın kurulu, DEUK’a yönelik karalamasını, sansasyonel bir haber bulmuş küçük burjuva gazetecisi havasıyla, “bu ‘yüce’ DEUK nedir, şimdi bunu açıklamanın zamanı geldi” diyerek, sanki bilinmeyen bir şeyi açıklıyormuş gibi yapıyor. İşin trajik yanı, okurlarını aptal yerine koyan MB yayın kurulunun, DEUK’a yönelik bütün temelsiz karalamalarını, bizzat DEUK’un onlarca yıl önce yazıp yayımlamış olduğu dökümanlardan ama bilinçli olarak bütün anlamını çarpıtacak şekilde cımbızlayarak aldığı bir iki cümleye dayandırıyor olmasıdır. Sonra da, bizden, bu yalanları yanlışlamamızı istiyorlar. MB yayın kurulu üyeleri farkında mı bilmiyorum ama bu tavırlarıyla, Stalin’in, Troçkistleri Nazi ajanlığıyla suçlayıp tersini kanıtlamalarını talep eden savcılarını andırıyorlar. MB yayın kurulu, DEUK’u sözde karalamak için, 1953’te IV. Enternasyonal’in tasfiyesine karşı DEUK’un kurulmasına önderlik eden J. Can-
65
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“Teorik olarak merkezcilik amorf ve eklektiktir; teorik yükümlülüklerden mümkün olduğu ölçüde yan çizer ve pratiğe yalnızca Marksist teorinin devrimci yöneliş kazandırabileceğini anlamaksızın, teori karşısında (lafta) ‘devrimci pratiğe’ öncelik verir.”
66
non’un 10 yıl sonra Pablocu saflara savrulmasını örnek veriyor ama DEUK’un konuya ilişkin değerlendirmelerini ağzına bile almıyor. DEUK, ABD-SİP’in Pabloculuğa dönüşünü değerlendirirken, bizim küçük burjuva küfürbazlarımız gibi Cannon’u bir bütün olarak ayaklar altına alıp çiğnememiş; Pabloculuğa dönüşün maddi toplumsal temellerini gözler önüne sermişti. Marksizmin yöntemine sarılan DEUK, sonradan Lambert’in, Heally’nin ve diğerlerinin yaşadıkları savrulmaları da aynı tarihsel maddeci diyalektik yöntemle ele almıştır. Çünkü yaşananlardan dersler çıkartmanın ve ileride benzeri durumların yaşanmamasını sağlamanının tek yolu budur. MB yayın kurulunun yöntemi ise bir kez daha -üzülerek belirtmek gerekir ki- Stalinistlerin Troçki’ye ve Troçkizme saldırırken kullandıkları yöntemdir. Stalinistler, Troçki’nin Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) 1903’teki bölünmesinde Menşeviklerle hareket etmesini, 1920’lerden beri, “Troçki’nin karşı devrimci olduğunun belgesi” olarak sunmaya çalışırlar. Stalinistlerin, Troçki’nin 1904’te Menşevikler’den bütünüyle kopmuş olduğunu, 1917’de Bolşeviklere katılarak Sovyet Devrimi’ne önderlik ettiğini ve ölümüne kadar Bolşevik-Leninist geleni savunduğunu gizlemesinin nedeni, kendilerine karşı Marksizmi savunan Troçki’ye kuramsal ve programatik düzeyde yanıt verememeleri ve onun saygınlığını ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırma çabasıydı (bunu yapanlar hala var). MB yayın kurulu, Cannon’un ve Healy’nin Marksist hareketin gelişmesine ve sürekliliğine yapmış oldukları devasa katkıları gizlemekte ve onları -sonradan revizyonist saflara geçtikleri için- ayaklar altında çiğnemektedir. Bu, açıkça anti-Marksist bir yaklaşımdır. Biz Marksistler, örneğin
Kautsky’nin ve Plehanov’un revizyonizme ve oportünizme savrulmalarını acımasızca eleştiririz ama bunu yaparken, onların Marksizme ve komünizm mücadelesine yapmış oldukları devasa katkıyı karalamaz; tersine, sahipleniriz. Onların karşı safa geçtikleri anı ve sonrasını, önceki Marksist dönemleri ile mekanik bir şekilde birleştirmek, ya Marksizmin yöntemine ilişkin derin bir cehaletin ya da açık bir kötü niyetin ifadesidir (bunlar da çoğu zaman bir aradadır). Bunu yapanların amacı da, gerçekte, söz konusu kişileri değil ama onların içinde yer aldığı hareketi, Marksizmi ya da partiyi / enternasyonali karalamaktır. MB yayın kuruluna göre DEUK’un tarihi önderlerin tarihidir; ayrılmalardan, bölünmelerden, ihanetlerden ve benzeri olaylardan ibarettir. Bunların arkasında hangi maddi dinamiklerin yattığı, söz konusu hareket/parti içinde onlara karşı verilen mücadeleler vb. MB yayın kurulu için herhangi bir anlam taşımamaktadır. MB yayın kurulu, Cannon’u, Lambert’i, Heally’yi ve diğerlerini, ulusalcı yozlaşmalarından dolayı sözümona mahkûm etmekte ama onların Pablocu revizyonizme karşı vermiş oldukları yaşamsal önemdeki mücadeleyi ve bu mücadelede edinilmiş olan kuramsal ve siyasi/örgütsel kazanımları yok saymaktadır. Bir kez daha anımsatalım: Troçki önderliğindeki muhalefet, III. Enternasyonal Almanya şubesinin Nazizmin iktidara gelmesine yol açan ihanet politikasını onaylayana kadar (1933), III. Enternasyonal’in bayrağı altındaydı ve onun revizyonist önderliğini alaşağı ederek, Komintern’i yeniden Marksizmi ve dünya devrimi programını savunan bir örgüt haline getirmeye çalışıyordu. “Yeni (IV.) bir enternasyonal”, ancak 1933’te yaşananlar III. Enternasyonal’in bütünüyle iflasını ilan ettiği zaman Marksistler için bir gereklilik haline gelmişti. MB
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
MB yayın kurulunun niyeti, tarihte yaşanmış olanlardan dersler çıkartmak, herhangi bir yanlışı düzeltmek ya da devrim ve komünizm davasını ilerletmek değil; DEUK’un kişiliğinde IV. Enternasyonal’i karalamak ve bir an önce mezara gömmektir.
yayın kurulu üyelerine kalsa, Marksistlerin, Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” kuramını ilan ettikleri 1924’te (belki de, SSCB’de ilk Marksistin partiden atıldığı, sürgüne gönderildiği ya da öldürüldüğü gün) “yeni bir enternasyonal” çağrısı yapması gerekirdi. MB yayın kurulunun Komünist Enternasyonal’in “sonunu” 1923 olarak belirtmesi, aslında bu düşüncenin örtülü bir ifadesidir. Enternasyonal tarihine MB yayın kurulunun yöntemiyle yaklaşırsak, II. Enternasyonal içindeki Marksistlerin reformist, revizyonist önderliklere ve Komünist (III.) Enternasyonal’deki Sol Muhalefet’in bürokratik ulusalcı deformasyona karşı mücadelesinin ya da DEUK içindeki Troçkistlerin revizyonist önderliklere karşı mücadelesinin herhangi bir anlamı yoktur. DEUK içindeki Marksistlerin IV. Enternasyonal’in devrimci programına sahip çıkıp onu yaşatmaları da MB yayın kurulu için önemli değildir. Çünkü MB yayın kurulunun niyeti, tarihte yaşanmış olanlardan dersler çıkartmak, herhangi bir yanlışı düzeltmek ya da devrim ve komünizm davasını ilerletmek değil; DEUK’un kişiliğinde IV. Enternasyonal’i karalamak ve bir an önce mezara gömmektir. Bu, gerçekte, MB yayın kurulu üyeleri tarafından, hakkında bir yerlerden (açıkçası, DEUK’tan ve bizden) birşeyler duydukları ama gerçekte ne olduğunu kavramadıkları revizyonist bir akım olarak Pabloculuğa (dolaylı olarak da sosyal demokrasiye, Stalinizme ve küçük burjuva ulusalcı akımlara) verilmiş bir destektir. DEUK içerisinde, MB yayın kurulunun yazısında fazlasıyla eksik ve çarpık biçimde ele aldığı tüm o politikalara ve oportünist önderlere karşı, her zaman Marksist programı savunmaya devam eden bir muhalefet olmuş ve bu muhalefet, örneğin, Sosyalist (II.) Enternasyonal içindeki komünistlerden ve Komünist (III.) Enternasyonal
içindeki Troçkist muhalefetten farklı olarak, söz konusu oportünist önderlikleri DEUK’tan ya ayrılmak zorunda bırakmış ya da uzaklaştırmıştır. MB yayın kurulu, DEUK içindeki Troçkist muhalefetin oportünist önderliklere karşı mücadelesine ilişkin yüzlerce sayfalık tartışmalardan ve ciddi özeleştiriler de içeren değerlendirmelerden hiç söz etmemektedir. Bu durumu, konuya ilişkin ve son derece doğal karşılanabilecek bir bilgi eksikliğinin ürünü olarak görüp uyarmak ve yoldaşça bir tartışma içinde düzeltmek, eksikleri tamamlamak mümkündü (asıl olarak Marksist Tutum’a yönelik olmakla birlikte, Arslan’ın yazısına verdiğim yanıtın amacı da buydu). Ama MB yayın kurulunun o yazıya verdiği sözde “cevap”ta segilediği tavır, bunun bir “eksik” ya da “hata” değil de bilinçli bir tercih olduğunu gözler önüne sermektedir. MB yayın kurulunun içine sindiremediği ve onu öfkelendiren şey, DEUK içindeki Marksistlerin ortaya çıkan her oportünist-revizyonist eğilime karşı kararlı ve ilkeli bir mücadele vermiş olması; IV. Enternasyonal’in ve komünizm programının sürekliliğini sağlaması ve DEUK’u demokratik merkeziyetçi bir uluslararası örgüt haline getirmesidir. Çünkü IV. Enternasyonal’in adını kullanmaya ve sömürmeye devam eden bütün küçük burjuva akımların işçi sınıfına yabancı güçlere yedeklendiği ya da yedeklenmeye çalıştığı koşullarda, DEUK’un Marksist ilkelere sahip çıkması ve işçi sınıfına devrimci perspektifler / politikalar sunuyor olması, bütün merkezci ve küçük burjuva akımların IV. Enternasyonal’i “tarihe gömme” yönündeki çabalarını boşa çıkartmaktadır.
DEUK ne yapıyor? II. Dünya Savaşı sonrası ekonomik büyüme ve reformizm dönemine özgü parlak günlerinde, Stalinistlerin, Pablocuların ve her türden küçük bur-
67
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
MB yayın kurulu, DEUK’u eleştirecekse, bunu, onun savunduğu perspektiflere ve siyasi pozisyonlara yanıt vererek ve onun yanlışlarını teşhir ederek yapmalıdır. Buna, örneğin 2012 yılı içinde toplanan Sosyalist Eşitlik Partisi kongrelerinin siyasi değerlendirmelerine ilişkin eleştirilerini açıklayarak başlayabilir.
68
juva solcusunun küstahça dudak büktüğü DEUK, tam da işçi sınıfının devrimci gücüne ve IV. Enternasyonal’in önderlik etme kapasitesine olan güveninden; Marksist yönteme ve ilkelere olan bağlılığından dolayı, bugün, başka hiçbir devrimci örgütlenmenin başaramadığını başarıyor. Kapitalizme ve onun hizmetindeki her renkten küçük burjuva akıma karşı mücadelede en gelişkin teknolojiyi başarıyla kullanan DEUK, 13 dilde yayın yapan ve her gün onlarca makale ile güncellenen Dünya Sosyalist Web Sayfası (wsws.org) adlı günlük bir siyasi yayına sahip. Bu sayede o, Şubat 1998’den bu yana, eski teknolojiyle (basılı dergi ya da gazete aracılığıyla) asla gerçekleştirilemeyecek bir hızla ve verimlilikle, farklı ülkelerde ve kıtalarda yeralan Troçkistleri yayın kurulu toplantılarında biraraya getiriyor, onların eşzamanlı siyasi faaliyetini örgütleyebiliyor, dünyanın dört bir yanındaki sosyalist işçilere, aydınlara ve gençlere, güncel gelişmeler üzerine bu sayfada yayınlanan Marksist perspektifleri basılı olarak sunabiliyor ve işçi sınıfının devrimci öncüsünü ideolojik ve siyasi olarak donatıyor. Peki, DEUK’un günlük yayın organı “wsws.org”un en yakın izleyicilerinden biri olan ve daha düne kadar “wsws.org”dan ödünç aldığı ve bizim yaptığımız çevirileri kaynak bile göstermeden yayımlayan MB yayın kurulu, kendisine “Marksistim” diyen herkesi sevindirmesi gereken bu çaba karşısında ne yapıyor? V. U. Arslan’ın yazısında ve MB yayın kurulunun “cevap”ında gördüğümüz gibi, histerik bir şekilde ona saldırıyor. Peki, MB yayın kurulunun daha düne kadar “seçimlere devrimci bir programla katılan tek örgüt” diye övdüğü DEUK’un Almanya şubesi Sosyalist Eşitlik Partisi (bütün partileri, kimi yerel taleplerde farklılıklar içermekle birlikte, aynı perspektifler ve program
çerçevesinde faaliyet gösterdiği için bir bütün olarak DEUK) ne zamandan beri “ana faaliyeti ... internetten yürüttükleri seçim çalışmaları” olan ve “ne ulusal alanda ne de uluslararası ölçekte örgütlenmek (Leninist inşa) gibi bir derdi de” olmayan, “sınıf mücadelesine tümden yabancı” sanal örgütler haline geldi? MB yayın kurulu, bu sorunun yanıtını da vermiyor. Elbette, hiç kimse ve hiçbir siyasi çevre DEUK ile ortak ideolojik ve siyasi pozisyonları savunmak zorunda değil. Hatta MB yayın kurulu, belirli bir dönem için -yanlışlıkla- DEUK ile aynı düşünceleri paylaştığını sanmış da olabilir. Eğer öyleyse bugün DEUK “dünya işçi hareketinin önderliğini” henüz alamadığı için bu yönde bir çaba MB’ye “gereksiz” gelmiş olmalı. Ama her durumda, eğer MB yayın kurulu, DEUK’u eleştirecekse, bunu, onun savunduğu perspektiflere ve siyasi pozisyonlara yanıt vererek ve onun yanlışlarını teşhir ederek yapmalıdır. Buna, örneğin 2012 yılı içinde toplanan Sosyalist Eşitlik Partisi kongrelerinin siyasi değerlendirmelerine ilişkin eleştirilerini açıklayarak başlayabilir. Sonuç olarak, MB yayın kurulu, açık çarpıtmalarla ve yalanlarla IV. Enternasyonal’i ve DEUK’u karalayacağına, “yeni” enternasyonal için önerdiği “programı ve metodoloji”yi açıklasa çok daha iyi olurdu. Böylece, biz zavallı “epigonlar” da enternasyonal nasıl olurmuş görür; bu “programın ve metodoloji”nin doğruluğuna ikna olur ve doğru yolu bulurduk. Hem MB yayın kurulunun, bu “yeni (V.) enternasyonal”in fiziksel sınırlılıkları konusunda kaygılanmasına da gerek yok; zira onun kaç kişi olacağı vb. biz Marksistleri hiç ilgilendirmiyor. Biz, onun fiziksel sınırlılığıyla değil; perspektifiyle ve programıyla ilgileneceğiz.
Tehlikeli sınırlar MB yayın kurulu üyelerinin sahip ol-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Devrimciler, burjuva devletlere karşı mücadele eden devrimci partilerin mali kaynaklarıyla değil ama perspektifleriyle ve siyasi çizgileriyle ilgilenirler. Bu tür konularda herhangi bir siyasi yapı hakkında, üstelik de hiçbir kanıt olmaksızın, ima yoluyla alenen kuşku yaratmak, devrimcilerin değil başkalarının işidir (bunu yapanlara ne ad verildiğini yazmam gerekiyor mu?).
duğu anti-Marksist yöntem ve çarpık bakış açısı, onların, yalan ve karalamalarla çıktıkları bu yolda, kendilerinin bile hayal edemeyeceği noktalara sürüklenmesine yol açabilir. Onların, ilkeli bir siyasi eleştiri geliştirmeye çalışmak yerine yalnızca burjuva devletlerin istibarat örgütlerinin ve başka kurumlarının ilgi alanına giren konularla ilgileniyor olmaları, bu son derece tehlikeli eğilimin işaretleridir. MB yayın kurulu üyeleri, yazmış oldukları sözde “cevap”ta, “Bu grubun esas yaptığı hatırı sayılır bir mali kaynakla yürüttükleri internet gazeteciliğidir (wsws.org)” diye yazmakla yetinselerdi, onların, beş yaşındaki çocukların bile bildiği bir gerçeği ya da kendi web sayfaları için ödedikleri son derece cüzi miktarı bilmediklerini ve internet yayıncılığının “hatırı sayılır bir mali kaynakla” yürütüldüğünü sanıyor olduklarını düşünebilirdik. Ama onların, cümlenin devamında, “Bu mali kaynak da emekçilerden gelmemektedir” diye yazmaları, bilinçli olarak DEUK hakkında mide bulandırıcı bir başka kuşkuyu yaymak istediklerini gösteriyor. Onlara, yalnızca Marksistlerin değil ama bütün devrimcilerin -hatta sıradan dürüst insanların bile- çok iyi bildiği bir noktayı anımsatmakta yarar var: Devrimciler, burjuva devletlere karşı mücadele eden devrimci partilerin mali kaynaklarıyla değil ama perspektifleriyle ve siyasi çizgileriyle ilgilenirler. Bu tür konularda herhangi bir siyasi yapı hakkında, üstelik de hiçbir kanıt olmaksızın, ima yoluyla alenen kuşku yaratmak, devrimcilerin değil başkalarının işidir (bunu yapanlara ne ad verildiğini yazmam gerekiyor mu?). Ama MB yayın kurulu üyeleri, başkalarının nerede, ne zaman ve kimlerle ne yaptığına o kadar meraklı ki, DEUK’un -başta sözünü ettikleri dört ülke olmak üzere- “hiçbir yerde işçi sınıfı ya da gençlik mücadeleleriyle
kurduğu organik bağ bulunmadığını” da bir şekilde öğrenmişler(!). DEUK’un içinde bulunduğu direniş, grev ya da gençlik mücadeleleri onun ve şubelerinin web sayfalarını izleyen herkes tarafından görülebilir. Bütün bunların, gözünü ilkel bir DEUK düşmanlığı bürümüş olan MB yayın kurulunun bakış açısındaki “kör noktaya” denk düşmesini de anlayabiliriz. Anlaşılamaz olan şey, onların, bu konularda Toplumsal Eşitlik’in yayın kuruluna sorular yöneltmesi ve bizi hiç ilgilendermeyen konulardaki abuk sabuk iddialarını “çürütmemizi” istemeleridir. Aklınca DEUK’u küçümsemek adına atıp tutan MB yayın kurulu üyelerinin, bu konuda söyledikleri, onların gerçekte güce tapan küçük burjuvalar olduklarını gösteriyor. Kendilerine, bize saçma sapan sorular soracaklarına, son birkaç ay içinde Sosyalist Eşitlik Partileri’nin ve wsws.org “muhabirlerinin” Kanada Quebec’teki öğrenci boykotu, Sri Lanka’daki öğretmenler grevi, ABD Chicago’daki öğretmenler grevi, Detroit’teki otomobil işçileri (“çalışma hakkı yasası”na karşı), Belçika Genk’teki Ford fabrikasının kapatılmasına karşı, Detroit’teki Chrysler işçileri, Fransa’da Peugeot-Citroën’de işten çıkarmalara karşı, Kanada’daki Ford işçileri, Avustralya’daki Ford fabrikasındaki işten çıkarmalara ve kapatılmasına karşı, Britanya’daki öğrenci hareketi, Avrupa otomobil işçilerine yönelik saldırı vb. gelişmelerde bulunup, bunlara ilişkin işçilere ve öğrencilere yönelik yazdıklarını okumalarını öneririz. MB yayın kurulu, kimlerin, nerelerde hangi eylemlere katıldıkları; kaç kişi oldukları ve neler yaptıkları gibi bizi hiçbir şekilde ilgilendirmeyen konularda daha ayrıntılı bilgi edinmekte gerçekten ısrarlıysa, bu merakını giderebileceği iki kaynak var. Bunlardan biri, büyük olasılıkla hiçbir yanıt
69
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
MB yayın kurulu üyeleri ile aramızdaki bir diğer “önemli farklılık” da burada ortaya çıkıyor: Onlar enerjilerini devrimci bir partinin üyelerinin nerede ne yaptığı üzerine kafa yorup spekülasyonlar üretmeye ve kuşku yaymaya harcarken, biz Marksistler, “masabaşı devrimcileri” olarak, bu tür yıkıcı “pratik”ler ile değil ama teoriyle ve politikalarla ilgileniyoruz.
70
alamayacağı ya da son derece ağır bir yanıtla karşılaşacağı DEUK’tur. İkincisi ise, DEUK’u ortadan kaldırmak için bütün bu soruların yanıtlarını bulmak isteyen “profesyonel” ve “resmi” kaynaklardır. MB yayın kurulu üyeleri ile aramızdaki bir diğer “önemli farklılık” da burada ortaya çıkıyor: Onlar enerjilerini devrimci bir partinin üyelerinin nerede ne yaptığı üzerine kafa yorup spekülasyonlar üretmeye ve kuşku yaymaya harcarken, biz Marksistler, “masabaşı devrimcileri” olarak, bu tür yıkıcı “pratik”ler ile değil ama teoriyle ve politikalarla ilgileniyoruz. Yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, MB yayın kurulunun “pratik” ilgi alanı, yalnızca DEUK ile de sınırlı değil. Onlar, Toplumsal Eşitlik yayın kurulunun savunduğu ilkelerle ve siyasi düşüncelerle değil ama nerede ne yaptığıyla da fazlasıyla yakından(!) ilgileniyorlar. MB yayın kurulu, bizim “kaç yıldır” DEUK’un “kapısını aşındırdığımız” ve “bir türlü kardeş örgüt olarak kabul edilmediğimiz” yalanını yazmak için nereden istihbarat aldığını belirtmiyor. Yeri gelmişken, kendilerine bir iyilik yapıp, istihbarat kaynaklarının sakat olduğunu ve onları bütünüyle yanlış bilgilendirdiğini söyleyelim. İlk olarak, Toplumsal Eşitlik, bir “örgüt” değil Marksist devrimci düşünceleri savunan ve işçi sınıfının öncüsünü bu düşüncelere kazanmaya çalışan siyasi bir dergidir (MB yayın kurulu üyeleri, hakkımızda daha ayrıntılı bilgi edinmek için dergimize ve web sayfamıza bakabilirler). İkincisi, DEUK da dahil, hiçbir yerin “kapısını aşındırma”dık, aşındırmıyoruz ve aşındırmayacağız. Üçüncüsü, DEUK, kendisine “enternasyonal” adını veren diğer küçük burjuva örgütlenmelerden farklı olarak, demokratik merkeziyetçi bir parti ve bizim bildiğimiz kadarıyla, “kardeş örgüt” gibi bir kategoriye sahip değil
(böyle bir kategorisi olsaydı bile, onun gibi bir “örgüt” olmadığımız için bizi ilgilendirmezdi). MB yayın kurulunun pek bilgili üyelerinin, demokratik merkeziyetçi, Leninist bir dünya partisi olarak örgütlenen DEUK’un yalnızca çeşitli ülkelerde parti şubeleri bulunduğunu bilmiyor olması ilginç! Hiçbir “istihbarat kaynağı”nın böylesi uçuk hayaller kurmayacağından ve MB yayın kurulunun “cevap” yazısı boyunca sıralamış olduğu diğer yalanlardan, karalamalardan ve iftiralardan hareketle, şunu söylemek mümkün: MB yayın kurulu, bütün bu saçmalıkları, panik halinde kendi kafasından uydurmuş ve yüzü kızarmadan yazmıştır. Peki neden? Bu sorunun yanıtını, yalnızca MB’nin yayın kurulu üyeleri bilebileceği için, konuya ilişkin her yorum bir “spekülasyon” olur. Troçki, Merkezcilik ve IV. Enternasyonal adlı makalesinde, “Kendi konumundan ve yöntemlerinden her zaman şüpheli olan bir merkezci şu devrimci ilkeye nefretle bakar: olanı dile getirmek. İlkeli bir politikanın yerine kişisel manevracılığı ve küçük örgütsel diplomasiyi geçirmeye eğilimlidir.” diye yazmıştı. MB yayın kurulu üyeleri, bu “kişisel manevracılığı ve küçük örgütsel diplomasi”yi kat kat aşmış durumdalar. MB yayın kurulunun “Toplumsal Eşitlik’e Cevap- DEUK ve Neden 5. Enternasyonal?” adlı yazısında, gerçeğin bir kırıntısının -ama yalnızca kırıntısının- bulunabildiği tek yer, bizim DEUK’un “herşeylerini benimsemiş, adeta kopyalamış” olduğumuz yollu iddiasıdır. Bununla birlikte, MB yayın kurulunun üyeleri kantarın topuzunu yine kaçırmış. Zira biz Toplumsal Eşitlik yayın kurulu üyeleri, DEUK’un “herşeylerini” benimsemiş değiliz; çünkü onun “herşeylerini” bilmiyoruz, bilmek durumunda da değiliz. “Kırıntı” dememin nedeni bu. Öte yandan, bizler, MB yayın kurulu-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k MB yayın kurulunun, ortak yönteme, ilkelere, perspektiflere ve programatik yönelime sahip Marksistler arasında 165 yıldır kaçınılmaz olarak ortaya çıkan düşünce ve dil birliğini ifade eden bir durumu “adeta kopyalama” diyerek kendince küçümsemesi ve olumsuz bir şey olarak görmesi, onun ulusalcılığının bir ifadesi olarak, son derece anlaşılabilir.
nun aklından bile geçmeyen bir şeyi yaptık ve IV. Enternasyonal’in adına sahip çıkan diğer akımlara ilişkin olarak daha önce yapmış olduğumuz gibi, DEUK’un perspektif dökümanlarını ve tarihini de titizlikle inceledik. Bu çalışmanın sonucunda da, DEUK’un, Marksizmin ve IV. Enternasyonal’in kuruluş ilkelerinin günümüzdeki tek tutarlı savunucusu olduğu düşüncesine ulaştık. Bu, elbette, inceleme ve tartışma sürecinin kapandığı anlamına gelmiyor. Bizler, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in ve Troçki’nin öğrencileri olarak, bu çalışmayı hep sürdüreceğiz; çünkü kendi öznel niyetlerimize ve verili konumuza meşruiyet kazandırma peşinde koşmuyor, kendimizi sürekli olarak aşmaya, yenilemeye çalışıyoruz. MB yayın kurulunun, ortak yönteme, ilkelere, perspektiflere ve programatik yönelime sahip Marksistler arasında 165 yıldır kaçınılmaz olarak ortaya çıkan düşünce ve dil birliğini ifade eden bir durumu “adeta kopyalama” diyerek kendince küçümsemesi ve olumsuz bir şey olarak görmesi, onun ulusalcılığının bir ifadesi olarak, son derece anlaşılabilir. Anlaşılması zor olan şey, uluslararası bir hareketin siyasi çizgisini benimsemeyi ve savunmayı bile “havarilik”, “kuyruğa takılma” gibi küçük burjuva bireyci kavramlarla açıklayan MB yayın kurulu üyelerinin, bütün bunların ardından, nasıl olup da enternasyonalden söz edebildiği; demokratik merkeziyetçi dünya partisi düşüncesini geliştirmiş ve yaşama geçirmiş olan Lenin ile Troçki’ye -lafta da olsa- “sahip çıktığı”. MB yayın kurulunun bu yaklaşımı, bir federasyon gibi çalışan ve her bir şubesinin kendi ulusal çıkarlarına göre politika geliştirdiği UİB’in üyesi grupların ya da II. Enternasyonal partilerinin ulusalcı-revizyonist önderliklerinden devralınmıştır. Bütün tarihsel veriler, MB yayın kurulu üyelerinin sergilediği türde eşzamanlı
duygu/düşünce çatışmalarının uzun süre devam edemeyeceğini ve bir şekilde netleşmek zorunda olduğunu gösteriyor. Dileriz, MB yayın kurulunun yazılarında izleri görülen bu uzlaşmaz eğilimlerin çatışmasından Marksist devrimci bir eğilim baskın çıkar. HHHH
Dipnotlar [1] http://www.toplumsalesitlik.org/tr/pers pektif-dokumanlari-2/merkezciliginturnusol-kgidi-enternasyonalizm-2 [2] http://www.bolsevik.org/content/toplumsal-eşitlik’e-cevap-deuk-ve-neden5-enternasyonal [3] Bu durumu, Sosyalist Enternasyonal’in kongrelerine verilen adlarda da görmek mümkün. Onun kuruluş kongresi “Uluslararası İşçiler Kongresi“ adını taşırken, 1893 Zürih Kongresi’nin adı “Uluslararası Sosyalist İşçiler Kongresi“, 1896 Londra Kongresi “Uluslararası İşçiler ve Sendikalar Kongresi“ idi. Sosyalist Enternasyonal’in kongreleri, ancak 1900 yılındaki Paris Kongresi’nden başlayarak “Uluslararası Sosyalistler Kongresi“ adını alacaktı. [4] Komintern’in Evrimi, Dördüncü Enternasyonal İçin Birinci Uluslararası Konferans -29-31 Temmuz 1936- Dökümanlarından, akt. Will Reisner, “Documents of The Fourth International, The Formative Years 1933-40”, Pathfinderpress, New York 1973 syf. 113-114 (Alıntıdaki vurgular bize ait). [5] http://www.toplumsalesitlik.org/tr/pers pektif-dokumanlari-2/merkezciliginturnusol-kgidi-enternasyonalizm-2; Lev Troçki, Merkezcilik Üzerine İki Makale (“Merkezcilik ve IV. Enternasyonal” olarak da biliniyor), 22 Şubat 1934. Bu makale ilk kez Ağustos 1934’te Class Struggle adlı dergide yayınlandı. (Cilt 4, Sayı 8)
71
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
mustafa suphi yoldaşın katledilişinin 92. yıldönümü
İ
stanbul’da Hukuk, Paris’te ise Siyaset bilim eğitimi gören Mustafa Suphi, 1910 yılında geri döndüğü İstanbul’da ekonomi öğretmeni olarak çalışmaya başladı. 1912 yılında, İfham gazetesinin redaktörü olan Suphi, 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa’ya düzenlenen suikastın ardından, İttihat ve Terakki hükümeti tarafından tutuklanarak Sinop’a sürgüne gönderildi. Burada İçtihat dergisine Batı felsefesi üzerine yazılar yazan Mustafa Suphi, 1914 yılında Rusya’ya kaçmayı başardı. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında Çarlık hükümeti tarafından savaş esiri olarak tutuklanan Suphi, sürgüne gönderildiği Ural bölgesindeki Caluga’da savaş esirleri arasında siyasi faaliyet yürüten Bolşeviklerle tanıştı ve Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik) saflarına katıldı. 1917 Ekim Devrimi’ne katılan Suphi, 1918 yılı Temmuzunda, Moskova’da ‘Türk Sol-Sosyalistleri Kongresi’ni örgütledi. Aynı yılın Kasım ayında, yine Moskova’da toplanan ‘Müslüman Komünistler Kongresi’ne katıldı ve Uluslar Halk Komiserliği’ne bağlı olan Bütün Rusya Müslüman İşçileri Merkez Komitesi’ne seçildi. Komünist Enternasyonal’in I. Kongresi’ne Türk delege olarak katılan Mustafa Suphi, aynı yıl, komü-
72
nist ‘Yeni Dünya’ adlı gazeteyi yayımlamaya başladı. 14 Temmuz 1919’da Moskova’da, 6 Türkiyeli komünistle birlikte Türkiye Komünist Partisi’ni kurdu. 10 Eylül 1920’de tarihinde, İstanbul’dan Anadolu’dan ve Sovyet Rusya’dan 74 delegenin katılımıyla gerçekleşen ve 7 kişilik merkez komitesini seçen ‘Türk Komünistleri I. Genel Kongresi’, Mustafa Suphi’yi partinin genel başkanlığına, Ethem Nejat’ı ise genel sekreterliğe getirdi. Bu kongre, İstanbul, Anadolu ve Sovyet Rusya’daki Türkiyeli komünistlerin tek bir komünist parti çatışı altında birleşmeleri anlamına geliyordu. Dört ay sonra, Ankara’daki Mustafa Kemal hükümetiyle ilişki içinde Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Anadolu’ya geçen Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, Erzurum’da kendilerine karşı kışkırtılan halk tarafından kente sokulmadılar. General Kazım Karabekir’in önerisiyle Batum üzerinden Bakü’ye dönen 15 komünist buradan Trabzon’a gönderildi. Egemenler eliyle kışkırtılan Trabzon halkı tarafından kente girmelerine izin verilmeyen Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşları, küçük bir sandalla denize açılmak zorunda kaldılar. 28 Ocak 1921 gecesi,
H 92
YIL ÖNCE
Yahya Kaptan ve adamları tarafından denizde yakalanan komünistler bıçaklanıp denize atılarak öldürüldüler. Komünizmin bu seçkin önderlerinin barbarca katledilmesinin gerçek sorumlusu kışkırtılan halk ya da maşa olarak kullanılan Yahya Kaptan ve adamları değil, azılı bir komünizm düşmanı ve gerici bir Osmanlı Paşası olan Kazım Karabekir’di. Kazım Karabekir’in örgütlediği bu komplonun arkasında da genç Sovyet Cumhuriyeti’nin desteğiyle emperyalist işgale karşı “ulusal kurtuluş savaşı”na önderlik eden ve Sovyet Rusya’ya methiyeler düzen Mustafa Kemal önderliğindeki Ankara hükümeti vardı. Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve davaya adanmış Bolşevikler olan Mustafa Suphi ile 14 yoldaşını, devrim ve komünizm mücadelesini bu topraklara sokmama hayaliyle katledenler, kısa süre içinde hayal kırıklığına uğradılar. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının attığı Bolşevizm tohumu bu topraklardan hiçbir zaman sökülemeyecek denli derinlere kök saldı; “alnı kızıl yıldızlı baş”lar, bayrağı elden ele bugüne taşıdı. Bizler, geleneğimizi Marx ve Engels’in Komünistler Birliği’ne dayandıran Marksistler olarak, bu topraklarda bu geleneğin tohumlarını atan ve doğrudan Komünist Enternasyonal tarafından inşa edilen TKP’nin kurucularını ve onun ilk programını bu topraklardaki gele-
neğimizin başlangıcı kabul ediyoruz. TKP’nin ilk programı, Anadolu’da sürekli devrim programıydı. Emperyalist işgale karşı savaş ve Anadolu’da bir işçi-emekçi şuraları cumhuriyeti için mücadele bir bütün olarak ele alınmıştı. Hedef, Rusya’da başlayan uluslararası sosyalist devrimi Anadolu’ya taşımak ve Sovyet Rusya ile birleşmekti. Suphiler’in katledilmesi, Komintern’i ele geçiren Stalinist bürokrasinin TKP’nin önderliğine revizyonist-sınıf işbirlikçi bir karakter kazandırmasını hiç şüphesiz kolaylaştırmıştı. Ancak ne Türkiye devletinin baskısı ne de Stalinist deformasyon bu topraklardan Suphiler’in attığı tohumu söküp atmayı başaramadı. Bugün Mustafa Suphiler’in bayrağını, onların dünya devrimi ve komünizm programını sürdüren Komünist Enternasyonal’deki Bolşevik-Leninistler ve ardından Komintern’in iflasına karşı Dördüncü Enternasyonal’i kurarak bu geleneği sürdüren Troçkistler taşımaktadır. Bizler, Suphiler’den bugüne Türkiye işçi sınıfının en büyük ihtiyacı olmayı sürdüren Marksist enternasyonalist bir partiyi, dünya partisinin bir şubesi olarak inşa mücadelemizi onlardan aldığımız perspektif ve kararlılıkla sürdürmeye devam edeceğiz.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
21
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
fiyatı 5 tl