sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k H
sosyalizmin penceresinden dünya ve türkiye
H yunan işçi sınıfının yağmalanması peter schwarz H abd-sep’in 2012 abd başkanlık seçimlerindeki adayı jerry white’ın açıklaması H “arap baharı”nın ekonomik arka planı halil çelik H “dindar bir nesil yetiştirme” tartışması ozan özgür H gss neler getiriyor? esin doğan H yeni çalışma yasaları ve sendikalar dosyası H 8 mart ve patriarka dosyası H newroz ve sınıf mücadelesi mehmet duman H marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler - 2
mart 2012
2
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k aylık siyasi dergi sahibi
basım yeri:
Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik yönetim yeri Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B Üsküdar - İstanbul
Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul Tel./faks:
Tel: (216) 418 63 61
(212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaacılık@gmail.com
e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu www.toplumsalesitlik.eu
ISSN Numarası: 2146-8230
içindekiler 3
sosyalizmin penceresinden dünya ve türkiye
41
yunan işçi sınıfının yağmalanması peter schwarz
4688 sayılı sendikalar yasası değişiyor; grev yasağı sürüyor rıza kül
9
45
12
abd-sep’in abd başkanlık seçimleri adayı jerry white’ın açıklaması
Perspektif: küreselleşme ve sendikalar yayın kurulu
49
15
“arap baharı”nın ekonomik arka planı halil çelik
sendikal yapılanmayı aşmak ve bürokrasiye karşı mücadele için yayın kurulu
21
“Dindar bir nesil yetiştirme” tartışması üzerine ozan özgür
53
8 mart ve bugünün şarkısını söylemek zeynep sencer
57
cinsiyet sorununa ilişkin marksist perspektif zeynep sencer - yusuf ateşçi
25
gss neler getiriyor? esin doğan
61
29
işkolu barajı, işçi istatistikleri ve sendikalar hakan aktaş
newroz ve sınıf mücadelesi mehmet duman
63
35
”Toplu iş ilişkileri kanunu” m. özgür demir
16 mart beyazıt katliamının 34. yılı sosyalizm Gençliği okurlardan
38
disk’in 14. genel kurulu orhan cemil
64 65
marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler - 2
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
merhaba
B
u sayıdan başlayarak, geçtiğimiz ayın önem taşıyan kimi gelişmelerini özetlediğimiz “Sosyalizmin penceresinden dünya ve Türkiye” başlıklı bölümü siz okurlarımızdan gelen öneriler doğrultusunda ilk sayımızdakinden farklı bir biçimde düzenliyoruz. “Sosyalizmin penceresinden dünya ve Türkiye” bölümünün, gelişmelerin tek bir yazının ara başlıkları yerine ayrı haber-yorumlar biçiminde sergilendiği bu haliyle daha rahat okunacağını düşünüyoruz.
Yine bu sayımızdan başlayarak, dergimizin sayfalarında uluslararası Marksist hareketten haber ve yorumlara elimizden geldiğince geniş yer ayırmaya çalışacağız. Bu sayıda, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin sekreteri ve merkezi yayın organı Dünya Sosyalist Web Sayfası’nın yayın kurulu üyesi olan Peter Schwarz’ın Yunanistan’da uygulamaya konan kemer sıkma politikasının Yunanistan işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğini ele alan yazısını yayımlıyoruz. Sayfalarımızda yer alan bir diğer çeviri, ABD Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD-SEP) bu yıl yapılacak olan başkanlık seçimlerindeki adayı Jerry White’ın seçim açıklaması. Marksist bir partinin burjuva seçimlerden ne amaçla ve nasıl yararlanabileceğinin parlak bir örneğini sunan bu açıklamanın, siz okurlarımızın ilgisini çekeceğini umuyoruz.
H “Arap Baharı” olarak adlandırılan ve Arap emekçilerinin demokrasi ve toplumsal servetten daha fazla pay alabilmek için baskıcı rejimlere başkaldırısını ifade eden toplumsal hareketler, uluslararası gündemin ilk sıralarını işgal etmeyi dürdürüyor. Yazarlarımızdan Halil Çelik, konuya ilişkin yazısında, özellikle Suriye ayağı ile Türkiyeli emekçileri de yakından ilgilendiren bu sürecin ekonomik arka planını özetliyor. Bu sayımızda, ayrıca, Ozan Özgür’ün, başbakan Erdoğan’ın “dindar bir nesil yetiştirme” hedefini ifade eden sözleri üzerine başlayan tartışmayı ele alan yazısı yer alıyor. Sayfalarımızda yer alan gündeme ilişkin bir diğer yazıda, Esin Doğan, Genel Sağlık Sigortası’nın işçi sınıfı ve emekçiler açısından ne anlama geldiğini irdeliyor.
H Bu sayımızın ana konusunu ise sendikalar ve sendikacılık oluşturuyor.Bunun nedeni, yalnızca, sınıf işbirliği üzerine biçimlenmiş bir siyasi akım olarak sendikacılığın işçi sınıfının ücretli emek sömürüsüne son verme mücadelesinin önünde bir engel oluşturması değil. Yarım yüzyıla yaklaşan bir zaman dilimi içinde yaşanan bütün deneyimlerde görüldüğü üzere, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomik büyüme döneminde altın çağını yaşayan sendikacılık, artık işçi sınıfının en temel ekonomik ve sosyal gereksinimlerini bile karşılayamamaktadır. Dahası bu örgütler, önderliklerinin siyasi çizgisi ne olursa olsun, sermayenin yeni liberal saldırıları karşısında tam bir teslimiyet
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k izlediklemekte; çoğu durumda, yeni liberal politikalarıın uygulanmasında patronlarla ve hükümetlerle açık işbirliği yapmaktadırlar. Sendikaların, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde 1970’li yıllarda başlayan bu eğilimi, 1980 askeri darbesi ve sonrasında Türkiye’deki sendikal harekete bütünüyle damgasını vurmaktadır. Askeri diktatörlüğe karşı en küçük bir direnişin sergilenmemiş olması ve en büyük sendikal örgütlenme olan Türk-İş’in askeri yönetime bakan vermesi bir yana; Türkiye’deki sendikalar, 1980’li yılların ikinci yarısında başlayan özelleştirme, taşeron kullanımı, esnek üretim vb. emek düşmanı yeni liberal politikalara her aşamada destek oldular. Onlar, kamu çalışanlarının 1989’da başlattığı direnişi (“Bahar eylemleri”) kırdılar ve 70.000 Zonguldak maden işçisinin 30 Kasım 1990 - 6 Şubat 1991 tarihleri arasında gerçekleştirdiği büyük iş bırakma eylemini ve Ankara yürüyüşünü yenilgiye uğrattılar. Ardından, kamu çalışanlarının 1990’lı yıllarda başlattığı grevli toplu iş sözleşmeli sendikalaşma hakkı mücadelesi, hareketin kısa süre içinde bürokratlaşan önderleri eliyle sekteye uğratıldı. Nihayet, daha yakın dönemde gerçekleşen bütün işçi direnişleri ve grevler sendikalar eliyle sermayeye kurban edildi. Sendikalara ilişkin dosyayı bu sayıda açmamızın asıl nedeni, 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasa Tasarısı ile Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı’nın TBMM’nin gündemine gelmiş olmasıdır. Sendikalar, sözkonusu yasanın hazırlanması sürecinde sergiledikleri bilinçli sessizlikle (göstermelik eylemlerden söz etmeye bile değmez) bir kez daha siyasi iktidarının ve sermayenin sadık gardiyanları olduklarını gösteriyorlar. Sendikalar dosyasında, yayın kurulumuzun sendikalara ve sendikal harekete ilişkin temel görüşlerinin yanı sıra, yazarlarımızdan Hakan Aktaş’ın, M. Özgür Demir’in ve Rıza Kül’ün söz konusu yasa tasarılarına ilişkin değerlendirmeleri ile Orhan Cemil’in DİSK kongresine ilişkin yazısı yer alıyor.
H Zeynep Sencer, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü ele aldığı yazısında, 8 Mart’a ilişkin alışıldık değerlendirmeleri yinelemek yerine, kapitalizme ve patriarkaya karşı mücadeleye ilişkin sosyalist bir perspektif sunmaya çalışıyor. Zeynep’in “8 Mart ve bugünün şarkısını söylemek” başlıklı bu yazısını ve Yusuf Ateşçi ile birlikte kaleme aldığı “cinsiyet sorununa ilişkin Marksist perspektif” yazısıbı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
H Bu sayımızda ayrıca, Mehmet Duman’ın “Newroz ve sınıf mücadelesi” başlıklı yazısını, Sosyalizm Gençliği’nin, faşistlerin 34 yıl önce 16 Mart 1978’de gerçekleştirdiği Beyazıt katliamına ilişkin bildirisini ve yayın kurulumuzun “Marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler” başlıklı temel dökümanının ikinci bölümünü bulabilirsiniz. Son olarak, Hakan Aktaş’ın 1. sayımızda er alan “Maya takvimi, Durban iklim zirvesi ve küresel ısınma” başlıklı yazısında Meksika Körfezi’ndeki felakete yol açan petrol şirketi Shell değil ama BP olacaktı. Bu yanlıştan dolayı özür diliyoruz. HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
krizin faturasını Yunan emekçilerine kesme eğiliminin ve Yunan karşıtlığının güçlendiğine tanık oluyoruz. Kendi sömürü düzenlerinin üstünü örtmek isteyen AvruAvrupalı egemenler, AB çapında uygulamak palı egemenler, AB çapında istedikleri kemer sıkma politikalarını emekçi uygulamak istedikleri kemer kitlelere kabul ettirebilmek için, Yunanistan’a sıkma politikalarını emekçi kitlelere kabul ettirebilmek yapılan yardıma gönderme yapıyor ve için Yunanistan’a yapılan “milliyetçi” duyguları körüklüyorlar. yardıma gönderme yapıyor unanistan’a verilen 130 bulunduran bankalar da 130 ve “milliyetçi” duyguları kömilyar Avroluk ikinci kur- milyar Avroluk kurtarma pa- rüklüyorlar. tarma paketi Avrupa ekono- ketinden 30 milyar ödeme misi üzerine tartışmaları da yapılması karşılığında alacanlandırdı. Avrupa Birli- caklarının %53,5’ini silerek ği’nin (AB) ikinci kurtarma Yunanistan’ın borçlarında paketi için öne sürdüğü ko- 107 milyar Avro indirim sağşullar, Yunan emekçilerinin lamış olacaklar. ve gençliğinin sert protesto- Tüm bunlar krizin faturasını larına rağmen Yunan meclisi ödemek zorunda bırakılan unanistan’ın yanı sıra tarafından onaylandı. Yunan emekçilerini ve gençliİtalya, Portekiz ve İspanya Yeni düzenlemeler, kamuda ğini bir kez daha sokaklara ekonomilerini de derinden kadrolu memur statüsünün döktü. Anımsanacağı üzere, sarsan Avro krizini finanse etkaldırılması; işçi, memur ve Yunan emekçileri daha önce meye çalışan Avrupa Birliği emekli maaşlarında, sa- de defalarca sokağa döküle(AB), IMF kanalıyla kendisine vunma harcamalarında ve rek ve “genel grev” ilan edeayrılan kaynakların arttırılkamu yatırımlarında yüzde rek tepkilerini ortaya koymasını talep etti. 50’ye varan oranlarda kesin- muşlardı. Fakat onlar, bu eyAncak G-20 toplantısında, tiler yapılması; toplu iş söz- lemleri örgütleyecek ve onları başta ABD olmak üzere Gleşmelerinin iptal edilmesi; iktidarı alma perspektifiyle 20 ülkelerinin çoğunluğu, vergilerin arttırılması; sosyal donatabilecek bir partiden AB’nin bu talebine sıcak bakyardım kurumlarının birleşti- yoksun oldukları için, her madı ve ondan, öncelikle rilerek, düşük gelirlilere yapı- geçen gün umutlarını kaybekendi kaynaklarını arttırmalan yardımların iptal edilmesi diyorlar. Dahası, Yunanistanlı sını talep etti. Almanya’nın ve sosyal sigortalıların has- emekçilerin ve gençliğin öfşiddetle karşı çıktığı bu karar, tane ve ilaç alımındaki har- kesi, egemen sınıflar yerine, Mart ayının ilk haftasında camalara olan katkı payının diğer Avrupalı ülkelere yöneBrüksel’de yapılacak olan zirarttırılması gibi başlıkları içe- liyor; ülkede, milliyetçilik givede ele alınacak. riyor. derek güçleniyor. IMF, daha önce 500 milyar Bu kesintilerle birlikte Yuna- Yunanistan’da bu süreç yaşaAvro olarak belirlenen Avnistan’ın tasarruf önlemleri nırken, Avrupa’nın geri kalarupa İstikrar Fonu’nun 1 tril2,5 milyar Avroyu bulacak. nında da emekçiler içinde yon Avroya çıkartılmasını Ellerinde Yunan tahvillerini kendi ülkelerinde yaşanan talep ediyor.
ab’deki kriz milliyetçiliği körüklüyor
Y
g-20’den ab’ye ret
Y
3
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye çin’den batılı ortaklarına destek Çin, AB’ye IMF’den talep ettiği yardımları sağlama konusunda elinden gelen desteği vereceğini belirtti.
B
ABD Başkanı Barack Obama ile Çin Devlet Başkan Yardımcısı Şi Cinping
israil-iran gerginliği
U
zunca bir süredir İran’ın nükleer programı vesilesiyle gündeme gelen ve batılı emperyalistler ile İran arasında restleşmeye yol açan gerginlik artıyor. İran devlet başkanı Ahmedinejad, “İslam Devrimi”nin 33. yıldönümü nedeniyle yaptığı konuşmada İran’ın bundan sonra kendi ürettiği nükleer yakıt çubuklarını ve dördüncü nesil santrifüjlerini kullanmaya başlayacağını; çok kısa süre içinde nükleer faaliyetler konusunda elde edilen başarıları açıklayacağını duyurdu. Bu konuşmanın ardından, uzun zamandır dillendirilen İran’a askeri müdahale snaryosu daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı
4
üyümesinin AB ülkelerinden gelecek olan yatırımlara bağlı olduğunun farkında olan Çin, AB’ye IMF’den talep ettiği yardımları sağlama konusunda destek vereceğini belirtti. Çin’in bu desteğinin altında Avro bölgesinin bir an önce bu krizden çıkabilmesi, pazarının güvence altına alınması ve AB ülkelerinin Çin’deki yatırımlarını arttırmaları umudu yatıyor. Böylece Çin kendi ulusal sınırları içinde artan hoşnutsuzluğu ve işsizliği kontrol altına alabilmenin ve büyümeyi devam ettirmenin planlarını yapıyor. Uzunca bir süredir “dünyanın fabrikası” konumunda olan Çin’in küresel krizden etkilen-
mesi, kuşkusuz, kaçınılmazdı. Avrupalı ve Amerikalı şirketler başta olmak üzere çok sayıda firma uzunca bir süredir Çin’e ciddi yatırımlar yaparak, bu ülkedeki ucuz işgücünden ve hammadde kaynaklarından yararlanıyordu. Gerek Çin işçi sınıfının parçalı ve sınırlı mücadelesi (bu mücadele, son 5 yılda yalnızca %15 gibi mütevazi bir ücret artışı sağladı), gerekse küresel krizin etkisiyle yatırımların azalması ve Çin’in en büyük pazarları olan AB ile ABD’de yaşanan kriz, ülke ekonomisini de yavaşlattı. Tüm bunlara, şimdilik sınırlı da olsa, korumacılık yönündeki eğilimler eklenince, Çin dünya ekonomisinin gidişatına müdahale etmek için kolları sıvamak durumunda kaldı. Geçtiğimiz ay, ABD, AB ve Türkiye ile ikili görüşmeler yapan Çin, dış politikada artık daha etkin bir rol alacağının işaretlerini veriyor.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
suriye üzerine pazarlıklar sürüyor Bir yanda bir askeri müdahale ihtimalini saklı tutan ABD’li ve AB’li egemenler; diğer yanda ise Birleşmiş Milletler’de askeri müdahalenin önünü kesen Rusya ile Çin, Suriye üzerinden birbirlerine karşı güç denemesinde bulunuyorlar.
S
uriye’de “Özgür Suriye Ordusu” ile Suriye Ordusu arasında süren çatışmalar şiddetlenerek sürerken, emperyalistler arasındaki “bilek güreşi” bu ülke üzerinde yoğunlaşmış durumda. Birleşmiş Milletler’de Rusya’nın ve Çin’in vetosuyla karşılaşan Avrupalı ve ABD’li egemenler Arap Birliği ve Birleşmiş Milletler üzerinden birbiri ardına ekonomik ve siyasi yaptırım kararları çıkarıyorlar. Bir yanda bir askeri müdahale ihtimalini saklı tutan batılı emperyalistler, diğer yanda ise Birleşmiş Milletler’de askeri müdahalenin önünü kesen Rusya ile Çin, Suriye üzerinden birbirlerine karşı
güç denemesinde bulunuyorlar. Rusya’nın donanmasını Suriye’ye göndermesi ve Çin devlet başkan yardımcısı Şi Cinping’in ABD ziyaretinde Suriye’ye yönelik olası bir müdahaleye karşı olduklarını bir kez daha belirtmesi bu kamplaşmanın ifadesidir. Tüm bu restleşmeler Suriye’ nin bölge enerji hatlarının geçiş noktasında olmasından ve Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının Avrupa’ya açılan kapısı olma özelliğinden dolayı emperyalist devletler açısından büyük bir önem kazanıyor. Suriye konusunda en aktif rol oynayan devletlerden biri de Türkiye. Suriye’li muhaliflere
ve mültecilere kapısını açmış olan AKP hükümeti, Suriye’ye yapılacak olan olası bir müdahale konusunda oldukça iştahlı. Onun bu kadar iştahlı olmasının ardında, Türkiye’nin bu ülkenin uluslararası sermayeye açılan kapısı olması, Türkiyeli kapitalistlerin oradaki yatırımları ve bölgedeki Kürtlerin rolü yatıyor. Suriyeli Kürtlerin konumu savaşan tüm taraflar için önemli. Öyle ki, muhalif Suriye Ulusal Konseyi, Kürtlere yerel yönetimlere dayalı özerklik sözü vermiş bulunuyor. Türkiye’nin açık desteğini almış olan Konsey’in bu açıklaması, önümüzdeki dönemde Türkiye’de Kürt sorunuyla ilgili yaşanacak gelişmelerle de yakından ilgilidir. Suriyeli işçiler ve emekçiler ise bütün bu gelişmelerin ortasında, henüz kendi bağımsız örgütlenmelerini ve politikalarını oluşturabilmiş değiller. Onlar, sermayenin iktidar mücadelesi veren iki kesimi (Özgür Suriye Ordusu ve BAAS rejimi) arasında bölünmüş ve onlara yedeklenmiş durumdalar.
5
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
A
abd - taliban görüşmeleri BD’nin uzunca bir süredir saplanıp kaldığı Afganistan bataklığından en az zararla çıkma çabası içinde Taliban ile resmi görüşmelere başladığı resmen kabul edildi. Bir NATO üssünde Kuran yakıldığı iddiası üzerine artan gerginliğe rağmen ABD’nin Taliban’la masaya oturması kuşkusuz bir rastlantı değil. Bir yanda “Arap Baharı”, diğer yanda ise Suriye, İran ve Irak ekseninde artan gerginlikle gündeme gelen askeri müdahale olasılığı ABD’yi böyle bir yol izlemeye mecbur bırakmış durumda. ABD’nin Taliban ile anlaşmaya yönelmesi, onun Arap ülkelerinde yükselen kitlesel muhalefeti manipüle etmek için Müslüman Kardeşler ile gerçekleştirdiği anlaşma ile de uyumludur ve yeni bir stratejinin ifgadesidir.
6
dünya ve türkiye
ırak’ta iç savaş tehlikesi
BD askerlerinin yerini “özel orduya” bıraktığı Irak’ta, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkmasının ardından mezhepsel çatışmalar ve terör eylemleri hızla artmaya başladı. Irak’ta bir bombalı saldırının olmadığı gün neredeyse yok. Sadece 23 Şubat günü, ülkenin çeşitli yerlerinde, 22 bombalı saldırı düzenlendi. Bu
A
sosyalizmin penceresinden
saldırılarda 67 kişi ölürken, 417 kişi yaralandı. Sünniler ile Şiiler arasında artan gerginliğin ardından, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlığını ilan edeceği iddiaları da yaygınlaştı. Irak’ın içinde olduğu bu kaostan nasıl çıkacağı, Ortadoğu’da (özellikle de Suriye ve İran’da) siyasi dengelerin nasıl şekilleneceğiyle doğrudan bağlantılı. Suriye ve İran konusunda kar-
şı karşıya gelen emperyalist kampların bu ülkelerde kazanacakları mevziler Irak’ taki dengeleri de belirleyecek. Irak’ta yaşanan tüm bu şiddet olaylarına ve kaosa son verebilecek tek güç olan -Şii ve Sünni- Arap ve Kürt emekçileri ise yalnızca sosyalist devrim programı etrafında cisimleşebilecek ortak bir mücadele perspektifinden yoksun, “kendi” mülk sahibi sınıflarına yedeklenmiş olmayı sürdürüyor.
“ermeni meselesi” ve sarkozy
N
isan ayında yapılacak olan seçimlerde Ermeni diasporasının desteğini almak isteyen Sarkozy, “Ermeni Soykırımını reddetmeyi” suç sayan yasanın Anayasa Mahkemesi’nde iptal edilmesinden saatler sonra, hükümetten yasanın tekrar hazırlanmasını talep etti. Ermeni soykırımı üzerinden çıkar sağlamak isteyen, kuşkusuz, sadece Sarkozy değil. AKP hükümeti de bu konuda son derece iştahlı. Eline geçen bu fırsatı değerlendirmek isteyen AKP hükümeti-
nin desteği ve sendikalar ile siyasi partilerin katılımıyla 26 Şubat’ta Taksim’de, Hocalı katliamı ile ilgili bir miting düzenlendi. İçişleri Bakanı’nın konuşma yaptığı bu miting baştan sonra ırkçılık ve Ermeni düşmanlığı üzerine kuruluydu. AKP’nin, Ermeni güçlerinin 26 Şubat 1992’de gerçekleştirdiği Hocalı katliamını gündeme taşıması, önümüzdeki dönemde Türkiye ile Ermenistan arasında Karabağ sorunu üzerine yaşanabilecek bir gerilimin sürpriz olmayacağını gösteriyor.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
mit - yargı gerilimi M
İT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ve PKK’yle yapılan Oslo görüşmelerine katılan eski MİT’çilerin KCK soruşturması kapsamında ifade vermeye çağrılmaları ardından patlayan kriz, geçtiğimiz ayın önemli gündem maddelerinden biriydi. Konuyla ilgili birçok spekülasyon yapıldı, ve basında, “Gülen Cemaati” ile iktidar arasındaki ilişkiler masaya yatırıldı. Burjuva medyada sü-
ren tartışmalarda birçok spekülasyon yapıldı ama “MİT-yargı gerilimi”nin dünya’daki kriz ortamının ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı bölgedeki altüst oluşun bir dışavurumu olduğuna hemen hiç değinilmedi. Hükümetin, açık bir şekilde Hakan Fidan’ın ve MİT’çilerin arkasında durması, onun PKK’yle yapılan görüşmelere açıkça sahip çıktığını ve üstlendiğini gösterdi. İktidarın MİT
Ş
yasasında yapılan değişiklikle birlikte MİT mensuplarına adeta dokunulmazlık zırhı giydirmesi, onun “Kürt açılımı“ konusundaki stratejisinin, sanıldığının aksine, değişmediğini göstermektedir. Devlet içinde yaşanan bu gerilimin bir diğer sonucu da, bizzat AKP hükümeti tarafından yaratılan olağanüstü mahkemelerin ve son derece geniş yetkilerle donanmış yargı ve emniyet mensuplarının hizaya çekilmesiydi.
chp kurultayları
ubat ayının son günlerinde toplanan CHP kurultayları, parti içindeki ulusalcı kanadın bütün üst düzey görevlerden tasfiyesiyle sonuçlandı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun popülist ve liberal politi- kalarının partideki egemenliğini ifade eden kurultaya Önder Sav ile Deniz Baykal’ın başı çektiği muhalifler katılmadı. Muhalefete karşı ilk
kez bu kadar sert olan Kılıçdaroğlu, bu koşullar altında, istediği tüzük değişikliğini de delegelere onaylatarak kurultaylardan zaferle ayrıldı. Kılıçdaroğlu’nun bu zaferinden sonra, parti içerisinde, büyük sermayenin de desteklediği dönüşümleri kısa sürede sağlaması bekleniyor. An-cak bu süreç hiç de sancısız geçmeyecek.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, muhalefetin boykot ettiği kurultaydan başarıyla çıktı.
7
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
kozlu katliamının 20. yılı B
undan yirmi yıl önce, 3 Mart 1992’de, Zonguldak'ın Kozlu ilçesindeki taş kömürü maden ocağında akşam saatlerinde gerçekleşen zincirleme grizu patlamalarında 263 madenci ölmüştü. Bu, Zonguldak'ta kömür madenciliğinin 150 yıllık tarihinde yaşanan en büyük felaket ve bir işçi katliamıydı. Bütünüyle TTK yönetiminin ve onunla içli dışlı Genel Maden İş sendikası bürokratlarının sorumlu olduğu bu katliam sonrasında, “yangın denetim altına alınamadı”, “ocağa
8
giriş yolları kapandı” vb. gerekçelerle herhangi bir inceleme yapılmamıştı. Yalnızca kurtulanların ifadelerine göre yapılan değerlendirme sonucunda hiç kimsenin cezalandırılmadığı Kozlu Katliamı, devletin ve sendikacıların yüzünde kara bir leke olarak durmaktadır. Kozlu katliamından yirmi yıl sonra, ölenlerin yerlerini alanlar, aynı onlar gibi, her an ölümün nefesini enselerinde hissederek kömür çıkartmayı sürdürüyorlar. Hem de taşeronlar eliyle mahkum
edildikleri çok daha kötü koşullarda... Devlet yetkilileri ve sendikacılar ise akıl almaz bir pervasızlıkla, her yıl, katlettikleri işçiler anısına duaların okunduğu törenler düzenliyorlar. Sermayenin siyasi temsilcileri ve sendikacı gardiyanlar, bu iki yüzlü oyunu yirmi yıldır sürdürüyorlar ve sürdürmeye devam edecekler. Ta ki madenciler kendilerini sermeyeye bağlayan bütün zincirlerden kurtulup öz örgütlenmeleri eliyle onun egemenliğine son verene değin!
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
yunan işçi sınıfının yağmalanması peter schwarz*
Şimdiden uygulamaya konulan kemer sıkma önlemleri benzersiz bir toplumsal çöküşe yol açmıştır. Yunanistan’da, beş yetişkinden ve iki gençten biri işsizdir. Krizden önce Atina’da pek bilinmeyen evsizler yaygınlaştı. On binlerce küçük işletme devasa vergi artışları nedeniyle iflasa sürüklenmiş durumda.
Y
unan halkına yönelik saldırılar devasa bir boyut kazanmış durumda. Avrupa Komisyonu, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Merkez Bankası “troyka”sı Yunan işçi sınıfının bütünüyle tahrip edilmesinden aşağısını talep etmiyor. Şimdiden uygulamaya konulan kemer sıkma önlemleri benzersiz bir toplumsal çöküşe yol açmıştır. Yunanistan’da, beş yetişkinden ve iki gençten biri işsizdir. Krizden önce Atina’da pek bilinmeyen evsizler yaygınlaştı. On binlerce küçük işletme devasa vergi artışları nedeniyle iflasa sürüklenmiş durumda. Bununla birlikte, varlıklı seçkinler kemer sıkma önlemlerinden hiç de etkilenmiş değil. Handelsblatt’a göre, onlar yurt dışındaki hesaplarında 560 milyar Avro depolamış durumda ki bu Yunanistan’ın toplam ulusal borcunun yaklaşık iki katıdır. Troykaya ve onun arkasındaki bankalara göre bütün bu tasarruflar yetmez. Onlar, geçen yaz üzerinde anlaşılan ikinci kurtarma paketinin ödenmesinin ön koşulu olarak, yalnızca bu yıl için, hepsi işçi sınıfının zararına 3,3 milyar Avroluk bütçe kısıntıları talep ediyorlar. Sağlık harcamaları 1,1 milyar Avro azaltılacak; gelecek yıl içinde 15 bin ve gelecek dört yıl süresince 150 bin kamu çalışanı işten çıkartılacak. 300 bin insanın tabi olduğu asgari ücret 750 Avro’dan 600 Avro’ya, işsizlik yardımı aylık 460 Avro’dan 360 Avro’ya indirilecek. Çok sayıda Yunanlının yaşamını sürdürmek için bağlı ol-
Peter Schwarz, IV. Enternasyonal’ in Uluslararası Komitesi’nin sekreteri ve Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin yayın kurulu üyesidir. Makalenin İngilizce orijinali için, bkz.: http://wsws.org/articles/2012/feb2012/persf10.shtml
9
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bu arada, giderek artan sayıda sözcü, Yunanistan’ın iflasını ilan etmesini ve Avro Bölgesi’nden çıkartılmasını savunuyor. Avrupa Komisyonu başkanı Neelie Kroes, Yunanistan’ın para birliğinden çıkması durumunda sonucun “üstesinden gelinebilir” olacağını ileri sürdü.
10
duğu tamamlayıcı emeklilik maaşları yüzde 15 kesilecek. Özel sektördeki ücretler, devamlı sözleşmeleri yenilemeyerek ve şirket düzeyinde yeni sözleşmeler yoluyla yüzde 20 düşürülecek. Société Générale bankasından James Nixon, “daha düşük asgari ücret gelecekteki ücret görüşmeleri için taban oluşturacağından dolayı, ücret kesintilerinin daha büyük olacağı öngörülüyor” dedi. Bu arada, Lucas Papademos’un hükümetini destekleyen üç parti (sosyal demokrat PASOK, tutucu Yeni Demokrasi ve aşırı sağ LAOS) troykanın taleplerinin çoğunu kabullenmiş durumda. Maliyet azaltıcı önlemlerin onda biri kadar olan tamamlayıcı emeklilik maaşlarında planlanan kesintiler üzerindeki farklılıklar sürüyor. Onlar, Yunanistan’ı daha derin bir durgunluğa sürükleyecek olmasına rağmen, kemer sıkma önlemleri konusunda anlaştılar. Kesintiler yalnızca bankaları tatmin etmeyi amaçlamaktadır. Onların Yunanistan’a verdikleri borçların parasal değerinde uzun süre önce yaptıkları yüzde 50’lik kesinti, Avrupa Birliği tarafından garanti edilmiş olan
geri kalan yüzde 50’nin yüksek faizle geri ödenmesi yoluyla telafi edilecektir. Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sorkozy, Paris’teki son toplantılarında, Yunan hükümetinin bazı gelirlerinin, doğrudan doğruya, Atina’nın bankalar kendi paylarını almadan önce erişemeyeceği özel bir hesapta toplanmasını bile önermişlerdi. Bu arada, giderek artan sayıda sözcü, Yunanistan’ın iflasını ilan etmesini ve Avro Bölgesi’nden çıkartılmasını savunuyor. Avrupa Komisyonu başkanı Neelie Kroes, Yunanistan’ın para birliğinden çıkması durumunda sonucun “üstesinden gelinebilir” olacağını ileri sürdü. Yunanlı AB Komisyonu üyesi Maria Damanaki de Avro Bölgesi’nden çıkışın “açıkça incelenmekte” olan “gerçek bir seçenek” haline geldiğini doğruladı. Böylesi bir hamlenin amacı gelirlerden, tasarruflardan ve bütün toplumsal altyapıdan elde kalan her şeyi devletin iflası ve denetimden çıkmış enflasyon yoluyla ortadan kaldırmak olur. Mali aristokrasinin Yunanistan’a yaptıkları, onun bütün Avrupa için tasarladığı şeydir. Birkaç yıl önce zar zor
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sözcük yayımladı. ETUC, diğer ülkelerdeki işçileri Yunanlı meslektaşlarını savunmak üzere harekete geçirmek için parmağını bile kıpırdatmadı. O, bunun yerine, bütünüyle troykanın arkasında durmakta ve onun kurumlarıyla sıkı ilişki içinde çalışmaktadır.
Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC), Yunan işçilerinin öfkesini etkisiz, sınırlı protesto grevleri içinde tüketmeye çalışan Yunan sendikaları ile dayanışma amacıyla, belirsiz birkaç sözcük yayımladı. ETUC, diğer ülkelerdeki işçileri Yunanlı meslektaşlarını savunmak üzere harekete geçirmek için parmağını bile kıpırdatmadı.
düşünülen bir toplumsal karşı devrim gerçekleşiyor. Uluslararası mali aristokrasinin kâr ihtiyacını güvence altına almak için, halkın geniş kesimleri yoksulluğa, işsizliğe, hastalığa ve hatta ölüme mahkum ediliyor. Avro krizinin burgacına yakalanmış (Portekiz, İspanya, İrlanda) ya da Uluslararası Para Fonu’ndan gelen yardıma bağımlı (Macaristan, Romanya) diğer ülkeler, işçi sınıfına yönelik benzeri acımasız saldırıları gerçekleştiriyorlar. Doğu Avrupa’daki son soğuk dalgasında ölen yüzlerce insan hava koşullarının değil ama elektriği, ısınmayı ve barınmayı çok sayıda insan için erişilemez kılan kemer sıkma önlemlerinin kurbanıdır. Almanya gibi “zengin” ülkelerde bile, “çalışan yoksullar”ın ve düşük gelirlilerin sayısı çarpıcı biçimde artmaktadır. Bu, Avrupa’daki sosyal demokrat partilerden ve sendikalardan Yunan işçileri ile dayanışma konusunda tek bir sözcüğün bile edilmemesi gerçeğini daha da çarpıcı kılmaktadır. Onlar troykanın dayatmalarını bütünüyle destekliyor ve onların uygulanmasına yardımcı oluyorlar. Avrupa Parlamentosu başkanı ve Avrupa sosyal demokrasisinin önde gelenlerinden Martin Schulz, Yunan siyasi partilerine, açık açık, troykanın kısıntı hedeflerine ulaşmaları çağrısı yaptı. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC), Yunan işçilerinin öfkesini etkisiz, sınırlı protesto grevleri içinde tüketmeye çalışan Yunan sendikaları ile dayanışma amacıyla, belirsiz birkaç
Sosyal demokratların ve sendikaların bütünüyle egemen mali oligarşinin kampında olduğunun bundan daha açık bir kanıtı olamaz. Onlar, Yunanistan’daki işçi sınıfına yönelik saldırıları destekleyerek, bütün Avrupa ülkelerinde işçi sınıfına yönelik benzeri saldırıları hazırlıyorlar. Onlar, işçileri müflis sendika bürokrasilerine bağlamayı; sosyal demokrasiyi ve Avrupa Birliği’ni reformdan geçirme olasılığı üzerine yanılsamaları canlandırmayı amaçlayan ya da troykanın dayatmalarından kaynaklanan öfkeyi Yunan milliyetçiliği açmazına akıtmanın yolunu arayan bir sürü sahte-sol örgütlenme tarafından destekleniyor ve savunuluyor. Yunanistan’daki olaylar işçi sınıfının yeni örgütlenmelere ve yeni bir siyasi perspektife ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Onların sosyal ve demokratik haklarına yönelik amansız saldırılar, kaçınılmaz şekilde güçlü bir muhalefeti canlandırmaktadır. Bu, Yunanistan’daki, İspanya’daki, Romanya’daki ve diğer ülkelerdeki kitlesel protestolar tarafından gösteriliyor. Ama bu muhalefetin siyasi bir yönelime ihtiyacı var. Bu yönelim, AB’yi ve bütün Avrupalı kapitalist yönetimleri devirmeyi ve onların yerine Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’ni oluşturmak üzere birleşen işçi iktidarlarını geçirmeyi amaçlayan uluslararası sosyalist bir kitle hareketine dönüşmelidir. Bu, Avrupa’nın dört bir yanında IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerinin inşasını gerektirmektedir.
HHHH
11
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sep’in abd başkanlığı seçimlerindeki adayı jerry white’ın açıklaması
2012’de sosyalist eşitliğe oy ver!
S
osyalist Eşitlik Partisi’nin ABD başkanlığı adayı olmaktan gurur duyuyorum. Aynı partiden benimle birlikte seçime katılan Phyllis Scherrer ile birlikte, bu önemli seçim yılında, sosyalist bir program temelinde işçi sınıfının çıkarları için mücadele edeceğim. Çalışanlar, ABD’de ve dünyanın dört bir yanında, 1930’ların ve 1940’ların karanlık Büyük Bunalım ve II. Dünya Savaşı günlerinden bu yana yaşanan en büyük ekonomik, sosyal ve siyasal krizle karşı karşıyalar. Kapitalist sistemin son büyük çöküşü korkunç ölçekte ölüme ve tahribata yol açmış; kitlesel işsizlik, yoksulluk ve savaş insan soyunu yıkımın eşiğine getirmişti. Kriz nihayet sona erdiğinde, bütün dünyada işçi sınıfının militanlaşması ve devrimci mücadelelerinden dehşete kapılan egemen sınıf gerekli derslerin çıkartıldığını, kapitalizmin ıslah edileceğini ve geçmişteki kâbusun asla yinelenmeyeceğini iddia etti Ama kapitalist sistem bir kez daha çok ciddi bir krizde. Milyonlarca insan işinden olmuş ve evlerini yitirmiş durumda. On milyonlarca insanın maaşları kesintiye uğradı ve onların başlıca sosyal hizmetlere ulaşmaları kısıtlandı. Gençler, okullar kapatıldığı ve öğret-
12
menler işten çıkartıldığı için, doğru dürüst eğitim hakkından mahrum bırakılıyor; yüksekokula gidebilenler ise büyük bir borç ve işsizlik yükünün altına giriyor. Milyonlarca yaşlı işçi emekli maaşlarını yitirmiş, birikimleri tükendiği için yetmişli hatta seksenli yaşlarında çalışmaya zorlanmış durumda. Binlerce küçük ve orta ölçekli işletme, büyük bankalar borç vermeyi reddettiği için kapılarını kapatmaya zorlanıyor. Gözünü kâr ve iktidar bürümüş olan ABD’deki yönetici seçkinler, ekonomik kriz karşısında askeri güç kullanmada her zamankinden daha pervasızlaşıyor. Birbiri
ardına savaşlara tanık olunan bir on yılın ardından, felaket boyutunda bir üçüncü dünya savaşına zemin hazırlanıyor. Bu felakete gidiş durdurulmalıdır. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin programı işçi sınıfına çıkış yolunu göstermektedir. Ben ve Phyllis Scherrer, kampanyamızı belirli ana ilkeler üzerine yerleştiriyoruz. İlk olarak, geleceğin anahtarının işçi sınıfının uluslararası birliğinde yattığında ısrar ediyoruz. İşçi sınıfının çıkarları ulusal bir program temelinde savunulamaz. Her ülkede, çalışanlar, kâr için dünyayı tarayan ulus ötesi şirketler tara-
ABD’deki Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP), 2012 seçimlerine Jerry White başkan ve Phyllis Scherrer’ı başkan yardımcısı adayı göstererek katılacaktır. Dünya Sosyalist Web Sayfasının yazarlarından White (52), SEP’in 2008’deki başkan adayıydı. Scherrer (48) ise Pennsylvania’daki Pittsburg’da öğretmendir. White tarafından yapılan bu açıklama, SEP’in seçim kampanyasının temellerini özetlemektedir.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k fından eziliyor. Büyük mali ve eğitim, bütçeye uygun konut nistan’daki, Irak’taki ve Libsanayi holdingler ücretlerin edindirme, genel sağlık hiz- ya’daki savaşlardan sonra, azaltılmasını ve insana yara- metleri, saygın bir emeklilik şimdi Suriye’ye ve İran’a şır bir yaşam düzeyi için ge- ve kültüre erişim gibi temel karşı, Rusya ve Çin ile savaş rekli sosyal yardımların kal- gereksinimlerin ayrıcalık ol- tehlikesine yol açacak askeri dırılmasını talep ediyorlar. Av- madığında ısrar eder. Bunlar bir müdahale için savaş tamrupa’da, uluslararası banka- vazgeçilemez toplumsal hak- tamları çalıyor. Bankalar ve lar, yaşam standartlarını yüz- lar; “yaşam, özgürlük ve mut- şirketler kendi güçlerini ve de 50 kadar gerileterek, Yu- luluk peşinde koşmanın” kârlarını arttırmak için ellerinnanistan’ı bir üçüncü dünya günümüzdeki ön koşullarıdır. den geleni ardına koymayaülkesi haline getiriyorlar. caklardır. Dünya, sahte “terörle mücadele” bahaMilliyeti, etnik arka planı, Milliyeti, etnik arka planı, nesiyle giderek artan şedini ya da dili ne olursa dini ya da dili ne olursa kilde terörize edildi. olsun, dünyanın her yerinABD’de, yargıç önüne çıolsun, dünyanın her deki işçilerin ve gençliğin karılma [habeas corpus] yerindeki işçilerin ve çıkarları aynıdır. Bu yüzgibi temel anayasal hakden, işçi sınıfının uluslargençliğin çıkarları aynıdır. lar ayaklar altına alındı. arası bir stratejiye ihtiyacı Bu yüzden, işçi sınıfının var. Ortadoğu’daki, AvruDördüncüsü, SEP, işçi sınıuluslararası bir stratejiye pa’daki, Afrika’daki, Asya’ fının, büyük işletmelerin ihtiyacı var. Ortadoğu’daki, satın alma araçları olan daki ve Latin Amerika’ daAvrupa’daki, Afrika’daki, ki işçiler kapitalizme karşı Demokratlara ve CumhuAsya’daki ve Latin küresel mücadelede ABD’ riyetçilere siyasi olarak li işçilerin müttefikleridir. tabi kılınmasına karşı Amerika’daki işçiler çıkar. Demokratların bir İkinci olarak, biz, sosyalizkapitalizme karşı küresel tür “halkın partisi” olduğu min ve insanlığa yakışan mücadelede ABD’li işçilerin iddiası bütünüyle yanlıştır. bir toplumun temeli olan müttefikleridir. Demokratlar ile Cumhuritoplumsal eşitlik için müyetçiler arasındaki farklıcadele ediyoruz. Yaklaşık İşçiler bu haklar için yalvarlıklar, bu iki partinin birbirine kırk yıllık durgunluğun ardından, işçi sınıfının yaşam stan- mamalı, onlar için mücadele yönelik bütün hakaretlerine rağmen önemsizdir. dartları, 2008’deki Wall etmelidirler. Street çöküşünden bu yana Kapitalizm, modern yaşamın 2008’de, milyonlarca insan, alt üst oldu. Ama toplumun temel gerekliliklerini sağlaya- Bush’un ve Cumhuriyetçilerin küçük bir parçasının, en zen- madığını göstermiştir. O ba- militarist ve şirket yanlısı poligin yüzde beşinin serveti şarısız olmuştur ve yerini tikalarına bir son verme umubüyük bir hızla arttı. Milyon- daha ileri bir ekonomik sis- duyla Obama’ya oy verdi. larca insana insanca bir teme, sosyalizme bırakmalı- Başkan Obama, bankaları yaşam standardı sağlamak dır. İşçi sınıfının gereksinimleri kurtarma, otomotiv işçilerine, için mali kaynakların akılcı şirket kârlarından önce gel- öğretmenlere ve işçi sınıfının paylaşımını gerektiren bir melidir. diğer kesimlerine saldırma, toplumda, yılda yüz milyon- Üçüncü olarak, SEP emperya- Cumhuriyetçilerin sosyal larca doları süper zenginlerin list militarizme ve demokratik programlarda kesinti uygumaaşlarına ve ikramiyelerine haklara yönelik olarak Oba- lama ve emperyalist ABD çıçarçur etmenin hiçbir haklı ma yönetimi tarafından sür- karlarının tehdit altında yanı yoktur. dürülen saldırıya karşı çık- olduğu her yerde savaş açma SEP uygun ücretli işler, kaliteli maktadır. Beyaz saray, Afga- “hakkı” ilan etme biçimindeki
13
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sağcı politikalarını sürdürdü hatta tırmandırdı. Obama yönetimi altındaki yıllar, şirketlerin denetimindeki iki partili sistem dolayımıyla hiçbir değişimin mümkün olmadığı gerçeğinin altını çizmiştir. SEP’in kampanyası, bu siyasi sistemin yok saydığı herkesin kendisini ifade etmesini sağlayacaktır. Bizimki alışılagelmiş bir kampanya olmayacak; işçi sınıfının mücadelelerini birleştirmeyi ve onları toplumun devrimci dönüşümünü gerçekleştirmek üzere siyasi olarak örgütlemeyi amaçlayacaktır. Piyasanın anarşisinin yerini, insanların gereksinimlerine uyarlanmış ve onların demokratik denetimi altında akılcı ekonomik planlama almalıdır. Kimileri bunun gerçekçi olmadığını söylüyor. İyi de, çoğunluğun zararına azınlığın servetini sürekli kılan bir sistemi sürdürmekten daha gerçek dışı ne olabilir? İşçilere işlerini korumaları için yüzde 50 ücret kesintisini kabul etmeleri gerektiğini söylemek, yaşlılara yaşamlarını tıbbi bakım olmaksızın sürdürmek zorunda olduklarını anlatmak ya da gençlere yaşamlarına bir eğitim almadan devam etmeleri gerektiğini söylemek daha mı gerçekçi? Kapitalist sistem eşitsizlik üzerine kuruludur. O, kârı ve bireysel serveti bütün toplumsal çıkarların üzerine yerleştirir.
14
Kapitalist politikacılar ve şirketlerin denetimindeki medya tarafından, işçilere, uzun süredir sosyalizmden korkmaları anlatıldı. Ama işçiler, sosyalizmin gerçekte ne anlama geldiğini anladıkları ölçüde, onun bir gelecek mücadelesinde tek yol olduğunu fark ediyorlar.
Bu ülke “bütün insanlar eşit yaratılmıştır” ilkesi üzerine kuruldu. O, 150 yıl önce, “halkın halk tarafından halk için yönetimi dünyadan silinmeyecek” sözünün verildiği bir İç Savaş’ta yenilendi. Peki, bugün sahip olduğumuz şey ne? Mültimilyarderlerin ve milyarderlerin, şirketlerin denetiminde bir zenginerki; zenginlerin zenginler tarafından zenginler için yönetimi!
Ülkenin her yerinde, işçiler köklü bir değişim ihtiyacının farkına varmaya başlıyorlar. Onlar, eski siyasi partilerin ve sendikaların kendilerine sunacakları hiçbir şey olmadığını fark etmeye başlıyorlar. Kapitalist politikacılar ve şirketlerin denetimindeki medya tarafından, işçilere, uzun süredir sosyalizmden korkmaları anlatıldı. Ama işçiler, sosyalizmin gerçekte ne anlama geldiğini anladıkları ölçüde, onun bir gelecek mücadelesinde tek yol olduğunu fark ediyorlar. Yeni bir sosyalist işçi hareketinin inşa edilmesi gerekiyor. Programımıza katılıyorsanız, sizden yalnızca kampanyamızı desteklemenizi değil ona katılmanızı da istiyoruz. Bu kampanya sizin mücadelenizdir. Seçim malzemelerimizi dağıtmak ve kampanyaya destek sağlamak için işyerinizde, okulunuzda ya da mahallenizde bir SEP
2012 seçim komitesi oluşturun, seçim fonumuza bağışta bulunun. Ben ve Phyllis Scherrer, önümüzdeki haftalarda ve aylarda olabildiğince fazla eyalette oy almaya çalışacağız. Ama birçok eyalette, on milyonlarca dolara sahip olmayanların seçimlere katılmasını etkili bir şekilde kısıtlayan demokratik olmayan yasalardan dolayı, bağımsız bir kampanya örgütleyeceğiz. Eyaletinizde, oy pusulasında yer almamıza yardımcı olun ya da etkili bir bağımsız kampanya düzenleyin. 2011 yılı Mısır’dan Wisconsin’e kadar, Wall Street’e karşı dünya çapında protestoları içeren güçlü toplumsal hareketlerin doğuşuna tanık oldu. Bu yalnızca başlangıçtı. SEP, kampanyamız boyunca, işçi sınıfının ABD’deki ve uluslararası düzeydeki toplumsal mücadelelerini birleştirme mücadelesi verecek ; eşitlik, barış ve sosyalizm mücadelesi uğruna mücadeleye bir siyasi program sağlayacaktır.
açıklamanın İngilizce orijinali için, bkz. http://wsws.org/articles/2012/feb2012/whitf13.shtml
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“arap baharı”nın ekonomik arka planı halil çelik
T
unus’tan başlayarak Mısır’a ve -sonradan, doğrudan emperyalist müdahale ile farklı bir biçim alarak- Libya’ya sıçrayan; birçok Arap ülkesinde emekçi ve gençlik hareketlerine ilham vererek bugün Suriye’de devam eden “Arap Baharı”, gerek burjuva gerekse “sol” basında genel olarak egemenlerin ve muhalif kitlelerin “ruh hali” ve siyasi tavırları ile ele alındı. Oysa Tunus, Mısır ve Libya’da yolsuzluğa batmış diktatörleri deviren bütün bu hareketlerin altında küresel ölçekte işleyen ekonomik süreçler yatmaktadır ki söz konusu ülkelerde kurulan yeni rejimlerin geleceğini belirleyecek olan da bu dinamiklerdir. Tunus’un, Mısır’ın ve Libya’nın ortak özelliği bu ülkelerde egemen olan yönetici seçkinlerin ülke ekonomilerini kapitalizmin küresel dinamiklerine tabi kılarken, gerçekte, üzerinde yükseldikleri ulusal kalkınmacı / korumacı ulus devletlerin altını oymalarıydı. Bu durum, yöneticilerin niyetinden bağımsız biçimde, söz konusu ülke ekonomilerinin kapitalizmin küresel işleyişi içindeki dezavantajlı konumundan, sermaye birikiminin yetersizliğinden kaynaklanıyordu. Sonuçta, önceki dönemin ulusal ekonomisinin küresel rekabete açılmasıyla birlikte devlet “sosyal devlet” karakterini yitirirken, hızla yoksullaşan kitleler karşısında egemenliği sürdürme çabası içindeki yönetici seçkinler giderek daha fazla baskıya yöneldiler.
Tunus’un, Mısır’ın ve Libya’nın ortak özelliği bu ülkelerde egemen olan yönetici seçkinlerin, ülke ekonomilerini kapitalizmin küresel dinamiklerine tabi kılarken, gerçekte, üzerinde yükseldikleri ulusal kalkınmacı / korumacı ulus devletlerin altını oymalarıydı.
15
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Tunus ekonomisi, Bin Ali yönetimi altında, asıl olarak AB pazarına yönelik turizm, tekstil ve tarım sektörlerine dayanarak geliştiği yıllarda, hızla artan yolsuzluğa ve bölgesel eşitsizliklere rağmen, uluslararası sermaye kuruluşları tarafından “örnek ülke” olarak gösteriliyordu.
16
Bu süreç, Tunus’ta, 1987 yılında iktidara gelen Zeynel Abidin Ben Ali yönetimi altında yaşandı. Ben Ali, 1986 yılından başlayarak liberalleşen ülke ekonomisini başta Fransa ve İtalya olmak üzere AB ekonomisi ile bütünleştirdi. Tunus, 2004 yılında Dünya Ekonomik Forumu’nda hazırlanan Global Rekabet Gücü Raporu’nda, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden sonra Afrika’daki rekabet gücü en yüksek ikinci ülke seçilmişti. [1] 2006 yılında, Tunus, dışsatımının % 27,8’sini Fransa’ya, %24,3’ünü İtalya’ya, % 10,5’ini Almanya’ya, %5,2’sini ise İspanya’ya yapıyordu. Bu sıralama, ülkenin dışsatımı için de aynıydı (sırasıyla %29,7, % 21, % 8,8 ve % 6,2). [2] Tunus ekonomisi, Bin Ali yönetimi altında, asıl olarak AB pazarına yönelik turizm, tekstil ve tarım sektörlerine dayanarak geliştiği yıllarda, hızla artan yolsuzluğa ve bölgesel eşitsizliklere rağmen, uluslararası sermaye kuruluşları tarafından “örnek ülke” olarak gösteriliyordu. Ancak bu durum, 2008’de patlayan krizin ar-
dından hızla değişti. AB’den gelen talebin hızla azalmasıyla birlikte işsizlik ve yoksulluk dayanılmaz boyutlara ulaştı; buna, ülkenin hemen bütün büyük arazilerinin ve şirketlerinin sahibi olan Bin Ali ailesinin ve çevresindekilerin giderek pervasızlaşan yolsuzlukları eşlik etti. Bir toplumsal patlamanın bütün koşullarının oluştuğu bir ortamda, 26 yaşındaki üniversite mezunu Muhammed Bouazizi, polisin işporta tezgâhına el koymasına tepki olarak 17 Aralık 2010’da kendini yaktı. Onu, işsiz gençler Lahseen Naci’nin ve Ramzi El Abboudi’nin intiharları izledi. Görüldüğü üzere, Tunus’taki yönetim karşıtı halk hareketinin nedeni bu intiharlar değil; kapitalizmin, bu intiharların da nedeni olan küresel krizinin yıkıcı etkisiydi.
H Benzeri bir süreç Mısır’da yaşandı. Enver Sedat’ın 1981’de öldürülmesinin ardından Mısır devlet başkanı seçilen Mübarek, selefinin başlatmış olduğu küresel sermayeye açılım po-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k 1981-2006 yılları arasında geçici, esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması sayesinde, Mısır küçümsenmeyecek oranda yabancı sermaye girişinin olduğu bir ülke haline geldi ve GSMH neredeyse dört kat arttı.
litikasını hızlandırdı ve ülke ekonomisini bütünüyle kapitalizmin uluslararası dinamiklerine tabi kıldı. Mısır’ın ekonomik alanda sergilediği bu dönüşüm, ABD’nin milyarlarca dolarlık yardımlarıyla destekleniyordu ama asıl olarak askeri alanda gerçekleşen bu yardımlar Mısır’ın dış borçlarını ödeyemez hale düşmesini engellemedi. IMF, Mısır’ın borçlarının yeniden yapılandırılması ve kredi musluklarının kapanmaması karşılığında, bilinen yeni liberal yapısal dönüşüm programını dayattı. Devletin, sermayenin ve malların dolaşımı üzerindeki denetimini en aza indiren ve kapsamlı özelleştirmeler eşliğinde onun “sosyal” karakterini ortadan kaldıran yeniden yapılanma programı, milyonlarca Mısırlı emekçiyi ve genci barbarca bir sömürüye tabi kılıyordu. 1981-2006 yılları arasında geçici, esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması sayesinde, Mısır küçümsenmeyecek oranda yabancı sermaye girişinin olduğu bir ülke haline geldi ve GSMH neredeyse dört kat arttı. Ancak GSMH’de yaşanan bu artışa, servetin
dağılımındaki devasa bir eşitsizlik eşlik ediyor, yoksulluk hızla artıyordu. 2008 yılına gelindiğinde, Mısır halkının neredeyse dörtte biri yoksulluk sınırının altındaydı. Mısır işçi sınıfı, yaşama ve çalışma koşullarının hızla kötüleşmesine karşı 2006, 2008 ve 2009 yıllarında grevler ve öğrencilerin geniş destek verdiği kitlesel gösteriler düzenlemişti. Ama Mısır İşçi Sendikaları Federasyonu (ETUF) tarafından sınırlandırılan bu eylemlerde, her biri kısa süre içinde geri alınacak kısmi ücret artışlarından başka bir kazanım elde edilemedi. Küresel rekabete açılan bütün otoriter rejimlerdeki yönetici seçkinler gibi gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış olan Mübarek yönetiminin uyguladığı politikalara karşı halk içinde kabaran öfkenin Mısır yönetici seçkinleri içindeki karşılığı işçi sınıfına ve gençliğe yönelik polis baskısının daha da arttırılması oldu. Bütün bunlar yaşanırken, uluslararası sermaye kuruluşları, aynı Tunus’ta olduğu gibi, Mısır’ı da “örnek ülke” ilan ediyor, Mübarek yönetiminin politikalarını övüyordu. [3]
H
Ordunun Mısır’da oynadığı rolün ardında, onun ülkenin ekonomik yaşamında belirleyici öneme sahip olması yatıyor.
17
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğünün devrilmesinin ardından iktidarı alan asi güçler, şimdi, önceki yönetici seçkinlerin direniş sergilediği küresel sermayeye açılma programını bütün hızıyla uygulamaya koyacaklar.
18
Libya’nın ulusal korumacılıktan vazgeçerek küresel sermayeye açılmasına, bu ülkeye yönelik ekonomik yaptırımların kaldırılmasının ardından, 2002 yılında başlanmıştı. Bu yönelim sonucunda, ülkeye yönelik doğrudan yatırımlar 2002’de 281 milyon Dolar iken 2006’da 1 milyar 551 milyon Doları buldu. Örneğin, 2006 yılına gelindiğinde, üç yıl önce ABD ile hiçbir ticari ilişkisi olmayan Libya, bu ülkeye 2,5 milyar Doları petrol ve petrol ürünleri olmak üzere 3 milyar Dolarlık mal satıyordu. 2006 yılında, Libya’nın toplam dışsatımındaki aslan payı İtalya’ya aitti ve bu ülkeyi Almanya, İspanya, Fransa ve Türkiye izliyordu. Libya’nın dışalımında ise ilk sıraları İtalya, Almanya, Güney Kore, Türkiye, Japonya ve ABD tutuyordu. [4] Libya, 2007 yılı içinde, finans sektörünün liberalleşmesi ve bankaların özelleştirilmesi yönünde çeşitli adımlar attı ve “Sahara Bank’ın %19’luk hissesinin 200 milyon dolara Fransız BNP Paribas’a satılması için” bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma çerçevesinde, bankanın üst yönetimi tamamen Fransızlara bırakılırken,
BNP Baribas’ın hissesinin birkaç yıl içinde %51’e yükseltilmesi konusunda anlaşma sağlandı. Bununla birlikte, Libya’daki devlet işletmelerinin başta IMF olmak üzere uluslararası mali kuruluşların desteğiyle özel sektöre (küresel sermayeye) devri süreci, ülkedeki yönetici seçkinler içinde ciddi bir direnişle karşılaştı. Libya’daki Kaddafi yönetiminin 2008’deki küresel kriz dalgasından neredeyse hiç zarar görmeden çıkmasının ardında, ülke ekonomisinin, özellikle de bankacılık sektörünün dışa kapalı olması yatıyordu. Yüksek petrol fiyatlarının da etkisiyle 2010 yılı sonunda dış borcu olmayan ve döviz rezervi 140 milyar Doları bulan bir ülke haline gelen Libya, bu yüzden, aralarında, devasa bir yapay nehir oluşturmanın da bulunduğu büyük yatırım programları uygulayabiliyor ve uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları tarafından da son derece güvenilir bulunuyordu. Ama ülkenin küresel piyasalara bütünüyle açılmamış olmasından kaynaklanan bu göreli avantajı bir anda dezavantaja dönüştü. Küresel kriz batıda yükselirken, Kaddafi rejiminin, ulusal korumacı eğilimi, özellikle petrol arzı üzerinden sürdürebilecek dinamiklere sahip olması, Tunus’lt başlayıp Mısır’da devam eden altüst oluşun gölgesinde emperyalistler tarafından kabul edilebilir bir durum değildi. Bu gelişme, Libya’daki Kaddafi diktatörlüğüne karşı gelişen kitlesel muhalefetin, henüz onu yıkabilecek güce sahip olmamasına da bağlı olarak, başını ABD, Britanya, Fransa ve İtalya’nın çektiği emperyalistlerin apar topar seferber olmasına, NATO’yu harekete geçirmesine ve ülkenin doğusundaki muhalif güçleri silahlandırmasına yol açtı. 42 yıllık Kaddafi diktatörlüğünün devrilmesinin ardından iktidarı alan asi güçler, şimdi, önceki yönetici seçkinlerin direniş sergilediği küresel ser-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k mayeye açılma programını bütün hızıyla uygulamaya koyacaklar. Ama Libya’nın kaynaklarını küresel sermayenin sömürüsüne sunan yeni yönetimin işi hiç de kolay olmayacak. Bunun nedeni, yalnızca, emperyalistler arasında ve asiler içinde yaşanacak olan pastadan büyük pay kapma mücadelesi değildir. Libya’nın emperyalist müdahaleyle iktidara gelen yeni efendileri, uygulamaya koyacakları liberal politikalarla Libya halkını on yıllardır tanık olmadığı bir işsizlikle ve yoksullukla tanıştıracak; ister istemez kendilerini hedefleyecek gerçek bir emekçi kitle hareketinin tohumlarını atacaklardır.
H Beşar Esad Suriye’nin devlet mülkiyeti ağırlıklı planlı karma ekonomiden piyasa ekonomisine geçmesine yönelik bir ekonomik yeniden yapılanma programını uygulamaya başladı.
Suriye’ye gelince… Geri bir teknolojiye sahip olan Suriye ekonomisi, Beşar Esad’ın, babasının ölümünün ardından iktidara geldiği 2000 yılında, iflasın eşiğindeydi. Beşar Esad Suriye’nin devlet mülkiyeti ağırlıklı planlı karma ekonomiden piyasa ekonomisine geçmesine yönelik bir ekonomik yeniden yapılanma programını uygulamaya başladı. Bir borsanın kurulmasına, özel sermaye faaliyetlerinin gelişmesine ve ülkeye yabancı sermaye girişinin hızlanmasına yönelik önlemleri içeren bu program, devletin para ve mal hareketleri üzerindeki denetimini en aza indirmeyi ve Suriye ekonomisini kapitalizmin küresel dinamiklerine tabi kılmayı hedefliyordu. Bu amaçla, 2002 yılında Kredi ve Para Konseyi kuruldu. “Bu kurumun ilk radikal kararı, mevduat ve kredi faiz oranlarını %12’den önce %8’e, daha sonra ise %1’e düşürmesi oldu… Aralık 2002’de özel bankaların kurulmasına ilişkin 28 nolu yasa Suriye Parlamentosu’nda kabul edildi ve 3 bankaya şube açmaları için lisans hakkı verildi. Suriye’de yaklaşık 40 yıldır ilk kez devlet kontrolü dışında iki özel banka Ocak 2004’te Şam’da şube açarak faaliyete başladı. Günü-
müzde ülkedeki özel banka sayısı 12’ye ulaşmıştır… Esad yönetimi, ülkeye yabancı sermayeyi çekme için gerek alt yapı koşullarını hazırlama yönünde önemli reformlara imza attı. Temmuz 2003’te yabancı yatırımların önündeki en önemli engellerden biri olan 17 yıllık ‘Yabancı Döviz Kanunu’ kaldırıldı.” [5] Ülkeyi 1963 yılından bu yana yöneten BAAS partisi, 2006 yılında, IMF’nin maaşların dondurulmasını, yabancı sermayeye açılımı ve özelleştirmeleri içeren kemer sıkma planını kabul etti. 2007 yılında kabul edilen bir yasa ile yabancı yatırımcılara gayrimenkul edinme hakkı tanındı ve 2008 yılında sübvansiyonlar azaltıldı. 2009 yılında Şam Borsası’nın açılmasıyla devam eden bu liberalleşme sürecinde işsizlik ve enflasyon artarken halkın yaşam koşulları hızla kötüleşti. AB’nin Kasım 2011’de Suriye’den petrol alımına son vermesiyle birlikte, Suriye’nin en büyük döviz kaynağı olan petrol ve gaz dışsatımı sekteye uğradı; ülkenin toplam dışsatımı % 60 azaldı (ABD yönetimi ise 11 Mayıs 2004’te Suriye’ye karşı ekonomik yaptırım kararını açıklamış ama bu karar ülke ekonomisini pek etkilememişti). Suriye’nin kapitalizmin küresel işleyişine dahil olması sürecinde önemli rol oynayan ülkelerden biri, belki de en önemlisi Türkiye’dir. Türkiye ile Suriye arasında imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması 1 Ocak 2007 tarihinde yürürlüğe girmişti. Bunun ardından, Beşar Esad’ın 2009 Eylül ayında Türkiye’yi ziyareti sırasında, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) kurulmasına ilişkin bir ortak siyasi bildirge imzalandı ve iki ülkenin başbakanları ile bakanlarından oluşan YDSK’nin Bakanlar düzeyindeki ilk toplantısı 13 Ekim 2009 tarihinde Halep ve Gaziantep’te gerçekleşti. Bunu, Başbakanlar düzeyindeki 23 Aralık 2009 tarihinde
19
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Ancak Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilere egemen olan bahar havası, ABD’nin ve Fransa’nın başını çektiği emperyalistlerin dayatmaları, ülkede yükselen kitlesel muhalefet ve BAAS partisi içinde ortaya çıkan direniş nedeniyle, yerini, doğrudan emperyalist müdahalenin de gündemde olduğu bir gerilime bıraktı.
Şam’da gerçekleşen bir başka toplantı izledi. “Halep-Gaziantep toplantısı sırasında iki ülke sınırında Vize Muafiyeti Anlaşması, Şam’daki toplantı sırasında ise iki ülke arasında siyasi, güvenlik, sağlık, tarım, ticaret, enerji, ulaştırma, su konusu, eğitim, bilim, kültür, çevre ve diğer bazı alanlarda toplam 50 anlaşma imzalanmıştır. Yine, YDSK’nin 2010 yılında yapılan Bakanlar (2-3 Ekim, Lazkiye) ve Başbakanlar (20-21 Aralık, Ankara) düzeyindeki toplantılarında toplam 13 belge daha imzalandı. Türkiye ile Suriye arasında serbest ticaretin gerçekleşmesiyle birlikte, ticaret hacmi 2006 yılında 796 milyon ABD Doları iken, 2010 yılında 2,5 milyar ABD Dolarına yükseldi (Türkiye’nin dışsatımı 1.85 milyar, dışalımı 663 milyon); Türkiyeli firmalarının Suriye’deki yatırımlarında da önemli ölçüde artış yaşandı. Suriye ekonomisinin dışa açılmasındaki önemli adımlardan biri de, 2009 yılında imzalanan Vize Muafiyeti Anlaşması oldu. Bu anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte, Türkiye ile Suriye arasındaki turistik ziyaretlerin sayısı iki kattan fazla arttı (2010 yılında Suriye’yi ziyaret eden Türk vatandaşlarının sayısı 1,6 milyon, Türkiye’yi ziyaret eden Suriye vatandaşlarının sayısı yaklaşık 900 bin). Geçerken, AKP iktidarı altında sürdürülen “bölgesel açılım” politikasının Suriye ile sınırlı olmadığını anımsatalım. 10 Haziran 2010 tarihinde, İstanbul’da dışişleri bakanları düzeyinde gerçekleştirilen bir toplantıda Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan arasında insanların ve malların serbest dolaşımının sağlanması amacıyla Yüksek Düzeyli Dörtlü İşbirliği Konseyi kurulmuştu. [6]
partisi içinde ortaya çıkan direniş nedeniyle, yerini, doğrudan emperyalist müdahalenin de gündemde olduğu bir gerilime bıraktı. Suriye’de bugün yaşanan sürecin arkasında, emekçilerin ve gençliğin siyasi baskı ve toplumsal eşitsizliğe karşı tepkileri; emperyalistlerin Ortadoğu planları, Suriye’deki burjuvaların uluslararası piyasalara açılım sürecinde palazlanan kesiminin iktidarda söz sahibi olma isteği ile yaklaşık beş yıllık liberalleşme sürecinde iflasa sürüklenen küçük üreticilerin ulusal korumacı talepleri yatmaktadır. Bunlara, on yıllardır ezilen etnik ve dinsel azınlıkların demokrasi özlemini ve BAAS seçkinlerinin ekonomik ve siyasi ayrıcalıklarını yitirme korkusunu eklediğimizde tabloyu tamamlamış oluruz. Anlaşılacağı üzere, bütün bu taleplerin ve kaygıların ardında, kapitalizmin küresel dinamikleri yatmaktadır.
HHHH
[1] http://www.atonet.org.tr/yeni/ index.php?p=1278&l=1 [2] www.igeme.org.tr [3] International Monetary Fund, “Arab Republic of Egypt—2010 Article IV Consultation Mission, Concluding Statement,” Kahire, 16 Şubat 2010 [4] T.C. Trablus Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, Libya’nın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye ile Ekonomik İlişkileri, Ağustos 2008, Trablus
[5] Yasin Atlıoğlu, Türkiye Suriye Ekonomik İlişkileri, Konya Ticaret Odası Ancak Türkiye ile Suriye arasındaki Dergisi, ilişkilere egemen olan bahar havası, http://www.kto.org.tr/tr/dergi/dergiya ABD’nin ve Fransa’nın başını çektiği zioku.asp?yno=1448&ano=88
emperyalistlerin dayatmaları, ülkede [6] http://www.mfa.gov.tr/turkiyeyükselen kitlesel muhalefet ve BAAS suriye-siyasi-iliskileri-.tr.mfa
20
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“dindar bir nesil yetiştirme” tartışması üzerine ozan özgür
“Muhafazakâr”, yani tutucu bir gençlik yetiştirmek, cumhuriyetin “aydınlanmacı despotik” karakter taşıyan kuruluş yılları hariç, TC Devleti’nin resmi politikası olagelmiştir.
B
aşbakan Erdoğan’ın 1 Şubat günü AKP İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada “dindar bir gençlik yetiştirme” amacını tekrarlamasıyla birlikte, burjuva siyasetinde ve medyasında yeni bir tartışma başladı. Erdoğan, bu yöndeki düşüncesini partisinin bir gün önceki meclis grup toplantısında ifade etmiş; CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da kendisine “bölücü” ve “din tüccarı” suçlamalarını yöneltmişti. Gelin, önce Başbakan Erdoğan’ın AKP İl Başkanları Toplantısı’nda yaptığı konuşmada tam olarak ne söylediğine bakalım: [Kılıçdaroğlu’na hitaben] “Önce şu kulakların duymaya alışsın... Benim ifademde dindarlar, dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunu yine söylüyorum, bunun arkasındayım. Sayın Kılıçdaroğlu, sen bizden, muhafazakâr demokrat parti kimliği sahibi AK Parti’den, ateist bir nesil yetiştirmemizi mi bekliyorsun? O belki senin işin olabilir, senin amacın olabilir. Ama bizim böyle bir amacımız yok. Biz muhafazakâr ve demokrat, milletinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz. Bunun için çalışıyoruz”. Doğru söze ne demeli! Dünyanın her yerinde, siyasi partiler, kendi dünya görüşlerine uygun kültür ve eğitim politikalarını da içeren bir programla yola çıkar ve iktidara geldiklerinde onu uygulamaya koyarlar. Dolayısıyla, dinsel ve milliyetçi değerlere sahip çıkan tutucu (“muhafazakâr”) bir parti olarak AKP’nin “dinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştirmeyi” amaçlamasında anormal bir durum yoktur. Öte yandan, herhangi bir siyasi partinin bu çizgisi, devletin anayasa ile belirlenmiş olan temel politikalarıyla çeliştiğinde, söz konusu parti iktidara gelmiş olsa bile engellerle karşılaşır. Dahası, “muhafazakâr”, yani tutucu bir gençlik yetiştirmek, cumhuriyetin “aydınlanmacı despotik” karakter taşıyan kuruluş yılları hariç, TC Devleti’nin resmi politikası olagelmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın amacı da gençleri “Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir”. (14 Haziran 1973 tarihli Milli Eğitim Temel Kanunu, 2. maddesinin birinci fıkra) Bu nedenle daha düne kadar “Milli Güvenlik Dersi” adı altında askerler okullara gelmiş ve sınıfların kapılarında “dikkat!”
21
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k olmak zorunda değilim. Çocuğumun da böyle yetişmesine itirazlarım vardır, olabilir.” Hasan Cemal’in itiraz ettiği ve “demokrasi adına kaygı duyduğu” şey, “bir parti liderinin dindar, muhafazakâr olması” değil ama “iktidarda çıkıp dindar, muhafazakâr nesiller yetiştireceğiz demesi.” Hasan Cemal de kaygısını “Eğer Sayın Başbakan böyle bir çizgideyse, o zaman bir otoriter anlayıştan bir başka otoriBurjuva basın gözüyle ter anlayışın rengini, suyunu verdiği “dindar gençlik” bir düzene geçeceğiz demektir” diyeNitekim gerçek sorunların üzerini rek ifade ediyor. [2] örtüp anlamsız tartışmaları ön plana “Merkez” medyada Erdoğan’ın sözleçıkartmada uzmanlaşmış olan Türk rine yönelik en yalın tepkiyi ifade burjuva medyasının bu konunun üzeedenlerden biri Ahmet Hakan oldu. rine atlaması şaşırtıcı olmadı. ErdoHakan, sözü hiç dolandırmadan şunğan ile Kılıçdaroğlu arasında ları yazdı: “Ne hakla karışıyorsunuz Meclis’te başlayan söz düellosu şimdi benim çocuğumu nasıl yetiştireceburjuva medyasındaki köşe yazarlağime? Çocuğumu ister Mahmut Efenrının “uyarılarıyla” sürdürülüyor. di’ye mürit olarak yetiştiririm, ister “Merkez” medyanın “ağır topu” sayı- Sartre’a takipçi olarak... Size mi soralan köşe yazarlarından M. Ali Birand, cağım çocuğumu nasıl yetiştireceErdoğan’ın “dindar genç yetiştirece- ğimi? Hem kim verdi size nesilleri ğiz” sözlerinde “bir anormallik” olma- belirleme hakkını? Tornacı mısınız siz? dığını belirttikten sonra ekliyor: “Tabii Çekin ellerinizi nesillerin üzerinden. ki, Ateist (Allaha inanmayan) bir nesil Rahat bırakın nesilleri.” [3] yetiştirilmeyecek.” Peki, nasıl bir nesil “Dindar gençlik yetiştirme” konuyetiştirilecek? Birand, bu sorunun ya- sunda İslamcı yazar İhsan Eliaçık da nıtını vermiyor ama şu uyarıda bulu- Ahmet Hakan’la benzer bir tutum tanuyor: “daha önceki uygulamalardan kınıyor. Habertürk’te televizyonunda biliyoruz ki, işin ölçüsünü tutturabilen “Söz Sende” adlı programa katılan bir toplum değiliz. Dinini bilen- Dindar İhsan Eliaçık Başbakan Erdoğan’a bir nesil yetiştirelim derken, kolaylıkla “senin görevin inançlı nesil yetiştirmek bir süre sonra, koyu muhafazakâr değil. Özgürlüklerin önünü açmak. Dinci bir nesil yetiştirme yarışına giri- Nesli yetiştirecek olan ailelerdir. Erdolebilir. İkisi arasında ince bir çizgi var- ğan’ın bu sözünü totaliter buluyorum.” dır. Ölçü kaçtı mı, çok daha tehlikeli derken, düşüncelerini “İktidarın görebir alana kayılıverir. Aman dikkat… vi insanları dönüştürmek değildir. Dev”[1] letin ve iktidarın böyle bir görevi çekilerek karşılanmışlardır. Bazı dönemlerde öğrencilerin zorunlu din derslerinde müfredatın dışına çıkılarak namaz kılmaya zorlanmaları hatta camilere götürülmelerine ses çıkartılmazken, konjonktüre göre bu durum basında manşetlere çıkartılarak abartıldığı ve iktidara “balans ayarı” yapıldığı dönemler de olmuştur.
Gerçek sorunların üzerini örtüp anlamsız tartışmaları ön plana çıkartmada uzmanlaşmış olan Türk burjuva medyasının bu konunun üzerine atlaması şaşırtıcı olmadı. Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasında Meclis’te başlayan söz düellosu şimdi burjuva medyasındaki köşe yazarlarının “uyarılarıyla” sürdürülüyor.
Bir diğer “ağır top” Hasan Cemal ise “Her şeye Atatürkçü damgasının vurulduğu bir dönemden sonra, şimdi de dindar-muhafazakâr damgası mı vurulacak?” sorusunun ardından, “dinle de, dindarlıkla da, muhafazakârlıkla da bir alıp veremediğim yok” diyor ve ekliyor: “Benim... Hepsine saygım var. Ama öyle [“dindar” demek istiyor]
22
yoktur. Siz halkın önünü açmakla mükellefsiniz. Halk kendi çocuklarını istediği gibi yetiştirir. Dindar gençlik yetiştireceğiz demekle Atatürkçü gençlik yetiştireceğiz demekten hiçbir farkı yoktur. Bu tür gençleri ilgili sivil toplum kuruluşları yetiştirir. Bu sizin işiniz değildir. Bu toplumda müslüman var. Hristiyan var. Dindar demek inan-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olmasıyla birlikte, çocuğun ailenin “özel mülkü” olarak kabul edilmesi ve devletin de çocukları önce aileleri eliyle ideolojik olarak biçimlendirmesi dünya çapında genel bir durum halini aldı.
cını ve hayatını ona göre yaşayan kişi bu gidişatın ABD emperyalizminin demektir.” [4] diyerek özetledi. Obama yönetimi altında benimsediği İnsan, entelektüel birikimlerinden yeni uluslararası stratejiye uygun olkuşku duymadığımız bu köşe yazar- duğudur. larının tepkileri karşısında ne diyece- Hürriyet gazetesinin “asi Müslüman” ğini bilemiyor. Burjuva medyasında yazarı Ahmet Hakan’ın ve İhsan Eliaelli yıla yakın süredir gazeteci, yazar, çık’ın “özgür bireyin tepkisini” ifade köşe yazarı, haber sunucusu ve TV eden yazıları ve sözleriyle ilgili olarak programı yapımcısı olarak çalışan Bi- söylenebilecek tek şey, “birey” ile rand’ın “ateist bir nesil” yetiştirilme- devlet ve iktidar arasındaki ilişkiye sine neden karşı olduğunu ilişkin en temel gerçeklerden bihaber anlayabiliyoruz. Zira egemenlerin görünmeleridir. “Ellerini [yeni] nesil“kutsal” dogmalarına boyun eğmeyip lerin üzerinden çeken” ve “çocukların her şeyi sorgulayan, yalnızca bilimin nasıl yetiştirileceğine” karar vermeyönlendirdiği, tanrıtanımaz bir genç- yen bir devlet varsayımından hareket lik, onun sözcülüğünü yaptığı kapita- eden Hakan ve Eliaçık’ın, ne tarihte listlerin egemenliği önündeki en ne de bugün böyle bir devlet olmadıbüyük tehlikedir. Onun, “dindar” ile ğını -gelecekte de olmayacağını- bil“koyu muhafazakâr-dinci” arasında mesi gerekir. Tersi durumda, devlet var saydığı “ince çizgi”ye gelince… “devlet” olmaktan çıkar. Birand’ın, bu çizginin nereden geçti- Özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin ğini açık bir şekilde belirtmekten kaegemen olmasıyla birlikte, çocuğun çınmasını, onun AKP iktidarına “şirin ailenin “özel mülkü” olarak kabul gözükme çabası” ile açıklamak fazla edilmesi ve devletin de çocukları önce basit olur. Çünkü söz konusu olan, aileleri eliyle ideolojik olarak biçimsabit bir “çizgi” değil ama sermayelendirmesi dünya çapında genel bir nin küresel çıkarlarına uygun biçimde durum halini aldı. İran’daki çocuklasürekli hareket eden bir hattır. rın nasıl yetiştirileceğine İslam Cum1969’da “Devrim” dergisinden baş- huriyeti’nin ihtiyaçları doğrultusunda layan gazetecilik kariyerini bugün nasıl mollalar karar verip uyguluyorMilliyet gazetesinde sürdüren eski larsa, Amerika Birleşik Devletleri’nde ulusalcı “sosyalist” ve yeni liberal de benzer politikalar iktidarlar tara“solcu” Hasan Cemal’in yukarıda ak- fından uygulanıyor. Sınıflı toplumtardığımız sözleri ise yalnızca şu an- larda devletin rolünü bilen biz lama geliyor: Muhalefette istediğinizi Marksistler bunda şaşıracak hiçbir savunabilirsiniz [“dindar, muhafaza- şey göremiyoruz. kâr olabilirsiniz”] ama iktidara geldiğinizde bunları unutmanız gerekir. “Dindar nesil” tartışması Tersi durumda, “bir otoriter anlayış- ve sermaye tan bir başka otoriter anlayışın ren- Başbakan Erdoğan’ın “dindar nesil gini, suyunu verdiği bir düzene yetiştirme” amacını ifade etmesinin geçeceğiz demektir.” Bir siyasi parti- ardından başlayan -daha doğrusu nin iktidara geldiğinde çizgisini göz- başlatılmak istenen- tartışma, yukaden geçirmesi önerisinin “seçmenler” rıda kısaca değindiğimiz başlıca örkarşısında açık bir ikiyüzlülüğü içer- neklerde de göründüğü üzere mesi bir yana, Hasan Cemal, Türki- fazlasıyla zorlamadır. Onun, gerye’nin dinci-tutucu, otoriter bir rotaya çekte, Erdoğan’ın sözlerinin asıl mugirdiğinin farkında. Bununla birlikte hatabı olan Kılıçdaroğlu’nun, 1 Şubat bu yeni yönelimi hala bir olasılık ola- akşamı CNN Türk televizyonunda rak gören Cemal’in söylemediği şey, gazeteci Ahmet Hakan’ın sorularını
23
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın en önemli görevlerinden birisi de yaşanan bu kaos ortamı dindiğinde kapitalizme bölge genelinde hizmet edecek kadroların oluşturulmasına da yardımcı olmaktır.
24
yanıtlarken, dindar bir neslin yetiştirilmesine karşı olmadıklarını, hatta imam hatip okullarını CHP’nin açtığını söylemesiyle kapanmış olması gerekirdi. Ama öyle olmadı ve “merkez” medyanın kimi önemli kalemleri konuyu sıcak tutma çabası içine girdi. Peki neden? Öyle görünüyor ki, Türkiyeli kapitalistlerin belirli bir kesimi Afganistan’dan Atlantik Okyanusu’na uzanan kuşakta yaşanan siyasi değişimin ve ABD emperyalizminin Obama yönetimi altında benimsediği İslamcı önderliklerle işbirliği yöneliminin Türkiye’nin rejimi üzerindeki olası etkilerinin farkında. Onlar “Arap Baharı” ile birlikte İslamcı siyasi önderliklerin en güçlü iktidar adayı olarak ortaya çıkmasının ve Türkiye’nin, emperyalizmin Ortadoğu’ya ilişkin planları çerçevesinde üstlendiği rolün gerektirdiği değişimleri daha iyi analiz ediyorlar. Bu nedenle son dönemde tartışılan ve yavaş yavaş da hayata geçmeye başlayan dönüşümü destekliyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı’nca Arapça’nın okullarda seçmeli ders olarak okutulması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önümüzdeki 4 yıllık Strateji Planı’nda gençlere ve yetişkinlere yönelik dini bilgiler içeren eserler hazırlanması ve öğrencilere yönelik umre hizmetlerinin geliştirilmesi gibi konuların olması da tesadüf değil. Dinsel öğelerin Ortadoğu’daki toplumların yaşamlarında kapladıkları yer düşünüldüğünde “dini bütün” ve İngilizce, Fransızca, Almanca’nın yanı sıra Arapça da bilen yetişmiş kadroların kapitalizmin bölgedeki çıkarlarının temsilcileri olması kesinlikle tercih edilecektir. Emperyalizmin Türkiye’ye Ortadoğu’ da biçtiği rolü sadece askeri üslerin ve askeri gücünün kullanılması ile sınırlı olduğunu düşünmek son dönemde yaşanan değişimi anlamamaktır. Türkiye, Afganistan ordusunun oluş-
turulmasından başlayarak neredeyse bölgedeki tüm ülkelerle ciddi askeri ilişkiler kurmuştur. Ancak AKP hükümetinin ve Erdoğan’ın en önemli görevlerinden birisi de yaşanan bu kaos ortamı dindiğinde kapitalizme bölge genelinde hizmet edecek kadroların oluşturulmasına da yardımcı olmaktır. AKP’nin bu görevini de diğer görevlerinde olduğu gibi farklı tempolarda ve reflekslerde yaptığının altını çizmek gerekiyor. Bir yandan eğitimde tüm okullara tablet bilgisayar dağıtarak teknolojinin okullarda kullanımının yaygınlaştırılmasına başlanırken diğer yanda “dindar nesil” yetiştirme tartışmalarına girilmesi ve sürekli değiştirilen eğitim sistemi daha bu yolda alınacak çok yol olduğunu gösteriyor.
HHHH
[1] M. Ali Birand, Militer Genç Yerine Dinci Genç Gelmesin, Hürriyet, 3 Şubat 2012, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ printnews.aspx?DocID=19833537 [2] Hasan Cemal. “Sayın başbakan, demokrasi bunun neresinde, laiklik bunun neresinde?”, Milliyet, 3 Şubat 2012, http://siyaset.milliyet.com.tr/sayinbasbakan-demokrasi-bununneresinde-laiklik-bunun-neresinde-/siy aset/siyasetyazardetay/03.02.2012/1497236/default.ht m [3] Ahmet Hakan, Çekin Ellerinizi Nesillerin Üzerinden, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19834612.asp [4] T24 Bağımsız İnternet Gazetesi, http://t24.com.tr/haber/ihsan-eliaciktan-erdogana-senin-gorevin-inanclinesil-yetistirmek-degil/195566
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
gss neler getiriyor? esin doğan
Dönüşümün en önemli bileşenlerinden birkaçı, sağlık kurumlarında özelleştirmepiyasalaştırma, Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliğidir, bunların neticesi ise en basit haliyle sağlığın metalaştırılmasıdır.
T
ürkiye’de birçok alanda olduğu gibi sağlık sektöründe de bugün sonuçlarını görmekte olduğumuz dönüşümlerin temelleri 1980 askeri darbesi sonrasında atılmıştı. Son günlerde sıkça önümüze gelen Genel Sağlık Sigortası, 1982 anayasanın ilgili maddesinde de “Genel Sağlık Sigortası kurulabilir” ifadesi ile yer almış, izleyen yıllarda da sağlık sektöründeki program (19871990), yürütülen finans politikaları ile Genel Sağlık Sigortası’nı tekrar gündeme getirmişti. 1993 yılında toplanan sağlık kongresinde alınan kararlar doğrultusunda günümüze kadar gelen bir takım düzenlemeler yapılmış ancak dönemin mevcut durumu bu politikaları hayata geçirmeye uygun olmadığı için hastanelerin özerkleşmesi ve özelleşmesi konusunda yapılan çalışmalar bugüne kadar ertelenmişti. Elbette söz konusu değişiklikler için ne sermayenin o günkü işlevselliği ne de paralelindeki devlet yapısı özelleştirmeleri bugün olduğu gibi mümkün kılmamıştı. Diğer yandan birçok alanda yürütülen özelleştirmelere bakıldığında, sağlık sektörünün (eğitim de aynı şekilde) özelleştirme sürecinin daha uzun sürdüğü görülüyor. Türkiye’nin küresel pazarla bütünleşme süreci hızlandıkça, devlet de “koruyuculuğunu”, sosyal devlet politikalarını yavaş yavaş bir kenara bırakmış üzerindeki hantal yüklerden kurtulup sermayenin küresel ölçekte hız kazandığı arenada sermayenin işleri kolaylaştırıcı aygıta dönüşmüştür. AKP hükümeti öncesinde Sağlık Bakanlığı “Ulusal Sağlık Politikası” adı altında aile hekimliğinin kurulması ve hastanelerin işletmeleştirilmesi yönünde programlar hazırlamıştı. Bu reformlar AKP hükümeti döneminde “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” adı altında tekrar yürürlüğe konmuş ve uygulanmaya başlamıştır. Dönüşümün en önemli bileşenlerinden birkaçı, sağlık kurumlarında özelleştirme-piyasalaştırma, Genel Sağlık Sigortası ve Aile Hekimliğidir. Bunların neticesi ise en basit haliyle sağlığın metalaştırılmasıdır. Nihayetinde sağlıkta dönüşüm için yapılan çalışmalar sonucunda 2008 yılında Genel Sağlık Sigortası yasalaşmış, yasalaşma sürecinden sonra isteyen Sosyal Sigortalar Kurumu’na başvurarak sisteme dahil olurken 2011 yılında bildirim yapmayanlara para cezası uygulanmıştı. Son tamamlayıcı ayağında ise (2012) bildirim yapılmaksızın sosyal güvencesi olmayanlar sisteme dahil edildi. Bu durumda, “herkesi sosyal güvenlik sistemine dahil etme” söylemiyle gerçekleştirilen yeni yapıda işsiz olanlar da, Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınacak ve prim ödemek zorunda bırakılacak. 5502 Sayılı Yasa ile Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü, BAĞKUR ve SSK, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı olarak tek çatı altında bir-
25
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Aslında yapılmaya çalışılan, var olan kamu fonlarının dışında emekçilerin “sofrasından” alınan primlerin düzenli bir hale getirilerek özel sermayeye fon yaratılmasıdır.
leştirildi. SGK’da sağlık ve sigorta işlerinin ayrışması, SGK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ve 3 sosyal güvenlik kurumunun tek çatı altında birleştirilmesinden sonra, 4’ncü adım olarak, 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası çıkartıldı. Bununla birlikte, “prim ödeme gün sayısı ve emeklilik yaşının düşüklüğü, aylık bağlama oranlarının yüksekliği” sosyal güvenlik alanındaki yasal düzenlemelerde karşılığını bulmuştu. 1999 yılında prim ödeme gün sayısı 7 bine ve emeklilik yaşı kadınlarda 58, erkeklerde 60’a yükseltilmiş, son olarak SSGSS Yasası ile kademeli olarak arttırılmak üzere emeklilik yaşı 65 ve prim ödeme gün sayısı da 9 bine yükseltilmiş, aylık bağlama oranları ise düşürülmüştür. Tabii ki yeni düzenleme, aynı zamanda sosyal sigortalar fonlarının devasa artışını da beraberinde getirecektir. Özel sağlık kurumlarının açılması, sonrasında sigortalı hastaların özel sağlık kurumlarından düşük bir ücretle faydalanması bu programın ön koşullarını hazırladı. Görece “iyi” görünen bu süreç geçiş dönemini “kolaylaştırdı” diyebiliriz. Şimdi ise çalışan emekçiler asıl gerçeklerle yüz yüze bırakılmışlardır. Sos-
26
yal güvencesi olanların primleri direk Genel Sağlık Sigortasına aktarılırken, yeşil kartlılar ile sosyal güvencesi olmayanlar gelir sorgusuna alınıyor. Geliri 295 liranın üzerinde olanlar artık prim ödemek zorunda kalacak.
Sağlık sisteminin kapsamı “Herkes sigortalı olacak, toplumda sigortasız kimse kalmayacak” söylemlerinin gerçeği yansıtmadığı en azından olumlu bir tepkinin gelmediği, daha çok çalışan emekçi aileler üzerindeki baskı ve tedirginliği artırdığı ortada. Genel sağlık sigortası ile görünürde herkes sigortalı olacak diğer bir tabirle herkes kontrollü bir şekilde devlet aygıtının kanunlarla boşluk bırakmadığı sağlık sektöründe yolunacak. Öyle ki ödediğimiz bu primlerin bize geri dönüşü hiçbir şekilde mümkün olmayacak. Bakanlar Kurulu’nca, her yıl yeniden belirlenecek olan primlerin ödenmesi zorunluluğu, ayrıca katkı paylarının da alınabileceği “yepyeni” bir süreç bizi bekliyor. Aslında yapılmaya çalışılan, var olan kamu fonlarının dışında emekçilerin “sofrasından” alınan primlerin düzenli bir hale getirilerek özel sermayeye fon yaratılmasıdır. Ayrıca uzun erimli ve hayatın her alanında kesintisiz var olacak
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Sağlık hizmetinin yaygınlaştırılması adı altında prim ödeme zorunluluğunun tüm topluma dayatılması, sağlıkta dönüşüm süreci ile gerçekte ne amaçladığını gösteriyor.
olan sağlık kurumları sermaye için yeniden düzenlenerek kâr alanlarına dönüşüm süreçleri hızlandırılacaktır. Bu konuda yapılan çalışmalarda, dünyanın neredeyse her yerinde sağlıktaki dönüşüm süreçlerinde izlenen yollar burada da aynı şekilde karşımıza çıkıyor. Sağlık sektöründe satıcı - müşteri ilişkisinin oluşturulması, katkı payı adı altında hizmetin ücretlendirilmesi, rekabet ortamı oluşturulması, sağlığın kendi içinde piyasalaştırılması, sağlık kurumlarının blok satışı, korunma ve sorumluluğun bireye yüklenmesi, taşeronlaştırma, kamu-özel ortaklıklarının yaygınlaştırılması, kamu hastanelerinin özel yatırımcılara satılması, performansa dayalı ücretlendirme, kamu sağlık hizmetlerinde sözleşme sistemine geçiş, kamu kurumlarının özel sektörden hizmet satın alması, Sağlık Bakanlığı’nın hizmet üretiminden çekilmesi; işlemlerini koordinasyon ve denetimle sınırlaması, en temel kamu hizmeti olan sosyal güvenlik hizmetlerinin özel sigorta kurumlarına, bireysel emeklilik şirketlerine teslim edilmesi gibi uygulamalar kapsamlı bir sürecin adımlarıdır. Bunlara ek olarak, üniversitelerdeki tıp eğitimi, toplum sağlığını değil sermayenin kâr güdüsünü merkeze alarak dönüşecektir. Genel Sağlık Sigortasının uygulanması kapsamında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı görevlilerin, kapı kapı dolaşarak ve hangi hanede ne kadar tüketim ve harcaması yapıldığının tespiti ile belirlenecek olan prim tutarları ödemeleri zorunlu tutulacak, ödenmediğinde ise hapis cezasına kadar yaptırımları söz konusu olacak ve sonuç ne olursa olsun kişi devlete olan “borcunu” ödemek zorunda kalacak. Bu ödeme tutarları ise en düşük GSS primi gelir testi sonucu aile içinde kişi başına düşen geliri, brüt asgari ücretin üçte birinden (295 lira) fazla
olup olmama durumuna göre düzenlenecek. 295 liradan fazla 886 liradan az geliri olan tüm yoksullar her ay 35 lira prim ödemek zorundalar. En yüksek prim ödeme tutarı ise gelirin asgari ücretin iki katından fazla olması durumunda 212 lira olarak belirlenmiş durumda. SGK’ lılar ve onların baktıkları insanlar dışındaki herkes gelir testine girmek zorunda. Gelir testine girmeyenlerin gelirinin asgari ücretin iki katından fazla olduğu varsayılacak ve her ay 212 lira borçlanacaklar. Sağlık hizmetinin yaygınlaştırılması adı altında, prim ödeme zorunluluğunun tüm topluma dayatılması, sağlıkta dönüşüm süreci ile gerçekte ne amaçladığını gösteriyor. 1/1/2012 tarihinden itibaren genel sağlık sigortası kanun gereği “zorunlu” olarak uygulanmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de ikamet eden herkes kanunun belirlediği şartlar içerisinde GSS’li olmak durumunda. İster sağlık hizmetlerinden yararlansın ister yararlanmasın, SGK’lı olarak çalışmıyorsa direk olarak söz konusu prim tutarını ilgili bankaya düzenli olarak yatırmak zorunda. Ayrıca bu primleri ödemeyen –ödeyemeyen kişilerin sağlık sigorta- sından yararlanmaları da söz konusu olmayacak. 4857 sayılı İş Kanunu’na göre kısmi süreli veya çağrı üzerine çalışanlar ile ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışanların (yani sigorta primi 30 günden az yatırılanların) eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini 30 güne tamamlamaları zorunlu olacak. Bu şekilde çalışan emekçiler, gelir testine göre primlerinin devlet veya kendileri tarafından ödenmesi koşuluyla sağlık hizmetlerinden yararlanabilecekler. Sigortalılar, isteğe bağlı sigortalılar, gelir testi sonucunda hane içinde kişi bbaşına düşen geliri asgari ücretin üçte birinden az olan vatandaşlar, vatansızlar ve sığınmacılar vb. dı-
27
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Diğer tüm kamu hizmetleriyle beraber, sağlık hizmetinin de herkes için nitelikli ve parasız olması için mücadele, bu dönüşümden en çok etkilenecek ve buna dur diyebilecek olan işçi sınıfı ve emekçilerin omuzlarındadır.
28
şında kalan herkes gelirine göre ilgili primlerini ödemek durumundadır. Kişinin özel sigorta yaptırmak istemesi halinde de Genel Sağlık Sigortası primini ödemesi durumu ortadan kalkmamaktadır. Bu sistem ile toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin sırtındaki yük ciddi olarak artacak. Sosyal güvence sahibi olmayan 1,7 milyon kişiyi gelir bildirimine göre prime tabi tutacak olan bu uygulamayla, 18 yaşından büyük işsiz çocuklar, bir yandan “ailenin bakmakla yükümlü olduğu” statüsünden çıkarılıp Genel Sağlık Sigortası’na tabi kılınırken, öte yandan onların primleri ailedeki çalışanlardan alınacak.
Herkes için sağlık! Devletin sağlık hizmetlerini kendisi için ağır bir yük olarak görmesi ve kamunun bu ayağındaki ciddi bütçe açığı olarak dillendirdikleri bu süreci sona erdirmeleri sonucunda sağlık sektörü sermaye için ciddi bir kaynağa dönüşmüş olacak. Bu gün 32 milyar TL’nin üzerinde ve kamudaki en büyük bütçe açığı olarak ifade edilen devletin sağlık harcamaları, söz konusu uygulama ile kapatılacak ve sermaye için devasa bir kâra doğru geçiş
sağlanacaktır. Diğer tüm alanlarda olduğu gibi, uluslararası bir sürecin parçası olarak kamu hizmetlerinin sermayenin insafına terk edilmesi sürecinin bir ürünü olarak GSS artık hayatımızda. Primlerini ödeyemeylerin sağlık hizmetlerinden dışlanması, önceki yıllarda da sıkça yaşadığımız hastane kapılarındaki ölümlerin yaygınlaşacağı ve belki de sıradanlaştırılmaya çalışılacağı bir dönem olacak. Sermaye sınıfının sözcüsü olan AKP hükümeti, her zaman olduğu gibi, bu yasayı da “toplum yararına” olarak sundu. Ama gerçekte toplumun büyük bir çoğunluğunu olumsuz etkileyen bir sürecin, sağlığın metalaştırılması ve hastanın müşterileştirilmesi sürecinin yalnızca sağlık sektöründeki kapitalistlerin yararına olacağı ortadadır. Diğer tüm kamu hizmetleriyle beraber, sağlık hizmetinin de herkes için nitelikli ve parasız olması için mücadele, bu dönüşümden en çok etkilenecek ve buna dur diyebilecek olan işçi sınıfı ve emekçilerin omuzlarındadır. İşçi sınııfının sosyal hak kayıplarını, fiziksel ve ruhsal olarak sağlıksız yarınlarla sürdürmek isteyen sermaye sınıfı ve hükümetine karşı dur demenin vaktidir.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
işkolu barajı, işçi istatistikleri ve sendikalar hakan aktaş
Kanun tasarısına hükümet tarafından eklenen ve sendikaların mevcut yetkilerini (2009 Çalışma Bakanlığı rakamlarına göre) beş yıllığına koruyan geçici madde, birçok sendikanın yetkiyi kaybetmesini engellemiştir. Tek başına bu adım dahi, AKP ile sendikalar arasında sanıldığının aksineişbirliğinin sürdüğünü göstermeye yetiyor.
T
oplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı (TİİKT), 31 Ocak 2012 tarihinde meclise gönderildi. Yazının yazıldığı saatlerde mecliste oylamaya sunulmamış olan bu tasarı, Sendikalar ve Toplu Sözleşme kanunlarında birçok düzenlemeyi içeriyor. Tasarının meclise gönderilmesi ile Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) 3 yıl boyunca açıklamadığı işçi istatistiklerinin yürürlüğe girmesi üzerine süren “tartışmalar”, işçi sendikalarıyla AKP hükümeti arasında öteden beri var olan bürokratik ilişkileri bir kez daha açığa çıkarmıştır. Basın, bu ilişkilerin üzerine gitmek yerine, sendikalarla hükümet arasında iş kolu barajı üzerinden bir gerilim yaşandığını işlemeye devam ediyor. Kanun tasarısına hükümet tarafından eklenen ve sendikaların mevcut yetkilerini (2009 Çalışma Bakanlığı rakamlarına göre) beş yıllığına koruyan geçici madde, birçok sendikanın yetkiyi kaybetmesini engellemiştir. Tek başına bu adım dahi, AKP ile sendikalar arasında -sanıldığının aksine- işbirliğinin sürdüğünü göstermeye yetiyor. Kanun tasarısına eklenen geçici maddeyi şimdilik bir kenara bırakırsak, SGK’nin 2009 yılından 1 Şubat 2012 tarihine dek işçi ve sendikalı üye istatistiklerini açıklamaması, hükümetle işçi sendikaları arasında süren pazarlığın bir başka ifadesi olarak görülmelidir. AKP hükümeti, sendikaların yıllardır şişirme üyelerle gerçek üye sayılarını olduğundan fazla göstermesine müdahale etmemiştir. Sendikalar ise yetkiyi kaybetmemek pahasına, ölmüş, işten ayrılmış ve emekli olmuş işçileri sendikalı olarak göstermeye devam etmişlerdir. Sendikalar, bu uygulamayla bir yandan işveren karşısında toplu sözleşme yetkilerini korumayı “başarmış” diğer yandan da şişirilmiş üyelerle oluşturulan delegeler sayesinde, sendikal bürokrasiyi güçlendirmiştir. Yaklaşık otuz yıldır, işçi sınıfı mücadelesinin önüne çıkarılan, yüzde 10 barajı dahil bütün engellere karşı adım atmayan sendikalar, üye sayıları konusunda daha nesnel (Çalışma Bakanlığı verilerine kıyasla) sonuçlar sunan SGK verileri karşısında sessizliklerini korumuşlardır. Bu sessizliklerini çoğu zaman işkolu barajını düşüren düzenleme hayata geçirilmeden, gerçek üye sayılarını açıklayacak verilere karşı çıkarak bozdular. Tam da bu nedenle, SGK’nin bahsi geçen verilerinin yaklaşık 3 yıl boyunca ertelenmesi konusunda hükümetle bir anlaşmaya varılmış ve bu anlaşma, 2821 ve 2822 sayılı kanunları birleştirerek değiştiren TİİKT’nin bir an önce hazırlanması çabasında da sürmüştür. Bu adı konulmamış ittifakın tarihsel olduğunu biliyoruz. Sendikalar ve sınıf mücadelesi konusundaki değerlendirmeleri konuyla ilgili diğer yazılara bırakarak, SGK’nin 1 Şubattan itibaren yürürlüğe
29
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Rakamlarla ifade edersek, bu değişiklik sonrasında, hâlihazırda toplu sözleşme yetkisine sahip 51 sendikadan sadece 16’sı yetki hakkına sahip olabilecekti.
giren verilerinin ertelenme sürecine lesi bir düzenleme, sendikaların gerdeğinelim. çek üye sayılarını ortaya çıkarırken mevcut sendikaların çoğunun toplu İşçi istatistiklerini sözleşme yetkilerini kaybetmelerine erteleyen dinamikler yol açacaktı. Rakamlarla ifade ederToplu sözleşme sürecinde, işkollasek, bu değişiklik sonrasında, hâliharında sendikaların yetkilerini, zırda toplu sözleşme yetkisine sahip 5.5.1983 tarihli 2821 ve 2822 sayılı 51 sendikadan sadece 16’sı yetki kanunlar belirliyordu. Bu kanunlara hakkına sahip olabilecekti. İşkolu bagöre herhangi bir iş kolunda toplam rajı dışında tutulan tarım iş kolundaki işçilerin en az % 10’unu örgütleyen ve 6 işçi sendikasını dışarıda tuttuğukanunda belirtilen diğer şartları taşımuzda ise sadece 10 sendika toplu yan sendikalar, toplu sözleşme yetkisözleşme yetkisini koruyabilecekti. [2] sine sahip olabiliyordu. % 10’un Bugüne dek toplu sözleşme yetkilerini tespiti ise, sendikaların beyanıyla olubelirleyen Çalışma Bakanlığı verileşan ve Çalışma Bakanlığı’nın her yıl rine bakarak yazımıza devam edelim. ocak ve temmuz ayında Resmi GazeBakanlığın 2009 Temmuz tarihli istate’de yayınlanan verilerine göre betistikleri, toplam işçi sayısını 5 milyon lirleniyordu. Yalnız 2009 yılında 2822 sayılı kanunun 12. maddesinin 398 bin 296 olarak gösterirken, aynı üçüncü fıkrasında yapılan değişik- veriler sendikalı işçi sayısını 3 milyon likle, 1.8.2010 tarihinden itibaren, 232 bin 679 olarak açıklamaktaydı. Bakanlığa gönderilen üyelik ve istifa Bu veriler Türkiye’de sendikalaşma bildirimleri, Sosyal Güvenlik Ku- oranın % 59,98 olduğunu ifade edirumu’na yapılan işçi bildirimleriyle yordu. [3] AKP hükümeti dahil herkes bu oranların gerçeği yansıtmadığını karşılaştırılarak belirlenecekti. [1] biliyordu. Gelelim SGK verilerine... Bu 2822 sayılı kanunda yapılan deNisan 2011 SGK istatistikleri, Çağişiklik, sendikaların, bugüne kadar lışma Bakanlığı’nın verilerinden olölmüş, işten ayrılmış ve emekli olmuş dukça farklı bir görünüm çiziyor. işçilerin üyeliklerini sürdürmelerine Veriler, Türkiye’de toplam 10 milyon engel olacak bir düzenlemeydi. Böy314 bin 95 kayıtlı işçinin çalıştığını ifade ederken, bu işçilerin sadece 922 bin 188’inin sendikalı olduğunu açıklıyor. Yani % 50’lerde olan sendikalaşma oranı birden % 8.94’e düşüyor. [4] Sendikaların sessiz kaldığı biçimiyle rakamlarda bir manipülasyonun olmadığını kabul edersek, AKP’nin özellikle böylesi kriz beklentilerinin ortasında, istihdamı iki yılda iki katına çıkarttığını belirtmek zorunda kalırız ki bu gerçeği çarpıtmak olur. SGK verileri nedeniyle 35 sendikanın yetkiyi kaybedecek olması üzerine, işçi sendikaları ve AKP hükümeti, toplu sözleşme yetkisini, SGK verilerini baz alarak belirleyen düzenlemenin ertelenmesine karar verdiler. Bu kararın ardından, 2010 yılının Ağus-
30
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Haziran ayı geldiğinde, yeni bir ertelemenin olmaması durumunda birçok sendikanın yetki kaybetmekle karşı karşıya kalacağı tespitini tekrarlayan Hak-İş eski Başkanı Salim Uslu, 2822 sayılı kanununa bir geçici madde eklenmesi hakkında kanun teklifinde bulundu.
tos ayında açıklanması beklenen SGK verileri açıklanmadı. Yeni düzenlemeye “sendikaların uyum sağlayabilmesi için” istatistiklerin yayımlanması, 13.2.2011 tarihli ve 6111 sayılı kanunun geçici 18. maddesi ile 30.6.2011 tarihine kadar ertelendi. Erteleme süresi içerisinde sendikaların üyelik kayıtlarını güncelleyerek gerçek üye sayılarını Çalışma Bakanlığı’na iletmeleri istendi. Tahmin edileceği üzere belirlenen tarihe kadar sendikalar üye sayılarını güncellemediler. Haziran ayı geldiğinde, yeni bir ertelemenin olmaması durumunda birçok sendikanın yetki kaybetmekle karşı karşıya kalacağı tespitini tekrarlayan Hak-İş eski Başkanı Salim Uslu, 2822 sayılı kanununa bir geçici madde eklenmesi hakkında kanun teklifinde bulundu.
[5] Salim Uslu’nun gerekçeli önerisinde, süreç içinde üyeliklerin güncellenmesinin mümkün olmadığı, 2821 ve 2822 sayılı kanunlarda değişiklik yapılmadan (işkolu barajı düşürülmeden) üyeliklerin güncellenmesinin toplu sözleşme düzenini bozacağı tespiti vardı. Bu tespit doğruydu ve erteleme teklifi mecliste kabul edildi. SGK verileri üzerinden yapılacak düzenleme, 2012 yılının ocak ayına kadar ertelendi. Sendikalar bir kez daha derin bir nefes aldılar. Salim Uslu’nun gerekçeli kararda ifade ettiği ve işkolu barajında indirimi öngören kanun tasarısı için Türk-İş, DİSK, Hak-İş, TİSK ve hükümet temsilcilerinin bulunduğu Üçlü Danışma Kurulu 2011 Temmuz ayında çalışmalara başladı.
31
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Üçlü Danışma Kurulu ve İşkolu barajı Çalışma Bakanı Faruk Çelik başkanlığında bir araya gelen Üçlü Danışma Kurulu, SGK verileri açıklanmadan önce 2821 ve 2822 sayılı kanunlarda değişiklik yapmak üzere çalışmalarını sürdürdü. SGK’nin üye sayıları konusundaki verilerini görmezden gelen ve bu rakamları AKP’nin istatistik oyunları olarak kabul eden DİSK, ekim ayının başında, hazırlanan taslağın, 2821 ve 2822 sayılı yasalardaki yasakları sürdürdüğünü ifade ederek danışma kurulundan ayrıldı. Birkaç gün sonra, yani 19 Ekim 2011 tarihinde iş kolu barajını binde 5 olarak belirten kanun tasarısı Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldı. İşkolu barajını belirleyen bu kanun tasarısının mecliste kanunlaşmadan SGK verilerinin açıklanmasını istemeyen sendikalar, hükümetle pazarlıklarını
32
sürdürdüler. 3 ay boyunca Bakanlar Kurulu’nda bekleyen tasarı 31 Ocak 2012’de meclise gönderildi. Yani SGK verilerinin açıklanmasına bir gün kala. Meclise gönderilen kanun tasarısında iş kolu barajı revize edilmişti. Binde 5 olarak öngörülen işkolu barajı % 3 olarak güncellenmişti. 2012’nin zor bir yıl olacağı tespitiyle harekete geçen Bakanlar Kurulu, binde 5 olarak belirlenecek işkolu barajının patronların işgücü maliyetlerinde bir artışa yol açacağını belirterek barajı % 3 olarak revize etti. Günler öncesinde Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mehmet Büyükekşi de benzer bir açıklamayı gündeme taşımıştı. İşkolu barajını binde 5 olarak öngören tasarıya, patronlara olası maliyetleri nedeniyle karşı çıkan Büyükekşi, “iş barışı”nın bozulacağından ve Türkiye’nin 1980 öncesine dönme ihtimalinden kaygı duydukla-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Hâlihazırda herhangi bir konfederasyona üye olmayan 44 bağımsız sendika, SGK verilerinin açıklanmış olmasına rağmen kanun tasarısına geçici maddenin eklenmesine karşı çıkmakta ve SGK verilerinin boşa çıkarıldığını ifade etmektedir.
rını ifade etmişti. [6] Bu % 3’lük barajın dahi 30’un üzerinde sendikayı toplu sözleşme yetkisinden alıkoyacağını gören AKP hükümeti, bir geçici maddeyle sendikalarla varılan anlaşmanın sürdüğünü ispatlamış oldu. % 3’lük barajla patronları memnun eden bir uygulamayla karşılaşmış olsak da, bu geçici madde, SGK verilerinin bugünkü toplu sözleşme yetkisine sahip olan sendikalara uygulanmayacağını ve mevcut yetkilerin beş yıl boyunca süreceğini belirtir. Anlaşılacağı üzere sendikalarla hükümet arasında al gülüm ver gülüm parodisi devam ediyor. Dahası AKP iktidarının eklediği geçici maddeyle sendikalara soluk aldıran bu kararı, Mart ve Nisan ayında gündeme gelmesi beklenen kıdem tazminatının kaldırılması ve bölgesel asgari ücret uygulamaları üzerinden sendikalarla pazarlığın sürdüğünü ifade ediyor.
Sendikaların tepkileri Türk-İş, meclise sunulan tasarıya karşı, grev ve örgütlenme konusunda daha “kapsamlı” olan Üçlü Danışma Kurulu’nun mutabakat metnini savundu. SGK verileri konusunda suskunluğunu koruyan Türk-İş, % 3 olarak belirlenen ve 5 yıl sonra hayata geçirilecek işkolu barajının 5 yıl sonra tekrar ele alınmasını önerdi. Türk-İş’e üye sendikaların oluşturduğu Sendikal Güç Birliği Platformu’nun (SGBP) tasarıyı eleştiren değerlendirmeleri ise, hükümeti, “sendikaları bitirmekle” suçlayan tespitlerin ötesine geçmedi. DİSK, kanun tasarısı üzerine çalışan Üçlü Danışma Kurulu’ndan ayrılmış olsa da SGK verilerinin yayınlanmaması konusunda hükümet ve patronlarla ters düşmeyen pozisyonlarını 3 yıl boyunca kararlılıkla sürdürdü. DİSK’in, son değişiklikler sonrasında (geçici maddenin eklenmediği durumda), toplu sözleşme yetkisini kay-
bedecek olması, DİSK bürokratlarının, 15-16 Haziran eylemlerine yaptığı göndermelerle süslenen “devrimci çıkışlar” yapmaları sonucunu doğurdu. Bürokratlar daha da ileri giderek, işkolu barajı üzerindeki % 3 değişikliği ile Türk-İş’in AKP hükümetiyle el ele verip DİSK’i bitirmeye uğraştığı yollu demagojik değerlendirmeleri her fırsatta ifade etmeyi sürdürdüler. Hak-İş’in Başkanı Mahmut Arslan, % 3’lük baraja eleştirilerini sunarken geçici maddenin kendi sendikalarının büyük bir kısmını kapsamadığını belirtti. Arslan, 2009 Temmuz verilerini baz alan geçici maddenin o tarihte yetki elde edememiş sendikalara erteleme hakkı tanımadığını ifade ederken, AKP hükümetinin, kanun tasarısını 3 ay boyunca Bakanlar Kurulu’nda bekleterek sendikaları tehdit ettiğini ifade etti. Hâlihazırda herhangi bir konfederasyona üye olmayan 44 bağımsız sendika, SGK verilerinin açıklanmış olmasına rağmen kanun tasarısına geçici maddenin eklenmesine karşı çıkmakta ve SGK verilerinin boşa çıkarıldığını ifade etmektedir. Tekstil-İş Sendikası Başkanı Bayram Erdoğan, geçici maddenin, % 10’luk barajı kaldıracak kanun değişikliğini gündemden düşüreceğini belirtiyor. Erdoğan, ‘Sendikalar yetki kaybedecek’ bahanesine sığınılarak mevcut düzenin devam etmesi halinde hukuk mücadelesi başlatacaklarını dile getirdi. [7] Dahası bugün hükümeti eleştiren ve danışma kurulu toplantılarına katılan konfederasyon temsilcilerinden, toplantılarda, bağımsız sendikaların toplu sözleşme yetkisi elde edebilmesi için bir konfederasyona üyeliğini şart koşan önerilerde bulunduğu ifade edildi. Bu öneriler dahi DİSK, Hak-İş ve Türk-İş’in kendileri dışındaki bir örgütlenmeye karşı gösterdikleri tepkiyi bütünüyle ortaya koyarken örgütlenme önündeki engellerin kaldırıl-
33
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k AKP gerek 2010 referandumunda gerekse bu kanun değişikliğinde attığı adımlarla bir yandan sendikaların “önünü açarken” diğer yandan kriz öncesinde patronların rekabet edebilme gücünü korumaya çalışıyor. Binde beşlik işkolu barajıyla ya da barajsız bir toplu sözleşme yetkisi yerine % 3’lük barajın gündeme getirilmesini de bu çerçevede ele almak gerekiyor.
34
masında samimi olmadıklarını göstermiştir. Elbette bu, sendikaların işçi sınıfının bütününe yönelik örgütlenmeler olmayıp, aynı işyerinde fakat fiilen yaratılan işkolundaki bölünmüşlük üzerinden örgütlenmelerinin ve diğer sendikaları rakip olarak görmelerinin bir ürünüdür.
Sendikaların krizi Kapitalizmin küresel krizinin giderek yaygınlık kazandığı bir dönemin ortasından geçiyoruz. Bütçe kesintileri, tasarruf önlemleri ve artan işsizliğin yol açtığı kitlesel altüst oluşlar, bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde kendisini gösterirken özellikle “Arap Baharı” gibi bir olgunun Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu bir süreçte sendikaların, burjuva hükümetler açısından önemi tartışma götürmez. Özellikle kriz beklentilerinin ortasında sendikal bürokrasi eliyle patronlar işçi hareketinde olası yükselişleri kontrol altında tutmak istiyor. Sınıf mücadeleleri tarihinde çok geriye gitmeden, bugün, Yunanistan’dan İtalya’ya Suriye ve Mısır’a bakmak sendikaların rolünü anlamak için yeterli olacaktır. Bugün AKP’nin mecliste oylanmayı bekleyen düzenlemesi de dahil birçok gelişmenin bu olgular üzerinden değerlendirilmesinde yarar var. Yani, DİSK’in ifade ettiği ve sıkça 15-16 Haziran göndermeleriyle süslediği direniş vurgularının yersiz olduğunu vurgulamak durumundayız. Aklıselim burjuva partileri gibi AKP’nin bu adımları, özellikle tarihsel bir krizin içinden geçen sendikaları işçi sınıfı karşısında “toparlama” çabasını ifade eder. Milyonlarca işçinin çalıştığı kayıt dışı çalışanlarla birlikte bu rakamın SGK’nin açıkladığı verilerin çok üzerinde olduğu bir ülkede, sendikalı işçi sayısının 1 milyona dahi ulaşamaması, sendikalı işçilerin de sendikalara güvenmemesi, kuşkusuz başta AKP iktidarı olmak üzere patronları ürkütüyor. Öyle ki, işçi sınıfının ayağa
kalkması ve kitlesel gücünü ortaya koyması durumunda, burjuvazi, bu hareketi dizginlemek için en başta sendikacılara gereksinim duyacak. AKP gerek 2010 referandumunda gerekse bu kanun değişikliğinde attığı adımlarla bir yandan sendikaların “önünü açarken” diğer yandan kriz öncesinde patronların rekabet edebilme gücünü korumaya çalışıyor. Binde beşlik işkolu barajıyla ya da barajsız bir toplu sözleşme yetkisi yerine % 3’lük barajın gündeme getirilmesini de bu çerçevede ele almak gerekiyor.
HHHH
(1),(2),(5) Çorum Milletvekili Salim Uslu’nun; 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununa Bir Geçici Madde Eklenmesi Hakkında Kanun Teklifi ile Sağlık, Aile,Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu. www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/y il01/ss1.pdf (3) http://www.dunya.com/haberV2. asp?id=146594 (4) http://www.sgk.com.tr/645-Habersendikali-isci-sayisi-1-milyonun-altinda!.html (6) http://www.belediyeis.org.tr/icerikyaz.php?fid=a5HYPERLINK “http://www.belediyeis.org.tr/icerikyaz.php?fid=a5&m=761&lang=tr”& HYPERLINK “http://www.belediyeis.org.tr/icerikyaz.php?fid=a5&m=761&lang=tr”m =761HYPERLINK “http://www.belediyeis.org.tr/icerikyaz.php?fid=a5&m= 761&lang=tr”&HYPERLINK “http://www.belediyeis.org.tr/icerikyaz.php?fid=a5&m=761&lang=tr”la ng=tr
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“toplu iş ilişkileri kanunu” m. özgür demir
“Toplu iş ilişkileri kanunu” tasarısının genelinde vesayetçi bir yaklaşım sergilenmiş ve sermayenin çıkarlarını zora sokacak değişikliklerden özellikle kaçınılmıştır.
1
2 Eylül askeri diktatörlüğünün ürünü olan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu kısmi değişikliklerle “Toplu İş İlişkileri Kanunu”nda birleştiriliyor. 31 Ocak’ta Bakanlar Kurulu’nda benimsenerek Meclis’e sevk edilen kanun tasarısının kısa süre içinde yasalaşması bekleniyor. Hükümet, kanun tasarının gerekçesinde “Sendikal hak ve özgürlükler ile toplu sözleşme ve serbest toplu pazarlık hakkını; özgürlükçü ve demokratik toplum esasları temelinde yeniden düzenlediğini” belirtiyor. Ayrıca gerekçede “ILO normları, Türkiye’nin AB’ye üyelik perspektifi, çalışma hayatının yapısal sorunları, yargı içtihatları ve doktrindeki eleştiriler kanunun hazırlık safhasında dikkate alındı” ifadesi yer alıyor. Ancak kanun tasarısının ne çalışma hayatının yapısal sorunlarının çözümü ne de sendikal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gibi bir amacı var. AKP hükümeti on yıllık iktidarı süresince küresel ekonomiyle bütünleşme konusunda önemli adımlar attı. Bu süreçte sürekli olarak sermayenin çıkarlarını gözeten hükümet, nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının çalışma yaşamını düzenleyen önemli yasalara imza attı. 2003 yılında, iktidarının henüz ilk yıllarında esnek çalışma koşullarını yaşamımıza sokan 4857 sayılı İş Kanunu ile AKP hükümeti rengini belli etmişti. Ardından Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve birçok irili ufaklı kanun değişiklikleri ile sermayenin çıkarları gözetilmişti. Bugün sıra, sendikaları ve toplu sözleşme düzenini sermayenin çıkarları doğrultusunda ve İş Kanunu ile uyumlu şekilde yeniden düzenlemeye geldi. Yeniden düzenleme derken kanunun sil baştan yazıldığını düşünmek hata olur. Hemen şunu belirtelim: “Toplu iş ilişkileri kanunu” tasarısının genelinde vesayetçi bir yaklaşım sergilenmiş ve sermayenin çıkarlarını zora sokacak değişikliklerden özellikle kaçınılmıştır. Bununla
35
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Üçlü Danışma Kurulu toplantılarında üzerinde uzlaşıldığı belirtilen %0,5’lik baraj beklentisi içinde olan sendikalar için bu oran hayal kırıklığı yarattı. Bununla birlikte yasa tasarısına getirilen geçici bir madde ile yüzde 3’lük işkolu barajının uygulanması 5 yıl sonraya bırakılarak sendikaların tepkisi hafifletilmiş oldu.
36
birlikte yasada kısmen olumlu sayıla- ulaştırma işkolu bünyesinde örgütlebilecek değişiklikler de mevcut. nebilecek. Aynı şekilde deri, dokuma ve tekstil imalatında çalışan işçiler de Değişiklikler tek bir işkolunda örgütlenme şansına Kanun tasarısında işçi sınıfı açısından sahip olacaklar. Bununla birlikte taolumlu görülebilecek en önemli değisarının kanunlaşmasıyla beraber aynı şiklik, işkolu barajının % 10’dan % işkolu kapsamına girecek olan sendi3’e düşürülmesi. Ancak geçen yıl kaların bürokratlarının koltuklarını bıEkim ayında düzenlenen Üçlü Darakarak birleşmeyi kabul etmeleri çok nışma Kurulu toplantılarında üzerinde zor görünüyor. Üstelik yıllarca işçilerin uzlaşıldığı belirtilen %0,5’lik baraj sırtında maddi-manevi bir yük olan beklentisi içinde olan sendikalar için yönetim kurulu üye sayısının 29’dan bu oran hayal kırıklığı yarattı. Bu19’a düşürülmesi, küçülen pasta nunla birlikte yasa tasarısına getirilen içinde bu birleşmeleri iyice olanaksız geçici bir madde ile yüzde 3’lük işhale getiriyor. kolu barajının uygulanması 5 yıl sonraya bırakılarak sendikaların tepkisi Bu iki önemli değişiklik dışında hafifletilmiş oldu. Yasa tasarısında olumlu sayılabilecek sadece birkaç %50+1 olan işyeri barajı da işletme- değişiklik görülüyor. Bunlardan biri ler için %40+1, işyerleri için %50+1 sendikalı işçinin işten atılması söz konusu olduğunda caydırıcı olabilecek olarak düzenlendi. bazı maddelerin getirilmesi. Bir diğer Tasarıda olumlu sayılabilecek bir değişiklik ise sendika üyeliği için diğer değişiklik, işkolu sayısının noter şartının kaldırılması. Üye olma 28’den 18’e düşürülmesi oldu. Böyve üyelikten çekilme işlemlerinin elece yasalarla bin bir parçaya bölüdevlet üzerinden yapılması tasarlanınen ve birbirinden yalıtılan işçi yor. sınıfının en azından bir kısmı için ortak mücadele alanlarının önü açıl- Korunanlar mış olacak. Örneğin mevcut düzen- 12 Eylül’ün baskıcı zihniyetinin ürünü lemede farklı işkolunda bulunan olan mevcut yasaların yasakçı birçok deniz, kara, hava ve demiryolu ulaşı- maddesi Toplu İş İlişkileri Kanunu’nda mında çalışan işçiler yeni yasada da korunmaya devam ediyor. Kapitalizmin krizlerle boğuştuğu bir dönemde sermayenin saldırıları karşısında on yıllardır sürekli savunma pozisyonunda kalan işçi sınıfına, büyüme ve refah dönemlerinde görülebilecek haklar “bahşedilmesi” beklenemezdi zaten. Tasarı, işyeri ve işletme barajlarından toplu sözleşme sürecindeki engellere, grev yasaklarından sendika içi demokrasiye bütün düzenlemeleri koruyor. Eski yasada olduğu gibi ‘kanuni grev’ tanımının çok dar, buna karşılık grev yasaklarının çok geniş tutulmuş olduğu görülüyor. İşçilerin yasal engelleri ve sendika bürokrasisinin ayak oyunlarını aşıp ‘kanuni grev’e çıkması durumunda iş bırakmanın çok
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sınırlı yaptırım gücü oluyor. Yasada grev gözcülerinin çadır kurmalarının yasaklanmasından, gözcü sayısının sınırlandırılmasına ve işyerinden mal çıkartılmasının serbest olmasına kadar pek çok madde düzenlenmiş durumda. Ayrıca elektrik, doğalgaz, petrol üretimi, bankacılık, şehir içi toplu taşıma, itfaiye ve hastane hizmetleri gibi alanlarda grev yasakları devam ediyor. Bu haliyle yasa maddeleri grev yoluyla haklarına sahip çıkan işçileri, neredeyse ülke ekonomisini sabote edecek bozguncular olarak gösteriyor.
Sendika bürokratları, yasa tasarısında korunan sendika içi demokrasiyi engelleyen maddeler karşısında adeta dut yemiş bülbüle döndüler. Eski yasada yer alan ve tabandaki işçinin sendika yönetimine katılmasını ve sendikaların işçi denetimine açılmasını yasaklayan hükümler olduğu gibi korunuyor.
Sendikal bürokrasinin ayrıcalıkları
rarı, yine bürokrasinin insafına terk edilerek eski yasadaki işyeri temsilcilerinin atanması hükmü korunuyor. [1]
Yasakçı kanun maddelerine karşı mücadele Sendikalar, Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı’ndaki yasakçı maddelerin devam etmesi karşısında basın açıklaması dışında ciddi bir tepki göstermedi. Hak-İş ve DİSK tüm tepkilerini %3’lük işkolu barajı üzerine yoğunlaştırmıştı. Türk-İş ise internet sayfasından açıkladığı önerilerle bazı teknik değişiklikler talebinde bulundu yalnızca. Aslına bakılırsa, işçi sendikaları konfederasyonlarının ciddi bir tepki vermesi de düşünülemezdi. Her şeyden önce yasanın şekillenmesinde Üçlü Danışma Kurulu vasıtasıyla katkıları bulunmaktaydı. Diğer yandan da “Tasarı” sendika bürokratlarının ayrıcalıklarını korumaya devam ediyordu. Peki, 12 Eylül’ün yasakçı zihniyetinin devamı olan bu yasaya karşı işçilerin talepleri neler olmalıdır? İşkolu ve işyeri dahil tüm barajların ve grev yasaklarının kaldırılması, hak ve dayanışma grevlerinin tanınması, temsilcilerin seçimle atanması, sendika yöneticilerinin geri çağrılması, yöneticilerin ücretlerinin sınırlandırılması, mali raporların işçilerin denetimine açılması, işkolu ayrımının kalkması… Tüm bu talepler sadece patronları değil; aynı zamanda mevcut yasakçı kanunlar yoluyla koltuklarını sağlama almış olan sendika bürokratlarını da korkutmaktadır. İşçi sınıfı, on yıllardır patronlar, devlet ve sendikalar arasında süren oyunda figüran olmadığını artık göstermelidir.
İşkolu barajı konusunda ilk günden itibaren göstermelik tepkilerde bulunan ve her fırsatta 12 Eylül’ün antidemokratik uygulamalarından dem vuran sendika bürokratları, yasa tasarısında korunan sendika içi demokrasiyi engelleyen maddeler karşısında adeta dut yemiş bülbüle döndüler. Eski yasada yer alan ve tabandaki işçinin sendika yönetimine katılmasını ve sendikaların işçi denetimine açılmasını yasaklayan hükümler olduğu gibi korunuyor. Delegelik sistemi ve işyeri temsilcilerinin sendika yönetimi tarafından atanması devam ettiriliyor. Tasarıda milyonlarca işçinin talepleri ve ihtiyaçları göz ardı edilirken sendikalarda mevcut düzenin devam etmesini garanti altına alacak hükümlere özen gösterildiği anlaşılıyor. Bir başka ifadeyle sendikaları yöneten bürokrasinin imkânları genişletiliyor. Sendikalara ticari faaliyet yapmalarının kapıları açılırken mali kaynakları harcama ve kontrol etme hakkı, seçim süreleri, profesyonel yönetici aylıkları ve ek ödemeler sendika bürokratlarının tercihine bıHHHH rakılıyor. Tasarıda sendika içinde demokrasinin genişlemesinin yapıtaşı Dipnotlar: olarak tanımlanabilecek ‘işyeri tem- [1] Değişiklik Kimin İçin?, Ali Erhan silcilerinin belirlenme süreci’nin ka- Bilgin, Radikal İki, 19.12.2012.
37
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
disk’in 14. genel kurulu
S
ürmekte olan küresel ekonomik kriz ve orhan cemil Türkiye’nin de konumlandığı bölgede artan siyasi gerilimler, burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırılarını yoğunlaştırmasında temel etkenler olarak gözüküyor. Burjuvazi, kıdem tazminatını yağmalayarak, esnek çalışmayı ve özel istihdam bürolarını yaygınlaştırarak, bölgesel asgari ücret uygulamasını gündeme getirerek hem kenÜç gün süren genel disi hem de küresel sermaye için ucuz bir işgücü kurulda, iktidara pazarı oluşturmak istiyor. yönelik genel geçer DİSK’in böyle bir ortamda, eleştirilerin 10-11-12 Şubat tarihtekrarlandığını ama lerinde son derece cansız ona karşı herhangi ve ruhsuz bir biçimde gerbir talebin veya çekleştirdiği 14. Genel Kusermayenin rulu, bu örgütün geleceğe dair ciddi bir mücadele saldırılarına karşı bir perspektifine sahip olmamücadele hattının dığını gözler önüne serdi.
ortaya konduğunu söyleyemiyoruz.
Bununla birlikte, DİSK açısından yakıcı bir gerçek var. TBMM’ye sunulan sendikalar ve toplu iş sözleşmeleriyle ilgili kanun tasarısı, olağanüstü bir durum olmadığı takdirde, meclisten geçecek. İşkolu barajında %3 oranında bir sınırlamayı içeren bu tasarı, birçok sendikayı toplu sözleşme yetkisinden mahrum bırakacak. Hemen belirtelim, bu kanun tasarısı, geçici madde eklenmeden meclisten geçmiş olsaydı hiçbir sendikası toplu sözleşme yetkisi elde edemeyecek olan tek konfederasyon DİSK olacaktı. DİSK Genel Kurulu’na dönecek olursak… Üç gün süren genel kurulda, iktidara yönelik genel geçer eleştiriler tekrarlanmış ama ona
38
karşı herhangi bir talep veya sermayenin saldırılarına karşı bir mücadele hattı ortaya konulmamıştır. Zira DİSK bürokrasisinin tek derdi, “sorunsuz” bir genel kurul yaşayarak konfederasyonun başkanını ve yönetim kurulunu “seçtirmekti”. Bununla birlikte, DİSK bürokrasisinin beklediği tozpembe tabloyu bir nebze olsun bozan gelişme, kurulun ilk günü Maltepe Belediyesi taşeron işçilerinin protestosu oldu. Genel Kurul başlamadan önce bir basın açıklaması yapan işçiler CHP’li Maltepe Belediyesi’nin işçi düşmanı tutumunu teşhir ettiler ve direniş sürecinde belediye yönetiminden yana tavır alan Genel-İş Sendikası 2 No’lu Şube Başkanı Nevzat Karataş’ı istifaya çağırdılar. Şube Başkanı Nevzat Karataş ise işçilere sözlü saldırıda bulundu. İşçilerin protestosundan, Genel Kurul başladıktan sonra konuşmak için kürsüye çıkan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da nasibini aldı. Kongredeki güvenlik görevlileri de Kılıçdaroğlu’nu sloganlar ve ıslıklarla protesto eden işçilere müdahale etmeye çalıştı.
Bürokratlar yine kazandı Maltepe Belediyesi’nden atılan taşeron işçilerinin getirdiği dinamizm ve birkaç istisnai konuşma dışında, genel geçer ruhsuz ve perspektifsiz konuşmalarla geçen ilk iki günün ardından, Genel Kurul’un son günü yapılan seçimlerde Genelİş Sendikası Başkanı Erol Ekici DİSK’in Genel Başkanlığı’na, Birleşik Metal-İş Sendikası Başkanı Adnan Serdaroğlu ise Genel Sekreterliğe getirildi. Genel Kurul’un son günü olan 12 Şubat’ta DİSK yönetimine seçilen
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k isimler, Genel Kurul’dan haftalar önce bizzat senDİSK’teki bürokratik dika bürokratları tarafından gerçekleştirilen yoğun kastın saltanatı, kulis çalışmaları sonukuşkusuz, tabandaki cunda belirlenmişti ve bu sonuçlar kimse için sürpriz işçiler gerçekten değildi. örgütlenmediği ve Ortaya çıkan tabloya istimücadelelerini naden eklemek gerekir ki, önceden belirlenen lisyükseltmediği tenin dışında yö-netime müddetçe sürecektir. adaylığını koyan tek isim Dev Sağlık-İş Baş-kanı Arzu Çerkezoğlu idi. Çerkezoğlu aldığı oylarla dikkat çekerken yönetime alınmadı. Özellikle taşeronlar ve güvencesiz çalışanlar içerisinde örgütlenerek üye sayısını 4 yılda 20 kat arttırdığını ve yaklaşık 10.000 üyeye ulaştığını belirten Dev Sağlık-İş, DİSK’e aidat ödemediği gerekçesiyle Genel Kurul’da 2 delegeyle temsil ediliyordu!
Sonuç olarak DİSK’teki bürokratik kastın saltanatı, kuşkusuz, tabandaki işçiler gerçekten örgütlenmediği ve mücadelelerini yükseltmediği müddetçe sürecektir. Keza geçtiğimiz on yıllar, emperyalist küreselleşme süreciyle birlikte kapitalist sisteme her zamankinden fazla entegre olan sendikaların -deyim yerindeyse“devrimcileşebileceğini” savunanların nasıl bir aymazlık içinde olduğunu fazlasıyla gösterdi. İşçi sınıfının önceki dönemde elde etmiş olduğu bütün kazanımlarını sermayeye peşkeş çeken sendikal bürokrasinin “solcu” veya “sağcı” olması, biçimsel bir ayrımdan öte anlam taşımamaktadır. Sendika bürokrasisi, işçi sınıfının potansiyel devrimci gücünü düzen sınırları içinde tutma işlevi görmekte; sermayenin gardiyanlığına soyunmaktadır. “solcu” sendika bürokratı Süleyman Çelebi CHP’-
39
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k den milletvekili olurken, “sağcı” Hak-İş bürokratları AKP’den meclise girebilmektedir. Sendika bürokratlarının burjuva partilerden milletvekili olmaları ilk kez yaşanan bir durum olmadığı gibi bizler için şaşırtıcı da değildi. Ama DİSK’i ve önderlerini “sınıf mücadeleci” ve “devrimci” olarak sunan ve emekçilerin bilinçlerini bulandıran “sosyalistler”in bu tablo karşısındaki sessizliği de teşhir edil-
Sendikaların ya da konfederasyonların, onların yönetimine “devrimcilerin” gelmesiyle militanlaşacağı iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Sınıf mücadelesinin militanlaşması, yalnızca sendikalı-sendikasız tabandaki işçilerin kendi örgütlenmelerini kurmaları ve sendikal bürokrasinin engellerini aşmalarından geçmektedir.
meyi hakediyor. Bugün DİSK örneğinde görüldüğü üzere güvencesiz çalışmaya ve taşeron köleliğine mahkum edilen işçileri örgütleme “zahmetine” girmeyen ve hatta mevcut bürokratik yapısı ile gelişen örgütlenmelerin önüne taş koyan yine sendikal bürokrasinin kendisidir. Sendikalar hem üzerinde yükseldikleri zemin (ücretli emek sömürüsü) hem de ona uygun hukuki yapıları gereği kaçınılmaz olarak sınıf işbirlikçi bürokratik yapılanmalardır. Dolayısıyla, sendikaların ya da konfederasyonların, onların yönetimine “devrimcilerin” gelmesiyle militanlaşacağı iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Sınıf mücadelesinin militanlaşması, yalnızca sendikalı ya da sendikasız tabandaki işçilerin kendi örgütlenmelerini kurmaları ve sendikal bürokrasinin engellerini aşmalarından geçmektedir. Bu yüzden, sosyalist işçilere çok önemli görevler düşmektedir. Bunların başında, sendikalizmin sınırlarını aşan taban örgütlenmelerinin yaratılması ve sınıfsal temelde gerçek bir devrimci mücadele hattının örülmesi geliyor.
HHHH
40
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
4688 sayılı sendikalar yasası değişiyor; grev yasağı sürüyor rıza kül
4688 sayılı yasada öngörülen değişiklikler, iktidar partisi tarafından, adet olduğu üzere, “çalışma yaşamında demokratikleşme” ve sendikal örgütlenmeye getirilen bir kısım “kolaylıklar” olarak sunulmak istense de, özü itibarıyla, sendikal bürokrasinin kamu emekçileri üzerindeki mevcut etkisini koruyan ve genişleten bir düzenleme olarak gündeme geldi
A
ylarca Bakanlar Kurulu’nda görüşülmeyi bekleyen 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasa Tasarısı geçtiğimiz Ocak ayında (23.01.2012) onaylanarak TBMM Başkanlığı’na gönderildi. AKP iktidarının, işçi sınıfının zaten yıllardır törpülene törpülene kuşa çevrilmiş olan ekonomik ve sosyal haklarının altını iyice oymak üzere tasarladığı değişiklikler bir bir uygulamaya koyuluyor. Sınıf mücadelesinin geriye çekildiği, sendikal önderliklerin iflas ettiği böylesi bir dönemde, burjuvazi, AKP eliyle, çalışma yaşamına doğrudan etki eden düzenlemelerle “dikensiz gül bahçesi” yaratmayı hedefliyor. 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumunun ardından kamu emekçilerine grevsiz “toplu sözleşme” hakkı tanınmış ama toplu sözleşmenin nasıl yapılacağına dair herhangi bir düzenlemenin yapılmamış olması bugüne kadar ertelenen ve belirsizlikler içeren bir süreci beraberinde getirmişti. 4688 sayılı yasada öngörülen değişiklikler, iktidar partisi tarafından, adet olduğu üzere, “çalışma yaşamında demokratikleşme” ve sendikal örgütlenmeye getirilen bir kısım “kolaylıklar” olarak sunulmak istense de, özü itibariyle sendikal bürokrasinin kamu emekçileri üzerindeki mevcut etkisini koruyan ve genişleten bir düzenleme olarak gündeme geldi. Kamuda yıllardır uygulanmakta olan ve her geçen gün yaygınlaştırılan, iş güvencesinden ve her türden sosyal haktan yoksun sözleşmeli, geçici çalıştırma, bir yandan kamu emekçilerinin kazanılmış haklarının gaspına yönelik kapsamlı saldırılar artarken “çalışma yaşamının demokratikleşmesi”nden bahsetmek pek mümkün görünmüyor. Egemenler tarafından hayata geçirilen yasal düzenlemeler asıl olarak, patlama ihtimalini saklı tutan sınıf muhalefetinin önünü almaya, mümkünse ipleri emin ellerde olan sendikalar aracılığıyla kontrol altında tutmaya yönelik.
4688 sayılı yasada neler değişiyor? Tasarının öngördüğü bazı önemli değişikliklere değinmeden önce neyin değişmediğine bakalım. Gündemdeki tasarı kamu emekçilerine dayatılan grev yasağına dokunmuyor. Kamu emekçileri için kabul edilemez olan toplu görüşmenin yalnızca adını toplu sözleşmeye çeviren tasarının mimarları, grevsiz bir toplu sözleşme düzeninin hiçbir maddi karşılığı olmadığının bilincinde elbette. İşçi ve emekçilerin çalışma şartlarına ilişkin talepleri karşılanmadığı koşullarda başvuracağı en etkili silah olan grev yerine Kamu Görevlileri Hakem Kurulu (KGHK) adında bir yapının kararı belirleyici olacak. Bu anlamda toplu sözleşmede son söz yine egemenlere bı-
41
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Aslında, tasarı, üye sayısı en fazla olan sendikaya (bugün için Memur-Sen) neredeyse tam yetki vererek toplu sözleşme pazarlıkları sırasında ortaya çıkabilecek pürüzlerin önünü alıyor. Çoğunluğa sahip olmayan sendikalar ise hem toplu sözleşme masasının “meşruiyetini” sağlayacak hem de masa başında kaldığı sürece işlevsiz bir muhalefet haline getirilecek.
42
rakılmış durumda diyebiliriz. Şaşırtıcı değişiklik gündemde fakat meclis çalışanları, hakimler ve savcılar, orduda bir sonuç sayılmaz! çalışan sivil personel, ceza infaz kuAslında, tasarı, üye sayısı en fazla rumu çalışanları, denetim elemanları, olan sendikaya (bugün için Memurpolisler ve askerler için sendika yaSen) neredeyse tam yetki vererek sağı sürecek. toplu sözleşme pazarlıkları sırasında ortaya çıkabilecek pürüzlerin önünü Tasarıda öngörüldüğü biçimiyle toplu alıyor. Çoğunluğa sahip olmayan sözleşme görüşmeleri Kamu Görevlisendikalar ise hem toplu sözleşme leri Sendikaları Heyeti ile Kamu İşvemasasının “meşruiyetini” sağlayacak ren Heyeti arasında gerçekleştirihem de masa başında kaldığı sürece lecek. İşveren heyetinin başkanlığını işlevsiz bir muhalefet haline getirile- Devlet Personel Başkanlığı’nın bağlı olduğu Bakan yapacak. Ayrıca hecek. yette Çalışma ve Sosyal Güvenlik BaYine, tasarı ile birlikte gerçekleşeceği kanlığı, Kalkınma Bakanlığı, Maliye öngörülen diğer bir değişiklik de hizBakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve met kolu sözleşmelerine ilişkin. HizDevlet Personel Başkanlığı temsilcileri met kolu toplu sözleşmelerine tasarıyer alacak. Sendikalar heyetinin bileda yer verilmediği, hizmet kollarında şiminde ise en çok üyeye sahip konörgütlü sendikaların bağlı bulunduğu federasyona tam ve belirleyici yetki konfederasyonlarla yapılacak toplu veriliyor. Tarafların bu şekilde belirsözleşmelerin yerine merkezi olarak lendiği bir görüşmede, iktidarın uzlaşı konfederasyonun belirleyici olacağı, aramasına da gerek kalmayacak zira hizmet kollarının ve hatta iş yerlerinin sendikalar heyeti adına talepleri özgün sorunlarını dikkate almayan Memur-Sen belirleyecek. tek tip bir toplu sözleşme düzeni getiHeyetlerin bileşimine bakıldığında bu rileceği görülüyor. durum daha net görülebiliyor. Sendi“Toplu sözleşmenin hükümleri, söz- kalar heyeti, başkan dahil yedi üyeleşmenin yapıldığı tarihi takip eden den oluşacak. Toplam üye sayısı en iki mali yıl için geçerlidir” denerek, çok olan konfederasyon (Memur-Sen) toplu görüşmede 1 yıl olan geçerlilik heyet başkanını belirleyecek. Yine en süresi uzatılıyor. Emekçilere “iki yıl fazla üyeye sahip konfederasyondan boyunca, kaderinize razı olun, eliniz- üç üye, ikinci sıradaki konfederasyondeki ile yetinin” deniyor. Ayrıca oluş- dan (Kamu-Sen) iki ve üçüncü sıraturulmak istenen toplu sözleşme daki konfederasyondan (KESK) bir düzeninde sendikalar ekonomik ve üye şeklinde belirlenecek olan sendisosyal haklar açısından pazarlık ya- kalar heyetinde, toplu sözleşmeyi pabiliyorken, bu pazarlığın çerçeve- heyet başkanı imzalayacak. İmza yetsini belirleyen sistemde değişiklik kisi sendikalar heyeti başkanına veriteklif edemiyorlar. lerek diğer üyelerin varlığı anlamTasarı ile, kamu emekçilerinin sendi- sızlaştırılıyor. Üstelik, heyet başkanın kalara üye olmalarının önündeki en- imzaladığı toplu sözleşme metni nihai geller ve yasaklarda elle tutulur bir bir karar olarak kabul ediliyor. Sonuç değişiklik getirilmiyor. Mevcut yasanın olarak, eğer Memur-Sen toplu sözleş15. maddesinde “100 veya daha meyi imzalarsa diğer üyeler Kamu fazla kamu görevlisinin çalıştığı iş yer- Görevlileri Hakem Kurulu’na başvulerinin en üst amirleri ile yardımcı- ramayacak. ları”, “kamu kurum ve kuruluşlarının Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun özel güvenlik personeli” ibareleri ile bileşimine bakıldığında, toplu sözsendikalı olmaları yasaklananlar için leşme görüşmelerinde yaşanabilecek
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Hala işçi ve emekçilerin gündemine sokulamayan, sendika yönetimlerinin yerel ve cılız eylemleriyle, basın açıklamalarıyla geçiştirilmeye çalışılan değişiklik tasarısı hükümet ve sendikalar “ortaklığının” bir ürünüdür.
olası anlaşmazlıkların, uyuşmazlıkların taşınacağı bu organın da egemenlerin boş alan bırakmama mantığının bir örneği olduğu görülüyor. Tasarıya göre kurul onbir üyeden oluşuyor ve kurul başkanı Bakanlar Kurulu tarafından belirleniyor. Kamu İşveren Heyeti tarafından, önceden belirlenmiş bakanlıklar ve müsteşarlıklar arasından seçilecek dört üye, ilgili Bakan tarafından önerilecek yedi isim arasından Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek bir akademisyen üye, sendika konfederasyonları tarafından önerilecek yedi isim arasından yine Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek bir akademisyen üye olmak üzere toplam yedi üye, açıkça, hükümetin istediği kararı aldırabileceği bir toplam oluşturuyor. Konfederasyonların kurula katılımı ise en çok üyeye sahip konfederasyondan iki, ikinci ve üçüncü konfederasyonlardan birer üye şeklinde. Görülen bu tablo, tasarı toplu sözleşmeyi hakem kuruluna bırakmadan egemenler lehine sonuçlandıracak düzenlemeleri içeriyor olmasına karşın, AKP iktidarının ihtiyatı elden bırakmadığının kanıtı. 4688 sayılı yasada değişiklik öngören tasarı, yukarıda ele almaya çalıştığımız maddelerle sınırlı değil fakat yasa tasarısının asıl niyetinin ortaya konması için verilen örnekler yeterli. Kamu kurumlarında çalışan emekçilerin örgütlenme özgürlüğünün ve grevli toplu sözleşme hakkının önünü açmayı bırakın, yasakları ve zorlamaları normalleştiren, “sorunları” egemenler ve sendikal bürokrasi arasında masa başında, sessiz sedasız çözmeyi amaç edinmiş bu yasayı teşhir etmek gerekiyor. Bunu yaparken 4688’in savunusu noktasına düşmek elbette en büyük hata olacaktır. Peki, yasaya ilişkin sendika konfederasyonlarının tepkisi ne, sendikalar yasaya karşı nasıl bir tavır geliştiriyor? Sendikal bürokrasi tasarının yasalaşmasını bekliyor!
Sendika konfederasyonlarının tasarıya ilişkin tutumunu sorgularken şunu akılda tutmak işimizi kolaylaştırır; tasarı (2010’da yapılan Anayasa değişikliğinden beri) aylardır gündemdedir ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesinde Bakan Faruk Çelik’in de katılımıyla KESK’in, Memur-Sen’in ve Türkiye KamuSen’in de dahil olduğu Üçlü Danışma Kurulu toplantılarında görüşülmüştür. Yasa tasarısının bugünkü halinin aslında kimse için şaşırtıcı olmaması gerekir. Tasarının meclise gönderilmesinin ardından KESK yönetimi tarafından ileri sürülen “konfederasyonlara başka, Bakanlar Kurulu’na başka taslak sunuldu” iddiası, onun bu tasarı üzerindeki sorumluluğunu ortadan kaldırıyor mu? Bugün, emekçilerin zaten kabul edilemez olan durumlarını daha da geriye götürecek olan tasarı, konfederasyonların bakanlıkta yapılan görüşmelerde verilen vaadlere güvenerek taleplerinin karşılanacağı iyimserliğine kapılmasından mı kaynaklanıyor yoksa kitlesel bir direnişle ancak önüne geçilebilecek böylesi bir tehdide karşı beklemeci, geçiştirmeci bir tutum sergilenmesinden mi? Hala işçi ve emekçilerin gündemine sokulamayan, sendika yönetimlerinin yerel ve cılız eylemleriyle, basın açıklamalarıyla geçiştirilmeye çalışılan değişiklik tasarısı hükümet ve sendikalar “ortaklığının” bir ürünüdür. Aslına bakılırsa mevcut durum şu şekilde özetlenebilir; Memur-Sen muazzam yetkilerle donatılmış olarak toplu sözleşme masasına oturacak, KESK ve Kamu-Sen ise kenara itildiğinin farkında. Verili durumda, AKP iktidarının icazeti olmaksızın hareket kabiliyetinden yoksun olan Memur-Sen bürokrasisinden göstermelik açıklamalar dışında grev hakkının tanınması ve örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması konusunda ileri bir adım beklemek hayalcilik
43
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Sermaye sınıfının ve sendikal bürokrasinin egemenliğini güçlendiren bu sürece karşı, bizler, ortak örgütlenme temelindeki bir mücadeleyle elde edilecek bir ortak çalışanlar yasasını hedef olarak önümüze koymak durumundayız.
olur. Kamu-Sen’in tasarıya karşı muhalefetini oturttuğu zemin ise sınıf mücadelesi değil elbette. Burjuva siyasetinin bugünkü egemenlerine yani AKP’ye karşı ve burjuva milliyetçişoven dürtülerle hareket eden KamuSen’in “direnişi” burjuvazinin saldırıları karşısında ayakta kalabilecek çapta değil. KESK bürokrasisi, bundan önce birçok defa tanığı olduğumuz gibi birleşik ve kitlesel bir mücadele hattı örgütlemekten, bunun öncülüğünü yapmaktan uzak, yerel düzeyde göstermelik eylemlerle süreci geçiştirme çabasında. Yıllardır birbirleriyle bağlantılı, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarını karşılama amacıyla siyasi iktidar tarafından gündeme getirilen ve işçi sınıfı için kapsamlı bir yıkımı ifade eden birçok girişim, elle tutulur bir direnişle karşılaşmadan yaşama geçiriliyor. Bu geri çekilmede en önemli pay, kuşkusuz, emekçiler arasında yersiz hayaller yayan ve günü kurtarmayı alışkanlık haline getiren ve onları sermayenin saldırıları karşısında savunmasız bırakan sendikal bürokrasi ile bu bürokrasinin açık destekçisi olan “sol”a aittir.
İşçi sınıfının mücadeleyi yükseltme imkanı yok mu? Sendikaların bugünkü durumu hesaba katıldığında, tasarının yukarıda anılan değişikliklerle onaylanacağı, hükümetin bu konuda geri adım atmaya gerek duymayacağı görülüyor. Tasarının son halinde çeşitli değişiklikler elbette yapılabilir fakat -olumlu ya da olumsuz- yapılacak değişikliklerin yasanın özüne dokunmayacağını tahmin etmek çok da zor değil. Bütün bunların ötesinde, tasarıda eğer emekçilerin direnişi neticesinde atılan bir geri adım olmayacaksa, çok açıktır ki bu, hükümet tarafından, Memur-Sen’in teslimiyetini biraz olsun perdelemeye yönelik bir girişim
44
olacaktır. Emekçilerin sendikal mücadeleden hızla uzaklaştığı, sendikal önderliklere güvensizliğin hızla arttığı ve yerel direnişler haricinde işçi sınıfın hızla mevzi kaybettiği bir dönemden geçiyoruz. Böylesi bir dönemde, böylesi “yasal düzenlemelere” karşı mücadeleyi büyütmek ancak işçi ve emekçilerin tabanda büyüyen direnişi ile mümkündür. Çerçevesi yasalarla çizilmeyen sınıf mücadelesinin yerellikten kurtularak genişlemesi, kitleselleşmesi ve sermayenin topyekûn saldırılarına karşı durabilecek, bütünleşmiş bir mücadele hattının örgütlenebilmesi ancak var olan reformist sendikal ve siyasi önderlikleri aşan bir örgütlenmenin yaratılmasıyla mümkün olacaktır. Dergideki diğer yazılarda ifade ettiğimiz gibi, sendikalara ilişkin yasalar, işçi sınıfının tüm kesimlerine yönelik olarak değiştiriliyor. Sermaye sınıfının ve sendikal bürokrasinin egemenliğini güçlendiren bu sürece karşı, bizler, ortak örgütlenme temelindeki bir mücadeleyle elde edilecek bir ortak çalışanlar yasasını hedef olarak önümüze koymak durumundayız. Kamu emekçilerinin toplu görüşmelerden, sözümona toplu sözleşme sistemine geçişi olarak sunulan bu yasa değişikliğine karşı 4688 sayılı mevcut yasayı savunarak değil, aksine onun da ortadan kaldırılması ve işçi sınıfının ortak mücadelesiyle elde edilecek gerçek bir grevli toplu sözleşme hakkının elde edilmesi hedefine yürümek gerekiyor. Bunun için yapılması gereken başlıca şey, işyerlerinde sendikalı-sendikasız, işçi, taşeron işçisi veya kamu emekçisi gibi ayrımları reddetmek ve sendikal bürokrasiden bağımsız, tabanın ortak mücadele araçları olacak fabrika/işyeri meclislerini inşa etmeye çalışmak olmalıdır.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t k e p s pe r
if
toplums al e ş İ t l İ k
küreselleşme ve sendikalar
U
lus devletin maddi ekonomik temellerinin bizzat ekonominin evrensel yasaları eliyle ortadan kaldırılması, küçük burjuva solunun gerici karakterini bütün çıplaklığıyla sergilemektedir. Onlar şimdi, II. Dünya Savaşı sonrası 30 yıllık kapitalist büyüme döneminin ulus devletinde ifadesini bulan eski güzel günlere dönme özlemiyle tutuşuyorlar. Onların söz konusu reformizm dönemine duydukları gerici özlem en yalın siyasi ifadesini sendikalar karşısındaki tavırlarında bulmaktadır. İşlevleri, ulus devletin koruması altındaki emek piyasasında işgücünün fiyatının belirlenmesinde rol oynamak olan sendikalar, ulusal korumacı kapitalist büyüme dönemlerinde altın çağlarını yaşamışlardı. Onlar, bir yandan sayısı giderek artan üyelerini siyasi iktidarlar üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanır ve bu yolla işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarındaki kimi iyileşmelere aracılık yaparken, asıl olarak, işçi sınıfının mücadelesini bölmenin ve düzen sınırları içinde tutmanın araçları olmuşlardır. Ama ulusal ekonomik büyümenin mümkün, çoğu durumda da gerekli kıldığı bu kazanımlar, kriz dönemlerinde, her defasında, yine sendikaların öncülüğünde birer birer geri alınmış ve bu yolla, daha azgın bir kapitalist sömürünün önü açılmıştır. Kapitalizmin ulusal korumacı büyüme dönemlerinde sermayenin
Marksistler, bütün örgütlenmeleri olduğu gibi, sendikaları da, önderliklerin niyetlerine göre değil; onları var eden maddi süreçlere bakarak değerlendirirler. Marx ile Engels ve Marksistler sendikal örgütlenmelere ve sendikacılığa hiçbir zaman genel geçer ilerici ya da devrimci bir rol biçmemiştir.
güler yüzlü sosyal danışmanlığını yapan sendikaların / sendikacılığın işçi sınıfı düşmanı yüzü, 30 yılı aşkın süredir yaşanan küreselleşme sürecinde bütün çıplaklığıyla açığa çıkmaktadır. Sendikalar ve işçi bürokrasisi, kabaca 1970’lerin ortalarından bu yana, bütün ülkelerde, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarında onunla işbirliği yapmış; sermaye ve devlet karşısında tek bir kalıcı başarı bile elde edememiştir. Birbirlerinden çok farklı toplumlarda faaliyet gösteren ve farklı siyasi tercihleri olan sendikal örgütlerin bütün bu dönem boyunca ortak bir çizgide buluşması bir rastlantı değildir. Marksistler, bütün örgütlenmeleri olduğu gibi, sendikaları da, önderliklerin niyetlerine göre değil; onları var eden maddi süreçlere bakarak değerlendirirler. Marx ile Engels ve Marksistler sendikal örgütlenmelere ve sendikacılığa hiçbir zaman genel geçer ilerici ya da devrimci bir rol biçmemiştir. Marx ve Engels bu örgütlerin kapitalist emek gücü piyasasında oynadıkları artı değer sömürüsünü düzenleyici işlevini; dolayısıyla, onların burjuva düzenin devamından yana konumlarını bilimsel olarak çözümlemişlerdi. Marksistlerin sendikalara ilişkin tavrı, her zaman, bu örgütlerin kapitalist sistem içinde belirlenen asli işlevini (işgücünün fiyatının belirlenmesinde arabuluculuk) yok saymak ya da gizlemek bir yana; onu her zaman ön plana çıkartmak ve bu örgütlerdeki işçileri sosyalist devrim programına kazanmak olmuştur. Lenin ile Troçki önderliğindeki Komintern’in ve Pablocu yozlaşma ön-
45
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Türkiye’deki sendikalar da 1970’lerin ortalarından başlayarak şiddetlenen dünya ekonomik krizinden derinden etkilenen burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırılarına karşı, göstermelik -ve her defasında işçilerin moralini bozan yalıtılmış grevler dışındahiç bir direniş sergilememişlerdir.
cesi IV. Enternasyonal’in sendikalara yönelik bütün taktikleri bu ilkesel zemin üzerinde oluşmuştu. Sendikaların sınıf uzlaşmacı ve “toplumsal barış” yanlısı reformist örgütler olmaları; tarihleri boyunca, proleter devrimin karşısına reformları, işçi sınıfının devrimci enternasyonalizminin karşısına da ulusalcılığı çıkartmış olmasının maddi temelleri, onların kapitalist sistemin organik bileşenleri olarak, ekonomik büyüme dönemleri ve yükselen ulusal piyasalar üzerine kurulu olmalarında yatar. Üretken sermayenin ulusal sınırlar içinde faaliyet sürdürdüğü, gümrük korumaları ve Keynesçi politikalar üzerine kurulu “ulusal kalkınma” döneminin sona ermesiyle birlikte, sendikaların (sosyal demokrasinin ve Stalinizmin) üzerinde yükseldiği reformizm dönemi de kapanmış; küreselleşme, bütün bu ulusal örgütlenmelerin altını oymuştur. II. Dünya Savaşı sonrası 30 yıl boyunca, “yurttaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı görev edinen” ve burjuva “sosyal devlet”in işçi sınıfı içindeki ayağını oluşturan sendikalar, burjuva devletin ulusal korumacı niteliğini yitirdiği küreselleşme sürecinde bütün bu “ilke”lerden bir çırpıda vazgeçmiş; küresel sermayenin emekçilerin yaşam koşullarına yönelik saldırılarının araçları haline gelmişlerdir. Israrla yinelemek gerekiyor ki bu, basit bir tercihin ya da ihanetin ürünü değil; kapitalist üretim sürecinde yaşanan değişimin sonucuydu. Türkiye’deki sendikalar da 1970’ lerin ortalarından başlayarak şid-
46
detlenen dünya ekonomik krizinden derinden etkilenen burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırılarına karşı, göstermelik -ve her defasında işçilerin moralini bozan yalıtılmış grevler dışında- hiçbir direniş sergilememişlerdir. İşçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarında 1970’lerin ikinci yarısında yaşanan reel gerilemenin azalan kâr oranlarına çözüm olmadığı görüldüğünde ve Türkiye piyasasının dünyaya açılması gerektiğinde, küresel sermayenin IMF ve Dünya Bankası gibi organlarının yardımıyla bunu sağlayacak olan 12 Eylül askeri diktatörlüğünün yardımına ilk koşanlar da, yine sendikalardı. 12 Eylül’le birlikte bütün işçi direnişleri bastırılır, sosyalist işçiler kitleler halinde işten atılıp cezaevlerine doldurulur, ücretler dondurulur ve önceki dönemde toplu sözleşmelerle elde edilmiş olan bütün kazanımlar geri alınırken, sendikacılar her durumda burjuvaziyle işbirliği yaptılar. En büyük sendikal örgütlenme olan Türk-İş Genel Sekreteri’ni askeri diktatörlüğe Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak verdi. Vurgulamak gerekir ki, Türkiye’deki sendikaların sermayenin ve burjuva devletin hizmetine koşması, kesinlikle bu topraklara özgü bir durum değildir. Onlar, gerçekte, ABD’li ve Avrupalı abilerinin izinden gidiyorlardı. Sendikaların sermayeye ve burjuva devlete hizmeti, askeri diktatörlük sonrasında ortaya çıkan bütün işçi eylemlerinde devam etti. Onlar, burjuvazinin “ihracata yönelik sermaye birikimi“ adı altında küresel piyasalara eklemlenme stratejisi doğrultusunda attığı her adımı desteklediler. İşçi sınıfı, 1988 yılında kapsamlı biçimde uygulamaya konan özelleştirmelere karşı 1989
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k baharında sendikal önderliklere rağmen harekete geçtiğinde, bu örgütler, yüzbinlerce işçinin katıldığı eylemleri, oturma, saç kazıma, sakal bırakma ya da açlık grevi gibi akıl almaz düzeyde zavallı “medyatik“ eylemlere dönüştürerek açıkça sattılar. Sendikaların işçi sınıfına ihaneti, Zonguldak madencileriSendikaların, nin 4-8 Ocak 1990’daki varlıklarını üye Ankara yürüyüşünde en açık sayılarından ve biçimde sergilendi. On binonların lerce madencinin aileleriyle birlikte gerçekleştirdiği bu aidatlarından çok büyük yürüyüşün, işçi sınıfının kapitalistlerden ve bütün sektörlere yayılmış olan devletten aldıkları genel huzursuzluğuyla birleşip kırıntılara borçlu onların eylemleriyle bütünleştirmesi durumunda iktidar oldukları, hiç devrilebilir ve yepyeni bir kimse için sır dönem açılabilirdi. Bunun bideğildir. lincinde olan hükümet orduyu da devreye sokup resmen ayaklanma karşıtı önlemler alırken, onun yardımına ilk koşanlar yine sendikalar oldu. (Bu arada, Pablocu revizyonistler, PGBS sayfalarında, sendika bürokrasisi hakkında devrimci hayaller yayıyor ve onun en gerici temsilcisi olan Şemsi Denizer‘den “devrimci bir işçi partisi“ kurmasını talep ediyordu!) Sendikaların burjuvaziyle ve devletle işbirliği, 1990’lı yıllar boyunca, kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelelerinde ve küresel sermayenin özelleştirmeler, sözleşmeli personel uygulaması, taşeronlaştırma, çalışma sürelerinin uzatılması vb. taleplerine karşı eylemlerinde de sürdü. İşçi sınıfının çoğu durumda sendika bürokrasilerini aşarak giriştikleri bütün bu eylemlerde Stalinistlerle ve sosyal demokrasi ile kolkola onları sendikal sınırlar içinde tutmak için çaba harcayanların başında da yine Pablocular vardı.
Türkiye’deki sendikaların, son yıllarda patlak veren bütün işçi direnişlerinde sürdürdükleri işçi düşmanı çizgi, gerçekte, onların emperyalist ülkelerdeki abilerinin on yıllar öncesinden başlayarak sergiledikleri tavrın bu topraklardaki tekrarıdır. Sendikaların ve sendikacılığın, siyasi alandaki ortakları sosyal demokrat ya da Stalinist partilerle birlikte, işçi sınıfının karşısına bu denli pervasız biçimde dikilmesinin nedeni, küreselleşme sürecinin ve kriz ortamının herhangi bir ulusal reform programına izin vermemesidir. Sendikaların, varlıklarını üye sayılarından ve onların aidatlarından çok kapitalistlerden ve devletten aldıkları kırıntılara borçlu oldukları, hiç kimse için sır değildir. Ancak, sendikalar, artık, sözde ona karşı mücadele ettikleri sermaye ve devlet karşısındaki biçimsel bağımsızlıklarını bile kaybetmiş durumdalar. Sendikalar, 1960’lı yıllardan bu yana, en gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayarak, küresel şirketlerin hisse senetlerini almakta, onların yönetim kurullarında temsil edilmekte ve işçi sınıfının nasıl daha iyi sömürüleceğine patronlarla birlikte karar vermektedirler.
Yeni türde kitlesel işçi örgütlenmeleri yaratılmalıdır Sendikalar, bütün bu nedenlerden ve işçi sınıfının ezici çoğunluğunun onlara sırtını dönmesinden dolayı, artık, sosyolojik anlamda bile “işçi sınıfının örgütleri” değildir. Onlar, işçi sınıfına bütünüyle yabancılaşmış olan ve ona derinden düşmanlık duyan bir küçük burjuva kastın denetimi altındaki hapishaneler haline gelmiştir. Marksistler, sosyal demokrasinin, Stalinizmin, Pabloculuğun ve diğer
47
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Sendikaların yerini alacak olan yeni örgütlenmelerinin neler olacağı konusunda hazır kalıplar sunmak, Marksistlerin değil, falcıların ve küçük burjuva gevezelerin işi olabilir.
48
küçük burjuva ulusalcılarının, sendikalara ilişkin bütün zehirli yalanlarını teşhir etmek; “başka bir alternatif olmadığı için” bu örgütlerde kalmaya devam eden işçilere, gerçekleri açıkça anlatmak ve onları Marksizmin siyasi programına kazanmak zorundadırlar. Bu ilkesel duruşun, küçük burjuva “sol” sekterlerin sendikalar içinde faaliyete son verme çağrısı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Var olan sendikal örgütlerde mutlaka sürdürülmesi gereken devrimci faaliyetin ekseni, işçi sınıfının oralarda örgütlü kesimini, bu hapishaneleri yıkıp, onların yerine gerçekten işçilerin egemen olacağı kapitalizm karşıtı örgütlenmeleri inşa faaliyetine çekmek olmalıdır. Sendikaların, devrimci işçiler tarafından ele geçirilerek devrimci organlara dönüştürülebileceği yönündeki zamanı dolmuş küçük burjuva düşünceler -ki bunlar, küresel ölçekte sürdürülen yeni liberal politikaların yıkıcı sonuçlarını derinden yaşayan emekçiler içinde yeniden canlanma eğilimindecepheden reddedilmelidir. Bununla birlikte, işçi sınıfının gerçek kitlesel örgütlenmelerinin yaratılması, sekter dayatmalar içeren sloganlar yoluyla değil; yalnızca günlük sınıf mücadeleleri ile Marksist programı bütünleştiren sabırlı
ve sistemli bir faaliyet içinde gerçekleşebilir. Sendikaların yerini alacak olan yeni örgütlenmelerinin neler olacağı konusunda hazır kalıplar sunmak, Marksistlerin işideğildir. Marksistlerin görevi, tarihsel deneyimler içinde edinilmiş olan kuramsal netlikten ve “işçilere, onların hoşuna gitmeyen gerçekleri anlatmada acımasız dürüstlük”ten [1] asla ödün vermeksizin, geleceğin kitlesel işçi örgütlenmelerinin üzerinde yükselmesi gereken temel ilkeleri anlatmak ve işçilerin Sovyet tarzı öz örgütlenmelerin gerekliliğini kavramasını sağlamaktır. İşçi sınıfının sermayeye karşı gerçek mücadele organları, yalnızca mücadele içinde, bizzat işçiler eliyle yaratılacak ve uzun bir mücadelenin ürünü olacaktır. Bu mücadele, tüm reformist ulusalcı ya da liberal sol hareketlerin ve küçük burjuva radikallerinin sendikalara ilişkin yarattıkları yanılsamaların acımasız teşhirini içermek zorundadır.
HHHH
[1] DEUK, The Globalization of Capitalist Production & the International Tasks of the Working Class (Southfield, MI: Labor Publications, 1993), syf. 51
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sendikal yapılanmayı aşmak ve bürokrasiye karşı mücadele için
S
endikalar, yalnızca bürokratik yapılarından ya da yöneticilerin ihanetlerinden değil; kapitalist sömürü üzerinde yükselmeleri, bu sömürü ilişkisiyle organik bağlara sahip olmaları, dünya piyasasının gittikçe ulusal pazarları ortadan kaldırması ve ulusal piyasa temelli örgütler olmaları nedeniyle sermayenin küresel ölçekteki saldırılarına yanıt veremezler. İşçi-memur ve işkolları ayrımı temelinde belirlenmiş bir alanda faaliyet gösteren sendikaların bugünkü örgütlülüğü, işçi sınıfının birliğini değil parçalanmışlığını ifade etmekte, bürokratik tüzükler de bunu pekiştirmektedir. Kendi içinde işçi demokrasisinin temel öğelerini (çoğulculuk, tabanın tüm süreçlere doğrudan katılımı, sürekli denetimi, her an görevden alma hakkı vb.) barındırmayan örgütlenmeler, gerçek anlamda birer işçi örgütü olamazlar. Sendikalar, temsili demokrasi temelinde, yöneten-yönetilen ilişkilerini esas alan merkezi bürokratik bir tarzda örgütlenmiştir. Bu tür bir Bu metinde ifade edilen görüşlerin temelleri 1990’ların başında DİSK’te yürütülen Sol Muhalefet Platformu çalışmasına dayanıyor. Kendilerini, DİSK’in 9. Genel Kurulu’na doğru yayınladıkları broşürle ifade eden yoldaşlarımız, sonraki yıllarda da KESK’e bağlı Sendikal Sol Muhalefet çalışmasında bu görüşlerin savunucusu oldular. Dergideki diğer yazılarla beraber bütünlüğü oluşan ve yukarıda da ifade edilen mücadele programının son halinin şekillenmesini sağlayan şey ise, kapitalist küreselleşme olgusunun tespiti oldu. Bu tespit, temelleri 20 yılı aşkın süre önce atılmış olan görüşlerimizin kimi yanlarının yeniden ele alınmasını ve bu bütünlük içerisinde ayaklarının sağlamca yere basmasını sağlamış oldu.
örgütlenme, belirli bir süre için yönetime seçilen işçilerin kısa süre içinde sınıftan koparak bürokratlaşmasını beraberinde getirmektedir. Taban denetiminin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı bu örgütsel modelde yöneticiler, daha seçildiği günden başlayarak edindiği ekonomik ve toplumsal ayrıcalıkları koruma kaygısı taşımaktadırlar. Bugün, “işçi sınıfı sendikasızlaştırılıyor” çığlıkları atan bürokratların bu tutumu sahtedir. Ayrıcalıklarına sıkı sıkıya sarılan, işçileri sendikaların yönetim organlarından ve karar alma süreçlerinden tümüyle uzaklaştıran bu bürokratlar, işçileri bir örgütün üyesiyken örgütsüzleştirmeyi yıllar önce başarmıştı. Sendikalardan uzaklaşma, yönetim, denetim ve karar mekanizmalarından zaten uzaklaştırılmış olan işçilerin bu kurumlara ve önderlerine karşı bilinçli ama pasif bir tavır aldıklarının ifadesidir. Çünkü sendikal yapılar ve önderlikler, sermayenin ve devletin saldırılarının ortaklarıdır ve işçiler de hiç şüphesiz bunu görmektedirler. Dolayısıyla bu bürokrasiler, bizim örgütlülüğümüzün ve mücadelemizin önünde aşılması gereken ciddi birer engeldir. Sendikalar, sermayenin saldırılarına karşı sınıf mücadelesinin ihtiyacı olan en geniş örgütlülüğü sağlama yeteneğinden yoksundur. Sendika yöneticileri, hemen her aşamada yıllardır hükümetlerle ortak davranmakta ve sınıfın farklı kesimleri arasındaki en küçük eylem birlik-
49
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Sendikalara yönelik saldırılara karşı çıkmak, işçilerin “en kötüsü ya da zayıfı da olsa örgütlülüğünü koruma” gereğinin bir ürünüdür; ancak bu, sendikal örgütlenmelerin kapitalizm içi sınırlarına tabi olarak ve sendika bürokrasilerine yedeklenerek değil; onlara karşı mücadeleyle birlikte yürütülmelidir.
50
lerine, direnişlere bile tahammül edememekte ve sürecin tümüyle kendi denetimleri altında yaşanmasını istemektedirler. Onlar, kendi denetimleri dışında en küçük inisiyatife bile tahammül edemiyorlar; hele de bu tabandan gelişiyorsa, her yolu kullanarak boğmaya çalışıyorlar. Biz, işçi hareketini bu yapı ve önderliklere mahkum etmenin, yalnızca bugünkü mücadelenin sabote edilmesiyle sonuçlanmayacağını; işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinin de karşısında durmak anlamına geldiğini vurguluyoruz. Sendikalara yönelik saldırılara karşı çıkmak, işçilerin “en kötüsü ya da zayıfı da olsa örgütlülüğünü koruma” gereğinin bir ürünüdür; ancak bu, sendikal örgütlenmelerin kapitalizm içi sınırlarına tabi olarak ve sendika bürokrasilerine yedeklenerek değil; onlara karşı mücadeleyle birlikte yürütülmelidir. Bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarıyla, sendikaların ve onların tepesine çökmüş olan bürokratlarının çıkarları özdeş değil karşıttırlar. Bürokratlara bir an olsun güvenmemek ve tüm kararlarımızı kitlesel biçimde kendimiz almak, uygulamak ve uygulamaları sürekli denetlemek zorundayız. Üyesi olduğumuz sendikalarımızdan başlayarak taban inisiyatifleri oluşturmalı ve onları diğer sendikalara üye ya da sendikasız arkadaşlarımızla birlikte, ulaşabileceğimiz bütün işyerlerinden örgütlemeliyiz. Konfederasyonların ve bağlı sendikaların yönetimindeki bürokrasinin artık bir kast haline geldiğinin
en açık göstergesi, yöneticilerin fiilen “yaşam boyu sendikacı” statüsü edinmiş olmasıdır. Ayrıcalıklarını koruma çabası içindeki yöneticiler, anti-demokratik yasa ve tüzüklere dayanarak yapılan kongrelerde yeniden seçilmenin yolunu her zaman bulabilmektedir. Öte yandan bürokratlar, tabanın denetimi olmadığı koşullarda ellerine geçirdikleri para ve mal varlığını pervasızca kullanmakta ve bu varlıklardan özel servet edinmektedirler. Sendika bürokratları, sermayenin saldırılarına karşı koyacak kitlesel ve birleşik bir işçi-emekçi hareketini örgütlemek bir yana, sermayenin savunucusu olan devlet ile ortak konsey kurmayı tercih etmekte, denetimleri dışında ortaya çıkan işçi eylemliliklerini ise en kısa sürede tasfiye etmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu uygulamaları, yöneticilerin niyetine bağlamak yanlıştır (bu, hükümete gelen bir “sol” partinin niyetlerinden bağımsız olarak, ister istemez burjuvazinin ve devlet aygıtının çıkarlarını korumasına benzetilebilir). Konfederasyonların ve sendikaların yönetimindeki bürokrasinin varlığı yukarıda da belirttiğimiz gibi maddi bir zemine dayanmaktadır. Bu maddi zemin, en “iyi niyetli” ve/veya “devrimci” işçi önderlerini bile kısa sürede bürokratlaştırabilecek olan sendikal aygıtın kendisidir. Nasıl ki, burjuva devlet aygıtı onun yönetimine gelerek iyileştirilemezse, ücretli emek sömürüsü üzerine kurulu bu bürokratik yapılanmaların kapitalist sistem içerisinde işçi demokrasisinin araçları haline gelmeleri de mümkün değildir. Dolayısıyla, sendikalarda
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Nasıl ki, burjuva devlet aygıtı onun yönetimine gelerek iyileştirilemezse, ücretli emek sömürüsü üzerine kurulu bu bürokratik yapılanmaların kapitalist sistem içerisinde işçi demokrasisinin araçları haline gelmeleri de mümkün değildir.
işçi demokrasisini yaşama geçirme mücadelesi, yaşamda karşılığını bulmaya başladıkça ortaya çıkacak olan tek sonuç, bir bütün olarak bu bürokratik yapılanmaların parçalanması / aşılması olacaktır. Taban inisiyatifi ve işçi demokrasisi, bir avuç bürokratın iktidarı değil, işçi sınıfının en geniş kesimlerinin militan mücadelesi demektir. Bu yüzden, bu mücadelede karşımıza ilk çıkacak olanlar sendika bürokratlarıdır. Onlar her aşamada patronlarla, devlet güçleriyle işbirliği yaparak konumlarını korumaya çalışacaklardır. Bürokratların bu çabası onların gerçek yüzünü geniş işçi kitleleri gözünde iyice açığa çıkaracak; onları, açıkça, ait oldukları sermayenin ve devletin safına atacaktır. Sendikal yapıların sınırlılıklarını ve bürokratik engelleri aşmak; işçi demokrasisi organlarını fabrika ve işyerlerimizde bugünden örgütlemeye başlamak için:
H Sendikaların tüm kurullarında
kurabilmelidir.
H İşyerinde örgütlü olan diğer sendikaların üyelerinin de katılacağı organlar oluşturulmalıdır. Bu, işyerindeki çalışanların parçalanmışlığını ortadan kaldıracak ve çalışanların ortak mücadelesinin zeminini yaratacaktır. H Sendika yöneticiliği kaldırılmalı; yerini sendika görevlileri almalıdır. H İşyeri temsilciliği kesinlikle seçimle oluşturulmalıdır. Seçilen bu temsilcilerin karar almalarına yardımcı olacak ve onları denetleyecek organlar oluşturulmalıdır.
H Her aşamada doğrudan temsil ve tabanın temsilcisini her an görevden alma hakkı esas alınmalı; hiçbir temsilcinin seçildiği görevde belirli bir süre kalma garantisi olmamalıdır.
H İşverenle yapılacak bütün görüşmeler şeffaf olmalıdır. Bunu sağlamanın en iyi yolu, yapılacak olan görüşmelerin çalışanlara açık şekilde yapılmasıdır. Bunun mümkün olmadığı durumlarda, görüşmeler tutanak altına alınmalı ve bu tutanaklar bütün üyelere iletilmelidir.
doğrudan temsil esas alınmalı ve üye katılımı olabildiğince geniş tutulmalıdır. Seçimlere işçi sınıfına yönelik bir programla katılan tüm eğilimlerin (azınlığın haklarının ko- H İşçilerin oylarıyla seçilecek bir runması temelinde) aldıkları oy kurul oluşturulmalı; bu kurulun oranında temsilleri sağlanmalıdır. görevi basın ve yayın faaliyetini başta Kürtçe olmak üzere, talep H İşyerlerinden başlayarak işçi edilen dillerde yapılmasını örgütmeclisleri oluşturulmalı; tüm emek- lemek olmalıdır. çileri kapsayan bu meclisler, mahalle, bölge ve kentler düzeyinde H Sendikalardaki profesyonel sayısı sınırlandırılmalı; özellikle öryaygınlaştırılmalıdır. gütlenme, TİS ve eğitim çalışmaH Meclislerden başlayarak, her larında, üye işçilerin uzmanlaştırılaşamada işçi demokrasi yaşama ması ve aktif görevler alması sağgeçirilmeli; burjuva ve faşist parti- lanmalıdır. ler dışındaki tüm siyasi görüşler özgürce örgütlenmeli, eğilimler H Sınırlı sayıdaki yürütme üyesi ve uzmanın dışında tüm sendika gö-
51
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
revlileri amatör olmalı; profesyonellerin ücretleri de o işkolunda çalışan aynı kademedeki işçi ücretiyle sınırlandırılmalıdır.
tarafından bordrodan kesilerek sendikalara ödenmesini esas alan sistem kaldırılmalı; üyelerin aidatları gönüllülük temelinde H Tüm temsilciler, altı ayda bir ve elden alınmalıdır. üyelere mal beyanında bulun- H Yapılacak olan toplu sözmakla yükümlü olmalı, bu be- leşme görüşmeleri üyelerin deyanlar birinci dereceden yakın- netimine açık olmalıdır. Kapalı ları da kapsamalıdır. Bu beyan- kapılar ardında üyelerden halar, sendikanın bültenlerinde ya- bersiz toplu sözleşme görüşmeyımlanmalıdır. leri yapılmamalıdır. Yapılacak H Sendikaların ayrıntılı gelir- olan toplu sözleşme görüşmeleri gider tabloları, her işçinin anla- merkezi yayın sistemi ile canlı yabileceği şekilde hazırlanıp her olarak üyelerin bilgilerine sunulay üyelere açıklanmalıdır. malıdır.
H Sendika aidatının patronlar
52
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
8 mart ve bugünün şarkısını söylemek zeynep sencer
2011 yılında, birçok ülkede liberal hükümetlerin muhafazakâr önerileriyle, parlamentolarda kürtaj karşıtı, kadın ve LGBT bireylerin temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayacak yasalar kabul edildi. Hükümetlerin muhafazakâr siyasetine karşı, kadınlar sıklıkla meydanları doldurdular.
2
011 yılı tüm ülkeleri etkisi altına alan bir ekonomik kriz yılıydı. Bir diğer ifadeyle, geçtiğimiz yıl, yoksul kitleler üzerinde yalnızca sınıfsal şiddetin değil, cinsiyetçi şiddetin de arttığı bir yıl oldu. Bu tespitten hareketle, halk hareketlerinin sarsılmaz olduğu düşünülen iktidarları devirdiği, kitlelerin “işgal” eylemleriyle kapitalist sistemin en temel kurumları olan banka ve finans sektörüne karşı ayaklandığı günümüzde, cinsiyetçi toplumsal formlara karşı yeni bir mücadelenin de oluştuğunu söylemek mümkün. Anımsatmakta yarar var, 2011 yılında, birçok ülkede liberal hükümetlerin muhafazakâr önerileriyle, parlamentolarda kürtaj karşıtı, kadın ve LGBT bireylerin temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayacak yasalar kabul edildi. Hükümetlerin muhafazakâr siyasetine karşı, kadınlar sıklıkla meydanları doldurdular. Bunlardan en akılda kalanı ‘Slutwalk’ yani ‘sürtük yürüyüşleri’ oldu. Kanada’nın Toronto kentinde bulunan Osgoode Hall Hukuk Fakültesi’nde öğrencilere güvenlikleri konusunda konuşma yapması için çağrılan polis memuru Michael Sanguinetti’nin “tecavüze uğramak istemiyorsanız sürtük gibi giyinmeyin” sözleri, dünya kadınlarından büyük tepki aldı. Amerika’nın birçok eyaletinde, Kanada’da ve Avrupa’da birçok ülkede kadınlar Slutwalk için toplandılar, yürüdüler. Arap ülkelerindeki hareketi de atlamamak gerekir. “Arap Baharı”, birçok ülkede kadın ve LGBT’lerin kendilerine dayatılan yoksulluğu, baskıyı ve erkek egemen yaşamı kabul etmeyerek meydanlara inmesine; polisle, orduyla çatışmasına sahne oldu.
53
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bu süreci daha iyi açıklayabilmek için şu tespiti de eklemek gerekiyor: ücretli emek sömürüsü ile iç içe geçmiş, cinsiyetçi sömürü ve şiddet, patriarka kurumunun ellerinde şekillenmekte. Bu sebeple, sınıf mücadelesinin, patriarkaya karşı mücadeleyle bir arada yürümesi, Marksistler için bir tercih değil, zorunluluktur.
Ücretli emek sömürüsü ile iç içe geçmiş, cinsiyetçi sömürü ve şiddet, patriarka kurumunun ellerinde şekillenmekte. Bu sebeple, sınıf mücadelesinin, patriarkaya karşı mücadeleyle bir arada yürümesi, Marksistler için bir tercih değil, zorunluluktur.
54
Patriarkaya karşı kimler mücadele edebilir?
süredir yoksun olduklarından, sorunu ‘kadın sorunu, kadının ezilmişliği’ açısından sınırlarlar. Oysa bu iki tespit de kapitalizmin cinsiyetçi yüzünü açığa çıkarmaya yetmez ve dolayısıyla mücadele alanını gerçekçi olarak belirleyemez. Patriarkaya karşı mücadelede taraf, patriarkanın mağdur ettiği herkes olabilir: Dayatılan erkekliği kabul etmeyen heteroseksüel erkek, işçi kadın, lezbiyen, trans birey... Çünkü bu mücadelenin tarafı, kişinin cinsiyetine, cinsel yönelimine göre belirlenemez. Bu mücadelede taraf olmanın tek şartı, patriarkanın sınıflı toplum yapısının bir ürünü ve aynı zamanda onu yeniden üreten bir kurumu olduğuna kişinin vakıf olması ve işçi sınıfı önderliğinde, sınıfların olmadığı bir dünya toplumu için mücadele etmeyi kabul etmiş olmasıdır. Çünkü patriarkayı yeniden üreten taraf ‘herhangi bir erkek’ değil, erkeğin tarih içindeki üstünlüğünü oluşturan toplumsal yapıdır.
Patriarkayı tanımlama çabası, gerek feminist ideolojide gerek “sol” ideolojide adeta bir fetiş. Feminist teoriden, işine yarayan yerleri çekip alan sol hareket ve sosyalist gelenekten eklektik biçimde faydalanmış olan feminist hareket, bugünü açıklamada yetersiz ve var olan tespitleri de hatalı durumda. Bu, feministlerin, sınıflı toplumlardaki cinsiyetçi toplum yapısını, kadın örgütlenmesiyle ve bilinçlenmesiyle aşabileceği yönündeki inancına dayanıyor. Feminist hareketin yanılgısında bir diğer önemli nokta, kapitalizmden çok daha eski bir tarihe sahip patriarkanın, kapitalizm- Patriarkaya karşı den görece bağımsız bir işleyişe sahip nasıl mücadele edilir? olduğu fikri. Küreselleşen kapitalizm, patriarkayı Kapitalizmin, iş yaşamında, toplum- da küresel biçimde yeniden üretti. sal hayatta ve aile içindeki cinsiyetçi Daha fazla kâr elde etmenin en yapısı, sadece kadın örgütlenmesiyle önemli araçları olan ucuz iş gücüne dağıtılamayacağı gibi, bu sorun sol ve ücretsiz ev emeğine karşı dünya çevrelerin birçoğunun ifade ettiği pazarının duyduğu açlık, patriarkayı gibi, yalnızca ‘kadın’ sorunu olarak güçlendirdi. Daha da önemlisi, küreda açıklanamaz. Toplumsal yaşamın sel pazar, ele geçirdiği her yerde aile ve iş bölümünün cinsiyetçi bir şekilde ve toplum yaşamını birbirine benzer örgütlendiği günümüzde, bu eril top- kıldı. Yöresel özerklikler yerini, sözleşlumsal normdan, kadınlar, LGBT bi- miş gibi benzer cinsiyetçi, ayrımcı yareyler ve erkekler de mağdur olarak saları çıkaran hükümetlerin insafına açıklanabilir. Feminist hareket bu bıraktı. Örneğin 2011 Aralık ayında, açıklamayı, hem kendilerine açık bir Nijerya ve İspanya’da eşcinsel evliliksaldırı olarak alır hem de mağduru leri yasaklamaya yönelik yasalar çımuktedirle bir tarafta tutmak olarak karıldı. çözümler. Çünkü feminist hareket yal- Ücretlerin uluslararası piyasalarda nızca kadınların mücadele ettiği bir belirlendiği günümüzde, esnek çalışalandır ve patriarkaya karşı müca- tırma ve düşük ücretli çalıştırmanın dele onların işidir. “Sol” çevreler ise, cinsiyeti daha görünür oldu. Evrensel yeni bir söz söyleme ediminden uzun bir şekilde dünyanın her ülkesinde
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k 1857 yılında New York’ta greve çıkan kadın işçiler, insanca çalışma koşullarını talep ederken, aynı zamanda kadınların çok daha acımasız koşullarda çalıştırılmasına ve cinsiyetçi iş bölümüne karşı da mücadele ediyorlardı.
1917 Şubat Devrimi, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü ile başlamıştı
kadınlar esnek üretime daha fazla dahil edildiler, vasıfsız işler yine onlara devredildi ve elbette, aile geçindirmesi gereken erkekten (!) daha düşük ücretle çalıştılar. Toplumsal cinsiyetin kabul etmediği gey, lezbiyen ve translar ise çalışabilmek için ya dayatılan şekilde yaşamak zorunda kaldılar ya da işsizliğe ve evsizliğe mahkûm edildiler. Çünkü küresel kapitalizm, ücretleri dünya çapında belirlediği gibi, kendi ahlakını da her yerde uygulanabilir kılmayı başardı. Böylesi sistemli çalışan patriarkanın, bireylerin bilinçlenmesiyle, sadece kadınların örgütlenmesiyle ya da kişilerin yalnızca mağduriyet yaşadığı alanda mücadele etmesiyle ortadan kalkmayacağı yeterince açık değil mi? Patriarkaya karşı mücadeleyi örebilmek, patriarkanın tüm araçlarının ifşasından geçmektedir. Burjuva ideologlarının sevgiye dayandırmaya çalıştığı aile ilişkilerinin ikiyüzlü yapısını, aile ve iş yaşamındaki cinsiyetçi işbölümünün kabul edilemezliğini, emeğin ücretlendirilmesinin en büyük hırsızlık olduğunu hareketin merkezine almak, patriarka ile yüzleşmek
için önemli adımlardır. Bu mücadelede haklar hiyerarşisine yer olmadığının altını çizmek gerekiyor. ‘Kadınlar haklarını alsınlar, sonra sıra eşcinsellere gelecek’ gibi bir yaklaşım kabul edilemez. Patriarkaya karşı mücadele bu temellerden hareketle, fabrikada, evde, okulda, sokakta, her yerde olmalı; kapitalist üretim ilişkilerinin en kişisel saydığımız ilişkilerimize bile sızdığı gibi, mücadele her yerde olmalı!
8 Mart üzerine Marksistlerin sahiplenmesi gereken patriarka karşıtı mücadelenin temel perspektifini belirledikten sonra, 102 yıldır anılan ‘8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nereye düşer?’ diye düşünmek gerekiyor. Burjuva manipülasyonunu es geçerek anımsatalım; Clara Zetkin’in 1910 tarihinde II. Enternasyonal Sosyalist Kadınlar toplantısında sunduğu önerinin kabulüyle anılıyor 8 Mart. Zetkin, bu önerisini -bildiğimiz üzere- 8 Mart 1857 tarihinde, New York’ta bir tekstil fabrikasındaki grevci kadınların yakılarak öldürülmesi anısına yapmıştı. Aradan 120 yıl geçtikten
55
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Kapitalizme ve patriarkaya karşı bir arada ve sağlam durabilmenin ön koşulu, mücadeleyi, cinsel kimliklerle sınırlamanın aksine, sorunun çözüm odağı ve ezilen taraflarının birleştiricisi olan işçi sınıfı temelinde yaklaşmaktır.
56
sonra, 1977 yılında, Birleşmiş Millet- politikası, Aile ve Sosyal Politikalar ler, Dünya Kadınlar Günü adıyla bu Bakanı Fatma Şahin tarafından Maltarihin anılmasını kabul etti. tusçu bir yaklaşımla savunulmaya devam etti. Kadın emekçilerin haklaAncak, yukarıda kısaca değindiğimiz rında tek bir iyileştirme yapılmadı. üzere, 8 Mart, hem sınıfsal bir başHeteroseksist algıyı güçlendiren hükaldırıyı hem de patriarkaya karşı kümet uygulamaları sayesinde, trans mücadeleyi bir arada ifade etmektedir. Çünkü 1857 yılında New York’ta bireylere yönelik saldırılar artış gösgreve çıkan kadın işçiler, insanca ça- terdi, LGBT örgütlerinin yıllardır mülışma koşullarını talep ederken, aynı cadele ettikleri Anayasa’nın 10. zamanda kadınların çok daha acı- maddesine ek olarak düşünülen “cinmasız koşullarda çalıştırılmasına ve sel yönelim ve cinsel kimlik” ifadeleri cinsiyetçi iş bölümüne karşı da müca- eklenmedi. dele ediyorlardı. Tarihsel sürecinin dı- Bu gelişmeler düşünüldüğünde, buşında, bugün 8 Mart, yalnızca güne dek kadının örgütlenmesi olakadınların ya da emekçi kadınların rak ele alınmış olan patriarkaya karşı değil, kendini bu mücadelede işçi sı- örgütlenme meselesi, çok daha yakıcı nıfının tarafında gören herkesindir. 8 bir ihtiyaç olarak önümüzde durMart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, makta. Önceki yıllarda olduğu gibi patriarkaya karşı mücadelenin, ilk geçtiğimiz yıl da tanıklık ettiğimiz bu özel günü olarak da ele alınabilir. süreçleri doğuran ana akım, yalnız kadın düşmanlığıyla açıklanamaz. Bu Bitirirken Türkiye özelinden bakacak olursak, uygulamaların, düzenlemelerin ve fiili 2011, kadınlar için gerçekten kor- durumların oluşmasının temel sebebi, kunç bir yıldı. Kadınlara yönelik fizik- var olan erkek egemen sınıflı toplum sel ve psikolojik şiddeti gün be gün düzenini korumaktır. Bu izah ise, mühaberlerden takip edebildik. Hukuk cadelenin taraflarını belirler ve nasıl uygulayıcıları, mevcut yasal düzenle- örgütlenmesi gerektiğine dair ipuçlameleri, keyfi bir şekilde yorumlayarak rını bize verir. kadınların aleyhinde kararlar verdi ve Kapitalizme ve patriarkaya karşı bir kadınların kazanılmış haklarını fiili arada ve sağlam durabilmenin ön olarak gasp etti. AKP hükümetinin koşulu, mücadeleyi, cinsel kimliklerle muhafazakâr siyaseti, toplumda ye- sınırlamanın aksine, sorunun çözüm terince köklü olan patriarkanın sırtını odağı ve ezilen taraflarının birleştiriyaslayabileceği yeni mecralar oluş- cisi olan işçi sınıfı temelinde yaklaşturdu. Hükümet destekleriyle, beledi- maktır. Çünkü patriarkayı oluşturan yelerde evlilik-aile danışmanı sıfatıyla sınıflı toplum düzenini yıkabilecek yebinlerce kadına seminer düzenleyen gane sınıftır işçi sınıfı. Mücadelemizi gerici unsurların, kadın düşmanı birlikte örerken ve mücadeleyi birlikte açıklamaları burjuva basında sayfaöğrenirken, dünün şarkılarını unutlarca yer aldı. Basın, bu açıklamaları, mayarak ama bugünün şarkılarını da tersinden olumlayarak, bu kişilerin mırıldanarak yürümek zorundayız. görünürlük kazanmasını sağladı ve Daha umutlu bir yarın için, daha onlara meşruluk vadetti. umutlu 8 Mart’lar için, bugünün şarKadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık, kısını birlikte söyleyebilmek için, 8 hükümetin yeni düzenlemesiyle Aile Mart Dünya Emekçi Kadınlar Güve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na nü’nde alanlarda olalım. dönüştürüldü. Bu sayede, bakanlığın adı, işleyişine uygun kılındı. Üç çocuk HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
cinsiyet sorununa ilişkin marksist perspektif zeynep sencer yusuf ateşçi
Kadınların ve LGBT’lerin ezilmişliğine son verme tarihsel görevi, asıl olarak, kapitalizme karşı mücadeleyi erkek egemenliğine karşı mücadeleyle bütünlük içinde sürdüren komünist kadın ve LGBT’lerin ve onların önderliğinde örgütlenmiş emekçilerin omuzlarındadır.
K
apitalist sistem, sınıfsal ezme-ezilme ilişkilerinin beraberinde, cinsiyete ve cinsel yönelime dayalı sömürü araçlarını da oluşturmuştur. Sınıflı toplumların tarihi boyunca süre giden cinsiyete dayalı sömürünün en kurumsallaşmış halinin kapitalist sistem eliyle oluşturulmuş olması, aynı zamanda bu sömürü biçiminin kendi tarihi boyunca en sistematik ve evrensel bir biçimde bugün işlediği anlamına da gelir. Bu sistematik işleyişi, yani kadın emeğinin sömürüsünü her düzeyde cinsiyetçi temelde örgütlenmiş toplumsal işbölümüyle destekleyen kapitalizm, üretim sürecine soktuğu ölçüde kadına bir yandan ister istemez toplumsal bir güç kazandırırken, öte yandan, onun binlerce yıldır yaşadığı ezilmişliği kurumsallaştırmaktadır. Bu yüzden, kadınların ve LGBT'lerin* ezilmişliğine son verme tarihsel görevi, asıl olarak, kapitalizme karşı mücadeleyi erkek egemenliğine karşı mücadeleyle bütünlük içinde sürdüren komünist kadın ve LGBT’lerin ve onların önderliğinde örgütlenmiş emekçilerin omuzlarındadır. Burjuva devlet aygıtının ve kapitalist üretim ilişkilerinin lağvı, cinsiyete dayalı sömürünün ortadan kalkmasının ve ezilen cinsiyetlerin kurtuluşunun ön koşuludur. Ancak, binlerce yıllık sınıflı toplumların ürünü olan cinsiyetçi işbölümü ve erkek egemenliği, komünizme geçiş dönemi boyunca -farklı düzeylerde ve biçimlerde de olsa- sürecektir. Komünistler, böylesi uzun bir geçmişi olan patriarkanın, “ev işleri” olarak adlandırılan işlerin proleter devrimi sonrasında toplumsallaştırılmasıyla ve kadınlara toplumsal yaşamda eşitlik sağlanmasıyla, kısa sürede ortadan kalkacağı hayalini kurmazlar. Erkek egemenliğine karşı mücadele, proletarya diktatörlüğü altında da devam etmeli; bu mücadelenin başını komünist kadınlar ve LGBT bireyler çekmelidir. Bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi, gerek kapitalizmde gerekse kapitalizmden komünizme geçiş toplumunda insan soyunun herhangi bir kesiminin sınıflardan ve sınıflar mücadelesinden “bağımsızlığı” ya da “bağımsız örgütlenmesi” mümkün değildir. Patriarka kurumundan en büyük zararı gören kadın ve LGBT bireyler komünist mücadelenin içinde yer almalı ve kadın-LGBT hareketi arasında taban bulmaya çalışan burjuva ve küçük burjuva yanılsamalara karşı kararlılıkla mücadele etmeliler. Marksistler, kadın ve LGBT emekçiler için özgün talepler yükseltmeli, onların öz örgütlenmelerini desteklemeli ve onları komünizm mücadelesine kazanmaya çalışmalılar.
* Lezbiyen, gay, biseksüel ve transseksüel
Komünizmin zaferi, aynı zamanda, erkek egemenliğinin her alandaki varoluşuna karşı verilecek olan mücadelenin başarısına ve cinsiyetler arası eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu
57
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k hedefe giden yolda, komünistler, tüm cinsel kimlik ve yönelimlerin, işçi sınıfı ekseninde birleşik bir mücadelede örgütlenmesi için ellerinden gelen her şeyi yapmalıdırlar.
Burjuva devlet aygıtının ve kapitalist üretim ilişkilerinin lağvı, cinsiyete dayalı sömürünün ortadan kalkmasının ve ezilen cinsiyetlerin kurtuluşunun ön koşuludur.
Erkek egemenliğini üreten kurumların lağvı Marksistler, kadınların ezilmişliğine ve LGBT bireylerin dışlanmasına son verme tarihsel görevinin, asıl olarak, kapitalizme karşı mücadeleyi erkek egemenliğine karşı mücadeleyle bütünlük içinde sürdüren komünistlerin ve kadın-LGBT emekçilerin omuzlarında olduğunu; sorunun çözümü yönündeki mücadelenin bugünden başlatılması gerektiğini savunurlar. Özel mülkiyetin bir kuşaktan diğerine aktarımında, dolayısıyla toplumun sınıflara bölünmüşlüğünün sürdürülmesinde; emek gücünün en ucuz biçimde yeniden üretilmesinde; kadınların yedek sanayi ordusuna eklenmesinde ve LGBT bireylerin özünde burjuva bir talep olan 'çalışma hakkı'nın dahi karşılanmamasında; bireysel tüketimin kışkırtılmasında; sınıflı toplumun korunması için gerekli hiyerarşik, cinsiyetçi, otoriter ve rekabetçi ilişkilerin üretilmesinde ve yeniden üretilmesinde temel bir işleve sahip olan aile, baskıcı ve tutucu bir kurumdur. Egemen ideoloji aileyi toplumun çekirdeği saysa da, o, tarih boyunca üretim biçiminin değişimiyle birlikte sürekli değişikliğe uğramış bir iktisadi birimdir. Ama ailenin toplumun temeli sayılması yanlış sayılmaz, o bugünkü işleviyle burjuva toplumun yeniden üretiminin başlangıç birimidir. Sanayi kapitalizmi öncesi ailenin ekonomik işlevi, ev ekonomisi denilen ailenin kendi kullanım-değerlerlerini üretmesiydi ve bunun için tüm aile bireyleri çalışırdı. Büyük kapitalist üretimin gelişimi ve üretimin toplumsallaşmayla birlikte meta de-
58
ğişiminin egemenliği ise, bu üretici rolü ortadan kaldırmış, ailenin ekonomik bir birim olarak önemi zamanla kaybolmuştur. Kadının üretim sürecine girmesi de bunu hızlandırmıştır. Ancak yine de ailenin, burjuvazinin yararına, işçi sınıfı içinde erkek işçinin evde eşi tarafından ücretsiz olarak yeniden üretime hazırlanması ve çocuk bakımının aileye yüklenmesiyle yeni emekçi kuşakların yetiştirilmesi gibi bir üretici işlevi vardır. Kapitalistlerin, erkek işçi dolayımıyla “ev kadınları”na yüklediği ve yine erkek işçi dolayımıyla oldukça düşük bir maliyetle sürdürdüğü bu yeniden üretim kapitalizmin varlığı için yaşamsal bir öneme sahiptir. Ailenin önemli işlevlerinden biri de, onun siyasi-ideolojik boyutudur. Burjuva toplumun bu anlamda temeli ve devamlılığının sağlayıcılarından biri olarak aile, egemen burjuva düşünce yapısının yeniden üretildiği eğitim aygıtıdır. Üretimin toplumsallaşmasına karşıt olarak burjuva bireyciliğinin, büyüğe karşı boyun eğmenin ve cinsel baskının ve ayrımcılığın üretildiği; geleneksel düşüncelerin babadan oğula aktarıldığı, burjuva ahlakının ilk öğretildiği yerdir. Kolektif üretim ve yaşamın toplumsallaşmasının gelişmesi, burjuva bireyci aile ile bir arada yaşayamaz. Ataerkil ailenin sönümlenmesinin ve cinsiyet sorununun çözümünün başlangıcı, üretim araçlarının toplumsallaştırılmaya başlanmasıyla birlikte, burjuva aile birliğinin getirdiği bağların yerini toplumun komünist birliğinin almaya başlamasıdır. Bunun gerçekleşmesinin yolu ise, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını sağlayacak olan proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi; yani bir proleter devrimdir. Kapitalizm kamu alanı ile özel alanı, üretim ile yeniden üretimi birbirinden ayırmış; kadınlara asıl olarak ikincilerin sorumluluğunu yükleyerek, onları evlere kapatmış ve ezilmelerine
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k özel bir biçim kazandırmıştır. Kadının çalışma yaşamına katılımında kapitalizmle birlikte yaşanan gelişme, bu gerçekliği değiştirmemiştir. "Ev kadınlığı" kadınları toplumsal yaşamdan yalıtan ve toplumsal faaliyetlere katılma olanağından yoksun bırakan ücretsiz işçiliktir. Kadının evden tam olarak kurtulması için toplumun yeniden düzenlenmesi gerekir. Bunun için devletçe finanse edilen ücretsiz kreşler ve anaokulları; parasız sağlık hizmeti, hasta çocuklar için özel bakım olanakları; ev emeğinin yerini alacak ucuz ve kaliteli yemekhane ve çamaşırhaneler; herkese yeterli büyüklükte, sağlıklı bir konut ve kolektif yaşam biçimlerine dayanan şehir planlaması mücadelenin hedefleri arasında olmalıdır.
Komünizmin zaferi, aynı zamanda, erkek egemenliğinin her alandaki varoluşuna karşı verilecek olan mücadelenin başarısına ve cinsiyetler arası eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır.
Kadınlar üretime ve toplumsal yaşama katılmadıkça özgürleşmelerini sağlayacak koşulları edinemezler. Çalışmak isteyen bütün kadınlara ev dışında iş olanağı sağlanmalı ve eşit işe eşit ücret verilmelidir. Kadınlar ve işgücünün aşırı sömürüye tabi diğer kesimleri için eğitimde, kıdem ve terfide pozitif ayrımcılık sağlanmalıdır. Çalışma yaşamında, kadının biyolojik yapısından kaynaklanan -hamilelik, doğum vb.- özelliklerinin toplumsal yaşamda dezavantaj olmaktan çıkartılması için önlemler alınmalıdır. Doğum ve çocuğun hastalanması durumunda iş ve kıdem kaybı olmaksızın anne ve babaya ücretli izin verilmeli ve her işyerine kreşler kurulmalıdır. Okul çağında olmayan çocukların bakımı için toplumsal donanımların olmaması kadınları part-time işlerde çalışmaya zorluyor. Part-time çalışma düşük ücret, alt düzey bir konum, yüksek emek yoğunluğu, sendikasızlaştırma vb. nedeniyle güçsüzlük anlamına gelmektedir. Part-time işin oluşturduğu aşırı sömürüye karşı tam gün çalışanlarla eşit saat ücreti ve aynı haklar sağlanmalıdır.
Cinsel yaşamlarını istedikleri gibi düzenlemek bütün insanların hakkıdır. Eşcinseller tarih boyunca ezilmiştir, bu kapitalizmde de devam ediyor. LGBT bireyler, burjuva ahlakının tezgâhından çıkan, yazılı ve yazılı olmayan çalışma yasaları sebebiyle, iş bulamamaktalar; ailelerinin, sosyal çevrelerinin ve çalışma hayatındaki sınıf arkadaşlarının dahi inkâr ettiği cinsel kimlik ve yönelimleri sebebiyle, hem ötekileştirilmekteler hem de yaşamlarını sürdürebilmek için bedenlerini satmaya mecbur bırakılmaktalar. Bütün bunların yanı sıra, sınıflı toplumun çürümüş ahlakının kabul etmediği cinsel kimlik ve yönelimleri sebebiyle barınma sorunu yaşamakta ve göçebe, marjinalize edilen bir yaşam sürdürmekteler. LGBT bireyleri, 'ahlaksızlık' olarak sunan bu ahlakı ören tüm burjuva kurumlar lağvedilmelidir. Eşcinselleri baskı altına alan tüm yasalar iptal edilmeli; iş, konut ve çocuk bakımı konularında eşcinselleri hedefleyen ayrımcılığa son verilmelidir. Eşcinsellerin horlanmasına ve aşağılanmasına son! Aileye ilişkin burjuva yasalarının ikiyüzlü, aşağılayıcı niteliğine son verilmelidir. Aile içinde kadına yönelik her türlü baskı ve şiddet (dayak, cinsel taciz, tecavüz) kamu davası olarak ele alınmalıdır. Kadının isteği üzerine otomatik olarak boşanma hakkı tanınmalıdır. Evli olmayan annelere ve çocuklarına karşı ayrımcılığa son! Anne babaya çocukları üzerinde mülkiyet ve tam kontrol hakkına son verilmelidir. Çocukların yetiştirilmeleri ve eğitilmeleri bütün toplumun sorumluluğudur. Ailesinden baskı gören çocuklar için çocuk evleri kurulmalıdır. Seks sektöründe çalışmayı, yalnızca kadının kendi bedeni üzerindeki kullanım hakkını para karşılığı erkeklere satması olarak açıklamak eksik bir açıklamadır. Bedenini cinsel nesne
59
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Ataerkil ailenin sönümlenmesinin ve cinsiyet sorununun çözümünün başlangıcı, üretim araçlarının toplumsallaştırılm aya başlanmasıyla birlikte, burjuva aile birliğinin getirdiği bağların yerini toplumun komünist birliğinin almaya başlamasıdır.
olarak kiralayarak para kazanmak, diğer her şeyin satılabilir hale getirildiği sömürü üzerine kurulmuş bütün toplumların ayrılmaz parçasıdır. Dünya üzerinde, kadınlarla hemen hemen aynı oranda, erkek ve translar da bugün seks sektöründe çalışarak yaşamlarını sürdürmekteler. Yaşamak için çalışmanın ve çalışarak ölmenin dayatıldığı ve cinselliğin bastırıldığı sınıflı toplum sistemi ortadan kalkmadan bu olgu da ortadan kalkmayacaktır. Bunu anlamak için sınıflı toplumlarda cinselliğin metalaşması tarihine göz atmak yeterli olur. İlkel toplumlar sonrası cinselliğin bastırılmasının dayatıldığı sınıflı toplumların bir ürünü olan insan bedeninin seks için kiralanması olgusu yalnızca onu doğuran maddi koşulların ortadan kalkmasıyla sönümlenebilir. Bu yüzden, bu koşullar üzerinde yükselen hiçbir burjuva devlet, insan bedeninin kapitalist pazarda kiralanmasına son verecek adımları atamaz. Bu yönde bir mücadeleyi örgütleyip onun başını çekecek tek güç, başta genelevlerde çalışan insanlar olmak üzere, işçilerdir. Erkekler kadınlara tecavüz ediyor, devlet polisiyle, yasasıyla, mahkemesiyle suçu kadınlara yüklemeye çalışıyor. Tecavüz durumunda kadının suçlu olduğunu varsayan bütün yasa hükümleri iptal edilmelidir. Dövülen, tecavüze ya da cinsel şiddete maruz
60
kalan kadınlar için, polisten ve adliyeden bağımsız sığınma evleri kurulmalıdır. Kadın bedeninin/cinselliğinin denetimi ve manipülasyonu kapitalizmin kadının ezilmesini sürdürmek için başvurduğu temel yollardan biridir. Gebeliği önleme ya da sona erdirme konularında karar hakkı yalnızca kadınların olmalı, bunun için serbest ve ücretsiz kürtaj koşulları yaratılmalıdır. Ücretsiz doğum kontrolü, yaygın doğum kontrolü eğitimi sağlanmalıdır. Evlilik baskısı ve zorla evlendirmeye karşı ciddi yaptırımlar uygulanmalıdır. Kadınlar birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında da ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlar. Eğitimde kadına pozitif ayrımcılık tanınmalı; kadınlar tüm eğitim kurumlarına kabul edilmelidir. "Erkek işi" olarak görülen alanlarda kadınlar için kontenjan sağlanmalı; ders kitaplarında ve medyada kadının aşağılanmasına ve kadın bedeninin her türlü ticari kullanımına son verilmelidir. Bu hedefler doğrultusundaki mücadele, toplumsal devrim hedefine tabi kılınmalı ancak bugünden başlayarak tüm cinsel kimliklerden işçilerin birliği temelinde erkek egemen sınıflı toplum ve onun kurumlarına karşı yürütülmelidir.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
newroz ve sınıf mücadelesi mehmet duman
Kürt emekçileri ve yoksul köylüleri üzerindeki baskı ve ayrımcılığın arkasında yatan asıl neden, ulusal baskıyı yaratan burjuva ulus devletlerin varlığıdır.
E
gemenlerin her türlü baskı ve şiddetine maruz kalarak Newroz’a sahip çıkan milyonlarca Ortadoğulu emekçi ve genç, egemenlere rağmen bir an olsun Newroz’u kutlamaktan vazgeçmemiş, devletlerin saldırıları karşısında her geçen yıl artan kalabalıklarla eşitlik ve özgürlük taleplerinin karşılık bulabilmesi için mücadelelerini büyütmüşlerdir. Bu yılki Newroz, Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada siyasi ve ekonomik kriz sürecinin yaşandığı, bölgesel savaş ve emperyalist müdahale planlarının yapıldığı, egemenlerin ezilen ve sömürülen emekçilere kan kusturduğu, sivillere yönelik katliamların sürdürüldüğü, uluslararası bir mesele haline gelen Kürt sorununda askeri ve polis operasyonlarının hız kazandığı bir ortamda gerçekleşecek. Bu yüzden her ulustan emekçinin sınıf kardeşleriyle birlikte, egemenlerin yüzyıllardır uyguladığı zulme, baskıya ve sömürüye karşı toplumsal eşitlik taleplerini daha güçlü ve daha kararlı bir şekilde Newroz alanlarında haykırması gerekiyor. Ortadoğu’da otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde emekçi halkların işsizliğe, açlığa, yoksulluğa, eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı, devrimci halk ayaklanmalarına tanık olmuştuk. İşçi sınıfının sosyalist perspektifini içeren bir programa ve partiye sahip olmayışı nedeniyle kitlelerin mücadelesi düzen sınırları içerisinde tutulmuş; Arap burjuvazisi ve emperyalist burjuvazinin baskısı ve sömürüsü ortadan kalkmamıştır. Tunus’ta başlayıp bölge ülkelerinin geneline
61
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Kürt emekçilerinin ve gençliğinin mücadelesi, Türkiye ve bölge işçi sınıfının birleşik devrimci mücadelesi haline dönüştüğünde baskı, ayrımcılık ve sömürünün son bulmasına ve gerçek eşitlik ile özgürlüğün yaratılmasına bir adım daha yaklaşılacaktır.
yayılan “Arap Baharı”, son süreçte yerini Suriye’de Esad iktidarının sivil halka karşı katliamlarına ve emperyalistlerin askeri müdahale ve savaş senaryolarına bıraktı. Kürt illerini küresel sermayenin pazarına açarak bölgesel asgari ücret uygulaması ile sermayeye ucuz işgücü imkânı sağlayacak zemini hazırlamaya yönelik çalışmalar kaydeden AKP hükümeti, Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ekonomik ve diplomatik ilişkiler geliştirerek burjuvazinin çıkarları doğrultusunda Kürt sorununu sermayenin çıkarları doğrultusunda çözme niyetini koruyor. Doğası gereği uluslararası bir sorun olan Kürt meselesi, bölgedeki altüst oluş ve çatışma ortamından nasibini almaktadır. Sermaye sınıfının çeşitli temsilcilerinin sorunu yalnızca kimlik ve kültürel haklar ya da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin liberalleştirilmesi temelinde ele alıyor oluşu, gerçekte sorunun kökten çözümü hedefine sahip olmadıklarını göstermektedir. Kürt emekçileri ve yoksul köylüleri üzerindeki baskı ve ayrımcılığın arkasında yatan asıl neden, ulusal baskıyı yaratan burjuva ulus devletlerin varlığıdır. Kürt sorunu etrafında yaşanan burjuva çözüm projeleri, tartışmalar ve olaylar, kabul etmek gerekir ki, şu ya da bu şekilde Kürt sorununu derinleştiriyor. Ortadoğu’da ise emperyalist devletler emekçi sınıfları etnik ve dini kimlik temelinde bölerek bir çatışma ortamı yaratıyorlar. Enternasyonalist devrimciler, Marx’ın “başkasını ezen bir ulus özgür olamaz” sözüne bağlı kalarak her türlü ulusal baskıya ve
62
ayrımcılığa karşı en önde mücadele etmelidirler. Ancak onlar, ezilen halkların siyasi eşitliği ve genel olarak demokratik haklarının tanınması mücadelesini ısrarla sürdürürken yüzlerini asıl olarak Kürt işçi sınıfı ve yoksul köylülerine dönmeli ve onların başta Türkler olmak üzere diğer etnik kökenlerden işçilerle sınıfsal birliğinin sağlanması ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin örgütlenmesi hedefine yürümeliler. Tüm bu sebeplerle, Newrozları, demokratik taleplerle birlikte devrimci sınıf mücadelesi sloganlarının haykırıldığı bir güne dönüştürmemiz gerekiyor. Kürt emekçilerinin ve gençliğinin mücadelesi, Türkiye ve bölge işçi sınıfının birleşik devrimci mücadelesi haline dönüştüğünde baskı, ayrımcılık ve sömürünün son bulmasına ve gerçek eşitlik ile özgürlüğün yaratılmasına bir adım daha yaklaşılacaktır. Bu birliğin sağlanması yolunda bugün en acil görev, bölgedeki savaş olasılığına karşı her ulustan işçi ve emekçilerin savaş karşıtı uluslararası birliğini yaratmak ve Newroz’a Kürt, Türk ve Arap emekçilerinin savaş karşıtı sloganlarının damga vurmasını sağlamak olmalıdır. Biji Newroz! Yaşasın Newroz! Bijî Yekitiya Karkeran Biratiya Gelan! Yaşasın İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği! Karkeran Hemu Welatên Yekbin! Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
16 mart beyazıt katliamının 34. yılı sosyalizm gençliği
Ö
ğrenci hareketinin yükselişe geçtiği 1960’ların sonu faşist saldırıların da sistematik bir karakter kazanmaya başladığı yıllardı. Devrimci öğrenci hareketinin yükselişi devlet tarafından desteklenen MHP’li faşistlerin silahlı saldırılarıyla kesilmeye çalışılıyordu. Aynı süreç 1970’lerde de yaşandı. O yıllarda, bir yandan işçi hareketi giderek daha kitlesel ve militan bir hal almaya başlamış, diğer yandan da öğrenci hareketi önemli bir ivme kazanmıştı. Bu ortamda burjuvazi, 20. yüzyıl boyunca birçok ülkede başvurduğu yönteme sıkıca sarılacaktı: Devrimci gençlik hareketini faşist saldırılarla provoke etmek. Devrimci öğrenci hareketine yönelik bu saldırılardan başlıcası hiç şüphesiz 16 Mart 1978’de gerçekleştirilen katliam oldu. İstanbul Üniversitesi’nde daha önceki günlerde başlayan gerginlik, 16 Mart günü faşist çetelerin bomba ve silahlarla öğrencilere saldırmasıyla en üst noktasına ulaştı. Faşistlerin saldırısını bekleyen devrimci öğrenciler, okuldan toplu çıkış için Süleymaniye kapısına yönelmişler fakat okuldaki polisler bu kapıyı kapatarak öğrencileri ana kapıya yönlendirmişlerdi. Polisin bu hareketi planlı bir saldırının habercisiydi. Ana kapıdan çıkan devrimci öğrencilerin üzerine atılan bombalar ve açılan ateş sonucu 7 öğrenci öldü, 40’ın üzerinde öğrenci yaralandı. Saldırının ardından toplanan binlerce öğrenci merkez kampüsü işgal etti ve ertesi gün, öldürülen devrimci öğrencilerin cenaze töreni yine binlerce insanın katılımıyla gerçekleştirildi. Saldırıyı gerçekleştirenler devletin koruması altında kayıplara karışmıştı. Yıllar sonra
açılan arşivler, devletin katliamdan bizzat sorumlu olduğunu ve saldırının emrinin MHP lideri Alparslan Türkeş tarafından verildiğini kanıtladı. “Görevi ihmal” suçundan yargılanan polis şefleri “delil yetersizliği”nden beraat ederken, 7 Mart 1978 tarihli Emniyet arşivleri, saldırıdan polisin haberdar olduğunu, fakat buna seyirci kaldığını resmi belgelerle ortaya koymuştur. Bugün de, üniversitelerde her yıl onlarca faşist saldırı ya da saldırı girişimi gerçekleşiyor. Öğrenci hareketinin yükselişte olmadığı geçtiğimiz yıllar ve bugün için bakıldığında bu faşist saldırılar ne anlam taşıyor? Burjuvazinin çeşitli kanatlarının dönemsel ihtiyaçları, üniversitelerin sermaye tarafından sürdürülen yapısal dönüşümü ve varolan sistemi tehdit eden devrimci düşüncelerden duyulan korku, burjuvazi tarafından her zaman bir maşa olarak yedekte tutulan faşistlerin çeşitli zamanlarda mağaralarından çıkmaları sonucunu doğuruyor. Faşizmin, kapitalist toplumda ortadan kaldırılamayacağı gerçeği, onun kapitalizmin bir ürünü ve sermaye sınıfının olağanüstü durumlardaki başlıca silahlarından biri olmasına dayanır. Faşizme karşı mücadelede, bu perspektifle, yani onu doğuran kapitalizmi işçi sınıfı önderliğinde ortadan kaldırma hedefinden koparılmadan, birleşik ve kitlesel mücadelenin örgütlenmesiyle başarılı sonuçlar elde edilebilir. 16 Mart’ın ve devrimci öğrencilere yönelen her türden saldırının asıl sorumlusu kapitalist sistem ve devlettir! Sorumlulardan hesap sormak ve yeni katliamları önlemek için kitlesel örgütlenmelerimizi yükseltelim! 16 Mart’ta alanlarda olalım!
63
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
an d r rla u ok
katliamlarda sermayenin rolü
Her yıl olduğu gibi, bu yıl da Mart ayı geçen yıllarda yaşanan katliamların eleştirildiği, incelendiği ve protesto edildiği bir ay olacak. Gerçekler tam anlamıyla gün yüzüne çıkmadığı için burjuva basını rahatlıkla ‘’dış mihrakların oyunu’’ klişesini kullanacak ve belki daha da ileri gidip katliamlarda ölenlerin suçlu olduklarını iddia edecek. 1938 Dersim katliamı sırasında canını kurtarmak için direnen Dersim halkını ‘’şaki’’ diye niteleyen basın yine kendi efendilerinin, sermaye sahiplerinin dilinden konuşmaya devam edecek. Şimdiye kadar planlanan her oyunda senaryoyu yazan ve hatta başrolde oynayan patronlar, şimdilerde bu işi medyada pek popüler olan haber spikerlerine bırakmış durumdalar. Onlar öyle pervasızca konuşan, adeta ‘’varlığını sermayenin varlığını armağan eden’’ taşeronlar ki onlar, Van depreminin ardından ‘’deprem Van’da da olsa…’’ diye başlayan cümleler kuracak kadar insafsız olabiliyorlar. Yeniden gelelim günümüze; Mart ayının sekizinci günü kutlanan ‘’emekçi kadınlar günü’’ artık başta yine burjuva basını olmak üzere çeşitli feminist yapılar eliyle “kadınlar günü’’ olarak kutlanıyor ve tarihi önemini ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. 8 Mart 1857 tarihinde Amerika’nın New York kentinde yaklaşık 40.000 işçinin daha insani koşullarda çalışmak için başlattıkları grevin ardından polislerin işçilere saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi ve ardından çıkan yangın nedeniyle bir cenaze töreni gerçekleştirildi. Bu olaydan yıllar sonra (1910 yılında) II. Enternasyonal’de Clara Zetkin 8 Mart 1857 tarihinde ölen kadın işçilerin anısına 8 Mart’ın tüm dünya da
64
‘’emekçi kadınlar günü’’ olarak kutlanması önerisinde bulundu ve öneri kabul edildi. Türkiye’de ise 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak, ilk kez 1921 yılında kutlanmıştır. 1970’li yıllara gelindiğinde emekçi kadınlar tarafından yapılan kutlamalar çok geniş katılımlı olarak yapılmış ve alanlara taşınmıştır. Ancak gelin görün ki; bu ve buna benzer birçok önemli olay egemenler tarafından unutturulmaya çalışılmıştır. 8 Mart gibi unutulmayanların ise içi boşaltılmış, ömrü boyunca çalışmamış, deyim yerindeyse ‘’tek bir çivi çakmamış’’ burjuva kadınlarının, elitlerin ‘’hak arama günü’’ olarak kutlanır olmuştur. Bununla birlikte ne o gün greve giden, emeğini ve onurunu savunan emekçi kadınlar hatırlanmış ne de günümüz emekçi kadınının sorunları dile getirilmiştir. İşte burjuvazinin tarihsel taktiklerinden biri olan “konunun içini boşaltma’’ taktiği birçok konuda olduğu gibi ne yazık ki bu konuda da işe yaramıştır. Bugün sınırlı bir şekilde alanlarda kutlanan, ancak, fabrikalarda, atölyelerde, mahallelerde emekçi kadınlar tarafından kutlanması gereken bu önemli gün, artık otellerin toplantı salonlarında bir avuç elit tarafından içeriği boşaltılarak kutlanmaktadır. Yazının başında da belirttiğim gibi her katliamın başında yer alan burjuvazi şimdi bunların unutturulması için basındaki kuklalarını kullanıyor işçi sınıfının mücadelesi açısından tarihsel öneme sahip günlerin de içini boşaltmaya çalışıyor.
İstanbul’dan bir işçi
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler -2 -
sosyalist (II.) enternasyonal (sosyal demokrasinin doğuşu ve yükselişi) Sosyalist Enternasyonal’in doğduğu ve yükseldiği dönem, kapsamlı bir ekonomik büyüme dönemiydi; dolayısıyla, ileri ülkelerin hiçbirinde devrimci bir durum söz konusu değildi. Sayısal ve nitelik olarak sürekli gelişen işçi sınıfının bütün ilgisi, barışçıl ekonomik ve siyasi haklar elde etme mücadeleleri üzerine yoğunlaşıyordu.
U
İB’nin tarih sahnesinden çekildiği dönem, aynı zamanda kapitalizmin yeni bir aşamaya (emperyalizme) geçmesine tanıklık ediyordu. Sosyalist Enternasyonal’in kurulduğu 1800’lerin son çeyreğinde, kapitalist gelişmenin ulusal pazarın oluşmasıyla ve ulus devletlerin kurulmasıyla damgalanan serbest rekabetçi aşaması artık sona ermişti. İnsanlık, klasik sömürgeciliğe tekellerin ve sermaye ihracının eşlik ettiği bir dünya pazarının doğuşuna tanık oluyordu. Üretici güçlerin devasa gelişmesinin ürünü olarak bir dünya pazarının oluşması, yalnızca devasa bir ekonomik büyüme ve “toplumsal barış” anlamına gelmedi. Bu aynı zamanda, kapitalist rekabetin ulusal sınırların ötesine taşması ve her biri “kendi” tekellerinin hizmetinde olan devletler arasında hammadde ve pazar alanları uğruna çatışmaların ve savaşların da artması demekti.
19. yüzyılın son çeyreğinde, istisnasız bütün ileri kapitalist ülkelerde devlet bürokrasisi, polis aygıtı ve ordu büyüdü; militarizm toplumsal yaşama daha fazla egemen oldu. İşçi sınıfı üzerinde günlük terör estiren burjuva şiddet aygıtının en uç örnekleri, büyük şirketlerde işçileri vurma hakkına sahip özel silahlı bekçilerin ve dedektiflerin istihdam edildiği ABD’de gözlendi. Yükselen militarizmin uluslararası düzeydeki en tipik örneği, Avrupa’nın ortasında hızla yükselen Prusya idi. Almanya’nın siyasi birliğini sağladıktan sonra 1871’de Fransa’yı yenerek Alsas-Loren bölgesini topraklarına katan Prusya, daha 1862 yılında, zorunlu askerliği uygulamaya koyan ilk ülke olmuştu. Onu 1872’de Fransa izledi, 1874 yılında Rusya’da, ardından da diğer ülkelerde ordular reformdan geçirildi. Sosyalist Enternasyonal’in doğduğu ve yükseldiği dönem, kapsamlı bir ekonomik büyüme dönemiydi; dolayısıyla, ileri ülkelerin hiçbirinde devrimci bir durum söz konusu değildi. Sayısal ve nitelik olarak sürekli gelişen işçi sınıfının bütün ilgisi, barışçıl ekonomik ve siyasi haklar elde etme mücadeleleri üzerine yoğunlaşıyordu. Bu mücadeleler sürecinde sendikal ve siyasal örgütlerini oluşturan işçiler, kent ve kır küçük burjuvazisinin ilerici kesimleriyle birlikte önemli demokratik haklar elde ettiler. Bunların başında genel oy hakkı geliyordu. 1875
65
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Sosyalist (II.) Enternasyonal’in gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bütün partileri, varlıklarını ulusal sanayinin, işçi sınıfının ve sendikaların güçlenmesini sağlayan ekonomik büyüme üzerinde inşa ettiler.
yılında Fransa’da genel oy hakkı anayasaya geçirildi, İngiltere’de 1884’te bir parlamento reformu yapıldı; oy hakkı 1882’de İtalya’da, 1896’da ise Hollanda’da genişletildi; 1890’da İspanya’da ve 1893’te Belçika’da genel oy hakkına ilişkin yasalar çıktı. Ancak “genel oy hakkı” yalnızca iş sahibi erkekler için geçerliydi; kadınların aynı hakka sahip olması için uzun bir mücadele gerekecekti. Yine, 1880’li yıllardan itibaren, Avrupa’nın birçok ülkesinde zorunlu hastalık sigortası, iş kazalarına karşı sigorta, sakatlık ve yaşlılık sigortaları uygulanmaya kondu. Bu alandaki ilk girişim, Bismarck Almanyası’nda başlamış; 1883’te, 20 yıl içinde 10 milyonu aşkın kişinin yararlanacağı zorunlu hastalık sigortası; 1884’te iş kazalarına karşı sigorta; 1889’da ise zorunlu sakatlık ve yaşlılık sigortası yürürlüğe girmişti. Sendikacılığın hızla yükseldiği bu dönemde, örgütlü işçi hareketi -özellikle Batı Avrupa’da- asıl olarak parlamen-
ter ve reformist bir çizgide ilerledi. Başta Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) olmak üzere Sosyalist (II.) Enternasyonal’in gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bütün partileri, varlıklarını ulusal sanayinin, işçi sınıfının ve sendikaların güçlenmesini sağlayan ekonomik büyüme üzerinde inşa ettiler. Aynı zamanda kapitalistler ile işçi sınıfı arasında burjuva devletin gözetiminde bir “toplumsal uzlaşma”yı ifade eden bu maddi zemin, sermayenin uluslararası düzeyde faaliyet göstermeye başlamasıyla birlikte, işçi sınıfı içinde “işçi aristokrasisi“ ve “işçi bürokrasisi” olarak adlandırdığımız güçlü bir ayrıcalıklı kesimin doğup gelişmesini sağladı. Marx ile Engels’in “burjuva işçi zümresi” olarak tanımladığı bu kesim, kısa süre içinde, Sosyalist Enternasyonal’e egemen olacak; kapitalist sömürüye son verme ve komünist topluma ulaşma amacıyla kurulmuş olan Sosyal Demokrat partiler ardı ardına burjuva düzenin dayanağı reformist örgütlere dönüşeceklerdi.
Engels’in rolü
August Bebel Wilhelm Liebknecht (üstte); Karl Marx (ortada) ve Carl Wilhelm Tölcke ile Ferdinand Lassalle (altta)
66
Engels, Karl Marx’ın, 14 Mart 1883’te ölümünün hemen ardından, Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini baskıya hazır hale getirmek üzere çalışmaya koyuldu. Engels, bunun yanı sıra, 1884 yılı içinde Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtını tamamladı. Lenin’in “modern sosyalizmin temellerini oluşturan eserlerden biri” olarak tanımladığı bu yapıtında Engels, insanlığın tarihini, mülkiyetin ve devletlerin evrimini maddeci yöntemle ele alıyor; burjuva demokrasisinin de kapitalistlerin sınıf egemenliğinin bir biçimi olduğunu gözler önüne seriyordu. Bu, işçi sınıfı ve sosyalist hareket içinde, hızlı kapitalist büyüme döneminde canlanan reformist ve parlamenter yanılsamalara karşı mücadelede son de-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k rece önemliydi. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni tam da bu yüzden, kısa süre içinde çok sayıda dile çevrilip basıldı.
Sosyalist (II.) Enternasyonal, özellikle Almanya’da işçi sınıfı içinde kök salan Marksizm ile ulusalcı ve reformcu sendika bürokrasisi (ve onun siyasi temsilcileri) arasındaki mücadeleler ile damgalandı.
kabul edilen Sosyalist (II.) Enternasyonal, özellikle Almanya’da işçi sınıfı içinde kök salan Marksizm ile ulusalcı ve reformcu sendika bürokrasisi (ve Engels, 1886 yılında, Marksist felsefe- onun siyasi temsilcileri) arasındaki nin oluşum sürecini ve tarihsel mad- mücadeleler ile damgalandı. deci diyalektiğin temellerini açıklayan Sosyalist (II.) Enternasyonal, MarksizLudwig Feuerbach ve Klasik Alman min küçük burjuva sosyalist akımlar Felsefesinin Sonu adlı yapıtını yayın- üzerindeki ideolojik ve siyasi egeladı. Bu eser, idealist felsefenin yeni menliğini ifade etmesine karşın, bu biçimlerinin ortaya çıktığı o dö- başarıyı örgütsel alana yansıtamamışnemde, özellikle Alman işçi hareketi tır. O, herhangi bir merkezi organa, için son derece önemliydi. Bu yolla bir programa ve tüzüğe, hatta net bir Engels, Alman Sosyal Demokrasisi’ne, isme bile sahip değildi. Sosyalist (II.) idealist dünya görüşüne karşı kullana- Enternasyonal, bir merkez organ oluşcağı güçlü bir silah sunmuştu. turma tartışmasını ilk kez 1896’daki Engels bunun dışında, 1880’li yıllar Londra Kongresi’nde gündemine boyunca, başta çeşitli dillerde birçok almış; kalıcı bir uluslararası sekreterlik baskısı yapılacak olan Komünist Parti (Uluslararası Sosyalist Büro) oluşManifestosu olmak üzere, Marx’ın bir- turma kararını da ancak 1900 yılında çok yapıtına önsözler yazdı. Onun, toplanan Paris Kongresi’nde almıştı. başta Almanya ve Fransa olmak Bu açıdan o, daha kuruluş toplantıüzere, çeşitli ülkelerdeki Marksistlerle sında bir Genel Konsey oluşturmuş, yaptığı yazışmalarla tamamlanan bu onu bir program ve tüzük hazırlaçalışmaları, yeni devrimci işçi partile- makla görevlendirmiş ve geçici tüzürinin ve yeni bir enternasyonalin in- ğünü daha ilk toplantısında uyguşası için gerekli kuramsal zemini lamaya geçirmiş olan UİB’den daha oluşturuyordu. gerideydi. Sosyalist (II.) EnternasyoAncak bu çabaların siyasi ve örgütsel nal’e kuruluşundan başlayarak damboyutu da vardı. Engels, çok sayıda gasını vuran bu temel zaaf, onun ülkedeki Marksistlerle sürdürdüğü gerçek bir dünya partisi haline gelmeyoğun yazışmalarda, ulusal grupların sini engelleyecek; onu, her bir ulusal kongrelerine gönderdiği mesajlarda bileşenin ülkesindeki duruma göre ve katıldığı toplantılarda yaptığı ko- davrandığı ve uluslararası örgütlennuşmalarda, sosyalist işçi partilerinin meyi kendi ulusal çıkarları doğrultuve enternasyonalin inşasına ilişkin sunda yönlendirmeye çalıştığı gevşek pratik örgütsel konuları işledi. Onun bir federasyon haline getirecekti. en yoğun müdahalede bulunduğu ül- Sosyalist Enternasyonal’in, sosyal dekeler ise işçi hareketi içindeki Mark- mokrat / sosyalist partilerin ulusal sısist örgütlenmenin hızla geliştiği nırlar içindeki evrimine paralel olarak Almanya ve Fransa idi. Engels, kapi- gelişen bu yapısı, kapitalist büyüme talistleri ölümcül bir rekabet içinde ve reformizm ile damgalanan “topolan bu iki ülke sosyalistlerinin ortak lumsal barış” dönemi boyunca herfaaliyetine büyük önem veriyordu. hangi bir sorun oluşturmadı. Onun Bastil’in işgalinin 100. yıldönümü işçi sınıfı ve sosyalizm davası üzerinolan 14 Temmuz 1889’da Paris’te deki yıkıcı etkisi, ekonomik krizin ve toplanan -o zamanki adıyla- Birleşik I. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla birSosyalistler Kongresi’nde kurulduğu likte açığa çıkacaktı.
67
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k RSDİP’nin kurulması ve Bolşevizm’in doğuşu
Iskra, başlangıçtan itibaren uluslararası sosyal demokrasinin devrimci kanadıyla yakın ilişki içinde oldu ve Sosyalist Enternasyonal içinde yükselen revizyonizme karşı mücadelede aktif biçimde yer aldı.
lenme oluşturmasına yol açtı. Iskra ile birlikte, 1917 Ekim Devrimi’ne önder19. yüzyılın sonuna doğru, Rus- lik edecek olan devrimci örgütü; ya’daki işçi hareketindeki gelişmeye Marksist bir kadro partisini yaratmabağlı olarak ilk Marksist gruplaşmalar nın ilk adımları da atıldı. da oluşmaya başladı. Bu gruplar 1898 Kuramsal çerçevesini Lenin’in çizdiği yılında Minsk’te düzenledikleri bir bu kadro örgütü, kendi içine kapalı ve birleşme kongresinde Rusya Sosyal durağan bir grup değil; tersine, her Demokrat İşçi Partisi’ni (RSDİP) kur- zaman kitlelerin içinde olan ve yaşadular. Bu parti, Marksist kuram üze- mını proleter devrim davasına adamış rinde yükseliyor ve ülkenin kır ağır- profesyonel devrimcilerden oluşan dilıklı toplumsal yapısına rağmen, namik bir örgütlenmeydi. Marksist Rusya’da gerçek devrimci gücün teoriyle donanmış bu kadro örgütlensanayi işçileri olduğunu savunuyordu. mesi sayesinde Rus Sosyal DemokraLenin’in, Plehanov’un, Axelrod’un, sisi, o dönemde işçi hareketi içinde Martov’un, Zasuliç’in ve Potressov’un kök salan ve gerçekten devrimci yönyayın kurulunda yer aldığı Iskra’nın temler uygulayan tek siyasi örgüt(Kıvılcım) Aralık 1900’de yayınlan- lenme oldu. maya başlaması, Rus Marksistlerinin, Iskra aracılığıyla sürdürülen sistemli o dönemde Rus aydınları ve işçi hare- propaganda ve ajitasyon faaliyetinin keti içinde oldukça güçlü olan halkçı, profesyonel devrimci bir örgüt ile birekonomist ve kendiliğindenci düşün- leşmesi, Rus Sosyal Demokrasisi’nin celere karşı mücadelesine büyük katkı işçi sınıfı, gençlik, askerler ve köylülük içindeki etkisini arttırdı. Iskra, işsağladı. çilere, Çarlığa karşı mücadele içinde Iskra’nın ekonomizme ve kendiliğinolan diğer sınıflar -özellikle burjuva lidenciliğe yönelik mücadelesindeki en beral muhalefetkarşısında ideolojik, önemli adım, Lenin’in 1902 yılında siyasi ve örgütsel bağımsızlıklarını koyayınladığı “Ne Yapmalı?” adlı çalışrumaları gerektiğini anlattı ve Çarlığa masıydı. Lenin bu yapıtında, kendisini -kendiliğindencilik, halkçılık ve sen- karşı mücadelenin sosyalizm doğruldikacılık gibi- farklı biçimler altında tusunda sürdürülmesi için çaba harifade eden ekonomizm ile Marksist cadı. Iskra, başlangıçtan itibaren uluslararası sosyal demokrasinin devrimci kanadıyla yakın ilişki içinde oldu ve Sosyalist Enternasyonal içinde yükselen revizyonizme karşı mücadelede aktif biçimde yer aldı. Öte yandan, Alman, Avusturya, İsveç ve Bulgar Marksistleri de, bütün bu dönem boyunca, Iskra’nın basılmasında ve Rusya’ya sokulmasında aktif rol oynadılar. Özetle, Iskra çevresinde örgütlenen Rus Marksistleri, başından Iskra’nın yurt dışında yayınlanarak itibaren uluslararası hareketin organik gizlice Rusya’ya sokulması ve dağıtılbir parçasıydılar. ması, Rus Marksistlerinin Çarlığa karşı yasa dışı faaliyette uzmanlaşmasına RSDİP’nin II. Kongresi ve son derece disiplinli bir örgüt- RSDİP’nin Ağustos 1903’te Brüksel’de
dünya görüşünün uzlaşmazlığını gözler önüne seriyor; işçi hareketinin başlıca ideolojik, siyasi ve örgütsel sorunlarını irdeliyordu. İşçi sınıfının Marksist siyasi örgütlenmesinin önemini ve onun diğer örgütlenme biçimleriyle arasındaki ayrım noktalarını sergileyen bu eser, Marksistlerin oportünizme karşı mücadelesindeki başlıca silahlardan biri olarak hala güncelliğini korumaktadır.
68
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k başlayan ama polis baskısından dolayı Londra’ya aktarılarak orada devam eden II. Kongresi’nin en önemli gündem maddesi, Iskra tarafından önerilen parti programı taslağıydı. RSDİP’nin Julius Martov önderliğindeki sağ kanadı, bu taslağı Avrupa’daki sosyalist / sosyal demokrat partilerin programlarına gönderme yaparak revize etmeye çalıştı. Onlar, Avrupa’daki revizyonistlerin izinden giderek, programın giriş bölümünde proletarya diktatörlüğüne yapılan vurgulara şiddetle karşı çıktılar. Bununla birlikte, Iskracıların ısrarlı çabası sonucunda, programın proletarya diktatörlüğüne ilişkin bölümü olduğu gibi kaldı.
RSDİP’nin programını II. Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğunun programlarından ayırt eden başlıca özelliği, “asgari-azami program” (demokratik – sosyalist aşamalar) anlayışı üzerine kurulu olmasına rağmen işçi sınıfının ideolojik ve siyasi/örgütsel bağımsızlığına, proletarya diktatörlüğüne ve sosyalizme vurgu yapmasıydı.
Program taslağının Rusya’daki bütün uluslara kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) tanıyan bölümüne ilişkin tartışmalarda, Bundcular kültürel-ulusal özerklik talebini yükselttiler. Coğrafi alandan bağımsız bir kültürel özerklik talebi (ayrı okullar, sendikalar, partiler vb.) işçi sınıfının milliyetler temelinde bölünmesine hizmet ediyor; Çarlığın bir bütün olarak demokratik temelde yeniden düzenlenmesi gereğini yadsıyordu. Ulusal sorun konusundaki bir diğer tavır, UKKTH’nin Lenin’in yaptığı formülasyonuna, yani coğrafi temelde ayrılma hakkına, işçi sınıfının birliği adına “soldan” karşı çıkan Polonyalı Marksistler tarafından sergilendi. Kongre Iskracıların, sömürgelerin ve ezilen ulusların ayrılıp kendi devletini kurma hakkını kabul eden taslağını onayladı. RSDİP’nin II. Kongresi, Rus Marksistlerinin eline, sınıf mücadelelerine müdahalede kullanacakları sağlam bir program sundu. RSDİP’nin programını II. Enternasyonal partilerinin büyük çoğunluğunun programlarından ayırt eden başlıca özelliği, “asgari-azami program” (demokratik – sosyalist aşamalar) anlayışı üzerine
kurulu olmasına rağmen işçi sınıfının ideolojik ve siyasi/örgütsel bağımsızlığına, proletarya diktatörlüğüne ve sosyalizme vurgu yapmasıydı.
Bölünme Program üzerine yaşanan tartışmalar, parti içindeki oportünist ve Marksist kanatların netleşmesini ifade etmesine karşın, herhangi bir bölünmeye yol açmamıştı. Ama bu durum, parti tüzüğüne geçildiğinde değişti. Tüzük konusundaki tartışmaların bir tarafını Lenin ile izleyicilerinin enternasyonalist ve merkeziyetçi parti anlayışı, öte yanda ise başını Bund’un çektiği oportünistlerin ulusalcı – federalist kavrayışı oluşturuyordu. Lenin ve yandaşları, işçi sınıfının mücadelesinin başarısı için enternasyonalist devrimcilerden oluşan bir kadro örgütlenmesinin şart olduğunu savunurken, Bund, RSDİP’nin merkezinden bağımsız ulusal partilerin federasyonundan yanaydı. Kongre, Polonyalı, Litvanyalı ve Ermeni delegeler arasında destek bulan örgütsel ulusalcılık önerisini, işçi sınıfını böleceği gerekçesiyle reddetti. RSDİP içindeki oportünist ve Marksist kanatlar arasındaki hesaplaşma, tüzüğün partiye üyelik koşullarını belirleyen ilk maddesinde başladı. Lenin’in önerisi, parti üyesini “partinin programını kabul eden ve partiyi hem maddi olarak hem de onun örgütlerinden birinde fiilen yer alarak destekleyen kişi” olarak tanımlıyordu. Martov ise her parti üyesine yalnızca ideolojik değil aynı zamanda siyasi-örgütsel yükümlülükler de veren bu önerinin karşısına, “partiyi düzenli olarak destekleme” biçiminde farklı bir ölçüt çıkardı. Tartışmaların ardından, “Iskra grubu” da, merkezi ve disiplinli bir profesyonel devrimci örgütü kurmak isteyen Lenin’in yandaşları ile Martov’un daha yatay ve gevşek bir parti yanlısı önerisini destekleyenler ara-
69
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sında bölündü ve kongreden Martov’un önerisi doğrultusunda bir karar çıktı. Sonradan, bu konuda “hayatımın en büyük hatası” diyen Troçki, Menşeviklerden yana tutum almıştı.
Bolşeviklerin büyük bir öngörüyle 1903’te gerçekleştirdikleri bölünmenin kaçınılmazlığının ve gerekliliğinin diğer ülkelerdeki Marksistler tarafından kavranması için, I. Dünya Savaşı gibi büyük bir felaketin yaşanması ve milyonlarca emekçinin II. Enternasyonal’in oportünist önderleri eliyle katledilmesi gerekecekti.
70
yaşanması ve milyonlarca emekçinin II. Enternasyonal’in oportünist önderleri eliyle katledilmesi gerekecekti.
Troçki’nin tavrı
Troçki, “Hayatım” adlı yapıtında, Lenin’in partiyi gizli örgütle özdeşleştirmekte ısrar ettiğini; Martov’un ise yeraltı örgütünün yönetiminde çalışanların da ona üye olabileceklerini savunduğunu belirtir ve aradaki farklılığın, “her ikisi de oy kullanma hakkını yalnızca gizli örgüt üyelerine tanıdığı için doğrudan pratik bir öneme sahip olmadığını” yazar. Bunu yaparken o, soruna yüzeysel yaklaşıyor ve yanılıyordu. Troçki, aynı Rosa Luxemburg ve devrimci sosyal demokrasinin diğer önderleri gibi, RSDİP’nin bölünmesinin ardında yatan uzlaşmaz çelişkileri görememiş; II. Kongre’deki tartışmaların dışsal gö- onun kişisel anlaşmazlıklardan kayrünümüne bakarak, Bolşevizmin, saf naklandığını düşünmüştü. bir örgütsel (tüzüksel) anlaşmazlığın RSDİP’nin II. Kongresi, Troçki’nin siürünü olduğunu düşünmek doğru yasi yaşamında “bir dönüm noktası” olmaz. RSDİP tüzüğünün birinci madoldu. Bu kongrenin ardından, onunla desi üzerinde yaşanan tartışma, gerLenin’in yolları uzunca bir süre için çekte, kapitalizm ve devlet; işçi ayrıldı. Troçki, kongrede içinde yeralsınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi dığı azınlık hizibi (Menşevikler) ile ve iktidarın zaptı; proletarya diktatörilişkilerini de daha 1904 yılı Eylül lüğü ve sosyalizme geçiş; enternasyoayında resmi olarak kesmişti ama nalizm gibi, Marksizmi bütün diğer onun II. Kongre’de ve sonrasında akımlardan ayırt eden temel kuramsal Bolşeviklere yönelttiği eleştiriler, Stave siyasi tezler üzerindeki köklü anlinistler tarafından 1920’li ve 30’lu laşmazlığın örgütsel alandaki uzantıyıllarda, sürekli olarak, Troçki’nin sıydı. Bu bölünme, uluslararası sözde “Menşevikliği’nin kanıtları oladüzeyde Sosyalist Enternasyonal rak” kullanılacaktı. Oysa Troçki ile içinde revizyonistler ve oportünistler Menşevikler arasındaki uçurum, Bolile Marksistler arasında süren mücaşevikler’le olduğundan çok daha dedeleden de bağımsız değildi. Son olarindi. rak, bu bölünme, üretici güçlerin gelişmesinin ürünü olan emperyalizm 1917’ye kadar RSDİP içerisindeki bu çağının gereklerine ilişkin uzlaşmaz iki hizibi “uzlaştırma” politikası izleiki kavrayışın bir arada olamayacağı- yen Troçki, konuya ilişkin özeleştirinın da ilanıydı. Bolşeviklerin büyük sinde, RSDİP içindeki tarafları bir öngörüyle 1903’te gerçekleştirdik- uzlaştırma politikasının zaman içerileri bölünmenin kaçınılmazlığının ve sinde kendisini nasıl haksız çıkardıgerekliliğinin diğer ülkelerdeki Mark- ğını, Bolşevikler ile Menşevikler sistler tarafından kavranması için, I. arasındaki kutuplaşmanın basit bir poDünya Savaşı gibi büyük bir felaketin litik ayrışma olmadığını, temelde devParti’nin bu kongrede Menşevikler (Azınlık) ve Bolşevikler (Çoğunluk) olarak ikiye bölünmesinde, her ne kadar Bolşevik adını alsalar da, Lenin’in destekleyicileri azınlıkta kalmıştı. RSDİP’nin çoğunluğunu oluşturan grubun Menşevik (Azınlık) adını almasının nedeni, Bolşeviklerin Iskra’nın yayın kurulu için yapılan seçimlerde çoğunluğu elde etmesiydi. Partideki bu bölünmenin sonucunda, RSDİP’nin 1903 yılındaki II. Kongresi’ nden, Bolşevik hizip doğdu. RSDİP ismi ise 1917’ye kadar iki hizip tarafindan da kullanıldı.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Troçki, RSDİP içindeki hizipleri “uzlaştırma“ çabasının, tarih tarafından yanlışlandığını fark ettiği anda, bunu bizzat mahkum etmekte hiç tereddüt etmedi. Çünkü o, her şeyden önce, kendi yanlışlarından doğru sonuçları çıkarmayı becerebilen nadir devrimcilerden biriydi.
rimci güçler ile reformist güçler arasındaki bir saflaşma olduğunu şu sözlerle dile getirdi: “Bolşevizm, proletaryanın devrimci öncüsüne dayanıyor, ona, yoksul köylüleri ardından sürüklemeyi öğretiyordu. Menşevizm ise dar işçi aristokrasisi tabakasına dayanıyor, yüzünü liberal burjuvaziye dönüyordu. Kitleler yeniden açık mücadeleye girdiği anda artık bu iki fraksiyon arasındaki “uzlaşma” söz konusu olamazdı. Uzlaştırmacılar, yeni pozisyonlar edinmek durumundaydılar. Devrimciler Bolşeviklerle, oportünistler Menşeviklerle.” (Troçki, Stalin) Troçki, RSDİP içindeki hizipleri “uzlaştırma“ çabasının, tarih tarafından yanlışlandığını fark ettiği anda, bunu bizzat mahkum etmekte hiç tereddüt etmedi. Çünkü o, her şeyden önce, kendi yanlışlarından doğru sonuçları çıkarmayı becerebilen nadir devrimcilerden biriydi. Troçki, çok sonraları, Hayatım adlı yapıtında, Lenin’le örgüt sorunu konusunda düştüğü anlaşmazlıktan şu sözlerle bahsedecektir:
w
s . w w
“Ben de kendimi merkezcilikten yana sanıyordum. Ama o dönemde milyonlarca insandan oluşan eski bir topluma karşı yürütülecek bir kavgada ne kadar sıkı ve sözünü geçirir güçte bir merkezciliğin gerekli olduğunu iyice anlayabilmiş değildim. Benim ilk gençliğim, Odesa’da başka yerlerden beş yıl daha uzun sürmüş olan gerici karanlığın içinde geçmişti. Lenin’in genç- liği ise, “Halkın Özgürlüğü” dönemine kadar uzanmaktaydı. Benden birkaç yıl sonra doğmuş olanlar, politikada yeniden belini doğrultmanın yaşandığı bir zamanda yetişmişlerdir. 1903 Londra Kongresi zamanında benim gözümde devrim, henüz teorik bir soyutlamadan başka bir şey değildi. Leninci merkezcilik benim için henüz açık seçik ve tek başına ele alınabilecek devrimci bir kavram haline gelmiş değildi. Oysa bu soruyu tek başıma çözebilmek ve gerekli sonuçlara ulaşmak, bana öyle geliyor ki, her zaman için ömrümün en önemli gereği olmuştur.”
HHHH devam edecek
u e . m z i l a y s o 71
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Yazan: Halil Çelik 368 syf., 20 TL.
Uluslararası İşçiler Birliği’nin (UİB-1.Enternasyonal), tarihi üzerine bu kitapta, aynı zamanda Marksizmin içinde biçimlendiği koşullar gözler önüne seriliyor.
Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL
Marksist kuramcı, politikacı ve tarihçi Franz Mehring’in, Türkçe’ de ilk olarak Prinkipo Yayıncılık tarafından yayımlanan bu çalışması, tarihsel maddeci yöntemi yalın bir şekilde anlatıyor.
Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL
Bu kitap, Marksistlerin, 1917 Ekim (Kasım) Devrimi’nin ardından kurulan ilk işçi devletinin bürokratik çürümesine karşı verdikleri amansız mücadelenin belgelerden oluşuyor. SSCB’deki Marksistler ile Stalin önderliğindeki bürokratik kast arasındaki
72
amansız mücadelenin uluslararası ekonomik ve sınıfsal temellerini gözler önüne seren bu kitap, Marksist hareketin yalnızca tarihine ışık tutmuyor, bugününü anlamamıza da katkıda bulunuyor.
1936 Moskova duruşmaları üzerine
Kızıl Kitap Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.
Stalin’in önderliğindeki ulusalcı totaliter bürokrasi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi içindeki muhaliflerine son darbesini 1936 Moskova Duruşmaları’nda indirmişti. Troçki’nin oğlu ve Uluslararası Sol Muhalefet’in önderlerinden Lev Sedov, duruşmaların başlamasından hemen sonra kaleme aldığı bu kitapta, 1936 Moskova Duruşmaları’nın düzmece karakterini gösteriyor.
Kitapları aşağıdaki adresimizden yüzde 50 indirimli olarak elde edebilirsiniz. Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B, Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
lawrence tekstil grevinin 100. yıldönümü
1
00 yıl önce, 24 Şubat 1912’de, ABD’nin Massachusetts eyaletindeki Lawrence kentindeki tekstil işçilerinin grevi, polisin barbarca saldırısına uğradı. Grevden önce Lawrence fabrikasında çalışan ve çoğu göçmen kadınlardan ve çocuklardan oluşan işçiler örgütsüzdü ve son derece ağır koşullarda düşük ücretlerle (ortalama 37 Dolara haftada 54 saat) çalışıyordu. Kötü yaşam koşullarından dolayı her bin bebekten 172’sinin öldüğü berbat yaşam koşullarına karşı Ocak 1912’de, kentte bir grevi başladı. Grevle birlikte, IWW (Dünya Sanayi İşçileri) sendikası, farklı dillere sahip 35 bin işçinin çalıştığı fabrikada yoğun bir örgütleme faaliyetine girişti. Patronun işe aldığı grev kırıcı işçilere karşı kararlı bir direnişin sergilendiği grev boyunca kentteki durum o denli kötüleşti ki, kadın işçiler çocuklarını topluca diğer kentlerdeki akrabalarının yanına göndermek zorunda kaldılar. Bu durum, aynı zamanda, Lawrence grevinin ülkenin dört bir yanında tanınmasına ve güçlü bir dayanışmanın örgütlenmesine katkıda bulunacaktı. Lawrence’daki grevin diğer kentlerdeki işçilerin desteğini almasından korkan patronlar, çocukların diğer kentlere gönderilmesini önlemek için son çare olarak yerel polis gücüne
başvurdu. Polisin, 24 Şubat 1912 günü topluca tren istasyonuna giden kadınlara ve çocuklara saldırısı sonucunda çok sayıda insan yaralandı ve tutuklandı. ABD’deki liberal insan hakları savunucusu burjuvaların da tepkisini çeken bu olay, ABD Kongresi’nde özel bir oturumun toplanmasına yol açtı. IWW, grevci işçilerden ve çocuklardan oluşan bir heyeti, fabrikadaki çalışma koşullarını ve patronların grev sırasındaki saldırılarını anlatmaları için Kongre’ye gönderdi. Bu ifadeler, Kongre’nin harekete geçmesini sağladı. Patronlar kısa süre içinde geri adım atmak ve 14 Mart 1912’de işçilerle anlaşmak zorunda kaldılar. Anlaşma, Lawrence işçilerinin hep birlikte, yedi farklı dilde Enternasyonal marşını söylemesi eşliğinde imzalandı. 1912 Lawrence Tekstil grevi, ABD işçi hareketinin en büyük zaferlerden biri olarak tarihe geçti. Bu grevle birlikte, etnik ve dilsel farklılıkların işçi sınıfının örgütlenmesinin önünde bir engel oluşturmadığı ve kadın işçilerin mücadelede önder konumda olmasının ne denli önem taşıdığı görüldü. Bütün bu özellikleriyle Lawrence Grevi, işçi sınıfının günümüzdeki mücadelesine de yol göstermektedir.
kozlu faciasının 20. yılı 20 yıl önce, 3 Mart 1992’de Zonguldak Kozlu taşkömürü madeninde meydana gelen grizu faciasında 263 işçi ölmüştü. Zonguldaklı madenciler, bu katliamın başlıca sorumlusu olan TTK yöneticilerinin ve sendikacıların düzenledikleri törenlerde, ölen arkadaşları için her yıl dua ediyorlar. Oysa bu tür faciaların önüne geçmek için, daha fazla kâr için işçileri ölüme gönderen yöneticilerden ve sendikacılardan hesap sormak gerekiyor.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
fiyatı 5 tl