sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
H sosyalizmin penceresinden dünya ve türkiye H amerikan demokrasisinin çöküşü barry grey H tekellerin kasası silah ticaretiyle doluyor rıza kül H falkland savaşı’nın 30. yılında güney atlantik’te sular ısınıyor hakan aktaş H küreselleşme ve militarizm halil çelik H nato’nun krizi ve “akıllı savunma” ozan özgür H pentagon’un yeni güvenlik stratejisi ve abd-çin ilişkileri can öykü H militarizme ve savaşa karşı mücadele için siyasi temeller nick beams H militarizme-savaşa karşı mücadele ve marksistler m. özgür demir H marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler - 3
nisan 2012
3
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k aylık siyasi dergi sahibi
basım yeri:
Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren
Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen
sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik
Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul
yönetim yeri Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B Üsküdar - İstanbul
Tel./faks:
Tel: (216) 418 63 61
(212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaacılık@gmail.com
e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu www.toplumsalesitlik.eu
ISSN Numarası: 2146-8230
içindekiler 3
sosyalizmin penceresinden dünya ve türkiye
31
nato’nun krizi ve “akıllı savunma” ozan özgür
9
amerikan demokrasisinin çöküşü barry grey
39
11
tekellerin kasası silah ticaretiyle doluyor rıza kül
pentagon’un yeni güvenlik stratejisi ve abd-çin ilişkileri can öykü
45
17
falkland savaşın’ın 30. yılında güney atlantik’te sular ısınıyor hakan aktaş
militarizme ve savaşa karşı mücadele için siyasi temeller nick beams
53
militarizme-savaşa karşı mücadele ve marksistler m. özgür demir
61
marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler - 3
21
küreselleşme ve militarizm halil çelik
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
merhaba
B
u sayımızda, geçtiğimiz ayın önem taşıyan kimi gelişmelerini özetlediğimiz “Sosyalizmin penceresinden dünya ve Türkiye” başlıklı bölümü biraz kısa tutarak, ağırlığı silahlanma ve militarizm konusuna verdik.Bunun nedeni, irili ufaklı bütün devletlerin içine girmiş olduğu silahlanma yarışının ne zaman nerede patlayacağı belli olmayan kapsamlı bir savaşa hazırlık olduğunu düşünmemizdir.
Başını ABD’nin çektiği militarist dalga, kabaca son yirmi yıl içinde, en büyüklerini Irak’ta, Afganistan’da ve Somali’de gördüğümüz çok sayıda askeri müdahaleye ve emperyalist işgale yol açtı. “Terörle mücadele” ya da “demokrasi” bahanesi altında gerçekleştirilen bu müdahaleler sonucunda yüzbinlerce insan öldü ya da yaralandı; milyonlarca insan yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı. Ancak bu işgaller, yalnızca saldırıya uğrayan ülkelerin emekçilerinin ve yoksul köylülerinin ölümüne ve onların yaşam standartlarında tam bir çöküşe yol açmakla kalmıyor. “Demokrasi, insan halkarı ve barış” adına gerçekleştirilen emperyalist saldırıların, saldırgan ülkelerin emekçilerine verdiği zarar da son derece büyük. Bu emperyalist saldırılar ve işgaller, işgalci ülke emekçilerinin toplumsal konumlarını hem maddi hem de manevi olarak derinden sarsıyor. Trilyonlarca doları bulan askeri harcamaların finansmanı, düşürülen ücretler, sosyal hakların ortadan kaldırılması, kötü çalışma koşulları ve sürekli artan vergiler dolayımıyla onların sırtına yıkılıyor. Militarizmin ve savaşın yol açtığı yıkım, yalnızca maddi koşullarla da sınırlı değil. O, başta çalışanlar olmak üzere, bütün ülkelerdeki insanların manevi değerlerini ve insanlık kültürünü de derinden etkiliyor. Bütün ülkelerde, ifadesini milliyetçi ve dinsel temellerde bulan bir yabancı düşmanlığı yükseliyor. Farklı halklardan emekçiler arasında dayanışmanın ve kardeşliğin yerini giderek artan bir öfke ve düşmanlık alıyor. Bu durum, sermayenin emrindeki hükümetler ve medya eliyle yaratılıyor ve destekleniyor. . Öte yandan, yirmi yılı aşkın süredir karşılaştığımız emperyalist müdahalelerin başını ABD’nin çekiyor olmasını, bu emperyalist gücün uzun süreli gerilemesinin ifadesi olarak değerlendiriyoruz. 20. Yüzyıl’ın başlangıcından itibaren devasa bir büyüme sergilemiş ve II. Dünya Savaşı sonrası -kabaca- 25 yıllık dönemde dünya kapitalizminin “tek patronu” haline gelmiş olan ABD, 1970’lerden itibaren, bu üstünlüğünü hızla yitirdi. Bu süreçte, yalnızca dünya piyasalarını değil, bizzat kendi iç pazarını da büyük ölçüde rakiplerine kaptırmış ve dünyanın en borçlu devleti haline gelmiş olan ABD’nin elindeki en -belki de tek- etkili dünya egemenliği aracı ordusudur. ABD’de, bizzat devlet eliyle işlenen insan hakları ihlallerinde yaşanan patlama ve giderek artan polis devleti uygulamaları ise Amerikan kapitalizminin çürümesinin, içerideki yalın ifadeleridir.
H Militarizm “dosyası”nı, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin yayın
1
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k organı Dünya Sosyalist Web Sayfası’nın yazarlarından Berry Grey’in “amerikan demokrasisinin çöküşü” başlıklı yazısıyla açtık. Rıza Kül, “tekellerin kasaları silah ticaretiyle doluyor” başlıklı yazısında, askeri harcamalara ilişkin rakamları değerlendiriyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) yıllığından yararlanarak hazırlanan bu yazının, okura, silahlanma gerçeğine ilişkin somut bilgiler sağlayacağını umuyoruz. H Dergimizin ikinci yazısı, “falkland savaşı’nın 30. yılında güney atlantik’te sular ısınıyor” başlığını taşıyor. Bu yazıda, Hakan Aktaş, 1982 yılında Arjantin ile Britanya arasında yaşanan Falkland Savaşı’nın otuzuncu yıldönümünde Britanya’nın Güney Pasifik’te gövde gösterisinden hareketle, savaşın ardındaki dinamikleri ve geleneksel solun savaş karşısındaki tavrını değerlendiriyor. H Halil Çelik, “küreselleşme ve militarizm” başlıklı yazısında, artan askeri harcamaların ve yükselen militarizmin ardındaki küresel ekonomik dinamikleri değerlendiriyor. ABD’nin dizginlenemez hale gelen saldırganlığının, onun gerilemesinden kaynaklandığını savunan yazıda, savaş ve militarizm karşıtı mücadele ile uluslararası sosyalizm mücadelesi arasındaki bağıntının maddi arka planı sergileniyor. H NATO, çoğu insana göre, dünya ölçeğinde giriştiği askeri müdahalelerle “karşı konulamaz bir güç” gibi görünüyor. Oysa, ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyadaki tartışılmaz üstünlüğünü kendisinde cisimleştiren bu örgüt, özellikle son 20-25 yıl içinde, hızla derinleşen bir kriz yaşıyor. Ozan Özgür, “nato’nun krizi ve ‘akıllı savunma’ başlıklı yazısında, bu krizin gelişimini ve temellerini anlatıyor. H Can Öykü, “Pentagon’un güvenlik stratejisi ve ABD-Çin ilişkileri” başlıklı yazısında, yine Amerikan emperyalizminin gerileyen gücünden hareketle, onun yeni stratejisini ve bu stratejinin ABD-Çin ilişkilerine etkisini ele alıyor. H Avustralya Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) ulusal sekreteri ve Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin yayın kurulu üyelerinden Nick Beams’in “militarizme karşı mücadele için siyasi temeller” başlıklı raporunu da sayfalarımızda bulabilirsiniz. İsrail’in Lübnan’a saldırısı nedeniyle 24-26 Ağustos 2006 tarihlerinde düzenlenen parti toplantılarına sunduğu bu raporun, aradan geçen zamana karşın önemini koruduğunu düşünüyoruz. H Dosyamızın son yazısı, M. Özgür Demir’e ait. Demir, “militarizme-savaşa karşı mücadele ve marksistler” başlıklı yazısında, marksistlerin militarizm ve savaşlar karşısındaki tavrını tarihsel boyutuyla ele alıyor. H “Marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler” bölümünün bu sayıdaki konusu ise 1905 Rus Devrimi. HHHH
2
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
suriye’de karışıklık devam ediyor
S
uriye ordusunun muhaliflerin eline geçen kentlere düzenlediği saldırılar uluslararası baskılara rağmen devam ediyor. Yüzlerce muhalifin öldürüldüğü ve bir o kadarının yaralandığı saldırılardan kaçan çok sayıda göçmen de Hatay’da kurulan çadır kentlerde yaşamaya çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde Annan’la görüşen Esad, onun planını kabul ettiğini açıkladı. Annan’ın planında, uluslararası bir müzakereciyle çalışmayı taahhüt, ağır silahların kentlerden derhal çekilmesi ve insani yardım için ateşkes ilan edilmesi, tutuklananların serbest bırakılması, gazetecilerin ülkede özgürce dolaşmalarına izin verilmesi ve barışçıl protesto gösterilerine izin verilmesi yer alıyor. Birleşmiş Milletler Genel Kon-
Batılı emperyalistler, bir yandan Esad yönetiminden umutlarını kesmişlerken, diğer yanda da muhaliflere “birleşin ve netleşin” çağrısı yapmaya devam ediyorlar. anlaşamayan muhalif gruplar Türkiye’nin araya girmesiyle ortak bir mutabakata vardılar. Ama bu mutabakatın ardından Kürtleri kaybettiler. Suriyeli Kürtler varılan anlaşmada Tüm bu gelişmelerin talepleri karşılanmadığı için ortasından ABD’li ve AB’li em- uzlaşmaya katılmadılar. peryalistlerin en büyük sıkıntısı Özetle, muhaliflerin durumu muhalefetin içindeki sorunların uluslararası sermaye için ciddi çözüme kavuşturulamamış bir huzursuzluk kaynağı duruolması. Batılı emperyalistler, munda. bir yandan Esad yönetiminden Suriyeli işçiler ve emekçiler ise umutlarını kesmişlerken, diğer mülk sahibi sınıfların bu iki yanda da muhaliflere “birleşin kampı arasında sıkışıp kalmış ve netleşin” çağrısı yapmaya durumdalar. Onların bu açdevam ediyorlar. mazdan kurtulmaları, bir kez seyi’nde Rusya’nın da desteklediği bu öneriler Esad tarafından kabul edilmişken, muhalifler de Türkiye’de toplanıp durumu değerlendirme hazırlıkları içinde.
Tüm bu çağrılara rağmen muhalif grupların ortaklaşma süreci son derece sancılı. Daha önceki toplantılarda
daha uluslararası işçi sınıfının sosyalist örgütlenmesi sorununu bütün yakıcılığıyla gündeme getiriyor.
portekiz’de genel grev
P
ortekiz'de hükümetin aldığı ekonomik önlem paketlerine karşı ülkenin en büyük işçi sendikası olan Portekiz İşçileri Genel Konfederasyonu'nun (CGTP) çağrısıyla yapılan genel grev, özellikle ulaşım sektörünü felç etti.
600 binden fazla üyesi olan CGTP, greve katılımın yüzde 70'in üzerinde olduğunu açıkladı. Sabah erken saatlerde özellikle metro, gemi, otobüs ve tren gibi kamu toplu ulaşımını olumsuz etkileyen grevden dolayı Lizbon ve
Porto gibi büyük kentlerde halk işlerine özel araçlarıyla gitmek zorunda kaldı ve yollarda uzun kuyruklar oluştu. Lizbon'da metro geceden itibaren tamamen kapalı tutuldu. Greve ulaşım sektörünün yanı sıra sağlık ve çöp hizmetleri çalışanları da destek verdi.
3
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
iran’da zafer hamaney’in
İ
ran’da 2 Mart’ta yapılan parlamento seçimlerinde zafer Hamaney’i destekleyen ittifakın oldu. Liberal muhalefeti temsil eden Yeşiller Hareketi’nin boykot ettiği seçimlerde, Hamaney yanlıları meclisteki sandalyelerin yaklaşık 2/3’ sini kazandı. İran’daki yönetici seçkinler içinde yaşanan anlaşmazlık, cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından Ahmedinejat’ın İstibarat Bakanı’nı görevden almak istemesiyle gün yüzüne çıkmıştı. Bunun ardından, Hamaney birkaç saat içinde bakanı görevine iade etmişti.
İran Cumhurbaşlanı Ahmedinejad ile Ayetullah Hamaney
İranlı egemenler içinde yaşanan gerilimin arka planında, küresel ve bölgesel düzeyde yaşanan daha kapsamlı gelişmeler yatmaktadır. Nükleer enerji konusunda ABD önderliğindeki Batılı emperyalistlerle ve İsrail ile
yaşanan gerilim arttıkça, ülke içindeki siyasi mücadeleleri de yoğunlaşacaktır. Yeşiller Muhalefeti’nin geleceğini de belirleyecek olan bu süreçte, İran devletinin giderek daha fazla baskıya ve teröre başvuracağını şimdiden söylemek mümkün.
putin yeniden devlet başkanı
R
usya Federasyonu başbakanı Putin, Rusya’da 5 Mart’ta yapılan devlet başkanlığı seçiminde oyların %64,9’unu alarak dört yıl aradan sonra yeniden Devlet Başkanlığı koltuğuna oturdu. Yaygın usulsüzlük iddialarıyla damgalanan seçimlerde, Putin’in en yakın takipçisi olan Komünist Parti lideri Gennady Zyuganov %17 oy alırken, milyarder Mikhail Prokhorov %6,85 oy oranı ile 3. sırada kaldı. Seçimlerin ardından, seçimlere yoğun hile karıştırıldığı iddiasıyla onbinlerce insanın katıldığı gösteriler düzenlendi. Bütün bu
4
gösteriler polisin saldırısıyla ve çok sayıda gözaltı ile sonuçlandı. Rusya burjuvazisinin Putin önderliğindeki kesimi, büyük doğalgaz gelirinin çok küçük de olsa bir kısmını halka yansıtarak, ama aynı zamanda muhalefet üzerinde yoğun baskı uygulayarak, daha büyük çapta kitlesel eylemlerin önüne geçilebiliyor. Bununla birlikte, ekonomik krizin etkilerini yaşayan Rusya burjuvazisinin emperyalist dürtülerle sürdürdüğü askeri yatırımlara giderek daha fazla kaynak ayrılması, geniş emekçi kitlelerin her geçen gün daha fazla yoksullaşmasına yol açıyor.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
nükleer güvenlik zirvesi
M
art ayının son haftasında Güney Kore’nin başkenti Seul’de 50’den fazla ülkenin katılımıyla Nükleer Güvenlik Zirvesi toplandı. İki gün süren zirve için Güney Kore’nin tercih edilmesinde, gelecek ay uzun menzilli roket denemesi yapacak olan Kuzey Kore ile süren nükleer gerilim etkili oldu. Zirvenin, Kuzey Kore ile süren nükleer gerilim dışında bir diğer önemli gündemi ise İran’ın nükleer programı oldu. Suriye’deki gelişmeler ve olası İran-İsrail savaşının da damgasını vurduğu zirvede, ”Nükleer terörün üstesinden gelme” ve “savunmasız nükleer malzemelerin güvenliği” konusu üzerine anlaşmaya varıldı. Nükleer silahların terör örgütlerin eline geçmemesi ve nükleer malzemelerin güvenliği konusunda evrensel
yasalar oluşturulması üzerine bir dizi karar, toplantı sonuç bildirgesinde yer aldı. Dahası İran’a gönderme olarak da değerlendirilen, “barışçıl nükleer çalışmaların” desteklenmesi kararı sonuç bildirgesinde yer alan temennilerden bir tanesiydi. Yani silahlanma dışında özellikle artan enerji ihtiyacına bağlı olarak -Fukuşima örneğine rağmen- nükleer santralleri destekleme kararı toplantıda yinelendi. “Nükleer silahsızlanma” başlığı altında bir araya gelen bu ülkeler, özellikle İran ve Kuzey Kore’deki gelişmelere bağlı olarak dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelecek nükleer saldırının insanlığa getireceği yıkıma vurgu yaptılar. Yalnız bu vurguda ABD, Fransa, Çin, Rusya,
Zirvede, ”Nükleer terörün üstesinden gelme” ve “savunmasız nükleer malzemelerin güvenliği” konusu üzerine anlaşmaya varıldı. İsrail vb. gibi ülkelerdeki mevcut nükleer silahlara değinilmedi. Tarihte defalarca hükümetlerin göstermelik silahsızlanma çabalarıyla karşılaştık. Bu çabaların çoğunun büyük savaşlar öncesine denk geldiğini de çok iyi biliyoruz. Derginin bu sayfasında fazlasıyla göreceğiniz gibi dünyanın son on yıldaki silahlanma artışındaki büyüme ve Ortadoğu’da hızla beklenen bölgesel savaşlar, silahsızlanma ve nükleer terörü önleme başlıklı böylesi zirvelerin anlamsızlığını bir kez daha ortaya koymuştur.
5
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
şık ve şener serbest; ya diğerleri?
O
da.tv davasında yargınan Nedim Şener ve Ahmet Şık, 375 gün sonra serbest bırakıldı. Onların serbest kalmaları AKP hükümetinin önümüzdeki günlerde daha “demokratik” bir yönelim izleyeceği yorumlarına neden olurken, halen cezaevinde 101 gazeteci olması bu propagandanın boş bir hayal olduğunu gösteriyor. Kendisine muhalif olan medya organlarına ve gazetecilere karşı son derece tahammülsüz olan AKP hükümeti, eline geçen her fırsatta basın özgürlüğünü kısıtlamaktan geri durmuyor. Bir dönem moda haline gelmiş olan “basına fırça” sohbetlerinin ardından burjuva medyasını “hizaya” getiren ve bu sayede hiçbir protesto vb. olayın haber yapılmamasını sağlayan AKP, gerekli gördüğünde yayınları yasaklamaktan ya da gazetecileri hapse atmaktan geri durmuyor. Uzunca süre başbakanın ve AKP’li vekillerin kafalarına taktıkları mizah dergilerinin
6
Yakın tarih, sermayenin siyasi temsilcilerinden demokrasi beklemenin ne kadar büyük bir “saflık” olduğunun örnekleriyle dolu. ardından, basına yönelik son saldırıların hedeflerinden ikisi Atılım Gazetesi ve Özgür Gündem dergisi oldu. Atılım Gazetesi’nin yayını son bir ay içinde 3 kez durdurulurken, Özgür Gündem gazetesine 1 aylık yayın yasağı getirildi. Özellikle Özgür Gündem’e verilen cezanın ardından AKP’li milletvekilleri bu durumdan “hoşnut” olmadıklarını ve yasal düzenleme çalışmaları içinde olduklarını belirttiler. Oysa, yakın tarih, sermayenin si-
K
yasi temsilcilerinden demokrasi beklemenin ne kadar büyük bir “saflık” olduğunun örnekleriyle dolu. Çünkü sermayenin kâr amacına tabi kılınmış bir sistemin, insanların özgür entelektüel gelişimini desteklemesi mümkün değildir. Dolayısıyla, bütün diğer alanlarda olduğu gibi, basın alanında da gerçek özgürlüğü getirecek olan tek güç, onu sermayenin egemenliğinden kurtaracak sosyalist bir işçi sınıfı iktidarıdır.
kesk’in ankara eylemi
ESK’in birkaç gün öncesinden çağrısını yaptığı 4+4+4, eğitim yasa tasarısına karşı Ankara eylemine bir kez daha polis terörü damgasını vurdu. “Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ ya” çağrısıyla 28-29 Mart’ta yapılan ve valiliğin yasadışı ilan ettiği eylemlere polisin sert bir şekilde müdahale etmesi kaçınılmazdı. Polis şehir çıkışlarını tuttu, otobüsler geri döndürüldü. Bu eylem, yıllar sonra sokağa dönen KESK bürokrasisinin, artık üyelerini seferber edemediğinin göstergesiydi. Birçok sol siyasi parti ve grubun
Geride, sendika bürokratlarının yine “biz elimizden geleni yaptık, ama olmadı” diyebilecekleri bir eylem kaldı. da destek verdiği eylemlere yalnızca 4 bin civarında insan katıldı. Geride, bu gerici ve toplumu çok küçük yaşlardan itibaren bölecek olan eğitim yasasına karşı sonuç alıcı bir direnişin örgütlenememiş olduğu gerçeği ile sendika bürokratlarının yine “biz elimizden geleni yaptık, ama olmadı” diyebilecekleri bir eylem kaldı.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye
cihan artık özgür “
afganistan’da 11 asker öldü
ne uğruna?
A
fganistan’da bir helikopterin düşmesi sonucunda 12 Türk askeri öldü. Peki ne uğruna? Açık ki, küresel sermayenin ve emperyalist tekellerin çıkarları için. Türk askerinin Afganistan’da bulunmasının nedeni de, sıcak paraya ihtiyaç duyan Türkiyeli egemenlerin bu parayı ülkeye çekmek için ordusunu pazarlamasıdır. Öte yandan, binlerce Türk askeri, “barış gücü” adı altında, sadece Afganistan’da değil, Lübnan, Somali vb. birçok ülkede, Türk Devletinin emperyalist efendilerine yaranması için görev yapıyor. Peki, Türkiyeli emekçilerin hiçbir şey kazanmadığı; dahası sürekli zarara uğradığı emperyalist işgallere karşı çıkmak için kaç asker cenazesinin gelmesi gerekiyor? Aklını yitirmemiş herkesin sorması gereken soru budur.
Puşi davası” olarak simgeleşen davada 25 aydır tutuklu bulunan Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül artık özgür. “Terör örgütü üyeliğinden” yargılanan Cihan aleyhinde gösterilen tek delil puşiydi. 25 ay boyunca Cihan tutuklu yargılanırken, birçok öğrenci ve akademisyen onun serbest bırakılması için eylemler ve kampanyalar düzenlemişti. Cihan’ın serbest kalması aylarca verilen mücadelenin ve oluşturulan kamuoyu baskısının başarısıdır. Fakat Cihan’a hala “beraat” verilmemiştir. Öte yandan, genel olarak “sol” ve devrimci siyasi görüşlerinden dolayı 600’ü aşkın öğrenci tutuklu durumda ve keyfi tutuklamalardan dolayı, bu sayı her geçen gün artmaktadır.
Cihan örneğini geliştirip yaygınlaştırmak ve tüm siyasi tutuklu öğrencilerin serbest bırakılmasını sağlamak gerekiyor. Bu yüzden, Cihan örneğini geliştirip yaygınlaştırmak ve tüm siyasi tutuklu öğrencilerin serbest bırakılmasını sağlamak gerekiyor. Bu, asıl olarak solcu ve devrimci öğrencileri hedefleyen soruşturmaların ve cezaların geri çekilmesi gibi talepleri de içerecek bir mücadelenin hattının örülmesi demektir.
Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül artık özgür.
7
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
newroz ve “yeni strateji” Hükümetin sürdürdüğü ve en son ifadesini Newroz’un terörize edilmesinde bulan baskı politikası hiç şüphesiz Suriye’deki gelişmelerden bağımsız değildir
B
u yılki Newroz kutlamaları BDP ile AKP hükümeti arasında ciddi bir gerilim kaynağı oldu. BDP’nin açıkladığı kutlama takviminde, başta İstanbul ve Diyarbakır’da yapılacak olan Newroz kutlamaları olmak üzere birçok yerde tarih 18 Mart Pazar günü olarak ilan edilmişti. Ancak valilikler 21 Mart günü dışında kutlama yapılmasını yasakladı ve yıllardır farklı günlerde kutlanan Newroz’un “gününde” kutlanması gerektiğini bildirdiler. BDP’nin geri adım atmaması üzerine birçok ilde polis sıkı önlemler aldı ve 18 Mart’ta yapılan gösterilere saldırdı.
sonucunda yaralanan BDP Zeytinburnu ilçe yöneticisi Hacı Zengin kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Batman’da kutlamalara katılan bağımsız milletvekili Ahmet Türk polis tarafından yumruklanarak hastaneye kaldırılırken, Mersin’de Ertuğrul Kürkçü polis tarafından darp edildi. Uzun süredir BDP’ye ve Kürt hareketine karşı muhatap almama ve baskı uygulama politikası sürdüren AKP hükümeti, bütün bu saldırılarla, ne kadar pervasızlaşabileceğinin de sınırlarını göstermiş oldu. Özellikle Ahmet Türk’ün hedef alınması, ezen ulus şovenizminin ve Kürtleri provoke etme çabasının bir Yine ölüm ve yaralama ürünüdür. İstanbul’da polisin saldırısı
sosyalizmin penceresinden
dünya ve türkiye “Yeni strateji” Newroz’da yaşanan saldırıların ardından, basına “Yeni Kürt Stratejisi” yansıdı. Aslında, aylardan beri süregelen hükümet politikasının yeniden ifadesi olan bu “strateji”, başbakanın da ifade ettiği gibi, operasyonların süreceğini, muhatap olarak ise BDP’nin alınabileceğini ifade ediyor. Bu, aynı zamanda, Öcalan’a uygulanan tecrit ve PKK ile görüşmelerin askıya alınması sürecinin devam ettiğinin de bir ifadesi. Hükümet belki de artık ilk kez BDP’yi muhatap alacak ama onun ortaya sürdüğü şartın (“Öcalan ve Kandil’den bağımsızlaş”) yerine getirilmesi pek mümkün görünmüyor.
Bölgesel hesaplar Hükümetin sürdürdüğü ve en son ifadesini Newroz’un terörize edilmesinde bulan baskı politikası hiç şüphesiz Suriye’deki gelişmelerden bağımsız değil. Suriye’ye ilişkin yol haritasına göre içeride bir “Kürt stratejisi” uygulayan hükümet, bir yandan PKK’nin Suriye ayağının izlediği politikayı göz önünde bulundururken, aynı zamanda Irak’taki gelişmeleri izlemeye ve Barzani önderliği eliyle PKK’yi daha da sıkıştırmaya çalışıyor.
İstanbul’daki Newroz kutlamasında polis terörü vardı.
8
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
amerikan demokrasisinin çöküşü barry grey
Bir hafta önce, ABD Adalet Bakanı Eric Holder, başkanın gizlice Amerikan yurttaşlarının öldürülmesi emrini verme hakkını ileri süren bir konuşma yaptı. O, sözde "terörle mücadele"ye atıf yaparak, daha önce hiç açıkça dile getirilmemiş olan bu yetkinin, başkanın savaşa karar verme yetkisi uyarınca yasal olduğunu ve yargı denetimine tabi olmadığını iddia etti.
Makalenin IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) yayın organı Dünya Sosyalist Web Sayfası’nda yayımlanan 12 Mart 2012 tarihli ingilizce orijinali için bkz. http://wsws.org/articles/2012/ mar2012/pers-m12.shtml
B
ir hafta önce, ABD Adalet Bakanı Eric Holder, başkanın gizlice Amerikan yurttaşlarının öldürülmesi emrini verme hakkını ileri süren bir konuşma yaptı. O, sözde "terörle mücadele"ye atıf yaparak, daha önce hiç açıkça dile getirilmemiş olan bu yetkinin, başkanın savaşa karar verme yetkisi uyarınca yasal olduğunu ve yargı denetimine tabi olmadığını iddia etti. Holder, başkanın yargısız öldürmeleri emretme yetkisinin, gerek sivil gerekse askeri cezaevlerindeki şüpheli teröristlerin kaçırılmasını ve mahkeme kararı olmaksızın süresiz alıkonulmasını da içeren bir dizi yetkinin bir parçası olduğunu vurguladı. O, teröristlerin "bizim sınırlarımızın içinde ikamet ettiğini" belirterek, hükümetin öldürme yetkisinin "Afganistan’daki savaş alanlarıyla sınırlı olmadığını" vurguladı. Holder, bu polis devleti yetkileri iddiasına anayasal bir kılıf uydurma çabası içinde, "yasal prosedür ile yargı süreci bir ve aynı değildir… Anayasa, yargı sürecini değil, yasal prosedürü garanti altına almaktadır" biçimindeki şaşırtıcı iddiayı ortaya attı. Bu konuşma, geçen sonbaharda Yemen’de üç Amerikan vatandaşının hedef seçilerek öldürülmesine yasal bir gerekçe sağlamak için, yönetim üzerindeki baskıya yanıt olarak yapılmıştı. Sözde bir El-Kaide lideri olan Anwar al-Alawki, bir diğer Amerikan vatandaşı Samir Khan ile birlikte bir insansız uçak saldırısında öldürülmüştü. İki hafta sonra, Awlaki’nin 16 yaşındaki oğlu Abdulrahman Alawki bir başka insansız uçak saldırısında öldürüldü. Amerikan hükümetinin kendi vatandaşlarını basitçe öldürme hakkı olduğunu iddia eden böylesi olağandışı ve radikal bir konuşmanın siyasi tartışmaların odak noktası ve hararetli bir tartışma konusu haline geleceği düşünülebilirdi. Gerçek şu ki, medya ve siyaset kurumu onu neredeyse görmezden geldi. Üç haber program ağının hiçbiri bundan söz etmedi. Büyük gazetelerde bu konuşmayı haber yapan yazılar iç sayfalara atıldı. Obama, geçtiğimiz Salı günü, Holder’ın konuşmasından bir gün sonra, Beyaz Saray’da yılın ilk basın toplantısını düzenledi. Tek bir muhabir bile Obama’ya bu konuşma hakkında soru sormadı ya da başkanın öldürme emri vermesi konusunu gündeme getirmedi. Bu, Temsilciler Meclisi Adalet Komisyonu’nun, yaklaşık kırk yıl önce, cezalandırıcı vergi denetimleri ve yasadışı dinleme talimatı vererek "yetkisini kötüye kullandığı" ve "vatandaşların anayasal haklarını ihlal" ettiği için Richard Nixon’ı görevden alma kararı verdiği Amerikan demokrasisindeki çürümenin ne derece ilerlemiş olduğunun bir ölçüsüdür. Bugün, diktatörce yetkilerin haksız şekilde kullanımı vatandaşları yargısız öldürme emri verme noktasına ulaşmışken, herhangi bir görevden alma çağrısı söz konusu olmadığı gibi, tartışma konusu dahi değildir. New York Times’ın Adalet Bakanı’nın konuşması hakkında yorum yap-
9
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Times şunu ilan etti: "Bir başkan konvansiyonel bir savaş sırasında konvansiyonel düşmanlara ya da konvansiyonel olmayan savaşlarda konvansiyonel olmayan düşmanlara karşı öldürücü güç kullanma emri verme hakkına sahiptir."
10
ması altı günü buldu. Onun Pazar günü yayınlanan bir başyazıda yaptığı şey, Holder’ın temel tezini onaylar ve onun kapsamlı ve kaygı verici anayasal sonuçlarını geçiştirirken ikincil ve usule ilişkin itirazlar yükselten bir açıklamadır. Times şunu ilan etti: "Bir başkan konvansiyonel bir savaş sırasında konvansiyonel düşmanlara ya da konvansiyonel olmayan savaşlarda konvansiyonel olmayan düşmanlara karşı öldürücü güç kullanma emri verme hakkına sahiptir." [Vurgu bize ait] Bu, "terörle mücadele"nin ve ABD hükümetinin bu bahaneyle Amerikan emperyalizminin çıkarlarına ters düşenleri öldürme hakkına sahip olduğu iddiasının genel bir kabulüdür. Gazete, Başkan Obama’nın "yargı müdahalesi, gerçek gözetim ya da kamuya hesap verme olmaksızın bir Amerikan vatandaşının öldürülebilmesi emrini vermek için yasal yetki talep eden ilk başkan haline geldiğini" onaylamaktadır. O, "polis, savcı, jüri, yargıç ve infaz memuru gibi gizlilik içinde faaliyet gösteren yürütme bu sürecin anti-tezidir" diye yazarak, Holder’ın yasal prosedür ile yargı süreci arasında yaptığı ayrıma itiraz etmektedir. Ancak Times’a göre, bu sorunun üstesinden gelinebilir ve yasal prosedür, devletin işlediği cinayetlere hukuki bir incir yaprağı sağlamak üzere, basitçe, ABD vatandaşlarının anayasaya aykırı biçimde gözetlenmesine düzenli olarak yaptırım uygulayan bir Dış İstihbarat Denetleme Mahkemesi (DİDM) gibi yeni bir gizli mahkemenin oluşturulması yoluyla düzeltilebilir. Times’ın sinikliği ve anayasal hakları küçümsemesi, yeni bir özel mahkemenin "bir teröristin açığa çıkarılmasını yavaşlatmayacağını" savunmak için "DİDM’nin büyük bir hızla çalıştığı ve bir tutuklama talebini nadiren reddettiği" olgusuna atıfta bulunduğunda tam olarak sergilenmektedir. Times, hiçbir yerde, Obama’nın politikalarının anayasaya aykırı olduğunu ve başkanı anayasayı uygulamakla, korumakla ve savunmakla yükümlü kılan ye-
minini çiğnediğini açıkça belirtmiyor. [Amerikan Anayasası’nın] Beşinci Düzenlemesi, mahkeme kararı olmaksızın gözaltına alma, işkence ve yargısız infaz gibi uygulamaları yasaklarken son derece açıktır. Onun, "hiç kimse… yasalara aykırı olarak yaşama hakkından, özgürlüğünden ya da mülkiyet hakkından mahrum bırakılamaz" şeklindeki hükmü son derece açıktır. Başyazı, yöneticilere, Yemen’de üç ABD vatandaşının öldürülmesine yasal dayanak oluşturduğu varsayılan Adalet Bakanlığı belgesinin yayınlanması için çağrı yaparak bitiyor. Gazete, ikiyüzlü bir şekilde, "Sayın Obama’nın, halktan böylesine hayati bilgileri saklamada Sayın Bush tarafından sergilenen korkunç örneği neden takip etmek isteyeceğini anlayamıyoruz" diye yazıyor. Bu, anayasanın lime lime edilmesi gibi önemli konuları yüzeysel olarak kişiler düzeyinde ele alan bir yaklaşımdır. Gerçekte, bu türden gelişmeler, yalnızca, kökeni derinlere uzanan tarihi ve sosyal süreçlerin sonucu olabilirler. Bütün bir anayasal güçler ayrılığı ve demokratik haklar düşüncesinin geçtiğimiz on yıl boyunca yaşadığı çöküşünün şaşırtıcı hızı, bu sürecin, Amerikan toplumunun altında yatan çelişkilerden kaynaklandığını göstermektedir. Amerika Birleşik Devletleri, varlığı insanların en temel ihtiyaçlarıyla şiddetli çatışma içinde olan bir plütokrasi [zenginler idaresi] tarafından yönetilmektedir. Toplumsal karşı devrimle birlikte, onun yararına, yasal alanda bir karşı devrim sürdürülmektedir. Lenin’in emperyalizm "bütünüyle gericidir" özdeyişi, militarizmin ve savaşın yayılmasıyla, işyerlerine ve yaşam standartlarına yönelik saldırı ve devlet baskısına ve diktatörce yönetim biçimlerine dönüş eliyle, her gün doğrulanmaktadır. Günümüzde demokratik haklar sadece işçi sınıfının sosyalizm uğruna mücadelede kitlesel seferberliği dolayımıyla savunulabilir.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
tekellerin kasası silah ticaretiyle doluyor rıza kül
Sermayenin egemenliği, terazinin bir kefesinde zenginliği ve refahı diğerinde ise yoksulluk ve çürümeyi biriktirir. Kapitalizmin “bolluğu ve bereketi”, mutlu azınlığı beslerken insanlığın ezici çoğunluğu için sefaleti ve geleceğe duyulan güvensizliği temsil ediyor. Kapitalizm, terazinin burjuvazi lehine olan kefesinde yalnızca para değil cephane de istifler.
S
ermayenin egemenliği, terazinin bir kefesinde zenginliği ve refahı diğerinde ise yoksulluk ve çürümeyi biriktirir. Kapitalizmin “bolluğu ve bereketi”, mutlu azınlığı beslerken insanlığın ezici çoğunluğu için sefaleti ve geleceğe duyulan güvensizliği temsil ediyor. Kapitalizm, terazinin burjuvazi lehine olan kefesinde yalnızca para değil cephane de istifler. Tarihsel olarak bakıldığında militarizmin yükselme dönemlerinin kapitalizmin kriz dönemleri olduğu görülüyor. Bugün yaşanmakta olan küresel ekonomik kriz, krize yol açan kapitalist mekanizmayla hiçbir çıkar ilişkisi olmayan kitleleri yoksullaştırmakta; onları çalışma, barınma, eğitim, sağlık gibi en temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamaz hale getirmekte ve geniş halk kitlelerinin geleceğini çalmaktadır. Hal böyle iken, egemenler yaşanmakta olan toplumsal yıkıma silahlanarak ve savaş hazırlıkları yaparak cevap vermekteler. Yani, egemenlerin gündemi, toplumsal ihtiyaçları karşılamak değil düşmanlar bularak, eğer yoksa yaratarak, insan soyunun toptan imhası anlamına gelebilecek bir savaşa yatırım yapmaktır. Burjuva devletlerin silahlanma yarışı, küresel ekonomik krizin etkilerine rağmen sürerken hem emperyalist merkezlerdeki hem de merkezin çevresinde kalan ülkelerdeki silahlanma oranları dikkat çekici boyutlara ulaşıyor. En son, merkezi İsveç’te bulunan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (Stockholm International Peace Research Istitute-SIPRI) Mart ayı içerisinde yayımladığı ve 2011 verilerini içeren rapor bu noktada incelenmeye değer. Sekiz sayfalık rapor yalnızca konvansiyonel olarak tabir edilen ve menşei bilinen silahların dolaşımını incelediğinden buzdağının görünen yüzünü ifade ediyor.
Silahlanma Raporun önemli verilerinden biri, 2007-2011 yılları arasında dünyadaki silahlanma oranının 2002-2006 dönemine göre %24 artmış olması. 2007-2011 döneminin en büyük silah tedarikçileri, sırasıyla, ABD, Rusya, Almanya, Fransa ve İngiltere. Bu devletlerin silah satışlarını dünya pazarında sahip oldukları yüzde ile ifade edecek olursak, tablo şu şekilde oluşur; ABD %30, Rusya %24, Almanya %9, Fransa %8 ve İngiltere %4. Yani, bu beş emperyalist güç, dünyadaki toplam silah satışının %75’ini gerçekleştirmektedir. Ayrıca, “tedarikçiler” arasında üzerinde durulması gereken bir diğer ülke de Çin. En fazla silah satan ilk beş ülke arasına girememiş olsa da, Çin, silah tedarikçileri sırasında İngiltere’nin hemen altında, altıncı sırada yer alıyor. Çin’in bölgesel ve uluslararası hegemonya mücadelesinde, diğer emperyalist güçlerle giriştiği yarış, söz konusu silahlanma olduğunda da kendisini hissettiriyor. Geçmişte en büyük silah ithalatçılarından biri iken bu durum ihracat lehine değişmekte. Çin’in 2002-2006 ile 2007-
11
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Rapora göre, Suudi Arabistan silah ithalatını %41 oranında İngiltere’den yaptı. Ayrıca bu devletin, ABD ile tarihin en büyük silah ve teçhizat tedariki anlaşmalarından birini imzaladığı biliniyor. Savaş uçakları ve helikopterlerin alımını da içeren tedarik anlaşmasının tutarının 60 milyar doları bulduğu ifade ediliyor.
12
2011 dönemleri arasındaki silah satışında %95’lik bir artış gerçekleşmiştir. Örneğin, %42’lik oranla Pakistan’ın en büyük silah tedarikçisi bu devlet olmuştur. Raporda yer alan diğer bir anlamlı gösterge Asya’ya dair. 2007-2011 yılları arasında silah alımında başı çeken ilk beş ülke Asya kıtasında yer alıyor. Bu ülkeler, Hindistan (%10), Güney Kore (%6), Pakistan (%5), Çin (%5), Singapur (%4) şeklinde sıralanıyor. Görüldüğü üzere, dünya çapında mevcut silah alımının %30’unu bu ülkeler yapmakta. Rapora göre, Hindistan’ın silah alımının %80’ini, Çin’in ise %78’ini Rusya’dan yaptığını belirtelim. Raporda, Asya-Pasifik %44, Avrupa %19, Orta Doğu %17, Amerika %11 ve Afrika %9 şeklinde yer alan ve bölgelere göre 2007-2011 arasındaki dönemi işaret eden tablo, çelişkilerin yoğunlaştığı alanlardaki silah alım oranlarına dikkat çekiyor. “Arap Baharı”nın yaşandığı coğrafyaya da değinen rapor Bahreyn, Mısır, Tunus, Suriye ve Libya gibi devletlerin kitle hareketlerini bastırmada emperyalist ülkelerden ithal ettikleri silahlara
başvurduklarını gösteriyor. Örneğin, Mısır’ın, ABD’den 2011 yılı içinde 45 adet M-1A1 tank aldığı ve 125 adet daha sipariş ettiği ifade ediliyor. Tunus da, ABD’nin Kuzey Afrika’da en fazla silah sattığı ülkelerden. Esad diktatörlüğünün sallantıda olduğu, rejim yanlıları ve muhalifler arasında çıkan çatışmalarda her gün onlarca insanın öldüğü, emperyalist hesapların odağındaki Suriye, rapora göre, 20022006 dönemi ile 2007-2011 dönemi arasında silahlanma oranını tam %580 arttırdı. Suriye’nin silah tedarikçilerinin %78’lik oranla Rusya, %17 ile Beyaz Rusya, %5 ile İran olduğunu belirtelim. Rusya’nın, Suriye’ye müdahale edilmesi noktasında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi içerisindeki muhalif tutumunun Esad’a duyduğu aşktan kaynaklanmadığı bu rakamlar eliyle bir kez daha anlaşılmış oldu. Yine, “Arap Baharı”nın etkilediği Yemen’e, 2011 yılı içerisinde, ayaklanan kitlelere karşı hükümeti desteklemek üzere asker gönderen Suudi Arabistan, 2007-2011 döneminde en çok silah alımı yapan on birinci devlet olmuştur. Rapora göre, Suudi Arabistan silah it-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Yunan devleti, ABD, Almanya ve Fransa’dan yalnızca geçen yıl satın aldığı savaş gemileri, uçaklar ve helikopterler için milyarlarca Euro ödeme yapmıştı. Bugün, 11 milyon nüfuslu ülkede, insanların %48’inin yoksulluk sınırında ya da altında yaşadığı ifade ediliyor.
halatını %41 oranında İngiltere’den yaptı. Ayrıca bu devletin, ABD ile tarihin en büyük silah ve teçhizat tedariki anlaşmalarından birini imzaladığı biliniyor. Savaş uçakları ve helikopterlerin alımını da içeren tedarik anlaşmasının tutarının 60 milyar doları bulduğu ifade ediliyor. Raporun sunduğu birkaç anlamlı veriyi daha paylaşalım. Kafkasya’daki çatışma alanlarından biri olan Dağlık Karabağ sorunu üzerinden karşı karşıya gelen Azerbaycan ve Ermenistan SIPRI raporunda şu şekilde yer alıyor: Azerbaycan, 2002-2006 ile 2007-2011 dönemleri arasında silahlanma oranını %164 arttırmıştır ve silah alımı sıralamasında otuz sekizinci devlettir. Ermenistan devleti ise silah alımı sıralamasında verili dönemler arasında yetmiş birinci sıradan seksen dördüncü sıraya gerilemiştir fakat silahlanma konusunda Azerbaycan ile rekabet niyeti hükümet tarafından dile getirilmiştir. Bu noktada, devreye Rusya girmektedir, çünkü Azerbaycan’ın satın aldığı silahların %55’i, Ermenistan’ın satın aldıklarının ise %96’sı Rusya tarafından tedarik edilmektedir. Dağlık Karabağ sorununun çözümsüzlüğe mahkum edilmesinin bir nedeni de, burjuvazinin işte bu silahların satışından elde ettiği kârlardır. Daha çok çatışma, daha çok yıkım, daha çok ölüm, daha çok nefret ve düşmanlık… Bütün bunlar silah üreticileri-tüccarları-patronları için daha fazla kâr demek! SIPRI raporunda değerlendirmeye değer başka veriler de var elbette. Fakat bu kadarının şimdilik yeterli olduğunu düşünüyoruz.
Yunanistan’da silaha para vardı Ekonomik krizle birlikte iflasın eşiğine gelen, AB-IMF fonları yardımıyla “ayakta tutulan”, hiçbir sorumlulukları olmadığı halde krizin faturasını emekçi kitlelerin ödediği Yunanistan’a kısaca da olsa özel bir yer ayırmakta fayda var. Yunanistan’da krizin sonuçlarına ve AB
emperyalistleri tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarına direnmeye çalışan kitleler, Yunan devletinin silahlanma harcamalarına isyan ediyor. 2002-2006 dönemi ile 2007-2011 dönemi arasında %18’lik bir gerileme yaşamış olsa da, Yunanistan son dönemin en büyük onuncu silah ithalatçısı oldu. (2002-2006 döneminde dördüncü sıradaydı) 2011 yılı içinde hiçbir silah tedariki anlaşması imzalamadığı bilinen ve savunma giderlerinde 400 milyon Euro kesintiye gitmeyi taahhüt eden Yunanistan, 2008’den bu yana, yani kriz döneminde dahi muazzam askeri harcamalara girişmiş ve bu tutum varolan krizin derinleşmesinde etkili olmuştu. Yunan devleti, ABD, Almanya ve Fransa’dan yalnızca geçen yıl satın aldığı savaş gemileri, uçaklar ve helikopterler için milyarlarca Euro ödeme yapmıştı. Bugün, 11 milyon nüfuslu ülkede, insanların %48’inin yoksulluk sınırında ya da altında yaşadığı ifade ediliyor ve kamu borçlarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranı Ocak ayı verilerine göre %160 civarında. Yunanistan’ın silah tedarikçisi olan ülkelerden Almanya ve Fransa, Yunan ekonomisi artık kurtarılamayacak duruma gelene kadar beklediler ve daha sonra AB aracılığıyla hesap sordular : “Yunan hükümetleri bugüne kadar bizleri kandırdı, işlerin yolunda gittiğini sanıyorduk!” Oysa gerçekte kandırılanlar Yunanistanlı emekçilerdi ve bugün de hem kendi burjuva hükümetleri, hem de emperyalist merkezler tarafından kandırılmak isteniyorlar.
Diktatörlere silah mı lazım? Mart ayı içerisinde basına yansıyan bir olay, kapitalist militarizmin kâr dürtüsü dışında herhangi bir kural tanımadığını ispatladı. Avrupa demokrasisinin “göz bebeği” İsveç’in, Suudi Arabistan’a füze fabrikası kurulması için, 2005’te, Sosyal-Demokrat hükümet döneminde, 2015’e kadar geçerli olacak bir anlaşma imzaladığı ve bunu gizli tuttuğu ortaya çıktı. İsveç, kağıt üzerinde,
13
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Türkiye silah satın alan ülkeler sıralamasında 2008’de on üçüncü, 2009’da ise onuncu sıradaydı. Türkiye, 2008’de 578 milyon dolar harcadığı silah ithalatına, 2009’da 675 milyon dolar harcadı. 2009 yılında, Almanya’dan 185 milyon dolar, İsrail’den ise 320 milyon dolar tutarında silah alımı yaptı. Aynı yıl, Türkiye’nin silah ihracatı ise 36 milyon doları buldu.
14
silah satışının sıkı denetim altında olduğu, demokratik olmayan rejimlere ve savaşan ülkelere silah satmayan bir ülke. Bugünkü hükümetin sözcüleri, Suudi Arabistan’la askeri anlaşmalar yapıldığının ortaya çıkmasından sonra ülke içinden yükselen tepkiye karşılık, yalnızca, geçmişte yapılmış bir anlaşmanın yükümlülüklerine bağlı kaldıklarını ifade etmekle yetindiler. İsveç gibi burjuva demokrasisinin gelişmişliği ve devlet aygıtının “şeffaflığı” ile övünülen bir ülkede, yukarıda bahsettiğimiz füze fabrikası anlaşmasının, Silah Satışlarını Denetleme Kurumu’nun bilgisi dahilinde gerçekleştiği belgeleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Anlaşmadan önce, ön inceleme bilgilerinin değerlendirildiği toplantıya Suudi ve İsveçli yetkililerle birlikte, silah satan kurumlar ve alıcılarla kesinlikle görüşmemesi gereken Denetleme Kurumu Genel Müdürü de katılmıştır (Kurumun Genel Müdürü, gelen tepkiler üzerine önce toplantıya katıldığını reddetmiş arkasından görüşmenin belgeleri ortaya çıkınca İsveç Savunma Bakanlığı talimatıyla orada bulunduğunu itiraf etmiştir). İsveç’in böylesi bir ikiyüzlülük sergile-
mesinin nedeni açık. Suudi Arabistan silah ihracatında sürekli yükselen bir ivme sergiliyor. İsveç’in silah satışı yoluyla Suudi Arabistan’dan kazandığı tutar yıllık yaklaşık 3 milyar İsveç Kronu’nu buluyor. İsveç’in tedarikçi olarak silah sattığı ülkelerin başında Tayland, Suudi Arabistan, Hindistan, Pakistan ve İngiltere geliyor. Ayrıca, bu ülkenin en çok silah satışı gerçekleştiren ülkeler sıralamasında dünyada yedinci sırada, ülke nüfusuna oranla en büyük silah satıcıları listesinde ise birinci sırada olduğunu belirtelim. Ne de olsa, söz konusu kâr ise demokrasi teferruattır!
Türkiye’nin askeri harcamaları SIPRI’nın rakamlarına göre Türkiye silah satın alan ülkeler sıralamasında 2008’de on üçüncü, 2009’da ise onuncu sıradaydı. Türkiye, 2008’de 578 milyon dolar harcadığı silah ithalatına, 2009’da 675 milyon dolar harcadı. 2009 yılında, Almanya’dan 185 milyon dolar, İsrail’den ise 320 milyon dolar tutarında silah alımı yaptı. Aynı yıl, Türkiye’nin silah ihracatı ise 36 milyon doları buldu. Gürcistan’a 14, Pakistan’a ise 12 milyon dolarlık silah satışı gerçekleştirildi. SIPRI’nın 2010 verilerine göre Türkiye,
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k SIPRI’nın, 2010 yılı verilerine göre dünyanın en büyük 100 silah şirketinin, silah ve askeri teçhizat satışından elde ettikleri tutar 411 milyar 100 milyon dolar. Bir önceki yıla göre, bu silah şirketlerinin elde ettikleri ciroda %1’lik bir artış meydana geldi
askeri harcamalar sıralamasında dünyada on altıncı sırada, 15 milyar 634 milyon dolarlık harcama tutarıyla yer alıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi tarafından hazırlanan, Prof. Dr. Nurhan Yentürk imzalı Askeri ve İç Güvenlik Harcamaları İzleme Kılavuzu’nda yer alan veriler ışığında, Türkiye’nin askeri harcamalara ayırdığı tutarın 2010 yılı için 27 milyar TL olduğu anlaşılıyor. Bu rakamın Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) oranı %2,48. İç güvenlik harcamalarının GSYH’ye oranı ise %1,24. Yine bir diğer çarpıcı veri üniversitelerin harcamalarıyla ilgili. Tüm dünyada üniversitelerin hızla sermayenin teknoloji üretim merkezlerine dönüştürüldüğü biliniyor. Buna elbette askere araştırmalar da dahil. Türkiye'deki üniversitelere 2009 yılında “Savunma Hizmetleri” ve “Kamu Düzeni ve Güvenlik Hizmetleri” adı altında devletçe sağlanan ödenek toplamı 155 milyon TL civarında. Türkiye'nin askeri harcamaları, sosyal hizmet ve sosyal yardım harcamalarının da üzerinde seyrediyor. Kılavuz’da eğitim ve diğer sosyal harcamalar ile askeri harcamaların kıyaslandığı “Çeşitli Bütçe Harcamalarının GSMH’ye Oranları” adlı tablo da mevcut. Buna göre, 1988-1991 döneminde askeri harcamalar, eğitim harcamalarına oranla daha yüksek. 92-93 yılları hariç, 1994 yılından 2002’ye kadar askeri harcamalar yine ağır basıyor. 2003’ten itibaren ise askeri harcamalarda 2011’e kadar oransal bir düşüş gözlemleniyor. Bu tablodaki değişim eğiliminin, Türkiye’de yaşanan siyasi mücadelenin bir yansıması olduğu da düşünülebilir. AKP iktidarı ve asker sivil bürokrasi arasında yaşanan mücadelenin, büyük oranda AKP lehine sonuçlandığı ve özellikle TSK’nin sahip olduğu ayrıcalıkların bir miktar törpülendiği biliniyor. AKP’nin, küresel sermaye ile geliştirdiği organik bağlar ve emperyalizmin bölgedeki çıkarlarının
taşeronu olma rolü, siyasi ve toplumsal hayatı mümkün olduğunca tek elden şekillendirme hedefi, TSK’nin müdahaleci tavrının değiştirilmesini öngörüyordu. TSK, bugün için siyasete ve topluma müdahale olanaklarından mahrum durumda. Fakat bu, NATO üyesi olan Türkiye’nin, hem bölgedeki güç dengeleri açısından, hem de içeride Kürt Sorunu söz konusu olduğunda geliştirdiği refleksler bakımından, askeri harcamalarının devlet bütçesinde en önemli kalemlerden biri olmayı sürdürdüğü gerçeğini değiştirmiyor.
Hem kârlar hem sefalet artıyor SIPRI’nın, 2010 yılı verilerine göre dünyanın en büyük 100 silah şirketinin, silah ve askeri teçhizat satışından elde ettikleri tutar 411 milyar 100 milyon dolar. Bir önceki yıla göre, bu silah şirketlerinin elde ettikleri ciroda %1’lik bir artış meydana geldi. Yani, burjuva devletler, yaşanan küresel ekonomik krize rağmen, ekonomik durumları ne olursa olsun silahlanmaya devam etti. Genel eğilim olarak, hazırlanan devlet bütçelerinde en önemli maddeleri savunma ve silahlanma giderleri oluşturdu. Geleceğimiz pahasına, insanlığın ürettiği zenginlik silahlanmaya harcanıyor! Kandan beslenen şirketler sıralamasında, 35 milyar 700 milyon dolarlık cirosuyla Lockhead Martin (ABD) şirketi başı çekiyor. Hemen arkasından 32 milyar 900 milyon dolarla BAE Systems (İngiltere) ve 31 milyar 400 milyon dolarla Boeing (ABD) şirketleri geliyor. Bu, çokuluslu dev sermaye grupları gibi onlarcası, dünyanın farklı ülkelerinde faaliyetlerine devam ediyor, uzun yılları kapsayan silah anlaşmaları eliyle insanlığı soymayı sürdürüyor. Silahlanma yarışı nedeniyle yaşanan rekabet önümüze yukarıda sıraladığımız rakamları ve istatistikleri koyarken bir de “Dünya Açlık Raporu”na göz atalım. Neticede ortaya çıkacak tablo, insanlığın ve doğanın ürettiği zengin-
15
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k 2010 yılı verilerine göre dünyanın en büyük 100 silah şirketinin, silah ve askeri teçhizat satışından elde ettikleri tutar 411 milyar 100 milyon dolar. Bir önceki yıla göre, bu silah şirketlerinin elde ettikleri ciroda %1’lik bir artış meydana geldi. Yani, burjuva devletler, yaşanan küresel ekonomik krize rağmen, ekonomik durumları ne olursa olsun silahlanmaya devam etti.
16
liğin kapitalizm eliyle yok ediliyor olmasıyla doğrudan ilişkili. Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde faaliyet gösteren Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Kalkınma Fonu (IFAD) ve Dünya Gıda Programı (WFP) geçtiğimiz yıl Ekim ayında bir rapor yayınladı. “Dünya Açlık Raporu”nda 2008’den itibaren, açlık çeken insan sayısında 75 milyonluk bir artış olduğu ifade edildi. Bu artışın temel nedenlerinden biri olarak gıda fiyatlarındaki dalgalanmalar gösteriliyor. BM’ye göre dünya nüfusunun %16’sı (1 milyardan fazla insan) açlıklıkla savaşıyor. Bu hâl devam ederken, temel gıda maddeleri borsada işlem görmeye devam ediyor ve spekülasyonlar gıda fiyatlarının aşırı yükselişine neden olabiliyor. İleri kapitalist ülkelerde, örneğin Almanya’da ortalama olarak bir hanenin gelirinin %11 ila %17’lik bölümünü gıda harcamalarına ayırdığı, bu oranın Afrika ve Asya ülkelerinin bir çoğunda %70, 80 hatta %90’lara ulaşabildiği ifade ediliyor. Açıktır ki gıda fiyatlarındaki yükseliş özellikle yoksulları yaşam hakkından mahrum bırakmaktadır. Geçerken belirtmekte fayda var, merkezi ABD’de bulunan New England Karmaşık Sistemler Estitüsü (NECSI) adlı araştırma kuruluşu, gıda fiyatlarındaki dalgalanmalar üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda, 2012 yılı sonlarında, gıda maddelerinin fiyatında hızlı bir artış gerçekleşeceğini ve bu artışın 2013’te yeni bir gıda krizine neden olacağını öngörüyor.
Geçtiğimiz yıl, “kuraklık” nedeniyle yaşanan felaketlerle gündeme gelen Somali, egemenlerin vicdan gösterisi yaptığı bir alan haline geldikten ve gündemi “yeterince” işgal ettikten sonra unutuldu. TC Başbakanı Erdoğan’ın da kafilesiyle birlikte ziyaret ettiği ve yardım dağıttığı Somali, tıpkı Etiyopya, Kenya ve diğer yoksul Afrika ülkeleri gibi bu sistemin eseri. Örneğin, Somali’de geçen yıl, yalnızca 90 gün içinde 29 binden fazla çocuk ölümü yaşandı ve ölenlerin tamamı 5 yaşın altındaydı. BM ve benzeri uluslararası kurumların “Afrika’ya yardım” için ayırdığı fonların tutarı, burjuva devletlerin silahlanma ve savunma bütçelerinin yanında neredeyse görünmez hale geliyor. Sonuç olarak, ele aldığımız tüm veriler ışığında, kapitalizmin, insanlığın büyük çoğunluğu için yalnızca açlık, yoksulluk ve yıkım vaat ettiğini söyleyebiliriz. Üstelik tehlikenin, burjuva kurum ve kuruluşların açıkladığı verilerin çok ötesinde olduğunu da hesaba katmak gerekiyor. Silah ticareti yalnızca resmi anlaşmalarla yapılmıyor. Dünyadaki açlık ve yoksulluk oranlarının, açıklanan rakamlarla birebir uyuştuğu söylenemez. Ama buz dağının görünen kısmı bile kapitalizmin, insanlığın geleceği açısından büyük bir tehdit oluşturduğunun, daha fazla kâr dürtüsünün emekçi kitleler için sefalet ürettiğinin anlaşılması için yeterli.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
falkland savaşı’nın 30.yılında güney atlantik’te sular ısınıyor hakan aktaş
Geçtiğimiz ay İngiliz kraliyet ordusunun Falkland adalarına “askeri çıkarma” yapacağı yönündeki haberler Arjantin’in tepkileriyle birlikte basında geniş yer buldu. Falkland savaşının 30. yıl dönümü öncesinde İngiltere’nin, en büyük savaş gemisini Falkland’a gönderme kararı alması, iki ülke arasındaki siyasi gerilimi arttırdı.
B
M ve NATO eliyle Suriye’ye askeri operasyon hazırlıklarının hızla sürdüğü şu günlerde, İran ile İsrail arasındaki kriz derinleşirken içine Irak’ı da alan ve Afganistan’a kadar uzanan geniş bir bölgede emperyalist savaş ve işgal sesleri oldukça gür çıkıyor. Kapitalizmin içinden geçtiğimiz küresel krizi ve “Arap Baharı” gibi gelişmeler, özellikle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkaslarda mevcut ekonomik ve siyasi dengeleri hızla altüst oluşa zorluyor. Her ne kadar bu bölgeler bir yangın yeri halini alsa da kriz, bu bölgenin ötesinde dünyanın her yerinde silahlanma ve savaş hazırlıklarıyla genişliyor. Ortadoğu ve Afrika’dan binlerce kilometre ötede Güney Atlantik’te bu gelişmeleri izliyoruz. Takip edenlerin bildiği üzere, geçtiğimiz ay İngiliz kraliyet ordusunun Falkland adalarına “askeri çıkarma” yapacağı yönündeki haberler Arjantin’in tepkileriyle birlikte basında geniş yer buldu. Falkland savaşının 30. yıl dönümü öncesinde İngiltere’nin, en büyük savaş gemisini Falkland’a gönderme kararı alması, iki ülke arasındaki siyasi gerilimi arttırdı. 1833 yılından itibaren adanın kontrolü elinde tutan İngiltere’nin, bahsi geçen savaş gemisi dışında nükleer başlık taşıyan denizaltısını Falkland açıklarında demirlediği yönündeki haberlerse okyanusta savaş hazırlıkları olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Önceki aylarda, İngiliz şirketlerinin ada açıklarında petrol ve doğalgaz arama çalışmalarını genişletmesi, İngiltere ile Arjantin arasında öteden beri var olan siyasi krizi derinleştirdi. Bununla birlikte, İngiliz kraliyet üyelerinden Prens William’ın arama kurtarma pilotluğu eğitimi için 6 haftalığına adaya gönderilmesi Falkland savaşının 30. yılında sembolik de olsa Britanya imparatorluğuna bir gönderme olarak değerlendirildi. Bu gelişmelere Arjantin’den tepkiler gecikmedi. Arjantin hükümeti sorunu BM’ye taşırken, Buenos Aires sokaklarında Falkland adalarının Arjantin’e ait olduğunu ifade eden ve İngiltere’nin askeri adımlarını mahkûm eden kitlesel eylemler düzenlendi. Eylemlerde, 1982 yılında ölen askerler anılırken [adaya] “geri döneceğiz” pankartları açıldı.
Arjantin’de tepkiler sürüyor İngiltere’nin bu adımını, Falkland krizinin “askerileştirilmesi” olarak değerlendiren Arjantin Dışişleri Bakanlığı, “savaş riskinin” İngiliz hükümeti tarafından yükseltildiğini ifade etti. Dahası İngiltere’nin bölgede askeri faaliyetler dışında petrol ve doğalgaz arama faaliyetlerini sürdürmesi Arjantin dışında içinde Brezilya’nın da olduğu Latin Amerika ülkelerinin tepkilerini çekmeye devam ediyor.
17
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Arjantin’de askeri diktatörlüğü hızla adayı işgale sürükleyen dinamiklerle, İngiltere’de, işçi sınıfına karşı amansız bir saldırı planı hazırlığı içinde olan Thatcher’ı savaşa iten dinamikler aynıydı.
Arjantin, savaşı kaybettiği 1982 yılından bugüne kadar ada üzerinde hak iddia ettiğini belirten düzenlemeleri anayasasında korurken sorunun çözüm adresi olarak BM’yi göstermeyi bugün dahi sürdürüyor. İngiltere ise bu öneriyi kabul etmeyerek ada halkının İngiliz vatandaşı olarak kalmayı kabul ettiğini ifade eden 1980 referandumuna gönderme yapıyor. İngiliz hükümeti ise her ne kadar savaş gemileri ve Prens William’ın aynı dönemde adada bulunmasını rutin görevler olarak belirtse de İngiliz Daily Telegraph gazetesinde çıkan haber bu tespiti yalanlıyor. Gazeteye açıklama yapan kraliyet donanmasından bir yetkili, mart ayı sonunda yola çıkacak olan geminin Güney Amerika’daki tüm savaş uçaklarını yenecek güçte olduğunu açıklayarak İngiliz hükümetinin hedefleri hakkında bilgi verdi. Tek başına bu beyan bile, krizin ortasındaki Avrupa’da, İspanya, Portekiz ile birlikte anılan İngiltere’nin, içine girdiği ekonomik krizi Latin Amerika’da ve okyanuslarda silahlanarak aşmanın hesaplarını yaptığını gösteriyor.
Falkland Savaşı’nın 30. yılı Falkland gerilimi olarak karşımıza çıkan bugünkü gelişmeleri anlamak için 1982 yılında, Arjantin’in İngiltere karşısında yenilgisiyle sonuçlanan savaşı önceleyen ekonomik ve siyasi gelişmelere bakmakta yarar var. Çünkü Arjantin’de askeri diktatörlüğü hızla adayı işgale sürükleyen dinamiklerle, İngiltere’de, işçi sınıfına karşı amansız bir saldırı planı hazırlığı içinde olan Thatcher’ı savaşa iten dinamikler aynıydı.
birlikte Bretton Woods sistemi çökerken buna bağlı olarak sabit döviz kurundan vazgeçilmesi, sermaye hareketleri önündeki engelleri adım adım kaldırdı. Bu süreç 70’lerin ortasından itibaren başta ABD, Britanya, Almanya ve Japonya gibi ülkelerde başlayıp dünyanın geri kalanına hızla yayıldı. Küresel sermayenin önündeki engellerin kalkması, işçi sınıfına ağır çalışma koşullarını, özelleştirmeleri, işsizliği ve ücret kesintilerini dayattı. Savaş sonrası Keynesçi kalkınma programları ve sendikalar eliyle inşa edilmiş toplumsal düzen, liberal muhafazakâr burjuva hükümetler eliyle ortadan kaldırılırken İngiltere ve ABD’de kapsamlı işçi eylemleri ve grevler bizzat sendikalar eliyle yenilgiye uğratıldı. İşçi sınıfının 1970’lerin sonundan itibaren sendika bürokrasileri eliyle yenilgiye uğratılması üzerine, emperyalist saldırganlık dizginlerinden boşaldı.
Adaların işgali Dünya ekonomisinde yaşanan böylesi bir değişim ve ulusal kalkınma programlarının çöküşü Arjantin’de kendisini göstermeye başladı. 1974 yılında Peron’un ölmesinin ardından iktidara gelen Julia Peron, dünya çapındaki ekonomik dönüşümün ve buna bağlı olarak artan kitlesel eylemlerin Arjantin’deki etkilerini ortadan kaldıramadığı için, burjuvazi bir kez daha askerleri göreve çağırdı. Askerler iktidara gelir gelmez, sendikaları, partileri ve parlamentoyu kapattıktan sonra içinde “Troçkistler”in de olduğu binlerce solcuyu katletti. Toplumsal muhalefetin ezildiği bir ortamda generaller ekonomide görece bir toparlanma sağladıysa da ekonomik krizin derinleşmesini engelleyemediği gibi artan kitlesel eylemlerle iktidarlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Bu dinamikler, dünya ekonomisinin içinden geçtiği kapsamlı dönüşüme dayanıyordu. İkinci dünya savaşı sonrasındaki otuz yıla damgasını vuran sermaye birikim modeli ve Keynes’in ulusal kalkınma stratejileri, 70’li yıllarda artık yolun sonuna geldi. Krizle İşte bu tarihsel koşullarda yükselen
18
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sınıf hareketinin basıncını azaltmak ve kitleleri iktidara yedeklemek uğruna generaller, önceki on yıllar boyunca İngiltere ile siyasi krize yol açan Falkland adalarını, 19 Mart 1982’de işgal etti. Arjantin burjuvazisi işgalle birlikte, İngiltere karşısında yükselecek milliyetçi dalganın etkisini arkasına alarak, içerdeki toplumsal muhalefeti sonlandırmanın ihtiyacını hissediyordu. Dahası İngiltere karşısında elde edilecek zaferin ülkenin içinden geçtiği ekonomik ve siyasi krizi aşmaya katkı sunacağı tespiti Arjantin burjuvazisiyle generallerin ortak kavrayışının ürünüydü.
Thatcher için büyük fırsat
70’lerin ortasında patlak veren ekonomik kriz ve her iki ülkede yükselen sınıf hareketi, Arjantin ve İngiltere’yi saldırganlığa iterken işçi ve emekçiler, milliyetçilik zehiriyle “kendi” burjuva partileri eliyle bir kez daha etkisiz hale getirildiler.
Askeri diktatörlüğün adayı işgali, 1979 yılında iktidara gelen ve 60’lı ve 70’li yıllar boyunca İngiltere’de yükselen sınıf hareketine karşı, kapsamlı hazırlıklar yapan Thatcher için büyük bir fırsat sundu. Kapitalizmin dünya çapında yaşadığı liberal dönüşümün liderliğine Reagan ile birlikte soyunan Thatcher, içerdeki toplumsal muhalefeti ezmenin ve kapsamlı iş yasalarını hayata geçirmek için bu fırsatını kaçırmayacaktı. İşçi Partisi ve sendikaları da arkasına alan Thatcher, savaş sırasında süren grevleri bütünüyle yasakladı. Sonraki yıllarda filmlere konu olan ve savaşla birlikte bilinçli bir şekilde yükseltilen milliyetçiliğin desteğiyle 74 gün süren savaşı kazandı. Bu savaşta İngiltere, ABD ve Fransa’nın bütünüyle açık desteğini aldı. Savaştan galip ayrılmanın hızıyla, İngiltere’de, toplumsal refahın ikinci dünya savaşı sonrasında görece korunan bütün kazanımları işçi sınıfının elinden bir bir gasp edildi. Büyük madenci grevi de dahil birçok grev bizzat yeni dönemde sendikaların da desteğiyle yenilgiye uğratıldı. İngiltere ve ABD’de başarıyla uygulanan ve sermayenin dizginsiz genişlemesini sağlayan düzenlemeler dünyanın geri kalanında hızla uygulanmaya
başlandı.
Falkland Savaşı ve oportünizm Burjuvazinin, sınıf mücadeleleri tarihi boyunca böylesi krizlerin ortasında farklı ulustan işçi ve emekçileri savaşa sürüklediğini defalarca gördük. Milyonlarca insanın öldüğü bütün emperyalist savaşların, işgallerin nedeninin, kapitalistlerin daha fazla pazar ve daha fazla kâr elde etme arzuları olduğunu biliyoruz. Burjuvazi kârlarını korumak için silahlanırken, işçi ve emekçileri milliyetçilikle zehirleyerek savaşa sürüklüyor. 70’lerin ortasında patlak veren ekonomik kriz ve her iki ülkede yükselen sınıf hareketi, Arjantin ve İngiltere’yi saldırganlığa iterken işçi ve emekçiler, milliyetçilik zehiriyle “kendi” burjuva partileri eliyle bir kez daha etkisiz hale getirildiler. Özellikle Arjantin’de “İngiliz emperyalizmine karşı” bizzat generaller tarafından başlatılan kampanyalarla, yasaklı olan sendikalar ve partilerin eylemlerine izin verildi. Solun geniş kesimi ile içinde Morenocuların da olduğu “Troçkistler” generallerin arkasında hizaya geçtiler. Başta sendikalar olmak üzere Peronizm’in damgasını vurduğu Arjantin solu, generallerin Falkland adalarındaki işgaline destek verdiler. Morenocular ise Arjantin’in İngiliz emperyalizmini dize getirmesi için uluslararası kampanyalar örgütlerken Arjantin’in adadaki işgalini, İngiliz emperyalizmi ile Arjantin halkının mücadelesi olarak gösterdi. Daha da ileri giderek Falkland’a asker sevkiyatının başlaması üzerine “ülke tarihinde o güne kadar görülmedik, olağanüstü bir devrimci yükselişin ortaya çıktığını … sosyalist devrimin ilerlediği”ni iddia etti.[1] Önceki on yıllar boyunca gerillacılıktan Peronizm’e savrulan Morenocular Arjantin soluna damgasını vuran ulusalcılığı ve milliyetçiliği askeri diktatörlüğün arkasında bir kez daha dile
19
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Savaş, 74 günün sonunda Arjantin’in yenilgisiyle sonuçlanırken, esas yenilgiye uğrayan Arjantin ve İngiltere’de kendilerini kapsamlı saldırıların beklediği işçi ve emekçilerdi. Thatcher savaşın galibiyeti üzerine 1983 seçimlerinden zaferle ayrıldı.
20
getirerek Marksistlerin birinci ve ikinci dünya savaşlarında geliştirdikleri pozisyonları reddederek karşı devrimci bir rol oynamışlardır.
“Diktatörlüğe karşı savaş”(!)
nadına teslim oldu. Savaşa, işgale ve askeri diktatörlüğe karşı devrimci bozgunculuğu öne çıkaran bir program, kapsamlı saldırıların öngününde olan İngiliz işçi sınıfını savaşa ve Thatcher’ın iktidarına karşı harekete geçirebilirdi. Böyle bir program ortaya çıkmadığı gibi Arjantin ve İngiltere’de işçi ve emekçilerin geniş yığınları sendikalar ve ulusalcıların yardımıyla militarizme boyun eğdiler. Bunun sebebi, hiç şüphesiz, her iki ülke işçi sınıfını ortak devrimci program ve eylemde birleştirecek Marksist partilerin yokluğuydu. Savaş sonrasında Thatcher’in galibiyeti, işçi sınıfının on yıllar sürecek yenilgilerini birbiri ardına hayata geçirmesini sağladı. Dahası bu yenilgiler sonrası, emperyalist saldırganlık Lübnan’dan, Libya’ya, Nikaragua’dan Afganistan’a kadar geniş bir bölgeye hızla yayıldı. Bugün olası savaş ve işgallerin bir kez daha ortasındayız. Hemen yanı başımızda Suriye’de kapsamlı yıkımların habercisi olan gelişmelerle karşı karşıyayız. İran, İsrail, Irak gibi ülkelerde kriz derinleşiyor. Bugün küçük bir kıvılcımın ateşleyebileceği savaşlar, okyanusta İngiltere ve Arjantin’i bir kez daha karşı karşıya getirebilir. Biz, kapitalistlerin dünyayı yıkıma götüren savaşlarına ve işgallerine “dur” diyecek tek gücün uluslararası işçi sınıfı olduğunu düşünüyoruz.
İngiltere’de ise 74 gün süren savaş, işgalci Arjantin’e karşı ada halkının “özgürleştirilmesi” olarak kabul ettirilmeye çalışıldı. Arjantin’deki askeri diktatörlük karşısında demokrasiyi öne çıkaran söylemler, Mussolini ve Franko dahil Arjantin’in hemen yanı başında Şili’de Pinochet’e karşı hiçbir zaman dile getirilmedi. Savaşla birlikte İngiliz burjuvazisi, Thatcher’in işçi sınıfına karşı amansız saldırıları öncesinde kitleleri teslim aldı. Savaş, 74 günün sonunda Arjantin’in yenilgisiyle sonuçlanırken, esas yenilgiye uğrayan Arjantin ve İngiltere’de kendilerini kapsamlı saldırıların beklediği işçi ve emekçilerdi. Thatcher savaşın galibiyeti üzerine 1983 seçimlerinden zaferle ayrıldı. Bu zaferle, Thatcher bir dizi iş yasasını hayata geçirirken özelleştirmeler eliyle onbinlerce işçinin işine son verdi. Esnek çalışma gibi uygulamalarla neo-liberalizmin kalesi haline gelen İngiltere’de zafer İngiliz burjuvazisinindi. Arjantin’de ise yenilgi askeri diktatörlüğün yıkılmasına yol açarken burjuva parlementerist sistem önceki dönemden daha güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının yarattığı şaşkınlık, savaş HHHH boyunca askeri diktatörlüğü savunan solu ve sendikaları savaş sonrasında çaresiz bıraktı. Onların yaşadığı bu moral bozukluğu, yenilgiyle sarsılmış olan askeri diktatörlüğe karşı genel bir saldırı başlatma iradesini bütünüyle ortadan kaldırdı. Savaş sırasında Arjantin solu, “gerçek Dipnotlar düşman içerde” sloganını ifade [1] SSS-Sosyalizm dergisi 9. sayı (Arjanetmek yerine burjuvazinin silahlı ka- tin Troçkizmi, Morenoculuk Dosyası )
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
küreselleşme ve militarizmin yükselişi halil çelik
2000–2010 yılları arasında dünyanın 28 yerinde 29 “büyük silahlı çatışma” yaşandı. Yüzbinlerce insanın yaşamına ve devasa bir maddi yıkıma mal olan bu çatışmaların en kapsamlıları, kuşkusuz, ABD önderliğindeki Batılı emperyalist güçlerin müdahaleleriyle Afganistan, Irak ve Somali’de yaşananlardır.
S
ilahlanma ve askeri yatırımlar konusundaki araştırmalarıyla tanınan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2011 Yıllığı’na göre, 2000–2010 yılları arasında dünyanın 28 yerinde 29 “büyük silahlı çatışma”[1] yaşandı.[2] Yüzbinlerce insanın yaşamına ve devasa bir maddi yıkıma mal olan bu çatışmaların en kapsamlıları, kuşkusuz, ABD önderliğindeki Batılı emperyalist güçlerin müdahaleleriyle Afganistan, Irak ve Somali’de yaşananlardır. 600.000 dolayında sivilin doğrudan çatışmalarda öldüğü, bir o kadarının yaralandığı ve milyonlarca insanın evini-yurdunu terk etmek zorunda kaldığı bu üç ülkede yaşananları, siyasi-ideolojik tercihe göre Taliban önderlerinin, Saddam Hüseyin’in ve Somali’deki diktatör Siad Barre ile onu deviren isyancıların “barbarlığıyla” ya da Bush’un “çılgınlığıyla” açıklamak, kuşkusuz mümkün. Ama çok sayıda örneğine rastladığımız bu tür açıklamalar, bize, ne bu insanların neden “çılgın” oldukları hakkında bir bilgi veriyor ne de yaşananları anlamamızı sağlıyor. Benzeri bir durum, Batılı emperyalistlerin, SSCB’nin yokluğunda -deyim yerindeyse- diledikleri gibi at koşturdukları biçimindeki bir diğer açıklama için de söz konusu. Asıl olarak “sol” cenahta rağbet gören bu sav, her ne kadar ilk bakışta “anlamlı” görünse de, SSCB’nin çöküşünü de beraberinde getiren küresel-tarihsel maddi dinamikleri gözardı ettiği için, temelsizdir. Son olarak, giderek yükselen militarizmin, artan savaşların ve iç savaşların arkasında küresel sermaye gruplarının, petrol ve silah şirketlerin çıkarlarının yattığını gören ama bütün bu yıkımları yalnızca onlarla açıklayan kesimlere değinmekte yarar var. Genel olarak “küreselleşme karşıtı” ya da “savaş karşıtı” başlıkları altında toplayabileceğimiz bu kesimler, insan soyunun son 30–40 yıldır karşı karşıya olduğu küreselleşme gerçekliğini yakalamakla birlikte, tek tek küresel şirketlerle ve onların emrindeki hükümetlerle (yani gölgelerle) boğuşmaktan kurtulamıyor. Bunun nedeni, onların, küreselleşmenin kapitalizmde içsel bir süreç ve onun gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olduğunu görememesidir. Böyle olunca, söz konusu kesimler, kimi küresel şirketlerin, örneğin kadın ve çocuk emeğini barbarca sömürmesine, milyonlarca köylüyü kendi gıda üretim zincirlerine dahil etmesine, emperyalist işgallere ya da doğal çevreye verdikleri zararlara karşı önemli kampanyalar düzenlemekle birlikte, hiçbir kalıcı başarı elde edemiyorlar. Bunu söylerken, onların bu alanlarda elde ettikleri kısmi başarıları elbette göz ardı etmiyoruz. Vurgulamak istediğimiz şey, söz konusu hareketlerin şu ya da bu küresel şirket karşısında elde
21
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ettiği yerel başarıların dünyanın başka yerlerindeki yıkımları önlemeye yetmediği ve sorunun kökten çözümüne hizmet etmediğidir. Dahası, küreselleşmeye yönelik eleştirisini adı kötüye çıkmış birkaç şirketle ve hükümetle sınırlayan bu kesimler, insanlarda, kapitalizm altında daha adil bir düzenin kurulabileceği yanılsamasını yaratıyorlar. Onların “daha adil” bir düzenden anladıkları şey ise, gerçekte, kapitalist gelişmenin II. Dünya Savaşı sonrası kabaca 25–30 yıllık- döneme denk düşen ulusal korumacı-kalkınmacı “sosyal-refah devleti”nden başka bir şey değil.
Çokuluslu şirketlerin mali alanda “kendi” ulus devletlerinin denetiminden kurtularak küresel bir piyasa yaratma süreci, kısa süre içinde mal ve işgücü piyasalarına; en önemlisi de doğrudan üretim süreçlerine yayıldı.
Ulus-devletin çöküşü Kapitalist dünya ekonomisinin ABD emperyalizmi önderliğinde ulusal kompartımanlar biçiminde örgütlendiği o dönemde, 1929 Bunalımı’na ve dünya savaşına yol açtığı varsayılan uluslararası para spekülasyonlarını engellemek amacıyla bütün ulusal paraların değeri ABD Doları üzerinden altına endekslenmiş (Bretton Woods Anlaşması); malların, işgücünün ve sermayenin uluslararası dolaşımının önüne ulusal koruma duvarları çekilmiş; savaş yılları boyunca devasa bir sermaye birikimi sağlamış olan ABD’nin aktardığı kaynaklar sayesinde, ulusal korumacı piyasa ekonomisi temelinde bir kalkınma süreci başlamıştı. Keynesçilik olarak bilinen bu modele göre, sermayenin uluslararası dolaşımı sıkı bir denetim altına alındığında ve ulusal piyasalar ulus devletlerin etkin müdahalesiyle düzenlendiğinde, iç talebi canlandırma yoluyla bir “refah toplumu” yaratmak; ekonomik-toplumsal krizlerden ve savaşlardan kurtulmak mümkündü. Ama bütünüyle Bretton Woods sistemine ve ABD ekonomisinin üstünlüğüne bağlı olan bu kalkınma/refah modeli, ABD’nin bu anlaşma uya-
22
rınca elinde tuttuğu altın rezervi piyasadaki dolar miktarının fazlasıyla altına inince çatırdamaya başladı. “Altın stoğu, 1968’e gelindiğinde, tehlikeli bir şekilde, Bretton Woods sisteminin işlemesi için gerekli görülen en alt düzey olan 10 milyar ABD Doları’a yakın bir düzeye indi. ABD altın stokları artık 1950’dekinin yarısı kadardı. “Başkan Johnson, ortaya çıkan altın krizine yanıt olarak, 1968’de Amerikan sermayesinin dışarıya çıkışına bir dizi sınırlamalar getirmeye girişti. Ancak tam da bu önlemlerin uygulanması, ABD bankalarının döviz kontrollerini aşmak için yollar bulmasına yol açtı. Onların faaliyetleri, bugün, her türlü ulusal devletin ya da bir grup merkez bankasının denetimi dışında faaliyet gösterir hale gelen bir uluslararası mali sistemin temel taşlarını döşedi. “Bretton Woods sisteminin 1971–73 döneminde nihai olarak çökmesiyle birlikte, Avrodolar pazarları, kısa süre içinde, o parayı tedavüle sokmuş olan ulus devletin sınırları dışındaki parayla ilgilenen bir dünya para piyasası oluşturdu. Bunu gerçekleştiren en büyük biricik güç, bu en güçlü emperyalist devletin giriştiği denetimlerin altını oymak için yollar arayan ABD çokuluslu şirketleri ile bankalarıydı.”[3] Çokuluslu şirketlerin mali alanda “kendi” ulus devletlerinin denetiminden kurtularak küresel bir piyasa yaratma süreci, kısa süre içinde mal ve işgücü piyasalarına; en önemlisi de doğrudan üretim süreçlerine yayıldı. Bütün önceki dönemlerde ulusal sınırlar içinde gerçekleşmiş olan artı değer üretiminin (üretken sermayenin) gerçekleşmesi sürecinin küresel boyut kazanmasıyla birlikte, ulusal piyasalar ile birlikte ulus devletin ekonomik temelleri de ortadan kalkacaktı. Küreselleşme olarak tanımlanan bu sürecin temel dinamiği,
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Bir dönemin şanlı “ulusal burjuvazisinin” en güçlü kesimleri, ulusal korumacıkalkınmacı modelin tıkandığını gördüklerinde, küresel sermayenin taşeronluğuna soyunmakta ve kucağında büyüdükleri korumacı ulusdevletin idam fermanını imzalamakta tereddüt etmediler.
kuşkusuz, üretici güçlerde yaşanan devrimci gelişmelerdi. Bilimde ve teknolojide yaşanan atılımlar, sermayenin para ve meta biçiminde dünyanın dört bir yanındaki dolaşımını hızlandırmakla kalmamış; tek bir malın üretiminin kıtalar ötesinde, küresel ölçekte üretimini mümkün kılarak, bizzat üretken sermayeyi (artı değer sömürüsünü) küreselleştirmişti. En güçlü görünenleri de dahil, hiçbir ulusal ya da yerel sınır, üretici güçlerin bu gelişiminin önünde direnemedi. Bir dönemin şanlı “ulusal burjuvazisinin” en güçlü kesimleri, ulusal korumacı-kalkınmacı modelin tıkandığını gördüklerinde, küresel sermayenin taşeronluğuna soyunmakta ve kucağında büyüdükleri korumacı ulus-devletin idam fermanını imzalamakta tereddüt etmediler. Önceki sermaye birikim modelinin tıkanmış olmasından kaynaklanan ekonomik krizin yol açtığı güçlü bir toplumsal muhalefetle karşı karşıya kalan yönetici seçkinlerin onlara katılması uzun sürmedi. Nihayet, Stalinistlerden, sosyal demokratlardan ve başka küçük burjuva akımlardan sendikal ve siyasi önderlikler küresel sermayenin kervanına katıldılar. Hepsinin amacı aynıydı: Sahip oldukları ekonomik ve sosyal ayrıcalıkları ne pahasına olursa olsun korumak. Küresel şirketler ile yerel kapitalistler ve geleneksel (sosyal demokrat ve Stalinist) işçi önderlikleri arasında kurulan bu ittifakın üyeleri, varlıklarını sürdürmenin yeni zeminini oluştururken, kendilerini var eden korumacı ulus-devleti ortadan kaldırmak zorundaydılar. Öyle de yaptılar. Gerçekleştirilen anayasal ve yasal değişikliklerle, küresel sermayenin özgürce faaliyetinin önündeki ulusal engellerin kaldırılması, aynı zamanda, önceki dönemin ulus-devletinin gözetimi altındaki ulusal piyasanın hukuksal ve siyasi çerçevesinin de tasfiyesiydi.
Toplumsal eşitsizlik Ulus-devletin koruması altındaki ulusal sermaye, mal ve işgücü piyasaları üzerine kurulu “refah devleti”, asıl olarak, kapitalist üretim ve yeniden üretim süreçleri üzerine sağlanmış ulusal bir “toplumsal uzlaşma” üzerine kuruluydu. İşçi sınıfının geleneksel önderliklerinin başrolü oynadığı bir süreçte ulusal sınırlar içinde üretilen mal ve hizmetlerin yanı sıra işgücünün de fiyatının belirlendiği bu modelde, ulus-devlet, gümrük politikaları eliyle ulusal piyasayı koruyordu. Bu, gerçekte, “ulusal” kapitalistlerin uluslararası rekabet karşısında korunmasıydı. Ulusal piyasalardaki talebe bağlı olarak ekonomi büyüdüğü sürece, işçi sınıfı da toplumsal refahtan belirli bir pay alabiliyordu. Dahası, işçi sınıfının ve emekçilerin yaşam standardının yükselmesi, iç talebin artması üzerine kurulu sermaye birikiminin (kapitalistlerin kârlarının) artması için gerekliydi. Bunu sağlama görevi de, yukarıda değindiğimiz “toplumsal uzlaşma” çerçevesinde sendikalar ile kapitalistler arasında arabulucu bir konum edinmiş olan ulus-devlete düşüyordu. Ulus-devletin küresel sermaye önünde diz çökmesiyle birlikte, işçi sınıfının ve emekçilerin “sosyal devlet” döneminde edinmiş oldukları kazanımların adım adım ortadan kaldırılmasına başlandı. İktidarını koruma çabasındaki egemen sınıf, büyük ölçüde küresel şirketlerin elinde yoğunlaşmış olan sermayenin olabildiğince büyük kesimini “kendi” topraklarına çekmek için, ona rakiplerinden daha çekici koşullar sunmak zorundaydı. Bu, küresel sermaye için daha az maliyet (vergi muafiyetleri, daha düşük ücret ve başka teşvikler), çalışanlar içinse daha kötü çalışma ve yaşam koşulları (yoğun sömürü) demekti. Sonuç, kitlesel işsizlik, yoksulluk ve toplumsal servetin sınıflar ve bölgeler
23
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Küreselleşme sürecinde, sınıflar ve bölgeler arasında hızla yükselen toplumsal eşitsizliği dengelemek için gereksinim duyduğu ekonomik dayanaklardan yoksun kalmış olan burjuva devlet, artık, bu toplumsal eşitsizliklerin kaçınılmaz olarak yol açtığı toplumsal hareketleri ezmenin aracı haline gelmiş durumda.
arasındaki dağılımda önceki dönemle karşılaştırılamayacak denli büyük bir farklılaşma oldu. Önceki dönemin ulus-devleti sağlık, eğitim, kültür vb. bütün yükümlülüklerinden arınır ve bu alanları küresel sermayeye peşkeş çekerken, küreselleşme döneminin burjuva devleti, giderek daha fazla “düzeni sağlama aracı” haline geldi. Burjuva liberal söylemde “devletin küçülmesi” olarak adlandırılan ve alkışlanan bu süreç, onun bütün önceki sosyal yükümlülüklerinden arınması ve ideolojik aygıtlarını şirketlere devretmesi anlamında, bir gerçekliktir. Ama aynı tablonun diğer yanında, devletin baskı aygıtlarının (yargının, polisin ve ordunun) devasa büyümesi gerçekliğiyle de karşı karşıyayız. Küreselleşme sürecinde, sınıflar ve bölgeler arasında hızla yükselen toplumsal eşitsizliği dengelemek için gereksinim duyduğu ekonomik dayanaklardan yoksun kalmış olan burjuva devlet, artık, bu toplumsal eşitsizliklerin kaçınılmaz olarak yol açtığı toplumsal hareketleri ezmenin aracı haline gelmiş durumda. Buna elbette sermayenin uluslararası dolaşımında
üstlendikleri aracı rolü de dahil.
Artan istikrarsızlık Burjuva devletlerin birbiri ardına sermayenin küresel işleyişinin önünde diz çökmesi ve sosyal yükümlülüklerinden kurtulması, üretim sürecinin “esnekleşmesi”, düşük ücretli geçici işlerin ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması ile tamamlandığında, bunun ilk doğrudan sonucu işçilerin yaşam koşullarında şiddetli bir gerileme oldu. Dünya çapında on milyonlarca işçinin günlük yaşamına egemen olan güvensizlik ve istikrarsızlık, kısa süre içinde, küresel şirketlerle rekabet etme şansına sahip olmayan on milyonlarca küçük üreticiyi kapsadı. Aşırı yoksullaşma ile atbaşı giden güvensizlik ve istikrarsızlık, aynı zamanda, sürekli bir huzursuzluğun, her an herhangi bir şekilde patlayacak çatışmaların, devrimci kalkışmaların ve rejim değişikliklerinin habercisidir. Bunu en iyi bilenler de, kuşkusuz kapitalistler ve onların emrindeki devletlerdir. Ulusal siyasi sınırlar içinde yaşanan bu gelişmenin bir benzeri, giderek yoğunlaşan bir şekilde, uluslararası düzeyde gözlenmektedir. Son yirmi yıldır uluslararası düzeyde yaşanan bütün gelişmeler, ekonomik temelleri fiilen ortadan kalkmış olmakla birlikte siyasi varlıklarını sürdüren ulus-devletler arasındaki ilişkilere egemen olan güvensizliğin ve gerginlik ortamının sürekli arttığını gösteriyor. İçeride her an patlayabilecek olan toplumsal hareketleri bastırmak üzere neredeyse yalnızca polis rolüne soyunmuş olan burjuva devletler, kapitalizmin küresel işleyişinin uluslararası ölçekte yol açtığı istikrarsızlık ve çatışma ortamında, aynı şekilde, büyük bir hızla silahlanıyorlar. Bu silahlanma da, mevcut gerilimleri, insanlığı bir üçüncü dünya savaşına sürükleyecek şekilde arttırmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor.
24
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k SIPRI’nin verilerine göre, 2010 yılında, dünyadaki toplam askeri harcamalar 1 trilyon 630 milyar ABD dolarına ulaşmıştı ki bu o yılki dünya gayrisafi hasılasının yüzde 2,6’sına ya da kişi başına 236 dolara denkti.
700 650 550 500 450 400 350 300 250 200 150 100 50 0 milyar ABD dolar
Çin
Küresel silahlanma Daha fazla kâr ve rekabet üzerine kurulu bir sistem olan kapitalizm altında, silahlanma, her zaman burjuva devletlerin ana eğilimlerinden biri olmuştur. Ancak bu eğilim, son otuz yıldır birbiri ardına patlayan mali ve ekonomik krizlerden etkilenmek bir yana, her zamankinden daha belirgin bir hal almış durumda. SIPRI’nin verilerine göre, 2010 yılında, dünyadaki toplam askeri harcamalar 1 trilyon 630 milyar ABD dolarına ulaşmıştı ki bu o yılki dünya gayrisafi hasılasının yüzde 2,6’sına ya da kişi başına 236 dolara denkti. 2010 yılındaki askeri harcamalar, aynı zamanda, 2001 yılına göre yüzde 50’lik bir artışa denk düşüyordu. 2001–2010 yılları arasında, yalnızca ABD’nin askeri harcamaları, yüzde 81 oranında artmıştı. Aynı dönemde Çin’in askeri harcamaları yüzde 189, Rusya’nınki yüzde 82, Suudi Arabistan’ınki ise yüzde 63 oranında artmıştı. 2010 yılında silahlanmaya en fazla para harcayan ülke, 698 milyar dolar ile ABD idi (dünyadaki toplam askeri harcamaların yüzde 43’ü). SIPRI’nin tahminine göre, onun ardından gelen Çin’in 2010 yılındaki askeri harcaması 119 miyar dolarken, onu 59,6 milyar dolarla Britanya, 59,3 milyar dolarla Fransa, 58,7 milyar dolarla Rusya ve
Fransa
Britanya
Rusya
Japonya Almanya
2010 yılında silahlanmaya en fazla para ayıran 7 ülke. Kaynak: SIPRI, Yearbook 2011.
54,5 milyar dolarla Japonya izliyordu. Türkiye ise askeri harcamalarının gayrisafi milli hasılaya oranı 2001’de yüzde 3,7’den 2010’da yüzde 2,5 dolayına inmesine karşılık, 2010 yılındaki 17,5 milyar dolarlık askeri harcamasıyla 15. sıradaydı.[4] Görüldüğü gibi, ABD’nin açık arayla önde olduğu bu silahlanma yarışında, Britanya, Fransa, Almanya, Japonya gibi geleneksel emperyalist devletlerin yanı sıra Rusya ve Çin gibi yükselen yeni emperyalist güçler de ilk sıraları paylaşıyor. Öte yandan, silahlanma yarışında, her biri bölgesel bir güç olarak sivrilen Brezilya, Hindistan, Güney Afrika ve Türkiye gibi ülkeler hızla ön plana çıkmaktadır. Askeri harcamaların en hızlı şekilde Afrika, Güney Amerika ve Ortadoğu’da arttığını göz önünde bulundurduğumuzda, önümüzdeki dönemde emperyalistler ve/veya onların taşeronları arasında yaşanacak yıkıcı savaşlarının nerelerde patlayacağını da görebiliriz. Askeri harcamalardaki artışın özellikle çatışmaların yoğun olarak yaşandığı bölgelerde yoğunlaşması, her ne kadar burjuva politikacıları ve medyası tarafından “güvenlik” gerekçesiyle açıklansa da, gerçekte, bu, “barışı ve güvenliği” giderek daha fazla tehlikeye sokan başlıca etmen olmayı sürdürüyor. Bu durum, örneğin, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile sürekli sorun içinde yaşayan Türkiye ile Kaşmir üzerindeki hak iddiaları nedeniyle defalarca savaşın eşiğine gelmiş olan Pakistan ve Hindistan açısından fazlasıyla geçerlidir. Son yirmi yıl içinde bölgesel güçler olarak yükselen Brezilya, Türkiye, Hindistan ve Güney Afrika gibi ülkelerin hızla silahlanması, herhangi bir askeri saldırı tehdidinden değil; onların artan ekonomik ve siyasi güçlerine uygun güçlü bir orduya sahip olma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Önemli birer ekonomik güç ol-
25
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k malarına karşın, bunu asıl olarak küresel sermaye yatırımlarına borçlu olan bu devletler, bölgesel güç olma özlemlerini güçlü ve modern bir orduya sahip olarak giderme çabası içindeler. Brezilya’nın, Hindistan’ın, Güney Afrika’nın ve Türkiye’nin özellikle hava ve deniz kuvvetlerinde modernleştirmeye giderken özellikle de sınır ötesine hava yoluyla birlikler göndermeye yönelik programlara ağırlık veren yerli savaş sanayilerini oluşturması onların bu özlemlerinin ifadesidir.[5]
Nükleer tehdit
Ocak 2010 itibariyle, nükleer silahlara sahip olduğu bilinen sekiz ülkenin (ABD, Rusya Federasyonu, Britanya, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan ve İsrail) elinde, her an kullanılabilecek durumda olan 7.500’den fazla nükleer silah vardı
Yirmi yılı aşkın süredir, ne zaman bir “nükleer tehdit”ten söz edilse, kastedilen şeyin somut nükleer silahlar ve onları elinde bulunduran devletler olmadığını gördük. “Nükleer tehdit” masalı ne zaman burjuva politikacıları, sözümona “tarafsız” uluslararası kuruluşlar ve burjuva medyası tarafından dile getirildiyse, ulusal korumacılıkta ısrar ederek küresel sermayenin ve emperyalist devletlerin stratejik hesaplarının önünde engel olarak duran devletlerden biri (sırasıyla Irak, Kuzey Kore ve şimdi de İran) hedef tahtasına yerleştirildi. Saddam Hüseyin önderliğindeki BAAS diktatörlüğü altındaki Irak’ın herhangi bir nükleer silah geliştirmediği ortaya çıktığında, bu ülke emperyalist koalisyon tarafıından işgal edilmiş ve bütün kaynakları küresel şirketlere peşkeş çekilmişti. Kuzey Kore’de egemenliğini sürdüren bürokratik diktatörlük, gerçekten işleyen bir nükleer silaha sahip olduğu konusunda hiçbir kanıt olmamasına karşın, yine aynı bahaneyle, yıllardır ticari ve diplomatik ambargoya maruz bırakılıyor. Aynı emperyalist oyun, bir süredir, savaş tehditleri eşliğinde İran’a karşı oynanıyor. İran’ın herhangi bir nükleer silaha sahip olmadığı ise herkesçe biliniyor!
sekiz ülkenin (ABD, Rusya Federasyonu, Britanya, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan ve İsrail) elinde, her an kullanılabilecek durumda olan 7.500’den fazla nükleer silah vardı. Kullanıma hazır durumdaki savaş başlıkları, yedekte tutulanlar, aktif ve aktif olmayan stoklar ve sökülmesi planlanan sağlam savaş başlıkları dahil edildiğinde, bu sekiz ülkenin elindeki savaş başlıklarının sayısı 22.000’i bulmaktadır.[6] Bilindiği üzere, bu devletlerden beşi (ABD, Çin, Rusya, Fransa ve Britanya), 1968 yılında imzalanan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’yla (NPT), nükleer silahlara sahip devletler olarak tanınmış; onların nükleer silahlara sahip olması ve bunları geliştirmesi, uluslararası burjuva hukukuna göre bir “hak” olarak kabul edilmiştir. Bu emperyalist devletlerin ya da NPT’yi imzalamamakla birlikte fiilen nükleer silah geliştirmiş olan Hindistan’ın, İsrail’in ve Pakistan’ın, ellerindeki nükleer silahları sökmek gibi bir niyetleri olmadığı gibi, onlar bütün güçleriyle, sahip oldukları nükleer programları modernleştirmek için çalışıyorlar. Özetle, emperyalistlerin ve İsrail, Hindistan ve Pakistan gibi bölgesel güç olma iddiası peşindeki devletlerin ellerindeki nükleer silahlar, bütün insanlığın geleceğini tehdit etmeyi sürdürüyor.
ABD’nin gerilemesi
ABD’nin toplam savunma bütçesi, 2001 yılında 304,8 milyar dolar iken, 2011 yılında -tahminen- 768 milyar dolara ulaştı ki bu, on yıl içinde yüzde 128 oranında bir artışa denk düşmektedir.[7] ABD emperyalizminin son on yıllar içinde sergilediği saldırganlık ve buna paralel olarak son on yıl içinde mali-ekonomik krize rağmen katlanarak artmış olan askeri harcaÖte yandan, Ocak 2010 itibariyle, maları, gerçekte, onun hızla gerilenükleer silahlara sahip olduğu bilinen mesinin ifadesidir. Dünya çapındaki
26
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k üstünlüğü uzunca süredir ekonomik büyüme ve üretkenlik üzerinde yükselmeyen ABD’li egemen sınıflar, küresel egemenliklerini sürdürmenin tek yolunu militarizmde bulmaktadır.
Dünya çapındaki üstünlüğü uzunca süredir ekonomik büyüme ve üretkenlik üzerinde yükselmeyen ABD’li egemen sınıflar, küresel egemenliklerini sürdürmenin tek yolunu militarizmde bulmaktadır.
geler değişti. Artık bütünüyle dünya piyasalarına bağımlı hale gelmiş olan ABD ekonomisi, toplam dünya üretimi içinde ilk sırada yer almayı sürdürmekle birlikte, önceki “kapitalist dünyanın patronu” konumunu hızla yitirmeye başladı. ABD, önce uluslararası pazarlarının, ardından da kendi iç pazarının önemli bir kısmını, verimlilikte ve kârlılıkta kendisini aşan emperyalist rakiplerine kaptırdı.
ABD emperyalizminin II. Dünya Savaşı sonrası birkaç on yıllık dönem boyunca başta diğer emperyalist güçler olmak üzere kapitalist dünya üzerinde kurduğu egemenlik, asıl olarak, kapitalizmin savaş sonrasında yeniden ayakları üzerine dikilmesini ve gelişmesini mümkün kılan devasa Kâr oranlarında düşüş mali-ekonomik gücünden kaynakla- ABD ekonomisindeki kâr oranı nıyordu. 1950’de yüzde 22 iken, 1970’lerin Bununla birlikte, ABD’nin Bretton ortalarına gelindiğinde, neredeyse Woods Anlaşması, IMF ve Dünya yarı yarıya azalarak, yüzde 12’ye inBankası, Marshall Planı, bölgesel mişti. ABD, 1970’lerin ortalarından ekonomik-siyasi işbirliği örgütleri, bu yana gerçek ücretlerde yaşanan uluslararası sendikal örgütlenmeler, yüzde 10 dolayındaki gerilemeye vakıflar vb. araçlarla pekiştirdiği bu rağmen, kâr oranlarında o dönemde üstünlüğü, başta yıkıma uğramış Av- sergilediği gerilemenin yalnızca üçte rupalı emperyalist devletler olmak birini telafi edebilmiş durumda. ABD üzere rakipleri ekonomik olarak sanayisinin kapasite kullanımı yüzde ayağa kalkmaya başladığında hızla 70–75 aralığında dolaşıyor, yatırımdezavantaja dönüştü. Yukarıda deği- larda ciddi bir artış yok, ekonomik nildiği gibi, Bretton Woods sisteminin büyüme son derece sınırlı ve bütçe 1973’te çökmesiyle birlikte, ABD ön- açığı devasa boyutlara ulaşmış duderliğinde kurulmuş olan bütün den- rumda ve sürekli artıyor.[8]
27
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ABD, NATO içindeki etkisini azaltan bu gelişmelere karşın, örgütün yapısında - ödünleri de içeren- önemli dönüşümlere imza atarak, hem Avrupalı rakiplerinin (özellikle de Fransa’nın) -deyim yerindeysesesini kıstı hem de NATO’yu rakipsiz bir dünya jandarması konumuna yükseltmeyi başardı.
28
Son derece gelişkin ve büyük bir askeri-sanayi sektöre sahip olan ABD’nin, küresel ölçekteki gücünü korumak için elindeki tek etkili silaha; askeri yöntemlere giderek daha fazla başvurmasının altında, işte bu dinamikler yatmaktadır.
NATO Öte yandan, Stalinist bürokratik diktatörlüklerin çökmesinin ardından tek ciddi uluslararası askeri örgütlenme olarak kalan NATO’yu da unutmamak gerek. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin tek patronu olduğu bu uluslararası askeri örgütlenme, eskisi kadar buyurgan biçimde olmasa da, ABD emperyalizminin başlıca uluslararası tahakküm aracı olmayı sürdürüyor. ABD’nin NATO’nun mutlak patronu olmaktan çıkmasındaki başlıca iki etmenden biri, onun dünya kapitalist ekonomisinin motor gücü olarak sahip olduğu önderliğinin büyük ölçüde aşınması ve rakip-müttefiklerinin mali-ekonomik güçlenmesi; ikincisi ise, Kremlin ve Pekin bürokrasilerinin kapitalizmin restorasyonuna yönelmesinin ardından, NATO üyesi bütün devletlerin soluğunu ensele-
rinde hissettikleri Sovyet tehditinin (Varşova Paktı’nın) ortadan kalkmış olmasıdır. Bununla birlikte, ABD, NATO içindeki etkisini azaltan bu gelişmelere karşın, örgütün yapısında - ödünleri de içeren- önemli dönüşümlere imza atarak, hem Avrupalı rakiplerinin (özellikle de Fransa’nın) -deyim yerindeyse- sesini kıstı hem de NATO’yu rakipsiz bir dünya jandarması konumuna yükseltmeyi başardı. Doğu’ya genişleme, diğer üyelerin karar mekanizmalarına katılımı, yeni stratejik yönelimlerin benimsenmesi, Rusya Federasyonu ile ortak mekanizmaların oluşturulması vb. bu yönde atılmış adımlardı. ABD, 1999’da Yugoslavya’ya karşı başlatılan saldırıyla birlikte, AB’nin kendi bağımsız askeri örgütlenmesi olarak geliştirdiği Batı Avrupa Birliği’ne (BAB) önemli bir darbe indirdikten sonra, NATO’yu, bir bütün olarak ya da kimi üyelerinin “gönüllü” katılımıyla, dünyanın birçok yerine müdahale eden bir güç haline getirdi. NATO üyesi devletler, son yirmi yıl boyunca, ABD’nin giriştiği bütün emperyalist müdahalelerde, şu ya da bu
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
ABD emperyalizminin baş edilemez gibi görünen askeri gücünden ve birçok durumda Çin ile Rusya hariç- bütün rakiplerinin onunla ortak davranıyor olmasından hareketle, emperyalist devletler arasında kapsamlı bir hesaplaşmanın yaşanmayacağını düşünmek, yalnızca, tarihe ve temel ekonomik süreçlere ilişkin akıl almaz bir aymazlığın ifadesi olabilir.
biçimde ona yedeklenmektedir. ABD emperyalizminin küresel üstünlüğünü koruyabilmek için son çare olarak sarıldığı militarizm, çatışmaları süreklileştiren ve derinleştiren kendine özgü bir işleyişe sahiptir. “ABD, askeri çatışmalara dahil olduğu ölçüde, asıl olarak askeri alanda yenilgiye uğradığı için değil ama çoğunlukla zaferlerinin yol açtığı sorunların üstesinden gelmek için daha fazla güç kullanmak zorunda kalmaktadır.”[9] ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da ve Somali’de giriştiği askeri müdahalelerde bugün gelinen nokta, tam da bu gerçeği kanıtlıyor. Ama dahası var. ABD, asıl olarak küresel enerji kaynakları ve onların emperyalist merkezlere ulaşım yolları üzerinde yoğunlaşan her askeri müdahalenin ardında, yalnızca ekonomik ve toplumsal bir yıkım bırakmamakta; aynı zamanda, zaten pamuk ipliğine bağlı olan ekonomik ve siyasi “dengeleri” de alt üst etmektedir.
“Nihai hesaplaşmaya” doğru Troçki, seksen yılı aşkın süre önce kaleme aldığı Lenin’den Sonra III. Enternasyonal adlı eserinin “Uluslararası Devrimin Programı mı, Tek Ülkede Sosyalizm’in programı mı?” başlıklı birinci bölümünde, şu değerlendirmeyi yapmıştı: “ABD’nin hegemonyası, kriz döneminde, yükseliş döneminde olduğundan daha tam, daha açık ve daha insafsız bir şekilde işleyecektir. ABD, nerede (Asya’da, Kanada’da, Güney Amerika’da, Avustralya’da ya da bizzat Avrupa’da) ortaya çıktığına ve barışçıl biçimde ya da savaş yoluyla gerçekleşip gerçekleşmediğine aldırmaksızın, öncelikle Avrupa’nın zararına, kendi zorluklarının ve sorunlarının üstesinden gelmeye ve kendisini bunlardan kurtarmaya çalışacaktır.” Troçki’nin bu öngörüsünü, yükselen
iki emperyalist güç olarak Çin’i ve Rusya Federasyonu’nu “Avrupa”ya ekleyerek, olduğu gibi, günümüze uyarlayabiliriz. Bununla birlikte, Avrupalı, Rusyalı ve Çinli rakiplerinin, ABD’nin yükselen militarizminin karşısında eli kolu bağlı durmadığını; militarizmin başta emperyalistler olmak üzere bütün devletlerin ana eğilimi olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Unutmayalım ki, milyarlarca dolarlık silahlar iş olsun diye değil ama kullanılmak üzere üretilmekte ve satın alınmaktadır. ABD emperyalizminin baş edilemez gibi görünen askeri gücünden ve birçok durumda Çin ile Rusya hariçbütün rakiplerinin onunla ortak davranıyor olmasından hareketle, emperyalist devletler arasında kapsamlı bir hesaplaşmanın yaşanmayacağını düşünmek, yalnızca tarihe ve temel ekonomik süreçlere ilişkin akıl almaz bir aymazlığın ifadesi olabilir. Üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, sermayenin (mal-hizmet, para ve üretken sermaye olarak) küresel ölçekte faaliyetini mümkün kılarak üretimi tarihte rastlanmadık ölçüde toplumsallaştırmış durumda. Buna karşılık, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve küresel ölçekte üretilen servet, insan soyunun ezici çoğunluğunu sefalet koşullarında yaşamaya mahkûm edecek şekilde, giderek daha az sayıda insanın elinde yoğunlaşıyor. Üretici güçlerin sınırsız gelişme dinamiği ve üretimin toplumsallaşması ile burjuva özel mülkiyetin ve onun hukuksal ifadesi olan devletlerin varlığını sürdürmesi arasındaki bu çelişki, kapitalizmin doğasında vardır. Peki, bu çelişkiden kurtulmanın bir yolu yok mu? Elbette var. Hem de bir değil iki yolu var. Bunlardan ilki, söz konusu çelişkinin kapitalizmin doğal işleyişi içindeki çözümüdür. En kap-
29
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Doğal kaynakların, üretim birimlerinin, ulaşım araçlarının, bilimselteknolojik gelişmenin ürünlerinin ve insan soyunun bütün kültürel birikimlerinin yeniden üretilmek üzere imhası, insanların çılgınca düşüncelerinin ürünü değil; kapitalist üretim biçiminin kaçınılmaz sonucudur
samlı şekilde 20. yüzyılda ardı ardına yaşanan iki dünya savaşında tanık olduğumuz bu çözümde, üretici güçler, burjuvazinin her bir kesiminin diğerinin elindeki sermayeye el koymak amacıyla giriştiği savaşlarda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ve burjuva devletin korunması uğruna kapsamlı biçimde imha edilir. Doğal kaynakların, üretim birimlerinin, ulaşım araçlarının, bilimsel-teknolojik gelişmenin ürünlerinin ve insan soyunun bütün kültürel birikimlerinin yeniden üretilmek üzere imhası, insanların çılgınca düşüncelerinin ürünü değil; kapitalist üretim biçiminin kaçınılmaz sonucudur. Bunu, gelişmesini / büyümesini sürdüren canlı bir organizmayı (üretici güçler), içine hapsedildiği elbiseyi (özel mülkiyet ve devlet) parçalama noktasına geldiğinde kesip küçülterek yeniden o elbiseye sığacak hale getirmeye benzetebiliriz.
HHHH
Dipnotlar Taraflarından en az birini bir devletin oluşturduğu ve yılda binden fazla insanın öldüğü çatışmalar “büyük silahlı çatışma” olarak kabul ediliyor.
[1]
SIPRI Yearbook 2011: Armaments, Disarmament and International Security, syf. 4 [2]
Küreselleşme ve Uluslararası İşçi Sınıfı: Marksist Bir Değerlendirme, IV. EnBu çelişkinin ikinci -ve tek ilerici/ya- ternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin pıcı çözümü ise insanlığın binlerce yıl Açıklaması, Mehring Books, 1998
içinde geliştirmiş olduğu üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel oluşturan mülkiyet ilişkilerini değiştirmektir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ve onun bütün hukuksal, siyasi vb. uzantılarını ortadan kaldırmak, üretimin, kapitalist kâr amacına tabi olmaktan kurtularak yalnızca insanların gereksinimlerini karşılamak üzere dünya ölçeğinde yeniden düzenlenmesi demektir. Bu çözüm, kapitalizmin kendiliğinden işleyen yıkıcı çözümünden farklı olarak, işçi sınıfının uluslararası ölçekte bilinçli bir çabasını; örgütlenmesini, mücadelesini ve sosyalist devrimlerini gerektirir. Zira “ABD’nin yağmacı ve gerici bir patlamayla yanıt verdiği üretimin küreselleşmesi, aynı zamanda, sıradan çalışan kitlelerin uluslararası ölçekte birleşerek tarihsel olarak ilerici bir yanıt vermesinin, geçmişte hiçbir
30
zaman mümkün olmayan ve yalnızca hayal edilen koşullarını da oluşturmuştur.[10]
[3]
[4]
SIPRI Yearbook 2011
SIPRI Yearbook 2011- Military Spending And Armaments, 2010, syf. 158– 180 [5]
SIPRI Yearbook 2011, h t t p : / / w w w. s i p r i . o r g / y e a rbook/2010/08
[6]
Military Spending and Armaments2010, SIPRI Yearbook 2011, syf 158 [7]
[8] Nick Beams, “The political economy of American militarism”, 10 July 2003, http://wsws.org/articles/2003/jul2003 /nb-j10.shtml]
Nick Beams, “The political foundations for the struggle against militarism and war”, 26 August 2006, [9]
http://wsws.org/articles/2006/aug200 6/beam-a26.shtml [10] Nick Beams, “The political economy of American militarism”, 10 July 2003, http://wsws.org/articles/2003/jul2003 /nb-j10.shtml
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
nato’nun krizi ve “akıllı savunma” ozan özgür
Rasmussen: “Akıllı savunma’ girişimimiz kolektif ihtiyaçlarımızı ulusal önceliklerimizle daha uyumlu hale getirmeye çalışan yeni bir anlayıştır. O yalnızca [askeri harcamalarda] kısıntı yapmaya değil ama neyi elde tutacağımıza ve nerede uzmanlaşacağımıza karar vermek anlamına gelir. O, çok yönlü işbirliği demektir”
NATO Genel Sekreteri
Anders Fogh Rasmussen
K
uzey Atlantik Paktı Örgütü (NATO) Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen 12 Mart günü Kopenhag’da Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlerin parlamentolarının dış ilişkiler komiteleri başkanlarına hitaben yaptığı bir konuşmada, bir kez daha, NATO’nun yükünün Avrupalı üyeler ile ABD arasında daha adil paylaşımı konusunu ele aldı. Rasmussen konuşmasında, NATO’nun Avrupalı üyelerinin askeri harcamalarında gözlenen gerilemenin dünya çapında yaşanan mali krizle ilişkisine değiniyor ve AB ile NATO arasındaki ilişkilerin yoğunlaştırılması gerektiğini vurguluyordu. Rasmussen, önce NATO ile AB güçlerinin Kosova’da, Afganistan’da ve Somali’de birlikte başarıyla çalıştığını ifade etti ve ardından, bir yılı aşkın süredir sözü edilen “akıllı savunma”nın ne olduğunu anlattı: “’Akıllı savunma’ girişimimiz kolektif ihtiyaçlarımızı ulusal önceliklerimizle daha uyumlu hale getirmeye çalışan yeni bir anlayıştır. O yalnızca [askeri harcamalarda] kısıntı yapmaya değil ama neyi elde tutacağımıza ve nerede uzmanlaşacağımıza karar vermek anlamına gelir. O, çok yönlü işbirliği demektir… Eğer birbirimize yardım edersek, kaynaklarımızı bir araya getirip paylaşırsak ve çok yönlü çözümler elde etmeye çalışırsak, gerekli askeri kapasiteye ulaşmak için daha fazla şansa sahip oluruz. Bu amaçla, NATO ile AB arasında sıkı bir eşgüdüme ve işbirliğine ihtiyacımız var”[1] Rasmussen, bu konuyla ilgili olarak iki yıl önceki AB Savunma Bakanları Toplantısı’nda da çeşitli öneriler geliştirmişti. O, kendi sözcükleriyle, bir “çift şeritli yol” yaklaşımı öneriyordu: “Bir yandan, bütün AB üyeleri NATO-AB işbirliğinde yer alabilmeli; öte yandan, AB, kendi üyesi olmayan NATO müttefikleri ile siyasi ve askeri ilişkilerini güçlendirmeli. Bu, AB ile Türkiye ve Avrupa Savunma Ajansı arasında kapsamlı bir güvenlik anlaşmasını içerecektir.” [2] Rasmussen, “akıllı savunma” konusuna, 2011 yılına ilişkin 26 Ocak 2012 tarihli raporunda da değinmektedir.[3] Bu raporda Rasmussen, 140 binden fazla NATO askerinin Asya’da, Afrika’da ve Balkanlar’da hava, deniz ve kara operasyonları sürdürdüğünü belirttikten sonra, Kasım 2010’da Lizbon’da toplanan NATO Zirvesi’nin kapsamlı bir reform sürecine vurgu yapan kararlarına gönderme yapıyor. Söz konusu zirve kararları çerçevesinde, NATO’nun komuta yapısında yer alan personel sayısında üçte bir oranında kesinti yapılması, Almanya ile İtalya’daki kimi karargâh ların kaldırılması ve bu sayede personel giderlerinin yüzde 20 azaltılması planlanmıştı. Rapor, ayrıca, 2011 yılında, 28 NATO üyesi ülkeden 18’inin savunma harcamalarının 2008’dekinden daha düşük olduğunu belirtiyor ve dünya ekonomik krizinin savunma harcamaları
31
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k üzerindeki etkisinin “oldukça büyük” olduğunu kabul ediyor. Yine bu rapora göre, askeri bütçelerdeki kesintiler “birçok ülkedeki başlıca askeri donanım projelerinde önemli gecikmelere ya da iptallere yol açmış durumda.”
Başta ABD olmak üzere NATO üyesi emperyalist devletler, geçtiğimiz on yıllar içinde küresel şirketler yararına uyguladıkları ekonomik politikalar sonucunda bir yandan devasa bütçe açıklarıyla karşı karşıya kalmış durumda.
“Libya’dan sonra NATO” Rasmussen, geçtiğimiz yaz kaleme aldığı “Libya’nın Ardından NATO: Çetin Zamanlarda Atlantik İttifakı” başlıklı yazısına da, NATO’nun Avrupalı üyelerinin askeri harcamalarını kısıtlamasıyla birlikte, onların “karmaşık krizlere hala yanıt verip veremeyeceğine ilişkin haklı kaygılar” olduğundan söz ederek başlamıştı. Rasmussen’e göre, Libya’ya yönelik müdahale üç önemli gerçeği açığa çıkarmıştı: “İlk olarak, Afganistan’ın NATO’nun son alan dışı görevi olacağını iddia edenlere, güvenliğin özünün öngörülemezlik olduğunu göstermiştir. İkincisi, savaş uçakları ve gemileri gibi cephe becerilerinin yanı sıra keşif ve yakıt uçakları ile pilotsuz uçaklar gibi kolaylaştırıcı denilen olanakların da modern operasyonların can alıcı bir parçası olduğunu kanıtlamıştır. Üçüncü olarak, NATO müttefiklerinin askeri kapasite eksikliği olmadığını gözler önüne sermiştir.”[4] Rasmussen’e göre NATO üyelerinin askeri kapasite açısından bir eksiği yoktu. Eksiklikler, asıl olarak askeri değil siyasi sınırlılıklardan kaynaklanıyordu.[5] Peki, bu “siyasi sınırlılıkların” ardında yatan belirleyici etmen neydi? Açık ki, Rasmussen’in de defalarca değindiği gibi, NATO üyesi devletlerinin elinde, örgütün mevcut askeri kapasitesini önümüzdeki dönemde girişmeye hazırlandığı yeni ve daha karmaşık emperyalist müdahalelere ve savaşlara hazır hale getirecek parasal kaynakların yokluğuydu. Başta ABD olmak üzere NATO üyesi emperyalist devletler, geçtiğimiz on yıllar içinde küresel şirketler yararına
32
uyguladıkları ekonomik politikalar sonucunda bir yandan devasa bütçe açıklarıyla karşı karşıya kalmış durumda. Aynı zamanda hükümetler, bu süre içinde işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını öylesine kötüleştirdiler ki, daha fazla silahlanma amacıyla atacakları yeni adımların, bizzat düzenin temellerini sarsacak kapsamlı toplumsal hareketlere yol açacağını görüyorlar. Bu yüzden, Rasmussen, Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin ortasında kaleme aldığı bu yazısında, daha fazla silahlanma talebini açıkça yükseltemiyor; NATO’nun askeri harcamalarında ABD ile diğer müttefikler arasında ortaya çıkan devasa uçuruma dikkat çekmekle yetiniyordu. NATO’nun Genel Sekreteri, Avrupalı emperyalistleri NATO operasyonlarının yükünü daha “adil” biçimde paylaşmaya çağırdığı yazısında, NATO’nun Avrupalı üyelerinin askeri harcamalarını Çin, Hindistan, Brezilya gibi “yükselen güçler”in ve ABD’nin harcamalarıyla da karşılaştırıyor. NATO’nun asıl yükünün ABD’nin üzerinde olduğunu vurgulayan Rasmussen, askeri harcamalardaki mevcut kesintilerin sürmesi durumunda, Avrupa’nın gelecekte benzeri [Libya kastediliyor] operasyonları sürdürecek askeri kapasiteyi koruyup koruyamayacağından “kaygılı”. (Bu “kaygı”, 2011 Yılı Raporu’nda da dile getiriliyor). Rasmussen, Avrupa’nın ve NATO’nun karşı karşıya olduğu başlıca sorunun, mevcut ekonomik krizin bir güvenlik krizine dönüşmesinin önüne nasıl geçilebileceği olduğunu tespit ediyor. Ona göre, Avrupa’nın bu soruya vereceği yanıt, onun küresel düzen içindeki “yerini ve güvenliğini” belirleyecekti: “Askeri güç 21. yüzyılın jeopolitiğinde hala önemlidir… Yalnızca yumuşak güce yaslanmak yeterli olmayacaktır. Hiç kimse 19. yüzyılın [uluslararası
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k rüklediği ve küresel sermayeye bağımlılığı belki de bütün diğer devletlerden daha fazla olan ABD’nin krizden çıkış yolu olarak sarıldığı “19. yüzyılın güç politikası”, 21. yüzyılın başında, bütün dünyada giderek ağırlık kazanıyor. Bununla birlikte, ABD emperyalizminin “krizden çıkış” için sarıldığı “güç politikası”, paradoksal biçimde, onun içinde bulun“Güç kullanma politikası” duğu krizi derinleştirmekten başka bir “Güç kullanma politikası” ya da kısonuç doğurmamaktadır. saca “güç politikası” kavramı, bir devletin kendi çıkarlarını diğer devlet- Askeri harcamalar lere askeri, ekonomik ve siyasi saldır- Rasmussen, 2008 krizinin yıkıcı etkiganlık yoluyla boyun eğdirerek sinden hala kurtulamamış olan koruma politikası anlamına gelen Al- ABD’nin, NATO’nun yükünü bugüne manca “Machtpolitik” sözcüğünden kadar olduğu biçimiyle taşımakta alınmıştır. Bu politika, bütün uluslar- zorlandığını ve Obama yönetiminin, arası ilişkileri ulus devletlerin dünya hele de başkanlık seçimleri yaklaşırkaynakları üzerinde rekabeti olarak ken, uluslararası askeri müdahalealgılar ve bir devletin diğerlerine lerde ön plana çıkmaya çok fazla zarar verebilecek durumda olmasını hevesli olmadığını (örnek Libya) bilmektedir. “ABD, Avrupa’nın özellikle avantaj sayar. kendi çevresinde düzeni sağlama koRasmussen’in yukarıdaki sözleri, ger- nusundaki sorumluluklarını üstlenmeçekte, NATO’nun, 19. yüzyılın son sini daha güçlü bir şekilde talep çeyreğinde hızla emperyalist bir güç edecektir… Bu sorunların açık çöolarak yükselen Almanya’nın gelişti- zümü, Avrupa’nın savunmaya daha rip sistemleştirdiği “güç politikası”na fazla para harcamasıdır.” [7] döndüğünün ilanıdır. Aslında buna, Önce, Rasmussen’in, NATO’nun Av“malumun ilanı” demek daha doğru. rupalı üyelerinin askeri harcamalarını Zira ekonomik yaptırımlardan askeri kısıtlamasından şikâyet ederken, geryığınak yapmaya, tehdit etmeye, “ilk çeği tam olarak yansıtmadığını belirtsaldırı hakkı”na, örtülü operasyonmek gerekiyor. Bu ülkelerin askeri lara ve nükleer güç kullanma tehdiharcamaları, 2009 yılına göre biraz dine kadar çok sayıda yöntemi içeren azalmış olmakla birlikte, gerçekte sü“güç politikası”, I. Körfez Savaşı’ndan rekli artmaktadır (örneğin, bu artış, bu yana, ABD emperyalizmi tarafın2001 yılına göre yüzde 11,9’dur). dan açıkça uygulanmaktadır. Dahası, Fransa, Almanya ve Britanya, Yalnızca NATO mu? Başta Çin ile dünyada silahlanmaya en fazla para SSCB’nin ekonomik ve askeri yapısı- harcayan ilk yedi ülke arasındadır. nın çökmesinin ardından geçen uzun Yine, NATO üyesi devletlerin toplam bir aradan sonra- Rusya Federasyonu askeri harcamaları, cari fiyatlarla, da kendi periferisinde aynı eğilimi 1985 yılında 357 milyar 949 milyon sergiliyor. Hindistan, Brezilya, Güney ABD Doları iken, 2009’da 875 milyar Afrika ve Türkiye ile Pakistan ve İsrail 145 milyon ABD Doları’nı bulmuştur. gibi daha küçük “bölgesel güçler” de NATO ülkelerinin toplam askeri harbüyük emperyalist güçlerden birinin camalarının gayrisafi ulusal hasılalaya da birkaçının örtülü desteğiyle aynı rın toplamı içindeki payı da, cari yolu izliyor. Özetle, küresel krizin kö- fiyatlarla, 1985–1989 döneminde ilişkilerde] güç kullanma politikasına dönmeyi savunmuyor ama öngörülemeyen bir ortamda, sert güç barışı mümkün kılabilir. Nasıl ki bir polisin varlığı hırsızı caydırabilirse, askeri gücün korunması da aynı şekilde tehditleri önlemeye ve aşırı durumlarda ortadan kaldırmaya yardımcı olabilir.” [6]
Ekonomik yaptırımlardan askeri yığınak yapmaya, tehdit etmeye, “ilk saldırı hakkı”na, örtülü operasyonlara ve nükleer güç kullanma tehdidine kadar çok sayıda yöntemi içeren “güç politikası”, I. Körfez Savaşı’ndan bu yana, ABD emperyalizmi tarafından açıkça uygulanmaktadır.
33
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k NATO’nun Avrupalı emperyalist üyelerinin ABD’nin patronluğu altındaki bir NATO’ya olan ihtiyaçları, en azından SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasından bu yana, oldukça azalmış durumda. Dahası, başta Fransa ve Almanya olmak üzere, belli başlı Avrupalı güçler, uzunca süredir NATO’dan kurtulmaya çalışıyorlar.
yüzde 4,5 iken 2000–2004 döneminde yüzde 2,7’ye inmiş; 2005’te 2,9’a çıktıktan sonra, burada sabitlenmiştir.[8] Ama bu süreçte, NATO üyesi ülkelerin gayrisafi hasılalarında büyük artışların yaşandığını; NATO’nun 1985’te 5 milyon 927 bin askerden oluşan gücünün -12 yeni ülkenin katılımına rağmen- sürekli azalarak 3 milyon 560 bine indiğini; NATO’nun kuruluşuna damgasını vuran “komünizm” ve SSCB ile topyekûn savaş tehlikesinin ortadan kalkmış olduğunu unutmamak gerekiyor. NATO üyesi Avrupalı devletlerin toplam askeri harcamaları, bütün bu etmenlere rağmen, sürekli artmaktadır.
NATO’nun krizi ve dönüşümü NATO’nun Avrupalı üyeleri ile ABD arasında yaşanan sorun, özünde, kimin daha fazla para harcadığında değil ama farklı çıkarlara sahip emperyalist merkezler arasındaki kaçınılmaz rekabetten kaynaklanmaktadır. NATO’nun Avrupalı emperyalist üyelerinin ABD’nin patronluğu altındaki bir NATO’ya olan ihtiyaçları, en azından SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasından bu yana, oldukça azalmış durumda. Dahası, başta Fransa ve Almanya olmak üzere, belli başlı Avrupalı güçler, uzunca süredir NATO’dan kurtulmaya çalışıyorlar.
Önce, NATO’nun Soğuk Savaş dönemindeki “iç tehdit” algılamasına uygun olarak Pentagon-CIA eliyle bütün üye ülkelerde oluşturulmuş olan “süper NATO”, “Gladio” vb. adlarla anılan gizli örgütlenmeler, 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak hemen bütün AB ülkelerinde tasfiye edildi. Bu adımı, AB’nin bağımsız askeri gücü olarak Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) NATO’ya alternatif olacak şekilde geliştirilmesi çabası izledi. SSCB’nin çöküşünün ardından, özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından başlayarak, NATO’nun işlevinin ve varlık nedeninin kalıp kalmadığı tartışılırken, bu örgüt, Berlin-Paris ekseninde üretilen yeni AB savunma stratejisine uygun olarak hızlı bir gelişme sergiledi. SSCB’nin çökmesinin ardından ortaya çıkan yeni durumun NATO üzerindeki ilk etkisi, Kasım 1991’deki Roma Zirvesi’nde ilan edilen “yeni stratejik konsept” olmuştu. “Orta ve Doğu Avrupa’daki birçok ülkenin karşı karşıya olduğu … ciddi ekonomik, toplumsal ve siyasi zorlukların yol açacağı istikrarsızlıkların istenmeyen sonuçlarının” NATO’nun güvenliğini tehdit ettiğini belirten bu konsept, Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı da örgütün “güvenlik” alanına dahil ediyordu. Bu konseptin bir diğer özelliği, sonraki yıllarda sıkça duyacağımız, “öngörülemeyen ve çok yönlü tehdit” kavramını kullanmasıydı.[9] NATO, ABD-Britanya emperyalistlerinin önderliğinde geliştirilen bu konsept doğrultusunda ciddi bir dönüşüm sürecine girdi. Bu süreçte AB’yi ve onun askeri örgütlenmesi olarak BAB’yi eşit muhatap olarak kabul eden NATO, hem bu örgütlerle hem de BM, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü gibi diğer uluslararası kuruluşlarla ilişkilerini yeniden tanımladı.
Anımsanacağı gibi, Fransa, 1949'da kurucusu olduğu NATO’nun askeri yapılanmasının ülkenin bağımsızlığını ortadan kaldırdığı ve ulusal orduyu ABD'nin tam denetimine soktuğu gerekçesiyle, 7 Mart 1966'da NATO'nun askeri kanadından çekilmişti. Fransa’nın, De Gaulle yönetiminde ayrıldığı NATO’nun askeri kanadına geri dönmesi için, aradan 43 yıl geçmesi gerekecekti. Fransa Nisan 2009’da NATO’nun askeri kanadına Ancak, “1991 konsepti”nin ömrü çok döndüğünde, yalnızca “dünya” değil, uzun olmadı. Doğu Avrupa’da ve NATO da bir hayli değişmişti. Balkanlar’da patlayan ekonomik
34
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k krizler ve ayaklanmalar, Romanya’da ve Arnavutluk’ta ayaklanmalara yol açarken, Yugoslavya’nın etnik temelde ayrışma süreci hızlandı. Ortadoğu da sorunsuz kalmadı. Temelleri Oslo Anlaşması ile atılan “Filistin Barışı” yerlerde sürünürken, Kürt sorunu, Irak ve İran gündemin ilk sıralarında yer almaya devam etti.
NATO’nun 1991 konseptinin somut sonuçlarını, onun Çek Cumhuriyeti’ni, Macaristan’ı ve Polonya’yı üyeliğe kabul etmesinde ve Yugoslavya’ ya saldırısında görmüştük. 1999 konseptinin somut ürünleri ise Afganistan’ın ve Irak’ın işgalleri ile Somali’ye ve en son Libya’ya yönelik askeri müdahaleler oldu.
Yugoslavya’da 1990 yılında düzenlenen seçimlerin ardından başlayan çatışma süreci, Haziran 1991’de Hırvatistan ile Slovenya’nın bağımsızlıklarını ilan etmesiyle birlikte, hızla parçalanma sürecine dönüştü. Hırvatistan ile Slovenya’yı, Eylül 1991’de Makedonya, Kasım 1991’de ise Bosna-Hersek izledi. 28 Nisan 1992'de kabul edilen yeni anayasayla birlikte, Sırbistan ile Karadağ'dan oluşan Yugoslavya Federal Cumhuriyeti kuruldu. Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ilan etmesi ile birlikte, Sırp yönetiminin Boşnaklara ve Hırvatlara yönelik saldırıları katliam boyutuna varacak ve ülke yaklaşık dört yıl sürecek kanlı bir savaşa (Bosna Savaşı) sürüklenecekti. Bu savaş, 1995'te ABD'nin Dayton şehrinde imzalanan bir antlaşmayla sona erdi. Sıra ayrılıkçı Arnavutlarda idi. Kosova’daki Arnavutlar, CIA’nın ve diğer Batılı istihbarat örgütlerinin desteğiyle, 1996 yılında Kosova Kurtuluş Ordusu’nu kurdular ve silahlı mücadele başlattılar. Sırp yönetiminin bu mücadeleye yanıtı çok sert oldu ve NATO Mart 1999’da Yugoslavya’ya yönelik üç ay sürecek bir hava saldırısı başlattı. Kosova, Haziran 1999’da Sırp birliklerinin çekilmesinin ardından NATO’ya ve Rusya’ya ait “Barış Gücü” tarafından yönetilmeye başlandı (bu süreç, Kosova’nın 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etmesiyle tamamlanacaktı).
Washington Zirvesi’nde kabul ettiği “stratejik konsept”, bütün bu gelişmelerin ürünüydü. “Soğuk Savaş sonrasında Avrupa-Atlantik stratejik bölgesinde yaşanan köklü değişimler paktın 1991 yılındaki stratejik konseptinde ifade edilmişti. Ancak o tarihten bu yana oldukça önemli siyasi ve güvenlikle ilgili gelişmeler yaşanmış… AvrupaAtlantik bölgesinde barışı ve istikrarı tehdit eden; baskıları, etnik çatışmaları, ekonomik sıkıntıları, siyasi düzenlerin çökmesini ve kitlesel imha silahlarının artmasını içeren bir dizi yeni riskin doğduğu görülmüştür.”[10] Bu konseptte 1991 tarihli “Yeni Stratejik Konsept”ini geliştiren NATO, artık Doğu Avrupa ile Akdeniz-Ortadoğu’nun ötesinde, “NATO’nun periferisinde ve diğer bölgelerde kimyasal silah alıp satan devletler de dahil” bütün dünyayı kapsayan bir etki alanı tanımlıyor; “güvenlik” kavramını terörizm, sabotaj ve diğer örgütlü suçların yanı sıra “kitlesel nüfus hareketleri”ni de kapsayacak şekilde genişletiyordu.[11] Artık, önüne küresel sermayenin dünya polisliği görevini koymuş bir NATO ile karşı karşıyaydık.
NATO’nun 1991 konseptinin somut sonuçlarını, onun Çek Cumhuriyeti’ni, Macaristan’ı ve Polonya’yı üyeliğe kabul etmesinde ve Yugoslavya’ ya saldırısında görmüştük. 1999 konseptinin somut ürünleri ise Afganistan’ın ve Irak’ın işgalleri ile Somali’ye ve en son Libya’ya yönelik askeri müdahaleler oldu. Bu süreçte, NATO en kapsamlı genişlemesini yaşadı. Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya 29 Mart 2004’te NATO’ya üye oldular; onları Temmuz 2008’de Arnavutluk 12 Mart 1999'da Çek Cumhuriyeti, ile Hırvatistan’ın üyelikleri izledi. Macaristan ve Polonya’yı üyeliğe Bu iki konseptin sonuçları, 2010’da kabul eden NATO’nun, 50. kuruluş Lizbon Zirvesi’nde benimsenen en yıldönümü olan Nisan 1999’daki son konseptin öncekilerden daha
35
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k NATO’nun son yirmi yıl içinde üç “stratejik konsept” geliştirmesi, zorunlu bir birlikteliği ister istemez sürdürmek için verilen karşılıklı ödünleri içeren, çelişkilerle dolu bir reform sürecinin ifadesidir.
36
kapsamlı askeri müdahalelerin ve sa- amaçla, savunma bakanları, 2012 vaşların hazırlığı olduğu konusunda Chicago Zirvesi’ne kadar, ellerindeki kapasiteleri NATO’ya sunabilecek herhangi bir kuşku bırakmıyor. NATO’nun, birbirini tamamlayan bu hale getirmek amacıyla, bir dizi üç stratejik konsepti, yalnızca bu ör- somut çok uluslu proje sunma konugütün ABD önderliğinde küresel ser- sunda anlaşmıştır. Bu çalışma, bir mayenin dünya polisliğine soyunma araya getirme ve paylaşma üzerine yöneliminin ifadesi değildir. Bu kon- AB girişimiyle çakışmayı önlemek için sıkı eşseptler, Batılı emperyalistlerin ortak Avrupa Birliği karargâhlarıyla [12] çıkarlarının yanı sıra, onlar (özellikle güdüm içinde yapılmaktadır.” Washington-Londra ile Paris-Berlin NATO’nun, 2010 Lizbon Zirvesi’nde eksenleri) arasında giderek artan çe- benimsediği “Stratejik Konsept” doğlişkileri ifade etmektedirler. Yugoslav- rultusunda, örgütün üyesi olmayan ya’da BAB’nin deyim yerindeyse devletlerle, özellikle de Rusya Fedeburnunun sürtülmesi, AB’ye üye olan rasyonu ile ilişkilerini geçtiğimiz yıl her ülkenin aynı zamanda NATO’ya içinde yoğunlaştırdığını biliyoruz. dahil edilmesi, Afganistan’ın ve Eylül 2011’de Hint Okyanusu’ndaki Irak’ın işgal edilmesi ve nihayet Lib- korsanlık faaliyetlerine karşı düzenleya’ya yönelik müdahale sırasında ve nen ve 47 ülkeden temsilcilerin katılsonrasında yaşananlar, Pentagon’un, dığı toplantı bu çerçevede atılmış bir başta Fransa olmak üzere Avrupalı adımdı. Bununla birlikte, NATO’nun rakiplerine meydanı kolayca bırak- üyesi olmayan devletleri kendi askeri maya niyetli olmadığının göstergele- müdahalelerine dahil etmesinin en ridir. Öte yandan, NATO’nun başarılı örneği, Libya’ya yönelik emAvrupalı büyük ortaklarının, bütün bu peryalist saldırı oldu. Suudi Arabissüreç boyunca her emperyalist müda- tan, Katar ve Bahreyn gibi NATO halede ABD’ye yedeklenmesine kar- üyesi olmayan ülkeler, Libya’da olşın, İttifak’ın işleyişinde giderek daha duğu gibi, sürmekte olan “Suriye fazla söz sahibi olduğunu görüyoruz. krizi”nde de son derece önemli bir rol üstleniyorlar. (Bu yeni durum, WasÖzetle, NATO’nun son yirmi yıl içinde hington’ın Afganistan’da Taliban, Orüç “stratejik konsept” geliştirmesi, zo- tadoğu’da ise Müslüman Kardeşler runlu bir birlikteliği ister istemez sür- gibi İslamcı önderliklerle geliştirdiği dürmek için verilen karşılıklı ödünleri işbirliği ile çakışan yeni bir yönelimin içeren, çelişkilerle dolu bir reform sü- ifadesidir.) “Arap Baharı” olarak adrecinin ifadesidir. landırılan kitlesel hareketler süre“Akıllı savunma” cinde Arap Birliği ülkeleriyle ile NATO, 2010 Lizbon Zirvesi’nden bu ilişkisini bir hayli geliştirmiş olan yana, “askeri yeteneklerini geliştir- NATO, önümüzdeki dönemde, “geniş mek için “akıllı savunma” adı altında Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeyeni bir yöntem geliştirmekle uğraşı- sinde, özellikle Akdeniz Diyaloğunu yor. Rasmussen’in 2011 Rapo- ve İstanbul İşbirliği Girişimi’ni güçlenru’ndaki sözcükleriyle; “Müttefikler, direrek daha güçlü bir işbirliği arayışı etkili ve uygun maliyetli olduğunda, içinde olacak.”[13] hedef tespiti, eğitim ve lojistik destek Öte yandan, NATO ile Rusya Fededahil, daha fazla çok uluslu çözümler rasyonu arasındaki işbirliği de, “füze aramaya karar vermişlerdir. Müttefik kalkanı” ve Suriye konularında var kuvvetler, bu yolla, savunma yükünü olan gerilime rağmen, 2011 yılı bohakça paylaşırken, kapasitelerinin yunca artarak sürdü. Rasmussen’in sevkiyatını geliştireceklerdir. Bu 2011 raporuna göre, NATO-Rusya
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
NATO’nun ve Pentagon’un bütün gücüyle daha geniş ittifaklar arayışına girmesinin altında yatan asıl etmen, ABD’nin ve AB’nin içinde bulunduğu maliekonomik krizdir. “Akıllı savunma” konseptinin altında da bu gerçeğin kabulü yatmaktadır.
Federasyonu arasında önemli bir denizaltı tatbikatı ile “terörizme karşı” ortak hava tatbikatı gerçekleşirken, işbirliği asıl olarak Afganistan’da yoğunlaşmıştı. Ancak bütün bu adımları, basitçe “güvenlik” kaygılarıyla ya da yeni emperyalist hesaplarla açıklamak oldukça yüzeysel kalacaktır. NATO’nun ve Pentagon’un bütün gücüyle daha geniş ittifaklar arayışına girmesinin altında yatan asıl etmen, ABD’nin ve AB’nin içinde bulunduğu mali-ekonomik krizdir. “Akıllı savunma” konseptinin altında da bu gerçeğin kabulü yatmaktadır: “Bütün bu sorunların açık çözümü Avrupa’nın savunmaya daha fazla para harcaması olacaktır. Ortadoğu’da yaşanan olaylar ışığında, bir dizi Avrupa başkentinde, savunma harcamalarındaki gerilemeyi tersine çevirip çevirmeme konusunda bir tartışma başlamış durumda. Ama Avrupa’daki ekonomik ortam göz önünde bulundurulduğunda, hükümetlerin önemli bir değişiklik yapması beklenmiyor.”[14] Bu yüzden, mevcut kaynakların kriz ortamında çok büyük yatırımlar yapmaksızın olabildiğince etkin kullanımını ve emperyalist askeri müdahalelerin yükünün “daha adil” paylaşımını sağlamak için geliştirilen “akıllı savunma” anlayışı, askeri harcamalara yalnızca “daha fazla kaynak ayırmayı değil ama daha fazla işbirliğini ve çabaların uyumluluğunu” ifade etmektedir. Ama hepsi bu değil.
Taşeron kullanımı “Akıllı savunma” anlayışı, bir yandan askeri harcamalarda ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında var olan “eşitsizliği” gidermeye çalışırken, aynı zamanda, NATO üyesi olmayan devletlerin önümüzdeki dönemde bu örgüt tarafından girişilecek olan askeri müdahalelerde daha fazla yer almasının da önünü açmaktadır. Emperyalist müdahalelerin maliyetlerinin
daha yaygın şekilde paylaşımını içeren bu yönelim, Rasmussen’in yazımızın başında ele aldığımız Kopenhag konuşmasında “pragmatik olmak zorundayız” derken neyi kastettiğini göstermektedir. “İlerlemenin yolu -çok uluslu girişimleri sürdürerek, transatlantik anlaşmayı daha fazla stratejik kılarak ve güvenliğin küreselleşmesinin etkileriyle baş edebilmek için yükselen güçlerle birlikte çalışarak- daha fazla değil ama daha iyi harcamaktan geçmektedir.“[15] Rasmussen’in bu sözleri, başını ABD’nin ve NATO’nun çektiği emperyalist müdahalelerin yükünün başta “yükselen güçler” olarak tanımlanan Brezilya, Türkiye, Güney Afrika gibi bölgesel güçler olmak üzere, daha geniş bir yelpazeye yayılması anlamına gelmektedir. Rasmussen’in kaleminden sürdürelim: “Avrupa ve ABD yükselen güçlerle daha sıkı işbirliği içinde çalışmalıdır. Bu kolay olmayacak; bu yüzden, güven oluşturmak çok önemli olacak. Bu süreç, krizlerin çözülmesine, anlaşmazlıkların üstesinden gelinmesine ve yanlış anlamaların önüne geçilmesine yardımcı olacak ülkelerle karşılıklı olarak güvence altına alınmış bir diyaloğun teşvik edilmesiyle başlayabilir… Bu yolla, sıkça sıfır sonuç senaryosu gibi görünen şey, bir kazan-kazana dönüşebilir.”[16] Bu “kazan-kazan” formülü, daha az sayıda insandan oluşan yüksek teknolojik donanıma sahip emperyalist orduların gerçekleştireceği ilk müdahalelerin ardından, işgali gerçekleştirme ve “yeni düzeni” kurma işinin bölgesel / yerel taşeron güçlere devredilmesi planıdır. Aralarında, aynı zamanda bir NATO üyesi olan, Türkiye’nin de yer aldığı “bölgesel güçlerin” NATO’nun girişeceği müdahalelerin yükünü paylaşması, elbette, bu ülkelerdeki emekçilerin sırtına ek yükler bindir-
37
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Türkiyeli egemen sınıfların, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin hedef tahtasına yerleştirdiği ülkelerin emperyalist yağmasından kırıntılar kapma hesabıyla NATO müdahalelerine katılmasını önlemek, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinin ayrılmaz parçasıdır.
mekten başka bir anlam taşımayacak. Bu yük, yalnızca cepheye gönderilecek gençlerin kanıyla ve canıyla sınırlı değildir. Bu, aynı zamanda, daha ağır vergi yükü, sosyal, sağlık ve eğitim fonlarında daha fazla kesinti ve nihayet, toplumsal yaşamın bir bütün olarak militaristleşmesi anlamına da gelmektedir. Hızla gerileyen ABD emperyalizminin dizginlerinden boşalmış militarizmini ifade eden NATO’ya karşı mücadele, bütün bu nedenlerden dolayı, soyut bir “emperyalizm karşıtlığı” değildir. Türkiyeli egemen sınıfların, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin hedef tahtasına yerleştirdiği ülkelerin emperyalist yağmasından kırıntılar kapma hesabıyla NATO müdahalelerine katılmasını önlemek, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinin ayrılmaz parçasıdır. Marksistlerin bu mücadeledeki yerini belirleyecek olan şey, giderek daha yakıcı bir önem kazanan bu mücadelenin başarısı için, onu uluslararası sosyalist bir perspektifle donatma becerileri olacaktır.
HHHH
Dipnotlar [1] Anders Fogh Rasmussen’in 12 Mart günü Kopenhag’da Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlerin parlamentolarının dış ilişkiler komiteleri başkanlarıyla yaptığı toplantıdaki konuşma, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_85119.htm [2] Rasmussen, Kopenhag konuşması, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_85119.htm [3] Rasmussen’in 2011 Yılı Raporu, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_82646.htm [4] Rasmussen, “NATO After Libya: The Atlantic Alliance in Austere Times”, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_75836.htm
38
[5] Anders Fogh Rasmussen, “NATO After Libya: The Atlantic Alliance in Austere Times” [“Libya’nın Ardından NATO: Çetin Zamanlarda Atlantik İttifakı”], Foreign Affairs dergisinin Temmuz-Ağustos 2011 tarihli sayısından aktaran NATO, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_75836.htm [6] Rasmussen, “NATO After Libya: The Atlantic Alliance in Austere Times”, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_75836.htm [7] Rasmussen, “NATO After Libya: The Atlantic Alliance in Austere Times”, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_75836.htm [8] Financial and Economic Data Relating to NATO Defence, NATO’nun 10 Haziran 2010 tarihli basın açıklaması (PR/CP(2010)078) [9] The Alliance’s New Strategic Concept, Rome, 7 Kasım 1991, madde 1, 2, 5, 9; http://www.nato.int/cps/en/natolive/of ficial_texts_23847.htm?selectedLocale=en [10] The Allience’s Strategic Concept, NATO Press Release NAC-S (99) 65, 24 Nisan 1999, madde. 2 ve 3; http://www.nato.int/cps/en/natolive/of ficial_texts_27433.htm [11] The Allience’s Strategic Concept, NATO Press Release NAC-S (99) 65, 24 Nisan 1999, madde. 22, 23, 24; http://www.nato.int/cps/en/natolive/of ficial_texts_27433.htm [12] Rasmussen’in 2011 Yılı Raporu, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_82646.htm [13] Rasmussen’in 2011 Yılı Raporu, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_82646.htm [14] Rasmussen, NATO After Libya, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_75836.htm [15] Rasmussen, NATO After Libya, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_75836.htm [16] Rasmussen, NATO After Libya, http://www.nato.int/cps/en/natolive/o pinions_75836.htm
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
pentagon’un yeni güvenlik stratejisi ve abd-çin ilişkileri can öykü
Pentagon’dan yapılan resmi açıklamalara göre, önümüzdeki on yıl boyunca askeri harcamalarda 487 milyar dolarlık bir “kesintiye” gidilecek. Amerikan hükümetinin askeri harcamalarda kesintiye gitmesinin başlıca nedeni, 2008’de başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan son ekonomik krizdir.
A
merika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Barack Obama, Şubat ayında Pentagon’da yaptığı resmi bir konuşmada ülkesinin yeni bir ulusal savunma stratejisini benimsediğini açıkladı. Washington yönetiminin, bu yeni savunma stratejisi ile esas olarak Çin Halk Cumhuriyeti’nin (Çin) artan gücünü kontrol altına almayı hedeflediği anlaşılıyor. Fakat aynı stratejik yönelim, iki devlet arasında askeri bir çatışma olasılığını da gündeme getiriyor. Şimdiye kadar resmi olarak açıklanmamış olsa da, özellikle Pentagon’daki üst düzey yetkililerin, uzunca bir süredir Çin’in yükselişinden rahatsız oldukları ve bu konuda Obama’ya daha saldırgan bir dış siyaset yürütmesi konusunda baskı yaptıkları biliniyor. Başkan Obama ve kurmayları, Amerikan kamuoyundan gelen savaş karşıtı tepkileri hafifletmek için bir yandan ABD askerlerinin Irak’ın ardından Afganistan’dan da “çekileceği” yönünde açıklamalar yaparlarken, diğer yandan, dünyanın birçok yerinde askeri varlığını güçlendirme gayreti içinde. Öte yandan, kısa bir süre önce, Amerikan Kongresi tarafından ordunun harcamalarının sıkı denetim altına alınması yönünde önemli kararlar alındı. Pentagon’dan yapılan resmi açıklamalara göre, önümüzdeki on yıl boyunca askeri harcamalarda 487 milyar dolarlık bir “kesintiye” gidilecek. Amerikan hükümetinin askeri harcamalarda kesintiye gitmesinin başlıca nedeni, 2008’de başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan son ekonomik krizdir.
Anımsanacağı üzere, Bush yönetiminin son döneminde hem Pentagon bütçesi hem de Amerikan silah sanayisi en parlak dönemlerinden birini yaşamıştı. Bu yüzden Bush yönetimi, Irak-Afganistan işgallerini destekleyen ve saldırgan bir dış politika sürdürülmesinden yana olan silah tekellerinin ve savaş yanlısı mali oligarşinin gözbebeğiydi. Ancak ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da umduğu sonucu elde edememesi ve ekonomik kriz Bush yönetiminin 11 Eylül saldırısı ile birlikte devreye sokmuş olduğu “terörizme karşı önleyici savaş doktrini”nin revize edilmesini zorunlu hale getirdi. Bu dönemde ABD’nin dış politikada “yumuşama” eğilimi sergilemesi, sözde “savaş karşıtı” söylemler kullanan Demokrat aday Obama’nın seçimlerden zaferle çıkmasıyla sonuçlandı. Başka bir deyişle, Obama’nın yükselişi bir açıdan Bush dönemindeki politik ve askeri başarısızlıkların kaçınılmaz bir sonucuydu.
Gerilimin merkezi: Ortadoğu Irak ve Afganistan’da zor günler geçiren Amerikan hükümeti, ilk bakışta stratejik önceliği merkezinde Çin’in yer aldığı Asya-Pasifik
39
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Dünyadaki mevcut gelişmelere ilişkin farklı stratejik yönelimlere sahip olan bu emperyalist ülkeler, başta Basra Körfezi, Ortadoğu ve Orta Asya bölgeleri olmak üzere, her an Asya-Pasifik bölgesinde de şiddetli bir kapışmaya tutuşma potansiyeline sahiptirler.
40
Ancak kabaca 1970-80’lerde başlayan küresel ekonomik entegrasyon sürecine rağmen, bu devletlerin her birinin kendi ulusal-bölgesel çıkarlarını diğerlerine dayatmaya çalışması Öte yandan, Ortadoğu, Batılı emper- halinde, bu geçici “barış hali” pek de yalistler kadar Çin ve Rusya Federas- uzun sürmeyecektir. yonu için de son derece önemli. Bu Geçici barış yüzden bölgede onlar ile Washington Dünya pazarına hükmetmeye çalışan yönetimi arasında şiddetli bir rekabet kapitalist devletler arasındaki sözde yaşanıyor; BM’deki son Suriye oyla- “barışçıl hava”, küresel ekonominin masında da görüldüğü gibi, bu ülke- karşı karşıya kaldığı yapısal sorunlar ler arasındaki ipler zaman zaman (yüksek işsizlik, enflasyon, kâr oran“kopma noktasına” da gelebiliyor. larındaki düşüş eğilimi vb.) nedeniyle Dünyadaki mevcut gelişmelere ilişkin her an sert bir fırtınaya dönüşme eğifarklı stratejik yönelimlere sahip olan liminde. Bu gerçeğin bilincinde olan bu emperyalist ülkeler, başta Basra Washington yönetimi, ulusal orduKörfezi, Ortadoğu ve Orta Asya böl- sunu bir alt üst oluş dönemine hazırgeleri olmak üzere, her an Asya-Pa- lamakta; onu asker sayısı açısından sifik bölgesinde de şiddetli bir daha “küçük” ama teknolojik olarak kapışmaya tutuşma potansiyeline sa- daha da yok edici bir güç haline gehiptirler. tirmek istemektedir. Bu çelişkilerin bugüne kadar açık bir Bu planlara ek olarak, Amerikan hüçatışmaya dönüşmemesinin nedenle- kümetlerinin pis işlerini yapması için rinden biri, söz konusu güçlerin şim- Özel Kuvvetler, CIA’in gizli “ölüm dilik “ortak çıkarlara” sahip olmasıdır. mangaları” ve özel askeri şirketler bölgesine veriyor gibi gözükse de, hem küresel sistemin hem de ABD ve AB burjuvazisinin çıkarları gereği, onun petrol zengini Ortadoğu’yu “boşlayacağı” düşülemez..
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k daha da güçlendiriliyor. Zira bu askeri birimler, ABD’nin dış politikası için vazgeçilmez bir öneme sahip. Amerikan politikalarına karşı çıkan herhangi bir siyasetçinin ya da kurumun ortadan kaldırılması için Washington yönetimi bu türden karanlık örgütlenmelere gelecekte daha da fazla ihtiyaç duyabilir.
Başka bir deyişle, Pentagon’un yeni stratejisinin özü, ABD emperyalizminin kimi ülkelerde rejimleri değiştirmek ya da onları işgal edebilmek için kullanacağı etkin bir askeri gücün oluşturulmasıdır.
Başka bir deyişle, Pentagon’un yeni stratejisinin özü, ABD emperyalizminin kimi ülkelerde rejimleri değiştirmek ya da onları işgal edebilmek için kullanacağı etkin bir askeri gücün oluşturulmasıdır. Ordu bütçesinde yapılan kesintiler, teknolojik ve teknik alt yapının yenilenmesi, özel güçlere öncelik verilmesi vb. birçok uzun vadeli plan, Pentagon’un genel çerçevesini çizdiği ve Obama’nın kamuoyuna açıkladığı bu yeni stratejinin en temel halkalarıdır. Ayrıca bu plan, ABD emperyalizminin salt kendi ulusal güvenliği ve çıkarları için değil, bu çıkarlarla bütünleşmiş olan ulus ötesi şirketleri ve mali oligarşiyi bekleyen tehlikeleri önlemek için geliştirilmiş olan küresel bir stratejinin de parçasıdır. Yeni strateji, Amerikan burjuvazisinin “diplomatik çözüm”den yana olan kesimleriyle, Irak ve Afganistan savaşlarının “dehşetine kapılmış” kimi sol-sağ liberal kesimler tarafından da tepkiyle karşılanmakta.
emek sömürüsü ve ulus-devlet üzerine kurulu bu akıl dışı düzenin sürdürülebilmesi için savaş seçeneği bir süre sonra dünya burjuvazisinin “krizden çıkış programı” haline gelebilir. Uzun vadede dünya savaşına hazırlık anlamına gelen bu kapsamlı strateji, kısa vadede, Çin’e karşı Asya-Pasifik merkezli yeni bir stratejik yönelim olarak değerlendirilmelidir. Kuşkusuz ABD emperyalizmi, bu yeni stratejiyi mevcut dengeler değiştikçe revize edecektir ki bu, uluslararası planda yeni ittifaklar ve karşıtlıklar üzerine kurulu yeni “dengelerin” oluşması anlamına gelmektedir.
Çin’in artan askeri gücü 2010 yılında Çin’in resmi savunma bütçesi 78 milyar dolardı.[1] Çin’in askeri harcamaları 2001 ile 2010 yılları arasında reel olarak yüzde 189 arttı; yıllık ortalama artış hızı ise yüzde 12,5 oldu. Çin’in 2010 yılındaki askeri harcamalarında gözlenen yüzde 3,8’lik artış ise küresel krizden ve ekonomik büyümede yaşanan yavaşlamadan kaynaklanıyordu. Çin’in askeri harcamalarının GSYİH içindeki payı, 2001-10 döneminde sürekli olarak yüzde 2,0-2,2 oranlarında kaldı. Ancak ülkenin GSYİH’sinde sergilenen büyüme dikkate alındığında, ilk bakışta küçük gibi görünen bu oranların büyük meblağlara denk düştüğü görülür. ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumundaki Çin, “küresel bir güç” olma özelliğini askeri alanda da belirgin bir hale getirmektedir.
Pentagon’un planlarına itiraz eden kesimlere göre, bu türden planlamaların hiçbir anlamı yok; zira ABD’nin Suriye’ye, İran’a ya da Kuzey Kore’ye saldırması durumunda yaşanacak Yakın zaman kadar, Çin’in askeri moolanlar Irak ve Afganistan’dan daha dernizasyonu Rusya ile yapılan ithada beter sonuçlar doğurabilir. lata bağımlıydı fakat bu durum İlk bakışta insana “çılgınca” gelse de, zamanla büyük ölçüde azaldı. Bugün bir küresel savaş olasılığı, başta Was- Çin askeri alanda kullanılabilecek hington olmak üzere, artık bütün em- sivil teknolojiler alanında büyük ilerperyalist merkezlerde yoğun bir lemeler kaydetmesine karşın, askeri biçimde tartışılıyor. Zira uluslararası havacılık alanında, Rusya’dan ithal kapitalist sistemin içine düşmüş ol- edilen sistemlere bağımlı olma duruduğu darboğaz, özel mülkiyet, ücretli mundan kurtulamadı. Ancak Çin,
41
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Çin, deniz filosunun envanterine her yıl yeni savaş gemileri ve denizaltılar ekliyor. Çin’in bütün bu girişimleri, onun petrol zengini Güney Çin Denizi’ndeki ve stratejik önemi tartışılmaz olan Hint Okyanusu’ndaki gücünü pekiştirme isteğinin bir sonucudur.
42
özellikle uzay teknolojisi, füze sistemleri ve siber savaş konularında kendini geliştirmeye devam ediyor. Çin, “asimetrik savaş” adını verdiği stratejisi gereği, Tayvan Boğazı’nda ABD donanması ile yaşanabilecek potansiyel bir çatışmaya karşı füze savunma sistemini sürekli yeniliyor. Aynı zamanda, hem su üstünde hem de su altında savaşma kapasitesini arttırmaya çalışan Çin, deniz filosunun envanterine her yıl yeni savaş gemileri ve denizaltılar ekliyor. Çin’in bütün bu girişimleri, onun petrol zengini Güney Çin Denizi’ndeki ve stratejik önemi tartışılmaz olan Hint Okyanusu’ndaki gücünü pekiştirme isteğinin bir sonucudur.
duğunda, ulaşılan rakamın diğer ülkelere göre “düşük” olduğunu söyleyen Zaoxing, Çin’in savunma bütçesinin, GSYİH’nin yüzde 1,2’sini oluşturduğunu; bu oranın ABD ve İngiltere’de yüzde 2’den fazla olduğunu belirtti.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’ne (SIPRI) göre ise Çin’in savunma bütçesindeki artış, resmi rakamlardan çok daha fazla. Reuters ajansı da bazı askeri uzmanların, Çin’in savunma bütçesindeki gerçek artışın yüzde 50 civarında olduğuna dair görüşlerine yer vermişti.[3] Yine, kimi araştırmalara göre, Çin’in askeri harcamalarının, 2015 yılında, komşusu 12 Asya-Pasifik ülPekin yönetimi, kısa bir süre önce, ül- kesinin yaptığı harcamanın toplamınkenin savunma bütçesini yüzde 11,2 dan daha fazla olacak. arttırarak, 106 milyar dolar olarak Çin’in artan gücüyle tek başına baş açıkladı.[2] Böylece ülke tarihinde ilk edemeyeceğinin bilincinde olan Waskez, savunma bütçesi 100 milyar hington, Asya-Pasifik hattında Çin’in dolar sınırını aşmış oldu. Bununla bir- yükselişinden kendisi gibi rahatsız likte, Ulusal Halk Kongresi sözcüsü Li olan kimi ülkelerle yeni ittifaklar Zhaoxing, Çin’in birçok ülkenin yıllık kurma peşinde. Bu çerçevede, Endoulusal gelirinden daha fazla olan sa- nezya ve Filipinlerin yanı sıra Hindisvunma bütçesinin, “barışçıl bir sa- tan, Vietnam, Malezya ve Burma gibi vunma politikası” olduğunu iddia ülkeler, ABD’nin Çin karşısında inşa etmeyi sürdürüyor. Kişi başına askeri etmeye çalıştığı “Asya-Pasifik ittifakıharcamalar göz önünde bulundurul- nın” gelecekteki unsurları olabilir. Zira
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Dünyanın en borçlu ülkesi olan ABD’nin, bütün bunları yapabilmesi için sahip olduğu tek önemli ve etkili güç ordusudur. Onun bu gücü kullanarak ardı ardına giriştiği “riskli hamleler” mevcut kriz ortamında, her an dünya ölçeğinde bir alt üst oluşa yol açabilir.
Hindistan, Endonezya ve Vietnam dahil olmak üzere birçok bölge ülkesi, Çin'in artan savunma harcamalarına ve büyüyen ekonomisine yanıt olarak kendi askeri yeteneklerini arttırmaya çalışıyor. Washington’un yakın müttefiki olan Filipinler, açıkça, bölgede daha da güçlü bir ABD varlığı talep ediyor.
çalışırken, öte yandan, Asya-Pasifik bölgesinde askeri güç konuşlandırmanın hesaplarını yapıyor.
Gerileyen ABD
ABD’nin emperyalist rakipleriyle bir askeri çatışmaya girmesi, bir bütün olarak insanlık açısından dönüşü olmayan yıkımlara yol açacaktır. Bütün bu emperyalist ülkelerin birer biyolojik ve nükleer silah deposu olduğu düşünüldüğünde, küresel bir savaşın patlaması halinde sadece savaşan devletlerin sınırları içinde yaşayan insanlar değil; bir bütün olarak gezegenimiz ölümcül bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır.
ABD’nin tüm bu cephelerdeki genel durumu analiz edildiğinde ortaya çıkan sonuç, onun sadece Basra Körfezi ve Orta Asya’da değil, Afrika ve Latin Amerika da dahil olmak üzere, dünya genelinde zayıflayan hegeABD, Çin’in “gücünü sınamak” için monyasını yeniden kurma çabası Güney Çin Denizi’nde zaman zaman içinde olduğudur. kışkırtıcı tatbikatlar da yapıyor. Was- ABD’nin küresel egemenlik iddiasını hington yönetimi, bu işin merkez üssü sürdürebilmesi ve mali oligarşinin olarak genellikle Tayvan Adası’nı kul- kârlarını garanti altına alabilmesi için lanmaktadır. Çin’in hala resmi olarak hem Asya-Pasifik hattındaki stratejik tanımadığı Tayvan, ABD-Çin ilişkile- koridoru hem de Çin’in artan ekonorindeki temel ayrım noktalarından mik gücünü denetim altına alması sadece bir tanesi. Anımsanacağı gerekmektedir. üzere, ABD, kısa süre önce, Asya-Pa- Dünyanın en borçlu ülkesi olan sifik bölgesindeki tarihsel-stratejik ABD’nin, bütün bunları yapabilmesi müttefiki konumundaki Avustral- için sahip olduğu tek önemli ve etkili ya’nın kuzeyine 2500 kişilik bir deniz güç ordusudur. Onun bu gücü kullagücü yerleştirmeyi planladığını açık- narak ardı ardına giriştiği “riskli hamlamış; Pekin yönetimi ise, bu açıkla- leler” mevcut kriz ortamında, her an maya Güney Çin Denizi’nde büyük dünya ölçeğinde bir alt üst oluşa yol bir Deniz tatbikatı yaparak karşılık açabilir. vermişti. Barışı yalnızca işçi sınıfı sağlar Küreselleşme süreci ile birlikte her ne kadar ulus ötesi sermayenin denetimi altına girmiş olsalar da, kapitalizmin üzerine kurulmuş olduğu ulus devlet yapısı, burjuva politikacılarının belirli ölçülerde de olsa kendi iç kamuoylarını ikna etmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu yüzden, Obama 2008’de yürüttüğü seçim kampanyasında, Amerikan toplumu içindeki savaş karşıtı duygulara hitap etmiş, seçimi bu sayede kazanabilmişti. Aynı dönemde, başta Pentagon olmak üzere, birçok kurum Irak ve Afganistan’daki başarısızlıkların yarattığı olumsuz imajı silmek için Obama’nın Beyaz Saray’a çıkışını desteklemişti.
Hiçbir koşul altında geriye dönüşü olmayan bu “çılgınlığı” daha başlamadan durdurmak gerekiyor. Bunu başarabilecek tek güç, emperyalist savaşa karşı sosyalist bir program ve uluslararası strateji ile kuşanmış bir Şimdilerle ise Obama, bir yandan işçi sınıfıdır. içeride ekonomik sorunlarla boğuş- Bugün, dünyanın her yerinde, ülke sımaya, dışarıda ise Ortadoğu ve Orta nırları dışında hızla yeni savaşlara Asya’da durumunu sağlamlaştırmaya hazırlanan, ülke sınırları içinde ise
43
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Obama, Bush yönetiminin militarist politikalarından tiksinen milyonlarca Amerikan vatandaşının desteğiyle iktidara gelmiş olsa da, şimdi onun yönetiminde sürdürülen militarist siyaset, tüm insanlığı yeni bir dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaktadır.
ekonomik krizle bağlantılı olarak yükselişe geçen toplumsal hareketleri bastırmak için hızla otoriterleşen yönetimlerle karşı karşıyayız. Önümüzdeki dönemde, ABD’de milliyetçiliğin devlet eliyle körüklenmesine bağlı olarak “yurt savunması” odaklı militarist politikaların yükselişine tanık olabiliriz. Bununla birlikte, ekonomik krizin Amerikan toplumunda yarattığı sosyal huzursuzluk, Pentagon’un yeni stratejisinin geniş kitleler tarafından kolayca kabullenilmesini zorlaştırmaktadır. Amerikan işçi sınıfının hızla yoksullaştığı, ücretlerin kesildiği, işsizliğin arttığı, yaşam standartlarının hızla gerilediği ve devlet-polis baskısının yoğunlaştığı bir ortamda, Beyaz Saray’ın dünyanın değişik bölgelerinde yeni askeri maceralara kalkışması, bizzat ABD içinde büyük öfke patlamalarına neden olacaktır. Pentagon’un yeni stratejisinin, Obama’nın yılbaşında imzaladığı Milli Savunma Yetki Belgesi’nden (NDAA) sonra açıklanması bir rastlantı değildir. Bu belgede yer alan bir hükme göre, ABD Başkanı, ülke vatandaşı olsun ya da olmasın, Amerikan çıkarlarına zarar verdiği düşünülen herkese suikast yapma emri verebilecek! Bu, ABD emperyalizminin hem içeriye hem de dışarıya karşı verdiği tehditkâr bir mesajdır. Nihayet, ABD’nin yeni stratejisinin, 2012 seçim kampanyasına da denk getirilmesi, Obama’nın, seçim yarışı kızıştıkça, ulus ötesi şirketlerden ve mali oligarşiden aldığı desteği kaybetmemek için daha da sert bir dış siyasete yönelmesi olasılığını göz ardı etmemeyi gerektiriyor. Obama yönetimi, ekonomik kriz ve Wall Street eylemleriyle doruk noktasına ulaşan
44
toplumsal hoşnutsuzluk ortamında, milliyetçiliğin yükseltilmesi yoluyla halkın dikkatini dış sorunlara yönlendirmeye çalışabilir. Obama, Bush yönetiminin militarist politikalarından tiksinen milyonlarca Amerikan vatandaşının desteğiyle iktidara gelmiş olsa da, şimdi onun yönetiminde sürdürülen militarist siyaset, tüm insanlığı yeni bir dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için, militarizmin ve savaşların kaynağını oluşturan kapitalist kâr sistemine karşı işçi sınıfının uluslararası seferberliğini sağlamak gerekiyor. Bu hedefe ulaşılmadıkça sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya kurmak mümkün değildir.
HHHH
Dipnotlar [1] Stockholm International Peace Research Instıtute (SIPRI) Yearbook 2011: http://www.sipri.org/yearbook/2011/ [2] China military spending to top $100 billion in 2012, alarming neighbors, Washington Post, March 4 2011: http://www.washingtonpost.com/worl d/china-military-spending-to-top-100billion-this-year/2012/03/04/gIQAJRnypR_story.html
China boosts defense budget 11 percent after U.S. "pivot", REUTERS, March 4, 2012: http://www.reuters.com/article/2012/03/04/us-china-defenceidUSTRE82302O20120304 [3]
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
militarizme ve savaşa karşı mücadele için siyasi temeller nick beams
Bu yazı, Nick Beams tarafından, Avustralya Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) İsrail’in ABD desteğinde Lübnan’a karşı başlattığı savaşa karşı Sidney ve Melbourne’de 22 ve 24 Ağustos 2006 tarihlerinde düzenlediği toplantılara rapor olarak sunulmuştu. SEP’in ulusal sekreteri ve Dünya Sosyalist Web Sayfası’nın Yayın Kurulu üyesi olan Beams’in bu raporunu, aradan geçen yıllara rağmen öneminden hiçbir şey kaybetmediğini düşünerek yayımlıyoruz.
B
u toplantıdaki görevim, Lübnan’a yönelik ABD-İsrail savaşından kaynaklanan kimi geniş siyasi perspektif sorunları ele almak olacak. Öncelikle, şimdi emperyalist militarizmin ve şiddetin patlamasına karşı geliştirilmesi gereken siyasi programın asli bileşenlerinin adını koyalım. Bu dönemin göze çarpan ve birbiriyle bağlantılı iki özelliği var. Bunlardan birincisi, uluslararası hukukun bütün kurallarının ayaklar altına alınması ve altüst edilmesidir. İkincisi ise şimdi çeşitli hükümetlerin propaganda aracı olmaktan başka bir işleve sahip olmayan kitlesel medyanın yerlere kapanmasıyla birlikte önde gelen bütün hükümetler tarafından söylenen yalanların çapıdır. Başka hiçbir dönem içinde bulunduğumuz döneme, sonunda 1939’da II. Dünya Savaşına yol açmış olan 1930’lu yıllardan fazla benzemiyor. O dönemde, küresel istikrarsızlığın başlıca kaynağı, Alman ve Japon emperyalizminin, başlıca rakipleri Britanya İmparatorluğu ile ABD karşısında uygun olmadıklarını düşündükleri konumlarını değiştirme yönelimiydi. Avrupa’da, I. Dünya Savaşı’nda müttefikler tarafından yenilgiye uğratılmış olan Alman emperyalizmi Versay Anlaşmasını bozarak konumunu yeniden yükseltme peşindeydi. Onun amacı, Avrupa kıtasında egemen bir konum elde etmek ve bu yolla ABD ile Büyük Britanya’nın yanında bir dünya gücü olarak yer almaktı. Doğuda, bizzat kendisinin sömürgeleştirilmesini önlemeye çalıştığı için imparatorluk ve sömürgelere sahip olma yönelimine geç girmiş olan Japon emperyalizmi, Tayvan’da, Kore’de ve Çin’de sömürgelerle birlikte Doğu Asya üzerinde egemenliğini kurma arayışındaydı. O er ya da geç ABD’nin çıkarlarıyla çatışmaya girecek, böylece o zamana kadar Avrupa’da bir savaş olan şeyi dünya çapında bir çatışmaya dönüştürecekti. Bugün, başlıca saldırgan rolünü, kendi küresel egemenliğini askeri yollarla kurma peşinde olan ABD oynuyor. Bunun nasıl meydana geldiğini anlamak için, geçtiğimiz altmış yılın başlıca gelişme eğilimlerini kısaca da olsa ele almak gerekiyor.
Raporun ingilizce orijinali için bkz: http://wsws.org/articles/ 2006/aug2006/beama26.shtml
Müttefiklerin Almanya ve Japonya üzerinde II. Dünya Savaşı’nda elde ettikleri zafer, yirminci yüzyılın ilk elli yılına damgasını vurmuş olan emperyalistler arası çatışma dönemine son vermişti. Bir yandan, ABD’nin ekonomik ve askeri üstünlüğü üzerinde temellenmiş yeni bir ekonomik ve siyasi denge kuruldu; öte yandan, dünyanın Soğuk Savaş adı altında bölünmesi gerçekleşti. ABD’nin büyük emperyalist güçler arasındaki rakipsiz konumu ba-
45
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sitçe, hatta asıl olarak onun askeri üstünlüğüne dayanmıyordu; o, ABD’nin ekonomik gücünü bir bütün olarak kapitalist ekonominin büyümesine bir zemin oluşturmak için kullanma becerisi üzerine kuruluydu.
Ortadoğu ve onun zengin petrol kaynakları üzerinde denetim, ABD için her zaman son derece önemli olmuştur. 1943’te, Ortadoğu’nun petrol rezervlerinin çapı belli olduğunda, Roosevelt yönetimi, Suudi Arabistan’ın güvenliğinin ABD’nin stratejik çıkarlarını ilgilendirdiğini açıklamıştı.
46
ABD’nin bir yandan hala egemen güç olmakla birlikte, onun göreli üstünlüğünün altının oyulma sürecinde olduğunu ifade ediyordu. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 yılıyla birlikte, ABD en fazla kredi sağlayan ülke olmaktan çıkmış, dünyanın en büyük borçlusu haline gelmişti. Bununla birlikte, bu önemli güçsüzlük, Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin çökmesini ve ardından Sovyetler Birliği’nin 1991’de ortadan kalkmasını izleyen zafer gösterileri eliyle bir süre örtüldü.
Bu genel büyüme yalnızca harabeye dönmüş Avrupa’nın yeniden canlanmasına yol açmadı. O, aynı zamanda, bizzat ABD’nin ekonomik sağlığı ve esenliği için de yaşamsal öneme sahipti. Eğer 1930’ların deneyimi herhangi bir şeyi kanıtladıysa, bu ABD ekonomisinin Kuzey Amerika’nın kaynaklarına ve pazarlarına dayana- SSCB’nin sonu, ilk bakışta ABD’nin ve rak daha fazla gelişemeyeceği, bütün genel olarak kapitalist sistemin tarihdünyaya ihtiyacı olduğuydu. sel zaferini ifade ediyormuş gibi göBaşka şekilde ifade edersek, ABD, ründü ve bu her yerde yüksek sesle savaş sonrası dönemdeki egemenli- ilan edildi. ğini yalnızca diğer önde gelen kapi- Gerçekte, o, savaş sonrası dönemde talist devletleri ekonomik olarak dünya politikasının düzenlenmesinde yeniden kurduğu ölçüde güvence al- son derece belirleyici rol oynamış tına alabilirdi. Bununla birlikte, o, olan Soğuk Savaş üzerine kurulu sibunu yaparak, kendi göreli ekonomik yasi yapıların sonuna işaret ediyordu. üstünlüğünün de altını oydu. Savaş Soğuk Savaşın sonu, yeni bir barış sonrası dengenin temelinde varolan dönemini açmak yerine militarizmin ve onun çökmesine yol açacak olan sürekli artan ölçekte patlamasına çelişki burada yatıyordu. tanık oldu. Bu süreç hiçbir yerde Ortadoğu’da olduğundan daha belirgin ABD’nin gerilemesini izlerken, iki yıl değildir. 1971 ve 1989- dikkat çeker. Ağustos 1971’de, ABD Başkanı Nixon Ameri- ABD ve Ortadoğu kan dolarına olan altın desteğini çekti Ortadoğu ve onun zengin petrol kayve savaş sonrası büyümenin zeminini nakları üzerinde denetim, ABD için oluşturmuş olan sabit kur sistemini her zaman son derece önemli olmuşparamparça etti. Bretton Woods adı tur. 1943’te, Ortadoğu’nun petrol reverilen parasal sistemin ölümü, zervlerinin çapı belli olduğunda, ABD’nin göreli gerilemesinin çarpıcı Roosevelt yönetimi, Suudi Arabisbir ifadesiydi. tan’ın güvenliğinin ABD’nin stratejik Savaş sonrasında, doların, bir ons çıkarlarını ilgilendirdiğini açıklamıştı. altın karşılığı 35 dolar olarak altında Roosevelt, Şubat 1945’te, II. Dünya çevrilebilirliği üzerine kurulu o sistem Savaşı’nın son günlerinde ve ölümünoluşturulduğu zaman, ABD’nin çok den haftalar önce, ABD’nin petrol büyük üstünlüğü, dünya ekonomisin- sağlanmasının devamı karşılığında deki merkezi sorunun dolar edinme Suudi Sarayı’nın güvenliğini sağlayaolduğu anlamına geliyordu. Çeyrek cağı ve koruyacağı savaş sonrası ilişyüzyıl sonra, Nixon altın gişesini ka- kilere zemin oluşturmak üzere Suudi pattı; çünkü ABD artık dünyanın geri kralı ile buluştu. kalanında dolaşan dolarları bedelini 1953’te, petrolün önemi, CIA’nın bir verip geri alamıyordu. Bu karar, darbe örgütlediği İran’daki gelişme-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bu savaş ABD ordusuna stratejik önemde bir açılım sağladı. O, 1991’e kadar, hiçbir Arap Körfezi ülkesini kendi toprakları üzerinde Amerikan üslerine izin vermeye ikna edememişti. Körfez Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, Suudi Arabistan ve diğer devletler, doğrudan Amerikan askeri varlığına daha fazla karşı çıkmadılar.
ler eliyle vurgulandı. Darbe Britanyalı şirketlerin petrol alanlarını ulusallaştırmaya yönelmiş olan başbakan Musaddık’ın ulusalcı hükümetini devirdi ve Muhammed Rıza Pehlevi’yi yeniden Şah olarak başa geçirdi. Şah rejimi, ABD’den sağlanan çok büyük miktarda silahla, İran Körfezi’nin gardiyanı haline geldi. 1970’lerin başlarında işler değişmeye başlıyordu. Eski ekonomik düzenin çökmesine ve Ortadoğu’da ulusalcı güçlerin yükselişine, ilk olarak, fiyatların birkaç ay içinde dörde katlandığı 1973-74 petrol krizi eşlik etti. 1975 yılında, Harper’s dergisinde “Arap Petrolünü Kapmak” başlıklı bir makale yayımlandı. Bu makale, ana hatlarıyla ABD’nin Arap petrol alanlarını ele geçirip işleterek kendi sorunlarını nasıl çözebileceğini anlatıyordu. Benzer makaleler başka dergilerde de yayımlandı. Bu makalelerin hepsi, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından verilen bilgilendirme toplantılarına dayanıyordu. Amerikan yönetiminin sorunu, ABD’nin İran Körfezi’nde bir askeri üsse sahip olmamasıydı. 1979’da, ABD, Şahın devrilmesiyle ve petrol fiyatlarının yeniden yükselmesiyle birlikte büyük bir darbe yedi. Carter, “herhangi bir dış gücün İran Körfezi’ni denetim altına almaya yönelik bir girişimi Amerika Birleşik Devletleri’nin yaşamsal çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak değerlendirilecektir” diyerek, Körfezi ABD’nin etki alanı olarak tasarladı. O, bu tehdidi püskürtmek için bir acil müdahale gücü oluşturdu. 1980’ler boyunca, ABD, İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüzeyin rejimini destekleyerek İran’ı istikrarsızlaştırma peşinde koştu. Irak’a, ABD’den, kimyasal silahların üretimi için, anthrax (şarbon) da dahil biyolojik maddeler sağlandı ve cepheye ilişkin istihbarat verildi. ABD’de
çiftçilere ürettikleri tahıl karşılığında ipotekli kredi veren Commodity Credit Corporation aracılığıyla 19831990 yılları arasında aktarılan en az 5 milyar dolar ile onun savaşı sürdürmesini mümkün kılan önemli bir ekonomik yardım sağladı. Sekiz yıllık savaşın sonunda, 40 milyar dolardan fazla borçla karşı karşıya kalan Irak rejimi, çok ciddi mali kaynak ihtiyacı içindeydi. Şimdi onun altı, OPEC kotalarının dışında petrol satan ve aynı zamanda Irak’ın alanlarından petrol çıkartan Kuveyt rejimi tarafından oyuluyordu. Saddam Hüseyin, Temmuz 1990’da Amerikan büyükelçisi April Glaspie’ye ABD’nin Irak-Kuveyt anlaşmazlığına ilişkin tutumunun ne olacağını sorduğunda, ona, Irak’ın Kuveyt ile olan sınır anlaşmazlığı gibi Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara ilişkin herhangi bir görüşü olmadığı söylendi. Bu bir izin olarak algılandı. Bununla birlikte, Irak Kuveyt’e saldırdığında ABD kendi Körfez Savaşı koalisyonunu örgütledi. Bu savaş ABD ordusuna stratejik önemde bir açılım sağladı. O, 1991’e kadar, hiçbir Arap Körfezi ülkesini kendi toprakları üzerinde Amerikan üslerine izin vermeye ikna edememişti. Körfez Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, Suudi Arabistan ve diğer devletler, doğrudan Amerikan askeri varlığına daha fazla karşı çıkmadılar. 1990-91 Körfez Savaşı, yalnızca Kuveyt’i değil Suudi Arabistan’ı ve diğer ülkeleri de tehdit eden Irak rejiminin Ortadoğu’nun diktatörü haline gelme yönündeki çabalarına karşı küçücük Kuveyt ulusunun bağımsızlığı için girişilmiş bir savaş gibi sunuldu. Saddam Hüseyin’i yeni bir Hitler gibi şeytanlaştırmak için hiçbir çaba esirgenmedi. Gerçekte, savaş yeni bir sömürgecilik döneminin başlangıcını ifade ediyordu. O, anlamlı bir biçimde, Birleş-
47
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k miş Milletlere rağmen değil ama onun himayesinde gerçekleşti. IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) o zaman belirttiği gibi:
Ekim 1998’de, ABD Kongresi, “Irak’ta demokrasiye geçişi destekleyecek bir program oluşturmak” için “demokratik muhalefet örgütlerine” yaklaşık 100 milyon dolar sağlayan Irak Özgürlük Yasası’nı kabul etti.
48
“Emperyalistler, Irak’ı yıkma ve yağmalama azminde şaşırtıcı bir amaç birliği sergilediler. Emperyalist kışkırtıcılığın fazlasıyla hastalıklı merkezi Birleşmiş Milletler’deki oturumlar, Güvenlik Konseyi’nin kapısının önünde ‘eyleme geçmek üzere’ sıraya girmiş çok sayıda burjuva diplomatlarla, bir askeri genelev kadar saygındılar. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan Irak’a yönelik saldırı çağrısına yalnızca Britanya, Fransa, Almanya ve Japonya değil, bir sürü küçük emperyalist devlet de (birkaçının adını anarsak, Avustralya, Kanada, İtalya, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve İsviçre) karşılık verdi. Dinamitin mucidi adına her yıl saygın bir ‘barış ödülü’ veren Norveç bile Irak karşıtı haçlı seferine katkıda bulundu. Bu koalisyondaki geniş katılımın altında yatan şey, bütün emperyalist devletlerin, Irak’a karşı savaşın sömürgeci politikanın yeniden canlanmasını meşrulaştıracağı konusunda açıkça dile getirilmeyen mutabakatıydı. ABD önderliğindeki savaşa verilen destek, diğer emperyalist devletler tarafından, kendilerinin Asya’daki, Ortadoğu’daki, Afrika’daki ve Latin Amerika’daki yatırımlarına tam destek olmasa bile, ABD’nin gelecekteki zımni muvafakati için gerekli bir ön ödeme olarak görüldü.” Ama DEUK’un açıklamasının belirttiği gibi, hırsızlar arasında herhangi bir dostluk yoktur. DEUK, sömürgeciliğin yeniden canlanmasının, aynı yirminci yüzyılın ilk on yıllarında küçük ülkelerin yağmalanmasının sonunda bizzat emperyalist güçler arasında çatışmalara yol açmasında olduğu gibi, uzun vadeli sonuçları olacağı uyarısında bulundu.
Irak olayında, anlaşmazlıkların açığa çıkması uzun sürmedi. Irak’ın teslim olma koşullarında, onun silahlarının imhasını askıya alan ekonomik ambargo sürdürülmüştü. Büyük devletler arasında, yaptırımlar sonrası Irak’ta elde edilmesi olası devasa mali kazanımlar konusunda bölünmeler başladı. ABD yaptırımların kaldırılmasının ve ilişkilerin normalleştirilmesinin, Irak’ın yüksek kaliteli ve düşük maliyetli, dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerinin işletilmesinden edinilecek kârın semeresini diğer güçlerin toplaması anlamına geleceğinden kaygılandı.
Irak’ta “rejim değişikliği” ABD derinleşen bir açmazla karşı karşıyaydı. Bir yandan, Irak ile ilişkilerin normalleştirilmesinden asıl olarak, Irak yönetimiyle önceden petrol anlaşmaları imzalamış olan Fransa ve Rusya da dahil ekonomik rakipleri yararlanacağı için bunu yapamıyordu. Öte yandan, yaptırım uygulamasını sürdürmek giderek daha zorlaşıyordu. Gordion düğümünü kesmenin yolu “rejim değişikliği” idi. Ekim 1998’de, ABD Kongresi, “Irak’ta demokrasiye geçişi destekleyecek bir program oluşturmak” için “demokratik muhalefet örgütlerine” yaklaşık 100 milyon dolar sağlayan Irak Özgürlük Yasası’nı kabul etti. Bir başka ifadeyle, “rejim değişikliği” politikası Clinton yönetimi altında başlatılmıştı. Demokratik Parti’nin 2000 seçimleri programı, Irak Özgürlük Yasası’nın “tam olarak uygulanmasını” içeriyordu. Bush yönetiminin ilk günlerinden itibaren, Irak’a müdahale sorunu tartışılıyordu. Basit bir şekilde bir müdahaleye kalkışmak mümkün değildi; bir gerekçe olması gerekiyordu. ABD emperyalizminin karşı karşıya olduğu sorunlar Zbigniew Brzezinski’nin 1997 yılında yayımlanan Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k gösterildi. Brzezinski, ABD için dünya egemenliğini uygulamanın zor olduğunu, çünkü Amerika’nın “dışarıda otokratik olmak için içeride fazlasıyla demokratik” olduğunu anlatıyordu. Dışarıda güç peşinde koşmak, “halkın esenlik duygusuna yönelik ani bir tehdit ya da meydan okuma hariç”, ABD ekonomik bir kitlesel tutkuya hakim olma hedefi değildi. programı, ülkeyi yağmaladığı için, 11 Eylül 2011 olayları bu tehdidi sağladı. 11 Eylül’e ilişkin çok sayıda Irak halkının yaşam koşullarını yanıtlanmamış soru var. Ancak bir iyileştirmeyi değil şeyden kuşku yok: O, ABD tarafından girişilen bir küresel egemenlik savaama şının bahanesiydi. Şimdi resmi Pentakötüleştirmeyi gon çevrelerinde adlandırıldığı amaçlıyordu. Bu biçimde “terörle mücadele” ya da yüzden, onun bir “uzun savaş”, içinde ABD’nin Ortadoğu’da ve uluslararası ölçekte kendi kukla rejim hegemonyasını kurmaya çalıştığı çerkurma düşüncesi, çevedir. zorunlu olarak, Şimdiki dönemin patlayıcı karakteri böl ve yönet asıl olarak ABD’nin küresel ekonomik biçimindeki konumundaki gerilemeyi askeri yolklasik larla telafi etmeye çalışıyor olduğu emperyalist gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bu program kendi amansız mantığına taktiğe, milli ve sahiptir. ABD, askeri çatışmalara mezhepsel dahil olduğu ölçüde, asıl olarak asbölünmelerin keri alanda yenilgiye uğradığı için yaratılmasına değil ama çoğunlukla zaferlerinin yol dayandı. açtığı sorunların üstesinden gelmek için daha fazla güç kullanmak zorunda kalmaktadır. Körfez Savaşı sırasında, Wall Street Journal, şimdi adı kötüye çıkmış “güç işe yarıyor” sloganını türetmişti. Bu Bush yönetiminin yöntemi haline geldi. Bununla birlikte, Frederick Engels’in son derece yalın biçimde açıklamış olduğu gibi, “güç teorisi”ne katılanlar siyasi koşulların ekonomik koşulları belirlediği ve siyasi yöntemlerin ve nihayet gücün temel ekonomik koşulları yeniden biçimlendirmede kullanılabileceği yanılgısı içindeler. Gelin, Irak’ta yaşananları bu bakış
açısıyla değerlendirelim. ABD ordusu Irak’ı birkaç gün içinde ele geçirebildi; Mayıs 2003’te, Bush’un beyanıyla, “görev tamamlandı”. O günlerde, Bush doktrininin savunucuları, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın ve Japonya’nın ABD tarafından işgalinden çıkarılan derslerin Irak’ta yaşayabilir bir demokrasinin ve gelişen bir ekonominin kurulmasının mümkün olacağını gösterdiğini iddia ediyorlardı. Onlar bir etmeni dışta bırakmışlardı: Aradan geçen dönemde ABD’nin ekonomik konumundaki gerileme. Bu, Washington’ın Irak’taki ekonomik programının Japonya’da ve Avrupa’da uygulanmış olan türde ekonomik yeniden inşa üzerinde değil ama Halliburton gibi Amerikan şirketleri yararına yağma, özelleştirme ve kitlesel işten çıkarmalar üzerine kurulduğu anlamına gelir. ABD ekonomik programı, ülkeyi yağmaladığı için, Irak halkının yaşam koşullarını iyileştirmeyi değil ama kötüleştirmeyi amaçlıyordu. Bu yüzden, onun bir kukla rejim kurma düşüncesi, zorunlu olarak, böl ve yönet biçimindeki klasik emperyalist taktiğe, milli ve mezhepsel bölünmelerin yaratılmasına dayandı. Sonuç mezhepler temelinde bir iç savaşın patlaması ve tehlikeli bir şekilde Şii siyasi ve dini örgütleri ile ABD ordusu arasında denge kuran bir hükümetin kurulması oldu. Irak başbakanının Lübnan’daki savaş sırasında Hizbullah’ı kınamayı reddetmesiyle birlikte, ABD yönetimi içindeki tartışılan şey, idareyi ele alacak yeni bir güçlü adam aramak gerektiğidir. Aynı zamanda, militarizmin mantığı işliyor. Irak’ta yaşatılabilir bir kukla rejimin kurulmasındaki başarısızlık, askeri müdahalenin İran’a ve Suriye’ye doğru uzaması ve Condoleezza Rice’ın şimdi adı kötüye çıkmış olan ifadesiyle bir “yeni Ortadoğu”nun ku-
49
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ABD’nin “uzun savaşı” neye yol açacak? O, yirminci yüzyılın kanlı tarihinin göstermiş olduğu gibi, belirli bir noktada bir felakete yol açmak zorunda. Bu tarih, aynı zamanda, bu felaketin, şu ya da bu emperyalist devlete ya da Birleşmiş Milletler gibi örgütlere barışı koruma çağrısı yaparak önlenemeyeceğini de göstermektedir.
rulması anlamına gelmektedir.
“Uzun savaş”
uluslararası sistemin çerçevesi, söylemeye gerek yok ki, ABD’nin çıkarları eliyle belirlenmektedir. Yani, Bush’un yaptığı gibi kabaca belirtirsek, “ya bizim yanımızdasın ya da bize karşısın”.
Ancak ABD askeri faaliyetinin alanı bu bölgeyle sınırlı değil. Pentagon’un Şubat ayında yayımladığı Dört Yıllık Savunma Dergisi’nin sözcükleriyle, “ABD uzun bir savaşa dahil olmuş bir ABD’nin “uzun savaşı” neye yol açaulustur.” Bu savaşın alanı bütün yer- cak? O, yirminci yüzyılın kanlı tarihinin göstermiş olduğu gibi, belirli bir küredir. Dergi, “Stratejik Kavşaklarda Ülkele- noktada bir felakete yol açmak zorin Tercihlerini Biçimlendirme” başlığı runda. Bu tarih, aynı zamanda, bu altında şunları belirtiyor: “Büyük ve felaketin, şu ya da bu emperyalist yükselmekte olan güçlerin tercihleri devlete ya da Birleşmiş Milletler gibi ABD’nin ve onun müttefikleri ile or- örgütlere barışı koruma çağrısı yapataklarının gelecekteki stratejik konu- rak önlenemeyeceğini de göstermekmunu ve hareket serbestisini tedir. 2003 Irak savaşı sırasında, BM etkileyecektir. ABD, bu tercihleri işbir- ABD saldırısına karşı harekete geçliğini ve karşılıklı güvenlik çıkarlarını meyi reddetmiş ve müdahale sona güçlendirecek şekilde biçimlendir- erdiğinde onu kutsamıştı. BM, Lübmeye çalışacaktır. ABD, müttefikleri ve nan’a yönelik saldırı sırasında, ortakları, aynı zamanda, büyük ya da 1930’lardaki başarısızlığa mahkum yükselen bir gücün gelecekte düş- selefi Milletler Cemiyeti gibi, bu imha manca bir yol tutması ihtimaline karşı savaşında tamamen ABD’nin ve İsrail’in yanında yer almıştı. da önlem almak zorundadır.” Bu olası adaylardan kimileri şimdiden belirlenmiştir. Belge, ekonomik ve siyasi bir istikrarsızlık kaynağı olan “Venezuela gibi bazı ülkelerde halkçı otoriter siyasi rejimlerin yeniden güçlenmesi”ne gönderme yapmaktadır. Rusya, “geçiş” içinde bir ülke olarak betimleniyor. ABD, Moskova’yı bir “yapıcı ortak” olarak selamlarken, başka devletlerin siyasi ve ekonomik bağımsızlığı ile toprak bütünlüğünü tehlikeye sokan eylemleri “kaygıyla” karşılamaktadır. Belge, belirli bir bölge belirtmiyor ama “dış güçlerin” bölgenin enerji kaynakları üzerinde “etki sahibi olmaya çalışabileceği” Orta Asya ülkelerine gönderme yapıyor.
Dünyada, militarizme ve savaşa son verebilecek ve gerçek barışı garanti altına alabilecek bir tek toplumsal güç vardır. Bu güç, uluslararası işçi sınıfıdır. Bununla birlikte, onun bu görevi yerine getirmesi için bağımsız bir program uğruna mücadele etmesi gerekiyor. Bu perspektifin temelinde, şu ya da bu emperyalist güç üzerinde baskı oluşturmaya çalışma değil ama savaşın kaynağı olan özel mülkiyet ve ulus devlet üzerine kurulu kapitalist sisteme son verme görevinin kabulü yatmaktadır. SEP’in ve dünya partimiz IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin programı budur.
Son olarak, bu programı çeşitli radikal ve protesto grubunun öne süriflas etmiş perspektifle Çin, “ABD ile askeri olarak rekabet düğü karşılaştırayım. etme gücüne en fazla” sahip olan ülke olarak belirleniyor. Belge genel 2 Ağustos tarihli Green Left Weolarak bütün “büyük ve yükselmekte ekly’de yayımlanan bir makale, Hoolan güçlere yapıcı unsurlar ve ortak- ward hükümetinin İsrail saldırısına lar olarak uluslararası sisteme eklem- olan desteğine karşı kitlesel topluluk lenme” çağrısı yapıyor. Bu tepkisinin sürdürmek için kent ölçe-
50
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Savaş, bizzat kapitalist sistemin özündeki süreçlerden kaynaklanmaktadır. Bu çözümleme, acil görevin, işçi sınıfının siyasi bilincinin geliştirilmesi ve uluslararası sosyalizm programı üzerinde yükselen devrimci bir hareketin oluşturulması olduğunu belirtir.
ğinde daha fazla sayıda ve daha büyük protestoların gerektiğini iddia etti. “Irak savaşına karşı kampanyadan çıkartılacak başlıca ders, büyük bir protesto yürüyüşünün, ne denli büyük olursa olsun yetmediğidir.” Irak’ın işgaline karşı protestolar (tarihteki en büyük gösteriler) ABD ile müttefiklerinin savaş yönelimine karşı küresel muhalefeti gözler önüne sermişti. O muhalefet ve öfke sonraki üç yıl içinde derinleşti. Şimdiye kadarki Irak savaşı deneyimi, aynı zamanda, bağımsız bir perspektife sahip olmayan her hareketin, ne kadar büyük olursa olsun güçsüz olduğunu da gösterdi. 2003’teki sorun, ortada yalnızca bir protestonun olması değil; bu gösterinin, savaşın önüne geçmesi için Birleşmiş Milletler’e ya da büyük devletlerden birine, muhtemelen Fransa’ya baskı yapma perspektifiydi. Lübnan’a yönelik saldırı sırasında, protesto örgütleyicilerinin çağrısı bizzat Howard hükümetine yönelikti. Savaşı Durdur Koalisyonu’nun bir üyesinin Green Left Weekly’nin 16 Ağustos tarihli sayısında yer alan bir makalesi, “Bağımsız bir ülkeye yönelik saldırıyı ve o ülkenin halkının katledilmesini açıkça mahkum etmediği için başbakan John Howard’a, ALP’nin önderi Kim Beazley’e ve Victoria [eyaleti] başbakanı Steve Bracks’a yazıklar olsun” diyordu. Bu makale, koalisyon hükümetinden İs-
rail saldırısını mahkum etmesini ve İsrail devleti ile olan bütün ilişkilerini kesmesini talep etti. Makale, protesto perspektifinin tam iflasını özetleyerek bitiyordu: “Bu savaşa son vermek için seferber olan kitlesel muhalefeti sürdürmemiz gerekiyor. Bu, sonuçta, Howard’ın, George Bush’un, Tony Blair’in ve Ehud Olmert’in kulak vermesini sağlamanın tek yoldur.” Böylesi bir perspektifin altında yatan çözümlemeyi gözünüzün önüne getirin. Ona göre, asıl sorun, çeşitli emperyalist hükümetlerde önde gelen mevkileri işgal eden bireylerde yatmaktadır. Varılan sonuç da, onlar kulak verene ya da yerlerini başkalarına bırakana kadar protestoları sürdürmek gerektiğidir. Savaş yöneliminin tek tek emperyalist politikacıların ruh halinden ya da politikalarından kaynaklanmadığını kavrayan bilimsel bir çözümlemeden bütünüyle farklı bir sonuç çıkar. Savaş, bizzat kapitalist sistemin özündeki süreçlerden kaynaklanmaktadır. Bu çözümleme, acil görevin, işçi sınıfının siyasi bilincinin geliştirilmesi ve uluslararası sosyalizm programı üzerinde yükselen devrimci bir hareketin oluşturulması olduğunu belirtir. SEP’in ve DEUK’un çalışması, bu perspektifin gerçekleştirilmesine yöneliktir.
HHHH
wsws.org IV. Enternasyonal’in uluslararası Komitesi’nin yayın organı dünya sosyalist web sayfası
51
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Yazan: Halil Çelik 368 syf., 20 TL.
Uluslararası İşçiler Birliği’nin (UİB-1.Enternasyonal), tarihi üzerine bu kitapta, aynı zamanda Marksizmin içinde biçimlendiği koşullar gözler önüne seriliyor.
Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL
Marksist kuramcı, politikacı ve tarihçi Franz Mehring’in, Türkçe’ de ilk olarak Prinkipo Yayıncılık tarafından yayımlanan bu çalışması, tarihsel maddeci yöntemi yalın bir şekilde anlatıyor.
Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL
Bu kitap, Marksistlerin, 1917 Ekim (Kasım) Devrimi’nin ardından kurulan ilk işçi devletinin bürokratik çürümesine karşı verdikleri amansız mücadelenin belgelerden oluşuyor. SSCB’deki Marksistler ile Stalin önderliğindeki bürokratik kast arasındaki
52
amansız mücadelenin uluslararası ekonomik ve sınıfsal temellerini gözler önüne seren bu kitap, Marksist hareketin yalnızca tarihine ışık tutmuyor, bugününü anlamamıza da katkıda bulunuyor.
1936 Moskova duruşmaları üzerine
Kızıl Kitap Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.
Stalin’in önderliğindeki ulusalcı totaliter bürokrasi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi içindeki muhaliflerine son darbesini 1936 Moskova Duruşmaları’nda indirmişti. Troçki’nin oğlu ve Uluslararası Sol Muhalefet’in önderlerinden Lev Sedov, duruşmaların başlamasından hemen sonra kaleme aldığı bu kitapta, 1936 Moskova Duruşmaları’nın düzmece karakterini gösteriyor.
Kitapları aşağıdaki adresimizden yüzde 50 indirimli olarak elde edebilirsiniz. Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B, Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
militarizme-savaşa karşı mücadele ve marksistler m. özgür demir
Uluslararası İşçiler Birliği (UİB) 1867’de Lozan’da toplanan ikinci kongresinde Barış ve Özgürlük Birliği’ne gönderdiği mesajda, “var olan orduların lağvı ve barışın korunması için” onunla birlikte çalışmaya hazır olduğunu belirtirken, “savaşların gerçek nedeninin zenginlik ile sefalet karşıtlığını içeren egemen ekonomik düzen olduğunu; orduların lağvını ve servetin insanlar arasında adil dağılımını güvence altına almak için de yeni bir toplumsal düzenin kurulması gerektiğini” vurgulamıştı.
S
avaşa ve militarizme karşı mücadele, işçi hareketinin ve Marksistlerin her zaman gündeminde olmuştur. Uluslararası İşçiler Birliği (UİB) 1867’de Lozan’da toplanan ikinci kongresinde Barış ve Özgürlük Birliği’ne gönderdiği mesajda, “var olan orduların lağvı ve barışın korunması için” onunla birlikte çalışmaya hazır olduğunu belirtirken, “savaşların gerçek nedeninin zenginlik ile sefalet karşıtlığını içeren egemen ekonomik düzen olduğunu; orduların lağvını ve servetin insanlar arasında adil dağılımını güvence altına almak için de yeni bir toplumsal düzenin kurulması gerektiğini” vurgulamıştı. UİB, Brüksel Kongresi’nde (1868), savaşa karşı bir genel grevi “bütün işçilerin dayanışması olarak” kabul ederek militarizme karşı mücadeleyi işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesi ile birleştiren bu temel yönelimini sürdürdü. Bu çizgi, kurulduğu 1889 Paris Kongresi’nde “orduların lağvı ve halkın genel olarak silahlandırılması üzerine” bir karar alan Sosyalist (II.) Enternasyonal tarafından devralındı. Sosyalist Enternasyonal’deki Marksistler, yaptıkları araştırmalarla ve sundukları raporlarla militarizme ve savaşa karşı mücadele perspektifini geliştirdiler ve temellerini sağlamlaştırdılar. Bu konudaki ilk önemli girişimlerden biri, Wilhelm Liebknecht’in (Karl Liebknecht’in babası) 1891 Brüksel Kongresi’ne sunduğu rapordu. Raporunda, delegelerin dikkatini militarizmin yükselişine çeken Liebknecht, onun toplumsal ve ekonomik köklerini sergiliyor ve burjuva pasifizmini eleştiriyordu. Militarizm sorunu toplumsal bir sorundu ve mevcut savaş tehlikesi, sınıf karşıtlıkları ile sınıflar arasındaki mücadeleler gözardı edilerek anlaşılamazdı. Liebknecht, savaşların nihai olarak önlenmesinin yolunun işçi sınıfının iktidarı zaptından ve sosyalizmi kurmasından geçtiğini vurgulamakla birlikte, militarizm ile işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren vergi artışları arasındaki doğrudan bağlantıya değinmiyor ve savaş tehlikesini önleme konusunda somut bir öneri geliştirmiyordu. Bir savaşın çıkması durumunda genel grev çağrısı yapılmasını öneren Hollanda Sosyalist Partisi’nden D. Nieuwenhuis ile Alman Sosyal Demokratları (SPD) arasında yaşanan tartışmaların ardından, Liebknecht’in karar tasarısı kabul edildi. Kararın giriş bölümünde, Avrupa’yı saran militarizmin, insanın insan tarafından sömürüldüğü sistemin üzerinde yükseldiği sürekli savaş durumunun kaçınılmaz sonucu olduğu belirtiliyor; militarizme ve savaşlara son vermenin tek garantisinin sosyalist toplumun kurulması olduğu vurgulanıyordu. Militarizme ve savaşa karşı mücadele, Sosyalist Enternasyonal’in 1893 Zürih Kongresi’nde de gündemdeydi. Kongre, SPD’nin sunduğu karar taslağını Belçikalıların önerdiği pratik adımlarla (askeri
53
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Sosyalist Enternasyonal’in 1900 yılında toplanan Paris Kongresi, işçi partilerinin önüne militarizme ve sömürgeciliğe karşı etkin ve kararlı bir mücadele örgütlemeleri görevini koydu: “Burjuvazinin ve hükümetlerin savaşları kalıcılaştıran dünya çapındaki ittifakına, bütün ülkelerin işçilerinin barışı kalıcılaştıracak ittifakıyla yanıt verilmelidir.”
54
kredilere / savaş bütçelerine karşı çıkmak, silahsızlanmayı savunmak) birleştirip geliştirerek onayladı. 1896 Londra Kongresi Brüksel ve Zürih kongrelerinin kararlarına sahip çıktı. Bu konuda benimsenen karar, savaşların kapitalistler arasındaki ekonomik rekabetten kaynaklandığını ve onu önlemenin yolunun işçi sınıfının iktidarı alarak kapitalist üretim biçimine son vermesinden geçtiğini vurguluyordu. Sosyalist Enternasyonal’in 1900 yılında toplanan Paris Kongresi, işçi partilerinin önüne militarizme ve sömürgeciliğe karşı etkin ve kararlı bir mücadele örgütlemeleri görevini koydu: “Burjuvazinin ve hükümetlerin savaşları kalıcılaştıran dünya çapındaki ittifakına, bütün ülkelerin işçilerinin barışı kalıcılaştıracak ittifakıyla yanıt verilmelidir.”Paris Kongresi, sosyalist parlamenterleri askeri amaçlara ve sömürgeciliğe hizmet eden bütün kredilere karşı oy kullanmakla yükümlü kılmıştı. Kongre ayrıca, herhangi bir savaş tehlikesi durumunda “militarizme karşı eşzamanlı bir protesto hareketi örgütlemek”le görevli bir Uluslararası Sosyalist Komisyon seçmişti. Sosyalist Enternasyonal’in militarizme ve savaşa karşı mücadele konusundaki en sert tartışmaların yaşandığı kongrelerinden biri, 1907 yılında toplanan Stuttgart Kongresi’ydi. Yaklaşan savaş tehlikesiyle birlikte, sosyalistlerin bir savaş durumunda ne yapacakları ve ona karşı hangi eylem biçimlerine başvuracakları konularındaki tartışmalar da sertleşiyordu. Bu kongrede yaşanan tartışmalar, özünde, Sosyalist Enternasyonal içinde sınıfsal ve ulusal çıkarlar ekseninde yaşanan ayrışmanın giderek derinleştiğinin ifadesiydi. Bu kongre, Sosyalist Enternasyonal içindeki Marksistler ile yurtseverler ve rakip emperyalist ülkelerin sosyal yurtseverleri arasında yaşanan sert tartışma-
larla damgalandı. Zaten militarizm ve savaş üzerine tartışmaları gündeme getirenler de “anayurtlarını” bir Alman saldırısı tehdidi altında hisseden Fransızlardı. Kongre, Lenin’in, Luxemburg’un ve Martov’un yer aldığı bir komisyon tarafından hazırlanan kararı kabul etti. Stuttgart Kongresi’nin savaş ve militarizm üzerine kararında, Kongre’nin, önceki uluslararası kongrelerde militarizme ve emperyalizme karşı benimsenmiş olan kararlarını yeniden onayladığı ve militarizme karşı mücadelenin bir bütün olarak sosyalizm mücadelesinden ayrı tutulamayacağı bir kez daha vurgulandı. Savaş ve militarizm sorunları, Sosyalist (II.) Enternasyonal’in 1910 yılında toplanan Kopenhag Kongresi’nde de tartışıldı ama yeni bir karar alınmadı. Kopenhag Kongresi, 1907 Stuttgart Kongresi’ndeki kararı, bazı küçük eklemelerle onaylamakla yetindi. Bu arada emperyalistler arasındaki gerilim tırmanmaya devam ediyordu. SPD, işçi sınıfı içinde yükselen militarizm ve savaş karşıtı dalganın da etkisiyle, 1912 Chemnitz Kongresi’nde, yalnızca üç oy farkla da olsa, emperyalizm üzerine bir karar aldı. Ama SPD içindeki bölünme de giderek derinleşiyordu. Parti içindeki sağ kanadın giderek güçlendiği bu süreçte, SPD’nin parlamento grubu, 1913 Martında askeri harcamalar ve vergiler konusunda ilk kez bölündü. SPD’li parlamenterlerin bir kesimi savaş vergisinden yana oy kullandı. Bir dünya sistemi haline gelmiş olan kapitalizmin içsel gerilimlerinin işçi sınıfının önderliğini elinde tutan II. Enternasyonal’e (Sosyalist Enternasyonal) ve onun lokomotifi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) yansımaması düşünülemezdi. Bu dönemde, II. Enternasyonal’in, yalnızca SPD’de değil emperyalist ülkelerdeki bütün partilerinde çoğunluğu oluşturan sağ
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k kanadı, hızla yaklaşan savaşta kendi kapitalistlerinin emperyalist politikalarına yedeklenme yönünde ilerliyordu.
Sosyal demokrat partilerin iflası, Rosa'nın da belirttiği gibi bir günde oluşmamıştı. O, önceki otuz-kırk yıllık gelişme dönemindeki hızlı sanayileşme, sömürge yağmaları ve II. Enternasyonal partilerinin reformist ve sendikalist siyaseti eliyle adım adım sonuca ilerlemişti.
II. Enternasyonal partilerinin reformizminin, anayasalcılığının ve sonunda da “kendi” burjuvazilerini desteklemelerinin ardında –işçi aristokrasisinin/bürokrasisinin de maddi temelini oluşturan- emperyalizm ile kapitalist sömürünün asıl olarak emperyalist ulus devlet sınırları çerçevesinde gerçekleşmesi yatıyordu. Emperyalist ve kapitalist sömürüden çıkar sağlayan ve burjuvalaşan işçi önderliklerinin egemenliğindeki sosyal demokrat partilerin iflası, Rosa'nın da belirttiği gibi bir günde oluşmamıştı. O, önceki otuz-kırk yıllık gelişme dönemindeki hızlı sanayileşme, sömürge yağmaları ve II. Enternasyonal partilerinin buna paralel biçimlenen reformist ve sendikalist siyaseti eliyle adım adım sonuca ilerlemişti. 1914 öncesinde, İkinci Enternasyonal, işçi sınıfını savaşın patlamasına karşı direnmeye ve onun başlaması durumunda, “halkı harekete geçirmek ve kapitalizmin yıkılmasını hızlandırmak” için bu krizden yararlanmaya çağıran bildiriler yayınlamıştı. Ancak onun içinde yıllardır gelişmekte olan oportünizm, kapitalizmin bütün içsel çelişkilerinin patlama noktasına geldiği -bir başka deyişle, işçi sınıfının sosyalist çözümünün de kendisini dayattığı- bir dönemde, I. Dünya Savaşı’nın patlamasıyla birlikte bütün çıplaklığı ve yıkıcılığıyla açığa çıktı.
I. Dünya savaşı: Sosyal yurtsever ihanet ve marksistler
girdi ve on milyonlarca emekçiyi sermayenin çıkarları doğrultusunda savaşa sürdü. II. Enternasyonal partilerinin bu tavrı, Sosyal Demokrasi’nin işçi sınıfı ve sosyalizm adına nihai olarak bittiğinin ve burjuvazinin safına geçtiğinin ilanıydı. SPD, kendi emperyalist hükümetlerinin savaş politikalarına verdiği açık desteği “ulusal savunma” argümanlarıyla haklı çıkarmaya çalışıyordu: “… Savaşın soğuk gerçekliği önümüzde. Düşman işgali tehdidi altında bulunuyoruz. Bugün, savaşa karşı olup olmadığımızı değil; ülkeyi savunmak için hangi adımların atılması gerektiğine karar vermek zorundayız. Şimdi, kendi hataları olmaksızın bu felakete sürüklenen milyonlarca yurttaşımızı düşünmek zorundayız. Yıkımın acısına asıl onlar katlanacak. En iyi dileklerimiz, hangi partiden olurlarsa olsunlar, silah altına alınmış kardeşlerimizle birliktedir.” SPD içindeki bu ihanete, parti içinden yalnızca Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Franz Mehring ve Clara Zetkin öncülüğündeki bir avuç komünist karşı koymuştu. Rosa Luxemburg, SPD’nin ihanet politikasını, “bütün ülkelerin işçileri barış zamanında birleşin, savaşta ise birbirinizin boğazına sarılın” diyerek, tek bir cümlede özetliyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın kökleri, kapitalizmin gelişmesinde; özellikle de giderek bir dünya sistemi haline gelen kapitalist ekonomi ile burjuva ulus devlet sistemi arasındaki çelişkide yatıyordu. 20. yüzyıl başlarında, ileri kapitalist ülkelerin, üretici güçlerin devasa gelişimi ve sömürgeci yağma sayesinde elde ettiği ekonomik büyümeye ve siyasi istikrara, alttan alta yoğunlaşan bir rekabet ve giderek yoğunlaşan çıkar çatışmaları eşlik ediyordu. Troçki, 1915’te şöyle yazmıştı:
4 Ağustos 1914’te, SPD’nin Alman parlamentosundaki temsilcilerinin neredeyse tamamı hükümetin savaş bütçesinden yana oy kullandı. II. Enternasyonal’in -Rusya ve Sırbistan hariç- bütün partileri, kendi emperyalist burjuvazilerinin ardında hizaya “Şimdiki savaş, aslında, üretici güçle-
55
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k rin ulusun ve devletin siyasi biçimine karşı isyanıdır. Bu, bağımsız bir ekonomik birim olarak ulus devletin çöküşü demektir… 1914’te başlayan savaş, kendi içsel çelişkileri eliyle harap olmuş bir ekonomik sistemin tarihindeki en müthiş çöküşüdür.”
Lenin: “Sosyalizm ve savaş”
Lenin, burjuva pasifistler ve anarşistlerden farklı olarak Marksistlerin savaşa bakışının devletler arasındaki savaşların barbar yanlarını teşhir etmekle sınırlı olamayacağına; aynı zamanda bu savaşların ülke içindeki sınıf mücadeleleri ile ayrılmaz bağına işaret ediyordu.
56
İkinci Enternasyonal’in bu teslimiyetinin aksine, Lenin önderliğindeki Bolşevik Parti, savaşa karşı çıktı. Lenin, savaşın başladığı ilk haftalar içinde, çatışmayı “burjuva, emperyalist ve hanedanlar arası savaş” olarak tanımlayan bir karar kaleme aldı. Kararda emperyalist savaş karşısında II. Enternasyonal’in ihaneti teşhir edilerek bu savaşa karşı işçi sınıfının mücadele yöntemi açıklanıyordu: “İkinci Enternasyonal’in (1889-1914) önderlerinden çoğunun sosyalizme ihaneti, onun ideolojik ve siyasi iflasını göstermektedir. Bu çöküşe, asıl olarak, burjuva karakteri ve taşıdığı tehlike bütün ülkelerin devrimci proletaryasının en iyi temsilcileri tarafından uzun süredir belirtilen küçük burjuva oportünizminin onun içindeki gerçek egemenliği yol açmıştır. Oportünistler, sosyalist devrimi reddederek ve onun yerine burjuva reformizmini geçirerek; belirli bir anda kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüştürülecek sınıf mücadelesini reddederek; sınıf işbirliğini öğütleyerek; yurtseverlik ve anavatanın savunusu kisvesi altında burjuva şovenizmini öğütleyerek; sosyalizmin, uzun süre önce Komünist Manifesto’da ifade edilmiş olan, işçilerin vatanı olmadığı biçimindeki temel doğrusunu yok sayarak ya da reddederek; militarizme karşı mücadelede, bütün ülkelerin işçileri tarafından bütün ülkelerin burjuvalarına karşı devrimci bir savaş verilmesi gereğini kabul etmek yerine, bir duygusal cahil yaklaşımıyla yetinerek; parlamentoculuğu ve burjuva yasallığının kaçınılmaz kullanımını bir fetiş
haline getirerek ve yasadışı örgütlenme ve ajitasyon biçimlerinin kriz dönemlerinde kaçınılmaz olduğunu unutarak, uzunca süredir, İkinci Enternasyonal’i enkaz haline getirmeye hazırlanıyorlardı.” Lenin, 1915 yılında Zimmerwald konferansında dağıtılmak üzere yazdığı “Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu” başlıklı broşürde emperyalist savaş karşısında işçi sınıfının devrimci taktiklerini özetliyordu. Lenin, burjuva pasifistler ve anarşistlerden farklı olarak Marksistlerin savaşa bakışının devletler arasındaki savaşların barbar yanlarını teşhir etmekle sınırlı olamayacağına; aynı zamanda bu savaşların ülke içindeki sınıf mücadeleleri ile ayrılmaz bağına işaret ediyordu. Lenin, bu broşürde, II. Enternasyonal’in 1912 yılındaki Basel Kongresi’nde oybirliği ile kabul edilen bildirisinin arkasında durarak, “emperyalist savaşı iç savaş durumuna çevirme” taktiğini vurguluyordu: “Basel Bildirisi, … savaşın patlaması durumunda, sosyalistlerin, kapitalizmin devrilmesini hızlandırmak için, savaşın neden olacağı ekonomik ve politik bunalımlardan yararlanmalarını, yani sosyalist devrim adına hükümetlerin savaştan kaynaklanan sıkıntılı durumlarından ve yığınların öfkelerinden yararlanılmasını öngörmektedir.” Bolşeviklerin bu enternasyonalist tutumu ve yıllardır işçi sınıfı içerisinde yürüttükleri ısrarlı faaliyet, Rus emekçi kitlelerinin 1917 Şubatında savaşın yol açtığı yıkıma karşı ayağa kalkmaları ve devrimi başlatmalarıyla hedefine ulaşacaktı. Öyle ki, Bolşeviklerin, Şubat ve Ekim ayları arasındaki enternasyonalist, savaş karşıtı ve işçi sınıfının sosyalist devrimini savunan ilkeli duruşları sayesinde Ekim Devrimi başarıya ulaşabilmiş, Rus işçi sınıfı iktidarı aldıktan sonra yapılan ilk iş de savaşan ülkelerin hükümetlerine
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Hitler’in kanlı saldırısını, onunla bir “saldırmazlık” antlaşması imzalayarak kolaylaştırmış olan Stalinist rejim; diğer yandan da “anayurdun savunusu” politikasıyla I. Dünya Savaşı’nda Sosyal Demokrasinin izlediği ihanet politikasının bir benzerini uygulamaya koydu.
ve halklarına savaşı sonlandırma Birinci Dünya Savaşı, dünya kapitalizminin, sermayenin uluslararası diçağrısı yapmak olmuştu. namikleri ile özel mülkiyet ve ulus Ne yazık ki, dünya devriminin başdevlet sistemi arasındaki çelişkiden langıcı olan Rus devrimini, Avrukaynaklanan genel krizini çözemepa'daki başarılı proleter devrimler miş; tersine, var olan uluslararası izlememiş, sosyal demokrat partilerin ekonomik ve siyasi çelişkileri daha da burjuvaziyle birlikte kanlı bir karşı salkeskinleştirmişti. dırıya geçmeleriyle birlikte, Avrupa devrimleri yenilgiye uğratılmıştı. Bu, Hitler faşizminin Fransa, Britanya ve aynı zamanda, savaşları doğuran ze- ABD tarafından gecikmiş şekilde kımini (kapitalizmi) ortadan kaldırmak nanması ve tüm savaş suçunun Hitler üzere tarihi bir fırsatın kaçırıldığı ve üzerine yıkılması karşısında Troçki, emekçi kitleleri yeni bir emperyalist savaşın demokrasi ile faşizm arapaylaşım savaşının beklediği anla- sında bir çatışma gibi gösterilmesi çabalarına karşı koymuş ve ısrarla mına geliyordu. savaşın emperyalist çelişkilerden kayII. Dünya savaşı ve marksistler naklandığını vurgulamıştı. Troçki Gerçekte II. Dünya Savaşı'nın genel savaş “aynı ray üzerinde birbirlerine provası İspanya İç Savaşı'nda ortaya doğru harekete geçirilmiş olan trenkonmuştu. Hitler ve Mussolini ile İs- lerin çarpışması kadar kaçınılmazdı” panyol burjuvazisinin bir kesiminin diyor ve Mayıs 1940’ta kaleme aldığı desteklediği faşist Franco ile cumhu- Dördüncü Enternasyonal’in Emperyariyetçi İspanyol burjuvazisi arasındaki list Savaş Üzerine Bildirisi’nde, küreiç savaş, Stalinizmin II. Dünya Sava- sel felaketin sorumluluğunu bütün şı'nda da tekrarlayacağı “faşizme önde gelen kapitalist ülkelerin emkarşı demokrasi mücadelesi” yalanı- peryalist burjuvazisinde olduğunu benın ilk geniş çaplı sergilendiği alan lirtiyordu. olmuştu. Troçki önderliğindeki Hitler’in kanlı saldırısını, onunla bir Bolşevik-Leninistlerin ısrarla karşı “saldırmazlık” antlaşması imzalayadevrimci karakterini anlatmaya çalış- rak kolaylaştırmış olan Stalinist rejim; tığı bu siyaset gerçekte işçi sınıfını diğer yandan da “anayurdun savuburjuvazinin bir kesimine yedekle- nusu” politikasıyla I. Dünya Savamesi siyasetiydi. Burjuva “Halk Cep- şı’nda Sosyal Demokrasinin izlediği hesi” politikası yerine işçi sınıfının ihanet politikasının bir benzerini uybağımsız devrimci politikasının ve işçi gulamaya koydu. Uyguladığı politikonseylerinin yaratılması gerektiğini, kalarla Almanya’da faşizmin önünü mücadelenin faşizme karşı demok- açan Komintern ile yollarını 1933 yırasi değil, faşist ya da demokrat bur- lında kesin olarak ayırmış olan Troçki juvaziye karşı sosyalist devrim ve Bolşevik-Leninistler ise Lenin’in mücadelesi olduğunu ısrarla savunan savaş taktiklerinde ısrar ediyordu. IV. IV. Enternasyonalcilerin çabası İspan- Enternasyonal, 1938 Geçiş Progyol devriminin yenilgiye uğratılmasını ramı’nda, yaklaşmakta olan II. önlemeye yetmemişti. Dünya Savaşı’nı şöyle tanımlamıştı: II. Dünya Savaşı, Nazi Almanyası’nın “Yaklaşan savaş, temelde bir emper1 Eylül 1939’da, Sovyet bürokrasisi yalist savaş niteliği taşıyacaktır. Bu neile imzaladığı saldırmazlık paktından denledir ki uluslararası proletaryanın yalnızca bir hafta sonra, yine Kremlin politikasının temel içeriği de emperile anlaşmalı olarak Polonya’ya sal- yalizmin ve onun savaşına karşı müdırması; Kızıl Ordu’nun da 17 Ey- cadeledir. Bu mücadelede esas ilke lül’de Polonya’ya girmesiyle başladı. şudur: ‘Asıl düşman kendi ülkemizde’
57
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Hitler'in SSCB'ye yönelik saldırısının ardından, artık İngiltere, Fransa ve ABD “büyük dostlar” ve “özgürlüğü seven ülkeler” olmuş, emperyalist savaş bir “kurtuluş savaşı” olarak adlandırılmaya başlanmış; Müttefik emperyalist ülkelerin Stalinist Komünist Partileri, kendi emperyalist burjuvazilerinin koşulsuz destekçisi haline gelmişlerdi.
58
ya da ‘ kendi (emperyalist) hükümetimizin yenilgisi ehven-i şerdir’.” 1938 Geçiş Programı, “silahsızlanma”, “ulusal savunma”, “tarafsızlık”, “barışı korumak için silahlanma” gibi soyutlamalara ve genel formüllere karşı sorular soruyordu: “‘Silahsızlanma mı?’ – Ama asıl sorun kimin kimi silahsızlandıracağıdır. Savaşı engelleyebilecek ya da durdurabilecek biricik silahsızlanma burjuvazinin işçilerce silahsızlandırılmasıdır. Ancak burjuvaziyi silahlandırmak için işçilerin kendisi silahlanmalıdır.” … “‘Yurt savunması mı?’ –Ama bu soyutlamadan burjuvazinin anladığı kârlarını ve talanını savunmaktır. Yurdu yabancı kapitalistlerden korumaya hazırız, yeter ki ilkin kendi kapitalistlerimizin eli ayağı bağlanarak başkalarının yurduna saldırmaları engellenmiş, kendi ülkemizin işçi ve köylüleri ülkenin gerçek efendileri haline gelmiş, ülkenin zenginliği ufacık bir azınlığın elinden halkın eline geçmiş ve ordu sömürenler yerine sömürülenlerin bir silahına dönüşmüş olsun.” Nazilerin Sovyetler Birliği'ne saldırmasının ardından emperyalist güçler İngiltere, Fransa ve ABD ile müttefik olarak savaşa katılan ve savaşı “faşizme karşı demokrasi savaşı” olarak sunarak emekçi kitleleri burjuvaziye yedekleyen Stalinist bürokrasi, 1939 yılındaki “saldırmazlık anlaşması”nın ardından gerçekte kendi ikiyüzlülüğünü de teşhir ediyordu. 1939'da Sovyet yöneticisi Molotov İngiltere ve Fransa'nın “Hitlerizme karşı demokrasi” söylemiyle savaşı girmesine sert bir dille karşı çıkıyor, savaşın emperyalist karakterini vurguluyor ve son olarak Nazi Almanyası ile SSCB arasındaki dostluğu bir kez daha ifade ediyordu.[1] Bu dönemde, Naziler Sovyetler Birliği'ne saldırıya geçene kadar (Haziran 1941), Stalinist bürokrasi ve Komintern'in politikası “baş düşman İngiltere'dir” şeklindeydi ve
emperyalist savaşın İngiltere tarafından kışkırtıldığı iddia ediliyordu (ne de olsa Naziler dosttu!). Hitler'in SSCB'ye yönelik saldırısının ardından, artık İngiltere, Fransa ve ABD “büyük dostlar” ve “özgürlüğü seven ülkeler” olmuş, emperyalist savaş bir “kurtuluş savaşı” olarak adlandırılmaya başlanmış; Müttefik emperyalist ülkelerin Stalinist Komünist Partileri, kendi emperyalist burjuvazilerinin koşulsuz destekçisi haline gelmişlerdi. II. Enternasyonal'in sosyal yurtsever politikası bu kez Stalinist bürokrasi eliyle yürütülüyordu (Komünist Enternasyonal de müttefik emperyalist devletlere bir jest olarak 1943'te kapatıldı.)
ABD’de savaşa karşı mücadele ve IV. Enternasyonal Sosyal demokrasinin ve Stalinizm’in sosyal şoven ihanetleri karşısında emperyalist savaşa karşı Marksizmin bayrağını taşıma görevi, artık Troçki’nin ve IV. Enternasyonal’in omuzlarındaydı. IV. Enternasyonal bu yolda en önemli sınavlarından birini ABD’de verdi. ABD, o zaman (1940’ta) doğrudan çatışma alanının dışında kalmıştı. Ama Troçki, Amerikan burjuvazisinin, ABD adına dünya kapitalizminin gidişatında egemen bir konumu garantiye almak için, kısa süre içinde savaşın sunduğu fırsattan yararlanacağını öngördü. Bu, basit bir hırs meselesi değil; ekonomik ve siyasi bir zorunluluktu. IV. Enternasyonal’in Emperyalist Savaş Üzerine Bildirisi şöyle diyordu: "Amerikan kapitalizmi, Almanya’yı 1914’te savaş yoluna itmiş olan aynı sorunlarla boğuşuyor. Dünya paylaşılmış durumda mı? O halde yeniden paylaşılması gerekiyor. Almanya için bu, ‘Avrupa’yı düzenleme’ meselesiydi. ABD ise dünyayı ‘düzenlemek’ zorunda. Tarih, insanlığı Amerikan emperyalizminin volkanik patlamasıyla karşı karşıya getiriyor… ABD, şu
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
“Biz, ... bütün savaşan ve yansız ülkelerdeki işçilerin birliğinin propagandasını yaparız... kadınları ve gençleri savaşa karşı harekete geçiririz; fabrikalarda, imalathanelerde, köylerde, barakalarda, cephede ve donanmada, kararlı, ısrarlı ve yorulmak bilmez şekilde devrime hazırlanmaya devam ederiz.”
ya da bu bahaneyle ve sloganla, kendi dünya egemenliğini sürdürmek için bu büyük çatışmaya karışacaktır. Amerikan kapitalizmi ile düşmanları arasındaki mücadelenin türü ve zamanı şimdilik -belki de Washington tarafından bile- bilinmiyor. Japonya ile bir savaş, Pasifik Okyanusu’nda ‘yaşam alanı’ için bir mücadele olacak. Atlantik’teki savaş, doğrudan Almanya’ya karşı bile yönelse, Büyük Britanya’nın mirası üzerine bir mücadele olacak.” ABD emperyalizminin rolüne de dikkat çeken bu bildiri, işçi sınıfının “demokrasiyi savunmak” adına Almanya karşısında emperyalizmin bir diğer kampına yedeklenmemesi için ABD’deki işçileri savaşa karşı çıkmaya çağırıyor, küçük burjuva kesimlerin pasifizmini de açık bir şekilde suçluyordu: “ABD’nin savaşa katılmasına karşı mücadelemizin izolasyonculukla ve pasifizmle hiçbir ortak yanı yoktur. Biz işçilere, açıkça, emperyalist hükümetin ülkeyi savaşa sürmemezlik edemeyeceğini söylüyoruz. İşçi sınıfı içindeki tartışma, yalnızca savaşa ne zaman girileceği ve ilk ateşin kime açılacağı sorusunu içermektedir. ABD’nin tarafsızlığını gazete makaleleri ve pasifist kararlar dolayımıyla korumaya bel bağlamak, med-ceziri çalı süpürgesiyle geri itmeye çalışmaya benziyor. Savaşa karşı gerçek mücadele, emperyalizme karşı sınıf mücadelesi ve küçük burjuva pasifizminin acımasızca teşhiri demektir. Amerikan burjuvazisinin ikinci emperyalist savaşa girmesini ya da üçüncü emperyalist savaşın başlamasını yalnızca devrim önleyebilir. Bütün diğer yöntemler, ya şarlatanlık, ya aptallık ya da her ikisinin bileşimidir.” “IV. Enternasyonal, II. ve III. Enternasyonallerden farklı olarak, politikasını, kapitalist devletlerin askeri güçlerine değil; emperyalist savaşın işçilerin kapitalistlere karşı savaşına dönüştürül-
mesine, bütün ülkelerin egemen sınıflarının devrilmesine ve dünya sosyalist devrimine dayandırır. Cephedeki çatışma hatlarında yaşanan değişiklikler, ulusal sermayelerin imhası, toprakların işgali, tek tek devletlerin çökmesi, bu açıdan, yalnızca, modern toplumun yeniden inşası yolunda trajik bölümlerdir. “Biz, savaşın gidişatından bağımsız biçimde, kendi temel görevimizi yerine getiririz: işçilere, onların çıkarlarıyla kana susamış kapitalizmin çıkarları arasındaki uzlaşmazlığı anlatırız; emekçileri emperyalizme karşı harekete geçiririz; bütün savaşan ve yansız ülkelerdeki işçilerin birliğinin propagandasını yaparız; hem her ülkedeki işçilerle askerlerin hem de cephenin karşıt taraflarındaki askerlerin birbirleriyle kardeşliği çağrısında bulunuruz; kadınları ve gençleri savaşa karşı harekete geçiririz; fabrikalarda, imalathanelerde, köylerde, barakalarda, cephede ve donanmada, kararlı, ısrarlı ve yorulmak bilmez şekilde devrime hazırlanmaya devam ederiz.”
Yükselen militarizme ve savaş tehlikesine karşı Küresel kapitalist sistemin derin bir kriz içinde olduğu günümüzde, sermayenin küresel dinamikleri ile ulus devletlerin varlığı ve emperyalist devletler arasında giderek yoğunlaşan çıkar çatışmaları yeni bir dünya savaşı olasılığını her geçen gün daha fazla hissettiriyor. II. Dünya Savaşı sonrası tek güçlü emperyalist devlet olarak ortaya çıkan ve dünya kapitalizminin ayakları üzerinde yükselmesinde başrolü oynayan ABD hızla gerilerken, onun geleneksel rakiplerinin (Fransa, Almanya, Japonya vb.) yanı sıra Çin ve Rusya gibi iki güç hızla yükseliyor. Başta bu emperyalistler olmak üzere, bütün devletler, çılgınca bir silahlanma yarışına girişmiş durumda. Kapitalizm, insanlığı, hızla, dünyanın emperyalistler arasında ye-
59
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k niden paylaşımını amaçlayan bir fe- sınıfına, burjuva iktidarların silahlanma ve savaş hazırlıkları yönündeki lakete sürüklüyor. Bu durum ve Ortadoğu’da her an çabalarının işçi sınıfının çalışma ve patlayabilecek bir savaş, Türkiyeli yaşam koşulları üzerindeki yıkıcı etkiMarksistlere, çılgınca yükselen milita- sini sürekli teşhir etmeyi gerektirir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Luxemburg, Liebknecht, Troçki ve Lenin tarafından oluşturulan ve İkinci Dünya Savaşı’nda Troçki ile IV. Enternasyonal tarafından sürdürülen enternasyonalist sosyalist gelenek bizim için hala yol gösterici olmaya devam ediyor.
Modern tarih, bize, militarizme ve savaşlara karşı mücadelenin, ulusal sınırlar içinde tutulması durumunda başarılı olamayacağının sayısız örneğini sunmaktadır. Militarizme ve savaşa karşı mücadelenin başarısı, yalnızca işçi sınıfının uluslararası düzeyde örgütlenmesine; rakip emperyalist devletlerin sınırları içinde yaşayan emekçilerin ortak eylemine bağlıdır. Sosyalist Enternasyonal’in yaklaşık 112 yıl önce yaptığı “burjuvazinin ve hükümetlerin savaşları kalıcılaştıran dünya çapındaki ittifakına, bütün ülkelerin işçilerinin barışı kalıcılaştıracak ittifakıyla yanıt verilmelidir” çağrısının günümüz koşullarına uyarlanmış hali, bütün ülkelerin işçiÖte yandan, Marksistler, “asıl düş- lerinin sosyalist devrimin dünya parman içeride” ve “emperyalist savaşı tisinin, IV. Enternasyonal’in bayrağı iç savaşa dönüştür” şiarlarında ifade- altında toplanmasıdır. sini bulan bu geleneğin her türden HHHH yayılmacı, şoven, ulusalcı ya da yurtsever eğilime karşı genel savunusuyla Dipnotlar yetinemezler. Militarizme ve savaşa [1] III. Enternasyonal – Belgeler, Belge karşı mücadele, aynı zamanda, işçi Yayınları, Ekim 1979, s. 256-262 rizme ve milyonlarca insanın yaşamını cehenneme çevirecek olan savaş tehlikesine karşı mücadele görevini her zamankinden daha yakıcı hale getirmektedir. Bu görevi layıkıyla yerine getirebilmek için, önceki Marksist kuşakların deneyimlerini bilmek ve onlardan gerekli dersleri çıkarmak zorundayız. Bu anlamda, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Luxemburg, Liebknecht, Troçki ve Lenin tarafından oluşturulan ve İkinci Dünya Savaşı’nda Troçki ile IV. Enternasyonal tarafından sürdürülen enternasyonalist sosyalist gelenek bizim için hala yol gösterici olmaya devam ediyor.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
www.sosyalizm.eu
60
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
marksist partinin inşası için tarihsel perspektifler -3 -
1905 devrimi
3
(16) Ocak 1905 günü[1], St. Petersburg’daki Putilov fabrikasında bir grev patladı. Bu eylem, işçilerin, zaten kötü olan ve RusJapon Savaşı ile birlikte dayanılmaz bir hal alan yaşam koşullarına karşı tepkisini kullanan Papaz Gapon’un önderliğindeki Sanayi ve Tarım İşçileri Derneği tarafından örgütlenmişti. Grev kısa sürede kentin diğer bölgelerine yayıldı ve grevcilerin sayısı 7 (20) Ocakta 100.000’i aştı.[2]
3 (16) Ocak 1905 günü, St. Petersburg’ daki Putilov fabrikasında bir grev patladı. Bu eylem, işçilerin, zaten kötü olan ve Rus-Japon Savaşı ile birlikte dayanılmaz bir hal alan yaşam koşullarına karşı tepkisini kullanan Papaz Gapon’un önderliğindeki Sanayi ve Tarım İşçileri Derneği tarafından örgütlenmişti. Grev kısa sürede kentin diğer bölgelerine yayıldı ve grevcilerin sayısı 7 (20) Ocakta 100.000’i aştı.
İşçiler, 9 (22) Ocak günü, Papaz Gapon’un önderliğinde, taleplerini içeren bir dilekçeyi Çar’a sunmak için Kışlık Saray’a doğru yürüyüşe geçtiler. İşçilerin “büyük bir yoksulluk içinde ve baskı altında” olduğunun anlatıldığı bu dilekçe, “despotluktan ve keyfi yönetimden” şikayetleri de içeriyordu. Ama o, basit bir “sızlanma”dan ibaret değildi. Aynı zamanda “genel af”tan “halka özgürlüğe”, “kilisenin devletten ayrılması”ndan “sekiz saatlik işgünü”ne ve “toprağın aşamalı olarak halka devri”ne kadar bir dizi siyasi talebi içeriyordu. Dahası, talepler arasında, genel ve eşit oy hakkı ile bir kurucu meclisin toplanması da vardı. Binlerce işçinin katıldığı bu barışçıl gösteri, askerlerin açtığı ateş sonucu yüzlerce işçinin ölümü ve yaralanmasıyla sonuçlanırken, 1905 devriminin de başlamasına yol açmıştı. 14 (27) Temmuz’da, harekete, Potemkin savaş gemisindeki denizciler katıldılar. Devrimci dalganın burjuva liberal aydınları da etkisi altına almasıyla birlikte, 1905 yazından başlayarak, St. Petersburg’daki ve Kiev’deki üniversiteler, işçilerle öğrencilerin ve aydınların buluştukları, devrimci propagandanın ve canlı siyasi tartışmaların yapıldığı birer toplantı merkezleri haline geldi. Artık Rusya, en küçük bir kıvılcımın, fiilen başlamış olan devrimi iyice hızlandıracağı bir süreçteydi. Bu kıvılcım, Moskova’daki dizgicilerin 19 Eylül’de (2 Ekim) ücret artışı talebiyle greve çıkması oldu. Onları, önce Moskovalı fırın işçileri, ardından St. Petersburg dizgicileri; nihayet, demiryolu çalışanlarının dayanışma grevleri izledi. Grev dalgası, kesilmiş gibi göründüğü 24 Eylül (7 Ekim) günü, Moskova-Kazan demiryolu işçilerinin greviyle yeniden canlandı ve birkaç gün içinde dört bir yana yayıldı. “Sadece tüm Rus ve Polonya demiryolları değil, Vladikavkaz, Trans-Kafkasya ve Sibirya demiryolları da sekteye uğramış durumdaydı. Tüm bir demiryolları ordusu –yedi yüz elli bin insan– grevdeydi”.[3] Dahası, ülke-
61
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Çarlık, Kasım 1905’te Rusya’nın güneyini kapsayan grev dalgasının bastırılmasının ardından saldırıya geçti ve 26 Kasım (9 Aralık) 1905’te St. Petersburg Sovyeti’nin başkanı Hrustalev Nosar’ı tutukladı. Onun yerini, o zaman Yanovski adını taşıyan Troçki aldı. 6 (19) Aralık’ta Sovyeti basan polis, aralarında Troçki ile Parvus’un da bulunduğu çok sayıda önderi ve delegeyi tutuklayacak ve St. Petersburg Sovyeti’nin varlığına son verecekti.
deki birçok kentte barikatlar kurulu- asıldı. Duma’nın dağıtıldığı ve çok sayor ve devlet güçleriyle işçiler ara- yıda sosyal demokratın tutuklandığı 1906 Temmuz Darbesi, aynı zasında çatışmalar yaşanıyordu. Çar, 17 (30) Ekim 1905’te, siyasi par- manda, 1905 devriminin sonunu ilan tilerin kurulmasını, oy hakkının geniş- ediyordu. letilmesini ve merkezi yasama organı olarak Duma’nın kurulmasını kabul eden bildirgeyi imzalamak zorunda kaldı. Troçki’nin vurguladığı gibi, “Ekim grevi, proletaryanın burjuva devrimindeki hegemonyasının ve aynı zamanda bir tarım ülkesinde kentlerin hegemonyasının kanıtıydı.” Çarlık, Kasım 1905’te Rusya’nın güneyini kapsayan grev dalgasının bastırılmasının ardından saldırıya geçti ve 26 Kasım (9 Aralık) 1905’te St. Petersburg Sovyeti’nin başkanı Hrustalev Nosar’ı tutukladı. Onun yerini, o zaman Yanovski adını taşıyan Troçki aldı. 6 (19) Aralık’ta Sovyeti basan polis, aralarında Troçki ile Parvus’un da bulunduğu çok sayıda önderi ve delegeyi tutuklayacak ve St. Petersburg Sovyeti’nin varlığına son verecekti. Aynı günlerde, Moskova’da başlayan ve başını Bolşeviklerin çektiği genel grev de kente gönderilen ek askeri birlikler ile işçiler arasında yaşanan sokak çatışmalarının ardından, 18 (31) Aralık’ta yenilgiye uğratıldı. Aralık 1905’te yürürlüğe giren seçim yasasına göre, 25 yaşın üzerindeki her erkeğe oy hakkı tanındı. Ancak eşit oy söz konusu değildi ve mülk sahibi sınıfların üyelerinin oyu işçilerin ve köylülerin oylarından daha değerliydi. Bu sisteme göre yapılan ilk Duma seçimleri Mart 1906’da gerçekleşti. Devrimin gerilemesine paralel olarak gericilik de yükseliyordu. Çar, Temmuz 1906’da, daha fazla liberalleşme talep eden Duma’nın kapısına kilit vurdu. Gericilik, Stolipin’e yönelik bir suikast girişiminin ardından açık bir devlet terörüne dönüştü ve 1906 yılı sonuna kadar binin üzerinde muhalif
62
“Demokratik devrimde sosyal demokrasinin iki taktiği”
Lenin, RSDİP’nin (Bolşevikler) 12-27 Nisan (25 Nisan-10 Mayıs) 1905’te Londra’da toplanan III. Kongresinde benimsenen tezlerini, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği adlı bir broşürde ayrıntılı biçimde açıkladı. Bu tezlerin hedefi bir cümleyle şöyle özetlenebilir: Burjuva demokratik devrime işçi sınıfının damgasını vurabilmek; devrimi kesin bir başarıya ulaştırmak ve işçi sınıfının devrime “tek kelimeyle öncülük etmesi”ni sağlamak. Lenin, bu broşürünün önsözünde, “devrimin yazgısı”nın işçi sınıfının “burjuvazinin siyasi olarak güçsüz bir yardımcısı” mı “yoksa halk devriminin önderi” mi olacağına bağlı olduğunu belirtiyor; “sloganların ve taktik kararların önemi”ni vurguluyordu. Ona göre, yaşanmakta olan, bir burjuva demokratik devrimdi ve “devrimci proletarya, iktidarın bütünüyle bir kurucu meclise devredilmesini; bu amaçla genel oy hakkıyla ve tam bir ajitasyon özgürlüğüyle birlikte, Çarlık hükümetinin hemen iktidardan uzaklaştırılmasını ve onun yerine bir geçici devrimci hükümetin kurulmasını talep ediyor”du. Devrimin burjuvazinin egemenliğini güçlendireceğini belirten Lenin, şunları yazdı: “Burjuvazinin proletarya üzerindeki, bir ölçüde siyasi özgürlüğü güvence altına almış olan egemenliğinin güçlenmesi, kaçınılmaz biçimde, onlar arasında müthiş bir iktidar mücadelesine; burjuvazinin ‘proletaryanın devrimci dönemde elde ettiği kazanımlarından kurtulma’ yönündeki azgın girişimlerine yol açmak zorundadır. Bu yüzden, demokrasi için en önde savaşan prole-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Devrimin içeriğini, kapitalizmin özgürce gelişmesini sağlamak, serfliğin bütün izlerini kaldırmak ve kitlelerin yaşam ve kültür düzeylerini yükseltecek demokratik bir siyasi sistemi yaratmak olarak özetleyen Lenin, bu devrimin üzerinde yükselecek olan devleti de “proletarya ile köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” olarak tanımlıyordu.
tarya, burjuva demokrasisine ve yeni “Bu görevi önüne koyan, yalnızca mücadeleye özgü yeni karşıtlıkları bir proletarya değildir. Burjuvazi de siyasi an olsun unutmamalıdır.”[4] özgürlüğe ihtiyaç duyar. Mülk sahibi sınıfların aydın üyeleri, özgürlük bay“Proletarya ile köylülüğün rağını uzun süre önce yükselttiler; asıl devrimci demokratik olarak bu sınıflardan gelen devrimci diktatörlüğü” Devrimin içeriğini, kapitalizmin öz- aydınlar, özgürlük için kahramanca gürce gelişmesini sağlamak, serfliğin savaşmaktadır. Ama bir bütün olarak bütün izlerini kaldırmak ve kitlelerin burjuvazi, otokrasiye karşı kararlı bir yaşam ve kültür düzeylerini yükselte- mücadele verme kapasitesine sahip cek demokratik bir siyasi sistemi ya- değildir. O, bu mücadelede, kendisini ratmak olarak özetleyen Lenin, bu mevcut düzene bağlayan mülkiyetini devrimin üzerinde yükselecek olan kaybetmekten korkar; demokratik devleti de “proletarya ile köylülüğün devrimde durmayıp sosyalist devrim devrimci demokratik diktatörlüğü” peşinde olan işçilerin beklenenden olarak tanımlıyordu. Bununla birlikte, fazla devrimci eyleminden korkar. O, Lenin’in, Troçki tarafından -haklı ola- çıkarları binlerce bağ ile mülk sahibi rak- sert biçimde eleştirilecek olan sınıfların çıkarlarına bağlı olan memur“işçi sınıfı ile köylülüğün devrimci de- lar tabakasıyla, bürokrasi ile tam bir mokratik diktatörlüğü” kavramının, kopuştan korkar. Bu yüzden, burjuvaStalin önderliğindeki Sovyet bürokra- zinin özgürlük mücadelesi herkesin sisinin bayraklaştıracağı “sınıflar bildiği gibi ürkek, kararsız ve gönülbloğu” ile hiçbir ilişkisi yoktu. Le- süzdür. Proletaryanın görevlerinden nin’in “demokratik devrim” kavrayışı, biri, burjuvaziyi dürtmek, bütün halgeniş halk kitlelerine, burjuvazinin kın önünde tam bir demokratik devçağrısı yapan sloganları devrimi sonuna kadar götüremeyece- rim ğini ve bunu başarabilecek tek dev- yükseltmek, bu sloganların gerçekleşrimci sınıfın Marksistler önderliğin- mesi için cesurca ve bağımsız olarak deki işçi sınıfı olduğunu göstermek faaliyet göstermek; kısacası, öncü olmak, bütün halkın özgürlüğü uğüzerine kuruluydu: runa mücadelenin önderliğini almak“(Rusya) Sosyal Demokrat Partisi, işçi tır. sınıfı hareketinin bilinç ifadesi olarak, emekçi kitlelerin her türlü baskı ve sö- “... Sosyal Demokratların herkesten mürüden tam kurtuluşunu hedefler. önce programlarına dahil ettikleri bir Bu hedefe ulaşılması -üretim araçla- Kurucu Meclis ile gizli ve eşit oy talebi rında özel mülkiyetin lağvı ve sosyalist gibi sloganlar, kuşkusuz, herkese matoplumun yaratılması- kapitalizmin lolmuş durumda... Burjuva demokraüretici güçlerinin son derece yüksek sisi her zaman gelişmelerin ardından bir gelişimini ve işçi sınıfının üst dü- sürüklenir; daha ileri sloganları benimzeyde bir örgütlenmesini gerektirir. Si- serken her zaman geride kalır; her yasi özgürlük olmadan, modern zaman, gerçek özgürlük uğruna gerburjuva toplumda üretici güçlerin ge- çek devrimci mücadelede gereksinim lişmesi; kapsamlı, özgür ve açık bir duyulan düzeyin çok gerisinde slosınıf mücadelesi ve proleter kitlelerin ganlar formüle eder. siyasi eğitimi ve toplanması düşünülemez. Bu yüzden, tam siyasi özgürlük ve demokratik devrim için kararlı bir mücadeleye girişmek, her zaman, sınıf bilinçli proletaryanın hedefi olmuştur.
“Gelin, şimdi geçerli olan ve genel olarak benimsenmiş ‘genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla seçilmiş Kurucu Meclis’ sloganına bakalım. Bu slogan tutarlı demokrasi açısından yeterli mi?
63
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k “Belirleyici gelişmelerin öngünündeyiz, proletarya, genel demokratik sloganlara inanmamalı; onların karşısına tam kapsamıyla kendi proleter demokratik sloganlarını çıkarmalıdır. Yalnızca bu sloganların yol gösterdiği bir güç devrimin tam zaferini gerçekten güvence altına alabilir.”
Şu anın acil devrimci görevleri ışığında yeterli mi? Her iki sorunun yanıtı da yalnızca olumsuz olabilir. Bunun böyle olduğuna ikna olmak için, örgütlerimizin yazık ki sıkça söz etmediği ve çok az alıntı yapıp yaydığı parti programımızı dikkatle incelemek yeter... Programımızın esas noktası da halka ait bir Kurucu Meclis talebidir... Ama bu slogan, programımızda yalıtılmış biçimde yer almamaktadır... O, programımızda, şu başka sloganlarla birlikte yer almaktadır: (1) Çarlık otokrasisinin devrilmesi; (2) onun yerini demokratik cumhuriyetin alması; (3) Halkın demokratik bir anayasa ile korunan egemenliği, yani, en üstün yönetsel yetkenin bütünüyle halkın temsilcilerinden oluşan ve tek bir meclisten oluşan bir yasama meclisinin elinde olması. “... bizim ‘demokratik’ burjuvazimiz, sermayenin doğrudan etkisine en az maruz kalan en ileri en eğitimli unsurları tarafından temsil edildiği haliyle bile, devrimin gerisine düşüyor. Bu ‘demokratik’ parti, halkın egemenliğinden korkmaktadır. O, bizim halka ait bir Kurucu Meclis sloganımızı yinelerken, gerçekte onun anlamını ve önemini bütünüyle çarpıtmakta ve onu kullanarak halkı yanlış yönlendirmekte, daha doğrusu onu kötüye kullanmaktadır. “... Halkın Çar’a karşı mücadelesi doruk noktasına ulaştıkça ve bir halk temsilcileri meclisi talebinin hızla gerçekleşme ihtimali arttığı ölçüde, devrimci proletarya ‘demokratik’ burjuvaziyi bir o kadar yakından gözetlemek zorundadır. Özgürlüğü ne kadar erken elde edersek, proletarya-
64
nın bu müttefiki o kadar çabuk biçimde onun düşmanı olacaktır... Belirleyici gelişmelerin öngünündeyiz, proletarya, genel demokratik sloganlara inanmamalı; onların karşısına tam kapsamıyla kendi proleter demokratik sloganlarını çıkarmalıdır. Yalnızca bu sloganların yol gösterdiği bir güç devrimin tam zaferini gerçekten güvence altına alabilir.”[5]
HHHH
Dipnotlar Buradaki tarihler, Halk Komiserleri Konseyi’nin 24 Ocak 1918’de çıkardığı yasaya kadar Rusya’da kullanılan ve 1900’lü yıllarda, bizim bugün kullandığımız Gregorian Takvimini 13 gün geriden takip eden Julian Takvimine göredir. Sözkonusu günlerin bizim takvimimizdeki karşılıklarını parantez içinde veriyoruz. [2] L. Troçki, “1905” adlı yapıtında, farklı kaynaklarda 80 ile 100 bin arasında değişen bu rakamın 140.000’i aştığını belirtir. [3] L. Troçki, age [4] Two Tactics of Social-Democracy in the Democratic Revolution, Lenin’s Collected Works, 1962, Moscow, Cilt 9, syf. 18-26 [5] The Democratic Tasks of the Revolutionary Proletariat, Lenin Collected Works, Foreign Languages Publishing House, 1962, Moscow, Cilt 8, syf 511-518. Proletary, No. 4, June 17 (4) [1]
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
fiyatı 5 tl