S5 haziran2012

Page 1

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

T o pLu m s aL e ş İ t l İ k H sosyalizmin penceresinden dünya ve türkiye H 23 mayıs grevi ve işçi sınıfı metin efe uysal H egemenlerin istikrar arayışı: başkanlık sistemi rıza kül H tiyatroların kapatılması ve akp’nin sanatla imtihanı ayça yılmaz H avrupa seçim sonuçları ve kapitalizmin derinleşen krizi can öykü H yunanistan ve kapitalizmin küresel krizi chris marsden H syriza’nın programı christoph dreier/peter schwarz H mısır’da hileli seçimler ve işçi sınıfının görevleri johannes stern H suriye’den elinizi çekin! chris marsden IV. ENTERNasYoNaL DosYasI H IV. enternasyonal içinde revizyonizm: pabloculuk -2halil çelik H bütün troçkistlere açık mektup belge H merkezci- oportünist bir akım: morenoculuk -2ozan özgür

haziran 2012

5


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

T o pLu m s aL e ş İ t l İ k aylık siyasi dergi sahibi

basım yeri:

Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren

Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen

sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik

Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul

yönetim yeri Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B Üsküdar - İstanbul

Tel./faks:

Tel: (216) 418 63 61

(212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaacılık@gmail.com

e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu www.toplumsalesitlik.eu

ISSN Numarası: 2146-8230

içindekiler 3 9 13 19 24 32 35

sosyalizmin penceresinden dünya ve türkiye

37

23 mayıs grevi ve işçi sınıfı metin efe uysal

40

egemenlerin istikrar arayışı: başkanlık sistemi rıza kül

43

tiyatroların kapatılması ve akp’nin sanatla imtihanı ayça yılmaz

56

avrupa seçim sonuçları ve kapitalizmin derinleşen krizi can öykü

67

mısır’da hileli seçimler ve işçi sınıfının görevleri johannes stern suriye’den elinizi çekin! chris marsden IV. enternasyonal içinde revizyonizm: pabloculuk -2halil çelik bütün troçkistlere açık mektup- 1953 belge merkezci - oportünist bir akım: morenoculuk -2ozan özgür

yunanistan ve kapitalizmin küresel krizi chris marsden syriza’nın programı christoph dreier/peter schwarz

Kapak resmi: Diego Rivera’nın "El hombre en cruce de caminos" isimli çalışmasından bir detay.


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

merhaba

H

aziran ayına girdiğimiz şu günlerde, Avrupa’da başlıca gündemi, birçok AB üyesi ülkede yapılan seçimler oluşturdu. Bu seçimler, bir yandan kemer sıkma politikaları karşısında halkın öfkesini yansıtması diğer yandan da derinleşen mali krize karşı egemenlerin çözüm arayışlarını göstermesi açısından önem taşıyordu. Türkiye’de ise gündemi, başta Başbakan ve İçişleri Bakanı olmak üzere hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalar ve uygulamalar kapladı. Başkanlık sistemi, Uludere (Roboski) katliamı ve kürtaj konusundaki açıklamalar; kamu emekçilerinin toplu sözleşme süreci ve THY çalışanlarının haklarına dönük saldırılar, AKP hükümetinin yürüttüğü gerici politikaları bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Dergimizin ilk yazısı diğer sayılarımızda olduğu gibi geçen ayın temel gündem maddelerinin bir özetini sunuyor. Mayıs ayı içindeki toplu görüşmelerde hükümetin zam teklifini kabul etmeyen kamu emekçileri, 23 Mayıs’ta “genel grev” kararı aldılar. Konuya ilişkin yazısında Metin Efe Uysal, kamu emekçilerinin grev kararının hiçbir hazırlık yapılmadan alındığı ve grevin işçi ve emekçilerin en geniş kesimleriyle birleştirilmeden yürütüldüğü eleştirilerinde bulunuyor. Yazıda ayrıca sendikaların, grevin ana gündemini ücret zamlarına sıkıştırdığı ifade edilerek ortak örgütlenme ve ortak çalışanlar yasası talebi bir kez daha yineleniyor. Uzun süredir basında kendisine yer bulamayan başkanlık sistemi tartışmaları, Bekir Bozdağ tarafından tekrar gündeme getirildi. Gündeme gelir gelmez Başbakan dahil hükümet üyelerince yaygın bir şekilde dillendirilen başkanlık sistemi tartışmaları, Fransa ve ABD örnekleri etrafında dönüyor. Türkiye’nin hangi örneklere yakın olduğu tespitlerini bir kenara bırakırsak özellikle küresel ekonomik krizin giderek derinleştiği ve Ortadoğu, Kafkaslar ve Uzak Asya’da savaş hazırlıklarının sürdüğü bugünlerde, burjuvazi, bölgedeki çıkarlarını “basit-anlamsız” parlementerist çekişmelerde yitirilmesini istemiyor. Rıza Kül yazısında, AKP hükümetinin on yıllık tek parti iktidarının nimetlerini toplamış ve bölgede sermaye yatırımlarını genişletmiş olan patronların önümüzdeki dönemde Türkiye’de olası koalisyon hükümetlerine sıcak bakmayacağı tespitinde bulunuyor. Tv dizilerinde karakterlerin Türk aile yapısına uygunsuzluğu nedeniyle zorla baş-göz edildiği, tiyatroların, sinemaların, kitapların haddinin bildirildiği bir dönemden geçiyoruz. On yıllık iktidarını küresel sermayenin desteğiyle perçinleyen ve içerde toplumu yeniden üretmenin bütün hegemonik araçlarının kontrolünü elinde tutan AKP hükümeti, şehir ve devlet tiyatrolarını özelleştireceğini açıkladı. Yasaklanan kitaplar ve filmlerden sonra tiyatrocular da hükümetten üzerine düşeni aldılar. Devletin parasıyla devlete, AKP’ye karşı oynanan “oyunu” bozacağını ifade eden hükümet, mümkün olursa Aslan Asker Şvayk’ı, Tarla Kuşu Jülyet’i ve Keşanlı Ali’yi tutuklamanın hesabını yapmaktadır. Ayça Yılmaz yazısında, sahnelerin, sinemaların özgürleşmesinin, oyuncuların işçi ve emekçiler başta olmak üzere toplumun tüm ezilen kesimleriyle ortak mücadelesi ile mümkün olacağını belirtiyor.


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Dergimizin bu sayısında başta Yunanistan olmak üzere Avrupa’daki seçimlere birkaç yazıyla geniş bir yer ayırdık. Bu seçimler önümüzdeki dönem Avrupa’daki olası siyasi gelişmelere ışık tutacak dinamiklere sahip. Mayıs ayında Fransa ve Yunanistan’da yapılan seçimler AB’yi kasıp kavuran ekonomik krizin siyasi sonuçları olarak karşımızda duruyor. Can Öykü yazısında, Avrupa’da kemer sıkma politikalarına karşı oluşan öfkenin sol popülist partiler eliyle sistem içinde eritilmeye çalışıldığını belirtiyor ve diğer yandan yükselen aşırı sağa dikkat çekiyor. Can Öykü’nün Avrupa seçimleri değerlendirmesinin ardından Yunanistan’da yaşanan süreci anlamak için WSWS’den iki yazı yayınlıyoruz. Bu yazılardan ilkinde Chris Marsden, Yunanistan’ın Avro’dan çıkış tartışmalarını aktarıyor ve Yunanistan’da derinleşen toplumsal gerilimin geniş kitlelerle AB kapitalizminin ihtiyaçları arasındaki çelişkilerden kaynaklandığı tespitini yapıyor. Christoph Dreier ve Peter Schwarz tarafından kaleme alınan makalede ise 17 Haziran seçimlerinde birinci parti olması beklenen SYRİZA’nın, hem Avrupa Birliği ve onun kurumlarının hem de Yunan devletinin kapitalist temellerini sorgulamayan programını ele alınmakta. Geçtiğimiz yıla damgasını vuran Arap Baharı, Mısır’da burjuvazinin siyasi manevralarıyla kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Mübarek’in kitlesel halk ayaklanmasıyla devrilmesinin üzerinden bir yıldan uzun bir süre geçti. Yüksek Askeri Konsey’in denetiminde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ilk tur sonuçlarına göre Mübarek’in son başbakanı Ahmet Şafik ile Müslüman Kardeşler’in adayı Mohamed Nursi ikinci turda yarışma şansı yakaladı. Johannes Stern makalesinde, Mısır’daki cuntanın hileli seçimlerini deşifre etmekte ve işçi sınıfını bekleyen tehlikelere işaret etmekte. Hula katliamının ardından gözler yeniden Suriye’ye döndü. Emperyalist devletler olası bir müdahele için gerekli bahanelere sahipler. Kapitalist tekellerin kontrolündeki medya savaş propagandasına çoktan başladı. WSWS yazarı Chris Marsden gerici savaş propagandasına ve emperyalist saldırıya karşı işçileri ve gençleri kitlesel bir hareket oluşturmaya çağırıyor. Bir önceki sayımızda birinci bölümlerini yayınladığımız Pabloculuk ve Morenoculuk yazılarının ikinci bölümlerini de yayınlıyoruz. Halil Çelik ve Ozan Özgür tarafından kaleme alınan yazıların başlıkları Türkiyeli okurlar için yeni olsa da Troçkist hareketin pusulası olmuş bu kavramların (akımların) ideolojik anlamı hiç de yeni değil. 4.Enternasyonal dosyamızın bu iki yazısının devamı ve bu dosyaya ait diğer yazılarımız önümüzdeki sayılarımızda da sayfalarımızda yer almaya devam edecek. Son olarak Sosyalist İşçi Partisi (ABD) Ulusal Komitesi’nin 25. Yıldönümü Plenumu’ndan bütün Troçkistlere gönderdiği 1953 tarihli Açık Mektubu yayınlıyoruz. Mektupta, Enternasyonal’in Pablocu önderlik eliyle, Stalinizme teslimiyeti ele alınmakta. Düzelti: Dergimizin dördüncü sayısının, “Liberalizmin ve Reformizmin Gölgesinde 1 Mayıs” başlıklı yazısında Hak-İş’in, 1 Mayıs mitingini Kamu-Sen ile birlikte düzenlediği bilgisi verilmişti. Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in de katıldığı bu 1 Mayıs mitingi Hak-İş ile Memur-Sen tarafından düzenlenmiştir. Hata için okurlarımızdan özür dileriz.


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

sosyalizmin penceresinden

dünya ve türkiye Fransa ve Almanya’da yapılan seçimler burjuvazinin faklı kanatları arasında “nöbet değişimi” sonucu yaratırken Yunanistan seçimleri ülkede belirsizliği daha da arttırdı.

M

avrupa’da seçim rüzgarları

ayıs sayımızı yayınladığımız günlerde Fransa, Almanya ve Yunanistan’da seçim sandıkları ortaya konmuş; ancak sadece Fransa’da başkanlık seçiminin ilk turu sonuçlanmıştı. Bugün ise durum oldukça farklı. Fransa ve Almanya’da yapılan seçimler burjuvazinin faklı kanatları arasında “nöbet değişimi” sonucu yaratırken Yunanistan seçimleri ülkede belirsizliği daha da arttırdı.

A

almanya’da eyalet seçimleri

lmanya’da ise Başbakan Angela Merkel’in partisi Hristiyan Demokratik Birlik (CDU), Almanya’nın en kalabalık eyaleti olan Kuzey Ren Vestfalya’da yapılan seçimlerde yüzde 8,3 oranında oy kaybederek ağır bir yenilgiye uğradı. CDU, seçmenlerden ancak yüzde 26,3 oy alarak bugüne kadar olan en kötü sonuca imza attı. Sosyal Demokrat Parti (SPD), oylarını iki yıl öncesine göre yüzde 4,7 arttırıp yüzde 39,1 oranını yakalayarak parlamentodaki en büyük parti olurken onları yüzde 11 oy ile Yeşiller izledi. Serbest piyasacı Hür Demokrat Parti (FDP) de oylarını yüzde 6,7’den 8,6’ya yükseltti.

F

fransa seçimleri

ransa’da Sosyalist Parti adayı Francois Hollande seçimlerin ikinci turunu kazanarak devlet başkanı oldu. Siyasete Francois Mitterrand'ın danışmanı olarak başlayan Hollande, 11 yıldır Sosyalist Parti'nin genel sekreterlik görevini yapıyordu. Seçimlerde Fransız “sol”unun kendisini “Troçkist” olarak adlandıranlar da dahil büyük bir kesimini kendisine yedekleyen Hollande, kullanılan oyların yüzde 52'sini alarak Nicolas Sarkozy’i geride bıraktı ve seçimleri kazandı. Böylece Sosyalist Parti 17 yıl aradan sonra devlet başkanlığı seçimini ilk sırada bitirdi. Yarı başkanlık sisteminin geçerli olduğu Fransa'da, sosyalistler, mecliste de Hollande seçim zaferinin söz sahibi olmak için genel seçimlerde de aynı başarıyı tekrarlahemen ardından Berlin’de manın hesabını yapmaya başladı. Geçen yıl yapılan senato yeniMerkel’i ziyaret etti. leme seçimlerini sosyalistler kazanmış ve senatoda çoğunluğu elde etmişlerdi. Hollande'ı, Avrupa Birliği’nin içinden geçtiği kriz ortamının yanı sıra, dünyanın 5. büyük, Avrupa'nın ise 2. büyük ekonomisine sahip olan Fransa’da giderek artan işsizlik, büyüme hızının giderek düşmesi ve bütçe açıkları gibi önemli ekonomik sorunlar bekliyor. Hollande bir taraftan AB’nin mali kriterlerine uymak için bütçede kısıntı yapacağını söyleyerek burjuvaziyi ve mali sermayeyi rahatlatırken, diğer yandan popülist bir söylemle “sol” bir maske takarak muhalefeti de kendisine yedekledi. Şimdi seçim kampanyalarında verilen sözlerin ne kadar tutulacağını göreceğimiz günler yak-

3


sosyalizmin penceresinden

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k SYRİZA önderi Tsipras, bankaların, iş çevrelerinin ve onların devlet yönetimindeki temsilcilerinden oluşan hükümetlerin partisine yönelik “kaygılarını” ortadan kaldırmak için Fransa ve Almanya’ya ziyaretler gerçekleştirdi.

SYRİZA lideri Tsipras

4

dünya ve türkiye laşıyor. Hollande, Elysee Sarayı'na seçilmesi durumunda ilk olarak AB içindeki reformları görüşmek için “tarihi ortağı” Almanya 'yı ziyaret edeceğini ve Angele Merkel ile konuşarak AB içinde bütçe disiplininin güçlendirilmesini öngören hükümetler arası sözleşmeyi tekrar tartışmaya açacağı sözünü vermişti. Mali sermaye ve Avrupa burjuvazisinin çok önem verdiği bu görüşme gerçekleşti. Almanya ile Fransa liderleri arasında yapılan bu görüşme, Yunanistan’ın ekonomik durumunun ve seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı tablo içinde ve Avro’dan çıkma tartışmalarının yapıldığı ortamda gerçekleşti.

Y

yunanistan seçimleri

unanistan’da gerçekleştirilen seçimlerinden burjuvazi ve burjuva parlamenter sistem açısından tam bir kaos ortamı çıktı. Yunan halkı, seçimlerde geleneksel burjuva partiler olan ve ülkeyi 1974’den bu yana yöneten PASOK ve Yeni Demokrasi’yi adeta sandığa gömerken verdiği oylarla Radikal Sol Koalisyon (SYRİZA) ve faşist Altın Şafak partisini ön plana çıkarttı. Kapitalist sistem içerisinde ekonomik krizin yoğunlaştığı ortamda orta sınıfların radikal olarak görülen partilere savrulması biz Marksistleri şaşırtan bir durum değil.

Ancak burjuva politikacılar, basın ve medya organlarının bu duruma şaşırmalarını doğal karşılıyoruz. Seçim sonuçlarının ortaya çıkarttığı tablo sonucunda hiçbir parti gerek tek başına gerekse koalisyon çalışmaları sonucunda hükümeti kuramayınca partilere 17 Haziran’da tekrar erken seçim yolu göründü. Erken seçime giderken yapılan kamuoyu yoklamaları, halkın ilk seçimlerdeki tavrını değiştirmeyeceğini, SYRİZA’nın oylarını yükselterek birinci sıraya oturacağını, böylece Yunan seçim yasalarına göre birinci gelen partiye verilen ek 50 sandalyeyi alarak hükümeti kurma yönünde oldukça önemli bir adım atacağını gösteriyor. SYRİZA’nın birçok küçük gruptan oluşan ve net olarak tanımlanamayan politik yapısı doğal olarak onun üzerinden birçok spekülasyon yapılması sonucunu doğuruyor. Örneğin “radikal sol” olarak tanımlanan SYRİZA’nın iktidar olması halinde Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nden ayrılacağına ilişkin senaryolar sonucunda piyasalardaki tansiyon da yükseldi. Bu süreçte Avro, dolar karşısında 1.27 ile son 4 ayın en düşük seviyesine indi ve Avrupa borsalarında satışlar hızlandı. Seçimler öncesinde yükseliş eğiliminde olan Atina Borsası, sert satışlarla yüzde 5’e yakın düştü. İç piyasada ise dolar 1.815 TL’nin üstüne çıkarken, döviz sepeti de 2.0691’e yükseldi. Tüm bu kaygıların merkezinde olan SYRİZA önderi Tsipras, bankaların, iş çevrelerinin ve onların devlet yönetimindeki temsilcilerinden oluşan hükümetlerin partisine yönelik “kaygılarını” ortadan kaldırmak için Fransa ve Almanya’ya ziyaretler gerçekleştirdi. Bu ziyaretlerde burjuva basına uzun röportajlar veren Tsipras kendisinin ve partisinin AB’yi desteklediğini ve hem bankalara geri ödeme yapmaya hem de PASOK’un


sosyalizmin penceresinden

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

dünya ve türkiye

Putin 6 yıl daha iktidarda kalırsa, Stalin'den bu yana en uzun süre iktidarda kalmış Rus lider olacak.

başlatmış olduğu “reformları” sürdürmeye niyetli olduğunu vurguladı. Reuters Haber Ajansı’na yurtdışı gezisinin nedenini, “biz, Fransa ve Almanya gibi önemli Avrupa Birliği üyesi ülkelerin hükümetlerinin bizim neyin savunucusu olduğumuzu görmesini istiyoruz” diyerek açıkladı ve ekledi: “Biz kesinlikle Avrupa karşıtı bir güç değiliz.” (bkz: http://www.sosyalizm.eu/?p=4305)

E

ab’de ekonomik durum

konomik krizin devam ettiği İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin durumu Avrupa’daki seçimlerin ve Yunanistan’daki ekonomik krizin gölgesi altında kalsa da ekonomik veriler Avro bölgesindeki durgunluğu ve küçülmeyi tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor. 2012 yılının ilk çeyreğinde Avro Bölgesi’nin büyüme oranı sıfırı gösterirken, AB’nin büyüme oranı sadece yüzde 0,1 oldu. Ülkeler bazında bakıldığında Almanya yüzde 0,5 büyürken, Fransa ve İngiltere’de sıfır büyüme kaydedildi. Ekonomi, İspanya’da yüzde 0,4, Yunanistan’da yüzde 6,2, Portekiz’de yüzde 2,2, Hollanda’da yüzde 1,1, İtalya’da yüzde 0,8 küçüldü.

rusya’da nöbet değişimi

M

Rusya başbakanı olan Dimitri Medvedev, törende yaptığı konuşmada, "Ekonomik, siyasi ve sosyal alandaki reformların devam ettiğini görmek son derece önemli. Güçlü demokratik bir toplum inşa etmenin tek yolu bu" derken, Putin ise yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Demokratik bir ülkede yaşamak istiyoruz ve yaşayacağız. Dış dünya için de demokratik ve öngörülebilir bir partner olacağız." Putin-Medvedev ikilisinin görev yaptıkları dönemde muhalif politikacılar ve gazetecilerin faili meçhul cinayetler sonucu öldürülmeleri artık olağan karşılanmaya başlanmıştı. Aynı ikilinin demokrasi anlayışını pek değiştirmeyeceği gerek tören sırasında dışarıdaki protestoculara, gerekse törenden önceki günlerde Moskova’da düzenlenen onbinlerce kişinin katıldığı göstericilere polisin davranışından belli oldu. Eylemcilerle polis arasında çıkan çatışmada içlerinde Boris Yeltsin dönemi başbakan yardımcılarından Boris Nemtsov, muhalefet liderlerinden Alexei Navalny ve Sergei Udaltsov’un da olduğu 400'den fazla kişi gözaltına alınmıştı. Pek çok protestocu, Putin’in 12 yıldır Rusya’yı kontrol ediyor olmasına kızdığı, ülkeyi tekrar ve tekrar aynı isimlerin yönetmesinden bıktıkları ve kötüleşen yaşam koşullarını protesto için meydanlara iniyor. Putin'i yeni dönemde ülke siyasetinin yapısında büyüyen çatlaklar, güçlenen muhalefet, ekonomik büyümede yavaşlama ve Kuzey Kafkaslar'da devam eden şiddet olayları gibi zorlu sorunlar bekliyor.

art ayındaki devlet başkanlığı seçiminden, elindeki devlet gücünün tüm olanaklarını kullanarak galip çıkan Putin, görevi müttefiki olan Dimitri Medvedev'den devraldı. Rusya başbakanı olarak 4 yıl görev yapan Vladimir Putin, Kremlin Sarayı'nda düzenlenen yemin töreninin ardından yeniden Rusya devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. Rus çarlarının tahta çıktığı yer olan Kremlin malezya'da hükümeti Sarayı'ndaki bir salonda yapılan protesto etmek "haram" yemin töreni sonucunda Putin 6 yıl in olgusunun ortaya çıkışından daha iktidarda kalırsa, Stalin'den bu itibaren egemen sınıf tarafından yana en uzun süre iktidarda kalmış Rus lider olacak. Putin ile yapılan baskı aracı olarak nasıl kullanıldığını görev değişikliği sonucunda yeniden bir Marksist olarak yıllarca okuduk.

D

5


sosyalizmin penceresinden

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Başta Başbakan olmak üzere hükümet üyelerinin Uludere gündemini kapatma telaşı, yapıl(may)an araştırma ve soruşturmaların Başbakan’a ve hükümete uzanacağı tespitiyle anlam kazanıyor.

dünya ve türkiye Kendi yaşam sürecimiz boyunca da bunun üstü kapalı birçok uygulamasını gördük. Ama itiraf etmek gerekir ki son dönemlerde bu kadar açık ve yalın biçimini görmemiştik. Bu duruma El Arabiya televizyonunun verdiği bir haberin çeşitli kaynaklarca aktarılmasıyla tanıklık ettik. Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Malezya versiyonu olarak adlandırabileceğimiz Malezya Fetva Konseyi, Müslümanların hükümeti protesto etmek için düzenlenen veya ülkede huzursuzluğa yol açabilecek her türlü gösteriye katılmasının İslam dini tarafından yasaklandığını açıkladı ve fetvanın gerekçesini de ekledi:“ İslam dini hiçbir kimseye, başkalarına zarar verme, onları endişeye sürükleme, Müslümanlar arasında rahatsızlık yaratma hakkı vermemektedir”. Malezya Fetva Konseyi Başkanı Abdul Sukor Husin’in basının karşısına geçerek yaptığı bu açıklamalara ek olarak konseyin ayrıca, eşcinsellik ve cinsiyet değiştirme ile birlikte bu tür durumlara sempatiyle bakmanın ve hoşgörü göstermenin de dini açıdan “haram” olduğunu bildirdi. Eee ne diyelim. Son dönemde eğitim, içki yasakları, dindar nesil tartışmalarının ardından bakalım bu tartışma gündemimize ne zaman gelecek? HHHH

uludere-roboski katliamı tartışmaları sürüyor

U

ludere-Roboski katliamının yapıldığı 28 Aralık 2011’den bu yana yaklaşık 5 aylık bir süre geçti. Devletin mazot ve sigara kaçakçılığı yapan grubun F-16 uçakları ile bombalaması sonucunda 35 yurttaş yaşamını yitirmişti. Olay sonucunda istihbaratın kimden alındığı, bombalama emrini kimin verdiği gibi birçok soru sorulmuş ama bunlara yanıt alınamamıştı. Bu sorulara hala net bir cevap verilmemiş de olsa konuya ilişkin son dö-

6

nemde Başbakan Erdoğan ve İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in açıklamaları damgasını vurdu. Başbakan Erdoğan, Pakistan gezisinde Uludere-Roboski katliamı ile ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı. Öncelikle "Operasyonun kararını kendisinin verdiği" iddialarını, olayı operasyondan hemen sonra öğrendiğini söyleyerek yalanlarken, olay görüntülerini içeren CD'leri izlediğini belirtti. Bölgedeki sınır köylerinde mazot ve sigara kaçakçılığı olgusunun, giriş ve çıkışların jandarmaların bilgisi dahilinde yapıldığının üzerinden atlayarak "30-40 kişilik grup, katırlar, insanlar var. O yükseklikten bu Ahmet midir? Mehmet midir? Bilmek mümkün değil. TSK görevini samimi şekilde yapmıştır" diyerek katliamı sahiplendi. "Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık" diyen Erdoğan, "Tazminatı da açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına tazminatsa tazminat... Bizim resmi tazminatımız ötesinde yaptık." şeklinde konuşarak adeta “Parasıyla değil mi? Vurduk ne olacak? Parasını da fazlasıyla verdik” sözlerinin kendince yumuşatılmışını söyledi. Başbakanın bu sözlerini “ağır” olarak niteleyenler, birkaç gün sonra İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in açıklamalarının ardından durumu tarif edebilecek söz bulamadılar. Bakan Şahin’in daha önce vatandaşa karşı “bir takla at da görelim” gibi ya da Türkiye Muharip Gaziler Derneği Ordu Şubesi ziyaretinde ”Bedel ağır ödendi. Bu bedeli yok sayamayız. Bu bedel çocuk oyuncağı değil. Bu işin şakası olmaz. Bu işin ciddisi de olamaz, hiçbir şeyi olamaz” gibi veciz sözlerini duymuştuk. Ancak bu defa "Uludere'de ölenler figüran, özür dilenecek bir olay yok" diyen İçişleri Bakanı Şahin adeta AKP’nin, hatta bu sözlerinden sonra ona kendi partisinden daha çok sahip çıkan MHP’nin de bastırılmış duygularına tercüman oldu.


sosyalizmin penceresinden

dünya ve türkiye Herkes bu sözlerin ardından başbakanın, Şahin’i görevden almasını en azından ciddi bir biçimde uyarmasını beklerken Erdoğan’ın ona sahip çıkması AKP’nin burjuva basın tarafından ne kadar cilalanırsa cilalansın sonuçta son sözü Erdoğan’ın söylediği milliyetçi, muhafazakar, dini motifleri siyasette yaygın bir biçimde kullanan gerici bir parti olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya çıkarttı. Eleştirilerin odağındaki İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ise kendince açıklamalarına bir yenisini ekleyerek, "Bu ülke o kadar hukuk ülkesi, o kadar insan haklarının egemen olduğu ülkedir ki, yıkıcı örgütlerle mücadele eden güvenlik güçlerimiz dahi hukuka göre hareket etmek durumundadırlar. İşin zorluğu buradan kaynaklanıyor" derken güvenlik güçleri için yapılan eleştirileri "moral bozucu", "ihanet" olarak niteledi. Roboski katliamının arkasında AKP iktidarının olduğunu çok iyi biliyoruz. Başta Başbakan olmak üzere hükümet üyelerinin Uludere gündemini kapatma telaşı, yapıl(may)an araştırma ve soruşturmaların Başbakan’a ve hükümete uzanacağı tespitiyle anlam kazanıyor.

akp’nin gerici uygulamaları devam ediyor

S

on dönemde AKP’nin art arda ortaya koyduğu uygulamalara bakıldığında dini boyutları ön plana çıkartan ve her açıdan gerici bir sürecin işlediğini görüyoruz. Özellikle eğitim alanında AKP ve onun öncüllerinin iktidarlarında geçen son 13 yılın özeti bize açıkça iktidarların eğitimde nasıl bir yap-boz sistemi ürettiğinin kanıtı.

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Alkol tüketimi konularında da örtülü yasaklar zinciri ile karşı karşıyayız. AKP’li belediyelerin baskısı altında kapatılan içkili restoranlar, tekel bayiliği ve içki ruhsatı alımına getirilen engeller artık normal karşılanıyor. Belediyelerin yanı sıra valiliklerin yasakçı uygulamaları son dönemde basına yansıyor. Örneğin Afyonkarahisar Valiliği aldığı kararla şehirde “umuma mahsus yerlerde, umuma mahsus park ve bahçelerde, umumun istifadesine sunulan piknik ve ören yeri gibi alanlarda” diye uzayan ve neredeyse kendi eviniz hariç her yeri kapsayan içki yasağını uygulamaya koydu. Afyonkarahisar Valiliği’nin 24 Nisan’da aldığı karar, 13 Mayıs itibarıyla resmen uygulanmaya başlandı. Gelen ihbarları tek tek değerlendiren Afyonkarahisar Emniyet Müdürlüğü ekipleri, Kabahatler Kanunu’nda yer alan ’Emre Aykırı Davranış’ suçunu işleyenler hakkında 169 lira ceza uyguladı. Kararın uygulanmaya başladığı ilk gün 25 kişiye ceza kesildi. İçki yasaklarının hemen ardından, Başbakan’ın şehir ve devlet tiyatrolarını hedef alan açıklamaları geçtiğimiz ayın en önemli gündemlerinden biriydi. “Devletin tiyatrosu olmaz, devletin parasıyla hükümete karşı oyun oynanmaz” minvalinde yapılan eleştiriler bütünüyle kadük kalırken Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Başbakanlık yeni düzenlemeler üzerinde çalışıyor. Oyunların seçimini bürokrasiye bırakan, oyuncuları ise ihale yöntemiyle piyasadan toplamanın hesabını yapan AKP hükümeti, toplumu yeniden üreten bütün araçların kontrolünü elinde tutmak istiyor. Dizi senaryolarına müdahale eden ve oyuncuları dizilerde zorla baş-göz eden iktidar, yasaklanan kitaplar filmler ile otoriter uygulamalarını genişletiyor.

7


sosyalizmin penceresinden

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Sendika, mecliste yasalaşan grev yasağı için beklentilerini, Cumhurbaşkanı ve idare mahkemesine göre ayarlamış olsa da bu yasaya karşı esas mücadelenin işçi ve emekçilerin en geniş katılımıyla yapılacak eylemlerden geçtiğini görmezden gelmeyi sürdürüyor. Hava-İş Sendikası’nın bağlı olduğu Türk-İş ise sessizliğini koruyor.

dünya ve türkiye

H

thy’de grev

avacılık sektöründe grev ve lokavtı yasaklayan kanun düzenlemesinin meclise sunulması üzerine Türk Hava Yolları’nda örgütlü Havaİş’e bağlı işçiler “sağlık sorunları” gerekçesiyle iş bıraktılar. Yaklaşık 18 aydır toplu sözleşme yapılamayan işkolunda işçiler, alelacele meclisten geçirilen grev yasağına karşı uçakların kalkışını engellediler. 24 saat içinde ikiyüzün üzerinde sefer iptal edilirken THY yönetimi “yasadışı eylem” yaptıkları gerekçesiyle üçyüzden fazla işçiyi işten çıkardı. Eylemin sürdüğü saatlerde yasa mecliste kabul edilirken hükümet üyeleri bu süreçte yaptıkları açıklamalarla patronların hükümeti olduklarını açıkça göstermişlerdir. İşten atılan işçiler işyerlerinin önünde eylemlerini sürdürürken Hava-İş Sendikası, kabul edilen yasanın Cumhurbaşkanı’ndan dönmesi gerektiğini ifade ederek işe iade davası açacaklarını belirtti. Sendika, mecliste yasalaşan grev yasağı için beklentilerini, Cumhurbaşkanı ve idare mahkemesine göre ayarlamış olsa da bu yasaya karşı esas mücadelenin işçi ve emekçilerin en geniş katılımıyla yapılacak eylemlerden geçtiğini görmezden gelmeyi sürdürüyor. Hava-İş Sendikası’nın bağlı olduğu Türk-İş ise sessizliğini koruyor.

A

kürtaj yasağı

KP iktidarı, çıkardığı işçi düşmanı yasalar ve gündelik yaşama ilişkin yasaklarıyla toplumu gerici yöntemlerle şekillendirmeye devam ediyor. Başbakan’ın geçtiğimiz ayın son günlerinde Uludere meselesi üzeriden gündeme getirdiği kürtaj ve sezeryan doğumun yasaklanmasına yönelik açıklamaları, kapsamlı saldırıların süreceğinin ifadesi. Kürtajı cinayet; sezeryanı ise Türkiye’nin büyümesini engellemek isteyen dış güçlerin oyunu olarak gören Başbakan, toplum mühendisliğini sürdür-

8

mek istiyor. Kadınların bedeni üzerinden iktidarını genişletmek isteyen AKP hükümeti, bu uygulamayla kadınları eve hapsetmenin yolunu bulmuşken yedek işsizler ordusuna yeni neferler kazandırmanın telaşını sürdürüyor. Tarihin hiçbir döneminde, kürtajın yasaklanması onun yapılması önünde bir engel oluşturmamıştır. Yasaklandığında sağlıksız koşullarda gerçekleştirilen kürtaj nedeniyle her yıl 80 bin kadın hayatını kaybediyor. Kürtajın yasaklanmasını savunanların yalnızca Roboski katliamının değil, her yıl 80 bin kadının bu gerici uygulama nedeniyle ölmesinin de faili olduğu açık. Kürtaj da sezeryan da politik değil tıbbi müdahalelerdir. Bu müdahaleye uğrayacak kişi kadındır. Kürtaj ve sezeryanı bademcik ameliyatından daha politik olarak görmek, tarihsel olarak egemen sınıfların bakış açısının ürünüdür. Herhangi bir tıbbi operasyon kararını nasıl ki tıbbi gereklilikler ve müdahaleye uğrayacak kişi karar veriyorsa, kürtaj ve sezaryen için de bunun söz konusu olması gerekir. Sezeryan bir gereklilik aynı zamanda da bir tercihken; kürtaj, basında yansıtıldığının aksine, kadınların, doğum kontrol yöntemi olarak görmedikleri bir haktır. İstenmeyen gebeliği sona erdirme hakkı, gebe kadına aittir. Bunun için de tecavüze uğraması ya da fiziksel/ruhsal sağlığının uygun olmaması gerekmez. Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın tecavüz sonucu oluşan gebeliklerin doğumla sonuçlanması (!) gerektiğini ifade etmesi ve “gerekirse öyle bir bebeğe devlet bakar” demesi AKP hükümetinin kadın düşmanlığının da bir özetini ifade ediyor. HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

23 mayıs grevi ve işçi sınıfı

K

metin efe uysal

Bazı büyükşehirlerde demiryolları, eğitim, sağlık sektörü ve vergi dairelerinde işleri tamamen durma noktasına getiren grev, yaşamın diğer alanlarında etkili olamadı ve bu açıdan bakıldığında “başarılı” olmaktan uzaktı.

ESK ve Kamu-Sen üyesi kamu emekçileri, toplu sözleşme görüşmelerinde hükümetin teklif etmiş olduğu zam önerisine karşı 23 Mayıs’ta greve çıktılar. Hükümete yakınlığıyla bilinen ve “toplu sözleşme” yetkisine sahip olan Memur-Sen Konfederasyonu bürokratları da, tabandan gelen basıncın etkisiyle, teklife açık bir şekilde teslim olmak yerine üyelerini serbest bırakma yoluna gittiler. Bu da greve katılımın oranının artmasında etkili oldu. Özellikle bazı büyükşehirlerde demiryolları, eğitim, sağlık sektörü ve vergi dairelerinde işleri tamamen durma noktasına getiren grev, yaşamın diğer alanlarında etkili olamadı ve bu açıdan bakıldığında “başarılı” olmaktan uzaktı. Kara, deniz ve hava ulaşımı ile iletişim, enerji gibi yaşamı tamamen durduracak olan kilit sektörler çalışmaya devam etti. Denilecek ki, bu sektörlerde kamu sendikaları örgütlü değiller. Ancak bu yaşanılan durumun nedeni değil, sonucudur. Tüm kilit sektörlerin özelleştirilmesine seyirci kalmaları bir yana, bugün hala bu sektörlerde kısmen de olsa örgütlü olan işçi sendikaları bürokratları birer grev kırıcı olarak çalışmış, bu durum kamu sendika bürokratlarını da hiç rahatsız etmemiştir. Bu başarısızlığın bir diğer nedeni sendika bürokratları tarafından grev kararının sağlıklı uygulanması için işyerlerinde gerekli ön çalışmanın yapılmamış olması ve bu eylemin kamuoyuna yeterince duyurulmaması ve işçi sınıfının diğer kesimlerinin desteğini almaya dönük girişimler yapılmamasıdır. Diğer yandan ise “grev” sadece daha fazla zam talebiyle ön plana çıktı. “Grevin” sadece bu yanıyla ön plana çıkması hükümete de kamu emekçilerini yalnızlaştırması ve toplumun geri kalanından yalıtması için gerekli malzemeyi sundu. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, yaptığı açıklamada memur maaş ödemelerinin bütçede yıllık 100 milyar lirayı bulduğunu ve bu paranın da 74 milyon insandan toplanan vergilerle ödendiğini belirtti ve ”Şimdi eğer bütçe dengelerimizi sıkıştıracak bir noktaya gelirse bu iş (memura yapılacak zam), dönüp dolaşıp tekrar daha yüksek vergi toplamaya gider bu işin sonu. Memura daha fazla maaş ödemek için, bizim 74 milyondan daha fazla vergi almamız gerekecek. Burada da kuşkusuz adaleti sağlamamız gerekir.”[1] diyerek egemenlerin her zamanki tezlerini yineledi. Babacan, memurları tüm toplumun ödediği vergilerle yaşayan, emek harcamayan, üretmeyen bir tabaka olarak toplumun önüne atmak, işçi sınıfının diğer kesimlerinden yalıtmak isterken kafasında bu yolla da genel bir destek almayı ve zamma ilişkin gelen tepkileri bertaraf etmeyi planlıyordu kuşkusuz. Bu yöntemin başarı oranında, tüm işkollarında sendika bürokratlarının payı olduğu kesinlikle atlanmamalı. Öyle ki, onlar, mevcut yasalar ve işkollarına göre kadrolu, sözleşmeli, taşeron vb. olarak bölünen işçi sınıfının bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmayı hedeflemek bir yana bu bö-

9


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k lünme üzerinden varlıklarını sürdürme telaşı içerisindeler. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ise krizden dem vurarak, “Yunanistan’da 2015′e kadar emekli maaşları durduruldu, İtalya’da 2014 yılına kadar zam yok, İspanya verilen ücretlerde yüzde 5 indirime gitti. Biz zam yapıyoruz bunun neresi yanlış”[2] açıklaması yaparak kamuoyunu yanıltmayı planlıyordu. Fakat Faruk Çelik bu açıklamayı yaparken sadece son birkaç ayda başta doğalgaz, elektrik ve milletvekili maaş zammı olmak üzere yaptıkları birçok zamdan bahsetmedi tabii ki. Bunun yerine onlar, sermaye sınıfı temsilcileri olarak, işçi sınıfı mücadelesi tarihi boyunca yapıla geldiği gibi “onlar şu kadar maaş alıyor ama bu kadar da asgari ücretli var, hala grev yapıyorlar” propagandasına yüklenerek işçileri kamu emekçilerine düşman etme yoluyla grev kırıcılığı politikasını sürdürdüler. Milyonlarca asgari ücretlinin sefalet koşullarında bir ücretle yaşamasının nedenini görece daha yüksek maaş alan kamu emekçileri olarak sunmak

10

tam bir ikiyüzlülüktür. 1978 yılı verileri baz alındığında bugün asgari ücretin net 2 bin liranın üstüne olması gerekiyordu. Bunun böyle olmamasının nedeni, kapitalistlerin ve devletinin işçi sınıfının sosyal ve ekonomik haklarının üzerinden silindir gibi geçmesi ve sendika bürokratlarının da on yıllardır buna ortak olmasıdır. Kapitalizmde maaşlar en yüksekte değil, en düşükte eşitlenme eğilimindedir. Eğer, dershanelerde çalışan öğretmenler bin lira alırken bir metal işçisi “evet sonunda eşitlendik” diye seviniyorsa bu yalnızca ikisini de sömüren sermaye sınıfının işine gelmektedir. Sendika bürokratları ise bu fiili bölünmüşlük karşısında sessiz kalmakta, bunu ortadan kaldıracak mücadele araçları ve perspektifinden ise bütünüyle yoksun bir şekilde var olanı meşrulaştırmaktadırlar. AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri kamuda her türlü özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamalarına hız vererek, zaten kamu emekçilerinin mücadelesine ciddi bir darbe indirmişti. Bu uygulamalar sayesinde işyerindeki çalışanları bölen ve çalışanların hak arama yollarını tı-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Bugün kamu emekçileri iş bırakma eylemi yaparken farklı statülere sahip (kadrolu, taşeron, sözleşmeli vb) işçiler ise çalışmaya devam etmişlerdir. İşçi sınıfının bu parçalanmışlığı ortada dururken sektörel ya da lokal hiçbir eylemin başarılı olması mümkün gözükmemektedir.

kayan AKP hükümetine en büyük desteği de sendika bürokratları verdi. Tüm bu yaşanan özelleştirmelere karşı hiçbir ses çıkarmayan, örgütlüörgütsüz sınıfın birliği ve ortak mücadelesini sağlamak yerine göstermelik yerel basın açıklamalarıyla koltuklarını korumaya çalışan sendika bürokratları, bugün yine aynı oyuna başvuruyorlar.

DİSK’in ikiyüzlü desteği KESK ve Kamu-Sen’in almış olduğu kararın ardından bir açıklama yapan DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, “hükümetin kamu emekçilerine sunmuş olduğu ‘sadaka’ teklifine karşı kamu emekçilerinin yanında” olduklarını belirterek grevi “selamladı”.[3] Ama yalnızca selamlamakla kaldı! Çünkü DİSK’e bağlı hiçbir sendika (özellikle de kamu emekçileriyle aynı sektörlerde faaliyet gösteren iş kolları) greve fiili olarak destek vermedi. Dolayısıyla, başta yerel yönetimler olmak üzere tüm sektörlerde kamu emekçileri iş bırakırlarken, DİSK kendi üyelerinin çalışmasını sağlayarak bir nevi “grev kırıcılığı” yaptı. Yine başta 4688 sayılı kanun, iş yasası ve teşvik yasası gibi işçi sınıfının haklarında ciddi kayıplara neden olan birçok yasa yürürlüğe girerken hiçbir ciddi direniş göstermeyen de başta KESK’li ve DİSK’li sendika bürokratları olmak üzere bir bütün olarak aynı sendikalardı. Aynı sendika bürokratları şimdi ise iş işten geçmişken, sadece göstermelik eylemlerle ve açıklamalarla günü kurtarmaya çalışıyorlar. Gerçekleşen her eylem ve basın açıklaması, bu sendikaların öncelikle birbirlerinden sonra da işçi sınıfından ne kadar kopuk olduğunu göstermektedir. İşçi sınıfının bu kadar birbirinden ayrıştırıldığı mevcut durumda sendikaların emekçilere verecekleri hiçbir şey kalmamıştır. 30 yılı aşkın süredir işçi sınıfının reel ücretleri düşüyor ve yoksulluk sınırı günümüzde aylık 3 bin lirayı geride

bırakmış durumda. Bugün, asgari ücret, Türkiye ekonomisinin 33 yıllık büyüme oranı kadar bir artış katetmesi durumunda 2 bin lira civarında olacaktı. Yalnızca bu bile işçi sınıfının bölünmüşlüğünün ve parçalanmışlığının ortadan kaldırılması ve ortak mücadelenin örülmesi için büyük bir imkan sağlamaktadır. Tüm sektörlerde eşit işe eşit ücret ve asgari ücrete % 100′ün üzerinde zam yapılması talebi ile işçi sınıfının örgütsüz çoğunluğunun mücadeleye desteği sağlanabilirdi. Ancak bu yönde sendika bürokratları bugüne kadar bırakalım bir günlük ortak grev örgütlemeyi ciddi bir çalışma dahi yapmamışlardır. İşçi sınıfının sermaye sınıfı tarafından fiili bölünmüşlüğünü meşrulaştıran sendikacılar, işçiler ve kamu emekçilerinin birliğini değil bölünmüşlüğünü güçlendirmektedir. Ortak örgütlenme ve ortak çalışanlar yasası için mücadeleye Yukarıda da bahsettiğimiz gibi mevcut durumda işçi sınıfı yasalar eliyle bölünmüş ve sermayenin o ya da bu kesimi tarafından istenildiği şekilde sömürülmeye devam etmektedir. Herhangi bir kamu işyerinde çalışan herhangi bir kamu emekçisi farklı statüde çalışan işçi arkadaşının sorunlarına yabancılaştırılmış durumdadır. Örneğin bugün kamu emekçileri iş bırakma eylemi yaparken farklı statülere sahip (kadrolu, taşeron, sözleşmeli vb) işçiler ise çalışmaya devam etmişlerdir. İşçi sınıfının bu parçalanmışlığı ortada dururken sektörel ya da lokal hiçbir eylemin başarılı olması mümkün gözükmemektedir. Bu parçalanma aynı zamanda sendika bürokratlarının da işine gelmektedir. Böylece onlar kendi iktidarlarını sorunsuz bir şekilde sürdürmeye devam etmektedirler. Yıllardır yaşananlar göstermektedir ki bu sendikal yapılar ile hiçbir işçi eyleminin başarılı olması mümkün değildir. Bugünkü sendikal yapıları aşan

11


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Sermayenin işçi sınıfına karşı yürüttüğü topyekûn saldırılar karşısında işçi sınıfının bütünlüklü mücadelesinin örgütlenmesi görevi köhnemiş sendika bürokratlarına bırakılamayacak denli önemli ve yakıcı bir görevdir.

12

ve işçi sınıfının çeşitli kesimlerinin birlikte mücadele etmesini sağlayacak “yeni” örgütlülükler yaratılması gerekiyor. Kamu emekçileri mücadelesinin başında savundukları “ortak çalışanlar yasası ve ortak örgütlenme” perspektifi yeniden gündeme alınmalıdır. Bu, işyerlerinden başlayan, tüm sektörlerde işçilerin özörgütlülük organları temelinde birleşmesini ve sınıfın parçalanmışlığını ortadan kaldırmayı hedefleyen bir programa sahip olmalıdır. İşçi sınıfının tüm kesimlerini derinden etkileyen sermayenin sosyal saldırı programını (kıdem tazminatının gaspı ile genel olarak ‘ulusal istihdam stratejisi’, GSS vb. saldırılar) püskürtmeyi hedefleyen, tüm işlerin tüm emekçilere (işsizler de dahil) paylaştırılması, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve ücretlerin yükseltilmesini önüne koyan bir program ve mücadele hattı işçi sınıfının örgütlü birliğini sağlayacaktır. Sermayenin işçi sınıfına karşı yürüttüğü topyekûn saldırılar karşısında işçi sınıfının bütünlüklü mücadelesinin örgütlenmesi görevi köhnemiş sendika bürokratlarına bırakılamayacak denli önemli ve yakıcı bir görevi ifade ediyor. Bu görev,

aynı zamanda, sermaye sınıfının dünya çapında süren sosyal-ekonomik saldırı ve kapitalizmi kurtarma programına karşı, işçi sınıfının birleşik bağımsız devrimci politikasının ve enternasyonalist partilerinin örgütlenmesi anlamına gelmektedir. HHHH

Dipnotlar: [1]http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1292033 [2]http://www.samanyoluhaber.com/politika/Faruk-Celik-memur-zammi-teklifini-degerlendirdi/764180/ [3]http://www.disk.org.tr/default.asp?Page =Content&ContentId=1344


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

egemenlerin istikrar arayışı: başkanlık sistemi

M rıza kül Bugüne kadar mevcut parlamenter rejimin bütün nimetlerinden yararlanan ve 2007 seçim beyannamesinde “parlamenter sistem esas alınmalıdır” diyen siyasi iktidarın, devlet aygıtının eğitim, yargı, polis, ordu benzeri kilit mekanizmalarını büyük ölçüde istediği gibi şekillendirdiği bir dönemde bu sistemden şikayet ediyor oluşu üzerinde düşünülmeye değer.

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ başkanlık sistemi tartışmasını yeniden açtı

ayıs ayında, Türkiye gündemini belirleyen maddelerden biri hiç şüphesiz “başkanlık sistemine geçiş” tartışmaları oldu. AKP iktidarının başarılı olduğu alanların başında gelen “kendi gündemini tartıştırma” manevrası yine karşılık buldu. Başkanlık sistemi tartışmalarının medya eliyle böylesine geniş biçimde yürütülüyor oluşu yeni anayasa yapımı sürecini yaşayan Türkiye’nin içinden geçtiği dönem göz önünde bulundurulduğunda doğal karşılanabilir. Bunun yanında, AKP’nin otoriter-baskıcı eğilimlerinin toplumsal yaşama doğrudan yansıyan örneklerinin sayısının arttığı bir zaman diliminde başkanlık tartışmaları farklı bir boyut da kazanıyor. “Ben böyle istiyorum, böyle olacak!” tarzı burjuva siyasetini hakkıyla uygulayan AKP iktidarının ve bu siyaset tarzını kendisinde cisimleştiren Başbakan Erdoğan’ın başkanlık sistemini bu kadar arzu etmesinin altında yatan nedenler nelerdir sorusu geliyor akıllara.

Parlamenter sistem riskli Başkanlık sistemi, AKP iktidarı döneminde daha önce de gündeme gelmiş ve bir süre üzerinde konuşulup rafa kaldırıldıktan sonra unutulmuştu. Meseleyi yeniden siyasi gündemin en önemli maddelerinden biri haline getiren ise Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın açıklamaları oldu. AKP’li Bozdağ, Meclis’te düzenlenen Parlamenter Denetim Sempozyumu’nda mevcut parlamenter sistemin sorunlu olduğunu ifade ederek kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizmalarının etkin işletilemediğini söyledi. “Denetimin en etkin yapılmasına izin veren sistem, başkanlık sistemidir. Gerçek anlamda yasama ve yürütmenin birbirine karşı bağımsız olduğu başkanlık sistemini müzakere etmek lazım” diyen Bozdağ, böylece gündem belirleme görevini yerine getirmiş oldu. Bugüne kadar mevcut parlamenter rejimin bütün nimetlerinden yararlanan ve 2007 seçim beyannamesinde “parlamenter sistem esas alınmalıdır” diyen siyasi iktidarın, devlet aygıtının eğitim, yargı, polis, ordu benzeri kilit mekanizmalarını büyük ölçüde istediği gibi şekillendirdiği bir dönemde bu sistemden şikayet ediyor oluşu üzerinde düşünülmeye değer. Örneğin, AKP’li TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu “Tabii ki başkanlık sistemi bu yeni anayasada olmalı. Çünkü parlamenter sistem sorun çözmüyor aksine beraberinde sorun getiriyor” sözle-

13


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik

14

riyle parlattığı başkanlık sistemini savunurken “asıl padişahlık şu anki parlamenter sistemde var” diyerek başbakanın mevcut yetkilerini işaret ediyor. Bu bir itiraf mı diye düşünmeden yapamıyor insan ama Kuzu’nun bu yaklaşımı, başkanlık sistemine duyulan yakıcı ihtiyacın da göstergesi aslında. Bozdağ ve Kuzu’dan sonra sözü Tayyip Erdoğan devraldı ve tartışmaya Slovenya ziyareti sırasında ev sahibi ülke başbakanı ile birlikte yaptığı ortak basın toplantısı sırasında gazetecilerin konuya ilişkin soruları üzerine dahil oldu. Bozdağ’ın sözlerini değerlendiren Erdoğan, anayasa yazım çalışmaları sırasında başkanlık formülünün de değerlendirilebileceğini ve konunun tartışılması gerektiğini söyledi. “Tartışmaların sonucunda parlamento şu sisteme de geçebiliriz diyorsa bizim söyleyecek bir şeyimiz kalmaz” diyen Erdoğan’ın, tartışmanın tam da merkezinde olduğu ve daha önce de başkanlık sistemini destekleyen açıklamalar yaptığı biliniyor. AKP’nin sıklıkla başvurduğu bir yöntem olan “tartıştırma”, dayatmadan bir önceki adım oluyor genelde ve bu açıdan bakıldığında AKP’nin başkanlık sistemini yalnızca gündemi değiştirmek için ortaya attığı söylenemez. Belki bugün değil; ama AKP’nin ve

temsilcisi olduğu sınıfın gelecek tahayyülündeki yönetim biçiminin başkanlık modeli olduğu açık.

Başkanlık “istikrar” demek AKP’nin diğer kurmayları da birbiri ardına başkanlık sisteminin faydalarından bahseden, mevcut parlamenter sistemin aksayan yanlarını ifşa eden bir söylem geliştirdiler zaten. Gerçek demokrasinin başkanlık sisteminde olduğundan tutalım da, kangrene dönüşmüş sorunların başkanlık sisteminde ivedilikle çözüleceği varsayımları sıklıkla dillendirildi. Örneğin, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Kürt sorununun çözümünde başkanlık sisteminin ne kadar işlevsel olacağını Fransa-Cezayir örneği üzerinden açıkladı. “Başkanlık sistemi önemli sorunların çözümünde daha seri ve faydalı olur. Bazı sorunlar güçlü liderlik ile çözülür” diyen Çelik, Kürt sorununun çözümü için yarı-başkanlık sistemini öneren Prof. Dr. Nur Vergin’i onayladığını ifade etti.[1] Bu noktada, BDP'nin de Vergin'e çok yakın bir noktada durduğunu, yerel yönetimlerle başkanlık tartışmasını birlikte ele aldığını ve bu yüzden “başkanlık sistemi”ne doğrudan karşı çıkmadığını belirterek geçelim. Mevzu bahis Kürt sorunu olunca, Hüseyin Çelik’in bu sözleri başkanlık sisteminin federasyon-eyalet sistemini de beraberinde getireceği biçiminde bir algı yarattı ve tartışmalar, “Türkiye bölünecek” yaygaralarıyla birlikte yürümeye başladı. Gelen eleştiriler üzerine Bekir Bozdağ ve diğer AKP sözcüleri, Türkiye’nin üniter devlet yapısından asla taviz verilmeyeceğini ve başkanlık sisteminin bugünkü idare yapılanmasına zarar vermeden de uygulanabileceğini iddia etti. Yine, Hüseyin Çelik’in açıklamaları üzerinden devam edelim; “Türkiye’de 10 yıldır tek parti hükümeti var, birçok sorun hızla çözülüyor. Güçlü liderlik olmadığı zamanlarda çözüm zorla-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k AKP kurmayları güçlü liderliğin yanına daima “meclis denetimi, kuvvetler ayrılığı, demokrasi” kavramlarını da ekleyerek, giderek otoriterleşen AKP iktidarının başkanlık sistemiyle birlikte diktatör üretme eğiliminde olduğu biçimindeki eleştirileri kırmak istiyorlar.

şır” sözleri onun meseleye bakış açısını net bir biçimde ortaya çıkardı. AKP’nin başkanlık sistemi sevdasının arkasında yatan gerçeğin, kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizmalarının işlerliğinden ziyade “güçlü liderlik” olduğu anlaşılıyor. AKP cephesinden gelen değerlendirmeler toplandığında, kabaca şu anlam çıkıyor: “Bugüne kadar karşılaştığımız sorunların çoğunu, tek başına iktidar olmanın getirdiği avantajlardan da yararlanarak çözdük. Fakat, çözemediğimiz sorunlar var ve geleceğe, özellikle bulunduğumuz coğrafyadaki toplumsal alt-üst oluşlara hazırlanmak zorundayız. Parlamenter sistem, “istikrarı” korumamıza izin vermeyebilir! AKP bugün güçlü bir irade gösteriyor ama yarın rüzgar tersine döner de Türkiye yeniden bir koalisyon hükümetinin kucağına düşerse işler karışır!” Bununla birlikte, AKP kurmayları güçlü liderliğin yanına daima “meclis denetimi-kuvvetler ayrılığı-demokrasi” kavramlarını da ekleyerek, giderek otoriterleşen AKP iktidarının başkanlık sistemiyle birlikte diktatör üretme eğiliminde olduğu biçimindeki eleştirileri kırmak istiyorlar. Öte yandan, yeni anayasanın hazırladığı koşulları da hesaba katarak başkanlık sisteminin AKP’nin “kırmızı çizgisi” olmadığını ifade ediliyor. Yani aslında, başkanlık sistemi üzerine yapılan mevcut değerlendirmeler - tartışmalar birbirleriyle karşılaştırıldığında çelişkili bir tablo ortaya çıkıyor.

Nasıl bir başkanlık modeli öneriliyor? Başkanlık sistemi, basitçe, yürütme ve yasama gücünün birbirleri karşısında görece bağımsız bir biçimde hareket ettiği yönetme biçimi olarak tanımlanıyor. Sistem dünya üzerinde çok sayıda ülkede uygulanıyor ve bu ülkeler ağırlıklı olarak Amerika ve Afrika kı-

tasında yer alıyor. Kimi başkanlık modellerinde başkanın yanı sıra başbakanlık makamı da var. Başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu birkaç ülkeyi sıralayalım: ABD, Arjantin, Brezilya, Ermenistan, Güney Kore, İran, Meksika, Nijerya, Sri Lanka, Sudan, Kazakistan, Venezuela, Zambiya. AKP tarafından “O olmazsa diğerine de razıyız” biçiminde öne sürülen yarı başkanlık sistemi de Fransa, Rusya, Portekiz ve Romanya’nın da aralarında bulunduğu 28 ülkede uygulanıyor. Başkanlık sistemi uygulamasının dünya üzerinde çok çeşitli örnekleri var. Birçok ülkede fiili olarak despotizm, (demokratik maskeli) oligarşik yönetim biçiminde gözlemlenen başkanlık sistemi için tek bir şablondan bahsedilmesi mümkün değil. AKP kurmayları ve başkanlık sisteminin savunucuları bu hükümet biçiminin en köklü uygulama alanı olan ABD’yi örnek gösteriyor. ABD’deki demokratik sistemin nasıl da “tıkır tıkır” işlediğinden dem vuruluyor. Cilalanan ABD demokrasisinin fiili olarak yalnızca iki büyük burjuva partisinin (Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti) yarışmasına izin verdiğini bunların dışında herhangi bir partinin başkan çıkarma şansının olmadığını hatırlatalım. Karmaşık bir seçim sistemine sahip olan ABD’de başkan doğrudan halk oyu ile de belirlenmiyor. Kitleler eyaletler düzeyinde Seçiciler Kurulu’nu belirliyorlar. Yani halk başkanı seçecek temsilcileri seçiyor. ABD tipi başkanlık sisteminin tek bir siyasi figürü oldukça geniş yetkilerle donatan bir yanı olmakla birlikte, sistemin diğer bileşenleri olan Kongre ve Yargı/Yüksek Mahkeme’nin önemli yetkileri var. Ayrıca, ABD’de seçilen başkanın ulus-ötesi şirketlerin emrinde, egemenlerin safında, sınırları oldukça net çizilmiş bir alanda hareket edebilen bir piyondan öte

15


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Bugün AKP ve Tayyip Erdoğan’da cisimleşen başkanlık sistemi, burjuvazinin partilerden bağımsız olarak ele aldığı ve bütünüyle Türkiye’de ve bölgede kendi çıkarlarını daha iyi temsil edecek bir düzenleme olarak önümüzde duruyor.

Başkanlık sistemi tartışmasını ilk olarak Turgut Özal gündeme getirmişti

16

anlam taşımadığını akılda tutmak gerek. Türkiye’den çok farklı tarihsel-toplumsal ve yönetsel geçmişe sahip olan ABD’deki sistemin olduğu gibi yaşadığımız topraklara ithal edilmesi mümkün değil. Bu formülü önerenler de bunun farkında olacaklar ki, eğer ABD tipi başkanlık olmazsa, Fransa tipi yarı başkanlık da iş görür demekteler. “Parlamenter sistemle gerektiği gibi yönetemiyoruz, bize başka bir sistem gerek!” serzenişinin arkasında istikrarlı-güçlü bir rejime duyulan aşk var ve buna toplumsal meşruiyet kazandırmak için “başarılı” örnekler gösteriliyor elbette.

Başkanlık sistemi hangi ihtiyaçların ürünü? Başkanlık tartışmaları Türkiye için yeni sayılmaz. 12 Eylül darbesi ertesinde sivil siyaset döneminin en önemli siyasi figürü olan Turgut Özal’ın da, Özal’ın ölümünden sonra cumhurbaşkanlığını devralan Süleyman Demirel’in de gündeminde istikrarlı bir rejim için başkanlık sistemi vardı ve öne çıkarılan gerekçeler, gösterilen örnekler aşağı yukarı aynıydı. 12 Eylül darbesi öncesinde parlamenter rejime yaslanan koalisyon

iktidarlarının, Türkiye’nin kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonu kuramadığı dahası rejimi çöküşe sürüklediği tespitleri başkanlık sisteminin en önemli gerekçeleriydi. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı, parlamenter rejime rağmen filli olarak başkanlık sisteminin örneklerini taşımıştı. Özal'ın bunu başkanlık sistemiyle taçlandırma arzusu, gerek Türkiye ekonomisinin liberal dünya ekonomisine entegrasyonunu sağlamayı, gerekse Körfez Savaşı, Kürt sorunu gibi bölgenin yakıcı sorunlarına acil çözüm üretme hedefini ifade ediyordu. Özal’ın ölümü ve 90’ların başındaki ekonomik kriz, bu başkanlık projesinin hayata geçmesini engellemiş; 90’lı yıllar Türkiye’de koalisyon iktidarları mezarlığına dönüşmüş ve ekonominin küreselleşmeye entegrasyon süreci sekteye uğramıştı. En son, DSP-ANAP-MHP koalisyonuyla sonuçlanan bu on yıllık dönem AKP’nin tek parti iktidarıyla sonuçlanmıştı. AKP’nin, ABD-Fransa ya da herhangi bir ülkenin uyguladığı başkanlık sistemine yaptığı göndermeleri bir kenara bırakırsak, burjuvazi, küresel krizin derinleştiği, bölgede savaş hazırlıklarının sürdüğü bugünkü koşullarda tarihsel çıkarlarını kısır parlementerist çekişmelere terk etmek istemiyor. Yaklaşık on yıldır iktidarda olan tek partinin çatısı altında önemli yol kateden burjuvazi, artık iki-üç partiden oluşan koalisyon iktidarlarına sıcak bakmıyor. Bugün AKP ve Tayyip Erdoğan’da cisimleşen başkanlık sistemi hedefi, burjuvazinin partilerden bağımsız olarak ele aldığı ve bütünüyle Türkiye’de ve bölgede kendi çıkarlarını daha iyi temsil edecek bir düzenleme olarak önümüzde duruyor. Bu gelişmelere bağlı olarak AKP’nin önceliği, ABD-Fransa modeli tartışması değil, önümüzdeki dönemde ih-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k tiyaç duyulacak ekonomik-toplumsal politikaların uygulanması noktasında yetersiz - işlevsiz kalabileceği düşünülen mevcut parlamenter rejimin dönüştürülmesidir. Egemenler açısından bakıldığında, burjuva yönetim biçimleri üzerine yapılan akıl yürütmelerin belirleyici yanı kendilerini besleyen sistemin, yani kapitalizmin ihtiyaçlarıdır. Sürekli yapılan “istikrar” vurgusu da bunun bir ifadesi. Burjuvazi adına toplumsal, siyasal ve ekonomik “istikrarın” korunması yani ücretli emek sömürüsü için daha uygun koşulların yaratılması temel hedeftir. Dolayısıyla başkanlık sistemi üzerinden sürdürülen tartışmaların ne demokratikleşme kaygılarıyla ne de toplumun refahı ile ilgisi olmadığını görmek çok zor değil. Siyasi iktidarın, mevcut parlamenter sistemi demokratikleştirmek için hiçbir adım atmadığı açıktır. Herkesin şikayet ettiği seçim barajının olduğu gibi duruyor oluşu, yargıya fiili müdahalelerin siyasi yaşam için normal hale gelmesi, başta Kürt siyasi hareketi olmak üzere, toplumsal muhalefetin her rengine pervasızca saldırılıyor oluşu demokratikleşme yalanının ilk akla gelen örnekleri yalnızca.

Yeri gelmişken belirtelim, Erdoğan, AKP tüzüğü gereği yeniden milletvekili adayı olamayacak. Onun, görev süresi 2014’te sona erecek olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yerine bu makama aday olması bekleniyor. Aynı zamanda, böylesi bir durumda Erdoğan'sız bir AKP'nin istikrarının da uzun sürmesi beklenmemeli. Tam da bu nedenlerle başkanlık tartışmaları gerek AKP’nin geleceği gerekse Erdoğan’ın siyasi kariyeri açısından da ayrıca önem taşıyor. Kitleleri kandırmak ve toplumsal yanılsamalar yaratmak konusunda ihtisas sahibi olan siyaset ustaları, kapalı kapılar ardında hazırlanmakta olan yeni anayasanın toplumun tüm kesimlerinin temsilini sağlayan bir uzlaşıyla hayat bulacağını duyururlarken bir yandan da önümüzdeki döneme hazırlık niteliğinde olan yönetme biçimleri üzerine kafa yoruyorlar. AKP ve karşısındaki burjuva muhalefeti birçok konuda kolay kolay uzlaşamayacak gibi görünüyor. AKP bir yandan sürece Kanun Hükmünde Kararname’lerle, özel yetkili mahkemelerle müdahale ederken, toplumsal ve ekonomik çerçeveyi yeniden düzenleyen birçok yasayı hayata geçirirken diğer yandan hem bölgesel hem

Fransa’da Başkanlık Sistemi

savunma konularında da ağırlığını koyabilir. Cumhurbaşkanı, vatana Fransa’daki yarı başkanlık sisteminin işleyişine de kısaca değinmek gerekiyor. ihanet dışındaki suçlarda mutlak bir dokunulmazlığa sahip. Başbakanın Fransa’da cumhurbaşkanı genel oylayetkileri ise sınırlı. Fransa’da parlamayla halk tarafından 5 yıllığına seçiliyor. Cumhurbaşkanı, kendi istediği mento, Ulusal Meclis ve Senato’dan oluşuyor. 577 milletvekilinden oluşan isimlerden bir hükümet oluşturuyor. Bu Ulusal Meclis halk tarafından 5 isimler, kendi partisi dışından da olayıllığına, 348 üyeden oluşan Senato ise biliyor. Cumhurbaşkanı, meclisi 6 yıllığına seçiliyor. 3 yılda bir yapılan dağıtabilme, referandum isteyebilme, seçimlerle Senato’nun yarısı yenileniyor. Anayasa Konseyi üyelerini atama ve Fransa’da Ulusal Meclis, yasaları olağanüstü durum ilan etme yetkisine onama ve hükümeti düşürme yetkisine sahip. Olağanüstü durumlarda yasama, yürütme ve hatta yargı gücünü sahip. Ulusal Meclis’in cumhurbaşkanını denetleme yetkisi yok. elinde toplayabiliyor. Dış politika ve

17


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k de küresel dinamikler eliyle sıkıştırılıyor. Başkanlık sisteminin bugün için kabul edilme olasılığı oldukça az. Meclisteki muhalefet bu konuda net görünüyor. Fakat başkanlık sisteminin yalnızca bugünün değil, asıl olarak önümüzdeki dönemin tartışması olacağını da unutmamak gerekiyor. HHHH

ABD’de Başkanlık Sistemi

Dipnot: [1] Prof. Dr. Nur Vergin başkanlık ve yarıbaşkanlık üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Konu hakkındaki görüşleri için 14/05/2012 tarihli Radikal gazetesinde çıkan “Kürt soruna karşı yarı başkanlık” başlıklı röportajına bakılabilir.

ABD başkanlık sistemi bileşenlerinden Kongre ise 438 temsilciyi içeren Temsilciler ABD’de yürütme organı başkan, yasama organı ise iki meclisli Kongre. Kongre, Tem- Meclisi ve 100 Senatörü içeren Senato’dan oluşuyor. Kongre yasa yapma yetkisine sahip silciler Meclisi ve Senato’dan oluşuyor. ancak bir yasanın başkanın önüne gelmesi Başkan Kongre’yi feshedemiyor, Kongre de için hem Temsilciler Meclisi’nin hem de başkanı istifaya zorlayamıyor. Başkan ve Senato’nun onay vermesi gerekmekte. başkan yardımcısı 4 yıllık bir süre için seçiliyor. Ülkede koşullar ne olursa olsun bu Bütçenin kabulü, federal hazinenin çıkış ve süre değiştirilemiyor. Ayrıca başkan yalnızca girişlerini düzenleyen mali yasaların yapılması tamamı ile Kongre’nin yetkileri iki dönem(4+4) seçilebiliyor. Başkanlık için dahilinde. Kongre’nin başkana hedeflerini aranan dört anayasal koşul şunlar; ABD’de gerçekleştirmesi için gereken mali olanakları doğmuş olmak, ABD vatandaşı olmak, 35 sağlamayarak engel olabildiği yaşında veya üstünde olmak, 14 yıldır ABD’de ikamet ediyor olmak. ABD’de uygu- değerlendirmesi yapılıyor. Temsilciler Meclisi, mali inisiyatife sahip. Mali yönü olan lanan başkanlık sisteminde hükümet yasaların önerisi Temsilciler Meclisi’nce üyelerini başkan atıyor ve istediği bakanı yapılmakta. Senato kendisine gelen mali (sekreteri) görevden azledebiliyor. Bakanlar yasayı kabul edip etmemekte serbest. Ayrıca Kongre’ye karşı sorumlu değiller, yalnızca kongre başkanı suçlama yetkisine de sahip. başkana karşı sorumlulukları var. Hükümet toplantılarında son ve kesin söz başkana ait. Başkan vatana ihanet, zimmetine para geçirme veya diğer cürüm ya da ağır suçlar Başkan Kongre’nin kararlarını veto edenedeniyle itham edilip, yargılanabilir. biliyor. Yine, başkan kendi politikalarını Başkana verilebilen en ağır ceza ise uygulayacak kadroları bürokratik görevine son verilmesidir. ABD başkanlık siskademelere atayabiliyor. Yüksek dereceli teminin üçüncü bileşeni ise Yargı ve Yüksek memurların atamalarında senatonun onayı Mahkeme olarak tarif ediliyor. 1787 aranıyor. Başkan, anayasaya göre silahlı Anayasası’yla kurulan ve 1789 tarihli Adliye kuvvetlerin başkomutanı ve ordunun Yasası’yla görev ve yetkileri belirlenen Yükkullanılacağı alanı, zamanı ve biçimi besek Mahkeme ABD’de en üst yargı organı. lirleyebiliyor. Başkanın yetkileri arasında Yüksek Mahkeme yargıçlarını atamak da var Yüksek Mahkeme dışında ABD’de dört çeşit federal mahkeme bulunmakta. Başkanlar ve atamaların Senato tarafından çoğu zaman, Yüksek Mahkeme hakimlerinin onaylanması gerekiyor. Dış politikada atamalarını yaparken kendi görüşlerini önemli kararları bizzat kendisi veren destekleyecek kişileri seçiyor ancak atabaşkan, istediği devletleri tanıyabiliyor. O, Senato’nun da onayıyla büyükelçileri atama malardan sonra kendilerini seçen başkanla farklı kararlar veren hakimlere çok sık yetkisine sahip. Başkanın federal yasalara rastlandığı iddia ediliyor. Hakimler ömür karşı gelmekten hüküm giymiş olanları şartlı olarak veya tamamen affetme yetkisi de bu- boyu seçilmekteler. ABD’de hakimlerin siyasi açıdan da oldukça güçlü olduğu lunuyor. vurgulanıyor.

18


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

tiyatroların kapatılması ve akp’nin sanatla imtihanı

U ayça yılmaz

Tiyatronun sanatçıların elinden alınıp, bürokrasinin kanatları altına sokulması sanatçılar tarafından büyük tepkiyle karşılandı.

zun zamandır gündemi meşgul eden Şehir Tiyatroları yönetmeliğiyle ilgili tartışmalar sürerken başbakanın Devlet Tiyatroları’nın özelleştirileceğini açıklamasıyla tartışma daha da alevlendi. Konu, tiyatrolarda yaşananlar basit bir yönetmelik değişikliğinden çıkıp AKP hükümeti tarafından sanata karşı pervasızca bir saldırı haline getirildi. Olayın en başından başlamak gerekirse, Şehir Tiyatroları’ndaki yönetmeliğin kimsenin haberi olmadan gizlice değiştirilmesi ve belediye meclisinde oy çokluğuyla kabul edilen yeni yönetmeliğin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş tarafından imzalanması bekleniliyordu. Her ne kadar Kadir Topbaş, ”Göreve geldiğimizden bu yana Şehir Tiyatroları'nda ciddi yatırımlar yaptık. 2007 itibarıyla müfettişler yönetmelik yapılması gerektiğini söyledi. Bunu Kenan Işık Bey ve diğer sanatçılarımız da söyledi. Repertuvarı geçmişte bir genel sanat yönetmeni belirliyordu. Şimdi iki üyesi bürokrat 7 kişilik kurul belirleyecek. Daha demokratik, daha belirleyici ve beraber karar verebilecekler. 'Belediye buna müdahale edecek' denmesi yanlış. Bunu bir tavır gibi farklı bir anlayış olarak değerlendirmeleri beni cidden üzdü.”[1] açıklamasını yapsa da kimseyi inandıramadığı ortada. Mecliste kabul edilen yönetmeliğe göre Genel Sanat Yönetmeni’nin birçok yetki ve sorumluluğu Tiyatro Müdürü’ne devrediliyor ve bu değişiklikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın kurumsal yapılanması olan Şehir Tiyatroları tek bir yapının, yani Müdürlüğün bünyesinde toplanıyor. Önceden genel sanat yönetmeninin belirlediği repertuarı, şimdi 7 kişilik bir heyetten oluşan kurul belirleyecek. Bu yedi kişilik kurulda daire başkanı, müdür ve bir belediye meclisi üyesi bulunuyor. Ayrıca belediye genel sekreter yardımcısı heyet başkanlığını üstlenecek. Tüm bu saydığımız bürokratların da AKP üyesi ya da AKP’li Belediye Başkanı tarafından atandığı göz önünde bulundurulduğunda bu kurullarda bir tek muhalif sesin dahi olmayacağı apaçık ortada. Tiyatronun sanatçıların elinden alınıp, bürokrasinin kanatları altına sokulması sanatçılar tarafından büyük tepkiyle karşılandı. 13 Nisan günü Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu önünde oyuncuların, seyircilerin, konservatuvar öğrencilerinin katıldığı bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Yapılan basın açıklamasında; şehir tiyatrolarının bir süredir haksız sal-

19


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Başbakanlık ve Kültür Bakanlığı’nın iki ayrı taslak hazırladığı belirtilirken, Başbakanlığın taslağında Devlet Tiyatroları kapatılırken, bakanlığın taslağında ise çalışanlar sözleşmeli hale getirilerek, sahnelenecek oyunlara da “repertuar kurulu”nun karar vermesi planlanıyor.

20

dırılara maruz kaldığını ve 98 yıldır sanatçıları tarafından yönetilen tiyatronun tüm sanatsal işleyişinin belediye bürokratlarına teslim edildiği belirtildi. Aslı Öngören “Ülkemizin tüm kültür sanat ortamını muhafazakârlaştırma harekâtıdır bu. Bizce muhafaza edilmesi gereken değerlerse açıktır. Bizim asıl sorumluluğumuz seyircimizle birlikte, daha özgür ve umutlu günlere yürümektir” dedi.[2] Yapılan basın açıklamasıyla beraber genel sanat yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu ve yönetim kurulu üyelerinin istifasıyla tepkiler devam etti. Son olarak Kadir Topbaş’ın kültür sanat danışmanlığını yapan Kenan Işık da istifa ederek konuya ilişkin tepkisini ortaya koydu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yaşananlara çok kızmış olacak ki, AKP Genel Merkez Gençlik Kolları 3. Olağan Kongresi’nde yaptığı konuşmasında şehir tiyatrolarına da değindi. Yapılan değişiklik üzerinden tüm muhafazakârların aşağılanmasına küçümsenmesine başlandığını ifade ederek Kadir Topbaş’ı desteklediğini ve artık kimsenin istediği gibi at koşturamayacağını söyledi. Erdoğan “despot aydın tavırlarıyla milletin küçümsenmeyeceğini, devlet eliyle tiyatroculuk olmayacağını ve tiyatroları özelleştirmeye götüreceğini” söyledi.[3] Ancak aydınları “despotlukla” suçlayan Erdoğan’ın kendisinin neredeyse bakanlarına bile danışmadan devlet tiyatrolarını özelleştirmeye kalkması tuhaf bir ironi oluşturdu. Başbakan, ardından AKP’nin her konuda yapmaya çalıştığı politikalara uygun olarak, sanatçıları toplumla karşı karşıya getirmek amacıyla, sanatçıların oturdukları yerden para kazandıklarını ve bunun böyle gitmeyeceğini belirterek anti-demokratik uygulamalarını meşrulaştırmaya çalıştı. AKP’nin kültür ve sanat üzerindeki baskısı her geçen gün biraz daha his-

sedilirken, kamuoyunu “sakinleştirmek”, özelleştirme çalışmalarını yürüten Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a düştü. Günay her ne kadar Anayasa’nın sanatı ve sanatçıyı koruduğunu ve kimsenin endişelenmemesi gerektiğini belirtse de pek inandırıcı olamadı. Ne de olsa bu toprakların tarihi birçok sanat eseri ve sanatçının yasaklanmasıyla dolu. Konuyla ilgili Başbakanlık ve Kültür Bakanlığı’nın iki ayrı taslak hazırladığı belirtilirken, Başbakanlığın taslağında Devlet Tiyatroları kapatılırken, bakanlığın taslağında ise çalışanlar sözleşmeli hale getirilerek, sahnelenecek oyunlara da “repertuar kurulu”nun karar vermesi planlanıyor.[4] Böylece AKP hükümeti bir yanda her alanda olduğu gibi tiyatrolarda da sözleşmeli ve güvencesiz çalışmayı dayatırken, diğer tarafta güvencesiz çalıştırma sayesinde tiyatrolarda da istediği gibi at koşturmanın planlarını hazırlıyor.

“Muhafazakâr sanat” tartışmaları Bir yanda bunlar yaşanırken hükümetin asıl amacının ne olduğuna ilişkin ipuçları kendilerine yakın kalemlerin yazılarından çok daha net olarak anlaşılıyordu. İskender Pala’nın Zaman gazetesinde yazdığı yazı “muhafazakâr sanat” tartışmalarının geldiği noktayı gösterirken, Şehir Tiyatroları’nda son dönemde sahneye konan oyunların “muhafazakârlar” tarafından nasıl eleştirildiğini anlatıyor.[5] Yazı bu çevrelerin sanata nasıl baktıkları konusunda bize ipuçları da verirken, bu tepkilerin sonucu olarak tiyatroların seyirci sayısının düştüğü ve salonların boş kaldığı iddiasını gündeme getirerek, yapılan bu düzenlemeleri meşrulaştırmaya çalışıyordu. Diğer yandan ise AKP hükümeti iktidara geldiği günden bugüne kadar, yerel yönetimlerden de aldığı ciddi bir güçle, gerek belediyelerin kültür mer-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Başbakan Erdoğan’ın “bu ucube buradan kaldırılmalı ” sözlerinin ardından Kars Belediyesi heykeli yıkım kararı almış ve sanatseverlerin ve sanatçıların “cılız” eylemlerine rağmen heykel yıkılmıştı.

kezlerinde gerekse özel tiyatro salonlarında muhafazakâr yazarların yönettiği din ve milliyetçilik ağırlıklı oyunları oynatıp, okulları da bu salonlara taşıyarak kitleler üzerinde ciddi bir kültürel hegemonya kurmanın araçlarını yaratmış durumda. Dolayısıyla uzunca bir süredir bu alanda kendi alternatifini yaratmaya çalışan AKP hükümeti, daha önce birçok alanda yapmış olduğu gibi tiyatro salonlarında da kendisine karşı tehdit oluşturabileceğini düşündüğü oyunları ve oyuncuları elindeki iktidar gücünü kullanarak ortadan kaldırmaya çalışıyor. Tiyatrolara ve sanata karşı yapılan bu saldırıyı tek başına ele almamak gerekir. Daha önce hatırlanacağı gibi konserler basılmış, heykeller ucube ilan edilmiş, gerek sinema gerekse tiyatrolarda birçok oyun yasaklanmıştı. Tüm bunlar yaşanırken sanatçılar AKP’nin bu saldırılarına ortak bir cevap verememişler, dolayısıyla heykel tıraşların mücadelesi birkaç cılız basın açıklaması ve eylemle sönük kalmış, konser basılma olayı ise az sayıda sanatçının “kınama”larının ardından kapatılmıştı. Sanatın diğer alanlarında AKP saldırıları yaşanırken

sessiz kalan tiyatro oyuncuları da sıranın kendilerine geleceğini tahmin etmeliydi.

AKP’nin sanatla imtihanı AKP hükümetinin iktidarda olduğu süre zarfında birçok oyun, kitap, heykel, sanat ve sanat eseri yasaklandı; birçok dergi ve yayın kuruluşu kapatıldı. Kamuoyunun gündeminde ciddi şekilde tartışılmaya başlanan önemli saldırılardan biri Tarihi Kars Kapısı’nın Sukapı Mahallesi’nde 2006 yılında Mehmet Aksoy tarafından yapılmaya başlanan İnsanlık Anıtı adlı heykel çalışmasıydı. Başbakan Erdoğan’ın “bu ucube buradan kaldırılmalı ” sözlerinin ardından Kars Belediyesi heykeli yıkım kararı almış ve sanatseverlerin ve sanatçıların “cılız” eylemlerine rağmen heykel yıkılmıştı. 2010 yılında yazar Özen Yula’nın kaleme aldığı, Ayça Damgacı, Cem Yanılmaz, Nebil Sayın ve Can Anar’ın rol aldığı “Yala Ama Yutma” isimli oyun hakkında Vakit Gazetesi’nin başlattığı kampanyanın ardından oyunun sahnelendiği Kumbaracı50 Sahnesi mühürlendi. Vakit Gazetesi’nin çok açık şekilde yürüttüğü kampanyaya okurları da “Elimize sopaları alıp salonu mu basalım? Bunlar denli densiz ve dinsiz oldukları için cezalarını biz mi verelim? Nerede seçilen ve atanan sorumlular?”[6] diyerek eşlik ettikten sonra, Beyoğlu Zabıta Ekipleri bugüne kadar hiçbir eksiği olmayan tiyatroyu “eksikleri” nedeniyle mühürlediler. Oyun ekibi tehdit içeren yorumlar nedeniyle valilik ve emniyete başvurarak koruma talep etti. Yine 2011 yılında yönetmen Aydın Orak’ın, 1991 yılında Cizre’de gerçekleşen Newroz katliamını ve halka öncülük eden Berivan Cizre’yi anlattığı “Bir Başkaldırı Destanı: Berivan” adlı film Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “tarihi gerçekleri çarpıttığı”[7] gerekçesiyle yasaklandı. Aynı şekilde “Zenne” filminin başına ge-

21


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere birçok AKP’li vekil karikatüristlere yüklü miktarda tazminat davası açtı. Öyle ki, bu mahkeme ve verilen cezalar nedeniyle birçok karikatürist mesleğini yapamaz hale getirildi.

22

lenler de sanat alanında yapılan baskının ve yasaklamanın örneklerinden birisi. 15 Temmuz 2008 tarihinde annesine eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra öldürülen Ahmet Yıldız anısına çekilen Zenne filmi eser işletme belgesi verilmediği için Malatya Film Festivali’ne katılamamıştı. Festivalin ön elemesini geçen film yapımcısı, tüm belgelerin teslim edildiğini ancak festival yönetiminin kurban bayramından bir gün önce kendilerini arayarak önceden talep etmedikleri eser işletme belgesini istediklerini ve eğer olmazsa festivalde yer alamayacaklarının kendilerine iletildiğini belirtti. Eser işletme belgesinin kurban bayramı tatilinden bir gün önce istenmesi, filme uygulanan sansürün apaçık göstergesidir.[8]

Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden iki bilirkişiye gönderildiği ve bilirkişiler tarafından raporun hazırlandığı; ancak ardından gönderilen ceza hukuku bilirkişisinden rapor beklendiği kaydedilmişti. Son duruşmada ise ceza hukuku bilirkişisinden hâlâ bir cevap gelmediği, hatta bilirkişinin "telefonlarına cevap vermediği" belirtildi. Ölüm Pornosu için ise nihayet bir bilirkişi bulundu ve kitap ona gönderildi.[10] Hemen belirtelim ki kitabın çevirmeni ve yayımcısı 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile yargılanıyor. Ayrıca birçok karikatürist ve yazar da AKP hükümetinden nasibini aldı. Özellikle Başbakan Erdoğan olmak üzere birçok AKP’li vekil karikatüristlere yüklü miktarda tazminat davası Yasaklardan yayınlar da açtı. Öyle ki, bu mahkeme ve verilen cezalar nedeniyle birçok karikatürist nasibini aldı Yasaklar listesi sadece görsel sanatla mesleğini yapamaz hale getirildi. sınırlı değil hiç kuşkusuz. Kamuo- AKP döneminin kısa bir yunda en fazla gündeme gelen yasak bilançosu yayınlardan ikisi “Ölüm Pornosu” ve AKP iktidarında yüzlerce dergi ve “Yumuşak Makine” adlı kitaplardı. kitap toplatılırken, birçok gazete ve Hatta daha da geri gidersek Apolli- dergiye de kapatma kararı verildi. naire’in 19. yüzyıl burjuva ahlakının Yine onlarca gazete, televizyon kanalı ikiyüzlülüğünü anlatan 1915 tarihli ve radyonun yayını durduruldu. Yüz“Genç Bir Don Juan’ın Maceraları” lerce gazeteci, karikatürist ve sanatçı isimli kitabı, “toplumumuzda geçerli yazdıklarından ya da çizdiklerinden genel ahlak kuralları, gelenek, göre- dolayı yargılandı ve birçoğu da halen nek ve alışkanlıklar bağlamında ele yargılanıyor.[11] alındığında bir ailenin birlikte okuyup Yayıncılık ve kültür-sanat alanında inceleyemeyeceği nitelikte olduğu an- bunlar yaşanırken, “haber alma özlaşıldığı” gerekçesiyle yasaklan- gürlüğünün simgesi” internet yayıncımıştı.[9] lığı da bu yasaklardan nasibini aldı. Yumuşak Makine ve Ölüm Porno- 2011 yılında uygulamaya konan su’nun yasaklanmasına ilişkin dava “sansürlü internet”[12] uygulaması ile ise hala sürmekte ve binlerce internet sayfasına ulaşım enmahkemeler komedi gellendi; yüzlercesi de kapatıldı.[13] filmlerini aratma- Tüm bu kısıtlamalar yaşanırken, hüyacak diyalog- kümetin ve onun yerel yönetimlerinin lara sahne gücünü arkasına alan milliyetçi ve olmaktadır. Bu ki- gerici çevrelere ait eserler, devlet imtaplara ilişkin geçti- kanları ile kitlelere dağıtılmakta ve ğimiz günlerde yapılan toplumun yapısı her geçen gün devlet duruşmada Yumuşak Maeliyle daha da muhafazakârlaştırılkine’nin İstanbul Üniversitesi maktadır. Bu açıdan bakıldığında


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

AKP hükümetinin kültür-sanata ilişkin politikaları, sözümona karşı oldukları 12 Eylül döneminin Türkİslam sentezi politikalarıyla süreklilik halindedir ve o dönemi aratmayacak düzeye ulaşmıştır.

AKP hükümetinin kültür-sanata ilişkin politikaları, sözümona karşı oldukları 12 Eylül döneminin Türk-İslam sentezi politikalarıyla süreklilik halindedir ve o dönemi aratmayacak düzeye ulaşmıştır. Tüm bu uygulamalara karşı ortak ve güçlü bir karşılık verildiğini söylemek ise oldukça zor. Sanatçıların ve muhaliflerin toplu bir tepkisinden kaçınmak için saldırılarını planlı bir şekilde ve sırayla yapan AKP hükümeti istediği değişiklikleri şimdilik pürüzsüz bir şekilde hayata geçirebiliyor. AKP hükümetinin bu programına karşı, toplumun tüm kesimlerini de içine alan işçi sınıfı temelinde bir mücadele hattı örmek gerekiyor. Bu mücadele hattını örerken de, her türlü gericiliğin önüne geçebilecek nihai çözümün yaşamın her alanında olduğu gibi sanat alanında da burjuvazinin mülkiyetini ve egemenliğini ortadan kaldırmak olduğunu bıkmadan usanmadan haykırmalıyız. HHHH

Dipnotlar: [1]http://www.hurriyet.com.tr/kultursanat/haber/20376561.asp [2]http://www.f5haber.com/gazeteport/se hir-tiyatrolari-nda- deprem-haberi2900052/?ref=ana [3]http://www.radikal.com.tr/Radikal.asp x ? a Ty p e = R a d i k a l D e t a y V 3 & A r t i c leID=1086420&CategoryID=78 [4]http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/ sahne/2012/05/18/devlet-tiyatrolari-kapaniyor [5]http://www.zaman.com.tr/yazar.do?ya zino=1244776 [6]http://www.radikal.com.tr/ [7]http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/ sinema/2011/04/25/berivan-filmi-yasaklandi [8]http://www.sosyalizm.eu/?p=3459 [9]http://gundem.milliyet.com.tr/apollinaire-edebi-degil-mustehcen-bulundu/guncel/gundemdetay/28.01.2010 [10]http://www.cnnturk.com/2012/guncel/05/08/olum.pornosu.ve.yumusak.ma kine.davasinda.erteleme [11]http://www.mardinegitimsen.org/ [12] http://www.sosyalizm.eu/?p=2858 [13]http://www.mardinegitimsen.org/

Nöbetçi Güz kapısında ağaç El kapısında emekçi Suyu çekilmiş ırmak Kafamdaki nöbetçi Acıdan kırılsa bile sesim Acımı sesleyenler var Boşuna belindeki anahtar Işığım kilitlenmez ki benim... Şükran Kurdakul

23


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

avrupa seçim sonuçları ve kapitalizmin derinleşen krizi

A can öykü Yunanistan’da Avrupa Birliği’nin talimatları doğrultusunda kemer sıkma programları uygulayan koalisyon partileri Yeni Demokrasi (ND) ve “sosyalist” PASOK, Mayıs ayında gerçekleşen seçimlerde ağır bir yenilgi aldı.

24

vrupa’nın Yunanistan ve Fransa gibi kilit ülkelerinde ortaya çıkan seçim sonuçları, küresel sermayenin ve finans elitlerinin 2008’den itibaren acımasızca uygulamaya devam ettiği kemer sıkma programlarına karşı, kıta genelindeki halk ve işçi muhalefetinin hangi noktaya geldiğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Krizin bedelini, işçi sınıfına ödetmeye ant içmiş olan şirketler ve bankalar tarafından desteklenen liderler ve burjuva hükümetler teker teker koltuklarını kaybetmeye devam ediyorlar. Bununla birlikte, onların yerini alan ya da almaya aday olan “sol-sosyalist” partilerin de önümüzdeki dönemde aynı kemer sıkma programlarına -sözde- “demokratik” bir görünüm altında devam edeceği kesin gibi gözüküyor. Onların iplerinin daha şimdiden bütünüyle kapitalistlerin ve egemen güçlerin elinde olduğunu söylemekte herhangi bir sakınca yok.

Yunanistan’da siyasi belirsizlik Yunanistan’da Avrupa Birliği’nin talimatları doğrultusunda kemer sıkma programları uygulayan koalisyon partileri Yeni Demokrasi (ND) ve “sosyalist” PASOK, Mayıs ayında gerçekleşen seçimlerde ağır bir yenilgi aldı. 300 koltuklu parlamentoya faşist “Altın Şafak” Partisi dâhil toplam 7 parti girdi. Resmi seçim sonuçlarına göre parlamento aritmetiği şu şekilde gerçekleşti: Seçimin galibi ND yüzde 18 oyla 108; Radikal Sol Koalisyon (SYRİZA) yüzde 16,76 ile 52; PASOK yüzde 13,19 ile 41; kemer sıkma programına karşı oy kullandığı için ND’den ihraç edilen milletvekillerinin kurduğu “Bağımsız Yunanlılar hareketi” yüzde 10,6 ile 33; hükümetin kemer sıkma politikalarına tepki oylarını toplayan Stalinist Yunanistan Komünist Partisi (KKE) yüzde 8,47 ile 26; faşist Altın Şafak yüzde 6,97 ile 21; Demokratik Sol Parti yüzde 6,1 ile 19 sandalye kazandı. Daha önceki koalisyon hükümetinin ortağı olan Ortodoks Halk Partisi (LAOS), Demokratik ittifak (DİSİ) ve yeşiller ise parlamento dışında kaldı. Kemer sıkma programını harfiyen uygulayacağına dair daha önce Avrupa Birliği’ne yazılı taahhüt veren ND lideri Antonis Samaras, hükümeti kurma görevini alır almaz koalisyon teklifini ilk olarak SYRİZA lideri Aleksis Tsipras’a götürdü. Fakat seçimlerden önce, kemer sıkma programının bu haline karşı olduğunu açıklamış olan Tsipras, Samaras’ın bu önerisini reddetti. Samaras daha sonra 1981’den sonra toplam 21 yıl iktidarda kalmış olan PASOK’un lideri Evangelos Venizelos ile bir görüşme yaptı ve bu partiye, içinde Yeni Demokrasi, SYRİZA ve Demokratik Sol’un yer alacağı bir “ulusal birlik hükümeti” kurma teklifini götürdü. Fakat bu açıklamadan çok kısa bir süre sonra Samaras, daha 3 gün süresi olmasına rağmen koalisyon kurmanın mümkün olmadığını belirterek hükümet kurma yetkisini geri verdiğini açıkladı. Böylece yetki otomatik ola-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Seçimden çıkan sonuç, mali oligarşi eliyle Yunan halkına dayatılmaya çalışılan liberal ekonomik programın bu haliyle sürdürülebilir olmadığının en büyük göstergesidir.

rak SYRİZA’ya geçmiş oldu. Fakat SYRİZA lideri Tsipras da kısa bir süre sonra hükümet kurma yetkisini geri verdiğini açıkladı. Sonuç olarak, Mayıs ayında gerçekleşen seçimler, Yunanistan’daki siyasi-ekonomik belirsizlik halinin daha da derinleşmesinden başka bir sonuç doğurmadı. Böylece Yunanistan’ın Haziran ayı içinde erken seçime gitmesi kaçınılmaz bir hale geldi. Fakat bu kez tek bir farkla: Haziran seçimlerinin en büyük favorisi SYRİZA. Mayıs ayında gerçekleşen seçim sonuçları, Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’ndan oluşan “Troyka”nın dayattığı kemer sıkma programının Yunanistan özelinde bütünüyle çıkmaza girdiğinin en açık kanıtıdır. Zira seçimden çıkan sonuç, mali oligarşi eliyle Yunan halkına dayatılmaya çalışılan liberal ekonomik programın bu haliyle sürdürülebilir olmadığının en büyük göstergesidir. Sonuç olarak, Yunanlı seçmenlerin büyük bir çoğunluğu, kemer sıkma politikalarını red-

SYRİZA (Radikal Sol Koalisyon) SYRİZA, çeşitli sol örgütlerin ve bağımsız sol aktivistlerin bir araya gelerek kurduğu bir koalisyondur. SYRİZA’nın parlamento lideri, koalisyon içindeki en büyük oluşum Synaspismos’nun da başkanı olan Alexis Tsipras’tır. Koalisyon toplam 13 örgütü ve bağımsız sol aktivistleri kapsamaktadır; bu koalisyona, Eko-sosyalistler, Maocular, “Troçkist”ler, AvroKomünizm’i savunanlara kadar birçok örgüt dahildir. SYRİZA, resmi olarak 2004 milletvekilleri seçimlerinden önce ortaya çıkmış olsa da, kuruluşunu yönlendiren sürecin kökleri 2001’deki “Sol Birlik ve Ortak Eylem İçin Diyalog Zemini”ne kadar götürülebilir. “Zemin” farklı tarihi ve ideolojik arka planlara sahip olmalarına rağmen, 1990’ların sonunda Yunanistan’da ortaya çıkan birkaç önemli me-

dettiklerini göstererek, hem küresel sermayenin Yunanistan’ı yağmalama gayretlerine hem de Troyka’nın -ve onun emrindeki burjuva partilerininemekçiler arasında nefret uyandıran kemer sıkma politikalarına büyük bir darbe indirmiş oldu.

Yunan “solu” Seçimlerde yüzde 16,76 oy alan Radikal Sol Koalisyon (SYRİZA), seçim bildirgesinde, sosyal kesintilere karşı çıkmış ve şimdiye kadar yapılmış olan kesintileri halka geri vereceği vaadinde bulunmuştu. Sözde “radikal” söylemlerin arkasına gizlenen bu parti, gerçekte ise, Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyeliğinin devam etmesini ve dolayısıyla Troyka’nın kemer sıkma programının -iptalini değil- “yeniden gözden geçirilmesini” savunmaktadır. Başka bir deyişle bu parti, Yunanistan’ın borçlarının iptal edilmemesini ama “Roosevelt tarzı yeni bir düzen” kurulması gerektiğini savunmaktadır. SYRİZA’nın genç lideri Alexis Tsipras “Biz Avroya değil ama Avro adına izlenen politikalara karşıyız.”, “Yuna-

selede (Kosova Savaşı ve sosyal haklar vb.) ortak siyasi tavır geliştirmiş olan çeşitli sol örgüt ve bağımsız aktivistten oluştu. SYRİZA için “dönüm noktası” 2004 milletvekilleri seçimleri oldu. “Zemin” katılımcılarının çoğunluğu, bir seçim ittifakı oluşturmak için ortak bir koalisyon kurmaya karar verdiler. Katılımcı örgütler: Aktif Vatandaşlar, Antikapitalist Siyasi Grup, Yunanistan Komünist Örgütü (KOE), Demokratik Sosyal Hareket (DIKKI), Yunanistan Ekososyalistleri, Uluslararası İşçilerin Solu (DEA), Birleşik Sol Eylem Hareketi (KEDA), Radikal Sol Grup (Roza), Radikaller, Kızıl, Komünist Ekolojik Solun Yeniden Kuruluşu (AKOA), Synaspismos (SYN), Birleşik Hareket ve bağımsız sol aktivistler.

25


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k nistan’ı Avro bölgesinde ve Avrupa’nın içinde tutmak için elimizden geleni yapacağız” diyor. Başka bir deyişle, SYRİZA, sermayenin sosyal hak ve özgürlükleri saldırısını püskürtebilecek ne bir stratejiye ne de bir perspektife sahip; o bu haliyle kendisini ancak AB’nin, Avronun ve Avrupa kapitalizminin -bir de esas olarak temsilciliğini yaptığı orta sınıfların çıkarlarının- muhafızlığına adayabilir. Öte yandan bu parti, dünya ve Yunanistan çapında siyasi iktidar mücadelesine ve sosyalist ilkeler üzerinde yükselen işçi hükümeti programına açıkça karşı çıkmaya ve bu programı “sol sekterlik” olarak tarif etmeye devam etmektedir. Aslında SYRİZA’nın, PASOK’tan boşalan koltuğu doldurması gayet mümkün. Zira küresel sermaye ve Yunan burjuvazisi SYRİZA’ya daha önce PASOK’un oynadığı gerici rolü oynatmak isteyecektir. Geçmiş dönemde PASOK, sosyal harcamaların arttırılması talebiyle bir kampanya sürdürANTARSYA (Anti-Kapitalist Sol Cephe ) Yunanistan’daki radikal sol örgütlerin bir koalisyonudur. Yunanca olan ANTARSYA kelimesi, “İsyan” anlamına gelmektedir. ANTARSYA, kendisini “antikapitalist, devrimci, komünist sol ve radikal ekoloji cephesi” olarak tanımlamaktadır. ANTARSYA, 22 Mart 2009 yılında 10 örgüt ve İşçilerin Devrimci Partisi (EEK) hariç, Radikal Sol Cephe (MERA) ve Birleşik Anti-Kapitalist Sol (ENANTIA) içerisinde yer alan bağımsız militanlar tarafından kuruldu. Bu örgütler, Yunanistan Komünist Partisi (KKE) bileşenlerinden, Maoculara ve “Troçkist”lere kadar çeşitli sol akımlardan gelmekteydi. ANTARSYA, Atina’da bir merkezi koordinasyon komitesi olmak üzere, şehirler düzeyinde militanların yerel meclislerine dayanmaktadır. Ayrıca, ANTARSYA’nın periyodik aralıklarla ulusal meclisi de toplanmaktadır.

26

müş; seçimlerden sonra ise, 1974’deki askeri cuntadan sonra Yunanistan tarihindeki en büyük kesinti paketini “solcu” ve sendikacı dostlarıyla birlikte uygulamaya koymuştu. Kısacası, daha önce PASOK’a biçilen bu rolün bir benzerinin, önümüzdeki dönemde SYRİZA tarafından oynanması önünde hiçbir engel yok. Bu koşulların gerçekleşmesi durumunda, SYRİZA işçi sınıfına yönelik acımasız saldırılara en az sağ partiler kadar destek vermekten çekinmeyecektir. SYRİZA lideri Alexis Tsipras, seçimlerden hemen sonra, partisinin, parlamentodaki çoğunluğu garantilemek için ulusalcı-sağcı “Bağımsız Yunanlılar”ın bir kesimi ile de bir koalisyon hükümeti oluşturabileceğini açıklamıştı. Tsipras’ın bu açıklaması bile, SYRİZA’nın “radikal sol” söyleminin içeriğinin gerçekte ne kadar boş olduğunun bir başka kanıtıdır. SYRİZA, şirketlerin ve bankaların seçim sonuçlarından endişe duyan kesimlerine “ılımlı bir parti” olduğunu kanıtlamak

ANTARSYA, ilk olarak 2009 Haziran ayında yapılan Avrupa parlamentosu seçimlerine katıldı ve toplamda 21.951 oy aldı. Ayrıca ANTARSYA, 4 Ekim 2009 seçimlerine de her seçim bölgesinden seçim listeleri çıkararak katıldı ve 24.737 oy aldı. Böylece Avrupa parlamentosu seçimlerine kıyasla 3000 yeni oy kazanmış oldu. 7 Kasım 2010’da yapılan yerel seçimlerde ise ANTARSYA tarafından desteklenen listeler 98.000 (%1,75) oy aldı. ANTARSYA’yı oluşturan 10 örgüt: Alternatif Ekolojistler (OE), Komünist Yenilenme(KA), Serres Bağımsız Komünist Örgütü, Anti-Kapitalist Sol Grup (ARAS), Solda Yeniden Birleşme (ARAN), Yunanistan Devrimci Komünist Hareketi (EKKE), Yunan Komünist Enternasyonal ÖrgütüSpartacus (OKDE-Spartakos), Sosyalist İşçi Partisi (SEK), Yeni Sol Akım (NAR), Komünist Kurtuluş Gençliği (NKA).


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Küresel sermaye ve Yunan burjuvazisi SYRIZA’ya daha önce PASOK’un oynadığı gerici rolü oynatmak isteyecektir.

için -o bunun tersini iddia etse deher türlü burjuva koalisyon hükümetine katılmaya hazırdır. Haziran ayındaki seçimleri kazanması durumunda, SYRİZA, kemer sıkma programlarının uygulanmasında önemli bir işlev görecektir. SYRİZA’nın Avrupa’daki kardeş partilerinin (İtalya’da Komünist Yeniden Kuruluş, Almanya’da Sol Parti, Fransa’da Sol Cephe’nin) geçmiş icraatları düşünüldüğünde, SYRİZA’nın hükümete katılması halinde, işçi sınıfına yönelik saldırıların hız kesmeden devam edeceği açıktır. Bütün bunlar sadece PASOK milletvekilleriyle ittifakı değil ama bütün parlamentarist “solu” kapsayan bir burjuva koalisyon hükümeti oluşturmak için Demokratik Sol’a (DIMAR) yapılan çeşitli pragmatist teklifleri de içermektedir. DIMAR, bundan iki yıl önce SYRİZA’dan kopmuştu ve o günden beri PASOK ile bir koalisyon hükümeti oluşturmayı hedefliyor. Programından da anlaşılabileceği gibi, DIMAR, Yunanistan’ın ne pahasına olursa olsun Avrupa Birliği’nde kalmasını ve Troyka tarafından Yunanlı işçilere ve emekçilere karşı sürdürülen sosyal karşı devrimin devam ettirilmesi gerektiğini savunuyor. Stalinist Yunanistan Komünist Partisi (KKE), Yunan solu içinde “özel bir konuma” sahip. Bu parti, seçim kampanyası boyunca, herhangi bir koalisyon hükümetine katılmayacağını üstüne basa basa açıkladı. KKE, kampanyasını, Avrupa Birliği’nden kopma, borçların geri ödenmemesi, bankaların ve büyük şirketlerin devletleştirilmesi gibi -ilk bakışta- son derece “devrimci” talepler üzerine kurdu. Gerçekte ise, KKE’nin bütün bu söylemleri, Yunanlı işçilerin kemer sıkma politikalarına karşı duyduğu öfkeyi düzen içi parlamentarist kanallara akıtmayı hedeflemektedir. Zira KKE lideri Aleka Papariga’nın iddiasına göre, “Yunanistan’da toplumsal

devrim bugün için gündemde değil”. KKE, Yunanistan’ın eski ulusal para birimi Drahmi’nin piyasa ekonomisi temelinde yeniden devreye sokulmasını esas alan, burjuva ulusal korumacı ve gerici bir perspektife sahip. Öte yandan, aynı KKE, daha önceki hükümetlerle işbirliği içindeki iki büyük sendika konfederasyonunu, kemer sıkma politikalarına karşı “pasif kalmakla” suçlarken, diğer taraftan bizzat kendisi de Yunanlı işçileri kendi denetimindeki ulusalcı sendika önderliklerine yedeklemeye devam ediyordu. KKE, aynı sendikaların 24 saatlik etkisiz genel grev çağrılarını desteklemekle birlikte, işçilerin, grevin ülke geneline yaygınlaştırılması talebini desteklemedi ve onun yerine her zaman yaptığı gibi, geçici grevler için çağrıda bulundu. Genel grev süresince, KKE görevlileri, Atina sokaklarındaki göstericilerin polis tarafından yakalanmasına utanmazca yardım ettiler. Onlar, daha da ileriye giderek, meclis binasını öfkeli işçilerden, sol ve anarşist gruplardan korumak için, Syntagma Meydanı’nda sopalı insan zinciri oluşturdular. Bütün bunlar, isminde “komünist” ibaresi taşıyan bu partinin, gerçekte Yunanistan’daki burjuva parlamenter düzenin temel dayanaklarından biri olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. SYRİZA, DIMAR ve KKE’nin dışında, on yıllardır onların kuyruğunda dolaşan küçük “sol” gruplar da seçime katıldı. Bunların en büyüğü, içinde Pablocuların, Maocuların ve KKE’den ayrılanların yer aldığı ANTARSYA’ydı. Bu oluşum, “anti-kapitalist ve devrimci bir program” savunduğunu iddia etse de, esas olarak, SYRİZA önderliğinde kurulacak olan muhtemel bir burjuva hükümetinin kuyruğuna takılmaktan öteye geçemeyecektir. ANTARSYA’nın seçim bildirgesindeki başlıca hedeflerden biri de, SYRİZA ile KKE’nin “ortak ey-

27


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Hollande, bir taraftan kendisini destekleyen Fransız seçmenlerin “umutlarını tazelemeyi” (bu kesimler kemer sıkma politikalarına açıktan karşı çıkıyor); diğer taraftan ise sermaye cephesi içindeki kendine yönelik “güvensizliği” ortadan kaldırmayı amaçlıyor.

lemi”ni sağlamak ki, bunun gerçekleşme olasılığı neredeyse hiç yok. Zira seçimlerin bitimini takiben SYRİZA’nın işbirliği ve koalisyon hükümeti kurma teklifi Stalinist KKE tarafından açıkça reddedildi.

Hollande’ın seçim “zaferi” Fransa’da aylardır sonucu beklenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda “sosyalist” parti adayı François Hollande, koltuğu sağcı rakibi Nicolas Sarkozy’nin elinden aldı. Oyların yüzde 51,7’sini alarak sağın 17 yıllık iktidarına son veren Hollande, seçim zaferini taçlandırmak için “kızıl bayraklar” eşliğinde yaptığı konuşmada kemer sıkma politikalarına karşı mücadele edeceğini açıkladı. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ve sermaye çevrelerinin seçim sonuçlarından endişe duymak yerine “rahatlamaları gerektiğini” ifade eden Hollande, “Fransızlar değişimden yana tercih yaptı. İnsanlara yeniden umut vermekten gurur duyuyorum. Biz başaracağız.” diye konuştu. Mali piyasalar Hollande’ın açıklamalarından memnun kaldı ki seçimlerden bir gün sonra Fransız CAC-40 borsa endeksi yüzde 1,6 civarında yükseldi.

François Hollande

28

Kuşkusuz Hollande’ın bu açıklamaları, bir taraftan kendisini destekleyen Fransız seçmenlerin “umutlarını tazelemeyi” (bu kesimler kemer sıkma politikalarına açıktan karşı çıkıyor); diğer taraftan ise sermaye cephesi içindeki kendine yönelik “güvensizliği” ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Sonuç olarak, Hollande’ın daha önceki dönemde Sarkozy tarafından yönetilen kemer sıkma programını devam ettirebilmesi, hem kendisine oy vermiş olan öfkeli seçmenlerin desteğini alarak onları yönlendirebilmesine hem de küresel sermayenin ve Fransız burjuvazisinin desteğini sürdürmesine bağlıdır. Hollande’ın “zafer sarhoşluğu” kısa süreceğe benziyor zira yeni hükümet ataması beklenen Hollande’ı yeni görevinde ciddi sorunlar bekliyor. Fransa’da hemen hemen herkes “yüksek işsizliğin ve ekonomik krizin” “sosyalist” liderin önündeki en büyük sorunlar olduğunda uzlaşmış durumda. Bu arada, Sosyalist Parti, yaklaşan genel seçimleri de ilk sırada bitirip parlamentoya ağırlığını koymak istiyor. Sosyalist Partinin genel seçimlerden birinci parti olarak çıkamaması halinde, ekonomik krizle ilgili politikalarda da Hollande ve Avrupa Birliği’nin kemer sıkmadan yana -Merkel gibi- sağcı liderleri arasında kısmi “ulusalcı gerilimler” yaşanabilir; zira Hollande, Sarkozy’den aldığı memorandum (borç programı) bayrağını taşımakta kararlı olsa da, onun iktidarda kalabilmesi için, zaman zaman “büyüme ve istihdam”a vurgu yapan bir toplumsal denge siyaseti tutturması gerekiyor ki seçmenlerinin ona verdiği destek gelecekte de devam etsin (Örneğin Hollande, seçim kampanyasında “asgari ücreti arttırma”, “emeklilik yaşını düşürme” ve “zenginlerden alınan vergileri arttırma” vaadinde bulunmuştu). Öte yandan, seçmen desteğinin sürmesi, ayrıca onun, küresel


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Hollande her fırsatta “Avrupa İstikrar Paktı”nın yeniden gözden geçirilmesini gündeme getirse de, gerçekte o, kendisine oy verenlerin taleplerinin aksine, kemer sıkma programına, yani sermaye taleplerine “soldan” destek vermenin ara formüllerini aramaktadır.

sermaye ve Fransız burjuvazisi için Sarkozy’nin yerini dolduracak “sosyal demokrat bir alternatif olma özelliğini de korumasını sağlayacaktır. Fransa’da 17 yıl sonra bir “sol” lider Elysee Sarayı’ndaki koltuğa oturdu. Fakat bu durum, Hollande’ın ipleri bütünüyle eline aldığı anlamına gelmiyor. Zira yukarıda kısmen değindiğimiz gibi, Hollande’ın bunun için önümüzdeki ay yapılacak genel seçimlerden de başarıyla çıkması gerekiyor. Başkanlık seçimlerinin genel seçimlere yansıması ve sonucunda Sosyalist Parti, Yeşiller ve diğer sol partilerden oluşan bir kabine kurulması yüksek olasılık. Bununla birlikte Sarkozy ve Hollande’a verilen oylar arasında hem ilk turda hem de ikinci turda ciddi bir fark oluşmadığını da dikkate almak gerekir. Hollande “Bütün Avrupa’da krizden sıkıntı çeken halkların sesi olacağız” dese de, onun bunu nasıl yapacağı gerçek bir soru işareti. Hollande her fırsatta “Avrupa İstikrar Paktı”nın yeniden gözden geçirilmesini gündeme getirse de, gerçekte o, kendisine oy verenlerin taleplerinin aksine, kemer sıkma programına, yani sermaye taleplerine “soldan” destek vermenin ara formüllerini aramaktadır. Öte yandan, o, Avrupa’da yalnız da değil, örneğin Danimarka’da iş başına gelen “solcu” hükümet, sermayenin kemer sıkma politikalarına “soldan” destek vermekle ve çalışan sınıfların iş ve yaşam koşullarını hızla geriletmekle meşgul. Hollande’ın önünde “başarılı” bir örnek var; o bu yolu takip ederek, kapitalist tekellerin ve emperyalist sermayenin istemlerini rahatlıkla yerine getirebilir ve bu icraatlarını, rahatlıkla “sol-sosyalist” bir kılıf altında işçi sınıfına ve gençliğe pazarlayabilir. Fransa’da, Hollande, aralarında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turunda yüzde 10 oy almış olan JeanLuc Melenchon’un Sol Cephesi ile

Pablocuların da içinde yer aldığı AntiKapitalist Parti’nin (NPA) de bulunduğu çok sayıda sol örgüt ve partinin desteğiyle seçimlerin 2. turunu kazandı. Aynı şekilde Lutte Ouvrière’in (İşçi Mücadelesi, LO) başkan adayı Nathalie Arthaud de sinik bir biçimde de olsa Hollande’ı desteklediğini açıkladı. Bütün bu çevreler, Hollande’a koşullu-koşulsuz destek çağrıları yapmaktan geri durmadılar. Sonuç olarak, bu orta sınıf “solcuları”, böylesi kuyrukçu bir siyaset izleyerek, işçi sınıfının bağımsızlığına karşı burjuvazinin safında olduklarını açıkça ortaya koymakta bir sakınca görmediler. Kuşkusuz onlara hak ettikleri cevabı, kapitalizme karşı uluslararası bir strateji ve perspektif temelinde örgütlenecek olan Fransız işçilerinin vereceğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Seçimlerin Avrupa’daki yansımaları Almanya Başbakanı Angel Merkel, Sarkozy ile isimlerinin birleşiminden oluşturularak “Merkozy” olarak anılan kemer sıkma politikaları konusunda AB’deki başlıca müttefikini kaybetmiş gibi gözükse de, aynı Merkel, seçilmesine açıkça soğuk baktığı Hollande’ı Berlin’e davet etmekten de geri durmadı. Merkel’in bu adımı, kuşkusuz Hollande’a uzatılmış olan bir “barış çubuğu” dur. Merkel’in bu çıkışını takiben Hollande da, Merkel ile “işbirliğine açık olduğunu” açıkladı. Hollande’ın danışmanı olan Jean-Marc Ayrault da, “Fransa’nın ve Almanya’nın birbirine adım atmaları gerektiğini” belirterek, gerçekte -kimi “sol” çevrelerin iddia ettiği gibi- Hollande ve Merkel arasında “aşılmaz bir duvar” olmadığını kamuoyuna göstermiş oldu. Bu iki liderin, hem kendi ülkelerinde hem de Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu aracılığıyla diğer AB üyesi ülkelerde tasarruf programlarını uygulamaya koyacağından hiç

29


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Şirketlere ve bankalara hizmette birbiriyle yarışan bu “solcu” liderlerin esas niyeti, kemer sıkma politikalarını uygulamakta başarısız olan sağcı iktidarların yerini almak ve “demokrasi, büyüme ve istihdam” söylemleri ile süslenmiş bir kesinti programını hayata geçirmektir.

30

kimsenin şüphesi olmamalıdır; zira ister “solda”, ister sağda olsun, burjuva partilerinin kapitalist toplumdaki temel işlevi, sermayenin siyasi ve ekonomik alandaki taleplerini geniş kitlelere “demokrasi” ve “istikrar” kisvesi altından kabul ettirmekten başka bir şey değildir. Öte yandan, Hollande’ın seçim zaferi, Avrupa Birliği içindeki “sol-sosyalist” kanadı da umutlandırdı. Muhalefetteki sol partiler burjuvazinin programını uygulamaya koymak konusunda sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Öyle ki, kriz karşısında gerileyip iktidarı kaybeden İspanyol Sosyalist İşçi Partisi lideri Alfredo Perez Rubalcaba “Avrupa’nın ekonomi politikasını değiştirmek için artık Fransa’da bir müttefikimiz var.” açıklamasını yaptı. Rubalcaba’nın bu açıklaması, kriz karşısında kalıcı bir çözüm üretemeyen uluslararası burjuvazinin imdadına yetişmek isteyen Avrupalı -sözde- “sosyalistlerin”, sermayenin taleplerine “soldan” çözüm üretme arzusunun açık bir ifadesidir. Şirketlere ve bankalara hizmette birbiriyle yarışan bu “solcu” liderlerin esas niyeti, kemer sıkma politikalarını uygulamakta başarısız olan sağcı iktidarların yerini almak ve “demokrasi, büyüme ve istihdam” söylemleri ile süslenmiş bir kesinti programını hayata geçirmektir. Onları, kendilerinden önceki sağcı iktidarlardan “farklı” kılacak olan tek şey, emekçi kitleleri sermaye düzenine yedeklemek için kullanacakları “solcu” yöntemlerdir. 1981’den beri yeniden seçilmeyi başaramayan ilk cumhurbaşkanı olma unvanına sahip olan Sarkozy ise siyasete veda edeceğini açıkladı. Paris’teki parti genel merkezindeki “duygusal” konuşmasında seçim yenilgisiyle ilgili bütün sorumluluğu kabul ettiğini söyleyen ve Hollande’a başarılar dileyen Sarkozy “Benim için başka bir dönem başlıyor. Bu yeni

dönemde, ortak fikir ve inançlarımızı savunma konusunda bana güvenebilirsiniz ancak pozisyonum eskisi gibi olmayacak” dedi. Sarkozy, “35 yıllık siyasi kariyerim boyunca 10 yıl hükümette bakan olarak, son olarak beş yıl da cumhurbaşkanı olarak hizmet ettim, bundan sonra benim hizmetlerim farklı şekilde olacak” diye konuştu. Sarkozy’nin bu “duygu dolu konuşması”, onun, bir burjuva siyasetçisi olarak ikiyüzlü kişiliğinin bir göstergesidir. O, iktidarda kaldığı süre boyunca, başta Fransız işçi sınıfı olmak üzere, çalışan kesimlere karşı acımasız bir saldırı programı yürüttü. Kapitalist tekellerin ve ulus-ötesi sermayenin sadık bir hizmetkarı olan Sarkozy, sadece işçi sınıfına değil, aynı zamanda ülkesinde yaşayan göçmenlere karşı da ırkçı ve ayrımcı uygulamaları ile yabancı düşmanı sağ kesimin (ve faşistlerin!) desteğini ve takdirini kazandı. Fransız işçileri, emekçileri ve göçmenleri Sarkozy’i asla unutmayacak, birçok Fransız’ın dediği gibi “Sarkozy, c’est fini!” (Sarkozy, bitti!).

Aşırı sağın yükselişi Hollande karşısında Sarkozy yenilmiş olsa da, aradaki oy farkı sanıldığı kadar fazla da değil. Aslında Sarkozy çok küçük bir oy farkıyla seçim yarışını kaybetti. Seçimlerde Hollande yüzde 28,6, Sarkozy ise yüzde 27,1 oy almıştı. Bu durum genel seçimlere ilişkin tahmin yapmayı zorlaştırıyor. Son kamuoyu anketleri solun ve sağın gücünün “eşit” olduğunu söylüyor. Ayrıca, “sürpriz bir faktör” daha var: Sağ popülist söylemleri ve ulusal korumacılık talepleri ile Fransız seçmeninden destek alan Marine Le Pen yüzde 18 oranında bir oy patlaması yaptı. Fransız seçim sistemine göre, genel seçimlerde ikinci tura çıkmak için yüzde 12,5 oy alınması şart. Len Pen’in partisi cumhurbaşkanlığı seçimlerine bakıldığı zaman açık ara bu oranı geçiyor. Öte yandan, Le Pen,


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Yunanistan’da faşistler seçimden güçlenerek çıktı.

ikinci turda Sarkozy’i desteklememe kararı aldı. O bu yolla, Sarkozy’e kayacağı düşünülen aşırı sağ oyları, kendi liderliği altında kemikleştirmeye çalışmaktadır. Zira Le Pen, şu önemli gerçeğin farkında, yüksek işsizliğin ve ekonomik krizin sürdüğü bir ortam aşırı sağın yükselişine hizmet etmektedir ve o, bu yüzden merkez sağ partiler karşısında “bağımsız” bir politik hat izlemeyi tercih etmektedir. Le Pen, sağ ve sol merkez partilerin kemer sıkma politikaları sonucunda gerilemesi ve göçmen ve yabancı karşıtı sağ popülist söylemleri üzerine kurulu stratejisinin şu an için eksiği, onun Fransa burjuvazisi için henüz tercih edilebilir bir seçenek olmamasıdır. Fransız emperyalizminin şu anki temsilcileri olan merkez sağ ve sol partiler görevlerini layıkıyla yerine getirme konusunda yeterli potansiyele sahip olmakla birlikte Avrupa kapitalizminin krizi, önümüzdeki yıllarda burjuvazinin Le Pen kartını kullanıp kullanmayacağının göstergesi olacaktır. Öte yandan, Yunanistan’da, sahte “sol” örgütlerin ve sendikaların bütünüyle iflas ettiği ve Marksist devrimci bir alternatifin olmadığı koşullar altında, bu ülkedeki faşist hareketler her zamankinden daha açık şekilde faaliyet göstermektedir. Popülist sağ milliyetçiliğinin temsilcisi konumundaki “Bağımsız Yunanlılar”ın yanı sıra, açıkça faşist olan Altın Şafak’ın parlamentoya girmeyi başarmış ol-

ması, işçiler, gençler ve bu ülkede yaşayan farklı etnik dinsel azınlıklar için yaklaşan tehlikenin bir habercisidir. Hele ki, PASOK ve Yeni Demokrasi’nin bu aşırı sağ ve faşist partileri hükümete katması halinde, (Bu SYRİZA’nın içinde yer alamayacağı bir hükümet senaryosudur) başta göçmenler olmak üzere, muhalif kesimlere yönelik daha da şiddetli saldırılar düzenlenecektir. Aynı partiler, Troyka tarafından dayatılan kesintileri uygulamaya en az Yeni Demokrasi ve PASOK kadar isteklidir; zira onlar bu sayede, göçmen karşıtı, anti-proleter ve anti-sosyalist demagojileri için kriz ortamından en iyi şekilde yararlanabileceklerdir.

Krize ve milliyetçilik zehrine karşı enternasyonalizm Fransa’da popülist söylemler kullanan aşırı sağı ve Yunanistan’da işsizlik ve göçmen karşıtlığı üzerinden yükselen faşist hareketi durdurmanın tek yolu, hangi kökenden gelirse gelsin ekonomik kriz karşısında yoksullaşan ve işsizliğe mahkum olan tüm işçileri ve gençleri anti-kapitalist bir perspektifle uluslararası sosyalizm saflarına kazanmaktır. Avrupa’da gerçekleşen son seçimler bir kez daha kanıtlamıştır ki, işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı hiçbir sorun ulusal temelde çözüme kavuşturulamaz. Bugün en çok ihtiyaç duyulan şey, özel mülkiyet ve ulus-devlet üzerine kurulu kapitalist kâr sisteminin yerine sosyalizmi geçirmek için işçi sınıfını dünya çapında birleştirecek olan uluslararası bir stratejidir. Başka bir deyişle, küresel sermaye baronlarına ve emperyalist AB kurumlarına karşı çıkan ve Avrupa’nın bütün işçilerini, gençlerini ve sömürülenlerini Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri perspektifiyle birleştirecek enternasyonalist devrimci bir partiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. HHHH

31


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

yunanistan ve kapitalizmin küresel krizi

Y

unanistan’daki siyasi, ekonomik ve sosyal çöküş, Avrupa ve dünya kapitalizminin kapsamlı krizinin keskin bir ifadesidir. Bu küçük ulusun yazgısı, yalnızca küresel sermaye sahiplerinin ve onların hem ulusal yönetimlerin başındaki siyasi temsilcilechris marsden rinin hem de “troyka”nın (Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu) yağmacı çıkarlarına uygun şekilde belirleniyor. Sözüm ona “kurtarma Bunun etkisi Yunanlı işçiler için yıkıcıdır. Onlar, şimdiden, yaşam standartlarında, NAZİ işgalinden bu yana gözlenen en büyük gepaketi“ olarak rilemeye maruz kalmışlardır. Milyonlarca insan güvencesiz ve partYunanistan’a ödenmiş time çalışmaya sürüklenirken, işsizlik iki kat artarak yüzde 22’ye, olan bütün para, gençler arasında ise yüzde 50,8’e ulaşmış durumda. doğrudan bu ülkenin en Kitlesel işsizlik ve yoksulluk daha da kötü bir hal alıyor. Dahası, büyük alacaklılarının ekonomik kriz denetim dışına çıktıkça ve dünya 2008’deki çöküşün kasalarına gitmiştir. yol açtığından daha derin bir durgunluğa sürüklendikçe, Yunanistan’daki sosyal karşı-devrim, Avrupa’nın tamamı için bir mihenk taşı oluşturuyor. Yunanistan’da iki geleneksel partinin 6 Mayıs’taki seçimlerdeki çöküşünün ardından ortaya çıkan fiili siyasi açmaz, Avrupa, ABD ve Asya’da bozulan bir ekonomik durum bağlamında gerçekleşmektedir. Düşen hisse senedi piyasaları, banka derecelerinin indirilmesi, artan işsizlik ve olduğu yerde sayan ya da gerileyen büyüme oranları, depresyona doğru bir kaymaya işaret etmektedir. Kitlesel işsizlik, yoksulluk ve evsizlik ABD’de de genelleşmiştir; ayrıca, Avrupalı hükümetler tarafından uygulanan kemer sıkma önlemlerinin bir benzeri hem merkezi hem de yerel düzeyde kopya edilmektedir. Ekonomisi İtalya ile karşılaştırılabilir ve İspanya’nınkinden daha büyük olan California’da vali, sağlık, eğitim ve kamu çalışanlarının ücretlerinde yeni bir sert kesinti dalgası talep etmiş durumda. Yunanistan konusundaki bütün resmi tartışmaları kuşatan, gerçek dışı bir atmosfer söz konusudur. Politikacılar ve medya yorumcuları, yalnızca bankalara daha fazla para ödenmesini ve çalışanlara daha fazla yoksulluk dayatılmasını talep etmek için, bir nefeste, olması yakın bir ekonomik çöküşten ve toplumsal yıkımdan söz ediyorlar. Krizden çıkmak için önerilen her yol, yakın gelecekteki daha derin krizlerin koşullarını hazırlamaktadır. Sözüm ona “kurtarma paketi“ olarak Yunanistan’a ödenmiş olan bütün para, doğrudan bu ülkenin en büyük alacaklılarının kasalarına gitmiştir. Bütün ek borçlar Makalenin İngilizce orijinali için: bu açgözlü canavarları beslemeye gidecektir. http://wsws.org/articDaha fazla özveri yönündeki çağrıların kabul edilmesi olanaksız les/2012/may2012/pershale gelmiştir. Kemer sıkmaya karşı kitlesel işçi sınıfı muhalefeti Avm17.shtml

w s w

32

g r s .o


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Yunanistan’daki ve Avrupa’daki işçiler kapitalist sistemin başarısızlığının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Şimdiki ekonomik krizin, bunu hareket noktası olarak almayan her “çözümü”, beraberinde, daha ileri toplumsal yıkım ve barbarlığa kapılma tehlikesini getirmektedir.

PASOK’un AB karşısındaki teslimiyeti, seçimlerde sandığa gömülmesine neden oldu

rupa çapında yükseliyor. Bu, yalnızca Yunanistan seçimlerinde değil ama seçmenlerin kemer sıkma politikalarıyla en fazla ilişkili partileri reddettiği Fransa’da, Britanya’da ve Almanya’da yapılan son seçimlerde de ifade edilmiştir. Bu, kökleri kitlelerin en temel gereksinimleri ile kapitalist Avrupa’nın kurumları arasındaki uzlaşmaz çelişkide yatan toplumsal gerilimlerin aşırı yükselişini yansıtmaktadır. Yunan işçileri, karşı çıkışlarını, kemer sıkma koşullarının görüşülmesine doğrudan dahil olmuş partileri (PASOK ve Yeni Demokrasi) reddederek gösterdiler. Ama bu duyarlılıktan en fazla yararlanan, Yunan burjuvazisinin ekonomik çöküşü önlemek için daha uzun vadeye yayılmış borç ödemesi ve kitlesel muhalefeti yatıştırmak amacıyla bütçe açığının azaltılması koşullarında görünüşte değişiklikler isteyen kesimi adına konuşan SYRİZA oldu. SYRİZA, kendisini kemer sıkma karşıtı gibi gösterirken, Avrupa Birliği’ni ve Avroyu koşulsuz şekilde desteklemektedir; ama bu ikisinin birlikte sürdürülmesi mümkün değildir. Kemer sıkma ve işçi sınıfına yönelik her zamankinden ağır saldırılar bankerlerin AB’sinin ve onun savunduğu kapitalist düzenin bütünleyici gereğidir. Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ta-

rafından geliştirilmiş çözüm önerisi (Avrodan çıkmak ve Drahmi’ye dönmek), çok sayıda uluslararası yorumcu tarafından da ifade edildi. Ama bu durumda, işçilerin evlerinin, ücretlerinin ve küçük birikimlerinin değeri anında yüzde 80 gibi yüksek bir oranda değer kaybedecek iken, Yunan işçilerinin küresel alacaklıların insafına terk edilmesi ve Yunan kapitalistlerinin egemenliğinin dokunulmadan devam etmesi sürecektir. Yönetici seçkinlerin her zamankinden daha geniş bir tabakası, Yunanistan’ın Avro bölgesinden çıkmaya zorlanması sonucuna ulaşıyor. Kimileri, bunun “yolunu bulmanın” mümkün olduğu ve Yunanistan’ın, halkından son Avro alınana kadar hırpalanması gerektiği hakkında atıp tutuyor. Diğerleri, mali kriz kıtanın dört bir yanına ve ötesine yayıldığı için, Avronun varlığının tehlikede olduğu konusunda uyarıda bulunuyor. Bu sonuncu yaklaşım gerçekliğe daha uygun. Küresel mali kuruluşlar Yunan borç riskine açık 536 milyar dolara sahip ama International Finance, Yunanistan’ın [Avro bölgesinden] çıkmasının gerçek küresel maliyetinin, “öldürücü zararlara” yol açacak şekilde 1,2 trilyon dolara yakın olacağını öngörmektedir. Wirtschaft Woche dergisi, [Avro bölgesinden] bir çıkışın maliyetinin yalnızca Avro Bölgesi hükümetlerine 300 milyar dolara malolacağını ve kıtayı 1930’lardaki türde bir depresyona sokacağını belirtiyor. Daha önemlisi, Yunanistan’ın Avro bölgesinden çıkması, İspanya, Portekiz ve İtalya gibi çöküşün eşiğindeki çok daha büyük ekonomilerin çökmesini kaçınılmaz biçimde hızlandıracaktır. 2010’dan bu yana mevduatlarının üçte birden fazlasını kaybetmiş olan Yunan bankalarından mevduatların çekilmesi, önümüzdeki tehlikeye işaret etmektedir. Bankalara tam bir hücum, bir Avrupa ülkesinden

33


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Gereksinim duyulan şey, bir işçi yönetimi kurmak amacıyla ekonomik ve siyasi bir saldırının geliştirilmesidir. Bu tür bir yönetim, Yunan ekonomisinin hâkim tepelerini denetimi altına almalı, bankalarla şirketlerin varlıklarına el koymalı ve her türlü sermaye kaçışını engellemelidir.

34

diğerine hızla yayılabilir. Yunanistan’daki ve Avrupa’daki işçiler kapitalist sistemin başarısızlığının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Şimdiki ekonomik krizin, bunu hareket noktası olarak almayan her “çözümü”, beraberinde, daha ileri toplumsal yıkım ve barbarlığa kapılma tehlikesini getirmektedir. Yeni Yunan seçimlerinin 17 Haziran’da yapılması planlanıyor; ama bu seçimlerin krizi çözme şansı, bu ay içinde gerçekleşmiş olandan daha fazla değil. Yalnızca en kökten çözümün gerçekçi olduğu yeni bir dönem açılmıştır. Yunan işçileri, şimdi, ilerideki mücadeleleri üzerine kuracakları, devrimci sosyalist ve enternasyonalist bir perspektif benimsemeliler. Aynı durum Avrupa’daki, ABD’deki ve dünyanın diğer bölgelerindeki işçiler için de geçerlidir. Yönetici sınıf, Yunanistan’ın yazgısının belirleneceğini bildikleri bir sınıf mücadelesi beklemekte ve ona hazırlanmaktadır. Polisi ve gizli servisleri kapsayan Vatandaşı Koruma Bakanlığı’nın başındaki PASOK’lu Michalis Chrisochoidi, bu hafta, Avrodan çıkışın ardından, “hüküm sürecek şey kalaşnikoflu çeteler olacak ve en fazla sayıda kalaşnikofa sahip olan önem kazanacak… ve bir iç savaşa düşeceğiz” uyarısında bulundu. Yunan burjuvazisi, tarihsel olarak, egemenliğini korumak söz konusu olduğunda, askeri diktatörlük de dahil

her yola başvurabileceğini kanıtlamıştır. İşçi sınıfı, bu bilinçle davranmalıdır. Gereksinim duyulan şey, bir işçi yönetimi kurmak amacıyla ekonomik ve siyasi bir saldırının geliştirilmesidir. Bu tür bir yönetim, Yunan ekonomisinin hâkim tepelerini denetimi altına almalı, bankalarla şirketlerin varlıklarına el koymalı ve her türlü sermaye kaçışını engellemelidir. “Troyka”nın temsilcilerine kapı gösterilmeli ve Yunanistan’ın kaynakları halkının uğradığı zararları hafifletmek, doğru dürüst iş, eğitim, konut ve sağlık hizmetleri sağlamak için kullanılmalıdır. Bu önlemler, yalnızca, Avrupa işçi sınıfının Yunan trajedisinin ve kendi mağduriyetlerinin yazarlarına karşı yaygın siyasi seferberliğinin bir parçası olarak gerçekleştirilebilir. Almanya’daki, Fransa’daki, İtalya’daki, İspanya’daki ve Britanya’daki işçiler, Merkel’i, Hollande’ı, Monti’yi, Rajoy’u, Cameron’u ve diğerlerini devirmek için mücadeleye girişmeliler. Büyük sermayenin ve mali asalakların Avrupa Birliği’ne karşı, bakış açısı, bir Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri içinde işçi iktidarının kurulması olmalıdır. Mevcut krizin vehametinin ve ortaya çıkmış siyasi görevlerin farkında olanların, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi saflarındaki yerlerini alması gerekiyor. HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

syriza’nın programı

R

adikal Solun Koalisyonu (SYRİZA), bugünlerde Yunan politikasında anahtar bir rol oynuyor. 6 Mayıs’taki seçimlerde oyların yüzde 17’sini alan bu örgüt, ülkedeki ikinci büyük parti haline geldi. Seçimlerin ardından bir hükümet kurma yönündeki christoph dreier çabalar, SYRİZA’nın önceki hükümette olan Yeni Demokrasi (ND) ve PASOK ile bir koalisyona girmeyi reddetmesinden dolayı başapeter schwarz rısız oldu. SYRİZA’nın seçim başarısı, Kamuoyu araştırmalarına göre, SYRİZA, 17 Haziran’da yapılması kararlaştırılan yeni seçimlerde ilk sırayı alabilir. Yunan seçim yasaonun ülkeyi derin bir sına göre, en fazla oy alan parti ek olarak 50 sandalye elde ediyor ekonomik durgunluğa ki bu durumda, SYRİZA’nın olmadığı bir hükümet oluşturmak mümsürükleyen ve halkı kün olmayacak. SYRİZA’nın önderi 38 yaşındaki Alexis Tsipras, Yuişsizliğe ve yoksulluğa nanistan’ın bir sonraki başbakanı olabilir. sokan kemer sıkma SYRİZA’nın seçim başarısı, onun ülkeyi derin bir ekonomik durgunönlemlerini reddetmesine luğa sürükleyen ve halkı işsizliğe ve yoksulluğa sokan kemer sıkma önlemlerini reddetmesine dayanmaktadır. Bu parti, AB ve IMF ile dayanmaktadır. üzerinde anlaşılmış olan emekli maaşlarındaki ve ücretlerdeki kesintilerin, devlet mülkiyetinin satılmasının ve devlet borçlarının geri ödemesinin geçici olarak durdurulmasını ve yeniden görüşülmesini talep ediyor. SYRİZA’nın parlamentodaki temsilcisi Despoina Charalambidou, Spiegel Online’a şunları söyledi: “Troyka (AB, IMF ve AB Merkez Bankası) ile varılan anlaşma derhal iptal edilmeli. Kurtarma planı Yunan halkını yoksulluğa ve işsizliğe mahkum etmekte, onu göçe zorlamaktadır. Borçlar sıradan işçilerden kaynaklanmadı; dolayısıyla onlar tarafından ödenmemeli.” Bununla birlikte, SYRİZA, Avrupa Birliği’ni ve onun kurumlarını ya da Yunan devletini ve onun kapitalist temellerini sorgulamamaktadır. SYRİZA’nın amacı, toplumun işçi sınıfı yararına sosyalist dönüşümü değil; üst orta sınıflar ve Yunan burjuvazisinin kemer sıkma önlemlerinden özellikle zarar görmüş kesimleri için daha iyi koşullar yaratmaktır. Tsipras, her fırsatta, hiçbir koşul altında AB’den ve Avrodan kopmak istemediğini vurgulamaktadır. O, Perşembe günü, CNN’e, “Yunanistan’ı Avro bölgesinde ve Avrupa’nın içinde tutmak için elimizden geleni yapacağız” dedi. Ancak Tsipras, AB ve Avro bölgesi içinde kalmaya istekli olan PASOK ile ND’nin, bu yüzden ağır bir bedel ödediğine inanmaktadır. O, Atina’nın Brüksel ve Berlin ile daha iyi bir anlaşma elde etmek için kimi ek kartlara sahip olduğunu düşünmektedir. Makalenin İngilizce orijinali için: O, öncelikle, asıl olarak Almanya’nın ısrar ettiği deflasyonist mali politikaların yerine enflasyonist bir politikanın geçmesi için mali bahttp://wsws.org/artickımdan güçsüz AB ülkelerinin ve sosyal demokrat politikacıların les/2012/may2012/syrim19.shtml (özellikle yeni seçilmiş Fransa Devlet Başkanı François Hollande’ın) desteğine güveniyor. İkinci olarak, o, Yunanistan’ın diğer ülkeleri

w s w

g r s .o

35


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k SYRİZA’nın Avrupa’daki kardeş partilerine (İtalya’da Komünist Yeniden Kuruluş, Almanya’da Sol Parti, Fransa’da Sol Cephe) baktığımızda, hükümete katıldıklarında, hepsinin işçi sınıfına yönelik saldırılarda yer almış olduğunu görüyoruz.

36

ve Avroyu uçuruma sürükleyebilecek ulusal iflası tehdidini kullanarak AB’yi baskı altına almaya kalkışmaktadır. Tsipras, CNN’in önde gelen uluslararası muhabiri Christiane Amanpour ile yukarıda alıntı yaptığımız görüşmede ve Wall Street Journal ile BBC ile sonraki konuşmalarında bu stratejiyi ayrıntılandırdı. O, CNN’e, bu krizin yalnızca Yunanistan’ın olmadığını ve Avrupa’nın bir sorununu yansıttığını söyledi. Bu yüzden, protokolün iptal edilmesi ve Avrupa düzeyinde yeniden görüşülmesi gerekiyor. O, bu amaca ulaşmak için, “güney ve orta Avrupa’da ortaklar arayışı” içinde olacak. O, Almanya Başbakanı Angela Merkel’i, “insanların yaşamıyla poker oynamakla” ve “Avro bölgesini riske sokmakla” suçladı. Tsipras, Wall Street Journal’a şunları söyledi: “Bizim ilk tercihimiz Avrupalı ortakları, onların kendi yararına, para akışının durdurulmaması gerektiği konusunda ikna etmektir. Ama para akışı kesilirse Yunanistan borçlarını artık ödemeyecek. Yunanistan’daki mali bir çöküş, Avro bölgesinin geri kalanını da birlikte sürükleyecektir. Tsipras, BBC’de de, “eğer kemer sıkma illeti Yunanistan’ı yerle bir ederse, o bütün Avrupa’ya yayılacaktır” diyerek tehdit etti. Tsipras’ın Brüksel’e yönelik tehditler ve ricalar karışımı politikası, boş umutlar ve yanılsamalar üzerine kuruludur. O, her orta sınıf politikacısı gibi, uluslararası kapitalist krizin kapsamını baştan sona küçümsemektedir. Yunanistan’daki kemer sıkma önlemleri, mali sermayenin işçi sınıfının sosyal kazanımlarına karşı 2008’deki mali krizden bu yana çarpıcı biçimde artmış ve ABD’den İngiltere’ye, İspanya’ya, İtalya’ya, Fransa’ya ve Almanya’ya kadar bütün kapitalist ülkeleri etkilemiş olan uluslararası saldırısının

bir parçasıdır. Şimdi ABD ve Britanya hükümetleri tarafından istenen enflasyonist bir politika, yalnızca bu saldırıları bir başka biçimde sürdürecektir. Şu sıralarda AB içinde tartışılan ve Tsipras’ın açıkça umut bağladığı “büyüme anlaşması”, sorunlu bankalara ek fonlar sağlamaktan ve rekabet edebilirliği geliştirmeye yönelik “yapısal reformlar”dan, yani esnek çalışma koşullarından ve daha düşük ücretlerden oluşmaktadır. Kamu harcamalarındaki kesintiler bütün şiddetiyle sürecektir. SYRİZA, Yunanistan’daki seçimleri gerçekten kazanması durumunda, bu saldırıların uygulamasında önemli bir rol oynayacaktır. SYRİZA’nın Avrupa’daki kardeş partilerine (İtalya’da Komünist Yeniden Kuruluş, Almanya’da Sol Parti, Fransa’da Sol Cephe) baktığımızda, hükümete katıldıklarında, hepsinin işçi sınıfına yönelik saldırılarda yer almış olduğunu görüyoruz. Tsipras da bunu yapabilecek durumda. Reuters, “Tsipras deli fişeklikten sorumlu bir politikacılığa geçiş yapabilir” diye belirtti. Yeşiller Partisi’ne yakın duran ve meseleyi çok iyi kavrayan Alman gazetesi TAZ şu yorumu yaptı: “Tsipras’ın gerçekleştirilemeyecek vaatlerle kampanya sürdürmesi ve Yunanlılara hem Avroya, hem transfer ödemelerine hem de eski alıcı duruma aynı anda sahip olabileceklerini anlatıyor olması bir engel değil. Çünkü o, Yunanlıların çıkarlarını ve özlemlerini cisimleştirmektedir. O, yeni hükümetin başkanı olarak reformların ne yazık ki gerekli olduğunu kabullenmek durumunda kaldığında, onu onaylayacaklardır.” HHHH


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

mısır’da hileli seçimler ve işçi sınıfının görevleri

U

zun süredir ABD maşası olan Hüsnü Mübarek’in geçtiğimiz yıl Şubat ayında kitlesel işçi sınıfı gösterileriyle devrilmesinden sonra düzenlenen Mısır’daki seçimler, Mısır egemen sınıfın Washington’daki müttefikleriyle birlikte örgütlediği sözde johannes stern “demokrasiye geçiş”in düzmece karakterini sergilemiştir. Seçimler, sayılmış olan son oylarla birlikte, Mübarek yönetimi altındaki son başbakan Ahmed Şafik ile sağcı Müslüman Kardeşler’in adayı Mohamed Mursi arasında bir ikinci turun yolunu açmış durumda. Seçimler, bir anayasanın Bu adayların hiçbiri Mısır devriminin amaçlarına uygun bir siyasi yokluğunda ve meşruiyete sahip değildir. Onların her ikisi de, geçtiğimiz yıl Müolağanüstü yasalar barek’i devirmek için milyonlarca Mısırlı işçiyi sokağa dökmüş olan yürürlükteyken, Silahlı yoksulluğa ve diktatörlüğe son verme özlemlerine son derece düşKuvvetler Yüksek mandır. Konseyi’nin diktatörce Seçimler, kitleler arasında, cuntanın seçimlerinin onların devrimci denetimi altında, silah mücadeleleriyle bir ilişkisi olmadığı ve tersine onların toplumsal ve zoruyla yapılmıştır. demokratik özlemlerine karşı olduğu biçimindeki yaygın duyguyu yansıtan düşük katılımla damgalanmıştır. Seçimler, bir anayasanın yokluğunda ve olağanüstü yasalar yürürlükteyken, Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’nin (SKYK) diktatörce denetimi altında, silah zoruyla yapılmıştır. Mübarek’in generalleri, Mısır halkına, kendilerinin özenle seçilmiş adaylarından birine oy verme çağrısı yaptıklarında, seçimlerin galibine hangi güçleri vermeye niyetli olduklarını bile kararlaştırmamışlardı. Açıkça hile katılmış seçimler ABD emperyalizmi ve onun maşaları tarafından övgüyle karşılandı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Mısır’daki seçimlerin “demokrasiye geçişte bir diğer önemli dönüm noktasına” işaret ettiğini ileri sürdü ve sinik bir şekilde, kendisinin ve diğer ABD yetkililerinin “Mısır’ın demokratik şekilde seçilmiş hükümetiyle birlikte çalışmak için ileriye baktıklarını” ilan etti. İktidar değişikliği için ABD önderliğindeki emperyalist savaşta bombalanmış olan Libya’nın yönetimdeki Ulusal Geçiş Konseyi’nin başkanı Mustafa Abdel Jalil, “istikrarlı bir Mısır, istikrarlı bir Arap dünyası demektir” vurgusunu yaparak, seçimleri “harika” bir şey olarak övdü. Seçimler, işçi sınıfının, derinleşen toplumsal ve ekonomik krizin yanı sıra devrik diktatör Mübarek’in kısa süre içinde serbest bırakılacağı yollu söylentilerin de canlandıracağı yeni bir öfke patlamasına ilişMakalenin İngilizce orijinali için: kin beklentilerin ortasında, iki burjuva hizip arasında yoğunlaşan iktidar mücadelesine zemin hazırlamaktadır. http://wsws.org/articles/2012/may2012/persMısır ekonomisinin geniş kesimlerini denetim altında tutan ordu ve m26.shtml Müslüman Kardeşler, ülkenin çok geniş kaynaklarını burjuvazinin hangi hizbinin denetleyeceği konusunda şiddetli bir mücadele teh-

w s w

g r s .o

37


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Tahrir Meydanı, Mısır’daki ayaklanmanın kalbi olmuştu

38

likesi oluşturmaktadır. Seçimler, işçi sınıfına yönelik baskının yoğunlaştırılması için hazırlanan bir rejime sahte bir meşruiyet maskesi sağlamak için tasarlandığından dolayı, Mısırlı işçiler orada gerçek bir tercihe sahip değildi. Mısırlı işçiler ve gençlik, yoğunlaşmış bir karşı devrim tehlikesine karşı koymak için, bir bilanço çıkarmak zorundadır. Devrim, son derece kahramanca özverilere rağmen, devrimci bir önderliğin ve perspektifin yokluğunda başarıya ulaşamaz. İşçi sınıfı, devrimi sürükleyen güç, bütünüyle, haklarından mahrum edilmiş ve siyasi temsilden yoksun durumda olmaya devam etmektedir. Bu asıl olarak, devrim hatta “sosyalizm” adına konuştuğunu iddia eden ama gerçekte karşı devrimci güçlerin müttefiki olan küçük burjuva “sol” partilerin rolünden kaynaklanmaktadır. Orta sınıfın hali vakti yerinde kesimlerinin çıkarlarını temsil eden bu partiler, parasal ve siyasal olarak Batı

emperyalizmine ve Mısır egemen sınıfının çeşitli kesimlerine bağlıdır. Yanlış isim almış Devrimci Sosyalist (DS) gibi örgütler, devrimin her aşamasında, ordunun devrilmesi ve Mübarek rejiminin yerini Ortadoğu’da emperyalist egemenliğe karşı sosyalist politikalar için savaşan bir işçi devletinin alması uğruna mücadeleye karşı çıktı. DS ve onun uluslararası fikirdaşları, başlangıçta, SKYK’yi desteklediler ve “konsey siyasi ve ekonomik sistemi iyileştirmeyi amaçlıyor” iddiasında bulundular. Onlar, askeri yönetim altında, içinde gelişip kendilerini zenginleştirebilecekleri “genişletilmiş bir demokratik alan” elde etmek için, işçi sınıfını denetleme hizmeti sundular. Onlar, cunta ile işbirlikleri ordu karşıtı kitlesel protestolar eliyle tehdit edilir edilmez, yaygın “ikinci devrim” çağrısına karşı çıktılar. Bunun yerine, İslamcı güçlerle ittifaka yöneldiler ve böylece, ordunun Haziran-Temmuz günlerinde Tahrir Meydanı’ndaki


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Mısırlı işçiler ve gençlik, yoğunlaşmış bir karşı devrim tehlikesine karşı koymak için, bir bilanço çıkarmak zorundadır. Devrim, son derece kahramanca özverilere rağmen, devrimci bir önderliğin ve perspektifin yokluğunda başarıya ulaşamaz.

oturma eylemini bastırmasının yolunu hazırladılar. Onların İslamcılarla ittifakı, aynı zamanda, İslamcıların kazandığı Kasım-Ocak aylarında parlamento seçimlerine karşı kitlesel mücadelelerde de başarısızlığa uğradı. Devrimin her kritik anında önderliği burjuva güçlere devretmiş olan DS’nin 11 Şubat’ta Batı destekli bağımsız sendikalar ile birlikte yaptığı bir genel grev çağrısı işçiler arasında yaygın bir karşılık bulmadı. Bu manevralar karşısında işçilerin sergilediği ilgisizlikten neye uğradığını şaşıran DS, daha da sağa kaydı. Başkanlık seçimlerini devrimin bir kazanımı olarak destekleyen DS, Mısır’daki siyasi yaşama İslamcılar ile eski Mübarek rejiminin egemen olduğu bu durumun siyasi sorumluluğunu taşımaktadır. Bu tehlikeli sonuç, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin

(DEUK) işçi sınıfı ile çeşitli siyasi yapı içindeki burjuva ve küçük burjuva tabakalar arasındaki toplumsal çelişkileri açıklamaya çalışan perspektifinin doğruluğunu kanıtlamıştır. Burjuva ve küçük burjuva partilerle grupların ABD destekli geçişe verdikleri karşı devrimci destek, Lev Troçki’nin, Mısır gibi geri kalmış ülkelerde kitlelerin devrimci özlemlerini karşılayabilecek tek şeyin işçi sınıfının uluslararası sınıf kardeşleriyle birlikte vereceği sosyalist mücadele olduğunu savunan Sürekli Devrim Kuramının çarpıcı bir doğrulanmasıdır. Yaklaşan sınıf çatışmalarında zafer uğruna mücadele için Mısır’da ve bütün Ortadoğu’da DEUK’un şubelerini kurarak kendi siyasi bağımsızlığını elde etmek, işçi sınıfının karşı devrimi püskürtmesi ve devrimci ivmeyi yeniden kazanması için başlıca görevi olmaya devam ediyor. HHHH

1936 Moskova duruşmaları üzerine

Kızıl Kitap Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.

Kitapları yüzde 50 indirimli olarak elde edebilirsiniz. Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B, Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu

Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Halil Çelik 368 syf., 20 TL.

39


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

suriye’den elinizi çekin!

M

edyanın Hula katliamına ilişkin yaygın öfkeyi, Suriyeli diplomatların büyük devletler tarafından eşgüdümlü olarak ülke dışına çıkartılmasıyla birleştirilmiş şekilde arttırma çabası, utanmaz bir sinikliktir. Onların amacı, Hula’dan ve çatışmachris marsden nın başladığı 2011’den bu yana Suriye’de işlenmiş bütün diğer suçlardan doğrudan sorumlu olan Obama yönetimi ile onun Avrupalı ve Ortadoğulu müttefikleri tarafından sürdürülen istikrarsızlaştırma kampanyasını meşrulaştırmaktır. İşçiler ve gençlik, böylesi İşçiler ve gençlik, böylesi açık bir propagandanın ortasında, önceaçık bir propagandanın likle, Suriye’ye karşı Batılı askeri müdahaleye yönelik bütün çağrıortasında, öncelikle, lara ısrarla karşı çıkmaya devam etmek zorundadırlar. Suriye’ye karşı Batılı Hula’da olup bitenlerle ilgili olarak, Esad rejiminin, katliamda heraskeri müdahaleye hangi bir rolü olmadığı ve onun provokatörlerin işi olduğu yollu yönelik bütün çağrılara ısrarının hemen reddedilmesine olanak sağlayacak güvenilir raısrarla karşı çıkmaya porlar hala mevcut değil. Şu ana kadar, bütün görgü tanıkları devam etmek Sünni topluluktandır ve muhalif önderlik tarafından dikkatle incelenmiştir. Bizzat Birleşmiş Milletler’in gözlemcilerinin kabul ettiği zorundadırlar. üzere, ölülere ilişkin rakamlardan -her zaman isyancı değil de siviller olarak sergilenen- kurbanların kimliklerine kadar her şey sürekli olarak abartılmakta ve saptırılmaktadır. Bununla birlikte, muhalefetin yaptığı, can kayıplarının çoğunun silahlı kuvvetlerin muhalefet üslerine yönelik bombardımanının ardından rejim yanlısı Alevi milisler tarafından gerçekleştirilen mezhepçi cinayetlerden kaynaklandığı yollu açıklama bütünüyle doğru olsa bile, Hula, Suriye’de gerçekleşen çok sayıda vahşetin yalnızca bir dehşet verici örneğidir. Yalnızca Hula üzerine odaklanmak, onu her iki tarafın da uyguladığı; Şam’da ve diğer yerlerde, adam kaçırmaların, işkencelerin, cinayetlerin ve muhalefet içindeki El Kaide unsurları tarafından arabalara yerleştirilen bombaların da dahil olduğu ve onlarca yaşama mal olan günlük mezhepsel şiddet eylemlerinden ayırmaktadır (Şam’da, 10 Mayıs’ta gerçekleşen bir tek saldırıda 55, geçen yıl Aralık’ta ise 40’ın üzerinde insan ölmüştü). Her iki taraftan da binlerce kişi ölmüş ve çok daha fazla sayıda insan yaralanmış ya da evlerinden sürülmüştür. Beyaz Saray’da, Downing Street’te [Londra’da, Britanya başbakanının ve en önemli bakanlıklarının bulunduğu sokak] ve Élysée Sarayı’nda [Paris’te, Fransa devlet başkanının resmi konutu ve bakanlar kurulunun toplandığı yer] ne tür timsah gözyaşları akıtılırsa akıtılsın, bu, tam da Batılı büyük devletlerin geçtiğimiz yıl Sünni ayaklanmasını finanse etme ve silahlandırma kararı aldıklarında hesaba kattıkları şeydir. Makalenin İngilizce orijinali için: Emperyalist devletler, dinsel, etnik ve kabilesel ayrılıkları bir böl ve http://wsws.org/articyönet politikası uygulamak için manipüle etmenin sabık ustalarıles/2012/may2012/persdırlar. Onlar, Tunus’ta ve Mısır’da güvenilir rejimlerin yaygın halk m31.shtml gösterileri sonucunda devrilmesine yanıt olarak, stratejik Kuzey Af-

w s w

40

g r s .o


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Rusya’nın ve Çin’in etkisini azaltma biçimindeki daha genel jeostratejik amacın yanı sıra, İran, her zaman, Suriye’ye karşı entrikaların en büyük hedefi olmuştur.

“Komşularla sıfır sorun” siyaseti döneminde iki lider sık sık biraraya gelerek ticari antlaşmalar imzalıyordu.

rika ve Ortadoğu bölgesindeki her siyasi değişimi biçimlendirmeyi akıllarına koymuşlardı. Muhalefetin Batılı müttefikleri tehdit ettiği her yerde (Mısır’da, Bahreyn’de, Suudi Arabistan’da) ya açıkça onun karşısına dikilecek ya da bu muhalefet, sonradan Türkiye ve Körfez yönetimleri ile ittifak içinde yeni bir bölgesel güç zemini olarak terbiye edilebilecek olan Müslüman Kardeşler gibi Sünni temelli hareketlere yedeklenecekti. Alternatif olarak, Libya’daki Muammer Kaddafi gibi güvenilmez ya da Suriye’deki Esad gibi İran’a fazlasıyla yakın olarak değerlendirilen rejimlere karşı Sünni isyancılar harekete geçirilebilirdi. Rusya’nın ve Çin’in etkisini azaltma biçimindeki daha genel jeostratejik amacın yanı sıra, İran, her zaman, Suriye’ye karşı entrikaların en büyük hedefi olmuştur. Suriye’nin iç savaşa “sürüklenmesi” üzerine sözler ve Birleşmiş Milletler Arap Birliği temsilcisi Kofi Annan tarafından yapılan “bardağı taşıran nokta”ya ulaşıldığı yollu açıklama, dünya halklarının kolektif zekâsına yönelik bir aşağılamadır. Büyük devletler, ilk günden beri böylesi bir sonucu arzuluyorlardı. Suriye’deki asiler, Washington’ın emriyle, onun müttefikleri Suudi Arabis-

tan ve Katar üzerinden silahlandırıldılar ve Türkiye tarafından sağlanmış bir üs çevresinde örgütlendiler. Onlar, Daraa’yı [Ürdün sınırındaki yerleşim birimi] ve Humus’u çevreleyen bölgelerde Suriye ordusuna karşı harekete geçirildiler. Plan, Suriye’nin, Esad’ı istifaya zorlayacak noktaya kadar siyasi olarak istikrarsızlaştırılması ve yaptırımlar sayesinde ekonomik olarak yıkıma uğratılmasıydı. Ya da Suriye’nin Şam ve Halep gibi çok inançlı kentsel bölgelerinde mezhepsel bir ayaklanmaya kitlesel destek olmadığından hareketle, Arap Birliği’ni ve Türkiye’yi kullanarak bir aracılı savaş başlatılabilirdi. Bu yol haritasının şimdi Hula katliamı bahanesini kullanarak benimsenip benimsenmeyeceği üzerine tartışmalar egemen çevreler içinde sürüyor. Nicholas Sarkozy’nin bıraktığı yeri dolduran Fransa’nın yeni seçilmiş Sosyalist Partili Devlet Başkanı Francois Hollande, büyük bir gayretle, “ Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından görüşüldükten sonra uluslararası yasalara göre uygulanması öngörülen bir askeri müdahalenin dışlanmadığını” vurgulamaktadır. Siyasi olarak aşağılık bir rol, emperyalistler adına, Batı destekli mezhepsel ayaklanmayı kitlelerin gerçekleştirdiği bir “devrim” gibi göstererek Libya’daki rollerini tekrarlayan Britanya’daki Sosyalist İşçi Partisi gibi eski solcu ekipler tarafından oynanmaktadır. Onlar, Libya’da olduğu gibi, açık amacı bir emperyalist müdahaleyi kışkırtmak olan burjuva hareketleri (Suriye Ulusal Konseyi, Yerel Koordinasyon Komiteleri ve Özgür Suriye Ordusu) desteklerken, Batılı askeri müdahaleye karşı uyarıda bulunuyorlar. Ortadoğu’nun her yerinde olduğu gibi, Suriye’de de her şey, gelişmelerin emperyalistler tarafından dikte edilmesine izin vermiş olan İslamcı,

41


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k sözde liberal ya da sahte solcu burjuva güçlerin kitleler üzerindeki siyasi egemenliğinin üstesinden gelinmesine bağlıdır. Bunun gerçekleştirilememiş olması, daha şimdiden, Tunus’ta Katar tarafından finanse edilmiş olan bir İslamcı yönetimin seçilmesine, ordunun sıkı biçimde iş başında olduğu Mısır’da da İslamcıların hakim olduğu seçimlere ve Batı yanlısı bağımlı bir yönetimin kurulduğu Libya’da kanlı bir savaşa yol açmış durumda. Olası bedeller ağırdır. Suriye’de yükselen iç savaş ve giderek artan Batılı müdahale tehdidi, bir yanda İran’ın öte yanda ise Türkiye ile Körfez monarşilerinin dahil olacağı ve Ortadoğu’yu paramparça edecek olan bölgesel bir savaş tehlikesine yol açmaktadır. Böylesi bir sonucu önlemek için elinden geleni yapmak işçi sınıfının sorumluluğundadır. Riyad, Doha, Kahire ve Tunus’taki gerici rejimler, ölümü, Suriye’nin Baas-

Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL Marksist kuramcı, politikacı ve tarihçi Franz Mehring’in, Türkçe’ de ilk olarak Prinkipo Yayıncılık tarafından yayımlanan bu çalışması, tarihsel maddeci yöntemi yalın bir şekilde anlatıyor.

42

çılarından daha az hak etmemektedir. Onların tamamının devrilmesi ve yerlerini sosyalist, anti-emperyalist ve işçi sınıfı ile köylü kitlelerini dinsel ya da etnik aidiyetlerine bakmaksızın birleştiren gerçekten demokratik yönetimlerin alması gerekiyor. Batıda, benzeri bir şekilde, şimdi çoğu “insani savaş”ın açık savunucusuna dönüşmüş olan sahte solcuların ve liberallerin cenderesinden kurtulmuş yeni bir savaş karşıtı hareket gerekmektedir. Kendi hükümetlerinin sinik ahlaki duruşlarını reddetmek ve onların Suriye ile Ortadoğu’nun geri kalan kesimi üzerindeki yağmacı planlara son vermelerini talep etmek, Amerika’daki ve Avrupa’daki işçilerle gençlerin sorumluluğudur. Böylesi bir kitle hareketi, bir dünya sosyalist devrimi stratejisi geliştiren yeni bir önderliğe, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ne gerek duymaktadır. HHHH

Bu kitap, Marksistlerin, 1917 Ekim (Kasım) Devrimi’nin ardından kurulan ilk işçi devletinin bürokratik çürümesine karşı verdikleri amansız mücadelenin belgelerinden oluşuyor. SSCB’deki Marksistler ile Stalin önderliğindeki bürokratik kast arasındaki amansız mücadelenin uluslararası ekonomik ve sınıfsal temellerini gözler önüne seren bu kitap, Marksist hareketin yalnızca tarihine ışık tutmuyor, bugününü anlamamıza da katkıda bulunuyor.

Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

IV. Enternasyonal içinde revizyonizm:

pabloculuk -2II. Dünya Kongresi (1948)

halil çelik

Pabloculuğa karşı mücadeleyi tarihsel bir “hesaplaşma” olarak algılamak yanlış olur. Bu mücadele, doğrudan doğruya günümüzün sorunlarına işçi sınıfı eksenli devrimci çözümler geliştirme ve bunları yaşama geçirme çabasıyla yakından bağlantılıdır.

IV.

Enternasyonal’in Nisan 1948’de toplanan II. Dünya Kongresindeki başlıca tartışma konularından biri, SSCB işgali altında olan Doğu Avrupa ülkeleriydi. Kongre, Doğu Avrupa ülkelerindeki devletleri, proleter devrimin yukarıdan darbeyle gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ve bu ülkelerde kapitalizmin varlığını sürdürdüğü gerçeğinden hareketle, burjuva devletler olarak değerlendirmeyi sürdürdü. IV. Enternasyonal, “SSCB ve Stalinizm üzerine karar”ında, bu ülkelerin SSCB içinde yapısal olarak eritilmesinin hem uluslararası durumdan hem de bu ülkelerin işçi sınıfı ile Sovyet bürokrasisi arasındaki ilişkilerden dolayı mümkün olmadığını belirtiyordu. Kongre’ye göre, onların ekonomik yapısı kapitalist, rejimleri ise burjuvaydı: “Hiçbir yerde, burjuvazi ortadan kaldırılmış ya da -işbirlikçi kategorisine sokulan kimi gruplar hariç- mülksüzleştirilmiş değildir”, “Bizzat ulusallaştırılmış sektör bile kapitalist bir yapıyı koruyor”, “‘Tampon’ ülkelerde devletler burjuva olmayı sürdürmektedir”, “Stalinistler, yalnızca, burjuva devlet aygıtında belirleyici mevkilere yerleşmektedir.” vb. vb.[1] II. Dünya Kongresi, ayrıca, Stalinist bürokrasinin, hem ABD emperyalizminin yoğun baskısına hem de Komünist Partilerin Batı Avrupa’daki burjuva hükümetlerden dışlanmaya zorlanması ve yalıtılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yanıt olarak “sol” bir dönüş yapmaya karar verdiğini tespit ediyor ve bu ”dönüş“ü “maceracı ve sekter“ olarak tanımlıyordu. Kongre, IV. Enternasyonal’in şubelerinin önüne şu görevi koydu: “IV. Enternasyonal’in şubeleri asıl olarak yerel düzeyde, fabrikalarda ve sendikalarda uygulananeylem birliği ve birleşik cephe taktiğini, işçilere bizim siyasetimizin karakteri ile Stalinistlerin politikaları arasındaki temel farklılıkları gösteren yalın bir siyasi çizgiyle birleştirmek zorundadır ... bütün bunlar da çeşitli Stalinist önderliklerin keskin ve sağlam eleştirisiyle birleştirilmelidir.“ [2] II. Kongre, IV. Enternasyonal’in Stalinist bürokrasi karşısındaki geleneksel uzlaşmaz tutumunu koruyordu: “Bürokrasi, sosyalizme yabancı denetlenmeyen bir kast olmaktan çıkarak, sosyalizmin hem Rusya’da hem de dünya çapında ölümcül düşmanı, denetlenemez bir kast haline gelmiştir. O, eski mülk sahibi sınıfların asalaklığının, toplumsal artı değerin çarçur edilmesi, ezilenlere karşı acımasızlık, üreticilerin sömürüsü gibi bütün gerici özelliklerine sahiptir.” [3] Bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi, IV. Enternasyonal’in, sonraki kırk yıla damgasını vuracak olan “Soğuk Savaş”ın somut işaretlerinin açıkça görüldüğü bir ortamda toplanan II. Kongresini de etkisi altına almıştı. Kongre, “ABD önderliğindeki dünya emperyalizminin SSCB’ye karşı saldırısı biçiminde bir üçüncü dünya savaşının, bu

43


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

II. Dünya Kongresi, ayrıca, Stalinist bürokrasinin, hem ABD emperyalizminin yoğun baskısına hem de Komünist Partilerin Batı Avrupa’daki burjuva hükümetlerden dışlanmaya zorlanması ve yalıtılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yanıt olarak “sol” bir dönüş yapmaya karar verdiğini tespit ediyor ve bu ”dönüş“ü “maceracı ve sekter“ olarak tanımlıyordu.

44

arada başarılı bir sosyalist devrimin gerçekleşmemesi durumunda, kaçınılmaz olduğu” tespitini yaptı ve işçi sınıfının müdahale etmemesi durumunda, SSCB’nin askeri yenilgisinin ve yıkımının kesin olduğunu vurguladı. Bu karara göre, “SSCB’nin yazgısı her zamankinden daha açık biçimde sosyalist devrimin yazgısına bağlı”. Bununla birlikte, Stalinizm, “yalnızca Stalinist partilerin karşı devrimci faaliyetiyle değil, aynı zamanda Kremlin’in Doğu Avrupa’daki bütün devrimci belirtilerin kökünü kazıyan ve yarın daha büyük ölçüde Avrupa ve Asya’da yinelenebilecek- askeri güç kullanımıyla da sosyalist devrimin ölümcül düşmanı”ydı. [4] Özetle, IV. Enternasyonal’in Nisan 1948’deki II. Kongre’sinde, Stalinist bürokrasiye devrimci nitelikler atfeden bir akım olarak Pabloculuktan söz etmek mümkün değildi. Bu revizyonist akımın netleşmesi için, Stalinist bürokrasi ile emperyalist müttefikleri arasındaki çelişkilerin artacağı ve Kremlin’in Doğu Avrupa’daki devletleştirmelere hız kazandıracağı sonraki ayları ve yılları beklemek gerekecekti.

Pabloculuğun ilk ifadesi: Yugoslavya üzerine karar II. Dünya Kongresi’nden birkaç ay sonra, Haziran 1948’de, Stalinist bürokrasi içinde bir ilk yaşandı ve Kremlin ile Yugoslavya’daki Tito önderliği arasındaki ipler koptu. IV. Enternasyonal’in önderliği, Stalinist bürokrasinin iki kesimi arasında bütünüyle ulusalcı çıkarlardan kaynaklanan bu bölünmeyi, Yugoslavya Komünist Partisi’nin (YKP) “sola yönelmesi” olarak değerlendirdi. Bu arada, Komintern’in lağvının ardından kurulmuş olan Komünist Enformasyon Bürosu (Kominform) 28 Haziran 1948 tarihinde yaptığı açıklamada, “Yugoslavya Komünist Partisi (YKP) Merkez Komitesi içindeki bir akı-

mın SSCB’nin ve SBKP’nin yozlaştığına ilişkin, karşı-devrimci Troçkizm’in cephaneliğinden alınmış haince propagandasından” söz ediyordu. Böyle bir durum, elbette, söz konusu değildi. Komintern tarafından YKP’yi -başta Troçkistler olmak üzere- muhaliflerden temizlemek üzere 1936 yılında SSCB’den Yugoslavya’ya geri gönderilmiş olan Tito, savaş boyunca Kremlin bürokrasisiyle birlikte çalışmıştı. Ancak, bu “birlikte çalışma”, Stalinist bürokrasinin ulusal hizipleri arasındaki bütün ilişkilerde olduğu gibi, baştan sona karşılıklı gizli hesaplarla ve ayak oyunlarıyla damgalanıyordu. Stalin, Churchill ile Yugoslavya’daki “etki alanını” yarı yarıya paylaşma konusunda anlaşmış ve YKP yönetimine bu yönde müdahalelerde bulunmuştu. Kremlin’in emperyalistlerle anlaşmasının farkında olan ve bunun sonuçlarını önceden gören Tito da, bu arada Stalin’e karşı önlemlerini alıyordu. Stalinist Kızıl Ordu’nun hiçbir rol oynamadığı -ama özellikle İngilizlerin lojistik olarak desteklediği- direniş savaşının sonunda iktidarı alan Tito, bir yandan kendisini Kremlin bürokrasisinin sadık izleyicisi gibi gösterirken, öte yandan kendi planını yaşama geçirmiş ve Kremlin’i devre dışı bırakmıştı. Uluslararası Sekreterlik, bütün şubelerin önderliklerine gönderdiği 30 Haziran 1948 tarihli sirkülerde (16 nolu sirküler), Kremlin’in “YKP’yi ve Tito hükümetini bütünüyle boğmayı” amaçladığını belirtti. Bu sirkülerde, Tito’nun “kişisel olarak yıllarca hizmet ettiği Kremlin’in bürokratik GPU aygıtının eski akıl hocası ve kendi ülkesinde ona enerjik biçimde nasıl karşı konulabileceğini öğrenmiş tam bir bürokrat olduğu” vurgulanıyordu. [5] Ertesi gün ise ünlü “YKP’ye Açık Mektup” yayınlandı. IV. Enternasyonal’in önderliği, “YKP’nin Merkez Komitesi’ne ve bütün üyelerine” hitaben ya-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k II. Dünya Kongresi’nden birkaç ay sonra, Haziran 1948’de, Stalinist bürokrasi içinde bir ilk yaşandı ve Kremlin ile Yugoslavya’daki Tito önderliği arasındaki ipler koptu.

zılmış olan bu mektupta, “Komünist partilerin yayın organlarının onları [Yugoslav Komünistlerini] bir iftira ve hakaret ırmağı içinde yutma peşinde” olduğunu belirtiyor ve onlarla dayanışmasını ilan ediyordu. Bu mektubun en çarpıcı yanı, IV. Enternasyonal Uluslararası Sekreterliği’nin, Yugoslav Stalinistlerin “geçmişte izledikleri yola” takılmadığını ifade etmesiydi. “Tersine”, diyordu Uluslararası Sekreterlik, “biz sizin direnişinizdeki vaadinizle; devrimci bir işçi partisi eliyle Kremlin aygıtına, işçi hareketi içinde bugüne kadar ortaya çıkmış olan bu en büyük bürokratik aygıta karşı başarılı mücadele vaadinizle ilgilenmeyi arzuluyoruz.”[6] Uluslararası Sekreterlik’in bu mektubunda, birkaç gün öncesine kadar Stalinist olarak tanımlanan YKP açıkça “devrimci bir işçi partisi” konumuna yükseltiliyordu. Pablo başkanlığındaki Uluslararası Sekreterlik, 13 Temmuz günü, “YKP’nin Kongresine, Merkez Komitesine ve Üyelerine [ikinci] Açık Mektup”unu kaleme aldı. Uluslararası Sekreterlik, bu mektupta, YKP’li “yoldaşlar”ına, uzun uzun Stalinist partilerin Tito’ya yönelik kampanyasının ikiyüzlülüğünü anlattıktan sonra, SSCB’nin yozlaşması sürecini ele alı-

Tito

yor ve Yugoslav Stalinistlerine “ders” veriyordu. “Yugoslav Komünistleri, yeni bir Leninist enternasyonal için birleşin! Yaşasın Komünizmin Dünya zaferi!” sloganlarıyla biten bu mektupla birlikte, IV. Enternasyonal, ilk kez bir Stalinist partinin “devrimci işçilerin seferberlik odağı haline gelebileceğini ve böylece dünya işçi sınıfı hareketi içindeki şimdiki felç durumunu tek bir darbede bütünüyle değiştirebileceğini” ifade etti. IV. Enternasyonal’in önderliği, Stalinist YKP ve Tito hakkındaki son teşhisi, “sol merkezci” oldu. Pablo bu tespiti 15 Ekim 1949 tarihli Yugoslav Merkezciliğinin Evrimi başlıklı yazısında şöyle ifade ediyordu: “Savaş sırasında, hatta sonrasında özgün bir gelişme yaşayan YKP, kitlelerin devrimci hareketi eliyle beslenen sol merkezci bir eğilimi temsil etmektedir. Onun Stalinist kökeni, elbette, göz önünde bulundurulmalı... bu eğilimin perspektiflerinin yalnızca iyi olmakla kalmayıp dünya komünist devrimi ve uluslararası işçi hareketinin yeniden canlanması için mükemmel bir hale gelip gelmeyeceği … uluslararası proletaryanın aktif yardımına bağlıdır.” [7] Bir süre Kremlin ile emperyalistler arasında manevralar yapan Yugoslav Stalinistleri, Haziran 1950’de Kore Savaşı’nın patlamasıyla birlikte, net bir tavır almak zorunda kaldılar. Belgrad, BM’deki görüşmelerde Kuzey Kore’nin saldırgan olarak tanımlanmasına karşı oy kullanmakla birlikte, General MacArthur’a yetki verilmesine ilişkin kararın oylanmasında çekimser kalarak ABD emperyalizmine örtülü bir destek verdi. IV. Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Komitesi’nin (UYK) 1950 yılının Kasım ayı sonunda yapılan Genişletilmiş Toplantısı’nda, Yugoslavya üzerine yeni bir karar alındı. Ağustos 1951’deki III. Kongre’de kimi değişikliklerle onaylanacak olan bu ka-

45


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Yugoslavyalı Stalinistlere yönelik destek, kuşkusuz, Tito’nun ve yandaşlarının “Marksizme kazanılmasına” hizmet etmeyecek ama Dördüncü Enternasyonal’in genç kadroları içinde ciddi bir kafa karışıklığına ve yanılsama dalgasına yol açacaktı.

46

rarda, “kazanımları 1945-46 yıllarında yaygınlaşıp kurumsallaştırılmış” olan bir “Yugoslav proleter devrimi”nden söz ediliyor ve YKP’nin “kelimenin tam anlamıyla Stalinist bir parti olmaktan çıktığı” tespitini yapıyordu. “Yugoslav devriminin dinamikleri sürekli devrim kuramını bütünüyle doğrulamış”tı! [8] Kısa süre içinde bütünüyle açığa çıkacak olan Pabloculuğun izlerini taşıyan bu karar, Troçki’nin “işçi sınıfı ile köylülüğün devrimci ittifakının yalnızca Komünist partide örgütlenmiş proleter öncünün siyasi önderliği altında sağlanabileceği” vurgusunu bir yana atmaktan; IV. Enternasyonal’in üzerindeki bu görevi Yugoslavyalı Stalinistlere devretmekten başka bir anlam taşımıyordu. Yugoslavyalı Stalinistlere yönelik bu tutum, kuşkusuz, Tito’nun ve yandaşlarının “Marksizme kazanılmasına” hizmet etmeyecek ama IV. Enternasyonal’in genç kadroları içinde ciddi bir kafa karışıklığına ve yanılsama dalgasına yol açacaktı. “Uluslararası işçi sınıfının” Yugoslav “sol merkezcileri”ne aktif yardımını sağlamak için işe koyulan IV. Enternasyonal önderliği, bütün örgütlerini bu amaçla seferber etti ve bu ülkeye heyetler gönderdi.

“Nereye gidiyoruz?” IV. Enternasyonal’in sekreteri Pablo, yaklaşan III. Kongre tartışmaları çerçevesinde Ocak 1951’de “Nereye Gidiyoruz?” başlıklı bir metin kaleme aldı. Pablo, Quatrieme Internationale’in Şubat 1951 tarihli sayısında ve ABD-SİP’nin Mart 1951 tarihli Uluslararası Bilgilendirme Bülteni’nde yayınlanan bu belgenin girişinde, “Savaşın bitmesinden itibaren, ... geçmişte tanık olduğumuz her şeyden temelden farklı bir döneme girilmiş” olduğunu belirttikten sonra şunları yazıyordu: “Hareketimize göre nesnel toplumsal gerçeklik asıl olarak kapitalist rejim ile Stalinist dünyadan oluş-

maktadır. Dahası, biz bundan hoşnut olsak da olmasak da, kapitalizme karşı olan güçlerin ezici çoğunluğu şimdi Sovyet bürokrasisinin önderliği altında ya da onun etkisinde olduğu için, bu iki unsur genel olarak toplumsal gerçekliği oluşturmaktadır.” [9] Pablo’ya göre, kapitalizme damgasını vuran temel özellikler (eşzamanlı olarak ekonomik, toplumsal ve uluslararası düzeylerde devingen, karmaşık ve çelişkiler içeren bir denge üzerine kurulu olması; kapitalizmin kendi içsel işleyişine özgü karşılıklı ilişkilerden kaynaklanan bu dengenin sürekli olarak bozulup yeniden kurulma eğilimi vb.) artık geçerli değildi. Pablo’nun, kapitalizmin işleyişine ilişkin temel Marksist yaklaşımı “artık geçersiz” ilan etmesi ve dünyayı “kapitalist rejim” ve “Stalinist dünya” olarak ikiye bölmesi boşuna değildi. Bu, kapitalizme karşı mücadelede işçi sınıfının ve IV. Enternasyonal’in yerini Stalinist bürokrasiye ve Komünist Partilere devretmesinin kuramsal hazırlığıydı. Pablo, bu belgede, üçüncü bir dünya savaşı tehlikesi karşısındaki yaygın kaygıyı bir histeri noktasına vardırıyor ve bu histeriyi kendi revizyonist tezlerinin gerekçesi haline getirmeye çalışıyordu. O, emperyalizmin SSCB’ye karşı yoğun bir savaş hazırlığı içinde olduğunu ve bu savaşın, özellikle Avrupa’da ve Çin’de başlangıcından itibaren bir iç savaş biçimini alacağını; bu savaşta, Avrupa’nın ve Asya’nın hızla Sovyet bürokrasisinin, komünist partilerin ya da devrimci kitlelerin denetimi altına gireceğini öngörüyordu. Dolayısıyla, savaş, bu kez devrim anlamına gelecekti. Pablo’nun bu savaş-devrim tezinin “devrimci” öznesi ise Kremlin bürokrasisiydi: “Yugoslavya’daki gelişmeler ... Çin devriminin zaferi ve gelişmekte olan diğer sömürge devrimleri (Kore, Vietnam, Burma, Malaya, Filipinler), komünist partilerin belirli koşullarda ana


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pablo, tespitlerini, “emperyalizm ile ilişkilerinde ve özellikle çatışmalarında SSCB önderliğindeki bloğa eleştirel”; sömürgelerde sürmekte olan devrimlere ise “Stalinist ya da Stalinistleştirilmiş önderliklerine rağmen koşulsuz destek” tavrıyla tamamlıyordu.

hatlarıyla devrimci bir yönelimi koruduklarını yani bir iktidar mücadelesine girmek durumunda kaldıklarını göstermiştir... Yugoslavya’dan, Mao Zedung’un yeni Çin’inden ve Asya’da sürmekte olan diğer devrimlerden çıkardığımız en önemli ders, kapitalizme ve emperyalizme karşı kitlelerin devrimci mücadelesi yoluyla elde edilen her zaferi, komünist partilerin önderliğinde olsalar bile, yalnızca ve basitçe Sovyet bürokrasisinin zaferi ile karıştırmamaktır.” [10] Pablo, bu tespitlerini, “emperyalizm ile ilişkilerinde ve özellikle çatışmalarında SSCB önderliğindeki bloka eleştirel”; sömürgelerde sürmekte olan devrimlere ise “Stalinist ya da Stalinistleştirilmiş önderliklerine rağmen koşulsuz destek” tavrıyla tamamlıyordu. Kapitalizmden sosyalizme geçişin birkaç yüzyıl sürecek ve farklı biçimler ve rejimler içerecek uzun bir dönemi kapsayacağını savunan Pablo, bu yolla, Stalinist diktatörlüklere gerekli tarihsel meşruiyeti de sağlarken, Komünist Partilere “derin giriş” taktiğinin de kuramsal zeminini oluşturuyordu. Pablo’nun tezlerine, Ernest Germain’in (Mandel) “IV. Enternasyonal’in II. Dünya Kongresi’nin Stalinizm Sorunu Üzerine Tezlerinde Neyin Değiştirilmesi, Neyin Korunması Gerekiyor? (10 Tez)” [11]başlıklı tartışma belgesi eşlik etti. Mandel, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Kurulu’nun (UYK) Kasım 1950’deki 9. Plenumunda onaylanmış olan bu belgede, Sovyet bürokrasisinin “artık, uluslararası burjuvazi ile proleter dünya devrimi ile yapabileceğinden daha fazla işbirliği” yapamayacağını ilan ediyordu. Ona göre, Stalinist partiler, belirli koşullar altında “siyasi çizgilerini değiştirebilir ve Kremlin’in hedeflerinin ötesine geçerek kitlelerin mücadelesini iktidarın zaptına kadar götürebilirlerdi.” Dolayısıyla, bu partiler, “böylesi koşullar altında, kelime-

nin klasik anlamıyla Stalinist partiler olmaktan çıkarlardı.” (Tez IV) Üçüncü bir dünya savaşı, Mandel’in de gündemindeydi. Sovyet bürokrasisi, “tamamen devrimci bir dönemde ... iki emperyalist blok arasında değil ama birleşik emperyalist cephe ile SSCB, tampon devletler ve sömürge devrimleri arasında” yaşanacak olan III. Dünya Savaşı’nda bütünüyle yeni bir rol oynayacaktı. (Tez VII) Bir tarafında “birleşik emperyalist güçlerin” öte yanında ise “yozlaşmış işçi devletleri”nin yer alacağı bu savaşta, IV. Enternasyonal, “emperyalizmin açacağı savaşa karşı SSCB’yi, tampon bölgeyi, Çin’i, sömürge devrimini ve Yugoslavya’yı açıkça savunmalı” ve “Sovyet bürokrasisinin uluslararası burjuvazi ile birlikte ortadan kalkacağına olan güvenini” korumalıydı. (Tez VII) Bu arada, daha önce ABD-SİP ile birlikte Doğu Avrupa’daki rejimleri burjuva olarak tanımlamış olan Mandel, Stalinist bürokrasinin Kızıl Ordu’nun işgali altındaki ülkelerde gerçekleştirdiği devletleştirmelerin, “deforme” işçi devletlerinin kurulması olduğunu savunmaya başlıyordu. (Tez IX) Mandel, son olarak, destekleyici tek bir kanıt bile sunmadığı şu tespiti yaptı: “Deneyim, bize, bu partilerin [IV. Enternasyonal’in partileri] bir dizi ülkede beklenmedik bir biçimde ortaya çıkabileceğini, hatta devasa devrimci deneyimlerin basıncı altında, bizzat Komünist partilerin kendilerini yenileme/düzeltme yolunda ilk adımları atabileceğini göstermiştir.” (Tez X)

ABD-SİP’in tepkisi ABD-SİP’nin Siyasi Komitesi, 5 Haziran 1951 tarihli tartışma bülteninde, bu yaklaşıma ilişkin çekincelerini özetleyen bir metin kaleme aldı. ABD-SİP, bu belgede şu vurguları yapıyordu: “… 9.) Moskova’nın oynamakta olduğu doğrudan karşı devrimci rol, bir savaş durumunda arka plana çekilmeyecektir. Tersine, bağımsız kitle ha-

47


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Ernest Mandel

Mandel’e göre, Stalinist partiler, belirli koşullar altında “siyasi çizgilerini değiştirebilir ve Kremlin’in hedeflerinin ötesine geçerek kitlelerin mücadelesini iktidarın zaptına kadar götürebilirlerdi.”

48

reketinin Kremlin’in ya da onun egemen olduğu partilerin denetimi dışına çıkmaya yöneldiği her yerde ve durumda gündeme gelecektir… “11.) Stalinist partilerin genel olarak yeniden tanımlanmasına kalkışmak yerine, onların verili her durumdaki somut evrimini; hem Kremlin ile hem de kendi ülkelerindeki kitle hareketi ile ilişkilerini izlemenin tavsiye edilmesi daha doğru olacaktır. Öte yandan, Stalinizm’in karşı devrimci bir güç olduğunu belirten tanımlamamızı yeniden teyit etmek zorunludur. Stalinizm, son savaştan önce ve savaş sırasında ne idiyse sonrasında da aynı olmaya devam etmektedir. O, ulusal reformcu bir bürokrasi ve dünya işçi hareketi içinde emperyalizmin bir ajanıdır. Durumda yeni olan şey, Stalinizm’in rolü değil; Kremlin de dahil, bu partilerin şimdi kendilerini içinde buldukları koşullardır. “… Stalinist partilerin ‘tam olarak reformist olmayan’ partiler biçiminde tanımlanması hem bulanık hem de yanıltıcıdır ve çıkartılmalıdır. “Tezlerde, kapitalist ülkelerdeki Stalinist partilerin savaş zamanında nasıl davranacaklarına ilişkin çözümleme tek yanlı bir eğilim sergiliyor. O, bu tür partilerin belirli koşullarda devrimci bir yönelim sergilemek zorunda kalabileceklerini belirtiyor. Bu [olasılığı] dışlamıyoruz. Ama tam tersi de dışlanamaz. Belirli koşullarda, Stalinistler,

savaşın ortasında bile devrimleri boğmak için çalışabilirler ve çalışacaklardır. İşin bu yanı da en az diğeri kadar vurgulanmalıdır. “13. Bu söylenenlere uygun olarak, taktik yönelimin Stalinizm ile herhangi bir uzlaşma anlamına gelmediğini vurgulamak gerekiyor. Tersine, bu taktikler bizim canlı kitle hareketiyle kaynaşmamızı ve Stalinizm ile daha etkili şekilde savaşmamızı sağlamak üzere tasarlanmaktadır. “16. Mevcut dünya durumunun asıl siyasi özelliği, proleter önderliğin krizidir. Kuruluş Tezlerimizin bu savını yeniden teyit etmek zorunludur. Her şey bu tarihsel görevin yerine getirilmesine bağlıdır. Bu görevin yerine getirilmesinin nesnel koşulları şimdi olgunlaşmıştır ama o, kendiliğinden ve mekanik bir şekilde ya da bizim müdahalemizden ve politikalarımızdan bağımsız biçimde gerçekleşmeyecektir. Önerilen taktiksel adımlar, en tam anlamlarını ve önemlerini bu sorunun çözümüyle bağlantılı olarak elde ederler.” [12] Pablo ile Mandel’in III. Kongre öncesi tartışmalarda açığa vurduğu revizyonist çizgiye yönelik en sert karşı çıkışı ise “Pablo Nereye Gidiyor?” başlıklı bir belgeyle, IV. Enternasyonal’in Fransa şubesi Komünist Enternasyonalist Parti (PCI) yaptı. Ancak PCI’nin, IV. Enternasyonal önderliğinin 9. Plenumunda benimsemiş olduğu Pablocu tezlere yönelik eleştirilerinin uluslararası tartışma bülteninde yayımlanması Mandel tarafından engellendi. Bu eleştiriler, kongreden üç ay sonra, ABD-SİP’in Aralık 1951 tarihli Uluslararası Bilgilendirme Bülteni’nde yayınlanacaktı. IV. Enternasyonal içindeki Pablocu tehlikeyi, ABD-SİP’in eleştirilerine paralel biçimde ama ondan çok daha açık ve sert bir üslupla ifade eden Lambert önderliğindeki PCI çoğunluğu ile Pablo ve onun PCI içindeki yandaşları arasında, uzunca süredir,


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k kapitalizmin mutlak çöküşü, Yugoslavya, kitleselleşme yönelimi (“derin giriş”) gibi birçok konuda tartışma yaşanıyordu. III. Kongre’de kendisine karşı cepheden tavır alan PCI ile siyasi tartışma yoluyla baş edemeyen Pablocular, bu partinin önderliğini ve onu destekleyen çoğunluğunu 1952’de IV. Enternasyonal’den ihraç edecekti.

III. Dünya Kongresi (1951)

Pablocu Uluslararası Sekreterlik tarafından hazırlanmış olan “Halk Demokrasileri” üzerine karar taslağı, Doğu Avrupa’daki devletleri “deforme işçi devletleri” olarak tanımlıyor; bu ülkelerde de -SSCB’deki gibibürokrasi karşıtı siyasi devrimlerin geçerli olduğunu belirtiyordu.

IV. Enternasyonal’in III. Kongresi, 1951 yılı Ağustos sonu ile Eylül başında İsviçre’de gerçekleşti. Pablocu önderliğin kongreye sunduğu siyasi rapor, Pablo’nun yayımlamış olduğu “Nereye Gidiyoruz?” adlı belgenin neredeyse tekrarıydı. Raporda, 1946 ön konferansına ve 1948’deki II. Kongre’ye damgasını vuran “kapitalizmin mutlak çöküşü” yaklaşımı terk edilmişti. Rapor, asıl olarak, “emperyalizmin hızlanan savaş hazırlıkları”nı ve “Asya’daki devrimci başkaldırı”yı ön plana çıkartıyor; yeni bir emperyalist savaşın en baştan uluslararası bir iç savaşa dönüşeceğini“ ilan ediyordu. İşçi sınıfının Kremlin’in bürokratik denetiminden kurtulacağı varsayılan bu savaş-devrim, sosyalist devrimin emperyalizm ve Stalinizm üzerindeki egemenliğiyle sona erecekti. Pablocu Uluslararası Sekreterlik tarafından hazırlanmış olan “Halk Demokrasileri” üzerine karar taslağı, Doğu Avrupa’daki devletleri “deforme işçi devletleri” olarak tanımlıyor; bu ülkelerde de -SSCB’deki gibibürokrasi karşıtı siyasi devrimlerin geçerli olduğunu belirtiyordu. Bu ülkeler için yükseltilen slogan, “bağımsız sosyalist cumhuriyetlerin gönüllü federasyonu” idi. Uluslararası Sekreterliğin bütün bu önerilerini kabul edip karar altına alan Kongre, Yönelim ve Perspektifler Üzerine Tezler’i onaylayarak, Pablo’nun Stalinizmin devrimci olabileceği biçimindeki revizyonist

görüşlerinin IV. Enternasyonal içinde kök salmasının yolunu açtı. III. Dünya Kongresi, IV. Enternasyonal’in şubelerine şu yönelimi sunuyordu: “Reformist partilerin … proletaryanın büyük çoğunluğu için çekim gücü olduğu ülkelerde (İngiltere, Belçika, Avustralya), onların saflarında bilinçli bir sol kanat geliştirmek ve örgütlemek için bu örgütlere eklemlenmeye çalışmalıdır. “İşçi sınıfının çoğunluğunun hala Komünist Partileri izlediği ülkelerde … bu partilerin saflarında ve onların etkilediği kitlelerin içinde daha sistematik bir çalışmaya yönelmelidir. “’Halk Demokrasileri’ ülkelerinde … öncelikle savaş durumunda gelişecek olan devrimci olanaklardan yararlanmak için, kendilerini Komünist Partilere eklemlemeye; oralarda ve kitlesel proleter örgütlerde kalmaya çalışmalıdır. “Çin’de … mümkün olan her yerde Komünist Partiye girmeye; bu partinin proletaryadan yana ve anti bürokratik yönelişini destekleyebilecek somut bir program oluşturmaya çalışmalıdır. “Komünist Partilerin kitle hareketine önderlik etmediği diğer bütün Asya ülkelerinde de Komünist Partilerin ve onların etkilediği örgütlerin içinde ça-

49


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k lışmaya yönelmeli” [13]

“Dönüm noktası”

Troçki ve yoldaşlarının 1933’ten başlayarak savundukları ve Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş gerekçesini oluşturan Stalinizm’in reforme edilemez karşı devrimci karakterine ilişkin bütün temel pozisyonlar terk ediliyordu.

50

Pablocu önderliğin elindeki IV. Enternasyonal’in yayın organının KasımAralık 1951 tarihli sayısındaki başyazının başlığı, yeni durumu bütün çıplaklığıyla ifade ediyordu: “IV. Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi: Enternasyonalizmde bir dönüm noktası”. Bu başyazı, “Bütün dışsal görünümleriyle hala Stalinist olan Yugoslavya ve Çin’deki gibi partiler, eski rejimlere karşı başarılı devrimlere önderlik ettiler. Bu partiler, bu gerçeklik dolayımıyla, Stalinist olmaktan; yani Kremlin’in basit ajanları, Sovyetler Birliği ile kapitalist hükümetler arasında uygun diplomatik ilişkilere ulaşmada baskı araçları olmaktan çıkmıştır. (...) Yugoslavya’da, Stalinist yöntemlerle eğitilmiş ve on yıl boyunca onları uygulamış olan rejimin önderleri, bir bütün olarak, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik sistemi mahkum eder; birçok yönden Lev Troçki’ninkine paralel işçi demokrasisi düşüncesini ve planlarını savunur duruma gelmiştir.” [14] Böylece, Troçki ve yoldaşlarının 1933’ten başlayarak savundukları ve IV. Enternasyonal’in kuruluş gerekçesini oluşturan Stalinizm’in reforme edilemez karşı devrimci karakterine ilişkin bütün temel pozisyonlar terk ediliyordu. Dahası, Bu kongrede Mandel tarafından sunulan tezler, işçi sınıfının bağımsız önderliği üzerine kurulu merkezi bir dünya devrimi stratejisini terk ediyor; merkezi bir parti olarak enternasyonali, verili ulusal koşullar eliyle belirlenen oportünist taktiklerin yönlendirdiği ulusal partilerin aritmetik toplamına dönüştürmeyi öngörüyordu. III. Kongre’de benimsenen “Yönelim ve Perspektifler Üzerine Tezler”, IV. Enternasyonal’in şubelerinin bulundukları ülkelerdeki işçi hareketi üzerinde egemen olan, Stalinist, sosyal demokrat, burjuva ulusalcı ya da küçük

burjuva radikal her türden siyasi güce siyasi olarak tabi kılınması anlamına geliyordu. Pablocu önderliğin uygulamaya koyduğu bu oportünist yöneliminin işçi sınıfı ve emekçiler açısından son derece yıkıcı sonuçları, sonraki on yıllar içinde, Latin Amerika’dan Sri Lanka’ya, Fransa’ya ve nihayet bürokratik diktatörlüklerin çöküşüne kadar, bütün dünyada yaşanacaktı. 1951’deki III. Kongre sonrasında, başta Fransa şubesi Enternasyonalist Komünist Parti (PCI) olmak üzere, Pablocu hizibin muhalifleri, kongrede ifade ettikleri tezlerini kapsamlı bir çözümleme üzerinden geliştirme yönünde herhangi bir çaba sergilemiyor; asıl olarak kendi şubelerindeki sorunlarla uğraşıyordu. Görünürde, IV. Enternasyonal içinde her şey yolunda gidiyordu. Ama yalnızca görünürde... III. Kongre’de benimsenen Stalinizme uyarlanma yöneliminin Sri Lanka’dan başlayarak birçok şubede Komünist Partilere geçişlere yol açtığı bu dönemde, Pablo ile Mandel, orada benimsenmiş olan revizyonist tezleri yaşama geçirme gayreti içinde, IV. Enternasyonal’in ulusal şubelerini Stalinist partilere ve ulusalcı cephelere katılmaya zorlamak için ellerinde bulundurdukları Uluslararası Sekreterlik kurumundan olabildiğince yararlandılar. Ancak asıl belirleyici mücadele, IV. Enternasyonal’in en önemli partisi olan ve onunla resmi üyelik ilişkisi savaşın hemen sonrasında çıkan bir yasa eliyle engellenen ABD-SİP içinde verildi. McCarthyism’in yükseldiği o dönemde ABD-SİP’in durumu giderek zorlaşıyor, partinin çoğunluğu temel Troçkist pozisyonları korurken, Pablocu revizyonizmin açtığı yola girme çabası içinde bir azınlık eğilimi kendini göstermeye başlıyordu. Kendisini hiçbir belgede ifade etmemiş olan Cochran-Clarke-Bartell önderli-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k ğindeki bu eğilim, III. Kongre’nin ardından, Cannon önderliğindeki çoğunluğa karşı sürdürdüğü parti içi mücadelede Pablocu tezlere sarılıyor ve “III. Dünya Kongresi’nin Pablo tarafından temsil edilen çizgisinin gerçek temsilcileri olduklarını” ve “Pablo’nun da onları desteklediğini” öne sürüyorlardı.[15] Bu iddia doğruydu. Cochrancıların muhalefeti, ABDSİP’in Mayıs 1953’teki Ulusal Komite Plenumu ile birlikte iyice sertleşti ve partinin pratik faaliyetini engellemeye başladı. ABD-SİP içindeki mücadele sürecinde, Stalinizm üzerine iki belge yayınlandı. Bunlardan biri, Cannon’ın desteklediği Hansen’e diğeri ise Cochrancı muhalefetten Frankel’e aitti. Pablo, Novack’a yazdığı mektubunda, Hansen’in belgesinin fazlasıyla kaba olduğunu ve ayrıntıları abarttığını belirtmekle ve Cannon’un onu desteklemede acele ettiğini söylemekle birlikte, Cochrancıların belgesine ilişkin bir yorumda bulunmamıştı. Ama onun Frankel’in belgesine açık desteğini ifade etmesi uzun sürmeyecekti. Cannon’un 1953 yazında ve sonbaharında yazdığı mektuplar, bir yanıyla, ABD-SİP önderliğinin PabloJames P. Cannon culuğa karşı açık mücadeleye hazırlandığını gösterirken, aynı zamanda, onun III. Kongre kararlarının ardında yatan temel eğilimi kavramamış olduğunu sergiliyordu. Örneğin, Cannon, Sam Gordon’a yazdığı 4 Haziran 1953 tarihli mektubunda, III. Kongre’nin kabul ettiği belgeleri “yazılmış oldukları gibi” kabul ettiklerini ve orada “yazılı olarak açık biçimde belirtilmemiş olanlarının herhangi bir özel yorumuna karşı çıktıklarını” belirtiyordu: “Eğer satır aralarında, bizim atladığımız ya da görülmeyen mürekkeple, herkesin bilmediğini bilip açıklayan özel bir papazlar kastı tarafından deşifre edilmek üzere yazılmış herhangi

bir şey varsa, o bölümü kabul etmeyiz. Biz papazlara inanmıyoruz. Bizim, Katolik papazların meslekten olmayan cahil insanlara İncil’i açıkladığı gibi bize kararları açıklayacak, sırları ya da özel yorumları bilen özel temsilcilere ihtiyacımız yok.” Bu arada, IV. Enternasyonal önderliğinin IV. Kongre için hazırladığı “Stalinizmin Yükselişi ve Çöküşü” başlıklı belge ipleri iyice gerdi ve ABD-SİP’in Ulusal Komitesi’nin 5 Ekim 1953 tarihli memorandumu yayınlamasına yol açtı. ABD-SİP, bu memorandumda, söz konusu belgenin “gerçek durumu çarpıtan bir çözümleme yöntemine” sahip olduğunu ve IV. Enternasyonal’i “geleneksel çizgisinden uzaklaştıran siyasi sonuçlara yol açtığını” belirtiyordu. Artık, IV. Enternasyonal’in Pablocu önderliği ile açık hesaplaşma kaçınılmazdı. Çatışma, Cochran önderliğindeki Pablocu hizip, partinin New York’taki 25. Kuruluş Yıldönümü etkinliğini örgütlü olarak boykot edince, parti faaliyetini sabote etmekten dolayı ABD-SİP’in 78 Kasım tarihli plenumunda partiden ihraç edilmesiyle, ABD’de başladı. Bu arada, Kremlin bürokrasisinin Doğu Avrupa’daki egemenliğini sağlama almış gibi göründüğü 1953 yılında, iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan biri, Stalin’in, Mart 1953’te kuşkulu biçimde aniden ölmesi ve Sovyet bürokrasisi içindeki hizip çatışmasında, bu kanlı diktatörün sağ kolu ve polis şefi olan Lavrenti Beria’nın iktidardan uzaklaştırılarak idam edilmesiydi. Kremlin’deki bürokratların en akıllıları, işçi sınıfının hem SSCB içinde hem de uydu ülkelerde giderek artan hoşnutsuzluğu karşısında iktidarlarını Stalin’in eski kaba yöntemleriyle sürdüremeyeceklerini görmeye başlamışlardı. Nitekim Kremlin bürokrasisinin bu kaygısı, Doğu Alman işçi sınıfının Stalinist bürokrasiye karşı 17 Haziran 1953’te başlattığı ayaklan-

51


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k ABD-SİP’in önderlerinden James P. Cannon tarafından hazırlanan ”Açık Mektup“, aynı zamanda, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) kurulmasına giden yolun ilk adımıydı.

mayla doğrulandı. Bununla birlikte, Stalinist bürokrasi içinde yaşanan hesaplaşma, Kremlin bürokrasisinin işçi sınıfına yönelik yöntemlerinde köklü bir değişikliğin ifadesi değildi. O, Doğu Alman işçi sınıfına karşı, en etkili ve gerici silahı olan Kızıl Ordu’ya başvurdu ve ayaklanmayı bastırdı. Bu, IV. Enternasyonal’in Pablocu önderliğinin Stalinist bürokrasinin “uydu ülkelerde devrimci rol oynadığı” iddiasını paramparça eden bir gelişmeydi. Ama Pablo ve izleyicileri, Doğu Alman işçi sınıfının ezilmesinden gerekli dersleri çıkartmak şöyle dursun, Kremlin’in yeni efendileri hakkındaki “öz reform” hayallerini körüklemeye devam ettiler.

“Açık Mektup” IV. Enternasyonal içinde hızla gelişen hizip mücadelesi, Cochrancıların ABD-SİP’ten ihraç edilmesinden sonra yeni bir boyut kazandı ve Uluslararası Sekreterliğin 15 Kasım 1953’te, bütün IV. Enternasyonal şubelerine gönderdiği bir mektupla[16] birlikte, artık geri dönülmez noktaya ulaştı. M. Pablo, P. Frank ve E. Germain (Mandel) imzalı bu mektupta, ABD-SİP çoğunluğunun “Enternasyonal’in çizgisine bağlı olduğunu ilan eden azınlığı” ihraç etmesi, onun “uluslararası hareketin en temel kurallarına, geleneğine ve aynı zamanda önderliğine sinik biçimde başkaldırması” olarak tanımlanıyordu. Bu, “Enternasyonal’in bütünlüğüne yönelik son derece iğrenç bir operasyonun başlatılması” idi. Mektuba göre, “Uluslararası Cannoncu hizip, Enternasyonal’in IV. Kongresi tartışmalarının ve hazırlıklarının ortasında hareketi bölmeyi önceden planlamış”tı ve “Uluslararası Sekreterlik aylardır sürmekte olan bu korkunç planın farkında”ydı. Pablocu önderlik, bu mektupta, III. Kongrenin ve orada neredeyse oybirliğiyle alınan kararların, “Enternasyonal’in evrimindeki en yüksek noktayı

52

ifade ettiğini“ vurguluyor; Cannon, Stein, Warde ve Burns’ün kısa süre öncesine kadar bu çizgiyi “övdükleri hatta yücelttikleri” belirtiliyordu. Uluslararası Sekreterlik, ABD-SİP önderliğinin ve izleyicilerinin “hareketin eski örgütsel şeması içinde yetişmiş ve eski düşüncelere ve şemalara saplanmış” olduğunu ve “merkezi bir dünya partisine gerçekten uyarlanmaya karşı ciddi biçimde direndiklerini” belirtiyordu. Pablo-Mandel-Frank üçlüsüne göre, “Bir zamanlar, Sovyetler Birliği konusunda bozgunculara karşı Troçkizmi savunmuş olan Cannon ... şimdi Stalinofobik sekterlerin başına geçmiş”ti. IV. Enternasyonal, “ilkelerinden ödün vermeyecek; Cannon’un gerçekleştirdiği ya da Burns’ün İngiltere’de hazırlık yaptığı ihraçlara asla izin vermeyecek”ti. Bu, Pablocu önderlik ile Cannon önderliğindeki Marksist muhalefet arasındaki iplerin artık bütünüyle koptuğunun ilanıydı. ABD-SİP, Pablocu Uluslararası Sekreterliğin bu mektubundan bir gün sonra, 16 Kasım 1953 tarihinde, IV. Enternasyonal’in yönetimindeki Michel Pablo önderliğindeki revizyonist tasfiyeci eğilime karşı açık mücadelede çağrısı yapan bir mektup yayınladı. ABD-SİP’in önderlerinden James P. Cannon tarafından hazırlanan ”Açık Mektup“, aynı zamanda, IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) kurulmasına giden yolun ilk adımıydı. Cannon, bu mektupta, IV. Enternasyonal’in Avrupalı önderliğine önceki yıllar boyunca verdikleri “eleştirisiz destek” konusunda kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra, bu tavrın “Dördüncü Enternasyonal’in yönetiminde Troçkizmin temel programını terk etmiş olan denetlenemez ve gizli bir kişisel hizip oluşturma yolunun açılmasına yardımcı” olduğunu belirterek, bir anlamda özeleştiri veriyordu. Pablo etrafında oluşturulmuş bu hizip, “şimdi, Troçkizmin çok sa-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Nitekim IV. Enternasyonal’in Britanya, Fransa, Yeni Zelanda ve İsviçre şubeleri bu mektuptan bir hafta sonra, 23 Kasım 1953’te düzenledikleri bir toplantıda, IV. Enternasyonal’i Pablocu tasfiye girişimine karşı korumak amacıyla IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni (DEUK) kurma kararı aldılar.

yıda ülkede tarihsel olarak yarattığı kadroları dağıtmak, bölmek ve koparmak ve Dördüncü Enternasyonal’i tasfiye etmek için, bilinçli ve planlanmış biçimde” faaliyet gösteriyordu.[17] Pablocuların Stalinist bürokrasiye uyarlanma çizgisini ve “Stalinist Komintern tarzı” uygulamalarını teşhir eden Açık Mektup, ne Pablocuların iddia ettikleri gibi basit bir “örgütsel manevra” idi ne de IV. Enternasyonal’in Pablocu önderliğinin Cochrancı eğilime verdiği desteğe ya da yukarıda aktardığımız mektubuna yönelik basit bir tepkiden ibaretti. O, IV. Enternasyonal’de, II. Dünya Savaşı sonrası özgün koşullar içinde ortaya çıkmış olan ve alttan alta derinleşen çelişkilerin kaçınılmaz hale getirdiği bir yol ayrımının ilanıydı.

DEUK’un kurulması Nitekim IV. Enternasyonal’in Britanya, Fransa, Yeni Zelanda ve İsviçre şubeleri bu mektuptan bir hafta sonra, 23 Kasım 1953’te düzenledikleri bir toplantıda, IV. Enternasyonal’i Pablocu tasfiye girişimine karşı korumak amacıyla IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni (DEUK) kurma kararı aldılar. “Her bir ülkede, Lenin tarafından geliştirilmiş türde devrimci sosyalist bir parti; yani, demokrasi ile merkeziyetçiliği diyalektik olarak birleştirme … yeteneğine sahip savaşçı bir parti kurmanın zorunlu” olduğunu vurgulayan kararda, “Enternasyonal’in birliğinden ve kendi ulusal şubesinin geleceğinden kaygı duyan her sorumlu kadronun, her Troçkist militanın, Pablocu gaspçıların revizyonist ve tasfiyeci merkezi ile IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi arasında açıkça ve hızla tercih yapması gerektiği” belirtiliyordu. [18] Açık Mektup’un yayımlanması ile DEUK’un kurulması, IV. Enternasyonal’in Marksist kuruluş ilkelerinin bir yana bırakılmasına ve dünya partisinin Pablocu önderlik eliyle tasfiyesi tehlikesine karşı başkaldırıyı ifade eden,

yaşamsal öneme sahip bir adımdı. Bununla birlikte, ABD-SİP önderliğindeki Marksistler, bu adımı, Nisan 1948’deki II. Kongre’den ve Uluslararası Sekreterliğin Yugoslavya üzerine kararlarından başlayarak 1951’deki kongreye damgasını vuracak şekilde yıllar içinde biçimlenmiş olan Pablocu revizyonizme karşı yeterli ideolojik-siyasi hazırlıkları yapmadan atmak zorunda kalmışlardı. Sonraki yılların gelişmeleri ışığında, bugünden geçmişe baktığımızda, Cannon önderliğindeki Troçkistlerin bu mücadeleye, Pablocu revizyonizmin maddi temellerine ilişkin kapsamlı bir kuramsal çözümlemeyle başlamamış olmasının ne denli önemli bir eksiklik olduğunu ve ne tür sorunlara yol açtığını görebiliyoruz. Bu anlamda, IV. Enternasyonal içindeki Marksistlerin, Pablocu revizyonizme karşı mücadele bayrağını açmakta geç kalmış olduğunu; bu tehlikeyi, ancak IV. Enternasyonal’in tasfiyesi somut bir olgu haline geldiğinde fark edip harekete geçtiklerini söyleyebiliriz. Nitekim, Pabloculuğa karşı mücadelede sahip olunan ideolojik ve siyasi eksiklikler, ulusalcı küçük burjuva akımların (Morenoculuk ve Lambertçilik) DEUK içinde kendilerine şu ya da bu şekilde bir yer bulmasına, ABD-SİP’in 1963’te Pabloculara katılmasına ve ulusalcı oportünist sapmaların bizzat DEUK’un içinde farklı biçimler altında ortaya çıkmasına yol açacaktı. Bununla birlikte, sınıflar mücadelesinin, devrimci önderlikleri, çoğu zaman, burjuvaziye ya da kendi içlerindeki küçük burjuva revizyonist ve oportünist sapmalara karşı açık mücadeleye “yeterince” hazırlık yapmadan girmek zorunda bıraktığını biliyoruz. Dolayısıyla, Cannon önderliğindeki Troçkistleri, Pablocu revizyonizme karşı mücadeleye girmeden önce aylar sürecek kuramsal hazırlıklar yapmadıkları için eleştirmek, Marksistlerin işi olamaz.

53


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k DEUK’un kurucularının eleştirilmesi gereken yanı, Pablocu tasfiyeciliğe karşı “erken” mücadeleye girmemiş olmaları değil; bu mücadelenin kuramsal çözümlemesini sonraki yıllarda yapmamış ve kadrolarını bu tarihsel deneyimle donatmamış olmalarıdır. Nitekim Pabloculuk ile kapsamlı kuramsal hesaplaşmanın yaşanmamış olması, hem ABD-SİP’in 1963’te bu akıma teslim olmasında hem de o tarihlerde DEUK’u ve IV. Enternasyonal’in kuruluş ilkelerini savunan Heally önderliğindeki Britanya şubesinin 1970’lerden başlayarak ulusalcı yozlaşmasında belirleyici rol oynayacaktı. devam edecek HHHH Dipnotlar: [1]The USSR and Stalinism - Resolution Adopted by the Second Congress of the Fourth International—Paris, April 1948 Fourth International, New York, Cilt IX, No. 4, Haziran 1948, syf. 110-128 [2]Age. [3]The USSR and Stalinism - Resolution Adopted by the Second Congress of the Fourth International—Paris, Nisan 1948 Fourth International, New York, Cilt IX, No. 4, Haziran 1948, syf. 110-128 [4]Age. [5]Prometheus Research Series No. 4, New York, 1993 [6]Age. [7]Evolution of Yugoslav Centrism, Michel Pablo, Fourth International, Cilt X, Sayı 10 (No.100), Kasım 1949 (IV. Enternasyonal’in aylık yayını) [8] “Resolution on the Yugoslav Revolution and the Fourth International, “Circulaire du S.I.: à toutes les sections de la IVe Internationale,” 15 November 1950, Supplement No. 158 to La Vérité No. 260, syf. 13-14, 16’dan aktaran Jan Norden: Yugoslavia, East Europe and the Fourth International: The Evolution of Pabloist Liquidationism, Ağustos 1992 (Mart 1993’te gözden geçirildi), Kaynak: Pro-

54

metheus Research Library, Prometheus Research Series No. 4, New York, 1993 [9]Michel Pablo, Where Are We Going? SWP-International Information Bulletin, Mart 1951 [10]Michel Pablo, Where Are We Going? SWP-International Information Bulletin, Mart 1951 [11]Mandel’in “10 Tez”i, ABD-SİP’nin Nisan 1951 tarihli Uluslararası Bilgilendirme Bülteninde yayımlandı. [12]ABD-SİP Siyasi Komitesi’nin uluslararası perspektifler üzerine tartışmaya katkısı, 5 Haziran 1951; 3 - 17 ve 19 - 24 sayılı belgeler. SİP’nin İç Bültenlerinde ve Uluslararası Komite’nin Uluslararası Bültenlerinde yayımlandı [13]Theses on Orientation and Perspectives, Fourth International, Volume 12, No. 6, November-December 1951, pages 184-189 [14] A Milestone in Internationalism, Fourth International, New York, Volume 12, No. 6, November-December 1951 [15]Struggle in the Fourth International, International Committee Documents 1951-1954, Cilt 1, syf. 49-50 [16]Uluslararası Sekreterlik Bürosu’nun bütün şubelerin önderliklerine mektubu, 15 Kasım 1953; ABD-SİP’nin İç Bültenlerinde ve Uluslararası Komite’nin Bültenlerinde yayımlandı. http://www.marxists.org/history/etol/document/fi/1950-1953/ic-issplit/24.htm [17]Troçkistlere Açık Mektup, Cannon, Bu mektup ilk kez ABD Sosyalist İşçi Partisi’nin yayın organı Militant’ın 16 Kasım 1953 tarihli sayısında yayımlandı. [18]Uluslararası Komite’yi Kurma Kararı, 23 Kasım 1953, ABD – SİP İç Bülteni, Belge No: 16


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

uluslararası komite’yi kurma kararı belge

tedir. Dördüncü Enternasyonal, başlangıcından beri, Stalinizmin SSCB’nin içinde ve dışında devrimci biçimde alaşağı edilmesini başlıca görevlerden biri olarak belirlemiştir. (6) Dördüncü Enternasyonal’in birçok şubesinin ve onun programına yakınlık duyan partilerle grupların esnek taktiklere olan gereksinimi, onların hem Stalinizme teslim olmaksızın emperyalizme ve onun küçük burjuva ajanlarına (ulusal oluşumlar ya da sendika bürokrasileri gibi) karşı hem de emperyalizme teslim olmadan -son tahlilde emperyalizmin küçük burjuva ajanı olan- Stalinizme karşı nasıl mücadele edilebileceğini bilmelerini daha da zorunlu kılmaktadır. Lev Troçki tarafından oluşturulmuş bu temel ilkeler, günümüz dünyasının giderek karmaşıklaşan ve değişken siyasi ortamında geçerliliklerini bütünüyle korumaktadır. Gerçekte, devrimci durumların her durumda Troçki’nin öngördüğü gibi ortaya çıkması, bir zamanlar günün canlı gerçekleriyle doğrudan bağlantılı olmayan uzak soyutlamalar gibi görünen şeylere, şimdi tam bir somutluk kazandırmıştır. Gerçek olan şu ki, bu ilkeler, hem siyasi çözümlemede hem de pratik eylem sürecinin belirlenmesinde şimdi giderek artan bir güç kazanmıştır. 2. Biz, bütün çabasını Troçkizmin revizyonuna, Enternasyonal’in tasfiyesine ve onun kadrolarını imhasına adayan Pablocu gaspçıların Uluslararası Sekreterliğinin bu ilkelerin gücünden yoksun olduğunu düşünüyoruz. 3. Enternasyonal’in Troçkist güçlerinin büyük çoğunluğunu temsil eden bizler, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni kurmaya karar verdik. 4. Dördüncü Enternasyonal’in bütün şubelerinin önderliklerini, Troçkist programı ve Enternasyonal’in güçlerinin çoğunluğunu temsil eden bu önderlikle ilişki kurmaya çağırıyoruz. Enternasyonal’in birliğinden ve kendi ulusal şubesinin geleceğinden kaygı duyan her sorumlu kadro, her Troçkist militan, Pablocu gaspçıların revizyonist ve tasfiyeci merkezi ile Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi arasında açıkça ve hızla tercih yapmak zorundadır. 23 Kasım 1953

Dördüncü Enternasyonal’in İngiliz, Fransız, Yeni Zelanda ve İsviçre şubeleri, aşağıdaki kararları almışlardır: I. Sosyalist İşçi Partisi’nin Ulusal Komitesi’nin bütün dünyadaki Troçkistlere çağrısındaki temel çizgiyle ve özellikle orada Troçkizmin programatik temellerine ilişkin tanımlamayla dayanışmamızı açıklıyoruz: (1) Kapitalizmin can çekişmesi, kötüleşen depresyonlar, dünya savaşları ve faşizm gibi barbarca olgular dolayımıyla, uygarlığı yıkımla tehdit etmektedir. Nükleer silahların geliştirilmesi, bugün, bu tehdidi, olabilecek en vahim biçimde vurgulamaktadır. (2) Uçuruma gidiş, yalnızca, kapitalizmin yerini dünya çapında sosyalizmin planlı ekonomisinin almasıyla; kapitalizmin ilk döneminde açılmış olan ilerleme çevriminin bu yolla yeniden başlatılmasıyla önlenebilir. (3) Bu, yalnızca, toplumdaki tek gerçek devrimci sınıf olan işçi sınıfının önderliği altında başarılabilir. Ancak, toplumsal güçlerin dünya çapındaki ilişkileri işçilerin iktidar yolunu tutması için hiç bir zaman bugünkü kadar uygun olmamasına rağmen, bizzat işçi sınıfı bir önderlik kriziyle karşı karşıyadır. (4) İşçi sınıfı, bu dünya-tarihsel amacı gerçekleştirme yönünde örgütlenmek için, her bir ülkede, Lenin tarafından geliştirilmiş türde devrimci sosyalist bir parti; yani, demokrasi ile merkeziyetçiliği diyalektik olarak birleştirme (kararların alınmasında demokrasi, onları uygulamada merkeziyetçilik, üyelerce denetlenen bir önderlik ve görevleri ateş altında disiplinle yerine getirecek üyeler) yeteneğine sahip savaşçı bir parti inşa etmek zorundadır. (5) Bunun önündeki başlıca engel, 1917 Ekim Devrimi’nin saygınlığını sömürerek işçilerin sempatisini kazanan, ardından da güvenlerine ihanet ederek onları sosyal demokrasinin, duyarsızlığın ya da kapitalizme ilişkin yanılsamaların kollarına atan Stalinizmdir. Bu ihanetlerin cezası, faşist ve monarşist güçlerin sağlamlaşması ve kapitalizm eliyle hazırlanıp teşvik edilen yeni savaşların pat- *Bu belge, Uluslararası Komite’nin Uluslararası Büllaması biçiminde işçi sınıfı tarafından ödenmek- ten’inde yayımlandı.

55


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

bütün troçkistlere açık mektup

S

Sevgili yoldaşlar,

osyalist İşçi Partisi Ulusal Komitesi’nin 25. Yıldönümü Plenumu, ABD’deki Troçkist hareketin kurulmasının 25. yıldönümünde, dünyanın dört bir yanındaki öğretiye bağlı Troçkistlere devrimci sosyalist selamlarını gönderir. belge Sosyalist İşçi Partisi (SİP), Demokratların ve Cumhuriyetçilerin çıkarttığı demokratik olmayan yasadan dolayı artık, sosyal demokratların İkinci Enternasyonal’i ve Stalinistlerin Üçüncü Sosyalist İşçi Partisi (ABD) Enternasyonal’i tarafından ihanet edilmiş olan programı sürdürmek ve yaşama geçirmek amacıyla Lev Troçki tarafından kurulmuş Ulusal Komitesi’nin olan Sosyalist Devrimin Dünya Partisi Dördüncü Enternasyonal’in 25. Yıldönümü üyesi değil. Buna rağmen, bizler, şehit edilmiş önderimizin rehberPlenumu’ndan Bütün liğinde kurulmuş olan dünya çapındaki örgütün esenliğiyle yakınTroçkistlere Mektubu dan ilgileniyoruz. Herkesçe bilindiği gibi, öncü Amerikalı Troçkistler, 25 yıl önce, Troçki’nin Kremlin tarafından yayımlanması yasaklanmış olan programını dünya kamuoyunun gündemine getirmişlerdi. Bu eylem, Stalinist bürokrasinin Troçki’ye dayatmış olduğu yalıtılmışlığın kırılmasında ve Dördüncü Enternasyonal’in temelinin atılmasında belirleyici oldu. Troçki, bundan kısa süre sonra başlayan sürgünüyle birlikte, SiP önderliği ile ölümüne kadar sürecek yakın ve güvenilir bir işbirliğine girdi. Bu işbirliği, bir dizi ülkede devrimci sosyalist partilerin örgütlenmesinde ortak çabaları içerdi. Bu, bildiğiniz gibi, 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasıyla sonuçlandı. Dünya Troçkist hareketinin bugünkü programının temel taşı olmayı sürdüren Geçiş Programı, Troçki tarafından, SİP’in önderleriyle işbirliği içinde yazılmış ve onun isteği üzerine, yine onlar tarafından, onaylanmak üzere Kuruluş Kongresi’ne sunulmuştu. Troçki ile SİP önderliği arasındaki işbirliğinin yakınlığı ve mükemmelliği, 1939-40 yıllarında, Burnham ve Shachtman önderliğindeki küçük burjuva muhalefete karşı gerçek Troçkist ilkelerin savunusu uğruna verilen mücadelenin kayıtlarından anlaşılabilir. Bu kayıtlar, Dördüncü Enternasyonal’in geçtiğimiz 13 yıl içindeki biçimlenmesinde önemli etkide bulunmuştur. SİP, Troçki’nin Stalin’in gizli polis ajanlarından biri tarafından öldürülmesinden sonra, onun öğretisinin savunusunda önderliği aldı. Biz, önderliği bir tercihten dolayı değil, gereklilik sonucunda aldık; zira İkinci Dünya Savaşı, başta Nazi işgali altındaki AvruBu mektup ilk kez ABD Sosyalist pa’da olmak üzere, birçok ülkede öğretiye bağlı Troçkistleri yeralİşçi Partisi’nin yayın organı The tına çekilmeye zorlamıştı. Biz, gerçek Troçkizmin bayrağını zorlu Militant’ın 16 Kasım 1953 tarihli savaş yılları boyunca yüksekte tutmak için Latin Amerika, Kanada, sayısında yayımlandı. İngiltere, Seylan, Hindistan, Avustralya ve başka yerlerdeki Troç-

56


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Lenin tarafından geliştirilmiş türde devrimci sosyalist bir partinin; yani, demokrasi ile merkeziyetçiliği diyalektik olarak birleştirme yeteneğine sahip mücadeleci bir partinin kurulması gerekiyor.

kistlerle birlikte, elimizden gelen herşeyi yaptık. Savaşın sona ermesiyle birlikte, Dördüncü Enternasyonal’in örgütsel olarak yeniden yapılanmasını üstlenen Avrupa Troçkizminin yeraltından çıkmasını memnuniyetle karşıladık. Dördüncü Enternasyonal’in üyesi olmamız gerici yasalar eliyle engellendiği için, hareketimize Troçki tarafından miras bırakılmış olan büyük geleneği sürdürme kapasitesine sahip bir önderliğin ortaya çıkmasına büyük umut bağladık. Dördüncü Enternasyonal’in Avrupa’daki yeni ve genç önderliğine tam güven duyulmasını ve ona destek verilmesi gerektiğini düşündük. Bu yoldaşlar, yaptıkları ciddi yanlışları kendi başlarına düzelttiklerinde, izlediğimiz yolun doğru olduğu duygusuna kapıldık. Bununla birlikte, şimdi kabul etmemiz gerekir ki, diğerleriyle birlikte üzerinde anlaştığımız, önderliği keskin eleştiriden muaf tutma tavrı, Dördüncü Enternasyonal’in yönetiminde, Troçkizmin temel programını terk etmiş olan, denetlenemez, gizli ve kişisel bir hizip oluşturma yolunun açılmasına yardımcı olmuştur. Pablo etrafında oluşmuş olan bu hizip, şimdi, Troçkizmin çok sayıda ülkede tarihsel olarak yarattığı kadroları dağıtmak, bölmek ve koparmak; Dördüncü Enternasyonal’i tasfiye etmek için, bilinçli ve planlı biçimde çalışmaktadır.

2) Bu uçuruma gidiş, yalnızca kapitalizmin yerini dünya çapında planlı sosyalist ekonominin almasıyla ve bu yolla, kapitalizmin ilk döneminde açılmış olan ilerleme çevriminin yeniden başlatılmasıyla önlenebilir. 3) Bu, yalnızca, toplumdaki tek gerçek devrimci sınıf olarak işçi sınıfının önderliği altında hayata geçirilebilir. Ancak, toplumsal güçlerin dünya çapındaki ilişkileri işçilerin iktidar yolunu tutması için hiçbir zaman bugünkü kadar uygun olmamasına rağmen, bizzat işçi sınıfı bir önderlik kriziyle karşı karşıyadır. 4) İşçi sınıfının bu dünya-tarihsel amacı yerine getirecek şekilde örgütlenmesi için, her ülkede, Lenin tarafından geliştirilmiş türde devrimci sosyalist bir partinin; yani, demokrasi ile merkeziyetçiliği diyalektik olarak birleştirme yeteneğine sahip mücadeleci bir partinin kurulması gerekiyor. (Kararların alınmasında demokrasi, onları uygulamada merkeziyetçilik, üyelerce denetlenen bir önderlik, görevleri ateş altında disiplin içinde yerine getirebilecek üyeler). 5) Bunun önündeki başlıca engel, 1917 Ekim Devrimi’nin saygınlığını kullanarak işçilerin sempatisini kazanmış, ardından da onları, güvenlerine ihanet ederek sosyal demokrasinin, duyarsızlığın ya da kapitalizme ilişkin yanılsamaların kucağına atmış olan Stalinizmdir. Bu

Troçkizmin programı Söz konusu olan şeyi açıkça göstermek için, dünya Troçkist hareketinin üzerinde inşa edilmiş olduğu temel ilkeleri yeniden belirtirsek: 1) Kapitalist sistemin can çekişmesi, giderek kötüleşen depresyonlar, dünya savaşları ve faşizm gibi barbarca olgular dolayımıyla, uygarlığı yıkımla tehdit etmektedir. Atom silahlarının gelişmesi, bugün bu tehlikeyi, olabilecek en vahim şekilde vurgulamaktadır.

57


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pablo, her türlü taktiği kullanarak bağımsız devrimci sosyalist partiler inşa etme ana yönelimini korumak yerine, kendisini kitlesel basınç altında değiştirip Troçkizmin “düşüncelerini” ve “programını” kabul edecek Stalinist bürokrasiye ya da onun belirli bir kesimine güvenmektedir.

58

ihanetlerin cezası, faşist ve monarşist güçlerin sağlamlaşması ve kapitalizm eliyle hazırlanıp teşvik edilen yeni savaşların patlaması biçiminde, işçi sınıfı tarafından ödenmektedir. Dördüncü Enternasyonal, başlangıcından beri, asli görevlerinden birinin Stalinizmin SSCB’nin içinde ve dışında devrimci biçimde alaşağı edilmesi olarak belirlemiştir. 6) Dördüncü Enternasyonal’in birçok şubesinin ve onun programına yakınlık duyan partilerle grupların esnek taktiklere olan gereksinimi, onların hem Stalinizme teslim olmaksızın emperyalizme ve onun -ulusal oluşumlar ya da sendika bürokrasileri gibiküçük burjuva ajanlarına hem de emperyalizme teslim olmadan -son tahlilde onun küçük burjuva ajanı olan- Stalinizme karşı nasıl mücadele edileceğini bilmelerini daha da zorunlu kılmaktadır. Lev Troçki tarafından oluşturulmuş bu temel ilkeler, günümüz dünyasının giderek karmaşıklaşmış değişken politikalarında, geçerliliklerini bütünüyle korumaktadırlar. Gerçekte, Troçki’nin öngördüğü gibi her yerde ortaya çıkan devrimci durumlar, bir zamanlar günün canlı gerçekleriyle doğrudan bağlantılı olmayan uzak soyutlamalar gibi görünen şeylere, şimdi tam bir somutluk kazandırmıştır. Gerçek olan şu ki, bu ilkeler, şimdi, hem siyasi çözümlemede hem de pratik eylemin gidişatını belirlemede giderek artan bir güç kazanmaktadır.

Pablo’nun revizyonizmi Bu ilkeler Pablo tarafından terk edilmiştir. O, yeni bir barbarlık tehlikesine vurgu yapmak yerine, sosyalizme gidişi “tersine çevrilemez” bir şey olarak görmektedir. O, artık, sosyalizmin bizim kuşağımız ya da gelecek bir kaç kuşak içinde gerçekleşeceğini düşünmemektedir. Pablo, bunun yerine, yalnızca “yüzyıllar”a uzanan “deforme”, yani Stalin-türü işçi devletle-

rini doğuracak bir “içine çeken” devrimler dalgası kavrayışını geliştirmiştir. Bu, işçi sınıfının yeteneklerine ilişkin tam bir kötümserliği gözler önüne sermektedir -ki bu durum, Pablo’nun son zamanlarda bağımsız devrimci sosyalist partileri inşa etmek için mücadeleden söz etmiş olmasını gülünçleştirmektedir. O, her türlü taktiği kullanarak bağımsız devrimci sosyalist partiler inşa etme ana yönelimini korumak yerine, kendisini kitlesel basınç altında değiştirip Troçkizmin “düşüncelerini” ve “programını” kabul edecek Stalinist bürokrasiye ya da onun belirli bir kesimine güvenmektedir. Pablo, şimdi, Fransa gibi ülkelerde işçileri Stalinizmin kampına yakınlaştırmak için gereken taktik manevralarda ihtiyaç duyulan diplomasi kılığı altında, Stalinizmin ihanetlerinin üstünü örtmektedir. Bu gidişat, daha şimdiden, Troçkizm saflarından Stalinizmin kampına doğru ciddi saf değiştirmelere yol açmış durumda. Seylan partisindeki Stalinizm yanlısı ayrılma, Pablo’nun Stalinizm hakkında canlandırdığı yanılsamanın trajik sonuçları konusunda dünyanın her yerindeki Troçkistlere yapılmış bir uyarıdır. Pablocu revizyonizmin ayrıntılı bir çözümlemesini bir başka dokümanda sunuyoruz. Bu mektupta, kendimizi Pablo’nun Stalinizmle uzlaşmacılıkta ne denli ileri gitmiş olduğunu ve Dördüncü Enternasyonal’in varlığına yönelik tehlikenin ne denli ciddi olduğunu gösteren en son bazı çözümlemelerle sınırlayacağız. Kremlin, Stalin’in ölümüyle birlikte, SSCB’de, hiçbiri siyasi nitelik taşımayan bir ödünler dizisi açıkladı. Pablocu hizip, bütün bunları, gaspçı bürokrasinin konumunu daha da sağlamlaştırmayı hedefleyen manevraları ve önde gelen bir bürokratın Stalin’in paltosunu giyme hazırlığının bir parçası olarak değerlendirmek


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pablo, ayaklanan Doğu Alman işçilerinin devrimci siyasi özlemlerini açıkça seslendirmek yerine, ayaklanmayı ezmek üzere Sovyet tanklarını harekete geçiren karşı devrimci Stalinist valilerin suçunu gizledi.

yerine, bu ödünleri bir bağış olarak gördü, onları siyasi ödünler gibi gösterdi, hatta Stalinist bürokrasinin işçi sınıfıyla “iktidarı paylaşma” olasılığını öngördü. (Fourth International, Ocak-Şubat 1953, syf. 13.) Pablo kültünün en yüksek papazı Clarke tarafından resmen ilan edilmiş olan “iktidarın paylaşılması” düşüncesi, yanıtlanmamış ama açıkça yönlendirici bir soruda, bir dogma olarak bizzat Pablo tarafından dolaylı biçimde onaylanmıştır: “Stalinist rejimin tasfiyesi”, diye soruyordu Pablo, “bürokratlar arasında, geri dönüş için olmasa da statükonun devamı için savaşmak isteyenler ile kitlelerin güçlü basıncıyla hareket eden ve sayısı giderek artan unsurlar arasındaki şiddetli mücadeleler” biçimini mi alacak? (Fourth International, MartNisan, 1953, syf. 39.) Bu satırlar, Kremlin bürokrasisine karşı özgün Troçkist siyasi devrim programını yeni bir içerikle; açıkçası, Troçkizmin “düşüncelerinin” ve “programının” bürokrasinin ya da onun belirli bir kesiminin içine sızıp yayılacağı, böylece Stalinizmin önceden görülemez bir şekilde “devrileceği” gibi revizyonist bir görüşle doldurmaktadır. Haziran ayında, Doğu Almanya’daki işçiler Almanya tarihindeki en büyük gösterilerden birinde, Stalinistlerin egemenliğindeki hükümete karşı ayağa kalktılar. Bu, Sovyetler Birliği’nde iktidarı gasp edip sağlamlaştırmasından bu yana Stalinizme karşı gerçekleştirilmiş ilk kitlesel proleter ayaklanmasıydı. Peki, Pablo, bu çığır açan olaya nasıl tepki gösterdi? Pablo, ayaklanan Doğu Alman işçilerinin devrimci siyasi özlemlerini açıkça seslendirmek yerine, ayaklanmayı ezmek üzere Sovyet tanklarını harekete geçiren karşı devrimci Stalinist valilerin suçunu gizledi: “Sovyetlerin, çeşitli ‘Halk Demokrasilerinin ve Komünist Partilerin önderleri, bu

olayların gerçek anlamını daha fazla görmezden gelemez ve çarpıtamazlar. Onlar, kendilerini kitlelerin desteğinden nihai olarak mahrum kalma ve daha güçlü patlamaları kışkırtma riskini ortadan kaldırmak için, daha kapsamlı ve gerçek ödünler verme yolunda ilerlemeye mecburlar. Onlar, bugünden itibaren, yarı yolda duramayacaklar. Onlar, yakın gelecekte daha ciddi patlamaları önlemek için ödünler vermek ve eğer mümkünse bugünkü durumdan kitleler için daha kabullenilir bir duruma ‘soğukkanlı bir biçimde’ geçişi gerçekleştirmek zorundalar.” (Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Sekreterliği’nin açıklaması, The Militant’ın 6 Temmuz tarihli sayısında yayımlandı) Pablo, Stalinist hükümeti ayakta tutan tek güç olan Sovyet birliklerinin çekilmesini talep edeceğine, Kremlin’in Gauleiter’larından[1] “daha kapsamlı ve gerçek ödünler” geleceği yanılsamasını körükledi. Ayaklanan işçileri “faşist” ve “Amerikan emperyalizminin ajanları” olarak damgalayıp onlara karşı azgın bir baskı dalgası başlatan Moskova, bu olayların gerçek anlamını canice çarpıtmaya koyulduğunda, bundan daha iyi bir yardım isteyebilir miydi?

Fransız genel grevi Fransa’da, Ağustos ayında, ülke tarihindeki en büyük genel grev patladı. İşçilerin, önderliklerin iradesine rağmen kendiliğinden gerçekleştirdiği bu genel grev, işçi sınıfı tarihinde gerçek bir iktidar mücadelesinin gelişmesi için en uygun açılımlardan birini sunuyordu. Gösterilere, işçilerin yanı sıra, kapitalist hükümet karşısındaki derin hoşnutsuzluklarını ifade eden Fransız çiftçileri de katılmıştı. Sosyal demokrat ve Stalinist resmi önderlikler, bu hareketi sınırlandırmak ve Fransız kapitalizmi için tehlikeli olmasını önlemek için ellerinden geleni yaparak ona ihanet ettiler. İhanetler tarihinde, ortaya çıkan fırsatla

59


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pablo’nun izleyicilerinin Paris’teki Renault fabrikasındaki işçilere yönelik bir bildirisi, CGT’nin (Genel İşçi Konfederasyonu) Stalinist önderliğinin genel grevde “işçilerin istediklerinin dışındaki talepleri ileri sürmemekle doğru davrandığını” ilan etti. Hem de işçilerin, eylemlerinde bir “işçi köylü hükümeti” talebini yükseltiyor olması gerçeğine rağmen!

60

ölçüldüğünde, bundan daha iğrenç bir ihanet bulmak zordur. Pablo hizibi bu büyük olay karşısında ne tepki gösterdi? Onlar, Sosyal Demokratların tavrını bir ihanet olarak damgaladılar; ama yanlış gerekçelerle. Onlar, ihanetin, Stalinistlerden gizli olarak hükümet ile görüşmekten ibaret olduğunu söylediler. Oysa bu, onların iktidarı alma yolunu tutmayı reddetmek biçimindeki asıl suçlarından kaynaklanan ikincil bir ihanetti. Stalinistlere gelince, Pablocular onların ihanetini gizlediler ve bu tavırlarıyla, Stalinist ihanete ortak oldular. Onların, Stalinistlerin izledikleri karşı devrimci yola karşı bulabildikleri en sert eleştiri, onları “politikasızlık” ile suçlamak oldu. Bu bir yalandı. Stalinistler “politikasız” değildi. Onların politikası, Kremlin’in dış siyasi çıkarları doğrultusunda statükoyu korumak; dolayısıyla, sendeleyen Fransız kapitalizmini desteklemekti. Ancak hepsi bu değildi. Pablo, Stalinistlerin rolünü ihanet olarak tanımlamayı, Fransız Troçkistlerinin parti içi eğitiminde bile reddetti. O şunları yazdı: “frenleme rolü [ihanet, bir “frenleme”den ibaret!], şu ya da bu ölçüde geleneksel örgütlerin önderlikleri tarafından ama aynı zamanda, bu grevler sırasında olduğu gibi, onların -özellikle de Stalinist önderliğinkitlelerin basıncı son derece güçlü hale geldiğinde ona uyum sağlama kapasitesi eliyle oynandı. ("Siyasi Not, No. 1") Bunun, öğretiye bağlı Troçkizmden vazgeçmekle birlikte Dördüncü Enternasyonal örtüsüne hala gereksinim duyan bir önderin Stalinizmle uzlaşmasına yeteceği düşünülebilirdi. Ancak Pablo, daha da ileri gitti.

federasyonu) Stalinist önderliğinin genel grevde “işçilerin istediklerinin dışındaki talepleri ileri sürmemekle doğru davrandığını” ilan etti. Hem de işçilerin, eylemlerinde bir “işçi köylü hükümeti” talebini yükseltiyor olması gerçeğine rağmen! Stalinistler önderliğindeki sendikaları Komünist Parti’den keyfi olarak ayıran Pablocular (olabilecek en mekanik düşüncenin mi; yoksa Stalinistlerin suçunu örtmeye yönelik hesaplı bir planın mı kanıtı?), kendi bildirilerinde, bu grevin önemiyle ve perspektifleriyle ilgili olarak şunu ilan ettiler: “Bu konu, sendikayı yalnızca ikincil derecede ilgilendirmektedir. Bu konuda yapılan eleştiri, bir sendikal örgüt olan ve asıl olarak buna uygun olarak davranması gereken CGT’ye değil; işlevi bu işçi hareketinin derin siyasi önemine ve sonuçlarına dikkat çekmek olan partilere yöneliktir.” (İşçi Örgütlerine ve Renault işçilerine Bildiri, 3 Eylül 1953. Frank, Mestre ve Privas imzalarını taşıyor) Bu ifadelerde, Troçki’nin, kapitalizmin can çekişme çağında sendikaların rolüne ve sorumluluklarına ilişkin olarak bize öğrettiği her şeyden tümüyle vazgeçildiğini görüyoruz. Pablocu bildiri, ardından, Fransız Komünist Partisi’ni, kendisini “işçilere bu grevin Fransız toplumunun yaşadığı krizde önemli bir aşama(!), ülkeyi kapitalist dolandırıcılıktan kurtarmak ve sosyalizme giden yolu açmak için işçi iktidarı sorununun gündeme geleceği kapsamlı bir sınıf mücadelesinin başlangıcı(!) olduğunu anlatmak yerine sendikal hareketin yerine” koyduğu için, “bir çizgiye sahip olmamak”la “eleştirmektedir”. Renault işçileri Pabloculara inanacak olsaydı, hain Stalinist bürokratlar, Fransız tarihindeki en büyük genel greve kasıtlı olarak ihanet etmek yeUtanç verici bir bildiri Pablo’nun izleyicilerinin Paris’teki Re- rine, yalnızca sendikalizmin peşinden nault fabrikasındaki işçilere yönelik gitmekle suçlu bulunurlardı. bir bildirisi, CGT’nin (Genel İşçi Kon- Pablo’nun CGT önderliğinin politika-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pablocu bildirinin başlıca amaçlarından biri, grev süresince Renault fabrikasında gerçek devrimciler olarak önderliği almaya çalışan Fransız Troçkistlerini ihbar etmektir.

sını onaylaması pek inandırıcı görünmüyor ama gözümüzün önünde yok sayılamayacak çarpıcı bir gerçek var. Fransa’da bugüne kadar ortaya çıkan en büyük genel grevde, Pablo, yumuşak başlılıkla, Gomperslerin sendikaları siyasetin dışında tutan burjuva politikasının Fransız versiyonunun “doğru” olduğunu ifade etmektedir. Üstelik de 1953 yılında! Eğer CGT önderliğinin, bir işçi-köylü hükümeti kurmak da dahil, nesnel gereksinimlere uygun siyasi talepler geliştirmesi doğru değilse, Sosyalist İşçi Partisi Amerikan sendikal hareketinin günümüzdeki Gomperslerinden neden bir İşçi Partisi; ABD’de bir işçiköylü hükümeti kurmayı amaçlayacak bir İşçi Partisi örgütlemelerini talep ediyor? Pablo’nun “evet” mühürü, CGT önderliğinin son derece siyasi olduğunu anımsadığımızda, daha da garip bir görünüm kazanıyor. CGT önderliği, Kremlin’den gelecek en küçük bir iyi niyet gösterisi karşısında, bu siyasi maceranın ne denli çılgınca olduğuna bakmaksızın, işçilere mücadeleye son verme çağrısı yapmaya hazırdır. Örneğin, onun geçtiğimiz yıl Ridgway karşıtı gösterilerle başlayan olaylardaki rolünü anımsayalım. Bu Stalinist sendika önderleri Komünist Parti’nin önderlerinden Duclos’un tutuklanmasını protesto etmek için grev çağrısı yapmakta tereddüt etmemişlerdi.

Gerçek şu ki, CGT önderliği, oldukça siyasi karakterini bu genel grevde bir kez daha gözler önüne sermiştir. O, ihanetle ve ikiyüzlü satışlarla geçen yılların deneyimiyle, işçilerin inisiyatifinin gelişmesini engellemek ve onların siyasi taleplerinin sıçrama yapmasını önlemek için, kasıtlı olarak işçilerin önünü kesmeye çalışmıştır. Stalinist sendikal önderlikler bilinçli olarak ihanet etmiştir. Pablo’nun “doğru” bulduğu şey, bu ihanet yoludur. Ancak hepsi bundan ibaret de değil. Pablocu bildirinin başlıca amaçlarından biri, grev süresince Renault fabrikasında gerçek devrimciler olarak önderliği almaya çalışan Fransız Troçkistlerini ihbar etmektir. O, özellikle, “Dördüncü Enternasyonal’den ve onun Fransız seksiyonundan bir yılı aşkın süre önce ihraç edilmiş olan” iki yoldaşın adını anmaktadır. Bildiri, bu “grup disiplinsizliği ve özellikle son grevler sürecinde PCI (Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonu) tarafından savunulan çizgiye karşı yönelimi nedeniyle ihraç edilmiştir” diyor. Gönderme yapılan bu “grup“, gerçekte, Dördüncü Enternasyonal’in Fransız şubesinin Pablo tarafından keyfi ve haksız biçimde ihraç edilmiş olan çoğunluğudur. Dünya Troçkist hareketi, daha önce, Troçkist militanların Stalinistlere ihbar edildiği ve iğrenç Stalinist ihanetin işçiler gözünde rasyonalleştirildiği böylesi bir skandalla daha önce hiç karşılaştı mı? Belirtmek gerekir ki, Pablocuların bu yoldaşları Stalinistlere ihbarını, oluşturulan bir işçi mahkemesinin Renault fabrikasındaki Troçkistleri Stalinistler tarafından atılan iftiralar karşısında aklayan kararı izledi.

Amerikalı Pablocular Shachtman ve Cannon

Pabloculuğun Stalinizm karşısındaki uzlaşmacılığının derinliğini göstermek için dünya çapında önemi olan bu gelişmelere bakmanın yeterli ol-

61


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Savaş sonrası dönem boyunca, Amerikan işçi hareketi içinde bir bürokrasi güçlendi. Bu bürokrasi, savaşın yol açtığı refah koşulları eliyle “yumuşatılmış” olan geniş bir ayrıcalıklı ve tutucu işçi tabakasına yaslanmaktadır.

62

duğunu düşünüyoruz. Yine de dünya Troçkist hareketinin açık denetimine sunmak için kimi ek olaylara değinmek istiyoruz. SİP, bir buçuk yıldan uzun süredir, Cochran ile Clarke’ın önderliğinde bir revizyonist eğilime karşı mücadele içinde. Bu, partimizin tarihindeki en sert mücadelelerden birisidir. Bu mücadele, bizi II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında ve sonunda BurnhamShachtman ve Morrow-Goldman gruplarından ayıran aynı temel sorunlar üzerinde yükselmektedir. Bu, temel programımızı gözden geçirme ve terk etme yönündeki bir diğer girişimdir. Bu mücadele, Amerikan Devrimi’ne yaklaşımını, devrimci partinin rolünü, onun örgütlenme yöntemini ve dünya Troçkist hareketinin perspektiflerini içermektedir. Savaş sonrası dönem boyunca, Amerikan işçi hareketi içinde bir bürokrasi güçlendi. Bu bürokrasi, savaşın yol açtığı refah koşulları eliyle “yumuşatılmış” olan geniş bir ayrıcalıklı ve tutucu işçi tabakasına yaslanmaktadır. Bu yeni ayrıcalıklı tabaka, üyelerini büyük ölçüde işçi sınıfının önceki militan kesimlerinden, CIO’yu kurmuş olan kuşaktan devşirmiştir. Yaşam koşullarının görece güvenceli ve istikrarlı olması, önceden bütün militan sınıf eylemlerinin başını çekmiş olan bu işçilerin inisiyatifini ve mücadele ruhunu geçici olarak felç etmiştir. Cochrancılık, küçük burjuva ideolojisiyle bu yeni işçi aristokrasisinin proleter öncü üzerindeki basıncının ifadesidir. İşçilerin pasif, görece hoşnut tabakasının ruh hali ve eğilimleri, yabancı basınçları hareketimize aktaran güçlü bir mekanizma olarak işlemektedir. Cochrancıların “eski Troçkizmi çöpe at” sloganı, bu ruh halini ifade etmektedir. Cochrancı eğilim, Amerikan işçi sınıfının güçlü devrimci gücünü uzak bir ihtimal olarak görmektedir. Onlar,

Amerikan proletaryası içinde yeni mücadeleci gruplar oluşturma yönündeki moleküler süreci ortaya koyan Marksist çözümlemeyi “sekterlik” olarak mahkum etmektedirler. Onlar, ABD işçi sınıfı içindeki ilerici eğilimlerin yalnızca Stalinizmin saflarında ya da çeperinde ve “uzmanlaşmış” sendika politikacıları arasında olduğunu düşünüyor; işçi sınıfının geri kalan kesimini ise yalnızca nükleer savaşının etkisiyle harekete geçirilebilecek umutsuz bir edilgenlik içinde görüyorlar. Özetle, onların konumu, Amerikan devrimi perspektifine; genel olarak devrimci partinin, özelinde ise Sosyalist İşçi Partisi’nin rolüne ilişkin güven kaybını gözler önüne sermektedir.

Cochrancılığın özellikleri Dünya hareketinin bütün kesimlerinin kendi zorlu deneyimlerinden çok iyi bildiği gibi, ABD’de bize yönelik baskılar, savaş sonrası uzatılmış refahtan ve gericiliğin hızla yayılmasından çok daha büyüktür. Ama kadroları en zorlu koşullar altında ayakta tutan etmen, hareketimizin kuramsal doğruluğuna olan güçlü inanç; işçi sınıfının tarihsel misyonunu ilerletmenin canlı araçları olduğunun bilinci; insanlığın yazgısının, şu ya da bu ölçüde, onların yaptıklarına bağlı olduğu kavrayışı; şu andaki koşullar ne olursa olsun, tarihsel gelişmenin ana çizgisinin, insanlığın krizini başarılı bir sosyalist devrimle çözecek olan Leninist mücadeleci partinin yaratılmasını gerektirdiğine ilişkin sağlam inançtır. Cochrancılık, bu özgün Troçkist dünya görüşünün yerine kötümserliğin, kuramsal uydurmaların ve gazetecilere özgü spekülasyonların geçirilmesidir. SİP içindeki mücadeleyi, 1939-40’taki küçük burjuva muhalefetle mücadelede olduğu gibi uzlaşmaz kılan şey budur. Cochrancılar, bu mücadele sürecinde şu özellikleri sergilemiştir:


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pablo’nun, revizyonist Cochrancı eğilimle işbirliği yaparken SİP önderliği karşısında başka tavır alan iki yüzlülüğü, Troçkizmin geleneğine yabancı bir yöntemdir.

1) Parti geleneğine ve partinin tarihsel misyonuna saygısızlık. Cochrancılar, Amerikan Troçkizminin 25 yıllık geleneğini karalamak, alaya almak ve onun hakkında atıp tutmak için hiçbir fırsatı kaçırmadılar. 2) Bu, ilkeli Marksist politikaların yerine, parti içi “işleyişe” karşı ilkesiz birlikleri geçiren bir eğilimdir. Bu yüzden, Cochrancı hizip, çelişik unsurların bir bloğundan ibarettir. Asıl olarak New York’ta yerleşik olan bir grup, Amerikan Stalinist hareketine bir tür “giriş” taktiğinden yanadır. Tutuculaşmış sendikacı unsurlardan oluşan ve asıl olarak Detroit’te merkezileşmiş olan bir diğer grup, Stalinistlere yanaşarak pek bir şey elde edilemeyeceğini düşünüyor. O, revizyonist yaklaşımını, yeni işçi bürokrasisinin istikrarının ve kalıcı gücünün abartılı bir değerlendirmesi üzerine kurmaktadır. Cochrancılığın çekimine kapılanlar arasında, bugünkü olumsuz koşulların basıncına daha fazla karşı koyamayan ve eylemsizliğe geçişi haklı kılacak uygun bahaneler arayan yorgun bireyler de bulunuyor. Bu ilkesiz bloğu birarada tutan çimento, öğretiye bağlı Troçkizme yönelik düşmanlıktır. 3) Partiyi asıl alanından uzaklaştıracak bir eğilim, kitlesel üretimde yeralan siyasi anlamda uyanmamış işçilerin bulunduğu Amerika’da ortaya çıkacaktı. Cochrancılar, sonuçta, SİP’in bu işçilere yönelik olarak kullandığı geçiş talepleri sloganları programını bir yana bırakmakta ve bu programı izleyen çoğunluğun, kendisini işçilerin geriliğine uyarladığını iddia etmektedir. 4) Amerikan işçi sınıfının, Üçüncü Dünya Savaşı öncesinde Amerikan emperyalizmine karşı radikal bir muhalefet olarak ortaya çıkmasına ilişkin bütün olasılıkların ortadan kalktığı kanısı.

5) “Sol” Stalinizmin, Stalinistlerin son aşamada “artık ihanet edemeyeceği” ve Troçkist “düşünceleri” ve sonuçta “kendiliğinden” bir şekilde devrimi özümseyecekleri bir süreçte, ABD’de bir devrime önderlik etmesini mümkün kılacak devrimci bir yan içerdiği yollu abartılı inançta özetlenen kaba deneysel kuramsallaştırılması. 6) Yeni gelişmeler karşısında Stalinizme uyarlanma. Onlar, Pablo’nun Beria’nın düşürülmesine ve ardından SSCB’de yaşanan temizliklere ilişkin yorumunda bulunan Stalinizmle uzlaşmayı destekliyor ve savunuyorlar. Onlar, Stalinizmin Doğu Almanya işçilerinin büyük ayaklanmasındaki ve Fransız genel grevindeki karşı devrimci rolünü gizleyen Pablocu argümanların tamamını yinelemekte; hatta, Amerikan Stalinizminin Demokratik Parti’ye yönelmesini, basitçe, “sol dönüş” kapsamında bir “sağ salınım” olarak yorumlamaktadırlar. 7) Örgüt sorununda Leninist geleneği küçümseme. Onlar, bir süre, parti içinde “ikili iktidar” oluşturmaya kalkıştılar. Parti’nin 1953 Mayısı’ndaki Plenumunda çoğunluk tarafından kesin bir şekilde reddedildiklerinde, Plenum’un kararlaştırdığı siyasi çizgiye ve çoğunluğun yönetimine bağlı kalacaklarını yazılı olarak kabul ettiler. Bunun ardından, parti etkinliklerini hizipsel olarak sabote etme faaliyetlerini o güne kadar olduğundan çok daha ateşli ve histerik biçimde yeniden başlatarak anlaşmalarını bozdular. Başlıca özelliklerini yukarıda aktardığımız Cochrancılık, hiçbir zaman, parti içinde güçsüz bir azınlık olmanın ötesine geçemedi. Bu akım, Pablo’nun, parti önderliğinden gizli olarak sağladığı yardım ve cesaretlendirme olmasaydı, hiçbir zaman, kötümserliğin son derece cılız ve hastalıklı sesi olmanın ötesine geçemezdi. Pablo’nun gizli desteği ve teşviki,

63


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Bu Stalinist örgütsel gidişat, açık şekilde görüldüğü üzere, Pablo’nun Dördüncü Enternasyonal’in Fransız şubesinin çoğunluğuna karşı yıkıcı kampanyasında yönetsel denetimini acımasızca kötüye kullanmasıyla, bir buçuk yıldan uzun süre önce başlamıştı.

bizim Mayıs ayındaki Plenumumuzdan kısa süre sonra açığa çıkartıldı. Pablo, o zamandan beri, partimizin içindeki revizyonist hiziple açıkça işbirliği yapmakta ve partinin mali durumunu sabote etme, parti faaliyetini aksatma ve bir bölünmeye hazırlanma yönündeki faaliyetlerinde onlara telkinde bulunmaktadır. Pablo-Cochran hizibi, tuttuğu bu haince yolu, nihayet, partinin New York belediyesi seçim kampanyasının kapanış yürüyüşüyle birleştirilmiş olan 25. Kuruluş Yıldönümü etkinliğini örgütlü olarak boykot etmesiyle doruk noktasına ulaştırdı. Bu hain ve grev kırıcı eylem, gerçekte, Amerikan Troçkizminin 25 yıllık mücadelesine karşı örgütlü bir gösteri; aynı zamanda da Ekim 1928’de Amerikan Troçkizminin ilk çekirdeğini ihraç etmiş olan Stalinistlere nesnel bir yardım eylemiydi. Bu toplantının örgütlü biçimde boykot edilmesi, gerçekte, SİP’in New York belediyesi seçim kampanyasına karşı bir gösteriydi. Bu hain parti karşıtı etkinliğe katılanlar, uzun süredir hazırlanmakta oldukları açık ayrılmayı tamamladılar ve ceza olarak partimizdeki bütün üyelik haklarını yitirdiler. Bu durumu resmen kayıtlara geçiren SİP’in 25. Yıldönümü Plenumu, Ulusal Komite’nin bu boykotu örgütleyen üyelerini görevden aldı ve PabloCochran hizibinin bu hain ve grev kırıcı etkinliğine katılan ya da onu kınamayı reddeden bütün üyelerinin kendilerini fiilen SİP saflarının dışına çıkarmış olduklarını ilan etti.

Komintern’in yöntemleri Pablo’nun, revizyonist Cochrancı eğilimle işbirliği yaparken SİP önderliği karşısında başka tavır alan iki yüzlülüğü, Troçkizmin geleneğine yabancı bir yöntemdir. Bununla birlikte, bu yöntemin ait olduğu bir gelenek var: Stalinizm. Kremlin tarafından başvu-

64

rulan bu tür oyunlar, Komünist Enternasyonal’i çürütürken kullanılan başlıca araçtı. Çoğumuz, bütün bunları 1923-28 döneminde, kişisel olarak yaşadık. Söz konusu çalışma yönteminin Pablo ile sınırlı bir sapma olmadığı, şimdi bütün çıplaklığıyla ortadadır. Oluşturulmuş bir model olduğu ortada. Örneğin, Dördüncü Enternasyonal’in önde gelen Avrupalı şubelerinden birinde, önde gelen bir parti önderi, kısa süre önce, Pablo’dan, “Dördüncü Kongre’ye kadar Enternasyonal’in ana çizgisini ve disiplinini savunan biri” olarak davranması yönünde bir talimat aldı. Pablo, bu ültimatomla birlikte, emirlerine uyulmaması durumunda misilleme tehditinde bulundu. Pablo’nun burada “çoğunluk” dediği şey, kendisine ve onun revizyonist masallarının etkisi altındaki küçük azınlığa kolayca atfettiği alçakgönüllü bir etikettir. Pablo’nun yeni çizgisi, Troçkizmin temel programıyla ciddi çelişkiler içermektedir. Bu, dünya Troçkist hareketinin bir çok kesiminde başlayacak olan tartışmaların yalnızca başlangıcıdır. Tek bir Troçkist örgüt tarafından desteklenmeyen bu çizgi, Dördüncü Enternasyonal’in onaylanmış resmi çizgisini ifade etmiyor. Bize ulaşan ilk bilgiler, onun, herhangi bir tartışmayı ya da oylamayı beklemeksizin kendi revizyonist yaklaşımını dünya örgütüne dayatma yönündeki keyfi girişiminde kural tanımadığını göstermektedir. Şimdiden, Dördüncü Enternasyonal’in Pablo’nun çizgisini ezici bir çoğunlukla reddedeceğini gösteren yeterli bilgiye sahibiz. Pablonun Dördüncü Enternasyonal’in bir şubesinin önderinden kendisinin revizyonist çizgisini eleştirmekten kaçınması yönündeki buyurgan talebi bile yeterince kötüdür. Ama Pablo bununla kalmadı. O, bir yandan bu ön-


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Şubelerin yaşamından kopuk olan Enternasyonal’in sürmekte olan büyük güçsüzlüğü, kendisini ve anti demokratik yöntemlerini Troçkist programın revizyonu ve Marksist yöntemin terkeldilmesi üzerinde kuran bir kişisel egemenlik sisteminin yerleştirilmesini geçici olarak kolaylaştırmıştır.

deri susturmaya; üye ve sempatizanların onun deneyimlerinden, bilgisinden ve derinliğinden yararlanabileceği serbest bir tartışmaya katılmasını önlemeye çalışırken, aynı zamanda, bu şubenin önderliğine karşı savaş açmak için bir revizyonist azınlık hizibi oluşturmaya çalışarak, örgütsel olarak müdahaleye girişti. Bu yöntem, Stalinizmin etkisi altında yozlaşmaya maruz kalmış Komintern’in iğrenç geleneğinden çıkmaktadır. Bir başına bu bile, Dördüncü Enternasyonal’i iç yozlaşmadan korumak için Pabloculuğa karşı sonuna kadar savaşmayı gerektirmektedir. Bu tür taktiklerin açık bir hedefi vardır. Onlar, Pablocu azınlık tarafından gerçekleştirilecek bir darbe hazırlığının parçasıdır. Onlar, Pablo’nun yönetsel denetimini kullanarak, bu revizyonist çizgiyi Dördüncü Enternasyonal’e dayatmayı ve ona karşı direnildiği her yerde, buna bölünmelerle ve ihraçlarla karşılık vermeyi umuyorlar. Bu Stalinist örgütsel gidişat, şimdi bütünüyle açık şekilde görüldüğü üzere, Pablo’nun Dördüncü Enternasyonal’in Fransız şubesinin çoğunluğuna karşı yıkıcı kampanyasında yönetsel denetimini acımasızca kötüye kullanmasıyla, bir buçuk yıldan uzun süre önce başlamıştı. Fransız şubesinin seçilmiş çoğunluğu, Uluslararası Sekreterliğin talimatıyla, partinin siyasi ve propaganda faaliyetine önderlik etme hakkından mahrum bırakıldı; Siyasi Büro ve basın, Komintern tarzı bir “ortak komisyon” aygıtı dolayımıyla azınlığın denetimine verildi. Biz, o zaman, azınlığın hakem kararıyla çoğunluğu devirdiği bu keyfi etkinliği kökten reddettik. Bundan haberdar olur olmaz, Pablo’ya protestomuzu ilettik. Bununla birlikte, itiraf etmemiz gerekir ki, daha etkili bir eyleme başvurmamakla hata yaptık. Bu hata, bizim söz konusu gerçek ge-

lişmeleri yetersiz değerlendirmemizden kaynaklanıyordu. Biz, Pablo ile Fransız şubesi arasındaki farklılıkların taktiksel konularda olduğunu düşünmüştük ve bu, çoğunluk aylar süren yıkıcı hizip mücadeleleri sonucunda ihraç edildiğinde, bizi, onun örgütsel yöntemlerine ilişkin kuşkularımıza karşın Pablo’nun yanında tavır almamıza yol açtı. Oysa bu farklılıklar, özünde programatik özelliğe sahipti. Gerçekte, çoğunluktaki Fransız yoldaşlar, nelerin olup bittiğini bizden çok daha açık biçimde görmüşlerdi. Onlar, partilerinin 8. Kongresi’nde şunu ilan etmişlerdi: “Dördüncü Enternasyonal’in geleceği ve hatta varlığı büyük bir tehdit altındadır… onun önderliğinin içinde revizyonist düşünceler, korkaklık ve küçük burjuva izlenimciliği ortaya çıkmıştır. Şubelerin yaşamından kopuk olan Enternasyonal’in sürmekte olan büyük güçsüzlüğü, kendisini ve anti demokratik yöntemlerini Troçkist programın revizyonu ve Marksist yöntemin terkeldilmesi üzerinde kuran bir kişisel egemenlik sisteminin yerleştirilmesini geçici olarak kolaylaştırmıştır.” (La Verite, 18 Eylül 1952.) Fransa’daki durum, sonraki gelişmelerin ışığında, bir bütün olarak yeniden incelenmelidir. Fransız şubesinin çoğunluğunun son genel grevde oynadığı rol, onların geleneksel Troçkizmin temel ilkelerinin nasıl korunacağını bildiklerini en kesin biçimde gösterdi. Dördüncü Enternasyonal’in Fransa şubesi haksız biçimde ihraç edilmiştir. La Verite etrafında gruplaşmış olan Fransız çoğunluğu, Fransa’daki gerçek Troçkistlerdir; onlar SİP tarafından açıkça böyle tanınmaktadır. Pablo’nun Dördüncü Enternasyonal’in Çin şubesinin siyasi konumuna ilişkin değerlendirmesi haince bir çarpıtmadır ve özellikle isyan ettiricidir. Çinli Troçkistler, Pablo tarafından

65


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Dördüncü Enternasyonal’in öğretiye bağlı Troçkist çoğunluğunun, Pablo’nun yetki gaspına karşı iradesini ortaya koymasının zamanı gelmiştir.

“sekterler” ve “devrim kaçkınları” olarak sunulmaktadır. Pablo hizibinin kasıtlı olarak yarattığı izlenimin tersine, Çinli Troçkistler, Çin proletaryasının gerçek devrimci temsilcileri olarak davranmışlardır. Onlar, kendi hataları olmaksızın, Mao rejimi tarafından, 1918 Devriminin Luksemburglarını ve Liebknechtlerini seçerek ortadan kaldıran Almanya’nın Noske ve Scheidemannlarına özenen Stalin’in SSCB’de Lenin’in bütün bir Bolşevik kuşağını imha etmek üzere kullandığı yolla kurban olarak seçilmişlerdir. Ancak Pablo’nun Stalinizm karşısındaki uzlaşmacı çizgisi, onun, acımasızca, Çinli yoldaşların ilkeli ve sağlam duruşu üzerine kuşkular yaratırken, Mao rejimine gül rengi rötuş yapmasına neden olmaktadır.

Yapılacak şey Özetlersek, Pablo’nun revizyonizmiyle geleneksel Troçkizm arasındaki ayrım çizgisi, siyasi ya da örgütsel herhangi bir uzlaşmayı olanaksız kılacak denli derindir. Pablo hizibi, çoğunluğun düşüncesini yansıtan demokratik kararlara izin vermeyeceğini göstermiştir. Onlar, kendi canice politikalarına mutlak itaat talep ediyorlar. Onlar öğretiye bağlı bütün Troçkistleri Dördüncü Enternasyonal’in dışına sürmeye ya da onların ağızlarını bağlayıp kelepçelemeye kararlılar. Onların planı, Stalinistlerle uzlaşmacılıklarını parça parça ve yavaş yavaş içimize sokmak; olup bitenleri görüp itiraz edenlerden kurtulmaktır. Pablocu formülasyonların ilginç bulanıklığının ve diplomatik kaçamakların açıklaması budur. Pablocu hizip, ilkesiz ve Makyevelist manevralarında, şimdiye kadar, bir ölçüde başarılı oldu. Ama şimdi niteliksel değişim noktasına ulaşılmıştır. Siyasi konular bu manevraların üstesinden gelmiştir ve şimdiki mücadele kazananı belirleyecektir. Dördüncü Enternasyonal’in safları dı-

66

şında olmaya zorlanmış konumumuzda, ona bir öneride bulunabilirsek; bize göre, harekete geçmenin, kararlı bir şekilde davranmanın zamanı gelmiştir. Dördüncü Enternasyonal’in öğretiye bağlı Troçkist çoğunluğunun, Pablo’nun yetki gaspına karşı iradesini ortaya koymasının zamanı gelmiştir. Onlar, ayrıca, Pablo’yu ve onun ajanlarını görevden alıp onların yerine gerçek Troçkizmin nasıl yükseltileceğini bildiklerini pratikte kanıtlamış olan kadroları yerleştirerek, Dördüncü Enternasyonal’in yönetsel işlerini korumalı; hareketi hem siyasi hem de örgütsel olarak doğru çizgide tutmalılar. Kardeşçe Troçkist selamlarımızla SİP Ulusal Komitesi HHHH

Dipnot: [1] Gauleiter: Nazi dönemindeki yerel yönetim birimlerinin valisi ya da buralardaki parti örgütünün önderi.


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

merkezci - oportünist bir akım: morenoculuk -2-

P

ozan özgür

Moreno, Küba’da Kastro’nun iktidarı alması karşısında sergilediği kısa süreli şaşkınlığın ardından, tam bir Kastrocu haline geldi.Daha önce Batista’yı “Küba’nın Peron’u” ilan etmiş olan Moreno, Kastro’yu sert bir şekilde eleştirmiş; onun gerilla grubunun 1958 yılında yaptığı ilk genel grev çağrısının başarısız olmasını sevinçle karşılamış ve Kastro’cu harekete açıkça karşı çıkmıştı.

eru’daki Morenocular, bu ülkedeki örgütlerinin bölünmesi pahasına, Belaunde’nin milliyetçi burjuva partisi Accion Popular’ın (AP) kuruluşuna katıldılar ve onun içinde “Sol” adlı bir yayın çıkarttılar. (Belaunde, yıllar sonra, bir köylü ayaklanmasını katliamla bastıracak ve kendisini iktidara taşıyan Morenocuları tutuklayacaktı.) Peru’daki Morenocular AP içinde faaliyet gösterirken, Pablocu Uluslararası Sekreterlik yanlıları da bir diğer burjuva milliyetçisi parti Amerikan Devrimci Halk İttifakı‘na (APRA) “giriş” yapmayı tercih ediyorlardı. Vurgulamak gerekiyor ki bunlar ne işçi partileriydi ne de “sol” ya da “sosyalist” programlara sahiptiler. Morenocu akımın, ilerideki yıllarda, Pablocu IV. Enternasyonal önderliğinin 1952 Bolivya devrimindeki sınıf işbirlikçi tavrını eleştirdiğini ve “ihanet” olarak mahkum ettiğini biliyoruz. Örneğin Moreno, yıllar sonra Lambert ile ortak enternasyonal kurma sürecinde kaleme aldığı Geçiş Programının Güncellenmesi başlıklı belgede şunları yazacaktı: “1951’de Enternasyonalimizin önderliğini işgal eden bu revizyonist akım [Pabloculuk kastediliyor], son otuz yılın tümünde kitle hareketinin bürokratik ve küçük-burjuva önderliklerine düzenli olarak teslim olmasıyla ve kitle hareketinin devrimci önderlik bunalımını aşmasının tek olasılığı olarak partilerimizi inşa etmek ve geliştirmek için bu önderliklere karşı uzlaşmaz mücadelemizi terk etmesiyle karakterize edilmiştir. [Pabloculuğun] Bu önderlikleri teşhir etmek yerine düzenli şekilde onlara teslim olması şu yoldan ilerlemiştir: Bu önderlikleri ilerici olarak tanımlayarak, kendisini bürokratik ve küçük-burjuva akımların sol kanadı haline dönüştürmüş ve bu oportünist akımlardan net bir şekilde ayrışmış her bağımsız Troçkist faaliyeti terk etmiştir.“ (”Revizyonizm Enternasyonal’in yıkılmasına hizmet etmektedir“ başlıklı 10. tez) Görüldüğü gibi, Moreno, Pabloculuğu, “kitle hareketlerinin bürokratik ve küçük burjuva önderliklerine teslim olduğu“, “bu önderlikleri ilerici olarak tanımladığı“ ve “kendisini bürokratik ve küçük-burjuva akımların sol kanadı haline dönüştürdüğü“ için eleştirmişti. Peki, Moreno’nun sadık izleyicileri, kendi akımlarının başta Peronculuk olmak üzere burjuva ulusalcı hareketler karşısında onyıllar boyunca izlediği oportünist işbirlikleri sözkonusu olduğunda ne diyor? Bu sorunun yanıtını, LIT-CI’nin resmi tarihindeki şu satırlarda buluyoruz: ”Örgütümüz (o zamanlar, dergisinin adından dolayı, Palabra Obrera - İşçi Sözü olarak tanınıyordu), 62 Peroncu örgüt içinde, kendimizi askeri diktatörlüğe karşı direnişin en iyi ve en ileri kesimleri ile ilişki içinde inşa etmenin bir yolu olarak, giriş taktiği uyguladı. Grubumuz, bu dönemde, Arjantin’deki işçi hareketiyle, başka hiçbir sol

67


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k örgütün beceremediği kadar sıkı iliş- açıkça söylemediği şey, Pablocu Mankiler kurdu.” [1] del-Maitan önderliğiyle sağlanmış olan bu ortaklaşmanın, genel olarak Moreno Kastro’nun izinde Moreno, Küba’da Kastro’nun iktidarı burjuva ve küçük burjuva ulusalcılıalması karşısında sergilediği kısa sü- ğına ve Kastroculuk olarak bilinen foreli şaşkınlığın ardından, tam bir Kas- kocu/gerillacı akıma yedeklenme trocu haline geldi. Daha önce üzerinde gerçekleştiğidir. Ancak, MoBatista’yı “Küba’nın Peron’u” ilan reno’nun Kastroculuk-gerillacılık karetmiş olan Moreno, Kastro’yu sert bir şısındaki tavrının Mandel-Maitan şekilde eleştirmiş; onun gerilla grubu- önderliğininkinden de geri olduğunu nun 1958 yılında yaptığı ilk genel unutmayalım. Bir-Sek, 1960’lı yılgrev çağrısının başarısız olmasını se- larda benimsediği Kastrocu - gerillacı vinçle karşılamış ve Kastro’cu hare- yönelişe karşın, henüz onlara hareketin önderliğini verecek denli ileri gitkete açıkça karşı çıkmıştı.[2] Moreno, 1961 yılında, Pablocuların memiş; Dördüncü Enternasyonal’in izinden giderek, emperyalizm ça- şubelerine onların içinde erimelerini ğında yerine getirilmemiş olan demo- önermemişti. kratik görevlerin yalnızca işçi sınıfı 1950’li yılları -başta Peronculuk tarafından tamamlanabileceği dü- olmak üzere- Latin Amerika’daki burşüncesinin yanlış olduğunu; kentli juva milliyetçisi hareketlere eklemleorta sınıfların ve köylülerin belirli ke- nerek geçirmiş olan Morenoculuk, simlerinin de belirli koşullar altında artık, aynı oportünist politikayı Kasdevrimci önderliği oluşturabileceğini; troculuk karşısında uyguluyordu. fokoculuğun yanlış bir strateji olma- Bunun nedeni, Kastroculuğun, Moredığını ilan etti. İşçi sınıfının geri kalmış no’nun kazanmayı hedeflediği kitleülkelerde devrimci önderliği oluştura- leri etkisi altına almış olmasıydı. cağı biçimindeki kuram tarih eliyle Bütün büyük oportünistler gibi, kenyanlışlanmıştı! Moreno’ya göre, Kas- disini her yeni duruma başarıyla tro -aynı Peron’un Arjantin’de yaptığı uyarlayan Moreno (LIT-CI’nin resmi gibi- Küba toplumunun farklı kesim- tarihinde, buna “mevcut gerçekliğin lerini emperyalizme karşı kendi ön- önceki öngörülere uymamasından derliği altında bir araya getirmiş ve korkmaksızın tavır alma“ deniyor), iktidarı onlarla birlikte almıştı. Kastro, 1950’li yıllarda Peronculuk içinde baoligarşinin ve emperyalizmin çok rışçıl yollarla yaşama geçirmeye çayönlü ekonomik, siyasi ve askeri yol- lıştığı burjuva demokratik ve “anti larla uyguladığı baskıya karşın, dev- -emperyalist” programını, 1960’lı yılrimi nihai sonucuna kadar ların sonuna kadar, Kastrocu hareketsürdürmekte bir an bile tereddüt et- lere ve cephelere yamanarak memiş; oligarşiyle olan bütün köprü- uygulamaya kalkıştı. leri yıkarken kendisini halkın en Ama bu, Morenoculuğun burjuva alttaki kesimlerine bağlamıştı. parlamentarizmiyle ve reformizm ile Moreno’nun Kastroculuk karşısında bağlarını tümüyle kopardığı anlayerlere kapanması, onun, Küba’yı mına gelmiyordu. Önemli taktik ya “işçi devleti” ilan etmiş olan ABD- da stratejik değişiklikleri bir önceki SİP’in kuyruğunda Bir-Sek’e katılaca- dönemin -özeleştiriyi de içeren- ciddi ğının açık işaretiydi. Geçerken, Küba bir değerlendirmesiyle tamamlave Kastroculuk karşısındaki tavrın, mak/gerekçelendirmek gibi bir geleBir-Sek’in zeminini oluşturduğunu neği olmayan Morenoculuk, bir süre Morenoculuğun resmi tarihçilerinin sonra, yeniden burjuva parlamentade kabul ettiğini belirtelim. Onların rizminin ve reformizmin savunucusu

68


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k haline gelecekti. Ama onun, önce, eden bir örgütün sunduğu bu proggerillacılık macerasını (trajedisini) ya- ram, üretim araçları üzerindeki özel şaması gerekiyordu. mülkiyetin varlığını sorgulamaksızın kabul ediyordu. Bu programatik çerGerillacılık macerası Moreno’nun Kastroculuğa yönelme- çevede, 1961 yılında, Devrimci Sol sinin ilk ürünü, Peru’daki Devrimci İşçi Cephe (DSC) kuruldu. Partisi’nin (DİP) yüzünü hızla Kastro- Kırsal alanda sovyetik köylü örgütlenculuktan ve Maoculuktan etkilenmiş melerinin ve silahlı milislerin oluştuolan Stalinistlere ve küçük burjuva rulmasında, elbette, yanlış bir şey milliyetçisi akımlara dönmesi oldu. yoktu. Ancak Marksistler, bunları Peru-DİP, 1960 yılı Kasım ayındaki kentlerdeki benzeri işçi örgütlenmelekongresinde benimsediği “ayak- riyle ve en önemlisi de proleter devlanma tezleri”nde, iktidar yolunun rimci bir partinin önderliği altında köylülük temelinde örgütlenmiş bir birleştirmeye çalışırlar. Bu Marksist gerilla savaşı stratejisinden geçtiğini çizgiyi bir yana bırakan Perulu Morekabul etti ve silahlı mücadeleyi örgüt- nocular, onun yerine, kırlarda “kurlemeye başladı. Ancak ortada bir çe- tarılmış bölgeler” oluşturmaya lişki vardı: Cuzco’daki Troçkistler yöneldiler. Bu, onların, işçi sınıfının Moreno’nun köylülerin sendikalarda örgütlenme- devrimdeki politik önderliğinden vazKastroculuk sini teşvik ederken, Lima’daki Blanco geçmek ve onu kır küçük burjuvazikarşısında yerlere yandaşları, işçileri ve üniversite çalı- sine tabi kılmak anlamına gelen şanlarını bankaları “mülksüzleştir- Maocu “kentlerin kırlardan kuşatılkapanması, mek” (banka soymak) üzere ması” stratejisini benimsediklerinin onun, Küba’yı işyerlerini terk etmeye zorluyordu. ilanıydı. “işçi devleti” ilan Bu arada, Moreno’nun Latin Amerika Bu strateji, Peru’da tam bir felaketle etmiş olan ABD- “enternasyonali” SLATO, 1961 Nisa- sonuçlandı. Banka “kamulaştırmaSİP’in nı’nda düzenlediği bir toplantıda bu ları” (soygunlar), La Convencion’da kuyruğunda çizgiyi onaylamış ve Peru’daki La yoğun bir devlet baskısına yol açtı; Convencion Vadisi’nde sürmekte DSC üyelerinin çoğu tutuklandı ya da Bir-Sek’e katılacağının açık olan silahlı mücadeleye mali kaynak ortadan kaldırıldı. Hareketin, az sasağlama kararı almıştı. yıdaki izleyicisiyle birlikte, çareyi dağişaretiydi. Perulu Morenocular, Maocu ve Kas- lara kaçmakta bulan önderi Blanco trocu akımlara, ”Peru devrimini ger- ise 1963’te yakalandı. O, yedi yıl haçekleştirmek için“ şu beş ana piste kaldıktan sonra, Sartre, Simone maddeden oluşan bir birleşme çağ- de Beauvoir, Isaac Deuscher gibi ayrısı yaptılar: 1) Seçimler sahtekârlıktır; dınların ve Avrupalı sendikaların ka2) Peru devrimi için barışçı bir yol söz tıldığı uluslararası bir kampanya konusu değildir; 3) Büyük emperyalist sayesinde serbest bırakılacaktı. şirketler millileştirilmelidir; 4) Tarım Alicia Sagra, LIT-CI’nin resmi tarireformu gerçekleştirilmedir; 5) Kent hinde, bu felaketi şöyle özetliyor: reformu yapılmalıdır. “SLATO’nun varlığı, 1962’de, bizim İşçilerin-emekçilerin devrimci sefer- Peru’daki tarım devrimi sürecine merberliği; öz örgütlenmeler; bankaların, kezi biçimde müdahale etmemizi sağbüyük şirketlerin vb. işçilerin denetimi ladı. Arjantin’deki Perulu bir öğrenci altında ve tazminatsız kamulaştırması militan olan Hugo Blanco’yu Cuztürü taleplerin sözkonusu olmadığı co’daki sürece katılmaya göndermişbu program, keskin “sol” sloganlarla tik. Hugo Blanco, birkaç yıl içinde bezenmiş, baştan sona burjuva de- Perulu köylülerin başlıca önderi olarak mokratik bir karakter taşıyordu. En kabul edildi. Hugo Blanco, SLATO’nun önemlisi de Troçkist olduğunu iddia yönlendirmesi altında, topraklara el

69


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k 16 Ocak 1966 tarihindeki konuşmasında, Castro, Troçkistlere de uzun bir yer ayırıyor ve IV. Enternasyonal’i emperyalizme hizmet etmekle suçluyordu.

70

koyma ve sendikal örgütlenme sürecine önderlik etti. SLATO, bu faaliyete destek amacıyla çok sayıda kadro gönderdi. Biz DSC’yi (Devrimci Sol Cephe) böyle inşa ettik. DSC Troçkistlerin önderliğindeydi ve bizim Peru şubemizin kökenini oluşturdu.” [3] Peru’daki DSC’ye, Şili’deki DİP’in Devrimci Sol Hareket’i (DSH) kurması eşlik etti. Arjantin’deki Morenocular ise “Amerika Yerli Halkının Devrimci Cephesi” FRIP (Frente Revolucionario Indoamericano Popular) ile birleştiler. Bütün bu partiler Kastrocu tezleri sözde Marksist kavramlarla birleştirmeye çalışan küçük burjuva halkçı politikalara sahipti. Bununla birlikte, Moreno ile izleyicilerinin, 1961 yılında tümüyle küçük burjuva popülist bir ideoloji çerçevesinde kurulmuş olan FRIP ile birleşme süreci hiç de sorunsuz olmadı. Birinci sorun, Peronculuğa ilişkin tavır konusundaydı. FRIP, Morenocuların Peronizme ilişkin politikasına cepheden karşı çıkıyordu. İkinci sorun ise yeni örgütün IV. Enternasyonal karşısındaki konumunun ne olacağıydı. Moreno ve yoldaşları, “yeni örgütün IV. Enternasyonal’in bir parçası olması gerektiğini” savunurken, FRIP buna karşı çıkıyordu. Peronculuğa ilişkin sorun, “giriş” politikasının tümüyle reddedildiğini ifade eden bir kararla hemen çözüldü. “Enternasyonal” sorunu ise bir yıl sonra gerçekleşen genişletilmiş bir Merkez Komite toplantısında halledildi. Bu toplantıda oy çoğunluğuyla alınan “IV. Enternasyonal’e tam katılım” kararının ardından, 1963 kışında, Moreno tarafından temsil edilen Palabra Obrera ile FRIP’nin beş temsilcisi arasında imzalanan anlaşmayla bir birleşik cephe kuruldu. Anlaşmada, cephenin ideolojik zemininin Marksizmin kabulü; siyasi hedefinin de “devrimci bir işçi partisinin inşası” olduğu belirtiliyordu. Silahlı mücadeleyi iktidarın zaptında asli yöntem olarak kabul eden her iki

örgüt, bu amaçla küçük bir devrimci partinin kurulması gerektiği konusunda da anlaşmıştı. Bu parti, 1964 yılında, Arjantin Devrimci İşçi Partisi’nin (DİP) adı altında kurulurken, Moreno’nun örgütünde bir bölünme yaşandı. Morenocular ve Pablocular’ın Kastro’ya övgüler yağdırdığı ve onun kuyruğuna takıldığı bu süreçte, ABD yönetimi ile anlaşma çabaları boşa çıkmış olan Kastro, yüzünü Kremlin bürokrasisine dönmüş ve “komünist” kimliğine bürünmüştü. Kastro, Küba’da düzenlenen Üç Kıta Konferansı’nın 16 Ocak 1966 tarihindeki kapanış konuşmasında, Che Guevara’nın ortadan kaybolmasına ilişkin burjuva basınında yer alan yorumları değerlendirdi. O, söz konusu konuşmada, Troçkistlere de uzun bir yer ayırıyor ve IV. Enternasyonal’i emperyalizme hizmet etmekle suçluyordu: “ABD emperyalizmi devrimci hareketi tasfiye etmeye çalışıyor; IV. Enternasyonal’deki ajanlar da -aynı IV. Enternasyonal’in programı gibi- onun hizmetine koşuyor… Troçkizm, devrimci harekete karşı emperyalizmin ajanlığını yaparak kendisini kitlelerden yalıtmaktadır … Bir zamanlar siyasi alanda yanlış pozisyonları savunmuş olan Troçkizm, emperyalizmin ve gericiliğin bayağı bir aracı haline gelmiştir.”

Gerillacı ihanetin son adresi: OLAS Moreno ve yoldaşları, 1963 yılında Peru’da yaşanan felakete, diğer Latin Amerika ülkelerindeki işçi hareketinin ödemek zorunda kaldığı ağır bedellere, kendi örgütünün yaşadığı kadro kaybına ve Kastro’nun Troçkizm düşmanlığını açıkça ifade etmesine rağmen, gerillacılığın savunucusu olmaktan vazgeçmediler. Onlar, BirSek içindeki diğer ortaklarıyla birlikte, Kastro’nun, 1967 Ağustosu’nda, Havana’da Latin Amerika Dayanışma Örgütü’nü (OLAS) kurmasını Latin


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Alicia Sagra, resmi LIT-CI tarihinde, bütün önemli kadroların neden gerillacılığa ve fokoculuğa kaptırıldığını sorgulama gereği duymuyor.

Amerika’daki gerilla örgütlerine açık destek işareti olarak algıladılar ve OLAS’a “giriş” yapma kararı aldılar. Morenoculara göre, Latin Amerika’da “iktidarı almadaki tek örgütsel araç, silahlı mücadeleden yana savaşçı ulusal örgütleriyle OLAS” idi. Ama Kastro, Bolivya’daki felaketin ve Che Guevara’nın öldürülmesinin ardından, OLAS stratejisinden vazgeçip yüzünü tümüyle Kremlin’e ve geleneksel Stalinist partilere döndü. Bu gelişme, Moreno’nun gerillacılığa yönelik stratejisini gözden geçirmesine yol açacaktı. Morenocular, 1968 yılında, tam da bir DİP grubunun, BirSek’in önderlerinden Livio Maitan’ın da teşvikiyle Halkın Devrimci Ordusu (HDO) adlı bir gerilla hareketi kurmaya hazırlandığı sırada, ”gerillacı“ DİP’den ayrıldılar ve Bir-Sek içinde Kastrocu-gerillacı çizgiye muhalefet etmeye başladılar. Moreno’nun 1960’lı yıllar boyunca izlediği pratiğe ilişkin bu özet bilgiler, onun Bir-Sek içinde “Mandel - Maitan önderliğinin gerillacılığa yedeklenme çizgisine her zaman kararlılıkla karşı çıktığı ve ortodoks Troçkizmi savunduğu” yollu iddianın bir masal ve büyük bir yalan olduğunu yeterince açık biçimde gösteriyor. Moreno ve izleyicileri, bu konuda doğruları söylememekte, gerçekleri çarpıtmaktadırlar. Moreno, yıllar sonra, Lambertçi revizyonistlerle ortak bir enternasyonal kurmak üzere ana tartışma dökümanı olarak kaleme aldığı Geçiş Programının Güncellenmesi adlı çalışmasında, ”Revizyonizm, ulusal burjuvazinin ve emperyalizmin mülksüzleştirilmesinin bir sonucu olarak, başta Kastroculuk olmak üzere bu küçük-burjuva akımların kendilerini işçilerin devrimci akımları haline dönüştürebileceklerini iddia etmektedir. Oysa biz bunun tam tersine inanıyoruz. Bunlar, toplumsal nedenlerden ötürü, kendilerini işçi tabanın, onun

en fakir ve en sömürülen tabakalarının çıkarlarını yansıtan devrimci bir akıma asla dönüştüremezler“ [4] diye yazacaktı. Elbette, önceki dönemde izledikleri politikalara ilişkin tek satır özeleştiri yapmaksızın! Aynı tavrı, aradan 40 yılı aşkın zaman geçtikten sonra kaleme alınmış olan resmi LIT-CI tarihindeki şu yavan cümlelerde görüyoruz: “Ama 1964’te, örgütümüzün Moreno ile birlikte başlıca önderlerinden olan Vasco Bengochea Kübalı önderlere katılmak üzere bizden ayrıldı. Birkaç yıl sonra, 1968’de, fokoculuğu destekleyen pozisyonları benimsemiş olan başlıca kadrolarımızın bir kısmını yitirdiğimiz büyük bir bölünme yaşadık. Bu bölünmenin önderi, 1965’te birleşmiş olduğumuz ve ardından Halkın Devrimci Ordusu’nun başlıca önderi haline gelen Roberto Santucho idi.” [5] Ne kadar basit, değil mi? Alicia Sagra, resmi LIT-CI tarihinde, bütün bu önemli kadroların neden gerillacılığa ve fokoculuğa kaptırıldığını sorgulama gereği duymuyor ama bize, yıllar süren bu ağır ihanete mazeret bulmak için olsa gerek, fokoculuğun bütün bir IV. Enternasyonal üzerinde de etkili olduğunu anlatıyor. Kuşkusuz, her siyasi parti yanlış yapabilir ve bundan dönebilir. Ama yapılan yanlışları bilimsel bir temelde değerlendirme ve gerekli dersleri çıkarma becerisi, yalnızca Marksist yönteme sahip partiler için geçerlidir. Marksizmin yöntemine sahip olmayan partiler ise yaptıkları yanlışları, yüzeysel değerlendirmelerle geçiştirdikleri için, sürekli olarak bir yanlıştan diğerine (çoğu durumda da tam tersine) savrulmaya mahkumdur. Morenoculuk, sahip olduğu yüzeysel izlenimci yöntemiyle, her bir yanlışı bir diğeriyle düzeltmeye çalışan; dolayısıyla, bütün siyasi yaşamı sağdan sola yalpalamalarla geçen merkezci akımların tipik bir örneğini oluşturmaktadır.

71


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Moreno, gerillacılığa sırt çevirdikten sonra, siyasi macerasını burjuva anayasalcılığı çerçevesinde reformist partilerle girişeceği seçim ittifakları ve birleşmeler biçiminde sürdürdü.

Peki, Moreno ile Bir-Sek çoğunluğunun arasında gerillacılık konusunda hiç mi tartışma yaşanmadı? Elbette yaşandı. Ama 1969’dan sonra! Dahası, Morenocular, bu tartışmada, gerillacı-fokocu stratejinin yol açtığı felaketlerin Marksist bir değerlendirmesinden hareket etmiyorlardı. Tartışmalar, asıl olarak, Santucho ile Moreno arasında yaşanan tartışma üzerinden yürüyordu. Bu dönemde Bir-Sek içinde Moreno ile önderlik arasında yaşanan tartışmada Moreno’nun konumunu belirleyen en önemli etmenlerden biri, ABD-SİP’in, Demokratik Parti’nin sağ kanadıyla kurmuş olduğu yakın ilişkileri tehlikeye sokan gerillacılığa tavır alarak Moreno’yu desteklemesi oldu. Nihayet, Moreno’nun gerillacılığa sırtını dönmesinde, Kastro önderliğinin OLAS’ı lağvetme kararının da etkili olduğunu söyleyebiliriz. Özetle, Moreno’nun arkasına ABDSİP’in desteğini alarak, Bir-Sek’in 1969’da toplanan 9. Kongre’sinde resmileştirdiği fokocu-gerillacı çizgiye açıkça karşı çıkması, Marksist devrimci pozisyonların savunusu temelinde gerçekleşmediği ve Morenoculuğun Kastrocu-gerillacı pratiğinin ciddi bir özeleştirisini içermediği için, işçi sınıfının öncü kesimlerine ve Leninist partiyi inşaya yönelme anlamına gelmedi. Moreno, gerillacılığa sırt çevirdikten sonra, siyasi macerasını burjuva anayasalcılığı çerçevesinde reformist partilerle girişeceği seçim ittifakları ve birleşmeler biçiminde sürdürdü.

Gerillacılıktan reformizme Morenocu resmi tarih, bize, Arjantin Partisi’nin gerillacılığa karşı mücadele içinde güçlü bir öncü parti haline geldiğini; bunun, “cordobazo“ türü kitle hareketlerine ve seçimlere katılma biçimindeki doğru politikaların ürünü olduğunu; aynı durumun, daha sonra, Uruguay ile Venezuela’da da yaşandığını anlatıyor. [6]

72

Morenoculuğun, 1960’lı yılların neredeyse tamamını Kastroculuğun kuyruğunda gerillacı maceralarla geçirdiğini ve Sagra’nın tarihinin gerçekleri yansıtmadığını gördük. Moreno ve yoldaşlarının “gerillacılığa karşı mücadele”si, ancak büyük kayıpların ardından ve -deyim yerindeyse- gerillacılık onu terk ettikten sonra “başlamıştı”. Moreno’nun Kastroculuğa yedeklenmekten vazgeçmesinde önemli rol oynayan etmenlerden bir diğeri, Arjantin işçi sınıfının 1969 yılında yeniden ayağa kalkmasıydı. Arjantin kapitalizminin yaşadığı ekonomik ve siyasi kriz, Cordoba kentinde “Cordobazo“ olarak adlandırılan ve başını otomobil işçilerinin çektiği büyük bir işçi ayaklanmasına yol açmıştı. Bu ayaklanmanın ardından hızla yükselişe geçen işçi hareketi General Lannusse’nin üç yıllık iktidarına son verecekti.

“Yüzde 95 Troçkist” 1971 yılında, Moreno’nun DİP’i, “yasal ve kitlesel bir sol parti” inşa etme amacıyla, yüzünü, Kastro ile Peron’a yakın siyasi görüşleri savunan Juan Carlos Coral önderliğindeki reformist bir gruba çevirdi. Arjantin Sosyalist Partisi’nden ayrılmış olan Coral’ın ne Troçkizmle ne de devrimcilikle ilişkisi vardı. DİP ile Coral’ın grubu arasındaki birleşmeden, Sosyalist İşçi Partisi (SİP) doğdu. SİP’i kitlesel bir işçi partisi haline getirmeye koyulan Moreno, “ulusun gerçekliği içinde kök salmış; Latin Amerika ve dünya sosyalist hareketiyle dayanışma içinde olan büyük bir devrimci işçi partisinin inşası” yönünde bir çağrı yaptı. [7] “Sosyalist hareket” derken neyi kastettiğini açıkça belirtmeyen Moreno, bu yolla Kastrocu, Maocu ya da sosyal demokrat parti ve örgütlerle ileride girişeceği olası işbirliklerinin önünü açık bırakıyordu. Dahası, SİP, Küba’nın sosyalist; Vietnam Komünist Partisinin ise dünya


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k devriminin öncüsü olduğunu ilan ediyordu. En önemlisi, Moreno’nun ”yüzde 95 Troçkist“ dediği birleşme programının, gerçekte, yüzde 1 oranında bile Troçkist olmamasıydı. O, baştan sona reformist ve burjuva demokratik bir karaktere sahipti. Reformist yanılsamalarla dolu bu program, “silahlı kuvvetlerin sermayenin hizmetinde kullanılmasına“ karşı çıkıyor, onun “baskıcı rolüne son verilmesi’ ve “demokratikleştirmesi“ gereğini vurguluyordu. Programda ayrıca “kurucu meclis dolayımıyla seçilecek işçi hükümeti“ talebi de yer alıyordu. Burjuva devleti ve ordusu hakkında akıl almaz hayaller yayan bu tipik sosyal demokrat ve Menşevik talepler, sonraki yıllarda, Morenocu akımın bulunduğu hemen bütün ülkelerde savunacağı temel dogmalar haline geldiler. Birleşme programın en çarpıcı yanlarından biri de onun “her türlü dış denetimi [yabancı, ülke dışı denetim kastediliyor] ya da yönlendirmeyi reddetmesi” idi. Bu, Bir-Sek içinde özerk bir hizip gibi faaliyet göstermeye devam eden Morenocuların, uluslararası örgütün siyasi otoritesini ve demokratik merkeziyetçi dünya partisi anlayışını bütünüyle reddettiğinin ilanıydı. Moreno’nun Moreno’nun yıllar boyunca ulusalcı ”yüzde 95 burjuvazinin (Peronculuğun) ve radiTroçkist“ dediği kal küçük burjuvazinin (gerillacılık) birleşme “sol” kanadı olarak biçimlenmiş örprogramının, gütünün Sosyalist Parti’yle birleşmegerçekte, yüzde 1 sinden doğan bu “yüzde 95 Troçkist” oranında bile parti, reformist bir partinin toplumsal kriz dönemlerinde yüzünü işçi sınıfı Troçkist olmamasıydı. O, yerine burjuvaziye çevirmesinin genel geçer kural olduğunu kısa süre içinde baştan sona kanıtlayacaktı. reformist ve Bu yönelişin Marksizm karşıtı olduburjuva ğunu, bizzat Moreno, akıl almaz bir demokratik bir pervasızlıkla ilan ediyordu: “Şu anda karaktere sahipti. esas siyasi örgütsel hedefimiz, yasal solda merkezci bir partinin oluşturul-

masıdır… Bu örgütün, proleter Bolşevik bir örgütün tam karşıtı olduğunun bilincindeyiz… Bu, bizim, devrimci Marksizmi reddetmiş olan döneklerin yanında olduğumuzu açığa vuran bir itiraftır.” [8] Troçki, 1935 yılında Raymond Molinier ile Pierre Frank’ın Fransa’daki kitleleri merkezci bir program etrafında toplamak için kurulacak “geniş bir örgüt” olarak düşündüğü “La Commune” girişimini şöyle değerlendirmişti: “devrimci sabırsızlık / acelecilik (ki o kolayca oportünist sabırsızlığa / aceleciliğe dönüşür) sıkça şu sonuca varır: Kitleler, düşüncelerimizin anlaşılması fazlasıyla zor, sloganlarımız fazlasıyla ileri olduğu için bize gelmiyor. Bu yüzden programımızı basitleştirmemiz, sloganlarımızı sulandırmamız -kısacası bazı ağırlıklarımızı atmamız gerekir.“ [9]

Burjuvaziyle anlaşma Arjantin’de 1973 Mart ayında yapılan seçimleri Hektor Campora önderliğindeki Peroncu parti kazandı. İktidarının ilk günlerinden itibaren HDO’nun eylemleriyle ve onu destekleyen kitlesel gösterilerle karşı karşıya kalan Campora, Peroncu sosyal güvenlik sistemini yeniden kurmak için adımlar atmaya başladı. Campora, yükselen işçi sınıfı hareketini yatıştırabilmek için, ücretlere yüzde 50’ye varan zamlar yaptı ve şeker, sigara, şarap gibi mallarda vergi indirimine gitti; dahası, “doğru yatırım politikalarını yaşama geçirmek için banka teminatlarını ulusallaştırabileceğini” ilan etti. Bu arada, 40 bine yakın HDO sempatizanı Buenos Aires’teki Villa Devoto cezaevini kuşatıp siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep etmiş ve Campora’nın 500 kadar tutukluyu serbest bırakmasını sağlamıştı. Campora, vermek zorunda kaldığı bütün ödünlere karşın, toplumsal muhalefeti yatıştırmakta başarılı olamıyordu. Bunun üzerine, Arjantin

73


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k 1950’li yıllar boyunca, Arjantin işçi sınıfının Peronculuk eliyle burjuva devletin denetiminde tutulmasına hizmet sunmuş olan Moreno, şimdi, bir kez daha küçük burjuvazi ile sendika bürokrasisinin Peron’a ilişkin hayallerini destekleyip yaymaya soyunuyordu.

74

burjuvazisi, yükselen işçi hareketini ve toplumsal muhalefeti sendika bürokrasileri eliyle denetim altında tutabilecek tek gücün Peron olduğuna ikna olacak ve İspanya’da sürgünde olan Peron’u ülkeye geri çağıracaktı. Daha önce, General Lannusse’nin “demokrasiye kontrollü geçiş”i öngören Büyük Ulusal Sözleşme’sine imza atmış olan SİP, yayın organı Avanzada Socialista’nın 8 Kasım 1972 tarihli sayısında, Peron’un dönüşüne ilişkin olarak şu yorumu yapıyordu: “Peron neden geliyor? Umuyoruz ki bu, oligarşiyle pazarlıklar yapmak için değil; seçimlerde savaşçı işçi adaylarını çıkarmak için gerçekleşecek.” Bu ifadeler, Moreno’nun, gerillacılıkla geçen yıllara rağmen, Peronculuğa olan bağlılığını yitirmediğinin göstergesiydi. 1950’li yıllar boyunca, Arjantin işçi sınıfının Peronculuk eliyle burjuva devletin denetiminde tutulmasına hizmet sunmuş olan Moreno, şimdi, bir kez daha küçük burjuvazi ile sendika bürokrasisinin Peron’a ilişkin hayallerini destekleyip yaymaya soyunuyordu. Ama olaylar hiç de Morenocuların umduğu gibi gelişmedi. 1973 Ekiminde, burjuvazinin topyekün desteğiyle yeniden iktidara gelen Peron’un kendisine ilişkin küçük burjuva hayallere yanıtı, “terörizm karşıtı önlemler”i uygulamaya koymak oldu. Peron, ordunun da desteğiyle, CGT’deki sendika bürokrasisinde ve Peroncu Gençlik Hareketi’nde temsil edilen “sol“ Peronculuğa karşı açık bir saldırıya geçti. Bu saldırılara, “Arjantin Komünizm Karşıtları Birliği” adlı faşist örgütün önde gelen solcu aydınlara karşı polisin desteğiyle başlattığı seri cinayetler kampanyası eşlik etti. SİP, işçi hareketinin hızla militanlaştığı ve Peron yönetiminin işçi sınıfı içindeki sermayesini kısa süre içinde tükettiği bu dönemde, bütünüyle anayasalcılığın (var olan burjuva dü-

zenin) savunucusu haline geldi. O, faşist terörün ve gerillacılığın hızla yükseldiği bu iç savaş ortamında, Peronculuktan hızla uzaklaşmakta olan işçi sınıfına bağımsız proleter devrimci bir alternatif sunmak yerine, burjuva “cumhuriyeti ister sağdan isterse soldan gelsin her türlü tehdide karşı korumak“ için Stalinist Komünist Parti ile birlikte burjuvazinin kampına geçti. SİP, 1974 yılının Mart ayında, Peron‘un çağrısıyla ve onun başkanlığında düzenlenen bir toplantıda, altı burjuva ve küçük burjuva partiyle birlikte bir anlaşma yaptı. Bu toplantı sonrasında yapılan ortak açıklama, Arjantin’deki bütün burjuva gazetelerinde ve SİP’in yayın organı Avaizada Socialista’da yayınlandı. “Açıklamada şöyle deniliyordu: ‘Katılımcılar, ülkemizde, demokratik sistem bağlamında, bir arada var olma pratiği ve yapıcı diyalog yoluyla, kurumsallaşma sürecini sağlamak ve pekiştirmek [anayasal burjuva demokrasisinin sağlamlaştırılması] konusunda her türlü çabayı göstereceklerine dair asli taahhütlerini teyit ettiler… Cumhuriyet, uzun süredir baskısına maruz kaldığı güçlerle karşı karşıya gelmiş olması nedeniyle zor anlar yaşamaktadır. Ancak bu sorunlar, halkın çoğunluğunun özlemlerine ve seçimlerle belirlenen özgürlük yanlısı geniş kesime saygı duyan bir dayanışma eylemi ile kolayca aşılabilecektir. Bu, onların kendilerini gelecekte de ifade edebilmelerini güvence altına alacak bir özgürlüktür. Onlar, bu yolla, bu özgürlüğü pratikte kendilerini emperyalist egemenliğin boyunduruğundan kurtarabilecek ve işçilerin kendi emekleri ile yaratılmış olan servetten faydalanmalarını garanti altına alabilecek bir şekilde kullanabilirler... ‘Anayasal sistemin başarısızlığa uğramasını isteyenler ya da koşulların yeni bir gerici maceraya izin vermesini


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k bekleyenler; rejimin çeşitli kesimlerini gelecekteki seçeneklere önyargılı hale getirmek için kullanmaya çalışanlar; ideolojik olarak faşistçe taleplere ve sınırlarımızda sürekli baskı uygulayan çokuluslu şirketlerin çıkarlarına uygun düşen totaliter ya da korporatist uygulamaları benimseyenler; bütün bu insanlar şunun farkına varmalıdır ki, bu ülke temel bir anlayış çerçevesinde birleşmiştir ve onların eylemlerine karşılık verecektir.”[10] SİP, kendi yayın organının 28 Mart 1974 tarihli sayısında, bu bildirinin altına imza atmış olduğunu açıklıyordu. Dahası, Avaizada Socialista, bu toplantıya katılmış olmayı, faşist güçlerin oluşturduğu tehdide işaret ederek haklı çıkartmaya çalışan bir de başyazı yayımlamıştı. Bu başyazıda, “Cumhuriyetin devlet başkanıyla diyaloğa girmek, işçilerin ve halkın seferber olduğu kahramanca mücadelelerde kazanılan demokratik hakMoreno, faşist ların savunulmasına yönelik somut bir terörün ve adım” olduğu belirtiliyordu. gerillacılığın hızla Oportünizmin bu kadarına Pablocu yükseldiği bu iç Bir-Sek önderliği bile katlanamadı. savaş ortamında, Bir-Sek, SİP’i, “demokrasiyi savunma Peronculuktan örtüsü altında burjuva devleti savunma sorumluluğunu üstlenmekle“ hızla eleştirdi ve bunun “Marksizm’den uzaklaşmakta köklü bir kopuş anlamına geldiğini“ olan işçi sınıfına belirtti: bağımsız proleter “Bunu izleyen birkaç ay boyunca, Modevrimci bir reno ile Mandel arasında sert bir alternatif sunmak mektup alışverişi yaşandı; Moreno, yerine, burjuva SİP’in bildiriyi imzalamış olduğunu “cumhuriyeti ister inkâr etti. Moreno, burjuva basınında SİP’in bildiriyi kabul ettiğine dair idsağdan isterse soldan gelsin her dianın yanlış olduğunu ve Avaizada Socialista’nın da SİP’in bildiriyi imzatürlü tehdide ladığı haberini yanlışlıkla yayınladıkarşı korumak“ ğını iddia etti. Buna rağmen, Moreno, için Stalinist kızgın bir ifadeyle, Avaizada SocialisKomünist Parti ile ta’nın 26 Haziran 1974 tarihli sayıbirlikte sında kamuoyuna hitaben bir düzeltme yayınladığını belirtti. Manburjuvazinin del [Moreno’ya] cevabında, burjuva kampına geçti. basınında ve SİP’in kendisine ait Avai-

zada Socialista’da yer almış olan yanlış bilgiyi kamuoyu önünde düzeltmesinin SİP’in neden iki ayını aldığını merak ettiğini yazdı. “Küçük teknik sorunlar bir kenara bırakıldığında, SİP’in Peron’la birlikte konferansa katılmış olmasının oportünist karakteri inkar edilemez. Moreno bile bunu kabul etmek zorunda kaldı: ’Peron’la yapılan görüşmeye katılmış olmamızın, kimi sadık militanlarımız tarafından yanlış anlaşılabileceğini ve kimi karşıtlarımızın bunu kötü niyetli bir şekilde yorumlanabileceğini kabul ediyoruz.” [11] “Moreno, ‘kurumsallaşma’nın savunulmasının ‘yanlışlıkla’ burjuva demokrasinin savunulması olarak yorumlanabileceğini de kabul etti: ‘Kullandığımız kimi ifadelerin bu izlenime yol açabileceğini kabul ediyoruz. Arjantin’in içinde bulunduğu ortamda, verili burjuva ‘yapısı’ ile demokratik hakların savunulmasını birbirinden dikkatli bir biçimde ayırt edememe hatasını bile yapmış olabiliriz.’” [12] Alicia Sagra’nın 32 yıl sonra kaleme aldığı resmi LIT-CI tarihi, Arjantin’deki kanlı askeri diktatörlüğe zemin oluşturan bu son derece önemli dönemi şu üç cümleyle geçiştirir: “Bizim, sosyal demokrasiden kopmuş bir kesimle birleşmeden doğan Arjantin partimiz SİP, gerilla yönelimine ve öncücülüğe karşı bu mücadele sürecinde güçlü bir öncü parti olarak gelişti. Onu güçlendirmemiz, Mandel’inkinden bütünüyle farklı bir politikanın; ‘cordobazo‘ olarak bilinen kısmi ayaklanmayla doruk noktasına ulaşan mücadelelerde yer alma ve seçimlere katılma politikasının uygulanmasıyla mümkün oldu. Bu dönemde, Uruguay ve Venezuela partilerimizi örgütledik.“[13]

“En demokratik askeri yönetim“ Peron’un 1974 Temmuzunda ölmesinin ardından, Arjantin burjuvazisi, hızla yükselen toplumsal muhalefet

75


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Isabel Peron

76

karşısında sarsılan rejimi koruma görevini, onun eşi Isabel Peron’a verdi. Ancak, toplumsal hoşnutsuzluk, artık, Isabel Peron etrafında yaratılan efsaneyle yatıştırılamayacak denli büyüktü. Bir bütün olarak düzenin tehlikeye sürüklendiğini gören burjuvazi, tercihini bir kez daha askeri diktatörlükten yana yaptı. SİP’in faşist teröristler ile “sol” Peroncu ve gerillacı güçleri eşitleyen “cumhuriyeti savunma” tavrı, Videla’nın 24 Mart 1976’da düzenlediği askeri darbeye giden yolun taşlarının döşenmesine yardımcı olmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Ancak, “yüzde 95 Troçkist” SİP, bu noktada bile duramadı. SİP, General Videla askeri bir darbeyle devlet başkanlığını aldığında, “General Videla’nın açıklamaları bizim de onayladığımız kurtarıcı bir programı oluşturmaktadır. General Videla anlayış istiyor. Bizden bu desteği görecektir. Halkımızın tüm yurtsever kesimlerinin başkanın bu çağrısına uyarak demokratik yeniden örgütlenmeye katkılarını sunmaları gerekir”[14] diyen Arjantin Komünist Partisi’nin yolunu izledi. SİP, adı darbe sonrasında “La Yesca” (“çakmaktaşı” ya da “taş gibi sert, katı” anlamına geliyor) olarak değiştirilen yarı yasal yayınında, Videla diktatörlüğünün “Latin Amerika’daki en demokratik askeri yönetim olduğunu” belirtiyor; askeri darbeyi, tam bir ödlek liberal burjuva gazetecinin başvurabileceği argümanlarla meşrulaştırıyordu. Ona göre ordu, “hükümet karşıtı kitlesel hoşnutsuzluk dalgasının önderliğin hatasından dolayı gerçekleştiremediği şeyi kendi yöntemiyle yaşama geçirmiş” idi. Akıl almaz gibi görünüyor ama buradan çıkacak tek sonuç, Videla’nın, kitlelerin talebini “kendi yöntemiyle“ gerçekleştirdiğidir! La Yesca’nın, “uysal bir basın özlemi içinde olmadığını” düşündüğü Gene-

ral Videla, SİP’in kendisine askeri diktatörlük altında yasal alan açmak için sürdürdüğü yaltaklanma politikasına, onun bütün yayınlarını yasaklayarak yanıt verdi. Sonraki dönemde yasadışı koşullarda faaliyet göstermeye başlayan SİP’in önderlerinin çoğu yurtdışına çıkarken, bu şansa sahip olmayan davaya bağlı üyeleri, önderliğin bu ihanetinin bedelini, diktatörlük eliyle öldürülerek ya da tutuklanıp işkenceler görerek ödediler. Alicia Sagra’nın resmi LIT-CI tarihinde, SİP’in Videla diktatörlüğüne ilişkin değerlendirmelerine ve Morenocu önderliğin örgütün uğradığı ağır kayıplardaki sorumluluğuna ilişkin tek bir sözcük bile bulamıyoruz. Sagra, bunun yerine, Morenocuların en berbat durumdan bile yararlanma ustalığını kanıtlama çabası içinde şunları yazıyor: “SİP, önemli kadrolarını ülkeden çıkarttı; bu uluslararası faaliyetimizi ilerletmede yararlandığımız bir durumdu. Bu dönemde, Bolivya, Şili, Ekvator, Kosta Rika ve Panama’da örgütlerimizi kurduk; Portekiz ve İspanya’daki faaliyetimizi güçlendirdik. Ama en önemli ilerleme, Kastroculuktan ve kiliseden gelen kadrolarıyla devrimci pozisyonlara sürüklenen Sosyalist Blok adlı örgüt ile bağlantı kurduğumuz Kolombiya’da gerçekleşti. Kolombiya SİP’i böyle kurduk.“[15] Morenocu SİP, kendisinin uğradığı ağır kayıplara ya da Arjantin işçi sınıfının ve genel olarak solun Videla diktatörlüğü altında yaşadığı baskılara, hapislere, sürgünlere, 30 bin insanın ortadan kaybedilmesine rağmen çizgisini değiştirmedi. SİP, dünyanın dört bir yanındaki demokratik ve devrimci güçlerin Videla diktatörlüğüne karşı örgütlediği 1978 Dünya Futbol Şampiyonası’nı boykot kampanyasını, “aşırı solun diktatörlüğe hizmet eden etkinliği” olarak tanımladı. Öyle ya, bu boykot kampanyası Arjantin halkının maruz


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Moreno, “silahlara veda“ dedikten sonra, yeniden burjuva parlamentarizminin ve reformizmin önemini keşfeden Moreno ve izleyicileri, bir an önce devasa kitlesel sosyalist partiler kurma ateşiyle yanıyordu.

kaldığı baskıya ilişkin abartıların ve yanlış bilgilerin ürünüydü; artan uluslararası protestoları körükleyen şey ise askeri diktatörlüğün insan hakları alanındaki yetersizliğiydi! Şaka değil! Arjantin’deki askeri diktatörlüğe karşı bu tür bir kampanyanın başını çekmesi; bunu yapacak gücü yoksa en azından onu desteklemesi gereken SİP, boykotçuları, akıl almaz bir pervasızlıkla, Videla yönetimine hizmet etmekle suçluyordu. Moreno’nun, kendi ihanetlerini örtbas etmek için bundan daha mide bulandırıcı bir argüman bulması mümkün değildi. İşin en kötü yanı da bütün bunların “Troçkizm” adı altında yapılmasıydı. Askeri diktatörlüğün “insan haklarına ilişkin yanlışlar”ını düzeltip kendisini demokratikleştireceği yollu zehirli hayaller yaymayı sürdüren SİP hiç mi muhalefet etmedi? Elbette etti. Ama SİP’in askeri diktatörlüğe karşı mücadelede kendisine seçtiği ortaklar her zaman burjuva ve küçük burjuva güçler oldu. SİP, diktatörlük karşıtı burjuva partilerine ve Stalinist Komünist Parti’ye bir Halk Cephesi kurma çağrısı yaptı. Bu cephenin amacı da burjuva düzeni 1853 tarihli anayasa temelinde yeniden düzenlemekti (yanlış okumuyorsunuz; Morenocular, Arjantin’i, bin sekiz yüz elli üç tarihli oligarşik burjuva anayasası temelinde yeniden düzenlemeyi öneriyordu): “Sosyalistler, 1853 Anayasası’nın tam olarak uygulanması için devasa bir işçi ve halk hareketi yaratmak amacıyla, başta Adaletçi Parti (Peronistler), UCR (Radikal Yurttaş Birliği - Alfonsin’in partisi), Sol Parti ve Komünist Parti olmak üzere bütün partileri eylem birliğine çağırır.” [16]

Brezilya ve Peru örnekleri Morenoculuğun burjuva parlamentarizmine ve reformculuğa eklemlenmesi yalnızca Arjantin’le sınırlı kalmadı. Morenoculuk, bu sınıf uzlaşmacı politikasını 1970’li yıllar boyunca diğer Latin Amerika ülkelerine

de aktardı. Zira “silahlara veda“ dedikten sonra, yeniden burjuva parlamentarizminin ve reformizmin önemini keşfeden Moreno ve izleyicileri, bir an önce devasa kitlesel sosyalist partiler kurma ateşiyle yanıyordu. Morenoculuğun bu pratiğini bütün Latin Amerika’ya yaymasında, resmi LIT-CI tarihinde de belirtildiği üzere, SİP’in önde gelen kadrolarının bir bölümünün Arjantin’deki Videla darbesinin ardından yurtdışına çıkmasının önemli payı oldu. Brezilya: Portekiz’deki yarım yüzyıllık diktatörlüğün 1974’te bir halk hare keti sonucunda yıkılması hem Brezilya’da hüküm süren askeri diktatörlüğü hem de ona karşı yükselen muhalefeti büyük ölçüde etkilemişti. Bu durum, Moreno’ya kısa yoldan kitleselleşme stratejisini yaşama geçirmede bulunmaz bir fırsat olarak göründü. Portekiz Sosyalist Partisi’nin (PSP) sol imajından yararlanmayı hesaplayan Moreno ve izleyicileri, Brezilya’daki siyasi ataklarına, PSP‘nin amblemini kopyalayıp, baştan sona reformcu bir program hazırlayarak başladılar. Bu yolla onlar, Soares’in PSP’sine umut bağlayan binlerce diktatörlük karşıtını kucaklayacaklarını ve büyük bir sosyalist parti kurabileceklerini düşünüyorlardı. Morenoculuğun sınıf işbirlikçisi çizgisinin Brezilya’daki uygulayıcısı İşçi Birliği (İB) adlı grup oldu. Askeri diktatörlük sonrasında Brezilya’yı terk ederek Şili‘ye ve Arjantin’e gitmiş olan öğrencilerin 1974’te ülkeye geri döndükten sonra kurdukları İB, 1977 yılında 300 dolayında üyeye sahipti. İB, 1978 yılında, kitlesel bir sosyalist parti inşa etmek amacıyla Movimento Convergencia Socialista’yı kurdu (Sosyalist Birlik Hareketi – SBH) ve sonradan Sosyalist İşçi Partisi (Brezilya-SİP) adını aldı. SBH, işe kitlesel bir sosyalist parti kurmak için eski burjuva bakanlardan

77


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k 1979’daki Nikaragua Devrimi’ne, 1783-1830 yıllarında yaşamış bir burjuva devrimcisi olan Simon Bolivar’ın[17] adını taşıyan uluslararası bir birlik dolayımıyla katılan Morenocular, Sandinistlerin burjuvaziyle uzlaşmasını eleştiriyor ve Nikaragualı emekçilerin onlardan bağımsız politik örgütlenmesini yaratmaya çalışıyorlardı.

78

Alfonso’nun da dahil olduğu çok sayıda “demokrat“ bireye kendilerine katılma çağrısı yaparak başladı. Bu girişimin başarısız olmasının ardından da, 1978 seçimlerinde, Demokratik Brezilya Hareketi’nin (DBH) “işçi ve sosyalist adaylarına oy verme” çağrısı yaptı. Bugünkü Brezilya İşçi Partisi’nin önceli olan DBH’nin, askeri diktatörlük sürecinde yasaklanmış tek muhalefet partisi olması kimseyi şaşırtmasın; bu parti, tümüyle burjuva demokratik reformist bir programa sahipti. Özetle, Morenocular, Brezilya’daki örgütlü siyasi faaliyetlerine, demokratik burjuvazinin (sosyal demokrasinin) değirmenine su taşıyarak başladılar. 1979’da, yeni bir işçi partisinin inşası kampanyasına katılan SBH, maden işçilerinin düzenlediği grevlerde yer aldı ve gücünü bir hayli arttırdı. Ancak SBH, burjuva partilerinin “demokratik” ikiyüzlülüğünü ve onların askeri diktatörlükle olan işbirliklerini ve sosyalizme parlamenter yoldan geçmenin mümkün olduğu yalanını teşhir etmek yerine, “Ortodoks Troçkizm“ maskesi altında, açıkça burjuva parlamentarizmini savundu. Morenocular, Bir-Sek çoğunluğuyla el ele, “kurucu meclis“ talebini yükselttiler ve bu kurucu mecliste “işçiler için; ülkeyi sosyalist planlama altında yeni bir yolla örgütleyecek bir anayasanın onaylanmasını garanti altına almak için; ... bir başka deyişle, sosyalist Brezilya’nın kurulmasına zemin oluşturacak sosyalist bir anayasaya ve bir işçi hükümetine oy vermek için mücadele edeceklerini” açıkladılar. Böylece SBH, işçi sınıfının öz örgütlenmeleri olan konseylerin yerine burjuva parlamentosunu (kurucu meclis) geçiriyordu. Peru: Morenoculuk, gerillacılıktan burjuva parlamentarizmine ve anayasacılığına savrulmanın en yıkıcı örneklerinden bir diğerini Peru’da sergiledi. Perulu emekçiler, 1978 yı-

lında gerçekleştirdikleri bir genel grevle Bermudez’in askeri yönetimini iyice köşeye sıkıştırmış; onu, bir anayasanın hazırlanmasında -sınırlı da olsa- yetkilere sahip olacak bir kurucu meclisin oluşturulmasını kabul etmek zorunda bırakmıştı. Kurucu Meclis seçimleri sürecinde, Bir-Sek’in içinde olan iki örgütten Morenocu Sosyalist İşçi Partisi (SİP) “İşçilerin-Köylülerin-Öğrencilerin-Yerlilerin Cephesi” içinde (FOCEP) yer alırken, Mandel’in izleyicileri Maocuların, Kastrocuların, Stalinistlerin ve Devrimci Sosyalist Parti’nin içinde yer aldığı bir seçim bloğuna katıldılar. (Bir kez daha, aynı “dünya partisi” içinde iki farklı politikaya tanık oluyoruz!) Bu kampanya sürecinde, FOCEP Moreno’nun çizgisine aykırı biçimdeburjuva partileriyle işbirliğini reddederken, SİP -sahip olduğunu iddia ettiği- Troçkist kimliğini ısrarla gizledi. Burjuva devletin sınıf karakterine ilişkin tek bir laf bile etmeyen SİP, işçi ve köylü konseyleri ile işçi milislerinin oluşturulması, genel grev vb. talepleri de ağzına almadı. O, bütün gücüyle, işçi iktidarının “demokratik“ Kurucu Meclis’e seçilecek bir işçi partileri koalisyonu eliyle; yani burjuva parlamenter yoldan ve evrim yoluyla gerçekleşebileceği hayalini yayıyordu. FOCEP’in seçimlerde oyların yüzde 12’sini alması, Morenocuların yaydığı burjuva parlamenter yanılsamanın daha da güçlenmesine hizmet etti. Kurucu Meclis’teki FOCEP temsilcileri, bu kurumun ve oradaki burjuva güçlerin gerici karakterini açığa çıkartıp, işçileri kendi alternatif iktidar organları olarak konseylerini ve silahlı milislerini oluşturmaya yönlendirmek için hiçbir şey yapmadılar. Bunun yerine, büyük çoğunluğu gerici burjuva partilerinin temsilcilerinden oluşan Kurucu Meclis’in “demokratik ve anti-emperyalist görevleri yerine getirmek üzere iktidarı almasını” talep


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k ettiler. Burjuva parlamentarizmiyle ve anayasacılıkla damgalanmış olan FOCEP’in önderi Ledesma, “demokratik olmayan bu Meclis’in kendisini Paris Komünü’ne dönüştürmesi” çağrısında bulunacak denli şaşkın durumdaydı. Peki, SİP’in, Ledesma’nın bu tür açıklamaları karşısındaki tepkisi ne oldu dersiniz? Söyleyelim: SİP, bu “şaşkın Troçkisti” burjuva Peru Cumhuriyeti’nin devlet başkanlığı için aday gösterdi. Neden olmayacaktı ki! “Troçkist” bir devlet başkanı, belki burjuvaziyi bir günde mülksüzleştiremezdi (zaten bunu isteyen yoktu) ama üç ay içinde yeni seçimlerin yapılması kararı alabilir; bu yolla, burjuva diktatörlüğünün demokratikleştirilmesi sürecini başlatabilirdi! Önceki on yıl boyunca gerillacılığa, şimdi de burjuva parlamentarizmine ve anayasacılığına ilişkin hayaller körükleyen Morenocuların Kurucu Meclis’teki iki yıllık pratiği, yalnızca Troçkizmin değil, bir bütün olarak devrimci solun Peru siyasi yaşamından uzunca bir süre için silinmesine yetti.

Nikaragua deneyimi

Moreno, 15 yıl boyunca aynı “enternasyonal“ içinde birlikte olduğu Mandel’in “yeni kitle öncüsü” kuramının sınıf işbirlikçi karakterini nihayet kavradı ve “Mandelci revizyonizme karşı ortodoks Troçkizmi savunmaya” soyundu.

1979’daki Nikaragua Devrimi’ne, 1783-1830 yıllarında yaşamış bir burjuva devrimcisi olan Simon Bolivar’ın[17] adını taşıyan uluslararası bir birlik dolayımıyla katılan Morenocular, Sandinistlerin burjuvaziyle uzlaşmasını eleştiriyor ve Nikaragualı emekçilerin onlardan bağımsız politik örgütlenmesini yaratmaya çalışıyorlardı. Bu durum, Morenocuların Bolşevik Hizip adı altında içinde yer aldıkları Bir-Sek’in Sandinist harekete koşulsuz destek (“koşulsuz teslimiyet“ olarak okuyun) biçiminde özetleyebileceğimiz resmi çizgisine tümüyle aykırıydı. Küçük burjuva ulusalcı hareketlere yedeklenme yolunda “yeni kitle öncüsü“nü keşfetmiş olan Mandel önderliğindeki Bir-Sek çoğunluğu, Nikaragualı emekçilerin küçük burjuva Sandinist parti-cephe

(FSLN) dışında bir örgüt çatısı altında örgütlenmesini reddediyordu. Somoza karşısında elde edilen zaferin ardından, Sandinistler, Nikaragua devrimine ülkenin güneyinde sürdürdüğü faaliyetlerle destek vermiş olan Morenocuları, önce büyük bir coşkuyla selamladılar. Ancak Simon Bolivar Birliği üyeleri, Nikaragualı işçileri ve yoksul köylüleri sendikalarda / birliklerde örgütlemekle kalmıyor, onları Sandinist hareketten bağımsız bir parti çatısı altında toparlamaya da çalışıyordu. Sandinistlere göre bu, “Nikaragua’nın iç işlerine müdahaleydi” ve kabul edilemezdi. Sonuçta, Simon Bolivar Birliği’nin Nikaragualı olmayan üyeleri Sandinistler tarafından tutuklanıp Panama polisine teslim edildiler. Bu arada Sandinist harekete “soldan” danışmanlık yapmaya soyunmuş olan Bir-Sek önderliği, Morenocu yoldaşlarını savunmak için tek bir adım bile atmadı. Bu durum, Morenocu azınlık ile Mandelci çoğunluk arasında var olan ayrıma “düşünsel” düzeyin ötesinde, somut bir anlam kazandırdı. Moreno, Bir-Sek yönetiminin bu tavrını -son derece haklı olarak- “Troçkist ilkelere açıktan ihanet“ olarak tanımladı. [18] Dahası bu, Morenoculara göre, BirSek önderliğinin önceden hesaplayarak attığı bir adımdı: “[Bir-Sek çoğunluğunun] burjuvazi tarafından işkenceye uğratılan devrimci militanlarımızı savunmayı reddetmesi, pratikte, bizi Bir-Sek’ten tümüyle ayrılmaya zorlayan; eğilimimizin ihraç edilmesi yönünde alınmış bir iç kararının ürünüydü.” [19] Bu gelişmeyle birlikte, Moreno, 15 yıl boyunca aynı “enternasyonal“ içinde birlikte olduğu Mandel’in “yeni kitle öncüsü” kuramının sınıf işbirlikçi karakterini nihayet kavradı ve “Mandelci revizyonizme karşı ortodoks Troçkizmi savunmaya” soyundu! Mandel’in yeni kitle öncüsü kuramı, devrimci işçi öncüsünü küçük burjuva

79


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k kitle hareketlerine yedekliyor ve IV. Enternasyonal’i tasfiyeye sürüklüyordu; ortodoks Troçkistler buna karşı sessiz kalmamalı, Troçkizmi canla başla savunmalıydı! Oysa ortada yeni bir durum yoktu, Mandel önderliğindeki Bir-Sek’in yaptığı tek şey, 1950’lerden beri bütün ülkelerde uygulanan Pablocu tasfiyeci çizgiyi Nikaragua koşullarına uyarlamaktan ibaretti. Dahası, Mandel’i küçük burjuva kitle hareketleri karşısındaki oportünist ve tasfiyeci tavrından dolayı suçlayan Moreno, bu çizginin on yıllar boyunca en kararlı savunucularından birinin kendisi olduğu gerçeğinin de üstünü örtüyordu. Özetle, Moreno gerillacılık ve yeni kitle hareketlerine yedeklenme konusunda Mandel’i eleştirebilecek en son insanlardan biriydi. Onun “Mandelci revizyonizm” etrafında kopardığı fırtınanın altında da, zaten içinde ayrı bir enternasyonal gibi faaliyet gösterdiği “Mandelci Bir-Sek” ile yolları ayırmak için gereksinim duyduğu meşruiyeti elde etme ihtiyacı yatıyordu. devam edecek HHHH Dipnotlar: [1]Alicia Sagra, http:// litci.org /en/index. php?option=com_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [2]Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin yayın organı olan Fourth International’ın Haziran 1987 tarihli sayısında yer alan “Stalinizme ve Halk Cephesine Hayır! Dördüncü Enternasyonal’i İnşa Et!” başlıklı yazıdan. http://www.wsws.org/tr/2004/jan2004/ more-j10.shtml ve http://www.wsws.org /tr/2004/mar2004/more-m11.shtml [3]Alicia Sagra, http://litci.org/en/index. php?option=com_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [4]Nahuel Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi, ”Tez 13 – Stalinizm ve Kastroculuk, politikaları ve temsil ettikleri sınıfsal kesim itibariyle karşı-devrimci ajanlardır“ başlıklı bölüm

80

[5]Alicia Sagra, http://litci.org/en/index. php?option=com_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [6]Alicia Sagra, http://litci.org/en/index .php?option=com_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [7]Intercontinental Press, 13 Kasım 1972 [8]Fourth International, Haziran 1987, syf. 18. [9]L. Troçki, The Crisis of The French Section (New York 1977) syf. 97 [10]Education for Socialists, “What Course for Argentina Trotskyism”, ABD-Sosyalist İşçi Partisi, Ulusal Eğitim Bölümü, Haziran 1975, s. 5; ayrıca, Fourth International, Haziran 1987, syf. 18-19 [11]Education for Socialists içinde “What Course for Argentina Trotskyism”, Sosyalist İşçi Partisi, Ulusal Eğitim Bölümü, Haziran 1975, s. 8. [12]Education for Socialists içinde “What Course for Argentina Trotskyism”, Sosyalist İşçi Partisi, Ulusal Eğitim Bölümü, Haziran 1975, s. 10 [13]Alicia Sagra, http://litci.org/en/ index.php?option=com_content&view=a rticle&id=1647&Itemid=3 [14]Tribuna Popular, 8 Nisan 1976 [15]Alicia Sagra, http://litci .org/en/ index php?option=com_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [16]Tribune Ouvrière 30, 29 Kasım 1985, syf. 20 [17]”Troçkist“ Morenocuların, enternasyonalist dayanışma amacıyla Nikaragua’ya gönderdikleri birliklere adını verdiği Bolivar (1783 – 1839), Venezüellalı aristokrat kökenli bir subaydı. İspanyol sömürgeciliğine karşı mücadele eden ve “Büyük Kolombiya adı verilen bir Latin Amerika birliğinin kurulmasına katılan bu burjuva devrimcisinin, bizim anladığımız enternasyonalizm ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu. [18]Nehuel Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi, Tez 12: Karşı-devrimci Aygıtların Güçlenişi ve Krizi [19]Alicia Sagra, http://litci.org/ en/index php?option=com_content&view=article&id=1647&Itemid=3


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

15-16 Haziran 1970 Tarihte öyle anlar vardır ki saysanız azdır; ama tartıda ağır gelir. 15-16 Haziran 1970'deki işçilerin kitlesel seferberliği de Türkiye işçi sınıfı tarihindeki bu nadir anların en önemlilerindendir. Ancak, bugün baktığımızda sosyalist hareketin, 15-16 Haziran işçi hareketinin siyasal sonuçlarını birçok açıdan aşamadığını; hatta anlayamadığını görüyoruz. 15-16 Haziran, bütün tartışmalara rağmen işçi sınıfı bağımsız bir sınıf olarak varlığını kanıtlamış, işçi sınıfının fiili ve ideolojik öncü rolünü kabul ettirerek Türkiye sol hareketine bir sinyal vermiştir. Oysa Türkiye sol hareketi bu sinyali yeterince almamış, proleter bir kimlikten çok küçük burjuva sosyalist hareketler (popülizm, Maoculuk, gerillacılık vs.)halini almıştır. Bugün de farklı nedenlerle de olsa sol hareket içinde işçi sınıfının öncülüğü yeterince anlaşılmamaktadır. 15-16 Haziran, sadece ücret artışı için tepki gösteren bir sendikacılık anlayışının ötesine geçerek işçi sınıfı içinde bir geleneğin tohumlarını attı. İşçiler örgütlenme haklarına sahip çıktılar. Daha sonra DGM direnişlerinde de kendini gösteren bu gelenek, 12 Eylül sonrası sendika yönetimlerinin devlete ve burjuvaziye maddi ve ideolojik bağlanışıyla birlikte sönümlendi. İşçi sınıfı çok nadir anlarda ve ancak lokal olarak -sendikacıların çizdiği sınırlar dışına çıkarak- tepki gösterebildiler. 15-16 Haziran, işçi sınıfı ile orduyu karşı karşıya getirdi ve sınıfın şiddetinin en az devlet ve burjuvazinin ki kadar meşru olduğunu gösterdi. İşçi sınıfı siyasal iktidarın yapısını anlamaya başladı. Bu, aynı zamanda orduya ilerici bir görev yükleyen hareketlerin de ideolojik iflasıydı. Bunun için muazzam devlet ve ordu tahlilleri yapılmadı; ama saflaşma apaçık gün ışığına çıktı.


sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

T o pLu m s aL e ş İ t l İ k

fiyatı 5 TL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.