S6 ağustos2012

Page 1

deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 2

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

T o pLu m s aL e ş İ t l İ k H kıdem tazminatının gaspı hakan aktaş H kesk’e yönelik operasyonlar rıza kül H bölgedeki gelişmeler ve kürt sorunu yusuf ateşçi H dgm-öym-tmm… eski tas eski hamam ozan özgür H kürtaj hakkına saldırı ve mücadele esin doğan H thy işçilerinin mücadelesi ve gerçekler m.özgür demir H tanap ve nabucco projesi / can öykü H washington’ın suriye savaşı chris marsden H libya'daki seçimlerin gerçek anlamı jean shaoul /chris marsden H ispanya'nın son kemer sıkma paketi alejandro lópez H hillary clinton’ın kışkırtıcı dünya turu bill van auken H asean’da güney çin denizi kavgası peter symonds H moşe silman'ın intiharı / chris marsden H kıbrıs: bölgesel gerilimlerin odağı jordan shilton H cern, yeni temel parçacık buldu bryan dyne H polis devleti 2012 olimpiyatları patrick martin IV. ENTERNasYoNaL DosYasI H pabloculuk -3- H morenoculuk -3halil çelik ozan özgür

ağustos 2012

6


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 3

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

T o pLu m s aL e ş İ t l İ k aylık siyasi dergi sahibi

basım yeri:

Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik yönetim yeri Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B Üsküdar - İstanbul

Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul Tel./faks:

Tel: (216) 418 63 61

(212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaacılık@gmail.com

e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu www.toplumsalesitlik.eu

ISSN Numarası: 2146-8230

içindekiler 2 5 8 13 17 21 25 31 33

kıdem tazminatının gaspı ve hükümetin tasarruf önlemleri hakan aktaş kesk’e yönelik operasyonlar rıza kül

36 39

bölgedeki gelişmeler ekseninde kürt sorunu yusuf ateşçi

42

dgm-öym-tmm… eski tas eski hamam ozan özgür

45

kürtaj hakkına saldırı ve mücadele esin doğan

48

thy işçilerinin mücadelesi ve gözden kaçırılamayan gerçekler m.özgür demir

51

tanap, nabucco projesi’nin yerini almaya hazırlanıyor can öykü washington’ın suriye'de teröristleri aracı olarak kullandığı savaş chris marsden libya'daki seçimlerin gerçek anlamı jean shaoul /chris marsden

54 57 71

ispanya'nın son kemer sıkma paketine karşı kitlesel gösteriler alejandro lópez hillary clinton’ın kışkırtıcı dünya turu bill van auken asean zirvesi güney çin denizi üzerine kavganın ortasında dağıldı peter symonds moşe silman'ın intiharı chris marsden kıbrıs: artan bölgesel gerilimlerin odağı jordan shilton cern, yeni temel parçacık buldu bryan dyne polis devleti 2012 olimpiyatları patrick martin IV. enternasyonal içinde revizyonizm: pabloculuk -3halil çelik merkezci - oportünist bir akım: morenoculuk -2ozan özgür

Kapak resmi: Büyük Hadron Çarpıştırısıcı (CERN) http://www.atlas.ch/photos/


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 4

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

merhaba Dergimizin 6. sayısını (Temmuz-Ağustos) hemen yanı başımızda Suriye’de yaşanan iç savaşın gölgesinde yayımlıyoruz. Emperyalist devletler arasındaki çelişkiler, henüz açık bir dış müdahale yapılmasının önünde engel teşkil etmekte. Bununla birlikte Özgür Suriye Ordusu’nun silahlı eylemlerinin şiddetinin artması, Kürtlerin ülkenin kuzeyindeki bazı şehirlerde kontrolü ele alması, Suriye ordusunun kimyasal silah tehdidinde bulunması gibi son gelişmeler dikkate alındığında bölgesel bir savaşın çıkması hiç de ihtimal dışı gözükmemekte. Geçtiğimiz ayın Suriye’deki savaşın gölgesinde kalan diğer gündemlerine baktığımızda emperyalist devletler arasındaki çıkar çatışmalarının Suriye ile sınırlı kalmadığı görülmektedir. Doğu Akdeniz’in önemli bir bölümünde tespit edilen doğalgaz kaynakları, Türkiye, İsrail, Kıbrıs, Rusya, İngiltere ve ABD’yi içine alan ülkeler arasında çıkar çatışmalarını derinleştiriyor. Özellikle NATO’nun Libya’ya müdahalesiyle bölgenin dışına itilen Rusya, Suriye’deki gelişmelerde de gördüğümüz üzere Akdeniz’i bütünüyle ABD kontrolündeki NATO’ya bırakmak istemiyor. Emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin derinleştiği diğer bölge ise Uzakdoğu Asya. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Ortadoğu ve Asya gezisinin bu bölgede yaklaşan gerilimlerin ön habercisi olduğunu belirtmeliyiz. Gezinin Mısır ve İsrail ayağı göze çarparken, Clinton’ın ASEAN zirvesine olan katılımının amacını, bizzat dünya ticaretinin üçte birinin gerçekleştiği Güney Çin Denizi’nde Çin’in etkisini kırmak ve onu bölgede yalnızlaştırmak olarak değerlendirebiliriz. AKP hükümeti dışarıda savaş diplomasisini sürdürürken içeride işçi ve emekçileri basın eliyle bu kirli oyuna hazırlıyor. Esad’ın Alevi olmasından tutun da PKK’ye verdiği desteğe kadar onlarca haber basında çarşaf çarşaf yayınlanarak kitleler manipüle edilmeye devam ediliyor. Tüm bu propagandanın yanında AKP içeride işçi sınıfına karşı saldırılarına hız kesmeden devam ediyor. THY’de grev hakkının yasalar eliyle ortadan kaldırılması; kıdem tazminatının gasp edilmesine yönelik kanun tasarısı bu saldırıların başlıcaları. Sendikaların cılız karşı çıkışlarına rağmen AKP hükümeti, yaklaşan ekonomik krize karşısında faturanın bir kez daha emekçilere kesileceğinin sinyalini veriyor. Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte Kürt sorunu konusundaki burjuva çözüm(süzlük) de gelgitler yaşamaya devam ediyor. AKP hükümeti, BDP’nin Kürt illerindeki gücünü kırmak için KCK davasını sonuna kadar kullanmayı sürdürüyor. Esad ve rejiminin düşmesinin ardından kuzeyde ortaya çıkabilecek özerklik, Türkiye’de önemli gelişmelerin işareti olabilecekken PKK’nin silahsızlandırılması çabası ile Kürt illerinin kontrolünün bütünüyle BDP-PKK elinde kalması ihtimali, AKP’nin bu konudaki çözümsüzlüğünün önemli bir parçası olmayı sürdürüyor. Yukarıda belirttiğimiz tüm bu gelişmelerin yanında, dünyada ve Türkiye’de yaşanan birçok gelişmeyi de dergimizin sayfalarında bulabileceksiniz. İspanya’da kemer sıkma paketi, İsrail’de yaşanan sosyo-ekonomik kriz, Libya’daki seçimler, Londra Olimpiyatları, CERN’deki deney, ÖYM-TMM düzenlemesi, kürtaj tartışmaları, TANAP ve Nabucco projeleri bu gelişmelerin başlıcaları. Ayrıca son iki sayımızda yayınladığımız 4.Enternasyonal dosyamıza ait Pabloculuk ve Morenoculuk yazılarının son bölümlerini de bu sayımızda bulabilirsiniz. 4.Enternasyonal konusundaki yazılarımıza gelecek sayılarımızda da yer vermeyi sürdüreceğiz.


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 5

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

kıdem tazminatının gaspı ve hükümetin tasarruf önlemleri

K

hakan aktaş

Türkiye’de işyerlerinin önemli bir bölümünde işçilere, her yıl sonunda bir yıllık çalışma süresi dolmadan çıkış-giriş yaptırılarak kıdem tazminatı hakkının kullanılması patronlar tarafından engellenir.

2

üresel ekonomik krizin gölgesinde patronların ve bugüne kadar hemen hemen bütün hükümetlerin kurtulmak istediği kıdem tazminatına ilişkin kanun taslağı basına yansıdı. Detayları önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan bu düzenleme eliyle kıdem tazminatı hakkının nasıl gasp edilmeye çalışıldığını ve tazminatın yerine kurulacak fonun devleti ve patronları nasıl finanse edeceğini ifade etmeye çalışacağız. Bilindiği üzere en az bir yılını bir işyerinde doldurmuş olan bir işçi, patron işine son verdiğinde, kıdem tazminatını bugünkü haliyle hak ediyor. Buna ek olarak erkek işçiler askere gitmek için; kadın işçiler ise evlilik nedeniyle işten ayrıldığında kıdem tazminatını patrondan isteyebiliyor. Bu şartlar sağlandığında işçi, çalıştığı yıl sayısı kadar brüt maaşı alarak işyerinden ayrılabiliyor. Yalnız çok iyi biliyoruz ki iş kanunda ifade edilen bu süreç çoğu zaman bu şekilde uygulanmıyor. Türkiye’de işyerlerinin önemli bir bölümünde işçilere, her yıl sonunda bir yıllık çalışma süresi dolmadan çıkış-giriş yaptırılarak kıdem tazminatı hakkının kullanılması patronlar tarafından engellenir. Bu durumu, vergi müfettişinden SGK müfettişine kadar herkes bilir. Ama patron lehine olan bu uygulama yasalara uygundur. Yine başta tekstil sektörü olmak üzere birçok sektörde şirket ortaklarının birden fazla şirketi arasında işçilere geçişler yaptırılarak kıdem tazminatı almalarının engellendiği bilinen bir gerçek. Dolayısıyla kıdem alamayan işçi yıllarca çalıştığı işyerinden tazminatsız işten çıkartılabiliyor. Bu duruma ek olarak kıdem tazminatı gaspında çok sık rastlanan bir başka yöntem firmanın iflas etmiş gösterilerek işçilerin kıdem tazminatının ödenmemesi. Fabrikalar, patron tarafından bir gecede boşaltılırken işçiler böyle bir durumda kıdem tazminatını talep edemez duruma getirilir. Kıdem tazminatının gaspı konusunda kullanılan yöntemlerden en sonuncusu ise son dönemde basında da kendisine geniş yer bulan mobing (yıldırma) yöntemi. İşçiler her türden baskıyla istifaya zorlanır dolayısıyla kendi arzusuyla işten ayrıldığı için kıdem tazminatını alamamış olur. Fiili olarak patronlar eliyle gasp edilmiş bu hakkın, bugün bu kanun taslağı ile bütünüyle işçilerin elinden alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Hükümet, bugün birazdan detaylarına değineceğim düzenlemeyi gerekçelendirirken işçilerin çoğunun bu haktan yararlanamadığını teslim eder. Bu tespit yukarıda ifade ettiğim üzere doğrudur. Hatta bunu oran olarak ifade edersek, hükümet, Türkiye’de her 100 kişiden sadece 8’inin kıdem tazminatından yararlanabildiğini utanmadan ifade eder. Sanki geri kalan 92 kişinin kıdem tazminatı, patronlar eliyle gasp edilmiyormuş gibi ve bu gaspı engelleyecek düzenleme yapmak yerine hükümet, fiili olarak


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 6

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

İşten atmanın patrona olan maliyeti azaltılırken bugüne kadar teşvik adı altında patronlar tarafından gasp edilen issizlik sigortası bir kez daha patronlar için kullanıma açılıyor.

yasak olan kıdem tazminatını yasal olarak da ortadan kaldırmanın hazırlığı içinde. Hükümet, kriz ve yaygın işten çıkarmalar öncesinde patronlara derin bir nefes aldırma niyetini bizlerden saklayamıyor. İşsizlik sigortasının yağmalanması Bugün AKP hükümetinin gündeme getirdiği düzenlemede; patronlar, çalıştırdıkları her işçi için, işçinin aldığı brüt aylık maaşın yüzde dördünü işçi adına açılmış fon hesabına yatıracak. Yani bir örnek üzerinden gidersek; brüt 1000-TL maaş alan bir işçinin hesabına patron, her ay 40 TL para yatıracak. Hesapta bir yılda toplamda 480 TL gibi bir rakam birikmiş oluyor. Yani rakamlardan da anlaşılacağa üzere bir yılın sonunda işten atılacak olan işçi, kıdem tazminatı olarak bugünkü haliyle 1000 TL alması gerekirken yeni sistemde 480 TL alacak. Kıdem tazminatının bir brüt maaştan yarım brüt maaşa düşürüldüğü bu örnekte olduğu gibi gözlerden kaçmıyor. Yalnız burada üzerinde durulması gereken bir başka önemli konu ise; 480 TL’nin tamamının patron tarafından ödenmemesi. Hükümet, bu kıdem tazminatı düzenlemesiyle birlikte işsizlik sigortası için, aylık brüt maaş üzerinden yüzde 2’lik oranında yaptığı katkıyı yüzde 0,5’e indiriyor. Devletin payı da aynı şekilde yüzde 1'den 0,5'e indiriliyor. Yani kabaca bu kıdem tazminatını 1000 TL üzerinden ifade etmeyi sürdürürsek işçinin alacağı 480 TL’nin 300 TL'sini patron öderken geri kalan 180 TL’lik tutar işsizlik sigortasından karşılanmış oluyor. Patronun işsizlik sigortasına yatıracağı tutar kıdem tazminatı fonuna kaydırılmış oluyor. Dahası işten atmanın patrona olan maliyeti azaltılırken bugüne kadar teşvik adı altında patronlar tarafından gasp edilen issizlik sigortası bir kez daha patronlar için kullanıma açılıyor. Yine 1000 TL üzerinden devam edersek; bir yılın sonunda işten atılan işçi,

hesabında biriken 480 TL’yi çekemeyecek. Mevcut durumda işten atılan işçi brüt maaşını muhasebeden alır işten öyle ayrılırdı. Yeni düzenlemeyle işçi eğer ölmezse ancak 5 yıl işsiz kalması durumunda bu 480 TL’yi alabilecek. Onu da ancak vergiler ve Bireysel Emeklilik Sistemi'nin (BES) kesintileri düşüldükten sonra çekebilecek. Eğer işçi, işsiz kalmaz ve farklı işlerde çalışmaya devam ederse ve 15 yılın sonunda 3.600 iş günü prim ödediyse biriken paranın yarısını hesabından çekebiliyor. Yani herhangi bir işyerinden 4, 7, 9, 12, 13,14 yıl çalıştıktan sonra ayrılmak ve işten atılmak bu parayı çekmek için yetmiyor. Ancak ve ancak işçi bir konut satın alırsa hesabında biriken paranın yarısını 15 yıl beklemeden çekebilecek, tabii yine vergi ve kesintiler düşüldükten sonra. Yani işçinin hesabında biriken paranın yarısını alması için konut satın alması gerekecek. Kıdem tazminatı ve BES Kıdem tazminatının bir fon biçimde Emeklilik Gözetim Merkezi (EGM) eliyle kontrol edilmesi planlanıyor. Patronlar, işçilerin hesabında biriken fonları yönetmesi için bugün mevcut olan ya da yarın bu düzenlemenin hemen ardından açılması planlanan emeklilik şirketlerinden birini tercih edecek. Birer portföye dönüştürülen bu fonların hangi fonlarda değerlendirileceği işçilere bırakılırken bu fonları yönetecek şirketin seçimi, işçisi adına para yatıran patrona bırakılmakta. Yani daha anlaşılır olacak şekilde ifade etmek gerekirse işçi, kendisi adına hesabında biriken 480 TL’yi piyasadaki kamu ve hisse senedi gibi fonlardan birini tercih ederek değerlendirmeye zorlanacak. “Nasıl olsa bu parayı yıllarca çekemeyeceğiz en azından biraz olsun değer kazansın” diyecek olan işçi, bahsi geçen fonlardan birini seçecek. İşveren de bu fonların hangi BES şirketi tarafından

3


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 7

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Hükümet bir yandan patronların işgücü maliyetini işçiler aleyhine düşürmeye çalışırken BES düzenlemesinde yapmak istediği gibi hem kendisini hem de şirketleri ucuza fonlamanın hesabını yapmakta. Böylece işten atılmalar kolaylaşırken, hükümet, krizin gölgesinde tasarrufu artırıcı önlemleri sürdürüyor.

4

yönetilmesine karar verecek. BES şirketleri için bulunmaz fırsat olan bu durum, işçiler adına prim yatıran patronlara önemli ek kazançlar sağlayacak dinamiklere sahip (bankalarla yapılan maaş promosyonlarını düşünün). Yaklaşık 11 milyon resmi işçinin olduğu Türkiye’de tüm işçilere resmi olarak brüt asgari ücret (886,5 TL) ödendiğini kabul edersek, her ay BES şirketleri için asgari 390 milyon TL’lik bir pazar oluşacağını görürüz. Yani BES biçiminde değerlendirilmesi düşünülen bu fonlar, hem kamuya hem de piyasadaki şirketlere aktarılmış olacak. Patronun belirleyeceği BES şirketi “işçilerin talebiyle” onlar adına hesapta biriken parayı gerek kamu fonları (risk olmadığı için en çok tercih edilen), gerekse hisse senedi fonlarına yatırarak değerlendirecek. Bu da pek tabii hem kamuya hem de şirketlere işçiler tarafından uzun vadeli çok ucuza borç vermek anlamına gelecek. Hükümet bir yandan patronların işgücü maliyetini işçiler aleyhine düşürmeye çalışırken BES düzenlemesinde yapmak istediği gibi hem kendisini hem de şirketleri ucuza fonlamanın hesabını yapmakta. Böylece işten atılmalar kolaylaşırken, hükümet, krizin gölgesinde tasarrufu artırıcı önlemleri sürdürüyor. Dahası hükümet, bu fonlar aracılığı ile piyasadan çekilen milyarlarca lirayı enflasyona çözüm aracı olarak kabul ediyor. Tabii bu durumda cari açığın finanse edilmesi meselesini unutmayalım. Mücadele sendikalara bırakılamaz Yıllardır hükümetin gündeminde olan ve değişik platformlarda gündeme getirilen bu uygulama konusunda sendikalar her defasında “genel grev sebebi” diyerek bu süreci geçiştirdiler. Genel grev kararını zikreden Türk-İş ve diğer tüm konfederasyonlar, bugüne kadar patronlar eliyle şu ya da bu yöntemle gasp edilen kıdem tazminatını savunmak için herhangi bir ciddi eylemin parçası olmamışlardır.

Onların bu ikiyüzlülüğü, TEKEL direnişi gibi görece daha büyük eylemlerde olduğu gibi irili ufaklı tüm mücadelelerde kendini tekrarlamakta; kamu emekçileri ve işçi sendikaları bürokratları “mücadele edeceğiz, genel grev yapacağız” söylemleri altında özellikle bu eylemleri lokal alanda sınırlı tutmakta ve en sonunda “hukuki yollarla mücadelemize devam edeceğiz” söylemiyle de bu eylemleri sonlandırmakta. Bu teslimiyet solun önemli bir kesimi tarafından da sorgusuz sualsiz her defasında desteklenmektedir. AKP hükümeti işçi düşmanı yasaları birbiri ardına geçirmeye devam ediyor. En son sivil havacılık sektöründe grevi yasaklayan düzenlemeyi meclisten geçiren, kamu emekçilerinin grev hakkını vermeyen hükümet, bugün kıdem tazminatını kaldırırken işsizlik sigortasını patronlara peşkeş çekmeyi sürdürüyor. Bununla birlikte işçilerin biriken paralarıyla kriz öncesinde zor durumda olan şirketlere katkı yapmayı planlıyor. Bugün AKP’nin işçi düşmanı yasalarına karşı, sendikaların genel grev yalanlarına alet olmadan sözleşmelisözleşmesiz, sendikalı-sendikasız, 4C, 4B, 4A vb. ayrımı olmaksızın bütün işçilerin birlikte karşı çıkacağı bir örgütlenmenin aciliyeti önümüzde durmaya devam ediyor. Avrupa'da süren sermaye sınıfının saldırıları, işçi sınıfının haklarının gaspının uluslararası alanda sürdüğünü göstermektedir. Dolayısıyla, bu mücadele, sendikalardan bağımsız olarak işyerlerinden başlayacak ortak taban örgütlenmelerinin ulusal alanı da aşıp uluslararası bir örgütlenmeye dönüşmesini gerektirmektedir. Bu ise, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci partilerinin inşasıyla birlikte örgütlenebilecek bir süreçtir. Aksi halde bu ve benzeri yasalar ile saldırılar artarak sürmeye devam edecek. HHHH


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 8

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

kesk’e yönelik operasyonlar

rıza kül Gözaltına alınan KESK üyelerine, emniyet ve savcılık sorguları sırasında yöneltilen sorulara bakıldığında, egemenlerin “tehlikeli” gördüğü hareket ve söylemlerin kapsamını ne kadar genişlettiği ve yine onların hukukunun en doğal demokratik eylemleritepkileri dahi suç unsuru olarak kabul ettiği bir kez daha açığa çıktı.

A

KP iktidarı tarafından pervasızca yürütülen, kendisine yönelen muhalefetin birbiri ile ilişkili ya da tamamen bağımsız tüm unsurlarını sindirme, yok etme politikası farklı adlarla anılan operasyonlar ve davalarla devam ediyor. Geçtiğimiz 25 Haziran günü sabah saatlerinde, Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği tarafından sürdürülen soruşturmaya dayandırılan KCK operasyonları kapsamında KESK’e düzenlenen baskınlar işte bu politikanın bir sonucu. Başta Ankara olmak üzere birçok ilde, sendika genel merkezlerini, şubelerini, sendika üye ve yöneticilerinin evlerini hedef alan baskınlar neticesinde aralarında KESK Genel Başkanı Lami Özgen’in de bulunduğu 58 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan KESK’lilerden 28’i özel yetkili mahkeme kararı ile tutuklandı. Asıl olarak Kürt siyasi hareketini felç etme niyetiyle sürdürülen KCK operasyonları kapsamında daha önce de onlarca KESK üyesi gözaltına alınmıştı. Son dalgayla birlikte KESK’li tutukluların sayısı 76’yı buldu. Gözaltına alınan KESK üyelerine, emniyet ve savcılık sorguları sırasında yöneltilen sorulara bakıldığında, egemenlerin “tehlikeli” gördüğü hareket ve söylemlerin kapsamını ne kadar genişlettiği ve yine onların hukukunun en doğal demokratik eylemleri-tepkileri dahi suç unsuru olarak kabul ettiği bir kez daha açığa çıktı. Roboski’de yaşanan katliamı protesto etme gerekçeleri, çeşitli sendikal ve demokratik taleplerle ilişkili eylemleri neden organize ettikleri, bunları KCK’nin talimatıyla yapıp yapmadıkları vb. sorulan Özgen, 29 Haziran’da mahkeme kararıyla serbest bırakılmasının ardından yaşadıklarını kamuoyu ile paylaşmış, hatta operasyonun garabetini “Bizim hepimize aynı suçlamaları yönelttiler. Biz niye serbest bırakıldık, tutuklananlar niye tutuklandı. Hiçbir şey anlamadım” sözleriyle özetlemişti. Siyasi iktidarın, muarızını doğrama tezgahı gibi kullandığı hukukun standartları, tutuklamaların ardında da keyfi biçimde belirlendi. Özel yetkili mahkemeleri terörle mücadele mahkemelerine dönüştüren ve 5 Temmuz’da yürürlüğe giren “3.yargı paketi” eliyle gerçekleşen yargı reformu sayesinde faşist katiller serbest bırakılırken KESK’li tutukluların tahliye talepleri Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “İtiraza konu kararda usul ve yasaya aykırılık görülmediğinden şüpheli ve şüpheli vekillerinin itirazlarının reddine ve şüphelilerin tutukluluk hallerinin devamına karar verildi.” gibi bir açıklamayla, yani aslında gerekçesiz olarak reddedildi. Oysa yeni yasal düzenlemeyle birlikte tutukluluk halinin devamı kararının sağlam gerekçelere dayandırılması gerekiyordu.

Operasyonların hedefi ve sonuçları Açıktır ki, KESK’e yönelik son saldırı açıktan Kürt hareketine ve sendikalar içinde faaliyet sürdüren Kürtlere karşı yapılmıştır. Gözaltına alınan kamu emekçilerinin ve sendika yöneticilerinin neredeyse ta-

5


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 9

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Dikkate değer bir başka olgu ise başta DİSK olmak üzere diğer sendika ve meslek örgütlerinin, KESK’e yönelik operasyonlara lafta karşı çıkmak dışında fiili bir karşı duruş sergilememesidir.

KESK Genel Başkanı Lami Özgen

6

mamı Kürt’tür. Bununla birlikte, operasyonun, hükümetin kontrolünde olduğu herkes tarafından bilinen Memur-Sen’e, özellikle toplu sözleşme döneminde açıkça teslimiyetçi bir çizgi izlemesi sonrası kamu emekçileri arasında yükselen tepkinin ve yine, Kamu-Sen’in toplu sözleşme pazarlıkları öncesindeki “keskin” söylemine rağmen -doğal olarak“masada” hiçbir direnç sergilememesi nedeniyle tabanda oluşan hoşnutsuzluğun KESK’i bir çekim merkezi haline getirme eğilimine engel olmak gibi bir işlevi olduğu da görülmelidir. KESK, elbette toplu sözleşme sürecinin aktif bir parçası olarak toplu sözleşmeden çıkan hayalkırıklığının sorumlusudur fakat tabanın basıncı ve zevahiri kurtarma alışkanlığı onu bir noktada harekete geçmeye itmiştir. Dolayısıyla, yasak savma kabilinden 23 Mayıs’ta ilan ettiği iş bırakma eylemine kamu emekçilerinin gösterdiği kitlesel katılım, 4+4+4 olarak bilinen yasa tasarısının yasalaşması sürecinde özellikle Eğitim-Sen’in sergilediği muhalif tutum ve eylemler ertesinde, bir anlamda KESK’i hizaya getirme, onu kamu emekçilerinden izole etme, bağlı sendikaların meşruiyetini zedeleme gibi hedeflere de hizmet eder bir operasyondur karşı karşıya olunan.

KESK’in tutuklama dalgasına yanıtı Pekiyi, böylesi bir saldırıyla karşı karşıya olan KESK ne yapmıştır, bu saldırılara nasıl karşılık vermiştir? Geçtiğimiz günler gösterdi ki KESK kendisine yönelen bu kapsamlı saldırı karşısında gerekli reaksiyonu göstermemiş, gösterememiştir. Normal şartlarda işyeri eylemleri, iş bırakma ve hatta grev gerekçesi sayılabilecek bir gelişmede, KESK yalıtılmış-dar eylemliliklerin ötesine geçmeyerek, aslında uzun süredir sergilediği pratiğe uygun davranmış oldu. Operasyonlar ve tutuklamalar sonrasında kamuoyunda oluşan tepkiyi örgütlemek şöyle dursun, kendi üyelerinin süreci anlaması ve burjuva medyasında çıkan haberler nedeniyle işyerlerinde estirilen milliyetçi-şoven havanın dağıtılması için acilen tavır alınarak, somut eylemlere dönüştürülmediği gibi, yine ilk elden, işyerlerinde yaygın olarak okunmak-dağıtılmak üzere süreci özetleyen bir metin kaleme alınması noktasında da geç kalındı. Dikkate değer bir başka olgu ise başta DİSK olmak üzere diğer sendika ve meslek örgütlerinin, KESK’e yönelik operasyonlara lafta karşı çıkmak dışında fiili bir karşı duruş sergilememesidir. Sonuç olarak, siyasi iktidarın arzu ettiği gibi yaşanan baskıyla orantısız biçimde sessizlikle karşılanmış bir süreç yaşanmaktadır. Bu apaçık tablo orta yerde dururken sendika bürokratlarının gerçeği gözlerden mümkün olduğunca uzak tutma gayretine tanık oluyoruz. KESK sınıf mücadelesinin militan bir unsuru olduğu ya da emekçilere güven veren, onları harekete geçiren bir araç olduğu için mi hükümetin hedefi oldu? Sendika bürokratlarının açıklamalarına bakarsak yaşanan süreci böyle okumak mümkün. Fakat bu açıklama kendi içinde izaha muhtaç. Eğer, KESK örgütlü olduğu alanlarda


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 10

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Sendikalarda böylesi bir dönüşümün bürokratik yöntemlerle yaşanamayacağı açık, öyleyse önlerine dikilen bürokratik duvara rağmen sendika üyesi emekçilerin taban inisiyatifleri geliştirmesi, işyeri meclisleri oluşturması ve bu meclisler aracılığıyla sendikal sınırlılıkları aşmaları gerekir.

kamu emekçilerini sendikanın gerçek sahipleri haline getirmiş olsaydı, işyerlerinde etkin bir çalışma pratiği sergilenmiş olsaydı böylesi bir saldırı karşısında ortaya konacak reaksiyon çok daha farklı olurdu. Bunun da ötesinde, KESK’in sendikal mücadele çizgisinin özellikle son yıllarda fiili-meşru mücadele çizgisinin çok uzağında olduğunu, uluslararası sermayenin üzerinde yaşadığımız topraklarda yürüttüğü ve kazanılmış hakların tamamen törpülenmesine neden olan saldırılara karşı dinamik bir savunma örgütlemek yerine tabandan yükselen hoşnutsuzluğu dizginlemek için günü kurtarır nitelikte eylemlere başvurmakla yetindiğini ifade etmek gerekiyor. Toparlarsak, genelde sendikalar, özelde ise KESK, uzunca bir dönemdir yaşadıkları çürüme sonucu emekçilerin asıl gündemleri karşısında dar-geçiştirmeci eylemler-talepler üretmek dışında bütünlüklü, planlı ve zamana yayılan bir program geliştiremiyor. Yaşanan her yeni olay bu durumun daha net görülmesini sağlıyor. Gerek 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası’nda değişiklik sürecinde gerekse toplu sözleşme dönemi boyunca sergilenen edilgenlik, sürekli bir geriye gidişin yansımasıdır.

Emekçiler sendikaların öznesi değil nesnesi haline gelmiş durumda. İşyerlerinden kopuş, üyeler ve sendika yönetimleri arasındaki gevşek bağ, siyasetler ittifakı biçiminde oluşturulan bürokratik yönetimler nedeniyle emekçilerin günlük ekonomik talepleri için, sermayenin saldırılarına karşı ayağa kalkamayan, asli görevini yerine getiremeyen sendikaların, demokratik talepler için mücadeleye girişmesi de doğal olarak boşa düşmektedir. İşyerlerine dayanan, gücünü gerçekten emekçi kitlelerin mücadele dinamizminden alan bir KESK demokratik taleplerini, farklı toplumsal meselelere dair önerilerini ezber sloganlar eliyle değil, gerçekten toplumda karşılık bulabilecek güçle haykırabilir ve anlamlı olan da budur. Sendikalarda böylesi bir dönüşümün bürokratik yöntemlerle yaşanamayacağı açık, öyleyse önlerine dikilen bürokratik duvara rağmen sendika üyesi emekçilerin taban inisiyatifleri geliştirmesi, işyeri meclisleri oluşturması ve bu meclisler aracılığıyla sendikal sınırlılıkları aşmaları gerekir. HHHH

7


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 11

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

bölgedeki gelişmeler ekseninde kürt sorunu

K

yusuf ateşçi Artık, bölgeye yönelik çıkarlarını çeşitli araçlarla geliştirmeye çalışan emperyalist devletlerin yanında bölge ülkelerinden bağımsız bir şekilde ele alınan bir Kürt sorununun hiçbir somut temelinin olmadığı daha açık görülüyor.

8

ürt sorunundaki gelişmeler ve çeşitli “çözüm” önerilerine ilişkin değerlendirmelerimizde, sürekli vurgulama gereği duyduğumuz meselenin uluslararası (küresel ve bölgesel) karakteri olgusu, içinden geçmekte olduğumuz bölgesel altüst oluş döneminde kendisini çok daha net bir şekilde dışa vuruyor. Artık, bölgeye yönelik çıkarlarını çeşitli araçlarla geliştirmeye çalışan emperyalist devletlerin yanında bölge ülkelerinden bağımsız bir şekilde ele alınan bir Kürt sorununun hiçbir somut temelinin olmadığı daha açık görülüyor. Türkiyeli egemenlerin çözüm hedefinin sürekli kesintilerle ilerlemesi, gerçekte asıl hedef olan PKK’nin silahsızlandırılmasında tek başına bu iki özne arasındaki sürecin belirleyici olmadığını da göstermekte. Özetle, uluslararası gelişmelerin belirleyiciliğinde iki tarafın karşılıklı olarak çeşitli adımlar geliştirdiğini görmek gerekiyor.

Türkiye’de son durum Kürt sorununda Türkiye’deki son durumu “batı cephesinde yeni bir şey yok” cümlesiyle özetlemek abartı olmayacaktır. Bundan, bir yılı aşkın bir süredir askeri operasyonların sürdüğünü, buna karşılık PKK saldırılarının son aylarda yalnızca askeri saldırılarla sınırlı kalmayarak yol kesme, adam kaçırmanın yanı sıra işyeri baskınları gibi bir dizi ekonomik kayıp verdirme şeklinde ilerlediği; kısacası çatışma ortamının devam ettiğini kast ediyoruz. Mayıs-Haziran sürecinde yaşanan bir dizi gelişme eliyle geçmiş yıllardakine benzer bir “beklenti”nin yeniden yaratıldığına şahit olduk. Bunlardan ilki CHP’nin mecliste Toplumsal Mutabakat Komisyonu ve meclis dışında da bir Akil İnsanlar Komisyonu oluşturulması yolundaki önerisinin Başbakan Erdoğan (ve AKP hükümeti) tarafından olumlu karşılanmasıydı. BDP’nin oldukça olumlu yaklaştığı (benzer öneriler BDP tarafından da önceden dile getirilmişti) bu öneriye MHP beklendiği üzere sert bir şekilde karşı çıktı. CHP’den gelen bu önerinin AKP tarafından ilk elde memnuniyetle karşılanması, hükümetin sorunun çözümündeki sorumluluğu başlıca burjuva muhalefet partisi olan CHP’ye de yayarak, çözüm sürecinde oluşması muhtemel toplumsal tepkiyi yumuşatma (ya da tüm tepkinin kendisine yönelmesini önleme) çabası olarak okumak mümkün. Aynı günlerde Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından altısı BDP’li ikisi bağımsız sekiz milletvekili hakkında “KCK üyesi olmak” suçlamasıyla dokunulmazlıklarının kaldırılmasının istendiğini de not düşelim. “Umut havası”nın sürmesinin sağlayan bir diğer gelişme de Haziran ayının ortasında, başbakan tarafından, önümüzdeki dönemden itibaren Kürtçe’nin seçmeli ders olarak okutulacağının ilanıydı. Bu gelişmelerin ardından Erdoğan-Obama görüşmesi öncesinde,


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 12

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k PKK’nin 19 Haziran tarihinde gerçekleştirdiği Yeşiltaş karakolu baskını geldi. Mayıs ayında gazeteci Avni Özgürel’le yaptığı röportajda çatışmasızlık ortamından söz eden PKK lideri Murat Karayılan’ın açıklamalarına dayanılarak bu saldırının Karayılan’dan bağımsız bir kanatça gerçekleştirildiği ileri sürülse de PKK yaptığı açıklamada saldırının merkezi bir karar olduğunu ve artan askeri operasyonlara yanıt niteliği taşıdığını ifade etti. PKK içinde farklı kanatlara vurgu yapan basındaki açıklamaların atladığı başlıca şey, bu tür saldırıları PKK’nin merkezi olarak sahiplendiği ve ihtimal olarak dahi olsa olası bölünme görünümlerine taviz vermediğiydi. İlginç olan, saldırının ardından hükümet cephesinden gelen, önceki saldırılara kıyasla ılımlı denilebilecek tepkiydi. Erdoğan “Öncelikle silah bırakın, başka adımlar gelir” derken BDP’den PKK’nin her türlü silahlı faaliyetine son vermesi ve operasyonların durması talebi geldi. Yeniden savaş ortamının güçlenmesi ihtimaline karşılık, Kürt hareketinin önemli figürlerinden Leyla Zana’nın önce Hürriyet gazetesine verdiği açıklama ile sorunu Erdoğan’ın çözebileceğini ifade etmesi, sonrasında da başbakan ile görüşmesi geldi. O süreçte Zana’nın sözleri sanki ilk kez sarf ediliyormuşçasına ilgi gördü,

düne kadar en ağır hakaretlere uğrayan Zana bir anda burjuva medya tarafından “barış elçisi” ilan edildi. Aslına bakılırsa, Leyla Zana’nın görüşmeden sonra yaptığı açıklamanın da gösterdiği gibi, yeni bir şey söylenmiş değildi (benzer şeyleri hem BDP hem de PKK önderliği defalarca dile getirmişti). İlk anda görüşme öncesi Zana’ya sert tepki veren PKK ve BDP’nin, görüşmenin ardından aynı noktada durduklarını ifade etmeleri hükümetin Kürt hareketini bölme taktiğini püskürtmeyi de hedefliyordu. Leyla Zana’ya verilen tepkinin gerçek nedeninin ise, “bağımsız” gibi görünen ama daha çok Barzani çizgisine yakın bir noktadan Hürriyet gibi bir gazete üzerinden Erdoğan’a “kapı aralaması” olduğu söylenebilir. Haziran ayının sonuna gelindiğinde, KCK operasyonları bir kez daha KESK’e yönelerek hız kesmediğini gösterdi. 30’a yakın sendikacının tutuklandığı bu operasyonlarda KESK Genel Başkanı Lami Özgen gözaltına alınıp sorgulandıktan sonra serbest bırakılmıştı. KESK’e yönelik operasyonların, Kürt hareketinin yasal alanda faaliyet gösteren kadrolarına yönelik genel operasyonun bir parçası olduğu ortadadır. Çünkü gerçekte ortada ciddi bir toplumsal muhalefet odağı olarak bulunan bir KESK söz konusu değil. Elbette, KESK’in son dönemde yaptığı göstermelik “mücadele” adımları, hükümete neredeyse tamamen teslim olan Memur-Sen üyeleri için bir çekim merkezi oluşturma ihtimali de taşıyor. Ancak bize göre asıl hedef KESK olmaktan ziyade legal Kürt hareketidir. Yine KCK davasıyla bağlantılı olarak yaklaşık bir yıldır tutuklu bulunan Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın Temmuz ayının ortasında 3. yargı paketinin ardından tahliye edilmesi geldi. Büşra Ersanlı’nın tahliye edilmesi, aynı Nedim Şener, Ahmet Işık ve Ragıp Zarakolu’nun serbest bırakılmala-

9


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 13

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Sürecin asıl olarak Kürt illerine yönelik iktidar kavgasında düğümlendiğini, “demokratik özerlik”in kabulü durumunda, bölgenin -seçim yoluyla- PKK'nin kontrolü altına girmesinden hükümetin duyacağı hoşnutsuzluğun önemli bir rol oynadığını görmek gerekiyor.

10

rında olduğu gibi, hükümetin de, tutuklu bulunmaları nedeniyle ortaya çıkan baskıdan ötürü rahatsız olduğu önde gelen kişileri serbest bıraktırma yoluna gitmesinin bir adımıdır. Böylece diğer binlerce tutuklunun durumu da hükümetçe meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Aynı günlerde 7 TİP’linin katilleri olan faşistler ile İslamcı terör örgütü Hizb-ut Tahrir üyesi 120 kişi serbest bırakıldı. Özellikle Hizb-ut Tahrir’lilerin de KCK davasında olduğu gibi bir suçlamayla yargılanıyor oldukları düşünüldüğünde KCK tutuklularının siyasi bir karar ile içeride oldukları daha net anlaşılacaktır. Associated Press’e göre, 2001–2011 yılları arasında dünya genelinde 35 bin kişinin “terör suçu”ndan tutuklandığını veya hüküm giydiğini, bu 35 bin kişiden 13 bininin Türkiye’de olduğunu ifade edersek, Türkiye’de demokratikleşmenin ne kadar ilerlediği görülebilir. Burjuva demokrasisinin bu ileri yüzü, en son kendini 14 Temmuz Diyarbakır mitingi sırasında gösterdi. Haftalar önce, BDP ve DTK tarafından 14 Temmuz’da Diyarbakır’da düzenleneceği ilan edilen “Özgürlük İçin Demokratik Direniş Mitingi” devletin saldırısıyla engellendi. Öcalan’ın tecrit koşullarını protesto etmeyi amaçlayan binlerce kişinin sert bir şekilde bastırılması, birçok gence ulu orta işkence yapılması, milletvekillerinin kasıtlı olarak gaz bombalarıyla vurulması ile damgalanan mitingin ardından İçişleri Bakanı ile Diyarbakır Valisi’nin yaptığı açıklamalar devletin sahiplerinin ne kadar pervasızlaşabileceğini göstermektedir. Newroz’da olduğu gibi yasağın delinip gösterinin yapılmasına izin verilmemesi sonucu dizginsiz devlet terörüyle eylem bastırılmış oldu. Tüm bu ifade ettiklerimize ek olarak Roboski katliamının üstünün örtüleceği (Genelkurmay Başkanı Necdet Özel köylüler arasında PKK’lilerin ol-

duğunu iddia etmiş, yapılan DNA testinin ardından hepsinin köylüler olduğu kanıtlanmıştı. Özel bir daha açıklama yapma ihtiyacı duymadı), belgelerin saklandığının Uludere Alt Komisyonu Başkanı AKP milletvekili tarafından dahi kabul edilmesiyle daha açık bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor. Hükümetin, katliamı ilk günden sahiplenmesiyle sonucun böyle olması arasında ise bir çelişki bulunmuyor. Sonuç olarak Türkiye'deki durum hükümet ve PKK'nin nihai çözümde anlaşamamaları nedeniyle giderek sertleşiyor. Şu süreçte, Oslo'da olduğu gibi gizli görüşmelerin yapılıp yapılmadığını söylemek elbette mümkün değil. Ancak, ilk sayıda da belirttiğimiz gibi sürecin asıl olarak Kürt illerine yönelik iktidar kavgasında düğümlendiğini, “demokratik özerlik”in kabulü durumunda, bölgenin -seçim yoluyla- PKK'nin kontrolü altına girmesinden hükümetin duyacağı hoşnutsuzluğun önemli bir rol oynadığını görmek gerekiyor.

Suriye ve Barzani cephesi Kürt sorununda bir yılı aşkın bir süredir belirleyici bir karakter kazanan Batı Kürdistan'da (Suriye) Temmuz ayı içerisinde oldukça önemli gelişmeler yaşandı. Suriye'de geçtiğimiz yıl başlayan halk ayaklanmasıyla birlikte Türkiyeli egemenlerin gözleri de bu bölgeye dönmüştü. AKP hükümeti ile Esad önderliğindeki Baas rejimi arasındaki iplerin Türkiye'nin kesin bir tavırla Suriye burjuva muhalefetinin yanında yer almasıyla birlikte kopmasının ardından Suriyeli Kürtlerin nasıl bir yol izleyeceği sorusu daha da önem kazanmıştı. KCK'nin Suriye kolu olan Demokratik Birlik Partisi (PYD), Suriyeli Kürt örgütleri içerisinde özellikle silahlı bir örgüt olması itibariyle öne çıkıyor. Temmuz ayına kadar Baas rejimine karşı Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) kadar net bir


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 14

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Suriye'de Kürtler Irak'takine benzer bir bölgesel yönetime bugün oldukça yaklaşmışlardır. Bunun, Türkiye devletinin de artık “demokratik özerklik” programına karşı koymasını giderek zorlaştıracağı tahmin edilebilir.

tavır almayan PYD'nin ve diğer Kürt örgütlerinin bu tavrının arkasında Suriye'nin geleceğine ilişkin aceleci davranmama ihtiyacıyla birlikte SUK ve ÖSO'da temsil edilen emperyalist devletler ve Türkiye gibi bölge ülkelerinin doğrudan desteğini alan burjuva muhalefetle gelecek programında anlaşamamış olmaları yatıyordu. SUK'un İstanbul toplantısına katılan Kürt Ulusal Konseyi (KUK), Baas rejimi sonrası için çizilen burjuva programda talepleri karşılanmadığı için toplantıdan çekilmişti. Aynı durum Temmuz ayı başındaki Kahire toplantısında da tekrarlandı. Hiç şüphesiz Türkiye devletinin örgütlenmesinde yer aldığı bir muhalefet hareketine PKK'nin doğrudan katılmasını beklemek de çok mümkün değildi. Her ne kadar Türkiye'nin izlediği politika, iktidar ve muhalefet arasında bir yerde duran Kürt örgütlerini SUK'a yedekleme çabası şeklinde olmuş olsa da bunda başarı sağlanamadı. Dolayısıyla bu durum, Türkiye'deki Kürt sorununu da doğrudan etkileme potansiyeli yüksek bir yeni durum ortaya çıkardı. Bugün artık Suriyeli Kürtlerin PYD programında özetlenen “demokratik özerklik” hedefine büyük ölçüde yaklaştıkları bir dönemden geçiyoruz. Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) Başkanı Mesut Barzani'nin de bu süreçte ciddi bir rol alması, ABD ve Türkiye'nin bölgedeki en yakın müttefiki konumunda bulunması itibariyle oldukça önem taşıyor. Barzani'nin rolüne değinmeden önce, KBY'nin Irak merkezi yönetimiyle ipleri koparma noktasına geldiğini, bunda petrolün paylaşımında Kürt burjuvazisinin elini masaya vurmasının ve merkezi hükümete (parasını ödemediği gerekçesiyle) petrol göndermeyi kesmesinin büyük payı bulunuyor. Uzun zamandır gergin olan merkezi hükümetle KBY arasındaki ilişkilerin de Suriye'deki altüst oluşla birlikte daha da gerildiği bir dönemden

geçiyoruz. Barzani'nin bağımsızlık için referandum yapılabileceğini dillendirmesi bölgenin durumu düşünüldüğünde içi boş bir tehdit değildir. Küresel sermayenin yanında, Türkiye burjuvazisinin de en önemli yatırım bölgelerinden biri haline gelen KBY'nin izlediği “dış politika” bu yüzden hem ABD hem Türkiye ile yakından bağlantılıdır. Yukarıda değindiğimiz, Barzani'nin Suriye Kürt sorunu konusunda oynadığı role gelince: PYD'nin başlıca gücü oluşturduğu Halk Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Konseyi'ni oluşturan Kürt örgütlerini Erbil'de biraraya getiren Barzani, bu örgütlerin bir üst çatı örgütü altında birleşmelerini sağladı. Kürtler arasındaki bölünmenin arkasında PYD'nin Özgür Suriye Ordusu'na karşı kesin tavrının olduğu ve Kürt bölgesinde ÖSO'nun faaliyetlerine izin vermeceğini ilan etmesinin önemli payı bulunuyordu. PYD'nin ÖSO'nun operasyonlarını “Türk operasyonları” olarak değerlendirmesi de durumu özetliyor. Kürt örgütleri arasında yapılan bu anlaşma, Barzani üzerinden PKK ile diğer Kürt muhalefetini “özerklik” programı ve PKK'nin silahlı gücü etrafında birleştirmiş oldu. PKK'ye karşı defalarca Türkiye'nin yanında tavır alan ve “silah bırak” çağrısı yapan, asıl olarak ABD'ye bağlı olsa da bölgede Türkiye'nin ekonomik ve siyasi desteğine ihtiyaç duyan Barzani'nin bu adımının arkasında Türkiye'nin olduğunu düşünmek ise çok gerçekçi olmayacaktır. Öyle ki, Suriye'de Kürtler Irak'takine benzer bir bölgesel yönetime bugün oldukça yaklaşmışlardır. Bunun, Türkiye devletinin de artık “demokratik özerklik” programına karşı koymasını giderek zorlaştıracağı tahmin edilebilir. Suriyeli Kürt örgütlerinin anlaşmalarının ardından Şam'da Baas rejiminin kalbine yapılan bombalı saldırının gelmesi, Suriye'nin kuzeyindeki Kürt bölgesindeki kentlerin birer birer PYD'nin

11


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 15

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k başını çektiği Kürt silahlı gruplarınca ele geçirilmesi sonucunu doğurdu. Çatışmaların Şam'a yayılmasıyla birlikte, rejim tüm gücünü merkezde toplamaya ve ordu Kürt illerinden çekilmeye başladı. Yazının kaleme alındığı saatlerde 6 kentin ele geçirildiği basına yansımıştı. PYD lideri yaptığı açıklamada hem Suriye ordusunu hem de ÖSO'yu bölgeye girmemeleri konusunda uyarmış, Türkiye'nin müdahale etmesi durumunda karşılık vereceklerini açıklamıştı.

Bölgenin geleceği ve çözüm programları

İşçi sınıfı devrimcileri, Kürt halkının ve diğer ezilen halkların yaşadıkları topraklarda tüm meşru demokratik haklarının tanınması mücadelesiyle, emekçi halklara yeni yıkımlar getirecek burjuva gerici programlar arasında keskin bir ayrım yapmalıdırlar.

12

Irak'ta yıllardır süren çatışma ortamının bir yılı aşkın süredir Suriye'yi de halk ayaklanmasının geri çekilmesine de yol açarak- içine aldığı bir dönemden geçiyoruz. Emperyalist devletlerin ve onların bölgedeki Türkiye gibi taşeronlarının doğrudan sorumluluklarında geliştirilen bu çatışma ortamı en başta işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin yıkımına yol açmaktadır. Emperyalist devletler destekli burjuva ve küçük burjuva muhalefet hareketlerinin ayağa kalkan kitlelere sermayenin yeni bir diktatörlüğünden başka verebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Suriyeli Kürtlerin, Irak Kürdistan'ı ve Barzani örneğini izlemeleri de hiç şüphesiz Kürt sorununun kalıcı çözümü anlamına gelmeyecektir. Yalnız burada şunu özellikle vurgulamak gerekiyor: nasıl ki geçmişte ABD emperyalizminin başlıca müttefiki olan Barzani'ye hiçbir şekilde destek sunmamakla birlikte Irak Kürdistan'ına yönelik bir saldırıya (özellikle de Türkiye'nin saldırısına) karşı çıkmak işçi sınıfı devrimcilerinin başlıca göreviydiyse, bugün de Suriye'ye (ve Kürtlere) yönelik bir saldırıya Kürt örgütlerine yedeklenmeden karşı çıkmak gerekmektedir. Bizler, Irak Kürdistanı'nda gelişen çözümün, baştan sona bir burjuva çözüm olduğunu ve gerçekte daha

büyük çatışma tohumlarını yeşertiğini biliyoruz. Bugün Irak'ta, Barzani önderliğinin ABD işgali sırasında izlediği politika nedeniyle Arap ve Kürt halkları arasında ciddi bir düşmanlık geliştirilmiş bulunuyor. Bu, kuzeydeki Kürt burjuvazisinin küresel sermayeyle birlikte “özerlik” elde etmesi pahasına geliştirilmiştir. Aynı şekilde, KBY yönetimi, merkezi iktidardan hiç de geri kalmayacak şekilde baskı koşulları yaratmış, bölgeyi serbest bir pazar haline getirerek işçi sınıfının dizginsiz sömürüsünün önünü açmıştır (herhangi bir muhalefet acımasızca ezilmektedir). Tüm bunlar, ulusal sorunda kalıcı çözümün emekçi kitleleri bölen fiziki ve zihinsel sınırları yıkmaktan geçtiğini savunan marksist perspektifi doğrulamaktadır. Özel mülkiyet üzerine kurulu kapitalizm ve burjuva devletler varlıklarını sürdürdükçe halkların gerçek kardeşleşmesi engellenecektir. Örneğin Baas rejiminin devrilerek yeni bir rejimin kurulduğu bir Suriye, Irak, İran ve Türkiye var oldukça ezme-ezilme ilişkileri her alanda kendisini yeniden üretecek, kapitalizm savaş, işgal ve katliamlarla en üst düzeye ulaşan akıl dışılığını emekçi halkların yıkımı pahasına sürdürecektir. İşçi sınıfının herhangi bir askeri müdahaleye en önde karşı çıkması perspektifi, yalnızca, bölgedeki tüm halk hapishanelerinin yıkılıp Ortadoğu Sosyalist Federasyonu'nun kurulması hedefiyle bütünlük kazanacaktır. İşçi sınıfı devrimcileri, Kürt halkının ve diğer ezilen halkların yaşadıkları topraklarda tüm meşru demokratik haklarının tanınması mücadelesiyle, emekçi halklara yeni yıkımlar getirecek burjuva gerici programlar arasında keskin bir ayrım yapmalıdırlar. HHHH


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 16

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

dgm-öym-tmm… eski tas eski hamam ozan özgür

D

evlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) gündemimize ilk olarak 1970’li yıllarda girmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin “en demokratik” anayasası sayılan 1961 anayasasını “bu anayasa bize çok geniş” diyerek özgürlükler ve işçi hakları açısından daraltan 12 Mart Muhtıracıları, 1961 Anayasası'nın 136. maddesine 1699 sayılı Kanunla DGM'lerin kurulacağı yönünde hükümler eklemişlerdi. Anayasal olarak bu kılıf hazırlandıktan sonra da 11.07.1973 tarihinde yürürlüğe giren 1773 Sayılı Kanun’la da DGM'ler kuruldu. Kuruluşu ve görevleri açısından “özel” statüde olan DGM’ler; çok alışık olduğumuz biçimde “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve hür demokratik düzene karşı işlenen suçlarla, nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara ilişkin davalara” bakmakla görevlendirildi. Ancak bu ilk DGM yasası dönemin Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) 06.05.1975 tarihinde vermiş olduğu 35/126 sayılı kararı ile usule ilişkin sebeplerle iptal edildi. Bu iptal üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) Adalet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Milliyetçi Selamet Partisi tarafından kurulan Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti tarafından hazırlanan yeni kanun teklifi özellikle toplumsal muhalefeti ve yükselen işçi hareketini hedef alıyordu.

DİSK’in karşı çıkışı

12 Eylül sürecinde tüm sol davalar “devlete karşı suç” kapsamında DGM’lerde görüldü ve “suç işleyen kişilerin sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun” yargılama yetkisine sahip olan bu mahkemelerde hakim ve savcıların tamamen keyfi uygulamaları nedeniyle bu davalarda yargılanma ve tutukluluk süreleri on yıllarca sürdü.

Kemal Türkler başkanlığındaki dönemin DİSK yönetimi TBMM’de MC Hükümeti tarafından çıkartılmaya çalışılan yasa teklifini “sıkıyönetimsiz sıkıyönetim” olarak adlandırarak, DGM’lere karşı tüm demokratik yöntemleri kullanılarak mücadele edilmesi gerektiğini vurgulayıp eylem kararı aldı. Genel Başkan Türkler 9 Temmuz 1976 günü toplanan DİSK Genel Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “DGM Yasa Tasarısının amacının DİSK’i tasfiye etmek ve işçi sınıfının başını çektiği demokrasi mücadelesini yargılama yoluyla ezmek” olduğunun altını çizdi. “Faşizme karşı tüm ilerici ve demokratik güçlerin güç ve eylem birliğinin hayata geçirilmesinin, toplumsal direnişin boyutlarının genişletilmesinin zorunlu olduğu” belirtildi. DİSK 16 Eylül'de DGM’lere karşı bir günlük "Genel Yas" eylemi yaptı ve yüz binlerce işçi iş bıraktı. DİSK bu eylemde yeni bir yöntem uygulayarak, yüzlerce araçlık bir konvoyla İstanbul caddelerinde trafiği felç etti. Yapılan bu eylemlere katılan işçiler patronların hedefi haline geldiler ve işten çıkartmalar yaşandı. Profilo Fabrikası'nda Genel Yas Eylemine katıldıkları gerekçesiyle işten çıkarılan arkadaşlarına sahip çıkarak direnişe geçen işçilere polis saldırdı.

13


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 17

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Başta, neredeyse burjuvazinin ve onun devletinin tüm araçlarıyla ezilen “sol” tehlikenin ortadan kalkması ve DGM’lerin kuruluşundan gelen niteliğinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) tarafından alınan kararlara sürekli iptal gerekçesi yapılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin mahkumiyet ve tazminat kararları ve AB ile uyum süreci AKP hükümetini bu konuda adım atmaya zorladı.

Bu saldırı sonucunda işçi Yakup Keser öldü, çok sayıda işçi yaralandı. DİSK, Genel Yas Eylemi nedeniyle işten çıkarılan üyelerine sahip çıktı ve sendika bünyesinde DİSK Dayanışma Fonu ve İşsizlik Fonu kuruldu. DGM direnişi, DİSK’in 30 Mayıs 1977 yılında başlattığı ve 3 Şubat 1978’e kadar süren Büyük Grev öncesinde işçi sınıfının moralini yükseltecekti. “DGM’yi ezdik sıra MESS’te!” sloganıyla başlatılan ve yürütülen Büyük Grev’in sonuçlarından biri de, DGM direnişine katıldıkları için MESS talimatıyla işlerinden atılan temsilci ve işçilerin işlerine iadesinin sağlanması olacaktı. DGM direnişi, dönemin Türkiye Maden-İş Sendikası XXII. Dönem Çalışma Raporu’nda “İşçi sınıfımızın öncülüğünde sürdürülen 16 Eylül savaşımı parlamento içi ve parlamento dışı mücadeleleri birleştirerek DGM’lerin çıkışını engelledi. İşçi sınıfımız siyasal içerikli bu savaşımda demokrasi mücadelesindeki kararlılığını ve bilinçliliğini ve gelecekte her tür mücadeleye hazırlıklı olduğunu kanıtladı.” cümleleri ile yer aldı.

12 Eylül ve DGM’lerin tekrar kuruluşu Sonuç olarak DGM’ler Anayasa Mahkemesi’nin, kanunu şekil yönünden iptal etmesi üzerine TBMM’de yeni bir kanun çıkartılamadan 11 Ekim 1976’da kaldırıldı. Toplumsal muhalefetin tamamen yok edildiği 12 Eylül Askeri Darbesinden sonra 1982 Anayasası’nda yeniden düzenlenen bu mahkemeler, 16 Haziran 1983 tarih ve 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kuruluş ve yargılama usulleri hakkındaki kanun ile yeniden kuruldu ve çalışmalarına 1 Nisan 1984’te resmen başladı. Ankara, Diyarbakır, Erzincan, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya ve Malatya il merkezlerinde kurulan DGM’ler, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne ve hür demokratik dü-

14

zene karşı işlenen suçlarla, nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren” suçlara ilişkin davalara bakmakla görevlendirildi. DGM’ler öyle yetkilerle kurgulanmıştı ki yargı çevresine giren bölgelerde sıkıyönetim ilan edilmesi halinde, bu bölgelerle sınırlı olmak üzere kanunla belirlenen esaslara göre bölgeye bakan DGM Sıkıyönetim Askeri Mahkemesine dönüştürülebiliyordu. 12 Eylül sürecinde tüm sol davalar “devlete karşı suç” kapsamında DGM’ lerde görüldü ve “suç işleyen kişilerin sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun” yargılama yetkisine sahip olan bu mahkemelerde hakim ve savcıların tamamen keyfi uygulamaları nedeniyle bu davalarda yargılanma ve tutukluluk süreleri on yıllarca sürdü. Bu dönem içerisinde “demokratikleşme” sloganlarıyla iktidara gelen tüm burjuva partileri bırakın DGM’lere dokunmayı, tam tersine onu amaçları için kullandı. Başta, neredeyse burjuvazinin ve onun devletinin tüm araçlarıyla ezilen “sol” tehlikenin ortadan kalkması ve DGM’lerin kuruluşundan gelen niteliğinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) tarafından alınan kararlara sürekli iptal gerekçesi yapılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin mahkumiyet ve tazminat kararları ve AB ile uyum süreci AKP hükümetini bu konuda adım atmaya zorladı.

DGM’lerden ÖYM’lere Ancak neredeyse Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu güne kadar her hükümetin yaptığı gibi (İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, DGM’ler) AKP hükümeti de elinin altında istendiğinde kullanılacak “özel” bir mahkeme bulunmasından vazgeçmedi. 30/6/2004 tarihli 25508 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş olan 5190 sayılı kanunla Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda değişiklik yapıldı,


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 18

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k DGM'ler kaldırılarak yerine Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (ÖYM) getirildi. Bazı “makyaj” sayılacak değişiklikler (örneğin mahkemelerin tamamen sivillerden oluşması) dışında DGM’lerin aynısı olarak işlerine devam eden ÖYM’ler özellikle AKP iktidarının ihtiyaçlarına göre açılan davalarla tartışma konusu olmaya devam etti. Ancak, özellikle özel yetkili savcılık ve mahkemelerde belirleyici konuma gelen “cemaat” gücünün MİT krizinde olduğu gibi zaman zaman AKP hükümeti politikalarıyla karşı karşıya gelmesi başbakanın “Alacaksanız beni alın” sözleri ile açığa çıkmıştı. ÖYM’ler son dönemde: Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargah, 12 Eylül, Oda TV, Şike, Askeri casusluk, Zirve Yayınevi cinayeti, İzmir Büyükşehir Belediyesi yolsuzluk, faili meçhul davalarına bakıyorlardı. Özel yetkili savcılar ise 28 Şubat, KCK, 12 Eylül işkence, askeri casusluk ile Turgut Özal, Muhsin Yazıcıoğlu, Orgeneral Eşref Bitlis, Albay Rıdvan Özden’in şüpheli ölümleri, çok sayıda, çete ve uyuşturucu soruşturmasını yürütüyordu.

Devam eden yargılamalarda yaklaşık 20 bin kişi yargılandığı düşünüldüğünde en az 10-15 yıl daha ÖYM’lerin politik gündemde yer alacağını söyleyebiliriz. Yani sonuç olarak AKP iktidarının elinde artık TMM ve ÖYM olarak iki adet “özel” Şimdi de “Terörle Mücadele mahkeme var Mahkemeleri” demek yanlış Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosuolmaz.

nun rekor bir hızla MİT Müsteşarını ÖYM’lerin hışmından özel bir yasayla korumaya alması ve bunun ardından yaşanan tartışmalar sonucunda ÖYM’ler konusunda bir gelişme yaşanacağı bekleniyordu. Sonuçta 3. Yargı Paketi’ne yapılan bir ekleme ile ÖYM’ler “kapatıldı”. Beklenen değişikliğin yapılış biçimine bakıldığında AKP iktidarının bırakın kamuoyunu, son ana kadar kendi milletvekilleri ve hatta bakanlarından bile konuyu gizlediğini anlıyoruz. Çıkartılan yasanın içeriğine bakıldığında DGM, ÖYM ve şimdi kurulacak olan “Terörle Mücadele Mahkemeleri” (TMM) diye isimlendi-

rilen yeni özel yetkili mahkemeler arasında sol görüşlü tutuklulara asla uygulanmayacağını bildiğimiz bazı “makyaj” düzenlemeler dışında sadece isim farkı bulunuyor. Ayrıca kabul edilen yasada “açılmış olan davalara, kesin hükümle sonuçlandırılıncaya kadar bu mahkemelerce bakmaya devam olunur. Bu davalarda, yetkisizlik veya görevsizlik kararı verilemez” dendiğinden ÖYM’ler yürüttükleri davalar (temyiz de dahil) sonuçlanıncaya kadar zaten kapatılmıyor. OYM’leri var eden yasa maddleri de Terörle Mücadele Kanunu’na aktarılmış bulunuyor. Devam eden yargılamalarda yaklaşık 20 bin kişinin yargılandığı düşünüldüğünde en az 10-15 yıl daha ÖYM’lerin politik gündemde yer alacağını söyleyebiliriz. Yani sonuç olarak AKP iktidarının elinde artık TMM ve ÖYM olarak iki adet “özel” mahkeme var demek yanlış olmaz. ÖYM’lerin kaldırılma tartışmalarının sürdürüldüğü günlerde, Cumhuriyet gazetesinin 29 Haziran 2012 günlü sayısında, Utku Çakırözer’in köşesinde Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu Birinci Daire Başkanı İbrahim Okur’un açıklamaları bize yeni uygulama falan olmayacağını, durumun “eski tas eski hamam” diye özetlenebileceğini anlatıyor. İbrahim Okur şöyle diyor; “Onlara göre ‘ülke elden gidiyor’. ÖYM savcı ve hâkimlerinin ruh halini, basketbol ya da voleybol maçında başlamadan önce saha ortasında kafa kafaya vererek galibiyet kararlılığı sergileyen sporcuların ruh haline benzetiyorum ben. Bu psikolojinin de etkisiyle kendilerine eleştiri getiren herkesi, mesela beni, gerçekleri görmemekle suçluyorlar. ‘Biz böyle yapmasak ülke elden gidiyor. Biz bu direncimizle memleketi kurtarıyoruz. Siz bu dosyaları görseniz, içindekileri okusanız böyle düşünmezsiniz’ inancındalar. Algı problemi olduğunu da kabul etmiyorlar, ‘Yargı

15


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 19

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Bizler için bugün en önemli sorun 1977 yılında DGM’lere karşı çıkan sokaklara dökülen işçi sınıfının 35 yıl sonra kıdem, emeklilik gibi kendi haklarına bile sahip çıkamayacak konuma gelmesi ve onu bu konumdan çıkartacak devrimci Marksist bir partinin yokluğudur.

16

algılara göre hareket etmez’ diyorlar.” HSYK Birinci Daire Başkanı Okur, konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Sorun mahkemelerde değil zihniyette: ÖYM’ler kalsın mı kalksın mı? Yasalarımızda, özellikle Terörle Mücadele Yasası’ndaki o geniş suç tanımları durdukça, Yargıtay kararlarında birey hak ve özgürlüklerine karşı devletçi refleks korunduğu ve öncelikli göründüğü müddetçe ÖYM’ler kalkmış ya da kalkmamış hiç fark etmez. Kaldırılabilir ama mentalite değişmeyince sonuç değişmez. Bugün 80 özel yetkili savcı varsa, yasalar ve Yargıtay içtihatları değişmedikçe yarın 4500 savcımızın her biri özel yetkili gibi çalışmayı sürdürecektir.”

lebilir” ya da “işte demokrasi, işte fikir özgürlüğü” denerek burjuva basında malzeme yapılabilir haldedir. Dünya ve Türkiye siyasi tarihi bu türden binlerce örnekle doludur. Bu durum, yargının burjuva egemenliğini sürdürmek ve toplumu baskı altında tutmak işlevini gördüğü unutulmadığında şaşırtıcı değildir. En demokratik denilen ülkelerde dahi söz konusu bir toplumsal muhalefet olduğunda egemenlerin nasıl saldırganlaştığı bilinen bir gerçektir. Sonuç olarak var olan kapitalist mülkiyet ilişkilerinin bir yansıması olan bu baskı koşullarını ortadan kaldırma mücadelesi bugünden başlamalı; işçi sınıfı bu mücadelede siyasi tutsakların serbest bırakılması ve TMK, OYMTMM vb. tüm anti-demokratik düzenSonuç yerine Burjuva hukuk sistemi içerisinde mah- lemelerin kaldırılması için elinden kemelerin temel görevi genel olarak geleni yapmalıdır. HHHH “hukukun evrensel ilkelerine göre ve insan haklarına uygun olarak yargılama yapmak, yargılama konusu olayla ilgili maddi gerçeğe ulaşmak için çaba göstermek” olarak tanımlanmıştır. Burjuva yazarlar tarafından “devletin güvenlik ve terörle mücadele için mahkemeleri değil polisi, askeri vb kuruluşları vardır. Hukuk ve mahkemelerin amacı, devletin terörle mücadelesine katkı sunmak, yardımcı olmak değil adalete ulaşmaktır.” dense de biz Marksist devrimciler burjuva devlet aygıtının yeri geldiğinde yasama-yürütme-yargı birlikteliğiyle nasıl çalıştığını biliyoruz. Bu nedenle yargılamanın nasıl yapıldığına ilişkin “şekil tartışmaları” bizim için çok da fazla anlam ifade etmemekte. 21 yy. başındaki Türkiye’de egemen burjuvazinin istekleri doğrultusunda “çevreci eylemler”, ya da spor karşılaşmalarında “şike” bile terör kapsamına sokularak DGMÖYM-TMM’de yargılanabilir hale gelmiştir. Siyasi konjonktüre bağlı olarak parasız eğitim için slogan atan öğrenciler mahkemelerde “süründürü-


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 20

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

esin doğan

Kürtaj düzenlemesi yapılmamış olsa da, doktorlara getirilen kürtaj yapmayı reddetme hakkı, kocanın onayını alma zorunluluğu, kürtaj olmadan önce kadınlara verilen düşünme süresi vs. kürtaj kararını verecek olan kadının hayatının nasıl zorlaştırıldığını gösteriyor.

T

kürtaj hakkına saldırı ve mücadele

ürkiye’de kadın örgütleri ve sosyalist yapılar yıllardır “ücretsiz kürtaj, ücretsiz doğum kontrolü” mücadelesini verirken, AKP hükümeti bu mücadeleye gözlerini yummuş durumda. Bugün iktidar, işçi sınıfının kazanılmış haklarına nasıl saldırıyorsa, kürtaj hakkımızın üzerine de benzer bir şekilde yürümekte. Hatırlatmak gerekirse kürtaj hakkının tartışılması, Başbakan’ın 25 Mayıs tarihli konuşmasında “Uludere cinayetse, her kürtaj bir Uludere’dir” benzetmesiyle doruk noktasına ulaşmıştı. Erdoğan, kürtajı, “bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan" olarak ifade etmişti. Sonrasında da konuya dair gerek yine Başbakan gerekse hükümet çevresinden ve değişik ağızlardan konu ile ilgili pervasız açıklamalara tanıklık ettik. “En az 3 çocuk” açıklamalarını bu konudaki tartışmaların başlangıcı olarak aldığımızda, AKP hükümetinin doğrudan değinmediği kürtaj meselesinin bugün bu kadar açık şeklide kamuoyunda tartışılması \ tartıştırılması ve hükümetin doğrudan bu konuda yasal düzenlemeler yapma gücünü kendinde bulması, konu kürtaj ve sezaryen olduğunda, kadının sağlığının ve kararlarının göz ardı edildiğini ortaya koyuyor. İktidarın kadın bedenini işgücünü ortaya çıkaracak bir makine olarak gördüğü aşikâr. Bu şekilde ifade edildiğinde kitleler nezdinde kabul edilmesi pek kolay olmayan politikasını “kürtaj günah” olarak dillendirmesi, yıllardır besledikleri muhafazakârlığın geldiği son noktayı da bize gösteriyor. Yani “yaratıcı katında günaha girmektense kadının varlığını yok saymak” yeğleniyor. Özellikle dini söylemlerle hayata geçirilmeye çalışılan iktidarın bu politikası, toplumda değişmez doğrularmış gibi gösteriliyor; “günahsa yasaktır- yasaklanmalıdır” deniyor. Dünya kadınlarının kürtaj hakkı mücadelesindeki iniş-çıkışları takip edersek, iktidarın “kürtaj günah” kalkanını yerle bir edebiliriz. Şöyle ki, tüm dünyada, potansiyel işgücü nüfusu fazla ise doğum kontrol yöntemleri bizzat iktidar tarafından gündeme getirilmekte; işgücü yani genç nüfusa ihtiyaç duyulduğunda aynı iktidarlar tarafndan kürtaj büyük günah olarakgösterilmekte. Formül basit! Kürtaj meselesini, gündemi geçiştirmek için açılmış bir konu olarak değerlendirmek mümkün değil. AKP hükümeti Avrupa'daki genç işgücü sorununu dikkate almış ve bunun için gerekli çalışmaları yapmışa benziyor. Nitekim sezaryen yasasının geçmesi bu tartışmaların gündemden düşmeyeceğinin işareti. Ayrıca kürtaj düzenlemesi yapılmamış olsa da, doktorlara getirilen kürtaj yapmayı reddetme hakkı, kocanın onayını alma zorunluluğu, kürtaj olmadan önce kadınlara verilen düşünme süresi vs. kürtaj kararını verecek olan kadının hayatının nasıl zorlaştırıldığını gösteriyor.

17


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 21

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Kürtaj üzerinden başlatılan bu saldırıların okunması gerekli bir diğer yüzü de çalışan kadına eve geri dön ya da esnek çalış, evden çalış, anne ol “kutsal görevini” yerine getir ki sana saygı duyalım demek oluyor bir taraftan.

18

Kürtaj karşıtı söylemlerin arka planı Devletin kadının kendi vereceği karara müdahalesinin ardında, kadının sadece üremek için cinselliğini yaşaması gerektiği fikri de gizlenmiştir. Cinselliğin fiziksel, duygusal, entelektüel ve sosyal yönlerinin, kişiliği, iletişimi güçlendirmesi, kapitalist iktidarlar ve onların şekillendirdiği toplumsal yapıda mevzu bahis edilmez. Kadınların cinselliğini yok sayan bu anlayışın ataerkil sistemde kendini sürdüreceği sır değildir. Yaşanılan bu gelişmeler aslında ataerkil sistemin kendisini yeniden ve yeniden üretmesi. Ama nasıl üretmek! Kürtaj üzerinden başlatılan bu saldırıların okunması gerekli bir diğer yüzü de çalışan kadına eve geri dön ya da esnek çalış, evden çalış, anne ol “kutsal görevini” yerine getir ki sana saygı duyalım demek oluyor bir taraftan. Yeniden sürece dönecek olursak, kürtaj karşıtı söylemin tecavüz sonucu olan gebeliğin dahi sürdürülmesi ısrarını devletin tecavüzü sübvanse etmesi olarak okunabilir. Tecavüzcülerin ve kadın katillerinin mevcut hukuk yasaları tarafından korunduğunu, geleneksel yasalar tarafından ise baş tacı edildiğinin bilinceyiz. Ancak ilk defa tecavüz devlet bakanları tarafından bu kadar net olarak korunuyor. Bir başka önemli can alıcı konu ise kürtaj meselesi ile birlikte ele alınan sezaryen tartışmaları oldu. Sezaryeni kürtaj yasasının önüne alan hükümet arka planda kürtaj üzerine çalışmaya devam etmekte. Bu yasanın karşılık geldiği noktalara değinmeden önce, bir ilk adım olarak, mevcut muhalefetin hükümeti endişelendirmediğini, istedikleri takdirde kürtaj düzenlemesini de yapabileceklerini göstermiş olduklarını ifade edelim. Sezaryen yasağının da bir çırpıda yasalaşması bunun en önemli göstergesidir.

Gelelim sezaryen yasağının sonuçlarına. Sezaryen tıbbi bir müdahaledir ve bu müdahale diğer tüm tıbbi operasyonlarda olduğu gibi doktorun vereceği kararın, müdahalenin yapılacağı kişi olan kadının kabulü üzerine inşa olmalıdır. Ancak yeni düzenlemeyle bu yalnızca tıbbi zorunluluk halinde gerçekleştirilecek bir yöntem haline geliyor. Burada kadının yaşayabileceği doğum korkusu yok sayılıyor; üstelik onun hasta haklarına da aykırı davranılıyor. Çünkü kadının istediği doğum yöntemini seçmesi kısıtlanıyor ve normal doğuma zorlanıyor. Sezaryenin düzenlenmesi devlet hastanelerinde yapılan sezaryenin devlete maliyeti yükselttiği ve sezaryen yapan kadının en fazla 2 çocuk doğurabileceği gibi nedenler öne sürülerek yapıldı. Öyle ki muhalif çevrelerden “Kürtaj neyse de sezaryen düzenlemesi iyi oldu, özel hastaneler sadece daha fazla ödenek alabilmek için kadınlara sezaryeni dayatıyorlardı” sözleri işitildi. Atlanan bir şey var. Sezaryen oranlarının yükselmesinde sağlığın özelleştirilmesi önemli bir rol oynuyor. Devlet hastanelerinin itibarsızlaştırılması kadınların da doğum için özel hastanelere gitmesini dayattı. Özellikle özel hastanelerde doktorun adeta yaptığı iş başına para aldığı, sistem içerisinde normal doğum için 12 saat harcamak yerine, sezaryen ile yarım saatini harcayıp daha fazla para alması da kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu tespiti yapmak, daha fazla kâr uğruna özel sağlık hizmetinin niteliğini de ortaya koyar. Ama iktidar bugün, sebebi olduğu bu süreci bahane ederek kadınların en önemli haklarından birisini ortadan kaldırdı. Daha önce belirttiğimiz gibi bu adım, hükümeti, kürtaj konusunda da adım atması konusunda cesaretlendiriyor ve bu sürecin hızlanmasına hizmet ediyor.


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 22

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Kürtaj yasağı kimin yaşam hakkını korur?

Kürtajın yasaklandığı ülkelerde küçük bir azınlığı ifade eden burjuva sınıfından kadınlar için yurtdışında veya yüksek bir ücret karşılığı sağlıklı koşullarda kürtaj yaptırmak mümkünken, bu imkâna sahip olmayan emekçi kadınlar için doğurmak ya da ölüm tehlikesini göze alarak sağlıksız koşullarda “yasadışı” kürtaj yaptırmaya çalışmaktan başka seçenek bulunmuyor.

liştirdiği ve kadınları -dolaylı olarak erkekleri de- kendi nüfus politikalarıKürtajın yasal olarak kısıtlanması ya nın basit araçları haline getirdiği bu da tamamen yasaklanmasının, ka- zamanda özgürlüklerden söz etmek dınların istenmeyen gebelikten kurtul- mümkün olmayacaktır. malarının önüne geçmeyeceği tarih Kürtaj karşıtlığının küresel boyunca tecrübe ile sabitlendi. Araş- paydası tırmalara göre, dünyada her yıl kürtaj Kürtaj hakkımız bugün dünyanın neolan 44 milyon kadının yarısı yasak- redeyse her yerinde tartışılıyor. Kürtaj lar nedeniyle yasadışı yöntemlere birçok ülkede halen yasak ya da çebaşvurmak zorunda kalıyor. Kısacası şitli sınırlamalara bağlı olarak uyguyasaklar, sağlıksız koşullarda kürtajın lanabiliyor. Kürtaj yasaklansın yaygınlaşmasına sebep oluyor. Bu se- söylemi bugün sadece Türkiye'de beple kürtaj karşıtı söylemler iddia değil Avrupa ülkelerinde de benzer edildiği gibi yaşama hakkını korumu- şekilde dile getirilmektedir. Amerika yor aksine kadınların yaşam hakkına Birleşik Devletleri’nde de “yaşama doğrudan bir saldırı işlevini üstleniyor. hakkı” adıyla propagandası yapılan Yasaklandığında sağlıksız koşullarda kürtaj karşıtı söylemlerin geldiği tehgerçekleştirilen kürtaj sonucu her yıl ditkâr süreç ortada. Sıklıkla verilen bir 80 bin kadın hayatını kaybediyor. diğer örnek olarak Çin’de kürtaj karKürtajın yasaklanmasını savunanların şıtı söylemin aksi sürmekte ve birçok yalnızca Uludere katliamının değil, kadının üreme hakkı elinden alınher yıl 80 bin kadının bu gerici uygu- maktadır. Kısacası dünya kadınlarını lama nedeniyle ölmesinin de faili ol- kıskaç altına alan süreç sadece duğu açık. AKP’nin gerici muhafazakâr yönetiKürtajın yasaklanması, asıl olarak işçi miyle sınırlı değildir. Kadınların karşıküresel bir biçimde sınıfından kadınlar için bir anlam ta- sında şımaktadır. Öyle ki, kürtajın yasak- örgütlenmiş, cinsiyetçi bir dil, saldırlandığı ülkelerde küçük bir azınlığı gan bir politika, yani erkek egemen ifade eden burjuva sınıfından kadın- kapitalizm ve burjuvazi mevcuttur. lar için yurtdışında veya yüksek bir Buna karşı sınıf temelinde küresel bir ücret karşılığı sağlıklı koşullarda kür- mücadele örmenin gerekliliği ortadataj yaptırmak mümkünken, bu im- dır. Unutmayalım ki, iddia edilenin kâna sahip olmayan emekçi kadınlar aksine bugün var olan kürtaj özgüriçin doğurmak ya da ölüm tehlikesini lüğümüz 1980 sonrası verilmiş bir göze alarak sağlıksız koşullarda “ya- hak değil, dünya kadınlarının kararlı sadışı” kürtaj yaptırmaya çalışmaktan mücadelesinin de katkısının bulunduğu bir sürecin sonucudur. başka seçenek bulunmuyor. Hükümeti kürtaj konusunda yumuşa- Peki ya verilen mücadele? mış gibi göstermek adına konuşan Kürtaj açıklamalarının hemen ardınSağlık Bakanı Recep Akdağ, "hem dan, kadın örgütleri ve sosyalistler vicdanları hem kadınların seçim hak- alanlara çıktılar. İller bazında örgütkını hem de anne rahmindeki bebe- lenen iki mitingin de bırakın az evvel ğin yaşam hakkını koruyacak bir orta vurgusunu yaptığımız enternasyonal yol" bulmayı hedefledikleri söyledi. Bu bir mücadele çağrısı yapmasını, biyoveriler eşliğinde Akdağ’a soruyoruz: lojik kadın olmayanları dahi dışlayan, Bu bahsettiğiniz orta yol, neyin, kimin birbirinden kopuk ve iyi örgütlenmeyolu? miş çalışmalar olduğunu belirtelim. Hükümetin giderek daha otoriter, mil- Mitingler, Kürtaj Hakkı Platformu adı liyetçi, cinsiyetçi, gerici bir siyaset ge- altında toplanan birçok kadın, sosya-

19


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 23

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Sadece biyolojik kadınların kürtaj hakkı eylemlerine kabul edilmesi, “erkekler sussun, kadınlar konuşsun” sloganı altında desteklendi. Küçük bir anımsatma, “en az üç çocuk” politikası, sezaryen ve kürtaj sınırlamalarında, partisi gibi düşünen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı da bir kadın.

20

list ve feminist örgüt tarafından hazırlandı. Sosyalist yapıların bildirilerinde kürtaj hakkı gaspına yönelik sınıfsal vurguya rağmen, cinsiyetçi bir mücadelede karar kıldıklarını görmek büyük bir ders! Sadece biyolojik kadınların kürtaj hakkı eylemlerine kabul edilmesi, “erkekler sussun, kadınlar konuşsun” sloganı altında desteklendi. Küçük bir anımsatma, “en az üç çocuk” politikası, sezaryen ve kürtaj sınırlamalarında, partisi gibi düşünen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı da bir kadın. Kürtaj hakkını savunmak için alana gelen kadın olmayanların ataerkilliğe karşı konuşmasını ve mücadele etmesini anlamsız olarak gören bu yapıların ataerkinin bir ürünü olan cinsiyet algısını kendi elleriyle yeniden ürettiklerini ve buna kazanılmış bir hak gözüyle bakmaları ise gerçek anlamda bir trajedidir. Bu eylemler doğal olarak kendi içinde sıkışmış küçük bir entelektüel çevreyle sınırlı kaldı. Sormak gerekir, önümüzdeki dönemde çıkarılması muhtemel kürtajın sınırlandırılması yasasına, bu dar bir çevreye sıkıştırılmış eylemlilik tek başına engel olabilecek mi? Ve yine cevabını bildiğimiz sorular… Verilen mücadeleyi küçük düşürme çabası olarak değil sadece mücadelenin amacını ve çapını iyi tespit etmek zorundalığına ilişkin bu notun ardından, geçirilen sezaryen yasasına ilişkin hiçbir tepkinin verilmemiş olması, konunun gündemden düşmesiyle alandaki muhalif grupların (Kürtaj Hakkı Platformu’nun) evlerine geri dönmeleri bir tesadüf olarak ele alınmamalı. İçe kapalı bu çalışmanın bir başka mottosu olan “Benim bedenim, benim kararım”f iilen doğru olmaklar beraber ne yazık ki liberal bir söylemden öteye gitmemektedir. Kürtajın yasaklanması söylemi yalnızca kadınlara yönelik ciddi bir saldırı amacıyla sınırlı kalmadı. Aynı

süreçte birçok işçi sınıfına saldırı niteliği taşıyan yasa da meclisten geçirildi. Parçalanmış ve cinsiyet temelli bir mücadeleden yana olanlar, nesnel olarak, burjuvazinin diğer ülkelerde de uyguladığı bu parçalı muhalefet yaratma taktiğini onaylamış oldular. Gerçekte tüm saldırıya uğrayan toplumsal kesimleri birleştirebilecek olan sınıf perspektifinden yoksun olmanın kaçınılmaz sonucu, egemen sınıfa karşı sağlam bir direniş ve karşı saldırı hattının örgütlenememesidir. Yaşananlar şunu göstermekte; kürtaj hakkımıza müdahale, bir takım erkeklerin kadınlara olan düşmanlığı gerekçesiyle ya da iktidarın dikte ettiği gibi dini/vicdani gerekçeler nedeniyle yapılmıyor. Kürtaj hakkımıza saldırılmasının ardında kapitalizmin ekonomi politiği ve onun cinsiyetçi egemenliği yatmaktadır. Üstelik bu saldırı günümüz dünyasında küresel bir halde ve tüm dünya kadınlarını tehdit ediyor. Dolayısıyla kürtaj karşıtı söylemcilere verilmesi gereken cevap, salt kadınların örgütlenmesiyle ya da sadece Türkiyeli kadınların mücadelesiyle verilemez. Kapitalizme karşı verilmesi gereken işçi sınıfı temelindeki enternasyonal mücadeleden farklı olmaksızın, onun içinde, onunla birlikte cinsiyetçi saldırılara karşı bir adım atabiliriz. Aksi takdirde üzerimize yürüyen gerici, cinsiyetçi, ırkçı adımlar karşısında geriye döneceğiz! HHHH


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 24

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

thy işçilerinin mücadelesi ve gözden kaçırılamayan gerçekler m.özgür demir

T

ürk Hava Yolları’nda (THY), 305 işçinin işten atılmasıyla sonuçlanan “iş bırakma eyleminin” üzerinden yaklaşık iki ay geçti. Grev yasağına karşı mücadele, bir anda işten atılan işçilerin işe iadesi mücadelesine dönüştü. Ancak daha önceki örneklerde gördüğümüz gibi bu sürecin sadece hukuksal alanla sınırlı kalması mücadelenin yavaş yavaş sönümlenmesi anlamına geliyor. En son TEKEL eylemleri sürecinde mücadelenin hukuksal alana nasıl sıkıştırıldığını; dava sonucunda işçiler lehine bir karar alınsa dahi fiili olarak yenilginin nasıl geldiğini gördük. Bu yazıda THY’de grev yasağının gerekçelerine ve AKP hükümetinin işçi düşmanı politikalarına değinmeyeceğiz. Yazımızın konusu THY’deki mücadele sürecinin sıcaklığı henüz devam ederken bu tip mücadelelerin neden sendikal yapılar eliyle başarıya ulaştırılamayacağına dikkat çekmek olacak.

THY’de iş bırakma ve Hava-İş’in teslimiyeti

100 binin üzerinde çalışanın olduğu sivil havacılık sektöründe Hava-İş Sendikası sadece 14 bin üyesiyle THY’de örgütlü. Bununla birlikte 29 Mayıs’ta sadece yüzlerle ifade edilebilecek bir katılımla alelacele bir eylem düzenlenmiş; eylem sonrasında sendika kendi yaptığı çağrıya sahip çıkmayarak “kendi inisiyatifleriyle” eyleme çıkan işçileri THY yönetimi karşısında savunmasız bırakmıştı.

Yasa komisyonda görüşülmeye başlandığında Hava-İş Sendikası öncelikle gazetelerde tam sayfa ilanlarla tepkilerini dile getirdi. Yasanın meclisten geçmesinin ardındansa başarı şansı başlangıcından itibaren çok düşük olan bir “eylem” çağrısı yaptılar. Neredeyse hiçbir hazırlık yapılmadan ve acemice gerçekleştirilmiş bir eylemdi bu. Gece yarısı üyelere atılan mesajlarda işçilerin “kendi inisiyatifleriyle” işe gitmeyecekleri ve sendikanın tamamıyla yasal olan bu eylemde üyelerinin arkasında olduğu belirtiliyordu. Sadece uçuş bölümüne atılan mesaj üzerine son yıllarda çalışma koşulları gittikçe kötüye giden kabin memurları eyleme başlamış; teknisyenler ise basın açıklaması yapılarak ardından işe dönüleceği açıklamasıyla eyleme davet edilmişti. Sendika yöneticilerinin, grev yasağı karşısında kendi koltuğunu sağlamlaştırmaya dönük yaptığı bu günü kurtarma eylemi, “iş bırakan” 305 işçinin yasadışı grev suçuyla tazminatsız olarak işten atılmasıyla sonuçlandı. Sendikanın eylem çağrısı gibi işçilere işten çıkarıldıkları bilgisi de cep telefonlarına mesajla gelmişti. 100 binin üzerinde çalışanın olduğu sivil havacılık sektöründe Hava-İş Sendikası sadece 14 bin üyesiyle THY’de örgütlü. Bununla birlikte 29 Mayıs’ta sadece yüzlerle ifade edilebilecek bir katılımla alelacele bir eylem düzenlenmiş; eylem sonrasında sendika kendi yaptığı çağrıya sahip çıkmayarak “kendi inisiyatifleriyle” eyleme çıkan işçileri THY yönetimi karşısında savunmasız bırakmıştı. Sendika, “Bizim böyle bir çağrımız yoktur, sadece basın açıklaması yaptık!” diyerek iş bırakma eyleminin meşruluğunu neredeyse ortadan kaldırarak aradan sıyrılmanın yolunu bulmuştu.

İşe iade mücadelesi 23 yıldır Hava-İş Sendikası’nın başkanlığını yapan Atilay Ayçin, “işten atılan işçilerin işe iadeleri yapılmadığı sürece eylemlerini ge-

21


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 25

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

TEKEL işçileri, sözünde durmayan sendikacılara tepkilerini Taksim Gümüşsuyu’ndaki Türk-İş'in 1. Bölge Temsilciliği’ni işgal ederek göstermişlerdi.

22

nişleteceklerini” ifade etti. Yanlış anlaşılmasın, eylemlerin genişletilmesi önce THY’de ardından da tüm sektörde hatta diğer sektörlerde eylemlerin yaygınlaştırılması ve işçilerin üretimden gelen gücünü kullanması değil. Ayçin’in gündemindeki eylemler işten çıkarılan az sayıda işçi ve sendika temsilcileriyle yürütülen bir “direniş”, THY yönetimi ve siyasilerle yapılan görüşmeler, bağlı bulundukları uluslararası örgütlerden gönderilen kınama mesajlarından ibaret. İşten atılan ve adlarına “29 Mayıs Birliği” adını veren işçiler ise, düzenledikleri basın açıklamasında, sendikanın kendi çağrısını üstlenmeyerek meşru protestonun yasa dışı ilan edilmesinde büyük rol oynadığını; kendilerine yapılan haksızlığı anlatmak ve yaptıkları eylemin meşru olduğunu kanıtlamak için kendi deyimleriyle bir onur mücadelesi başlattıklarını ifade ettiler. 29 Mayıs Birliği

üyeleri, arkalarında olduğu belirtilen sendika avukatının işe iade tazminatlarından %10 pay istemesi üzerine davalarına ücret talep etmeden bakacak avukatlar bulmak durumunda kaldılar. Bu gelişmeler, önümüzdeki dönem sendikanın yaptığı pazarlıklardan bir sonuç alınmazsa yüksek ihtimalle mücadelenin hukuki alana sıkışacağını göstermekte.

TEKEL mücadelesi örneği TEKEL işçilerinin 2009 sonunda başlayan ve 2010 yılına sarkan 4C’ye karşı Ankara’da yaptıkları direniş, sendikaya rağmen başlayan bir eylemdi. Ancak sendika bürokrasisi, patlamasını engelleyemedikleri Ankara eyleminin Türkiye’nin birçok kentinden işçilerin katılımıyla denetim dışına çıkacağını fark ettiklerinde, zaten yola çıkma hazırlıklarını tamamlamış olan binlerce TEKEL işçisinin de Ankara’ya gelmesini “örgütlemek” zorunda kalmışlardı. Direniş kamuoyunun desteğiyle genişlerken TEKEL’de örgütlü sendika Tek Gıda-İş bağlı bulunduğu konfederasyon Türk-İş ile birlikte, TEKEL işçilerin büyüyen öfkesini kontrol edebilmek ve sonlandırabilmek için çeşitli “eylemler” düzenlemek zorunda kaldılar. Sendikanın eylem(sizlik) takvimini kısaca hatırlayalım. Hükümet baskısına karşı 78 gün süren direniş Tek Gıdaİş Sendikası tarafından, “15-20 gün ara veriyoruz.” diyerek sonlandırılmış; sendikanın açıkladığı yeni programa göre işçiler 1 Nisan'da yeniden Ankara'da buluşmak üzere sözleşerek, çadırlarını toplamış ve şehirlerine dönmüşlerdi. 1 Nisan günü ise yeniden Ankara'ya gelmek üzere yola çıkan TEKEL işçileri kente alınmamış; yoğun polis gücü ile karşılaşan işçiler, Ankara terminalinden geri çevrilmişti. Ankara'ya girmeyi başaran TEKEL işçileri ise Ankara'da yürümek istedikleri alanda polis baskısı ve şiddetiyle karşılaştılar. Yaşanan bu olayın so-


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 26

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Kapitalizm günümüzde sendikalara işçilerin öfkelerini denetim altında tutacak, işyerinde çalışma düzeninin devamını sağlayacak, hatta üretim sürecine katılım yoluyla verimliliği artıracak bir yapı olarak bakıyor.

nunda 2 Nisan günü sendika, yaklaşık iki ay sonraki bir tarih (26 Mayıs) için genel grev çağrısında bulunmuş; 26 Mayıs günü ise Türk-İş önderliğindeki sendikalar 1 saatlik “iş bırakma” kararı almıştı. Ardından Tek Gıda-İş “yüce yargının kararı karşısında işçi sınıfının boynu kıldan incedir” diyerek 78 gün boyunca Ankara ayazında direnen işçilerin iradesini bir çırpıda bir kez daha yok saymış; mücadele yargıya havale edilerek sonlanmıştı. Tabii ki gerek Tek Gıda-İş gerekse Türk-İş için bu süreç yukarıda anlattığımız gibi kolay geçmedi. Ancak TEKEL işçileri sözünde durmayan sendikacıların yakasına yapışmak için genel merkeze koşsalar, 1 Mayıs Meydanı’nda Türk-İş Başkanı’nı kürsüden yaka paça aşağı indirseler ve bir saatlik iş bırakma kararına ilişkin tepkilerini Taksim Gümüşsuyu’ndaki Türk-İş'in 1. Bölge Temsilciliği’ni işgal ederek gösterseler de sonuç değişmedi. Tek Gıda-İş Sendikası Başkanı Mustafa Türkel ilk Genel Kurul’da tek başına aday olarak yeniden seçildi; hatta TEKEL direnişi kahramanı olarak alkışlandı. İşçi mücadeleleri sendikalara bırakılamaz Son yıllardaki işçi mücadeleleri ister istemez bazı soruların çok daha açıkça sorulmasına sebep oluyor. Nasıl oluyor da sendika bürokratları tüm ihanetlerine karşın yıllardır aynı koltukta oturmayı becerebiliyor? Ya da koltuklarından ayrılsalar dahi yeni gelen bürokratlar nasıl oluyor da aynı ihanet politikalarını sürdürüyor? Kapitalizm günümüzde sendikalara işçilerin öfkelerini denetim altında tutacak, işyerinde çalışma düzeninin devamını sağlayacak, hatta üretim sürecine katılım yoluyla verimliliği artıracak bir yapı olarak bakıyor. Hem Türkiye’de hem de dünyada belirli siyasi akımların etkisindeki birkaç küçük sendika dışında sendikal hareketin tamamıyla bu eksende faaliyet

yürüttüğü de sır değil artık. Ancak sendikaların bu görevi -özellikle işçi sınıfının öfkesinin denetim altında tutulması görevini- layıkıyla yerine getirmesi aynı zamanda işçiler nazarında itibar görmesine bağlı. Sendika bürokrasileri, işçiler üzerindeki bu hegemonyasını sürdürmek için aşağıdan gelen basınca karşı dönem dönem çok radikal söylemler geliştirebiliyor; “genel grev” kararları alabiliyorlar. İşte hem işçilerin hem de sol siyasetlerin sendikaların rolü konusunda yanılsamaya düşmesine neden olan bu. Gerek TEKEL işçilerinin gerekse THY işçilerinin mücadele içinde yaşayarak görmek zorunda kaldıkları bu gerçeği sol partilerin de görmesi gerekiyor. Ancak sol partilerin önemli bir kesimi bu gerçeği görmekten ısrarla kaçıyorlar. Bu kaçışın bir nedeni bu sol partilerin sendikalarda elde ettikleri koltukların, yaptıkları ittifakların bozulması nedeniyle tehlikeye girmesiyken; diğer bir nedeni de bu ihanetleri sendika bürokratlarının kişiliğinde cisimleştiren bakış açısına sahip olmaları. Sol partilerin önemli bir kesimi sendika bürokratlarının ihanetinin arkasında yatan maddi süreci görmezden gelmekte; idealist bir bakış açısıyla olaya çözüm aramaktadır. Onlara göre bu hain bürokratlar yerine kongrede kendi temsilcileri seçildiğinde sendikalar birden değişecektir.

Sendikal ihanetin arkasındaki maddi gerçekler SEKA, Telekom, TEKEL ve THY işçileri, bir bütün olarak işçi sınıfının son otuz yıldır maruz kaldığı kapsamlı saldırıya karşı direnememiş olunmasının bedelini ödediklerini; bu yenilginin başlıca sorumlusunun da sendikal önderlikler ve onların kuyruğundaki bu küçük burjuva sol siyasetler olduğunu bilmek zorundadırlar. Ama “sendikal önderlikler” derken kastettiğimiz şey, tek tek sendika bürokratları ya da bürokrat grupları değildir.

23


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 27

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Sendikalar ve işçi bürokrasisi, kabaca 1970’lerin ortalarından bu yana, bütün ülkelerde, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarında onunla işbirliği yapmış; sermaye ve devlet karşısında tek bir kalıcı başarı bile elde edememiştir.

24

Sendikaların ihanetinin arkasındaki maddi gerçekleri dergimizin 2. sayısındaki “Küreselleşme ve Sendikalar” isimli perspektif yazımızda şu şekilde ifade etmiştik: “İşlevleri, ulus devletin koruması altındaki emek piyasasında işgücünün fiyatının belirlenmesinde rol oynamak olan sendikalar, ulusal korumacı kapitalist büyüme dönemlerinde altın çağlarını yaşamışlardı. Onlar, bir yandan sayısı giderek artan üyelerini siyasi iktidarlar üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanır ve bu yolla işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarındaki kimi iyileşmelere aracılık yaparken, asıl olarak, işçi sınıfının mücadelesini bölmenin ve düzen sınırları içinde tutmanın araçları olmuşlardır. Ama ulusal ekonomik büyümenin mümkün, çoğu durumda da gerekli kıldığı bu kazanımlar, kriz dönemlerinde, her defasında, yine sendikaların öncülüğünde birer birer geri alınmış ve bu yolla, daha azgın bir kapitalist sömürünün önü açılmıştır. Kapitalizmin ulusal korumacı büyüme dönemlerinde sermayenin güler yüzlü sosyal danışmanlığını yapan sendikaların / sendikacılığın işçi sınıfı düşmanı yüzü, 30 yılı aşkın süredir yaşanan küreselleşme sürecinde bütün çıplaklığıyla açığa çıkmaktadır. Sendikalar ve işçi bürokrasisi, kabaca 1970’lerin ortalarından bu yana, bütün ülkelerde, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldı-

rılarında onunla işbirliği yapmış; sermaye ve devlet karşısında tek bir kalıcı başarı bile elde edememiştir.” İşçi sınıfına gerçekleri söyleyebilmek ve geleceğin sınıf mücadelesi araçlarını yaratabilmek, dünya çapında yaşanan bu değişimin maddi temellerini açığa çıkarmak ve bilimsel olarak çözümlemekle mümkündür. Marksistler, yaşamsal öneme sahip bu görevi yerine getirebilmek için, solcuların önünde yerlere kapandığı bu sendika bürokrasileriyle aralarına net bir sınır çizmek; bu gerici akımları acımasızca teşhir etmek durumundalar. Bu akımların işçiler üzerindeki yıkıcı etkisi kırılmadıkça, işçi sınıfının sermayenin saldırılarına başarıyla karşı koyması ve bu direnişi ücretli emeğin sömürüsü üzerine kurulu sistemi ortadan kaldırmayı hedefleyen bir karşı saldırıya dönüştürmesi mümkün olmayacaktır. HHHH


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 28

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

tanap, nabucco projesi’nin yerini almaya hazırlanıyor can öykü

Azerbaycan’dan SOCAR’la, Türkiye’den BOTAŞ ve TPAO’nun ortaklığıyla, 24 Aralık 2011’de ön mutabakatı gerçekleştirilen Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nin (TANAP) 26 Haziran 2012’de imzalanan resmi anlaşması ile Nabucco Projesi önemli bir darbe yemiş oldu.

B

irkaç yıl öncesine kadar dünyanın en büyük enerji projelerinden biri olarak gösterilen Nabucco’nun geleceği giderek kararıyor. Zira projeye imza atan tarafların anlaşamaması ve mali açmazlar yüzünden aylardır yerinde sayan proje, Azerbaycan’dan SOCAR’la[1], Türkiye’den BOTAŞ ve TPAO’nun ortaklığıyla, 24 Aralık 2011’de ön mutabakatı gerçekleştirilen Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nin (TANAP) 26 Haziran 2012’de imzalanan resmi anlaşması ile son darbeyi yemiş oldu. TANAP projesi ilk defa, 17 Kasım 2011’de, İstanbul'da düzenlenen 3. Karadeniz Enerji ve Ekonomi Forumu'nda gündeme getirilmişti. Bu anlaşmayla birlikte, Azerbaycan’ın Şah Deniz-2 sahasında yıllık 16-24 milyar metreküp doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıması öngörülen TANAP’ın kapasitesi, 23 milyar metreküpe çıkarılarak Nabucco’yla eşitlendi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı İlham Aliyev arasında imzalanan anlaşmaya göre TANAP, 5-7 milyar dolar yatırımla 5-6 yılda hayata geçecek. Projede, BOTAŞ ve TPAO olarak Türkiye’nin payı yüzde 20, SOCAR olarak Azerbaycan’ın payı ise yüzde 80 olacak. 2 bin kilometre uzunluğundaki boru hattının güzergahı henüz tam olarak belirlenmemekle birlikte, bir kolunun Yunanistan'a, diğer kolunun ise Bulgaristan'a ulaşacağı öngörülüyor. Öte yandan, Azeri gazının, 2018′den sonra 6 milyar metreküpünün Türkiye’de kullanılması, 10 milyar metreküpünün de Avrupa’ya sevk edilmesi bekleniyor. Türkiye’den BOTAŞ, Bulgaristan’dan Energy Holding, Macaristan’dan MOL, Avusturya’dan OVM, Almanya’dan RWE, Romanya’dan Transgaz’ın hissedar olduğu Nabucco projesi, 2013’te temel atmayı, 2017’de de ilk gaz akışını gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Ancak bu zaman kadar, Azeri gazı dışında net bir finansman kaynağı bulunamadı. Buna karşın, 25 Ekim 2011’de Azeri doğalgazının Türkiye üzerinden taşınmasını öngören Şah Deniz-2 anlaşması imzalandı. Ardından 24 Aralık 2011’de imzalanan TANAP ön mutabakatı bu anlaşmayı daha da güçlendirdi. Ayrıca, SOCAR, BOTAŞ ve TPAO dışında, İngiltere’den BP, Norveç’ten Statoil, Rusya’dan Lukoil, Fransa’dan Total de Şah Deniz-2’nin ortakları arasında bulunuyor.

Türkiye kazanan tarafta TANAP Projesi’ni Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile birlikte imzalayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şunları söyledi: “Dolayısıyla, bugün yalnız Türkiye-Azerbaycan enerji işbirliğinin geliştirilmesi ve ülkemizin enerji arz güvenliği açısından değil, Avrupa'nın enerji tedariki açısından da büyük önem arz eden bir olaya şahitlik ediyoruz. Bugünkü imzalanan anlaşmalarla birlikte, projenin hukuki altyapısının tamamlanmasına yönelik en önemli adım atılmıştır. Bu proje, ülkelerimiz arasındaki stratejik işbirliğini

25


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 29

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k derinleştirmekle kalmayacak, ayrıca Azerbaycan ile Avrupa arasında Türkiye üzerinden organik bir bağ tesis edecektir. Projenin hayata geçmesiyle, ülkelerimiz hem Avrupa Birliği'nin kaynak çeşitlendirme hedefine kayda değer bir katkı sağlamış hem de Avrupa'nın enerji arz güvenliğinde önemli bir rol de üstlenmiş olacaklardır. Diğer bir deyişle, Doğu-Batı enerji koridorunu oluşturan bütün bu projeler, bölgede güvenlik ve barışın geliştirilmesi ve ekonomik kalkınmanın sağlanması yolunda stratejik atılımlardır. Bu tasarılar, bölge ülkelerinin birbirleriyle olan siyasi ve ekonomik bağlarının yanı sıra, batı dünyasıyla olan ilişkilerini de güçlendirmektedir. Bu yönüyle, söz konusu projeler salt bir ticari yatırım olmanın çok ötesinde anlam taşımaktadırlar”[2]. Kuşkusuz Erdoğan’ın açıklamaları, onun, liderliğini yaptığı Türk devleti ve burjuvazisinin artan gücüne duyduğu güvenin bir işaretidir. Küresel finans aristokrasisinin ve mali tekellerin liberal programını büyük bir kararlılıkla sürdüren Erdoğan iktidarı, Türkiye’nin “bölgesel güvenlik ve barışın” tesis edilmesi noktasında uluslararası emperyalizme yapacağı katkıların bilincinde hareket ediyor. Hali hazırda, Türkiye’nin Irak’ta, Afganistan’da ve Libya’da oynadığı “taşeronluk” rolü, Türk devlet elitlerinin ve hakim sınıflarının “ekonomik kalkınma” adı altında yürüttüğü, küresel sermaye projelerine yedeklenme stra-

26

tejisinin de bir parçasıdır. Aliyev ve Erdoğan arasında imzalanan anlaşma planlarına göre, TANAP’ın ilk etabı 2018’de tamamlanacak. 2020’de 16 milyar metreküplük hat kapasitesi 2023’te 23 milyar, 2026’da 31 milyar metreküpe çıkarılacak. SOCAR’ın TANAP projesiyle Türkiye’ye yapacağı toplam yatırım tutarı 2018’e kadar 17 milyar doları bulacak. Anlaşma planlarında bir aksilik yaşanmaması halinde, Türkiye bu proje ile Avrupa doğalgaz pazarına sadece transit ülke olarak değil, aynı zamanda hem icracı hem de satıcı ülke olarak girebilecek. Peki, TANAP projesinin Türkiye’ye tek getirisi bu mu? Elbette ki, bu kadar basit değil. Öte yandan, bu proje sayesinde NATO üyesi olan Türkiye, askeri alandaki “caydırıcı gücü” aracılığıyla, Avrupa doğalgaz piyasasının bir anlamda muhafızlığına da soyunabilecek. Zira ünlü finans spekülatörü G. Soros’unda belirttiği gibi, “Türkiye’nin en büyük ihracat ürünü ordusu”. Erdoğan, Soros’un bu tezini doğrularcasına şöyle diyor: ''Bu noktada şu hususu özellikle vurgulamak isterim; bizler, Hazar Havzası ve Orta Asya doğalgazının ülkemiz üzerinden alternatif güzergahlardan Avrupa'ya sevkini öngören Güney Gaz Koridoru projelerini, gerek kendi enerji arz güvenliğimizi sağlamak gerek Avrupa'nın enerji arz güvenliğine katkıda bulunmak amacıyla güçlü bir şekilde destekliyoruz. Bu çerçevede, enerji stratejimizin temel bileşenlerinden birisi olan, kaynak ve güzergah çeşitlendirmesine de büyük önem veriyoruz. Güney Gaz Koridorunun gerçekleşmesi, Azerbaycan enerji kaynaklarının güvenilir şekilde Avrupa'ya ulaştırılması bakımından da önem taşıyor''[3]. Bu durum da, Türk devletinin ve burjuvazisinin bu süreçten elinin güçlenerek çıkması beklenen bir sonuç


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 30

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Türk devletinin ve burjuvazisinin bu süreçten elinin güçlenerek çıkması beklenen bir sonuç olacaktır; o, bu yolla, çevresini kuşatan potansiyel rakip devletlere karşı enerji kartını politik, ekonomik ve askeri bir avantaja dönüştürebilme şansını da yakalayabilecek.

olacaktır; o, bu yolla, çevresini kuşatan potansiyel rakip devletlere karşı enerji kartını politik, ekonomik ve askeri bir avantaja dönüştürebilme şansını da yakalayabilecek. Ayrıca bu durum, Türkiye’nin NATO ile kurmuş olduğu stratejik ilişkilerin derinleşmesine de neden olacaktır.

Azerbaycan’ın stratejik hamleleri Aliyev, İstanbul Beşiktaş’taki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) Projesi’nin imza töreninin ardından düzenlenen basın toplantısında yaptığı konuşmada, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin bugün en yüksek zirvede olduğunu, iki ülke ilişkilerinin gittikçe güçlenip derinleştiğini söyledi. Dünyada Türkiye ve Azerbaycan arasındaki gibi sıkı ilişki olan ikinci bir birliktelik bilmediğini dile getiren Aliyev, şunları söyledi: “Türkiye ile bölge sorunları üzerinde birlikte hareket ediyoruz. Siyasi istişareler yürütüyoruz. Ekonomik alandaki işbirliklerimiz, bölgede büyük önem taşıyor. Gerçekleştirdiğimiz büyük projeler dünyada ses getiriyor. Enerji alanına gelirsek, bizim birlikte gerçekleştirdiğimiz büyük projeler bugün dünya enerji haritasına yeni tanımlar getirmiştir. Bölgeyi bizim birlikte yürüttüğümüz projeler olmaksızın tasavvur etmek imkansız. 2006 yılında BaküTiflis-Ceyhan, 2007’de Bakü-Tiflis-Erzurum, Avrupa’nın enerji haritasını büyük ölçüde değiştirdi. Bugün de tarihi öneme haiz TANAP projesine start veriyoruz”[4]. Öte yandan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, TANAP projesinin sadece Türkiye-Azerbaycan projesi olduğunu belirterek, “Bu projeyi kendi gücümüz, paramız ve teknik imkanlarımızla yürüteceğiz. Bu projenin gerçekleşmesi sonucunda Türkiye’ye daha fazla gaz sevk edeceğiz ve Türkiye üzerinden Avrupa’nın enerji arzını karşılayacağız. Bu

konuyla alakalı iki ülke arasında fikir ayrılığı yok. TANAP projesi büyük miktarda gaz sevkiyatını öngörüyor” dedi[5]. Aliyev’in konuşmalarından da anlaşılabileceği gibi, Türkiye ve Azerbaycan arasındaki tarihi ve stratejik ortaklık, sadece enerji arzı-piyasası alanını değil, diğer siyasi, ekonomik ve askeri konuları da içermektedir. Türk ve Azeri yetkililer arasında, ekonomik tabanlı bölgesel işbirliğini esas alan bu türden projelerin, özellikle 2000’li yıllardan itibaren hızlandığı zaten bilinen bir gerçekti. Zira 2006 yılında Bakü-Tiflis-Ceyhan, 2007’de Bakü-Tiflis-Erzurum projeleri, iki ülke arasında hızla gelişmekte olan diplomatik ilişkilerin ve ekonomik entegrasyon sürecinin ilk meyveleriydi[6]. Aliyev’in “dünya enerji alanına yeni tanımlar” getirme arzusuyla öncülük ettiği TANAP projesi, işte bu işbirliğinin en önemli saç ayaklarından biri olma özelliğine sahiptir. Konuşması sırasında, Azerbaycan’ın gaz kaynaklarının çok yüksek olduğunu, Şah deniz yatağının 1,2 trilyon metreküp gaz potansiyeline sahip olduğunu, diğer kaynaklarda onaylanan miktarın ise 2,6 milyon metreküp olduğunu söyleyen Aliyev, “Bugün başladığımız proje belki 10, belki 100 yıldan uzun bir sürede bizim çıkarlarımızı temin edecek. Aynı zamanda Azerbaycan için yeni pazarların açılmasına olanak sağlayacak” dedi.[7] Aliyev’in sözleri, Azeri burjuvazisinin ve devletinin TANAP projesine ne derece önem verdiğinin bir başka göstergesidir. Aliyev’in “100 yıllık çıkarlarımızı temin edecek” biçiminde tarif ettiği bu proje, özünde, hem Azerbaycan’ın enerji ihracatı kanalıyla küresel piyasalarla bütünleşmesini hem de onun özellikle Kafkasya’daki bölgesel etki alanını daha da arttırmasını olanaklı hale getirebilir.

27


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 31

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Öte yandan, Karabağ Sorunu nedeniyle sınır komşusu Ermenistan’la her an sıcak bir çatışmaya girme ihtimali bulunan Azeri devletinin, hem batılı emperyalist ülkelerin “takdirini” toplayabilmesi hem de bölgesel çıkarları gereği ekonomik ilişkiler kurduğu Rusya Federasyonu’na karşı “elini güçlendirebilmesi” (pazarlık gücünü arttırabilmesi), Türk devleti ile birlikte gerçekleştirdiği TANAP projesinin başarılı olmasına da bağlıdır.

“Sıkıntı yok”

Türk ekonomisinin 2012 OcakHaziran aralığı arasında elde ettiği ekonomik büyümenin en önemli saç ayağının yüzde 8,5’le enerji alanında gerçekleşmiş olması, Türk devletinin TANAP projesi örneğinde olduğu gibi, küresel sermaye yatırımlarını çekecek bu tip ortaklıklara ne derece bel bağlamış olduğunun da bir başka göstergesidir.

28

İmza töreninin ardından düzenlenen basın toplantısında basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Recep Tayyip Erdoğan, TANAP Projesi’nden Türkiye’nin nasıl bir geri dönüş beklediği yönündeki soru üzerine, “Buradaki hedef doğalgaz 50 milyar metreküp. Bugün 6 milyar metreküp, ama daha sonra buradan 10 milyar metre küp doğalgaz alabileceğiz”, “Daha sonraki yıllarda ne kadar ihtiyacınız varsa, Aliyev gardaşım o kadar verebiliriz” dedi. “Sıkıntı yok” diye konuştu.[8] Erdoğan’ın “gardaş ülke” olarak tanımladığı Azerbaycan’ın muazzam enerji kaynakları başta küresel sermaye odakları olmak üzerine, Türk egemenlerinin de ağzını suyunu akıtmaktadır. Resmi konuşmalara damgasını vuran tüm sahte dostluk mesajlarına karşın, hem ulus ötesi şirketlerin hem Türk burjuvazisinin Azeri doğalgazına gösterdiği bu ilgi kuşkusuz bir rastlantı değil. Onlar, gerçekte ekonomik kriz ortamında kaybettiklerini, yeni yatırım alanları ve pazarlar yaratarak telafi etme gayreti içindeler. 50 milyar metreküpe denk düştüğü söylenen Azeri gazı, küresel kapitalizmin karşı karşıya kaldığı (kitlesel işsizlik,depresyon, ekonomik büyümedeki yavaşlama vb.) yapısal sorunların çözümünde elbette “devede kulak” kalsa da, TANAP projesi kanalıyla Avrupa piyasasına yapılacak olan enerji arzı,

hem bu alanda faaliyet gösteren küresel enerji tekellerine hem Türk-Azeri egemenlerine bir nebze de olsa ilaç gibi gelecektir. Türk ekonomisinin 2012 Ocak-Haziran aralığı arasında elde ettiği ekonomik büyümenin en önemli saç ayağının yüzde 8,5’le enerji alanında gerçekleşmiş olması, Türk devletinin TANAP projesi örneğinde olduğu gibi, küresel sermaye yatırımlarını çekecek bu tip ortaklıklara ne derece bel bağlamış olduğunun da bir başka göstergesidir. Bu yüzdendir ki, Erdoğan’ın kendinden emin bir şekilde söylediği “sıkıntı yok” sözü, onun, hem daha karlı enerji piyasalarına gözünü dikmiş olan emperyalist sermayeye hem de Azeri-Türk egemen sınıflarına güven telkin etme yönünde verdiği açık bir mesajdır.

Petkim’in özelleştirilmesi Öte yandan, Petkim’in özelleştirilmesi için 2 milyar dolar ödeyen SOCAR, hemen ardından Türkiye’nin ikinci rafinerisini inşa etmek için de harekete geçti. İzmir Aliağa’daki rafineri yatırımı ve liman için 5 milyar doları gözden çıkaran SOCAR, yeni yapılacak boru hattıyla birlikte Türkiye’ye toplam 12 milyar dolar yatırım yapmış olacak. Erdoğan konuşmasının son bölümünde, Petkim konusunda Azerbaycan'ın tavrının her türlü takdirin üstünde olduğunu ifade ederek, Petkim'in özelleştirme projeleri içinde en önemli yatırımlardan biri olduğunu söyledi ve ekledi: “Orasının gerek rehabilitasyonu, gerek ilave yatırımlarla birlikte, orada çok farklı bir şehir oluşuyor. Sadece Petkim ile kalmıyor. Petrol ürünlerinin dışında, limandan tutun da oradaki yeni ilave tesislere kadar, rafine olayına varıncaya kadar bütün adımlar atılıyor. Bu adımlar atılınca bir şey çok önemli, Azeri gazı aynı zamanda kendi ünitesinde işlenir gibi orada işlenir hale geliyor. İşte tek


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 32

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k TANAP projesinin beklendiği gibi başarılı olması ve emperyalist hükümetlerin ve küresel enerji tekellerinin de desteklemesi halinde, Nabucco ile birleştirilmesinin önünde hiçbir siyasi ve hukuki engel yok.

millet olmanın en güzel ifadelerinden bir tanesi de Aliağa'dır, Petkim'dir, rafinerisidir, limanlarıdır ve saire…” [9]. Erdoğan’ın sözleri, Petkim özelleştirmesinden hareketle, önümüzdeki süreçte işçi sınıfına yönelik saldırıların daha da artacağına işaret etmekte. Zira Erdoğan, parçası olduğunu sınıfın (küresel burjuvazinin) işçi düşmanı politikalarına, “tek millet” söyleminin arkasına gizlenerek, “sınıflar üstü” bir hava vermeye, “ekonomik kalkınma” adı altında emekçi halkı yoksullaştıran sermaye politikalarını kararlıkla sürdürmeye devam edecektir.

TANAP ve Nabucco projelerinin birleştirilmesi Hiç kuşkusuz TANAP Projesi birçok açıdan büyük önem taşıyor. Burada özellikle iki olasılık öne çıkmakta: İlk olarak, projenin başarılı olması halinde TANAP, Türkiye’yi, petrolün ardından doğalgazda da önemli bir geçiş ülkesi haline getirebilir. İkinci olarak ise, TANAP, uzun zamandır tartışılan Nabucco Doğalgaz Boru Hattı’nın farklı bir biçimde de olsa hayata geçirilmesinin önünü açabilir. Örneğin, Enerji Bakanı Taner Yıldız, uzun süre önce TANAP projesinin Nabucco ile birleşebileceğinin sinyallerini vermiş ve şunları söylemişti: “İki hattın birleşme ihtimali var. Trans Anadolu, Nabucco ile birleşebilir. Nabucco bizim ortak olduğumuz bir projedir ve tabii ki o projenin gelişti-

rilmesini Türkiye istemektedir ama öncelikli olarak Hazar doğalgazının aktarımı bizim için daha büyük önem arz etmektedir.”[10] TANAP projesinin beklendiği gibi başarılı olması ve emperyalist hükümetlerin ve küresel enerji tekellerinin de desteklemesi halinde, bu iki projenin birleştirilmesi önünde hiçbir siyasi ve hukuki engel yok.

Enerji alanında kıyasıya rekabet TANAP projesi örneğinde olduğu gibi, tüm dünyada küresel ya da bölgesel güç odaklarının öncülüğünde gerçekleşen her türlü enerji projesi, özünde, hem uluslararası mali sistemin uzun süreli kriz halinden hem de birbirine “dost” ve rakip olan ulus devletlerin karşılıklı çıkarlarından kaynaklanmaktadır. Krizin yarattığı iktisadi ve sosyal yıkım karşısında ne yapacağını bilemez hale gelmiş olan küresel finans elitleri ve mali oligarşi, tıpkı “kudurmuş bir köpek” gibi, kendisine yeni karlar getirecek alanları fethetmek için, kıyasıya bir rekabet içinde. Hiç kuşkusuz bu rekabet alanlarının en başında da enerji sektörü gelmektedir. Enerji alanında yapılan yüksek maliyetli yatırımların, kapitalistlerin gözünde geri dönüşünün “kesin” gözükmesi ve geniş kitlelerin en az ekmek ve su kadar enerjiye gereksinim duyması nedeniyle, egemen sı-

29


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 33

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k nıflar, bu alandaki yatırımlara özel bir önem veriyor. Zira 1980-90’lı yıllara damgasını vuran özelleştirme furyasından en fazla payını alan sektörlerin başında enerji sektörünün gelmesi, kuşkusuz küresel kapitalizmin evrensel bir ihtiyacından (yani yeni ve karlı yatırım alanları bulma ihtiyacından) kaynaklanmaktaydı. Bütün bu sebeplerden dolayı, sermaye sınıfı, kabaca 1970-80’lerde başlayan küreselleşme süreci ile birlikte, ulusal korumacılık döneminin aksine, daha önce hiç girmediği alanlara, yani daha önceki dönemde bütünüyle burjuva devlete devrettiği, sağlık, eğitim ve enerji vb gibi alanlara, bu defa derinlemesine nüfus etmeye, hatta bu alanları tarihte eşine az rastlanır ölçüde yağmalamaya hız vermiş bir durumda. Sonuç olarak, TANAP projesi olarak anılan enerji yatırımı da, esas olarak, Türk-Azeri burjuvazisinin ve devletlerinin küresel piyasalara entegre olma ve emperyalist enerji tekellerinin taleplerini karşılama ihtiyacından kaynaklı olarak gündeme getirilmiş ve uygulamaya konmuş kapitalist bir proje olma özelliğine sahiptir. Bu aşamada, Türk ve Azeri hükümetlerine ve onların temsilciliğini yaptığı egemen sınıflara düşen öncelikli görev ise, ancak TANAP gibi küresel sermaye projelerinin bölgesel “taşeronluğunu” başarıyla yerine getirmek olacaktır. HHHH

30

rolün çoğu Hazar Denizi'ndeki AzeriÇırak-Güneşli yataklarından çıkarılmıştır. 1994'ten bugüne kadar SOCAR, yurtdışına yerleşen özel petrol şirketleri ile 25 üretim paylaşımı anlaşması imzalamıştır. [2] TANAP’ta imzalar atıldı, 26 Haziran 2012, akparti.org http://www.akparti.org.tr/site/haberler/ta napda-imzalar-atildi/27922 [3] a.g.e [4] TANAP'ta imzalar atıldı, 26 Haziran 2012, cumhuriyet.com http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=3478 66 [5] a.g.e [6] Azerbaycan, 7 milyar varillik ham petrol ve 1,3 trilyon metreküp doğalgaz rezerviyle bugün dünyanın önde gelen enerji merkezlerinden biri. Sahip olduğu büyük enerji kaynaklarını Batılı tüketicilere satmak isteyen Azerbaycan bu konuda Türkiye ile yakın işbirliği içinde. 2006’da, Hazar petrolünü Doğu Akdeniz’e taşıyan, Bakü- Tiflis- Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı ile başlayan işbirliği, o günden bu yana büyük bir ilerleme kaydetti. BTC’den her gün 1 milyon varili, yani yılda 50 milyon ton ham petrolü Batılı piyasalara ulaştıran iki ülke, doğalgaz alanında da çok önemli işbirliklerine imza attı. 2007’de devreye giren Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) Doğalgaz Boru Hattı ile Hazar doğalgazı ilk kez Türkiye üzerinden Batı piyasalarına taşınmış oldu. Bu hat üzerinden Türkiye’ye yılda 6,6 milyar metreküp doğalgaz satan Azerbaycan’ın asıl hedefi ise, ana karar verici olacağı büyük çaplı bir boru hattı projesini hayata geçirmek. Bu yüzden de Azerbaycan, Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) Projesine büyük önem veriyor. [7] TANAP'ta imzalar atıldı, 26 Haziran 2012, cumhuriyet.com http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=3478 Dipnotlar: 66 [1] Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol [8] TANAP’ta imzalar atıldı, 26 Haziran Şirketi (SOCAR), Azerbaycan devletine ait 2012, akparti.org petrol ve doğalgaz şirketidir. Azerbay- http://www.akparti.org.tr/site/haberler/ta can'ın iki rafinerisini ve tüm petrol ve gaz napda-imzalar-atildi/27922 boru hatlarını işleten SOCAR, aynı za[9] a.g.e manda uluslararası ortaklıkların ülkede gerçekleştirdiği petrol ve doğalgaz proje- [10] Nabucco sizlere ömür!, 25 Nisan lerine de nezaret etmektedir. 70.000'den 2012, gazetevatan.com fazla işçisi olan SOCAR 2005'te, günlük http://haber.gazetevatan.com/nabucco150.000 barrel oranında 14 milyon ton- sizlere-omur/446243/2/Haber dan fazla petrol üretmiştir. Üretilmiş pet-


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 34

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

washington’ın suriye'de teröristleri aracı olarak kullandığı savaş

S

uriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın da katılması beklenen bir bakanlar kurulu toplantısını hedefleyen ve Suriye'deki yönetimin önde gelen üç isminin öldürüldüğü terörist saldırı, yönetimin Ulusal Güvenlik [Konseyi]nin Şam'daki binasında gerçekleşmişti. Saldırıda, Silahlı chris marsden Kuvvetler Başkan Yardımcısı ve Esad'ın kayınbiraderi Assef Şavkat, Savunma Bakanı Davud Rajha ve Kriz Operasyonları Başkanı Hasan Turkmani öldürüldü. İçişleri Bakanı Muhammed Şaar, istihbarat şefi Hişam Behtiyar ve başka üst düzey yetkililer yaralandı. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bombaların, Esad'ın yakın çevresi için çaEmperyalist devletlerin lışan araçlardan ve korumalardan yararlanarak yerleştirilmiş olduğunu planlarında son açıklarken, saldırıların sorumluluğunu hem ÖSO hem de Liva el-İslam derece önemli bir (İslam Tugayı) üstlendi. Baas rejiminin böylesi stratejik bir merkezinin bombalanması, üst düzey siyasi rol, Suriye muhalefetinin ardında istihbarat, ilişkiler ve eğitilmiş uygulayıcılar olmaksızın gerçekleşemezdi. Bu saldırının, isyanı yönlendiren ABD'nin, Britanya'nın ve diğer Avrupalı hizaya geçen ve onun emperyalistlerin bilgisi ve olası aktif suç ortaklığı olmaksızın gerçekleşaskeri saldırısını bir tiğine inanmak çok zor. Suriye, bugün, ABD, Suudi Arabistan, Katar ve “devrim” olarak sunan Türkiye tarafından yüz milyonlarca dolar para yatırılmış gelişkin silahlarla, askeri eğitmenlerle ve istihbarat ajanlarıyla doludur. çok sayıda sahte sol Her durumda, ABD'deki ve Avrupa'daki önde gelen siyasi ve askeri yeteğilim tarafından kililer tarafından yapılan çok sayıda açıklama, bombalamanın Esad yöoynanmaktadır. netimine karşı memnuniyetle karşılanan bir darbe olarak görüldüğünü Yaşananların devrim gözler önüne sermektedir. ile ilişkisi yoktur. Britanya ile Fransa, bombalamayı ikiyüzlü biçimde kınadılar ama hemen ardından, BM Sözleşmesi'nin 7. Maddesi temelinde Suriye’ye karşı yaptırımlara destek verilmesinde ısrar ettiler. Yedinci Madde, askeri güç kullanımına olanak sağlamaktadır ve ona, en son, savaşın yolunu açmış olan Libya üzerine bir BM kararına zemin olarak başvurulmuştu. ABD yönetimi, [bombalı saldırıya] karşıymış gibi bile görünmedi. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Patrick Ventrell, “ABD Suriye'de daha fazla kan akmasını hoş karşılamamaktadır. Bununla birlikte, bu insanların [öldürülen üst düzey yetkililer kastediliyor – çev.] Esad yönetiminin Suriye halkına yönelik saldırısının başlıca mimarları olduğunu da kaydetmemiz gerekiyor” dedi. ABD Başkanı Barack Obama, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i, Rusya'nın “Suriye'nin geleceğinde Esad'a yer olmadığı için … tarihin yanlış tarafında” yer almaya son vermesi konusunda açıkça uyardı. ABD, sağcı İslamcılar ile fiili bir ittifak içindedir. ABD ordusunun eski bir istihbarat subayı olan ve şimdi Savaş Araştırmaları Enstitüsü'nde çalışan Joseph Holliday, New York Times'a, Suriye muhalefetinin el yapımı patlayıcıları etkili biçimde kullanmasının “kısmen Irak'ın doğusunda ABD birlikleriyle savaşırken bomba yapımını öğrenmiş olan Suriyeli isyancıMakalenin İngilizce orijinali için: ların uzmanlığından kaynaklandığını” söyledi. http://wsws.org/articles/2012/j Hem Suriye Ulusal Konseyi (SUK) hem de ÖSO, çok sayıda CIA ajanının ve rejimin eski adamlarının yanı sıra, Müslüman Kardeşler ve onlardan ul2012/pers-j20.shtml

w s w

g r s .o

31


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 35

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k daha aşırı Selefiler gibi İslamcı grupların egemenliğindedir. Alman haber dergisi Der Spiegel, bu hafta, SUK üyelerinden Randa Kassis ile bir röportaj yayımladı. Kassis, şunları kabul ediyordu: “Muhalefetin askeri bir atılım sergileyememiş olmasının nedeni, kısmen, İslamcı cihad savunucusu gruplar ile halkın çoğunluğu arasında yükselen farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Körfez ülkeleri tarafından finanse edilen ve donatılan bu İslamcı gruplar karar alma yetkisini acımasızca kendi ellerine alıyorlar.” Kassis, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Amerikalılar, Arap Baharı'ndan etkilenen ülkelerde, kozlarını Müslüman Kardeşler'den yana oynuyorlar. Onlar, Müslüman Kardeşler'in gelecekte iktidara egemen olacağına inanıyor ve kendilerini buna uyarlıyorlar.” Dünkü teröristler, Afganistan Uluslararası örneğini izleyerek, Washington düzeyde işçi tarafından günümüzün “özsınıfının önünde gürlük savaşçıları” haline getirilmekte ve yalnızca berbat bir duran yakıcı kan banyosuna yol açabilecek sorun, köklü bir olan mezhepsel bir çatışma emperyalizm içinde, Esad'ın Alevi [ağırlıklı] karşıtı ve sosyalist yönetimine karşı sürülmektebir düşünceler dir. Böylesi canice araçlar[a başeliyle harekete geçirilmiş yeni bir vurulması], Washington'ın Ortadoğu'daki yağmacı amaçsavaş karşıtı larından bağımsız düşünülehareketi mez. Demokratik söylem ve biçimlendirmektir. Suriyeli kitlelerin durumundan kaygılanma rolü, Libya'ya karşı savaşta olduğu gibi, ABD'nin Ortadoğu ve onun petrol rezervleri üzerindeki egemenliğini güvence altına alma amacını gizlemektedir. Terör saldırısı, Yedinci Madde'nin uygulanmasına destek vermelerini sağlamak için Rusya ile Çin üzerindeki baskıyı en üst düzeye çıkarmada kullanılmaktadır. Moskova ve Pekin 7. Madde'nin kullanılmasına karşı çıkıyorlar; çünkü onlar, Esad yönetiminin devrilmesinin ardından onun yerini Rusya'yı bölgedeki tek askeri üssünden mahrum kılacak ABD yanlısı bir rejimin alacağının farkındalar. Bu durum Şii İran yönetimini yalıtacak ve büyük ihtimalle, İsrail'in -ABD'nin ticari ve askeri üstünlüğünü güvence altına almak için çeşitli dost Sünni yönetimlere ve kendi askeri zorbası İsrail'e yaslanabilmesine olanak sağlayarak- Lübnan'daki Hizbullah'a karşı bir eylemine yol açacaktır. Obama yönetimi İsrail’in bu amacına karşı çıkma-

32

yacaktır. İsrail yetkilileri, Suriye ile savaşta olduklarını ve gerekli her yöntemi kullanarak Esad'ı tahttan indirmeye çalışacaklarını açıkça belirttiler. Dünkü New York Times, resmi görevlilerin, “Suriye yönetiminin çökmesi” için beklenmedik durum planları üzerinde çalıştıklarını bildirdi. Esad'ın “muhalif güçlere ve sivillere” karşı kimyasal silah kullanması olasılığına ilişkin iddialar, ABD ile onun bölgesel müttefikleri İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar'ın askeri müdahalesini meşrulaştıracaktı. Times'a göre, “Pentagon yetkilileri İsrail'in Suriye silah tesislerini imha etmek üzere harekete geçip geçmeyeceği konusunda İsrail savunma yetkilileri ile görüşmeler yapıyor...” ABD yeni sömürgeci tutkular peşinde koşarken, ABD şirketlerinin ve bankalarının, küresel süper zenginlerin yaşamlarını daha önce hayal edilemeyecek bir lüks içinde sürdürmeleri için, dünyanın kaynaklarını yağmalama hakkının kanlı bedeli Ortadoğu'nun, Kuzey Afrika'nın ve Orta Asya'nın halklarına ödetiliyor. Suriye'ye karşı ilan edilmemiş savaş, hızla, sonuçta İran'ı hedefleyen ve Ortadoğu'nun dört bir yanında Sünniler ile Şiiler arasında bütün yıkıcı etkileriyle mezhepsel düşmanlıkları kışkırtan daha kapsamlı bir bölgesel çatışma kaygısı doğuran, doğrudan askeri çatışmaya yol açabilir. Emperyalist devletlerin planlarında son derece önemli bir siyasi rol, Suriye muhalefetinin ardında hizaya geçen ve onun askeri saldırısını bir “devrim” olarak sunan çok sayıda sahte sol eğilim tarafından oynanmaktadır. Yaşananların devrim ile ilişkisi yoktur. Esad rejiminin hakkından gelme görevi, enternasyonalist ve sosyalist bir program temelinde, Suriyeli işçilere aittir. Emperyalist yanlısı muhalefete destek verilmesi, bu tür bir siyasi hesaplaşmaya engel oluşturmaktadır. Washington'ın, Londra'nın ve Paris'in Suriye'ye müdahalesi, en doğrudan şekilde SUK'un ve ÖSO'nun burjuva önderlikleri dolayımıyla gerçekleşmektedir. Uluslararası düzeyde işçi sınıfının önünde duran yakıcı sorun, köklü bir emperyalizm karşıtı ve sosyalist düşünceler eliyle harekete geçirilmiş yeni bir savaş karşıtı hareketi biçimlendirmektir. Obama, Cameron, Merkel, Hollande ve onların benzerleri tarafından takınılan ikiyüzlü “Suriye'nin Dostları” pozuna, işçilerin ve gençlerin ortak düşmana karşı öfkesi ve birliğiyle yanıt verilmesi gerekiyor. Acil talep şu olmalı: Elinizi Suriye'den çekin!

20 Temmuz 2012 HHHH


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 36

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

libya'daki seçimlerin gerçek anlamı jean shaoul chris marsden Özgürlük ve demokrasi arayışı şöyle dursun, NATO üyesi devletler, kendi taleplerine daha doğrudan yanıt veren bir rejim kurmaya koyulmuşlardı.

w s w

g r s .o

Makale için: http://www.wsws.org/tr/2012/j ul2012/libi-j17.shtml

L

ibya'da yeni bir Genel Ulusal Meclis için yapılan seçimler, önde gelen Batılı devletlerin, şirketlerin ve bankaların hizmetindeki otoriter ve demokrasi karşıtı bir hükümete "demokratik" görünüm sağlamaya yönelik bir çabadır. NATO'nun başa geçirdiği Geçici Ulusal Konsey (GUK), adaylıkların Seçim Komisyonu tarafından onaylanmış görece küçük bir kesimle sınırlı olmasını garantiye aldı. Belirtiler, 200 sandalyelik yeni Kongre için yapılan ve Libyalıların seçmen olarak kayıtlı yüzde 80'inin yalnızca yüzde 60'tan biraz fazlasının katıldığı seçimlerde, Mahmud Cibril'in Ulusal Güçler İttifakı'nın oyların büyük bölümünü aldığı yönünde. Bu durumun meclisteki sandalyelere nasıl yansıyacağı, sonuçların resmen açıklanmasının ardından belli olacak. Cibril, Muammer Kaddafi rejimine karşı NATO önderliğindeki kanlı emperyalist saldırı eliyle başa geçirilmiş olan GUK'nin yerini alacak bir koalisyon oluşturmaya çalışacak. Ama ülkeyi harabeye çeviren mevcut derin siyasi bölünmeler göz önünde bulundurulduğunda, başarı hiçbir şekilde kesin değil. Resmi bir ikiyüzlülük korosu, seçimleri, sözde "liberal" Cibril'in zaferinden duyduğu özel bir memnuniyetle karşıladı. ABD Devlet Başkanı Barack Obama, seçimleri "ülkenin demokrasiye geçişinde bir diğer dönüm noktası" olarak adlandırdı. Avrupa Birliği, "Libya'nın ilk seçimlerini" "yeni bir dönemin başlangıcı" olarak selamladı. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, sanki bu şimdi bir gerçeklik değilmiş gibi, "geçen yıl, binlerce Libyalı, Libya halkının insanlık onuru ve yasanın egemenliği üzerine kurulu yeni bir devleti inşa etme hakkını elde etmek için yaşamlarını feda etti ya da kalıcı zararlara maruz kaldı" açıklamasını yaptı. Uysal medya seçim sonuçlarını göklere çıkarttı ve onun gerçek önemini gizledi. New York Times, "demokratik geçişler her zaman uzun ve karmaşıktır" diye yazdı ve ekledi: "Seçimler, Kaddafi kâbusundan uzaklaşmada son derece büyük bir adımdır." Times, ironi yapmaksızın, "o dönemin zorluklarının" üstesinden gelmenin "açık fikirli siyasi önderlerinin kendilerini hoşgörülü, yasanın egemenliğine bağlı, hesap verebilir ve bütün Libyalıların adil temsiline adamalarını gerektireceğini" belirttikten sonra, Cibril'in bir büyük koalisyon oluşturma teklifinin "potansiyel olarak teşvik edici bir kapsayıcılık işareti" olduğunu ileri sürdü. Her durumda "Arap Baharına" göndermelerle sonuçlanan bu tür röportajların ve yorumların hepsi, Libya'daki rejim değişikliğinin, ABD'nin ve Avrupalı büyük devletlerin -her ikisi de Libya'ya komşu olan- Tunus'taki ve Mısır'daki devrimci başkaldırılara siyasi / askeri yanıtı olduğu gerçeğini örtbas etmek anlamına gelmektedir.

33


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 37

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k NATO’nun amacı, doğrudan doğruya bölgedeki çok sayıda müflis rejime karşı yönelmiş bütün muhalefet hareketlerini denetim altına almak ya da etkin biçimde ezmek; hem Libya'nın petrol rezervlerine (Afrika'daki en büyük rezervler) hem de Ortadoğu ile Kuzey Afrika'nın rezervlerine ulaşmayı garanti etmekti.

Libya’da Kaddafi sonrası ilk seçim

34

Özgürlük ve demokrasi arayışı şöyle dursun, NATO üyesi devletler, kendi taleplerine daha doğrudan yanıt veren bir rejim kurmaya koyulmuşlardı. Onların amacı, doğrudan doğruya bölgedeki çok sayıda müflis rejime karşı yönelmiş bütün muhalefet hareketlerini denetim altına almak ya da etkin biçimde ezmek; hem Libya'nın petrol rezervlerine (Afrika'daki en büyük rezervler) hem de Ortadoğu ile Kuzey Afrika'nın rezervlerine ulaşmayı garanti etmekti. Suriye'de ve Lübnan'da rejim değişiklikleri sağlama alındıktan sonra, Akdeniz NATO'nun denetimindeki bir göl haline gelecek; bu arada Libya, Afrika'da gelecekte gerçekleşecek müdahaleler için kıyıda bir mevzi sağlayacaktı. Cibril, bu politikanın canlı simgesidir. ABD eğitimli Cibril, Libya önderinin oğlu Saif el İslam Kaddafi'nin koruması altındaydı. O, devlet işletmelerinin özelleştirilmesinden sorumlu olan Ulusal Ekonomik Kalkınma Kurulu'nun eski başkanı olarak oynadığı rolden ve eski müttefiklerini terk etmeye hazır olmasından dolayı, kendisini Batılı güçlere önerdi. Britanya'da yayımlanan Guardian gazetesi, dizginsiz bir siniklikle, Cibril'in "deneyim avantajına sahip olduğunu" bile yazdı.

GUK, Mart ayında, NATO'nun Libya'ya açtığı savaşın başında bir geçici hükümet oluşturduğunda, Cibril onun başına getirildi. Cibril, 50 binin üzerinde insanın öldüğü ve bir o kadarının yaralandığı savaşın ardından, Ağustos ayında başbakanlığa atandı. GUK'nin bileşenleri (eski Kaddafi rejiminden isimler, İslamcılar, CIA ajanları ve aşiret önderleri) yeni rejimin önemli bir parçasını oluşturacaklar. Libya, etnik çatışmalar, aşiret kavgaları ve NATO’nun müdahalesinin bitmesinden bu yana yüzlerce (eğer binlerce değilse) insanın öldürüldüğü milisler arasındaki çatışmalar eliyle parçalara ayrılıyor. Ülkenin bölünmesi bile açık bir olasılık. Libya'nın petrol üretim merkezi olan ve devrimin beşiği olarak adlandırılan Bingazi, Sirenayka'nın özerkliği ve petrol serveti üzerinde daha fazla denetim talebinde bulundu. Geçici hükümetin 30 - 40 bin güvenlik görevlisini seferber ettiği seçimler şiddetle damgalandı. Trablus'a gereğinden fazla güç verdiği düşünülen yeni kongredeki sandalye dağılımını protesto amacıyla, Bingazi'de petrol üretiminin 48 saat durduğu ve seçim merkezlerine çok sayıda saldırının gerçekleştiği görüldü. Bir dizi sahte sol parti ve Profesör Juan Cole gibi aydınlar büyük devlet-


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 38

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Bölgedeki müflis rejimleri devirmek ve onların yerine, bir Ortadoğu Birleşik Sosyalist Devletleri içinde bizzat işçi sınıfının yönettiği sosyalist, antiemperyalist ve gerçekten demokratik yönetimleri geçirmek işçi sınıfının görevidir.

lerin Libya'ya müdahalesindeki insan hakları bahanesini bütünüyle onaylamış ve bu yolla sömürgeci egemenlik savaşına destek vermişti. Bu, siyasi bir saflık konusu değil ama kararlı ve bilinçli şekilde emperyalizmin arkasında saf tutmaktı. Onlar, Ortadoğu'da gerçekten proleter devrimci bir hareketin gelişmesini önleme ortak amacından dolayı NATO'yu desteklediler (belki de bunu, gerçekleşmesi olanaksız bir hayal olarak açıkça küçümsediler). Bu küçük burjuva unsurlar, Bingazi hareketinin başlangıçtan itibaren ABD emperyalizmi tarafından seçilmiş olduğu açık gerçeği karşısında, zaferi NATO'nun yıldırım savaşının ardından- kaçınılmaz olarak bölgeyi daha tam olarak büyük devletlerin ve küresel şirketlerin talimatlarına tabi kılacak olan kapitalizm yanlısı burjuva GUK hareketinden yana oldular. Cole, seçim sonrası savunmasında, haberler "bana göre aşırı kötümserlik ile heyecan merakının bir bileşimiyle renklendirildi" diyerek kendisini aştı. O, "seçimler çok iyi geçti" diye vurguladı; çünkü [ona göre]"Libyalıların bu kuşağı için demokrasi gerçekten rağbettedir." Bugün, bu kesimler, Suriye muhalefetiyle ilgili olarak; İran'ı yalıtmak, Rusya ile Çin'i bölgenin dışına çıkarmak ve Washington'ın egemenliğini kurmak amacıyla düzenlenmiş rejim değişikliği kampanyasını destekleme konusunda aynı siyasi gerekçelere başvuruyorlar.

Libya'dan çıkartılması gereken başlıca ders, demokratik ya da toplumsal yenileme görevinin bölgedeki burjuvaların hiçbir kesimine teslim edilmesine izin verilemeyeceğidir. Bunu yapmak, yalnızca işçi sınıfını ve ezilen kitleleri silahsızlandırır; emperyalistlerin olayları her durumda kendi yerel temsilcileri olarak davranan güçler dolayımıyla yönlendirmesine izin verir. Bölgedeki müflis rejimleri devirmek ve onların yerine, bir Ortadoğu Birleşik Sosyalist Devletleri içinde bizzat işçi sınıfının yönettiği sosyalist, antiemperyalist ve gerçekten demokratik yönetimleri geçirmek işçi sınıfının görevidir. Amerika'daki, Avrupa'daki ve dünyanın diğer yerlerindeki işçiler, Libya'da, emperyalist devletlerin dünyanın stratejik kaynaklarının ve pazarlarının denetimini ele geçirme yönündeki yeni yöneliminin yıkıcı sonuçlarının kanlı işaretlerini görmeli. Yönetici seçkinlerin Ortadoğu ve Afrika üzerindeki yağmacı tasarılarına meydan okumak ve onlara karşı çıkmak için, işçi sınıfı ile gençlik içinde kök salmış, "insani savaş" savunucusu küçük burjuvazinin siyasi etkisinden arınmış yeni bir savaş karşıtı harekete ihtiyaç var. 11 Temmuz 2012 HHHH

35


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 39

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

ispanya'nın son kemer sıkma paketine karşı kitlesel gösteriler

E

alejandro lópez 2008'de krizin patlamasından bu yana, hem PSOE hem de PP hükümetleri, sağlığın ve eğitimin içini boşaltan milyarlarca Avroluk kesintiler dayattılar; iş güvencesi hükümlerini ve işçileri koruyan diğer önlemleri ortadan kaldıran çalışma "reformları" uyguladılar.

w s w

g r s .o

Makale için: http://www.wsws.org/tr/2012/j ul2012/spa1-j21.shtml

36

n son kemer sıkma paketine karşı işçi gösterilerinin beşinci günü olan pazartesi sabahı düzenlenen bir gösteri Madrid'in merkezini bloke etti. Bu gösteriler sendikaların çağrısı ile düzenlenmedi, kendiliğinden patladı. İtfaiye çalışanları, sivil giyimli polisler ve memurlar İspanyol parlamentosuna doğru yürüyüşe geçtiler ve çevik kuvvet polisleriyle çatıştılar. 65 milyar Avro tutarındaki üçüncü kemer sıkma paketinin geçen çarşamba günü açıklanması, genel olarak yüzde 23, gençler arasında ise yüzde 50'den fazla işsizin bulunduğu ülkede kitlesel gösterileri ateşlemişti. Söylentilere göre, iktidardaki Halk Partisi'nden (PP) milletvekili olan Andrea Fabra, Başbakan Mariano Rajoy işsizlik parasındaki kesintileri açıklarken, alkışlamış ve "hepsinin canı cehenneme" diye haykırmıştı. Halk Partisi hükümeti, ayrıca, kimi tüketim malları ile diş ve göz sağlığı, cenaze hizmetleri, berberlik, sinema ve tiyatro gibi hizmetlerde katma değer vergisini (KDV) yüzde 13'e kadar arttırdığını açıkladı. Diğer önlemler, hava ve demiryolu ulaşımının serbestleştirilmesi ve küçük dükkân sahiplerinin geçimine darbe vuracak şekilde perakende satış yapan işyerlerinin çalışma saatlerinde tam bir esnekliği içeriyor. Maliye Bakanlığı, KDV artışının aile başına yılda 437 Avro'ya mal olacağını tahmin ediyor. Önlemlerin açıklandığı gün, 25 binden fazla insan, İspanya'nın kuzey bölgesinden gelen 200 madencinin "siyah yürüyüş"ünü karşılamış; yürüyüş, Sanayi Bakanlığı'nın önüne geldiğinde, 76 kişiyi yaralayıp 18'ini gözaltına alan özel polis birlikleri tarafından vahşice bastırılmıştı.[1] Polis, aynı gece yeniden saldırıya geçti ve onlarca insanı yaraladı. Bir sinemanın önünde kuyrukta bekleyen bir grup genç ve turist coplarla dövüldü. Madrid'in merkezine giriş çıkışlar, yaklaşık bir saat boyunca polis tarafından engellendi. Salı günü, memurlar, kendiliğinden biçimde Madrid'in ana caddelerinden bazılarında trafiği durdurdular. 200 kişilik bir grup başbakanın Moncloa Sarayı'ndaki ikametgâhına yürürken, bir başka grup, PP'nin Genova Caddesi'ndeki merkezine doğru harekete geçti. Memurlar, yıllık ücretlerinin yüzde 7'sini oluşturan Noel ikramiyelerinin kaldırılmasını, izin günlerinin azaltılmasını ve hastalık ödeneğinin azaltılmasını içeren son önlemlerden özellikle etkilendiler. Bu önlemler, ücretlerde önceki Sosyalist Parti (PSOE) hükümeti tarafından dayatılmış olan yüzde 5 - 15 arasındaki ücret kesintilerine ek olarak getiriliyor.


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 40

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Salı akşamı, 500 dolayında polis ve itfaiyeci parlamento önünde gösteri düzenledi. Bu gösteri, sendikaların hiçbir rolü olmaksızın, twitter ve facebook üzerinden örgütlenmişti. Bir itfaiyeci, Diagonal gazetesine, "öfkeliyiz, çünkü gelirimizin yüzde 30'unu yitirdik" dedi. Memurlar, Cuma günü yeniden gösteriler düzenlediler ve yolları kapattılar. Onlar, sağlık ve eğitim alanlarındaki kesintilerden etkilenen hemşirelerden, doktorlardan, öğretmenlerden ve üniversite öğretim görevlilerinden oluşuyordu. Başkentin bir diğer kesiminde, kentin belediye başkanı ve eski başbakanlardan José María Aznar'ın eşi olan Ana Botella kamu işçileri tarafından yuhalandı. Akşam üzeri, PP Genel Merkezi önünde, binlerce insandan oluşan ve sosyal paylaşım ağları üzerinden çağrısı yapılan bir diğer gösteri düzenlendi.[2] Polis saldırınca, göstericiler önce PSOE genel merkezine, ardından da ikili polis barikatının oluşturulduğu parlamentoya doğru harekete geçtiler. Gösteride haykırılan başlıca sloganlar, "İstifa!", "Dinle Mariano [Rajoy], bu yazın sonunu görmeyeceksin!", "Bir sonraki işsiz bir

milletvekili olacak!", "Başımıza gelenler faşist hükümet yüzünden!" ve "PSOE-PP, hepsi aynı b.k!" idi. Barcelona'da, evlerde yapılmış pankartlarıyla "istifa!" diye bağıran 400'den fazla insan PP'nin bürosuna yürüdü. Onlar, Katalan Bölgesel Başkanı Arthur Mass'ın evine yürümek istediler ama bu girişim polis tarafından engellendi. Benzeri gösteriler, Malaga, Valencia ve başka şehirlerde düzenlendi. Pazar günü, yüzlerce memur, bir kez daha, parlamento yakınında gösteri düzenledi. Aynı gece, binlerce insan, "Eller yukarı! Bu bir soygundur!" ve "Daha az haç, daha fazla sürekli iş!" diye haykırarak, yeniden yürüyüş yaptı. Aynı gün, PP, Endülüs'teki 13. bölgesel kongresini planlanandan önce bitirmek zorunda kaldı. Rajoy, ellerinde pankartlarıyla kendisini bekleyen memurlardan kurtulmak için, planlanandan önce gelmişti. Bu son gösteriler, işçi sınıfının kemer sıkma önlemlerine karşı mücadeleye hazır olduğunu bir kez daha göstermektedir. 2008'de krizin patlamasından bu yana, hem PSOE hem de PP hükümetleri, sağlığın ve eğitimin içini boşaltan milyarlarca Avroluk kesinti-

Son gösteriler, işçi sınıfının kemer sıkma önlemlerine karşı mücadeleye hazır olduğunu bir kez daha göstermektedir.

37


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 41

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

En büyük iki sendika federasyonu UGT (Genel İşçiler Sendikası) ile CC.OO (İşçi Komisyonları), Franco diktatörlüğünden bu yana yaşanan en büyük kesintilere, yalnızca, bir genel grevin "kaçınılmaz olabileceği"ni belirterek ve hükümetten kesintileri halk oylamasına götürmesini isteyerek tepki gösteriyor.

38

ler dayattılar; iş güvencesi hükümlerini ve işçileri koruyan diğer önlemleri ortadan kaldıran çalışma "reformları" uyguladılar. Katolik yardım kuruluşu Caritas'ın en son yayımlanan araştırmasına göre, İspanya'daki yoksulluk düzeyi, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sında yaşanan durumla yarışıyor. 11 milyonun üzerinde insan, yoksulluk sınırının altına düşebilir. Daha şimdiden, İspanyol hane halklarının yüzde 22'si yoksulluk sınırının altında yaşıyor; hane halklarının yüzde 30'luk bir diğer kesimi ise ihtiyaçlarını karşılamada ciddi zorluklarla yaşıyor. 580 bin İspanyol, yani nüfusun yüzde 3,3'ü hiçbir gelire sahip değil. Ülkede, 30 bin kişi evsiz. UNICEF’e göre, ilk kez, 65 yaş üstündeki insanlardan daha fazla sayıda çocuk [yardıma] muhtaç durumda. Yoksulluk sınırının altındaki çocukların sayısı, 2008'den bu yana yüzde 10 artmış durumda. Bu durumdan etkilenen 205 bin çocuğun yüzde 13,7'si yılda 11 bin Avrodan daha az gelire sahip ailelerde yaşıyor. Bu rakam, Avrupa Birliği içinde, yalnızca Romanya ile Bulgaristan'da daha yüksek. En büyük iki sendika federasyonu UGT (Genel İşçiler Sendikası) ile CC.OO (İşçi Komisyonları), Franco diktatörlüğünden bu yana yaşanan en büyük kesintilere, yalnızca, bir genel grevin "kaçınılmaz olabile-

ceği"ni belirterek ve hükümetten kesintileri halk oylamasına götürmesini isteyerek tepki gösteriyor. Kamu sektörü çalışanlarının en büyük sendikal örgütü olan CSI-F (Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikaları Konfederasyonu), eylül ayının sonunda, yani kesintilerin yürürlüğe girmesinin iki ay sonrasında bir günlük genel grev çağrısı yapan bir açıklama yayımladı. Ayrıca, bütçenin oylanacağı 19 Temmuz gününde, yalnızca kamu sektörü çalışanlarının katılacağı bir gösteri çağrısı yapıldı. 17 Temmuz 2012 HHHH

Dipnotlar: [1](http://www.youtube.com/watch?v=G u1qbHDTZMU&feature=related) [2](http://www.youtube.com/watch?v=70 U1MPx0Xn8&feature=player_embedded)


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 42

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

hillary clinton’ın kışkırtıcı dünya turu

A

BD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın kışkırtıcı bir provokasyon ve ikiyüzlülük karışımı ifade eden 13 günlük olağandışı Asya ve Ortadoğu turu, Amerikan militarizminin küresel ölçekte yeni bir patlamasına işaret etmektedir. bill van auken Clinton'ın seyahat programı, aralıksız olarak on ülkeyi kapsadı: Fransa, Afganistan, Japonya, Moğolistan, Vietnam, Laos, Kamboçya, Mısır ve İsrail. Bu seyahat programı, ABD dış politikasının birbiriyle bağlantılı iki amacı üzerinde odaklanmıştı. Birincisi, Washington'ın petrol zengini Ortadoğu ve Orta Asya üzerinde belirgin bir üstünlük sağlamasına yönelik karşı-devrimci stratejisinin ayrınClinton’ın Mısır ziyareti, tılandırılmasıdır. Washington'ın, ülkedeki İkincisi ise Obama yönetiminin, Çin'in ekonomik, siyasi ve askeri milyonlarca işçinin etkisini bir ABD askeri kuşatması ve bölgesel gerilimleri kışkırtma demokratik ve toplumsal birleşimi yoluyla sınırlamayı amaçlayan Asya'ya “dönüş”üne katözlemlerine karşın, karşı- kıda bulunmaktır. devrimci bir kale olarak ABD Dışişleri Bakanı, yolculuğu boyunca, “demokrasiyi ve insan Mısır ordusuna güvenini haklarını destekleme”nin Amerikan stratejisinin “özü” olduğunu iddia etti. yeniden teyit etmesiydi. Clinton, yolculuğuna, 5 Temmuz'da Fransa'da düzenlenen “Suriye'nin Dostları” konferansıyla ve ABD ile müttefiklerinin Suriye'de mezhepçi bir iç savaşı kışkırtıp silahlandırma faaliyetleri ve rejim değişikliğini amaçlayan doğrudan askeri müdahaleye hazırlanma konularında Fransız hükümeti ile görüşmeler yaparak başlamıştı (bunların hepsi “demokrasi ve insan hakları” adına yapılmaktadır). Clinton, aynı zamanda, hem Rusya'ya hem de Çin'e, ABD'nin müdahale taleplerine boyun eğmemenin “bedeli”ninin ödetileceği yollu karanlık bir tehditte bulundu. O, yolculuğunu, Mısır ve İsrail'de verdiği araların ardından, 17 Temmuz'da tamamladı. Clinton, Mısır'da, Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi cuntasına ve onun şefi Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi'ye saygılarını sundu. Bu, Washington'ın, ülkedeki milyonlarca işçinin demokratik ve toplumsal özlemlerine karşın, karşı-devrimci bir kale olarak Mısır ordusuna güvenini yeniden teyit etmesiydi. Clinton'ın bir “demokratik geçişi” desteklediğini resmi olarak iddia etmesi, Obama yönetiminin bir buçuk yıl önce uzun süreli müttefiki diktatör Hüsnü Mübarek'in devrilmesini önlemede başarısız kalan girişimlerinden bu yana dile getirdiği bir cümledir. Clinton, İsrail'de, Washington ile Tel Aviv'in “aynı safta” oluğunu ve İran'ın nükleer programına karşı “ABD'nin bütün gücünü” harekete Makalenin İngilizce orijinali için: geçirmeye hazır olduğunu vurgulayarak, İran'a karşı yeni savaş http://wsws.org/articles/2012/j tehditlerinde bulundu. Clinton'ın turunun ikinci ayağını Afganistan oluşturdu. Clinton buul2012/pers-j18.shtml rada, ABD destekli kukla devlet başkanı Hamid Karzai ile birlikte,

w s w

g r s .o

39


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 43

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Clinton, ikiyüzlü insan hakları kartını Asya'da da oynadı. Moğolistan'da, en tepedeki küçük bir kesim madencilik sektöründe yaşanan patlamadan yararlanarak zenginleşirken, kitleler yoksulluk içinde yaşıyor.

Mısır’lıların Hillary Clinton’a mesajı: Mısır Asla Pakistan Olmayacak

40

Afganistan'ı Güney Kore ile diplomatik olarak eş değerde tutup ülkenin on binlerce ABD askeri tarafından belirsiz bir süre için işgal altında tutulmasına zemin yaratarak, onu Washington'ın “NATO üyesi olmayan en önemli müttefiki” olarak ilan etti. Moğolistan'da oligarşik yönetimi, Çin'deki tek parti düzenine karşılık orada demokrasi ve refah ışığı olarak desteklemeye yönelik bir konuşma yapan Clinton, ikiyüzlü insan hakları kartını Asya'da da oynadı. Moğolistan'da, en tepedeki küçük bir kesim madencilik sektöründe yaşanan patlamadan yararlanarak zenginleşirken, kitlelerin yoksulluk içinde yaşıyor olması, Clinton'ı, bizzat ABD'deki kalıcı toplumsal eşitsizlikten daha fazla ilgilendirmiyor. New York Times gazetesi, pazartesi günü yayımlanan ve başkentin varoşlarındaki “kimi yerel gazetelerin Moğolistan'ın ‘favela’ları [Brezilya'daki teneke evlerden oluşan mahallelere verilen ad] olarak adlandırdığı tıkış tıkış Yurt gecekondularında” yaşayan insanlardan bahsettiği bir makalede Moğolistan halkının gerçek yaşam koşullarına dikkat çekti. “Oralarda işsizlik aşırı boyutlarda; elektrik ve içme suyu ise bulunmuyor. Daha az şanslı olanlar, sıcaklık eksi 40 dereceye düştüğünde, sıcak su borularının yanında birbirlerine sokulup sarıldıkları

kanalizasyon kanallarında barınıyorlar.” Dışişleri Bakanı'nın, Washington'ın, demokrasinin “evrensel ilkelerine” bağlı olduğu biçimindeki iddiası, onun Afganistan savaşına malzeme sağlamada önemli bir halka olan Özbekistan'daki işkenceci rejimle ve dünyanın en büyük uranyum üreticisi olan Kazakistan'daki diktatörlükle olan yakın bağları eliyle; bunun yanında, ABD'nin Endonezya'daki ve Güney Kore'deki askeri diktatörlüklere verdiği desteğin uzun tarihsel kayıtları tarafından yalanlanmaktadır. Clinton'ın turu, Laos'u da içeriyordu ki bu, bir ABD Dışişleri Bakanı'nın, son 75 yıl içinde ülkeye yaptığı ilk ziyaretti. ABD emperyalizmi, 1960'ların ortalarından 1970'lerin ortalarına kadar on yıl boyunca, ABD ile savaşta olmayan Laos'a kişi başına 840 kilo patlayıcı atarak, ülkeyi dünyada kişi başına en fazla bombalanan ülke haline getirmişti. Buna ek olarak, bu ateş fırtınasında, 30 bin Laoslu öldürülmüş, o zamandan bu yana da 20 bin insan bombalama sırasında patlamamış olan cephanelerden dolayı ölmüştür. Clinton, Laos'un başkenti Viantiane'deki elçilik görevlilerine, “ABD Asya Pasifik'teki yükümlülüklerimizi arttırıyor. Bizler, ileriye doğru konuşlanan diplomasi diyebileceğim bir şeyi uyguluyoruz” dedi. Bir başka şekilde ifade edersek, ABD emperyalizmi, “Asya'ya dönüş” stratejisi dolayımıyla, bölgedeki son canice savaş alanını bir sonraki savaş için faaliyet üssü haline dönüştürme peşindedir. Clinton, Kamboçya'da, Washington'ın provokatif müdahalelerinin açmaza soktuğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) konferansına katıldı. Çin'in Filipinler'e, Vietnam'a ve Japonya'ya karşı boy ölçüştüğü karasuları üzerine keskin fikir ayrılıklarından


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 44

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Hillary Clinton, Afganistan ziyaretinde Karzai’yi “NATO üyesi olmayan önemli müttefiki” olma şerefiyle ödüllendirdi.

ABD ve dünya kapitalizminin yoğunlaşan krizi eliyle tahrik edilen bu pervasız strateji, beraberinde, yüz milyonlarca insanın yaşamını tehdit eden yeni bir küresel çatışma tehlikesini getirmektedir.

dolayı, ilk kez, katılımcılar bir ortak kapanış açıklaması üzerinde anlaşamadılar. Bölgede “ulusal çıkarlar”ı olduğunu ileri süren ABD, 2010 yılından bu yana, stratejik ticaret yollarının geçtiği ve potansiyel enerji kaynaklarına sahip olan Güney Çin Denizi'nin bir ABD gölü olduğunu iddia etmek için, kendi konumunu, bir “Pasifik gücü” olarak adlandırmaktadır. Clinton'ın bölgeye yaptığı geziyi, üst düzey iki Pentagon görevlisinin ziyareti izledi. ABD Pasifik Komutanlığı'nın başındaki Amiral Samuel Locklear'ın üst düzey siyasi ve askeri yetkililerle görüşüp, devasa Subic Bay deniz üssünde alt düzey bir subay olduğu günlere ilişkin anılarını anlattığı Filipinler'e uçtu. Bu, açıkça, Çin karşıtı bir ittifakın ilerlemesini sağlamak için yeni bir ABD askeri varlığının pek uzak olmadığına işaret etmektedir. ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Ashton Carter, salı günü, bir Pentagon sözcüsünün betimlemesiyle, “Asya-Pasifik bölgesine yönelik ABD askeri yaklaşımının pratikte ne anlama geleceğini ayrıntılı olarak tartışmak” için 10 günlük bir Asya turuna başladı. Pentagon'un bölgedeki takviyesi ve

Dışişleri Bakanı Clinton tarafından sahneye konan provokasyonlar, ABD emperyalizminin tehdit ve askeri gücünü kullanma yoluyla hem kendi ekonomik gerilemesini dengeleme hem de Çin'de olası bir stratejik rakibin yükselişini sınırlama stratejisinin ifadeleridir. ABD ve dünya kapitalizminin yoğunlaşan krizi eliyle tahrik edilen bu pervasız strateji, beraberinde, yüz milyonlarca insanın yaşamını tehdit eden yeni bir küresel çatışma tehlikesini getirmektedir. 18 Temmuz 2012 HHHH

41


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 45

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

asean zirvesi güney çin denizi üzerine kavganın ortasında dağıldı

G

üneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) bakanlar zirvesi, Çin ile Güney Çin Denizi üzerine kötüleşen anlaşmazlıklar üzerine bir anlaşma sağlayamadan, dün hırçın bir şekilde dağıldı. Örgütün 45 yıllık tarihinde, ilk kez bir uzlaşma sağlanamadı, herhangi bir ortak bildiri yayımlanmadı. peter symonds Bu diplomatik kördüğüm, Obama yönetiminin son üç yıl boyunca sürdürdüğü ve Çin'in bölgedeki etkisinin altını oymayı amaçlayan Asya'ya saldırgan “dönüş”ünün ürünüdür. ABD tarafından teşvik edilen Filipinler ve Vietnam, Çin ile şiddetli tartışmalara yol açacak ABD tarafından teşvik şekilde, Güney Çin Denizi üzerindeki hak iddiaları konusunda edilen Filipinler ve daha ısrarcı bir tavır benimsediler. Vietnam, Çin ile şiddetli ABD, denizcilikle ilgili anlaşmazlıklar konusunda Çin ile tartışmatartışmalara yol açacak larda ASEAN'ı bir ‘Ortak Davranış Kuralları’ benimsemeye zorlaşekilde, Güney Çin Denizi yarak, Pekin'i arka plana attı. Çin'in Güneydoğu Asya ülkeleri ile üzerindeki hak iddiaları farklılıkları ikili görüşmeler yoluyla çözme yönündeki önceki çabalarına doğrudan karşı çıkan bu çok taraflı yaklaşım, ABD ile mütkonusunda daha ısrarcı tefiklerinin konumunu güçlendirmeyi amaçlıyordu. bir tavır benimsediler. Filipinler, Kamboçya'nın başkenti Phnom Pehn'de toplanan bu haftaki zirvede, provokatif biçimde, sonuç bildirgesinin, bu ülkenin tartışmalı Huangyan Adası konusunda Çin ile yaşadığı iki aylık soğukluğa gönderme yapması konusunda bastırdı. Çin Dışişleri Bakanı Yang Cieçi, perşembe günü yayımladığı lafını esirgemeyen bir açıklamada, Çin'in bu kayalık üzerindeki egemenliği konusunda “hiçbir kuşku“ olmadığını belirtti. Cieçi, “Çin, Filipin tarafının dürüst bir şekilde gerçeklerle yüzleşmesini ve sorun yaratmaktan vazgeçmesini ümit etmektedir” dedi. ASEAN içindeki anlaşmazlıkları kağıda dökme yönündeki çabalar, örgütün dönem başkanlığını yapan Çin'in yakın müttefiki Kamboçya'nın kapanış açıklamasının uzlaşmacı üslubuna karşı çıkmasıyla başarısızlığa uğradı. Çin, ASEAN'ın üyesi olmamakla birlikte, onunla bağlantılı Doğu Asya Zirvesi'ne ve ASEAN Bölgesel Forumu'na üye. Anlaşmaya varılamaması, Filipinler ile Kamboçya arasında sert karşılıklı suçlamalara yol açtı. Filipinler Dışişleri Bakanlığı, sonuç bildirgesinin yokluğuna “teessüf eden” ve Huangyan Adası'na gönderme yapılmasına karşı çıktığı için Kamboçya'yı suçlayan bir açıklama yaptı. Bir Kamboçya Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, ülkesinin Çin'in baskısına maruz kalmış olduğunu reddetti ve bunun “haksız bir iddia” olduğunu belirtti. Filipin Dışişleri Bakanı Albert del Rosario, Çin'in Güney Çin Denizi Makalenin İngilizce orijinali için: üzerindeki artan egemenlik iddiası “Asya-Pasifik bölgesindeki barış http://wsws.org/articles/2012/j ve istikrar için bir tehdit oluşturmaktadır” uyarısında bulunarak gerilimi kızıştırdı: “Yaşanmakta olan gerilim, denetim altına alınmaul2012/asea-j14.shtml

w s w

42

g r s .o


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 46

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Obama yönetiminin ASEAN zirvelerine müdahalesi, ABD'nin bölgedeki ülkelerle bağlarını güçlendirmeyi amaçlayan kapsamlı bir diplomatik ve stratejik saldırının yalnızca bir yanıdır.

ması durumunda, hiç kimsenin istemediği somut düşmanlıklara dönüşecek şekilde tırmanabilir.” Endonezya Dışişleri Bakanı Marty Natalegawa, ASEAN içindeki açık bölünmeler konusundaki kaygısını ifade etti. Natalegawa, gazetecilere, “bu benim için alışık olmadığım bir durum” dedi ve ekledi: “ASEAN'ın, toplantısının bu 11. saatinde Güney Çin Denizi konusunda ortak bir dil etrafında bir araya gelememiş olması çok ama çok umut kırıcı. Geçmişte birçok sorunu aşmıştık ama her zaman tek bir ses olmayı başarmıştık.” Güney Çin Denizi'nde çok şey söz konusu. Bu bölge, önemli enerji ve balık kaynaklarına sahip. O, aynı zamanda, Afrika'dan, Ortadoğu'dan ve Avrupa'dan Kuzeydoğu Asya'ya giden ve dünya taşımacılığının üçte birinin yapıldığı en önemli deniz yollarına sahip. Bu sular, Çin'in güney sahiline ve son derece önemli deniz üslerine bitişik. Obama yönetimi, denizle ilgili bu tartışmalara, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 2010'daki ASEAN zirvesinde ABD'nin Güney Çin Denizi'nde “seyrüsefer özgürlüğünü” sağlamada “ulusal çıkarı” olduğunu açıkladığı zaman doğrudan karışmıştı. ABD donanması, Çin'in hassas askeri tesislerine yakın rota izleyerek, bölgede düzenli olarak devriye gezmektedir. Clinton, bu haftaki toplantıda, Filipinler'in diplomatik anlaşmazlık yaratan son derece zıtlaşmacı bir rol oynamasına izin verdi. Onun açıklamaları, ABD'nin bu konuyu, bölgede Çin'i zayıflatmak ve kendi etkisini sağlamlaştırmak için kullandığını gösterdiği konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Clinton, “ABD kalıcı bir Pasifik gücüdür” diyerek, Washington'ın müdahaleye hakkı olduğunu ileri sürdü. O, “kaygı verici ekonomik tehditleri ve balıkçılar arasındaki tar-

tışmalarla bağlantılı olarak tartışmalı askeri güç ve resmi gemiler kullanma örneklerini” açıkça eleştirdi. Clinton'ın söyledikleri, hem Huangyan Adası üzerindeki ayrılığa hem de Güney Çin Denizi'nde bulunan ve konumu Çin ile Japonya arasında tartışmalı olan Senkaku adalarına ilişkin göndermesi hiç de akıllıca değildi. O mesele, Japon Başbakanı Yoshihiko Noda'nın geçen hafta sonu, hükümetinin kayalıkları şimdiki sahibinden satın alacağını belirtmesinin ardından, bu hafta yeniden patlak verdi. Clinton'ın geçtiğimiz pazar günü Noda ve bakanlarıyla görüşmek üzere Tokyo'da olması rastlantı değildi. Çin devletinin elindeki medya, Güney Çin Denizi üzerinde yeniden ortaya çıkan gerilimlerden ABD'yi sorumlu tuttu. China Daily'de yayımlanan “ABD nifak tohumları atıyor” başlıklı bir makale, Clinton'ın değerlendirmelerini “yakışıksız ve kötü niyetli” olarak damgaladı. Makale şöyle devam ediyordu: “ABD, bölgenin dışından bir devlet olarak, hiçbir şekilde, bölgedeki ülkelere aralarındaki farklılıkları nasıl çözeceklerini söyleyecek durumunda değildir.” Makale, ASEAN toplantılarının Güney Çin Denizi'ni tartışmaya uygun bir yer olmadığını vurguladı. Obama yönetiminin ASEAN zirvelerine müdahalesi, ABD'nin bölgedeki ülkelerle bağlarını güçlendirmeyi amaçlayan kapsamlı bir diplomatik ve stratejik saldırının yalnızca bir yanıdır. Washington, Avustralya, Japonya, Güney Kore, Hindistan ve Filipinler gibi askeri müttefikleriyle ve ortaklarıyla daha sıkı ilişkiler kurarken, Burma, Kamboçya ve Laos gibi ülkeleri Pekin ile işbirliğinden uzaklaşmaya zorlamak için hamleler yapmaktadır. Clinton, bu hafta, yarım yüzyıldan uzun süredir Laos'u ziyaret eden ilk ABD Dışişleri Bakanı oldu. Bu, ülke-

43


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 47

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k ASEAN zirvesinden bir anlaşma çıkmaması, Obama yönetiminin stratejisinin bölgesel gerilimleri ve böylece askeri çatışma tehlikesini pervasızca kışkırttığının en son kanıtıdır.

deki yönetimle ilişkileri güçlendirmede önemli bir adımdı. O, Kamboçya yönetimiyle, Lon Nol'un ABD destekli askeri yönetimi döneminde birikmiş olan 400 milyon Dolardan fazla borcun silinmesi talebi üzerine uzlaşma sağlanabileceğini vaat eden görüşmeler yaptı. Clinton, ayrıca, bu ülkedeki ABD yatırımlarına yönelik yaptırımların azaltılmasının ardından, Burma Devlet Başkanı Thein Sein ile de buluştu. Clinton'ın diplomatik hamleleri, ABD'nin Asya'daki askeri güçlenmesiyle desteklenmektedir. Güney Çin Denizi ve Malacca Boğazı gibi geçiş noktaları, ABD donanmasının bir çatışma durumunda Çin'in Afrika ve Ortadoğu'dan nakliyat yollarını kes-

mesini sağlamayı amaçlayan stratejik ABD planlarında son derece önemlidir. Obama yönetimi, bu amaçla, Avustralya ve Singapur ile üs anlaşmalarını garantiye almış durumda ve Filipinler ile benzeri bir anlaşma peşinde. Bu haftaki ASEAN zirvesinden bir anlaşma çıkmaması, Obama yönetiminin stratejisinin bölgesel gerilimleri ve böylece askeri çatışma tehlikesini pervasızca kışkırttığının en son kanıtıdır. 14 Temmuz 2012 HHHH

1936 Moskova Duruşmaları Üzerine

Kızıl Kitap Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.

Kitapları yüzde 50 indirimli olarak elde edebilirsiniz. Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B, Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: iletisim@toplumsalesitlik.eu

44

Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Halil Çelik 368 syf., 20 TL.


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 48

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

moşe silman'ın intiharı

M

oşe Silman'ın intiharı, İsrail'deki ve bütün Ortadoğu'daki işçilerle gençlerin önüne temel siyasi perspektif sorunlarını çıkartmaktadır. Silman'ınki, bütünüyle İsrailli yönetici seçkinlerin suçlu olduğu, çachris marsden resiz bir eylemdi. Onu, kendisini petrolle ıslattıktan sonra vücudunun yüzde doksanını yakarak ölüme sürükleyen son derece kötü koşullar biliniyor. İntihar mektubu, ilk Onun intihar mektubu, ilk olarak, kısmen başarılı bir küçük iş adaolarak, kısmen başarılı bir mının İsrail ve dünya kapitalizminin derinleşen krizi altında nasıl küçük iş adamının İsrail berbat bir yoksulluğa sürüklenebildiğinin; ikinci olarak da, siyaset ve dünya kapitalizminin sınıfının ve devlet yetkililerinin gündelik aldırmazlığının etkileyici bir kanıtıdır. derinleşen krizi altında Silman, “İsrail devleti benden çaldı ve beni soydu. Onlar bana hiçnasıl berbat bir bir şey bırakmadılar” diye yazıyor ve şöyle devam ediyordu: “İlaç yoksulluğa alacak ya da kira verecek param yok. İsrail devletini, [Başbakan] sürüklenebildiğinin; ikinci Benyamin Netanyahu'yu ve [Maliye Bakanı] Yuval Steinitz'i suçluolarak da, siyaset sınıfının yorum... Onlar yoksullardan alıp zenginlere veriyorlar.” ve devlet yetkililerinin Birçok kişiden daha kötü duruma düşmüş olmasına rağmen, her gündelik aldırmazlığının zamankinden daha büyük zorluklara katlanan milyonlarca İsrailli, etkileyici bir kanıtıdır. Silman'ın yaşadıklarını paylaşmaktadır. Şimdi medya ve politikacılar, onun yazgısından daha kapsamlı sonuçlar çıkartılamayacağında ısrar ediyorlar. İşçi Partisi'nin önderi Şelli Yeçimoviç, onun “kesinlikle bir toplumsal protestonun sembolü olarak görülmemesi gerekiyor” vurgusunu yaparken, Netanyahu'ya göre, Silman'ınki bir “bireysel trajedi”dir. Jerusalem Post gazetesi, Aralık 2010'da kendisini yakan sokak satıcısı Muhammed Buazizi ile yapılan karşılaştırmalara özellikle öfkeliydi. Buazizi'nin intiharı, rejimin devrilmesiyle sonuçlanan ve ardından Mısır'a ve ötesine taşan kitlesel toplumsal harekette hızlandırıcı bir rol oynamıştı. Jerusalem Post gazetesi, başyazısında şunları yazdı: “İsrail'in devingen, özgür ekonomisinin ve görece cömert bir refah devletinin, o zamanlar Tunus'un devlet başkanı olan Zine el-Abidin Ben Ali'nin otokratik yönetimi altındaki boğucu akraba kayırıcılığına, Bizans tarzı bürokrasiye ve keyfi kısıtlamalara benzeyebileceği ihtimaline inanacak mıyız?” Bu sorunun yanıtı, açıkça, evettir. Silman, kendisini, doruk noktasında -toplam 7.750.000 kişilik nüfusa sahip bir ülkede- yaklaşık yarım milyon İsraillinin sokaklara döküldüğü 14 Temmuz hareketi olarak bilinen kitlesel protestonun Makalenin İngilizce orijinali için: birinci yıldönümü nedeniyle düzenlenen bir 15 Temmuz gösterihttp://wsws.org/articles/2012/j sinde yaktı. Sürekli artan konut maliyetlerine karşı protestolar kitlesel destek ul2012/pers-j19.shtml elde etti. Bu gösteriler oligarşiyi; gelişmiş dünyada en yüksek yok-

w s w

g r s .o

45


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 49

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Dünya kapitalist sisteminin başarısızlığı, İsrailli ve Arap işçilerin emperyalizme, Siyonizme ve Arap burjuvazisine karşı mücadelelerinin birleştirilmesi için gerekli nesnel koşulları yaratmıştır.

46

sulluk ve eşitsizlik düzeylerine sahip, işçilerin yüzde 75'inin ayda 1.700 Dolar ya da daha az kazandığı bir ülkede ekonominin büyük bölümünü denetleyen 20 aileyi hedefliyordu. Protestolar, İsrail burjuvazisi için çok önemli olan ve Jarusalem Post'un bir kez daha kullanmaya çalıştığı, İsrail'in Ortadoğu'nun geri kalanından ve Kuzey Afrika'dan farklı olduğu, bir demokrasi ve ekonomik refah vahası olduğu yollu efsaneyi boşa çıkardı. Onlar, İsrail'deki toplumsal krizin küresel kapitalist sistemin derinleşen krizi eliyle biçimlenen bölgedeki toplumsal, ekonomik ve siyasi gelişmelere kopmaz biçimde bağlı olduğunu kanıtladılar. Onlar, her şeyden önce, Ortadoğu'daki temel bölünmenin, başka yerlerde olduğu gibi, ulusal, ırksal ya da dinsel değil ama sınıfsal olduğunu gösterdiler. Musevi işçiler, Arap kardeşleri gibi, yaşam standartlarına yönelik saldırılarla her zamankinden daha acımasızca karşı karşıyalar. Arap ülkelerinde olduğu gibi, İsrail'de de, işçilerin düşmanı diğer ülkelerin işçileri değil; kendi burjuvazisi ve onun ABD'deki, Avrupa'daki ve dünyanın başka yerlerindeki emperyalist destekleyicileridir. Dünya kapitalist sisteminin başarısızlığı, İsrailli ve Arap işçilerin emperyalizme, Siyonizme ve Arap burjuvazisine karşı mücadelelerinin birleştirilmesi için gerekli nesnel koşulları yaratmıştır. Silman, kendi bireysel imhasına, yalnızca korkunç bir protestoda etki yaratmak için değil ama ilk günlerinden beri militanca içinde yer aldığı hareketi yeniden canlandırmak için başvurdu. O, yalnızca Buazizi'den değil ama 4 Nisan günü Sindagma Meydanı'nda kendisini bir tabancayla öldürmüş ve gençlere hükümete karşı ayaklanma çağrısı yapmış olan Yunanlı emekli Dimitris Hristulas'tan da ilham almıştı. Silman, video klibinde,

bir “devrim” ihtiyacını ilan etmektedir. Silman'ın intiharı, binlerce insanın Netanyahu'ya ve hükümete karşı harekete geçtiği protestolara yol açtı. Ama bu, basitçe, 14 Temmuz hareketini canlandırma meselesi değildir. Bu hareketin üzerinde inşa edilmiş olduğu perspektif, Silman'dan ve belli ki son derece çaresiz bir duruma terk edilerek ona öykünen başka bireylerden siyasi olarak sorumludur. Bu hareketin önderliği, geniş işçi ve gençlik kesimleri içinde destek elde etmek yerine, dar bir küçük burjuva tabakasının siyasi ve toplumsal çıkarlarını dile getirdiler. Wall Street'i İşgal ve İspanya ile Yunanistan'daki “Öfkeliler” gibi benzeri oluşumlarda olduğu gibi, “siyaset yapmama”da ısrar, yalnızca, bu protesto hareketinin önde gelen unsurlarının, içinde kendi toplumsal konumlarını yükseltme peşinde koştukları ekonomik düzene yönelik hiçbir asli meydan okuma olmamasını sağlamak anlamına geliyordu. Onların oligarşi ile gerçek tartışması, avantaları geçmişte olduğu gibi üstorta tabakalarla paylaşmıyor olmalarıydı. Onlar, mevcut durumu, kendileri için tepeye daha yakın bir konum istedikleri kadarıyla değiştirmek istediler. Bütün bu hareketler, büyük ölçüde, önde gelen unsurları -samimi olanları giderek artan bir yalıtılmışlık içinde bırakarak- peşinde koştukları konumu elde ettikleri için, çöküşe maruz kaldı. 14 Temmuz hareketinin en önemli iki önderi Dafni Leef ve Stay Şaffir, şimdi, belirtilmiş amacı “toplumsal hareketliliği yeniden yaratmak için öncelikler sırasını değiştirmek” olan bir kâr amacı gütmeyen kuruluşun sahibi ve yöneticileri. Şaffir'in sözleriyle, “Hepimiz geçtiğimiz yazı özlüyoruz. O harikaydı. Ama olgunlaşmanın ve hayatı sürdürmenin zamanı geldi.”


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 50

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Musevi işçiler, Arap kardeşleri gibi, yaşam standartlarına yönelik saldırılarla her zamankinden daha acımasızca karşı karşıyalar.

Diğerleri de resmi siyaset dünyasına girerek ya da işyeri açarak aynı yolu izledi. Haaretz gazetesi, 1 Temmuz günü şu haberi verdi: “Geçtiğimiz yazdaki hayat pahalılığını protesto hareketinin önderleri, birlikte bir toplumsal adalet anlaşması önermek üzere, iş dünyasının ve akademik çevrelerin üyeleriyle güçlerini birleştiriyor.” Onların “gelişme çarklarını döndürmek için… devlet bütçesinde kademeli artış” çağrısı, sendikalar federasyonu Histadrut’un önderi Ofer Eini ve çeşitli profesörler tarafından destekleniyor. Uri Matoki, “protestocular, siyasi sistemin üyeleri ve hepsinden önemlisi sivil toplum aktörleri gibi, ekonomideki olabildiğince çok kesimin katılımını sağlayabileceğimizi düşünmüştük” diyor. 2011 protestoları, işçilerle gençlerin, derinleşen toplumsal sefalete ve ban-

Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL Marksist kuramcı, politikacı ve tarihçi Franz Mehring’in, Türkçe’ de ilk olarak Prinkipo Yayıncılık tarafından yayımlanan bu çalışması, tarihsel maddeci yöntemi yalın bir şekilde anlatıyor.

kaların sultasına karşı Ortadoğu’nun ve Avrupa'nın dört bir yanındaki kitlesel hareketlerin bir parçası olarak ortaya çıkan yaygın ve henüz tam olgunlaşmamış radikalleşmesinin yalnızca ilk ifadesiydi. Bir yıl zarfında, Tunus'ta, Mısır'da ve diğer yerlerde edinilen acı siyasi deneyim, bu tür kendiliğinden toplumsal öfke patlamalarının, ayaklanmacı biçimler edinseler bile, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını ifade eden sosyalist ve enternasyonalist bir programa ve önderliğe olan gereksinimi gereksiz kılmazlar. İhtiyaç duyulan şey, kâr sistemini ortadan kaldırmak ve sosyalist dünya federasyonunun bir parçası olarak Ortadoğu Birleşik Sosyalist Devletleri'ni kurmak için bölgenin her yerinde Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi önderliğinde birleşik bir mücadeledir. 19 Temmuz 2012 HHHH

Bu kitap, Marksistlerin, 1917 Ekim (Kasım) Devrimi’nin ardından kurulan ilk işçi devletinin bürokratik çürümesine karşı verdikleri amansız mücadelenin belgelerinden oluşuyor. SSCB’deki Marksistler ile Stalin önderliğindeki bürokratik kast arasındaki amansız mücadelenin uluslararası ekonomik ve sınıfsal temellerini gözler önüne seren bu kitap, Marksist hareketin yalnızca tarihine ışık tutmuyor, bugününü anlamamıza da katkıda bulunuyor.

Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL

47


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 51

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

K

kıbrıs: artan bölgesel gerilimlerin odağı

ıbrıs hükümeti, tam da Avrupa Birliği'nden (AB), Avrupa Merkez Bankası'ndan (AMB) ve Uluslararası Para Fonu'ndan (IMF) yetkililer olası bir kurtarma paketinin gereklerini belirlediği sırada, Rusya'dan mali destek arama niyetini ifade etti. jordan shilton Devlet Başkanı Demetris Hristofias ve Maliye Bakanı Vassos Şiarli, 2011 yılındaki 2,5 milyar Avroluk borç anlaşmasının ardından, ek bir destek için Moskova'ya başvurmayı planladıklarını açıkladılar. Rus hükümet kaynakları, geçtiğimiz cuma günü, Kıbrıs'ın, ülkenin Rusya'nın artan etkisi, AB GSYH'sinin neredeyse üçte biri olan 5 milyar Avroluk ek bir borç ve ABD tarafından hiç de istediğini doğruladılar. Görüşmeler, kredi derecelendirme kuruluşu Fitch ve Moody’s’in Kıbrıs'ın önde gelen üç bankasını mayıs ayı sohoş karşılanmıyor. Kısa nunda çürük konumuna indirmesinin ardından daha acil hale gelsüre önce Alman gazetesi mişti. Die Welt'de yayımlanan Şiarli, Kıbrıs'ın ekonomik sorunlarının nedeninin Yunanistan'a borç bir makale, Kıbrıs'ı “Rusya verenlerin 2011 yılı sonunda bir “kesintiye” zorlanması olduğunu iddia ederek, troykanın politikalarını eleştirdi. Anlaşmayla, Atiile AB arasında ikili na'nın özel kredi kuruluşlarına olan borcu 100 milyar Avro'ya oynamakla” suçlamıştı. kadar indirilmiş; bu da Kıbrıs bankalarının Yunan devlet tahvillerine yaptıkları yatırımlarının yüzde 80'e varan kesiminin (Şiarli'ye göre 4,2 milyar Avro) kaybıyla sonuçlanmıştı. Hristofias ise Kıbrıs'ın AB dönem başkanlığını üstlenmesi nedeniyle yaptığı konuşmada, “üçüncü ülkelerle ilişki kurma hakkımızı koruyoruz” vurgusunu yaptı. 2008'den bu yana devlet başkanı olan Hristofias, Stalinist AKEL'in genel sekreteriydi. O, Kıbrıs-Rusya ilişkilerinin dikkate değer bir güçlenmeye başkanlık yapmaktadır. Rusya'nın Kıbrıs bankalarındaki mevduatları 22 milyar Avro'yu bulmaktadır (AB üyesi olmayan ülkeler içinde en yüksek miktar). Bu rakam, ülkenin GSYH'sinden daha fazladır. 150 milyar Avroluk toplam banka mevduatları ise Kıbrıs'ın ekonomik hâsılasından dokuz kat büyüktür. Kıbrıs'ın 900 binden az olan toplam nüfusunun 40 – 50 bini bu ülkede yaşayan Rus vatandaşlarından oluşuyor. Aralarında enerji şirketleri Gazprom ile Lukoil'in de bulunduğu çok sayıda Rus şirketi adada faaliyet gösteriyor. Lefkoşa ile Moskova arasında, Kıbrıs'ta yerleşik Rus yatırımcıların aşırı derecede düşük yüzde 10 işletme vergisi oranından yararlanmasına; buna karşılık Rusya'da vergi ödememesine olanak sağlayan bir vergi bağışıklığı anlaşması bulunuyor. Bunun sonucunda, Rusya'daki yatırımların önemli bir kesimi Kıbrıs'ta yerleşik şirketler tarafından gerçekleştiriliyor. Rusya'nın artan etkisi, AB ve ABD tarafından hiç de hoş karşılanMakalenin İngilizce orijinali için: mıyor. Kısa süre önce Alman gazetesi Die Welt'de yayımlanan bir http://wsws.org/articles/2012/j makale, Kıbrıs'ı “Rusya ile AB arasında ikili oynamakla” suçlamıştı. ul2012/cypr-j14.shtml Rusya'nın Kıbrıs'a borç verme ihtimali, Britanya'nın AB desteğinin

w s w

48

g r s .o


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 52

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Büyük devletlerin Kıbrıs'taki çıkarları, adanın Doğu Akdeniz'deki stratejik konumunun ötesinde, zengin enerji kaynaklarının bulunmasından dolayı çarpıcı bir biçimde artmıştır.

yanında Lefkoşa'ya iki yönlü bir borç uzatmayı düşündüğüne ilişkin haberlere yol açtı. Kıbrıs eski bir Britanya sömürgesi ve Britanya'nın adada iki askeri üssü bulunuyor. Genişleyen mali yardım, doğrudan doğruya Rusya'nın etkisinin genişlemesini önlemeyi amaçlamaktadır. Son zamanlarda, Rusya'nın, Kıbrıs'ı, Batı önderliğinde bir askeri müdahale ile tehdit edilen Suriye'deki faaliyetlerini kaydıracağı alternatif bir askeri üs olarak gördüğüne ilişkin çok sayıda söylenti söz konusu. Büyük devletlerin Kıbrıs'taki çıkarları, adanın Doğu Akdeniz'deki stratejik konumunun ötesinde, zengin enerji kaynaklarının bulunmasından dolayı çarpıcı bir biçimde artmıştır. US Geological Survey'in [ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu] 2010'da yayımladığı bir rapora göre, Levant havzası [Doğu Akdeniz'de, Suriye, Lübnan ve İsrail sahilleri ile Kıbrıs arasındaki bölge], muhtemelen 120 trilyon footküp [1 footküp, 0.028 metreküpe eşit] doğalgaz rezervine sahip.

Projenin önde gelen sorumlusu Brenda Pierce, bu buluşu şöyle yorumluyor: “Levant havzası, dünyadaki büyük bölgelerden bazılarıyla karşılaştırılabilir ve onun gaz kaynakları bizim ABD'de belirlemiş olduklarımızdan daha büyük. Bu kaynakların bir kısmı Kıbrıs’ın deniz sınırları içinde bulunurken, Levant havzası, İsrail'in, Gazze Şeridi'nin, Lübnan'ın, Suriye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin karasularını kapsamaktadır. Kısa süre önce yayımlanan bir araştırmanın çıplak bir şekilde gösterdiği gibi, “doğalgazın bulunmasının çılgınca bir çıkar yarışını başlatacağını ve denizle ilgili karşılıklı hak iddialarına yol açacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.” Kıbrıs Cumhuriyeti ile işbirliği yapan şirketlerin Türkiye'deki projelerin dışında tutulacağı tehdidinde bulunan Türkiye, Kıbrıs'ın sondaj haklarını ihaleye çıkarmasına tepki gösterdi. Ankara, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bölgedeki kaynaklardan yararlanma hakkını savunmaktadır ve Türk suları saydığı bölgelerden Kıbrıs'ın ya da Yunanistan'ın enerji kaynaklarını çıkarma yönündeki hamlelerin savaş nedeni sayılacağını açıklamış durumda. Kıbrıs'a rezervleri birlikte çıkarma teklifinde bulunduğu için, İsrail de Türkiye'nin öfkesini çekti. İsrail doğalgazının, Yunanistan üzerinden Avrupa piyasasına gönderilmeden önce işlenmek üzere Kıbrıs'a aktarılması düşüncesi ortaya atılmıştı. Kıbrıs Ticaret bakanı Neoklis Silikiotis, kısa süre önce İsrail'e yaptığı ziyaretin ardından, “enerji alanındaki bu stratejik işbirliğini yavaş yavaş ete kemiğe büründürüyoruz” yorumunda bulundu. ABD, uzunca süredir, Avrupa piyasasına enerji aktarmak için Rusya'yı devre dışı bırakan yolları desteklemekte ve İsrail-Kıbrıs işbirliğini olası bir çözüm olarak görmektedir. Was-

49


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 53

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Ortadoğu'ya coğrafi olarak yakın böylesi stratejik bir bölgede zengin enerji kaynaklarının ortaya çıkması, yalnızca, bölge ve dünya halklarını derinleşen siyasi istikrarsızlıkla ve nihayet emperyalist savaş heyulası ile tehdit eden bir mücadeleyi yoğunlaştıracaktır.

50

hington, aynı zamanda, önemli bir NATO müttefiki olan Türkiye'nin karşı çıkmasını önleme konusunda hassas. O, bölgenin kaynaklarının birlikte çıkartılmasına olanak sağlamak için, Ankara'nın Kıbrıs ve Yunanistan ile olan bölgesel anlaşmazlıklarını çözmesini istiyor. Silikiotis, böylesi zengin enerji kaynaklarının bulunmasının Kıbrıs'ın yeniden birleşmesini ve bir 'enerji merkezi'nin yaratılmasını hızlandırabileceğini belirterek, hükümetinin Kıbrıs-Türk ilişkilerinde bir çözümü desteklediğini ifade etti. Gaz rezervlerinin çıkartılmasına olan yaygın uluslararası ilgiyi detaylandıran Hristofias da bu düşüncede. O, “Fransa, ABD, Rusya, Güney Kore, Malezya, İtalya ve Avustralya dahil 14 ülkeden 15 şirket ve ortak girişimden toplam 33 başvuru yapıldı. Sonuç olarak, Kıbrıs'ın küresel enerji sistemi ve Avrupa enerji piyasası içindeki rolüne yeni bir canlılık kazandıran yeni perspektifler açılıyor” yorumunda bulundu. Enerji kaynaklarının bulunmasıyla ortaya çıkan büyük kâr fırsatları, Kıbrıs'ın Moskova yerine troykanın mali desteğine başvurmasını sağlamaya yönelik arzuyu açıklamaktadır. ABD'nin ve Avrupalı büyük devletlerin temsilcileri, böylesi bir kurtarma programı dolayımıyla, krizin maliyetini çalışanların üzerine yıkarken, Lefkoşa'ya, ABD ve Avrupa şirketlerinin kazançlı enerji sektöründeki egemenliğini garantiye alacak koşulları dayatacaktır.

Bu politika, Yunanistan'da şimdiden uygulanmaktadır. Orada, troykanın Atina'nın enerji sektöründe ve limanlarda hala devlet mülkiyetinde olan varlıkları özelleştirmesindeki ısrarı, büyük ölçüde Ege Denizi'ndeki petrol ve doğalgaz kaynaklarının işletilmesinden kâr elde etmek üzere yabancı yatırımlara, asıl olarak da ABD yatırımlarına olanak sağlayacaktır. Bölgede kimin jeopolitik egemenlik kuracağı konusundaki sürtüşmeler açık askeri çatışmalara yol açma tehlikesi taşımaktadır. ABD'nin Şam'da rejim değişikliği için Suriye'ye müdahale yönündeki baskısı, Washington'ın, Rusya ile Çin'in ekonomik ve jeopolitik çıkarlarına karşı mutlak otoritesini kurma yönündeki çabasıyla bağlantılıdır. Ortadoğu'ya coğrafi olarak yakın böylesi stratejik bir bölgede zengin enerji kaynaklarının ortaya çıkması, yalnızca, bölge ve dünya halklarını derinleşen siyasi istikrarsızlıkla ve nihayet emperyalist savaş heyulası ile tehdit eden bir mücadeleyi yoğunlaştıracaktır. 14 Temmuz 2012 HHHH


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 54

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

cern, yeni temel parçacık buldu

Y

akalanması çok zor olan Higgs bozonunu bulma yönündeki arayış, neredeyse 50 yıllık araştırmanın ardından tamamlanmış olabilir. Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi'nden (CERN) en son sonuçlar, İsviçre'deki, Büyük Hadron Çarpıştırıcıbryan dyne sı'nda (LHC), büyük ihtimalle Higgs bozonu olan yeni bir temel parçacığın bulunmuş olduğunu gösteriyor. Dahası, kesin olmayan bu buluşun istatistiksel şansı [yani rastlantı olma ihtimali] üç milyonda bir. Kütlenin -ve onunla Yeni bulgular, [4 Temmuz] Çarşamba sabahı Cenevre'de düzenlebirlikte maddi dünyanın nen bir basın konferansında açıklandı. Onlar, maddi dünyaya ilişbüyük bölümününkin modern teori olan temel parçacıklara ilişkin Standart Modelin kökenini anlamak, en önemli bileşenlerinden birinin çarpıcı bir onayını sağlıyor gibi modern fiziğin en büyük görünüyor. sorunlarından biridir. Başlıca amacı Higgs bozonunu araştırmak olan LHC'deki deneyHiggs bosonunun lerin sonuçları CMS ve ATLAS İşbirliği tarafından ortaklaşa yayınlandı. Her iki dedektörde çalışan fizikçiler, 124 ve 126 bulunmasının, bunu Gigaelektronvolt (GeV, parçacık fizikçileri tarafından kullanılan bir bütün yönleriyle kütle birimi) arasında -hemen hemen, Standart Model tarafından netleştirmesi Higgs Bozonu için tahmin edilenle aynı kütlede- yeni bir parçacık beklenmektedir. [tespit ettiklerini] bildirdiler. Bir karşılaştırma yaparsak, bir proton, hemen hemen bir GeV'lik bir kütleye sahip. Standart Model, doğanın temel parçacıklarını betimlemektedir. Bu parçacıklar, üç geniş kategoriye ayrılıyor: diğer parçacıklar arasında atomların yapı taşları olan protonları ve nötronları biçimlendirmek üzere birleşen kuarklar; çekirdeğin çevresinde dönen ve kimyasal tepkimelerde son derece önemli olan elektronları içeren leptonlar; nihayet, doğanın temel güçlerinin taşıyıcıları olan üst bozonlar. Foton, bozonlar arasında, elektriksel ve magnetik güçleri aktarmaktan ve kuarkların yalıtılmış halde varolmasını engelleyerek onları daha büyük bileşik parçacıklar halinde birleştiren gluonlardan sorumludur. W ve Z bozonları Uranyum'un, Radyumun ve diğer ağır çekirdeklerin radyoaktif bozunmasıyla ilgili zayıf kuvveti iletirler. Standart Model, temel parçacıklar arasındaki karşılıklı etkileşimleri oldukça iyi şekilde açıklar (bunun tek istisnası, Standart Model ile şimdiye kadar tam olarak uzlaşmamış olan yerçekimi ile ilgili etkileşimlerdir). Yine de, Higgs bozonu olmaksızın, parçacık kütlesinin kökenine ilişkin herhangi bir açıklama söz konusu değildir. Parçacık fiziğinin Standart Modelinde, parçacıkların “Higgs alanı” Makalenin İngilizce orijinali için: ile karşılıklı etkileşimi, temel parçacıkların kütlelerini genelleştirhttp://wsws.org/articles/2012/j mede kullanılan varsayımsal bir mekanizmadır. Kuram tarafından ul2012/higg-j05.shtml uzun süredir öngörülen bu alan, -yalnızca LHD parçacık hızlandırıcısı tarafından üretilmiş olan gibi- olağanüstü enerjiler altında

w s w

g r s .o

51


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 55

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Eğer bu yeni parçacık gerçekten Higgs ise, 1964'te Peter Higgs, Robert Brout, Francois Englert, Gerald Guralnik, C. Richard Hagen ve Tom Kibble tarafından başlatılan bir araştırma tamamlanmış olacak.

52

gözlenebilen bir parçacığın varlığıyla örtüşür. Söz konusu deneylerin konusu bu kuramsal öngörüdür. Bu buluş, önemli olmakla birlikte (bu doğrulanmış yeni bir temel parçacıktır) Higgs bozonunun tam doğrulanması değildir. Bizzat bu parçacığın özellikleri tam olarak saptanmış değil ki bu aylar sürecek araştırmaları gerektirecektir. Bütün bilinen, yeni parçacığın kütlesi ve bozunabildiği üç farklı yoldur. Bu, parçacıkların LHC'de nasıl bulunduklarına bağlıdır. Bütün parçacık çarpıştırıcıları, son derece büyük miktarda enerjiyi, çarpışan ve aynı zamanda her bir parçacığın enerjisini arttıran ışın demetlerindeki parçacık miktarını arttırarak küçük bir uzay parçasına odaklama yoluyla parçacıklar oluştururlar. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndaki bütün hızlandırılmış parçacıkların toplam enerjisi, her an, 173 kilo TNT'ye denk olabilir ve onlar yarım milimetreden daha az çapı olan bir alanda çarpışırlar. Her bir parçacık bu toplam enerjinin küçük bir bölümüne sahiptir ve bunlar birbiriyle çarpışırlar. Parçacıklar oluşacak kütlelerine denk bir enerjiye gereksinim duyduklarından dolayı, en son bulunan ve diğerlerinin çoğundan daha yoğun olan parçacığı oluşturacak çarpışmaların çok yüksek enerjide olması gerekir. Bir başka şekilde söylersek, çarpışmanın enerjisi, evrene sağlanan, sonradan yeni parçacıklar biçiminde kütleye dönüşecek olan bir enerji fazlası işlevi görür. Bu yüzden, daha yüksek enerji çarpışmaları, Higgs bozonu gibi daha yoğun parçacıklar anlamına gelir. Bununla birlikte, en ağır parçacıklar büyük ölçüde istikrarsızdır ve hızla daha az yoğun parçacıklara dönüşecek şekilde bozunurlar. Higgs bozonu gözlemlenemeyecek denli hızlı biçimde bozunsa da, onun bozunma ürünleri (arkada bıraktığı parçacıklar) tespit edilebilir. Bozunmanın özgün

örnekleri, parçacığın “imzalarıdır”. Higgs'in öngörülen imzalarından üçünün yanı sıra, yeni bulunan parçacığın Higgs bozonu için öngörülene yakın bir kütleye sahip olması, parçacık fizikçileri topluluğunu yeni parçacığın Higgs olduğu konusunda son derece iyimser kılıyor. Higgs'in saptanmasının son derece zor olmasının nedeni, onun imzalarının çok daha sıradan süreçler tarafından kolayca taklit edilebilmesidir. Eğer bu yeni parçacık gerçekten Higgs ise, 1964'te Peter Higgs, Robert Brout, Francois Englert, Gerald Guralnik, C. Richard Hagen ve Tom Kibble tarafından başlatılan bir araştırma tamamlanmış olacak. Önerilen parçacığın kökeninde, elektriğe ve magnetizme ve Uranyum ya da Radyum gibi ağır çekirdeklerin bozunumundan sorumlu olan “zayıf” kuvvete hükmeden gücün birleşmesinde karşılaşılan önemli sorunları çözme ihtiyacı yatmaktadır. Bu güçlerin bir “elektrozayıf” güçte tek bir parça olarak birleşmesi durumunda, güçlerin her birini etkileyen parçacıkların kütlesiz olması gerekecekti. Bununla birlikte, bilinen üç parçacıktan ikisinin 80 GeV'den fazla, öngörülen dördüncü parçacığın ise (kısa süre içinde doğrulandı) yaklaşık 90 GeV olacağı kısa süre önce gözlendi. Yukarıda andığımız fizikçiler, bu fenomeni açıklamak için, bilinen parçacıkların kütlelerinin böylesine farklı olmasının tam nedenini ayrıntılı biçimde ortaya koyan ve Higgs bozonu tarafından yönlendirilen Higgs düzeneği olarak tanınan [modeli] önerdiler. Bu çerçevede kütle, temel parçacıkların Higgs alanı ile karşılıklı etkileşiminin bir yan ürünüdür. Bu karşılıklı etkileşimler, Higgs bozonlarının, diğer temel parçacıklar tarafından emilip dışa atıldıkları için geçici / kısa bir şekilde ortaya çıkıp kaybolmasıyla, sürekli olarak yaşanır. Bu düşünce kısa süre içinde parçacık


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 56

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Bizim günlük ilişkilerimizde ne kadar sezgilere / mantığa aykırı görünürse görünsün, bu sonuçların yayımlanması insanın maddi dünyayı anlamadaki büyük becerisini göstermektedir

fiziğinin diğer daha genel bir sorunu olan her bir parçacığın kütlesini açıklamaya genişletildi. Bugünlerde, her bir temel parçacığın kütlesi, kuramsal olarak öngörülebilen bir şey değil ama deneysel olarak belirlenmesi gereken bir şeydir. Kütlenin -ve onunla birlikte maddi dünyanın büyük bölümünün- kökenini anlamak, modern fiziğin en büyük sorunlarından biridir. Higgs bozonunun bulunmasının, bunu bütün yönleriyle netleştirmesi beklenmektedir. Bizim günlük ilişkilerimizde ne kadar sezgilere / mantığa aykırı görünürse görünsün, bu sonuçların yayımlanması insanın maddi dünyayı anlamadaki büyük becerisini göstermektedir. O, insanların gerçekte bir şeyler bilebildiğini ve bu bilgiyi evrene ilişkin yeni buluşları öngörmede kullandığını göstermektedir. Kuşkusuz, gelecek aylarda ve yıllarda, parçacık

Standart Model’de Higgs Bozonunun Yeri Standart Model’den “Tanrı Parçacığı”na Standart Model, tüm atom altı parçacıkların birbirleri ile etkileşimini açıklamak ve evrenin oluşumuna ışık tutmak için geliştirilmiş bir teoriydi. Lakin yerçekimi, teorinin en önemli açıklarından biriydi. Hem atom altı parçacıklar üzerindeki etkisi çok zayıf olduğu, hem de fizikçiler bu kuvveti Standart Model teorisine nasıl dahil edeceklerini bir türlü bulamadıkları için, yerçekimi faktörü, teorinin dışında bırakıldı. Başka bir deyişle, fiziğin karmaşık problemlerini çözmesi için geliştirildiği iddia edilen Standart Model teorisi, bu büyük eksikliği nedeniyle birçok önemli soruyu bugüne kadar cevapsız bıraktı. Bu yüzden, teoride ortaya çıkan çatlağı kapatmak için devreye yeni bir oyuncu sokuldu: Higgs bozonu. Aslında isim babası Peter Higss’in de aralarında bulunduğu altı fizikçi, parçacıkların elektromanyetik ya da zayıf kuvvetleri nasıl taşıdığına ilişkin bir teori geliştirerek, tüm

fiziğinde ve diğer alanlarda çok sayıda ilginç şey açığa çıkartılacak ve bunlar, daha büyük keşifleri önceleyecek şekilde kavranıp kullanılacak. Yeni parçacığın derinlemesine incelenmesi, bu yılın ikinci yarısında gerçekleşecek ve LHC 2014'te tasarlanan tam enerjiye ulaştığında, başlıca araştırma alanı olacaktır. Bu Higgs bozonunun tam olarak doğrulanması, aynı zamanda, fizik alanında önemli bir dönemi kapatacak ve bir yenisini açacaktır. Bilim insanları parçacıkların kütlelerini öngörme becerisine sahip olacaklar ama kuram, daha şimdiden toplanmış olan verilere uyacak mı? Dahası, bilinen evrenin büyük bölümünü oluşturan karanlık maddenin ve karanlık enerjinin bileşimi gibi, yanıtlanması gereken pek çok başka soru var. 5 Temmuz 2012 HHHH

parçacıklar arasındaki ilişkiyi kuran tek bir parçacık düşlediler ve Higgs parçacığı teorisini ortaya attılar. Peter Higgs ve çalışma arkadaşlarının önerisi şuydu: Proton, nötron ve quark gibi parçacıklar, Higgs Alanı denilen görünmez bir elektromanyetik alana girerek yük kazanıyor ve değişime uğruyorlardı. Bu alanda parçacıklara “bilgi yükleyen”, onları şekillendiren, yüklerini değiştirebilen bir parçacık olarak ise Higgs bozonu devreye giriyordu. Kısaca bu parçacık, tüm evrenin “mükemmel işleyişini” biçimlendiriyordu. Peter Higgs ve arkadaşlarının teorisinin, daha sonradan (hafif alaycı bir biçimde) “Tanrı Parçacığı” olarak ünlenmesinin asıl sebebi, işte bu hiçbir şeyle ölçülemeyecek olan “yaratıcı parçacık” düşüncesiydi. Lakin bu durum, dini çevreler arasında, yıllardır bekledikleri bir kanıtın, yani evreni yaratan Tanrı fikrinin bir “kanıtı” olarak yorumlandı. Ancak Peter Higgs ve meslektaşları, çalışmalarını kamuoyuna asla Tanrı fikriyle bağlantılı bir biçimde sunmamışlardır.

53


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 57

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

polis devleti 2012 olimpiyatları

U

luslararası Olimpiyat Komitesi'ne göre, “olimpiyatların amacı, sporu, insan onurunun korunmasıyla ilgilenen barışçıl bir toplumu teşvik etmek amacıyla, insanlığın uyumlu gelişmesinin hizmetine sokmaktır.” patrick martin Bu gösterişli basmakalıp laflar, giderek daha fazla, dört yılda bir yapılan milliyetçilik, şöhret ve şirketlerin para kazanma kutlamaları haline gelmekte olan Olimpiyat Oyunları ile uzun süredir uzlaş17 bin askerden, 12 bin mamaktadır. Bu en çok, barış, insan onuru ve demokratik haklar polisten ve 20 binden kavramlarını ayaklar altına almak için kasıtlı olarak bu ev sahibi hükümet tarafından düzenlenmiş gibi görünen 2012 Londra Olimfazla güvenlik piyat Oyunları için geçerlidir. elemanından oluşan Britanya hükümeti, perşembe günü, Olimpiyatlarda güvenliği sağtoplan 49 bin üniformalı lamak için ek olarak 3.500 polisi daha seferber edeceğini açıkladı. görevli, Britanya'nın Böylece, oyunlar için görevlendirilen asker, havacı ve askeri polis2003'te Irak'a gönderdiği lerin toplam sayısı 17 bin gibi şaşırtıcı bir düzeye ulaşıyor ki bu, asker sayısını aşmaktadır. Afganistan'daki emperyalist savaşta şu anda görev alanlardan çok Bu, Britanya güvenlik daha fazladır. güçlerinin 1956 Süveyş 17 bin askerden, 12 bin polisten ve 20 binden fazla güvenlik elemanından oluşan toplam 49 bin üniformalı görevli, Britanya'nın Krizi'nden bu yana bir defada gerçekleştirdiği en 2003'te Irak'a gönderdiği asker sayısını aşmaktadır. Bu, Britanya güvenlik güçlerinin 1956 Süveyş Krizi'nden bu yana bir defada gerkapsamlı seferberliktir. çekleştirdiği en kapsamlı seferberliktir. Bu askeri güç gösterisinin hedefi, Başbakan David Cameron'ın da iddia ettiği gibi vitrindeki bu organizasyona saldırmayı amaçladığı öne sürülen bir avuç İslamcı kökten dinci terörist olamaz. Bu seferberliğin çapı, Batı Avrupa'daki son etkili saldırıları Madrid ve Londra'da 2004 ve 2005 yıllarında intihar bombalamaları olan El Kaide bağlantılı grupların olası tehdidiyle bütünüyle orantısızdır. Britanya hükümeti, ABD'deki Bush yönetiminin 11 Eylül terörist saldırılarından yalnızca altı ay, ABD'nin Afganistan'a müdahalesinden ise dört ay sonra Utah eyaletindeki Salt Lake City'de düzenlenmiş olan 2002 Kış Olimpiyatları için harekete geçirdiği muvazzaf birliklerden üç kat fazlasını seferber etmektedir. Silahların seçimi, asıl sorunun küçük çaplı ya da “tek tabanca takılan” teröristler olduğu iddiasını yalanlamaktadır. Öyleyse, neden Londra üzerinde sesten hızlı Typhoon savaş jetleri devriye geziyor? Neden, doğu Londra'da bulunan ve ağır silahların ateşlenmesinin herhangi bir terörist saldırıdan daha fazla sivil can kaybına yol açabileceği yoğun nüfuslu mahallelerde binaların çatısına uçaklara karşı füze bataryaları yerleştiriliyor? Makalenin İngilizce orijinali için: Neden, Britanya donanmasının en büyük uçak gemisi HMS http://wsws.org/articles/2012/j Ocean, roket atan ve ağır otomatik silahlı 40 saldırı helikopteriyle ul2012/pers-j16.shtml donanmış şekilde Thames ırmağının çıkışında? Bu savaş gemisi,

w s w

54

g r s .o


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 58

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k 2012 Olimpiyatlarının faturası 10 milyar Pound'u buluyor ki bir başına bu, ardı arkası gelmeyen iş, ücret ve eğitim, sağlık ve emeklilik alanlarında sosyal hizmet kesintileriyle karşı karşıya kalan Britanya işçi sınıfına yönelik bir aşağılamadır.

son olarak Libya'ya yönelik NATO saldırısında konuşlanmıştı. Britanya ve ABD medyasında terörizm tehdidi üzerine bitmek bilmez yaylım ateşine rağmen, Londra Olimpiyatları'nı çevreleyen polis devleti ortamı, Britanya'daki sınıf ilişkilerinde giderek artan gerilimle ve emperyalist güçlerin dünyanın her yerinde giderek daha fazla askeri şiddete başvurmasıyla ilişkilidir. Olimpiyat Oyunları, geçtiğimiz Ağustos ayında, polisin dört çocuk babası silahsız bir adamı öldürmesinin ardından polis şiddetine, yıkıcı yoksulluğa ve işsizliğe karşı patlayan kitlesel isyanın yaşandığı mahallelerin yalnızca birkaç kilometre uzağında gerçekleşmektedir. Cameron hükümetinin, muhalefetteki İşçi Partisi'nin ve şirketlerin denetimindeki medyanın, ardında toplumsal nedenlerin yattığını reddettiği ayaklanma Tottenham'dan başlayarak ülkenin dört bir yanındaki kentlere yayılmıştı. İsyana yönelik resmi tepki, yoğun baskı ve yargılamalarda uzun süreli hapis cezalarına çarptırılan sözde isyancıların seri halde kovuşturulması oldu ki bu bir adalet saçmalığıydı. Daily Telegraph gazetesi, bu yılın başlarında, Kuzey İrlanda'da ve Afganistan'da görevli olduğu yıllar boyunca kana bulaşmış Paraşüt Alayı'nın seçkinlerden oluşan Üçüncü Taburu'ndan askerlerin, Britanya'da gelecekte yaşanacak isyan durumları için -ki buna 2012 Olimpiyatları sırasında patlayabilecek olası isyanlar da dahil- kentte eğitim tatbikatları yaptığını belirtti. Gazetenin haberi şöyle bitiyordu: “Savunma kaynakları, şiddetin Britanya kentlerinde, özellikle de Olimpiyat Oyunları sırasında, yeniden yaşanması durumunda, paraşütçü askerlerin Birleşik Krallık’ın her

yerinde polis güçlerine 'kısa vadeli' destek sağlamak üzere 'en iyi şekilde yerleştirilmiş' olacağını doğruladı.” 2012 Olimpiyatlarının faturası 10 milyar Pound'u buluyor ki bir başına bu, ardı arkası gelmeyen iş, ücret ve eğitim, sağlık ve emeklilik alanlarında sosyal hizmet kesintileriyle karşı karşıya kalan Britanya işçi sınıfına yönelik bir aşağılamadır. Bu şaşırtıcı rakamın en az yarısı, “güvenlikle ilgili” başlığı altında yer alıyor (1,1 milyar Pound'u yalnızca polis, 4,4 milyar Pound'u ise ordu ve istihbarat örgütü için). Cameron'ın iç güvenlikten sorumlu İçişleri Bakanı Theresa May, kapsamlı bir istihbarat veri tabanı oluşturmakla ve “şimdi ulusal Olimpiyat tehdit değerlendirmeleri üretip yayan” özel bir merkez kurmakla övünüyor. Bu “tehditler”, Britanya hükümetinin kemer sıkma önlemlerine yönelik siyasi muhalefetinkiler kadar şiddet içermemektedir. May, güvenliğin “Olimpiyat alanının içinde kamp kurma tarzı protestolara” karşı arttırılmış olduğunu söyledi. Örneğin, geçtiğimiz Ağustos'taki isyanlardan önce yalnızca 700 plastik mermi sağlanan büyük şehir polis teşkilatı, on binlerce plastik mermi stoklamış durumda. Nüfusun en zengin yüzde birlik kesiminin, 35 yıl önceki payını üç kat arttırarak, toplam gelirin yüzde dokuzunu kontrol ettiği Britanya, diğer büyük kapitalist devletler gibi, giderek daha fazla eşitsiz hale gelmektedir. Kitlesel desteğe sahip olmayan mali ve siyasi bir şeçkin tabaka, çalışanların geniş çoğunluğu için büyük sıkıntılara yol açan bir kemer sıkma programına kendisini adamıştır ve kendi egemenliğini muhafaza etmek için devlet baskısına bel bağlamaktadır.

55


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 59

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k 17 bin askerden, 12 bin polisten ve 20 binden fazla güvenlik elemanından oluşan toplam 49 bin üniformalı görevli, Britanya'nın 2003'te Irak'a gönderdiği asker sayısını aşmaktadır. Bu, Britanya güvenlik güçlerinin 1956 Süveyş Krizi'nden bu yana bir defada gerçekleştirdiği en kapsamlı seferberliktir.

Londra Olimpiyatları’nın militarizasyonunun bir de uluslararası boyutu vardır. Irak'ta ve Afganistan'da ABD emperyalizminin (çok) küçük ortağı olarak ama Fransa ile birlikte hizmet sunmuş olan Britanya hükümeti, eski sömürge ülkelerin yağmalanmasında ve sömürülmesinde daha fazla ağırlık koyma peşindedir. Britanya ve Fransa geçtiğimiz yıl Libya'ya yönelik hava saldırısının başını çektiler ve benzeri bir eylemi Suriye'ye karşı uygulamak için en önde yer alıyorlar. Britanya hava ve deniz gücünün bir gösterisinin dünya televizyonlarında sergilenmesi, hem doğrudan hedefler olan Suriye ile İran'a hem de onların başlıca destekleyicisi Rusya ile Çin'e açık bir mesaj göndermektedir. Hemen her emperyalist savaş tehdidinde olduğu gibi, buna ABD de dahildir. New York Times'ın -pazar günü bildirdiğine göre, “resmi yetki-

56

liler, Britanya'nın Londra Olimpiyatları'na ilişkin güvenlik planları, kısmen ABD'den gelen baskılar yüzünden aralık ayında köklü biçimde gözden geçirildi. Bu baskılar, Olimpiyat hazırlıklarını gözlemleyen özel bir FBI ve CIA timinden gelen, [olimpiyatların] terörist saldırılara açık olduğuna ilişkin uyarılar biçimindeydi.” Militarizmin Londra'da sergilenmesi, Washington'ın siyasi amaçlarına hizmet etmektedir. 2012 Olimpiyatları’na yönelmiş dikkatler, “terörizm” hayaletinin bir kez daha gündeme getirilmesiyle, kamuoyunu ABD emperyalizminin yeni askeri maceralarına hazırlamaya yardımcı olmaktadır. 16 Temmuz 2012 HHHH


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 60

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

IV. Enternasyonal içinde revizyonizm:

pabloculuk -3halil çelik

Pabloculuğa karşı mücadeleyi tarihsel bir “hesaplaşma” olarak algılamak yanlış olur. Bu mücadele, doğrudan doğruya günümüzün sorunlarına işçi sınıfı eksenli devrimci çözümler geliştirme ve bunları yaşama geçirme çabasıyla yakından bağlantılıdır.

P

Stalinizmin ve Pabloculuğun krizi

ablocu Uluslararası Sekreterlik (DEUS[1]), Temmuz 1954’te, DEUK’a üye olanların dışındaki IV. Enternasyonal şubelerinin katılımıyla IV. Dünya Kongresini topladı. Bu kongre, Uluslararası Sekreterliğin hazırladığı “Stalinizmin Yükselişi ve Çöküşü” başlıklı belgeyi kabul ederek, Stalinizme ve radikal küçük burjuva akımlara pervasızca yedeklenmenin önünü açan “Troçkistlerin kitle hareketlerine uyarlanması” ve “kitlesel devrimci Marksist partiler inşa etme” biçimindeki yönelimi onayladı. Bu kongrede, 1951’deki III. Kongre’nin revizyonist kararlarını iyice netleştiren Pablocular, Ekim 1957’de toplanacak olan V. Kongre’ye kadar olan süreçte, bu yönelim doğrultusunda, bütün güçleriyle Kremlin’e ve onun diğer ülkelerdeki sözcüleri olan komünist partilere yedeklenmeye çalışacaklardı. Daha önce Stalinist aygıtların devasa gücüne dayandırılan yedeklenmenin şimdiki gerekçesi, “Stalinizmin krizinden yararlanma” idi. Komünist partilere yedeklenme ana yönelimine, Arjantin’deki Peron gibi burjuva önderliklere ya da sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş hareketlerine yedeklenme eşlik etti. DEUS, Bulganin-Hruşçev ekibinin SSCB’de iktidarı almasını ve Hruşçev’in 1956’daki 20. Kongre’ye sunduğu “Stalin kültü” üzerine raporunu, kısmi kaygılarını ifade etmekle birlikte, Stalinist bürokrasinin “öz reform” sürecinde olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyordu. Oysa Macaristan işçi sınıfının aynı yıl içinde gerçekleştirdiği ayaklanmanın Hruşçev’in Sovyet tanklarını Budapeşte’ye göndermesiyle, kanlı biçimde bastırılması, Stalinizm’in karşı devrimci karakterini bir kez daha tümüyle açığa çıkarmıştı.

Merkezci çabalar 1953’teki bölünme sonrasında, IV. Enternasyonal’i Pablocu tasfiyeye karşı korumak amacıyla kurulmuş olan DEUK’u DEUS ile yeniden birleştirme yönünde yoğun çabalar sergilendi. Marksizm ile ulusalcı revizyonist bir akım olarak Pabloculuğu birleştirme yönündeki çabaların başını, DEUS’un Sri Lanka şubesi olan Lanka Sama Samaja Partisi (LSSP) adına Leslie Goowardene çekiyordu. O, 1954 Temmuzundaki IV. Kongre’nin hemen ardından, DEUK’un Britanya’daki örgütünün önderi Heally ile bu yönde görüşmelere başlamış ve bu görüşmelerin ardından bir “Eşitlik Komisyonu” oluşturulmuştu. Heally’nin, Pablocularla birlikte davranan şubeleri DEUK’a kazanmanın bir aracı olarak gördüğü Eşitlik Komisyonu’na, DEUK’un Fransız kurucuları baştan beri karşı çıkıyor, ABD-SİP ise mesafeli yaklaşıyordu. DEUK içinde, bu komisyon dolayımıyla sürdürülecek tartışmanın yararına inananlar arasında, sürgündeki Çinli Troçkist Peng Shu-ze de vardı. DEUK, kendi içinde yaşadığı tartışmaların

57


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 61

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Frank, sömürge devrimlerinin “yalnızca sürekli devrim biçiminde gelişmesi durumunda başarıya ulaşabileceğini“ belirtmekle birlikte, onlara, Marksist hareket içinde daha önce rastlanılmamış, özel bir önem atfediyordu. Ona göre, sömürge ülkelerdeki gerilla savaşı “yalnızca askeri alanda değil, kitlelerin örgütlenmesinde ve siyasi eğitiminde de bir etmen” idi.

ardından, 7-8 Kasım 1955’te Paris’te yaptığı toplantıda, Eşitlik Komisyonu’ndan çekildiğini açıkladı. Bu karara Fransızlar, Britanyalılar, İsviçreliler, Almanlar ve Hollandalılar olumlu oy verirken, Peng Shu-ze karşı çıkmıştı. DEUK’un Eşitlik Komisyonu’ndan çekilmeye ilişkin kararında, LSSP’nin Pablocu “Stalinizmin Yükselişi ve Çöküşü” adlı dökümana yönelik eleştirilerini yayınlaması (Nisan 1954) ve İzlanda (Kanada) şubesinin DEUS’den kopmasıyla birlikte Pabloculuğa karşı mücadelede önemli bir aşamaya varıldığı belirtiliyor; IV. Kongre’nin ardından, ortodoks Troçkizmin pozisyonlarının doğruluğunun kanıtlandığı vurgulanıyordu. DEUK’a göre, “Pablocular ile oluşturulacak bir eşitlik komitesinin onlarla tartışma örgütleyebileceği ve Pablocu saflardaki kimilerinin kafalarını toparlamasına yardımcı olacağı biçimindeki düşünce yanlıştı.” “Uluslararası Komite, şimdi, [bu görevin] Pabloculuğun siyasi teşhirini sürdürme yoluyla daha kolay başarılacağına inanmaktadır. Eşitlik Komitesi, bu mücadelede zihinlerin karışmasına ve sonuçta ortodoks Troçkizmin zayıflamasına hizmet etmiştir.” “... Uluslararası Komite, dünya Troçkizminin IV. Kongresi’ne hazırlık çerçevesinde uluslararası bir tartışma başlatmaktadır. Bütün ortodoks Troçkistleri buna katılmaya davet ediyoruz. Gerçek birleşme önerileri, bu tartışma sürecinde ortaya çıkacak olan siyasi kriterlere göre değerlendirilebilir.“[2]

Ulusal kurtuluşçu hareketlere yedeklenme Pablocu önderlik, DEUS’un Ekim 1957’de 25 ülkeden delegelerin katılımıyla toplanan V. Kongresi’ne, “Ekonomiye İlişkin Perspektifler ve Uluslararası Politikalar“, “II. Dünya Savaşı Sonrasındaki Sömürge Dev-

58

rimleri” ve “Stalinizmin Yükselişi, Gerilemesi ve Çöküşü” başlıklı belgeleri sundu. Pablo’nun sunduğu birinci belgede, gelişmiş kapitalist ekonomilerin devlet müdahaleleri, krediler ve borçlanma yoluyla görülmedik bir gelişme sergilediği ama bunun, kaçınılmaz biçimde, giderek sıklaşan resesyonlara, işsizliğe ve paranın değer kaybına yol açacağı belirtiliyordu. “İşçi devletlerinin ekonomileri” ise olağanüstü bir gelişme içindeydi. Sömürgelerde de ekonomik bir gelişmenin yaşandığına değinen belge, bunun diğer ülkelerle kıyaslandığında gerçekte bir gerilemeyi ifade ettiğini ve giderek artan yoksulluğun sömürge devrimlerini körüklediğini belirtiyordu. Belgede, ayrıca, ekonomik konjonktürün kapitalist ülkelerde yakın gelecekte devrimci mücadelelere uygun olmadığını; kimi ülkelerde, ekonomik çevrime bağlı olarak sendikal mücadelelerin yükselebileceğini vurgulandı. Sömürge devrimleri üzerine belgeyi ise Pierre Frank sundu. Bu belgeye göre, “işçi hareketinin başlangıcından beri, hatta Ekim devriminden sonra bile, bütün perspektifler devrimin zaferinin önce Batı’da gerçekleşeceği üzerine“ kuruluydu. Frank, sömürge devrimlerinin “yalnızca sürekli devrim biçiminde gelişmesi durumunda başarıya ulaşabileceğini“ belirtmekle birlikte, onlara, Marksist hareket içinde daha önce rastlanılmamış, özel bir önem atfediyordu. Ona göre, sömürge ülkelerdeki gerilla savaşı “yalnızca askeri alanda değil, kitlelerin örgütlenmesinde ve siyasi eğitiminde de bir etmen” idi ve Troçkist hareketin -özellikle emperyalist ülkelerdeki şubelerin- faaliyetlerinin büyük bölümünü sömürge devrimlerine adaması gerekiyordu. Bu, Pablo’nun sunduğu belgede yer alan “ekonomik konjonktürün kapitalist ülkelerde yakın gelecekte devrimci mücadelelere uygun olmadığı”


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 62

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Özellikle Stalinizm ve sömürge devrimleri konularında tartışmaların yaşandığı ama Pablocu önderliğe karşı herhangi bir eğilimin çıkmadığı V. Kongre, DEUS’un önderliği içinde, Pablo’nun Mandel-MaitanFrank üçlüsü tarafından tasfiyesiyle sonuçlanacak çatlamanın işaretlerini de vermişti.

tespiti ile birlikte ele alındığında, IV. Enternasyonal’in sömürge devrimlerinin işçi sınıfı açısından kalıcı kazanımlar elde edebilmesini ileri kapitalist ülkelerdeki devrimlere bağlayan geleneksel pozisyonundan açıkça uzaklaşma anlamına geliyordu. Mandel tarafından sunulan “Stalinizmin yükselişi, gerilemesi ve çöküşü” başlıklı belge ise, önceki kongrede kabul edilmiş olan “Stalinizmin Yükselişi ve Çöküşü“nün genişletilmiş haliydi. Stalinizme ilişkin Pablocu tezlerin temellerini sağlamlaştıran bu belge, Sovyet bürokrasisinin Stalin sonrası uygulamalarını (“destalinizasyon“) kitlelerin talepleri karşısında kimi ödünleri içeren bir “öz savunma“ olarak tespit ediyor ve komünist partilerin yaşadığı krize vurgu yapıyordu. Özellikle Stalinizm ve sömürge devrimleri konularında tartışmaların yaşandığı ama Pablocu önderliğe karşı herhangi bir eğilimin çıkmadığı V. Kongre, DEUS’un önderliği içinde, Pablo’nun Mandel-Maitan-Frank üçlüsü tarafından tasfiyesiyle sonuçlanacak çatlamanın işaretlerini de vermişti.

Pablo’nun tasfiyesi V. Kongre sonrasında, DEUS’un özellikle Avrupalı şubelerinde ciddi sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Komünist partilere yedeklenmiş biçimde çalışan ve enerjisinin büyük bölümünü Pablocu önderliğin yeni yönelimine uygun olarak Cezayir’deki ulusal kurtuluş mücadelesiyle dayanışma kampanyasına harcayan Avrupalı şubelerde, ulusal düzeydeki sınıf mücadelelerine ilişkin siyasi bir duyarsızlık gelişmişti. DEUS’un Avrupalı şubeleri, sömürge devrimlerine destek sunarken kendi ülkelerinde bir devrim olabileceğini -deyim yerindeyse- unutmuşlardı. Pablocu enternasyonalin Asya’daki ve Latin Amerika’daki şubeleri ise, bütünüyle, Tito ya kent merkezli “geleneksel” Stalinist

partilere ya da burjuva ve küçük burjuva ulusalcı hareketlere yedeklenmişti. Fransız Komünist Partisi’nin 1958 seçimlerinde uğradığı ağır yenilginin ve Charles de Gaulle’ün iktidara gelmesinin ardından, DEUS’un Avrupalı şubeleri içinde, yıllardır uygulanmakta olan komünist partilere “derin giriş”e karşı muhalif sesler yükselmeye başladı. Bu muhalefet, kaçınılmaz biçimde DEUS önderliğine de yansıyacak ve komünist partilere “derin giriş”te ısrar eden Pablo ve Posadas ile ulusal kurtuluş hareketleri içinde çalışmaya vurgu yapan Mandel-Maitan-Frank ekibini karşı kutuplara yerleştirecekti. DEUS’un VI. Kongresi, 1961 yılı başında, yüz dolayında delegenin katılımıyla toplandığında, Pablo, Cezayir’deki direnişçilerle olan ilişkisinden dolayı Amsterdam’da tutuklanmıştı. Posadas’ın onun tezlerini savunduğu bu kongre, Pablo için yolun sonunu ifade ediyordu. Zira bu kongre, Stalinist partilere “derin giriş”i resmen mahkum etmemekle birlikte, Mandel-Maitan-Frank üçlüsünün “devrimci kitle hareketleri” olarak tanımladığı ulusalcı küçük burjuva radikalizmine ve gerillacılığa yedeklenme anlamına gelen bütün karar önerilerini kabul etmişti. Özetle, Pabloculuğun yaşaması için Pablo’nun kurban edilmesi gerekiyordu.

ABD-SİP’in Pabloculuğa yönelmesi 1950’lerin sonlarına doğru, DEUK içinde, özellikle ABD-SİP ile Gerry Heally önderliğindeki Britanyalı Troçkistler arasındaki fikir ayrılıkları giderek netleşti. Britanyalılar, Troçki’nin Stalinizm’e karşı mücadelesinin altında yatan başlıca siyasi konuları netleştirmenin öneminde ısrar edip Pabloculuğa karşı mücadelenin teorik düzeyde derinleştirilmesi gerektiğini savunurken, geleneksel proleter yö-

59


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 63

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

ABD-SİP önderliği, Pabloculuk karşısında 195354’te sergilediği uzlaşmaz tavrından giderek uzaklaşıyordu. Cannon, 1957’den itibaren, DEUK ile Pablocu Sekreterlik arasındaki ayrımların azaldığını ve yeniden birleşme olasılığının güçlendiğini ifade etmeye başlamıştı.

60

nelimini terk ederek orta sınıf radikalizmine uyarlanmaya başlayan ABDSİP önderliği, Pabloculuk karşısında 1953-54’te sergilediği uzlaşmaz tavrından giderek uzaklaşıyordu. Cannon, 1957’den itibaren, DEUK ile Pablocu Sekreterlik arasındaki ayrımların azaldığını ve yeniden birleşme olasılığının güçlendiğini ifade etmeye başlamıştı. Küba’da, Ocak 1959’da, Kastro önderliğindeki küçük burjuva 26 Temmuz Hareketi’nin burjuva ulusalcı bir programla iktidara gelmesi, ABDSİP’in de orta sınıf radikalizmine yedeklenme eğilimini iyice hızlandırdı. Kastro rejimini başlangıçta -doğru biçimde- burjuva ulusalcı olarak tanımlamış olan ABD-SİP, Joseph Hansen’in önderliğinde, bu pozisyonunu değiştirdi ve Aralık 1960’ta, Küba’nın bir işçi devleti olduğunu ilan etti. Bu tutum değişikliğinin altında iki önemli etmen yatıyordu: 1) ABDSİP’in ülke içinde giderek güçlenen küçük burjuva radikalizminin basıncına direnememesi; 2) 1953’te Pablocu revizyonizme karşı çıkarken, onun revizyonist tezleriyle gerçek bir hesaplaşma içine girmemiş olması. Marksizmin, emperyalizm çağında geri kalmış ülkelerdeki demokratik görevlerin yalnızca işçi sınıfı önderliğinde gerçekleşebilecek sosyalist devrimler dolayımıyla başarıya ulaşabileceği biçimindeki temel önermesini reddeden bu eklektik yaklaşımın kaçınılmaz mantıksal sonucu, Küba’da, aynı Doğu Avrupa ve Çin’de olduğu gibi, “deforme” de olsa, bir işçi devletinin varlığını kabullenmek oldu. ABD-SİP, Küba’da, işçi sınıfının aktif katılımının yokluğunda, “bilinçsiz Marksistler” [Kastro önderliği] eliyle bir “sosyalist devrim”in gerçekleştirildiğini savunuyordu. Bu, Pablocular tarafından, işçi sınıfının öznesi olmadığı bir sosyalist devrim ve işçi devleti anlayışının kabullenilmesiydi.

ABD-SİP’in Küba’ya ilişkin tespitleri, DEUK içinde sürmekte olan siyasi çatışmayı iyice yoğunlaştırdı. DEUK’un Britanya şubesi Sosyalist İşçiler Birliği (SİB), ABD-SİP önderliğine yazdığı 2 Ocak 1961 tarihli mektubunda, “Troçkizm’in önünde açılan fırsatların büyüklüğünden ve buna bağlı olarak siyasi ve kuramsal netliğe olan gereksinimden dolayı, acilen, revizyonizmin bütün biçimlerine karşı bir hat oluşturmaya ihtiyacımız var. Pablocu revizyonizmin Troçkizm içi bir akım olarak değerlendirildiği döneme bir son vermenin zamanıdır. Bu yapılmadıkça, şimdiden başlamış olan devrimci mücadelelere hazırlanmamız mümkün değil” diyordu.[3] SİB, Mayıs 1961’de, ABD-SİP’in Troçkizm’den uzaklaşmasına ve sömürgecilik karşıtı hareketlere egemen olan burjuva ve küçük burjuva ulusalcı eğilime her zamankinden daha fazla uyarlanmasına yönelik kapsamlı bir eleştiri geliştirdi. SİB, eleştirisinde, şu noktalara vurgu yapıyordu: “Devrimci Marksizm’e göre, çağımızın başlıca özelliği, az gelişmiş ülkelerdeki ulusal burjuvazinin emperyalizmi yenilgiye uğratma ve bağımsız bir ulus devlet kurma yeteneğine sahip olmamasıdır. Bu sınıf emperyalizmle bağlara sahiptir; kapitalist dünya pazarının bir parçası olduğu ve ileri ülkelerin ürünleriyle rekabet edemediği için, bağımsız bir kapitalist gelişme becerisine sahip değildir… “Bu tür ulusalcı önderlerin rolünü abartmak Troçkistlerin işi değildir. Ulusalcı önderler, yalnızca Sosyal Demokrasi’nin ve özellikle Stalinizm’in ihanetinden dolayı kitlelerin desteğini elde edebilirler ve bu yolla, emperyalizm ile işçi ve köylü hareketi arasındaki tamponlar haline gelirler. Sovyetler Birliği’nden ekonomik yardım alma olasılığı, sıkça, onların emperyalistlerle daha sıkı bir pazarlık yapmasına; hatta burjuva ve küçük


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 64

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k ABD-SİP ile DEUS arasındaki birleşme, Haziran 1963’te düzenlenen bir kongrede gerçekleşti. Eşitlik Komitesi’nin kuruluşunda önemli rol oynamış olan Heally önderliğindeki Britanyalı Troçkistler ile Lambert’in PCI’si ise, 1951 bölünmesine yol açan temel konuların hiçbir şekilde gündeme getirilmediği bu ilkesiz birleşme kongresine katılmayı reddettiler.

burjuva önderler arasındaki daha radikal unsurların emperyalistlerin varlıklarına saldırmasına ve kitlelerden daha fazla destek almasına olanak sağlamaktadır. Ama bize göre, her bir durumda, en önemli sorun, bu ülkelerin herbirinde işçi sınıfının Marksist bir parti dolayımıyla siyasi bağımsızlığını kazanması, yoksul köylülüğü Sovyet’lerin inşasına yönlendirmesi ve uluslararası sosyalist devrimle zorunlu bağlantıları kavramasıdır. Bize göre, Troçkistler, bunun yerine, hiçbir şekilde, ulusalcı önderliklerin sosyalistler haline geleceği umudunu geçirmemeli. İşçi sınıfının kurtuluşu, bizzat işçilerin görevidir. “Küba üzerine var olan tartışmaların çoğu, görüldüğü kadarıyla şöyle sürüyor: ‘Kübalı kitleler Kastro’yu destekliyorlar; Kastro işe bir küçük burjuva olarak başlamış ama bir sosyalist haline gelmiştir; emperyalist saldırının ve kitlesel mücadelenin açık basıncı onu bir Marksist haline getirebilir; kaldı ki, devrimin kazanımlarını savunmada karşı karşıya olduğu görevler, onu, ‘doğal bir biçimde’, şimdiden, Troçkizm’den ayırt edilemeyen pozisyonlara getirmiş bulunuyor.’ Bu yaklaşımda, Marksizm’in temelleri ayaklar altına alınmaktadır… Bizler, siyasi eğilimleri sınıf temelinde; sınıfların uzun vadeli hareketleriyle ilişkili olarak, mücadele içinde nasıl geliştiklerine bakarak değerlendirmek zorundayız. Proleter devrim bir yana, bir proleter parti, herhangi bir geri kalmış ülkede, ‘doğal bir biçimde’ ve ‘kazara’ işçi sınıfı ile köylülüğün önemi konusunda dili sürçmüş küçük burjuva ulusalcıların dönüştürülmesiyle doğmayacaktır.”[4] Healy önderliğindeki Britanya şubesi, DEUK içinde ABD-SİP’in küçük burjuva radikalizmine teslimiyetine ve Pabloculuğa yönelmesine karşı mücadelesini sürdürürken, aynı zamanda DEUS içinde de tartışmaları

körüklemek amacıyla, Şubat 1962’de, DEUS’den ve DEUK’tan üçer temsilcinin katılımıyla ortak bir alt komite oluşturma önerisinde bulundu. Bu komitenin amacı, “uluslararası sorunlara ilişkin iç tartışma belgelerinin her iki örgütün bütün şubeleri arasında değiş tokuşunu düzenlemek” olacaktı. Bu teklif, ABD-SİP’in yeni yöneliminden cesaret alan DEUS önderliği tarafından oybirliğiyle kabul edildi. Pablocular, bu süreçte DEUK’un varlığına son verebileceklerini hesaplıyorlardı. Eşitlik Komitesi’nin ilk toplantısı 2 Eylül 1962’de yapıldı. Komite, ayrıca, DEUS’un önerisi doğrultusunda, “1964 yazında toplanacak bir uluslararası ön kongre” düzenleme konusunda anlaştı. Bu kongrenin amacı, farklı eğilimler arasında siyasi ilişkiler kurmak olacaktı. DEUS’un, birkaç gün sonra toplanan 23. Plenumunda, “başarılı bir yeniden birleşmenin siyasi ve örgütsel koşullarının olduğuna ilişkin güçlü inancını” ifade ederek, bu kararı onaylaması, onun içindeki çelişkileri de arttırdı. Ortaya üç eğilim çıktı. Bunlardan biri, dünya Troçkist hareketinin -elbette DEUS’un Pablocu çizgisinde- olabildiğince hızlı biçimde yeniden birleşmesi gerektiğini ilan eden Mandel-Maitan-Frank önderliğindeki çoğunluk eğilimi; ikincisi, yeniden birleşmeye karşı çıkan Posadas yanlısı eğilimi; üçüncüsü ise birlik sürecine cepheden karşı çıkmamakla birlikte, çekincelerini ifade etmiş olan Pablo’nun eğilimiydi.

Pablocu “yeniden birleşme” ABD-SİP ile DEUS arasındaki birleşme, Haziran 1963’te düzenlenen bir kongrede gerçekleşti. Eşitlik Komitesi’nin kuruluşunda önemli rol oynamış olan Heally önderliğindeki Britanyalı Troçkistler ile Lambert’in PCI’si ise, 1953 bölünmesine yol açan temel konuların hiçbir şekilde gündeme getirilmediği bu ilkesiz bir-

61


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 65

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Revizyonist kavrayışa göre, sürekli devrim, emperyalizm karşıtı ve demokratik mücadelelerin kendiliğinden sosyalist devrime dönüşeceği otomatik bir süreç haline gelmişti.

62

leşme kongresine katılmayı reddettiler. “Yeniden birleşme kongresi”, tam bir oportünist yüzsüzlükle, “bütün farklılıkların geçmişte kaldığını ve yeni dünya gerçekliğiyle bağdaşmadığını” ilan etti. Pablo, kendi enternasyonali içinde azınlığa düşmüş ama Pablocu revizyonizm, ABD-SİP’in de katılımıyla, Mandel-Maitan-Frank üçlüsünün elinde, IV. Enternasyonal’in Birleşik Sekreterliği (BirSek) adı altında güçlenmişi. ABD-SİP’in Pablocu enternasyonale dönmesinin ardından, DEUK’un Avusturya, Kanada ve Yeni Zelanda şubeleri ile Hansen’in Latin Amerika’daki sadık izleyicisi Moreno BirSek’e katıldı. Kongre, siyasi varlığını artık BirSek adı altında sürdürecek olan Pablocu enternasyonalin temel yönelimini ifade eden “Günümüzde Dünya Devriminin Dinamikleri“ başlıklı belgeyi onayladı. Bu belge, “Rusya’da başlayan dünya devriminin önceden öngörüldüğünden farklı olarak, gelişmiş kapitalist ülkelere değil; sömürgelere doğru yayıldığını” tespit etti. Bu belgeye göre, “kapitalist merkeze ulaşmadan önce çevrede gerçekleşecek olan dünya devrimi, her biri özgün özelliklere sahip üç cephede farklı biçimlerde ilerliyordu: gelişmiş kapitalist ülkelerde proleter ya da klasik devrim; azgelişmiş ülkelerde sürekli devrime dönüşme eğiliminde olan sömürge devrimi; son olarak da “işçi devletleri”ndeki anti bürokratik devrim.” Bu revizyonist kavrayışa göre, sürekli devrim, emperyalizm karşıtı ve demokratik mücadelelerin kendiliğinden sosyalist devrime dönüşeceği otomatik bir süreç haline gelmişti. Bu durumda, Stalinist diktatörlük altındaki bir ülkede bulunan BirSek şubesi demokratik-reformcu olacak; Batı Avrupa’daki şubeler sosyal demokrat ve Stalinist “merkezciliğe” uyarlanacak; sömürgelerdeki şubeler ise küçük

burjuva halkçı bir programı benimseyecekti. Bu temel belge, proletaryanın devrimci rolünü köylülüğe ve diğer küçük burjuva toplum kesimlerine devrediyor; Bolşevik devrim stratejisinin yerine de gerilla savaşını geçiriyordu. Bir başka deyişle, Birleşme Kongresi’yle birlikte, “reformist” Stalinizme uyarlanma stratejisi büyük ölçüde terk ediliyor; onun yerini sömürge ve yarı sömürgelerdeki küçük burjuva milliyetçiliğine ve her türden “devrimci” Stalinist örgüte eklemlenme alıyordu. Yine bu kongrede kabul edilen Stalinizm üzerine belge, Stalinizmin ulusal bileşenleri arasındaki çelişkilerden yola çıkarak, onun parçalanmakta olduğunu savunuyor; Kastro önderliğinin genel olarak ilerici pozisyonlarına vurgu yapıyor ve diğer “işçi devletlerinden daha doğru pozisyonlara sahip olan” Yugoslavya’ya özel bir yer vermeyi sürdürüyordu.

Sri Lanka’daki ihanet Bütünüyle Pablocu tezler üzerinde gerçekleşen bu oportünist birleşmenin ne anlama geldiği, çok değil, bir yıl içinde gözler önüne serildi. Haziran 1964’te, BirSek’in en önemli şubelerinden biri olan LSSP, Sri Lanka Başbakanı Sirimavo Bandaranaike’nin burjuva koalisyon hükümetine katılma davetini kabul etti. Troçkizm tarihinde ilk kez bir parti Marksist ilkelere bu denli kaba biçimde ihanet ediyordu. Bizzat BirSek’in de mahkum ettiği bu ihanet, gerçekte, hem LSSP’nin hem de IV. Enternasyonal’in Pablocu önderlik altında yıllardır yaşadığı ulusalcı yozlaşmanın kaçınılmaz sonucuydu. Bu ihanet, Sri Lanka’yı harabeye çevirecek ve ezici çoğunluğu Tamilli on binlerce insanın yaşamına mal olacak olan iç savaşın patlamasına katkıda bulunacaktı. BirSek’in en kitlesel partilerinden biri olan LSSP’nin Birleşme Kongresi öncesinde yaşadıkları, Pablocu revizyo-


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 66

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k nizmin yıkıcılığının çarpıcı örneklerinden biriydi. Hem örgütsel yapısı hem de kadrolarının bilinç düzeyi bakımından Leninizm ile hiçbir ilişkisi olmayan LSSP, gerçekte, sosyal demokrat bir partiydi. İşin ilginç yanı, bu durum uzunca süredir kimse için sır değildi ama DEUS bu duruma hiçbir ciddi müdahalede bulunmamıştı. LSSP, Sri Lanka’da 1960 yılında yapılan seçimlerde yeniden iktidara gelen Bandaranaike’ye “eleştirel destek” verdiğini açıklayarak, onun kurduğu burjuva hükümetin bütçesini onaylamıştı (LSSP’nin parlamentoda 10 sandalyesi vardı). DEUS, LSSP’nin 1960 yılında SLFP hükümetinin bütçesine kabul oyu vermesini sert biçimde kınamış ve ondan politikasını köklü biçimde değiştirmesini istemişti. Ama bundan bir yıl sonra toplanan dünya kongresinde! Öte yandan DEUS önderliği, LSSP’ye pratik müdahalede bulunmak bir yana, onun içindeki sol kanadı desteklemeyi de düşünmemişti (çünkü Pabloculara göre, LSSP içindeki sol kanat “sekter” idi). LSSP, 1963 yılında Stalinistlerin ve küçük burjuva bir partinin katıldığı reformist bir halk cephesi oluşturdu. Bu, tam da DEUS önderliğinin bütün şubelerden talep ettiği şeydi. Nitekim, DEUS önderliği, 1964 yılı Nisanı’nda LSSP’ye yazdığı övgü dolu mektupta, DEUK, ABDSri Lanka’nın yeni bir Küba ya da CeSİP’nin ve zayir olabileceğini; bunun, dünyanın izleyicilerinin dört bir yanındaki devrimci işçilere Pabloculuğa daha fazla motivasyon kazandıracadönmesinin ğını söylüyordu. LSSP ise o sırada, ardından, halk cephesini SLFP hükümetine dahil etme ile onu hükümete karşı kulneredeyse lanma arasında kesin tercihini yalnızca Britanyalı SİB ile yapma aşamasına gelmişti. Örgütlenmesinde LSSP’nin sol kanadının Fransız PCI’den da aktif biçimde yer aldığı kitlesel ve onlarla birlikte grevlerin burjuva SLFP hükümetini davranan birkaç sarstığı 1964 ilkbaharında, LSSP’nin küçük gruptan önderi Perera, başbakan Bandaranaike ile görüşmelere başladı. Peibaret kalmıştı. rera, LSSP’nin o sırada toplanan

kongresinden de aldığı onayla, tercihini halk cephesini burjuva hükümete katmaktan yana kullandı. BirSek’in Sri Lanka şubesinin önderi Perera, burjuva SLFP hükümetinde Maliye Bakanı olmuştu. Bu ihanet, 1963’teki “yeniden birleşme kongresinin”, Sri Lanka şubesinin 1960 yılında burjuva SLFP hükümetini destekleme “yanlış yöneliminden dönmüş” olduğunu ve “kitleler eyleme geçtiğinde, önceki seçim müttefiklerine karşı onların başına geçmekte tereddüt etmediğini” belirten kararından topu topu bir yıl sonra gerçekleşti. DEUK, Pabloculuğun Sri Lanka’daki felakette oynadığı rolü şu ifadelerle mahkum etti: “LSSP üyelerinin Bandaranaike’nin koalisyon hükümetine katılması, Dördüncü Enternasyonal’in evriminde bir dönemin sonuna işaret etmektedir. Onun işçi sınıfını yenilgiye uğratma hazırlığı içindeki emperyalizme doğrudan hizmeti, dünya Troçkist hareketinin gözden geçirilip yeniden düzenlenmesinde ifadesini bulmaktadır.”[5]

DEUK’un yeniden toparlanması DEUK, ABD-SİP’in ve izleyicilerinin Pabloculuğa dönmesinin ardından, neredeyse yalnızca Britanyalı SİB ile Fransız PCI’den ve onlarla birlikte davranan birkaç küçük gruptan ibaret kalmıştı. Ama Pabloculuğa yöneliş, bizzat ABD-SİP içinde tepkiye yol açmış ve 1960’ların başında, partinin oportünist yönelimine karşı çıkan iki azınlık eğilimi ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri, Britanyalı SİB ile yakın ilişki içinde olan Tim Wohlforth önderliğindeki grup, diğeri ise James Robertson’ın Spartakist grubuydu. Wohlforth önderliğindeki azınlık, 1964’e kadar ABD-SİP içinde faaliyet gösterdikten sonra, Sri Lanka’daki gelişmelerin ardından bu parti içinde mücadeleye devam edemeyeceği kararına vardı. Bu azınlık, Haziran 1964’te, ABD-SİP’in üyelerine hita-

63


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 67

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

1960’ların sonuna gelindiğinde, ABD’de ve Avrupa’da Vietnam Savaşı karşıtı hareket yükseliyor, Pablocu örgütler de kendilerini hem Stalinistlere hem de radikal küçük burjuva “yeni sol” eğilimlere uyarlıyorlardı.

64

ben yayınladığı bir mektupla, partinin LSSP’nin ihanetinin temelleri üzerine bir tartışmaya izin vermesini talep etti. Azınlık, yayınladığı açıklamada şunları belirtiyordu: “Biz, Uluslararası Komite ile dayanışma içinde olduğumuzu ve Dördüncü Enternasyonal’in tam bir siyasi tartışma olmaksızın yeniden birleşmesinin yalnızca felakete ve hem uluslararası hareketin hem de buradaki partinin daha fazla ayrışmasına yol açacağını, yaşanan yeniden birleşmeden önce, 1961’den 1963’e kadar olan bütün dönem boyunca defalarca vurguladık. Bu pozisyonumuzun doğruluğu tümüyle kanıtlanmıştır… “Partimizi ve onun halen siyasi dayanışma içinde olduğu uluslararası oluşumu parçalayan siyasi, kuramsal ve yöntemsel krizi daha fazla görmezden gelmek mümkün değil. Partinin varlığını sürdürebilmesi için, bu sorunlar üzerine, bütün birimlerde derhal eksiksiz bir tartışma örgütlenmelidir.”[6] ABD-SİP önderliğinin bu mektuba tepkisi, onu imzalayan Troçkistlerin parti üyeliğini geçici olarak askıya almak oldu. Bunun üzerine, azınlık, Dördüncü Enternasyonal İçin Amerikan Komitesi’ni (DEAK) oluşturdu ve onun siyasi olarak Uluslararası Komite’ye bağlı bir Troçkist partiye dönüşmesi için faaliyet sürdürmeye başladı. DEUK, Nisan 1966’da III. Dünya Kongresini topladığında son derece mütevaqzi bir örgütlenmeydi. DEUK bu kongresinde, emperyalizminin iç çelişkilerine ve savaş sonrası büyümede gözlenen gerileme belirtilerine dikkat çekti ve Pablocu revizyonizmin rolüne vurgu yaptı: “Emperyalizm, derinleşen bir kriz içinde. Üretici güçlerin II. Dünya Savaşı sürecindeki ve sonrasındaki gelişmesi; özellikle de nükleer silahların üretimi ve otomasyonun devreye girmesi, üretici güçler ile kapitalist mül-

kiyet ilişkileri arasındaki çatışmayı kırılma noktasına getirmektedir. Bu çelişkinin ürünü olan mücadeleler, işçi sınıfı gençliğini radikalleştirmektedir. Dördüncü Enternasyonal’in partileri bu mücadeleler içinde inşa edilecektir. “... Devrimi, ileri ülkelerdeki devrim, ‘sömürge devrimi’ ve işçi devletlerinde siyasi devrim gibi birbirinden bağımsız bölümlere ayıran revizyonizm, işçi hareketinin kapitalist egemenliğe tabi kılınmasının ve devrimci partilerin inşasının önlenmesinin başlıca kılıfıdır. Bu revizyonizm, özellikle, teorik ve siyasi sorunlar üzerine herhangi bir tartışma olmaksızın kurulan, kendinden menkul Dördüncü Enternasyonal’in Birleşik Sekreterliği’nin teorisinde ve pratiğinde ifade edilmektedir. Dördüncü Enternasyonal’in inşasındaki bir sonraki aşamaya, bunun tersine, hareketin geçmişteki ve bugünkü politikalarının ve teorisinin bütün dallarında son derece ciddi bir teorik tartışma eşlik etmek zorundadır.”[7]

“Yeni Sol” ve gerillacılık 1960’ların sonuna gelindiğinde, ABD’de ve Avrupa’da Vietnam Savaşı karşıtı hareket yükseliyor, Pablocu örgütler de kendilerini hem Stalinistlere hem de radikal küçük burjuva “yeni sol” eğilimlere uyarlıyorlardı. Fransa’daki Pablocular, Stalinizm karşısındaki uzlaşmacı tavırlarıyla, Komünist Parti’nin, Fransız işçilerinin 1968 Mayıs-Haziran aylarındaki devrimci seferberliğine ihanetini kolaylaştırdılar. Onlar, 1970’lerin başında, İngiltere, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde güçlü işçi hareketleriyle karşılaştıklarında, “yeni genç öncü” kuramında küçük bir revizyon yaparak, “kitlesel karaktere sahip yeni öncü” kavramını kullanmaya başladılar. Bununla birlikte, BirSek, 1969’daki IX. Kongresinde benimsemiş olduğu gerillacı çizgiyi Latin Amerika’da yaşama geçirmeye


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 68

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pablocuların sürekli olarak işçi sınıfını yedekleyecek yabancı bir güç arama çabası, BirSek’in Şubat 1974’te toplanan X. Kongresinde de sürdü. X. Kongre, IX. Kongre’nin 1968 gençlik hareketine atfen yaratmış olduğu “yeni genç öncü” kavramının yerine, onun genişletilmiş bir türü olarak “yeni kitle öncüsü” tanımını geçirdi.

devam etti. BirSek’in gerillacı ihanet çizgisinin en yıkıcı sonuçları Bolivya’da ve Arjantin’de yaşandı. Pablocu enternasyonalin Bolivya şubesi Devrimci İşçi Partisi (DİP-Gonzales),[8] 1970 yılı başında, Che Guevara döneminden beri varlığını sürdüren ve foko stratejisini savunan Ulusal Kurtuluş Ordusu (UKO) adlı bir gerilla grubuyla bağlantı kurduktan sonra askeri hazırlıklara başlamıştı. Partinin gerillacılığa bulduğu mazeret, ülkedeki askeri diktatörlüğün herhangi bir yasal ya da yarı yasal örgütlenmeye olanak tanımamasıydı. Oysa aynı dönemde, General Barrientos’un 1970 yılında ölmesinin ardından büyük bir sendikal mücadele dalgası yükselmiş ve Bolivya Sendikalar Konfederasyonu’nun (COB) sağcı generallerin darbe girişimi karşısında genel grev ilan edip kitleleri sokağa dökmesi askeri rejim içinde bölünmeye yol açmıştı. Bu kitlesel seferberliğin ürünü, COB ile çeşitli sol örgütler tarafından desteklenen General Torres’in “solcu” askeri yönetimi oldu. DİP (Gonzales) bu kitle hareketlerinde yer almak ve onları “solcu” askerlere yedeklenmekten kurtarmaya çalışmak yerine, UKO ile birlikte ülkenin Teoponte bölgesinde gerilla savaşını başlatmaya soyundu. Aynı yılın yazında başlatılan ilk gerilla savaşı, gerillaların büyük çoğunluğunun katledildiği tam bir felaketle sonuçlandı. DİP (Gonzales) sürmekte olan kitlesel işçi hareketine uzak durmayı ve gerillacılıkta ısrarı sürdürdü. 1971’de, COB ve siyasi partiler ile öğrenci ve köylü örgütleri tarafından oluşturulan Halk Meclisi kurulduğunda, BirSek’in Bolivya şubesinin yapabildiği tek şey, bir “halk ordusu” örgütlemek gerektiğinin propagandasıydı. BirSek’in IX. Kongre kararları, son derece yıkıcı sonuçlara yol açtığı Bolivya’da, iki yıl içinde tümüyle iflas edecekti. Gerillacı çizginin Arjantin’deki mace-

rası da daha az trajik değildi. Moreno’nun BirSek’e katıldığı 1964 yılında Kastrocu Amerika Yerli Halkının Devrimci Cephesi (FRIP) ile birleşerek kurduğu Devrimci İşçi Partisi (DİP), 1968 yılında, Moreno’nun DİP (Gerçek)’i ile Mario Roberto Santucho önderliğindeki gerillacı kanat DİP (Savaşçı) arasında bölünmüştü. BirSek’in Arjantin şubesi olarak kabul edilen DİP (Savaşçı) Roma üniversitesindeki sıcak bürosunda gerillacılığı savunan Maitan’ın teşvikiyle 1970 yılında Halkın Devrimci Partisi’ni (HDP) kurarak gerilla savaşını başlattı. Banka soygunlarıyla ve adam kaçırmalarla desteklenen şehir gerillası savaşı, 1972 Martı’nda Fiat’ın Genel Müdürü’nün kaçırılıp birkaç hafta sonra öldürülmesiyle devam etti. Ancak bu son olay ABD-SİP’in DİP (Savaşçı)’ya karşı açıktan tavır almasına yol açtı. ABD-SİP, kitle hareketinden yalıtılmış bu eylemlerin terörizm olduğunu ve “Marksist silahlı mücadele taktikleriyle ilişkisi olmadığını” açıkladı. BirSek önderliğinin ABD-SİP’e tepkisi, ona “kitle kuyrukçuluğu yapmak”, kitlelere gereğinde silahlı mücadelede önderlik etmekten kaçınmak, kendiliğindencilik vb. suçlamalar yöneltmek oldu. Bununla birlikte, BirSek önderliği, ABD-SİP’in ısrarı sonucunda, 1972 Ekimi’nde DİP (Savaşçı)’yı eleştirmek zorunda kaldı. DİP (Savaşçı) da, 1973 yazında, BirSek ile ilişkileri kesti. Dört yıl süren gerilla savaşı sonucunda, yüzlerce devrimci Arjantin ordusu tarafından öldürülmüş, parti de imha edilmişti. Latin Amerika’daki gerilla stratejisi, her durumda işçi sınıfını ulusalcı burjuva ve küçük burjuva önderliklere yedeklemiş, perspektifsiz bırakmış ve kanlı askeri diktatörlüklere giden yolun taşlarını döşemişti.

“Yeni kitle öncüsü” Pablocuların sürekli olarak işçi sınıfını yedekleyecek yabancı bir güç arama

65


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 69

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k BirSek’in ”yeni kitle öncüsü“ kuramı, 197475’teki Portekiz devrimi sürecinde tam bir fiyaskoya uğramıştı. BirSek çoğunluğunun bu ülkedeki şubesi, genç subaylardan, işçilerden ve öğrencilerden oluşan ”yeni kitle öncüsü“ne yedekleniyor ve “Silahlı Kuvvetler Hareketi” hakkında devrimci hayaller yayıyordu.

66

çabası, BirSek’in Şubat 1974’te toplanan X. Kongresinde de sürdü. X. Kongre, IX. Kongre’nin 1968 gençlik hareketine atfen yaratmış olduğu “yeni genç öncü” kavramının yerine, onun genişletilmiş bir türü olarak “yeni kitle öncüsü” tanımını geçirdi. Dahası, X. Kongre’nin bu yeni kitle öncüsünü devrime kazanmak için şubelerine önerdiği tek şey “eğitim”di. Ortada ne işçi sınıfının mücadelelerine müdahaleyi ve onu reformcu önderliklerin etkisinden kopartmayı hedefleyen bir perspektif ne de bir talepler dizgesi vardı. X. Kongre, ayrıca, Arjantin’deki duruma ilişkin kararında, DİP (Savaşçı)’nın ”Maoculuğa ilişkin yanlış kavrayışının”, ”Kastroculuğa yedeklenmesinin”, “Enternasyonal’in inşasına ilişkin merkezci ve eklektik yaklaşımının” ve “yozlaşmış işçi devletlerinin bürokrasisine karşı mücadeleye ilişkin oportünist kavrayışının IV. Enternasyonal’in temel çözümlemeleriyle çelişki içinde olduğunu” tespit ediyordu. Ama bu doğru değildi. DİP’in (Savaşçı) izlediği politikalar BirSek’in gerillacı yönelimine uygun adımlardı ve bu yüzden Pablocu enternasyonalin şubesi olarak kabul edilmişti. Pablocuların DİP’e (Savaşçı) yönelik bu eleştirisinin ikiyüzlülüğü, aynı kararın, bu örgütün “IV. Enternasyonal’in şubesi olarak kabul edilmesinin doğru olduğunu” ifade eden bölümünde, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. Moreno’nun DİP (Gerçek)’inin resmi şube olma talebini bir kez daha reddeden X. Kongre, “Latin Amerika’daki Silahlı Mücadele” üzerine kararında, gerilla savaşını “hareketin kazanımlarından biri” olarak tanımladı. Bu kongrede, dünya durumu, Bolivya, Arjantin, Latin Amerika’daki silahlı mücadele, Avrupa’da devrimci partilerin inşası gibi bütün başlıca dökümanlar çoğunluğun oylarıyla kabul edildi. Ancak Çoğunluk Eğilimi’nin

karşısında yüzde 45’e ulaşmış bir muhalefet ortaya çıkmıştı ki bu, Pablocu saflarda bir ayrışma yaşandığının ifadesiydi.

Pablocuların bölünmesi X. Kongre’nin ardından, BirSek’teki çoğunluk eğilimi içinde de ayrışmalar yaşanacak, bu durum, bir yanında ABD-SİP ile Morenocuların öte yanda ise Mandel-Maitan-Frank önderliğinin yer aldığı iki kanat arasındaki dengeleri değiştirecekti. Moreno ile ABD-SİP, kongrenin hemen ardından, Leninist-Troçkist Eğilim’i (LTE) kurdu ve onu, aynı yılın Ağustos ayında, Leninist-Troçkist Hizip’e (LTH) dönüştürdüler. Bu arada, ABD-SİP içinde gizli olarak örgütlenmiş Mandelci bir eğilim açığa çıkmıştı. Kendi konferansını düzenlemiş ve bültenini yayımlamış olan bu eğilimin 150 dolayındaki üyesinden, aralarında önderi Barzman’ın da bulunduğu 17’si 1974 yılı Temmuzunda toplanan parti konferansında partiden ihraç edildi (Barzman, ileride yeniden SİP’e alınacaktı). Eğilimin, varlığını bağımsız bir örgüt olarak sürdürmeye çalışan diğer üyeleri ise Mandel önderliğindeki BirSek çoğunluğundan hiçbir destek görmediler. Buna rağmen, ABD-SİP, anılan “bölünme”yi BirSek’teki Çoğunluk Eğilimi’nin örgütlediğini iddia etti ve özel bir dünya kongresinin toplanması için çağrı yaptı. Mandel-MaitanFrank üçlüsünün Çoğunluk Eğilimi, ABD-SİP’in iddialarını “temelsiz bir iftira” olarak değerlendirdi ve reddetti. BirSek içindeki hizip çatışmaları, yalnızca Çoğunluk Eğilimi ile LTH arasında yaşanmıyordu. Buna, bizzat Çoğunluk Eğilimi içinde, taktikler konusunda Mandel ile Maitan arasında yaşanan bir ayrışma eşlik etti. Aynı dönemde patlayan Portekiz devrimi, Pablocular arasındaki hizip çatışmasını iyice körükledi. BirSek’in ”yeni kitle öncüsü“ kuramı, 197475’teki Portekiz devrimi sürecinde


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 70

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k tam bir fiyaskoya uğramıştı. BirSek çoğunluğunun bu ülkedeki şubesi, genç subaylardan, işçilerden ve öğrencilerden oluşan ”yeni kitle öncüsü“ne yedekleniyor ve “Silahlı Kuvvetler Hareketi” hakkında devrimci hayaller yayıyordu. “Silahlı Kuvvetler Hareketi“nin önderi Carvalho ile Portekiz Komünist Partisi tarafından iktidardan dışlanan Portekiz Sosyalist Partisi, 1975 yazında hükümete saldırmaya başladığında, BirSek’in şubesi, Geçici Hükümet’i destekleyen birleşik cepheye katıldı. Bu oportünist politika, hükümetin bir kaç ay sonra devrilmesiyle iflas etti ve BirSek’in Portekiz şubesi “ayaklanma“cı bir çizgi benimsedi. Aynı dönemde, BirSek’in ABD-SİP yanlısı diğer şubesi ise “demokrasinin savunusu“ adına baştan beri Sosyalist Parti’yi destekliyordu. ABD-SİP’in Portekiz’deki bu tavrı, Moreno’nun LTH’ten kopmasına ve 1976 yılında Bolşevik Eğilim’i (1978’de, Fraksiyon oldu) kurmasına yol açacaktı. “Pablocu merkezcilerin oportünizminin Stalinizme, sosyal demokrasiye ve burjuva ulusalcılığına sunduğu yarPablocular dım, dünya düzeninin ekonomik altStalinist üst oluşla ve işçi sınıfı ile geri kalmış ülkelerdeki ezilen kitlelerin uluslarbürokrasisinin, arası kabarışıyla sarsıldığı 1968aralarında 1975 arası kritik yıllarda Troçki’nin ve oğlu emperyalizmin yaşamını sürdürmeLev Sedov’un da sinde son derece önemli bir rol oyolduğu IV. nadı. Bu, Troçki’nin, merkezciliğe Enternasyonal’in ilişkin emperyalizmin ikincil bir aracı önde gelen biçimindeki değerlendirmesini doğruladı. Burjuvazi için yeni perspektifüyelerine ler keşfederken, proletaryanın süikastler kaderine terk edilmiş özelliği üzerine düzenlemiş olan ahkâm kesen bozguncu küçük burjuajanlarının valar, kapitalizmin 1980’lere nasıl bir faaliyetlerinin ayağı çukurda girdiğinin somut bir soruşturulmasına çözümlemesini yapma zahmetine hiç 1950’lerden girmediler. Pablocular, kendi politikalarının sonuçlarını değerlendirmeyle itibaren karşı hiç ilgilenmemektedirler. Merkezcileçıktılar. rin, radikallerin ve sınıf dışı aydınların

küçük-burjuva kardeşliği, işçi sınıfının devrimci becerilerini en baştan yok saydığı ve onun yenilgisini kaçınılmaz olarak kabul ettiği için, onlar [Pablocular], doğru bir Marksist politikanın 1964’te Sri Lanka’da, 1968’de Fransa’da, 1973’te Şili’de ve 1974’te Yunanistan ile Portekiz’de ne tür sonuçlar doğurabileceğini hiçbir zaman düşünmediler.”[9]

IV. Enternasyonal ve güvenlik Pablocu ihanet, aynı zamanda, Kremlin bürokrasisinin GPU-KGB ajanlarının IV. Enternasyonal’in önderlerini hedefleyen cinayetlerinin üzerinin uzun süre örtülmesine de yol açtı. Pablocular Stalinist bürokrasisinin, aralarında Troçki’nin ve oğlu Lev Sedov’un da olduğu IV. Enternasyonal’in önde gelen üyelerine suikastler düzenlemiş olan ajanlarının faaliyetlerinin soruşturulmasına, 1950’lerden itibaren karşı çıktılar. KGB’nin IV. Enternasyonal’in Paris’teki Merkezi’nde son derece önemli bir konum edinmiş olan ajanı Mark Zborowski 1955 yılında ABD’de açığa çıkartıldığında, Ernest Mandel ve diğer Pablocular, onun önceki faaliyetlerinin araştırılması için IV. Enternasyonal tarafından bir soruşturma açılması yönündeki öneriye doğrudan karşı çıkmıştı. Zborowski, Sedov’un, IV. Enternasyonal’in sekreteri Rudolf Klement’in ve GPU’dan ayrılarak IV. Enternasyonal saflarına geçen Ignace Reiss’ın öldürülmesinde son derece önemli bir rol oynamıştı. DEUK’un Britanya şubesinin önderi Heally, 1961 yılında, ABD-SİP’in önderi Joseph Hansen’e yazdığı bir mektupta Zborowski’nin faaliyetlerinin araştırılmasını istemiş ama bu öneri de reddedilmişti. Yine, Pablocuların Nisan 1964’teki kongresinde, Georges Vereeken IV. Enternasyonal içindeki GPU ajanlarının ve Zborowski’nin faaliyetleri ile ilgili ayrıntılı bir açıklama yapmış, Mandel, üç kez onun konuşmasını engellemeye kal-

67


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 71

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

BirSek önderliği, 1970’lerin sonunda, gerillacı yönelişten vazgeçip, yeniden işçi sınıfının geleneksel (reformist) bürokratik önderliklerine uyarlanmaya hazırlanıyordu.

68

kışmıştı.[10] DEUK, 1975 yılında, Lev Troçki’nin öldürülmesine ilişkin olarak Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal adı altında bir araştırma başlattı. Bu soruşturmada, ABD’nin arşivlerinde olan ve çoğu Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’yla kamuoyuna açılan yüzlerce resmi dökümandan yararlanıldı. Pablocular, DEUK’un bu araştırmasına en baştan karşı çıktılar. Bunda da haklı bir gerekçeleri vardı. Zira Kremlin bürokrasisinin Troçkist harekete yönelik faaliyetlerinin açığa çıkartılması, onların Stalinist partilerle daha açık işbirliğine girmesini engelleyecekti. DEUK’un soruşturması ABD-SİP’in bir dönem Coyoacan’da Troçki’ye sekreterlik yapmış olan önderi Joseph Hansen’in 1940’taki suikast öncesinde GPU ile gizlice buluşmuş olduğunu; ardından da ABD yönetiminden “cezadan muaf biçimde bilgi verilebileceği“ bir ilişki talep ettiğini içeren belgeleri açığa çıkarttı. Bu, Pablocuların muhalefetini iyice sertleştirdi. DEUK, Pabloculara, Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal’de toplanmış olan kanıtların incelenmesi ve bir karara varılması için bir araştırma komisyonu kurulması yönünde çağrılar yaptı. Bu çağrıları sürekli olarak reddeden Pablocular, sözkonusu soruşturmayı “utanmazca bir tezgâh“ olarak suçlayan uluslararası bir kampanya düzenlediler. Onların bu “tezgâhın” masum kurbanı olarak savundukları kişiler arasında, Hansen’in yanı sıra, 1930’lu ve 40’lı yıllarda Cannon’ın özel sekreterliğini yapmış ve 1947’de Stalinist bir ajan olduğu açığa çıkartılmış olan Sylvia Franklin de yer alıyordu. Hansen ve ABD-SİP, Franklin’i “örnek alınacak” bir yoldaş olarak savunmaya devam etti. Eski bir ABD-SİP üyesi olan Alan Gel-

fand, 1983 yılında, ABD hükümeti ile onun parti önderliği içindeki ajanlarına karşı açmış olduğu davayı kazanınca, Franklin’in 1954 ve 1958 yıllarında büyük jüri önünde verdiği ve o zamana kadar gizli tutulmuş olan ifadesi açıklandı. Tutanaklar, Franklin’in, ABD-SİP içinde Stalinist bir ajan olduğunu itiraf ettiğini gösteriyordu. Pablocular, DEUK’un ithamlarının inkâr edilemez biçimde doğrulanmasına rağmen, Franklin’i ve Hansen’i savunmaya devam ettiler.

Gerillacılıktan Avrupa komünizmine BirSek önderliği, 1970’lerin sonunda, gerillacı yönelişten vazgeçip, yeniden işçi sınıfının geleneksel (reformist) bürokratik önderliklerine uyarlanmaya hazırlanıyordu. “Sol“ sosyal demokrasiye, Avrupa komünizmine / Stalinizmine ve küçük burjuva milliyetçiliğine (Nikaragua’daki Sandinist hareket) dönüş, BirSek’in 1979’daki XI. kongresinde resmen benimsendi. Artık bütünüyle Mandel’in egemen olduğu BirSek, bu kongrede, bütün önceki dönem boyunca izlediği gerillacı çizginin yanlış olduğunu itiraf edecekti. BirSek’in “Avrupa komünizmi“ne uyarlanmasının kuramsal ve politik zeminini Mandel’in “Sosyalist Demokrasi Üzerine Tezler“i oluşturuyordu. Mandel “işçi devletleri”ndeki sınıf mücadelesi yerine gelişkin bir burjuva demokrasisinin uygulanmasıyla ilgilendiği bu belgede, sovyetleri iktidar mücadelesinin aracı ve proletarya diktatörlüğünün temel biçimi olmaktan çıkartıyor; “işçi devletinin anayasasına ve kollektif mülkiyete saygılı olduğunu pratikte sergileyen“ burjuva partilerinin de içinde özgürce faaliyet sürdürecekleri “özyönetim” organları haline getiriyordu. BirSek’in 1979’da Somoza diktatörlüğünü deviren Sandinist hareketin


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 72

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

BirSek’in Stalinist bürokrasiye uyarlanmasını, onun Gorbaçev önderliğindeki “demokratik” restorasyoncu kanadını destekleyerek sürdüren Pabloculuğun siyasi evrimi, bürokratik diktatörlüklerin çökmesiyle ve Stalinist önderlerin birer burjuva haline gelmesiyle birlikte, nihayet mantıksal sonucuna ulaştı.

yönetimindeki Nikaragua’da ilgilendiği şey de aynı “gelişkin burjuva demokrasisi“ oldu. Daha önce Latin Amerika’daki bütün anti – emperyalist önderliklere “Küba’nın yolunu” izlemelerini öneren BirSek, bu kongrede, “FSLN önderliğinin geçmişinden ve karakterinden dolayı, onun belirli kesimlerinin önüne, sürekli devrim sürecinin öngördüğü biçimde ulaşamayacağı herhangi bir hedef koymanın yanlış olacağı“nı ilan etti. BirSek, FSLN’nin burjuva bakanlarla birlikte kurmuş olduğu; kapitalizmin ve burjuva düzenin yeniden inşasını ve Somoza karşıtı ayaklanma sırasında kurulmuş silahlı milislerin tasfiyesini amaçlayan hükümete koşulsuz destek verdi. BirSek önderliği, bu ülkede bir şube kurmayı reddetmekle kalmamış, Moreno’nun Bolşevik Fraksiyonunun bu yöndeki çabalarını da Sandinist hükümetle elele boşa çıkarmaya kalkışmıştı. BirSek önderliğinin, Moreno’ nun Nikaragua devrimine katkıda bulunmak için bu ülkeye gönderdiği “Simon Bolivar Birliği“ üyelerinin tutuklanıp Panama polisine teslim edilmesi karşısındaki “üç maymun“ tavrı, Bolşevik Fraksiyon’un, 1979 kongresinden hemen önce BirSek’ten ayrılmasına neden oldu. Bu bölünmenin ardından, Morenocular kendi “enternasyonallerini” ilan ettiler.

Yolun sonu Pablocular, yıllardır, politikalarının sürekli devrim teorisini savunduklarını öne sürüyorlardı. Ama bu dönem, ABD-SİP’in, Pabloculuğun değişmez mantığını takip ederek, 1982’de Troçki’yi açıkça “mahkum” etmesiyle tamamlandı. Ona göre, sürekli devrim kuramı, yeni “Kitle Enternasyonali”nin gelişmesinin önünde bir engeldi; dolayısıyla, onun terk edilmesi gerekiyordu. ABD’li Pablocular, sürekli devrim kuramının yerine, 1920’lerde, Komintern ile işbirliğini haklı çıkarmak için Stalin tarafından

canlandırılmış olan “proletarya ile köylülüğün demokratik diktatörlüğü”nü geçirdiler. BirSek, 1980’li yıllar boyunca FSLN’nin kuyruğunda yürüdü ve Nikaragua devrimini bütün dünyaya örnek gösterdi. BirSek’in FSLN yönetiminin emekçi düşmanı karakterini görmesi için yıllar geçmesi gerekecekti. BirSek, yıllar boyunca göklere çıkardığı FSLN önderi Daniel Ortega’yı ilk kez 1990’daki başkanlık seçimleri kampanyası sırasında eleştirdi; bu eleştiri, 1991 yılındaki XIII. Dünya Kongresi’nde, “işçi konseyleri ve milisleri talebinin yükseltilmesinin daha doğru olabileceği“ yollu -fazlasıyla gecikmiş ve hala ikircikli- sızlanmalarla tamamlanıyordu. Pablocuların, II. Dünya Savaşı sonrasında “alt edilemez” görünen Kremlin bürokrasisine uyarlanmayla başlayan macerası, Yugoslavya, Küba, Çin, Vietnam vb. ülkelerdeki ulusalcı Stalinist aygıtlarda “devrimci” özellikler bulma ve onlara yedeklenme biçiminde sürmüştü. Stalinist bürokrasiye uyarlanmasını, onun Gorbaçev önderliğindeki “demokratik” restorasyoncu kanadını destekleyerek sürdüren Pabloculuğun siyasi evrimi, bürokratik diktatörlüklerin çökmesiyle ve Stalinist önderlerin birer burjuva haline gelmesiyle birlikte, nihayet mantıksal sonucuna ulaştı. Pablocu tasfiyecilik, en uç ifadesini, “Stalinizm çöktüğüne göre, IV. Enternasyonal’in varlığına da gerek kalmadı” söyleminde bulurken, BirSek’in resmi çizgisi bu kadar açık sözlü değildi. Pablocular, önceki on yıllar boyunca ideolojik ve siyasi olarak tasfiyeye soyundukları IV. Enternasyonal’i (onlara göre BirSek) örgütsel olarak ortadan kaldırmanın “yumuşak” bir yolunu bulmakta gecikmediler. Stalinist bürokrasinin artık “demokratik” burjuvalar haline geldiği ülkelerde onlarla ve “küreselleşme karşıtı” ya da çevreci küçük burjuva

69


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 73

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Pabloculuğun, BirSek’in dışında kalmış olan daha küçük bileşenleri ise aynı yolu farklı biçimde tutmuş durumda. Onlar, siyasi maceralarını, sendika bürokrasilerine, ulusalcı burjuva ve küçük burjuva hareketlere ya da radikal küçük burjuva akımlara “sol” koltuk değneği olarak sürdürüyorlar.

70

akımlarla işbirliğini 2000’li yıllar boyunca derinleştiren BirSek, bütün şubelerini, kapitalizme soldan destek sunan “yeni sol” partilerin içinde eritti. Bu, Pablocu tasfiyecilerin varabileceği son noktaydı. Pabloculuğun, BirSek’in dışında kalmış olan daha küçük bileşenleri ise aynı yolu farklı biçimde tutmuş durumda. Onlar, siyasi maceralarını, sendika bürokrasilerine, ulusalcı burjuva ve küçük burjuva hareketlere ya da radikal küçük burjuva akımlara “sol” koltuk değneği olarak sürdürüyorlar. Aslında onların yaptıkları, BirSek’teki manevi önderlerinin 1950’lerden 1980’lere kadar izlemiş olduğu eski çizgide ısrardan; dolayısıyla tarihsel “gecikmişlikten” başka bir şey değildir. HHHH

Dipnotlar: [1]1953’teki bölünmeden, ABD-SİP’in 1963’te US ile birleşmesine kadar olan dönemde, IV. Enternasyonal’in Pablocu revizyonistlerin elinde kalan kesimini, DEUK’tan ayırt etmek için, “DEUS” olarak adlandıracağız. [2] Uluslararası Komite’nin 7-8 Kasım

1955 Paris toplantısında kabul edilen kararlar, The Struggle to Reunify the Fourth International (1954-1963), Volume I: The First Parity Commission and Peng Shu-ste’s “Pabloism Reviewed” page 1516. May 1977 [3] SİB’nin Ulusal Komitesi’nin SİP’in Ulusal Komitesine yazdığı 2 Ocak 1961 tarihli mektup, Trotskyism Versus Revisionism Volume Three (London: New Park, 1974) syf. 48-49, akt. David North, The Heritage We Defend, syf. 377-9 [4] Age. [5] David North, The Heritage We Defend, syf. 402 [6] David North, The Heritage We Defend, age, syf. 403 [7] "Üçüncü Dünya Konferansı Kararı, 8 Nisan 1966, Trotskyism Versus Revisionism, Cilt 5, London: New Park Publications, 1975, syf. 25-27 [8] Partinin adındaki (Gonzales) eki, onun önderi Hugo Gonzales Moscoso’nun adından geliyor ve onu diğer DİP’den ayırt etmek amacıyla kullanılıyordu. [9] Dünya Kapitalist Krizi ve IV. Enternasyonal’in Görevleri, Fourth International, Temmuz-Aralık 1988, cilt 15, sayı 3-4, syf. 8-9. [10] Georges Vereeken, The GPU in the Trotskyist Movement, New Park Publications, syf. 351


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 74

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

merkezci - oportünist bir akım: morenoculuk -3Lambertçilik ile kısa flört

M

ozan özgür

Morenoculara göre, onlar, “1963’ten o yana ilişki içinde olmadıkları Lambert’in sendika bürokrasisi ile olan güçlü ilişkilerinin farkında değildiler”; Lambert’in Fransa’da Sosyalist Parti etrafında örgütlenmiş Halk Cephesi’nin “sol” ayağı olduğunu da bilmiyorlardı! Moreno, bütün bunları, Lambert’in, Mitterand’ın devlet başkanı seçilmesini desteklemesinin ve bu açıkça sınıf işbirlikçisi politikaya karşı çıkanları partisinden ihraç etmesinin ardından fark etmişti.

oreno’nun sözde “IV. Enternasyonal’i Mandelci revizyonizme karşı savunmada” kendine seçtiği ortak, bir dönemler Pabloculuğa tavır aldıktan sonra merkezci-ulusalcı bir konumda ısrar eden ve ardından hızla sağa kayan Pierre Lambert oldu. Pierre Lambert’in Nikaragua’da ve Panama’da tutuklanan Simon Bolivar Tugayı üyelerine uluslararası düzeyde destek sunması, Moreno’nun yüzünü Lambertçilik olarak bilinen akıma dönmesine yetti. İki akım arasında, Moreno’nun “Geçiş Programının Güncelleştirilmesi Üzerine Tezler” başlıklı belge üzerinden başlayan programatik tartışmaların amacı ortak bir “Enternasyonal” inşa etmekti. Moreno, Lambert’in adı artık Enternasyonalist Komünist Örgüt (OCI) olan partisini, 30 yıl öncesine gönderme yaparak, ”Pabloculuğun revizyonist ve Troçkist ilkelere ihanet eden bir akım olarak önemini ilk kavrayan, bu tarihsel meziyeti gösteren ilk örgüt” olarak övüyordu. (“Tez 11”) Morenocular ile Lambertçiler arasında Stalinizm, Kastroculuk, işçi devletleri, ulusal sorun vb. temel programatik konuları içeren tartışmalar sürecinde, 1980 yılında, IV. Enternasyonal Eşitler Komitesi kuruldu. Bu Komite’nin amacı “bütün ülkelerde kitlesel Troçkist partiler ve kitlesel bir IV. Enternasyonal kurmak için mücadele“ idi. Onlar bu girişimi, Pablocu tasfiyeciliğe karşı IV. Enternasyonal’in sürekliliğini savunmak amacıyla 1953’te kurulmuş olan IV. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ni (DEUK) anıştıracak şekilde, “IV. Enternasyonal-Uluslararası Komite” (CI-CI) adlı ortak bir uluslararası örgütlenmeyle taçlandırdılar. Ama Polonya işçileri ile dayanışma kampanyası gibi ortak bir etkinlikle de desteklenen bu birleşme süreci, kısa süre içinde fiyaskoyla sonuçlandı. Morenoculara göre, onlar, “1963’ten o yana ilişki içinde olmadıkları Lambert’in sendika bürokrasisi ile olan güçlü ilişkilerinin farkında değildiler”; Lambert’in Fransa’da Sosyalist Parti etrafında örgütlenmiş Halk Cephesi’nin “sol” ayağı olduğunu da bilmiyorlardı! Moreno, bütün bunları, Lambert’in, Mitterand’ın devlet başkanı seçilmesini desteklemesinin ve bu açıkça sınıf işbirlikçisi politikaya karşı çıkanları partisinden ihraç etmesinin ardından fark etmişti![1] Sonuçta, CI-CI bölündü; Moreno da “OCI’nin ihaneti” başlıklı kitabında, Lambert’in Halk Cepheciliğini eleştirdi.

Morenocu enternasyonal Uluslararası İşçiler Birliği – Dördüncü Enternasyonal (LIT-CI), Lambert ile girişilen bu kısa maceranın ardından, 1982 yılı Ocak ayında, 12 temsilcinin katılımıyla Sao Paolo’da (Brezilya) toplanan bir konferansta kuruldu. Aslında, söz konusu konferansın günde-

71


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 75

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Generaller ve Arjantin burjuvazisi, Falkland savaşı sayesinde yükselecek milliyetçi dalganın etkisiyle, muhalefeti “dış düşman”a yönlendirebilecek lerini; İngiltere karşısında elde edilecek bir zafer sayesinde kitle hareketini kendilerine yedekleyebileceklerini düşünüyorlardı.

72

minde LIT-CI’nin kuruluşu yoktu. Bolşevik Hizip’e üye partilerle iki Latin Amerikalı Lambertçi önderin (Peru’dan Ricardo Napuri ile Venezüella’dan Alberto Franceschi) katıldığı bu konferansın resmi gündeminde iki konu vardı: 1) Lambert’in devrimci kültürünü tartışmaya açtığı Napuri ile dayanışma kampanyası düzenlemek; 2) Enternasyonal’in inşasını ilerletmek. Katılımcılar, önce Napuri’nin savunulması için bir kampanyanın düzenlenmesi konusunda anlaştılar, ardından da, toplantının “yeni bir uluslararası örgütlenmenin kuruluş konferansı olarak devam etmesi” kararını aldılar. Bu konferans, LIT-CI’nin “kuruluş tezleri” ile tüzüğünü onaylayarak, Morenocu enternasyonalin kurulduğunu ilan etti. LIT-CI, Lambert’ten kopmuş olan Franceschi’nin örgütü Devrimci Sol hareket hariç, tümüyle Bir-Sek içindeki Morenoculardan oluşuyordu. Kısa süre sonra, Napuri, Lambert’in Peru’daki partisinin neredeyse yarısıyla birlikte LIT-CI’ye katıldı. Bunu, Dominik Cumhuriyeti’nde kiliseden kopan bir grubun 1985 yılında LITCI’ye katılması izledi.[2] Böylece, 1969 yılında Arjantin dışında yalnızca 69 üyeye sahip olan Morenocu akım, LIT-CI’nin kuruluş konferansında, 20 ülkede şubelere sahip 3 bin 500 üyeli bir örgüt haline gelmişti.[3] LIT-CI, kurulmasından kısa süre sonra, Avrupa’daki önemli şubelerinden biri olan İtalyan Devrimci Sosyalist Birlik’i (DSB) yitirdi. Ama Morenoculara göre, DSB zaten “hiçbir zaman işçi sınıfı hareketine girme yönünde bir politik arayış içinde olmamıştı”. O, “sınıf mücadelesinin dışında aydın tipte propagandist ve sekter bir parti anlayışı geliştirmişti”, “son derece güçlü bir ulusalcı eğilim içine girdiği için kendisini uluslararası inşadan geri çekmişti” ve “Enternasyonal’in yardımlarını reddetmişti”.[4] Böylece Morenocular, “hiçbir zaman

işçi sınıfı hareketine girme yönünde bir politik arayış içinde olmamış … milliyetçi” bir örgütü yıllarca içlerinde tutmuş olma başarısını da göstermiş olduklarını -her halde gururla- ilan ediyorlardı. Siyasi yaşamı boyunca yalnızca oportünist manevralar konusunda tutarlı olan Moreno’nun enternasyonali, 1986 yılı sonunda, artık Devrimci Sosyalist [DS] adını almış olan bu örgütle yeniden ilişkiye geçti ve onu, 1992’deki 4. Dünya Kongresi’nde “bileşen” özel statüsünde yeniden saflarına kattı. LIT-CI bununla da kalmadı ve kendisine üye olmayan; dolayısıyla, onun ”demokratik merkeziyetçi“ işleyişine tabi olmayan DS’yi, LIT-CI’nin Uluslararası Yürütme Kurulu’nun sürekli üyesi yaptı. Bununla birlikte, DS, 1994 yılında UİB ile ilişkilerini kesecek ve 5. Kongre’ye katılmayacaktı. (Açıkça sivil toplumcu demokratik bir çizgi benimseyen DS, daha sonra, yeni bir enternasyonalin kurulması gerektiğini savunmaya başladı.)

“Devrimci yurtseverlik” LIT-CI’nin önüne koyduğu başlıca görev, Arjantin’deki ana partisi SİP’i güçlendirmekti. Bu arada, Arjantin işçi hareketi de yeniden toparlanmaya başlıyordu. Arjantinli işçilerin giderek yükselen muhalefeti ve artan kitlesel gösteriler, askeri diktatörlüğün 1982 yılı Nisanı’nda Falkland macerasına girmesinde önemli rol oynadı. Generaller ve Arjantin burjuvazisi, bu savaş sayesinde yükselecek milliyetçi dalganın etkisiyle, muhalefeti “dış düşman”a yönlendirebileceklerini; İngiltere karşısında elde edilecek bir zafer sayesinde kitle hareketini kendilerine yedekleyebileceklerini düşünüyorlardı. Bu taktik, başlangıçta oldukça işe yarıyormuş gibi göründü. Zira onbinlerce insan, “Britanya emperyalizmine karşı mücadele” uğruna sokaklara dökülmüştü. Ancak, askeri diktatörlüğün Britanya karşıtı gösterilere izin vermesi, sendikalara ve sol


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 76

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Morenocuların da yer aldığı bu önderlikler, yineliyoruz, Falkland’ın işgalini “Arjantin halkının Britanya emperyalizmine karşı savaşı” olarak pazarlayarak, generallere “emperyalizm karşıtı” yurtsever bir maske takmış; bu sayede, Arjantin burjuvazisinin “demokrasiye kontrollü geçişinin” yolunu açmışlardı.

örgütlere askeri diktatörlük karşıtı faaliyetlerini bu kitle hareketinin içinde sürdürme fırsatı da sunuyordu. Bu “fırsat”, Arjantin solu ve sendika bürokrasileri Falkland savaşı karşısında “emperyalizm karşıtlığı” ile süslenmiş bir yurtseverlikle malul olduğu için, devrim ve sosyalizm yararına kullanılamadı. Bu örgütlerin hemen tamamı, “İngiliz emperyalizmine karşı savaş açmış” olan generallerin yanında yer aldı. Falkland’ın Arjantin’in bir parçası olduğundan hareket eden bu örgütler, generallerin giriştiği macerayı bir “sömürgecilikten kurtarma eylemi” olarak algılıyor ve bu “anti-emperyalist” savaşta “devrimci” bir potansiyel görüyorlardı. Onlara göre, Arjantin halkı, bu savaşta elde edilecek bir zaferin ardından, askeri diktatörlüğü de yıkacaktı. Bu oportünist hesaplar, tümüyle yanlış olmaları bir yana (düşmana karşı kazanılan zafer, yalnızca onun sahibi iktidarı güçlendirir), askeri diktatörlüğün Falkland’ı işgalini Arjantin halkıyla Britanya emperyalizmi arasında bir savaşmış gibi pazarlamaya çalışan generallere ve burjuvaziye hizmet etmekten başka bir işe yaramadı. LIT-CI ve onun “yüzde 95 Troçkist” şubesi SİP de bu milliyetçi dalganın dışında kalmadı. LIT-CI, Arjantin’deki askeri diktatörlüğün Falkland’da zafer elde etmesi için uluslararası bir kampanya düzenledi. Bu yolla o, “Latin Amerika’da başlamış olan emperyalizm karşıtı sürece müdahale ettiğini” düşünüyordu.[5] SİP, Falkland’a asker sevkiyatının başlamasıyla birlikte, “ülke tarihinde o güne kadar görülmedik, olağanüstü bir devrimci yükselişin ortaya çıktığını … sosyalist devrimin ilerlediğini” iddia etti.[6] SİP’in devamı olan MAS, bundan on yıl sonra, selefinin bu savaşın devrimci ve emperyalizm karşıtı potansiyelini “abartmış olduğunu” itiraf edecekti. Düşünebiliyor musunuz? Troçkist olduğunu iddia eden bir

parti, askeri diktatörlüğün Falkland’ı işgalinde “devrimci ve emperyalizm karşıtı potansiyel” olduğunu ama bunun abartıldığını söylüyor. Arjantinli emekçileri askeri diktatörlüğe yedekleyen ve ipleri yeniden burjuvazinin eline teslim eden basit bir abartma! Arjantinli generallerin baştan sona yanlış hesaplarla giriştiği Falkland’ı işgal macerası, iki ay sonra başarısızlıkla sonuçlandığında, yalnızca onlar ve geleneksel burjuva partileri değil ama işçi sendikaları ve sol örgütler de tam bir şaşkınlık içindeydi. Onların yaşadığı moral bozukluğu öylesine güçlüydü ki, bu yenilgiyle sarsılmış olan askeri diktatörlüğe karşı genel bir saldırı başlatmak akıllarından bile geçmedi. Oysa bu dönemde işçi sınıfının yeniden militan eylemlere soyunmuş olması ve Plaza de Mayo gösterileri diktatörlüğü iyice köşeye sıkıştırmış; derin ekonomik kriz ve kitlelerin artan hoşnutsuzluğu, bizzat Arjantin burjuvazisi ile generaller arasında bölünmeye yol açmıştı. Buna Falkland’da yaşanan yenilgi eklendiğinde, askeri diktatörlüğün yolun sonuna geldiği görülebilirdi. Ama ortada bunu görüp sürece müdahale edecek, Marksist devrimci programla donanmış bir önderlik yoktu. En önemlisi, aralarında Morenocuların da yer aldığı bu önderlikler, yineliyoruz, Falkland’ın işgalini “Arjantin halkının Britanya emperyalizmine karşı savaşı” olarak pazarlayarak, generallere “emperyalizm karşıtı” yurtsever bir maske takmış; bu sayede, Arjantin burjuvazisinin “demokrasiye kontrollü geçişinin” yolunu açmışlardı.

Burjuva yasallığına uyarlanma Falkland yenilgisinin ardından yolun sonuna geldiklerini fark eden generaller, bir ay sonra, bütün burjuva siyasi partilerinin yasallaştığını ilan ettiler. SİP de kendisini tümüyle burjuva parlamentarizmine ve seçimlere

73


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 77

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k LIT-CI’nin “Arjantin’de kitlesel bir işçi partisi inşa etme” hedefi doğrultusunda davranan SİP’nin düşüncesi, binlerce işçiyi ve militanı, sekter olmayan ve Troçkist olma koşulunun aranmadığı geniş bir cephede toplamaktı.

74

uyarladığını açıkladı: “[Önümüzde] açılmakta olan aşama yalnızca yasal değil, asıl olarak seçimseldir. [Bundan çıkarılması gereken] sonuç son derece açıktır: Önümüzde yeni bir kitlesel mücadeleler aşamasının açıldığını düşünmediğimiz sürece, yalnızca yasallığı her yola başvurarak kullanmakla yetinmemeliyiz. Bizim asıl hedefimiz seçimlere katılmak olmalıdır. Açılmış olan aşamanın asıl olarak seçimsel olduğunu görüyor ve kabul ediyorsak, politikalarımız da buna uygun olmak zorundadır. ”[7] Morenocular, önlerinde açılan yeni aşamanın kitle mücadeleleri olmadığını iddia ede dursunlar, 1982 ve 1983 yılları boyunca Arjantin’deki siyasi yaşama egemen olan tek etmen işçilerin ve emekçilerin kitlesel mücadeleleriydi. 1982 yılı boyunca, artan vergiler ve faizler nedeniyle askeri hükümet karşıtı grevler düzenleniyor; Kayıp Annelerinin Plaza de Mayo’daki eylemleri giderek kitlesellik kazanıyordu. 1982 yılı sonunda ise sendikalı işçiler sokağa dökülmüştü. SİP’in, “bu kitlesel mücadeleler aşaması değil” tespitine en iyi yanıtı, yine işçi sınıfı, 16 Aralık 1982’deki genel grevle ve ona eşlik eden 100 bin kişilik bir yürüyüşle verdi. Generaller, ancak bu eylemin ardından, bir seçim tarihi belirlemek zorunda kaldılar. SİP’in seçimsel aşama tespiti, yanlışlığı bir yana, Moreno‘nun Marksist yazına özgün bir katkısıydı. Böylece Marksistler, en fazla birkaç ay sürecek somut seçim kampanyaları dışında, asıl olarak seçimsel bir siyasi aşamanın varlığını da öğrenmiş oldular! Şaka bir yana, SİP, belki de seçimleri gerçekten bir “aşama” haline getirmeye çalıştığı için, açıklanan seçim tarihinden bir yıldan uzun süre önce, öyle budalaca bir seçim saplantısına kapılmıştı ki, seçimlere güçlü biçimde katılmak için kendisine ortak bulma arayışı içinde, o dönemde yaşanan

yoğun kitlesel mücadeleleri bir yana bıraktı. SİP’in seçim ortağı olarak kendisine bulduğu yapı, küçük bir sosyal demokrat örgüt olan Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) idi. MAS: “Reformist bir cephe-parti“ LIT-CI’nin “Arjantin’de kitlesel bir işçi partisi inşa etme” hedefi doğrultusunda davranan SİP’in düşüncesi, binlerce işçiyi ve militanı, sekter olmayan ve Troçkist olma koşulunun aranmadığı geniş bir cephede toplamaktı.[8] Moreno, SİP’in Merkez Komitesi’nde yaptığı bir konuşmada, MAS’ın amacını “devrimci olmayan, reformist bir cephe ya da parti“ oluşturmak diye özetledi.[9] Gerçekte, bu düşünce hiç de yeni değildi. Moreno, 1972’de Carlos Coral’ın sosyal demokrat Arjantin Sosyalist Partisi’yle birleşip SİP’i kurarken de aynı düşünceden hareket etmişti. O, işçi sınıfının Marksist devrimci alternatifini yükseltmek için mücadele etmek yerine, bir kez daha ”oportünist aceleciliğe“ kapılıyor; kitleleri kazanma adına kendisi kitlelere katılıyordu. Moreno’nun, Arjantin’de yeni bir ”parlamenter aşama“nın açıldığı biçimindeki tezi, gerçekte, bu sosyal demokrasiye yedeklenme pratiğine kuramsal kılıf bulmaktan başka bir şey değildi. MAS ”sosyalist bir Arjantin için“ başlıklı uzun programını açıkladığı 1 Mayıs 1983 tarihli bildirgesinde, Arjantin devletine ve onun sınıf karakterine ilişkin tek bir söz bile etmedi. Ordu üzerine söylemek zorunda kaldığı sözler ise Moreno’nun, ordunun ”demokratikleştirilmesi“ konusunda bilinen reformist formüllerinin yinelenmesinden ibaretti.[10] Unutmayalım ki Moreno’nun demokratikleştirilmesinden söz ettiği ordu, uzayın derinliklerinde değil Arjantin’deydi ve aralarında SİP üyelerinin de olduğu, çoğunluğu devrimci işçilerle öğrencilerden oluşan 30 bin dolayında muhalifi katlettiği diktatörlüğünün son


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 78

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k günlerini yaşıyordu.

“İkinci bağımsızlık için!“

MAS’ın politikalarını belirleyen şey işçi sınıfının uzun vadeli devrimci çıkarları değil, burjuva anayasacılığına sistematik uyarlanma stratejisiydi.

MAS, 1983 seçimlerinde, işçi sınıfına seslenmek üzere, “ikinci bağımsızlık için!“ biçimindeki yurtsever milliyetçi sloganı seçti. Bu, ”birinci bağımsızlığı” İspanyol sömürgeciliğine karşı mücadele sonucunda elde etmiş olan Arjantin burjuvazisinin, şimdi, emperyalizmden bağımsız ulusal kapitalizmini kurmasından başka bir anlama gelmeyen, açıkça burjuva ulusalcı, milliyetçi bir slogandı. Nitekim Moreno, bunun farkında olduğu için, ona ”sol“ bir makyaj yaptı ve programa, ”bankaların ve tekellerin ulusallaştırılması“ talebini içeren bir ”eylem programı“ ekledi. MAS, seçim kampanyası boyunca, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve işçi iktidarı gibi temel Troçkist / Leninist talepleri ağzına bile almadı. Dahası, o ”emperyalizm karşıtı ikinci bağımsızlık“ talebinde bile oldukça dikkatliydi. MAS, ”dış borçların ödenmemesi“ talebini radikal buluyor ve bunun yerine, ”dış borç ödemelerinin geçici olarak durdurulması“ ve ”borç ödemelerini durdurmak için, borçlu ülkelerin uluslararası bir cephesinin oluşturulması“ taleplerini yükseltiyordu.[11] MAS’ın, bu tür reformist ve ulusalcı talepleri yükseltmesi bir hatanın değil; Morenoculuğun sosyal demokrat ya da ”ulusal burjuva“ güçler ile oportünist ittifaklar kurma biçimindeki asli çizgisinin ürünüydü. MAS, artık yolun sonuna gelmiş olan askeri diktatörlüğün bir genel grev ve kitlesel seferberlik eliyle alaşağı edilmesi biçimindeki temel Marksist pozisyonu savunmadı. O, bunun yerine, ”askeri yönetimin derhal istifası“nı ve ”1976 [tarihinde seçilmiş olan] Kongre’nin [Arjantin parlamentosu] bir geçici hükümet kurarak sıkıyönetimsiz ve sınırlamasız genel seçim çağrısı yapmak üzere derhal toplanması“ talebini yükseltti.[12] Bu talepler, Arjantinli emekçilerinin demokratik

yanılsamalarına bile hitap etmiyordu. MAS’ın özgür seçimler örgütlemek üzere bir geçici hükümet kurmak için toplanmasını istediği 1976 parlamentosu, Peroncuların egemenliğindeydi; her türden otoriter yönetime karşı ”demokrasi“ isteyen emekçiler ise Peronculuktan kopuyor ve liberal burjuvazinin ”Radikal Parti’sine yöneliyorlardı. Bu koşullar altında, kendisine Troçkist diyen bir örgütün öncelikli görevi, Peronculuktan uzaklaşan işçilerin burjuva Radikal Parti’ye yedeklenmesini önlemek, işçi sınıfının kitlesel seferberliğini yükseltmek ve onu devrimci bir program etrafında örgütlemeye çalışmak olmalıydı. Ancak MAS’ın politikalarını belirleyen şey işçi sınıfının uzun vadeli devrimci çıkarları değil, burjuva anayasacılığına sistematik uyarlanma stratejisiydi. MAS, baştan sona reformist ve milliyetçi talepler etrafında sürdürülen bir kampanyayla katıldığı 1983 Ekim seçimlerinde tam bir bozguna uğradı. Binlerce militanın, ülkenin dört bir yanındaki 600 yerel seçim bürosunda seferber edilmiş olmasına[13], kayıtlı olduğu iddia edilen 60 bin seçmene[14] ve ”generalsiz ve patronsuz sosyalist bir Arjantin“ gibi MAS’a önemli ölçüde oy kazandıran slogana karşın, Morenocular toplam oyların yüzde 1’inden daha azını aldılar. Bu oran, SİP’in 1970’lerde aldığı oyun üçte biri kadardı. Radikal Parti’nin adayı Alfonsin ise oyların yüzde 52’sini almıştı ki bu durum, MAS’ın seçimlerden hemen önce yaptığı ve onun “seçimsel dönem” masalıyla da çelişen, ”Arjantin devrimci bir duruma girmiştir“ tespitine[15] hiç uymuyordu.

Halk cephesi politikası Seçim sonuçları MAS üzerinde önemli etkilerde bulundu. Bunlardan en önemlisi, siyasi yaşamı boyunca, kendi yöntemini sorgulamak yerine Peronizm karşıtlığından Peron’un

75


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 79

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k Moreno, yüzünü işçi sınıfının en ileri kesimleri yerine ”sol“ Peronculara ve Stalinistlere döndü. MAS ile Arjantin Komünist Partisi ve ”İşçi Peronculuğu“nun temsilcileri arasında yapılan uzun görüşmelerin ardından, 1985 sonbaharında Halk Cephesi (Frente del Pueblo - FREPU) kuruldu.

76

uşaklığına; gerillacılıktan burjuva parlamentarizmine- sürekli yön değiştirmeyi tercih eden Moreno’nun, ilk kez ”seçimci [parlamentarist] bir sapma içinde“ olduklarını itiraf etmesiydi: ”Başarılarımız ve bize gösterilen ilgi karşısında sarhoş olduk; nesnel olmaktan çıktık. Gerçekliği görmekten vazgeçtik, dinlemeyi bıraktık; işçi sınıfı içinde gerçekten olup biten şeyin ne olduğunu fark edemez duruma geldik.“ Ancak Moreno, bir özeleştiri yapmaya kalktığı anda bile, sorumluluğu üstlenmekten kaçınıyor ve sempatizanlar da dahil, ”bir bütün olarak” partiyi kendi suçuna ortak etmeye kalkışıyordu: “Bu, üye ve sempatizanlardan önderliğe kadar, bir bütün olarak partinin hatasıydı.“[16] İktidara gelir gelmez IMF’nin yeniden yapılanma programını uygulamaya koyan Alfonsin yönetiminin ilk iki yılı, işçilerin yoğun sendikal mücadeleleriyle geçti. 1985 yılı ortalarına gelindiğinde, yıllık enflasyon yüzde 2 bin’i bulmuş, ücretler bir yıl öncesine oranla neredeyse üçte bir azalmıştı. Alfonsin, ücretleri ve fiyatları dondurdu. İşsiz sayısında tam bir patlama yaşanırken, ülke ekonomik çöküşün eşiğine gelmişti. Bu durum, Arjantin işçi sınıfının mücadelesinde yeni bir patlamaya yol açtı. Askeri diktatörlük döneminde, Peroncular ile Komünist Parti ve sosyalistler arasında ikiye bölünmüş olan CGT’nin 1984 yılı başında yeniden birleşmesinin de etkisiyle, yalnızca 1985 yılı içinde greve çıkan işçi sayısı 4,5 milyon oldu. Ancak bütün bu mücadelelere karşın, Arjantin işçi sınıfı, Alfonsin yönetimiyle bir toplumsal anlaşma yapmış olan ”yeni“ CGT bürokrasisinin denetiminde olmayı sürdürüyordu. Öte yandan, 1983 seçimlerindeki başarısızlık Peroncu partiyi paramparça etmişti. Alfonsin hükümeti kitlesel desteğini hızla yitirirken, CGT içindeki ”asi Peroncular“ hükümetle uzlaşmış

olan önderliğe karşı muhalefetin başını çekmeye başlıyordu. Böylesi bir ortamda, işçi sınıfı içinde, onu reformist burjuva ve küçük burjuva partilerinden ve sendika bürokrasisinden uzaklaştıracak talepler etrafında sistemli bir devrimci faaliyet sürdürmek yaşamsal öneme sahipti. Ancak ”oportünist aceleciliği“ kronikleşmiş olan Moreno, yüzünü işçi sınıfının en ileri kesimleri yerine ”sol“ Peronculara ve Stalinistlere döndü. MAS ile Arjantin Komünist Partisi ve ”İşçi Peronculuğu“nun temsilcileri arasında yapılan uzun görüşmelerin ardından, 1985 sonbaharında Halk Cephesi (Frente del Pueblo - FREPU) kuruldu. FREPU’nun programı ile MAS’ın 30 ay önce açıklanmış reformist programı arasında özünde hiçbir fark yoktu. Onun ”sosyalist“ talepleri, borç ödemelerinin 10 yıl dondurulmasından, bankalarla tekellerin ulusallaştırılmasından ve toprak reformundan ibaretti. Cephenin burjuva devlet aygıtı karşısındaki tavrı da baştan sona anayasalcı ve reformistti. FREPU, ”ulusal anayasada belirtilmiş olan demokratik özgürlüklerin tam olarak uygulanmasından ve onlara tam saygı gösterilmesinden yana“ olduğunu açıklıyordu.[17] FREPU, 1985 Kasım ayında yapılan seçimlerde oyların yüzde 2’sini aldı. Alfonsin’in Radikal Partisi ile Peroncu Adaletçi Parti’nin yüzde 6 dolayında oy kaybettiği bu seçimlerde, Radikallerden kopan ”sol“ kanat yüzde 6 oy almış, en sağdaki UCD ise oylarını 1983 seçimlerine göre- ikiye katlamıştı. Bu seçimlerde FREPU’ya verilen 360 bin oy, asıl olarak, Peroncu partiden hayal kırıklığına uğramakla birlikte Peronculuktan kopamamış olan işçilere aitti. Onların, yüzlerini FREPU’ya dönmüş olmasının nedeni de bu cephenin, onların anayasalcı ve reformist yanılsamalarına (verili bilinç düzeylerine) uygun, burjuva demokratik bir programı savunuyor


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 80

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k olmasıydı. Yani MAS onları sosyalizme kazanmamış; tersine, kendisi eski Peroncu işçilerin düzeyine inmişti. Moreno ve izleyicileri ise bu sonuçları, “MAS’ın doğru seçim stratejileri sayesinde kitleselleşmesinin ifadesi” olarak değerlendirdiler ve coşkuyla karşıladılar. Bu zafer sarhoşluğu, LITCI’nin aynı yıl toplanan I. Dünya Kongresi’ne de damgasını vurdu.

Moreno’nun ölümü ve mirası Moreno, ne mimarı olduğu FREPU’nun çöküşünü ne de MAS’ın kitleselleşmesinin doruk noktasını ifade edecek olan bir sonraki seçimleri görebildi. Kurucusu olduğu “barbar Troçkizm“i, 45 yıl sonra Arjantin ve Latin Amerika sınırlarının ötesine taşıyıp uluslararası bir akım haline getirmiş olan Moreno, 25 Ocak 1987 günü öldü. Moreno’nun yalnızca Arjantin’de değil, dünya çapında önemli çalkantıların arifesinde gerçekleşen ölümü, bir bütün olarak LIT-CI adına hem yeri doldurulamayacak bir kayıp hem de iç çatışmalar ve parçalanmalarla damgalanacak yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Morenocuların, MoMoreno’nun reno’nun ölümünün bu akım üzerindeki etkisini Troçki’nin ölümünün DE yalnızca Arjantin’de değil, üzerindeki etkisiyle karşılaştırmaktan çok hoşlandığını biliyoruz. Onlara dünya çapında göre, Moreno’nun ölümü, uluslarönemli arası önderliğin niteliksel olarak zaçalkantıların yıflamasına yol açmış; LIT-CI’nin arifesinde yıkımına yol açan krizlerin ortaya çıkgerçekleşen masında büyük rol oynamıştı.[18] Marksistler, tarihin tek tek bireylerin ölümü, bir bütün etkinlikleri üzerinden açıklanmasına olarak LIT-CI cepheden karşı çıkmakla birlikte, adına hem yeri kimi kişiliklerin belirli koşullar altında doldurulamayacak gerçekleştirdikleri etkinliklerle topbir kayıp hem de lumlarının hatta insan soyunun geleiç çatışmalar ve ceği üzerinde belirleyici rol parçalanmalarla oynadıkları gerçeğini gözardı etmezler. Moreno’nun böylesi tarihsel bir damgalanacak kişilik olduğunu söylemek fazlasıyla yeni bir dönemin zorlama olacaktır. Ancak onun, ”yeri başlangıcı oldu. doldurulamayacak“ birisi olmama-

sına karşın, kurucusu olduğu akım için yaşamsal öneme sahip olduğu bir gerçekti. Moreno’nun, kurucusu olduğu akımı 45 yıl boyunca tek önder olarak yönetmiş olması ve LIT-CI ile MAS’ın onun ölümünün ardından, eski yoldaşların birbirine karşı şiddet uyguladığı bir süreçte parçalanması onun yaratmış olduğu siyasi kültüre ilişkin genel bir fikir veriyor. Morenoculuğun, en baştan kuramsal bilgiye ve onu üretip taşıyan aydınlara karşı küçümseyici bir “parya tepkisi” ile damgalandığına değinmiştik. Moreno’nun ”barbar Troçkizm“ tanımlamasında ifadesini bulan bu durum, Morenocu resmi tarih tarafından bir övünç meselesi olarak kabul edilir. Oysa işçi sınıfının ve genel olarak toplumun kültürel olarak en geri kesimlerinin aydın düşmanı dürtülerine hitap eden bu kuram düşmanı tutum, “devrimci kuram olmaksızın devrimci eylem olmaz” şiarını yükselten Marksizmin yöntemine bütünüyle yabancıdır. Moreno’nun, ilerideki yıllarda Bir-Sek önderliğine ilişkin eleştirilerine de yansıyacak olan kuramsal bilgiye ve tarihsel birikime karşı tepkiselliğin ilk doğrudan sonucu, Morenocu akımın kapsamlı ve tutarlı bir perspektiften ve stratejiden yoksun kalması oldu. Moreno’nun ve izleyicilerinin gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde sürekli olarak birbirini tekrarlayan savrulmalar yaşamasının nedenlerinden biri, onun, insan soyunun tarihsel deneyimini kapsayan entelektüel mirası karşısında sergilendiği bu inkârcı tavrıydı. Moreno’nun ve izleyicilerinin yüzlerini her fırsatta burjuva ya da küçük burjuva önderliklere dönmesinin ardında yatan başlıca etmen, onun işçi sınıfının uluslararası devrimci kapasitesine, dünya devrimine ve dünya devriminin kurmay örgütü olarak IV. Enternasyonal’in rolüne ilişkin güven-

77


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 81

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Moreno’nun kendi adıyla anılan harekete bıraktığı en büyük miras, güçlü bir önder kültü oldu.

78

sizliğiydi. Morenoculuğu önce Peron’un “sol kolu” olmaya, ardından ulusalcı küçük burjuva gerillacılığına, nihayet burjuva parlamentarizmine sürükleyen şey, Marksist kurama ilişkin derin küçümsemeyle birleşmiş olan bu genel güvensizlikti. Pablocu oportünizmin bu temel özelliklerini taşıyan Morenocular, bu yüzden, Pablo’ya, Mandel’e vb. revizyonist önderlere karşı çıkarken bile, Pabloculuğu kendi içlerinde yaşatmaktadırlar. Moreno’nun kendi adıyla anılan harekete bıraktığı en büyük miras, güçlü bir önder kültü oldu. Marksist kurama olan küçümseme ile desteklenen bu önder kültü, kaçınılmaz biçimde, örgüt içi terörle ve bürokratik yaptırımların eşlik ettiği, özünde liberal bir parti içi yaşam tarzı haline gelmiş; Morenocu akım içinde kollektif bir önderliğin oluşmasını tümüyle önlemişti. Hareketin önderliği içinde -elbette!- herkes eşitti ama bu eşitlerin hiçbiri Moreno’ya eşit olmadı, olamadı. Partinin kurucusu ve her şeyi olan Moreno’nun diğer eşitler üzerinde tam bir egemenlik kurup 45 yıl boyunca tek önder olarak kalabilmesinin başlıca nedeni, ısrarla belirtmek gerekiyor ki, Morenocu partilerin son derece geri teorik düzeyiydi. Moreno’nun en keskin ”Troçkist / Leninist“ söylemler eşliğinde en sağ politikaları yaşama geçirip akıl almaz zikzaklar çizerken, örgüt içinde Marksist bir direnişle karşılaşmadığını düşünmek için hiçbir neden bulunmuyor. Çünkü tersi durumda, bu akımın içinde düşünen bir başka insanın olmadığı gibi mantık dışı bir sonuca varmak gerekir. Peki, bu insanlar neredeydi? Daha doğrusu, Moreno’nun on yıllar süren oportünist politikalarına karşı çıkanlar nasıl olmuş da susmuştu? LIT-CI’nin resmi tarihinde bu ve benzeri soruların yanıtını bulmak -elbette- olası değil. Ancak, Moreno’nun ölümünden sonra Morenocular arasında yaşa-

nanlar, bu akımın önderliğindeki “eşitlerin”, seslerini ancak tek şefin yokluğunda yükseltip tartışabildiğini gösterdi. “Yoldaşlar” arasında gizli ayak oyunlarının, fiziksel şiddetin ve sürekli bölünmelerin eşlik ettiği bu “tartışmalar”, en trajik ifadelerini MAS’ın çöküşünde ve LIT-CI’nin parçalanmasında yaşandı.

Çöküş LIT-CI, Moreno’nun ölümünden iki yıl sonra, 1989 Temmuzunda ikinci, ondan 10 ay sonra da (1990 Mayısında) üçüncü dünya kongrelerini gerçekleştirdi. O yıllarda, LIT-CI, MAS’ın Arjantin’de hızla büyümesinin ve şubelerinin sayısının artmasından kaynaklanan zafer sarhoşluğu içinde, ”kitlesel enternasyonal“ olma yolunda ilerlediğini ilan ediyordu. LIT-CI’nin söylemediği, belki de gerçekten ”göremediği“ gerçek, onun Arjantin, Brezilya, Paraguay ile kısmen İspanya dışındaki şubelerinin, bulundukları ülkelerin siyasi yaşamında hiçbir etkisi olmayan küçük propaganda gruplarından oluşuyor olmasıydı. Arjantin’de, MAS, 1980’lerin sonunda hızla kitleselleşiyordu ama oportünist bir ittifak ve reformcu bir program eliyle sağlanmış olan bu kitleselleşme, kesinlikle, LITCI’nin iddia ettiği düzeyde değildi. Benzeri durum, LIT-CI’nin Brezilya şubesi için de geçerliydi. LIT-CI ve MAS önderliği (gerçekte her iki örgütün önderliği de aynıydı), bu dönemde, ya başka bir dünyada yaşıyor ve aynı adı taşıyan başka bir örgütten söz ediyor ya da hareketin gücü hakkında açıkça yalan söylüyordu. Gelişmeler, trajik biçimde, her iki olasılığın da geçerli olduğunu gösterdi. LITCI’nin 1989’da 25 bin dolayında olduğu açıklanan üye sayısı bir yıl sonra 2 bin olarak “düzeltildi“; Arjantin’de ”iktidarın zaptına” ilişkin tespitin büyük bir hayalden ibaret olduğu ortaya çıktı (elbette, bütün yıkıcı sonuçlarıyla birlikte).


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 82

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k LIT-CI’nin akıl almaz siyasi körlüğü, doğallıkla, Arjantin’le sınırlı kalmadı. SSCB’de Gorbaçev eliyle 1985 yılından itibaren uygulanmakta olan Glasnost-Perestroyka politikasının yalnızca bu ülkede değil; bütün Doğu Avrupa’da canlandırdığı kapitalist restorasyoncu dinamiklerini göremeyen LIT-CI, gerçek yaşamdan büyük ölçüde kopuk bir ruh hali içinde topladığı 1989 yılındaki II. Dünya Kongresi’nde, Moreno döneminden beri geçerli olan ”dünya çapında devrimci durum“ tespitini iyice derinleştirdi. MAS ise SSCB’de ve Doğu Avrupa’da kapitalist restorasyona giden yolun bizzat Stalinist bürokrasi eliyle döşendiği bu dönemde, Arjantin’deki Stalinistler ile cephe politikasını sürdürüyordu. LIT-CI ve MAS önderliğinin siyasi körlüğü, 1990 Mayısındaki III. Kongre’de, Doğu Avrupa’ daki Stalinist diktatörlüklerin çöküşüne ilişkin akıl almaz tespitlerle taMoreno, faşist mamlandığında doruk noktasına terörün ve ulaşacaktı. Artık bir önceki yıl ön-devgerillacılığın hızla rimci durum yaşayan Avrupa’da devyükseldiği bu iç rimci durum söz konusuydu; dünya savaş ortamında, çapındaki devrimci durum da, ”emperyalizmin felç olması“ gibi derin bir Peronculuktan tespitle tamamlanmıştı. hızla LIT-CI, Berlin Duvarı’nın çöktüğü ve uzaklaşmakta birçok Doğu Avrupa ülkesinde kapiolan işçi sınıfına talist restorasyonun başladığı bir döbağımsız proleter nemde toplanan bu kongrede devrimci bir onayladığı Dünya Durumu Üzerine alternatif sunmak Tezlerde, Moreno’nun “muzaffer deyerine, burjuva mokratik devrimler“ (Şubat devrim“cumhuriyeti ister leri) tezini Doğu Avrupa’ya uyarladı. Siyasi devrimin ilk aşaması (“bilinçsağdan isterse soldan gelsin her siz“ yani devrimci partinin olmadığı, kendiliğinden aşama) başarıyla tatürlü tehdide mamlanmıştı. Şimdi sıra “Ekim“de karşı korumak“ idi; işçi sınıfı bu ülkelerin çoğundaki için Stalinist Stalinist bürokrasi karşıtı devrimlerin Komünist Parti ile önderliğini üstlenmiş ve ikili iktidar organlarını yaratmıştı vb. vb... birlikte Bir zamanlar Mandel’in “sosyalist deburjuvazinin mokrasi“ kavrayışını sözde “prolekampına geçti. tarya diktatörlüğü“ ve “Leninizm“

adına eleştirmiş olan Moreno’nun öğrencileri, yalnızca hayal dünyasında yaşamakla kalmıyordu. Onlar, Troçki’nin siyasi devrim programını unutmuş -belki de hiç incelememişolmanın bedelini ödüyorlardı. İşçi sınıfının siyasi iktidarı zaptı programının yerine Moreno’nun “yeni Şubatlarını” (demokratik devrim) geçirmiş olan LIT-CI’nin elinde, Stalinist bürokrasiye karşı kullanacağı tek bir talep vardı: “Bütün siyasi partilere özgürlük!“ Bu slogan, LIT-CI’yi nesnel olarak bürokrasinin “demokratik“ restorasyoncu kanadına yedekledi. LIT-CI, diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmeler karşısında alacağı tavrın ilk sinyalini, daha Doğu Alman işçileri ayağa kalkıp Berlin Duvarını ve Honecker yönetimini alaşağı ettiğinde vermişti. LIT-CI’nin o dönemdeki ana sloganı “Almanya’nın derhal birleşmesi!“ idi. Moreno’nun burjuva “demokratik devrim“ kavrayışının yalın ifadesi olan bu sloganın, Alman emperyalist burjuvazisinin “ulusal birlik“ talebini ifade ettiği ve sürekli devrim mantığıyla hiçbir ilişkisinin olmadığı ortadaydı. LIT-CI’ye göre ise “Almanya derhal birleşsin“ sloganının yükseltmesi doğruydu; çünkü bu durumda, “her iki parçadaki Alman işçi sınıfı birleştiğinde, kıtadaki en güçlü proletaryayı oluşturacak; Almanya’da ve Avrupa’da sosyalizm için mücadelede bin kat daha güçlü olacaktı.“[19] Arjantin’de, Stalinistler ile artık neredeyse stratejik ortaklık haline gelmiş olan ittifakını genişleterek iktidarı alma hazırlıkları yapan, SSCB’de ve Doğu Avrupa’da “muzaffer Şubat devrimleri“ ve “kapıya dayanmış Ekim“ hayali gören LIT-CI, “onbinlerce üyeye sahip bir dünya partisi“ olduğunu ilan ettiği “doruk“ noktasında, karşısına dikilen gerçeklik duvarına çarptı. Morenoculuğun, her biri “has Morenocu“ olduğunu ilan eden çok sayıda eğilime bölünmesine

79


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 83

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k ve büyük güç kaybına yol açan bu durum, bu akımın tarihsel birikime ve Marksist kurama dudak bükmesinin bedeliydi. Morenocu enternasyonalizmin ve onun ana partisi MAS’ın Stalinist bürokratik diktatörlüklere paralel çöküşü, bir rastlantı değildi. Bu paralel çöküşlerin ardında, kapitalizmin küresel dinamikleri yatıyordu. Kurulduğu günden başlayarak ulusalcılıkla damgalanan LIT-CI, 1980’lerin sonunda ve 90’ların başında Arjantin’deki gelişmelere ve SSCB ile Doğu Avrupa’da yaşanan altüst oluşlara yanıt verebileceği kuramsal donanımdan, Marksist yöntemden ve işçi sınıfı eksenli enternasyonalist bir perspektiften yoksundu. HHHH Dipnotlar: [1]Alicia Sagra, http://litci.org/en/index.php?option=co m_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [2] Alicia Sagra, http://litci.org/en/index.php?option=co m_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [3] İç Bülten LST (Fransa) No. 4, syf. 5 [4] LIT-CI, İç Bülten, 20 Ağustos 1982 [5] Alicia Sagra, http://litci.org/en/index.php?option=co m_content&view=article&id=1647&Ite-

80

mid=3 [6] Aktaran R Munck, Latin America: The Transition to Democracy, London 1989, syf. 107. [7] “Projet de document national” (15 Eylül 1982), akt. İç Bülten LST (Fransa), No 5, 1982, syf. 9 [8] Projet de document national” (15 Eylül 1982), akt. İç Bülten, LST (Fransa), No 5, 1982, syf. 12 [9] Projet de document national” (15 Eylül 1982), akt. İç Bülten, LST (Fransa), No 5, 1982, syf 12 [10] Solidaridad Socialista 22 Nisan 1983 [11] Solidaridad Socialista 22 Nisan 1983 [12] Solidaridad Socialista 22 Nisan 1983 [13] MAS İç Bülten No. 27, 4 Kasım 1983 [14] Tribune Ouvrière, 20 Mayıs 1983, syf 4 [15] Tribune Ouvrière 17 Ekim 1983, syf. 4 [16] MAS İç Bülten No. 27, 4 Kasım 1983, syf. 1 [17] Tribune Ouvrière 30, 29 Kasım 1985, syf. 20 [18] Alicia Sagra, http://litci.org/en/index.php?option=co m_content&view=article&id=1647&Itemid=3 [19] Correo Internacional, No. 44, syf. 17


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:34 Page 84

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

TopLums aL e ş İ t l İ k

Stalin tarafından ketledilişinin 72. yılı

Bilinçli yaşamımın kırk üç yılı boyunca bir devrimci olarak kaldım; bunun kırk iki yılında Marksizmin bayrağı altında mücadele ettim. Her şeye yeni baştan başlamam gerekseydi, elbette ki şu ya da bu hatadan sakınmaya çalışırdım, ancak yaşamımın ana ekseni değişmeden kalırdı. Bir proleter devrimci, bir Marksist, bir diyalektik materyalist ve dolayısıyla uzlaşmaz bir ateist olarak öleceğim. İnsanlığın komünist geleceğine olan inancım, gençlik yıllarımda olduğundan daha az ateşli değil; aslında bugün çok daha sağlam.. Nataşa az önce avlu penceresinin önüne geldi ve havanın odama rahatça girebilmesi için camı biraz daha açtı. Duvarın dibindeki parlak yeşil çimen şeridini ve duvarın üzerinden açık mavi gökyüzünü ve her yerde güneş ışığını görebiliyorum. Yaşam güzel. Gelecek kuşaklar onu bütün kötülüklerden, baskılardan ve şiddetten arındırsınlar ve tadını doyasıya çıkarabilsinler.


deneme6_Layout 1 25.07.2012 17:33 Page 1

sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için

T op Lu m s a L e ş İ t l İ k

fiyatı 5 TL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.