sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k H
avrupa benzeri görülmedik bir toplumsal kutuplaşma yaşıyor julie hyland H avrupa devletin baskı aygıtlarını güçlendiriyor peter schwarz H belge sınıf mücadelesinin dönüşü ve sosyalist eşitlik partisi’nin görevleri sep (almanya) ulusal kongre kararı H çin ve japon ulusalcılığına karşı çık john chan H balyoz davası ve ulusalcı subayların açmazı yayın kurulu H kürt sorununda “savaş - barış” ikilemi can öykü
öğrenci dosyası H kayıp bir kuşak ve sosyalizm uğruna mücadele andre damon H çin’in çalışma koşulları kötü işyerleri öğrencileri sömürüyor louis Zou H belge toplumsal eşitlik için uluslararası öğrenciler’in ilkeler bildirgesi H küreselleşme ve üniversitelerin dönüşümü yusuf ateşçi H türkiye’de yüksek öğretim ve yök m. özgür demir H özgür emekçiler üniversitesi yayın kurulu H belge toplumsal eşitlik için uluslararası gençlik ve öğrenciler’i inşa et!
ekim 2012 /
8
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
ekim 2012
aylık siyasi dergi sahibi Prinkipo Yayıncılık Ltd. Şti. adına Bahadır Eren
basım yeri:
sorumlu yazı işleri müdürü Halil Çelik
Berdan Matbaacılık Sadık Daşdöğen
yönetim yeri
Davutpaşa Caddesi, Güven İş Merkezi C Blok No: 239-215-216 Topkapı - İstanbul
Murat Reis Mah. Gazi Cad.No:97/B Üsküdar - İstanbul Tel: (216) 418 63 61 e-posta: info@toplumsalesitlik.org www.toplumsalesitlik.org
Tel./faks: (212) 613 12 11 - 613 11 12 e-posta: berdanmatbaa@gmail.com ISSN Numarası: 2146-8230
içindekiler 3
avrupa benzeri görülmedik bir toplumsal kutuplaşma yaşıyor Julie Hyland
43
BELGE: toplumsal eşitlik için uluslararası öğrenciler’in ilkeler bildirgesi
7
avrupa devletin baskı aygıtlarını güçlendiriyor peter schwarz
47
yurt sorunu üzerine orhan cemil
49
BELGE: sınıf mücadelesinin dönüşü ve sosyalist eşitlik partisi’nin görevleri sep’in (psg-almanya) ulusal kongre kararı
dershanelerin kapatılması ve eğitimde özelleştirme m. efe uysal
51
17
çin ve japon ulusalcılığına karşı çık john chan
küreselleşme ve üniversitelerin dönüşümü yusuf ateşçi
57
21
balyoz davası ve ulusalcı subayların açmazı yayın kurulu
türkiye’de yüksek öğretim ve yök m. özgür demir
63
özgür emekçiler üniversitesi yayın kurulu
31
kürt sorununda “savaş - barış” ikilemi can öykü
69
37
kayıp bir kuşak ve sosyalizm uğruna mücadele andre damon
toplumsal eşitlik için uluslararası gençlik ve öğrenciler’i inşa et sep (abd) kongre kararı
9
39
çin’in çalışma koşulları kötü işyerleri öğrencileri sömürüyor louis Zou
ÇAĞRI: savaş hazırlıklarına karşı çık; sosyalist işçi enternasyonalizmini yükselt yayın kurulu
kapak fotoğrafı: Harçları protesto eden Britanyalı öğrenciler Muhafazakâr Parti Genel Merkezi’nin önünde. 10 Kasım 2010
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
mer haba AKP
iktidarı, kapalı oturumda TBMM’den apar topar çıkarttığı “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) yabancı ülkelere gönderilmesi” başlıklı tezkerenin onaylanmasıyla, Batılı emperyalistlerin taşeronu olarak Suriye’deki BAAS rejimine karşı Sünni-İslamcı alt taşeronlar eliyle sürdürdüğü “örtülü” savaşı her an açık askeri işgale dönüştürme “yetkisi” aldı. İşçi sınıfı ve yoksul köylü çocuklarının kapitalist yağma uğruna savaş alanlarında ölmeye ve öldürmeye gönderilmesinin önünü açan bu yasal “yetkiyi” boş bir kağıt parçasına dönüştürmek; bunun için de kitlesel bir seferberlik örgütlemek gerekiyor. Dergimizin basım hazırlıkları tamamlandığı sırada yaşanan bu gelişmeye ilişkin kısa değerlendirmemizi ancak arka kapak içine sıkıştırabildik. Konuya ilişkin güncel gelişmeler üzerine kapsamlı değerlendirmelerimizi, yenilenmiş internet sayfamızda bulabilirsiniz. Küresel sermayenin ve onun emrindeki devletlerin işçi sınıfının yaşam koşullarına yönelik kapsamlı saldırısı, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, bütün dünyada artarak sürüyor. Bu saldırıların en yoğun yaşandığı yer ise çöküşün eşiğindeki Avrupa Birliği (AB). Julie Hyland, “Avrupa benzeri görülmedik bir toplumsal kutuplaşma yaşıyor” başlıklı yazısında, krizin ve AB içinde uygulanan ekonomik politikalarının Almanya ile Britanya’daki doğrudan toplumsal sonuçlarını gözler önüne seriyor. Avrupa burjuvazisinin küresel krizle birlikte temellerinden sarsılan AB’yi kurtarma çabası, kuşkusuz, krizin faturasını işçi sınıfına ödetmeyi amaçlayan kemer sıkma önlemlerinden ibaret değil. Peter Schwarz, Avrupa’da son dönemde yoğunlaşan İslam karşıtı kampanyayı değerlendirdiği “Avrupa baskıcı devlet aygıtlarını güçlendiriyor” başlıklı yazısında, sermayenin “işçi sınıfını bölmek, emperyalist savaş karşıtı muhalefeti bastırma, sağcı güçleri kışkırtma ve artan toplumsal gerilimleri gerici, ırkçı kanallara yönlendirme” amacını gözler önüne seriyor. Schwarz’ın yazısını, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (PSG-Almanya) “Sınıf mücadelesinin dönüşü ve Sosyalist Eşitlik Partisi’nin görevleri” başlıklı ulusal kongre kararı izliyor. Bu kararda, PSG’nin, küresel krizin Avrupa’daki ve Almanya’daki toplumsal-siyasi sonuçlarına ilişkin değerlendirmesini ve sosyalist-enternasyonalist perspektifini bulabilirsiniz. İç politikaya gelince... Eylül ayı içinde Türkiye’de yaşanan en önemli gelişmelerden biri, belki de en önemlisi, “Balyoz Davası”nda kararın açıklanmasıydı. Burjuva hukukunun -sözde Türkiye’de de geçerli olan- en temel kurallarının ayaklar altına alındığı bu dava, AKP’nin ikinci iktidar döneminde yoğunlaşan “reformlar” yoluyla rejim değişikliği çabasında önemli bir adımı ifade ediyor. Bu davaya ilişkin değerlendirmemizi, “Balyoz Davası ve ulusalcı subayların açmazı” başlıklı yazımızda bulabilirsiniz. Can Öykü’nün “Kürt sorununda ‘savaş - barış’ ikilemi” başlıklı yazısı ise geçtiğimiz ay yoğunlaşan PKK saldırılarından ve TSK’nin yoğunlaşan operasyonlarından hareketle, Kürt sorununda gelinen noktayı değerlendiriyor. Öykü’nün yazısı, sorunun burjuva liberal çözümü yönündeki çabaların karşısına enternasyonalist sosyalist bir perspektif sunuyor. Yeni öğretim yılının başlaması nedeniyle, dergimizin bu sayısını ağırlıklı olarak öğrenci gençliğe ve üniversitelere ayırdık. Öğrenci / gençlik dosyasının ilk yazısını, Andre Damon’un “Kayıp bir kuşak ve sosyalizm uğruna mücadele” oluşturuyor.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Damon, yazısında, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 3 Eylül tarihli bir raporundan hareketle, ileri kapitalist ülkelerdeki gençlerin içinde bulunduğu durumu ele alıyor. Louis Zou’nun “Çin’in çalışma koşulları kötü işyerleri öğrencileri sömürüyor” başlıklı yazısı, küresel şirketlerin yerel yöneticilerle el ele Çinli öğrencileri nasıl sömürdüğünü gözler önüne seriyor. Nasıl ki işçiler, kapitalist sömürüye son vermek için uluslararası düzeyde örgütlenmek zorundaysalar, ezici çoğunluğu onların çocuklarından oluşan öğrenciler de aynı şekilde örgütlenmelidir. Bu perspektiften hareketle, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin gençlik örgütü olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Öğrenciler’in ilkeler bildirgesini ve SEP’in (ABD) “Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’i inşa et!” başlıklı ulusal kongre kararını yayımlıyoruz. Dosyamızın Türkiye ayağında, Orhan Cemil’in “Yurt sorunu üzerine” ve M. Efe Uysal’ın “Dershanelerin kapatılması ve eğitimde özelleştirme” başlıklı yazılarının yanı sıra, üç perspektif yazısı yer alıyor. Yusuf Ateşçi, “Küreselleşme ve üniversitelerin dönüşümü” başlıklı yazısında üniversitelerde yaşanmakta olan yapısal değişimin uluslararası ve maddi-ekonomik temellerini sergiliyor. 12 Eylül askeri diktatörlüğü sonrasında kurulan YÖK’ün evriminin ve Türkiyeli yönetici seçkinlerin Cumhuriyet tarihi boyunca uyguladığı yüksek öğretim politikalarının nasıl kapitalist gelişmenin gereksinimleri doğrultusunda biçimlendiğini M. Özgür Demir’in “Türkiye’de yüksek öğretim ve YÖK” başlıklı yazısında bulabilirsiniz. Dosyamızın son yazısı “Özgür Emekçiler Üniversitesi” talebinin genel çerçevesini çiziyor. Son olarak, dergimize ilişkin eleştirilerinizi, önerilerinizi ve katkılarınızı “info@toplumsalesitlik.org” adresimize gönderebileceğinizi; Marksist devrimci bir işçi hareketi oluşturma yönündeki çabalarımıza katkılarınızı beklediğimizi anımsatmak istiyoruz.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
avrupa benzeri görülmedik bir toplumsal kutuplaşma yaşıyor julie hyland ilyon ler, 2,5 m Bu önlem k işsiz ra la smi o insanın re işçilerin olduğu ve nun ücret çoğunluğu ne ve kesintileri z asına maru lm donduru şullarda kaldığı ko ir. gelmekted n gündeme ilyo rak, 3,6 m Resmi ola çocuğun dolayında dığı inde yaşa yoksuluk iç iyor. kabul edil
İngilizce özgün metin için bkz. http://www.wsws.org/articles/2012/sep2012/pers-s28.shtml
D
ev tüketim malları şirketi Unilever, “üçüncü dünya”daki pazarlama stratejisini Avrupa’da uygulamaya başlayacağını açıkladı. Bu, şimdi kıtayı kaplayan artan toplumsal eşitsizliğin anlamlı bir ifadesidir. Şirketin Avrupa’daki faaliyetlerinin başındaki Jan Zijderveld, açıkça, bu kararın “yoksulluk Avrupa’ya geri döndüğü” için alındığını belirtti. Grup, Avrupa piyasası için, Asya’da ve Afrika’da olduğu gibi, daha küçük, daha ucuz paketler halinde mal üretmeye başlayacak. Zijderveld, “Biz Endonezya’da tek kişilik şampuan paketlerini iki ya da üç Cente satıyor ve iyi para kazanıyoruz” dedi ve ekledi: “Biz bunu nasıl yapacağımızı biliyoruz ama Avrupa’da krizden önceki yıllarda unutmuştuk.” Unilever bu stratejiyi, Troyka (Avrupa Birliği, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Merkez Bankası) tarafından çok ağır kemer sıkma önlemlerine hedef seçilmiş olan Yunanistan’da ve İspanya’da şimdiden benimsedi. Troyka’nın kitlesel zorluklara yol açan kemer sıkma politikaları bu ülkelerdeki ekonomik krizi yalnızca derinleştirdi. Yunanistan’da ve İspanya’da gençler içindeki işsizlik oranı, sırasıyla yüzde 53,8 ve yüzde 52,9. Ama kitlesel yoksulluk kesinlikle güney Avrupa ile sınırlı değil. Britanya’daki ve Almanya’daki duruma ilişkin son günlerde açıklanan iki rapor, Avrupa’ nın “çekirdeğindeki” keskin toplumsal kutuplaşmayı gözler önüne seriyor. Mali Araştırmalar Enstitüsü (Institute for Fiscal Studies-IFS) ile Ekonomik Araştırmalar Enstitüsü (Institute for Economic Research-IER) tarafından hazırlanan “Büyümeden kim kazanıyor?” başlıklı rapor, Britanya’daki düşük ve orta gelirli hane halklarının yaşam standartlarının, ülkenin şimdiki çift dipli durgunluktan çıkmayı başarması durumunda bile, gelecek sekiz yıl içinde keskin bir biçimde gerileyeceğini tahmin ediyor. Bu hane halklarının gelirlerinde 2020’ye kadar yüzde 15 gerileme yaşanacak. Bu süre içinde, yıllık 22.900 Pound gelire sahip orta gelirli bir aile, gelirlerinde yüzde 3 gerilemeye tanık olurken, şimdi yılda 10.600 Pound gelirle zarzor yaşayan tipik bir düşük gelirli ailenin net geliri, bu on yılın sonunda gerçek rakamlarla 9.000 Pound’a düşecek. Zenginlerin yaşam standartlarında ise yükselme yaşanacak. Raporun 2020’ye kadarki yıllık büyüme oranını yüzde 1,5 ile 2,5 arasında kabul ettiği ve harcamalarda daha fazla kısıntı yapılmayacağını varsaydığı düşünülürse, geleceğe dönük tahminler çok daha tahrip edici. Gerçekten de durum çok daha kötü olacak gibi görünüyor. Muhafazakâr-Liberal Demokrat koalisyon, son olarak, sosyal yar-
3
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Nüfusun en zengin yüzde 10’luk kesiminin toplam servetten aldığı pay 1998’de yüzde 45’ten 2008’de yüzde 53’e çıkmış durumda. Toplam hane halklarının yarısı ise toplam servetin yalnızca yüzde 1’ini alıyor.
Onbinlerce insanın sokaklarda, metro ve tren istasyonlarında ve yaşaması, son yirmi yıl içinde, AB’nin en zengin ülkelerinde bile sıradan bir olgu haline geldi.
4
dımlara daha fazla saldırmayı planladığının işaretlerini verdi. [Maliye Bakanı] George Osborne’un sosyal yardımlarda, halen sürmekte olan 18 milyar Poundluk kesintiye ek olarak 10 milyar Poundluk bir kesinti daha açıklaması bekleniyor. Bu önlemler, resmi rakamlara göre 2,5 milyon insanın işsiz olduğu ve işçilerin çoğunluğunun ücret kesintilerine ve dondurulmasına maruz kaldığı koşullarda gündeme gelmektedir. Resmi olarak, 3,6 milyon dolayında çocuğun yoksulluk içinde yaşadığı kabul ediliyor. Bu yılın başlarında yayımlanan bir araştırma, beş öğretmenden dördünün, öğrencilerin okula yiyeceksiz geldiğini bildirdiğini gösteriyor. Buna karşılık, bu yılki Sunday Times Zenginler Listesi, en zengin bin kişinin toplam servetinin 414.260 milyar Pound’a yükseldiğini ortaya koyuyor. Almanya Çalışma Bakanlığı tarafından hazırlanmış dört yıllık Servet ve Yoksulluk Raporu, genellikle Avrupa’nın biricik ekonomik başarı hikayesi olduğu iddia edilen bu ülkede
zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun derinleştiğini gösteriyor. Nüfusun en zengin yüzde 10’luk kesiminin toplam servetten aldığı pay 1998’de yüzde 45’ten 2008’de yüzde 53’e çıkmış durumda. Toplam hane halklarının yarısı ise toplam servetin yalnızca yüzde 1’ini alıyor. Rapor, nüfusun yaklaşık yüzde 16’sının yoksulluk “tehdidi” altında olduğunu belirtiyor: “Artık tam zamanlı çalışsa bile tek kişilik hane halkını doyurmaya yeterli olmayan saat ücretleri, yoksulluk riskini arttırıyor ve toplumsal bütünlüğün altını oyuyor.” Bu iki rapor kimi medya çevrelerinden kaygılı bir karşılık aldı. Britanya’daki Observer gazetesi, “Britanya’nın bu kutuplaşmasını önlememiz gerek” yorumunu yaptı. Gazete şu uyarıda bulundu: “Bu kutuplaşma ve halihazırda mücadele eden orta [sınıf] Britanya’nın içinin boşalması, tek tek yurttaşlar, siyasi yapı ve toplumsal bütünlük için; Birleşik Krallık’ın gelecekteki sağlığı, serveti ve refahı için zararlıdır. Bunun olmasına izin verilmemelidir.”
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Alman Çalışma Bakanlığı’nın raporuna tepki gösteren Frankfurter Rundschau gazetesi, zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun, servetin “aşağıdan yukarıya doğru yeniden dağıtılması”nın sonucu olduğunu belirtti. İyileştirici adımların atılmaması durumunda bir sonraki raporun servet uçurumunun çok daha büyüdüğünü göstereceğini öngören gazete şunları yazdı: “Toplum zenginin daha fazla zenginleşmesini daha ne kadar hoşgörebilir? Bu sorunun yanıtını hiç kimse bilmiyor.” Bununla birlikte, her iki gazete de şikâyetleri bir yana, herhangi bir çözüm yoluna sahip değil. Frankfurter Rundschau, bir çaresizlik havası içinde şunları yazdı: “Herhangi bir çözümümüz olmadığına göre onları bulmamız gerekiyor. Çalışmak, denemek zorundayız.” Observer, “yeni bir toplumsal sözleşBu, “toplum”un me üzerine ulusal tartışma” önerdi bu durumu daha ne ama bu, “mesleki eğitim, çocuk bakadar kımı ve geçindirebilecek bir ücret” gibi “hoşgörebileceği” belirsiz ve asgari önerilerden ibaretsorunu değil; işçi tir. sınıfının onu Bu tür çağrılar, iflas etmiş oldukları değiştirmek için ne kadar anlamsızdır. Onlar, Avrupa çayapabileceği ve ne pında bir toplumsal karşı devrim geryapması gerektiği çekleştirmek için kendi yarattığı küresel ekonomik krize sarılmış olan meselesidir. Bütün Avrupa’ya dadanan yönetici seçkinlere yönelmektedir. felaketin tek gerçek Bu arazi yakma stratejisinin başını çözümü işçi sınıfının Alman ve Britanya burjuvazileri çekibağımsız eyleminde yor ve bu strateji -son raporların açığa çıkardığı gibi- Güney Avruve programında pa’da olduğu gibi bu iki ülkedeki işyatmaktadır.
H
çilere de uygulanıyor. Observer ve Frankfurter Rundschau bunun büyük sınıf çatışmalarına ve toplumsal patlamalara davetiye çıkardığı konusunda haklı. Ama onların sınıfsal gerilimleri görmeleri ve kimi iyileştirici önlemler almaları için egemen seçkinlere yaptıkları çağrılar dikkate alınmamaktadır. Egemen seçkinler ve onların siyasi temsilcileri her türlü toplumsal reform düşüncesini reddetmiştir. İster muhafazakâr isterse liberal ya da sosyal demokrat olsunlar, onlar yüzlerini süper zenginlere dönmüş ve bir sınıf savaşı politikası benimsemiş durumdalar. Sendikalar tarafından denetlenen ve polis şiddeti ile devlet baskısı eliyle desteklenen şimdiki Avrupalı “toplumsal model”, sınırsız bir yoksullaştırmadır. Bu, “toplum”un bu durumu daha ne kadar “hoşgörebileceği” sorunu değil; işçi sınıfının onu değiştirmek için ne yapabileceği ve ne yapması gerektiği meselesidir. Bütün Avrupa’ya dadanan felaketin tek gerçek çözümü işçi sınıfının bağımsız eyleminde ve programında yatmaktadır. Mali oligarşinin ekonomik ve toplumsal yaşam üzerinde uyguladığı mutlak güç, yalnızca kapitalizmin devrilmesi ve Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri uğruna mücadelede sosyalist politikalar üzerine kurulu işçi hükümetlerinin oluşturulması için işçi sınıfı tarafından verilecek bilinçli, devrimci bir mücadele eliyle kırılabilir.
HHHH
wsws.org
H
toplumsalesitlik.org
5
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k İşçi bulma kurumlarının önündeki kuyruklar artık sokaklara taşıyor...
avro bölgesinde işsizlik rekor seviyede Avrupa Birliği’nin istatistik kurumu olan Eurostat’ın açıkladığı verilere göre Avro bölgesinde işsizler ordusuna 34 bin kişi daha katıldı. Eurostat, bu yeni işsizlerle birlikte Avro bölgesindeki işsizlik oranını yüzde 11,4 olarak açıkladı. Bu rakamlara göre, daha önce 18 milyon dolayında olan işsiz sayısı 25,5 milyonu bulmuş oldu. Avrupa’daki en yüksek işsizlik oranı %25,1 ile İspanya’da görülürken, en düşük işsizlik oranı da yüzde 4,5 ile Avusturya’da kaydedildi. Bu dönemde Almanya’daki işsizlik oranı ise yüzde 5,5 oldu.
nomik krizi yakıcı şekilde hisseden ülkelerdeki oranlar ise oldukça çarpıcı. İspanya’da yüzde 52,9 olan gençler arasındaki işsizlik oranı, Yunanistan’da yüzde 50. Başta İspanya ve Yunanistan olmak üzere, bütün AB yönetimleri kamu harcamalarını kısıp vergi yükünü arttırarak cari açıklarını kapatmaya çalışıyor. Bu da bir yandan ücretlerin düşmesini beraberinde getirirken, diğer yandan artan vergilerle beraber işçi ve emekçilerin cebinden daha fazla para çıkması anlamına geliyor. Özetle, kapitalizm inİşsizlik gençleri vuruyor… sanları açlığa ve yoksulluğa Bölge genelinde 25 yaş altı sürüklemeye devam ediyor. gençlerin işsizlik oranı yüzde HHHH 22,8 olarak açıklanırken, eko-
Yunanistanlı işsiz emekçiler AB egemenlerinin kemer sıkma programına karşı mücadelenin en aktif kesimini oluşturuyor...
6
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
müslümanların protestolarına karşılık olarak
avrupa devletin baskı aygıtlarını güçlendiriyor peter schwarz ıtı İslam karş nların “Müslüma adlı film, ti“ Masumiye a ğu Asya’d Güneydo a’dan Endonezy ika’daki Kuzey Afr adar bir Tunus’a k yol rtınasına protesto fı açtı.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/s ep2012/pers-s26.shtml
İ
slam karşıtı “Müslümanların Masumiyeti“ adlı film, Güneydoğu Asya’da Endonezya’dan Kuzey Afrika’daki Tunus’a kadar bir protesto fırtınasına yol açtı. Protestoların boyutu, onların basitçe dinci fanatik bireylerin saçmalıklarına bir yanıt olmadığını; etkilenen ülkeleri savaşa sürüklemiş, onların halklarını aşağılamış ve ucuz işgücü olarak sömürmüş olan ABD ile onun Avrupalı müttefiklerine yönelik yaygın kitlesel muhalefetin bir ifadesi olduğunu göstermektedir. Irkçı provokasyonlara karşı düzenlenen gösterileri bastırıp kendi devlet aygıtlarını güçlendiren Avrupalı egemen çevreler, bu protestolara, İslam karşıtı propagandayı düşünceyi açıklama özgürlüğü adına savunarak yanıt verdiler. Bunun en çarpıcı örneği, Charlie Hebdo adlı hiciv dergisi tarafından yayımlanan küçük düşürücü Muhammed karikatürlerine karşı bütün protestoların hükümet tarafından yasaklandığı Fransa’dır. Devlet gücünün bu şekilde takviyesi bütün işçi sınıfına yöneliktir. Egemen sınıf şiddetli sınıf mücadeleleri beklentisi içinde. Avro krizi yoğunlaşır ve yeni bir ekonomik gerileme dalgası hız kazanırken, Avrupa’ daki toplumsal çelişkiler ve gerilimler hızla artıyor. Fransız hükümeti düşünceyi ifade özgürlüğünü savunma yönünde davrandığını iddia etmekte ama bu hakkı, karikatürler tarafından rencide edildiğini ve aşağılandığını hissedenler için yok sayarken, yalnızca bu hiciv dergisine tanımaktadır. Düşünceyi ifade özgürlüğü, diğer ülkelerde de küçük düşürücü karikatürleri haklı göstermek için kullanılıyor; bu arada, onlara karşı protestolar suç ilan ediliyor. Almanya’da, yazar Günter Wallraff, “medyayı dinci karikatür yağmuruna tutma” çağrısında bulundu. Wallraff, Tagesspiegel gazetesine, “eğer süper-doyum sözümona dine hakaret eden karikatürlerle ve yazılarla sistematik olarak gerçekleşiyorsa, olması gerektiği gibi, basını, sanatı ve düşünceyi ifade özgürlüğünü güçlendirmek ve demokratik pozisyonların açık bir savunusu için işe yarayabilir” dedi. Wallrath şöyle sürdürdü: “Danimarkalı karikatürcü Kurt Westergaard’ ın olayında asıl önemli olan şey, diğer medyanın onun karikatürlerini yeniden yayımlamaya karar vermesiydi.” Westergaard, sağcı Danimarka gazetesi Jyllands Posten’in 2006’da Müslümanları provoke etmek amacıyla yayımladığı kötü ünlü Muhammed karikatürlerinin çizerlerinden biridir. Wallraff bir zamanlar toplumsal-eleştirel araştırmacı gazeteciliğinden dolayı ün kazanmıştı. Bugün o, Alman Hristiyan Demokrat önder Angela Merkel ve diğer gericiler ile ittifak halinde bulunuyor. Merkel Westergaard’ı iki yıl önce Avrupa Medya Ödülü ile onurlandırmıştı. Ödül töreninde, şimdiki Almanya Cumhurbaşkanı sağcı Joachim
7
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Emperyalistlerin körüklediği “barış” ve “refah” hayalleri yerlerini yıkıcı bir yoksulluğa ve savaş tehlikesine bırakırken, birkaç yıl öncesinde bölge ülkeleri arasında kurulmuş olan her türden ekonomik siyasi ve kültürel ilişkiler çöktü. Suriye’de yaşananlar, kapitalizmin barış, istikrar ve refah gibi kavramlarla bağdaşmazlığının en son kanıtıdır.
8
Gauck bir konuşma yapmış ve ödülü, “sağlam, dürüst ve cesur durmak için herkese yönelik bir çağrı“ olarak betimlemişti. Dünya Sosyalist Web Sayfası’nın 2006’ da yazmış olduğu gibi, “Müslümanların duyarlılıklarını aşağılamayı ve tahrik etmeyi amaçlayan bu kaba karikatürler siyasi bir provokasyondur“ ve onların “basın özgürlüğüyle ya da laikliğin savunusuyla herhangi bir ilişkileri“ yoktur. (Bkz: “European media publish anti-Muslim cartoons: An ugly and calculated provocation”). Aynı savdan, yani düşünceyi açıklama özgürlüğünden hareketle, Nazi paçavrası Der Sturmer’da yayımlanan Musevi düşmanı karikatürler de savunulabilir. Altı yıl önce Jyllands-Posten karikatürlerini yeniden yayımlamış olan Charlie Hebdo tarafından yayımlanan son karikatürler, Müslümanların başörtüsünün Fransız okullarında yasaklanması, Almanya’da İslam karşıtı yobazlığın Thilo Sarrazin tarafından yayılması ve bu ülkede sünnetin yasaklanması konusunda yaşanan en son tartışma biçiminde Müslümanlara yönelen ırkçı kampanya ile benzerlikler taşımaktadır. Müslümanların bütün dünyada hissettiği öfkeyi anlamak için Müslüman olmak gerekmiyor. Yıllarca savaşlara sürülmüş, insansız uçakların saldırılarına hedef olmuş ve emperyalist devletler tarafından aşağılanmmış biri, Batı demokrasisinin ve uygarlığının değerlerini savunduğunu iddia eden bir medya tarafından basılan ırkçı karikatürleri elbette üzerine alacaktır. Bu İslam karşıtı kampanyanın amacı işçi sınıfını bölmek, emperyalist savaş karşıtı muhalefeti bastırmak, sağcı güçleri kışkırtmak ve artan toplumsal gerilimleri gerici, ırkçı kanallara yönlendirmektir. Bu, neo-faşist Ulusal Cephe’nin önderi tarafından Fransız gazetesi Le Monde’ a verilen uzun bir röportajda açıkça sergilendi. Marine Le Pen, hükümetteki
Sosyalist Parti tarafından Müslümanlara karşı uygulanan sıkı önlemleri, düşünceyi ifade ve basın özgürlüğüne ve aynı zamanda Fransız cumhuriyetinin ilke ve değerlerine bir destek olarak betimleyerek savunmaktadır. Laikliğin ve özgürlüğün yalnızca güçlü bir devlet eliyle savunulabileceğini ileri süren ve “devletin sağlamak zorunda olduğu koruma”dan söz eden Le Pen, Le Monde’a, “otoriteye ihtiyaç var” diyor. Bu bakış açısının mantıksal sonucu, yalnızca İslami değil aynı zamanda Musevilere ait simgelerin de yasaklanması gerektiğidir. Le Pen okullarda Müslüman ve Musevi inançlarına uygun yemekler hazırlanmasının önüne geçilmesini ve hem İslami başörtüsünün hem de Musevi takkesinin alenen takılmasının yasaklanmasını istemektedir. İslam karşıtlığı, Musevi karşıtlığının ikiz kardeşi haline gelmekte ve aynı amaca hizmet etmektedir: geriliğin, etnik gerilimlerin ve dinsel düşmanlıkların kışkırtılması. Küçük düşürücü Muhammed karikatürlerine karşı çıkılması, Almanya’da toplumsal bir çalkantıdan korkan hükümet partilerinde yer alan kimilerinin talep ettiği türde bir yasağı desteklemek anlamına gelmez. Bu sağcıların bir kısmı, geçmişte kilise gericiliğinin iğrenç silahı işlevini görmüş olan tanrıya ve kutsal şeylere hakaret maddesinin yeniden Ceza Yasası’na konmasını bile savundular. Bu, Muhammed karikatürlerinin savunucuları tarafından talep edilen devlet aygıtının güçlendirilmesinin diğer yüzüdür. Irkçılığa karşı mücadele ve demokratik hakların savunusu, işçi sınıfının sosyalist bir program temelinde bağımsız seferberliği ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Siyasi ve dinci gericiliğin zeminini, yalnızca işçi sınıfının kapitalist sömürüye, baskıya ve savaşa karşı mücadele içinde bütün ulusal ve etnik sınırları aşan birliği ortadan kaldıraHHHH bilir.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k sosyalist eşitlik partisi’nin (almanya) ulusal kongre kararı
sınıf mücadelesinin dönüşü ve sosyalist eşitlik partisi’nin görevleri BELGE isi Eşitlik Part l Sosyalist sa lu u ), anya (PSG-Alm 4 -2 i 22 kongresin 2 01 2 n Hazira e e Berlin’d d n ri tarihle i k e d re ong topladı. K vrupa rA tartışmala zi ve ondan kri in n Birliği’ an siyasi n la k kayna zerinde görevler ü u .B yoğunlaştı ongre’de oy K , a d ız sayım bul edilen a k le iy birliğ in cadelesin “Sınıf mü t s li a y s o eS dönüşü v in n i’ is Eşitlik Part şlıklı ikinci ba “ ri le v göre . ımlıyoruz kararı yay
1.
Dünya kapitalizminin mali ve ekonomik krizi, dördüncü yılında, Avrupa’da odaklandı. Avro ve Avrupa Birliği (AB) çöküşle karşı karşıyadır. Avro’nun ve AB’nin başarısızlığı da, Almanya’nın II. Dünya Savaşı’ndan bu yana sergilediği ve onun ABD’nin koruması altında dünya çapında iş yapmasını, ticaretini ve üretimini genişletmesini, bir iç piyasa olarak Avrupa’ya bel bağlamasını mümkün kılan siyasi ve ekonomik gelişmesine zemin oluşturan çerçevenin parçalanmasına işaret etmektedir. Alman ekonomisinin üretim kapasitesi, aynı 1930’larda olduğu gibi, onun Aşil topuğudur. O, dışsatıma olan bağımlılığından dolayı küresel ekonomik krizler ve emperyalist devletler arasındaki gerilimin artması karşısında fazlasıyla duyarlıdır. Bu, savaş sonrası dönemde sınıf çelişkilerini hafifleten toplumsal uzlaşma politikasının altını oymakta ve keskin sınıf mücadelelerini yeniden gündeme getirmektedir. Bütün Avrupa’yı kendi talimatlarına tabi kılmaya kalkışan Alman yönetici sınıfı krize artan bir saldırganlıkla tepki göstermektedir. Alman askerlerinin Avrupa’yı enkaza çevirmesinden neredeyse 70 yıl sonra, Hristiyan Demokrat Birlik’in (CDU) parlamento grubunun önderi Volker Kauder, kibirli bir şekilde, “Şimdi Avrupa’da yeniden Almanca konuşuluyor” diye ilan etmektedir. Böylece, geçmişin çözülmemiş bütün sorunları yeniden ortaya çıkıyor. Berlin’in Avrupa’nın borç krizini çözmek yerine acımasız kemer sıkma önlemlerini dayatması Avrupa Birliği’ni parçalıyor. O, toplumsal çelişkileri keskinleştirmekte, bütün ulusları yıkıma sürüklemekte ve ulusal gerilimleri kızıştırmaktadır. Almanya, geçtiğimiz yüzyılda -önce II. Wilhelm’in ardından da Hitler’in yönetiminde- iki kez Avrupa’nın efendisi olmaya kalkışmıştı. Her iki çaba da savaşla ve barbarlıkla sona erdi. Avrupa’yı yeniden Alman egemenliğine tabi kılma çabası yalnızca yeni bir felakete yol açabilir. Avrupa politikalarının açmazı uluslararası politikalardaki açmazla birleşiyor. Alman emperyalizmi , Avrupa’daki merkezi konumundan, enerji dışalımına bağımlılığından ve pazarlara olan gereksiniminden kaynaklanan dezavantajlarının üstesinden gelmek için defalarca saldırgan savaşlara başvurmuştur. Çelişkiler şimdi bir kez daha yoğunlaşıyor. Almanya’nın geleneksel Batı yönelimi, ülkenin Rusya’ya olan enerji bağımlılığı ve Doğu ile genişleyen ticareti dolayımıyla, giderek daha fazla zorlanıyor. 2009’dan bu yana, Çin, asıl olarak oradan yapılan dışalımdan dolayı Almanya’nın AB dışındaki en önemli ticaret ortağı olmuştur. Çin, bu yıl da Almanya’nın en önemli dışsatım pazarı olarak ABD’yi geride bırakacak. Almanya’nın Çin’e yaptığı 85 milyar Avroluk dışsatım,
2.
3.
* Partinin Almanca adı olan Partei für Soziale Gleichheit’ın kısaltması “PSG”
9
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ABD’ye olan dışsatımını (78 milyar Avro) önemli ölçüde geçecek. Alman dışsatım hamlesi Hindistan’ın ve Brezilya’nın yükselmesiyle de hızlanıyor. ABD ile olan siyasi ve askeri bağlar ile Rusya’ya ve Çin’e ekonomik yönelim arasındaki çelişki Alman burjuvazisini bölmüş ve bütün siyasi partileri kesmiş durumda. Aynı zamanda otomobil ve Artan toplumsal yoksunluk enerji sanayilerinin sözcüsü ile ücretlere, emekli olarak Rusya ve Çin ile uzmaaşlarına ve sosyal laşma yönünde ilerlemiş standartlara yönelik olan önceki Başbakan aralıksız saldırılar, şiddetli Gerhard Schröder (Alsınıf mücadelelerinin manya Sosyal Demokrat Partisi-SPD), görevinden habercisidir. Mevcut 2005’ te erkenden çekilgörünümün altında, mişti. Ama bu erken çeAlmanya’da, bütün kilme meseleyi çözmedi. toplumsal ilişkileri Onun ardılı da aynı ikitemellerinden sarsacak lemle karşılaşmaktadır. ve kapitalizmin alaşağı Başbakan Angela Merkel, edilmesini gündeme 2003’te Almanya’ nın Irak getirecek toplumsal bir savaşına katılmaması yöfırtına patlamak üzere. nünde karar verdiği zaman Schröder’i sert şekilde eleştirmiş olmasına rağmen, 2011’de Rusya’ı ve Çin’i dikkate alarak Libya savaşına katılmayı reddetti. ABD Ortadoğu üzerindeki denetimini ne kadar saldırgan şekilde kurarsa, Rusya ve Çin ile çatışmayı ne kadar kızıştırırsa, Alman burjuvazisi kesinlikle şu ya da bu tarafla işbirliği yapmak zorundadır. Bu, onun ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediği bir karardır. Bununla birlikte, Almanya’nın uluslararası meselelerde söz sahibi olması ve kendi çıkarlarını ileri sürmesi için bir kez daha dişlerini göstermesi ve askeri profilini yükseltmesi gerektiği konusunda, bütün siyasi partiler arasında genel bir anlaşma var. Uzmanlık dergilerindeki makalelerde, ateşli bir biçimde, Almanya’nın bir kez daha nasıl “başı çekebileceği”, kendi geçmişindeki lekeden nasıl kurtulabileceği ve halkın
4.
5.
10
geniş kesimleri içindeki köklü anti-militarizmin üstesinden nasıl gelebileceği tartışılıyor. Yeşiller, 1999 yılında, Yugoslavya’da, Alman ordusunun uluslararası savaş alanlarına dönmesinin kapısını açmışlardı. Alman birlikleri, o zamandan beri, Afganistan’ a, Afrika Boynuzu’na ve dünyanın başka bölgelerine gönderilmektedir. Orduyu yeniden biçimlendirme ve daha iyi bir duruma getirme işi hızla ilerliyor. Batı yönelimi ve Avrupa’nın bütünleşmesi, savaş sonrası dönemin toplumsal uzlaşmasına bir çerçeve sağlamıştı. Küreselleşme, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Çin’in önde gelen bir sanayi gücü olarak yükselmesi bu uzlaşmanın altını oymuştur. Şimdi, Avrupa Birliği’nin dağılmasıyla, öldürücü darbe indiriliyor. Artan toplumsal yoksunluk ile ücretlere, emekli maaşlarına ve toplumsal standartlara yönelik aralıksız saldırılar, şiddetli sınıf mücadelelerinin habercisidir. Mevcut görünümün altında, Almanya’da, bütün toplumsal ilişkileri temellerinden sarsacak ve kapitalizmin alaşağı edilmesini gündeme getirecek toplumsal bir fırtına patlamak üzere. Milyonlarca işçi için, kendileri ve aileleri için temel yaşamsal gereksinimleri karşılamak her geçen gün daha zor hale geliyor. Çalışanların yaklaşık dörtte biri düşük ücretli işlerde çalışıyor. Onların yarısını oluşturan 4,1 milyon insan, saatte 7 Avro’ dan daha az kazanıyor. Fabrikalarda ve bürolarda sürekli ücret indirimleri gerçekleşiyor. İş ve işçi bulma kurumları tarafından yıllardır sömürülmekte olan geçici işçilere ek olarak, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadan parça başı çalışmak üzere istihdam edilen sözleşmeli işçiler ordusunda bir büyüme yaşanıyor. 4,5 milyon dolayında insan, “Harz IV” sosyal yardımlarıyla (ayda 374 Avro artı kira ve ısınma masrafları) yaşıyor.
6.
7.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
PSG
8.
Servet, toplumun diğer ucunda birikiyor. Ayrıcalıklı bir güruh lüks içinde yaşamaktadır. Onların sahip olduğu lüksün ve savurganlığın sınırı yok. 2010 Dünya Servet Raporu, Almanya’da 924 bin milyoner olduğunu hesaplıyor ki bu, bir önceki yıldan 62 bin kişi daha fazladır. 2011’de, Volkswagen’ın CEO’su Martin Winterkorn 17 milyon Avrodan fazla para kazanmış ki bu, aylık 1,5 milyon Avro eder. Onunla emsal yönetim kurulu üyeleri, ayda yarım milyon Avro’nun üstünde para kazanmışlar. Bu zenginleşme çılgınlığı, kendisi de milyonlarca Avroyu cebine indiren IG Metal sendika patronu Berthold Huber başkanlığındaki denetleme kurulunda bulunan dokuz işçi temsilcisi tarafından onaylanmıştır. “Alman modeli” denilen şeyin çekirdeğini, sendikaların, şirketlerin ve devletin sıkı sıkıya bütünleşmesi oluşturmaktadır. Siyasetin şirketlerin yoğun etkisi altında belirlendiği bu yapı, savaş sonrası dönemde yaşam standartlarında sağlanan yükselmeyle bağlantılıydı. O şimdi, sadece yaşam standartlarını geriletmeye ve sınıf mücadelesini bastırmaya hizmet etmek2011’de, Volkswagen’ın tedir. Ta ki bu mücadele CEO’su Martin Winterkorn kendi yolunda şiddetli bir 17 milyon Avrodan fazla şekilde patlayana ve senpara kazanmış ki bu, aylık dika bürokratlarını dehşete 1,5 milyon Avro eder. sürükleyecek şekilde, normal ücret anlaşmazlıkları Onunla emsal yönetim sınırlarını aşıp siyasi iktidar kurulu üyeleri, ayda yarım uğruna mücadele ev- remilyon Avro’nun üstünde sine ulaşana kadar. para kazanmışlar. Bu Yaklaşan sınıf çazenginleşme çılgınlığı, tışmalarının şok kendisi de milyonlarca Avroyu cebine atan IG Metal dalgaları şimdiden hissedilmektedir. Bütün düzen sendika patronu Berthold partileri siyasi çöküşün ileri Huber başkanlığındaki bir aşamasında. CDU ve denetleme kurulunda CSU (Hristiyan Sosyal Birbulunan dokuz işçi temsilcisi lik) siyasi ve bölgesel fay tarafından onaylanmıştır. hatları boyunca bölünme
9.
10.
işareti veriyor. Alman dış politikasını on yıllar boyunca biçimlendirmiş olan Hür Demokrat Parti (FDP), seçimlerde, zaman zaman marjinal bir parti düzeyine düşmektedir. CDUCSU-FDP ittifakı, iktidarını, asıl olarak, Schröder döneminde yaşadığı seçmen ve parti üyesi kaybını hiçbir zaman telafi edememiş olan SPD’nin desteği sayesinde koruyabilmektedir. Joachim Gauck’un Federal Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, son on yılların en gerici olayları; eski Doğu Almanya (Demokratik Almanya Cumhuriyeti-DAC) ile Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki toplumsal kazanımların yıkımı ve bu ülkelerin kapitalist sömürüyle yeniden tanışması sürecinde siyasileşmiş olan bu iki eski Doğu Alman yurttaşı devlete ve hükümete başkanlık etmektedir. Onlar, siyasi dar görüşlülük ile sınırsız komünizm karşıtlığını birleştirmektedirler. Onlar, özgürlüğü ve demokrasiyi kişisel zenginleşmeyle, ayrıcalıkla ve kapitalist sömürüyle eş anlamlı olarak ele alıyorlar. Onların siyasi evrimi, öncelikle, hiçbir zaman işçi sınıfından gelen ciddi bir meydan okuma ile karşılaşmamış olmaları gerçeğiyle belirlenmiştir. Onlar, Alman işçi sınıfına, şimdi Yunanistan halkına karşı sergilediklerine benzer bir acımasızlıkla karşılık verme arayışına gireceklerdir. Demokratik dış görünüm, ekonomik krizin basıncı altında parçalanıyor. Demokratik haklar ayaklar altına alınıyor ve devletin güvenlik ve gözetim aygıtları sürekli olarak reformdan geçiriliyor. Frankfurt’taki Blockupy protestolarının yasaklanmasıyla birlikte, bankaların gücüne karşı çıkmak ilk kez yasadışı ilan edilmiştir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, özellikle Müslümanlara karşı tahrikler biçiminde, sistematik olarak kışkırtılıyor. Thilo Sarrazin’in ırkçı kuramları, önde gelen gazeteler ve dev-
11.
12.
11
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k let televizyonlarındaki sohbet programları tarafından yaygın biçimde tanıtılıyor. Ulusal Sosyalist Yeraltı Örgütü gibi aşırı sağcı katiller devlet görevlileri tarafından korunur ya da ısrarla görmezden gelinirken, NeoNazi gruplar, gizli ajanlar dolayımıyla istihbarat örgütleri tarafından finanse ediliyor ve güçlendiriliyor. Yönetici seçkinler, bu yolla, yeni bir aşırı sağcı siyasi partinin zeminini hazırlıyorlar. Aynı zamanda, dünyanın dört bir yanında toplumsal mücadelelerin artması, kapitalizmin krizinin, dünyadaki temel devrimci güç olan uluslararası işçi sınıfının bilincinde kaydedildiğini gösteriyor. Ama işçilerin kendiliğinden mücadeleleri, ne denli radikal olursa olsunlar, siyasi yönelim ve devrimci önderlik krizlerini çözmez. Eski reformcu partiler ve sendikalar, eski güçlerinden geride kalmış olan ne PSG, ileri görüşlü ve özverili varsa, artan muhalefetin işçileri ve gençleri önünü kesmek ya da onu kazanmaya; onları Troçkist zararsız kanallara akıtmak hareketin tarihsel ve için kullanıyorlar. Büyük sikuramsal Marksist mirası yasi çalkantı dönemlerinde temelinde eğitmeye çalışır. her zaman olduğu gibi, Onlar, işçi sınıfının önceki gelişen kitle hareketlerinin yenilgilerinden ve ilk aşaması, krizin tarihsel kapitalizmin yaşamını boyutu ile mücadeleye sürüklenen kitlelerin varolan sürdürmesinden sorumlu bilinci arasındaki uçurumla olan Stalinizm, sosyal karakterize edilmektedir. demokrasi, sendikalar ve İşçi sınıfı, kendi diğer oportünist eğilimler mücadelelerinde tarafından oynanmış rolü biriktirdiği deneyimlerle; kavramak zorundadırlar. yalnızca işyerindeki doğrudan çatışmalar sürecinde değil ama aynı zamanda, halen Yunanistan’da ve Mısır’da gerçekleşen türde önemli uluslararası sınıf çatışmaları dolayımıyla öğrenir. Bu deneyimleri bilince dönüştürmek, onları genelleştirmek ve sistematik bir siyasi eğitimin temeli haline getirmek önemli bir görevdir. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin kuramsal ve siyasi birikimi, bu girişim için son derece
13.
14.
12
önemli işleve sahiptir. Bu, siyasi durumdaki farklı ve bazen şaşırtıcı değişimlerin dikkatli bir çözümlemesinin ve işçi sınıfı için bağımsız bir perspektif geliştirmenin hareket noktasıdır. PSG’nin görevi, nesnel durumun olgunluğu ile işçi sınıfının siyasi bilinci arasındaki uçurumun üstesinden gelmektir. O bunu, işçi sınıfı içinde bir Marksist kadro eğitimiyle ve yeni, devrimci bir önderliği inşa ederek yapmaktadır. Kapitalist kriz sosyalist bir devrimin nesnel koşullarını yaratmaktadır ama işçi sınıfına iktidarı almada önderlik edebilecek tek güç, onun en önemli kesimleri içinde sağlam bir yer edinmiş, kapsamlı ve gelişkin bir siyasi stratejiye sahip bir partidir. PSG, yokluğunda ciddi, ısrarlı ve başarılı bir mücadelenin mümkün olmadığı bu siyasi perspektifleri geliştirir. Dünya Sosyalist Web Sayfası’nda yayımlanan günlük siyasi çözümlemeler ve perspektifler, bu çalışmada son derece önemli rol oynamaktadır. PSG, ileri görüşlü ve özverili işçileri ve gençleri kazanmaya; onları Troçkist hareketin tarihsel ve kuramsal Marksist mirası temelinde eğitmeye çalışır. Onlar, işçi sınıfının önceki yenilgilerinden ve kapitalizmin varlığını sürdürmesinden sorumlu olan Stalinizm, sosyal demokrasi, sendikalar ve diğer oportünist eğilimler tarafından oynanan rolü kavramak zorundadırlar. Siyasi olarak en bilinçli işçiler, yalnızca 20. yüzyılın stratejik deneyimlerini özümsediklerinde, sınıflarına bağımsız bir siyasi perspektif temelinde önderlik edebilirler. PSG’nin rolü ve işlevi budur. Bu işi sabırla üstlenmekten başka alternatif yoktur. Taktiksel kestirme yollar yoktur. PSG, her koşul altında, kendi devrimci programı uğruna mücadele eder ve işçilere, kapitalizmin yıkılmasından ve iktidarın zaptından başka bir ilerici yol olmadığı gerçeği anlatır.
15.
16.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
PSG
17.
PSG, bu görevi yerine getirmek için bilinçli bir şekilde işçi sınıfına yönelir. Biz, işçilerin ve gençlerin, hükümetin ve şirketlerin saldırılarını püskürtmek amacıyla yaşama geçirdikleri mücadelelerini ve protestoları destekler ve teşvik ederiz. Biz, “günlük mücadele içindeki kitlelerin, günlük talepler ile devrimin sosyalist programı arasında köprü kurmalarına yardımcı olmak için ... verili koşullardan ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin güncel bilincinden hareket eden” ve değişmez bir şekilde “tek bir nihai sonuca, iktidarın proletarya tarafından zaptına” yol gösteren taleplerden oluşan geçiş talepleri programını koyarız (Lev Troçki, Geçiş Programı). Bu talepler, işyerlerinin ve ücretlerin savunusu; güvence altına alınmış bir gelir; iyi ve bütçeye uygun barınma; kaliteli tıbbi bakıma, eğitime ve kültüre ücretsiz erişim; yüksek gelirlilerden daha fazla vergi alınması; servet vergisinin uygulanması gibi toplumsal talepleri içerir. PSG, temel demokratik hakları, özellikle de göçmenlerin ve sığınmacıların haklarını yorulmaksızın savunur; PSG’nin bütün siyasi ve ülke sınırları dışındaki pratik girişimleri işçi sınıfının bütün Alman birliklerinin bağımsız çıkarlarını sosyal geri çekilmesini ve NAdemokrasinin, Sol Parti’nin, TO’nun, orduların ve istihsendikaların ve onların barat örgütlerinin küçük burjuva dağıtılmasını istemektedir. destekleyicilerinin felç edici PSG’nin bütün sietkisinden ayırt etmeyi yasi ve pratik çabası işçi sınıfının bağımsız hedefler. Yönetici sınıfın saldırılarını yaşama geçiren çıkarlarını sosyal demokrasinin, Sol Parti’nin, sendive burjuva düzeni savunan kaların ve onların küçük bu örgütler, bugün, işçi burjuva destekleyicilerinin sınıfının mücadelelerinin felç edici etkisinden ayırt ezilmesinde önemli bir rol etmeyi amaçlar. Yönetici sıoynamaktadırlar. İşçi sınıfı, nıfın saldırılarını yaşama burjuva çıkarların bu geçiren ve burjuva düzeni temsilcileriyle uzlaşma savunan bu örgütler, yoluyla elleri bağlanmışken, bugün, işçi sınıfının mücasosyalist bir program delelerinin ezilmesinde uğruna mücadele edemez. önemli bir rol oynamakta-
18.
dırlar. İşçi sınıfı, burjuva çıkarların bu temsilcileriyle uzlaşma yoluyla elleri bağlanmışken, sosyalist bir program uğruna mücadele edemez. SPD, kriz dönemlerinde sıkça olduğu gibi, burjuva düzenin en önemli dayanaklarından biri haline gelmiştir. Birçok konuda bölünmüş olan federal hükümet, iktidarını yalnızca SPD’nin desteği sayesinde sürdürmektedir. SPD, I. Dünya Savaşı’nı desteklediği ve Alman emperyalizmiyle bütünleştiği 1914’te Marksist geçmişinden kopmuştu. O, Weimar Cumhuriyeti sırasında burjuva devletin belkemiğiydi. SPD, I. Dünya Savaşı sonrasındaki işçi ayaklanmalarını bastırdı ve işçi sınıfının Nazilere karşı seferber edilmesine karşı çıkarak, Hitler’in zaferine belirleyici şekilde katkıda bulundu. SPD, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Stalinizm'in suçları ve savaş sonrası hızlı büyüme sayesinde yeniden güç kazanmıştı. 1960’ların sonlarında, şiddetli iş anlaşmazlıkları ve öğrenci isyanları kapitalist düzeni sarstığı zaman, FDP, SPD’nin çoğunluğu elde etmesine yardımcı olmuş ve Willy Brandt, bir yandan toplumsal ödünler verirken, aynı zamanda sosyalistlerin çeşitli meslekleri yapmasını yasaklayarak (Meslek Yasakları) durumu kontrol altına almıştı. SPD ve sendikalar, DAC’deki Stalinist rejim eş zamanlı olarak Doğu Alman işçilerini kontrol altında tuttuğu için, Batı Alman işçi sınıfına egemen olabildi. Her iki bürokrasi de -farklı taraflardan da olsa- Sovyetler Birliği’nde, Doğu Almanya’da ve Doğu Avrupa’da “reel sosyalizm” olduğu yalanının propagandasını yaptılar. DAC’ deki Stalinist bürokrasi, sosyal demokrat bürokrasinin komünizm karşıtlığına koz sağlayacak şekilde, işçilerin her türlü bağımsız hareketini ve demokratik eylemini sosyalizm adına bastırdı. 1945’ten sonra, hem
19.
20.
13
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Almanya Komünist Partisi (KPD) hem de SPD, işçilerin kendiliğinden sosyalist özlemlerine karşı koydu. Doğu Alman yönetimi, kapitalist mülkiyeti, yalnızca Soğuk Savaş’a yanıt olarak kamulaştırdı; ardından da 17 Haziran 1953 işçi ayaklan- masını bastırdı. KPD ile SPD’nin sıradan üyelerinin savaştan sonra DAC’de yaşama geçirmeye çalıştığı sosyalist idealler işçi sınıfının siyasi baskı altında tutulmasıyla itibarsızlaştı- rılırken, bu kamulaştırmalar, işçi sınıfının toplumsal konumunu güçlendirdi. Doğu Almanya’daki rejim Bugün, SPD’nin sözlüğünde, Stalin’in suçlarına ve Doğu “reform” sözcüğü artık Alman işçilerini diğer ülkeişçilere verilen toplumsal lerdeki kardeşlerinden koödünler değil; bütün partan ve nihayet 1989’da ödünlerin iptal edilmesi kapitalizmin restorasyoanlamına geliyor. SPD, nuna giden yolu hazırlayan Brandt döneminden bu ulusalcı “tek ülkede sosyayana üyelerinin yarısını lizm” kuramına bel bağlamıştı. kaybetmiş ve işçi sınıfıyla Bugün, SPD’nin bütün ilişkilerini koparmıştır. sözlüğünde, “reSchröder’in SPD-Yeşiller form” sözcüğü artık işçilere koalisyonu hükümetinin verilen toplumsal ödünler Gündem 2010’u, bugünkü değil; daha önce verilmiş tutucu Avrupa hükümetleri olan bütün ödünlerin iptal tarafından, örnek model edilmesi anlamına geliyor. olarak övülmektedir. SPD, Brandt döneminden bu yana üyelerinin yarısını kaybetmiş ve işçi sınıfıyla bütün ilişkilerini koparmıştır. Schröder’in SPD-Yeşiller koalisyonu hükümetinin Gündem 2010’u, bugünkü tutucu Avrupa hükümetleri tarafından örnek model olarak övülmektedir. Schröder-Fischer hükümeti, devasa bir düşük ücret sektörünün ortaya çıkmasının ve Avrupa’daki en küçük birim işçi maliyetleri artışının sorumlusuydu. O, aynı zamanda, savaş sonrası tarihte Alman silahlı kuvvetlerinin ilk uluslararası savaş girişiminden ve “terörle mücadele”nin bir parçası olarak iç güvenlik aygıtının iyileştirilmesinden sorumluydu. SPD, halen Merkel’in Avrupa’daki kemer sıkma önlemlerini destekle-
21.
14
mektedir. O, CDU-CSU ve FDP gibi, büyük şirketlerin ve mali seçkinlerin çıkarlarını savunan sağcı bir burjuva partisidir. SPD, bu yüzden, işçi sınıfı üzerindeki denetimi sürdürme becerisini büyük ölçüde yitirmiştir. Burada, devreye Sol Parti girmektedir. Sol Parti, sosyal demokrat aygıtı yeniden canlandırmaya gayret etmektedir. Willy Brandt’ın siyasi öğrencilerinden Oscar Lafontaine, bu aygıtın ve sendikaların işçi sınıfını denetim altında tutmada ve burjuva düzenin istikrarını korumada taşıdığı önemini öğrenmişti. O, bu bakımdan, Saarbrücken’in belediye başkanı ve Saarland’ ın eyalet başbakanı olarak uzun bir geçmişe sahiptir. Onun Schröder ile bozuşması, Schröder’in SPD’nin bu kapasitesiyle vurdumduymaz bir şekilde oynamasından kaynaklandı. Gündem 2010’a karşı ilk kendiliğinden protestolar geliştiğinde siyasi olarak yeniden aktif hale gelen Lafontaine, bu yüzden, 1999’da SPD’den istifa etti ve hükümetteki görevlerini bıraktı. O sonradan, Batı’ daki bir grup kırgın SPD görevlisini, sendika bürokratını ve eski orta sınıf radikalini (WASG) Doğu Almanya’daki Stalinist devlet partisinin mirasçıları (PDS) ve Doğu’da bu parti tarafından bırakılmış olan mali olarak güçlü aygıt ile birleştirmede inisiyatif aldı. Derinleşen ekonomik kriz, Sol Parti’nin gerçek karakterini hızla açığa çıkarmıştır. O, Almanya’nın doğusundaki belediyelerde ve eyalet yönetimlerinde sosyal ve demokratik hükümleri ortadan kaldırdı. Bu, onun seçim bildirgelerinde mahkum ettiği bir süreçti. Solcu laflar ile sağcı uygulamalar arasında sürekli denge bulma tavrı, Sol Parti içindeki sonu gelmez tartışmaların kaynağıdır. O derinden bölünmüş, önceki seçim başarılarını heba etmiş ve azalan üye sayısı nedeniyle zayıflamıştır. Ama bu
22.
23.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
PSG
durum, yönetici sınıfın onun hizmetine bir kez daha gereksinim duymayacağı anlamına gelmez. Sol Parti -Fransa’daki sol parti, Yunanistan’daki SYRİZA ve diğer ülkelerdeki benzeri hareketler gibi- ne sol ne de kapitalizm karşıtıdır ve kesinlikle devrimci bir parti değildir. O, devlet aygıtı, sendikalar ve orta sınıfın hali vakti yerinde tabakaları üzerinde yükselen burjuva bir örgüttür. Bu tabakalar, kendi varlıklarının hem bankaların kemer sıkma dayatmaları hem de işçi sınıfının devrimci bir saldırısı eliyle tehdit edildiğini anlıyorlar. Bu yüzden onlar, pratikte kapitalizmi, burjuva devleti ve Avrupa Birliği’nin kurumlarını savunur ve işçi mücadelelerini ezmek için sendikalarla birlikte çalışırken, bankalara sövüp saymaktadırlar. Sol Parti, işçi sınıfının bağımsız seferberliğini ne pahasına olursa olsun önlemek istiyor. O, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının değil, onun karşıtlarının safındadır. Sol Parti’ye karşı mücadele, onun saflarında ya da siyasi yörüngesinde faaliyet gösteren küçük burjuva gruplara karşı sistematik bir siyasi ve kuramsal saldırıyı gerektirir. Bu grupların bazıları (SAV-Sosyalist Alternatif, Marx21 ve Pablocu Birleşik Sekreterlik), kendilerini yanlış bir şekilde sosyalist, hatta Troçkist olarak adlandırıyorlar. Onlar, işçi sınıfının bürokratik aygıtlara tabi kıSol Parti -Fransa’daki sol lınmasında ısrar ediyorlar. parti, Yunanistan’daki Bizzat kendileri bu yozlaşSYRİZA ve diğer ülkelerdeki mış bürokratik çevrenin bir benzeri hareketler gibi- ne parçasıdırlar. Onların gösol ne de kapitalizm revlilerinin ve üyelerinin karşıtıdır ve kesinlikle çoğu sendika bürokrasidevrimci bir parti değildir. sinde, refah devletinin kuO, devlet aygıtı, sendikalar rumlarında ve Sol Parti’nin ve orta sınıfın hali vakti parlamento bürolarında ya yerinde tabakaları üzerinde da vakıflarında yüksek maaşlı konumlardalar. İşçi sıyükselen burjuva bir nıfına olan düşmanlıkları, örgüttür. sınıf mücadelesi yoğunlaş-
24.
25.
tıkça, onları daha da sağa itecek. Onlar işçilerin her türlü bağımsız hareketini kendi ayrıcalıklarına yönelik bir tehdit olarak değerlendirmektedirler. Onlar, sendika bürokrasisinin bekçisi olarak davranıyor, grevlerin satılmasını savunuyor ve işçiler sendikaların deli gömleğinden kurtulmak için inisiyatif aldıklarında onlara saldırıyorlar. SAV, Marx21 ve Pablocular, 60 yıldır reformistlerin, Stalinistlerin ve sendika aygıtlarının gölgesinde faaliyet gösteren ve onları savunmada uzmanlaşmış olan uluslararası akımların temsilcileridir. Onlar şimdi, açıkça emperyalizmi destekliyor ve burjuva devlete uyarlanıyorlar. Marx21’in müttefiki olan Mısırlı Devrimci Sosyalistler, gerici Müslüman Kardeşler’in başkanlık adayını destekliyor. Marx21’in bir üyesi olan Christine Buchholz, Alman Federal Parlamentosunun Savunma Komitesi’nin gizli toplantılarına katılıyor. Bu grupların çoğu Libya’ya karşı emperyalist savaşı destekledi ve şimdi Suriye’ye emperyalist müdahaleyi savunuyor. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi, 59 yıl önceki kuruluşundan bu yana bu eğilimlere karşı çıkmaktadır. Bu zengin tarihsel miras, bugün, işçilerin siyasi eğitimi ve kitleleri bağımsız devrimci bir perspektife kazanmak için temel oluşturmaktadır. Sendikaların ve Sol Parti’nin siyasi iflası, toplumsal hareketlerin kendiliğindenliğini göklere çıkartarak ya da köklü sendikalar için anarşist talepler yükselterek bu eski örgütlerden bilinçli siyasi kopuşu önlemeye çalışan çeşitli anarşist grupları sahneye çıkarmış durumda. Bu otonom ve anarşist guplar kendi öznellikleriyle karakterize ediliyorlar. On-lar, toplumun sınıfsal çözümlemesine karşı çıkıyorlar. Değişimin aracıları olarak toplumun nesnel itici güçlerinin ve toplumsal normlardan
26.
27.
15
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k öznel kurtuluş için genel değişimin yerine, bilgili aydınları geçiriyorlar. Onlar, görünürdeki bütün radikalliklerine ve şiddetli çatışma eğilimlerine rağmen, işçi sınıfının işe yaramaz olduğuna karar vererek, mevcut düzeni ve bürokrasinin egemenliğini kabul etmektedirler. Bu grupların işçi sınıfına olan düşmanlıkları, sınıf karşıtlıkları keskinleştikçe ve işçiler kendilerini eski bürokrasilerden bağımsız şekilde savunmaya başladıkça, onları sağa kaydırıyor. Onlar, işçiler arasındaki her bağımsız hareketi kendi ayrıcalıklarına yönelik bir tehdit olarak değerlendiriyorlar. Onlar, aynı zamanda, bu çevreden çıkan ve şimdi işçi sınıfına son derece düşman emperyalist ve ırkçı düşüncelerin propagandasını ya- pan “anti-Almanlar” gibi aşırı sağcı eğilimlere toplumsal taban sağlıyorlar. Günümüzdeki genel toplumsal istikrarsızlığın tipik bir ifadesi, Eylül 2011’den bu yana eyalet meclislerinde dört sandalye elde etmiş ve ulusal düzeyde yapılan anketlerde çift haneli onay almış olan DEUK tarafından on yıllardır Korsan Parti’nin hızlı yükselişidir. Daha önce burjuva kararlı bir biçimde düzen için sağlam bir savunulan dünya sosyalist zemin oluşturmuş olan orta devriminin programı, işçi sınıf hareketlenmeye başsınıfının, gençliğin ve ciddi lamıştır. Korsanlar, ona hiçaydınların en cesur ve ileri bir ilerici yönelim kesimlerini kendisine sunmaksızın, düzen partiçekecektir. Her şey kararlı leri karşısındaki genel hoşve gözüpek şekilde işçi nutsuzluğu ifade sınıfına yönelmeye ve etmektedirler. Yeşiller, ilk Dördüncü Enternasyonal’in dönemlerinde küçük buröğretisine ve geleneğine juva tabakaların protestouygun bir kadro eğitimine larını dile getiriyorlardı; bağlıdır. Uluslararası oysa Korsanların içinde Komite’nin zengin siyasi herhangi bir gerçek prodeneyimlerine güvenen PSG testo unsuru bulunmuyor. hazırlıklıdır ve büyük bir Onlar yalnızca karar alma güvenle ileriye, yaklaşan süreçlerinde daha fazla mücadelelere bakmaktadır. saydamlık çağrısı yapıyor-
28.
16
lar. Öye yandan, onlar statükoya bütünüyle uyarlanmış durumdalar; sosyal hizmetlerde kesintiler ve dengeli bütçe düzenlemeleri dahil burjuva düzenini savunuyorlar ve herhangi bir partiyle koalisyon kurmaya gönüllüler. Federal Savunma Bakanlığı’nda üst düzey memur olarak çalışan birinin başkanlığındaki bu parti, devleti hiçbir şekilde eleştirmiyor. Siyasi saflık ve toplumsal acımasızlık biçimindeki bileşim, Korsanları, orta sınıfın huysuz unsurları üzerindeki hakimiyeti sürdürmek ve onları işçi sınıfına karşı konumlandırmak söz konusu olduğunda yönetici sınıf için yararlı bir araç kılmaktadır. PSG, ekonomik krizin ve sosyal ve demokratik haklara yönelik saldırıların yoğun sınıfsal hesaplaşmaları tetikleyeceğine emindir. Alman emperyalizminin saldırgan biçimlerinin yeniden ortaya çıkması, işçi sınıfını kendi zengin devrimci geleneklerine yakınlaşmaya zorlayacaktır. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi tarafından on yıllardır kararlı bir biçimde savunulan dünya sosyalist devriminin programı, işçi sınıfının, gençliğin ve ciddi aydınların en cesur ve ileri kesimlerini kendisine çekecektir. Herşey kararlı ve gözüpek şekilde işçi sınıfına yönelmeye ve Dördüncü Enternasyonal’in öğretisine ve geleneğine uygun bir kadro eğitimine bağlıdır. Uluslararası Komite’nin zengin siyasi deneyimlerine yaslanan PSG hazırlıklıdır ve büyük bir güvenle ileriye, yaklaşan mücadelelere bakmaktadır.
29.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
çin ve japon ulusalcılığına karşı çık john chan küresel Kötüleşen küş çö ekonomik Asya’da u ğ o Kuzeyd Çin sterdikçe, etkisini gö eri, hükümetl ve Japon mik an ekono içeride art leri sal gerilim ve toplum için, e çekmek başka yön , Doğu Çin rak kasıtlı ola alı eki tartışm d n i’ Deniz iaoyu Senkau/D nusunda ko adacıkları yarlılıkları u d t is şoven r. körüklüyo
K
ötüleşen küresel ekonomik çöküş Uzak Doğu’da etkisini gösterdikçe, Çin ve Japon hükümetleri, içeride artan ekonomik ve toplumsal gerilimleri başka yöne çekmek için, kasıtlı olarak, Doğu Çin Denizi’ndeki tartışmalı Senkau/Diaoyu adacıkları konusunda şovenist duyarlılıkları körüklüyor. Bu sıcak ortamdaki tehlike, herhangi bir kazanın -kasıtlı ya da değil- kapsamlı bir çatışmanın kıvılcımını çakabilecek olmasıdır. Japonya Başbakanı Yoshihiko Noda, mevcut karşı karşıya gelişi, geçtiğimiz hafta, hükümetinin adayı Japon sahibinden satın alma işini tamamlamış olduğunu açıklayarak provoke etti. Tokyo valisi Shintaro Ishihara, daha önce, adaları satın almak için bağış çağrısı yaparak, konuyu sağcı ulusalcı çevrelerde yankı uyandıran büyük bir dava haline getirmişti. Noda, “kamulaştırma” planını, Japonya’nın Çin’i geniş çaplı istilasının başlangıcını oluşturan 1937’deki Marco Polo Köprüsü Olayı’nın yıldönümü 7 Temmuz’da ilan etmişti. Bu zamanlama, korkunç savaş vahşetlerini yaşamış olan Çin halkını inciteceği açık olmasına karşın, Japon militarizminin gerici savunucularına çekici gelmesi için hesaplanmıştı. Noda’nın Japon ulusalcılığına başvurması işçi sınıfı içinde kabaran muhalefetin yönünü değiştirmeye yönelik gözükara bir girişimdir. Onun halk desteği, tüketim vergisini çalışanların sırtında yeni yükler oluşturacak şekilde iki kat arttıran bir yasayı çıkarmasının ardından yüzde 20’nin altına düşmüştü. Onun Japonya’nın nükleer santrallarını Fukushima felaketinin ardından yeniden faaliyete geçirme kararına karşı, yüz binlerce insanın katıldığı, Japonya’da on yıllardır gerçekleşen en büyük gösteriler, patladı. Japon medyası, Çin’de geçtiğimiz hafta boyunca süren yaygın Japon karşıtı gösterilere yanıt olarak, bu “çeteler”in Japon ulusunu tehdit ettiğini açıkladı. Hükümet, Senkaku/Diaoyu adaları etrafındaki Japon karasularına giren Çinli balıkçı teknelerini geri çevirmek ya da gözaltına almak üzere sahil koruma güçlerinin yarısını seferber etti ve Japon donanmasını alarma geçirdi. Noda hükümeti, Çin üzerindeki diplomatik ve askeri baskısını Asya
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/sep201 2/pers-s21.shtml
17
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k ABD’nin Suriye’yi işgali, nüfusu Suriye’ninkinden biraz fazla olan Irak’taki savaş gibi, tarihsel ölçekte bir suç olacaktır. Irak’taki savaş bir milyonun üzerinde Iraklı ile binlerce ABD ve müttefik askerinin ölümüne yol açmıştı.
18
genelinde arttırmış olan Obama yönetiminin örtülü teşvikiyle davranıyor. ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, bu hafta bölgeye düzenlediği tur sırasında, ikiyüzlü biçimde hem Japonya’ ya hem de Çin’e sakin olmaları çağrısı yaptı. Washington, ada tartışmasında bir tarafın yanında yer almadığını iddia ediyor ama adacıklar üzerine herhangi bir askeri çatışmada Japonya’yı desteklemek zorunda olacağını söylüyor. Çin’de, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) yeşil ışık yaktığı Japon karşıtı gösteriler de daha az gerici değil. Bu gösterilere, orta sınıfların, geleceklerinin Çin’in kapitalist bir büyük güç olarak yayılmasına bağlı olduğunu düşünen ve hem Çin’deki hem de Japonya’daki işçi sınıfına derin düşmanlık duyan hali vakti yerinde kesimleri hakim. Bu durum, onların, gerçekte Japon şirketleri zararına Çinli işletmeleri canlandırmaya hizmet eden “Japon mallarını boykot” sloganlarına yansıyor. Çin’deki Japonlara yönelik rastgele saldırılara ek olarak, bu protestolar, “Japon köpekleri”ni ve “küçük Japonlar”ı suçlayan apaçık ırkçı bir karaktere sahiptir. Bunların en provokatif olanları, Çin hükümetine yönelik “Japonya’ya savaş açma” çağrıları ve
Japonya üzerinde mantar biçiminde bir nükleer bulut resmi taşıyan pankartlardı. Bu militarist duyarlılıklar savaş çıkması durumunda Çin’in kendi “koz”unu (Japonya’ya nükleer saldırı) oynayabileceği üzerine TV’de atıp tutan Çin medya yorumcuları ve subaylar tarafından teşvik edilmektedir. Bu barbarca öneri, Japonya’ya yönelik böylesi bir saldırı, derhal ABD’yi içine çekeceği için, küresel bir nükleer çatışmadan başka bir anlam taşımamaktadır. Çin ulusalcılığına başvurmanın bir tarihi var. ÇKP yönetimi 1980’lerde kapitalist restorasyon programını başlattığında ve sosyalist süslü lafları giderek artan şekilde başından savarken, yükselen orta sınıf içinde bir toplumsal zemin yaratmanın bir yolu olarak Çin yurtseverliğine dönmüştü. Bütün bu süreç, 1989’da Tiananmen Meydanı’ndaki protestoların ezilmesinin ve Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesinin ardından hızlandı. Japon karşıtı protestolardaki sloganlar gibi, ÇKP’nin propagandası da asıl olarak ırkçı bakış açısı üzerine kuruludur. Devlet medyası, aralıksız biçimde, II. Dünya Savaşı ve önceki sömürgeci savaşlar sırasında işlenmiş korkunç savaş suçlarından bir bütün olarak Japon toplumunun sorumlu olduğunu ileri sürerek, bütün Japonlara karşı nefreti kasıtlı olarak beslemektedir. Gerçekte, Japon işçilerinin ve kır yoksullarının Japonya’nın militarist rejiminden çektikleri Çinli kitlelerinkinden daha az değildi. Örgütlü işçi hareketi ve siyasi muhalefet vahşice ezilmiş ve milyonlarca genç Japon emperyalizminin tutkuları uğruna ölüme gönderilmek üzere zorla orduya alınmıştı. Çalışanlar arasında Japon militarizmine duyulan düşmanlık öylesine derindir ki, hükümet, ülkenin anayasasındaki barışçıl maddeyi kaldırmakta bugün bile ciddi zorluklarla karşılaşmaktadır.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Obama’nın Suriye’ye yönelik savaş tehditleri, daha önce ABD ile onun Batılı ve Arap müttefikleri tarafından desteklenen ... BM Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmiş olan Rusya ve Çin ile gerilimleri de arttırıyor.
Çinli önderler, aynı Tokyo’daki mevkidaşları gibi, kendi yönetimlerine yönelik derinleşen toplumsal hoşnutsuzluğun yönünü saptırmaya çalışmak için şovenizmi körüklüyorlar. Büyük ölçüde ABD’ye ve Avrupa’ya olduğu kadar Japonya’ya yönelik dışsatıma ve oralardan gelen yatırımlara bağlı olan Çin ekonomisi, bütün bu önemli kapitalist merkezlerdeki durgunluk eğilimleri eliyle hırpalanmaktadır. Çin’in gayrisafi yurtiçi hasılasının dörtte birini ve 200 milyon işi ifade eden ve şimdiden durgunlaşmış olan dışsatım, Japon şirketlerinin ülkeden çekilmesi durumunda çok daha ağır bir darbe yiyecektir. ÇKP bürokrasisi, yaygın toplumsal huzursuzluk karşısında, 1989’daki protestolar sırasında yapmış olduğu gibi, “kendi” işçi sınıfını ezmek için, Japon şirket seçkinleri de dahil ulus-
lararası sermaye ile birleşmekte tereddüt etmeyecektir. Çinli işçilerin müttefikleri, kendisinin ve Çinli kapitalist sınıfın çıkarlarını savunan ÇKP yönetimi değil; Japonya’daki ve dünyanın her yerindeki sınıf kardeşleridir. Japon ve Çinli işçiler, ortak zalimlerle; kimi durumlarda aynı küresel şirketlerle karşı karşıyadırlar. Onlar, kendi yönetici sınıfları tarafından canlandırılan ulusalcılığı ve militarizmi reddetmeli; sosyalist ve enternasyonalist bir perspektife yönelmeliler. Asya’da ve dünyada savaş tehlikesini ortadan kaldırabilecek tek güç, işçi sınıfını kâr sistemini lağvetmek için birleştiren sosyalist harekettir. Bu, hem Çin’de hem de Japonya’da dünya Troçkist hareketinin, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerinin inşası demektir.
HHHH
H
wsws.org
19
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
ekonomik kriz ayrılıkçılığı körüklüyor
mermi kullanması eleştirilirken, İç İşleri Bakanı’nın yapmış olduğu “polis harika müdahale etti” açıklaması İspanya hükümetinin ve İspanyol egemenlerin, kriz erin bir ekonomik krizle bo- derinleştikçe daha da sertleşeceğuşan İspanya’da ekono- ğini gözler önüne serdi. mik durum kötüleşmeye Katalanlar devam ediyor. Eylül ayı sonunda bağımsızlık için sokakta… açıklanan büyüme rakamlarına Ekonominin içinden geçtiği derin göre İspanya ekonomisindeki kü- dar boğazın etkileri özerk bölgeler çülme sürerken, işsizlik oranı yüzde arasındaki ilişkilere ve bu bölgele25 ile 1970 yılından sonraki en rin meclisleriyle merkezi hükümet yüksek seviyeye ulaşmış durumda. arasındaki ilişkilere de yansımış İspanya hükümeti artan bütçe açı- durumda. İspanya’nın en zengin ğını kapatabilmek için, büyük tepki bölgesi olan Katalonya, uzun süretoplayan kesintilere ve vergi artış- dir merkezi hükümetten bir kurlarına gitti. tarma paketi talep ediyor. KataHükümetin açıkladığı kesinti ve lonya İspanya’nın en zengin bölvergi artışı paketine tepki olarak gesi olmasına rağmen bu sene 13 23-24 Eylül günlerinde Madrid’de milyar dolar borç ödedi. Gelecek bir araya gelen, on binlerce insan seneki borçlarını finanse edebilparlamento binasının önünde mek için 5 milyar dolarlık bir kureylem yaptı. Parlamentonun çevre- tarma paketi talebinde bulunan sindeki barikatların aşılması üze- Katalonya, siyasi özerkliğin yarine, polis kitleye cop ve plastik nında mali özerklik de talep ediyor. mermiyle müdahale etti. Çıkan ça- Kendi bölgesindeki vergileri kenditışmalarda 22 kişi gözaltına alınır- lerinin toplamasını ve değerlendirken, çok sayıda gösterici de mesini isteyen Katalanlar, her yıl yaralandı. Gösterinin ardından po- düzenledikleri bağımsızlık mitinlisin kullandığı plastik mermiler İs- ginde bu taleplerini bu yıl daha panya’da uzun süre tartışıldı. güçlü şekilde yinelediler. Merkezi Polisin sert müdahalesi ve plastik hükümetin vergi politikalarının eleştirildiği mitinge, bu yıl rekor düzeyde katılım (1,5 milyon kişi) oldu. Küresel ekonomik kriz, devletler arasındaki ilişkileri etkiler ve gerilimleri arttırırken, milliyetçi ve etnik ayrımları da bir kez daha gün yüzüne çıkartıyor. Güçlü bir enternasyonalist sosyalist işçi sınıfı önderliğinin olmadığı koşullarda, bu milliyetçi ve dinsel ayrılıkçı politikaların geniş emekçi kitleler üzerindeki etkisi her zamankinden daha yıkıcı olmaktadır.
D
HHHH Katalonlar bağımsızlık talebini giderek daha güçlü şekilde yükseltiyorlar...
20
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
balyoz davası ve ulusalcı subayların açmazı yayın kurulu
vası, Balyoz Da şturma daha soru dan aşamasın k, ciddi başlayara rla çarpıklıkla ve hemen dı n damgala asi fından siy ra ta s e rk e h m ile siyasi İsla , a v a d ir b tıcı in laik-Ba in s ra k ro ü b anan sında yaş ra a i im s e k rak laşma ola bir hesap irildi. değerlend
S
ilivri Cezaevi’nde kurulu İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen, 250’si tutuklu 365 sanıklı Balyoz Davası’nda karar açıklandı. Bu olağanüstü (“Özel Yetkili”) mahkeme, eski 1. Ordu Komutanı emekli orgeneral Çetin Doğan’ı, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli orgeneral İbrahim Fırtına’yı ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli oramiral Özden Örnek’i, önce “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum etti; ardından, bu cezayı, TCK’nin 61-1 maddesi uyarınca 20 yıl hapis cezasına dönüştürdü. Mahkeme ayrıca, yüksek rütbeli subaylardan oluşan 78 sanığa 18 yıl, 214 sanığa ise 16 yıl hapis cezası verdi. 28 sanık ise 13 yıl 4 ay hapis cezası aldı. Yargılanan 365 kişiden (89’u general ve amiral 364 subay ile bir sivil sekreter) 325’inin 16 ile 20 yıl arasında hapis cezası aldığı Balyoz Davası, daha soruşturma aşamasından başlayarak, ciddi çarpıklıklarla damgalandı ve hemen herkes tarafından siyasi bir dava, siyasi İslam ile bürokrasinin laik-Batıcı kesimi arasında yaşanan bir hesaplaşma olarak değerlendirildi. Zaten, davanın başlangıcında bunun siyasi bir hesaplaşma olmadığını savunan iktidar yanlısı İslamcı ve “liberal” burjuva kesimler bile mahkemenin yasalara aykırı uygulamaları ve çarpıklıklar ortaya çıktıkça, “önemli olan darbeci zihniyetin yargılanmasıdır” diyerek, yargılama sürecinin gerçekte siyasi olduğunu itiraf etmeye başlamışlardı.
Tetikçi medya Dava sürecinde yaşanan ve Türkiye’deki çarpık burjuva hukukuna bile aykırı olan uygulamalara geçmeden önce, iktidar yanlısı medyanın Balyoz Davası’nda oynadığı role değinelim. Medyanın çok geniş bir kesimi, Balyoz Davası’nda, dışarıdan kamuoyunu biçimlendirmekle ve taraf tutmakla kalmamış; davanın göbeğine yerleşmişti. Taraf adlı gazetenin bu süreçte oynadığı rol ise son derece çarpıcı ve belirleyiciydi. Balyoz soruşturması, bu gazetenin bir muhabirinin “bilinmeyen kişiler tarafından” kendisine teslim edilmiş bir bavul belgeden yola çıkarak, subayların İstanbul’daki önemli camilere ve azınlıklara yönelik terörist saldırılar düzenleme planları yaptığını; amaçlarının da Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını devirmek olduğunu yazmasıyla başladı. Gazete, günlerce, “Fatih Camii bombalanacaktı” türü uydurma haberleri birinci sayfadan, sekiz sütuna manşet atarak verdi. AKP iktidarı tarafından daha önce hizaya çekilmiş olan burjuva medyası da neredeyse bir bütün olarak Taraf’ı n açtığı yolu izledi. Böylece, tetik çekilmişti. Gazetecinin savcılığa
21
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Balyoz Davası’na temel oluşturan belgelerin sahte / düzmece olduğuna ilişkin güçlü bir kanı vardı. Buna karşılık, Özel Yetkili Mahkeme, Balyoz Davası sanıklarının ve avukatlarının, bu CD’lerin, yine onun saptayacağı bilirkişiler tarafından incelenmesi yönündeki bütün talepleri reddetti
Milliyet gazetesinde birinci sayfadan sürmanşet yayımlanan bu fotoğraf, TSK’nin komuta kademesindeki tasfiyeyi gösteriyordu.
22
teslim ettiği ve Balyoz soruşturmasını başlatan belgelerin polis, ordu ya da istihbarat içinden servis edildiği ortadaydı ama neredeyse hiç kimse, bu kurumların onları neden doğrudan doğruya savcılığa vermediklerini sorgulamıyordu. Belli ki, önce kamuoyunda bir çalkantı yaratılacak ve ordu içindeki tasfiye süreci, her kafadan bir sesin çıktığı şaşkınlık ortamında hızlı bir şekilde işletilecekti.
Hukuksuzluk diz boyu Balyoz Davası’nda, Türkiye’deki yasalara da açıkça aykırı uygulamalara ve usulsüzlüklere tanık olundu. 1. Çarpıklık: “Özel yetkili” bir savcı tarafından açılan davanın ve toplu tutuklamaların temel dayanağını, CD’lere kaydedilmiş belgeler oluşturuyordu. Bu dijital belgelere göre, eski 1. Ordu Komutanı emekli orgeneral Çetin Doğan, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli orgeneral İbrahim Fırtına ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli oramiral Özden Örnek önderliğindeki 365 kişi, AKP hükümetini devirmek için bir darbe planlamış ve bu planları, 5-7 Mart 2003 tarihlerinde İstanbul Selimiye’deki 1. Ordu Komutanlığı’nda düzenlenen plan seminerinde tartışmışlardı. Bir askeri darbenin bu şekilde hazırlanması pek rastlanır bir durum değildi ama ortada çok daha ciddi bir sorun vardı: Sanıkların tuttuğu Türk, ABD’li ve Alman uzmanlar, bu
CD’lerden birinin 2009’da kaydedilmiş olduğunu; 2003’te yapıldığı iddia edilen darbe planını kanıtlamak üzere sunulan kimi belgelerin de 2004-2009 yılları arasında gerçekleşen olayları ya da 2003’te olmayan şirketlerin, kurumların ve yerlerin isimlerini içerdiğini; kimi belgelerin, son kayıt tarihi olarak 2002-2003 yıllarını taşımalarına rağmen, ilk kez 2006’da piyasaya sürülen Microsof 2007’ye ait özellikleri taşıdığını saptadılar. Buna karşılık, basında yer alan haberlere göre, TÜBİTAK, 19 Şubat 2010 tarihli raporunda 18 adet CD’nin içindeki belgelerin 2003 ve öncesinde oluşturulmuş ve onlara herhangi bir ekleme yapılmamış olduğunu belirtiyor; Emniyet Kriminal Dairesi de belgelerin gerçek olduğunu iddia ediyordu. ODTÜ ise 24 Mart 2012 tarihli raporunda, “belgelerin doğal kullanım (belgeyi kişinin açarak düzenleyip kaydetmesi, kopyalaması, tekrar açması, kaydetmesi gibi) dışında değişmiş olduğunu” belirtmiş ve onların “delil olarak inanırlığının ortadan kalktığını” tespit etmişti. Yine, ABD’deki Arsenal adlı bilirkişi şirketi, “11 ve 17 numaralı CD’lerde bulunan en az 76 belgenin tarihinde sahtecilik yapıldığı sonucuna vardı.” “1. Ordu Komutanlığı’nca Askeri Savcılığa yaptırılan ilk incelemede de belgelerin gerçek olduğu tespiti yapılmış ve bu saptama iddianamede yer almıştı. Ancak ikinci incelemede, ‘TÜBİTAK raporunda 11 ve 17 nolu CD’lerin içinde yeraldığı iddia edilen Balyoz, Suga, Oraj, Çarşaf ve Sakal planlarının gerçek olmadığı yönünde, gerek teknik gerekse askeri yazım usul ve yöntemleri açısından kuvvetli deliller bulunduğu kanaatine varılmıştır’ denildi.” (Radikal, 23 Eylül 2012). Sanık avukatlarından Celal Ülgen, davaya temel oluşturan dijital “belgelerde 2 bine yakın sahtelik tespit edil-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Çetin Doğan, İbrahim Fırtına ve Özden Örnek
İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, her iki durumda da tanık ya da sanık olarak mahkemeye çağırılması gereken Özkök ile Yalman’ı dinlemedi; dahası, sanıkların bu yöndeki taleplerini reddetti. Oysa Özkök, “tanık olarak çağırılmam durumunda seve seve gidip bildiklerimi anlatabilirim” demişti.
diğini” savunuyor. Özetle, Balyoz Davası’na temel oluşturan belgelerin sahte / düzmece olduğuna ilişkin güçlü bir kanı vardı. Buna karşılık, Özel Yetkili Mahkeme, Balyoz Davası sanıklarının ve avukatlarının, bu CD’lerin, yine onun saptayacağı bilirkişiler tarafından incelenmesi yönündeki bütün talepleri reddetti. 2. Çarpıklık: “Balyoz Darbe Planı”nın tartışıldığı öne sürülen 1. Ordu Komutanlığı’ndaki seminerlere katıldığı iddia edilen çok sayıda subay, 5-7 Mart 2003 tarihinde yurtdışında veya yurtiçinde görevde ya da bir başka yerde olduklarını kanıtladı. Buna karşın, bütün bu belgeleri göz önünde bulundurmayan mahkeme, söz konusu subaylara, darbe hazırlıklarına katılmaktan en üst sınırdan cezalar verdi. 3. Çarpıklık: Davanın savcısı, darbe girişimini kanıtlamak için, iddianamede, onun “komutanlar tarafından engellenmiş” olduğunu öne sürüyordu. “Darbe girişimi”nde yer aldığı iddia edilen subayların komutanları ise o dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman idi. Özkök, bir başka “Özel Yetkili” mahkeme olan 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, yine Silivri’de görülen “Ergenekon Davası”nda verdiği ifadede, 5-7 Mart 2003 tarihli plan seminerinin / tatbikatının “MGK tarafından kararlaştırılıp hükümet tarafından onaylanmış” olduğunu ve kendisinin “işlerinin yoğunluğu nedeniyle katılamadığını” söylemişti. Basında yer alan haberlere göre, Özkök, ifadesinde, “en tehlikeli senaryonun amacını biraz aşkın şekilde oynanmış; siyasi kişiler ve olaylar ger-
çekmiş gibi oynanmış” olduğunu ve konuyu “Kara Kuvvetleri Komutanı’na incelettiğini” belirtiyordu. O süreçte herhangi bir subay herhangi bir şekilde cezalandırılmadığına göre, ortada iki olasılık vardı: 1) yapılan inceleme sonucunda yasadışı herhangi bir durum (darbe girişimi vb.) bulunmamıştı; b) söz konusu plan seminerinde, Balyoz Davası savcısının iddia ettiği gibi, darbe planı tartışılmıştı. Birinci olasılık söz konusu olduğunda, bunun, davada yargılanan sanıkların lehine bir durum olarak değerlendirilmesi gerekirdi. Bunun yapılmadığını biliyoruz. İkinci olasılığın göz önünde bulundurulması durumunda ise, bizzat Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman’ın ve Genelkurmay Başkanı Özkök’ün darbe girişiminde doğrudan yer aldığını ya da onun üstünü örterek bu suça “yardım ve yataklık” ettiğini kabul etmek gerekirdi. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, her iki durumda da (tanık ya da sanık olarak) mahkemeye çağırılması gereken Özkök ile Yalman’ı dinlemedi; dahası, sanıkların bu yöndeki taleplerini reddetti. Oysa Özkök, “tanık olarak çağırılmam durumunda seve seve gidip bildiklerimi anlatabilirim” demişti. Son olarak, Silivri’de kurulan olağanüstü mahkemenin, sanıkların son sözlerini söyledikleri ve kararını açıkladığı son duruşmasını, avukatların yokluğunda gerçekleştirdiğini; bunun da Türkiye’de hüküm süren ceza muhakemeleri yasasına aykırı olduğunu belirtelim. Zira, Türkiye’deki yasalara göre, 5 yıldan fazla ceza gerektiren suçlarda avukatın yokluğunda hüküm verilemiyor.
Tepkiler Hükümetin İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararına yönelik tepkisi bir yatıştırma çabasını ifade ediyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Balyoz Davası’nda verilen
23
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Uluslararası medyanın Balyoz davasında verilen cezalara ilişkin tepkisi, genel olarak “olumlu” oldu. İngiliz BBC, mahkeme kararlarını, “Üç general, 'darbe komplosu'ndan hapis cezası aldı” başlığıyla duyurdu ve “Türk ordusu, eskiden beri kendisini ülkenin laik anayasasının garantörü gibi görüyor” dedi.
24
karara ilişkin görüşü sorulduğunda, “gerekçeli kararı beklemek gerek” dedi ve yargı sürecinin henüz tamamlanmadığını vurguladı: “Bir de Yargıtay süreci var. Yargıtay kararını da takip etmek, görmek durumundayız. Bizim tüm temennimiz, arzumuz buradan haklı bir kararın çıkmasıdır.” Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ da aynı Erdoğan gibi, mahkemenin gerekçeli kararını beklemek gerektiğini belirtti ve “nihai bir karar” olmadığını söyledi. AKP’nin bu yatıştırıcı tavrını MHP de paylaştı. MHP, bir milletvekili (eski Korgeneral Engin Alay) Balyoz Davası’nda 18 yıl hapis cezasına çarptırılmış olmasına rağmen, mahkemenin kararına son derece sakin bir tepki gösterdi. Partinin Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 25 Eylül günü, Alay’ı Silivri Cezaevi’nde ziyaret ettikten sonra basına yaptığı açıklamada, “Yargıtay’ın kararının daha adaletli olacağını umduğunu” söyledi. Ana muhalefet partisi CHP ise Yargıtay sürecinden pek umutlu değil. CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Silivri’deki yargılamalardan adalet beklemenin doğru olmadığını vurguladı ve “Onlar siyasi mahkemelerdir. Dolayısıyla kararlarının da siyasi olduğunu düşünmek gerekiyor” dedi (23 Eylül 2012 tarihli gazeteler). CHP’nin, karar duruşmasını izleyen İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz Balyoz Davası’nda kararın açıklanmasının ardından Silivri Cezaevi önünde gazetecilere yaptığı açıklamada Kılıçdaroğlu’ndan daha “açık” konuştu: “Bugün burada bir hukuk katliamı yapılmıştır. Hukuk silah olarak, zulüm aracı olarak kullanılmıştır.” CHP Grup Başkanvekili Ülker Tarhan da, 22 Eylül günü yaptığı açıklamada, kararı “okyanus ötesi esintili” olarak tanımladı ve “Yargıtay aşamasını beklemek gerekir” diyenlere şu tepkiyi gösterdi: Bu, “yargı meselesi halledilmeden önce anlamlı olabilirdi
belki; ama yarattıkları yargı sistemi ve kadrolaşma adil bir sonuç beklemeyi ne yazık ki olanaksız kılıyor.” BDP ise Balyoz davasına ilişkin olarak herhangi bir yorum yapmadı. BDP Eşbaşkanı Gültan Kışalak, partisinin 22 Eylül günü İstanbul Taksim’deki bir otelde düzenlediği anayasa konferansının ardından, gazetecilere, 12 Eylül ürünü anayasayla ve kurumlarla “hesaplaşmadıktan sonra diğerlerinin önemi yok” dedi.
Uluslararası medya Uluslararası medyanın Balyoz davasında verilen cezalara yönelik tepkisi, genel olarak “olumlu” oldu. İngiliz BBC, mahkeme kararlarını, “Üç general, ‘darbe komplosu’ndan hapis cezası aldı” başlığıyla duyurdu ve “Türk ordusu, eskiden beri kendisini ülkenin laik anayasasının garantörü gibi görüyor” dedi. Reuters ise davanın, “ordunun bir dönem mutlak güce sahip olduğu Türkiye’de son dönemde güçlenen sivil otoritenin göstergesi” olduğunu ve AKP’nin “orduyu dizginlediğini” belirtti. Uluslararası büyük sermaye çevrelerinin görüşlerini ifade eden İngiliz Financial Times ile ABD’deki Wall Street Journal gazeteleri de benzeri yorumlar yaptı.
Mahkumların tepkisi Ağır hapis cezalarına çarptırılan subayların karara yönelik tepkisi, bir kararlılık ifadesiydi. Subaylar, Balyoz davası avukatlarından Hüseyin Ersöz’ün kararın açıklanmasının ardından okuduğu bildiride, “Toplu tutuklamalarla işlenen hukuk cinayeti, bu cezalarla hukuk katliamına dönmüştür. Bizlerin değişmeyen başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk’tür, bunu hiçbir güç değiştiremez” diyordu. Subaylar, mahkemenin kararına şaşırmadıklarını belirttikten sonra, mahkemenin “hukuku ve savunmayı fiilen yok sayarak avukatsız yargılama” yapmış olduğunu vurguladılar. Ama hepsi bu değildi. Sanıkların bildirisi, özünde, isim vermeksizin AKP
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Dünya kapitalizmi içindeki konumu ile birlikte rejimi de adım adım değişen Türkiye’de, başta asker-sivil bürokrasi olmak üzere, gidişattan hoşnut olmayan geniş bir kesimin olduğu ortada ki bu durum son derece normal ve kaçınılmazdır.
iktidarına ve onun destekleyicilerine bir meydan okuma ve “devlete” (yoksa “Genelkurmay mı demek gerekiyor?) yönelik bir serzeniş, bir kırgınlık ifadesiydi: “Bir gün, bizlere bu pusuyu kuran alçaklar, hainler ve destekçileri meslek onurunu her şeyin üzerinde tutan savcı ve hakimlere mutlaka hesap verecek ve masumiyetimize rağmen yaşanan hukuksuzluk ve vicdansızlık karşısında her seviyede sessiz ve kayıtsız kalanlar ile çıkar sağlayanlar ise utanç duyacaklardır. Açıkça ilan ediyoruz ki devletimiz komplocu bir çete ile mücadelede başarılı olamamıştır. Komşu ülkelerdeki insan hakları ihlallerini önlemeye çalışan ve onlar için hak hukuk ve özgürlük isteyen devletimiz maalesef kendi ordusuna da yapılan ihlalleri haksızlıkları ve hukuksuzlukları önleyememiştir. Devletimizin bu düzmece davada TSK’ya karşı emperyalistlerin ve cumhuriyet düşmanlarının kurduğu hain komployu göremememiş olması kabul edilemez bir zaafiyettir. Diğer taraftan devletimiz bu komployu görmüş ve sessiz kalmış ise durum daha da vahimdir.”
Balyoz Davası’nın anlamı Özel yetkili (olağanüstü) mahkemenin iki yıl içinde karara vardığı Balyoz Davası, yukarıda değindiğimiz ciddi hukuk ihlalleriyle damgalanmış olması bir yana, asıl olarak, Türkiye’de ve bölgede hız kazanan toplumsal ve siyasi altüst oluşlar çerçevesinde anlam kazanmaktadır. Söz konusu davanın, savunucuları tarafından bile reddedilmeyen siyasi karakterinin asıl dinamikleri, AKP kurm a y l a r ı n ı n kafalarındaki hesaplarda değil ama bu altüst oluşlarda yatmaktadır. Irak’ın ABD önderliğindeki
Batılı emperyalistler tarafından işgaliyle başlayan, “Arap Baharı” adı verilen kitlesel halk hareketleriyle ve emperyalistlerin karşı saldırısıyla (NATO müdahalesinin ardından Libya’da kukla bir rejimin oluşturulması, Mısır’da Müslüman Kardeşler ile anlaşma ve Suriye’de bir rejim değişikliği için İslamcı teröristler dolayımıyla sürdürülen iç savaş) sürmekte olan bu dönüşüm, Türkiye’de AKP iktidarı eliyle yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmektedir. Dünya kapitalizminin uzatılmış krizinin körüklediği çelişkilerin başlıca patlama merkezi olan Ortadoğu’da, emperyalist müdahalelerin, savaşların ve iç savaşların ortasında yaşanan altüst oluşların Türkiye’yi kapsamaması elbette mümkün değildi. Dahası, son derece kırılgan bir ekonomiye sahip olan Türkiye, aynı zamanda, PKK’ye karşı 30 yıldır savaş veren, Suriye’ye karşı örtülü bir savaş sürdüren, en önemlisi de Ortadoğu’daki ABD eksenli dönüşüm planlarında baş taşeron rolüne soyunan bir ülkedir. Dünya kapitalizmi içindeki konumu ile birlikte rejimi de adım adım değişen Türkiye’de, başta asker-sivil bürokrasi olmak üzere, gidişattan hoşnut olmayan geniş bir kesimin olduğu ortada ki bu durum son derece normal ve kaçınılmazdır. Şimdi, Balyoz davasında (ve onun Ergenekon ve Oda TV davası gibi tamamlayıcılarında) yargılananların “darbeci” olup olmadığından bağımsız olarak yaptığımız bu tespiti, “yeni Osmanlıcı” hayaller eşliğinde küresel sermayenin ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki taşeronluğuna soyunmuş olan AKP hükümetinin süreçteki rolü ile tamamlayalım.
“Demokratik” bölücülük ve dinsel gericilik Emperyalist devletlerin küresel sermayenin çıkarlarının önünde engel oluşturan ulusal korumacı engelleri ortadan kaldırmak için başvurduğu
25
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k “Demokrasi ve insan hakları” maskeli bu gericilik dalgasının Türkiye’deki ayağı AKP iktidarı eliyle ve “demokratik açılım” adı altında sürdürülmektedir. Balyoz Davası (“Ergenekon” vb.), AKP iktidarı eliyle sürdürülen ve 12 Eylül 2010’daki anayasa değişikliği referandumu ile taçlandırılan gerici rejim değişikliği sürecinde bir katalizör işlevi görmektedir.
en etkili ve en yıkıcı silahın etnik ve dinsel / mezhepsel bölücülük olduğu biliniyor. ABD ve AB’nin emperyalist efendileri, 1990’lı yıllarda Yugoslavya’ dan başlayarak, küresel şirketlerin ve onların emrindeki uluslararası mali kuruluşların dayatmalarına direnen bütün devletleri dinsel ve etnik temelde kışkırttıkları iç savaşlar eşliğinde parçaladılar. Bütünüyle ikiyüzlü bir şekilde “demokrasi ve insan hakları” sloganına sarılan emperyalist devletler, yerel gerici egemenlerin desteğiyle uluslararası düzeyde uygulamaya koydukları bu strateji sayesinde, bir yandan küresel sermaye karşısındaki ulus-devlet direnişini kırarken, aynı zamanda, işçi sınıfının sermayeye karşı ortak bir mücadele hattı örmesini engellemeye ve toplumları etnik, dinsel-mezhepsel vb. referanslarla yeniden düzenlemeye koyuldular. “Demokrasi ve insan hakları” maskeli bu gericilik dalgasının Türkiye’deki ayağını AKP iktidarı eliyle uygulanan “demokratik açılım” programı oluşturmaktadır. Balyoz Davası (“Ergenekon” vb.), AKP iktidarı eliyle sürdürülen ve 12 Eylül 2010’daki anayasa değişikliği referandumu ile
taçlandırılan gerici rejim değişikliği sürecinde bir katalizör işlevi görmektedir. Bugüne kadar ısrarla vurgulamış olduğumuz gibi, AKP’nin ordu, yargı, medya ve üniversiteler ile girişmiş olduğu hesaplaşmanın “demokrasi mücadelesi” ile hiçbir ilişkisi yoktur. Sünni-İslamcı AKP, bu kurumları küresel sermayenin ve ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda dönüştürmek ve ABD’nin “yeni Ortadoğu” planına uygun yeni yapılanmanın yasal / anayasal çerçevesini çizebilmek için, bu ulusalcı-laik direniş odaklarını “şeytanlaştırmak” zorundaydı. Hükümet, geniş bir kamuoyu desteğini yanına çekmek için, önce güçlü bir yandaş medya grubu yarattı; “merkez medya” adı verilen kesim ise kısmen satın alınarak kısmen de tehdit yoluyla, birkaç yıl içinde ona teslim oldu. Yandaş medya eliyle sürdürülen yoğun bir propaganda kampanyası eşliğinde, ulusal korumacı dönemin gereksinimleri doğrultusunda biçimlenmiş olan üniversitelerin, yargının ve ordunun içindeki ulusalcı unsurlar birer direniş odağı olmaktan çıkartıldı. Bütün bu kurumlar, küresel sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmaktadır (eğitimin Sünni-İslami temelde yeniden düzenlenmesini amaçlayan “4+4+4” adlı son ucube de bu sürecin önemli bir parçasıdır). Bu rejim değişikliği sürecinin en önemli ayaklarından biri, sözde “Kürt açılımı”dır. Türkiye’deki diğer etnik azınlıklara (Ermeni, Rum, Musevi vb.) ilişkin sorunları dinsel kimlik altında çözmeye yönelen AKP, çoğunluğu Sünni Müslüman olan Kürtleri etnik Yargılanan subayların yakınları, iki yıl boyunca düzenledikleri gösterilerde ve toplantılarda özel yetkili mahkemeyi ve AKP’yi protesto ettiler.
26
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Kapitalizmin hızlı bir çöküş içinde olduğu; yoksulluğa, toplumsal eşitsizliklere ve siyasi baskılara karşı kitlesel isyanların, savaşların ve iç savaşların birbiri ardına patladığı bir dönemde, egemen sınıflar ya da siyasi seçkinler içinde burjuva demokratik bir yönelim olabileceğinden söz etmek mümkün değildir. AKP, tam da egemen sınıflar içinde yükselen bu gerici eğilimlerin ürünüdür.
ve kültürel kimlik eksenli politikalarla, bütünüyle küresel sermayenin çıkarlarına hizmet eden bu projeye dahil etmeye çalışıyor. Bu anlamda, “Balyoz” ya da “Ergenekon” ulusal korumacı ve Batıcı Türk asker-sivil bürokrasisi için ne anlama geliyorsa, KCK davalarının da Kürtler için benzeri bir anlam taşıdığını söyleyebiliriz. KCK davaları, geleceğini ve yazgısını bütünüyle küresel sermayeye ve ABD önderliğindeki Batılı emperyalist ittifaka bağlamayı reddeden Kürt siyasetçilerini sustururken, küresel sermaye yatırımlarından ve Ortadoğu’daki emperyalist yağmadan nemalanan Kürt burjuvalarının elini güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Özetle, AKP iktidarı eliyle uygulanan rejim değişikliği, öncelikle, Kürt sorununun İran, Irak ve Suriye’yi de kapsayan boyutundan dolayı, Ortadoğu’ ya ilişkin emperyalist planlarla yakından ilişkilidir. Ama hepsi bu değil! Türkiye’de adım adım gerçekleşen rejim değişikliği -ki bu, güçlü otoriter özellikler taşıyan ve dinsel referanslara sahip bir rejimin kurulmasını öngörmektedir, Washing- ton, Londra, Paris ve Berlin’de Türk devletine biçilen emperyalizmin Ortadoğu’daki taşeronluğu rolüne uygundur. Bu yüzden, uzun süredir adım adım gerçekleşen bu dönüşümün başlıca finansörlerinin ABD uşağı petrol zengini gerici Arap monarşileri (Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt vb.) olması rastlantı değildir. Özetle, Balyoz davasında yaşanan mücadelenin taraflarını, “demokrat” AKP ve destekleyicileri ile “demokrasi karşıtı” darbeciler olarak görmek ve göstermek, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse, akıl almaz bir cahilliğin ifadesidir. AKP’nin sözde “ordunun hegemonyasına karşı mücadele”sinin en ateşli destekleyicileri bile (“yetmez ama evetçi” küçük burjuva sosyalistleri de dahil), hükümetin demokrasi karşıtı otoriter uygulamalarını giderek
daha fazla fark etmekte ve eleştirmektedir. Unutmamak gerekir ki, AKP’nin demokrasi düşmanı karakterinin altında yatan tek etmen onun İslamcı ideolojisi değildir. Kapitalizmin hızlı bir çöküş içinde olduğu; yoksulluğa, toplumsal eşitsizliklere ve siyasi baskılara karşı kitlesel isyanların, savaşların ve iç savaşların birbiri ardına patladığı bir dönemde, egemen sınıflar ya da siyasi seçkinler içinde burjuva demokratik bir yönelim olabileceğinden söz etmek mümkün değildir. AKP, tam da egemen sınıflar içinde yükselen bu gerici eğilimlerin ürünüdür.
Yargılanan subaylar anti-emperyalist değil Hiç kuşkusuz, AKP, bugüne kadarki bütün pratiğiyle, küresel sermayenin ve ABD önderliğindeki emperyalist ittifakın Ortadoğu’daki en sadık siyasi ortağı ve taşeronu olduğunu kanıtlamıştır. Onun on yıllık iktidar döneminde atmış olduğu bütün adımlar, Türkiyeli emekçiler üzerindeki kapitalist sömürünün artmasına ve ülkenin bütün kaynaklarının küresel şirketlere peşkeş çekilmesine hizmet etmektedir. AKP iktidarının içeride sürdürdüğü azgın sömürü, yoksulluk ve sefalet politikaları, başta Irak ve Suriye olmak üzere, komşu ülkelerdeki emekçilerin yoğun küresel sömürüye mahkum edilmesini amaçlayan müdahaleci bir dış politika ile tamamlanmaktadır. AKP’nin Sünni İslamcı ve “Yeni Osmanlıcı” ideolojik motifler eşliğinde sürdürdüğü bu dış politika, son otuz yıl içinde küresel şirketlerin uzantıları halinde yükselmiş olan Türkiyeli kapitalistlerin, özellikle de “Anadolu Kaplanları”nın taşeron konumuna uygundur. AKP’nin siyasi temsilciliğini yaptığı bu şirketler ve bankalar, bir yandan Ortadoğu ülkelerindeki emekçileri sömürme, aynı zamanda da bölgedeki emperyalist yağmadan pay kapma hevesi içindeler.
27
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Burjuva ve küçük burjuva ulusalcılarının burjuva özel mülkiyete ve kapitalizm üzerinde yükselmiş olan burjuva ulusdevlete bir evrensellik ve kutsallık atfetmesinde şaşılacak bir yan bulunmuyor. Bununla birlikte, onların bu tutumlarının bilimsel değil ama gerici bir ideolojik saplantıyı ifade ettiğini söylemek gerekiyor. Hemen belirtelim ki bu, işçi sınıfı ve komünizm düşmanı bir saplantıdır.
28
Öte yandan, küçük burjuva solcuları ve ulusalcı muhalifler, Amerikancı olduğu kuşku götürmeyen AKP iktidar ile yandaş medyanın en baştan beri “taraf” olduğundan hareketle, Balyoz ve benzeri davalarda yargılanan subayların emperyalizm karşıtı safta yer aldıklarını iddia ediyorlar. Bu doğru değildir. Bu davalarda yargılanan subayların önemli bölümü, Batılı emperyalistlerin uluslararası askeri-siyasi örgütü NATO’nun en büyük bileşenlerinden biri ve burjuva bir ordu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) en üst kademelerinde görev yapmış kişilerdir.Bu subaylar, NATO’nun merkez karargahlarında çalışmış, oralarda eğitim görmüş insanlar olarak, dünyanın dört bir yanında onlarca emperyalist işgale ve müdahaleye katılan bir ordunun yöneticileriydi. Kapitalizme ya da emperyalizme hiçbir zaman karşı olmayıp bu sömürü sisteminin devamlılığını sağlamak için çalışmış olan bu subaylar, en fazlasından, belirli bir ya da birkaç emperyalist güce karşı diğerinin yanında olabilirler. Dolayısıyla, Balyoz Davası’nda yargılanan subayların karşı oldukları şey, ABD emperyalizmi değil; AKP iktidarının politikaları ve ABD’nin bunların çerçevesini oluşturan yeni Ortadoğu stratejisinin olası sonuçlarıdır. Bu subaylar, ABD’nin siyasi taşeronu olan AKP’ye, TC devletinin sınırları içinde “bir Kürt devletinin oluşmasına” ve laik cumhuriyetin yerini bir “İslam devletinin almasına” hizmet ettiği gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar. Onların zaman zaman “emekten yana” ve “ulusalcı” söylemlerle süsledikleri bu karşı çıkışın ardında da geçtiğimiz dönemin ulusal korumacı “karmaekonomi” modeli ile Batıcı/modernleşmeci yönelimine dönüş özlemi yatmaktadır.
vundukları ve hiçbir zaman dışına çıkamadıkları kapitalizmin içsel dinamikleri eliyle ortadan kaldırılmış bir dönemi yeniden yaşamak istiyorlar. Bir kez daha yinelersek: Kapitalist sermaye birikim modeli için II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Bretton Woods kasabasında çerçevesi çizilmiş olan uluslararası sistem 1960’ların sonlarından itibaren tıkandığında, bizzat ABD’li tekeller ve bankalar eliyle devredışı bırakılmıştı. Üretken sermayenin küresel ölçekte hareketini mümkün kılan ve kabaca son 30 yıl içinde neredeyse bütün ulusal korumacı rejimleri (Stalinist diktatörlükler dahil) ortadan kaldıran bu gelişmenin altında, üretici güçlerin devasa gelişimi yatıyordu. Küreselleşme adı verilen bu süreçte ulusal piyasaların uluslararası sermayeye açılması, önceki dönem boyunca ulus-devlet koruması ve destekleri sayesinde uluslararası rekabetin yıkıcı etkilerinden uzak kalmış olan güçsüz kapitalistleri, esnafı ve köylülüğü tam bir yıkıma sürükledi. Ulusal piyasaların düzenlenmesinde belirleyici önem taşıyan devlet sektörünün kapsamlı özelleştirmeler yoluyla küresel sermaye gruplarına peşkeş çekilerek tasfiyesi; sağlık, eğitim, enerji, ulaşım vb. birçok sektörün bütünüyle kapitalist rekabete (kâr amacına) tabi kılınması, bürokrasinin ve kamu sektöründe istihdam edilen nitelikli işgücünün (öğretmenler, doktorlar, öğretim görevlileri ve “memur” statüsündeki diğer çalışanlar) toplumsal konumunda köklü bir değişime yol açtı. Onların çok küçük bir kesimi (genelde en tepedekiler) piyasa ekonomisine hızla uyarlanırken, geniş bir bölümü, görece yüksek ücretler, iş güvencesi, yan ödemeler, lojman vb. haklarını hızla yitirdi. Ekonomide yaşanan bu köklü dönüşümün, kitleler Ulusalcıların açmazı halinde işçileşen bu kesimlerin topLaik-ulusalcı muhalefetin açmazı tam lumsal ve siyasi ayrıcalıklarını da orda budur. Zira onlar, elde silah sa- tadan kaldırması kaçınılmazdı.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Ulusalcı subayların ve onların sivil ortaklarının bu güne kadarki yaşamları, onların yalnızca işçi sınıfının gerçekleştirebilece ği bu uluslararası sosyalist çözüme olan düşmanlığının, emperyalizm ve Sünni-İslamcı AKP’nin gerici rejim değişikliği çabaları karşısındaki öfkelerinden çok daha fazla olduğunu kanıtlamıştır.
AKP’ye ve küreselleşmeye karşı olan ulusalcı kanadın toplumsal zemininin asker-sivil bürokrasi, kamu çalışanları ve bu süreçte yıkıma uğrayan orta sınıflar olmasının nedeni budur. Balyoz Davası’nda ceza alan ve benzeri diğer davalarda yargılanan subaylar ile aydınlar da bu kategoride yer almaktadır. Dolayısıyla, burjuva ve küçük burjuva ulusalcılarının burjuva özel mülkiyete ve kapitalizm üzerinde yükselmiş olan burjuva ulus-devlete bir evrensellik ve kutsallık atfetmesinde şaşılacak bir yan bulunmuyor. Bununla birlikte, onların bu tutumlarının bilimsel değil ama gerici bir ideolojik saplantıyı ifade ettiğini söylemek gerekiyor. Hemen belirtelim ki bu, işçi sınıfı ve komünizm düşmanı bir saplantıdır. Burjuva ve küçük burjuva ulusalcıların işçi sınıfı ve komünizm düşmanlığı, onların ABD önderliğindeki Batılı emperyalistlere karşı kendilerine buldukları müttefiklerde de açığa çıkmaktadır: İşçi sınıfını en barbarca yöntemlerle küresel sermayenin azgın sömürüsüne tabi tutan baskıcı rejimlerin hüküm sürdüğü Çin ve Rusya! (onların en pervasız olanları, Kuzey Kore’yi de müttefik hanesine yazıyor). Bu ulusalcı muhaliflerin kendilerine yakın buldukları bu rejimler, onların Türkiyeli emekçilere nasıl bir gelecek öngördüklerini gösteriyor. Oysa, kapitalizmin dizginsiz küresel işleyişinin yol açtığı toplumsal yıkımı, savaşları ve iç savaşları önlemenin tek ilerici yolu, yeniden ulusal yalıtılmışlığa dönmek değil; üretici güçlerin özgürce geliştiği bir dünya kurmaktır. Bu, öncelikle, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ve onun en üst düzeydeki hukuksal ifadesi olan burjuva ulus devletlerin sosyalist bir dünya federasyonu içinde lağvedil-
mesi; üretimin kapitalist kâr için değil ama insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere, bizzat emekçiler tarafından demokratik biçimde planlanarak örgütlenmesi demektir. Ulusalcı subayların ve onların sivil ortaklarının bu güne kadarki yaşamları, onların yalnızca işçi sınıfının gerçekleştirebileceği bu uluslararası sosyalist çözüme olan düşmanlığının, emperyalizm ve Sünni-İslamcı AKP’nin gerici rejim değişikliği çabaları karşısındaki öfkelerinden çok daha fazla olduğunu kanıtlamıştır.
Toplumsal gerilim artıyor Son olarak, AKP iktidarı ile TSK içindeki laik-modernleşmeci kanat arasında yaşanan ve Balyoz Davası’nda kararın açıklanmasıyla yeniden gündeme gelen siyasi gerilimin giderek artacağını belirtmek gerekiyor. Zira, söz konusu gerilim, Balyoz Davası’nda ve Ergenekon gibi benzerlerinde yaşanan hukuk ihlalleriyle ilgili
Ulusalcı “sol” Balyoz davası sürecinde yargılanan subayların yanında yer aldı.
29
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Her bir sermaye grubunun kendi siyasi alternatifini oluşturmaya çalıştığı bu koşullar altında, milyonlarca emekçinin geleceği, bir kez daha, enternasyonalist sosyalist bir işçi sınıfı önderliğinin yaratılmasına bağlı.
değildir. Onun ardında, yukarıda açıklamaya çalıştığımız, çok daha köklü uluslararası ve bölgesel dinamikler yatmaktadır. Bütün bunlar da dünya kapitalizminin ABD, AB ve Uzak Doğu’daki merkezlerinde yaşanan krizlerle yakından ilişkilidir. Öte yandan, Türkiye’de alttan alta yaşanmakta olan, borçlanma ve spekülatif sermaye akışıyla sürekli olarak ertelenen ekonomik kriz, artık patlama noktasına geliyor; derinleşen krize, Kürt sorununda aynı şekilde süreklilik kazanmış olan siyasi çözümsüzlük ve ardı ardına başarısızlığa uğrayan dış politika hamleleri eşlik ediyor. Dışişleri bakanı Davutoğlu’nun uzun süre önce iflas etmiş olan “komşularla sıfır sorun” hayalinin ardından, Suriye’ye yönelik açık emperyalist müdahale beklentisi de ABD, AB, Rusya ve Çin arasındaki gizli pazarlıklar eliyle -şimdilik- boşa çıkmış durumda. Bütün bu alanlarda uğranan başarısızlıklar ve ufukta görünen kara bulutlar, AKP iktidarını giderek hırçınlaştırıyor. Medyaya ve muhalefete sürekli tehditler ve hakaretler yağdıran başbakan, büyük sermayenin sözcülerini bile, en “yumuşak” eleştirilerden dolayı “fırçalıyor”. AKP iktidarının giderek hırçınlaşması, onun, giderek artan toplumsal sorunlar karşısındaki çözümsüzlüğünün ifadesidir. Emekçi kitleler içinde alttan alta kabaran hoşnutsuzluğun işsizlik, yoksulluk, dalgalar halinde gelen zamlar ve PKK ile savaşta ölen asker sayısındaki artışla birlikte, başlıca sözcüleri “darbe” davalarında yargı-
H
toplumsalesitlik.org
30
lanan burjuva ve küçük burjuva ulusalcı muhalefet gemisinin yelkenlerini şişiren bir rüzgara dönüşmesi hiç kimseyi şaşırtmamalı. Kapitalizmin küresel ölçekte keskinleşen çelişkileri ve AKP’nin izlediği gerici politikalar, kaçınılmaz biçimde, egemen sınıflar ve yönetici seçkinler arasında bir bölünmeye yol açacaktır. Bu bölünmede, çıkarları AKP eliyle uygulanan politikalar eliyle zarar gören kesimler, yüzlerini bir kez daha ordu içindeki laik-ulusalcı unsurlara döneceklerdir. Unutmayalım ki, sosyalist bir önderliğe sahip olmayan işçi sınıfı ve devrim umudunu yitirmiş küçük burjuva solcuları arasında da, yargılanan subaylara yönelik artan bir sempati söz konusu. Küresel kriz karşısında ulusal korumacı eğilimlerin canlandığı ve ABD emperyalizminin artan saldırganlığına karşı muhalefetin yükseldiği mevcut koşullar altında tezgahlanan “Balyoz” ve “Ergenekon” gibi davaların ordu içindeki laik-ulusalcı kanada ciddi bir darbe indirdiği inkâr edilemez. Ama bu davaların gerçekleştiği uluslararası ve ulusal ortam, aynı zamanda, artan küresel sermaye yatırımları sayesinde iktidarda görece rahat bir on yıl geçirmiş olan AKP için sonun başlangıcını ifade etmektedir. Her bir sermaye grubunun kendi siyasi alternatifini oluşturmaya çalıştığı bu koşullar altında, milyonlarca emekçinin geleceği, bir kez daha, enternasyonalist sosyalist bir işçi sınıfı önderliğinin yaratılmasına bağlı.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
B
kürt sorununda “savaş - barış” ikilemi
aşbakan Recep Tayyip Erdoğan, Eylül ayı sonunda, PKK’nin saldırılarını iyice arttırdığı bir dönemde beklenmedik bir çıkış can öykü yaparak, Öcalan’ı ve PKK’yi de kapsayan “yeni görüşmeler” yapılabileceğini açıkladı. NTV’deki konuşması sırasında, BDP Eş e d m e h Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “müzakereler yeniden başlasın” t üme Hem hük en d in s e çağrısına da değinen Erdoğan, “Tabii BDP’nin bu çağrısını ne deh p ce B D P - P KK r, la a rece değerlendiririz, kaale alırız, ayrı bir konu” dedi ve ekledi: “Benm la açık gelen bu zer bir çağrıyı biliyorsunuz CHP de yaptı. Meclisin açılmasıyla n ana hızla tırm birlikte, gelin, hep beraber, haydi bakalım bu taşın altına elimizi koe v n rda çatışmala k yalım … çağrısında bulunacağız. Ha, bu arada İmralı’yla ilgili göil ı y la o nd ölümlerde yan yana rüşmeler yine olabilir.” rtık bakışta a i Erdoğan, görüşmelerin kesintiye uğramasından sonra, PKK şiddeekmiş gib c e y e gelm tinin daha fazla tırmanmasına neden olmakla eleştirilen “Oslo Göu b n bütü gözüken rüşmeleri”ne ilişkin olarak şunları söyledi: “İmralı olsun, Oslo olsun yeni bir aktörlerin bu görüşmeleri, biz çok açık net bu adımları attık. Şu anda bu kesiltrafiğine menin bazı sebepleri oldu. O sebep de neydi? İletişimdeki samimigörüşme t ığına işare yetsizlikti. Tabii bu samimiyet olmayınca, ister istemez, ‘burada işi hazırland ir. keselim’ dedik.” etmekted Başbakan’ın sözlerinin, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in Oslo tartışmalarına ilişkin olarak bir gün önce aynı TV kanalında yapmış olduğu açıklamaların ardından gelmiş olması, hükümetin gelişen sürece nasıl yaklaştığını da göstermektedir. Oslo görüşmelerine katılmış olan KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar, 24 Eylül’de BBC Türkçe servisine konuştu ve Oslo sürecinin kesilmesinden AKP hükümetinin sorumlu olduğunu söyledi. Aydar, kendisine yöneltilen “Oslo görüşmelerinin yeniden başlaması için hazır mısınız?” sorusuna şu karşılığı verdi: “Bizim tabanımız barışa dünden hazırdır. Önceden tabanımızı buna göre hazırlamış bulunuyoruz. Bu işin mutlaka diyalog yoluyla halledilmesi gerektiğine inanıyoruz. O müzakere süreci boyunca zaman zaman çatışmalar oldu, tıkanıklıklardan dolayı oldu. Ama son bir sene içinde kayıplar, ister bizim taraftan olsun, ister karşı taraftan, bizim kayıplarımızdır, bu ülkenin kayıplarıdır. Bu süreç devam etseydi bu insanlar ölmeyebilirdi.” Hem hükümet hem de BDP - PKK cephesinden gelen bu açıklamalar, hızla tırmanan çatışmalardan ve ölümlerden dolayı ilk bakışta artık yan yana gelmeyecekmiş gibi gözüken bütün bu aktörlerin yeni bir görüşme trafiğine hazırlandığına işaret etmektedir. Öcalan’ın da bu sürece dahil edilmesi halinde, Oslo görüşmelerinin kaldığı yerden devam etmesinin önünde hiçbir engel olmadığı anlaşılıyor. Bu arada, 27 Eylül tarihli Radikal gazetesinde Oral Çalışlar’ın Zübeyir Aydar ile yaptığı bir röportaj yayınlandı. Aydar, Oslo görüşZübeyir Aydar melerinin kesilmesinden bir kez daha AKP hükümetini sorumlu tuttu
31
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Ne “devrimci halk savaşı” başlattığını açıklayan PKK’nin, ne de ordu ve bürokrasi içindeki ulusalcı-laik kanadı geriletmenin özgüveniyle Kürt siyasi hareketini de dilediğince biçimlendireceğini sanan AKP’nin bu çatışma sürecinden kesin zaferle çıkması mümkün.
ve şunları söyledi: “Tayyip Erdoğan, ‘Ben elimden geleni yaptım, karşılık bulmadı’ diyor. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Biz elimizden geleni yaptık, karşılık bulamıyoruz hükümetten. Doğru yaklaşım İmralı’nın kapılarının açılmasıdır. Bu konuda örgüt hazırdır. Diyaloğu kesmemiştir, kesen hükümettir.” Tarafların karşılıklı açıklamaları ve suçlamaları bir yana, sürekli çatışma halinin her iki tarafa da yaramadığı ortada. Zira ne “devrimci halk savaşı” başlattığını açıklayan PKK’nin, ne de ordu ve bürokrasi içindeki ulusalcılaik kanadı geriletmenin özgüveniyle Kürt siyasi hareketini de dilediğince biçimlendireceğini sanan AKP’nin, bu çatışma sürecinden kesin zaferle çıkması mümkün. Öte yandan, tarafların bir masa etrafında yeniden bir araya gelmesi hem uluslararası sermaye seçkinlerinin hem de liberal Türk-Kürt burjuvalarının öncelikli talebi olmaya devam ediyor. Bu koşullar altında Oslo görüşmelerinin yeniden başlaması kesin gözüküyor.
PKK’nin stratejisi
AKP Hükümeti, Oslo görüşmelerinin basına sızdırılmasının ardından, özellikle ulusalcı medya tarafından sert şekilde eleştirilmişti.
32
PKK, Suriye Kürdistanı’nda oluşan fiili özerklik ve emperyalist devletler ile Türkiye’nin Suriye’de kışkırttığı iç savaş ortamında, saldırılarını son aylarda doruk noktasına çıkararak Türkiye ile çok daha güçlü bir şekilde masaya oturmayı ve “demokratik özerklik”e ulaşmayı hedefliyor. Ortadoğu’daki altüst oluş; Suriye’de süren iç savaş ve Irak'ta merkezi hükümet ile Barzani önderliğindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında süren küresel enerji tekellerinin yönlendirdiği paylaşım kavgası ipleri kopma noktasına getirmiş durumda. Bu paylaşım kavgası İran ve Rusya'nın enerji tekelini kırmaya yönelik olarak Türkiye'deki
Kürt illerinden geçirilmesi hedeflenen enerji yollarını da kapsamaktadır. Özetle bu projeye dahil edilmeyen PKK de son dönemde saldırılarını yoğunlaştırarak “ben de varım!” demektedir. Mehmet Öcalan’ın Adalet Bakanlığı’nın izni ve teşvikiyle 21 Eylül’de İmralı’da Abdullah Öcalan’la yaptığı görüşmede, PKK’nin son eylemleri de gündeme geldi. Öcalan, PKK’nin artan saldırılarından duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, “Son dönemdeki eylemlerinin hemen hemen tümü sorumsuzca. Bu saldırılar halklar arasındaki bu köprüleri ortadan kaldırmaya yönelik. Bunun önüne geçmek gerekiyor. Bu kopuşu engellemek için, köprüler yıkılmasın diye, elimden geleni yapacağım” dedi. Öcalan’ın açıklamaları, onun Kürt sorununun çözümünde yeniden devreye girmeye ve bir “barış elçisi” rolü oynamaya hazırlandığı biçiminde de yorumlanabilir. Öte yandan, PKK’nin artan saldırıları kamu otoritesine ilişkin ciddi güvenlik kaygıları yaratmaya devam ediyor. Başbakanlığın son talimatıyla, PKK saldırılarının yoğun olduğu 8 ilde, valilere zırhlı araç tahsis edilmesine karar verildi. Kiralanan Mercedes 6500 araçları, Batman, Bingöl, Diyarbakır, Hakkari, Siirt, Şırnak, Tunceli valilerine verildi. Makam aracı olarak kullanılacak araçların mayınlı tuzaklara karşı yüksek güvenlikli olduğu, kiralama giderlerinin de Başbakanlık bütçesinden karşılacağı ifade edildi. PKK’nin kamu görevlilerine -özellikle valilere- yönelik saldırılar yapma ihtimali, Ankara’yı şimdilik bu tip geçici önlemler almaya itiyor. Oslo sürecinin kesilmesinin sorumluluğunu karşılıklı olarak birbirlerine yüklüyor olsalar da, aslında iki taraf da, uzlaşmanın ancak bir görüşme ve çözüm paketiyle mümkün olduğunun bilincinde. Tarafların silah kul-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Oslo sürecinin kesilmesinin sorumluluğunu karşılıklı olarak birbirlerine yüklüyor olsalar da, aslında iki taraf da, uzlaşmanın ancak bir görüşme ve çözüm paketiyle mümkün olduğunun bilincinde.
lanma da dahil, bütün karşılıklı mücadele yöntemleri, esas olarak bu stratejik hedefe ulaşmak için kullanılan araçlar olma özelliğine sahip. Hem PKK’nin hem de hükümetin, mevcut şiddet ortamına rağmen, “görüşmelerin tekrar başlaması” gerektiğini kabul ediyor oluşunun altında bu yatmaktadır. Geçtiğimiz aylarda, hükümet ile PKK arasındaki Oslo görüşmelerinin neden kesintiye uğradığına ilişkin birçok farklı fikirler ortaya atıldı. Ancak bu durumun sonsuza kadar devam etmeyeceği ve tarafların eninde sonunda görüşme masasına yeniden oturacağı ortadaydı. Aksi takdirde, “Arap Baharı”nın etkileri, Suriye ile savaş riski, Irak-İran gibi ülkelerin Ankara’nın politikalarından hoşnutsuzluğu ve Sünni-Alevi kutuplaşması ekseninde artan mezhepsel gerilim üzerine, artan PKK saldırılarının eklenmesi, Ankara’yı hiç tahmin edemeyeceği yeni sorunlar ile boğuşmak zorunda bırakabilir.
“Samimiyet eksikliği” mi; “oyalama” mı? Taraflar arasındaki karşılıklı güvensizlik duygusu, kuşkusuz, bugün de devam ediyor. Erdoğan, PKK tarafında “samimiyet eksikliği” görerek Oslo sürecini kestiklerini söylüyor. PKK ise, hükümet tarafında “oyalama taktiği” gördüğü için yeniden silaha sarıldığını açıklıyor. Özellikle PKK cephesinde, hükümetin söylemleri hala birer oyalama taktiği olarak görülmekte ve AKP’nin “müzakere söylemiyle” seçimlere kadar durumu idare etmeye çalışacağına ilişkin yorumlar yapılmakta. Lakin PKK’den kaynaklı asker, polis ve sivil ölümlerinin arttığı bir ortamda, AKP’nin böylesi riskli bir stratejiyi -doğuracağı milliyetçi tepkiler açısından- uzun süre yürütebilmesi ve otoritesini koruyabilmesi hiç de kolay olmayacak. “Oyalama taktiği” konusunda yapılan yorumlar, başta CHP Genel Baş-
kanı Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere, pek çok CHP milletvekili tarafından da paylaşılmaktadır. Oslo görüşmelerinin asıl amacının çözüm değil seçim dönemini çatışmasız geçirmek olduğunu söyleyen Kılıçdaroğlu, “Bu yaşananları üst üste koyduğumuzda hükümetin çözüm niyeti olmadığını görüyorsunuz. AKP sorunu çözemez.” dedi. Aynı şekilde, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da, Oslo görüşmelerinin tekrar başlatılmak istenmesinin nedeninin 12 Haziran 2011 seçimleri öncesiyle aynı olduğunu belirterek, “Önümüzde 2013 seçimleri var, sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Başbakan’ın tek istediği kendisini başkan yapacak bir sistem, bir ortam.” dedi. Tanrıkulu, “Hükümet yeni bir ‘Kürt açılımı’ yaparsa PKK buna güvenebilir mi?” sorusunu ise şöyle yanıtladı: “Büyük bir güvensizlik var, hükümetin bir açılım, demokratik çözüm ya da meşru çözüm noktasında bir adım atacağı yok.” Kılıçdaroğlu ve Tanrıkulu tarafından basına yapılan açıklamalar, esas olarak AKP ile PKK arasındaki çekişmenin neden olduğu politik iklimden CHP lehine yararlanma isteğinin de bir ürünüdür. CHP bir yandan “bölücü teröre karşı çıkarak” ulusalcı kamuoyunun desteğini kazanmaya hem de AKP’yi yeterince müzakereci olmamakla ve barışı geciktirmekle suçlayarak “demokratik” Kürt kamuoyunun sempatisini toplamaya çalışıyor. Lakin CHP bu işi o derece eline yüzüne bulaştırmaktadır ki, parti kurmayları Oslo’yu hükümete karşı kullanmak isterken, partinin lideri Oslo’nun sürmesi gerektiğini söylemektedir. Bu parti içi bölünmüşlük hali, kuşkusuz CHP içindeki liberal ve ulusalcı kanatlar arasındaki fikir ve yönelim ayrılığının da bir tezahürüdür. CHP içindeki “Oslo çatlağı”, CHP Sözcüsü Haluk Koç’un Oslo görüşmelerine ilişkin açıklamasına da yan-
33
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k rın dokunulmazlıklarının kaldırılacağı” mesajına karşın, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, dokunulmazlığın kaldırılmasının BDP ve PKK’nin ekmeğine “yağ süreceğini” söyledi. Arınç, “2011’den bu yana dokunulmazlıklarının kaldırılması gündeme gelmemişse sadece bu olaydan dolayı gündeme getiriliyorsa bunun üzerine çok iyi düşünmek gerekir.” dedi. Öte yandan, MHP’nin aksine, CHP’den, BDP milletvekilerinin dokunulmazlığını kaldırılması destekleyen herhangi bir açıklama yapılmadı. Tam tersine, Kılıçdaroğlu sadece BDP’lileHaluk Koç rin dokunulmazlığını kaldırmayı hesıdı. Koç, PKK’nin doğrudan müza- defleyen bir girişime destek vermeyekere için muhatap alınmasını eleşti- ceklerini açıkladı. rirken, aynı şekilde, CHP Grup Baş- AKP’nin güç sarhoşluğu kanvekili Emine Ülker Tarhan da 10 yıldır iktidarda olan AKP, daha önMeclis’te düzenlediği basın toplantı- ceki dönemin rahat uluslararası ekosında Oslo’yu “hazmetmediklerini” nomik ve siyasi konjonktürünün de vurguladı. etkisiyle, kabaca 2007-2008 yıllarına Koç’un ve Tarhan’ın sert açıklamaları, kadar istikrarlı bir hükümet profili “PKK’ye silah bıraktıracaksa terör ör- çizdi. Fakat küresel mali krizin hızla gütüyle görüşmelere devam edilmeli” kötüleşmesi, Ortadoğu’da “Arap Badiyen ve liberal demokrat bir yakla- harı”nın başlaması, dış politikada şıma sahip olan Kılıçdaroğlu’nun ak- tam hezimet ve iç siyasette yaşanan sine, parti içindeki ulusalcı Kemalist gerilimler ile savaş ortamı, AKP’nin kanadın düşüncelerini ifade etmekte- hızla güç kaybetmesinin belli başlı seCHP bir yandan bepleridir. AKP bu süreçte, mutlak ikdir. “bölücü teröre Dokunulmazlıkların kaldırılması tidar olmanın da verdiği bir karşı çıkarak” Bir başka önemli konu ise, Hakka- özgüvenle -KCK operasyonlarının yaulusalcı ri’de PKK gerillaları ile “kucaklaşan” pılış biçiminden de anlaşılabileceği kamuoyunun BDP milletvekillerinin dokunulmazlı- gibi- Kürt siyasi hareketine yönelik desteğini ğının Anayasa Mahkemesi tarafından baskının çıtasını önemli ölçüde artkazanmaya hem kaldırılmak istendiği iddiasıdır. Baş- tırma yoluna gitti. de AKP’yi bakan Erdoğan’ın konuya ilişkin yar- Bununla birlikte, AKP’nin güç sarhoşgıya “gerekeni yapmasını” söylemesi luğunun kısa sürdüğünü; dış politiyeterince ve kendilerinin de Meclis’te gerekeni kada Suriye hezimetinin ve içeride müzakereci yapacaklarını ifade etmesi önümüz- artan PKK saldırılarının AKP’yi uyanolmamakla ve deki dönemde yasal Kürt partisinin dırdığını söyleyebiliriz. ABD ve NATO barışı KCK davasına ek olarak bir kez daha yetkililerinin Türkiye’ye ardı ardına geciktirmekle hedef tahtasına oturtulacağını göste- yaptığı ziyaretlerden sonra, Erdosuçlayarak riyor. Bunun yanında kimi AKP’li siya- ğan’ın Suriye’ye yönelik tavrını yumu“demokratik” Kürt setçilerin açıklamaları, parti içinde bu şatması ve PKK konusundaki son kamuoyunun konuya ilişkin olarak bir çatlak oluş- açıklamaları, AKP’nin içine girdiği sempatisini tuğuna da işaret ediyor. cendereden çıkmak için yeni bir fortoplamaya Başbakan Erdoğan’ın ve parti yöneti- mül arayışına girdiğini gösteriyor. çalışıyor. mindeki bazı isimlerin “kucaklaşanla- Özellikle de Kürt sorununda, AKP’nin
34
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Erdoğan’ın “İmralı’yla yeniden görüşülebilir” söyleminin arkasında, AKP’nin Kürt meselesini hem küresel sermayenin hem Türk-Kürt hakim sınıflarının çıkarları temelinde çözmeye mecbur olması yatmaktadır.
elindeki en büyük silah “demokratikleşme” söylemidir. Bu yüzdendir ki, PKK’nin tek başına askeri operasyonlar yoluyla hizaya çekilemeyeceğini anlayan Erdoğan hükümeti, yine özünde savaş pratiğiyle harmanlanmış müzakereci çizgisine geri dönme ihtiyacı duydu. Erdoğan’ın “İmralı ile yeniden görüşülebilir” söyleminin arkasında, AKP’nin Kürt meselesini hem küresel sermayenin hem Türk-Kürt hakim sınıflarının çıkarları temelinde çözmeye mecbur olması yatmaktadır. Tersi yönde bir gelişme, öncelikle AKP’nin elindeki devlet aygıtını ve bürokrasiyi olumsuz yönde etkileyeceği içindir ki, gerçekte PKK ile savaşın derinleşmesi, AKP’nin temsilciliğini yaptığı hakim sınıfların isteyebileceği en son şeydir. Bu yüzden iki taraftan da gelen “müzakereler yeniden başlasın” talebi, hem küresel hem de bölgesel dinamikler göz önünde bulundurul-
duğunda, taraflar için tek gerçekçi çıkış yolu olarak gözükmektedir. Bu koşullar altında işçi sınıfına ve Marksist harekete düşen temel görev, hem Türkiye hem de PKK eliyle yükseltilen militarizm ve milliyetçilik dalgasına karşı koymak hem de küresel sermayenin çıkarlarına hizmet eden sözde “demokratikleşme” manevralarının işçi-emekçi düşmanı karakterini teşhir etmektir. Bu, yalnızca, enternasyonalist ve sosyalist bir program temelinde yükselen devrimci sınıf perspektifiyle başarılabilir. Marksist devrimciler, hiçbir burjuva çözüm programına yedeklenmeden, Türk ve Kürt emekçilerinin birliği üzerinde yükselecek gerçek kurtuluşun ve eşitliğin ancak devrimci bir işçi iktidarı ve sosyalizmin inşası yoluyla mümkün olacağını işçi sınıfına anlatma göreviyle karşı karşıyadır.
HHHH
PKK ile görüşmelere yeniden başlamanın hazırlıkları yapılırken, operasyonlar da sürüyor.
35
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
aki d n ı s a r la u s k o y or ile y ü n i y g ü n b e z ibi g ğ ı ç ı k gelir far
T
ÜİK’in yayınladığı Gelir ve Yaşam Koşulları anketine göre en zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki gelir farkı 8 kat arttı. Bu oranlar geçen sene de 8 kat artarken, 2009 yılındaki artış 8,5 kat olarak gerçekleşmişti. TÜİK verilerine göre, geçtiğimiz yıl en zengin yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,7 olurken, en düşük gelire sahip olanların toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 5,8 idi. Aynı araştırmaya göre nüfusun yüzde 60,4’ü ciddi bir mali sıkıntıyla karşı karşıya… Gelir farklarındaki ciddi artış, kuşkusuz, sadece Türkiye’ye özgü değil . Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın açıkladığı son verilere göre de, tüm dünyada zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar daha da fazla yoksullaşmaya devam etti. Bu orantısızlığın başlıca nedenlerinden biri düşük gelirli işlerde çalışan insan sayısının giderek artması ve bu sektörlerde çalışanların gelirlerinde ciddi bir azalma olmasıdır. Burjuvazi, ekonomik krizle birlikte, kazançlarının düştüğü bahanesiyle işçi sınıfının ücretlerine ve sosyal haklarına saldırırken, devletten sürekli daha fazla vergi indirimi ve teşvik istiyor. Kapitalistlere verilen bu teşviklerin ve vergi indirimlerinin finansmanı ise yine işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına yüklenen zamlar ve dolaylı vergiler eliyle karşılanmaktadır. Böylece ekonomik krizi fırsata çeviren kapitalistler, servetlerini katlarken, işçi sınıfı ve emekçiler yoksullaşmaya devam ediyor. Ekonomik alanda tüm bunlar yaşanırken, kimi küçük burjuva ideologları işçilere kapitalizmi iyileştirmenin ve daha insancıl bir kapitalizm yaratmanın mümkün olduğu hayallerini yayıyorlar. Bu hayaller varolan eşitsizliği daha da derinleştirmekten öteye hiçbir şeye yaramamaktadır.
HHHH
36
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
kayıp bir kuşak ve sosyalizm uğruna mücadele
K
uzey Amerika’daki ve Avrupa’daki okullar ve üniversiteler yeni öğretim yılına başlarken, gençler artan kitlesel işsizlikle, andre damon kamusal eğitime yönelik yenilenen saldırılarla ve artan yoksullukla karşı karşıya. lik ında işsiz s ra Geçtiğimiz yıl, Avrupa Birliği’nin (AB) istatistik kurumu, AB sınırları a r le ç G en sında a rt içindeki 25 yaş altı işsizlik oranlarının yüzde 22,5’e ulaştığını o ın ın artış elik n açıkladı. Her ikisi de Avro kriziyle sarsılan Yunanistan’daki ve İsö y e im eğit ldırı son panya’daki gençler arasında işsizlik oranları yüzde 50’nin üstünde. a s n a n la c an i ıcı bir etk Bütün göstergeler, kitlesel işsizliğin öngörülebilir gelecekte daha da derece yık ır. Gençler d kötüleşeceği yönünde. [3 Eylül] Pazartesi günü Uluslararası çalışma ta k a tm yara e işsizliğin v Örgütü (ILO) tarafından yayımlanan bir rapora göre, 2017 yılında i k a d ın s ara rin gençler arasındaki küresel işsizlik oranı, 2012 için tahmin edilenin i kesintile eğitimdek lışan a ç e n i, yüzde 0,2 üzerine çıkarak, yüzde 12,9’a ulaşacak. is birleşik etk ir b e v n a y ILO, gelişmiş ülkelerdeki genç işsiz sayısının önümüzdeki yıllarda ne de oku r e y ri biraz azalacağını öngörüyor ama bu yalnızca milyonlarca gencin a mesleki k n gün e ç e g r e işgücünden ayrılması nedeniyle gerçekleşecek. h beklentisi üyüyen b k re e id Gençler arasında işsizlik artışının ortasında eğitime yönelik canlaazalan, g i im s e k nan saldırı son derece yıkıcı bir etki yaratmaktadır. Gençler k bir gençli arasındaki işsizliğin ve eğitimdeki kesintilerin birleşik etkisi, ne yaratıyor. çalışan ne de okuyan ve bir mesleki kariyer beklentisi her geçen gün azalan, giderek büyüyen bir gençlik kesimi yaratıyor. Bu yıl, Britanya’daki üniversiteler, öğretim harçlarını yüz binlerce genci eğitimin dışında tutacak şekilde ikiye katladılar. Britanya’daki üniversitelere başvurular, yüz binlerce öğrenci eğitim masraflarını karşılayamadığı için, yaklaşık yüzde sekiz düştü. ABD’deki kamusal eğitim de benzer şekilde sefalet içinde. Bütçe ve Siyasi Öncelikler Merkezi (CBPP) tarafından Çarşamba günü yayımlanan bir araştırmaya göre, eğitime ayrılan merkezi ve yerel fonlar 2008’den bu yana yüzde 10’dan fazla azalmış durumda. CBPP’nin raporu, 2008’den bu yana 17 eyaletin öğrenci başına eğitim harcamasını yüzde 10’dan, üçünün ise yüzde 20’den fazla azalttığını gösteriyor. En kalabalık eyalet olan California’da öğrenci başına kesinti yüzde 17 iken, Texas ve Ilinois’de yüzde 11. Rapor, 2008’den bu yana yerel okul bölgelerinin 328 binden fazla işi ortadan kaldırdığını belirtiyor. Bir iş bulacak kadar şanslı olan gençler, giderek artan şekilde sefalet ücreti üzerinden çalıştırılıyor. Ulusal İstihdam Yasası Projesi tarafından son zamanlarda yapılmış bir araştırma, ABD’de 2008 çöküşünden bu yana yaratılan işlerin çoğunuluğunu, 7,69 ile 13,83 Dolar ödenen düşük ücretli işlerin oluşturduğunu gösteriyor. Buna karşın, orta düzeyde ücret ödenen işler -ki bunlar ekonomik İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/sep201 çöküş sırasında yitirilen işlerin yüzde 60’ını oluşturmuştu, “ekonomik toparlanma” sırasındaki işyeri artışının yalnızca yüzde 22’sini 2/pers-s06.shtml
37
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Gençliğin gelecek mücadelesi, kapitalizme karşı sosyalizm uğruna mücadeledir. Gençlerin ve öğrencilerin toplumsal çıkarlarını savunmaya yönelik mücadele, yalnızca bu perspektifi benimseyerek ve bir ayağı çukurda olan kapitalist sistemi yamalama yönündeki çabalarla her türlü ilişkileri kopartarak verilebilir.
ifade etti. Büyük bir hızla artan öğretim harçları ile azalan ücretlerin bileşimi, yüksek öğrenimi milyonlarca insan için ulaşılamaz hale getirmiştir. Yüksek öğrenim, onu görenler için, giderek artan şekilde, yaşam boyu bir borçluluk anlamına gelmektedir. Bu durum, egemen sınıf içinde, kapitalist sistemden bütünüyle hayal kırıklığına uğramış bir “kayıp kuşak” korkusu canlandırmaktadır. ILO’nun yeni genel müdürü Guy Ryder, Financial Times’a, mevcut işsizlik oranlarının “toplumsal olarak kabul edilemeyecek bir durum ve bir ölçüde toplumumuza yönelik bir tehlike” olduğu uyarısında bulundu. Ryder, egemen siyasi çevrelerin bir savunucusu olarak kaygılanmakta haklı.Gençlerin karşı karşıya olduğu feci koşullar, geçen yıl Mısır ve Tunus’ta gerçekleşen devrimlerden bu yıl Quebec‘teki öğrenci boykotuna kadar, kitlesel toplumsal hareketlere katkıda bulunmuş durumda. Ama gençlerin insanca bir yaşam taleplerini kısmen ifade eden bu mücadeleler, bir bütün olarak işçi sınıfının karşı karşıya olduğu temel bir sorunla karşılaştı: Devrimci bir önderliğe duyulan ihtiyaç. Gençler arasındaki yaygın işsizlik ve
kamusal eğitime yönelik saldırı olağanüstü şeyler değildir. Onlar, yaşamın bütün alanlarını zenginlerin kârlarını arttırmaya tabi kılan kapitalist sistemin sonucudur. Egemen sınıf, aynı zamanda, gençlerin karşı karşıya olduğu umutsuz durumu, daha yaşlı işçilerin ücretlerine ve sosyal yardımlarına karşı; bir bütün olarak halkı yoksullaştırmak için bir koçbaşı olarak kullanmaktadır. Gençliğin gelecek mücadelesi, kapitalizme karşı sosyalizm uğruna mücadeledir. Gençlerin ve öğrencilerin toplumsal çıkarlarını savunmaya yönelik mücadele, yalnızca bu perspektifi benimseyerek ve bir ayağı çukurda olan kapitalist sistemi yamalama yönündeki çabalarla her türlü ilişkileri kopartarak verilebilir. Öğrencilerin ve gençliğin yaşam standartlarını savunma çabalarındaki doğal müttefiki işçi sınıfıdır. Gençler kendi geleceklerini, yalnızca, kamusal eğitimi savunma ve iyi bir iş mücadelelerini işçi sınıfının kitlesel hareketiyle birleştirerek savunabilirler. Yeni eğitim döneminde, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin öğrenci hareketi olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler, sosyalist bir program ve işçi sınıfına yönelim temelinde bir gençlik hareketini inşa etmek için atak bir kampanya başlatıyor. Bütün öğrencileri ve gençleri sosyalizm uğruna mücadeleye girişmeye, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin tarihini ve perspektiflerini incelemeye ve Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’e katılmaya çağırıyoruz.
HHHH Londra, 2010 Sonbaharı
38
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
çin’in çalışma koşulları kötü işyerleri öğrencileri sömürüyor louis Zou e eni iPhon Apple’ın y rtılı a b a lasıyla 5’inin faz asaya şekilde piy ardındaki in sürülmesin ek, Çin’in rç e g ız s acıma tindeki n e k n Taiyua çisinin oxconn iş binlerce F le ve örevlileriy güvenlik g tiğimiz tıştığı geç polisle ça . dana çıktı hafta mey
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/oct201 2/stud-o02.shtml
A
pple’ın yeni iPhone 5’inin fazlasıyla abartılı şekilde piyasaya sürülmesinin ardındaki acımasız gerçek, Çin’in Taiyuan kentindeki binlerce Foxconn işçisinin güvenlik görevlileriyle ve polisle çatıştığı geçtiğimiz hafta meydana çıktı. Olaya, görünüşte güvenlik görevlilerinin saldırgan tavrı yol açmıştı ama o, bunun çok daha ötesinde, ücretler ve çalışma koşulları üzerine gerilimi açığa vurdu. Foxconn gibi büyük şirketler, her düzeyde Çinli yetkililerin desteğiyle, öğrencilerin ucuz işgücü olarak yaygın şekilde sömürülmesiyle ilgilenmektedirler. Bu uygulama bir mesleki eğitim biçimi olarak haklı çıkartılırken, öğrenciler uzun saatler boyunca sıkı disiplin altında, sıradan, sürekli tekrarlanan görevleri yerine getirirler. Hong Kong’da yayınlanan Ming Pao Daily gazetesi, 6 Eylül günü, Anhui eyaletindeki Huai’an kentinde birkaç yüksek okulun ve üniversitenin öğrencilerinden, Foxconn’un Fuyu Electronic Technology (Huai’an) Co. Ltd. şirketinde iki aylık bir staj yapmalarını istediği gerçeğini aydınlattı. Staj, öğrenci değerlendirmesinin bir parçasıydı ve ona katılmayanlar diploma alamayacaktı. Ming Pao Daily, öğrenciler Eylül ayı başında geri döndüklerinde, onlara staj yerlerini bireysel olarak aramak yerine topluca büyük işletmelere, asıl olarak da Foxcoon’a yerleştirileceklerinin söylendiğini belirtiyor. Kimi enstitüler sayıları 2.500’ü bulan öğrencileri Foxcoon’un fabrikalarına göndermişti. Öğretim görevlileri, öğrencilere, açıkça, “kısacası, Foxcoon’un Apple cep telefonlarının piyasaya sürülmesine hizmet edeceksiniz” demişti. Uzun süredir Foxcoon’da çalışan bir işçi, gazeteye, şirketin yaz tatilinin sonunda çok sayıda insan işten ayrıldıktan sonra yüklü iPhone 5 siparişleri aldığını ve bunun bir işgücü eksikliğine yol açtığını söyledi. Düşük maliyetli öğrenci işçilerden, Apple’ın yeni telefonunun piyasaya sürülme günü olan 12 Eylül’e kadar, bu boşluğu doldurmak için yararlanıldı. Nanfang People Weekly gazetesi, Eylül ayı içinde aynı fabrikadaki öğrenci işçilere yönelik kendi incelemesini yaptı. Jiangsu Maliye, Meslek ve Teknik Yüksek Okulu’nun üçüncü sınıfnda genç bir kadın olan Yu Lu, geçtiğimiz yıldan bu yana Foxcoon’daki ikinci “staj”ını yapmaya zorlanmış. O, Apple’ın veri kablolarını yapan üretim hattında çalışıyor ki bu “ilkokul çocuğunun bile yapabileceği ve mesleki beceriyle ilişkisi olmayan” basit işlemleri içeren bir görev. Yu, sabahları yalnızca on dakika ara verilen işin ağır olduğunu anlatıyor. Onların iş sözleşmelerinde, Foxcoon işgününün sekiz saatle sınırlı olduğunu kabul ediyor. Gerçekte ise öğrenciler her gün 2-3 saat fazladan çalışmak zorunda. Onlar, bir saatlik öğle yemeği arası dışında sabah 8’den akşam 9:30’a kadar aralıksız çalışıyorlar.
39
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
İşçilerin -2010’da Foxcoon fabrikalarında 14 kişinin ölüme atlamasında olduğu gibi- intihar etmesini önlemek için, yatakhanelerin ikinci kattan başlayarak her katında ağlar bulunuyor.
Foxcoon’da Apple için çalışan Çinli öğrenciler
40
Bazen, öğrencilerden ertesi sabaha kadar 12 saatlik gece vardiyasında çalışmaları isteniyor. Yu, denetleyicilerin çok küfürbaz ve saldırgan olduğu üretim hattındaki disiplinin çok sert olduğunu anlatıyor: “Çalışma saatleri sırasında tuvalete gitmek istersen onun [denetleyicinin] yüzüne dikkat etmen gerekir. Eğer denetleyicin kötü biriyse, tuvalete gitmeye bile izin verilmez.” Öğrencilerin eline, geçen yıl, 110 Yuan konaklama ve her öğün için 4,5 Yuan kesilmeden önce, yalnızca ayda 1.320 Yuan (210 Dolar) geçmiş. Yu, “son derece kalabalık ve havasız olan yatakhanede 10 kişi vardı” diyor. O, sıkça, telefonda anne-babalarına koşulların dayanılacak gibi olmadığından şikayet eden genç kadınları işitmiş. İşçilerin -2010’da Foxcoon fabrikalarında 14 kişinin ölüme atlamasında olduğu gibi- intihar etmesini önlemek için, yatakhanelerin her katında, ikinci kattan başlayarak ağlar bulunuyor. Foxcoon, öğrenci emeğinin sömürülmesinde yalnız değil. China Labor Watch’ın kısa süre önce yaptığı bir inceleme, elektronik devi Samsung’un kapsamlı şekilde öğrencilerden yararlandığını gösteriyor. Samsung’un Hu-
izhou’daki Hager Guoli Ltd. adlı fabrikasında, 2.000 kişilik işgücünün yüzde 60-80’i öğrencilerdi. Şirket, yalnızca Guangdong eyaletinde değil ama Chongqing ve Guizhou gibi uzak bölgelerdeki yerel yüksek okullar ve teknik liseler ile de “ortaklık” kurmuştu. Fabrika, asıl olarak ABD ve Avrupa’nın yanı sıra Ortadoğu’ya dışsatım için cep telefonları, DVD ve MP3 çalıcılar ve müzik setleri üretmektedir. O, aynı zamanda Motorola ve LG gibi diğer uluslararası dev şirketlerin de ihtiyacını karşılıyor. İşçilerin bir kesimi Çin’deki yasal çalışma yaşı olan 16’nın altındaydı. Yetişkinlerin işini yapan (günde 11 saat, ayda 26-28 gün çalışan ve yetişkin işçinin maaşının yalnızca yüzde 70’ini alan) en az bir düzine çocuk işçi vardı. 14 yaşında bir kız olan Wu Xiaofang kısa süre önce işten yatakhaneye giderken yaralanmıştı. O merdivenlerden yuvarlanmıştı ve çalışamıyordu ama şirket onu hastaneye götürmeyi ya da hasta raporu vermeyi reddetmiş, Wu Xiaofang altı günlük ücretini alamamıştı. Bu sömürüden bütün yönetim mercileri sorumludur. 2006 yılında, Eğitim Bakanlığı, “mesleki eğitimin kalitesini kapsamlı bir şekilde arttırmak için” bir
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Demokratik hakların savunusu, işçi sınıfının, krizin kaynağı olan kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını amaçlayan enternasyonalist sosyalist bir program temelinde seferber edilmesini gerektirmektedir.
H
dizi tavsiyede bulundu. Meslek okulları güçlü bir şekilde “eğitimi sanayi ile birleştirmek”; özünde şirketlere “devlet tarafından onaylanmış” öğrenci emeğine erişim sağlamak zorundaydı. Hükümet ve şirketler keyifli bir mali ilişki oluşturmuştur. Yerel yönetimler ücret maliyetlerini azalmada şirketlere yardımcı olmak için öğrenci işçiler sağlıyor. Buna karşılık, okullar Foxcoon’dan ve diğer şirketlerden “rüşvet” ve “aracılık ücreti” olarak para aldıkları için, hükümetler eğitim harcamalarını kısabilmektedirler. Örneğin, Foxcoon Huai’an’da gönderdiği her öğrenci için okula 500 Yuan öderken,
yönetim 100 Yuan vermektedir. Bu öğrencilerin kötü durumu, bir bütün olarak işçi sınıfının Apple ve Samsung gibi uluslararası dev şirketler tarafından Foxcoon gibi fason üreticileri dolayımıyla vahşice sömürüsünün yalnızca bir ifadesidir. Hızlanan ekonomik kriz ile ABD’deki ve Avrupa’daki tüketici harcamalarının azalması, şirketlerin kâr oranlarını korumak için kötü koşullarda çalışan işgücünün her zamankinden fazla sömürüsünü tetikleyen Çinli üreticilerin karşılaştığı rekabet baskısını yoğunlaştırıyor.
HHHH
Bu kitapları e-posta adresimizden bizimle bağlantı kurarak yüzde 50 indirimli edinebilirsiniz.
info@toplumsalesitlik.org
1936 Moskova duruşmaları üzerine
Kızıl Kitap
Prinkipo Yayıncılık Yazan: Lev Sedov Çeviren: Halil Çelik 224 syf., 14 TL.
Karanlık Çökerken Bürokrasinin Yükselişi Bolşevizmin Yenilgisi H2O Kitap Derleyen: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 392 syf., 21,90 TL
Uluslararası İşçiler Birliği (I. Enternasyonal) Prinkipo Yayıncılık Halil Çelik 368 syf., 20 TL.
Tarihsel Maddecilik Üzerine H2O Kitap Yazan: Franz Mehring Çeviren: Halil Çelik Yayına Hazırlayan: Özcan Özen 96 syf., 7,50 TL
41
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
m i t i ğ e z ı s a r a p n akp’ni ı s a c a aldatm
H
ükümet, 2012-2013 eğitim-öğretim yılına başlarken yayınladığı bir kararnameyle birinci öğretim ve açık öğretim öğrencileri için katkı paylarını/harçları kaldırdı. İkinci öğretim öğrencilerinden alınan “öğrenim ücreti” ise harç kapsamına girmediğinden ve bu kararname yalnız harçları kapsadığından, ödenmeye devam edecek. Örneğin birinci öğretimde okuyan Mühendislik Fakültesi öğrencisi harç ödemezken, aynı fakültenin ikinci öğretim öğrencisinden yıllık 1.529TL öğrenim ücreti alınacak. En yüksek öğrenim ücretini ise yıllık 4.268 TL olarak Devlet Konservatuarı ikinci öğretim öğrencileri ödeyecek. Bu yıl uygulanması planlanan öğrenim ücreti zammı da 2015 yılına ertelendi. Bakanlar Kurulu, kararnamenin ardından ikinci öğretim öğrencilerinden alınan öğrenim ücretlerinin yüzde 10'unun, öğrencilerin başta beslenme olmak üzere barınma, sağlık, spor, kültür ve diğer sosyal hizmetlerinde, kalan kısmının ise üniversite bütçesine dahil edilerek, YÖK tarafından tespit edilen usul ve esaslara göre kullanılacağını açıkladı. Bu da Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK), ser-
42
mayenin ihtiyaçlarına göre harcama yapmaya devam edeceği anlamına geliyor. Öğrencilerin ise kendilerini doğrudan ilgilendiren bu harcamaları denetleme hakkı bulunmuyor. Bakanlar Kurulu, Açık Öğretim Fakülteleri için de katkı paylarının kaldırıldığını açıklamıştı. Önceki uygulamaya göre, açık öğretimde hem devlet 90 TL katkı payı alıyor hem de Anadolu Üniversitesi’ne öğretim gideri adı altında 410 TL ödeniyordu. Dolayısıyla, harçların kaldırılmasıyla birlikte, devlet 90 TL’lik katkı payını almayacak ama açıköğretim öğrencileri, harçlarının büyük bölümünü oluşturan ve Anadolu Üniversitesi tarafından belirlenen 410 TL öğrenim giderini ödemeye devam edecekler. Öğrencilerin bir kısmı için harçların kaldırılması, onların öğretim süresi boyunca hayatlarını devam ettirebilmeleri için gereksinim duydukları yeme-içme, barınma, ulaşım, sağlık gibi temel ihtiyaçları devlet tarafından sağlıklı ve insana yaraşır bir şekilde karşılanmadığı sürece, sermayenin ikiyüzlü bir manevrası olmaktan öteye geçmiyor.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
toplumsal eşitlik için uluslararası öğrenciler
ilkeler bildirgesi BELGE İçin l Eşitlik ciler a s m lu ren Top rası Öğ ört bir a r la s Ulu ın d dünyan cilerin, n (ISSE), e r aki öğ yanınd plumsal to ızca kronik rın yaln areketi la n u r so çi h st bir iş sosyali ıyla r dolayım eceğinde ısra il b çözüle ütüdür. rg e de n ö
İ
nsanlık, 21. yüzyılın ikinci on yılına işsizlik, savaşlar, eşitsizlik ve yoksulluk ile kuşatılmış şekilde girdi. Teknolojideki ve iletişimdeki büyük ilerlemelere rağmen, ABD’de 25 milyon insan işsiz. Dünya çapında, milyarlarca insan açlık içinde ve insanlık sonu gelmeyen savaşlarla karşı karşıya. ABD yönetimi (hem federal hem de merkezi düzeyde), bankalara trilyonlarca dolar verdikten sonra, eğitimde ve diğer sosyal harcamalarda daha önce tanık olunmadık kesintileri dayatıyor. Bu arada mali seçkinler, bir aristokrasinin ruh hali ve kibriyle, kendi krizlerinden işçi sınıfı zararına zenginleşmek için yararlanmaktadır. Her iş yerinde, doğrudan zenginlerin yararına ücretler düşmekte ve işyükü artmaktadır. Çalışanlara yönelik bu saldırıya, dışarıdaki savaşlar eşlik ediyor. Bush’un “21. yüzyıl savaşları”nı devam ettiren Obama, aralarında İran ve Çin’in de bulunduğu birçok ülkeye yönelik tehditlerle birlikte, Afganistan’da bir “akın” ve Libya’ya karşı yeni bir emperyalist savaş başlattı.
Sosyalist bir program 2008’de başlamış olan krizin ekonomik bir sıkıntıdan çok daha öte bir şey olduğu açığa çıkmış durumda. Bu, bütün bir toplumsal sistemin, kapitalizmin tükenişidir. Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Öğrenciler (ISSE), dünyanın dört bir yanında kronik toplumsal sorunların yalnızca sosyalist bir işçi hareketi dolayımıyla çözülebileceğinde ısrar eden öğrencilerin örgütüdür. İnsanlığın ilerlemesi, her şeyi şirketlerin kârlarına ve servetin az sayıda insanın elinde toplanmasına tabi kılan kapitalist sistem tarafından engellenmektedir.
ISSE şunları talep eder: Çalışmak isteyen herkese iş! Milyarlar eğitime ve sosyal harcamalara! Biz dünya çapında bütün kaynakların gereksinim duyan herkese istihdam sağlamaya tahsis edilmesini istiyoruz. Yapılacak çok iş var ve bunlar arasında, insanların temel beslenme ve barınma gereksinimlerini karşılama, okulları yeniden inşa etme, sağlık hizmetlerine erişimi arttırma, işçilere ve gençlere kültür kurumlarına erişim sağlama da bulunuyor. Irak’taki, Afganistan’daki ve Libya’daki savaşlara son! ISSE bütün ABD birliklerinin ve paralı askerlerinin Irak’tan, Afganistan’dan ve ABD’nin buyruğu altına almaya çalıştığı bütün diğer ülkelerden derhal çekilmesini istemektedir. Amerikan savaş makiİngilizce özgün metin için bkz. nesi parçalanmalı; ona harcanan büyük paralar acil toplumsal gehttp://intsse.com/content/state- reksinimleri karşılamada kullanılmalıdır. Toplumsal eşitlik için! ment-isse
43
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Demokrasi, ABD’de ve bütün dünyada hüküm süren toplumsal eşitsizlik düzeyi ile bağdaşmamaktadır. ISSE, zenginlerden alınan vergilerin keskin biçimde arttırılmasını ve hileyle elde edilmiş bütün servetin kamulaştırılmasını içeren bir servetin yeniden paylaştırılması programı çağrısı yapar. Bankalar ve büyük şirketler kamulaştırılsın! Milyarlarca insanın karşılaştığı krizin çözümünün önündeki başlıca engel mali aristokrasidir. ISSE, onun dünya ekonomisi üzerindeki mutlak gücünü kırmak için, bankaların ve büyük şirketlerin halkın demokratik denetimi altında kamulaştırılması çağrısı yapar.
İşçi sınıfının siyasi bağımsızlığı için Bu sorunların hiçbiri, yalnızca okullarda ve yerleşkelerde çözülemez. Toplumsal eşitsizliğe, işsizliğe ve savaşa karşı koymaya çalışan öğrenciler, ülkenin tamamında ve uluslararası düzeyde işçilerle ilişki kurmak zorundadır.
44
Öğrencilerin karşı karşıya olduğu sorunlar (öğrenim harcı, işsizlik, borçlar ve kamusal eğitime ayrılan kaynakların azlığı), işçi sınıfının karşı karşıya olduğu daha genel sorunlardan kopartılamaz. Bu sorunların hiçbiri, yalnızca okullarda ve yerleşkelerde çözülemez. Toplumsal eşitsizliğe, işsizliğe ve savaşa karşı koymaya çalışan öğrenciler, ülkenin tamamında ve uluslararası düzeyde işçilerle ilişki kurmak zorundadır. İşçi sınıfına yönelmek, sendikaları desteklemek anlamına gelmez. Sözde işçi sınıfının savunucusu olan bu örgütler, gerçekte, hali vakti yerinde yöneticilerin ve şirket yönetimlerinin ortaklarının egemenliğindeler. Onlar, işçileri egemen siyasi çevrelere bağlamaya çalışırken, ödünler dayatmada [şirketlerle] işbirliği yapmaktadırlar. ISSE, farklı işçi ve gençlik kesimlerini ortak bir mücadelede birleştirmek için, mevcut sendikalara karşı bağımsız işyeri, eğitim ve mahalle komitelerinin inşa edilmesi çağrısı yapar. İşçi sınıfının, öncelikle egemen sınıfların partileri olan Demokratlara ve
Cumhuriyetçilere karşı kendi siyasi partisine ihtiyacı vardır. ISSE, mevcut partilerin sola çekilebileceği düşüncesini reddeder. Üç yıl önce, çok sayıda genç, Bush yönetiminden “farklı” olacağı umuduyla Obama’ya oy verdi. Yeni yönetim, öncülünün sağcı politikalarını genişletmekten başka bir şey yapmadığı için, onların umutları hayal kırıklığına ve öfkeye dönüşmüş durumda. Obama yönetimi deneyimi, varolan kurumlar dolayımıyla herhangi bir değişim yaşanamayacağını göstermektedir. ABD, yalnızca kağıt üstünde bir demokrasidir. Seçim maskesinin ardında, mali aristokrasiye minnettar, bütünüyle yozlaşmış bir siyasi sistem yatmaktadır. ISSE, iktidarı almak, bir işçi hükümeti kurmak ve toplumu demokratik, eşitlikçi ve akılcı temelde yeniden düzenlemek için mücadele edecek kitlesel bir siyasi işçi hareketini inşa etmeye çalışır.
Sosyalizm ve enternasyonalizm için Kapitalizmin iki asli özelliği (üretim araçlarının özel mülkiyeti ve dünya ekonomisinin ulusal sınırlarla bölünmüşlüğü), insan soyunun üretici güçlerinin akılcı kullanımını ve gelişmesini engellemektedir. İnsanlığın karşı karşıya olduğu sorunların hiçbiri ulusal düzeyde çözülemez. Bütün ülkelerdeki çalışanların ve gençliğin karşı karşıya olduğu sorunlar, özünde aynıdır. ISSE, bütün ülkelerde, işçi sınıfını bölmek ve zayıflatmak anlamına gelen ulusalcılığa, şovenizme ve ırkçılığa karşı çıkar. Bütün ülkelerin işçileri ortak bir mücadelede bir araya gelmelidir. Sosyalizm (ekonominin, kâr için değil ama toplumsal gereksinimleri karşılamak amacıyla akılcı ve demokratik denetimi altında gerçekleşmesi), kapitalizmin çöküşünden kaynaklanan tarihsel bir gereklilik olarak doğmak-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Sosyalist Eşitlik Partisi’nin ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) öğrenci hareketi olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Öğrenciler, işçi sınıfının uluslararası sosyalist hareketinin bir parçası olarak, ülkenin her yanında gençlik içinde sosyalist bir hareketin canlanması için mücadele eder.
tadır. ISSE, uluslararası sosyalist hareketin gelişeceğine sarsılmaz bir güven duymaktadır; çünkü sosyalizm insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının nesnel çıkarlarına denk düşmektedir.
Sosyalist hareketin yeniden canlanması için Sosyalist Eşitlik Partisi’nin ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) öğrenci hareketi olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Öğrenciler, işçi sınıfının uluslararası sosyalist hareketinin bir parçası olarak, ülkenin her yanında gençlik içinde sosyalist bir hareketin canlanması için mücadele eder. ISSE, Marksizmin 1840’lardaki kökenlerinden çıkarak 1917 Rus Devrimi’nden ve Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin bürokratik yozlaşmasına karşı Lev Troçki önderliğinde verilen yeri doldurulmaz mücadeleden geçen gerçek devrimci sosyalist enternasyonalizm geleneğinde yer alır. Troçkist hareket, 20. yüzyıl bo-
yunca Stalinizme, reformizme ve işçi sınıfının bağımsız devrimci seferberliğinin yerine başka şeyler bulmaya çalışan bütün girişimlere, sosyalist bir program temelinde karşı çıktı. 21. yüzyılda, ISSE ve DEUK, işçi sınıfını siyasi iktidarı almaya ve gerçekten demokratik, eşitlikçi ve sosyalist bir toplumu kurmaya hazırlamak için, işçi sınıfını ve gençliği uluslararası düzeyde birleştirip seferber etme mücadelesi veriyor. Bütün öğrencileri ve gençleri bu mücadeleyi ilerletmeye ve ISSE’yi inşa etmeye çağırıyoruz.
Sosyalizm mücadelesine katıl! ISSE’ye katıl! Bütün öğrencilere, Dünya Sosyalist Web Sayfası’nda yer alan (wsws.org) programı, tarihi ve çözümlemeleri incelemelerini tavsiye ediyoruz. ISSE’ye katılmaya karar verin ve okulunuzda ya da üniversitenizde bir ISSE kulübünün kurulmasına yardımcı olun.
HHHH
45
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
A
özel yetkili güvenlik terörü
ğustos ayının sonunda basında çıkan bir haber oldukça dikkat çekti. İMCTV’nin sitesinde yayınlanan bir habere göre, Türkiye'de aktif özel güvenlik eleman sayısı 217 bine ulaşırken özel güvenlik sektörü 3 ile 6 milyar dolar arası bir büyüklüğe sahip. Türkiye'deki toplam özel güvenlik görevlisi sayısı, bu haliyle Avusturya, Belçika, Portekiz, Hollanda, Norveç ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin asker sayısını geride bırakmış durumda. Genç nüfus içindeki Üniversitelerde polisliğe işsizlik oranının yüzsoyunmuş olan ÖGB'ler de 20'lere dayandığı üniversite emekçileri ve Türkiye'de, güvenceöğrenciler üzerinde siz, düşük ücretli çarahatlıkla baskı lışmanın ve taşeronuygulayabiliyor, basın laşmanın en yaygın açıklamasından asılan olduğu sektörlerden afişlere kadar her türlü biri olan özel güvensiyasi faaliyeti engellemeye lik sektöründe istihyönelik fiziki ve psikolojik damın bu kadar saldırılarda önemli rol büyük olması tesaoynuyorlar. düf değildir.
Üniversitelere özel güvenlik çıkartması! Alışveriş merkezlerinde, hastahanelerde, toplu konutlarda rastladığımız özel güvenlikler, üniversitelerde daha farklı ve özel bir konuma sahiptir. Toplumun en dinamik bileşenlerinden biri olan öğrenci gençliğin üniversitelerde karşı karşıya olduğu baskıların, saldırıların, soruşturma ve ceza terörünün uygulanabilmesinde en önemli görev Özel Güvenlik Birimleri’ne (ÖGB) düşmektedir. ÖGB, rektörlüğün ve polislerin emrinde
46
devrimci öğrencilere yönelik her türlü provokasyonda ve saldırıda en önde yer almaktadır. ÖGB, aynı zamanda yasaların tanıdığı geniş imkanlar sayesinde öğrencileri sivil polislerle birlikte gözaltına alabiliyor; onlara karşı biber gazı, cop ve hatta silah kullanabiliyor; üst arama ve kontroller yoluyla öğrencileri taciz edebiliyorlar! Üniversitelerde polisliğe soyunmuş olan ÖGB'ler üniversite emekçileri ve öğrenciler üzerinde rahatlıkla baskı uygulayabiliyor, basın açıklamasından asılan afişlere kadar her türlü siyasi faaliyeti engellemeye yönelik fiziki ve psikolojik saldırılarda önemli rol oynuyorlar. Yine, üniversitelerde devrimci ve sosyalist öğrencilere yönelik saldırı ve provokasyon girişiminde bulunan faşist çeteler, bizzat sivil polisler ve özel güvenlikler tarafından destekleniyor. Üniversitelerdeki devrimci ve sosyalist siyasi faaliyeti engellemeyi asli görev olarak benimsemiş olan yönetimlerin ve polisin, üniversitelerde daimi bekçilere ihtiyaç duyması kaçınılmazdır. Bu bekçiler, rektörlerin ve polislerin emrinde hazır bekleyen özel güvenliklerdir. ÖGB'leri üniversitelerden atma mücadelesi, rektörlük kurumunun lağvı ve sivil polisler dahil burjuvazinin tüm kolluk kuvvetlerinin üniversitelerden uzaklaştırılması mücadelesinden bağımsız değildir. Bu mücadele, öğrencilerin, eğitim emekçilerinin ve üniversite işçilerinin ortak mücadelesiyle başarıya ulaşabilir. Bu mücadele, sermayenin ve burjuva devletin üniversiteler üzerindeki tahakkümünü bir bütün olarak ortadan kaldırma; yalnızca bilimin ve bilimsel düşüncenin yol gösterdiği özgür emekçi üniversitelerini yaratma mücadelesinin bir parçasıdır.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
yurt sorunu üzerine yeliz bulut 676 37 bin Bu yıl 9 niversiteye ış iü öğrenc “hak ” kazanm e i y d e girm sa, Kre da. O y ’nun durum urumu K r la t r ve Yu ı 012 yıl (KYK) 2 ns Programı a Perform runa göre, o p a r sayısı adlı rtlarının u y t le rın de v p bunla 287 olu i 231 bin 27 es kapasit ir id öğrenc
Ü
niversitelerde yeni öğretim yılının başlamasıyla birlikte öğrencilerin önemli bir kesimini, zorlu bir yaşam mücadelesi bekliyor. Bu mücadelenin en önemli yanını da, kuşkusuz, tüm emekçi insanların yaşadığı temel sorunlardan biri olan “barınma” oluşturuyor. Özellikle Anadolu'nun çeşitli bölgelerinden, ailesinden, evinden ayrılarak üniversiteye gelen genç, genelde, önce devlet yurtlarına başvurmaktadır. Bu yıl 937 bin 676 öğrenci üniversiteye girmeye “hak” kazanmış durumda. Oysa, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun (KYK) 2012 Yılı Performans Programı adlı raporuna göre, devlet yurtlarının sayısı 287 olup bunların kapasitesi 231 bin 27 öğrencidir. Ülkenin dört bir yanındaki üniversitelerin kontenjanları sistemli bir şekilde arttırılırken, bu artışla paralel gitmeyen sınırlı kapasiteye sahip devlet yurtlarında bürokrat, milletvekili, polis vb. “tanıdıklar” aracılığıyla parsellenmiş yataklardan arta kalan kontenjana aday olan öğrencilerin büyük bir kısmının bu yurtlarda yer bulabilmesi son derece güç. Emekçi ailelerin çocukları, devlet yurtlarında barınma haklarından yararlanabilmek için daha kayıt sırasında, devlete depozito adı altında har(a)ç ödeme zorunda. 12 Haziran 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir habere göre, on yıllık AKP yönetimi altında, 45 bin öğrenci, parasını ödeyemediği için yurtlardan atılmıştır. Devlet, geçim sıkıntısı çektiği için yurt ücretini ödeyemeyen öğrencilere gecikme faizi uyguluyor. Düzenli olarak yurt ücretlerine getirilen zamlarla birlikte sabah kahvaltısı 2 TL, akşam yemeği 4 TL olmak üzere verilen günlük yemek fişleri, kârlı ihalelerle özel şirketlere devredilmiş olan kantinlerde öğrencinin en temel günlük gıda ihtiyacını bile karşılamaktan uzaktır. Yurtların üniversite kampüslerine uzak oluşu ve ulaşıma yapılan sürekli zamlar, üniversite öğrencilerinin belini iyice bükmekte; çok sayıda öğrenciyi, ulaşım açısından oldukça elverişli yerlerde bulunan cemaat yurtlarına hizmet etmektedir. Sabah altıdan önce yurttan çıkış yapamayan öğrenci gece onbirden sonra yurda giremiyor. Erkek egemen zihniyet doğrultusunda erkek öğrenciler için görece kısmi esneklik kazanmış olan ama kadın öğrenciler söz konusu olduğunda sıkı sıkıya uygulanan bu dayatma, yurtlarda istihdam edilmiş özel güvenlikler eliyle yaşama geçirilmektedir. Erkek egemen zihniyet sadece öğrencilerin yurtlara cinsiyetlerine göre yerleştirilmesinden ibaret değil. Özel güvenlik ve diğer yurt görevlilerinin estirdiği erkek egemen terör, kadın yurtlarındaki öğrencilerin giyimine yönelik müdahalelerde ve cinsel tacizlerde de ortaya çıkıyor. Bütün bu nedenlerden dolayı, öğrencilerin bir kısmı, kiralık ev tutarak ya da özel yurtlara fahiş fiyatlar ödeyerek barınma sorununa çözüm getirmektedir. Öğrenciler ile oldukça kârlı uzun vadeli sözleşmeler yapan ve sayıları 3 bin 423'e ulaşan özel yurtlar, devlet
47
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Mevcut halleriyle askeri kışlalardan farkı olmayan öğrenci yurtlarında, aynı zamanda çok katı bir ceza uygulaması da mevcuttur. Son on yılda bu kurumlarda 35 binden fazla öğrenciye “kınama” cezası, 45 binden fazla öğrenciye de disiplin cezası verilmiş; yukarıda değindiğimiz üzere bir o kadar öğrenci de yurtlardan atılmıştır.
48
yurtlarından 87 bin 263 öğrenci fazla kapasiteye sahiptir. Özel yurtlara gelir düzeyi belirli bir seviyede olan öğrenciler gidebilirken, işçi-emekçi ailelerin çocukları böyle bir “lükse” sahip değildir. Öyle ki yüz binlerce öğrenci geçim sıkıntısı nedeniyle eğitimini sürdürememektedir. Eğitimin metalaştığı ve barınma, ulaşım gibi öğrencinin parasız faydalanması gereken imkanların piyasanın azgın sömürüsüne terk edildiği bir süreçte, doğan boşluğu cemaat yurtları doldurmaktadır. Uygun fiyatlarla emekçi aileler ve yoksul öğrenciler için çekim merkezi haline gelen cemaat yurtları, öğrencilere barınma imkanı tanırken aynı zamanda ideolojik ve siyasi bir işlev görmektedir. KYK yurtlarının kontenjan sorunu ve özel yurtların pahalılığı göz önünde bulundurulduğunda, son yıllarda, bünyesinde bulunan öğrencilere gerici-dogmatik düşünceleri benimsetmeye çalışan dinci cemaat yurtlarının neden böylesi bir çekim merkezi haline geldiği daha iyi anlaşılacaktır. Öte yandan, mevcut yapısıyla, insanı geliştirecek sosyo-kültürel zeminden yoksun; özgür düşünen beyinlerin oluşum dinamiklerini yok eden devlet yurtları da dinci-gerici ve faşist gruplaşların hakim olduğu hapishanelere dönüşmüştür. Devlet tarafından koruma altına alınmış olan faşistler, sağlıksız barınma koşullarına karşı mücadele eden öğrencileri bastırmak için yurt yönetimleriyle ortak bir çalışma sürdürüyorlar. “Cemaatçi” veya faşist gruplaşmalarla birlikte, yurtlarda homofobik histeri de yükselmektedir. Eşcinsel öğrencilere karşı fiziksel ve psikolojik tacizler gün be gün artmaktadır. Yurt psikologları, “psiko-sosyal servis” adı altında polislik yapmaktadırlar.
Mevcut halleriyle askeri kışlalardan farkı olmayan öğrenci yurtlarında, aynı zamanda çok katı bir ceza uygulaması da mevcuttur. Son on yılda bu kurumlarda 35 binden fazla öğrenciye “kınama” cezası, 45 binden fazla öğrenciye de disiplin cezası verilmiştir. Yine, bu kışlalardan ayrılmak isteyen öğrencilerin ailelerine gönderilen mektuplar ve üniversitede herhangi bir disiplin cezası alan öğrencilerin yurtlardan atılması, yurt yönetimipolis iş birliğinin açık göstergesidir. “Performans değerlendirmesi” ve “rekabet” söylemleri eşliğinde yurtları önce tadilata sokup sonra yarı özel hale getiren devlet -ki bunun bir sonraki adımı tamamen özelleştirilmiş yurtlar olacaktır- otoriterleşmeyi ve dinci gericiliği derinleştirirken, özünde yükseköğretimi günümüz kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirmektedir (Bologna süreci). Öğrenciler, kendileri için birer cezaevine dönüşmüş olan bu yurtların ücretlerini ödeyebilmek için esnek ve güvencesiz çalışma koşullarında, düşük ücretler karşılığında azgın bir sömürüye maruz kalmaktadır. Eğitim bütünüyle ticarileşirken, üniversitelerde ve yurtlarda çalışan emekçiler de düşük ücretlerle ve güvencesiz sözleşmeli statülerde çalışmaya mahkum edilmektedir. Eğitimi metalaştıran kapitalist sistemde öğrencilerin insanca barınma talepleri, işçi sınıfının sömürü düzenine karşı mücadelesi ile kesişmektedir. Sermayenin bu bütünlüklü saldırısına karşı; üniversite yurtlarının karşılıksız kamulaştırılıp öğrencilerin ve yurt emekçilerinin yönetiminde hizmet sunan sağlıklı yaşam alanları haline getirilmesi mücadelesinin zemini yaratılmalıdır.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
dershanelerin kapatılması ve eğitimde özelleştirme m. efe uysal BMM Tanal'ın T ğu ı'na sundu rı ğ lı Başkan la m ru u tim K Özel Öğre k li ik iş ğ da de Kanunu'n tin le v e d klif, öngören te a öğrenim ard özel okull i bir öğrenc r e h gören a rd a ll i oku için, resm ören bir g öğrenim kendisine öğrencinin r parayı ada maliyeti k i ödemesin la u k özel o rdu öngörüyo
B
aşbakan Recep Tayyip Erdoğan, 10 Eylül’de yaptığı basın açıklamasında, özel dershanelerin 2013-2014 öğrenim yılında kapatılacağını açıkladı. O, bu kararın ilk işaretini 17 Ağustos’taki Güney Kore gezisinde yaptığı açıklamada vermişti. Erdoğan açıklamasında, “Dershanecilik olayını kaldıracağız. Bundan kim gücenirse gücensin, kusura bakmasınlar. Bu benim halkımın vatandaşımın ortak talebidir.” [1] diyerek, dershaneleri kaldırıp tüm çocukların eşit şekilde öğrenim göreceği bir eğitim ortamının yaratılacağı izlenimini yaratmaya çalıştı. Onun bu açıklamalarının ardından, bir kısım basın, bu açıklamayı ve kararı AKP ile cemaatler arasındaki bir sürtüşmenin ifadesi olarak gösterme gayreti içine girdi. Onlar -dershane sektörünün büyük bölümünün cemaatlerin elinde olduğu gerçeğinden hareketle- bu kararıyla AKP’nin, cemaatlerin en büyük maddi kaynaklarından birine ciddi şekilde zarar vereceği iddiasını ortaya attılar. Fakat gerçek, basının bize sunduğundan çok daha farklıdır. Bu yapay haberler, AKP’nin son dönemde aldığı ciddi yaraları sarma amacıyla kasıtlı olarak ortaya atılmaktadır. Onlar, özellikle Erdoğan’ın açıklamasının küçük bir bölümünü öne çıkararak, konunun özünü, yani meselenin ekonomik arka planını ve sömürüye dayalı eğitim politikalarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Erdoğan açıklamasının devamında, “Ey dershaneciler, eğer bu ülkede eğitime, öğretime hizmet verecekseniz gel okul aç, okullar kur. Biz de sizden hizmet alımı yapalım, sizin sınıflarınızı öğrencilerle biz dolduralım. Bedeli neyse bunun bedelini biz verelim. Sizi açıkta bırakacak değiliz. Biz yatırımdan kurtulmuş oluruz, siz de hizmetinize aynen devam edersiniz.”[2] demişti. Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, eğitim sektörünün özelleştirilmesine yönelik adımların en kapsamlısının ve belki de en önemlisinin temelleri atılmaktadır. Eğitim sisteminin tamamen özel okullara devredilmesi çalışması ilk olarak 2012 yılı başında “özel okulları teşvik” adıyla kamuoyunun gündemine getirilmişti. Hazırlanması planlanan taslağa göre, çocuğunu özel okula gönderenlerin okul ücretlerinin yarısı devlet tarafından ödenirken, diğer yarısı veliler tarafından ödenecekti. Taslak ilk olarak, 2012’nin Nisan ayında Maliye Bakanı Mehmet Şimşek tarafından gündeme getirilmişti [3]. Fakat konuyla ilgili fiili adım CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’dan geldi. Tanal'ın TBMM Başkanlığı'na sunduğu Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nda değişiklik öngören teklif, devletin özel okullarda öğrenim gören her bir öğrenci için, resmi okullarda öğrenim gören bir öğrencinin kendisine maliyeti kadar parayı özel okula ödemesini öngörüyordu. [4] Hem Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hem de CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal tarafından gündeme getirilen değişiklik taslakları göstermektedir ki, bu iki siyasetçinin üyesi olduğu partiler esas olarak
49
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Konu özelleştirme ve kamu kaynaklarının özel sektöre aktarılması olunca, birbirine karşıtmış gibi gözüken AKP ve CHP ittifakı, eğitim alanına daha fazla müdahil olmak isteyen sermaye kesimlerinin önünü açmak için her yolu denemektedir.
küresel sermayenin ve Türk burjuvazinin eğitim alanındaki burjuva reform programının sözcülüğünü yapmaya soyunmuşlardır. Konu özelleştirme ve kamu kaynaklarının özel sektöre aktarılması olunca, birbirine karşıtmış gibi gözüken AKP ve CHP bir araya gelmekte ve eğitim alanına daha fazla müdahil olmak isteyen sermaye kesimlerinin önünü açmak için her yolu denemektedir. Onlar, bu ve benzeri yasa tekliflerini “eğitimde fırsat eşitliği” gibi süslü laflar eşliğinde işçi sınıfının ve emekçilerinin karşısına çıkararak onların desteğini almaya çabalarlarken, asıl olarak kamu kaynaklarının özel sektöre aktarılmasının önünü açmayı amaçlıyorlar. Oysa özel sektöre ve şirketlere aktarılacak olan milyon dolarlardan çok daha az maliyetle eğitim ve sağlık sektöründe kaliteli sağlık ve eğitim hizmeti vermek mümkündür. Lakin kâr için değil de insan ihtiyaçlarını temel alan bu türden bir uygulamayı hayata geçirmek, varlıklarını sermayenin eğemenliğine borçlu olan AKP ve CHP gibi burjuva partilerinin sınıf karakterine ve doğasına aykırıdır. Zira Onlar her konuda olduğu gibi burada da efendilerinin sözcülüğünü yapmaktadırlar. Hükümet eliyle uygulamaya konacak olan yeni eğitim reformundan en çok
H
zarar görecek kesim yine işçi sınıfı olacaktır. Özellikle, son dönemde eğitim ve sağlık alanlarının hızlı bir şekilde özel sektöre devri çabalarının işçi sınıfı için artan vergiler, maaş ve sosyal haklarda yaşanan büyük kesintiler anlamına geldiği düşünülürse, emekçi sınıflara yönelik yeni saldırıların kapıdadır. Bütün bu saldırılar, ancak sosyalist bir program üzerinde yükselen kitlesel bir işçi hareketinin ve onun siyasi öncücü olarak Marksist devrimci bir işçi partisinin yaratılmasıyla durdurulabilir.
HHHH
Dipnotlar: [1 ] http://haber.mynet.com/dershanelergelecek-yil-kapaniyor-650312-politika/ [2] http://haber.mynet.com/dershanelergelecek-yil-kapaniyor-650312-politika/ [3] http://haber.mynet.com/ozel-okulparasinin-yarisi-devletten-624685-guncel/ [4] http://www.haber7.com/partiler/ haber/911719-tanal-ozel-okullarin-parasini-devlet-versin
wsws.org
50
H
toplumsalesitlik.org
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
küreselleşme ve üniversitelerin dönüşümü yusuf ateşçi ndan ğretim bu “ Yüksekö ?” m doğru u böyle “Bu c e v ap sorusuna e ak; sadec c aramaya ?” ir d e ararı n “Bunun y e dir?” v “Fiyatı ne mi?” ir il “Satılab ı n soruları caktır.”* cevaplaya
* Jean Francois Lyotard, Storey, John. (1997) An Introduction to Cultural Theory and Popular Culture. London: Prentice Hall içinde, aktaran Prof. Dr. Oya Batum Menteşe
Ü
retim alanından dalga dalga yayılarak bütün ulus-devletleri toplumsal yaşamı küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmeye yönelik adımlar atmaya zorlayan küreselleşme, bu yapısal bir dönüşümü üniversitelere de dayattı. Küresel kapitalist işleyişin kaçınılmaz sonucu olan bu dönüşüm, Türkiye'de 12 Eylül rejimiyle temelleri atılan ve sonraki hükümetlerce geliştirilen ama asıl olarak AKP hükümeti döneminde ivme kazanan uzun bir süreçtir. Bu sürecin anlaşılması, ona karşı sağlam bir mücadele hattının oluşturulması için belirleyici öneme sahiptir. Zira neye karşı mücadele edildiği bilinmediği sürece, mücadelenin kısır bir döngü içinde kendini tüketmesi kaçınılmaz olacaktır.
Üniversitelerdeki dönüşüm Üniversiteler, geçmişte de sermayenin nitelikli/beyaz yakalı işgücü ihtiyacının başlıca karşılayıcısı işlevini yerine getiriyorlardı. Aslına bakılırsa, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, tüm dünyada üniversiteler işçi sınıfından gençlerin de gidebileceği şekilde dönüştürüldü. Bunun nedeni, kapitalizmin, artık toplumun geniş kesimini oluşturan işçi çocuklarına da ihtiyaç duymasıydı. Dönemin ulusal pazar üzerinde yükselen ithal ikameci kalkınma modeli çerçevesinde, her bir ülkenin burjuvazisi ağırlıklı olarak kendi ulusal pazarındaki sermaye birikimini geliştirmek ve ihtiyaç duyduğu işgücünü buna uygun biçimde üretmek gerekliliğiyle karşı karşıyaydı. Bu dönem, üniversitelerin, dolayısıyla akademik özgürlüklerin ve özerk üniversitenin altın çağıydı. “Sosyal devlet”, ulusal ekonominin ihtiyaçları gereği üniversiteleri mali olarak destekliyor, akademik çalışmanın önünü açıyordu (elbette bu egemen sınıfı tehdit eden bilimsel çalışmaların farklı yollarla engellenmesini önlemiyordu). Ulusal korumacı devlet destekli sermaye birikim modelinin 1970'lere gelindiğinde içine girdiği kriz, kapitalist küreselleşmenin başlıca tetikleyicisi oldu. Bugün, 60'ların ve 70'lerin üniversite modelinden tamamen farklı bir modelin yaratılması, söz konusu ekonomik modelin iflasının ve küresel kapitalizmin yükselişinin ürünüdür. Burjuvazinin ihtiyaçları dün olduğu gibi bugün de ana etmen olma özelliğini korurken, eğitim-öğretim sistemi, ekonomik altyapıya uygun biçimde, büyük şirketler ve bankalar yararına dönüştürülmektedir. Bu süreçte, önceki dönemin “sosyal devlet”inin sorumlulukları olarak kabul edilen sağlık, barınma, ulaşım ve eğitim gibi alanlar tüm dünyada kapitalizmin kâr ve rekabet yasasına tabi kılındı, ticarileştirildi. Bu çerçevede, yüksek öğretim dünya çapında 300 milyar dolarlık bir pazarı ve 130 milyonu aşkın bir öğrenciyi ifade etmektedir.
51
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k Bologna Süreci
Türkiye'nin hızlı bir şekilde eklemlendiği Bologna (üniversitelerin ticarileşmesi) sürecinde, üniversitelere olan devlet desteği iyice kısıtlanmaktadır. Bundaki amaç, üniversitelere kendi kaynaklarını yaratmasını dayatmak ve onların mali özerklik adı altında kapitalist kuruluşların tam denetimi altına girmesini sağlamaktır.
52
Türkiye'nin de dahil olduğu ve 1999 yılında Bologna'da düzenlenen uluslararası konferansta çerçevesi çizilen süreç, asıl olarak Avrupa ülkelerini kapsamaktadır. Bologna Deklarasyonu ile ilan edilen yüksek öğretimin ticarileştirilmesi hedefi, Avrupa'nın birçok şehrinde bugüne kadar yapılan toplantılarla geliştirilmiş; öngörülen dönüşümün ana gövdesinin kapitalist talepler üzerine kurulduğu giderek daha açık şekilde ortaya konmuştur. Türkiye'de AKP öncesi dönemde başlayan bu dönüşümde başlıca rolleri, siyasi iktidarlar, YÖK, TÜSİAD ve TÜBİTAK üstleniyor. YÖK'ün de dönüştürülmesiyle hızlanan bir süreçte, Bologna sürecinin gereklerini yerine getirmeyen üniversiteler kadro ve mali kısıtlamalarla dize getirilmeye çalışılmıştır. 2001 yılında YÖK başkanı Kemal Gürüz eliyle Bologna sürecine eklemlenmeyi ifade eden Avrupa Yükseköğretim Alanı'na dahil olundu; program, Erdoğan Teziç ve Yusuf Ziya Özcan'ın başkanlık dönemlerinde hızla uygulandı. “Akademik kapitalizm”in sıkça dile getirildiği bu yeni süreçte, üniversitelerden, Avrupa çapında tek bir programı ve ortalama bir diploma standardını hayata geçirmeleri; kendilerini küreselleşme doğrultusunda dönüştürmeleri istendi. Erasmus ve benzeri öğrenci değişim programları, eğitilen işgücünün küresel standartlara uygun olmasına hizmet ederken, devlet desteğinden mahrum kalan üniversiteler araştırmalar için dış kaynak bulmaya, buluşlar ve markalar üretmeye, teknoparklar ve bilim parkları kurmaya yönlendirildiler. “İnovasyon”, bu süreçteki kilit sözcüklerden birisi olarak karşımıza çıkarken, kâr ve piyasada rekabet için bilimsel çalışmalar yapılması ve yeni teknolojilerin geliştirilmesi gereğine vurgu yapılmaktadır. İnsanlığın ortak
malı olması ve onun çıkarları için kullanılması gereken eserlerin, buluşların ve teknolojilerin “düşünsel mülkiyet” adı altında kapitalist tekellerce gasp edilmesi de bu sürecin bir parçasıdır. Türkiye'nin hızlı bir şekilde eklemlendiği Bologna (üniversitelerin ticarileşmesi) sürecinde, üniversitelere olan devlet desteği iyice kısıtlanmaktadır. Bundaki amaç, üniversitelere kendi kaynaklarını yaratmasını dayatmak ve onların “mali özerklik” adı altında kapitalist kuruluşların tam denetimi altına girmesini sağlamaktır. Üniversite şirkete dönüştükçe, öğrenciler müşteri olarak algılanmakta; daha fazla para kazanmak için, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı artırılırken, araştırmalar için ayrılan kaynaklar kısılmaktadır. Öte yandan, öğrencilerin müşterileştirilmesi eğitimin tamamen paralı hale getirilmesini hızlandırmaktadır. Eğitim hakkının piyasada işlem gören (alınıp satılan) bir hizmete dönüştürülmesi, üniversiteler arasında daha fazla öğrenciye sahip olma yönünde bir rekabeti kızıştırmakta; bilim emekçileri -deyim yerindeyse- “okul pazarlamacısı” olmaya zorlanmaktadır. Bu süreç, üniversitelerin kendi gelirlerini sağlamak üzere piyasaya iş yapmalarını yani üniversite-şirket işbirliğini geliştirmelerini dayatıyor; oyunun kurallarına uymayan akademisyenleri ise işsizlik bekliyor. En ileri uygulamasını ABD'de gördüğümüz bu uygulamayla, öğretim görevlileri, eğer işlerini korumak istiyorlarsa şirketlere iş yapmalı ve onların çizdiği sınırları aşmamalıdırlar. Ekonomik ve sosyal hak kayıplarının eşlik ettiği bu süreçte, bilim tamamen sermayenin denetimine girmekte, zaten sınırlı olan akademik özgürlükler, üniversitelerin kapitalistlerin doğrudan denetimine tabi kılınmasıyla, ortadan kaldırılmaktadır. Türkiye'de 2006 yılında 93 olan üni-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Daha teknik ağırlıklı, sermaye piyasasının doğrudan ihtiyaçlarına yanıt veren ve artı-değer sömürüsünün yoğunlaştırılabilec eği bölümlere ağırlık verilmeye başlanması; yani bilimsel çalışmanın yerini tamamiyle sermayenin ihtiyaçlarının almaya başlamasıyla felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi bölümler -deyim yerindeyse- “para getirmediği için” kapatılmaktadır.
versite sayısı 103'ü kamu, 65'i “vakıf” olmak üzere 168'e ulaşmış bulunuyor. Özel üniversitelerin vakıf üniversiteleri adı altında hızla arttığı bu ortamda Anadolu'nun dört bir yanında açılan üniversiteler eliyle yerel ekonominin canlanmasına hizmet edilmekte, istihdam yaratılmakta ve genç işsiz ordusunun büyümesi engellenmektedir. Üniversiteler, genç işsiz oranının yüzde 20'yi aştığı, üniversite mezunu işsizlik oranının da yüzde 18'lere ulaştığı (500 bin kişinin üzerinde) bir ortamda, işsizliğin gizlenmesinde önemli bir rol oynuyor. Bologna düzenlemelerinde sıkça dillendirilen “kalite” baskısıyla, kaliteli ve nitelikli bir eğitim değil, kaliteli ve kârlı hizmet üretilmesi kastedilmektedir. Bu kalite baskısı, eğitim emekçilerinin “performansa dayalı” sömürüsünün önünü açarken, özellikle Türkiye'de ezberci ve niteliksiz eğitim alan gençleri “yüksek lise” niteliğini aşmayan üniversitelerde sermayenin uysal köleleri olarak yetiştirmek anlamına geliyor. Hızla ticarileştirilerek Bologna sürecine uyumlu hale getirilen üniversitelerde halihazırda yapılmak istenen ve yasal altyapısı büyük ölçüde hazırlanmış olan bir diğer değişiklik de “mütevelli heyetleri” oluşturmak. Üniversite yönetiminin demokratikleştirilmesi, yönetime öğrencilerin de katılması, özerkliğin hayata geçirilmesi gibi sahte ideolojik söylemlerle meşrulaştırılmaya çalışılan bu adım, gerçekte üniversitelerin şirketlerin ve bankaların yan kuruluşlarına dönüşümü ve tam anlamıyla şirketleşmeleri anlamına gelecektir. Yeri gelmişken YÖK kanununda yapılan son değişiklikle özel üniversite kurulmasının önündeki engelin kaldırıldığını da belirtelim (elbette bu, şirket üniversitesi sisteminin, ismen özel olmayan vakıf üniversiteleri eliyle otuz yıldır geliştirildiği gerçeğini değiştirmemektedir). Bugün Türkiye'deki özel üniversitele-
rin büyük bir kısmı zaten TÜSİAD’ın ve TOBB'un yan kuruluşudur. Devlet üniversiteleri de aynı özel üniversitelerde olduğu gibi, yönetim kurullarına şirket temsilcilerinin katılımıyla, küresel ve yerli büyük sermayenin kontrolüne geçirilmek isteniyor. Öğrenci katılımının ise sermayenin çıkarlarını benimsemiş, şirketlerle içli dışlı, hükümete yakın, burjuva ve küçük burjuva gençlerle sınırlı olacağını söylemeye bile gerek yok. Bologna kararlarının bir diğer dayatması, “ortak diploma” uygulamasıdır. Üniversite fakülteleri Avrupa çapında merkezi bir programa bağlanırken, örneğin mühendislik-mimarlık bölümü öğrencilerinin ortalama bir yeterlilikte yetiştirilmeleri, böylece işgücü piyasasının Avrupa çapında ortaklaştırılması hedefleniyor. Bu süreçte Türkiye'de Fen-Edebiyat fakültelerinin yenilerinin açılmasına son verilmiş ve bundan sonra fakülteye giren öğrencilerin formasyon eğitimi alarak öğretmen olmalarının önüne geçilmiştir. Daha teknik ağırlıklı, sermaye piyasasının doğrudan ihtiyaçlarına yanıt veren ve artı-değer sömürüsünün yoğunlaştırılabileceği bölümlere ağırlık verilmeye başlanması; yani bilimsel çalışmanın yerini tamamen sermayenin doğrudan ihtiyaçlarının almaya başlamasıyla, bütün Avrupa ülkelerinde felsefe, sosyoloji, edebiyat gibi bölümler -deyim yerindeyse- para getirmediği için kapatılmaktadır. Benzer bir süreci Türkiye'de de yaşayacağımız kesin. Bu durum, burjuvazinin çürümesinin ve insanlığın kültürel ilerlemesine duyduğu nefretin de bir ifadesidir. Eğitim Fakültesi mezunlarını bekleyen kaçınılmaz sonun dershane öğretmenliği, ücretli öğretmenlik veya sözleşmeli öğretmenlik gibi esnek ve güvencesiz çalışma koşulları olduğu; bu azgın sömürüyü kabul etmeyenlerin ise sayısı 300 bini aşan işsiz öğ-
53
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Öğretmenliğin ücretli emekçiliğe dönüşüm sürecini, tıptaki sınavlarla doktorlar, yetkin mühendislik şartıyla mühendisler, stajyer avukatlıkla avukatlar yaşamaktadırlar.
54
retmen ordusuna dahil olduğu herkesin malumu. Öğretmenliğin ücretli emekçiliğe dönüşüm sürecini, tıptaki sınavlarla doktorlar, yetkin mühendislik şartıyla mühendisler, stajyer avukatlıkla avukatlar yaşamaktadırlar. İktisadi ve İdari Bilimler ile Siyasal Bilgiler mezunu öğrencileri KPSS “umudu”nun ardından bankalarda ya da çeşitli şirketlerde asgari ücrete yakın bir ücretle çalışma ve ağır sömürü koşulları beklemektedir. Yetkin mühendislik uygulamasında ise başı İTÜ çekiyor. Bölüm mezunlarının, 4 yıl boyunca aldıkları eğitimin mühendis olmaya yetmediğini; sınavları geçmenin, lisans almanın ve en az 4 yıllık staj döneminin gerektiğini ifade eden bu kapitalist dönüşüm, halihazırda mavi yakalı işçilerle aralarında büyük bir ayrım kalmamış olan ve ağır sömürü koşullarında (çoğu durumda tekniker ve teknik ressam olarak) çalışan mühendislerin emek gücünün daha da ucuzlaştırılmasına hizmet edecektir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, bu asıl olarak Avrupa piyasasının ve sermayesinin ortak koşullarda işgücü arzı ihtiyacının bir ürünüdür. Uluslararası sermaye, üniversitede verilen eğitimin niteliksizliğini gözardı eden bir söylemle, “çalışmaya hazır” ücretli işçiler istemekte ve bunun için bir staj döneminin (güvencesiz, esnek ve düşük ücretli çalışmanın) gerekli olduğunu iddia etmekte; mevcut mezun mühendis sayısı ve iş imkânları düşünüldüğünde, mühendisleri de daha ağır çalışma koşulları ve işsizlik beklemektedir. Uzun bir süredir uygulanan stajyer avukatlık, diğer meslekler için de kapitalistler için yol gösterici olmuştur. 1 yıllık staj süresince köle gibi çalıştırılan ve herhangi bir ücret ödenmesi zorunluluğu bulunmayan genç avukatlar hem avukatlık büroları hem de avukatlığı bireysel bir meslek olmaktan çıkarıp şirket bünyesinde birleşti-
ren (avukatları ücretli köle haline getiren) kapitalistler eliyle dizginsizce sömürülmektedirler. Uygulamanın doğası, bir yıl eziyet çektirilen avukat adayının, avukat olduktan sonra kendisi gibi stajyerlik aşamasından geçen avukatları hedef almasını dayatan acımasız bir rekabet ortamından besleniyor.
Süreç nasıl durdurulabilir? Bu süreçte öğrencilere yönelik siyasi baskılar, soruşturmalar, uzaklaştırmalar ve tutuklamalar hiç şüphesiz üniversite muhalefetinin en canlı kesimini susturmaya, süreci durduramasa da kesintiye uğratabilecek adımların atılmasını engellemeye hizmet ediyor. Ancak sürecin diğer boyutu atlanırsa, gerçekte olmayan bir öğrenci hareketi ve mücadelesi hayalleri içinde gerçeklikten kopmak mümkün olabilir. Bugün öğrenci gençlilk ne perspektif ne de örgütlülük olarak bu bütünlüklü saldırıyı püskürtebilecek bir durumda değildir. Mevcut perspektifler ve mücadele programları, tam da sermayenin istediği gibi sistem içi bir “özerk-demokratik üniversite” hedefine kilitlenmiş (ki bunu sermaye tam da bu sistem içinde olabileceği gibi hayata geçirmeye çalışıyor!) ve mücadelenin öznesi olarak öğrenci gençliği belirlemiştir. Bu, sorunun gerçek öznesini ve toplumsal gücünü gizlemek ve aynı zamanda işçi sınıfı ile gençliğin; yani işçiler ile çocuklarının birleşik mücadelesinin daha baştan ihtimal dışına çıkarılması anlamına gelmektedir. Buraya kadar yazılanlardan çıkan başlıca sonuçları maddeler halinde özetlersek: 1) üniversitelerin dönüşümü, bizzat kapitalist üretimin son otuz yıllık küreselleşme sürecinin bir ürünüdür; 2) bu süreç, kapitalizmin doğası gereği uluslararası ölçekte işlemektedir; 3) dolayısıyla, kapitalist dünya ekonomisi gözardı edilerek sağlıklı bir mücadele hattı oluşturula-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Bu uzun soluklu mücadele, kapitalizm altında kurtarılmış üniversiteler yaratılamayacağı; gerçek ve kalıcı kazanımların ancak kâr ve rekabet üzerine kurulu bir dünya sistemi olan kapitalizmin işçi sınıfı eliyle tasfiye edilmesi durumunda elde edilebileceği bilinciyle verilebilir.
maz; 4) gelişen sürecin sınıf mücadelelerindeki yansıması, dünya burjuvazisinin işçi sınıfının yalnızca üniversitelerde okuyan çocuklarına değil ama bu kurumlarda çalışan ve üniversite mezunlarını kapsayan en kalifiye kesimine yönelik toplumsal saldırısıdır. Bu sonuçlar, üniversitelerdeki mücadelenin hangi temeller üzerinde yükselmesi gerektiğini de açıkça ortaya koyuyor. Öncelikle, öğrencilerin burada tek başına saldırı hedefi olmadığının, başta araştırma görevlileri olmak üzere tüm üniversite emekçilerinin toplumsal bir saldırıya tabi tutulduğunun, saldırıyı gerçekleştirenin de büyük şirketler ve bankalar olduğunun bilince çıkarılması gerekmektedir. Sorunun sınıfsal olduğu ve uluslararası temelde ilerlediği kavrandığında, mücadelenin de yalnızca uluslararası temelde ve işçi sınıfı ekseninde örgütlenebileceği görülecektir. Bunun anlamı, öğrenci gençliğin kendisine yönelik saldırıyı püskürtebilmek için, öncelikle, anne-babalarının da içinde yer aldığı işçi sınıfına yönelik saldırının püskürtülmesi gerektiğini görmesi ve onun önderliğinde mücadeleye katılmasıdır.
H
Bu uzun soluklu mücadele, kapitalizm altında kurtarılmış üniversiteler yaratılamayacağı; gerçek ve kalıcı kazanımların ancak kâr ve rekabet üzerine kurulu bir dünya sistemi olan kapitalizmin işçi sınıfı eliyle tasfiye edilmesi durumunda elde edilebileceği bilinciyle verilebilir. Bu yüzden, dünya işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin bir parçası olarak gençliğin ve öğrencilerin enternasyonal örgütlenmesinin yaratılması da aciliyet taşıyor.
HHHH
Kaynaklar -Üniversitelerde Bologna Süreci Neye Hizmet Ediyor?, Eğitim-Sen Yükseköğretim Bürosu, Adnan Gümüş, Nejla Kurul, Mart 2011 -Akademik Kapitalizm ve Küresel Üniversitelerin Yükselişi, Prof. Dr. Ali Rıza Büyükuslu, Derin Yay. -Küreselleşme, Değişen Üniversite ve “Üniversitenin Ölümü” Tartışması, Prof. Dr. Oya Batum Menteşe -www.yok.gov.tr
wsws.org
H
toplumsalesitlik.org
55
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
anadolu üniversitesi’nde sıkıyönetim
A
KP’nin “ileri demokrasi” uygulamaları tüm hızıyla devam ediyor. Eskişehir’deki Anadolu Üniversitesi’nde Eylül ayı başında hazırlık sınıfı öğrencilerinin yönetmelik değişikliğiyle dayatılan sınıf tekrarı zorunluluğuna karşı örgütlediği protesto eylemleriyle başlayan polis terörü, rektörlük eliyle sürdürülüyor. Eylül ayı başında öğrencilerin eylemine müdahale eden polis, 31 öğrenciyi gözaltına almıştı. Ardından okula yeni kayıt olan öğrencilere yardım amacıyla stant açan öğrencilere ikinci bir saldırı gerçekleştiren polis 44 öğrenciyi daha gözaltına aldı. Okulun açılmasıyla birlikte polisten
56
görevi devralan üniversite yönetimi, bu 44 öğrenciye stant açmak, afiş asmak ve bildiri dağıtmak “suçlarından” soruşturma başlattı. Anadolu Üniversitesi’nde başlayan bu soruşturma dalgası, yıllardır üniversite yönetiminin, özel güvenlik birimlerinin ve polisin sosyalist ya da muhalif öğrencileri hedefleyen saldırıların bir devamıdır. AKP hükümeti üniversitelere yönelik saldırılarını arttıracağının sinyallerini vermektedir. Bu saldırılar, ekonomik kriz eliyle kışkırtılan kitlesel işçi ve öğrenci hareketlerini şimdiden kontrol altına alma ihtiyacının bir parçasıdır.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
türkiye’de yüksek öğretim ve yök m. özgür demir jiminin bir 12 Eylül re Yüksek lan kalıntısı o K), urumu (YÖ K Öğretim n ü ğ ü tatörl askeri dik ite ri/ ünivers e it ünivers le disipline ni öğrencileri timi üksek öğre ine y e v k e is etm m o n asa eko serbest piy k için dahil etme mdur. u bir kuru ğ u oluşturd
12
Eylül rejiminin bir kalıntısı olan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), askeri diktatörlüğün üniversiteleri/ üniversite öğrencilerini disipline etmek ve yüksek öğretimi serbest piyasa ekonomisine dahil etmek için oluşturduğu bir kurumdur. YÖK, siyasi iktidarda yaşanan değişikliklere ve ekonominin ihtiyaçlarına paralel olarak zaman içinde bir değişim yaşamakla birlikte, öz olarak kurulduğu andan itibaren bu işlevlerini sürdürmektedir. Bununla birlikte, özellikle 28 Şubat sonrasında ve AKP iktidarının ilk yıllarında YÖK üzerinden yaşanan iktidar mücadelesi, bu kurumun sadece öğrenciler üzerinde bir baskı aygıtı olmadığını; burjuvazi için kapitalist sistemin ekonomik ve ideolojik yeniden üretimi açısından vazgeçilmezliğini gözler önüne sermişti. Yazımızın konusu olan YÖK’ü ve onun değişen siyasal iktidarlarla olan ilişkisini göstermek için, Türkiye’de kapitalist sistemin kuruluşuna ve gelişmesine paralel olarak yüksek öğretim tarihine kısaca bakmakta yarar var.
1923-1960: Yeni bir ülke, yeni bir insan modeli Burjuvazinin güçsüzlüğü karşısında Türkiye’de kapitalizmin inşası görevini tepeden devrimler süreci ile gerçekleştirmeyi üslenen Kemalist seçkinler için eğitim kurumları son derece önemliydi. 1923 yılındaki genel bütçede en büyük ödeneğin Milli Savunma ve İçişleri Bakanlığı’ndan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na ayrılması devletin eğitime verdiği önemi göstermekteydi. Eğitim kurumlarının bu dönemdeki ana görevi devletin resmi ideolojisini üretmek ve burjuva devletin ihtiyacı olan yönetici kadroları yetiştirmekti. Türkiye siyasal tarihine paralel olarak Türk eğitim tarihi de başlangıcından itibaren müdahaleler tarihi olmuştur ve bugüne kadar gelen bu karakteristik özelliğin ilk uygulamalarını bu dönemde bulmak mümkündür. 3 Mart 1924’de çıkartılan Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu, devletin bu alandaki denetimi ele alıp, eğitim kurumlarını modernleşme (“Batılılaşma”) amacına uygun olarak şekillendirmesinin ilk adımı olarak düşünülmelidir. Öncelikli olarak T.C. devletinin resmi ideolojisi dışında kalan okullar (özellikle dini eğitim verenler) bu kanun ile kapatılmış, ardından çeşitli dönemlerde kimi öğretim görevlileri üniversitelerden atılmıştır. 1928 yılında İmam Hatip Okulları, 1934 yılında İlahiyat Fakültesi kapatılmış, 1930 yılında şehir ve 1933 yılında köy okullarında zorunlu din eğitimi kaldırılmıştır. Ayrıca birçok azınlık okulu -yine laiklik gerekçesiyle- faaliyetlerine son vermek zorunda bırakılmıştır. Bu dönemde eğitim sistemine yönelik müdahaleler sadece tutucu/gerici kesimlere yönelmemiş üniversitelerde özerklik yanlısı
57
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Toplumsal yapıdaki değişmelere paralel olarak CHP’deki güçler dengesinin değişmesi, Saraçoğlu hükümetinin yerine faşizme sempati duyan Recep Peker’in gelişi ve Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmak zorunda bırakılması, üniversiteler içinde baskıcı bir dönemin önünü açıyordu.
58
öğretim görevlilerinin atılmalarıyla da devam etmiştir. Bu temizliklerin en kapsamlısı 1933’te İstanbul Üniversitesi adını alan Darülfünun'da yaşandı. 1934 yılında üniversitenin 240 öğretim üyesinden 157’si (71’i profesör) özerklik yanlısı, yani devletin resmi ideolojisine aykırı düşüncelere sahip oldukları gerekçesiyle üniversiteden atıldı. Ortaya çıkan öğretim görevlisi açığı önemli ölçüde Alman faşizminden kaçan bilim insanları tarafından kapatıldı. Dönemin eğitim sisteminin en tartışılan konuları ise 1932 yılında açılan Halkevleri ile 1940 yılında kurulan Köy Enstitüleri olmuştur. Tek parti yönetiminin modernleşme projesi için gerekli itelikli işgücünü yetiştirme ve resmi ideolojisini tüm ülkeye yayma girişimi olarak değerlendirilmesi gereken bu kurumlar bir süre sonra eğitimin genelleşmesini sağlayarak halk içinde bilinçlenmeyi hızlandırdığı için bir “tehlike” olarak algılanmış; özellikle büyük toprak sahipleri Köy Enstitüleri’nden rahatsız olmuştur. Toplumsal yapıdaki değişmelere paralel olarak CHP’deki güçler dengesinin değişmesi, Saraçoğlu hükümetinin yerine faşizme sempati duyan Recep Peker’in gelişi ve Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmak zorunda bırakılması, üniversiteler içinde baskıcı bir dönemin önünü açıyordu. 1946 yılında, üniversite kürsülerinde öne çıkmaya başlayan ve aralarında Behice Boran, Muzaffer Şerif Başoğlu, Pertev Nail Boratav ve Niyazi Berkes gibi solcu öğretim görevlilerinin de yer aldığı yeni bir atılma dalgası yaşandı. Toplumsal yapıdaki değişim ve artan çelişkiler burjuvazinin çeşitli eğilimlerinin tek bir partide temsil edilmesinin önünde bir engel haline gelmişti. Uluslararası konjonktürün de etkisiyle çok partili sisteme geçildi ve CHP içinden Demokrat Parti çıktı. Bununla birlikte 1950 yılında Demokrat Parti'nin
CHP’yi seçimlerde hezimete uğratarak iktidara yerleşmesi, sanılanın aksine ekonomik ve siyasal açıdan bir kopuşu temsil etmiyordu. DP’nin politikalarının temeli 1945 yılından itibaren CHP iktidarı döneminde atılmıştı ve gerçekleşen, burjuvazinin çeşitli siyasal güçleri arasındaki bir değişimdi. DP iktidarıyla özdeşleşen “Küçük Amerika” olma politikası da, okullarda dini eğitimin yaygınlaştırılması politikası da CHP’nin son iktidar yıllarında başlattığı politikalardı. 1949 yılında İlahiyat Fakültelerinin açılması ve İlköğretim ders programına din derslerinin yeniden alınması ile başlayan süreç, DP döneminde Halkevleri’nin ve Köy Enstitüleri’nin “dinsiz ve komünist yetiştirdiği” bahanesiyle kapatılmasıyla ve İmam Hatip Liseleri’nin hızla yaygınlaşmasıyla devam etmiştir. Bu dönemde, eğitim sisteminde, Belçika-Alman modelinden Amerikan modeline doğru hızlı bir geçiş başlamıştır.
1960-80: Yüksek öğretimde kitleselleşme 27 Mayıs darbesi Türkiye kapitalizminin gelişiminde önemli bir noktadır. Çünkü 27 Mayıs, siyasal üstyapının tarımsal/ticari sermaye birikiminden sınai sermaye birikimine geçiş yolunda bilinçli bir müdahale ile yeni bir dönem açmıştır. 1950’li yılların ikinci yarısında dış ödemeler açığından kaynaklanan otomatik koruma etkisinin yarattığı ortamda, başta İstanbul olmak üzere büyük ticaret sermayesi toplu bir biçimde sanayiye dönmüştü. Bu dönemde sanayi burjuvazisi ve sanayi ürünlerini pazarlayan ticaret sermayesi ile büyük toprak sahipleri ve geleneksel ticaret sermayesi arasında bir çatlak oluşuyordu. 27 Mayıs darbesinin birinci kesimden yana olan tavrı, darbenin sınıfsal ve ekonomik temellerini açığa çıkarırken, 27 Mayıs sonrası düzenin açıklanmasına da ışık tutmaktadır. Rejimin 1960 sonrasındaki yeni yüzü
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Üniversitelerin temelinden değişmesinin altında, üretimde teknolojik yeniliklerin daha fazla kullanılması gerekliliği ve beyaz yakalı ve daha az olarak da uzmanlaşmış mavi yakalı işçiye olan ihtiyacın artması yatıyor; üniversite eğitiminin toplum bütününe yaygınlaştırılması gerekiyordu.
üniversitelere de yansıdı. Artık sanayi kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun teknik elemanlar gerekiyordu. Bunun için de teknik üniversiteler, ticari ilimler ve mühendislik fakülteleri açılırken, sosyal bilimler alanında da önemli bir atılım gözlendi. Üniversitelerin sosyal bünyesi de hızla değişti. Daha önceleri bürokrat, asker ve burjuva çocuklarının okuduğu üniversiteler, emekçi sınıfların çocuklarına kapılarını açtı. Bu değişimde, kapitalizmin vasıflı emeğe olan ihtiyacı kadar emekçi sınıfların yaşamındaki görece iyileşme de rol oynamıştı. Eğitim kurumlarındaki bu değişiklik sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildi. Tüm dünyada İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni bir döneme girilmişti. Kapitalizm kendini yeniden yapılandırırken eğitim kurularının işlevlerini de yeniden tanımlıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin değişen ihtiyaçları üniversite kurumunu da bir bütün olarak değiştirdi. Eğitim kurumlarının yaygınlaştırılması kapitalizmin devamlılığının sağlayan bir işleve sahipti. Üniversitelerin temelinden değişmesinin altında, üretimde teknolojik yeniliklerin daha fazla kullanılması gerekliliği ve beyaz yakalı ve daha az olarak da uzmanlaşmış mavi yakalı işçiye olan ihtiyacın artması yatıyor; üniversite eğitiminin toplum bütününe yaygınlaştırılması gerekiyordu. Bununla birlikte, yüksek maliyet ve katma değerin düşüklüğü nedeniyle, bu hizmeti doğrudan sermayenin verebilmesi mümkün değildi. Eğitim hizmetlerinin yüksek maliyet yükünün sermayenin üzerinden kaldırılması, eğitim faaliyetlerinin kamusal finansmanla desteklenmesinin yolunu açtı. Böylece ilk dönemlerinde sadece aristokrat ve burjuva ailelerin çocuklarının yararlandığı eğitim hizmetlerinin kamu içine alınması ve bedelsiz olarak topluma sunulması benimsendi. Bu nedenle, söz konusu dö-
nemde eğitim hizmetlerinin bedelsiz olarak sunulmasını, sosyal demokrat iktidarlarının “sol” politikaları olarak değil, sermaye ile birleşecek olan emeğin yeniden üretimine ve kalitesinin/verimliliğinin yükseltmesine dönük politikalar olarak görmek gerekir. Emeğin üretilmesi maliyetinin sosyal yatırım harcamaları yoluyla toplumsallaştırılarak topluma yayılması ve yüksek öğretim kurumlarında verilen eğitimin geçmişteki gibi sadece egemen sınıfın çocuklarını değil diğer sınıfların çocuklarını da kapsaması, öğrencilerin sınıfsal bileşiminde ve öğrenci hareketinin gelişiminde yeni bir dönemin kapısını açmıştır.
1980 sonrası: YÖK’ün kuruluşu Gerek ülkenin 1960’ların sonlarından başlayarak içine girdiği ekonomik ve siyasi krizi aşmak gerekse 1977’de doruk noktasına ulaşmış olan işçi sınıfı ve devrimci hareketin yükselişini önlemek görevi, burjuvazinin en büyük iki partisi CHP ve AP tarafından yerine getirilememişti. Bu durum, Türkiye’yi yeni bir askeri müdahaleyle karşı karşıya getirdi. Türkiye burjuvazisinin 12 Mart döneminden çıkardığı başlıca derslerden biri, genel olarak devrimci hareketi ve onun beslendiği en önemli kaynak olan gençlik hareketini ezmenin ve işçi sınıfına geri adım attırmanın yolunun daha fazla fiziksel ve ideolojik baskıdan geçtiğiydi. Gençlik hareketi, 12 Mart müdahalesinin ardından kısa süre içinde toparlanıp daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştı. Buna karşın, 12 Eylül askeri diktatörlüğü sonrasında böyle bir toparlanma yaşanmadı. Bunun en önemli nedenlerinden biri, tekelci burjuvazisinin işçi sınıfına ve gençliğe yönelik çok yönlü ve kapsamlı saldırısıdır. Öğrencilerin toplumsal yaşamdan kopartılması yönünde düzenlemelerin ve idari-siyasi baskıların üniversiteler-
59
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
YÖK devletin üniversiteler üzerindeki doğrudan egemenliğini sağlayacak merkezi bir yönetim arayışının ürünü oldu. YÖK’ün kontrolü altında, öğrencilerin her türlü sistem karşıtı hareketinin eritilmesi amacıyla, ilk elde öğrenci dernekleri kapatıldı.
60
deki uygulayıcısı YÖK oldu. Devlet, özellikle 1960’lardan sonra kitleselleşen öğrenci hareketiyle birlikte, üniversiteler üzerindeki denetimini yitirmekte olduğunu fark etmişti. Devletin kapitalist ideolojiyi yeni kuşağa aktardığı; sistemin devamı ve gelişmesi için ona gerekli olan kalifiye elemanları yetiştirdiği üniversitelerdeki denetimi elinde tutması yaşamsal öneme sahipti. Devlet, 1970’li yıllarda elinden kaçırmış olduğu bu denetimi, 1980 darbesinden sonra, YÖK ile kurumsallaştırdı. YÖK devletin üniversiteler üzerindeki doğrudan egemenliğini sağlayacak merkezi bir yönetim arayışının ürünü oldu. YÖK’ün kontrolü altında, öğrencilerin her türlü sistem karşıtı hareketinin eritilmesi amacıyla, ilk elde öğrenci dernekleri kapatıldı. YÖK’ün uygulamalarına karşı çıkan binlerce öğrenci okuldan atıldı, üniversitelerde kalanların ise öğrenci kitlesi ile bağları zayıflatıldı ve öğrenciler üzerinde bir kışla disiplini kuruldu. Sol ve sosyalist dünya görüşünün öğrenciler üzerindeki etkisi, Atatürkçülük kılıfı altında sunulan “Türk-İslam Sentezi” eliyle geriletilmeye çalışıldı. Kısacası tüm bu uygulamalarla hedeflenen, 80 öncesinden tamamen farklı bir öğrenci kitlesi yaratmak, sinmeyen öğrenciler üzerinde de soruşturma, uzaklaştırma, tutuklamalarla baskı kurmaktı. YÖK bu amacını gerçekleştirmek için sadece öğrenciler üzerinde değil öğretim elemanları üzerinde de yoğun baskı kurdu. Bu amaçla, 1402 sayılı sıkıyönetim yasasına dayanılarak, yüzlerce öğretim elemanı yüksek öğretim kurumlarından uzaklaştırıldı, kalanlar da istifaya zorlandı. Böylece saf dışı bırakılan muhalif öğretim elemanlarının yerine üniversitelerde politikaya ilgisiz ya da Türk-İslam Sentezci, askeri diktatörlüğün politikalarıyla uyumlu bir öğretim elemanı kadrosu yaratıldı.
YÖK’ün kuruluşunun ikinci bir amacı daha vardı: Neo-liberal politikaların bir parçası olarak üniversite eğitiminin serbest piyasa içinde alınıp satılan bir meta haline getirilmesi ve araştırma-geliştirme faaliyetlerinin sermayenin talepleri doğrultusunda yürütülmesi. Daha önce devletin tekelinde olan alanlar özelleştirmeler yoluyla piyasa sürecine dahil edilirken, eğitim kurumları da kamusal kaynakların kıtlığı, devlet okullarındaki eğitimin kalitesiz olduğu, yüksek eğitimin özel faydasının toplumsal faydadan daha fazla olduğu (yarı-kamusal hizmet tanımı), eğitimin de diğer hizmetler gibi piyasanın gereklerine uyarlanması gerektiği vb. argümanlarla özelleştirilmeye başlandı. Küreselleşen dünya ekonomisiyle bütünleşmek için gerekli teknolojik gelişmelerin ana kaynağı olan üniversitelerin araştırma çalışmalarının tamamen sermayenin talepleri doğrultusunda yürütülmesi gerekiyordu. Bu, üniversitelerin girdiği yeni dönemin manifestosu olan 1994 TÜSİAD Raporu’nda “girişimci üniversite modeli” olarak ifade edilmişti. Bu model üniversitelerin kapitalist şirketlerle çok daha dolaysız bir şekilde bütünleşmesini öngörüyordu. Kısacası, YÖK’ün kurulmasının altında yatan amaç; üniversitelerin serbest piyasa sistemiyle bütünleşmesi ve hiçbir şeye tepki göstermeyen, apolitik bir öğrenci kitlesinin yaratılmasıydı. 1999'da 23 ülkenin katılımıyla 2010 yılına kadar bir “Avrupa Yüksek Öğretim Alanı” yaratma girişimi olarak başlatılan Bologna süreci, üniversiteleri küresel ekonomiye entegre etmeyi ve eğitime yeni bir biçim kazandırmayı amaçlıyordu. Bologna sürecinin temel hedefleri Avrupa yüksek öğretim kurumlarının genel olarak eğitim kalitesini “eşit” düzeylerde standartlaştırmak, üniversitelerarası beyin göçünü mümkün kılmak, uluslararası kapitalist kuruluşların ucuz işgücü ih-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k tiyacını sağlamak ve en önemlisi küresel ölçekte bir akademik işgücü rekabetinin önünü açmak; kısacası öğrencilerin ve bilim emekçilerinin, uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket etmesini sağlamaktı. Türkiye 2001 yılından beri 46 ülkenin üye olduğu Bologna sürecinin içinde yer alıyor.
Türkiye tarihinde daha önce gerçekleşen tüm darbe, müdahale ve muhtıralarda olduğu gibi 28 Şubat 2007 sürecinde de tekelci burjuvazinin programı uygulamaya kondu. Bu programın en önemli uygulayıcılarından biri YÖK’tü.
İktidar mücadelesinin aracı olarak YÖK 90’lı yıllarda kurulan koalisyon hükümetleri, tekelci burjuvazinin küresel sermaye ile bütünleşme projesini uygulamakta yetersizkalmış; ülke ekonomisi, kısır siyasi tartışmalar eşliğinde ciddi bir krize girmişti. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin oluşturduğu “Refahyol” hükümeti, 8 Temmuz 1996'da Meclis'te güvenoyu aldı. Bu hükümetin kimi popülist uygulamaları ve RP yetkililerinin İslamcı açıklamaları gerek Genelkurmay’da gerekse egemen sınıf içinde rahatsızlık yaratıyordu. Bu ortamda, 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı dokuz saat sürdü. MGK, "laikliğin Türkiye'de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu" sert bir şekilde vurguladı. MGK'dan şu kararlar çıktı: "Tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve Milli Eğitim Bakanlığı'na (MEB) bağlanmalı. 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları denetlenmeli, tarikatlar kapatılmalı. İrtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı. Kıyafet kanununa riayet edilmeli, kurban derileri derneklere verilmemeli. Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı." Türkiye tarihinde daha önce gerçekleşen tüm darbe, müdahale ve muhtıralarda olduğu gibi 28 Şubat 2007 sürecinde de tekelci burjuvazinin programı uygulamaya kondu. Bu programın en önemli uygulayıcılarından biri YÖK’tü. O dönemde Kemal Gürüz’ün başkanlığında olan kurum,
bir anda, siyasi iktidar mücadelesinin merkezine yerleşti. YÖK, AKP hükümetinin ilk yıllarında, 28 Şubat programındaki rolünü oynamaya devam ediyor; AKP hükümeti de YÖK’e karşı ihtiyatlı davranıyordu. AKP hükümeti 2003 yılında “idari ve akademik özerklik” gerekçeleriyle YÖK yasasının yerini alacak Yüksek Eğitim Kurumu (YEK) yasa tasarısını hazırlamış ancak bunu yasalaştıramamıştı. AKP, 2004 yılında, YÖK’ün yetkilerini Milli Eğitim Bakanlığı’na devrederek bu kurumu işlevsizleştirmeye çalıştı. Bir yıl önce özerklikten bahseden AKP, üniversiteye giriş sürecinde katsayı hesaplamalarını doğrudan kendisi belirlemeye başlamıştı. 2003 yılında Kemal Gürüz’ün yerine YÖK’ün başkanlığına getirilen Erdoğan Teziç, AKP’nin bu politikasına karşı muhalefeti sürdürdü. Yıllardır öğrenciler üzerinde kışla disiplini uygulamış olan YÖK, AKP’nin müdahaleleri karşısında, özerkliği savunmaya başlamıştı. Bu yıllarda AKP'nin eğitim alanındaki politikalarına baktığımızda, gerçekte YÖK'ün uyguladığı politikaları hiç şaşmadan devam ettirdiği görülecektir. AKP hükümeti YÖK'ün öğrenciler ve eğitim sistemi üzerindeki baskısını ortadan kaldırıp eğitim kurumlarının demokratikleşmesi yönünde adımlar atmıyor; tam tersine, YÖK'ün görev ve yetkilerini kendi elinde toplamak istiyordu. Toplumsal Eşitlik dergisinin önceli olan Sosyalizm dergisinin Kasım 2003 tarihli sayısında, bu dönemde AKP ile YÖK arasındaki gerilimi şöyle tarif etmiştik: "AKP 28 Şubat süreci ile eğitim kurumlarında kaybetmiş olduğu kadroları yeniden kazanmak istemekte, bunu da üniversitelerin demokratikleşmesi maskesi altında yapmaktadır. Tartışma AKP ile YÖK yönetiminin (ve onu destekleyen çevrelerin) üniversiteler üzerinden gerçek-
61
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
YÖK, hangi parti iktidarda olursa olsun, yönetici seçkinler için, bir yandan üniversite gençliğini devlet denetimi altında uluslararası sermayeye pazarlamanın, onları el altında tutmanın ve milliyetçi ya da dinci gerici burjuva ideolojilerle zehirlemenin; öte yandan da sermayeye yüksek kâr sağlamanın bir aracı olmaya devam ediyor.
leştirdiği bir iktidar mücadelesidir ve üniversitelerin demokratikleşmesiyle ilgisi yoktur. AKP hükümeti YÖK'ün elinde olan yetkiyi MEB'e devrederek üniversiteler üzerinde kendi hegemonyasını arttırmak istemektedir." AKP ile YÖK arasındaki hegemonya mücadelesi, 2007 yılında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte AKP lehine sonuçlandı. YÖK’ün AKP’nin denetimine girdiği bu yıllar sadece bu kurum üzerinde değil; AKP’nin ordu dahil birçok devlet kurumunda kontrolü ele geçirdiği bir döneme denk düşmektedir. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi öncesinde “cumhuriyet mitingleri” ile ulusalcı-statükocu kanat son kozunu oynamış ve AKP karşısında yenilgiye uğramıştı. Cumhurbaşkanlığı makamı, hem üniversite rektörlerini hem de YÖK başkanını atama yetkisiyle, yüksek öğretim üzerinde belirleyiciydi. Abdullah Gül, Erdoğan Teziç'in görev süresinin sona ermesinin ardından, Aralık 2007 tarihinde, hükümet yanlısı Yusuf Ziya Özcan’ı YÖK Başkanlığına atadı. Kurulduğu günlerde YÖK tartışmasına ilgisiz kalan, bilimsel özerkliği ve özgürlüğü pek fazla önemsemeyen AKP, ibre kendisine döndüğünde YÖK‘ün yeminli düşmanı haline gelmişti. AKP’li kadrolar, türban yasağına karşı, “bireysel özgürlüklerimiz elimizden alınıyor” diye dava üstüne dava açıyor; konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘ne kadar taşıyorlardı. Cumhurbaşkanı olan Abdullah
Gül‘ün eşi Hayrünnisa Gül de bu davacılar arasındaydı. YÖK başkanlığına, Yusuf Ziya Özcan’ın ardından yine AKP’ye yakınlığıyla bilinen Gökhan Çetinsaya’nın atanmasıyla birlikte “YÖK’te reform” sesleri de tekrar yükselmeye başladı. Çetinsaya yönetimi üniversitelerin ticarileşmesi ve Bologna süreci kapsamında bir dizi kararın kararlılıkla sürdürüleceğini ifade ederken, TÜSİAD-YÖK görüşmesiyle güven tazelendi. Yine, yakın dönemde değiştirilen YÖK yönetmeliği, YÖK’ün demokratikleştirildiği yalanı üzerinden burjuva basına servis edildi. Fakat yeni YÖK yönetmeliği de “afiş veya pankart asmak, basın açıklaması gerçekleştirmek” gibi en temel demokratik hakları ceza kapsamına alıyor. Tüm demokratikleşme yalanlarına karşın, son çıkan yönetmeliklerin açık baskıcı yanları, solcu ve Kürt öğrenciler üzerinde artan baskılar ve yüksek öğretimin metalaşmasına dönük uygulamalar, YÖK’ün 12 Eylül’le başlayan işlevlerinin AKP egemenliği altında da devam ettirildiğini gösteriyor. YÖK, hangi parti iktidarda olursa olsun, yönetici seçkinler için, bir yandan üniversite gençliğini devlet denetimi altında uluslararası sermayeye pazarlamanın, onları el altında tutmanın ve milliyetçi ya da dinci gerici burjuva ideolojilerle zehirlemenin; öte yandan da sermayeye yüksek kâr sağlamanın bir aracı olmaya devam HHHH ediyor.
H H wsws.org
toplumsalesitlik.org
62
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
özgür emekçiler üniversitesi yayın kurulu rası avaşı son S a y n ü D II. oyunca otuz yıl b 'de ve Türkiye n dünyada la o ış ı yaşm altın çağın üretken ık, sendikacıl in ile sermayen esi süreci m ş e ll e s re kü las tünüyle if birlikte bü yenin ve a etmiş; serm in sadık n ti le v onun de e in iğ hizmetçil Bütün bu r. tu ş u soyunm ların işçi siyasi akım nçliğe ge sınıfına ve hiçbir şey i ğ e c verebile yoktur.
Y
eni-liberal politikaların üniversitelerde yarattığı yıkıcı sonuçlar, öğrenci gençlik içerisinde örgütlü siyasi grupları çeşitli mücadelelerin ve "çözüm" tartışmalarının içine sürüklüyor. Ancak bütün bu pratiğin yüzeysel gözlemlerden ve 1960’lı yıllarda üretilmiş eski çözümlemelerden hareketle gerçekleştiği için günümüz gerçekliğine uymadığını; sağlıklı bir mücadele hattının kurulmasına hizmet etmediğini belirtmek gerekiyor. Doğru bir mücadele hattı oluşturabilmek için doğru bir perspektife, bunun için de dünya ölçeğinde yaşanan süreci tarihsel maddeci bir yöntemle çözümlemek gerekiyor. Oysa, öğrenci gençlik içinde küçümsenmeyecek bir güce sahip olan küçük burjuva-ulusalcı solun bu yöndeki çabalara özellikle dudak büktüğünü biliyoruz. Tam da Marksist yönteme ve kurama ilişkin bu küçümsemeden dolayı, söz konusu “sol”, sözüm ona “anti-emperyalist” ve “ilerici” burjuva siyasetçilerine ve sendikacılara yedeklenmekten kurtulamamaktadır. Öte yandan, kendisini “sol” içerisinde konumlandıran liberal çizgideki örgütler de “bireysel özgürlükler”i yücelten kimlik politikaları doğrultusunda, burjuvazinin küreselleşmeci kanadının peşinden sürüklenmeye devam ediyor. Eğitim emekçileri ve üniversite emekçileri içerisinde örgütlü sendikalara gelince; onlar, diğer sektörlerdeki kardeşleri gibi, sınıf perspektifinden bütünüyle kopmuş ve -yeni bir kazanım elde etmek şöyle dursun- elde olanları bile korumaktan aciz olduklarını kanıtlamış durumdalar. Kabaca II. Dünya Savaşı sonrası otuz yıl boyunca dünyada ve Türkiye'de altın çağını yaşmış olan sendikacılık, üretken sermayenin küreselleşmesi süreci ile birlikte bütünüyle iflas etmiş; sermayenin ve onun devletinin sadık hizmetçiliğine soyunmuştur. Bütün bu siyasi akımların işçi sınıfına ve gençliğe verebileceği hiçbir şey yoktur.
Paris 2007 Öğrenci gösterileri
63
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k YÖK'te AKP dönemi ve “sol”
2002 yılı itibariyle AKP'nin tek başına iktidara gelişi, devletin tüm kurumlarında yeni bir tasfiye ve kadrolaşma dalgasının başlangıcı anlamına gelirken, YÖK de bu süreçten muaf kalmadı.
64
12 Eylül askeri diktatörlüğü tüm toplumsal alanlara müdahale ederken, burjuvazinin 1960'lı yıllardan 1970'lerin sonuna kadar başını oldukça ağrıtmış olan üniversite muhalefetini elbette unutmamıştı. Burjuva devletin denetiminden bir anlamda sıyrılmış olan üniversitelere kapsamlı bir müdahale gerekiyordu. YÖK, 6 Kasım 1981'de, bu amaçla üniversitelerin üzerine karabasan gibi çöken otoriter/bürokratik bir kurul olarak kuruldu. İşçi ve gençlik hareketinin sosyal demokrat ve Stalinist ihanet sonucunda askeri diktatörlük eliyle ezildiği koşullarda, onun kuruluşuna karşı çıkan demokrat ve ilerici öğretim görevlileri de 1402 sayılı sıkıyönetim yasasına dayanılarak, üniversitelerden uzaklaştırıldı. YÖK'ün kuruluşunun esas olarak iki ana nedeni vardı. Bunlardan birincisi, "ülkeyi siyasi krize sürüklemiş bir baş ağrısı" olarak görülen üniversite muhalefetini bütünüyle ezme isteği; ikincisi ise Türkiye'nin küresel kapitalizme uyarlanması sürecinin gerektirdiği dönüşümün önünü üniversitelerde de açacak bir mekanizma yaratma ihtiyacı. YÖK, kuruluşundan itibaren bu yönde hareket etti. Üniversitelerin küresel standartlara geçişi ve sermayeye doğrudan açılışı YÖK bürokrasisi içerisinde kümelenmiş ulusalcı-statükocu klikler tarafından da destekledi; ve bu sayede, Avrupa genelinde bir eğitim standartını içeren Bologna sürecinin önü açıldı. Bununla birlikte, YÖK, asıl olarak 28 Şubat 1997 sürecinde ve AKP hükümeti döneminde siyasi krizlerin odağı haline geldi. Bu, Türkiye burjuvazisinin o dönemde yaşadığı ekonomik siyasi krizle doğrudan ilişkiliydi. 28 Şubat muhtırası, her ne kadar asker-sivil bürokrasinin ulusalcı-laik kanadının siyasal İslamcı harekete darbesi olarak ifade edilse de, onun
asıl işlevi, “Milli Görüş” hareketi (o dönemki adıyla Refah Partisi) içindeki ulusalcı unsurlarının devletin çeşitli kurumlarından tasfiyesi oldu. ErdoğanGül önderliğindeki küreselleşmeci-liberal kanadın Milli Görüş “gömleğini çıkarmasını” hızlandıran 28 Şubat muhtırası, AKP’nin kuruluşuna zemin hazırlamış ve Türkiye'nin küresel piyasalara bütünüyle uyarlanmasının önünü açmıştır. YÖK, tam da bu süreçte alevlenen türban tartışmalarında, orduda ve yüksek yargıda cisimleşen “laik” kanatta yer almıştı. 2002 yılı itibariyle AKP'nin tek başına iktidara gelişi, devletin tüm kurumlarında yeni bir tasfiye ve kadrolaşma dalgasının başlangıcı anlamına gelirken, YÖK de bu süreçten muaf kalmadı. Önce, hazırladığı (fakat yasalaşmayan) Yüksek Eğitim Kurumu (YEK) tasarısıyla YÖK'te değişim sinyalini veren AKP hükümeti, ikinci iktidar dönemine; diğer bir deyişle devlet kurumları üzerinde genel bir denetim becerisi kazanmaya başlayana kadar, aynı askerlerle ve yüksek yargıyla olduğu gibi, YÖK bürokratları ile de sürekli bir gerilim yaşadı. AKP'nin o dönem kullandığı başlıca siyasi argüman, "YÖK'ü ve üniversiteleri demokratikleştirme" oldu. Küçük burjuva-ulusalcı “sol”, o süreçte, neredeyse bir bütün olarak, AKP iktidarına karşı ulusalcı-statükocu bürok- rasi ve CHP ile aynı kampta yer aldı. AKP'ye yakın bir isim olan Yusuf Ziya Özcan'ın 2007 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından YÖK başkanlığına atanmasıyla birlikte, tüm politikalarını salt AKP karşıtlığı üzerinden geliştiren ulusalcı sol, öğrenci gençlik içerisinde de açıkça burjuvazinin kampına savruldu. Önce YÖK'ü sanki AKP kurmuş gibi davranan ve ulusalcı-laik bürokratların YÖK içerisindeki rolünü görmezden gelen bu “sol”, 6 Kasım (YÖK'ün kuruluş tarihi)
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Öğrenci gençlik içinde örgütlenen ve üniversitelere ilişkin siyasi talepler üreten küçük burjuva solu, aynı YÖK'ün el değiştirmesi sürecinde olduğu gibi Bologna sürecinde de "sınıfta kaldı".
protestolarında, "AKP'nin YÖK'üne" karşı mücadele çağrısı yaptı. Ulusalcı sol, bu dönemde, AKP’yi üniversitelere şeriat getirmekle itham ederken, alternatif olarak burjuva “cumhuriyetin kazanımlarını savunmak”la yetindi. Küçük burjuva solunun liberal kanadı ise çok açık biçimde, "demokrasinin temsilcisi" olarak gördüğü AKP'yi destekliyordu. Bireysel özgürlüklerin savunusunun ve her türden kimlik politikalarının ön plana çıktığı o süreçte, üniversitelerde türban yasağının kaldırılması ve dini açılımlar konusunda AKP'yi destekleyen liberaller, üniversitelerin AKP eliyle demokratikleştirildiğini ve “12 Eylül artığı” YÖK'ün tasfiye edildiği vurgularını ön plana çıkararak, emekçilere ve gençliğe açıkça yalan söylemiş ve burjuvaziye gönüllü hizmet sunmuştur. Reformist küçük burjuva “sol”un liberal ve ulusalcı kesimleri arasında yaşanan gerilim, bütün bu nedenlerden dolayı militan bir potansiyel taşıyan üniversite muhalefetinin düzen sınırları içinde tükenmesine hizmet etti. Bu arada, AKP'nin kuruluş amacı ve üstlendiği misyon da kısır bir “şeriatlaiklik” tartışmasına indirgenmiş oluyordu. AKP gibi küreselleşmeci, yeni-liberal politikaları güçlü biçimde savunan ve hayata geçiren bir siyasi partinin, küresel sermaye ile bu konuda bir çatışmaya girmesi söz konusu olamazdı. AKP'nin kuruluşundan itibaren taşıdığı "ılımlı İslamcı" kimlik de aslında 1970'li yıllardan itibaren başlamış olan ve 1990'lı yılların başında Stalinist diktatörlüklerin çöküşüyle birlikte hız kazanan kapitalist küreselleşme süreciyle bağlantılıdır. Burjuva ideologları, bütün o dönem boyunca, hedef tahtasına gerçekte Marksizmin yeminli düşmanları olan Stalinist diktatörlükler üzerinden sosyalizmi yerleştirmiş; bütün güçleriyle, toplumsal bir özne olarak işçi sınıfının varlığını unutturmaya çalışmışlardı. Etnik ve
dini kimlikler, cinsel yönelimler ve bireysel özgürlükler üzerinden geliştirilen post-modern ideolojilerin ve siyasi gericiliğin yükseldiği o ortamda, AKP'nin liberalleşmiş İslamcı karakteri, Ortadoğu'ya gözünü dikmiş olan küresel sermayenin ve onun bölgesel taşeronluğuna soyunmaya hevesli Türkiyeli egemenlerin ihtiyaçlarına son derece uygundu.
Bologna süreci ve “özerkdemokratik üniversite” talebi Öğrenci gençlik içinde örgütlenen ve üniversitelere ilişkin siyasi talepler üreten küçük burjuva solu, aynı YÖK'ün el değiştirmesi sürecinde olduğu gibi Bologna sürecinde de "sınıfta kaldı". Bologna süreci kapsa- mında gerçekleşen dönüşümlerin eksik/yanlış kavranışı, bu çevrelerin savunduğu “özerk-demokratik üniversite modeli”nin de iflasıydı. Türkiye'nin 1999 yılında resmen katıldığı Bologna sürecinin ana işlevi yüksek öğretimi küresel kapitalizmin dinamikleri doğrultusunda dönüştürmekti. Fakat bu süreci tarihsel maddeci Marksist yöntemle ele almayan “sol”, onu bütünüyle çarpık ve yanlış biçimde yorumladı. Bunun sonucu, üniversitelere ilişkin siyasi programların büyük ölçüde düzen sınırları içine hapsolması ve üniversite öğrencileri ve çalışanları içinde kafa karışıklığı yaratmak oldu. “Özerk-demokratik üniversite” talebi, bu sürecin çarpık ve yanlış yorumunun en tipik ürünüdür. Bu, kısaca, akademik, idari ve mali özerklik olarak özetlenebilir. Başta YÖK, TÜSİAD, TÜBİTAK gibi kuruluşların raporlarında açıkça gözlenen ve Bologna süreci kapsamında zaten hayata geçirilen mali açıdan özerkleşme, bu modelin sacayaklarından birini boşa çıkarmıştır. Mali özerklik, devletin çok düşük bütçe ayırarak sermayenin doğrudan denetimine girmesine yol açtığı devlet üniversitelerinin ve son dönemde yaygınlaşan özel üniversitele-
65
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Bizler, üniversitelerdeki mücadelemizi, önemli bir kesimimizin annebabalarının da içinde yer aldığı işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin bir parçası olarak ele alıyoruz. Bizim mücadelemizin merke- zinde yalnızca işçi sınıfının gerçekleştirebilece ği bir sosyalist devrim perspektifi vardır.
rin maddi-ekonomik altyapısını oluşturmaktadır. İdari özerkliğe gelince; o, TÜSİAD'ın bile değiştirilmesi konusunda ısrarcı olduğu bürokratik YÖK mekanizmasına alternatif olarak, üniversitelerin yönetiminin mütevelli heyetlerine (sermayenin tam denetimindeki yönetimlere) devredilmesini ifade eder. Bu anlamıyla idari özerkliği, bizzat burjuvazi savunmaktadır. Bu iki önemli sac ayağının düşmesinin ardından akademik özerklik talebinin de maddi altyapısı ortadan kalkar. Üniversitelerin, devlet kurumu olan YÖK'ün aşırı denetiminden uzaklaşarak serbest piyasa koşullarına uyarlanması, akademik-bilimsel gelişmeyi de bu ihtiyaçlara göre şekillendirmektedir. Sonuç olarak,üniversitelerde yeni-liberal dönüşümleri engellemek ve eşit, parasız ve bilimsel eğitim taleplerini gerçek anlamda savunabilmek için önce “özerk-demokratik üniversite” talebinin aşılması gerekmektedir.
Neden Özgür Emekçiler Üniversitesi?
* Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Öğrenciler’in (ABD) İlkeler Bildirgesi
66
Üniversitelerde gerçekleştirilen yeni-liberal dönüşümlere, YÖK'e ve onun atadığı rektörlere karşı nasıl mücadele edileceği ve alternatifi ne üzerinden inşa edeceğimiz, üniversite bileşenleri açısından hayati önem taşır. Bu mücadeleye girmeden önce şu soruların yanıtlanması gerekir: Üniversiteler sınıflar mücadelesinden bağımsız mıdır? Üniversitede sınıflar var mıdır? Üniversitelerin tek öznesi öğrenciler midir? Üniversiteler kimindir? Reformist solun bu sorulara verdikleri cevaplar, Marksistlerinkilerden bütünüyle farklıdır. Onlar üniversitelerdeki mücadeleyi sınıf mücadelelerinden kopartmakta, bu mücadelenin öznesi olarak yalnızca öğrencileri görmektedirler. Böylece, işçi sınıfından kopartılmış olan öğrenci kitlesinin son tahlilde burjuvaziye yedeklenmesinin yolu açılmaktadır. Bizler ise, “Öğrencilerin
karşı karşıya olduğu sorunlar, işçi sınıfının karşısındaki daha genel sorunlardan kopartılamaz. Bu sorunların hiçbiri, yalnızca okullarda ve yerleşkelerde çözülemez. Toplumsal eşitsizliğe, işsizliğe ve savaşa karşı koymaya çalışan öğrenciler, ülkenin tamamında ve uluslararası düzeyde işçilerle ilişki kurmak zorundadır.”* diyor ve bunların çözümünü işçi sınıfının devrimci yolunda görüyoruz. Dolayısıyla, bizler, üniversitelerdeki mücadelemizi, önemli bir kesimimizin anne-babalarının da içinde yer aldığı işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin bir parçası olarak ele alıyoruz. Bizim mücadelemizin merke- zinde yalnızca işçi sınıfının gerçekleştirebileceği bir sosyalist devrim perspektifi vardır. Üniversitelerdeki müca- dele hattının nasıl ve kimlerle birlikte oluşturulacağı sorusuna yanıt ararken, bu perspektiften yola çıkılmalıdır. Önerdiğimiz Özgür Emekçiler Üniversitesi (ÖEÜ) programı, sosyalist devrime giden yoldaki geçiş taleplerimizi ifade etmektedir. Emekçilerin, kökeni Paris Komünü'ne dayanan parasız, eşit, bilimsel eğitim hakkı talebi tarihteki ilk ve tek muzaffer işçi devrimiyle birlikte, Kasım 1917’de kurulan Sovyetler Birliği’nde (SSCB) yaşama geçirilmiştir. Sovyet Cumhuriyeti, üniversiteleri işçi sınıfına ve gençliğe tamamen parasız biçimde açarken, temel eğitimden yoksun işçiler için de işçi fakültelerini kurmuş ve zorunlu eğitim yaygınlaştırmıştı. Bu yolla, işçi sınıfının büyük çoğunluğunun emekçi üniversitelerinde eğitim görebilmesine olanak sağlanmıştı. İşçi devleti, kapitalizmdeki formel-ayrıştırıcı üniversitelerden farklı olarak, üretim ile bilimi birleştiren politeknik eğitimi hayata geçirdi. Öğrenciler hem üniversitelerde hem üretim birimlerinde eğitim görerek, insan doğasına en uygun şekilde yetiştirildiler. Unutmayalım ki bütün bu kazanımlar, üretici güçlerin son derece geri ve kay-
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Kitlesel devrimci işçi ya da öğrenci hareketleri “devrimciler isteyince” ortaya çıkmazlar. Aksine, onlar, tek tek insanların niyetlerinden bağımsız olarak, mevcut kapitalist üretim ilişkileri ile onun üzerinde yükselen sınıf mücadelelerinin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkarlar. Sorun, böylesi bir devrimci kitle hareketine müdahale edebilme ve onu nihai hedefe yönlendirmeye hazır olup olmama sorunudur.
nakların sınırlı olduğu, I. Dünya Savaşı, emperyalist müdahale ve iç savaş eliyle yıkıma uğratılmış bir ülkede gerçekleştirilmişti. Bizim savunduğumuz ÖEÜ modeli, işte bu tarihsel temeller üzerinde yükselmektedir. ÖEÜ’yü inşa edecek güçler, uluslararası işçi sınıfının öncülüğünde, yine üniversitelerin bileşenleridir. Dolayısıyla ÖEÜ’yü inşa mücadelesi, aynı zamanda, üniversitelerin diktatör yetki- sine sahip olan rektörlük kurumundan, burjuva devletin tüm bürokratik aygıtlardan, polisten, özel güvenliklerden ve faşist çetelerden temizlenmesi anlamına gelir. Üniversite bileşenlerini örgütleyen sendika, ÖTK (öğrenci temsilciler konseyi) gibi mekanizmalarla bu yolda nihai kazanımlar elde ederek ilerlemek de mümkün değildir. Bu örgütlerin başlıca ortak özelliği temsili demokrasiye (burjuva demokrasisi) dayanan bürokratik bir yapıya ve düzen sınırlarını asla aşamayan, dahası onun reforme edilerek devamını savunan programlara sahip olmalarıdır. Üniversitelerin devrimci dönüşümü, yalnızca, üniversite öznelerinin doğrudan demokrasi (işçi demokrasisi) ilkesine dayanan kendi örgütleri eliyle sağlanabilir. Bu yüzden, hiçbir ayrıcalıklı kastın doğmasına olanak tanımayan militan öz-örgütlenmelerin inşası son derece önemlidir; onların ısrarla savunulması gerekir. Öğrenci gençliğin mücadelesinde öne çıkan eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talebini gerçek anlamda hayata geçirebilecek bir perspektifi yalnızca ÖEÜ programı taşımaktadır. Çünkü ÖEÜ’yü inşa mücadelesi, aynı zamanda, tüm emekçilerin ve yoksul köylülerin çocuklarına parasız eğitim yoluyla üniversite kapılarını ardına kadar açma mücadelesidir. Sermayenin üniversitelerden tümüyle kovulması, bilimsel bir eğitimin hayata geçmesi, ezilen halklardan emekçilerin ve çocuklarının kendi anadillerinde
diğer emekçi kardeşleriyle birlikte eğitim görebilmesi mücadelesi, ÖEÜ'nün üzerinde yükseldiği sacayaklardan biridir. Son tahlilde, ÖEÜ programı, emekçiler ile öğrencilerin kurtuluş mücadelesini enternasyonalist, devrimci işçiler önderliğinde ortaklaştırmaktadır. Bize göre, öğrenci gençliğin gerçek ve kalıcı kazanımlar elde etmesi, onun işçi sınıfının kapitalizmi dünya çapında ortadan kaldırma mücadelesine katılmasıyla mümkündür. Kitlesel devrimci işçi ya da öğrenci hareketleri “devrimciler isteyince” ortaya çıkmazlar. Aksine, onlar, bizim niyetlerimizden bağımsız olarak, mevcut kapitalist üretim ilişkileri ile onun üzerinde yükselen sınıf mücadelelerinin doğrudan ürünüdürler. Sorun, böylesi bir devrimci kitle hareketine müdahale edebilme ve onu nihai hedefe yönlendirmeye hazır olup olmama sorunudur. Bu bağlamda, ÖEÜ’leri inşa etme mücadelesi, aynı zamanda, öğrenci gençliği enternasyonalist-devrimci sosyalist sınıf perspektifine kazanma mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. ÖEÜ uğruna mücadele, sosyalist bir dünyayı inşası mücadelesinden koparılamaz. Lenin’in ve Troçki’nin Komünist Enternasyonalinin ve IV. Enternasyonal’in yöntemini izleyerek, ÖEÜ programını hayata geçirmek için formüle ettiğimiz geçiş taleplerimiz şunlardır: H YÖK dağıtılsın! Öğretim görevlileri ve işçiler tarafından yönetilen ve öğrencilerin denetlediği bir üniversite! Sermayenin ve burjuva devletin müdahale edemediği bir üniversite! H Tüm eğitim kurumlarında anadilde eğitim hakkı! Milliyetçi ve dinci-gerici ideolojiyi yayan zorunlu din, Türk dili ve İnkılap Tarihi gibi dersler kaldırılsın! Varlıkları onyıllardır yadsınmış olan ezilen halkların tarihlerinin ve kültürlerinin araştırılmasının önündeki en-
67
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
Her düzeyde parasız ve zorunlu eğitim! Devlet üniversitelerinde toplanan tüm harçlar kaldırılsın! Özel ve vakıf üniversiteleri ile bütün özel okullar ve dershaneler karşılıksız kamulaştırılsın! Üniversitelerin ticarileştirilmesine ve eğitim üzerindeki sermaye denetimine son!
68
geller ortadan kaldırılsın! H Eğitim şirketlerin kâr amacı için değil ama bireylerin ve toplumun özgürce gelişmesine hizmet edecek şekilde örgütlenmeli; bilim insanlarının bir bütün olarak insanlığın yararına çalışmalar yaptıkları özgür üretim alanları haline getirilmelidir. H Üniversitelerdeki ve diğer eğitim kurumlarındaki resmi-sivil polisler, jandarmalar ve özel güvenlikler kapı dışarı edilmelidir. Devletin ve sermayenin hizmetindeki kolluk güçleri, bilimin, onu üretenlerin ve öğrenenlerin düşmanlarıdır. Onlar bilim insanlarına ve öğrencilere karşı kendilerinin gerçekleştiremedikleri saldırılara girişmeleri için faşist çetelere yardımcı olmaktadırlar. Kolluk güçlerinin ve faşistlerin saldırılarına karşı, öğretim görevlilerinden, üniversite işçilerinden ve öğrencilerden oluşan öz savunma komiteleri oluşturulmalı. H Meslek lisesi ve meslek yüksek okulu öğrencilerine asgari ücret, sigorta ve sendika hakkı sağlansın. Staj adı altında sürdürülen sömürüye son! H Her düzeyde parasız ve zorunlu eğitim! Devlet üniversitelerinde toplanan tüm harçlar kaldırılsın! Özel ve vakıf üniversiteleri ile bütün özel okullar ve dershaneler karşılıksız kamulaştırılsın! Üniversitelerin ticarileştirilmesine ve eğitim üzerindeki sermaye denetimine son! H Üniversitelere giriş sınavı kaldırılsın. Eğitim kurumları işçi sınıfına açık hale getirilmeli; dileyen herkes üniversitelerde eğitim görebilmelidir. H Tüm öğrencilere ihtiyaçlarını karşılayacakları seviyede karşılıksız burs verilmelidir. Dileyen öğrencilere sendikalı, sigortalı ve tüm sosyal haklara sahip olarak çalışma imkanı! H Yurtlar kışla değildir. Mevcut yurtlar özgürce ve sağlıklı yaşanabilen alanlar haline getirilmeli, ihtiyacı karşılayacak sayıda yeni yurt yapılmalıdır. Her öğrenciye, ücretsiz olarak, yeterli
büyüklükte ve sağlıklı yaşam alanı sağlanmalı; yurtlara giriş çıkışlarda her türlü denetime son verilmeli; özel güvenlikler yurtlardan uzaklaştırılmalıdır. Cinsiyetçiliğin etkisi en çok yurtlarda hissedilmektedir. Bütün yurtlar, dileyen kadın ve erkek öğrencilerin birlikte kalabileceği şekilde karma hale getirilmelidir. Eğitimi süresince bir evde yaşamak isteyen öğrencilerden yarım kira alınmalıdır. H Özelleştirilmiş olan mediko-sosyal hizmetler kamulaştırılsın. Tüm öğrencilere ücretsiz mediko-sosyal hakkı! Kadın öğrencilere mediko-sosyal’de parasız doğum ve kürtaj hakkı! Anne olan öğrencilere ücretsiz kreş! Kadın öğrenciler üzerindeki cinsiyetçi baskılara son! H Burjuvazi ve devlet, baskı politikalarıyla yıldıramadığı gençliğin enerjisini ve üretken gücünü -kültürsüz- leştirme, uyuşturucu vb.- her türlü yöntemi kullanarak ortadan kaldırmaya çalışıyor. Uyuşturucu üretimine ve satışına karşı en ağır cezalar verilmelidir. H Sermayenin istediği, uyuşmuş beyinler olmaya hayır! Üniversitelerde düzenli olarak kültür sanat ve spor etkinlikleri düzenlenmeli, özgür bilimsel tartışma forumları oluşturulmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır. H Öğrenciler, üniversite dışındaki tüm sosyal ve kültürel etkinliklerden ücretsiz olarak faydalanmalıdır. H Öğrencilerin sırtında ağır bir yüke dönüşen ulaşım giderleri ortadan kaldırılmalı; toplu taşıma araçları ile yurt ve okullardaki yemekler ücretsiz hale getirilmelidir. H Her alanda, teori ile pratiği bütünleştiren; üretim ile bilimin iç içe geçtiği politeknik eğitim! -Sermayeye hizmet eden üniversiteye hayır; Yaşasın özgür emekçiler üniversitesi! Yaşasın sosyalizm!
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
toplumsal eşitlik için uluslararası gençlik ve öğrenciler’i inşa et BELGE st , Sosyali Bu belge i’nin (ABD) rtis Eşitlik Pa uz 2012’de m 8-12 Tem planan İkinci to toplanan rafından ta i ilen Kongres kabul ed le iy ğ li ir b oy . kararıdır Kongre’nin, a, r B u k ar a Eşitlik t Sosyalis ve öğrenci Partisi’nin ütünün rg gençlik ö Eşitlik İçin al s “Toplum nciler ” ası Öğre r a r la s lu sal U ı “Toplum olan adın luslararası in U Eşitlik İç nciler ” v e Ö ğr e k Gençli esi eşlik eğiştirm olarak d etti.
1. 2.
Sosyalist bir işçi sınıfı hareketinin inşası mücadelesi, yeni öğrenci ve genç işçi kuşağını Marksizmin ve Dördüncü Enternasyonal’in tarihi ve ilkeleri konusunda eğitmeyi gerektirir. 2008’de başlamış olan kriz ABD’de ve uluslararası düzeyde, milyonlarca genç insanı siyasi mücadeleye iten katlanılmaz koşullar yaratmıştır. Gençler, kitlesel işsizliğin artmasından en fazla etkilenenler arasındalar. ABD ekonomisi, 2000 yılından bu yana, 25 yaşın altındakilerin istihdam edildiği tam gün çalışılan işlerin dörtte birinden fazlasını yitirmiştir. 2009 ile 2011 yılları arasında liseyi bitirmiş olup da yüksek okula gitmeyen gençlerin yalnızca yüzde 16’sı tam gün çalışabilecek bir iş bulmuştur. Eğitimi ne olursa olsun, okula gitmeyen 16 ile 24 yaşlar arasındaki Amerikalıların yalnızca yüzde 47,3’ü tam gün çalışmaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde gençliğin geleceği yoktur. Genç insanlar, savaşlar, polis barbarlığı ve devlet baskısı tehdidi altında yaşamlarını zar zor sürdürebiliyorlar.Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre, 15-24 yaşlar arası sekiz gençten biri işsiz. Yunanistan’da ve İspanya’da, gençlerin yarıdan fazlası işsizdir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki dört gençten biri işsiz. Egemen sınıfın genel politikasını uygulayan Obama yönetimi, bütün işçi sınıfının yaşam standartlarına karşı koçbaşı olarak kullanmak için genç işçilerin yaşam standartlarını geriletme peşinde koşmaktadır. Yönetimin otomobil sektörünü kurtarmanın ön koşulu olarak iki kademeli ücretin yaygınlaşmasında ısrar etmedeki amacı buydu. Aynı şekilde, yaşam standartlarındaki büyük aşınmadan öğrenciler de zarara uğramışlardır. İşçi sınıfı gençliği için uygun bir maliyetle yüksek öğrenim görme olanağı ortadan kaldırılıyor. Doğru dürüst kamusal eğitim, kapitalistlerin ve orta sınıfın üst tabakasının ayrıcalıklı alanı haline geliyor. Daha az ayrıcalıklı ailelerden gelen ve eğitim görmek isteyen öğrenciler, yalnızca yaşamlarını sürdürebilmek için tükenene kadar çalışsalar bile, on yıllar boyunca ödeyemeyecekleri borçların altına girmeye zorlanıyor. Gençlerin karşı karşıya olduğu iç karartıcı ekonomik beklentiler kamusal eğitime yönelik görülmedik kesintilerle birleşiyor. ABD’de, yalnızca son 14 ay içinde, 470 bin yerel yönetim eğitim personeli işten çıkartılmış durumda. Ülkenin tamamında, eyalet ve kent yönetimleri, K-12 bütçelerinde, okulların kapanmasına, sınıflardaki öğrenci sayısının artmasına ve iyi bir eğitim için gerekli temel bileşenlerinin yok edilmesine yol açacak kesintiler yapıyorlar. Yüksek okulları öğretim harçlarını arttırmaya zorlayaran eyaletler,
3. 4. 5.
6.
İngilizce özgün metin için bkz. http://wsws.org/articles/2012/sep20 12/res4-s03.shtml
69
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k orta öğretime olan desteği her geçen yıl azaltıyor. Yükselen okul harçları, gençlerin üzerine sürekli artan bir borç yükü bindiriyor. ABD’deki toplam öğrenci borçları otomobil ve kredi kartı borçlarını aşacak şekilde mantar gibi çoğalarak 1 trilyon Dolar’ı aşmıştır. 2010 grubu, 2006’nın 19,646 Dolarından yüzde 29 üzerinde, 25.250 Dolarlık ortalama öğrenci borçlanmasıyla mezun oldu. Bu arada yüksek okul mezunlarının ücretleri azalmaktadır. Yaşları 23 ile 29 arasındaki yüksek okul mezunlarının saat ücretleri, 2000 yılından bu yana yüzde 6’dan fazla azalmıştır. Bu, on binlerce gencin öğrenci borçlarını hiçbir zaman ödeyememe ihtimaliyle karşı karşıya olması demektir. Genç kuşağın yoksulGenç kuşakların devrimci laşması, gençlerin sigücü, yalnızca bir bütün yasi mücadeleye girmesi olarak işçi sınıfına yönelim gibi, küresel bir olgudur. dolayımıyla hayata Gençlik içinde, Kanada’da, geçirilebilir. Öğrenciler ve Britanya’da, Meksika’da, gençlik, işçi sınıfının Şili’de ve ABD’de kamusal bağımsız çıkarlarını eğitimi savunmayı amaçlacisimleştiren, dünya yan kitlesel protestoları ekonomisinin sosyalist kapsayan önemli toplumsal hareketler ortaya çıktı. dönüşümünü başarıyla Birden fazla resmi yogerçekleştirmek için işçi rumcu, işsiz genç işçiler ve devletlerinin kurulması yüksek okul mezunları kituğruna mücadele eden bir lesinin devrimci altüst oluşsiyasi programla ların toplumsal zemini donatılmalıdır. olduğunu belirtmektedir. Gençler, ekonomik felakete ek olarak, emperyalist devletler tarafından dünyayı zaptetmek için ölüme gönderilen askerler olarak hizmet etmeye zorlanacakları ya da bu fetih savaşlarının başlıca hedefleri olacakları sonu gelmez savaşlarla dolu bir gelecekle karşı karşıya. ABD dünyanın her bölgesinde bitmek bilmeyen savaşlar sürdürdüğü için, askeri ve siyasi yetkililer bir kez daha zorunlu askerlik ihtiyacını ortaya atıyorlar.
7.
8.
9.
70
10.
ABD’deki egemen siyasi çevrelerin hiçbir kesimi ileriye giden bir yol önermiyor. 2008’de, Obama yönetimi, gençliğe özellikle “değişim” sloganı üzerinden seslenmişti. Bununla birlikte, geçtiğimiz üç buçuk yıl, yalnızca, Demokratik Parti’nin -en az Cumhuriyetçi Parti kadar- şirket ve mali sektör seçkinlerinin bir aleti olduğunu göstermiştir. Genç kuşakların devrimci gücü, yalnızca bir bütün olarak işçi sınıfına yönelim dolayımıyla hayata geçirilebilir. Öğrenciler ve gençlik, işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını cisimleştiren, dünya ekonomisinin sosyalist dönüşümünü başarıyla gerçekleştirmek için işçi devletlerinin kurulması uğruna mücadele eden bir siyasi programla donatılmalıdır. Üniversite düzeyinin sonuna kadar ücretsiz kamusal eğitim hakkını, öğrenci borçlarının lağvedilmesini ve gençler için iyi ücretli iş garantisini, yalnızca toplumun bütünsel olarak yeniden örgütlenmesi güvence altına alabilir. Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler (IYSSE), toplumdaki asli devrimci gücün işçi sınıfı olduğunda ısrar eder. İşçi sınıfına ve işçi sınıfı gençliğine yönelim, sahte sol siyasete egemen olan ve yüksek okul yerleşkelerinde yaygın olan gerici, öznel, idealist ve usdışıcı siyaset felsefelerine karşı acımasız bir mücadele demektir. Frankfurt Okulu ile bağlantılı teorik eğilimler, post-modernizmin, yenianarşizmin ve kimlik politikasının çeşitli biçimleri, Marksizmin ve işçi sınıfının devrimci rolünün inkârından kaynaklanmaktadır. IYSSE’nin inşası, Marksizm uğruna mücadeleyi ve uluslararası sosyalist hareketin bütün devrimci mirasının benimsenmesini gerektirir. IYSSE, bu mücadele dolayımıyla işçi sınıfı gençliğini ve orta sınıfın sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının bakış açısını benimseyen kesimlerinin en iyi unsurlarını kendi
11.
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k bayrağı altında toplayacaktır. Öğrencilerin ve gençliğin işçi sınıfına yönelmesi, yalnızca sosyalist bilince ulaşmak için sistematik bir mücadele dolayımıyla gerçekleşebilir. Genç kuşaklar, sınıf mücadelesinin onlarca yıllık bastırılmışlığının ortasında yetişmiştir. Bu, söz konusu kuşağın 20. Öğrencilerin ve gençliğin yüzyıldaki büyük tarihsel işçi sınıfına yönelmesi, mücadelelerin derslerinin yalnızca sosyalist bilince ve uluslararası işçi sınıfının ulaşmak için sistematik bir deneyimlerinin; öncelikle mücadele dolayımıyla de Rus Devriminin önemigerçekleşebilir. nin ve Stalinizm'in doğası-
12.
nın özümsenmesi konularında eğitilmesini daha da zorunlu kılmaktadır. Marksizmin ve Dördüncü Enternasyonal’in kuramsal mirasının yeni kuşaklara taşınması gerekiyor. Bu SEP kongresi, gençler arasında bu perspektif uğruna mücadele etmek için, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin gençlik hareketi olan Toplumsal Eşitlik İçin Uluslararası Gençlik ve Öğrenciler’in inşası çağrısında bulunur.
13.
HHHH
71
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
H 56
YIL ÖNCE BU AY
1956
ta n s i r a ac m ı s 6 a 5 m 9 1 l an k a y a
Macaristan ayaklanması, Doğu Avrupa’daki işçi sınıfının gerçek bir işçi iktidarı kurmak için Stalinist bürokrasiye karşı giriştiği en önemli ayaklanmalardan biridir. Ancak o, aynı 1953 yazında Doğu Alman işçilerinin isyanında olduğu gibi, Kremlin bürokrasisinin harekete geçirdiği Kızıl Ordu birlikleri tarafından kanlı biçimde ezildi. 1956’da ülkede artan sefalet ve emekçiler üzerindeki devlet terörü had safhaya ulaşmış; Macaristan işçi sınıfı, artık patlamaya hazır bir bomba haline gelmişti. Stalinist bürokrasinin, Komünist Parti’nin eski önderi Lazlo Rajk’ı anma amacıyla 6 Ekim 1956’da düzenlediği devlet töreni, 200.000 işçinin ve gencin Stalinist bürokrasi karşıtı sloganlar haykırdığı bir gösteriye dönüştü. Kabaran toplumsal muhalefetten ürken bürokrasi, bu olayın ardından, işçi sınıfına bazı küçük ödünler verdi. Ama bu ödünler, muhalefeti yatıştırmaya yetmeyecekti. Üniversite öğrencileri, 22 Ekim 1956’da grev hakkı, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve özgür seçimler talep eden bir bildirge yayınladılar. Fabrikalarda siyasi
72
toplantılar düzenlenmeye ve işçi komiteleri kurulmaya başlandı. 23 Ekim 1956’da, Polonya’daki ayaklanmayla dayanışma amacıyla düzenlenen gösteriye, yasaklanmış olmasına rağmen, 300.000 kişi katıldı. İşçiler ve gençlik, kızıl bayraklar ve Lenin’in posterlerini taşıyor, coşkulu bir şekilde, Enternasyonal marşını söylüyordu. Onlar, başkent Budapeşte’deki devasa Stalin heykelini tahrip edip Parlamento binasına yürüdüler. O gün başlayan ilk çatışmalar, bürokrasinin Kızıl Ordu’ya ayaklanmayı bastırma emri verdiği ertesi gün iyice şiddetlendi. Kızıl Ordu, çatışmaların dördüncü günü geri çekilmek zorunda kaldı. Bu ilk zaferin ardından, Macaristanlı emekçilerin desteklediği bir bürokrat olan Imre Nagy iktidara geldi. Nagy, emekçilere evlerine dönme çağrısı yaparak devrimin yenilgisinde önemli bir rol oynadı. İşçi sınıfının öfkesinin yatıştığını fark eden Kremlin, 4 Kasım’da Kızıl Ordu’yu yeniden harekete geçirdi. Macaristan işçi sınıfı ve gençliği, kahramanca direnmesine rağmen, bu saldırı karşısında yenilgiye uğradı ve işçiler üzerinde katıksız bir terör dönemi başladı. Macaristan ayaklanmasının yenilgisi Marksist devrimci bir partinin yokluğunda işçilerin yanılsamalar ve yanlış taktikler sonucunda yaşayacağı felaketlere bir örnektir. Dünya burjuvazisinin burjuva demokrasisi ve kapitalizm için yapılmış gibi gösterdiği; Stalinistlerin ise “faşist” bir karşı devrim olarak karalamaya çalıştıkları 1956 Macar ayaklanması, aynı zamanda, Stalinizme “devrimci” özellikler atfeden sahte Troçkist akımların da işçi düşmanı yüzünü göstermektedir. HHHH
H
savaş hazırlıklarına karşı çık; sosyalist işçi enternasyonalizmini yükselt!
H
ükümete yurt dışına asker gönderme yetkisi veren tezkere 4 Ekim günü TBMM’den geçti. AKP’li ve MHP’li milletvekillerinin oylarıyla kabul edilen tezkere, herhangi bir devletin adını anmamasına karşın, Suriye’yi hedefliyor ve iktidara bu ülkeye dilediği an, Meclis’e sormadan savaş açma hakkı tanıyor. AKP iktidarının Batılı emperyalist müttefiklerinin çıkarları doğrultusunda Suriye’ye açık askeri müdahalede bulunmasının önünü açan tezkere, Suriye’den ateşlenen bir top mermisinin yanlışlıkla Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesine düşmesinin ardından gündeme geldi. Uzun süredir bu tür bir fırsat bekleyen AKP, 5 kişinin ölmesiyle sonuçlanan bu kaza üzerine, apar topar hazırladığı “yabancı ülkelere asker gönderme tezkeresi”ni gece yarısı Meclis’e sundu ve düzenlenen gizli oturumda onaylattı. Bu tezkere ile birlikte, Batılı emperyalistlerin ve AKP’nin Suriye’deki alt taşeronu olan (gerçek taşeron Ankara’da) Sünni-İslamcı teröristlere, BAAS rejimi karşısında yenilgiye uğramalarına izin verilmeyeceği ve gerekirse Türk Ordusu’nun onlarla omuz omuza savaşacağı biçiminde çok güçlü bir sinyal verilmiştir. Öte yandan, tezkerede hiçbir ülkenin adının anılmaması, AKP iktidarına, dilediği anda ve hiçbir kurumun onayını almaksızın, şu anda gündemde olmayan
başka ülkelere savaş açma imkânı da sunmaktadır. Bu tezkerenin Meclis’ten geçmesi, öncelikle Türkiye işçi sınıfına ve emekçilerine yönelik açık bir meydan okumadır. Yıllardır kadınları eve kapatıp ”en az üç” çocuk doğurmaya çağıran Erdoğan, genç kuşakları yalnızca işsizliğe ve yoksulluğa mahkum etmemekte; onları savaş meydanlarında kitlesel bir kıyıma sürüklemenin hazırlıklarını yapmaktadır. Yaklaşan felaketi önleyebilecek tek toplumsal güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı ve gençlik, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin Batılı emperyalistlerin taşeronu yeni bir Sünni-İslam “imparatorluğu” (“yeni Osmanlı”) kurma hayaliyle hızlandırdığı bölgesel savaş hazırlıklarına karşı harekete geçirilmelidir. Bu görev, AKP’yi de yaratan kapitalizmin can siperane savunucusu olduklarını yüzlerce kez kanıtlamış olan sosyal demokrasiye, sendika bürokratlarına ve onların sahte solcu destekleyicilerine bırakılamaz. Bütün samimi sosyalistleri, küresel sermayenin ve taşeronlarının AKP önderliğinde hız kazandırdığı savaş hazırlıklarına karşı işyerlerinde, okullarda ve mahallelerde mücadeleye; işçi sınıfının enternasyonalist-sosyalist devirmci çözümünü geliştirmeye çağırıyoruz.
HHHH
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
toplums al e ş İ t l İ k
sınıfsız sınırsız sömürüsüz bir dünya için
t o plu m s al e ş İ t l İ k
fiyatı 5 tl