Kapitalizm ile suç ve çýkar ortaklýðý olmayanlar; kapitalizmi yýkýp, özgürlükçü ve eþitlikçi bir dünya kurmak için, devrimci bir Dünya Partisi’nin politik önderliðinde birleþerek savaþýn!!!
Komünist
Zemin
Komintern Kuruluþ Kongresi: Mart 1919 / Moskova Sayý: 1
Sonbahar 2004
Fiyatý: 2.000.000 TL.
Komünist Zemin BU SAYIDAKİLER: Neden Yeni Bir Dergi………………………………………………………………………………………………….……:1 Gündem…………………………………………………………………………………………………………………………….…:3 Komünistler Nerede Nasıl Olmalıdırlar?........................................................................:5 Dünya İşçi Sınıfının Bölünmüşlüğü Üzerine....................................................................:8 “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!” Çağrısına Dair…………………………………………………:19 Globalleşme Efsanesine Dair…………………………………………………………………………………………:24 Kapitalizm, Savaş-Barış Ve Devrimci Tavır Üzerine…………………………………………………:26 Irak’ın İşgali, Emperyalizm, Savaş Ve Devrimci Tavır Üzerine……………………………..:31 Komünistler Birligi’ nden IV. Enternasyonal’e Devrimci Örgütün Kısa Hikayesi……………………………………………………………………………………………….……………………:38 Bir Başka Ekim: Boğazlanan 1918 Alman Devrimi………………………………………………………:49 Abu-Jamal’a Ve Abu–Jamal İçin Batı’da Yürütülmekte Olan Kampanyalara Dair……………………………………………………………………………………………………………:53
Sahibi Ve Yazı İşleri Müdürü: Zafer Dize - Zemin Yayıncılık Büyük Parmak Kapı Sokak No: 26 Kat 3 / 14 Beyoğlu - İstanbul
Mail: zemin@gmx.net Banka Hesap No: Zafer Dize, T. İş Bankası 1041746848
Basıldığı Yer: Can Ofset
Ezilenlere ve onlarla acı çeken, onların safında mücadele edenlere.
Komünist Zemin
Neden Yeni Bir Dergi? Okuyucu bu soruyu sormasa da aklından geçirecektir. Öyle ya, hali hazırda çıkan bunca dergi–gazete varken; bir yenisinin mantığı ne olabilir ki? Bu soruya Komünist Zemin’in cevabı şudur: Daha bir kaç on yıl önce ezilen ve sömürülen çoğunluk için sosyalizm, baskısız, sömürüsüz bir yaşamı ifade ediyorken; bugün bu çoğunluk için sosyalizm, toptan yok oluştan kurtuluşu ifade etmektedir. Evet, kapitalizm yoksul ve ezilen çoğunluğu toptan bir yok oluşun eşiğine getirmiştir. Yani, dün özgürleşme eyleminin adı olan sosyalizm, bugün, bu geleceği olmayan çoğunluk için varlıklarını fiziki olarak sürdürebilmelerinin ön koşulu olmuş durumdadır. Yoksul ve ezilen çoğunluk açısından durum bu merkezdeyken, kendi politik var oluşlarını bu ezilen - yoksul çoğunluğun kurtuluşuna bağladığını iddia eden devrimci akımlar ise, tarihte hiç olmadığı ölçüde dar görüşlü, ulusalcı, eurosentrist, ve sisteme entegre olmuştur. Başlangıçta Sosyal Demokrasi, daha sonra ise, stalinizmin yol açtığı ideolojik, politik ve etik tahribat, Doğu Boku’nun yıkılışıyla bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Ama Dünya “Devrimci” Hareketi, kendisinin de çıplaklığı olan bu çıplaklık ile hiç bir şekilde yüzleşmeye yanaşmamıştır. Dünya „Devrimci“ Hareketi (bazı küçük oluşumlar hariç) bugün, sosyal demokrasinin sol kanadı olarak işlev görmektedir. Bırakın ezilen – yoksul çoğunluğun kurtuluşu mücadelesine politik önderlik edebilmeyi bir yana, onların dar ve gündelik “çıkarları”nın peşine takılmış, adeta kitleler tarafından yönlendirilir olmuştur.
Dünya devriminin öznesi olan Dünya İşçi Sınıfı’na gelince; Dünya İşçi Sınıfı, zengin Batı’nın ayrıcalıklı işçileri ve yoksul dünyanın yok olmakla yüz yüze bırakılmış yoksul işçileri olarak bölünmüştür. Ve bu birbirine zıt iki dünyanın işçilerinin bugün ne uğruna birlikte mücadele edecekleri ortak talepleri vardır, ne de ortak düşleri. Aksine, ayrıcalıklı Batı İşçi Sınıfı, yoksul dünyanın işçilerini kendi ayrıcalıklı durumunu tehdit eden bir güç olarak görmekte ve bundan dolayı da Beyaz Batı İmparatorluğu’nun dünyanın yoksullarını ölüm platolarına hapsetme projesini ateşli bir biçimde savunmaktadır. Bu ölümcül durumun aşılması tabii ki mümkündür, ama bu öyle kendiliğinden olabilecek bir şey değildir. Bu ölümcül durumun aşılabilmesinin yolu; Dünya İşçi Sınıfı’nın bölünmüşlüğüne, bu bölünmüşlüğe neden olan ve yoksul dünyanın talanı ile finanse edilen Batılı işçilerin ayrıcalıklarını teşhir etmekten geçmektedir. Bu ölümcül durumun aşılabilmesinin yolu; artık kapitalist sisteme muhalefet etmekten başka bir işlevi kalmayan ve bu durumu ile adeta onun “demokrasi”sine işlerlik kazandıran mevcut Devrimci Hareket’i mahkum etmekten geçmektedir. Bu ölümcül durumun aşılabilmesinin yolu; kapitalizmi dünya çapında imha etmeye kilitlenmiş devrimci bir dünya partisini inşa etmekten geçmektedir. Bu ölümcül durumun aşılması bir borçtur ve bu borç bugün, tarihin en olmadık dönemlerinde mağrur ve hüzünlü duruşları, kuğu çığlığı edasındaki çağrıları ile yoksul - ezilen çoğunluğun yüreğindeki küllenmiş kurtuluş sevdasını alevlendiren bir avuç
1
Komünist Zemin komünistin omuzlarındadır. Evet, bu ölümcül durumun aşılması ancak ve ancak komünistlerin müdahalesi ile mümkündür. İşte Komünist Zemin, bu borcu omuzlarında hisseden Komünistlerin sesidir. Biz, yani bu sesin sahibi olanlar, bu maksatla yola çıkanların bir parçasıyız. Biliyoruz ki, az da olsak yalnız değiliz. Biliyoruz ki, bugün için birbirimizden haberdar olmasak ta, yeryüzünün başka coğrafyalarında bu borcu omuzlarında bizim hissettiğimiz gibi hisseden komünistler mevcuttur. Biz, bu devrimci yolculuğa bulunduğumuz coğrafyadan başlıyoruz. Bu bizim tercihimiz değildir. Her ne kadar da fiziki olarak bu coğrafyada olsak da; buradaki düşmana karşı mücadeleyi esas görevimiz olarak belirlemiyoruz. Çünkü egemenler ve onların yol açtığı sonuçlar ulusal olmadığı gibi, mağdur olanların kurtuluşlarının da yerel olamayacağını biliyoruz.
2
Buradan vuracağız, ama buradakine vuruyor olmanın değil, buradakinin de bir parçası olduğu dünya çapındaki beyaz imparatorluğa vuruyor olmanın bilinci ile. Bu coğrafyanın bizim açımızdan önem ve öncelik nedeni; bizim fiziki olarak bu coğrafyada olmamızdır. Biz fiziki olarak buradaysak, istesek de istemesek de işleyeceğimiz cürüm de bura merkezliymiş gibi gözükecektir. Ama biz biliyoruz ki mücadelemiz yaşama egemen olanların uluslararası egemenliğine karşı bir mücadeledir. Bu mücadelede kılavuzumuz, Marksizm’dir. Savaşırken inşa edeceğimiz örgüt, Leninist anlayış temelinde Dünya Partisi’dir. Yöntemimiz, Proleter Devrim’dir. Devrim anlayışımız Sürekli Devrim’dir. Hedefimiz, Dünya Devrimi’dir. Amacımız, Komünist Bir Dünya kurmaktır.
Komünist Zemin Gündem: Ya da Dünya İşçi Sınıfı’na, Bir Bütün Olarak Devrimci Hareket’e; Özel Olarak İse Devrimci Hareket’in Komünist Kanadına Dair Tarihinin hiçbir döneminde işçi sınıfı bugünkü kadar düşman saflara bölünmemiştir. Yine aynı şekilde, bu ölçüde farklı ve bir birine karşıt talepleri bayrağına yazmamıştır. Batı İşçi Sınıfı, dünyanın talanından elde edilen zenginliğin bir sonucu olan bugünkü refahını daha da yükseltmek, en azından korumak için mücadele ederken; Batı dışında kalan coğrafyaların emekçileri, yaşamda kalabilmek için direniyorlar. Batılı işçiler, zengin Batı’nın kapılarını yoksullaştırılmış dünyanın yok olmakla yüz yüze bırakılmış emekçilerine kapatan ve onların ölüm rezarvuarlarına kapatılması anlamına gelen NAFTA ve MAASTRICHT adı verilen savaş stratejilerinin ateşli savunucusu iken; Batı dışında kalan coğrafyaların emekçileri, MAASTRICHT ve NAFTA sınırlarını zorlamaktadır. Bu uğurda canlarını insan tacirlerine teslim ederek, zengin Batı’ya sızmaya çalışmaktadırlar.
Ve bunlardan bir çoğunu taşıyan tekneler, bizzat Batılı devletlerin gizli servisleri ve askeri güçleri tarafından batırılmakta ve bir çok mülteci daha zengin Batı’nın sınırlarına ulaşamadan yaşamını yitirmektedir. Batı’nın sınırlarından içeriye sızmayı başarabilenlerin çoğu ise, kısa bir zaman içerisinde geldikleri ölüm rezarvuarlarına geri gönderilmektedir. Ama bütün bunlara rağmen yoksullaştırılmış dünyanın emekçileri, Batı’yı yani kendi celladını bir kurtarıcı olarak görmektedir. Bundan dolayıdır ki yoksullar, ya eski Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi toplum olarak Batı ile bütünleşerek “kurtulmaya”, ya da Asyalı, Afrikalı ve Güney Amerikalı bir çok yoksulun yaptığı gibi ferdi olarak Batı’ya firar edip, kurtuluşu Batı’da aramaktadırlar. Gerek Batılı işçilerin kendi dar çıkarları için yoksul dünyanın emekçilerine sırt dönmesi; gerekse de yoksul dünyanın devrimci bilince ve devrimci bir önderliğe sahip olmayan işçilerinin kendilerini kurtarmak için koşar adım kendi katili Batı’ya sığınması trajik ama anlaşılır bir durumdur. Malum, devrimci bir sınıf bilincine ulaşamamış bir işçinin ufkunun kendisinden öteye geçmesi mümkün değildir. Lenin’in devrimci öncü bir örgütü nihai amaca ulaşabilmenin bir olmazsa olmazı olarak şart koşması tam da bundandır. Bu trajedi bir kader olmadığına göre, değişmesi mümkündür. Mümkün olmanın da ötesinde bir zorunluluktur. Ama bu kendiliğinden olacak bir şey de değildir. Bu durumun aşılması ancak ve ancak devrimci iradi bir müdahale ile mümkündür.
3
Komünist Zemin Kimdir O Halde Devrimci İradi Müdahaleyi Yaparak Bu Trajediyi Aşmakla Yükümlü Olan? Her ne kadar da Devrimci Hareket’in bütünü kendi varlığını işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını savunmak olarak izah etse de, bu trajediyi aşmakla yükümlü olan; Devrimci Hareket’in Komünist kanadıdır. Çünkü, Devrimci Hareket’in Komünist kanadı dışındaki kısmı dünya işçi sınıfının tamamının çıkarlarını savunduğunu iddia etse de; gerçekte ulusalcıdır ve öncelikli olarak bir “ulusal sınır” içerisinde yaşayan işçilerin çıkarlarını ve “kurtuluşu”nu esas alır. Devrimci Hareket’in bu kesiminin mahkum edilmesi kaçınılmaz olmakla birlikte bu cenaha var olan trajedinin aşılması sorumluluğunu yüklemek bahis konusu olamaz. Bu cenah tam da “doğası”na uygun davranmaktadır; dolayısı ile de var olan trajediyi aşmakla yükümlü olan Devrimci Hareket’in bu kesimi değildir. Var olan trajedinin aşılması yükümlülüğünü alması gereken: II. Enternasyonal’in ihaneti karşısında ayağa kalkarak komünist ilkeleri savunan Lenin ve yoldaşlarının ve yine aynı şekilde, III. Enternasyonal’i ele geçirerek onu II. Enternasyonal’in yoluna sokan Stalinist klik karşısında komünist ilkeleri haykırma cesareti gösteren Troçki ve bir avuç yoldaşının dayandıkları ilkeleri rehber edinen komünistlerdir. Bu ilkeleri rehber edinen komünistler açısından var olan bu trajedinin aşılabilmesinin ön şartları ise şunlardır:
4
1. Her daim işçi sınıfının bir kesiminin dar zümre çıkarlarının karşına, bu kesim ile çatışmak pahasına dünya işçi sınıfının genel çıkarlarını öne çıkarmaktır. 2. Birer Haklılar Hareketi olan Kadın Hareketi, Ulusal Hareket, Eşcinsellerin Hareketi, Engelliler Hareketi vb. hareketlerin haklı ama kendinden menkul eylemleri ile sosyalizm hareketi arasındaki diyalektik ve politik bağı kurmak için mücadele etmektir. 3. Ulusalcı ve reformist olan şu ya da bu “enternasyonalci” çevrelere ve kapitalizmin egemenliği altında “başka bir dünya mümkündür” diyerek dünya çapında kapitalist sistemi tamir etmeye soyunmuş olan Dünya Sosyal Forumu’na karşı uzlaşmaz bir tutum takınmaktır. 4. Bütün bunları başarabilmenin olmazsa olmaz ön koşulu olarak ise: Bu mücadeleye politik önderlik yapacak devrimci Dünya Partisi’ni inşa etmektir. Komünistlerin bu ön şartları yerine getirebilme iradesini otaya koyabilmelerinin yolu ise; komünistlerin ayna korkusunu yenerek, aynadaki suretleri ile açıkça yüzleşmeleri ve aynanın öte yakasına geçerek; geriye doğru komünist anlamda eleştirel bir yolculuk yapmaktan geçmektedir.
Komünist Zemin
Komünistler Bugünkü Egemen Yaşam Karşısında Nerede, Nasıl Olmalıdırlar? Bir eşitsizlikler bütünü olan kapitalizmi ve kapitalizmin üzerine oturduğu eşitsizlikleri, bir başka deyişle; insanlığın egemen anlamda bölünmüşlüğünü, yani yukarıdan aşağıya doğru bölünmüşlüğünü, ancak aşağıdan yukarıya doğru çatışarak, devrimci anlamda bölünerek, bölünüp yeniden birleşerek ortadan kaldırmak mümkündür. Kadınlar ile erkekler, eşcinseller ile Heteroseksüeller, ezen "ırk" ile ezilen "ırk", ezen "ulus" ile ezilen "ulus", ezen sınıf ile ezilen sınıf, göçmen işçi ile „yerli işçi“ v.b. türden ayrılıklar egemen anlamda ayrılıklardır. Bu egemen ayrılıkların egemen güçlerinden her biri ayrıcalığını ya da bu ayrıcalığa yol açan ayrılığını, karşısındaki muhatabına baskı uygulayarak sürdürür. Yukarıda belirtilen güçlerden ezen sınıf, yani burjuvazi, kendini siyasal olarak, devlet olarak örgütlerken, diğer ayrıcalıklı güçlerle de bir ittifak sağlayarak bütün toplumsal çelişkilerin üzerine oturur. Diğer ezen toplumsal güçler ise bu işbirliğini kandırıldıkları için değil, o an ki verili ya da tarihsel çıkarlarına denk düştüğü için kabul ederler. Tabii ki bu güçlerin ittifakı sürekli olmadığı gibi bu güçler, kendi içlerinde de sürekliliği olan bir bütünlük göstermezler. Örneğin erkekler, kadınlar karşısında bir bütünlüğe sahipken; kendi içlerinde erkek işçi ile erkek patron arasındaki çatışmada olduğu gibi, hayatın bir çok alanında çatışmak durumundadırlar. Yine aynı şekilde ezen “ulus", ezdiği "ulus" karşısında bir bütünlüğe sahipken kendi içinde bir bütün değildir ve kendi içinde bir yığın çatışma yaşamak durumundadır.
Sürekli olarak toplumda ki çelişkilerden biri, tarihsel, toplumsal ya da sınıfsal konumu ve talepleri bakımından ön plana çıkarak, toplumdaki bölünmeleri, saflaşmaları, çelişkileri belirlemeye başlar ve o an ki verili çıkarları gereği tarihsel olarak en gerici kategori ile tarihsel olarak en devrimci kategori ya da sınıf, - ezilen "ulus" karşısında, ezen "ulus" burjuvazisi ile ezen "ulus" İşçi Sınıfı’nın yan yana durması örneğinde olduğu gibi aynı cephede yan yana durabilir.
Böylesi bir durumda bizim tavrımız; varolan durumun üstünü örtmek, tarihsel olarak devrimci olanı düşmanına benzemekten vazgeçirmek olamaz. Tabii ki „bilinçsiz“ bir suç ortaklığı söz konusuysa suça alet edilenlerin, suç ortağı olmaktan vazgeçmeleri için mücadele ederiz, ama ister kandırıldıkları için olsun, isterse o an ki çıkarları öyle gerektirdiği için olsun, öncelikli olarak o an için ezilenden ve haklı olandan yana taraf olmamız ve gerekirse tarihsel olarak çıkar birliğimiz olanla çatışmayı göze almamız gerekiyor.
5
Komünist Zemin Yaşamın, her şeyin hareket halinde olduğu, değiştiği, iç içe ve çatışarak yaşandığı değişmez kanunu karşısında değişmeyen devrimci kanun, devrimci olan dinamiği yakalayabilmek ve ondan yana olmaktır. Bugün, Türk emekçilerinin Kürt ulusal kurtuluşuna karşı yürütülen savaşta kendi burjuvazisi ile aynı safta olması; İsviçreli emekçilerin sonuçlarının ne olduğunu, satılan silahlarla insanların ve doğanın yok edildiğini bildikleri halde, sırf kendi refah düzeyleri düşmesin diye silah satışının yasaklanması talebine ilişkin yapılan referandum da silah satışının serbest bırakılmasına evet demesi; kuzey İtalya´da yaşayanların - güney İtalya yoksullarından, kuzey Meksika´da yaşayanların - güney´de yaşayanlardan, kuzey’de toplanan zenginliği güneyli ile paylaşmak istememe gerekçesiyle ayrılma talepleri gibi fiili durumlarla karşı karşıya bulunuyoruz. Böylesi bir tablo karşısında İşçi Sınıfı`nın kandırıldığı, maniple edildiği söylenebilir, ama olan biteni anlamak ve sürece müdahale etmek açısından böylesi bir yaklaşım hiç bir şey ifade etmez. Nihayetinde insanların davranışlarını belirleyen o an ki verili ihtiyaçları ve bilinçleridir. İnsanlar o an ki ihtiyaçları ve bilinçleri neyi gerektiriyorsa öyle davranırlar. İnsanların ihtiyaçları değiştikçe bilinçleri; bilinçleri değiştikçe ihtiyaçları değişir ve bu karşılıklı değişime bağlı olarak insanlar devrimci ya da karşı devrimci rol oynarlar. Tam da bu gerçeklikten dolayıdır ki, bugün Batı İşçi Sınıfı burjuvaziyle, yani kendi tarihsel düşmanıyla kader birliği içindedir. Şimdi Alman İşçi Sınıfı’nın tasarruf paketine karşı mücadelesinden, Fransız İşçi Sınıfı’nın `95
genel grevinden söz edilerek durumun hiçte izah edildiği gibi olmadığı iddia edilebilir. Dünyaya ayrıcalıklı Beyazlar açısından bakacak olursak; Batı İşçi Sınıfı’nın bugün mücadele ettiği doğrudur, ama bu mücadelelere yeryüzü siyahları açısından bakacak olursak; bu mücadeleler talepleri ve karakteri bakımından İşçi Sınıfı’nın genel çıkarlarına karşı, Beyaz1 İşçi Sınıfı’nın kendi dar zümre çıkarlarından yana mücadelelerdir. Bugün Batı İşçi Sınıfı’nın burjuvaziyle çatışıyor olmasının nedeni; uluslararası burjuvazinin bugüne kadar yürürlükte olan barışı ya da ortaklığı tek taraflı olarak bozmuş olmasıdır. Batı İşçi Sınıfı verdiği mücadeleyle „barışı“ yeniden sağlamak, uluslararası sömürüden payına düşeni alarak susmak, susarak kendi burjuvazisiyle bunca yıldır sürdürdüğü suç ortaklığını devam ettirmek istiyor. Eğer burada bir kıyaslama yapacak olursak; Meksika yerlilerinin vermiş olduğu mücadele, talepleri ve oynadığı rol bakımından Batı İşçi Sınıfı’nın mücadelesinden daha devrimcidir. Batı İşçi Sınıfı uluslararası sömürüden kaynaklanan refahını korumak için direnirken, Meksika yerlileri sömürgeci dünya düzenine ve o onun yeni savaş stratejisi NAFTA´ya karşı direnişi temsil ediyorlar. Yani biri varolan statükonun korunması için mücadele ederken, diğeri varolan statükoyu kırmak için mücadele ediyor. Bir yığın karmaşıklığın, çatışmanın, iç içe geçmişliğin ve bölünmenin egemen olduğu bugünkü yaşam karşısında Komünistler´in tutumu; o an için mücadele potansiyeli taşıyan, bundan dolayı da mevcut kurulu 1
Bu metinde ki Beyaz kavramı deri rengi ile alakalı değil, politiktir ve dünyanın ayrıcalıklılarını ifade etmektedir.
6
Komünist Zemin
olanla çatışmak zorunda olanların haklılıklarını savunmak, onların haklı mücadelelerinin içinde yer almak, bu mücadelelerin ezilen insanlığın ortak kurtuluşu mücadelesiyle bağını kurmak olmalıdır. Bugünkü egemen yaşam ve tarih, bir yığın çatışmanın sonucunda oluşmuş ya da oluşturulmuştur. Bunu değiştirmek için savaşan Komünistler şunu kesin bir şekilde kabul etmelidirler ki; varolanı parçalayıp yerine yeni bir yaşam örgütleyebilmek için, bir yığın çatışmayı iç içe yaşamak bir zorunluluktur. İnsanlık parçalana parçalana bugüne geldi, köleleşerek ve birbirlerini köleleştirerek parçalandı. İnsanlığın özgür bireyler olarak birleşmesi yeniden parçalanmasını, parçalanarak bütünleşmesini zorunlu kılıyor.
Bu zamana kadar yeryüzünün efendileri parçaladılar. Parçalayarak köleleştirdiler. Bugünün köleci düzenine karşı savaşan Komünistler, bugün varolan egemen anlamda ki parçalanmışlık karşısında yeniden parçalanmayı önermelidirler, ama bu sefer özgürleşmek ve özgür bireyler olarak yeniden birleşmek için. Bunun da yolu, zinciri oluşturan halkaların birbirinden ayrılmasıdır ve bu ayrışmada devrimci olan, zincirin en zayıf halkasıdır. Bu halka; kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan yeryüzünün Baldırıçıplaklar’ıdır, horlananlarıdır ve Komünistler´in yeri insanlığın bu isyankar kesiminin yanı olmalıdır.
7
Komünist Zemin Bir Kez Daha Bati’nin Zenginliği, Batı İşçi Sınıfı’nın Yoksullaştırılmış Dünya İşçi Sınıfı Karşısındaki Ayrıcalıklı Durumu Ve Bu Ayrıcalıklı Durumun Bir Sonucu Olan, Dünya İşçi Sınıfının Bölünmüşlüğü Üzerine “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir.” (Afrika halk sözü)
Dipnot Yerine: Daha önce yayınladığımız metinlerde şöyle yazmıştık: “Gerek kapitalizmin ilk olarak Batı’da kendini var etmesi, gerek Batı’nın bugünkü zenginliği; gerekse de Batı İşçi Sınıfı’nın Dünya İşçi Sınıfı içerisindeki ayrıcalıklı durumu, kıtalararası bir talanın ve sömürünün sonucudur. Ve şöyle devam etmiştik: “Nasıl ki kapitalizmin bugünkü egemenliğini, kendisini var eden nedenleri devam ettirerek sürdürmekten başka şansı yok ise; aynı şekilde Batı İşçi Sınıfı´nın da Dünya İşçi Sınıfı´nın ve dünya devriminin enternasyonalist bir bileşeni olabilmesi için, yıllardır sürdürmüş olduğu ihanete son vermesi bir zorunluluktur.” Ve yayınladığımız her metinden sonra, “Batı İşçi Sınıfı sömürülmüyor mu?” ya da “Batı İşçi Sınıfı, işçi sınıfının dışına mı düşmüştür?” benzeri soruların muhatabı olduk. Bunun da ötesinde, gerek Batı’nın bugünkü zenginliğine, gerekse de Batı İşçi Sınıfı’nın ayrıcalıklı durumuna ilişkin bir çok efsanenin varlığına şahit olduk. Tabii ki burada, bu hususlara ilişkin ortalıkta dolaştırılan efsanelerin hepsini ele alacak değiliz. Biz burada, ortalıkta dolaştırılan bir çok efsaneden yalnızca ikisini ele alacağız, çünkü diğerlerini de besleyen bu iki efsanedir. Bu efsanelerden birisi, Batı’nın zenginliğine ilişkin olanıdır ve bu efsane, gizli ya da aleni Batı nüfusunun çoğunluğu tarafından kabul görmektedir. Ve şöyledir: “Batılı sivri zekalı olduğu için makineyi icat etti, tekniği kullandı ve zengin oldu.”
8
Bir diğer efsane ise, Batı İşçi Sınıfı’nın refahı ile ilgili üretilmiş olan efsanedir; bu efsanenin yaratıcısı ise, Batılı Sol Güçler’dir. Ve şöyledir: “Batı İşçi Sınıfı’nın refahı Batı’daki tekniğe ve makineleşmeye dayalı üretim yoğunluğunun ve tabii ki bir de, Batı İşçi Sınıfı’nın çetin mücadelelerinin sonucudur.” İşte biz bu yazı da, bize yöneltilen bu soruları cevaplamanın yanı sıra; genel olarak Batı toplumunun bugünkü refahına, özel olarak ise, Batı İşçi Sınıfı’nın dünya işçi sınıfı karşısındaki ayrıcalıklı durumuna dair ortalıkta dolaştırılan efsanelerden ikisini yeryüzüne indirmeye çalışacağız. Şimdi bize yöneltilen soruları cevaplamaya ve efsaneler ile gerçekleri yüzleştirmeye geçebiliriz. Kapitalizmin İlk Olarak Batı’da Ortaya Çıkışına Ve Batı’nın Bugünkü Zenginliğine Dair Ortalıkta Dolaşan Efsaneye Dair Kapitalizmin ilk olarak Atlantik’in kuzey kıyılarında ortaya çıkarak Batı Avrupa’da ayağa kalkmış olması ne tesadüfi bir olaydır, ne de “İngiliz girişimcisinin zekasının ve Avrupa Hıristiyan kültürünün” bir marifetidir. Kapitalizmin ortaya çıkması, gelişip yayılabilmesi için başka toplulukların ve coğrafyaların yağmalanması gerekiyordu. Ve öyle de oldu. Karl Marks bu süreci şöyle resmeder: “Amerika'da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve
Komünist Zemin madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika'nın, kara-deri ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı.”1
Aynı süreci Noam Choamsky ise şöyle resmeder: “Adam Smith’in de gözlemlediği gibi, Avrupa’nın başarısı şiddet araçlarına egemenliğinin ve şiddet kültürüne tepeden tırnağa bandırılmış olmasının bir ürünüdür. ...Doğu Hint Adalarının Hollandalı fatihlerinden biri 1614’de <<ticaret savaş olmadan sürdürülemez, ticaret olmadan da savaş>> diye yazmıştı. (...) Parker de şöyle yazdı: <<Dünyanın beyaz halklarının tarihte görülen ilk küresel hegemonyayı yaratmaları ve kısa bir zaman için de olsa koruyabilmeleri, herhangi bir toplumsal, ahlaki yahut doğal avantaj sayesinde değil, askeri üstünlükleri sayesinde olmuştur.>> Elbetteki geçicilik saptaması tartışmalıdır.”2
Evet, kapitalizm, kıtalararası sömürü ve talanın sonucu olarak tesadüfi bir olay olarak değil, somut ve tarihsel olguların sonucu olarak Batı’da ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin ortaya çıkışı da, bugün varlığını sürdürebiliyor olması da, uluslararası bir sömürüye ve yağmaya dayanmaktadır. Kapitalizm, her ne kadar da kendisini “ulus” ve “ulus devlet” olgularına dayandırarak örgütlediyse de; hiç bir zaman ulusal bir karakter taşımamıştır. Çünkü kapitalizm, doğası gereği uluslararası bir davranış içerisinde olmaya mahkumdur. Batılı güçlerin fetih yoluyla Amerika’yı, Afrika’yı ve Asya’nın büyük bölümünü sömürgeleştirmeleri, bu toprakların zenginliklerini Batı’ya transfer etmeleri ve bu toprakların insanlarını köleleştirmeleri sonucudur ki, kapitalizm Avrupa’da doğmuş ve yine aynı nedenlerden dolayıdır ki, bugünkü zengin Batı inşa edilebilmiştir. Kapitalizmin bu kanlı serüveninin yaratmış olduğu tablo ise korkunçtur. Bugün dünya ticaretinin %95’den fazlası ABD, Batı Avrupa ve JaponyaPasifik arasında gerçekleşmektedir; bunun karşılığı olarak talan edilerek yoksullaştırılmış en fakir 47 ülkenin payına düşen ise, sadece %0,3 (binde üç)tür. “Philipp Morris’in yıllık satışları Yeni Zelanda’nın gayri safi milli hasılasından (GSMH) fazla. Günümüzde yirmi transnasyonal şirket 80 ülkenin GSMH’sinden fazla ciro yapıyor. IBM’nin ve Shell’in yıllık karı, Filipinler’in ve Peru’nun bütçesinden daha büyük. En tepedeki 300 şirketin (bu şirketlerin Batılı şirketler olduğunu hatırlamakta yarar var)toplu varlıkları kabaca tüm
9
Komünist Zemin dünyadaki üretim varlıklarının dörtte birini oluşturmaktadır.”3 Yaklaşık olarak 1,5 milyar insan açlıktan dolayı ölümle yüz yüzedir. Her yıl on beş milyon çocuk açlık, açlığın yol açtığı hastalıklar ve emperyalist Batı’nın ambargosundan dolayı ölmektedir. Dünyanın en fakir ülkelerinde insanların %50’si için bugünkü ortalama kalori tüketimi, Nazi dönemi toplama kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit hale gelmiştir.
dır. Bu tablonun yaratıcıları ise, dünya nüfusunun küçük bir azınlığını oluşturan Batılılar’dır. 18.yüzyılın son çeyreğinde Adam Smith’in nasıl bir hal alarak tamamlanacağını tahmin edemediği tablo işte budur ve alabildiğince çıplaktır. Batı’nın Dünyaya Egemen Oluşu, Batı İşçi Sınıfı’nın Refahı Ve Dünya İşçi Sınıfı’nın Bölünmüşlüğü Arasındaki Diyalektik İlişkiye Dair Kendisi de Batılı olan William Howitt, Batı’nın kanlı serüvenini itiraf ederken şöyle diyor:
Lüksemburg’ta Kişi Başına Düşen Gelir, Etiyopya’da Kişi Başına Düşen Gelirin 420 mislidir. Etiyopya’da Ortalama yaşam süresi 40, Lüksemburg’ta 80’dir. Afrika, Asya ve Romanya, Bulgaristan gibi eski Doğu Bloğu ülkeleri Batı’nın atom ve tüketim artıklarını attığı çöplüğü durumuna getirilmiştir. Batı’nın sınırları dışında kalan coğrafyaların büyük bölümünde Batı’nın sebebiyet verdiği sürekli savaşlar vardır. Her gün milyonlarca yoksul ve savaş mağduru insan maruz kaldıkları şiddet dolayısıyla sürekli göç halindedir. Afrika’nın büyük bir bölümü artık sömürülmeye bile gerek görülmeyecek kadar talan edilmiştir ve bu coğrafyayı insansızlaştırarak çöp deposu olarak kullanma planları yapılmakta
10
"Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiç bir çağda, ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiç bir soyda 4 rastlanamaz." William Howitt’in bu itirafları yalnızca Batılı egemen sınıfların kanlı serüvenin değil, aynı zamanda Batı İşçi Sınıfı’nın kendi dar zümre çıkarları için, Dünya İşçi Sınıfı’nın genel çıkarlarına ihanetinin de kanlı tarihidir, çünkü Batılı egemen sınıflar bu kanlı serüveni tek başlarına ve Batılı çalışanlara rağmen değil, bizzat onlarla birlikte gerçekleştirmiştirler. Batılı çalışanların bu kanlı serüvene ortak olmuş olmalarının nedeni ise, kandırılmış olmaları değil, ayrıcalıklı kılınmış olmalarıdır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir. İşte bundan dolayıdır ki, Batı’nın kanlı tarihi aynı zamanda Batı İşçi Sınıfı’nın dünya işçi sınıfına ihanetinin de tarihidir.
Komünist Zemin Şöyle ki, nasıl ki burjuvazi Güney Afrika´da ki sömürü ve talanına toplumsal bir taban yaratmak, beyaz işçileri sisteme entegre etmek ve işçi sınıfını bölmek için beyaz işçileri siyah işçiler karşısında ayrıcalıklı kıldıysa ve bu ayrıcalıklı durumlarından dolayı beyaz işçiler burjuvazinin işçi sınıfının içindeki ayağı durumuna geldilerse; işçi sınıfının dünya genelindeki bölünmesi de Güney Afrika´daki örneğe uygun biçimde gerçekleşmiştir. Beyaz adam, kendi tarihini yapmaya başladığında üç temel ideolojik olguya dayanmıştır. Bu üç olgu; Hıristiyanlık, “beyaz ırkın üstünlüğü” ve uygarlıktı. Bu üç olgudan ikisinin burada tartışmak istediğimiz konuyla olan bağı dolaylı olduğundan, bunları burada açmıyoruz ve konuyla doğrudan alakalı olan üçüncü olguya, yani “Beyaz üstündür” olgusuna geçiyoruz.
“Beyaz üstündür ve efendi olmaya mahkumdur!!!” Evet, sömürgeci Batılı güçler böyle buyuruyorlardı. Ama böyle buyuruyor olmaları yetmezdi; bu buyruğun işlevsel olabilmesi için Beyaz Kıta´nın çalışanlarının ayrıca-
lıklı kılınması gerekiyordu. Beyaz “üstün“ yani ayrıcalıklı kılındı. Bunun ön şartı olarak ise, Siyahlar köle olmaya mahkum edildiler. Beyaz işçilerin ayrıcalıklılığı böylece kutsanmış oldu. Ve bu durum bir daha hiç değişmedi. Siyahlar ücretsiz köleyken, Beyaz işçiler ücretli köleydiler. Siyahlar ücretli köleliğe terfi ettiklerinde ise, Beyaz işçiler işçi aristokratlığına terfi ettiler. 1945 yılı itibari ile ise, dünya işçi sınıfının bölünmesinde yeni bir milada girildi. Bu tarih itibariyle Batı İşçi Sınıfı’nın yoksullaştırılmış dünyanın işçileri karşısında ayrıcalıklı kılınması, burjuvazi açısından daha da bir önem kazanır oldu, çünkü bu yıllarda, bir çok Batı Avrupa ülkesinde, burjuvazi fiilen iktidarını yitirmiş vaziyetteydi ve devrimci bir önderlik olduğu taktirde bu ülkelerde işçi sınıfı kendi iktidarını kurabilirdi. Ama olmadı. Olmadı, çünkü daha “savaş bitmeden” ABD, İngiltere ve “Sovyet” Rusya arasında dünya yeniden paylaşılmış, Batı Avrupa ülkelerinde devrime izin verilmeyeceği hususunda mutabakat sağlanmıştı. Devrim engellenmişti, ama her an yeniden kapıyı çalabilirdi. Bunun yanı sıra, her ne kadar da burjuvazinin Batı Avrupa’da yeniden iktidar olabilmesinde ona unutulmaz katkıları stalinist klik kontrolündeki “Sovyet” Rusya sunmuş olsa da; “Sovyet” Rusya egemenlik alanlarını Doğu Avrupa ile genişletmiş ve bir tehdit unsuru olarak Batı’nın yanı başında durmaktaydı. Kapitalizm açısından stalinist klik kontrolündeki “Sovyet” Rusya, devrimci bir İşçi Sovyetleri’ne yeğ tutulsa da, bu onun kapitalizm için bir tehdit unsuru olmadığı anlamına gelmiyordu. İşte bu iki olgudan dolayı; yani Batı Avrupa İşçi Sınıfı’nın devrimci eyleminin önünü kesmek ve Batı Avrupalı işçiler üzerinde Sovyet Rusya etkisini kırabilmek için, Batı İşçi Sınıfı bir kez daha ayrıcalıklı kılındı. Ve Batılı işçilerin refah bağlamlı taleplerine de her za-
11
Komünist Zemin mankinden daha fazla müsamaha gösterildi. Bunun da ötesinde bu ayrıcalıklı durum kurumlaştırıldı ve bu kurumun adına “Sosyal Devlet” denildi. Evet, bu tarih itibari ile adına “Sosyal Devlet” denilen savaş stratejisi hayata geçirilmiş oldu. Sosyalist devrim stratejisine karşı “Sosyal Devlet” savaş stratejisi. İşte bu tarihsel, ideolojik, politik ve stratejik arka plandan dolayıdır ki, Batı İşçi Sınıfı dünya işçi sınıfının hep ayrıcalıklı kesimi oldu. Bu ayrıcalıklı bölünmenin sonucu olarak Batılı işçilerin payına “tüketim hastalığı“ düşerken, Siyah Kıta´nın yoksullarının payına tükenerek yok olmak düşmüştür. Batılı işçilerin payına, sağlıklı beslenme ve sağlıklı yaşam düşerken, Siyah insanlığın payına, sağ kalabilmek için sağlıklarından vazgeçmek düşmüştür. Batılı işçilerin payına, garanti altına alınmış bir yaşam ve yaşlılık düşerken, Siyah çalışanların payına hiç olmazsa çocukları yaşayabilir umuduyla kendi yaşamlarını bir bedel olarak ödemek düşmüştür.
Batılı işçilerin payına bankalarda tasarruf hesapları düşerken, Siyah işçilerin payına, borçlu bir yaşam ve borçlu bir ölüm düşmüştür. Batılı işçilerin çocuklarının payına, daha doğdukları anda her şeyleri garanti altına alınmış bir yaşam ve henüz daha banka, para gibi kavramları telaffuz edemeyecekleri bir yaşta bankalarda tasarruf hesabı düşerken, Siyah işçilerin çocuklarının payına, borçlu doğmak ve yaşamda kalabilmek için, açlık, hastalık, soğuk ve yaşamlarını tehdit eden bir çok tehlikeye karşı mücadele etmek (başarabilirlerse) düşmüştür. Batılı işçilerin payına, yoksul insanlığın kanı ve gözyaşı ile yazılmış, yoksulların çığlığı ile dünyaya duyurulmuş Helsinki “İnsan Hakları“ Beyannamesi’ne dayanan “hukuk” rejimleri düşerken, Siyah insanlığın payına postallı rejimler, Apartheid rejimleri düşmüştür. Batılı Sol’un Batı İşçi Sınıfı’nın Refahına İlişkin Üretmiş Olduğu Efsaneye Dair5 Batılı Sosyalist Sol, Batı’nın zenginliğinin uluslararası sömürü ile ilişkili olduğunu kabul etse de, bu uluslararası sömürünün bu ülkelerin işçilerinin ücretlerine ve günlük yaşamlarına yansıdığını kabul etmemektedir. Ve bu ülkelerdeki işçilerin refahını, Batı’daki yüksek teknoloji ve teknik dolayısıyla Batılı işçilerin yaratmış oldukları üretim yoğunluğunun yanı sıra, Batılı İşçi Sınıfı’nın mücadeleci tarihi ile açıklamaktadır. Hadi diyelim ki öyle; bir an için bu kurgunun doğru olduğunu kabul edelim. Peki, yüksek teknolojinin ve tekniğin Batı’nın elinde bulunuyor olması neyin, hangi tarihsel sürecin ürünüdür? Bu da bir tesadüfün ya da Batılı’nın “üstün zekasının” bir sonucu olmasın sakın?
12
Komünist Zemin Kapitalizmin, kuzey Atlantik kıyılarında doğmuş olması ve bugünkü egemen durumu, bir tesadüfün ya da Batılı’nın “üstün zekasının” bir sonucu olmadığı gibi; yerel bir olay da değildir. Aynı şekilde kapitalist bir ülkenin, kendisini “kendi ulusal sınırları” içerisinde, “kendi iç dinamiklerine” dayanarak ve kendisini “ulusal” sınırlar içerisine hapsederek var edebilmesi mümkün olmadığı gibi, yine kendi iç dinamiklerine dayanarak “kendi iç sınırlarında” yaşayan çalışanlara “refah” sunabilmesi de mümkün değildir. Bunun da ötesinde, kapitalist sistemde ne üretim, ne tüketim, ne de artık-değer yerel değildir. “Transnasyonal denilen şirketler, sadece çokuluslu değil, küreseldirler ve kar hesaplarını yaparken küresel planda düşünüp planlıyorlar. Dolayısıyla, ürünün ne kadarının nerede üretileceği, hangi parçanın üretiminin hangi ülke veya bölgede yapılacağı, küresel düzlemde ele alınıyor. Her bir ülkedeki ücret düzeyi, emeğin yetişkinliği, alt-yapının elverişli olup olmayışı, vergi oranları ve vergi mevzuatının ‘sıkıcı’ olup olmaması, çevre koruma duyarlılığı, üretilen malın satış olanakları veya pazara yakınlık vb. gibi faktörler malların üretileceği yeri belirliyor.”6 Her şeyin bu ölçüde ayan beyan ortada durduğu bir durumda, Batılı Sosyalist Sol, gerçeği giyindirmeye çalışmakta ısrar ediyor. Daha bitmedi... Efsaneye göre Batı İşçi Sınıfı’nın refahının bir diğer nedeni ise, onun mücadeleci geçmişi imiş!!!
Bu açık lamayı, yoksul dünyanın işçilerinin günlük yaşamlarına tercüme edersek, ortaya şöyle bir sonuç çıkar: yoksul coğrafyanın işçileri mücadele etmedikleri için Batılı İşçi Sınıfı’nın sahip olduğu ayrıcalıklara sahip değiller. Bu efsanenin üreticisi olan Batılı Sosyalistler, ya kapitalizmin ortaya çıkışına ve onun karakterine ilişkin yeterli bilgiye sahip değiller... (keşke öyle olsaydı) ya da yaşama dünyanın ayrıcalıklıları açısından bakmaktan yana çıkarları söz konusu olduğu için, bu şekilde düşünmenin haklarında daha hayırlı olacağını düşünüyorlar. Acaba hangisi? Batılılar’ın zenginliği, Batılı nüfusun önemli bir bölümünün düşündüğü gibi, “Batılılar’ın akıllı ve çalışkan olmalarının bir sonucu” olmadığı gibi; Batı İşçi Sınıfı’nın bugünkü ayrıcalıklı durumu da, Batılı Sol’un teorileştirdiği gibi Batı işçi Sınıfı’nın kahramanca mücadelelerinin bir sonucu da değildir. Örneğin, Alman İşçi Sınıfı (bir bölümü) son yüzyıl içinde yalnızca iki kez (1918 ve 1923´de) sokağa çıkarak dövüşmüş; her iki muharebede de yenilmiştir. Ama buna rağmen kendisini bir asır boyunca rahatlatacak “haklar”a sahip olabilmiştir. Diğer yandan Asya´da, Afrika´da, Güney Amerika´da yaşayan emekçiler, bütün tarihleri boyunca sokaklarda, dağlarda, fabrikalarda öfkelerini isyana dönüştürdükleri halde bırakın refaha ulaşmayı bir yana, henüz açlık tehdidini bile ortadan kaldırabilmiş değildirler. Batı İşçi Sınıfı’nın Asyalı, Afrikalı ve Güney Amerikalı işçiler karşısındaki ayrıcalıklı durumunun nedeni, onun mücadeleci karakteri olmadığı gibi; Batılı olmayan işçilerin yoksulluğunun nedeni de, onların mücadele etmeyişleri değildir. Peki, nedir o halde, Batılı İşçi Sınıfı’nın ayrıcalıklı oluşunun sırrı?
13
Komünist Zemin Ya da Batılı olmayan işçilerin yoksulluğunun sırrı? Eğer bir anlık için bile olsa dün-yayı Güney Afrika olarak düşüne-bilirsek; işte o zaman, belki bu çelişkili durumu anlayabilme imkanını yakalayabiliriz. Şöyle ki; bilindiği gibi bu ülke siyahların ülkesidir ve bu ülkede yani Güney Afrika´da Beyazlar, işgalci güç olarak bulunuyorlar ve bütün ülke genelinde nüfusun yalnızca %11’ini oluşturuyorlar. Bu ülkede, nüfusun %11’lik bölümünü oluşturan beyaz azınlığın bir parçası olan beyaz işçiler, çoğunluğu oluşturan siyahlar karşısında hayatın her alanında ayrıcalıklıdırlar. (Apartheid rejiminin yıkıldığının söylendiği bugün bile, siyah bir işçinin aldığı maaş beyaz işçinin aldığı maaşın ancak yarısı kadardır.) Ve Güney Afrika’daki beyaz işçiler, bu ayrıcalıklı durumları dolayısıyla bütün tarihleri boyunca hep siyah işçilerin mücadelesinin karşı cephesinde, yani Apartheid rejiminin cephesinde olmuşlardır. Bu durumda, Güney Afrika´nın siyah işçileri mücadele etmedikleri için midir ki hiç bir zaman, ne Apartheid rejimi döneminde(şimdi hüküm süren ne ise?) ne de Apartheid rejimi “yıkıldıktan” sonra, beyaz işçilerin sahip olduklarına sahip olamadılar? Herkesin bildiği, ama beyaz ideolojiden ve onun tarihinden kopmak istemeyenlerin bilip de kabul etmek istemedikleri siyah gerçek şudur ki; Güney Afrika´da mücadele edenler hep siyahlar olmuştur. Tabii ki beyaz işçiler de mücadele ettiler, ama zulme karşı değil, zulüm görenlere karşı. Tıpkı, Güney Afrika’da patronlar üretimin ihtiyacı gereği bir kısım siyah işçiyi kısmen vasıf gerektiren işler için istihdam etmek istediklerinde beyaz işçilerin siyah işçilere karşı silahlanarak direnişe geçmeleri örneğinde olduğu gibi.
14
Yoksa, biz mi yanlış biliyoruz? Veyahut da, bu Beyaz İşçiler sahip oldukları ayrıcalıkları büyük mücadeleler sonucu elde ettiler de biz mi bilmiyoruz? İşte Güney Afrika’da Beyaz işçileri Siyah işçiler karşısında ayrıcalıklı kılan ne ise, bir bütün olarak, Batılı işçileri yoksullaştırılmış dünyanın işçileri karşısında ayrıcalıklı kılan da o dur. Batı’nın bir bütün olarak yeryüzünün egemen gücü olmasını ve bu egemen gücün “iç sınırlar”ında yaşayan Batı İşçi Sınıfı’nın dünya yoksulları karşısındaki ayrıcalıklı durumunu, kapitalizmi var eden tarihsel süreçten kopuk ele alarak anlamaya çalışmak, burjuvazi ile aynı cephede olmaması gerekenleri, istemeseler de burjuvazi ile aynı cephede buluşturur, buluşturuyor da. Batılı Sosyalist Sol, resmi tarih anlayışı ile henüz devrimci anlamda bir hesaplaşmaya girme yeteneğini gösterememiştir ve resmi tarih yapıcılarının ayak izlerini takip etmeye devam etmektedir. Bundan dolayıdır ki, Batılı Sosyalist Sol, Batı İşçi Sınıfı’nın refahı ile Dünya İşçi Sınıfı’nın bölünmüşlüğü arasındaki bağı kurmamak yönünde ciddi bir direnç göstermektedir. Ama Batılı Sosyalist Sol, istese de istemese de artık bir yol ayrımına gelinmiştir. Batılı Sosyalist Sol’un, şimdiye kadarki orta yolcu çizgisini sürdürebilmesi artık mümkün değildir; günümüzdeki keskin çatışmalar buna engeldir. Batılı Sol’un, “Batı İşçi Sınıfı Sömürülmüyor Mu?” Sorusuna Cevaben Batı İşçi Sınıfı, tabii ki sömürülüyor; Batı´daki işçiler de dünyanın diğer coğrafyalarında yaşayan işçiler gibi işgüçlerini kapitalistlere satmak zorundalar ve üretim araçlarına sahip değildirler.
Komünist Zemin Tartışma noktası -en azından bizim açımızdan- bu değildir. Bizim tartıştığımız, Batı İşçi Sınıfı´nın dünya yoksulları karşısındaki ayrıcalığı ve onun bu ayrıcalığının hem kendisi açısından hem de Dünya İşçi Sınıfı açısından ne ifade ettiğidir. Şimdi bir an için dünyayı bir fabrika, dünya işçi sınıfını da bu fabrikanın işçileri olarak düşünelim. Bildiğimiz gibi fabrikalarda işçiler, bir de işçi sınıfının bir parçası olmasına rağmen, göreceli ve reel durumları itibari ile, yani sahip olukları ayrıcalıklar dolayısı ile patron ile kader birliği içerisinde olan, işçi sınıfını bölen İşçibaşları(ustabaşı) vardır. Bu İşçibaşları, ayrıcalıklı olmalarına, işçi sınıfını bölmelerine ve işçi sınıfının genel çıkarları karşısında ihanetçi bir pozisyona sahip olmalarına rağmen; işçi sınıfının bir parçası durumundadırlar. İşçibaşları’nın işçi sınıfı içindeki ve karşısındaki yeri ne ise, işte bugün Batı İşçi Sınıfı´nın Dünya İşçi Sınıfı karşısındaki ve içindeki yeri de odur. Dünyanın bir fabrika, Dünya İşçi Sınıfı´nın da bu fabrikanın işçileri olduğu bir durumda; işçi sınıfının Batılı kesimi, bu fabrikadaki İşçibaşları’dırlar. Bu kesime İşçi Aristokrasisi de diyebiliriz. Batılı işçiler, Batı´nın sınırları içerisinde işçi; Batı´nın sınırları dışında yaşayan işçiler karşısında ayrıcalıklı İşçibaşları’dırlar. Batı İşçi Sınıfı, sınıf karakteri gereği Dünya İşçi Sınıfının bir parçası olmasına rağmen, sahip olduğu ayrıcalıklar dolayısıyla uluslararası burjuvazinin Dünya İşçi Sınıfı içerisindeki ayağıdır, dayanağıdır. Batı İşçi Sınıfı´nın bugün yeryüzü yoksulları karşısındaki bu ayrıcalıklı ve bölücü durumu yeni değildir. Batılı çalışanların ayrıcalıklı kılınması, Batılı egemenlerin yeryüzünü sömürgeleştirme seferlerinin arifesinde doğmuş;
“Beyaz üstündür ve Siyah insanlığın efendisi olmaya mahkumdur!” biçimindeki ırkçı ideoloji ile göbeği kesilmiş; Beyaz Kıta´nın çalışanlarının köleleştirilmemesi Siyah Kıta´nın yoksullarının köleleştirilmesinin ön şartı haline getirilerek vaftiz edilmiş ve “Sosyal Devlet” stratejisi ile kurumlaştırılmıştır. Dolayısı ile de bu durum, kapitalizmin bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş olmasının en önemli nedenlerinden birisidir. Ama bütün bunlar, Batı İşçi Sınıfı’nın sömürülmediği ya da artık onun, Dünya İşçi Sınıfı’nın bir parçası olmadığı anlamına gelmez. Batı İşçi Sınıfı’nın Bugün Yürütmekte Olduğu Mücadelenin Karakteri Ve Bu Mücadele Karşısında Batılı “Sosyalist” Sol’un Tutumu Üzerine Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği egemen güçlerinin Batı ile bütünleşme operasyonu ile birlikte, uluslararası planda kendi kendisi ile baş başa kalan uluslararası burjuvazi, yeniden yapılanma sürecine girmiş, dolayısı ile de o güne kadar yaşama egemen olan dengeleri, bu yeniden yapılanma sürecine bağlı olarak yeniden tanımlamak ve kendi lehine baştan düzenlemek için harekete geçmiştir. Bu yeniden yapılanmanın Batılı çalışanların günlük yaşamlarına tercümesi ise, uluslararası burjuvazi ile Batılı çalışanlar arasında uzun yıllar boyunca var olan konsensüsün, burjuvazi lehine yeniden düzenlenmesi biçiminde olmuştur. Yani, burjuvazi kılıcını çekmiş ve barışı bozmuştur. Batı İşçi Sınıfı ise, sınıf düşmanı olan burjuvazi ile bunca yıl sürdürmüş olduğu suç ortaklığını sürdürmekte ısrar etmiştir.
15
Komünist Zemin
Peki, Batı İşçi Sınıfı için ne ifade etmektedir bu işbirliği ki, bunu sürdürmekte bu denli ısrar ediyor? Tabii ki bunun anlamı, kendi refahıdır. Peki, bu ne anlama gelmektedir? Yüksek kazanç, kaliteli mamulleri tüketmek, tatil yapmak (yabancılaşmanın ve işgalciliğin yeni adı), bol kanallı televizyon yayını, yeni otomobiller, otobanlar, kaliteli sağlık hizmetleri, yüksek tekniğe ve teknolojiye dayalı eğitim, iş garantisi, garanti altına alınmış bir gelecek, yaşlılık vs. vs.... Peki bu refahın faturası nedir? Dün neyse bugün de odur. Yani, yoksullaştırılmış, talan edilmiş coğrafyalar ve yok olmakla yüz yüze bırakılmış yoksul çoğunluk. İşte Batı İşçi Sınıfı’nın bugünkü mücadelesi bu merkezdedir. Batılı Sosyalist Sol’un bu mücadeleye ilişkin tutumuna gelince; Batı İşçi Sınıfı’nın yüzyıllık uykusundan uyandığını gören Batılı “Sosyalist” Sol, uzun yıllar tozlanmış raflarda bekletmiş olduğu programlarını pazara çıkartarak adeta alıcı arayışına girişmiştir. Bununla da kalmamış, bu mücadeleyi kutsamıştır. Bununla da kalmamış, bu mücadelenin sponsorluğunu üstlenmiştir. Süreç henüz devam ediyor. Batı İşçi Sınıfı, ayrıcalıklı kılınması hususunda burjuvazisi ile girişmiş olduğu pazarlıkta ısrar ediyor. Batılı “Sosyalist” Sol ise, bu durumu kazanılmış hakların savunulması olarak görüyor ve bu “müca
16
delenin” sponsorluğunu yapmaya devam ediyor. Niye mi? Niye olacak, güya Batılı işçiler, “kazanılmış” haklarını savunmak için mücadele ediyorlarmış da ondan!!! Batı İşçi Sınıfı’nın taleplerinin ne anlama geldiğini ve bu talepler karşısında devrimci tavrın ne olması gerektiğini ortaya koyabilmek için üç şeyin doğru ifade edilmesi gerekmektedir. Birinci doğru şudur: Bu talepler, kazanılmış haklar değil, burjuvazinin Batı İşçi Sınıfı’na bahşettiği ayrıcalıklardır. İkincisi: Bu talepler, Dünya İşçi Sınıfı´nın genel çıkarlarına karşı bir anlam ifade etmektedir; dolayısı ile de gerici anlamda bölücüdür. Üçüncüsü ise: Bütün bu talepler (rica demek daha yerinde olur) kapitalist tüketim kültürüne uygun bir biçimde daha fazla tüketmek, daha fazla otomobil, daha fazla otoban, daha fazla tatil, daha çok aptallaşmak için çok kanallı televizyon yayını, Asya ve Afrika kıtalarına daha fazla seks seferleri yapabilmek vb. türden, tamamen kapitalist tüketim kültüründen daha fazla yararlanmak için daha fazla imkan isteyen, bu anlamıyla da yabancılaşmaya hizmet eden taleplerdir. Ayrıca, sırf işçiler istiyor diye, onların her istediğini desteklemek ya da savunmak biçiminde devrimci bir anlayış olamaz. Nasıl ki onlardaki ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, militarizm hayranlığına karşı çıkmak devrimci bir varoluş nedeniyse; aynı şekilde işçi sınıfının günlük yaşamına, bilincine ve hayal dünyasına egemen olan kültürüne karşı mücadele etmek de devrimci bir varoluş nedeni olmak zorundadır. Dolayısıyla da, Batılı işçilerin bugünkü talepleri, sırf Dünya İşçi Sınıfını böldüğü ve çoğunluğun yoksulluğu anlamına geldiği için değil, aynı zamanda kapitalizmin yıkıcı ve yabancılaştırıcı tüketim kültürüne daha fazla ortak olmak anlamına gelindiği için de mahkum edilmelidir.
Komünist Zemin Bir an için olayın sınıfsal ve devrimci boyutunu bir yana bırakacak olsak ve tüketim kültürüne endeksli bu taleplere sırf fizik kanunları açısından bakacak olsak bile, bu taleplerin karşısında olmak gerekiyor. Şöyle ki, bir an için olsun, Batı’nın dışında kalan coğrafyalarda yaşayan insanların da her birinin Batılı bir insan kadar tüketmek istediğini –öyle ya madem öyle tüketmek onların da hakkı- ve böyle bir şeyin bir an için mümkün olduğunu varsayalım (iyi ki mümkün değil); bu ölçüde bir tüketimi gezegenin fiziki olarak kaldırması mümkün değildir. Devrimci Bir Programa, Örgüte, Stratejiye Ve Dünya İşçi Sınıfının Enternasyonalist Birliğine Ulaşabilmenin Olmazsa Olmazları Nelerdir ? Bu süreçte devrimci bir tutum içinde olabilmenin ve devrimci bir karşı akım oluşturabilmenin ilk olmazsa olmaz koşulu; Dünya İşçi Sınıfını bölen ve onun enternasyonalist birliğine ulaşabilmenin önündeki en büyük engel olan, Batı´nın sınırları içinde yaşayanlar için “Sosyal Refah“ ve “Sosyal Adalet”, yeryüzünün yoksulları için ise yoksulluk, adaletsizlik ve yıkım anlamına gelen “Sosyal Devlet” stratejisinin karşısında olmaktır. Tabii ki, Batılı Sosyalist Sol bu yönlü bir tutum içinde olacak olursa, Batı İşçi Sınıfı´nı kazanabilme şansı yoktur. Kaldı ki Batılı Sosyalist Sol Batı İşçi Sınıfı´nın ayrıcalıklarını savunuyor olmasına rağmen bu kesimin desteğini kazanmayı bu güne kadar başarabilmiş değildir. Batı İşçi Sınıfı´nın desteğini Batılı Sosyalist Sol’un aksine, Batı toplumunun gerici ayrıcalıklarını en dolaysız ve en radikal biçimde savunan faşist partiler kazanmıştırlar ve kazanmaya devam ediyorlar. Faşist parti-
ler, Batı İşçi Sınıfı´nın desteğini kazanmakla kalmayıp toplumdaki sağa kaymaya paralel olarak, sistem içi diğer siyasi partilerin de radikal bir biçimde sağa kaymasına yol açmıştırlar. (Almanya´da SPD´nin CDU´nun; İngiltere İşçi Partisi´nin Muhafazakar Parti´nin misyonunu üstlenmeleri sağa kayışın tipik birer örneğidir.) Durum bu tablonun tam tersi yönünde olsaydı bile, Batı İşçi Sınıfı’nın desteğini kazanmak uğruna Dünya İşçi Sınıfını bölen, onun genel çıkarlarına karşı olan ve ortak kurtuluş için birlikte mücadelesini olanaksız kılan Batı İşçi Sınıfı´nın dar Beyaz zümre çıkarlarını savunmak devrimci bir varoluş nedeni olamaz. Yaşamın kendi pratiği defalarca göstermiştir ki, eşitsiz ilişkiler bütünü olan kapitalizm altında, devrimci düşünce ve eylemin ezilen ve sömürülenlerin bütününün eş zamanlı desteğini alması mümkün değildir. Her zaman ilk dostluğu kazanılan, eşitsiz hiyerarşik ilişkilerin en altında olanlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki, dünya yoksullarından yana olmak; Batı İşçi Sınıfı´nın geçici düşmanlığını kaçınılmaz kılacaktır. Daha doğrusu, Batı İşçi Sınıfı´nın dar zümre çıkarları dolayısıyla dünya yoksullarına karşı ilan edilmemiş bir düşmanlığı zaten vardır. Dolayısıyla, yapılması gereken öncelikli olarak bu “gizli” düşmanlığı açık etmektir; sonra ise bu düşmanlığı teşhir etmek ve daha sonra bertaraf etmektir. Bütün bunları başarabilmek ise ancak bu bölünmeyi ve bu bölünmenin bir sonucu olan düşmanlığı besleyen Batı İşçi Sınıfı´nın gerici Beyaz ayrıcalıklarının karşısında olmakla mümkündür. Aksi taktirde, ne Dünya İşçi Sınıfı`nın bugünkü trajik bölünmüşlüğünü; ne eski Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ve Yugoslavya’yı oluşturan ulusların zengin olanlarının (Slovenler, Hırvatlar, Doğu Almanlar, Çekler, Lituanyalılar ve Estonyalılar) zengin
17
Komünist Zemin Batı ile bütünleşmek için onca yıl kader birliği yaptıkları fakir ulusları (Arnavutlar, Boşnaklar, Slovaklar, Makedonlar) nasıl yoksulluğun yok eden kollarına terk edişlerini; ne dünyanın yoksullarına karşı oluşturulmuş olan ve MAASTRICHT NAFTA adı ile anılan yeni savaş stratejilerini; ne dünya yoksullarının nüfus planlamasının CIA ve Pentagon gibi savaş
1
Karl Marks, Kapital, Cilt 1, s. 769, Sol Yayınları 2
Noam Chomsky, 501. Yıl Fetih Sürüyor, s. 7-8 3
Richard J. Bardet ve John Cavanagh, Küresel Düşler, aktaran F. Başkaya 4
Karl Marx,Kapital 1.Cilt S.770, SOL-Yayınları
5 Burada tartıştığımız her ne adar da Batılı Sol olsa da, fiziki varlığı nerede olursa olsun bir bütün olarak dünya solu gerek tarih anlayışı gerekse de meseleleri kavrayışı bakımından Batı Solu’nun durduğu yerde durmaktadır. Bu anlamlı ile de Batı Merkezci’dir. Ama biz bu yazıda esas olrak Batılı Sol’u tartıştığımızdan, bu çerçevenin sınırları içerisinde kalacağız. 6
Fikret Başkaya, Kapitalist gelişmenin bir altevresi olarak küreselleşme
18
örgütlerine devredilmek istenmesini; ne de günümüzün daha bir çok sorununu anlamak mümkün değildir. Bütün bunları anlamadan da devrimci bir program, devrimci bir örgüt, devrimci bir strateji oluşturmak ve dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğini sağlamak mümkün değildir.
Komünist Zemin
“Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz1!” Çağrısına Dair Dipnot Yerine: Günümüzden 156 sene evvel Marx, Engels ve dava arkadaşları, dünya işçilerine; kurtulmak ve kurtarmak için “Birleşiniz” çağrısını yapmışlardı. Bu çağrı, ardılları tarafından da aynı şekilde tekrarlandı. Ve günümüzde de tekrarlanmaktadır. Bugüne kadar bu çağrı üzerine düşünülmediği gibi, bugün de düşünülmemektedir. Bu çağrının dünkü anlamının ne olduğu tartışılmadığı gibi, bugünkü anlamı da tartışılmamaktadır. Bu çağrı günümüzde de aynı şekilde tekrarlanmakta, bunun nasıl ve hangi koşullarda mümkün olacağı ise, hiç bir şekilde açıklanmamaktadır. Dünya sosyalizmi için dünya işçi sınıfının birleşik eyleminin olmazsa olmazlığı bizce de muhakkaktır. Bizim tartışmak istediğimiz meselenin bu kısmı değildir. Bizim tartışmak istediğimiz, “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” çağrısının dünkü anlamı ne idi, bugün ifade ettiği nedir ve bu çağrıyı yeryüzüne indirerek onu sömürülenlerin ortak kurtuluşunun amentüsü yapabilmenin olmazsa olmazlarının neler olduğudur. Burada not düşmek istediğimiz bir diğer mesele ise, işçi sınıfının bölünmüşlüğünün çok yönlülüğüne ilişkidir. Tabii ki işçi sınıfını bölünmüşlüğü yalnızca Batılı - Batılı olmayan biçiminde değildir. İşçi sınıfı kendi bünyesinde “ırk”a, “milliyet”e, aileye, cinsiyete, imtiyaza ve daha bir çok olguya dayanan ayrılıklara ve ayrımcılıklara göre bölünmüştür. Bütün bunların aşılması da en az işçi sınıfının Batı merkezli bölünmesini aşılması kadar önemlidir. Ama biz bu yazıya vesile olan “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” çağrısını işçi sınıfının
bölünmüşlüğünün bütününü açısından değil, yalnızca Batı merkezli bölünmüşlüğü bağlamında ele alacağız. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!” Çağrısının, Çağrının Yapıldığı Zamanda Ki Anlamına, Muhataplarına Ve Muhatapları İçin Ne İfade Ettiğine Dair Marx ve Engels, yüz elli altı sene önce kaleme aldıkları Komünist Manifesto’yu şu çağrı ile bitiriyorlardı: “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!”
Komünist Manifesto bu çağrı ile bitiyordu çünkü, Marks ve Engels, işçi sınıfını kapitalizmi yıkıp, cenneti yeryüzüne indirebilecek yegane güç olarak görüyorlardı. Çağrıdan bu yana aradan yüz elli altı sene geçti ve işçiler birleşemediği gibi kapitalizm de yıkılamadı. Aksine kapitalizm öngörülenden daha uzun yaşadı ve yıkılacağı varsayılan bütün dönemeçlerden
19
Komünist Zemin daha da güçlenerek çıktı. Ama sonucun böyle olması Marks ve Engels’in yapmış oldukları çağrının anlamını ve doğruluğunu ortadan kaldırmaz. Ve aynı şekilde, kapitalizmi yıkabilecek tek gücün işçi sınıfı olduğu, işçi sınıfının dünya çapında bu misyonu yerine getirebilmesinin ön koşulunun ise, onun enternasyonalist birliğinden geçtiği doğrularını da ortadan kaldırmaz. Tabii ki bu çağrı doğruydu ve tabii ki kapitalizmi yıkabilecek tek toplumsal sınıf, işçi sınıfı idi. Bu dün de böyle idi bugün de böyledir. Sorun buralardan kaynaklanmıyor. Sorun, Komünist Manifesto’yu ve Komünist Manifesto’da ki bu çağrıyı kendilerine bayrak edinenlerin, toplumları, toplumsal sınıfları ve olguları düz, mekanik ve çatışmasız bir süreç olarak kavramalarından kaynaklanıyor. Şöyle ki: Yüz elli altı sene evvel yani Komünist Manifesto aracılığı ile işçilere “Birleşiniz!” çağrısının yapıldığı tarihte Kapitalizm, ortaya çıkmış olduğu coğrafya da bile işçi sınıfını doyurabilecek bir potansiyele ulaşamamıştı. Gerçi o zaman bile, Batı Avrupa İşçi Sınıfı, küçümsenmeyecek ayrıcalıklara sahipti; örneğin, köle olarak alınıp satılmıyordu. Ama bu ayrıcalık Batı Avrupa İşçi Sınıfı’nın karnını doyurmuyordu. Ve bu ayrıcalık, onun sefil bir hayat sürmesini engellemeye yetmiyordu. Bu da onu mücadele etmeye, kapitalizm ile çatışmaya ve nihayetinde onu devrimci kılmaya zorluyordu. Dolayısı ile de “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” çağrısı, çağrının muhatapları için birçok şey ifade ediyordu. Çağrının muhatabı olan işçiler bu çağrıya çağrıyı yapanlar ile aynı anlamı yüklemiyor olsalar da; davranışları ile çağrıyı yapanlar ile aynı zeminde buluşuyorlardı.
20
Bundan dolayıdır ki de, gerek Marx – Engels, gerekse de onların ardılları olan Lenin, Troçki, R. Lüxemburg gibi Marksistler, dünya sosyalist devrimine önderlik misyonunu Batı Avrupa İşçi Sınıfı’na yüklüyorlardı. Ve bütün öngörülerini, stratejilerini, taktiklerini ve nihayetinde programlarını bu gerçekliğe dayandırıyorlardı. Ama şu ve ya bu nedenden dolayı umulan gerçekleşmedi. Sonuçta Batı Avrupa İşçi Sınıfı, öngörüldüğü üzere devrimci bir misyon üstlenemediği gibi, kapitalizm de can çekişme süreçlerinden güçlenerek çıktı ve bu performansını her geçen gün artırarak bütün yeryüzünün yüzünü kendi yüzüne benzetti. Bu demek değildir ki, kapitalizmin gerek 19. yüzyıl da, gerekse de 20. yüzyıl başında yaşadığı büyüme dönemi krizleri onun sonu olamazdı. Tabii ki, bu kriz dönemleri onun sonu olabilirdi, ama bu son, kapitalizmin bütün potansiyellerini tüketmesinden dolayı değil, ava giderken avlanmak misali, sınıflar çatışmasının bir sonucu olarak vuku bulabilirdi. Kapitalizm ava gitti ve avlanmadan avlamayı başarabildi. Ve kapitalizm yaşamın avcısı olmayı bugüne dek sürdürebildi. Bunun nedenlerini kim nasıl açıklarsa açıklasın, sonuç değişmeyecektir. Dolayısıyla da, bunun nedenlerine burada girmiyoruz ve bunu başka bir tartışmanın konusu olarak hafızamıza kaydetmekle yetiniyoruz. Sonuçta kapitalizm yıkılmadı ve geldik bugüne. Bugün, Komünist Manifesto’nun mirasçısı olduklarını iddia eden “sosyalistler”, Marks ve Engels’in yüz elli altı sene evvel yapmış oldukları çağrıyı aynı şekilde yapmakta ve kapitalizmin can çekişmekte olduğu müjdesini vermek için adeta birbirleri ile yarış etmektedirler. İşte bizce sorun tamda bu noktada başlamaktadır.
Komünist Zemin Dolayısıyla da aşılması gereken ne Marks ve Engels’in yüz elli altı sene önce yapmış oldukları çağrıdır, ne de bu çağrının muhatabı olan işçi sınıfının kapitalizmi yıkabilecek biricik güç olduğu gerçekliği. Aşılması gereken, bu çağrının günümüz dünyasında ne ifade ettiğini anlamamakta ısrar ederek aynı şekilde savunan günümüz sosyalistleridir. Çünkü, günümüzde dünya işçi sınıfının içinde bulunduğu durum, “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” çağrısına olumlu cevap verebilecek bir gerçekliğe sahip değildir. Tam tersine, işçi sınıfının bir bölümü, yani Batılı bölümü, yoksullaştırılmış dünyanın işçileri ile arasına duvarlar örülmesinden yana bir davranış içerisindedir. Ve yoksullaştırılmış dünyanın işçileri ile kader birliği yapmak yerine, sınıf düşmanı olan kapitalistler ile kader birliği yapmakta ısrar etmektedir. Dolayısıyla da Batı İşçi Sınıfı, teorik olarak dünya devriminin öznesi olan dünya işçi sınıfının bir parçası olmasına rağmen; bugünkü pratiği bakımından, dünya işçi sınıfının ve dünya devriminin önünde ki en önemli engellerden biri durumundadır. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!” Çağrısının Bugünkü Anlamı Ve Muhataplarına Dair Marks ve Engels, 156 sene evvel “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” çağrısını yaparlarken; istemeseler de çağrı yaptıkları Batı Avrupa, kısmen de Kuzey Amerika işçi sınıfı idi. Çünkü onların kastettikleri anlamıyla işçi sınıfı, yalnızca bu coğrafyalarda mevcuttu. Ama günümüz dünyasında işçi sınıfının ezici çoğunluğu bu coğrafyanın dışında kalan coğrafyalarda yaşamaktadır. Bununda ötesinde, Marks ve Engels’in kastettikleri anlamıyla işçi tanımına
Batı Avrupalı işçiler değil, Asyalı, Afrikalı, Güney Amerika’lı işçiler uymaktadır.
Yani marksizmin kurucularının deyimiyle “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan” işçiler, Batılı işçiler değil, Batı’nın “sınırları” dışında yaşayan işçilerdir. 156 sene evvel “kaybedecek hiç bir şeyleri olmayan” olarak adlandırılanların ise, bugün kaybedecekleri bir çok şeyleri mevcuttur. Ve 156 sene evvel “birleşiniz” çağrısının asıl muhatabı olan Batılı işçiler, bugün dünya işçi sınıfının çoğunluğu karşısında imtiyazlı bir konuma sahiptir; dolayısıyla da dünya işçilerini birliğinin önündeki en ciddi engellerden biri durumundadır. Vaziyet bu olunca, bugünkü durumu 156 sene evvel ki yaklaşımlarla, stratejilerle ve programlarla açıklayabilmek ve değiştirebilmek mümkün değildir. Bugün karşımızda duran tablo şudur: öngörülenin aksine, yıkıldı yıkılıyor denilen kapitalizm yıkılmadığı gibi, tarihinin hiç bir döneminde olmadığı ölçüde bir hareket alanına sahip olmuştur. Tarihinin hiç bir döneminde işçi sınıfı kendisi için sınıf olma bilincine bu ölçüde uzak düşmemiştir. Ve yine dünya sosyalizminin sigortası olarak kabul edilen Batı İşçi Sınıfı, tarihinin hiç bir döneminde burjuvazi ile bu ölçüde kader birliği yapmamıştır.
21
Komünist Zemin
En önemlisi de, dünya işçi sınıfı, tarihinin hiç bir döneminde bu ölçüde birbirine karşıt çıkarlara sahip olmamıştır. Şöyle ki, Somali’de yaşayan işçi ile Danimarka’da yaşayan işçi ayrı ülkelerde yaşıyor olmalarına rağmen aynı firma için çalışıyorlar. Aynı malı üretiyorlar ve üretilen mal aynı pazarda aynı değerle satılıyor. Ama Somali’de ki işçi ayda 10 dolar Danimarka’da ki ise, 2.500 dolar kazanıyor. Artı, Danimarka’da ki işçi, Somali’de ki bir işçinin bugüne kadar rüyasını bile görmediği işsizlik parası, hastalık sigortası ve daha onlarca sosyal güvenceye sahiptir. Somali’de ki işçi açlığı yenmeye çalışırken ve bunun mücadelesini verirken, Danimarka’da ki işçi henüz açlığı bile tanımıyor. Somali’de ki işçi, serbest dolaşım hakkı için mücadele verirken, Danimarkalı ve diğer Batılı işçiler ise, serbest dolaşıma kararlı bir biçimde karşı çıkıyorlar. Somali’de ki işçi, Batılı işçilerin ayrıcalıklarına sahip olmak için Batı’nın sınırlarını zorlarken, Batılı işçiler, sahip olduklarını onlar ile paylaşmamak için sınırların daha sıkı kontrol edilmesini talep ediyorlar. Batı’da yaşayan ve yoksul ülkelerden gelmiş olduğu bilinen göçmenler, gerek yasalarla, gerekse de Faşistler tarafından sürekli terörize edilirken, Batılı işçiler bütün bu olanları anlayışla karşıladıklarını söylüyorlar. Ve gerek göçmen karşıtı yasaların, gereksede Faşist saldırıların kendi ayrıcalıklı durumlarını korumaya yönelik olduğunu biliyor ve bu anlamı ile de saldıranlardan yana taraf oluyorlar. Şimdi vaziyet böyle iken, birbirleriyle bu ölçüde karşıt çıkarlara sahip dünya işçi sınıfının bileşenlerini ortak çıkarlar için harekete geçirebilmek mümkün müdür? Mümkündür diyenler, Batılı işçilerin, yoksul dünyanın işçileri lehine kendiliğinden sahip oldukları ayrıcalıklardan vazgeçebileceğini de iddia etmek zorundadır22
lar. Peki, böyle bir şey mümkün müdür? Tarihin her hangi bir döneminde ayrıcalıklı olanların, sahip oldukları ayrıcalıklardan kendiliğinden feragat ettikleri görülmüş müdür? Bunun bir örneği var mıdır? İşte cevaplanması gereken sorular bunlardır. Bu sorular cevaplanmadan yol alabilmek mümkün değildir. Ve bu soruları cevaplaması gereken Komünistlerdir. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!” Çağrısını Kulağa Hoş Gelen Bir Seda Olmaktan Kurtarıp Yeryüzüne İndirebilmenin Olmazsa Olmazlarına Dair Şurası kesin bir gerçektir ki, kapitalizm uluslararası sömürüyü devam ettirebildiği sürece, bu sömürüden Batılı işçilere de pay vererek onları dünya işçi sınıfının imtiyazlı kesimi kılmaktan kolay kolay vazgeçmeyecektir. Ne zaman ki, Batı kapitalizminin uluslararası sömürü alanları daralır; işte o zaman kapitalizm içeriye yönelir ve o güne dek cephe gerisinde tuttuğu Batı İşçi Sınıfı ile ittifakını bozarak, onunla çatışır. Ama kapitalizm bunu istediği için değil, çaresizliğin çaresi olarak yapar. Çünkü, bu çatışma onun sonu da olabilir. Bundan dolayıdır ki de, bu çatışmadan kaçınır ve Batı İşçi Sınıfı’nı dünya işçi sınıfı karşısında ayrıcalıklı kılarak onunla var olan suç ortaklığını mümkün olduğunca sürdürmek ister. Tablo bu olunca komünistler ne yapmalıdırlar? Herhalde yapılması gereken, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya için savaşmaktan vazgeçmek olamaz. Aksine, bir bütün olarak yeryüzü yaşamının varoluşu, tamamıyla kapitalizmin yıkılmasına endekslemiş ve komünistler için özgürlükçü ve eşitlikçi bir dünya için mücadele etmek, her zamankinden daha vazgeçilmez bir hal almıştır. O halde yapılması gereken, özgürlükçü ve eşitlikçi bir
Komünist Zemin dünya kurabilmenin tek yolu olan dünya devriminin tartışmasız öznesi dünya işçi sınıfının birliğini dinamitleyen ne var ise, onu dinamitlemek olmalıdır. Yani, işçi sınıfı saflarında var olan ırka, milliyete, aileye, cinsiyete, imtiyaza vb. olgulara dayanan ayrılıklara ve ayrıcalıklara karşı mücadele yürütülmelidir. Tabii ki bu tür bir davranış, birini kazanırken bir diğerinin kaybedilmesine yol açacaktır. Ama yaşamın diyalektiği budur ve bundan kaçınmak mümkün değildir. Aksi taktirde, kapitalizm bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, birinin mağduriyeti ile diğerini imtiyazlı kılarak; işçi sınıfını bölmeye, bölerek kendi varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Bu durum devam ettiği müddetçe de, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğine ulaşmak mümkün olamayacaktır. Bu durumda da kapitalizm varlığını yok ederek sürdürmeye devam edecek; sosyalistler ise, hülyalı düşler üretmeye, bugünün dünyası ile ilgisi olmayan başka bir gezegenin problemleri ile ilgili çözümler üretmeye, bu hayali gezegenin ezilenlerinin kurtuluşu için örgütler kurulup, programlar ve stratejiler oluşturmaya ve hayali muhataplara “birleşiniz!” çağrıları yapmaya; dolayısıyla da kapitalizme kendi eller ile güçlendirmeye devam edecektirler. Yok eğer yapılmak istenen bu değilse -ki yaşamın geleceği buna bağlıdır- henüz hiçbir şey için geç kalınmamıştır.
1 Marx ve Engels, “BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ !” çağrısını yaparlarken asıl çağrı yaptıkları Batı Avrupalı işçilerdi. Çünkü bu çağrının yapıldığı tarihlerde, çağrıyı yapanların tanımladıkları anlamda bir işçi sınıfı Batı Avrupa dışında kalan coğrafyalarda henüz tarih sahnesine çıkmamıştı. Dolayısı ile de Marx ve Engels’in yapmış oldukları çağrı da ezilen insanlığın kurtarıcısı misyonu yüklenen de, birleşmeleri istenende Batı Avrupalı işçilerdir. Bu yaklaşım bizim açımızdan tartışılması gereken bir durumdur. Ama bu yazı kapsamında bunu yapmak oldukça güç olacağından bu meseleyi ayrıca ele almak kaydıyla burada bir dipnot olarak kaydetmekle yetiniyoruz.
23
Komünist Zemin
Globalleşme Efsanesine Dair Dünyanın egemenleri, hükümranı oldukları yeryüzü yaşamını yeniden örgütlüyorlar; bunu ise, ezilen yoksul insanlığa yeni bir şeymiş gibi yutturmaya çalışıyorlar. Öyle yutturulmaya çalışıldığı gibi ne yeni bir dünya düzeni söz konusudur, ne de yeryüzüne „Barış“ falan gelmiştir. Aksine, dünyanın yoksulları için zulüm ve yoksulluk, bugün, dün olduğundan daha kapsamlı bir biçimde yeniden örgütleniyor ve savaş davulları her zamankinden daha güçlü çalıyor. Özcesi: Bugün, Philipp Morris’in yıllık satışları Yeni Zelanda’nın gayri safi milli hasılasından fazladır. Günümüzde yirmi Transnasyonal şirket 80 ülkenin GSMH’sinden fazla ciro yapıyor. IBM’nin ve Shell’in yıllık karı, Filipinler’in ve Peru’nun bütçesinden daha büyüktür. En tepedeki 300 şirketin (bu şirketlerin batılı şirketler olduğunu hatırlamakta yarar var) toplu varlıkları kabaca tüm dünyadaki üretim varlıklarının dörtte birini oluşturmaktadır. Bugün, zengin Batı dışında kalan hemen hemen bütün alanlarda savaş vardır ve bu savaşlar Batı’da ki “Barış”ın teminatıdır; tıpkı Batı’nın zenginliğinin en büyük teminatlarından biri olduğu gibi. Bugün, dünyada her yıl yirmi milyon çocuk açlık ve yoksulluğun yol açtığı sonuçlardan dolayı can vermektedir. Bugün, Batı’da varolan refahın faturasını açlıkları ile ödeyen yoksul insanlığın bir milyarı aşkın bir bölümü açlık tehdidi altında yaşamda kalma mücadelesi vermektedir.
24
Bugün dünyanın en fakir ülkelerinde yaşayan insanların yüzde ellisi için ortalama kalori tüketimi, Nazi dönemi toplama kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit hale gelmiştir. Ve dün, G. Afrika’da uygulanan ve büyük bir seremoni ile yıkıldığı ilan edilen Apartheit rejimi, bugün bütün bir yeryüzünde uygulamaya konulmaktadır. Ve dün „utanç duvarı“ diye anılan Berlin duvarını yaşasın özgürlük naralarıyla yıkanlar, bu kez Maastricht ve NAFTA stratejisi ile yoksul insanlığın etrafına boydan boya duvar örmektedirler; bunun adına ise „Globalleşme“ demektedirler. Yoksul insanlık için bir „Globalleşme“den falan söz edilemez; olsa olsa kapitalist sermaye açısından bir „Globalleşme“den söz edilebilir. Yani globalleşmeden değil, olsa olsa kapitalizmin global düzeyde egemenliğinden söz edilebilir ki, bu da yeni değildir; kapitalizm, zaten global düzeyde bir talanın sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve bugüne kadar varlığını bu şekilde sürdürdüğü gibi, bundan sonrada varlığını ancak bu özelliğini koruyarak sürdürebilir. “Globalleşme” Maasricht ve NAFTA yaftaları ile senaryolaştırılan ve dünün devamı olan bugünkü sürecin asıl hedeflediği ya da hedeflenenin yeryüzü yoksullarının diline tercümesi şudur: zengin batının refahını sürekli kılmak, bugüne kadar sömürülerek yok olmakla yüz yüze bırakılan yoksul insanlığın, Batı´da ki lüks yaşama sızmasını engellemek, Batı’nın ihtiyacı olduğu zaman, ihtiyaç ölçüsünde bu insanları getirmek, işleri bitince de ölüm platolarına geri göndermek. Yani dün G. Afrika’da uygulananı, bugün bütün bir yeryüzünde uygulamak. Egemenler, kendi çıkarlarına uygun davranmaya devam ediyorlar. Kapitalistler bu merkezde bir davranış içerisindeyken, peki ya politik varlık sebebi kapitalist egemenliği yıkmak olması gereken Dünya „Devrimci“ Solu ve bu savaşın öznesi olan Dünya İşçi sınıfı’nın durumu hangi merkezdedir?
Komünist Zemin
Dünya „Devrimci“ Solu Ve Dünya İşçi Sınıfının Bugün İçinde Bulunduğu Duruma Dair Dünya „Devrimci“ Solu, tarihinde hiç olmadığı ölçüde dar görüşlü, ulusalcı, eurosentrist, marjinal ve sisteme entegre olmuştur. Başlangıçta Sosyal Demokrasi, daha sonra ise, stalinizmin yol açtığı ideolojik, politik ve etik tahribat, Doğu Bloğu’nun yıkılışıyla bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. Ve Dünya „Devrimci“ Solu, bırakalım bu kabustan kurtulmayı bir yana, bu kabus ile hiç bir şekilde yüzleşmeye bile yanaşmamıştır. Ve Dünya „Devrimci“ Solu (bazı küçük oluşumlar hariç) bugün, sosyal demokrasinin sol kanadı olarak işlev görmektedir. Dünya İşçi Sınıfı’na gelince; Dünya İşçi Sınıfı, zengin Batı’nın ayrıcalıklı işçileri ve yoksul dünyanın yok olmakla yüz yüze bırakılmış yoksul işçileri olarak bölünmüştür. Ve bu bir birine zıt iki dünyanın işçilerinin bugün ne uğruna birlikte mücadele edecekleri ortak talepleri vardır, ne de ortak düşleri. Aksine, ayrıcalıklı Batı İşçi Sınıfı, yoksul dünyanın işçilerini kendi ayrıcalıklı durumunu tehdit eden bir güç olarak görmekte ve bundan dolayı da Beyaz Batı İmparatorluğu’nun dünyanın yoksullarını ölüm platolarına hapsetme projesinin en ateşli savunucusu durumundadır.
Son Söz Ya Da İlk Söz Yerine Kapitalizmin yeryüzü egemenliği ancak ve ancak, devrimci bir programa, devrimci bir siyasete ve devrimci bir pratiğe sahip Devrimci Dünya Partisi’nin politik önderliğinde, Dünya İşçi Sınıfı’nın devrimci eylemi ile yıkılabilir. Ve bu devrimci eylem ancak ve ancak, Dünya İşçi Sınıfı’nın enternasyonalist birliğinin sağlanması ile ve dünya devrimini örgütleyerek ona politik önderlik edebilecek
25
devrimci bir Dünya Partisi’nin inşası ile mümkündür. Gerek işçi sınıfının devrimci enternasyonalist birliğine ulaşabilmek, gerekse de bu devrimci enternasyonalist birliğe politik önderlik edebilecek devrimci bir Dünya Partisi’ni inşa edebilmek için ise: •
Bir bütün olarak Dünya „Devrimci“ solu’na egemen olan „ulusalcı sosyalizm“ anlayışı, „Sosyal Devletçi“, popülist – reformist anlayış ve protestoculuktan, burjuvazinin „demokrasi“ oyununun figüranı olmaktan öteye gitmeyen otonomculuk mahkum edilmelidir;
•
Dünya „Devrimci“ Güçleri’nin, çalışanların gündelik dar çıkarlarına endeksli anlayış ve duruşu mahkum edilmelidir;
•
Batılı emekçilerin kendi dar zümre çıkarları için yoksul insanlığın toptan yok edilmesi sürecine alkış tutan tavrı teşhir edilerek, mahkum edilmelidir;
•
Batılı „Devrimci“ Sol’un, dünyayı Batı´dan, insanlığı ise, Batılı´dan ibaret gören; Batılılar için daha fazla refah, daha fazla sosyal güvence, yeryüzü yoksulları için ise, açlık, sürekli savaş ve yok olmak anlamına gelen „Sosyal Devlet“i korumaya yönelik anlayış ve pratiği teşhir edilerek, mahkum edilmelidir.
Aksi taktirde, kapitalist sistemin IMF, Dünya Bankası vb. savaş örgütlerinin toplantılarını engellemek mümkün olmayacağı gibi, yeryüzü yaşamını yok olmakla yüz yüze getiren kapitalizmin bu yok eden yükselişinin önüne geçmek de mümkün olmayacaktır.
Komünist Zemin
Kapitalizm, Savaş - Barış Ve Devrimci Tavır Üzerine Doğu Hint adalarının Hollandalı fatihlerinden biri 1614’de “Ticaret savaş olmadan sürdürülemez, ticaret olmadan da savaş” diye yazmıştı.
N. Coamsky
Dipnot Yerine: 11 Eylül’ de yıkılan kulelerin ardından, kapitalizmin yeniden sahneye koyduğu bildik eski oyunu bozabilmek için, öncelikli olarak birbirinin zıddı olan ama aynı zamanda da birbirini doğuran “savaş” ve “barış” olgularının tanımlanması gerekiyor. Ki, bu olgular karşısında devrimci tavrın ne olması gerektiği ortaya konulabilsin. Tabii ki bu olguları herkesin kabul edebileceği biçimde tanımlamak mümkün değildir; çünkü, bugünkü yaşamın kendisi bir dizi savaşın sonucu olarak oluşturulmuştur ve bu savaşların şimdilik galibi olanlar ile mağlubu olanlar arasında ki savaşlar devam etmektedir. Bu savaşların şimdilik galibi olanlar, egemenliklerini bu savaşları devam ettirerek sürdürüyorlar. Aynı şekilde bu savaşların mağlupları da, kendilerine dayatılan ve kendilerinin olmayan bugünkü yaşamı yıkarak; kendilerine ait bir yaşam oluşturmak, en azından mağlup yaşamaktan kurtulmak için savaşıyorlar. Özcesi, savaş ve barış olgularının galiplerin günlük yaşamına tercümesi ile mağlupların günlük yaşamına tercümesi birbirinin zıddıdır. Ve söz konusu karşıtlıklar devam ettiği müddetçe de böyle olacaktır. Savaş ve Barış Üzerine Savaş ve Barış olgularını yaşama egemen olanlara göre ele alacak olursak, hiyerarşik olarak örgütlenmiş olan bugünkü yaşamda, egemen durumda olanlar kendi egemen durumlarını tehdit eden her durumu bir savaş ilanı olarak mütalaa etmekteyken; aynı şekilde bu egemen ilişkinin mağduru olanlar ise,
26
kendilerine dayatılmış olan bu egemen ilişkiyi kendilerine karşı bir savaş olarak mütalaa etmektedirler. Yani, egemenin barıştan kastettiği, kendi egemenliğinin tehdit altında olmadığı bir durum iken; egemen ilişkinin mağduru için ise barış, kendisini mağdur eden egemenlik biçiminin bertaraf edilmesidir. Bu noktadan devam edecek olursak: Günümüzde dünya nüfusunun dörtte biri açlıktan dolayı ölümle yüz yüzedir ama bu dünyanın tokları için savaşın değil, barışın adıdır. Bugün dünya da ki toplam üretimin %80’ini dünya nüfusunun %20’si tüketiyor ama bu dünya nüfusunun %20’si için savaşın değil, barışın adıdır. Bugün yoksulluktan dolayı milyonlarca kadın ve çocuk fahişelik yapmak zorunda ama bu fahişelik yapmak zorunda olmayanlar için savaşın değil, barışın adıdır. Bugün her hangi bir ülke ya da bir topluluk, kendi geleceğini bildiği gibi tayin etmeye kalkıştığında tepesine bombalar yağıyor, ambargoya maruz kalıyorsa, bu egemen uluslar için savaşın değil barışın adıdır.
Komünist Zemin Aynı zeminde örnekleri çoğaltacak olursak; şimdi siz bir Türk’e “bu Kürtler ne olacak?” diye sorsanız, alacağınız cevap şu olacaktır: “o da nereden çıktı, neymiş Türk - Kürt biz hepimiz insanız”. Onun burada “hepimiz insanız” dan kastettiği, “hepimiz Türk’üz” dür. Zaten bu tartışmayı biraz daha sürdürecek olursanız bunu da der. Bu durumda siz ona, “madem fark etmiyor, bakın bunca zaman onlar kendilerini biz Türk’üz diye adlandırmak zorunda kaldılar; hadi şimdi de siz bir müddet kendinizi Kürt’üz diye tanımlayın,” türünde bir öneri götürecek olursanız; işte o zaman alacağınız cevap şu olur: “benim Türklüğüm ne olacak?” Bu tartışmayı “o zaman Kürtler de Kürtlüklerinden vazgeçmezler” diye noktalarsanız; o zaman Kürt Türk’ün nazarında barışı ve huzuru bozan olacaktır. Yani Kürdün kendisine karşı yürütülen savaşın sona ermesini istemesi, barış istemesi Türk tarafından savaş ilanı olarak algılanacaktır. Bir patrona sorsanız, deseniz ki, “bütün değerleri işçiler ürettiği halde, neden yöneten ve ayrıcalıklı olan siz patronlarsınız?” O da, işçi – patron türünden ayrımları reddedecek ve “hepimiz insanız, neden ayrımcılık yapıyorsunuz?” diyecektir size. Bu tartışmayı biraz daha ileri götürmek isterseniz, o zaman sizi, “barışı ve huzuru” bozmakla suçlayacaktır. Demek ki, savaş ve barış olgularının ezilenler için anlamı ve ifade ettiği farklı, egemen olanlar için farklıdır. Herkes için savaş ve barış olgularının aynı anlama gelmesi; ya da bu kavramların anlamlarını yitirmesi, ancak ve ancak, savaş nedeni olan ayrımcılık, sömürü, ezme ezilme vb. türden ilişkilerin son bulması ve barışın bir ihtiyaç olmaktan çıkması ile mümkündür. Özcesi, bir savaşın varlığını belirleyen şey, biçimi, boyutu, hangi araçlarla yürütüldüğü ve onun açık ya da gizli oluşu değildir. Savaşın varlığını belirle yen, başlı başına savaş nedeni sayılan her hangi bir
egemenlik biçiminin varlığıdır. Dolayısı ile de, tarihte egemenlik biçimleri ortaya çıktığı günden beri savaş sürekli olarak var olmuştur. Bugüne dek değişen yalnızca ve yalnızca savaşın biçimi, araçları ve aldığı boyut olmuştur; egemenlik biçimleri olduğu müddetçe bundan sonra da olacak olan budur. Savaş Ve Barış olguları ancak bu tür bir zemine oturtulursa, 11 Eylül sonrası kapitalizmin sanki yeni bir şeymiş gibi sahneye koyduğu “savaş ve barış” adlı oyunu anlayabilmek ve bu oyunu bozabilmek mümkün olabilir. Savaş - Barış Ve Kapitalizm Kapitalizm uluslararası bir sömürü ve köleleştirmenin sonucu olarak ilk Batı Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bunun böyle oluşu ne tesadüfi bir olaydır, ne de “İngiliz girişimcisinin zekasının ve Avrupa Hıristiyan kültürünün” bir marifetidir. Kapitalizmin ortaya çıkması, gelişip yayılabilmesi için başka toplulukların ve coğrafyalarının var olması yani yağmalanması gerekiyordu. Böyle de oldu. Marks’ın deyimiyle: “Amerika’da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint adalarının fethine başlanması ve yağma edilmesi, Afrika’nın ticaret maksadıyla siyah derili yerlilerin peşine düşüldüğü bir av alanı haline çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin doğuşunu haber veren ilk pırıltılı ışıklarıdır. Bu masalımsı oluşumlar ilk birikimin temellerini teşkil eder.” (K. Marks, Kapital, C. 1, s. 769, Sol Yayınları)
Evet, kapitalizm kıtalararası talanın, sömürünün ve savaşların sonucu olarak doğmuştur. Ve bundan sonra da varlığını ancak bu şekilde sürdürebilir. Yani, kapitalizmin varlığını devam ettirebilmesi, onun, üretim araçlarını, üretici güçleri, üretimi, tüketimi, pazar
27
Komünist Zemin alanlarını, petrol ve doğal gaz kaynaklarını, altın, elmas, kömür vb. maden yataklarını, bilumum yerüstü ve yeraltı zenginliklerini ve tabii ki bütün bunların bulunduğu coğrafyaları kontrol edebilmesi ile mümkündür. Bütün bunları ise, zora baş vurmaksızın yapabilmesi mümkün değildir.
Bu dün de mümkün değildi, bugün de mümkün değil, kapitalizmin egemenliği devam ettiği müddetçe de mümkün olmayacaktır. Bunun içindir ki kapitalizmin devleti, silahlı güçleri ve yeryüzünü onlarca kez yok edecek güçte silahları vardır. Kapitalistler bu şiddet, baskı ve ölüm araçlarını yani devleti, silahlı güçleri ve sahip oldukları silahları “savaş tehdidini önlemenin ve barışı savunmanın” teminatı olarak göstermektedirler. Ama, kime karşı? Demek ki, bir karşı güç söz konusudur. İşte onların, adını açıkça telaffuz etmedikleri bu karşı güç, yeryüzünün ezilenleri ve yoksullarıdır. Kapitalistler birbirleri ile çıkar çatışmasına girdikleri zamanlarda bu şiddet araçlarını zaman zaman birbirlerine karşı kullansalar da, esas olarak onlar için ortak tehlike ve ortak düşman; yeryüzünün Baldırıçıplaklar’ıdır. Bu da demek oluyor ki, kapitalistlerin barışı savunmak ya da barış için savaşmaktan kastettikleri, kendi barışlarıdır. Bunun yeryüzünün ezilenleri ve yoksulları için anlamı ise, savaştır.
28
Eğer kapitalistlerin egemenliklerine, ayrıcalıklarına, güvenliklerine ve geleceklerine yönelik her hangi bir tehdit söz konusu değilse; yaşanan sürecin adı, barış sürecidir. Yok eğer onlara yönelik bir tehdit söz konusu ise, işte o zaman yaşanan sürecin adı, savaş sürecidir. Örneğin, kapitalistler altmış milyon insanın öldüğü II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı, yeryüzünün gördüğü en büyük savaş olarak adlandırırlarken; her yıl açlıktan on beş milyon çocuğun öldüğü bugünü ise, barış dönemi olarak adlandırmaktadırlar. Buyurun, silah yok, onların dediği anlamda savaşta yok; peki o zaman bu nedir? Gerçekten savaş yok mu dur? Doğrudur, kapitalistler için her hangi bir tehdit söz konusu olmadığından, savaşta yoktur. Peki, ya yoksullar için? Peki, ya yoksulların çocukları için? Kapitalistler 11 eylül itibari ile yeniden savaştan söz etmeye başladılar. Daha doğrusu, özgürlüğün ve barışın tehdit edildiğini söyleyerek “kutsal” savaşı örgütlemek için harekete geçtiler. Neden? Çünkü, çıkarlarına ve geleceklerine dönük bir tehdit söz konusudur. Ve egemenliklerini yitirmeye başladıkları alanlarda, otoritelerini yeniden tesis etmeleri gerekmektedir. Kapitalist güçler kendi aralarında bir bütünlüğe sahip olmasalar da, gerek güçler dengesi kendi aralarında açık bir çatışmaya girmeleri için elverişli olmadığından, gerekse de ortak düşman ve ortak düşmanın bertaraf edilmesinin öncelikli olduğu hususunda aralarında bir mutabakata varmış olmaları dolayısıyla; “kutsal” savaş çağrısını aralarındaki çıkar çatışmalarının önüne geçirerek; elbirliği ile bildik oyunu sahneye koymuşlardır. Tıpkı dün Filistin’de, Vietnam’da, Nikaragua’da, Irak’ta, Sırbistan’da bugün ise Afganistan’da olduğu gibi. Oyun hep bildik oyundur. Senaryo aynıdır. Esas oğlan ile esas kız da aynı. Evet, oyun devam ediyor...
Komünist Zemin Oyunun adı: “ Özgürlük ve Barış İçin Savaş”tır!!! Bunun yeryüzü yoksullarının ve ezilenlerinin yaşamına tercümesi ise sürekli savaş ve köleliktir. Ve ne yazık ki, çoğu kez, kapitalistler insanlığın büyük bir çoğunluğunu, ezilenler ve yoksullar için sürekli savaş anlamına gelen kendi barışları için savaşın dolaylı ya da doğrudan destekçisi yapmayı başarabilmişlerdir. Çünkü, Devrimci Güçler kapitalizmin karşısında devrimci bir politika geliştiremedikleri gibi farklı bir politik kültür de oluşturamamıştırlar. Ve gerek politik tutumları ile, gerekse de devrimci bir politik kültür oluşturamamış olmaları nedeniyle kapitalizme ciddi manevra alanı yaratmıştırlar. Bunun en son somut örneğini ise, Kapitalist güçlerin, Afganistan’a yönelik savaşında ortaya koymuşlardır. Ne demiştir Kapitalist güçler? “Ebedi özgürlük için savaş!!!” Peki, ne demiştir Devrimci Güçler? “ Yaşasın Barış!!!”
Demek ki, kapitalizmin egemenliği altında barış mümkün imiş? Devrimci Güçler bu durumda olunca, geniş kitlelerin kapitalistlerin “ebedi özgürlük için savaş” çağrılarının peşine takılmasından daha anlaşılır ne olabilir ki? Bu duruma bir son verebilmek için, Devrimci Güçler savaş ve barış kavramlarını doğru tanımlamak zorundadırlar. Bununda ötesinde; sınıf, “ırk” “ulus”, “cinsiyet” ve daha bir çok toplumsal ayrımcılığa ve ayrıcalığa yol
açan kategorilendirmeler ve bu kategorilendirmelere dayanan alt-üst ilişki biçimlerinin olduğu bir dünya da, savaş ve barış kavramlarının herkes için aynı anlama gelebilmesinin mümkün olmadığını ortaya koymak zorundadırlar. Bunu başarabilmenin ön şartı: Kapitalizmin kitlelerin bilicinde kurmuş olduğu hegemonyanın kırılmasıdır. Bunun yapılabilmesinin ön şartı ise: kapitalizmin “Devrimci” Güçler’in bilincinde kurmuş olduğu hegemonyanın kırılmasıdır. Aksi taktirde, geniş kitlelerin kapitalistlerin savaş borularının peşinden gitmesini engellemek, dün ve bugün olmadığı gibi, yarın da mümkün olmayacaktır. Savaş – Barış Ve Devrimci Tavır Marks der ki, “tarih sınıf savaşlarının tarihidir.” Doğru da der. Eksik der, ama doğru der. Eksik der çünkü, başka dinamikleri göz ardı eder, ya da kendi tanımlamasının içinde tanımlar. Ama onun eksikliği, tarih anlayışının doğru olmadığı anlamına gelmez. Tarih sınıf savaşlarının tarihidir, ama aynı zamanda tarih, ezenlerle ezilenlerin de tarihidir. Kadınla erkeğin; Heteroseksüeller ile Homoseksüellerin; ezen ulus ile ezilen ulusun vb. bir çok ezme ezilme ilişkisinin de tarihidir tarih. Her ne kadar da sınıf egemenliği iktidar olma özelliği dolayısıyla bütün bunları belirliyor olsa da, tarihi tek başına sınıf savaşları tarihi olarak tanımlamak yeterli ve doğru olmaz. Eğer tarihi dar anlamıyla sınıflar savaşının, geniş anlamı ile ise, ezenlerle ezilenlerin savaşının tarihi olarak mütalaa ediyorsak; bu durumda, ezen ile ezilen olduğu müddetçe sürekli bir savaş var demektir; ilan edilmiş ya da ilan edilmemiş fark etmez. Bu durumda, “barış”tan ancak ve ancak bu ezme ezilme ilişkisinin egemeni olan bahsedebilir. Bu ilişkinin ezileni ise asla. Çünkü, bu ilişkinin ezileni için söz konusu olan barış
29
Komünist Zemin değil savaştır. Vaziyet böyleyken, Devrimci Çevreler’in barış savunuculuğuna soyunmuş olmaları ve kitleleri bu doğrultuda seferber etmeye çalışmaları iki tehlikeli sonuca yol açmaktadır. Birinci tehlikeli sonuç şudur: Marksist tarih anlayışı inkar edilmektedir ve bu çevrelerin, Marksist tarih anlayışını reddettikleri bir noktada sınıf savaşından bahsedebilmeleri mümkün değildir. Çünkü, Marksist sınıf savaşı teorisi ve pratiği bu tarih anlayışının bir sonucu olarak vücut bulmaktadır. İkinci tehlikeli sonuç ise şudur: kitlelerin, kapitalizmin egemen olduğu bir dünya da barışın mümkün olabileceği yönünde bir düşünceye ikna olmaları noktasında burjuvaziye hizmet edilmektedir. Ne yazık ki Egemenlerin değer yargıları, devrimci hareketin çok önemli bir bölümünün de değer yargısı olmuş durumdadır. Ve bu “Devrimci Çevreler”in bir çok hususta olduğu gibi savaş ve barış hususlarında ki değer yargıları da, düşmanın ki ile aynıdır. “Devrimci Çevreler”, düşman savaş deyince savaş, barış deyince barış demektedirler. Ve “Devrimci Çevreler” de tıpkı kapitalistler gibi, savaş derken kastettikleri şey; silahların konuşturulduğu bir durumdur. Buna bağlı olarak ta, silahlar sustuğunda barış zamanı başlamaktadır. Burjuvazi, başlangıçta sosyal demokrasinin, sonraları ise “barış içinde yarış” anlayışının sahibi stalinizmin unutulmaz yardımları sayesinde, kapitalizm altında “barışın mümkün olabileceği” yalanını devrimci topluluklar da dahil, geniş kesimlere empoze etmeyi başarabilmiştir. Ve “Devrimci Çevreler”e bugün egemen olan işte bu sınıf uzlaşmacı politik kültürdür. Gerek tarih anlayışı gerekse de tarihsel ve politik varlık sebebi gereği olarak devrimcilerin sözü ve eylemi bu olamaz. Bu, kendi politik varlık sebeplerine ve Marksist tarih anlayışına ihanettir.
30
Kapitalizmin varlığı, başlı başına bir savaş durumudur. Ve bu savaş durumu karşısında tek devrimci duruş, karşı savaşı örgütlemektir. Bu karşı savaşın dinamikleri, biçimi, çapı ve araçları tabii ki her somut durumda farklı olacaktır, ama bu ne savaşın var olduğu gerçeğini değiştirir, ne de karşı savaşı örgütleme zorunluluğunu.
Evet, savaş süreklidir. Barış ise, ancak bu kavram ne zaman ki talep olmaktan çıkar ve anlamsızlaşır; işte o zaman mümkündür. Bu ise, ancak ve ancak, yeryüzünde bütün ayrımcılıkların ve ayrıcalıkların son bulduğu an mümkündür. Eğer yeryüzünde tek bir insan barış istiyorsa ve tek bir insan ayrımcılığa maruz kalıyorsa; savaş devam ediyor demektir. Bu gerçekliğe rağmen kapitalizmin egemenliği altında barışı savunmak, hem savaşın başka araçlarla, yani bu zamana kadar ki haliyle sürdürülmesini onaylamaktır; hem de kapitalizmin barış adı altında sürdürdüğü sürekli savaşı meşrulaştırmaktır. Yani bomba ile değil, aç bırakarak öldürün demektir. Çünkü kapitalizmin varlığı, savaşın varlığıdır ve o yıkılmadan barış mümkün değildir. Onu yıkmak ise, devrimci savaşı örgütlemek ile mümkündür.
Komünist Zemin
Irak’ın İşgali Vesilesiyle Bir Kez Daha Emperyalizm, Savaş Ve Devrimci Tavır Üzerine dipnot yerine: Emperyalizm kendi varlığını devam ettirebilmenin olmazsa olmazı olan savaşlar aracılığı ile varlığını sürdürmeye devam ediyor. Ve bu savaşları sahip olduğu kitlesel uyuşturucu araçlarından olan televizyonlar aracılığı ile yeryüzü ezilenlerine bir eğlence oyunu olarak, bir „Bilim Kurgu Savaş Filmi“ olarak izlettiriyor. Film aynı film. Senaryo da aynı. Değişen her zaman olduğu gibi “kötü adam” ve filmin çekildiği mekan. Beyaz Adam’ın rolü ise hep aynı; işi gücü insanlığın mutluluğu için çabalamak olan Beyaz Adam bir kez daha devre girerek, insanlığı ciddi bir tehlikeden kurtarmak için kendini feda ediyor vs. vs... Yani hep bildik hikaye. Yine de meraklılarına duyurulur: Film başlıyor! Neler Oluyor Hayatta Dün Humeyni rejimine karşı emperyalizmin kılıcı olarak işlev gören, adeta emperyalizmin özgürlük savaşçısı Rambo’nun orta doğu versiyonu olan Saddam, ne hikmetse bugün birden „özgür dünya“nın en büyük belalısı ilan ediliverdi. Devrildi, yakalandı ve aynı gerekçe ile yargılanmaya başlandı.
Tıpkı dün Rusya’ya karşı savaşta özgürlüğün sembolü diye adlandırılan Taliban ve El Kaida’nin bugün „özgür dünya“nın en büyük düşmanları ilan edilmesi gibi. Ne oldu, ne değişti de, dün dost olanlar, bugün düşman oluverdiler birden? Bugün yargılmaya çalıştıkları, yüzü de özü de kendilerine benzeyen Saddam ve Saddam’ın temsil ettiği egemen klik, daha düne kadar Emperyalist Beyazlar’ın Orta Doğu’da ki en güvenilir müttefiği değil miydi? Saddam’ın başında olduğu Irak Devleti’ni en „modern“ ölüm silahlarıyla donatarak, kendileriyle çıkarları çakışmayan ya da dayatmalarını kabul etmeyen İran’a karşı sekiz yıl boyunca savaştırarak 1 Milyon’un üzerinde insanın ölümüne sebebiyet veren aynı emperyalistler değil miydi? Yine aynı şekilde, Saddam rejimi tarafından gerçekleştirilen ve binlerce Kürdün ölümüne, onbinlercesinin ise uzun vadede parça parça ölüme mahkumiyetine yol açan Halepçe saldırısında kullanılan kimyasal silahları Saddam rejimine satan aynı emperyalistler değil miydi? İşte bu emperyalist güçler, yani yıllarca Saddam rejimini kendi emperyalist çıkarlarının çakışmadığı güçlere karşı en korkunç silahlarla donatanlar; birden bire „Irak’ın elinde kimyasal silah var“ gerkçasi ile Irak’a saldırdılar. Ve düne kadar kendi emperyalist çıkarları için başkalarına saldırttıkları Irak’a saldırdılar. Tarihini kanla yazmış, bugüne kadar hep başkalarını yok ederek, kendilerini var etmiş Emperyalistler, tam da kendilerine yakışır bir utanmazlıkla „Irak’ın elinde kitle imha silahları var“ gerekçesiyle Irak’ta
31
Komünist Zemin kitle katliamına giriştiler. Ki bu güçler, dünyanın en büyük silah üreticisidirler. Ve bu güçlerin elinde bulunan silahlar, yer yüzü yaşamını onlarca kez yok edebilecek güçtedir. İşte bu gücün sahipleridir „Saddam’ın elinde kitle imha silahları var, bu silahlar tehdit oluşturuyor“ gerekçesiyle Irak’a saldıranlar. İlahi Beyaz Adam! Senin yüzünde özüne benziyor. Hiç sana soran olmaz mı, Saddam’ı silahlandıran bizzat sen değil miydin? Dünyanın en büyük silah üreticisi sen değil misin? Batı dışındaki coğrafyalarda sürmekte olan savaşlarda ölen insanlar senin ürettiğin silahlarla öldürülmüyorlar mı? Geçtiğimiz yüzyılda yaklaşık olarak yüz milyon insanın ölümüne yol açan iki emperyalist savaşın da mimarı sen değil misin? 1945 yılı ağustos ayında, hemde savaşın bittiğini ilan ettiğiniz halde, Nagazaki ve Hiroşima’ya atom bombası atıp, on binlerce insanı kavurarak katleden sen değil misin? Ki, bugün kalkmış insanlığı Irak’ın tehdidinden kurtarmaya soyunuyorsun.
Peki, Neden Irak? Sahi, neden Irak? 1990 yılına kadarki süreçte emperyalizm ile kol kola yürüyen, bizzat emperyalizm tarafından silahlandırılarak Iran’a karşı sekiz yıl boyunca savaştırılan aynı Saddam rejimi değil miydi?
32
Ne değişti de, “dünya barışı”nın teminatı” olarak görülen Saddam rejimi birden “dünya barışı”nın düşmanı ilan ediliverdi? Değişen Saddam rejimi miydi? Yoksa emperyalist güçler de mi bir şeyler değişmişti? Hayır, ne Saddam rejimi değişmişti, ne de emperyalizm. Değişen bu iki gücün ihtiyaçları ve çıkarlarıydı. Şöyle ki, 1989 yılında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın çöküşüyle birlikte emperyalistler dünya nizamını yeniden oluşturmaya girişmişlerdir. Buna bağlı olarak ta yeryüzünün bir çok coğrafyasında, bu „yeni nizam”ın mağdurlarının ya da „yeni nizam”la çıkar çatışması olanların, farklı gerekçe ve karakterlere sahip direnişleri gündeme gelmiştir. Tamda bu süreçte, Iraklı egemen güçlerin temsilcisi Saddam rejimi ile emperyalist güçler arasındaki kriz patlak verdi. Bu çatışma emperyalistler açısından hayati bir öneme sahipti. Çünkü, söz konusu olan her hangi bir ülke değil Irak’tı. Bu Irak ki, dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahip olmanın yanı sıra, gerek stratejik açıdan gerekse de politik açıdan emperyalistler için hayati bir öneme sahipti. Bu da demek oluyordu ki, emperyalist yeniden yapılanmanın selameti için, artık kendilerine güven vermeyen Saddam rejiminin devrilerek yerine kendileri ile itaate dayalı bir ilişki sürdürecek bir rejim oluşturulmalıydı. Emperyalistler Saddam rejimi ile aralarındaki krizi işte bu çerçevede mütalaa ederek, krizi kendi lehlerine çözmek için saldırı oklarını Irak’a yönelttiler. Ama bu öyle haydin gidiyoruz demekle olacak bir şey değildi. Irak’a ve Irak üzerinden bölgeye müdahale için, hem egemen güçlerin kendi aralarında bir anlaşmaya varmaları gerekiyordu, hem de müdahalenin zemininin oluşturulması gerekiyordu.
Komünist Zemin Öyle ya, bir yanda ABD, bir yanda Avrupa, Bir yanda Japonya, bir yanda Çin, bir yanda Rusya; bütün bu güçlerin bölgedeki çıkarları söz konusuydu ve bu güçlerinin çıkarları aynı değildi. ABD bölgeye müdahalede kararlıydı, ama diğer güçlerde hesaba katılmayacak güçler değildi. Diğer bir yanda ise, İslam aleminin göstereceği tepki söz konusuydu. İşte tamda bu açmazın anahtarı olarak Kuveyt düşünüldü. İşgal edilen bir ülkenin yardımına gitmek, bölgeye müdahaleye karşı çıkabilecek güçler olan Çin ve Rusya’nın önünü kesmek için iyi bir bahaneydin. Bu ülkenin Kuveyt olması ise, İslam aleminin tepkisini pasifize etmek için iyi bir tercihti. Öyle ya, Kuveyt’te bir İslam ülkesiydi ve bu durum İslam alemini en azından kararsızlığa itecekti. Ve süreç başlatıldı. Geçmişten beri Kuveyt üzerinden denize açılma hesapları olan Saddam rejimi, Kuveyt’e girmesi yönünde teşvik edildi ve Saddam Kuveyt’e girdi. Ardından Saddam rejimi “barışı tehdit eden güç” olarak ilan edildi ve Batılı güçler, ‘barışı yeniden tesis etmek’ için bölgeye askeri olarak müdahale ettiler. Birinci raund kazanılmıştı. Kuveyt “kurtarılmış,” Batılı güçler ise bu vesile ile bölgeye güçlerini yığmışlardı. Çoğunluk savaşın bittiğini düşünürken, emperyalistler bunun bir son değil başlangıç olduğunu biliyorlardı. Derken savaşın ikinci bölümü hayata geçirildi ve Irak’a 12 yıl boyunca ambargo uygulandı. Irak, adeta açlıkla “terbiye” edilmek istendi. Bu süreç; çoğunluğunu toplumun en savunmasız kesimi olan Irak yoksulların oluşturduğu 1,5 milyon insanın ölümü ile yerini bir başka sürece bırakmıştır. Bu yeni sürecin adı: Irak’ın topyekün işgali idi. Süreç devam ediyor. Irak işgal edildi; Saddam rejimi devrildi ama Saddam’ın elinde olduğu iddia edilen
silahlar bulunamadı. İşgalci güçler ise bu durumu, “yanlış istihbarat” açıklaması ile geçiştirdiler. Gülünç!!! Gülünç olmak zorunda çünkü, emperyalistlerin derdi ne Saddam’ın elinde olduğu varsayılan silahlardı, ne de Irak’ta Saddam rejiminin baskı altında tuttuğu topluluklar. Bütün bunlar emperyalist güçler için yalnızca ve yalnızca kullanacakları gerekçelerdi. Nasıl ki Irak’ın işgal edilme nedeni Saddam rejiminin elinde olduğu iddia edilen silahlar; Irak’taki “insan hakları” ihlalleri ve bölgede “barış”ının sağlanması değildiyse; Emperyalizmin Irak’taki bugünk varlık nedeni de yıkılan Saddam rejiminin mağdurlarına özgürlük getirmek ve Irak’ta özgürlükçü bir toplum örgütlemek değildir. Emperyalizm bunu istese de yapamaz; bu onun doğasına aykırıdır. Kendi tarihi boyunca yeryüzündeki bütün savaşlara yol açan, özgürlük mücadelelerini yok etmek için elinden geleni ardına koymayan kapitalizmin bizzat kendisi olmuştur. Son yüzyılın iki büyük savaşını bizzat fiilen örgütleyen Emperyalist Devletler, kendilerinin fiili savaş dışı kaldıkları dönemlerde ise, sürekli olarak „bölgesel savaşlar“ ve „iç savaşlar“ tezgahlayarak dünyanın yoksul bölgelerinde sürekli bir istikrarsızlık yaratmışlardır. Ve bütün bu savaşlarda, kapitalizmin icat ettiği silahlarlar kullanılmış, insanlar bu silahlarla öldürülmüştür. Bu savaşların silah ihtiyacını karşılayan silah sanayii ise, kapitalistler için en çok kar geitiren sektör olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de emperyalist saldırılar ile hedeflenen: Emperyalistlerin kendi suretlerinde bir Dünya Nizamı´na olan ihtiyaçlarıdır.
33
Komünist Zemin Emperyalizmin Afganistan’a yönelik saldırısının anlamı neyse Irak’a yönelik saldırısının anlamı da budur. Maksat aynıdır. Maksat, kontrol dışına çıkan bölgeleri ve güçleri yeniden kontrol altına almaktır. Maksat, emperyalizmin çıkarlarını garanti altına almaktır. Maksat, dünya dengelerinin yeniden oluşturulması planına uygun olarak bölgeyi yeniden yapılandırmaktır. Irak’a yönelik politikalarda egemen güçler tam bir görüş birliğine sahip olmasalar da, gerek Irak’a gerekse de bölgeye dönük maksatları aynıdır. Her egemen güç, dengeleri kendi lehine çevirmek, dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahip Irak’ı kendi kontrolüne almak istiyor. Örneğin ABD ve İngiltere, bölgeye dönük planlarını hayata geçirebilmenin ilk adımı olarak bölgeye askeri olarak yerleşmeyi ve Saddam’ı devirip, onun yerine kendi çıkarlarını egemen kılacak bir iktidarı örgütlemeyi kendileri açısından ertelenmez görmüşler; Irak’ı işgal edip, Saddam’ı devirmişlerdir. Çünkü özellikle ABD, 1989 sonrası pazarların yeniden paylaşıldığı ve adına “yeni dünya düzeni” denilen süreçte hem etkili olamamış, hem de büyük ölçüde elinde olanlardan da olmuştur. Bütün Doğu Avrupa pazarını ağılıklı olarak Almanya olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri ele geçirmiş, Afganistan ve Irak üzerindeki kontrolünü yitirmiş, Orta Doğu’daki en yakın müttefiklerinden olan Suudi Arabistan ile ilişkileri bozulmuş, Kafkaslara ve dağılan Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinden olan Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan vb. Zengin enerji kaynaklarına sahip ülkelere bir türlü girememiştir. Almanya ve Fransa’nın öncülüğünü yaptıkları Avrupa Birliği güçleri, Irak’a yönelik askeri bir saldırıyı kendi politikaları açısın dan en azından bugün için uygun
34
görmüyorlar. Çünkü, 1991 sonrası süreçte Almanya ve Fransa’nın başını çektiği blok, gerek Irak gerekse de Iran ile kendileri açısından önemli ticari ilişkiler kurmuş, bir ölçüde bölgede kendi nüfuzlarını artırmıştırlar. Dolayısı ile de Irak’a dönük bir askeri saldırının bölgedeki dengeleri bir bütün olarak ABD ve İngiltere lehine değiştireceğini, kendi nüfuz alanlarının daralacağını biliyorlar. Bundandır ki, ABD – İngiltere bloğunun askeri çözüm önerisine karşı duruyorlar. Bir başka güç olarak Rusya’ya gelince, Rusya kendi arka bahçesi olarak gördüğü Kafkas bölgesindeki egemenliğini tesis etme çabası içerisinde olduğundan, Batılı güçlerin Orta Doğu’ya dönük planlarında onlar ile bir çatışmaya girme yanlısı değildir. Batılı güçler Rusya’nın Çeçenistan ve bir bütün olarak Kafkas bölgesindeki işgalci politikasına göz yumdukları ve Orta Asya ülkelerindeki çıkarlarını tehdit etmedikleri müddetçe, Rusya’da onların Orta Doğu politikaları ile çatışmaya girmemeyi tercih ediyor. Bir diğer tarafta ise Japonya ve Çin var. Bu iki güç, bölgedeki çatışmada doğrudan yer almıyor gözükseler de, her iki güçte kendisi açısından uygun bir zemin yakalayarak ; bölgede oluşturulmak istenen dengelerde var olan çıkarlarını korumanın yanı sıra, nüfuz alanlarını da genişletme çabası içerisindedir. Bununda ötesinde Japonya ve Çin, Irak’a dönük emperyalist planların Irak ile sınırlı olmadığını, Irak’ın bir başlangıç olduğunu; Orta Doğu, Kafkaslar, ön ve uzak asya üçgenini ve bu üçgen de var olan bütün dengelerin değiştirmeye dönük olduğunu ve bu üçgen içerisinde oluşturulmak istenen yeni dengenin kendilerini hayati olarak etkileyeceğini bildiklerinden tetikte beklemektedirler. Egemenler kendi içlerinde bir çıkar çatışmasına
Komünist Zemin sahip olsalarda ve bu çıkar çatışmasının mantıki sonucu olarak farklı stratejilere, farklı politikalara sahip olsalarda; maksatları aynıdır. Her egemen gücün yapmaya çalıştığı kendi çıkarlarının bekaasını sağlamak, kendi çıkarlarını öncelikli kılmaktır. Burada önemli olan egemen güçlerin yöntemlerinin ne olduğu değildir. Önemli olan niyetleridir. Ve egemenlerin niyetlerinin ezilenlerin günlük yaşamlarına tercümesi; açlık, katledilmek, savaş, göç ve yıkımdır. Emperyalizmin Irak’a Yönelik Topyekün Saldırısı Ve Üzerinden Atlanmaması Gereken Bir Faktör Olarak Kürtler Üzerine Uzunca Bir Dipnot Hemen belirtmeliyiz ki, ulusal kurtuluş hareketleri; bir mağdurlar, dolayısı ile de haklılar hareketidir. Ve bu haklılıklarını, ulusal anlamda mağduriyetleri devam ettiği ve bir başka topluluğun mağduriyetine sebebiyet vermedikleri müddetçe de sürdürürler. Bilindiği gibi ulusal kurtuluş hareketleri bir başka ulusun baskısından ya da boyunduruğundan kurtulmak maksadıyla sahneye çıkar. Ve kendisi bakımından bir yeterliliğe ulaştığında da sona erer. Bu son: Bazen bir devlet kurma, bazen ezen ulus ile birlikte federasyon oluşturma, bazen de otonomi olabilir.
Kürt Ulusal Hareketi’de her ulusal hareket gibi –burada kastedilen Güney Kürtleri’dirtarih sahnesine aynı nedenlerden dolayı ve türdeşi olan ulusal bağısızlık hareketlerinin talepleri ile çıktı. Buraya kadar bir sorun yoktur ve her şey alışılmış bir yol izledi. Alışılmadık olan ve tartışılması gereken esasen 1991 yılında ABD önderliğinde ki emperyalist güçlerin Irak’a saldırmaları ile ortaya çıkan durumdur ve bu durum oldukça orijinaldir. Şöyle ki, Baas rejiminin ablukası altında olan Güney Kürtleri, bu ablukadan kurtulabilmek ve meşru hakları olan “kendi kaderini tayin etme hakkı”nı kullanabilmek için ABD önderliğindeki işgalci güçler ile işbirliği yaparak; bu güçlerin bölgeye gelmelerine ön ayak olmuşturlar. Ve Saddam rejiminin gazabından kurtulmak adına ABD mandasını kabul etmişlerdir. Emperyalizm ile bu işbirliği Güney Kürtleri’ne nispi bir serbesti kazandırmış ama bir bütün olarak bölgeye emperyalizmin askeri gücünü yığmasına ve bölgedeki dengelerin emperyalizmin lehine yeniden düzenlenmesine yönelik planın hayata geçirilmesine zemin hazırlamıştır. Bu tarih itibari ile emperyalist güçlerin bölgeye ilişkin planları hız kazanmış ve 1991’de başlatılan süreç 2003’de Irak’ın fiili işgali ile yeni bir boyut kazanmıştır. Ve Güney Kürtleri, kendi dar çıkarları için bu işgale ön ayak olmakta tereddüt etmemişlerdir. Yani Güney Kürtleri, kendi işgalcisinden kurtulmak adına şimdilik bütün Irak’ın işgaline; gelecekte ise bütün bölgenin işgaline ev sahipliği yapmıştırlar. Ulusal hareketlerin doğası bakımından ele alınıldığında Güney Kürtleri’nin bu işbirlikçiliği ulusal hareket olmanın doğasına uygundur. Ve ulusal hareketin unsurları açısından savulabilir bir durumdur. Ama bu durum komünistler açısından kabul edilir bir durum değildir ve hiçbir koşulda savunulamaz. Ve mutlaka teşhir edilmelidir.
35
Komünist Zemin Komünistlerin yapması gereken; Kürt ulusal hareketi meşru bir hareket olduğu gerçeğini hiçbir koşulda gözden kaçırmamak kaydıyla, emperyalizm ile girmiş olduğu kader ortaklığına karşı tavizsiz bir mücadele yürütmek olmalıdır. Yine aynı şekilde, Kürtlerin esaretine yol açan Arap milliyetçiliği teşhir edilmelidir. Gerek Kürt ezilenlerinin Arap ezilenleri ile eşit ve dostane bir ilişki kurabilmesi gerekse de Kürt özgürlük hareketinin meşru zeminini koruyabilmesi ve göreceli devrimci durumunu sürdürebilmesi ancak bu yolla mümkündür. Bunun da ötesinde, Komünist siyasetin gereği budur. Emperyalizmin Irak’a Yönelik Topyekün Saldırısı Karşısında Devrimci Tavrın Ne Olması Gerektiği Üzerine Emperyalizmin 1991 yılında Irak’a, daha sonra Sırbistan’a, kısa bir süre önce ise Afganistan’a yönelik askeri saldırılarında olduğu gibi, bugün Irak’a yönelik topyekün saldırısı karşısında da devrimci tavır: saldırıya uğrayan ülkelerde ki rejimlere ve önderliklere bakmaksızın bu ülkelerin ezilenleri ile omuz omuza olmaktır. Çünkü söz konusu olan emperyalist güçlerin bir ülkeye top yekün saldırısıdır. Eğer söz konusu olan iki ülkenin karşılıklı saldırısı olmuş olsaydı, devrimci tavır hiç kuşku yok ki her iki cephede de devrimci bozgunculuk olacaktı. Ama söz konusu olan iki ülkenin karşılıklı saldırısı değildir. Dolayısı ile de bu durum karşısında devrimci tavır: Emperyalist cephede bozgunculuk, Irak’ta ise, emperyalizmin askeri saldırısı karşısında, Saddam’a ve İmam’a rağmen Iraklı ezilenler ile birlikte anti emperyalist karşı koyuşu örgütlemek olmalıdır. Tabii ki devrimci tavır bununla yetinmek olamaz; Devrimci tavır, aynı zamanda, Iraklı ezilenlerin Saddam’a ve İmam’a bağlılıklarına
36
rağmen; bu güçlerin de bir parçası olduğu Irak egemen güçlerine karşı da devrimci sınıf mücadelesini örgütlemektir. Yani, hem Iraklı ezilenlerin emperyalizmin saldırısı karşında kendi yaşama haklarını savunma mücadelesinde onların yanında yer almak, hem de bu mücadeleyi sermayenin temsilcileri olan yerli güçlere karşı bir mücadeleye dönüştürmek yönünde bir irade ortaya koymaktır. Kapitalizme Rağmen Barış Mümkündür Diyen Barış Bezirganlarına Dair Çeşitli kesimlerden önemli bir çoğunluk, kapitalizme rağmen barışın mümkün olabileceği düşüncesine sahiptir. Ve bu çoğunluk, düşüncesini, Batı Avrupa’da attac, diğer coğrafyalarda ise farklı ad ve kılıklarda ortaya çıkan hareketlerin ve ne anlama geldiği belli olmayan, ama adına “sivil toplum örgütleri” denilen örgütlerin sponsorluğunda eyleme dönüştürmektedir.
Bu topluluğun ortak sözü ise: “Savaşa Hayır!” dır. Bu sözün özüne gelecek olursak: sözü, “Savaşa Hayır!” olan Barış Bezirganları’nın öz itibari ile karşı çıktığı savaş değil, onun biçimidir. İstenen şudur: kapitalizm tank, top, füze ile değil, aç bırakarak, ambargo uygulayarak öldürsün. Bu durumun başka açıklaması yoktur.
Komünist Zemin Yoktur çünkü, savaş yalnızca tankla, tüfekle yapılmaz. Ve ölmesini “istemedikleri” o masum insanlar yalnızca silah ile öldürülmüyor. Bunun en bariz örneği yine Irak’tır. 1991 saldırısında öldürülen Iraklılar’ın sayısı 200 000 civarındayken, o gün itibari ile uygulanan ambargo aracılığı ile öldürülen Iraklı’ların sayısı yaklaşık 1,5 milyondur. Irak’a yönelik, ambargo adı altında 12 yıl boyunca yürütülen saldırıyı bir normalite olarak gören ve sessizliği ile bu durumu onaylayan bu güruh, birden “Savaşa Hayır!” diye sesini yükseltir olmuştur. Yani, Iraklı yoksulların, sessiz sedasız, tıpkı 12 yıl boyunca yapıldığı gibi katledilmeleri için sesini yükseltmiştir. Bunun başka açıklaması yoktur. Dolayısı ile de yeryüzüne Barış’ın gelebilmesi için nasıl ki varlığı savaş nedeni olan kapitalizmin imhası bir zorunluluk ise; aynı şekilde, kapitalizme rağmen barış mümkündür diyen, gerek sözleri, gerekse de eylemleri ile kapitalizme yeni refleksler kazandıran Barış Bezirganları’nın sözlerinin, yüzlerinin, özlerinin ve eylemlerinin teşhiri de bir zorunluluktur. Bir Kez Daha Savaş – Barış Ve Devrimci Tavır Üzerine Devrimci tarih anlayışı derki, “tarih sınıf savaşları tarihidir!” Bundan dolayıdır ki, devrimcilerin gerek anlayışları gerekse de eylemleri bu gerçekliğe dayanmak zorundadır. Ama gelin görünki egemenlerin değer yargıları, devrimci hareketin çok önemli bir bölümünün de değer yargısı olmuş durumdadır. Tıpkı egemenler gibi “Devrimci Çevrelerinde savaş derken kastettikleri şey; silahın kullanıldığı durumlardır. Bunun içindir ki, emperyalistler Irak’ı bombalamak istediklerinde Devrimci Çevreler “Savaşa Hayır!” Talebi ile sokağa çıkıyorlar. Neden? Çünkü, “Devrimci Çevreler”inde savaştan anladıkları silahlı, bombalı saldırıdır. Eğer insanlar bomba ve silahla değil de,
ambargo sonucu kitlesel olarak ölüme mahkum ediliyorsa, bunun adı “barış oluyor.” Bu da demek oluyor ki, ‘kapitalizmin egemenliği altında barış mümkündür.’ Bu anlayış devrimci tarih anlayışının reddidir. Ve bu anlayış devrimci olamaz. Kapitalizmin varlığı, başlı başına bir savaş nedenidir. Dolayısıylada bu durum karşısında tek devrimci duruş; karşı savaşı örgütlemektir. Yani emperyalist savaşları devrimci sınıf savaşına dönüştürmektir. Eğer güçler dengesi buna uygun değilse, bu durumda yapılması gereken; devrimci bozgunculuk olmalıdır. Kapitalizmin egemenliği altında barışı savunmak, hem savaşın başka araçlarla, yani bu zamana kadar ki haliyle sürdürülmesini onaylamaktır, hem de kapitalizmin barış adı altında sürdürdüğü sürekli savaşı meşrulaştırmaktır. Yani bomba ile değil, aç bırakarak, ambargo uygulayarak öldürün demektir. Bu tür bir yaklaşımın devrimci olabilmesi mümkün değildir. Devrimci tavır, kapitalizmin hükümdarlığı altında barışın olamayacağını ilan etmektir. Devrimci tavır, yüryüzüne barışın gelebilmesinin kapitalizmin dünya çapında imha edilmesine endekslenmiş olduğunu ilan etmektir. Devrimci tavır, varlığı başlı başlına savaş nedeni olan kapitalizmi dünya çapında imha etme yönünde hareket etmektir. Bu yapılmadığı taktirde, yeryüzünü savaşın yüzü yapan kapitalizm savaşlarla varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu yapılmadığı taktirde, kapitalizmin barış sever çocuklarının oluşturduğu Attac benzeri hareketler, kitleleri kapitalizmin egemenliği altında barışın mümkün olabileceği yalanına inandırmaya devam edeceklerdir. Bu yapılmadığı taktirde, yeryüzünün yoksulları adeta kaderleri olan, savaştan, göçten, açlıktan, adaletsizlikten ve katledilmekten kurtulamayacaklardır. Ve bunun vebali komünistlerindir.
37
Komünist Zemin
Komünistler Birliği’nden Iv. Enternasyonal’e Devrimci Örgüt’ün Kısa Hikayesi Dipnot Yerine: Marxizm’de örgüt sorunu Marx’tan günümüze hep gündemde olmuş; bir çok ayrışma ve birlik bu mesele üzerinden gerçekleşmiş; sonuçta her defasında tekrar başa dönülerek bu mesele yeniden masaya yatırılmıştır. Marxizm’de örgüt sorunu Marxizmin kendi tarihi içinde en çok tartışılan meselelerin başında gelmiştir. Her dönem olduğu gibi bugün de devrimci örgüt meselesi tartışmaların merkezinideki yerini koruyor. Esasen Marxizm’de örgüt sorunu özellikle Komintern’in ilk dört kongresinde çözülmüştür. Ama Komintern’in Stalinist klik tarafından fiilen ele geçirilmesinden sonra, Marxizm’in her alanında olduğu gibi bu alanında da kökten bir tahrifat yapılmış; sonraki kuşaklar bu tahrifatın etkisi ile yetişmiş ve nihayetinde başlangıç noktasına yani II. Enternasyonal’in ideolojik, teorik, politik ve örgütsel egemenlik dönemine geri dönülmüştür. Dahada kötüsü bugün durulan yerin, III. Enternasyonal’in ilk dört kongresinin dayandığı zeminin devamı olarak sunulmasıdır. Her ne kadar kimileri devrimci örgüt sorununun hallolduğunu ve 150 yıllık tarihin kendilerinde cisimleştiğini söyleyerek; herkesi kendi örgütlerinde yer almaya çağırsalar da; durum böyle değildir. Aksine, Marxizm bu konudaki krizi ikinci emperyalist savaş ile birlikte çöken II. Enternasyonal’in yol açtığı çöküntü dönemine kıyasla daha umutsuzdur. Çünkü, o dönem hiç olmazsa II.Enternasyonal’in yarattığı tahribatı göğüsleme cesaretini gösteren ve bir adım öne çıkabilen bir Bolşevik Parti vardı. O halde ne yapmalı ya da nereden başlamalı?
38
Başlangıç noktası hiç kuşkusuz ki, Komünistler Birliğin’den IV. Enternasyonal’e uzanan zorlu yolculuğun devrimci bir muhasebesini yapmak olmalıdır. Eğer bu yapılmayıp ta, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada, “Marx devrimci örgüt teorisini tamamlayamadı, çünkü ömrü vefa etmedi.” Ya da, “onun döneminde devrimci bir öncü örgüte ihtiyaç yoktu.” Ya da “Marx’ın bu konudaki devrimci mirasını hain II. Enternasyonal önderliği tahrif etti.” Ya da “Marx’ın tamamlayamadığı devrimci örgüt anlayışını Lenin tamamladı; Lenin’den de filanca şahıs bayrağı devraldı” türünden açıklamalar ile yetinerek; günü kurtarmaya çalışmak; bugünkü döngüyü devam ettirmekte ısrar etmektir. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada bu kısır döngüden çıkar sağlayanlar; dolayısı ile de bu kısır döngüyü devam ettirmek isteyenler olacaktır. Onların işi budur. Dahası onların geleceği buna bağlıdır. Ama bu, Bolşevizm’de cisimleşen komünist geleneğin arkasında duran ve onu aşma iddiasında olan komünistlerin işi olamaz. Komünistlerin yapması gereken, gerek bu kısır döngüyü gerekse de bu kısır döngüden rant sağlayan anlayışları mahkum etmek olmak zorundadır. Komünistlerin, bu mücadelenin galibi olabilmeleri ise, 150 yıllık uzun yolculuğun devrimci anlamda bir muhasebesini yapmak; devrimci ve devrimci olmayan kırılma noktalarını açıklıkla ortaya koymak ile mümkündür. Gerek komünizmin geleceği, gerekse de komünist bir dünya kurma mücadelesinin olmazsa olmazı olan devrimci bir dünya partisi inşa edebilmek ancak 150 yıllık yürüyüşün devrimci bir
Komünist Zemin muhasebesinin mümkündür. 1848-50: Anlayışında Devrim
yapılması
ile
Marx’ın Örgüt Tamamlanmamış
1848-50 arası Marx gerek anlayışı, gerekse de pratiği itibari ile bağımsız ve homojen devrimci bir örgüt fikrine ilk ve son kez yakınlaşmıştır. Marx, Komünist Manifesto’da komünistlerin ayrı örgütlenmesine karşı çıkar bir davranış içinde olsa da, gerek Komünistler Birliği gibi dar, gizli ve öncü bir örgütte yer alması ile; gerekse de 1849’da, yani Alman devriminin çöküşe geçtiği günlerde sarfettiği şu sözler ile adeta kendi devrimini gerçekleştiriyordu: “Yeniden örgütlenme ancak özel bir görevli tarafından gerçekleştirilebilir ve Merkez Komite özel görevlinin özellikle şu sırada harekete geçirilmesinin olağanüstü önemli olduğunu düşünmektedir. Şu sırada yeni bir devrim yaklaşıyor; bu nedenle işçiler partisi, 1848’de olduğu gibi burjuvazi tarafından kullanılmak ve yedeklenmek istemiyorsa en örgütlü, en birleşik ve en bağımsız tarzda hareket 1 etmelidir.”
Yine aynı Marx, 1849 Alman devriminin çöküşü ile birlikte, “çok sayıda heterojen unsuru barındıran geniş örgütlenmelerden ise, homojen ve dar bir işçi örgütlenmesinin amaca daha uygun olacağı”nı dile getirmiş; 1849 güzünde Komünistler Birliği Merkez Komitesi’ni yeniden toparlamış ve onu Almanya’da gizli bir parti olarak yeniden örgütlemeye girişmiştir. Ne var ki, Marx’ın öngördüğü devrim gelmeyince ve koşullar tersi yönde gelişince; Marx’ın tutumu da değişti. Geri çekilme yılları ile birlikte Marx’ta geri çekildi. 1848-50 arası bile Marx’ın söylediklerinde bir bütünlük yoktur. Bazen, dar, homojen bir öncü örgüte vurgu yaparken; hemen ardından, yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, sınıfın en birleşik partisini savunmaktadır. Söylediklerinde bir bütünlük yoktur ama buna rağmen 1849-50 arası söyledikleri ve tutumu Marx’ın kendi kişisel macerası boyunca en ileri noktayı temsil eder. Bu tarih itibari ile Marx yalnızca homojen ve dar işçi örgütü perspektifinden değil, aynı zamanda aktif politikadan da ayrılarak kendini teorik çalışmalarına adadı. Marx’ın gönüllü olarak aktif politikadan geri çekilmesi 26 Eylül 1864 yılında toplanan Uluslararası İşçi Birliği’nin kuruluş kongresine davet edilmesi ile son buldu. Aslında Marx’ın kısa bir süre için de olsa bağımsız öncü örgüt anlayışına gelmiş olmasının nedeni, onun bu öncü örgüt anlayışına sahip olması değildi. O, 1848’de bu düşünceye geldiğinde, Alman devriminin yeniden yükselişe geçeceği varsayımından hareketle, “gelişecek devrimi ileriye itmek ancak bağımsız homojen bir örgüt ile mümkün olabilir” düşüncesinden hareketle bağımsız, homojen bir örgüt fikrini benimsemişti.
39
Komünist Zemin Dolayısı ile de, Marx’ın öngördüğü gibi, Alman devrimi gelişmeyip geri çekilince; Marx’ta değişen koşullar ile birlikte o günkü koşullara göre önerdiği örgütten vaz geçti. Yani, koşulların doğurduğunu, yine koşullar öldürdü. Marx’ın örgüt meselesine ilişkin anlayışı esasen 1848’de Komünist Manifesto’da ortaya koyduğu anlayıştır. Ve Marx ömrünün sonuna kadar Komünist Manifesto’daki anlayışından kopmak yerine, bu anlayışına vurgu yapmaya devam etti. Marx’ın örgüt meselesindeki evrimci tutumuna temel teşkil eden “işçi sınıfının politik bilince mücadele içerisinde kendiliğinden ulaşacağı” anlayışıdır. Marx politik bilincin esas olarak ekonomik koşullarının iyileştirilmesi için mücadele eden işçilerde kendiliğinden oluşacağını savunuyordu. Marx 1869’da bir Alman sendikacılar heyeti ile konuşurken şöyle diyordu: “Sendikalar sosyalizmin okullarıdır. İşçiler sendikalardan kendilerini eğitirler ve sosyalist olurlar, çünkü sermaye ile mücadele gözlerinin önünde ve her gün cereyan ediyor... Hangi partiye mensup olularsa olsunlar işçilerin oluşturduğu büyük kitle maddi koşullarının iyileştirilmesi gerektiğini sonunda anlamıştır. Fakat maddi durumu bir kez iyileşince işçi kendisini çocuklarının eğitimine adar; karısı ve çocukları fabrikaya gitme ihtiyacı duymazlar; bizzat kendisi daha fazla bilinç kazanabilir, sağlığına dikkat eder ve farkına varmadan sosyalist olur.”2 Marx aynı anlayışını F. Bolte’a yazdığı 1871 tarihli mektubunda bir kez daha tekrarlıyordu: “İşçi sınıfının politik hareketinin nihai amacı, kuşkusuz, bu sınıfın politik iktidarı ele geçirmesidir.
40
Bu ise, doğal olarak, işçi sınıfının bir noktaya kadar geliştirilmiş ve onun ekonomik mücadelesinden doğan bir ön örgütlenmeyi gerektirir.”3 Tabii ki Marx, kimilerinin yaymaya çalıştığı gibi yalnızca bir düşünür de değildi. Marx’ı yalnızca bir düşünür olarak gösterme çabası içinde olanlara bakın Riazanov nasıl cevap veriyor: “Marx’ın örgütsel çalışmaları, araştırmacılar tarafından hemen hemen tümüyle es geçilmiştir. Marx adeta bir manastır düşünürüne dönüştürülmüştür. Kişiliğinin en ilginç yanlarından biri inkar edilmiştir. Marx’ın 1840’ların ikinci yarısında, bilinçlendirme çalışmalarının esinleyicisi ve yöneticisi olarak oynadığı önemli rolü kavramayı beceremezsek, daha sonraları 1848-1849 yıllarında ve I. Enternasyonal döneminde örgütçü olarak yerine getirdiği müthiş rolü hiç anlayamayız.”4 Engels ise Marx için örgütün ne kadar yaşamsal olduğunu Laura Marx’a yazdığı mektupta şöyle betimliyordu: “Enternasyonal’siz(I. Enternasyonal) Marx’ımızın hayatı, taşı koparılmış bir şövalye yüzüğüne benzerdi.”5 Marx’ın yalnızca bir düşünür olmadığı, aynı zamanda fiil içerisinde olduğu ve zaman zaman örgütsel çalışma içerisinde olduğu muhakkaktır. Ama bu, Marx’ın devrimci örgüt meselesini sınıf mücadelesinin içinden ihtiyaca göre, kendiliğinden ve bizzat sınıfın kendisinin bilincine vararak ortaya koyacağı bir olay olarak görmediği anlamına gelmez. Bu, Marx’ın örgüt meselesini bir program meselesi, devrimci bir programın olmazsa olmazı olarak gördüğü ve sınıf mücadelesinin iniş – çıkışlarından bağım-
Komünist Zemin sız; sınıfa rağmen bağımsız bir komünistler örgütünü savunduğu ve bu konuda iradi bir davranış içerisinde olduğu anlamına hiç mi hiç gelmez. Gerek Riazanov’un, gerekse de Engels’in, Marx’ı yalnızca bir düşünür olarak göstermek isteyenlere karşı, Marx’ın örgütsel çalışmalarına ilişkin yapmış oldukları vurgu, Marx’ı devrimci kişiliğinden soyundurarak onu zararsız bir filozofa dönüştürmek isteyenlere cevap olması bakımından anlamlıdır. Ama komünistler açısından bu aynı anlamı ifade etmez. Tabii ki Marx işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak örgütlemesi için hep bir çaba içerisinde olmuştur. Ama bundan çıkacak sonuç, işçi sınıfı ile köklü bağlara sahip olmakla beraber; O’na rağmen ve örgütsel olarak ondan tamamen bağımsız bir komünistler örgütü değildir. Marx’ın savunduğu örgüt, işçi sınıfına rağmen bir örgüt değil, ona tabi bir örgüttür. Çünkü Marx, işçi sınıfının sınıf mücadelesi boyunca kendiliğinden sosyalist anlamda siyasal bilince ulaşacağını; kurtuluşu için gerekli örgütlenmeyi gerçekleştireceğini düşünüyor. Ve bu süreçte komünistlere, işçi sınıfına yardımcı olma misyonu yüklüyor. Yani bir nevi kaderi baş aktöre bağlı figüranlık rolü veriyor. Figüranın rolü bazen baş Aktör’ün peşinden gitmekken, bazen bu rol, baş Aktör’e geçmesi gereken yolları izah eden rehberlik olabiliyor. Tam da bundan dolayıdır ki, Komünist Manifesto’nun Proleterler Ve Komünistler bölümünde Marx ve Engels komünistlerin görev ve sorumluluklarını şu şekilde izah ediyorlar: “Komünistlerin bir tüm olarak proleterler karşısındaki tavrı nedir? Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar. ....Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine
özgü sekter ilkeler ileri sürmezler. ....Komünistlerin acil hedefleri, bütün öteki proleter partilerininkiyle aynıdır: proletaryanın bir sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması, siyasal gücün proletarya tarafından ele geçirilmesi.”6 Sonuç olarak; Marx’ta sistematize edilmiş bir öncü ürgüt anlayışı yoktur. Zaman zaman öncü örgütten bahsetse bile, öncüye ve öncü örgüte yüklediği rol; nihayetinde sınıfa tabi olan bir roldür. Bunun dışında, Marx örgüt derken esasen işçi sınıfının kendisini siyasal bir parti olarak örgütlemesini anlar -ki kastettiği öncü örgüt değil işçi sınıfının kendini parti olarak örgütlemesidir- ve örgütü programın olmazsa olmaz bir unsuru olarak tasarlamak yerine, programın hayata uygulanması sürecinde kendiliğinden ortaya çıkacak bir unsur olarak kavrar. 1847’de kurulan Komünistler Birliği’nin programı olan Komünist Manifesto’da komünistlerin ayrı örgütlenmeleri teorik olarak dışlansa da; Komünistler Birliği bal gibi, komünistlerin gizli ve merkezi olarak örgütlenmiş ayrı bir örgütü olarak kuruldu. Gerek bu paradoksal duruma, gerekse de Marx’ın Komünistler Birliği’nin dağıtılmasının ardından daha geri bir noktaya savrulmuş olmasına yol açan nedeni; sistematize edilmiş öncü örgüt anlayışının olmayışıdır. Marx’ın devrimci örgüt meselesine ilişkin sistematize edilmiş bir anlayışın olmamasının bir nedeni; işçi sınıfının politik bilinç edinebilmesini doğrusal ve kendiliğindenci bir süreç olarak görmüş olmasıdır. Bir diğer neden ise; işçi sınıfını homojen bir özelliğe dolayısı ile de eşzamanlı aynı çıkarlara sahip olamayacağı gerçeğini göz ardı etmiş olmasıdır. Marx’ın göz ardı ettiği bu iki önemli nokta birileri tarafından, “o tarihlerde işçi aristokrasisi ve esasen işçi aristokrasisine daya-
41
Komünist Zemin narak yükselen reformizm bir tehdit oluşturmuyordu, dolayısı ile de bağımsız bir devrimciler örgütü fikri Marx’ın önüne acilen çözülmesi gereken bir sorun olarak çıkmadı” biçiminde açıklanabilir. Ama bu tür açıklamalar beyhude bir çabadan öteye gitmez. Eğer Marx’ın örgüt meselesindeki zafiyetinin nedeni bu olsaydı, bu tür bir açıklama kabul görebilirdi. Ama, 1852’de Komünistler Birliği’nin dağıtılmasının ardından –kaldı ki Marx Birliğin dağıtılmasından da önce Birlik’ten ayrıldı- 1864’de kurulan I. Enternasyonal’e kadarki süreçte Marx’ın örgütsüz olması; daha da kötüsü içinde bulunduğu bu durumu yüceltmesi, bu tür bir beyhude çaba içerisinde olanları doğrular nitelikte değildir. Marx’ın Engels’e yazdığı mektuplarından bir bölüm okuyalım: “İkimizin, senin ve benim birbirimizi bulduğumuz bu aleni, otantik izolasyondan çok memnunum.”7 Ve Engels cevap veriyor: “Sonunda bir kez daha nerede olursa olsun hiç bir partinin desteğine ihtiyaç duymadığımızı ve pozisyonumuzun bu tür saçmalıklardan tamamen bağımsız olduğunu gösterme fırsatına sahip olduk.”8 Bu yazışmalardan da anlaşılacağı gibi Marx için devrimci örgüt bir olmazsa olmaz değildir. Marx’a göre örgüt, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde adeta kendiliğinden şekillenen; sınıf mücadelesinin geriye çekilme dönemlerinde ise, bu geri çekilmeye bağlı olarak çözülen bir yardımcı unsurdan öte bir şey ifade etmemektedir. Komünistler Birliği’nden Komünist Enternasyonal’e Uzanan Yü-
42
rüyüşte Bir Geri Düşüşün Adı: I. Enternasyonal Marx’ın aktif politikadan gönüllü kopuşu 26 Eylül 1864 yılında toplanan Uluslararası İşçi Birliği’nin kuruluş kongresine davet edilmesi ile son bulmuş olsa da, aktif politikaya dönüş; 1848-50 arası savunduğu öncünün ayrı örgütlenmesi fikrine dönüş biçiminde olmadı. Bilakis, I. Enternasyonal döneminde Marx örgüt meselesine yaklaşımı bakımından Komünistler Birliği döneminde durduğu noktanın gerisine düştü. Zaten I. Enternasyonal’in kendisi de Komünistler Birliği’nin birikimi üzerine inşa edilmiş ve onun devamı olan bir örgüt değildi. Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) Marxizm içi kişi ya da grupların değil, Londra ve Paris’teki sendikalistlerin inisiyatifi ile örgütlenmişti. Ve bünyesinde, İtalyan milliyetçileri olan Mazzini taraftarlarını, emek ile sermayeyi uzlaştırma yanlısı Proudhoncuları, grevlere karşı çıkan Owencileri ve daha bir çok kişi ve kuruluşu barındırıyordu. Ve bu örgüt gerek ideolojik, gerek programatik, gerekse de örgütsel olarak Komünistler Birliği’nin hiç bir anlamda devamı değildi. I. Enternasyonal’in uluslararası devrimi örgütlemek gibi bir amacı olamadığı gibi; Marx ve yandaşları tarafından da örgütün misyonun bu yönde olması için bir girişimde bulunulmadı. 1864 yılında Marxizm dışı grup ve şahıslarca kurulan I. Enternasyonal, işçi sınıfının sınıf olarak örgütlenmesi ve işçiler arasında sınıf dayanışmasının gelişmesi bakımından önemli bir rol oynamış; sonraki yıllarda Bakunin’in de enternasyonale girmesi ile I. Enternasyonal’de zaten var olan hizip çatışmaları iyice şiddetlendi.
Komünist Zemin adım geriye düşüşü ifade eder. Ve komünistler için bir referans olamaz. Komünistler Birliği’nden Komünist Enternasyonal’e Uzanan Yürüyüşte Komünizmin ve İşçi Sınıfının Bütün Mevzilerinin Toptan İmhasının Adı: II. Enternasyonal Engels F. Adolf Sorge’ye 1874 tarihinde şöyle yazıyordu:
Ve nihayetinde Marx 1872 Londra konferansının ardından I. Enternasyonal’in miadını tamamladığı sonucuna vardı. Ve daha sonraki süreçte, Enternasyonalin komplocuların eline geçmesini engellemek ve Enternasyonalin kazanımlarını korumak kaygısına düştü. Ve nihayetinde Hague Kongresinde önce Bakuninin Enternasyonalden ihracını sağladı; daha sonra ise, Kongre’i Enternasyonali son istirahatgahı olan Amerika’ya nakletmeye ikna etti. Enternasyonal sessiz sedasız Amerika’ya nakledildi ve yine aynı şekilde Amerika’da sessizce hayata gözlerini kapadı. I. Enternasyonal her ne kadar da sanayi toplumlarında ki işçi sınıfının örgütlü ileri çıkışı ve Marxizm’in geniş işçi kitleler ile tanışması bakımından ileri bir adımı ifade etmiş olsa da; ilkeler bütünlüğüne, uluslararası bir devrim programına ve bu programı hayata geçirecek homojen bir örgüt anlayışına sahip olmayışı dolayısı ile örgütlü komünizm hareket açısından bir geriye düşüşü ifade etmektedir. Bu anlamı ile de I. Enternasyonal Komünistler Birliği’nden Komünist Enternasyonal’e uzanan yolda bir
“... Senin de istifandan sonra eski Enternasyonal (I. Enternasyonal) büsbütün dökülüp büküldü ve sona erdi. Ve iyi oldu. ... Enternasyonal on yıl boyunca Avrupa tarihinin bir tarafına –ki gecelek bu taraftadır- egemen olmuştur ve geriye dönüp yaptığı işlere övünçle bakabilir. Ama eski biçimiyle yararlı ömrünü doldurmuştur. Eski tarzda, tüm ülkelerdeki tüm proleter partilerin ittifakı biçiminde yeni bir Enternasyonal ortaya çıkabilmesi için, 1848-64 arasında olduğu gibi emek hareketinin genel bir baskı altında olması gerekir. ... İnanıyorum ki gelecek Enternasyonal –Marx’ın yazıları bir süre etkisini gösterdikten sonra- doğrudan komünist olacak ve bizim ilkelerimizi özdenlikle ilan edecektir.”9 Engels bu satırları yazdıktan 15 yıl sonra, tam da öngördüğü gibi, sınıf mücadelesinde ki yükselişe paralel olarak ve tüm ülkelerde olmasa da daha ziyade Batılı ülkelerde işçi sınıfı içinde ciddi bir güce sahip partilerin ittifakı biçiminde yeni bir Enternasyonal yani II. Enternasyonal kuruldu. Ama kurulan Enternasyonal komünist değildi. II. Enternasyonal’in örgütsel olarak doğuşu, defalarca Marx’ın ve yine aynı şekilde Engels’in 1874 tarihinde Sorge’ye yazdığı mektupta dile getirdiği gibi oldu.
43
Komünist Zemin II. Enternasyonal’i değerlendirirken onu, tek başına Marx’ın kurucusu olduğu anlayışın devamı, ya da Marx’ın anlayışından kopuş olarak değerlendirmek yeterli olmaz. Eğer II. Enternasyonal’in ideolojik, teorik ve politik bakımdan bir değerlendirmesini yapacak olsaydık; hiç şüphesiz ki, II. Enternasyonal’in adım adım Marxizmi tahrif ettiğini ve nihayetinde de onu tasfiyeye yöneldiğini; dolayısı ile de Marxizm’de devrimci bir devamlılığı değil, karşı devrimci bir kırılmayı ifade ettiğini söylerdik. Ama söz konusu örgüt anlayışı olduğunda ne yazık ki aynı şeyi söylemek mümkün değil. II. Enternasyonal I. Enternasyonal’in devrimci bir eleştirisini yaparak ve onu aşarak değil, onun federatif yapısını devralarak; üstelikte Marx ve Engels’in öngördükleri gibi, sınıf mücadelesindeki yükselişe bağlı olarak ve bizzat sınıfa dayanarak doğmuştur. Gerek II. Enternasyonal’i oluşturan örgütlerin önemli bir kısmı, gerekse de II. Enternasyonal’in kendisi, doğuşu itibari ile tam da Marx ve Engels’in öngörülerini doğrular biçimde gerçekleşmiştir. II. Enternasyonal’in doğuşu I. Enternasyonal’in doğuşu gibi oldu. Ve aynı şekilde II. Enternasyonal I. Enternasyonal’in federatif yapısını miras olarak devraldı. II. Enternasyonal de tıpkı I. Enternasyonal gibi federatif bir yapıya sahipti ve her ikisininde de Enternasyonal bir örgütlenmeden anlaşılan merkezi bir dünya partisi değildi. Zira, Marx’ın anlayışına göre de “Enternasyonal, farklı ülkelerdeki işçi örgütleri ve partilerin geniş bir federasyonundan başka bir şey değil”di ve “her seksiyon kendi teorik programını oluşturmakta serbest olmalı” idi. Bu zeminden bakıldığında, II. Enternasyonal’in nerelerden beslendiğini ya da Marxizm’deki hangi boşluktan yararlanarak ve neyi istismar ederek kendini Marxizm’in papalığı ilan ede
44
bildiğini; yine aynı şekilde, II. Enternasyonal deyince ilk akla gelen parti olan SPD’nin nasıl evrensel bir örgüt modeli haline geldiğini anlamak zor olmasa gerek. Marx ve Engels’in, II. Enternasyonal’in kuruluşuna öncülük etmiş, kurulduktan sonra ise onun hem en büyük parçası, hem de beyni olarak işlev görmüş SPD’den “partimiz” diye söz etmeleri; SPD’nin anlayışını ve politikalarını şiddetle eleştirmelerine rağmen, onunla sürekli olarak dayanışma içerisinde olmaları; onu kutsamaları sayesindedir ki, önce SPD daha sonraları ise onun liderliğindeki II. Enternasyonal evrensel parti modeli haline gelebildi.
Marx her ne kadarda II. Enternasyonal’in kuruluşunu göremeden yaşama veda ettiyse de, en azından II. Enternasyonal’in yerel düzeydeki sureti olan SPD’nin yükselişini ve onun yükseldiği zemini yakından gözlemleyebilmişti. Tabii ki Marx SPD’nin programatik yönelişini ve politikalarını acımasızca eleştirmekten bir an olsun geri durmadı. Örneğin 1879’da Marx ve Engels parti liderlerine gönderdikleri mektupta, parti içinde sınıf mücadelesini reddeden, “işçiler ken-
Komünist Zemini dilerini kurtaramayacak kadar eğitimsizdirler ve insan sever burjuvazinin ve küçük burjuvazinin yukardan faaliyeti ile kurtarılmalıdırlar”10 türünden görüşlere şiddetle karşı çıktılar; ama ne onun enternasyonalizm anlayışı ile ne de bundan bağımsız düşünülemeyecek olan örgüt anlayışı ile hiç bir biçimde bir sıkıntı yaşamadılar; bundan dolayıdırki de SPD’den hep “partimiz’ diye söz ettiler. Eğer dikkat edilecek olursa Marx ve Engels’in SPD ile ilişkide bırakmış oldukları ayak izlerini Rosa Luxemburg’un devraldığı ve katledilmesinden kısa bir süre öncesine kadar da ısrarlı bir şekilde bu izleri sürdüğü görülecektir.
Evet, gerek Marx gerekse de Engels “biricik” partilerinin ve bu partinin önderliğindeki II. Enternasyonal’in dünya işçi sınıfı açısından nasıl bir sona yol açtığını ve burjuvazi ile el ele verip işçi sınıfının tarihte yakalamış olduğu en önemli devrimci fırsatı nasıl boğduğunu göremeden öldüler. İyi ki de öldüler. Bu bakımdan ardılları olan komünistlere nazaran daha şanslı sayılırlar.
Aksi taktirde kendi katillerini kendi elleriyle büyüttüklerini görmek zorunda kalacaklardı. Lenin, III. Enternasyonal Marxizm’in Yeniden Doğuşu
Ve
Gramsci Marxizmi “bir eylem felsefesi” olarak tanımlıyor. Bunun anlamı ise şudur: Marxizm doğası gereği kaderciliğin düşmanıdır. Nedir ki 184850 arası savunduğu öncü örgüt fikrini bu genellemenin dışında tutacak olursak; Marx’ın yaşamı boyunca örgüt meselesinde kaderci bir yaklaşıma sahip olduğunu görürüz. Marx’a göre, önemli olan askerleri aynı cepheye toplamaktı; gerisi kendiliğinden gelirdi. Öylede oldu. Marx’ın dediği gibi gerisi kendiliğinden geldi, ama bu son Marx’ın öngördüğü gibi olmadı. Burjuvazinin silahları patladığında işçi sınıfının ne patlatacak silahı vardı; ne profesyonelleşmiş öncü müfrezeleri; ne de savaşı yönetecek bir komuta kademeleri. Var sayılan komutanlar ise (II. Enternasyonal Önderliği) çoktan karşı devrimin karargahına sığınmışlardı. Marx’ın kaderciliğinin yarattığı boşluktan yararlanarak kendini örgütsel olarak var eden II. Enternasyonal, Marx’ta var olan bu alandaki kaderciliği sistematize ederek bu bağlamda da Marxizm’in kıblesi oldu. Ve bu gücünden yararlanarak, gerek Marxizm’in, gerekse de işçi sınıfının bütün bir devrimci mirasının özerine oturarak onu tam bir mirasyedi mantığ ile istediği gibi harcamaya başladı. Ve nihayetinde, İşçi sınıfının kendi tarihindeki en devrimci sınavını verdiği bir dönemde onun önündeki en büyük engel oldu. Marxizm’de devrimci örgüt sorunu ilk kez Ne Yapmalı’da Lenin tarafından ortaya konulur.
45
Komünist Zemin Aslında Ne Yapmalı bu anlamda bir miladı, devrimci bir kopuşu ifade eder ama bunun devrimci bir kopuşu ifade ettiği Lenin tarafından bile kavranamaz; bundan dolayıdır ki Lenin Ne Yapmalı’da ortaya koyduğu sorunu mantıki sonuçlarına vardıramaz. Lenin’in Ne yapmalı’da yol açtığı devrimci kopuşun ne anlama geldiğini kavraması için II. Enternasyonal’in toptan ihanetini beklemek gerekecekti. Lenin, Ne Yapmalı’da gerek Marx’da egemen olan örgüt meselesi ile, gerekse de II. Enternasyonal’in örgüt anlayışı ile hesaplaşmaz. Daha ziyade Rusya’ya ilişkin bir önermede bulunur ve bu önermesinin evrensel olmadığını, daha ziyade Rusya için geçerli olduğunu, “kendi durumlarının bir istisna olduğunu” ve asıl evrensel modelin SPD olduğunu belirtir. Ve Lenin bu anlayışını II. Enternasyonal açıktan burjuvazinin cephesine geçinceye dek sürdürür.
Ne zaman ki II. Enternasyonal çöker, işte bu tarih itibari ile Lenin’de bu anlayışından koparak, daha önce Ne Yapmalı’da yerel bir olay olarak ele
46
aldığı sorunu bu kez evrensel bir mesele olarak ele alır. Bu tarih komünistler açısından bir milat olmanın ötesinde, hem Marxizmin devrimci anlamda yeniden doğuşunu ifade eder; hem de Marx ile başlayan, II. Enternasyonal sürecinde adeta Marxizmin resmi görüşü durumuna gelen egemen örgüt anlayışından da kökten bir kopuşu ifade eder. Tabii ki Lenin’in II. Enternasyonal’den kopuşunu yalnızca örgüt anlayışına indirgemek yanlıştır. Bu ne kadar yanlış ise, aynı şekilde Lenin’in savaş öncesi Lenin’den kopuşunu da örgüt meselesine indirgemek ve Lenin’i bu yanı ile öne çıkarmak ta o ölçüde yanlıştır. Çünkü Lenin’in gerek kendinden gerekse de II. Enternasyonal geleneğinden kopuşu esasen teorik, politik ve programatiktir. Ancak bu bir an da olup biten bir kopuş da değildir. Bu kopuş I. Emperyalist savaş ile fiilen başlamış, savaş süresince biçimlenmiş, ekim devriminin devrimci ateşinde tavlanmış ve III. Enternasyonal’in kuruluş kongresinde şekillenmiştir. Bu süreçte Lenin, aynı zamanda II. Enternasyonal’in devrim anlayışı olan aşamalı devrim anlayışından koparak devrimin sürekliliği anlayışına ulaşmıştır. Bu süreçte, II. Enternasyonal’in –ki bu aynı zamanda Marx’ında I. Enternasyonal döneminde dile getirdiği anlayıştı- “her ulusal seksiyon kendi teorik programını oluşturmakta serbesttir” biçimindeki anlayışından koparak; tek bir dünya devrimi programı anlayışına ulaştı. Bu süreçte, gerek II. Enternasyonal’in “enternasyonal, ulusal partilerin federasyonudur” biçimindeki anlayışından –ki bu aynı zamanda Marx’ın I. Enternasyonal döneminde ifade ettiği bir anlayıştır-, gerekse de “Enternasyonal farklı ülkelerdeki işçi örgütleri ve
Komünist Zemin partilerinin geniş bir federasyonundan başka bir şey değildir” anlayışından koparak; enternasyonal, dünya devrimine bir merkezden komuta eden; demokratik merkeziyetçi esasta örgütlenmiş merkezi bir Dünya Partisi’dir anlayışına ulaştı. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ama biz bu yazı kapsamında bu kadarı ile yetinmek istiyoruz. Özce söylemek istediğimiz ise şudur: Lenin’in Ne Yapmalı’da yol açtığı kırılmanın anlamı Lenin tarafındanda ancak II. Enternasyonal’in savaş karşısındaki çöküşünden sonra anlaşılmış, bilince çkarılmış ve ancak bundan sonra devrimci bir silaha dönüştürülebilmiştir. Bu anlamı ile de Lenin, savaş öncesi Lenin’den, II. Enternasyonal geleneğinden ve aynı zamanda da bir çok bakımdan Marx’tan köklü devrimci bir kopuşu ifade eder. Bu devrimci kırılma aynı zamanda marxizmin devrimci anlamda yeniden doğuşunu ifade eder. Evet, Marxizm devrimci anlamda gerçek doğuşunu gerçekleştirmişti; III. Enternasyonal işte bu doğuşu ifade ediyordu. Komünist Enternasyonal doğdu, çoğaldı ve kısa sürede koca bir orduya dönüştü. Ama gerek yeryüzünün efendilerinin saldırıları, gerekse de kendi içinden çıkan bir kısım güçlerin darbelerine fazla dayanamadı ve dünya devriminin devrimci ordusu esir düştü.
Termopilai geçidini tutarak önce silahları ile, silahları parçalanıp tükendiğinde ise “elleri ve dişleriyle” savaşan üç yüz Ispartalı savaşçı örneğinde olduğu gibi; karşı devrimin Komünist Enternasyonal’i istilasını önlemeye çalıştılar. Ama ne III. Enternasyonal’in fiziki olarak istilasını, ne de bu devrimci silahın bizzat dünya devrimine karşı kullanılmasını önleyebildi. Bunun nedenlerine burada girmeyeceğiz. Ama şu kadarını belirtmeliyiz ki, nedenleri ne olursa olsun Troçki bir yığın teorik, politik, stratejik ve taktik hata yapmış olmamış olsaydı; kuvvetli bir ihtimaldir ki Komintern’in esaretinin, yağlanmasının ve bilahare dünya devrimine karşı silah olarak kullanılmasının önüne geçilebilirdi. Ama olmadı. Komintern’in artık karşı devrimci bir silaha dönüştürüldüğünü kavrayıp; Lenin’in II. Enternasyonal’in çöküşü karşısında yeni bir enternasyonal çağrısını bu kez Troçki Stalin’in kontrolündeki III. Enternasyonal karşısında yaptı; ama geç kalınmıştı. Lenin hareket etmek için doğru bir zamanı seçti ve kazanmıştı. Troçki ise, hareket etmek için doğru zamanı seçemedi ve fiziki olarak yenildi. Ve onun şahsında Bolşevizm’de yenildi.
Troçki: Ya Da Komünist Enternasyonal’in Küllerinden Yeni Bir Enternasyonal Yaratma Girişimi Olarak, IV. Enternasyonal Evet, Komünist Enternasyonal karşı devimin eline esir düştü ve yağmalandı. Bu savaşta teslim olmayan Troçki ve beraberindeki az sayıda yoldaşı, tıpkı M.ö. 480 yılında iki milyon askerden oluşan Pers İmparatorluk ordularının istilasını önlemek için,
10
Komünist Zemin Troçki öldürüldükten sonra onun temsil ettiği Bolşevik gelenek, Troçki’nin bizzat kuruluşuna önderlik ettiği IV. Enternasyonal tarafından sürdürülmek istendiyse de olmadı. IV. Enternasyonal kurulduğu tarih olan 1938 itibari ile Bolşevizm’in temel programatik perspektiflerini ve ilkelerini ısrarlı bir biçimde, hem de büyük bedeller ödeyerek savunmuş ise de; zamanla gerek örgüt anlayışı, gerek politik duruşu, gerekse de pratiği ile Bolşevizm’in devrimci yürüyüşünü devam ettirememiş ve zamanla, tıpkı diğer sol akımlar gibi fiilen sosyal demokrasinin sol kanadı gibi işlev görür olmuştur. IV. Enternasyonal her ne kadar da Leninist anlamda bir dünya partisi inşa etmek ve Komintern’in ilk IV Kongre’sinde cisimleşen komünist geleneği devam ettirmek iddiası ile ilan edilmiş olsa da; bu iddianın ve bu iddiadan kaynaklanan sorumluluğun arkasında duramamıştır. IV Enternasyonal’den türemiş ve bugün gerek III. Enternasyonal’in ilk dört kongresine, gerekse de bu dört kongrenin temel perspektif ve ilkelerine dayanarak ilan edilen IV. Enternasyonal’in kuruluş amaç ve ilkelerine bağlı olduğunu iddia eden onlarca örgütten hiç biri, gerçekte
Komintern’in ilk IV Kongre’sinde ilan edilen amaç ve ilkelerine bağlı olmadıkları gibi; bu amaç ve ilkelere layıkta değildirler. Evet, Marxizm’de devrimci örgüt sorunu ilk kez 1848’de kısa bir süre içinde olsa ilk kez Marx tarafından gündeme alınmış ama sistematize edilmemiştir. Daha da kötüsü bizzat yine Marx tarafından eli ayağı bağlanarak II. Enternasyonal’e teslim edilmiştir. Devrimci örgüt Ne Yapmalı’da Lenin tarafından bir kez daha ele alınmış ama mantıki sonuçlarına vardırılamamıştır. Ve devrimci örgüt nihayetinde II. Enternasyonal’in çöküşü itibari ile Lenin tarafından bir kez daha ele alınmış ve bu kez mantıki sonuçlarına vardırılarak 1919’da yapılan komünist Enternasyonal’in I. Kongresi’inde ilan edilmiştir. O gün itibari ile Marxizm’de örgüt sorunu teorik olarak çözülmüştür. Bununla da kalınmamış, gerek Bolşevik Parti, gerekse de Komintern ile bu işin nasıl olacağı da gösterilmiştir. Bugün Bolşevik geleneği referans olarak alan komünistlerin, komünist bir örgüt inşa edebilmeleri için ellerinin altında ihtiyaç duyacakları her şey mevcuttur. Eksik olan Bolşevik geleneğin yaratıcısı olanların sahip oldukları iradedir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1. Marx ve Engels, Selected Works, c. I, op. cit., s., 106107 2. Alıntı, D. McLellan, op. Cit., s. 175.76. 3. Marx’tan Bolte’a, 23 Kasım 1871, Marx ve Engels, selected Correspondence, op. cit., s. 270.71. 4. D. Riazanov, K. Marx/F. Engels Hayat ve Eserlerine Giriş, Belge Yayınları, İstanbul, 1978,s.71. 5. Le Parti de Classe-Marx/Engels, R. Dangeville derlemesi, Maspero, Paris, c. II, s. 141.
6. K. Marx/F. Engels, Komünist Manifesto, s. 34-35, Sol Yayınları
48
7. Marx’tan Engels’e, 11 Şubat 1851, alıntı, Bertram D. Wolfe, Marxism: 100 Years in the Life of a Doctrine, Londr1967, s.196. 8. Engels’ten Marx’a, 13 Şubat 1851, alıntı, ibid., s. 196. 9. Seçme yazışmalar, c. 2, s. 77-78, Sol Yayınları 10. Marx ve Engels’ten, Bebel, Liebknecht, Bracke ve diğerlerine, 17-18 Eylül 1879, Marx/Engels, Selected Correpondence, op. s. 321.
Komünist Zemin
Bir Başka Ekim: Boğazlanan 1918 Alman Devrimi Günümüzden 86 yıl önce Almanya devrim dalgası ile sarsıldı. Bu devrimci dalga her ne kadar da tarihe Alman Devrimi olarak ya da spartakist ayaklanma olarak geçse de, esasen dünya devriminin kaderini, dolayısı ile de burjuvazinin kaderini belirleyebilecek bir öneme ve karaktere sahipti.
Bundan dolayıdır ki, Lenin ocak 1918’de “ Almanya’da devrim olmazsa, bizim de idam fermanımız imzalanmış olur” diyordu. Ama beklenen olmadı ve Alman Devrimi yenildi. Yenilen yalnızca Alman devrimi değil, dünya devrimi idi. Ve kazanan yalnızca Alman burjuvazisi değil, uluslararası burjuvazi idi. Özcesi, Almanya’daki muharebe gerek uluslararası burjuvazi açısından gerekse de uluslararası proletarya açısından kader muharebesi idi. Kazanan ne yazık ki uluslararası burjuvazi oldu. Ama savaş devam ediyor. Ve tarihteki yenilgiyi yengiye dönüştürmek ancak geçmişten devrimci anlamda ders çıkartmak ile mümkündür.
Ama ders çıkartmaktan kastettiğimiz, Sosyal Demokrasi`nin ihanetini ortaya koymak ve faturayı ona çıkartarak işin içinden çıkmak değildir. Çünkü sosyal demokrasi özüne uygun davranmıştır ve bu, bizzat Spartakist önderler tarafından beklenen bir durumdu. Dolayısı ile de devrimci hareketin ders çıkarması ve aşması gereken sosyal demokrasinin anlayışı ve pratiği değil, bizzat Spartakistler’in anlayışları ve pratikleridir. Birileri şu soruları yöneltebilirler: Peki, Spartakistler meseleleri ve süreci doğru kavrayıp doğru davranmış olsalardı, Alman devriminin dolayısı ile de dünya devriminin kaderi değişir miydi? Yenilginin asıl nedeni Sosyal Demokrasi’nin ihaneti ve Alman İşçi Sınıfı üzerindeki gücü değil miydi? Bu tamamen spekülatiftir; dolayısı ile de bu sorulara verilecek cevaplar da spekülatif olmanın ötesine geçmeyecektir. Ama şu kadarını söyleyebiliriz ki, Çarlık Rusyası’nda da Sosyal Devrimciler’in, Menşevikler’in ve Anarşistlerin gerek işçi sınıfı üzerinde, gerekse de yoksul köylülük üzerinde aynı derecede muazzam etkileri vardı. Ama Bolşevikler buna rağmen ve hatta bu güçlerin fiili karşı çıkışlarına rağmen muzaffer Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiler. Bunun içindir ki bugün, devrimci hareketin yapması gereken, bu tür spekülatif tartışmaları yapmak ve Sosyal Demokrasinin ihanetinin arkasına saklanmak değil, Bolşevikler’in ayaklarını bastıkları zeminden Spartakistler’in hata ve yanlışlarını kavramak ve aşmaktır. Aksi taktirde, 1918 devrimini boğazlayanlar hüküm sürmeye devam edeceklerdir.
49
Komünist Zemin
Sonun Başlangıcı, Spartakist Önderliğin Açık Topyekün Emperyalist Savaş Karşısındaki Barış Merkezli Tutumu Olmuştur Spartakist önderlik, Topyekün Emperyalist Savaş karşısında II. Enternasyonal’in şovenist, yurt savunmacı tavrına şiddetle karşı çıkmakla birlikte, Açık Topyekün Emperyalist Savaş’a karşı devrimci sınıf savaşı yerine; “savaşa karşı barış” tutumunu takınmıştır. Bu tutum, komünist bir tutum olmadığı gibi, gerek Almanya’daki devrimin yenilgisinin, gerekse de Spartakist önderlerin hazin bir biçimde katline sebep olan nedenlerin başında gelmektedir.
Eğer Spartakistler Zimmerwald konferansında azınlık tavrı olarak ortaya çıkan, Bolşevik Parti içinde bile azınlıkta kalan Lenin’in, “Emperyalist Savaşa Karşı Devrimci Savaş!” tavrını benimseyip Açık Topyekün Emperyalist Savaş’ı durdurmak için
50
değil, karşı savaşı örgütlemek yönünde hareket etmiş olsalardı ve bu yönde irade göstermiş olsalardı; Bolşevikler’in 1917’de Rusya’da başardıklarını pekala Almanya’da başarabilirlerdi. Ama olmadı! Bolşevikler, iradi olarak karşı savaşı örgütlerken, Spartakistler, iradi bir karşı savaş örgütlemek yerine, barış için mücadele ettiler; ne zaman ki yaşamın diyalektiği onlara, ya teslim olun ya da karşı durun ikilemini dayattı ve karşı devrim topyekün saldırıya geçti, Spartakistler işte o zaman barikatları kurdular. Ama geç kalınmıştı ve yenilgi kaçınılmaz olmuştu. Öyle de oldu. Nasıl ki tarih, 1915 senesinde bir azınlık tavrı olarak ortaya konulan ve lanetlenen Lenin’in tavrını haklı çıkarıp ekim devrimi ile taçlandırdıysa, aynı tarih Açık Topyekün Emperyalist Savaş karşısında barışı savunanları da mahkum etmiştir. Ama 1917 Ekiminde bizzat tarihin kesin yargısı tarafından sonuçlanmış olan savaş ve devrimci tavır meselesi, bugün yeniden hortlatılmıştır. Bu, tarihin kesin yargısının yok sayılması çabasından başka bir şey değildir. Tarih yok sayılmak istenmektedir. Bu ise, devrimci önderlerin yeniden katledilmesi demektir. Çünkü Spartakist önderler, geç de olsa, düşmanın “teslim olun ya da yok olun!” dayatmasının sonucu olarak da olsa; yanlışlarının özeleştirisini kahramanca direnerek ve başları dik ölümü göğüsleyerek vermiş oldular. Bugün onların temsil ettikleri davayı savunmak ve onların yarım bıraktıklarını tamamlayabilmek, ancak ve ancak onların iradi olarak kurmadıkları barikatı, sınıf savaşının kaçınılmazı olarak görerek, bugünden başlayarak iradi olarak kurmaktır. Yani, Bolşeviklerin Rusya’da yaptığını yapmaktır.
Komünist Zemin Spartakist Önderliğin, Devrimci Bir Partinin Yaşamsal Zorunluluğunu Zamanında Kavrayamamış Olmasının Yol Açtığı Kaçınılmaz Son "Lenin, Troçki ve arkadaşları örnek olarak dünya proletaryasına yolu ilk açanlardır; bugüne kadar «cesaret ettim» diye haykırabilmiş olanlar yalnız onlardır.” İşte Bolşeviklerin politikalarında esaslı ve kalıcı olan budur. Bu alanda onlar siyasal iktidarı alarak ve sosyalizmin gelişmesinin pratik sorununu ortaya koyarak uluslararası proletaryaya yol açmış olmanın ve tüm dünyada emek ve sermaye arasındaki çatışmayı hatırı sayılır derecede ilerletmiş olmanın yıpranmaz övgüsüne sahiptirler. Rusya’da sorun yalnızca ortaya konulabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde Bolşevizm’e aittir."1 Bu övgü dolu sözlerin sahibi uluslararası devrimin yüksekten uçan kartalı Rosa Luxemburg, eğer Lenin, Troçki ve arkadaşlarının bu başarılarının bir tesadüf değil, planlı bir eylemin sonucu olduğunu zamanında kavramış olsaydı; Rusya’da yakılan ateşi Almanya’ya, oradan da bütün bir yeryüzüne taşıyabilmek mümkündü.
1
Spartakist önderler, Lenin’in bütün uyarılarına rağmen devrimci bir partinin zorunluluğunu kabul etmemekte ısrar ettiler. Ta ki 1918 Devrimi kapıyı çalana dek... Ne zaman ki devrim kapıyı çaldı, Spartakist önderler işte o zaman devrimci bir partiyi aradılar, ama yoktu. R. Lüxemburg ve diğer Spartakist önderler, daha Sosyal Demokrat Parti içindelerken, bu parti önderliğinin ve bu parti önderliğinin yönlendirdiği İkinci Enternasyonal’in karşı devrimle bütünleştiğini herkesten önce görmüş olmalarına rağmen, ısrarla ayrı bir devrimci partinin inşası için son ana kadar girişimde bulunmamış, varolan girişimlere ise kararlı bir şekilde karşı durmuşlardı. Halbuki, bu öngörülerini örgütsel bir kopuşmaya, örgütsel kopuşmayı ise sıkı örgütlenmiş bir Leninist Parti’ye taşıyabilmiş olsalardı; 1917 Ekiminde Rusya’da Bolşevik Parti’nin oynamış olduğu devrimci rolü oynayabilirlerdi. Dahası, Almanya’da başarıya ulaşmış bir devrim, dünya devriminin lokomotifi olabilirdi. Ama olmadı... Olmadı, çünkü yenildiler... Yenildiler, çünkü devrimi ateşleyecek partileri yoktu. Devrimci Parti’nin olmazsa olmazlığına ikna olup, karşı devrimle bütünleşmiş ya da karşı devrim ile devrim cephesi arasında duran merkezci partiler ile bütün bağlarını kopartıp, Devrimci Parti’yi inşa etmeye giriştiklerinde ise, çok geç olmuştu. Onlar, yanlışlarını geç de olsa görüp, telafisi için olağanın çok üzerinde bir çaba sarf etmişlerdi, ama olayların akışını değiştiremediler... Onlar, yanlışlarını geç de olsa fark ederek ve karşılığında çok ağır bir bedel ödeyerek takipçilerine üzerinden atlanmaması gereken tecrübeler bıraktılar.
Rus Devrimi, Rosa Luxemburg, 1918
51
Komünist Zemin Halbuki her şey başka türlü olabilirdi ve biz bugün R. Luksemburg’un 86 yıl evvel Bolşevikler için söylediklerini bugün şu şekilde tamamlardık: “Evet, Bolşevikler dünya devriminin yolunu açanlardır, «cesaret ettim» diyenlerdir. Ama Spartakistler de Rusya’da yakılan devrimci ateşi Almanya’ya taşıyarak dünya devriminin gerçekleşmesine yol açanlardır. Dolayısı ile de Bolşeviklerin Rusya’da yaptıkları ne ise, Spartakistler’in Almanya’da yaptığı da o dur.” Ama olmadı, ne Spartakistler Bolşeviklerin Rusya’da yaptığını yapabildiler, ne de biz R. Luxemburg’un 86 yıl önce söylediklerini tamamlayabildik. Evet, Bolşevikler’in Rusya’da ortaya koydukları sorun uluslararası düzeyde çözüm bekliyor. Aynı şekilde R. Luxemburg’un 86 yıl önce söylediği sözler tamamlanmayı bekliyor. 1918 Yenilgisinden Gerekli Dersi Çıkarmak Yerine, Devrimi Boğanların Yüzünü Giyinmeye Soyunmuş Olan “Sosyalist” Hareket’e Dair Bugünkü “Sosyalist” Hareket, aradan geçen 86 yıla rağmen, Spartakist önderlerin ağır bedeller ödeyerek geride bıraktıkları tecrübelerden gerekli dersi çıkarmadığı gibi, bu yönlü bir gayret içerisinde de değildir. Bugünkü “Sosyalist” Hareket, Devrimci Parti’nin olmazsa olmaz ilk adımı olan Sosyal Demokrasi´den ve merkezci hareketlerden bir kopuş yerine, Sosyal Demokrasinin sol veçhesi olmaya yönelmiştir. Bugünkü “Sosyalist” Hareket, ne devrimci bir programa sahiptir, ne devrimci bir siyasete, ne de devrimci bir örgüte ya da örgüt anlayışına. Bugünkü “Sosyalist” Hareket, marjinalleşme ve erime kaygılarından dolayı Sosyal Demokrasi ve merkezci akımlarla birleşme eğilimlerine gönül indirmiştir.
52
Bugünkü “Sosyalist” Hareket, yoksullar için sürekli savaş anlamına gelen kapitalizmi imha etmek için dünya çapında devrimci savaşı örgütlemek yerine, kapitalizmin egemenliği altında barış istemektedir. Bugünkü “Sosyalist” Hareket, mimarı Sosyal Demokrasi olan ve Dünya Devrimi stratejisinin karşısına alternatif olarak çıkarılan ve uluslararası sömürüyle finanse edilen, Batı İşçi Sınıfı’nı sisteme entegre etmeye ve Dünya İşçi Sınıfı’nı bölmeye yönelik savaş stratejisi “Sosyal Devlet”i savunmaya soyunmuştur. Özcesi, “Sosyalist” Hareket bugün fiilen 1918 Devrimini boğan Sosyal Demokrasi’nin programını savunur olmuştur. Bu durum, 1918 Devrimini boğazlayan Sosyal Demokrasi açısından bir zafer anlamına gelirken, devrimci hareket açısından tam bir trajedidir. Bu trajediye son vermek, 1914 yılında, sosyal yurtseverliğin revaçta olduğu o günün koşullarında Lenin önderliğindeki devrimci azınlığın akıbetine uğramaktan, yani bugünün lanetlisi olmaktan geçmektedir.
Çünkü 1917 Ekim Devrimi´nde Bolşevikleri başarılı kılan temel unsurlardan birisi lanetli olmayı göze alabilmiş olmalarıydı.
Komünist Zemin
Abu – Jamal’a Ve Abu Jamal İçin Batı’da Yürütülmekte Olan Kampanyalara Dair1 Mumia Abu-Jamal, işgal ettikleri toprakları ve yaşamları cehenneme çevirerek kendi cennetlerini kuran Batılı Beyaz Güçler´e karşı yürütülen savaşta esir düşmüştür. Ve aynı gerekçe ile on sekiz yıldır ölüm tehdidi altında beyaz imparatorluğun kalelerinde rehin tutuluyor.
Egemenler, yeryüzü yoksullarına karşı yürüttükleri savaşın bir parçası olarak gördükleri içindir ki, Mumia Abu – Jamal´i katletmek istiyorlar. Katletmek istiyorlar, çünkü o bir sembol; o yoksul insanlığın yüreğini ısıtan bir kuğu çığlığı; o siyah isyanın sönmeyen ateşidir. Bundan dolayıdır ki Beyaz İmparatorluk, onu katletmek istiyor. Egemenler, Abu Jamal davasının kendileri açısından ne ifade ettiğini çok iyi bildikleri içindir ki bu davayı, politik zeminin dışına taşıyarak; bir hukuk davası olarak tarihe kayıt düşme çabası içindedirler.
Egemenlerin bu şekilde davranmalarında anlaşılmayacak bir yan yoktur. Onlar, yoksul ezilen insanlığın celladıdırlar; kendi saltanatlarını bu şekilde kurdular ve saltanatlarını devam ettirebilmek için aynı şekilde davranmaya devam edeceklerdir. Peki, ya egemenlerin saltanatına karşı olduklarını iddia eden Batılı „Devrimci“ Güçler, onlar bu davanın anlamını kavramış mıdırlar? Önemli olan da, tartışılması gereken de budur. Batılı „Devrimci“ Çevreler, hayatını kurtarmak için uğraş verdikleri Abu Jamal’i ve onun mücadelesini anlamamakta ve olayı bir hukuk skandalı çerçevesinde görmeye devam etmektedirler. Bütün bir yoksul dünyaya zulüm ihraç ederek oluşturulan Batı’daki refah toplumunun bir parçası olan Batılı „Devrimci“ Güçler, zulmün kalelerine, dolayısıyla da kendilerinin de bir parçası oldukları Batı’nın refahına saldırmak yerine; Batı´nın yol açtığı yıkımlara karşı başkaldıranlara „sahip çıkarak,“ yani bu zulmün mağdurları için „hak“ ve „adalet“ isteyerek vicdanlarını rahatlatmayı ve bu insanlar için bir şey yapıyorlarmış görüntüsü yaratarak borçlu oldukları ezilen yoksul insanlığı kendilerine borçlu duruma getirmeyi tercih etmektedirler. İyi de, zulüm üzerine kurulu refah toplumunun bu „iyi yürekli“ çocukları bilmezlermi ki, Batı´nın zulüm üreten kaleleri ve kendilerinin de teneffüs ettikleri bu refah düzeni yıkılmadan; Batı´nın dışında kalan coğrafyalarda var olan zulmün son bulması mümkün değildir. Tabii ki bilirler, ama bildikleri başka şeyler daha ağır bastığı için, olayı bir hukuk davası olarak görmeyi tercih ederler.
53
Komünist Zemin
Batılı „Devrimci“ Güçler bilmelidirler ki, zulme başkaldıranların ne beyaz adalete ihtiyaçları vardır, ne acınmaya ne de yardıma.
Onların ihtiyaçları, birlikte mücadeledir. Batılı „Devrimci“ Güçler iyi bilmelidirler ki, asıl acınacak olan da yardıma ihtiyacı olan da zulüm düzeninin suç üzerine kurulu refahına ve sunduğu ayrıcalıklara teslim olan ve Batılı´nın refahının faturasını ödeyenlere hamilik yapmaya çalışan güçlerdir. Batılı „Devrimci“ Güçler, eğer yoksul insanlıkla kader birliği yapmak istiyorlarsa, öncelikli olarak kendilerinden ve bir parçası oldukları suç üzerine kurulu refah toplumundan kurtulmak için harekete geçmelidirler. Ancak o zaman Mumia Abu – Jamal ve onun da bir parçası olduğu yoksul ezilen insanlığın kurtuluşu mücadelesiyle kader birliği içinde olabilirler. Yoksa öyle Mumia Abu - Jamal adına Dayanışma Eğlenceleri, Dayanışma Kahvaltıları, tatil günleri yürüyüşlermitingler yaparak, ya da Batılı olmanın ayrıcalıklarına dayanarak yoksul ülkelerdeki „insan hakları“ ihlallerini
54
ve savaşları rapor etmek için gözlemci heyetler oluşturup oralara giderek, Batılı`nın yaşadığı rahatlığın faturasını ödeyen ezilen dünyanın insanlarına hamilik yaparak; kendini kurtarmış başı dik ve başkalarını kurtarmaya çalışan „iyi kalpli“ kurtarıcı Batılı edasıyla ortalıkta boy göstermekle Mumia Abu – Jamal ve ezilen yoksul insanlık ile aynı safta olunamaz. Mumia Abu - Jamal´ín bugünkü mücadelesi, esir düşmeden önce vermiş olduğu mücadelesinin devamıdır. Onun mücadelesi, Beyaz Egemenlik´ten adalet talep eden bir mücadele değil, bizzat onların saltanatına ve adaletlerine karşı bir mücadeledir. Eğer sorun gerçek anlamından koparılarak bir hukuk davasına dönüştürülüp, politik olmayan bir zemine çekilirse, -ki bugün olan tam da budurMumia Abu – Jamal´in varlık nedeni olarak gördüğü ve bütün bir yaşamını feda ettiği yaşamı asıl o zaman katledileceği gibi, Batılı Devrimci Güçler’de Batı´nın kirli ellerini yıkama kurumlarından olan Amnesty International´in sol versiyonu olmaktan öteye gidemeyeceklerdir. Siyah isyan, beyaz zulmün kalelerini sarsmaya devam ediyor. Siyah isyan, beyaz zulmün zindanlarında boyun eğmeyenlerin şarkısını söylemeye devam ediyor. 1
Bu yazıda esas olarak Batılı Devrimci Güçler’in Abu – Jamal’a ve onun bağlı olduğu davaya ilişin yaklaşımlarını ele aldık. Gerek yaşadığımız coğrafyada ki, gerekse de Batı’nın dışında kalan diğer coğrafyalarda ki Devrimci Güçler’in Abu – Jamal’a ve bir bütün olarak tutsak düşmüş devrimcilere ilişkin anlayışları ve pratikleri Batılı Devrimci Güçler’inki ile aynıdır. Ama yazının kapsamının sınırlı olması dolayısı ile biz meseleyi, Batılı Devrimci Güçler üzerinden tartışmakla yetinmeyi tercih ettik. Çünkü, bizim bu yazı kapsamında tematize ettiğimiz anlayışın yurdu Batı’dır.
Spartakist Hareketin Önderlerinden Karl Liebknecht 1918 Devrim Günlerinde Berlin’de Alman Ýþçi Sýnýfýna ‘Bütün Ýktidar Sovyetlere’ Çaðrýsý Yapýyor.