Komünist
Zemin Üç Ayda Bir Yayınlanır Süreli-Yaygın/Politik Dergi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Zafer Dize Adres: Zemin Yayıncılık Çamlık Mah. Şahibbey Cad. Çiçek Pasajı Kat: 1 No: 19/7 Çekmeköy/Ümraniye İstanbul Hesap No: 1041 746848 T. İş Bankası Web: www.komunistzemin.org e-mail: komunistzemin@yahoo.com e- mail: komunistzemin@gmx.net Baskı: Can Ofset Davutpaşa Cad. İpek İş Hanı No: 4/7 Bayrampaşa / İstanbul Tel: 0212/6131077l
BUSAYIDAKİLER: İttihat ve Terakki'den Bugüne Uzanan Bir Devlet Geleneği: Ergenekon
3
Ergenekon İstisna Değil Kuraldır
8
Abdullah Öcalan'ı Savunma Merkezli Kürt Serxildanı Üzerine
13
Osmanlıdan Cumhuriyete Rejimin Karakteri ve Sürekliliği Üzerine
18
Çatı Partisi Tartışmaları Üzerine
25
Komünist Manifesto'nun Yüz Altmışıncı Yılı Vesilesiyle Marksizm Üzerine Notlar
32
Gündelik Hayata Dair
37
Rejimin Niteliğini Tartışabilmek
43
Komünist Zemin
İttihat ve Terakki’den Bugüne Uzanan Bir Devlet Geleneği:
Ergenekon Yazının başlığında da belirttiğimiz gibi Ergenekon, ne zaman zaman peydah olup ortaya çıkan bir çetedir, ne de bir istisnadır.
Ergenekon, İttihat ve Terakki’den buyana sürekliliği olan bir devlet geleneğidir. Dolayısıyla da, iddia edildiği gibi, bu devlet geleneğinin miladı Türkiye’nin NATO’ya girmesi ile başlamış değildir. Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle değişen yalnızca ve yalnızca mevcut olan yapılanmanın, uluslararası ortaklığın ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden organizasyonu olmuştur. Altı çizilmesi gerekeken bir başka husus ise şudur: Ergenekon benzeri bir devlet geleneği, Türk devletine özgü bir olgu değil, sömürücü sınıf devlet geleneğinin olmazsa olmaz bir sonucudur.
Roma’dan Mısır’a, Bizans’tan Osmanlı’ya, İmparatorluk devletlerinden günümüz burjuva devletlerine kadar uzanan bir devlet gelenegidir bu. İçeriye dönecek olursak, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Karadeniz’de katlinden, Mustafa Kemal’e suikast (1926) planladıkları gerekçesiyle tutuklanan paşalar ve milletvekillerinin Kel Ali başkanlığındaki İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak tasfiye edilmesine; 'Atatürk'ün evine bomba atıldı' yalanıyla kışkırtılan kitlelerin, 6-7 Eylül 1955'te İstanbul'da yaşayan azınlıkların ev, işyeri ve ibadethanelerini yağmalaması olayından, 1978 Maraş ve 1980 Çorum katliamlarına, 2 Temmuz 1992 Sivas katliamı’ndan 12 Mart 1996 da Gazi mahallesindeki kahvehane taranmasına kadar, olayların asıl örgütleyicisi devlet, devlet adına icra eden ise, kimi zaman TİT (Türk İntikam Tugayı), kimi zaman, Kontr-Gerilla, kimi zaman Ergenekon olarak karşımıza çıkan devlet patentli örgütler olmuştur. Yine aynı şekilde, yakın tarihte, 1990’lı yılarda işlenmiş olan ve tarihe ‘Faili Meçhul’ cinayetler olarak geçen 5000 Kürdün katledilmesinde, 2005 Şemdinli olayında ve Hrant Dink’in katledilmesinde de arka planda olan güç devlettir, devletin sahipleridir. Tabii ki, zaman zaman bizzat devlet tarafından yukarıda adları zikredilen örgütlere dönük operasyonlar yapılmış, yapılmaktadır. Ama bu demek değildir ki bu örgütlerin devlet ve devletin sahipleri ile organik bağı yoktur.
3
Komünist Zemin
Bilakis, tam da bu örgütler ile devletin sahiplerinin organik bağı olduğu içindir ki her seferinde bu örgütler devlet tarafından ve devletin ihtiyaçları oranında yeniden dizayn edilmişlerdir. “Ergenekon Operasyonu”na Dair Yaklaşık olarak bir buçuk yıl önce Ümraniye’de bir ev basılıyor ve bu evin basılmasıyla birlikte güya bir “gizli örgüt”ün varlığı tespit ediliyor. Ama gelin görün ki bir yılı aşkın bir süre öylece bekleniyor. Ta ki AKP’nin kapatılması gündeme gelene kadar. Ne vakit ki AKP’nin kapatılması gündeme geldi ve AKP, kaybedecek bir şeyinin kalmadığına kanaat getirdi, işte o vakit AKP de kılıcını çekti ve Ergenekon oyununda ikinci perdeyi açtı. Ve on üç ay boyunca beklemeye alınan Ergenekon Operasyonu’ için yeniden start verildi. Ergenekon soruşturması bu kez emekli askerleri de kapsayacak şekilde genişlemeye başladı.
Hiçte küçümsenmeyecek bir çoğunluk Ordunun sert bir yanıtla AKP’nin saldırısına karşılık vereceğini ve kılıcını çekeceğini düşünürken, Ordu, tarihinde ilk kez bu ölçüde uysal davrandı. 4
Peki, ne oldu da, neredeyse futbol müsabakaları ile ilgili bile bir açıklama yayınlayan Genelkurmay, kendi mutlak iktidarına meydan okuyan AKP karşısında birden bire çark etti? Başından beri yalnızca hükümet olmayı değil, aynı zamanda devlet gücü de olmak isteyen AKP, bu stratejik maksadı için uzunca bir dönem hazırlık yapmıştır. Devletin sahiplerine ilişkin dosyalar toplanmış, örgüt hücreleri tespit edilmiş ve bu arada AB ve ABD’nin desteği alınmıştır. Devletin asıl sahipleriyle uzlaşarak devlet gücüne ortak olmak isteyen AKP, devletin sahiplerinin sert direnciyle karşılaşınca, bu sefer cepheden saldırıya geçmiş, nispeten üstü örtülü yürütülen güçler çatışması artık gizli yürütülemez bir hal almış ve karşılıklı olarak kılıçlar çekilmiştir. Devletin asıl sahipleri olarak bilinen Ordu ve sivil bürokrasi, sivil ayağı olan CHP’yi de yanına alarak topyekûn saldırıya geçmiş, AKP de bu resti görerek, elindeki kozları bir bir ortaya koymaya başlamıştır. Gerek Türk Devleti’nin stratejik anlamdaki en büyük sorunu olan Kürt sorununda DTP’nin karşısına çıkarılabilecek tek sivil siyasi alternatifinin AKP oluşu ve AKP’nin Kürt nüfusu üzerindeki küçümsenmeyecek kontrolü ve Devletin bu kontrole olan ihtiyacı, gerek AKP’nin sahip olduğu ezici oy çokluğu, gerek AKP’nin elinde bulunan Generallere ait yolsuzluk dosyaları ve Generallerin Ergenekon’la olan doğrudan bağlarına ilişkin kozların güçlü oluşu ve gerekse de devletin neoliberal küreselleşmenin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmesi hususunda baskı yapan uluslararası sermayenin AKP’ye vermiş olduğu güçlü destek, onu rakibi karşısında oldukça avantajlı kılmıştır. İşte bu nedenlerden dolayıdır ki AKP, güya Ordunun en hassas olduğu meselelerden biri olan Türban meselesinde meclis kararı çıkarttığında Ordu, yorum yapmaktan bile kaçınmış; Ergenekon Operasyonu sırasında, emekli subayların sorgulanarak tutuklanmasına izin
Komünist Zemin
vermiş ve Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası sonuçlandığında, asker kökenli üye AKP’nin kapatılması yönünde oy kullanmıştır. Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: İttihat ve Terakki’den bu yana devletin asıl sahibi olan klik, kendisi dışındaki bir gücün direncine, en azından şimdilik boyun eğmek zorunda kalmıştır.
lerinin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Devletin asıl sahipleriyle devlete ortak olmak isteyenlerin çatışmasının nihai olarak nasıl son bulacağını şimdiden kestirebilmek mümkün değildir. Ama şurasını şimdiden söylemek mümkündür ki, bugünkü uzlaşmanın en temel nedeni Devletin sahiplerinin Kürt meselesi karşısındaki çıkmazı olduğu gibi, bundan sonrasına da damgasını vuracak yegâne güç Kürt Ulusal Hareketi’dir. Yegâne güç Kürt Ulusal Hareketi’dir diyoruz, çünkü ortada bu çatışmanın ipliğini pazara çıkarabilecek ne bir sınıf hareketi, ne de sınıfa ve devrimci bir programa dayanan bir devrimci hareket mevcuttur. Ergenekon İddianamesinde Yer Alan Ergenekon, PKK ve Kimi Sol Örgütler İlişkisi İddialarına Dair
Ve devlet gücüne ortak olmak isteyen AKP’nin temsil ettiği güç ile uzlaşmayı kabul etmiştir. Bu arada hemen belirtmek gerekir ki, AKP’nin asıl maksadı, kimi yazar-çizer takımının ve ne olduğu bir türlü anlaşılmayan demokrasi sevdalılarının bekledikleri gibi devleti başka bir zeminde yeniden organize etmek değil, devlet gücünü ele geçirmek için devletin sahiplerine şantaj yapmakla sınırlıdır. Tamda bundan dolayıdır ki, şimdilerde ortalıkta dolaşan Ergenekon İddianamesi’ne ‘Sanıkların ve olayların Ordu (Devlet) ile bir bağlantısı yoktur’ biçiminde bir not düşülmüştür. İddianameye düşülen bu kayıt bile, asıl Ordunun ve mevcut devlet mekanizmasının hedeflenmediğini anlamamıza yetmektedir. İddianameye düşülen bu kayıt ya da peşin hüküm diyelim, davanın sınırlarının ve hedefledik-
Bilindiği gibi Ergenekon İddianamesi açıklanır açıklanmaz, gözler iddianamede tanıdık isimler aramaya yöneldi. Ne yazık ki devrimci harekette bu tuzağa düşmekten kaçınamadı. Bunun en büyük nedeni, herkesin rakibini alt edebilmek için düşmanın silahına olan ihtiyacı olsa gerek. Devrimci örgütlerin bir birleriyle olan ideolojik ve politik sorunlarını halletme zemini ve yöntemi bu olamaz, olmamalıdır. Aynı şekilde, eğer devrimci hareketin Kürt Ulusal Hareketi ile sorunları varsa, bu hareketle var olan sorunlarını düşmanın yaratığı zeminde ve düşmanın silahlarıyla değil, dostane bir zeminde halletmesi gerekir. Bütün bunlar bir yana, devlet, dünyanın her yanında olduğu gibi, yaşadığımız coğrafyada da gerek devrimci hareketin saflarına, gerekse de Ulusal Hareket’in saflarına sızmış olabilir; bunda şaşılacak bir durum yoktur. Dünyadaki en sıkı örgütler gizli istihbarat örgütleri olduğu halde, bu örgütler bile, karşı örgütlerin kendi saflarına sızmasını engelleyebilme yeteneğinden yoksundurlar. 5
Komünist Zemin
Keza tarihten de bildiğimiz gibi, tarihteki en sıkı devrimci örgüt sayılabilecek Bolşevik Parti saflarına, hatta ve hatta yönetim organlarına bile devlet ajanları sızabilmiştir. Bu bakımdan devrimci hareketin bu zeminde yürütülen spekülasyonlara itibar etmemesi gerekir. Varsayalım ki bütün bu yazılanlar doğrudur ve kimi örgütler polisin kontrolüne girmiştir. Bu durumda devrimci hareketin tartışması gereken, polisin hangi örgüte nasıl ve ne kadar sızdığı değil, yaklaşık seksen yıldır dünya solunun önemli bir kısmına egemen olan örgüt anlayışıdır. Yani, lidere dayanan, liderin yanılmazlığını kutsayan ve liderin sorgulanmasını suç sayan Stalinist örgüt anlayışıdır. Eğer bir örgütün politikasını belirleyen bir ya da birkaç “yanılmaz” şahıs ise, bu şahıs(lar) ve bu şahıs(lar)ın izlemiş oldukları politikalar üyeler tarafından denetlenip sorgulanamıyorsa; gerektiğinde bu şahıs(lar) yerlerinden alınıp, kolektif iradenin iradesine itaat etmiyor(lar)sa, tabii ki bu durumda bir örgüte polisin sızmış olması ve özellikle de bu örgütün yönetici lider(ler)ini polisleştirmesi tam bir felaket olur. Ama eğer devrimci örgüt bir liderin değil de, bir kollektifin kontrolündeyse -ki devrimci bir örgüt böyle olmak zorundadırbu durumda örgüte devletin sızmış olması hiçbir biçimde hayati bir önem taşımaz. Ve örgüt bu mihrakı mutlaka kendi içinde etkisiz kılar. Özcesi; devrimci hareketin Ergenekon tartışmalarından kendine çıkaracağı pay, polisin kimin içine ne kadar sızdığı değil, devrimci harekete egemen olan örgüt anlayışıdır, çünkü asıl öldürücü olan budur. Ergenekon Merkezli Süreç ve Devrimci Hareketin Bu Süreçteki Tutumu Üzerine Ergenekon süreci başladığında devrimci hareketin küçük birkaç birimi dışında ka6
lan kısmı, tıpkı Susurluk döneminde olduğu gibi sistem tamirciliğine soyundu. Ve devrimci hareket, “Darbe yapmak isteyenler yetmez, darbe yapanlar da yargılansın!” parolasıyla sahnedeki yerini aldı. Ve bu durumda oyun tam da planlandığı gibi sahneye konulmuş oldu.
Devrimci hareketin yapması gereken, sahneye konulmak istenen oyunu bozmak olmalıyken, devrimci hareket oyunun figüranı olmaya soyundu. Bu durum, devrimci hareket açısından tam bir trajedidir. Bunun da ötesinde, devrimci hareket bu oyuna ortak olarak, suç ortağı da olmuştur. Peki, devrimci hareketin tutumu ne olmalıydı? Bu sorunun cevabı oldukça basittir: Teşhir ve yıkıcılık. Yani, bu tür durumlar karşısında devrimci hareketin tutumu, nerede ve hangi koşullarda olursa olsun, sistemin tamir edilmesi için değil, mevcut olan suç ve suçlularla sistemin organik bağını ortaya koymak ve emekçi kitlelere, bunun bir istisna değil, kural olduğunu ve devletten bağımsız çetelerin değil, bizzat devletin işi olduğunu, devletin de zaten bu olduğunu anlatmaktır. Ama ne yazıktır ki devrimci hareket bunu yapmak yerine, tam da devletin sahiplerinin yapmak istediklerini yaptı. Nedir devletin sahiplerinin yapmak istedikleri: Kitlelere, çetelerin devletle bağının olmadığını, olamayacağını ve devletin bunları yargılamaya muktedir olduğunu göstermek.
Komünist Zemin
Peki, nedir devrimci hareketin talebi? “Darbe yapmak isteyenler yetmez, darbe yapanlar da yargılansın!” Devrimci hareketin bu talebi, yani burjuva devletten hem geçmişte yapılan darbelerin ve darbe yapmış olanların yargılamasını istiyor olması; hem darbelerin devlet adına yapıldığı gerçeğini, hem de darbecilerin devlet adına hareket ettikleri gerçeğini perdelemeye hizmet eden bir karaktere sahiptir.
şikâyet ederek mahkûm ettirme girişimleri çelişkili ve nihayetinde uluslararası sömürücü güçlerin suç ortaklığını ortadan kaldırmaya ve kendilerini temize çekmeye hizmet ediyorsa, aynı şekilde, içeride de, devrimci hareketin, bizzat devletin kurumlarından, devletin taşeronluğunu yapanları yargılamasını talep etmesi, devlet suçunu gizlemeye ve kendisini temize çekmeye hizmet eden bir davranıştır. Bu, devlete yapılan bir hizmettir. Yukarıda yazılanlar, “Yalnızca çeteler değil, çeteleri yaratan devlette yargılansın” diyen devrimci çevreler için de geçerlidir. Çünkü bu talep de, tıpkı “Darbeciler yargılansın” talebiyle aynı anlama sahiptir ve aynı şekilde devlete hizmettir. Nihayetinde kimin yargılandığı tek başına bir şey ifade etmez, sanığın kimin tarafından yargılandığı da en az bunun kadar önemlidir. Eğer devleti yargılayacak olan, burjuva devletin gazabına uğrayanlar değil de, onun varlığını korumaya yeminli burjuva hükümetler ya da mahkemeler olacaksa, nihayetinde kurtarılan yine egemenlerin devleti olacaktır. O halde ne yapmalı?
Devrimci hareket bu şekilde davranarak, devletin kendisini temize çekmesine hizmet etmektedir. Nasıl ki devrimci hareketin, bir yandan, “Darbeler uluslararası burjuvazinin ve onun yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını korumak için yapılmıştır” deyip, diğer yandan, darbecileri, uluslararası burjuvazinin kurumlarına (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vb.)
Devrimci hareket açısından yapılacak olan açıktır. Yapılacak olan; ezilen/sömürülen kitlelerin burjuvazinin iktidar savaşına alet edilmesini engellemek; çetelerin, devletin ta kendisi olduğunu ezilen kitlelere anlatmak, devletin asıl yüzünü teşhir etmek ve ‘devlet sırrı’ diye ezilenlerden saklanan belgelerin, yani devletin, ezilenlere ve onlardan yana olanlara karşı yürüttüğü gizli savaşın belgelerinin açıklanması için bir seferberlik örgütlemek ve nihayetinde devleti ve devletin sahiplerini alaşağı etmek için bir savaş örgütlemektir. Bundan gayrisi devrimcilerin işi olamaz.
7
Komünist Zemin
Ergenekon İstisna Değil Kuraldır Fikret Başkaya Türkiye’de olup-bitenleri anlamanın yolu, resmi tarih ve resmi ideolojiden bağımsızlaşmış, Avrupa-merkezli de olmayan bir yaklaşımla mümkün. Tarihsel geri planı dikkate almayan yaklaşımlarla mevcut durumu bilince çıkarmak, olup-bitenleri anlamak mümkün değil. Sorunları bilince çıkarmanın yolu kaynağa inmeyi gerektiriyor, oysa resmi söylem veya geçerli ideolojik anlayış, şeylerin kaynağına inmeyi engellemek üzere kurgulanmış durumda... Neden İttihatçı darbeden [1908] yüzyıl sonra gündemi hâlâ devlet çeteleri, parti kapatmalar, v.b. işgal ediyor? Rejimin niteliğine dair kafa karışıklığından kurtulmadan bu sorunun cevabını vermek mümkün değil. Kafa karışıklığından kurtulmanın yolu da resmi ideolojiden, resmi tarihten ve Avrupamerkezli ideolojik yabancılaşmadan kurtulmakla mümkün. Ancak radikal bir perspektife sahip olanlar, bilinci resmi ideoloji, resmi tarih ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma tarafından zehirlenmemiş, sömürgeleştirilmemiş, dumura uğratılmamış olanlar, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir edebilirler. Zaten radikal olmak demek, şeyleri kökeninden ele almaktır denmiştir... Öyleyse olup-bitenler kimin için ne anlama geliyor? Tartışmalar neyi gizliyor? Gerçek bir tartışma ortamı neden yaratılamıyor? Böyle kısa bir yazıda bu soruların cevabını vermek elbette kolay değil ama yine de bir özet denemesi mümkündür. Eğer geçerli hâkim perspektifin dışına çıkabilirseniz, şeyler, olaylar, toplumsal süreçler, velhasıl yaşananlar size bambaşka görünecektir... Perspektif değiştiğinde önünüzde yeni ufuklar açılacaktır. Bir toplumsal/siyasal olayın anlamı, ekseri onu kimin hikaye ettiğinden bağımsız değildir. Bir askerî darbeyi, darbeciler ve sözcüleriyle, darbeye maruz kalanlar ve onların organik aydınları aynı şekilde anlatmazlar. Elbette bu darbeye dair iki farklı gerçek olduğu anlamına gelmez. Egemenin söyleminin egemen kılınması için, ezilenlerin söyleminin etkisizleştirilmesi gerekir. Aksi halde
8
ilişki tersine dönecektir. 1908 İttihatçı darbesi veya 1923 Kemalist darbe [ikinci ittihatçı darbesi de diyebilirsiniz] hep darbeciler ve sözcüleri tarafından anlatıldı. Dolayısıyla darbelere dair gerçek söylenmedi, söylenmesinin önü resmi tarih, resmi ideoloji ve sayısız yasaklar ve müeyyidelerle kesildi. Bu yüzden Türkiye’nin yakın tarihinin tam bir yalan çöplüğü olduğunu söylemek abartma değildir. Üzerinde durulması gereken önemli husus da, nasıl olup da resmi gerçeğin bunca yıl varlığını sürdürdüğüdür. İlginç bir şey de bu durumla Türkiye’deki entellektüel azgelişmişlik arasındaki karşılıklı belirleyicilik ilişkisidir... Yüzyıllık geleneği anlamak Osmanlı imparatorluğu kendi iç çelişkileri ve emperyalist kapitalizmin aşındırması sonucu güç kaybına uğruyordu ama yönetici sınıf aşınmanın mahiyetini anlamakta, bilince çıkarmakta yetersiz kalıyordu. Önce ‘kötü gidişten’ şanlı geçmişi, ‘nazam-ı âlemi’ ihya ederek kurtulma girişimi söz konusu oldu. Böyle bir şeyin imkânsızlığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Zira, birincisi bu güne ait sorunları düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir –tarihte geriye dönüş yolu kapalıdır-; ikincisi de arzulanır bir şey değildir. Başa dönmenin mümkün olmadığı anlaşılınca, meydan okumayı göğüslemek için Avrupa’dan bazı kurumlar, mekanizmalar ve söylemler ithal etme yoluna gidildi. Fakat çelişik olarak yenilikler yeninin, yeni ve farklı bir şey yapmanın değil, eskiyi yaşatmanın hizmetindeydi. Türkiye’nin yakın tarihinin anlaşılmasında bu durum kritik bir öneme sahiptir. Yeniliklerin misyonu Eski Rejimi [Ancién Régime densin] yaşatmaktı. Dolayısıyla tam bir ilişki tersliği söz konusuydu... Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan yakayı kurtarmadan olupbiteni anlamak mümkün değildir derken kastettiğim budur. Modern kurumlar, söylemler ve mekanizmalarla, eski vücuda giydirilmiş yeni elbiseler gibiydi. Elbiseyi giyen ol-
Komünist Zemin duğu gibi kalmıştı veya kayda değer bir değişime uğramamıştı. Bunun anlamı, Türkiye’nin tarihinde bilinen anlamda bir modernite devriminin ve aydınlanmanın yaşanmamış olmasıdır. Ortalıkta ne Eski Rejime meydan okuyan yeni ve farklı bir sosyal sınıfın baskısı ve dayatması, ne de onun politik programını temsil eden bir muhalefet hareketi vardı. Yeniliklerin, reformların, Tanzimatın, Islahatın, Meşrutiyetin, Cumhuriyetin gerisindeki güç ve iktidar odağı hep aynıydı ve yegane kaygısı varolanı değiştirmek/dönüştürmek değil, Eskiyi [kutsal devleti] yaşatmaktı. Dolayısıyla modern kurumlar, mekanizmalar ve söylemler sanılanın aksine yeninin değil, eskinin hizmetindeydi. Osmanlı imparatorluğunda farklı, yeni, orijinal bir paradigmayı temsil eden bir muhalefet hareketi, sistemin temelini değiştirme, devleti dönüştürme kaygısı taşıyan ideolojik/entellektüel/kültürel muhalif akımlar hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Neden çıkmadığının tahliline burada girmemiz uygun değil. Muhalefet her zaman bir iç muhalefetti. Türkiye’nin yakın tarihinin anlaşılması bakımından bu durum son derecede önemlidir. 1908 de bir darbeyle anayasal monarşiyi [meşrutiyeti] dayatan İttihatçıların amacı, yeni ve farklı bir şey yapmak değil, varlığı tehlikeye giren imparatorluğu, kendileri için kutsal olan devleti kurtarmaktı. Aslında devleti kurtarmak, kendilerini kurtarmak demekti... İttihatçılar dışındaki diğer “muhalefet odakları” için de aynı şey söz konusuydu. Muhalif oldukları Padişahla aralarındaki fark paradigmatik bir fark değil, yönteme dairdi. Dağarcıklarındaki de şöyle ifade edilebilirdi: Padişah devleti yeteri kadar koruyamıyor ancak biz koruyabiliriz... Böylesi bir anlayışın geçerli olması demek, ortada yeni ve farklı bir şey olmaması demektir. Başka türlü ifade edersek Nizam-ı Cedid’le başlayan süreçte devletin niteliğinde, yönetim zihniyetinde, devlet/toplum sınıfları ilişkisinde bir dönüşüm ve değişiklik hiçbir zaman söz konusu olmadı. Osmanlı devletinde köklü bir devlethalk yabancılaşması geçerliydi, ilişkinin yönü devletten topluma doğruydu, bilindiği gibi halk tebaa idi. Devlet ve yönetenler katında bir değişiklik olmadı ama bütün bu zaman zarfında kimi yeni kurumlar, mekanizmalar ve söylemler ortalığı kapladı ve söz konusu
‘yenilikler’ Eski Rejimin üstünü örtmek, yanılsama yaratmak içindi veya öyle bir işlev gördü. Kapitalist modernitenin ürünü olan kurumsal yapıların, mekanizmaların ve modernliğe [moderniteye değil] aşırı gönderme yapan söylemlerin işlevi, Batı burjuva toplumlarındakinden farklıydı. Mesela bizdeki parlamento hiç bir zaman bilinen anlamda bir parlamento olmadı. Devlet dışı [eski rejim dışı densin] güçlerin bir kazanımı değildi... Egemen elitin elinde bir meşrulaştırma ve yönetim aracıydı. İttihatçılar 1908’i izleyen bir dizi darbeler ve suikastlerle [31 Mart ve Mahmut Şevket Paşa suikasti, vb.] 1913 yılına gelindiğinde iktidar üzerinde tam bir denetim sağladılar. Bağnaz bir dikta rejimi kurdular, hertürlü muhalefeti ezdiler, kendileri dışındaki herkesi düşman ilan ettiler. Aslında II. Meşrutiyet denilen, bilinen anlamada bir meşruti yönetim kurmaktan çok, Padişahı by-pass eden askeri bir darbeydi. İzleyen dönemin anlaşılması bakımından büyük önem arzeden bir husus da, gizli örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirmesine rağmen gizli örgüt olarak kalmasıdır. En azından örgütün Merkez-i Umumisi gizliliğini korumaya devam etti. Bunun anlamı iktidarın sadece görünen yöneticilerden ibaret olmaması veya ikili bir yapının mevcudiyetidir. İttihatçılar Birinci emperyalistler arası savaşın ardından yaklaşık beş yıllık [1918-1922] bir belirsizlik ve bocalama döneminin sonunda, 1923 de bir darbeyle rejimin adını Cumhuriyet olarak değiştirdiler. Nasıl 1908 gerçek anlamda bir meşrutiyet rejimine denk gelmiyorduysa, 1923’te cumhuriyete benzemiyordu ama resmi söylem, harikalar yaratıldığını, yepyeni bir çağın başladığını, vb. söylemekten geri kalmadı... 1923 sonrası tipik bir dikta rejimiydi. Tüm modern kurum, söylem ve mekanizmalar, ‘ilkeler ve inkılaplar’, diktatörlüğü takviye etmek içindi. Eğer mutlaka bir modernleşmeden söz edilecekse, modernleşen toplum değil devletti. Bu zaman zarfında devlet/hükümet/parti özdeşliği olduğu için, benim asıl devlet partisi [ADP]dediğim odağa [iktidarın görünmeyen kanadı] pek iş düşmedi. Cumhuriyet denilen dönemde de devlet/halk ilişkisinin yönü ve mahiyeti değişmedi, imparatorluk döneminde geçerli olan yabancılaşma devam etti ama bir farkla:
9
Komünist Zemin yönetici cumhuriyet eliti halkı adam etmek istiyordu. Başka türlü söylersek, kendi suretinde bir toplum yaratmak istiyordu... Bu bakımdan kendi halkını sömürgeleştiren bir rejim söz konusuydu. Kemalist yönetici bürokrasi, Avrupalı sömürgecilerin yaptığının bir benzerini gerçekleştirmek istiyordu. Bu sorun üzerinde önemle ve ısrarla durmadan yaşanan süreci yetkin bir tarzda kavramak mümkün değildir. İttihatçıların birinci iktidar dönemi 1908’den yaklaşık 1946-50’ye kadar devam etti. İkinci emperyalistler arası savaşın sonunda hem dünyanın manzarası değişmiş hem de mevcut haliyle dikta rejimini sürdürmek zorlaşmıştı. İç ve dış faktörlerin diyalektiği yeni bir yönetim üslubunu dayatıyordu. Halkı bütünüyle siyasi sürecin dışında tutmak artık eskisi kadar kolay değildi. Halkın sürece dahil edilmesi için kapı azıcık aralanmalıydı... Bu aşamada tam bir muvazaa olan “çok partili sisteme” geçildi. Aslında birden çok partinin kurulmasına izin verilmişti. Artık izinle kurulan-kurdurulan partiler dönemi açılmıştı. İşte Asıl Devlet Partisi [ADP] bu yeni dönemde tekrar önem kazandı. 1946 da bir muvazaa [danışıklı döğüş] sonucu kurulan Demokrat Parti, 1950 seçimlerinde ezici çoğunluk sağlayıp hükümet kurdu. İttihatçıların bir kesimi yeni partinin yöneticileriydi. 1950-1960 döneminde Demokrat Parti [DP] üst üste üç seçim kazandı ve bu zaman zarfında kitlelerin sınırlı da olsa sürece dahil olması Asıl Devlet Partisini [ADP] kuşkulandırdı. ‘Ayak takımının’ işe fazlaca karıştığını düşünüyorlardı. Güdümlü muhalefetin güdümlü olmaktan çıkma ihtimali ‘memleketin sahiplerini’ telaşlandırmıştı. Bilindiği gibi insan iradesi işe karıştığında, güdümlü hareketlerin her zaman güdümlü olmaktan çıkma potansiyeli vardır. Aslında 1950-60 onyılı Asıl Devlet Partisi [ADP] için bir ‘deneme dönemiydi’. Demokrat Parti’nin Adnan Menderes hükümetinin baskıcı yöntemlere başvurması bahane edilerek 27 Mayıs 1960 da yapılan darbe, 1946 da aralanan kapının biraz daha kapatılması içindi... Gerçi Menderes hükümeti 1958 sonrasında baskıcı yöntemlere daha çok başvuruyordu ama bu asla bir darbe gerekçesi olamazdı. Asıl önemli olan bağnaz bir özgürlük ve demokrasi düşmanı olanların bu durumu bahane etmiş olmalarıdır. Zira, İtti-
10
hatçı geleneğin adamları hiç bir şeyden özgürlük ve demokrasiden korktuğu kadar korkmazlardı... [1] Kulisten yönetmek Halkın sürece dahil olmasının önünü kesmek, değilse sınırlamak, kuliste kalarak yönetmeyi sağlayacak bir yapı ve işleyiş oluşturmak üzere harekete geçildi. Öyle bir kurumsal yapı ve işleyiş oluşturmalıydı ki, bir daha darbeye gerek kalmasın... Elbette böyle bir şey mümkün değildir zira insan iradesi [toplumsal dinamik] işin içine giriyor. Cuntacılar ayak takımının işe karışmasını engellemek üzere bir dizi kurum oluşturdular: MGK, Senato, Anayasa Mahkemesi, Tabii senatörlük, Kontenjan senatörlüğü, Devlet Planlama Teşkilatı [DPT], ordu iç hizmet tüzüğünün bir maddesi kanun haline getirilerek ordunun darbe yapması nerdeyse yasal hale getirildi... Bütün bunlar seçimle gelen hükümetlerin iktidar olmasını engellemek içindi. Böyle bir kurumsal-ideolojik ortamda varolan siyasi partilerle Asıl Devlet partisi arasında bir tür müteahhit/ taşeron ilişkisi veya işbölümü oluşmuştu. Siyasi parti hükümeti ancak kendisine bırakılan işlerle ilgilenebilirdi. Mesela Kürt sorunuyla ilgilenmeleri yasaktır. O Asıl Devlet Partisinin ilgi alanındadır... Seçim kazanıp hükümet kuran bir siyasi partinin bu durumunu sürdürebilmesi için kendini Asıl Devlet Partisi‘nin üslubuna uyumlandırması gerekiyor. Aksi halde bir darbeyle tasfiye edilmekten veya oyun dışına atılmaktan kurtulamaz... Velhasıl 1961 anayasasıyla gelen kurumsal yapılar ve mekanizmalar demokrasinin değil, Asıl Devlet Partisinin kulisten yönetmesini sağlayacak kurum ve mekanizmalardı. Sol hareket anayasadaki bazı maddelere bakarak, anayasayı demokratik bir anayasa olarak görme eğilimindeydi, dolayısıyla kurulan tuzağın farkında değildi. Kaldı ki bir yasanın niteliğini belirleyen içerdiği kimi maddeler değil, kimin tarafından nasıl yapıldığı, arkasında hangi gücün bulunduğudur... Nitekim öyle olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. 1971 darbesiyle anayasadaki kimi ‘fazlalıklar’ temizlendi, 12 Eylül 1980 cuntasıyla da anayasa tümden çöpe atıldı.
Komünist Zemin Anayasayı yapan da, çöpe atan da memleketin sahipleriydi. Fakat, gerisinde Asıl Devlet Partisinin bulunduğu cuntacılar muratlarına bir türlü eremediler, kuliste kalarak yönetmeleri mümkün olmadı. Yaklaşık onar yıllık aralarla kulisten sahneye çıkmak zorunda kaldılar. 1960 darbesiyle kurulan tuzak 1971 darbesiyle ama asıl 12 Eylül’le iyice takviye edildi. 12 Eylül cuntası siyaseti nerdeyse yasaklamıştı. Darbeci, komitacı, çeteci, komplocu geleneğin krizi veya ‘ateş en çok dumanı sönerken çıkarır’... İkinci emperyalistler arası savaş sonrasının dünyasına her ne kadar ‘hür dünya’ dense de, gerçek durum farklıydı. Emperyalist blokun lideri ABD önce komünizmin yayılmasını durdurmayı, sonra da çökertmeyi amaçlayan, ‘çevreleme veya kuşatma liberalizmi’ denilen bir jeostrateji izliyordu. Bu amaçla elinin ulaşabildiği her yerde Gladioolarak da bilinen kontr-gerilla örgütleri, cinayet müfrezeleri, ölüm mangaları, vb. oluşturuyor ve/veya teşvik ediyordu. ‘Radikal’ saydığı Üçüncü Dünya Rejimlerini çökertmek için CIA aracılığıyla darbeler tezgâhlıyordu. 1950 sonrasında tam bir ABD uydusu ve NATO üyesi olan Türkiye, bu sürecin dışında değil, tam da göbeğindeydi. Zaten köklü bir darbeci, komitacı, komplocu ve provokasyoncu gelenek geçerliydi. ABD’nin söz konusu stratejisi, Türkiye’de Asıl Devlet Partisinin manevra alanını iyice genişletmişti. Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türkiye, bir tür ‘faili meçhul’ cinayetler ve katliamlar cumhuriyeti’ haline gelmişti. Fakat, 1980’li yılların sonunda birincisi Sovyet sisteminin çökmesi [soğuk savaşın sona ermesi], ikincisi de neoliberal ideolojinin ve politikaların kesin hakimiyet sağlaması, Asıl Devlet Partisi veya memleketin sahipleri için ‘olumlu dış konjonktürün’ ortadan kalkması demekti. Nitekim 28 Şubat [1997] darbesinin bir tür ‘yarım darbe’ oluşunu açıklayan söz konusu dış konjonktürdü. Fakat Asıl Devlet Partisinin işini zorlaştıran sadece dış konjonkürün aleyhe dönmesi değildi. Memleketin sahiplerinin varlığını ve iktidarını aşındırıp/tehdit eden iki unsur daha vardı: Kürt hareketi ve Politik İslam. Bu üçünün diyalektiği, yüzyıllık
dönemde ilk defa ayrıcalıklı elitlerin varlığını ve statüsünü aşındırma istidadı taşıyor. Kürt hareketi ve Politik İslam rejimin daha çok teşhir edilmesini sağlarken, neoliberal küreselleşme de devleti yeni dönemin ihtiyaçlarıyla uyumlandırma yönünde baskı yapıyor. Devleti sadece sermayenin çıkarını gözeten bir yapı ve işleyişe kavuşturmak istiyor, dolayısıyla geleneksel devlet yapısını ve zihniyetini dönüştürüyor. Devletçi/bürokratik eliti asıl bulunması gereken zemine çekiyor: sermayenin ayak işlerine koşulmak... Taşlar yerinden oynadıkça birilerinin altındaki taşlar da kayıyor... Son 3 - 4 yılda darbeci eğilimlerin, çetelerin, Cumhuriyet mitinglerinin, 367 kepazeliğinin, ‘dijital darbenin’, şurda burda patlayan/patlamayan bombaların, üniversitelerde provokasyonların, vb. yeniden sahneye çıkması memleketin sahiplerini saran korkunun bir tezahürü. Bu sefer iktidarlarını, ayrıcalıklarını ve statülerini kaybetmekten gerçekten korkuyorlar ve korkuları yerinde... Asıl devlet partisi cephesinin sözcüleri sıklıkla Türkiye’nin hiçbir dönemde olmadığı kadar iç ve dış tehditlere maruz olduğunu söylüyorlar. Elbette bu söylem tartışmalıdır ama ayrıcalıklı, dokunulmaz-dokunulamaz elitlerin iktidarının ve statüsünün ilk defa tehdit altında olduğu kesin... Bir Arap atasözü: ateş ençok dumanı sönerken çıkarır der... Devlet hukuku veya ‘adalet mülkün temelidir’... 1982 tarihli cunta anayasasının dibacesindeki ikinci maddede “Türkiye cumhuriyeti... bir hukuk devletidir” deniyor. Hukukçular, politikacılar, devlet ricalinin yükseklerindekiler, akademisyenler, herşeyi bilen köşe yazarları da aynı fikirde... Ağızlarını her açtıklarında Türkiye’nin ‘demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’ olduğunu söylüyorlar. Elbette TC’nin bir hukuku var ve bu dünyada hukuku olmayan bir devlet mümkün değildir. Fakat nüanse edilmesi gereken bir şey veya ilişki tersliği var: hukuk devleti yerine devlet hukuku demek daha uygun... Eğer Türkiyedeki rejim gerçekten hukuka uygun bir işleyişe sahip olsaydı devletin önüne bir niteleme sıfatı koymaya gerek olmazdı. Doğrusu hukuk devleti değil, devlet hukukudur. Fakat Türkiye’de standart devlet hukukunun ötesi-
11
Komünist Zemin ne geçen bir şey var: geçerli hukuk sistemi daha çok asıl devlet partisinin hukuku... Aksi halde hükümet partisine karşı bir araç olarak kullanılmazdı... Elbette hukuk, devlet hukuku olmaya devam ettikçe onun hangi odak tarafından kullanıldığı o kadar önemli değildir. Gün Zileli’nin isabetli bir şekilde işaret ettiği gibi, hukuk ve adalet zaten aynı şey değil: “... adalet canlıların, bireylerin bilinci ve vicdanıyla, hukuk ise devletlerin ve iktidarların çıkarlarıyla belirlenir. Bu yüzden de bu ikisi bırakın aynı şey olmayı, birbirinin tam zıddıdır”.[2]Kelli felli adamlar, süslü püslü kadınlar AKP’ye yönelik kapatma davasının ‘hukukî mi yoksa siyasî mi’ olduğunu, bıkıp-usanmadan tartışıp duruyorlar. Neyi tartıştıklarının farkındalar mı? İnsanlarla alay mı ediyorlar yoksa söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı? Durum doğrudan devlet hukukunu, dolayısıyla siyaseti angaje eden bir şey olduğuna göre... Aslında doğrusunu Eskiler söylemiş: “Adalet mülkün temelidir”. Bunu hukuk devletin temelidir şeklinde okuyabilirsiniz. Velhasıl devletlerin hukuka, insanların da adalete ihtiyacı var... İttihatçı geleneğin geçerli olduğu Türkiye’de halkı siyasi sürecin dışında tutmak esastır. Söz konusu geleneğin adamları [aralarında kadın yok gibidir] en çok özgürlük ve de-
mokrasiden korkarlar. Aslında bu yerinde bir korkudur zira halk işe karıştığında, ayak takımı dedikleri siyasi sürece dahil olduğunda, ayrıcalıklarını ve dokunulmazlıklarını kaybedeceklerini gayet iyi bilirler. İşte bu yüzden darbeler, siyasi cinayetler, komplo ve provokasyonlar, muhtıralar, vb. her zaman gündemdedir. Bürokratik/yönetici elit ‘kendi’ halkına tam bir sömürgeci gözüyle bakar ve öyle davranır. Dolayısıyla Ergenekon bir istisna değil kuraldır. ‘Ergenekon operasyonunun’ nasıl sonuçlanacağını görmek için geriye dönük onlarca, yüzlerce örneğe bakılabilir zira tarihsel ‘miras’ ne yazık ki, çok zengin ama son birkaç yılın üç örneğini hatırlamak yeter: Şemdinli suçüstüsü, Hrant Dink cinayeti ve Nokta Dergisi skandalı. Şemdinlide neler olduğunu, Hrant Dink davasının nasıl seyrettiğini, darbe günlüklerini yayınladığı için derginin ve genel yayın yönetmeni Alper Görmüş’ün başına gelenleri hatırlamak, rejimin niteliği ve ‘hukuk devleti’ denilen hakkında yeterli fikir veriyor. Asıl İktidar odağı olan dokunulmazlara dokunuluncaya kadar Ergenekon varlığını sürdürecek ama artık yolun sonuna gelinmekte olduğunu söylemek mümkün. Zira, hem dünya artık eski dünya değil, hem de ayak takımını aldatmak eskisi kadar kolay değil...
[1] Rejimin niteliğine ilgi duyan okuyucu Yediyüz, Paradigmanın İflası ve Reel Atatürkçülük adlı kitaplarla, ozguruniversite.org’daki güncel yazılara bakabilir. [2] Bkz: Gün Zileli, ozguruniversite.org güncel yazılar. Kardelen 16 Nisan 2008
12
Komünist Zemin
Abdullah Öcalan’ı Savunma Merkezli Kürt Serxildanı Üzerine 2008 yılı itibariyle Kürt halkı tarafından “Sivil itaatsizlik” olarak adlandırılan kitlesel eylemler artarak yaygınlaştı ve büyüdü. Ekim ayının ikinci yarısında ise, gerek Kürt illerinde, gerekse de Türkiye metropollerinde Kürt halkı bu kitlesel eylemlerini adeta Serxildana dönüştürdü.
Bugün gelinen aşamada bu kitlesel eylemler, Kürtler açısından yeni bir mücadele yöntemi, yeni bir Serxildan olmanın ötesinde, Kürtlerin kendilerini ifade edebildikleri tek özgür alan haline de geldi. Bu ayağa kalkışın görünen öncelikli nedeni Öcalan’a İmralı’da yapılan kötü muamele olsa da, bu değildir, en azından tek başına bu değildir. Kürt Serxildanı’nın öncelikli talebi Öcalan olsa da, bunu bu şekilde okumak yanlıştır. Çünkü Kürt halkı, Öcalan nezdinde kendi iradesini somutlaştırmakta ve Öcalan’la oynanmasını, kendisiyle oynanma olarak mütalaa etmektedir. Birileri bu empatiyi ya da paradigmayı yanlış bulabilir, ama Kürtler meseleye böyle yaklaşmaktadır. Bunun böyle olduğunu Sol hareketin önemli bir kısmı ve PKK’ya muhalif Kürt siyasi çevreleri kavramamış olsalar da, devletin sahibi olan güç bunu çok iyi kavramıştır.
Kürt Serxildanı ve Devletin Tavrı Üzerine Devlet, 2009 yılı Mart ayında yapılacak yerel seçimler öncesi, Kürtlerin hassasiyetini bildiği halde, Öcalan’a kötü muamele yaparak Kürt halkını provoke etmiş ve bu yolla hem Kürtlerin nabzını ölçmek istemiş, hem de Kürt özgürlük hareketini terörize ederek marjinalleştirmeyi hedeflemiştir. Devlet, önce Kürtleri provoke etmiş, ardından da, “Bakın, PKK çocukları kullanıyor” diye avazı çıktığı kadar bağırarak, güya Kürt özgürlük hareketini teşhir etmeyi denemiştir. Kürtleri katlederken çocuk-büyük ayırımı yapmayan devlet, birden bire Kürt çocuklarını keşfediyor. Ve daha düne kadar Kürt çocuklarının kolunu kıran Türk polisini, birden bire Kürt çocuklarıyla sokakta futbol oynarken görüyoruz. Tam bir komedi. Ve peşinden Tayyip Erdoğan sahne alıyor. Erdoğan, adeta ateşe benzin döken adam edasıyla, ayağa kalkmış Kürt illerine sefer düzenliyor. Maksat belli; Kürt hareketini bir terör hareketi olarak gösterip tecrit etmek ve bu vesileyle Kürt illerinde devlet otoritesini yeniden tesis etmek. Devlet, Kürtlerin İslamiyet’le olan alakasını her dönem kullanarak, Kürtleri din üzerinden pasifize etmeyi denemiş ve bunda büyük ölçüde başarılı da olmuştur. Zaten AKP ile devletin sahiplerinin uzlaşma noktası da budur. Yani AKP’nin İslami motifli bir parti olması dolayısıyla Kürtler üzerindeki göreceli etkisidir. Bundan dolayıdır ki devletin sahipleri, AKP üzerinden son bir kez daha Kürtleri kontrol altına almayı denemek istemektedirler. AKP’nin son genel seçimlerde Kürt illerinden oldukça iyi sayılabilecek oranda oy almış olması, devletin sahiplerini bu yönde cesaretlendirmiştir. AKP’nin son genel seçimlerdeki başarısı yalnızca devletin sahiplerini değil, AKP’yi de cesaretlendirmiştir.
13
Komünist Zemin Bundan dolayıdır ki, AKP ve devletin sahipleri yeniden el sıkışmış ve Kürtler karşısında zaten var olan ortak tutumlarını bir kez daha pekiştirerek, topyekûn savaş için yeniden start verilmiştir. Önce meclisteki Kürt vekiller ablukaya alınarak köşeye sıkıştırılmak istenmiş, ardından DTP’nin kapatılması için dava gündeme getirilmiş, Güney Kürdistan’a yönelik işgal harekâtı başlatılmış, Kürdistan toprakları bombalanmış, Öcalanl’a karşı tutum sertleştirilerek Kürtler provoke edilmek istenmiş ve nihayetinde, Tayyip Erdoğan’ın Kürt illerine yaptığı seferler aracılığıyla Kürt varlığına ve iradesine açıkça meydan okunarak, açık savaş ilan edilmiştir. Fakat Kürtlere çekilen silah ters tepmiştir. Devletin, elinde Kur'an-ı Kerim'den ayetlerle Tayyip Erdoğan’ın ardına saklanarak Kürdistan’a seferi, büyük bir direnişle karşılaşmış; Kürk halkı, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını, olmayacağını herkese göstermiştir. Bu durum karşısında acz içerisine düşen Tayyip Erdoğan, nihayetinde yıllardan beri dilinin altında sakladığı niyetini ortaya koymuştur: “Ya sev, ya terk et!”
Kendisi Gürcü kökenli olup, henüz birkaç kuşak önce bu coğrafyaya göç etmiş bir ailenin ferdi olan Erdoğan, binlerce yıldan bu yana bu coğrafyada yaşayan, bu coğrafyanın her taşında izi olan bir halka, Kürt halkına, hem de bir Kürt ilinde “Ya sev, ya terk et!” diyebilecek kadar şuurunu yitirmiştir. Tam bir çıldırma durumu.
14
Artık yolun sonuna gelindiğini Erdoğan’da görmüş, dolayısıyla da bütün köprüleri atmakta bir sakınca görmeyerek, Ümmetçi söylemini soyunup, ırkçı özünü giyinmiştir. Kürt Serxildanı Karşısında PKK’ya Muhalif Ulusalcı ve “Sosyalist” Kürt Siyasi Çevrelerinin Tutumu Üzerine Birkaç Not Esasen kendilerini Kürt ulusalcısı ve “Kürt Sosyalistleri” olarak nitelendiren çevrelere cevap vermek bizim işimiz değildir. Çünkü bu mesele Kürt ulusal hareketin kendi iç meselesidir ve bu konuda hüküm verecek olan da Kürt halkının kendisidir. Ama bu gerçek, Kürt halkının vermiş olduğu meşru mücadelede ondan yana olan komünistlerin, Kürt halkının mücadelesine zarar verenler karşında bir duruş göstermeyecekleri anlamına gelmez. İşte bu hakkımızı kullanarak, yani Kürt halkının mücadelesini savunma hakkımızdan hareketle, PKK’ya muhalif Kürt siyasi çevrelerine ilişkin birkaç not düşmeyi zaruri gördük. Öncelikle belirtmeliyiz ki bu çevreleri, “PKK’ya muhalif Kürt siyasi çevreler” olarak adlandırmamız tesadüfî bir durum değildir. Bu çevreleri bu biçimde adlandırıyoruz, çünkü yaklaşık olarak son otuz yıldır bu çevrelerin faaliyetlerinin ana eksenini PKK muhalifliği oluşturmaktadır. Öyle ki, PKK’nın aldığı her başarısızlık, bu çevreler tarafından kendi başarıları olarak telakki edilir olmuş, neredeyse, bu çevreler kendi varoluşlarını PKK’nın yok oluşuna endekslemiş durumdadırlar. Asıl konuya dönecek olursak, şurası bir gerçektir ki, bu çevrelerin niyetleri ne olursa olsun, pratik tutumları Kürt özgürlük mücadelesine zarar vermektedir. Bundan dolayıdır ki, bu çevrelerin ne PKK’ya yönelik eleştirilerine, ne de siyasal önermelerine, Kürt kitleleri itibar etmemektedir. Çünkü Kürt ezilenleri, bu çevrelerin niyetlerinden bağımsız olarak, davranışlarının hiç de dostane olmadığını telakki edebilecek durumdadır. Kürt halkı, PKK’ya muhalif Kürt siyasi çevrelerinin PKK’ya yönelik saldırılarının ne anlama geldiğini çok iyi görebildiği içindir ki, bu çevrelerle arasına mesafe koymakta ısrar etmektedir.
Komünist Zemin Kürt ezilenleri tercihlerinde bu ölçüde siyasi davranırken, Kürt ezilenlerine önderlik yapma iddiasında olan bu çevreler, bu ölçüde bir siyasi davranış ortaya koyamamaktadırlar. PKK’ya muhalif bu çevreler tabii ki farklı düşünebilirler ve kendi doğrularında ısrar edebilirler, ama bunu yapmanın yolu, Kürtlerin mevcut örgütlü iradelerini kırmak değildir. Eğer bu çevreler mevcut siyasal önderliğin yanlış olduğu ya da “ihanet içerisinde” olduğunu düşünüyorlarsa, bu durumda yapmaları gereken, Avrupa topraklarına yerleşip, oradan Kürt halkının kaderi üzerine rulet oynamak ve PKK’nın çöküşünü beklemek değil, Kürt ezilenleriyle omuz omuza verip, onlarla birlikte “doğru” olanı mücadele alanlarında inşa etmektir. Bunun dışındaki her davranış, yalnızca ve yalnızca Kürt ezilenlerini demoralize etmeye ve Kürt ezilenlerinin mevcut örgütlülüklerini sabote etmeye hizmet edecektir. Kürt Serxildanı Karşısında Türkiye Menşeli Sosyalist Hareketin Bir Kesimin Tavrı Üzerine Kürt halkının Öcalan’ı savunma merkezli eylemlilikleri ve Serxildanı, “Türk Solu”nun önemli bir kesimi tarafından desteklenmediği gibi, alay konusu yapılmıştır. Öyle ki, Öcalan’ın saçlarının kesilmesine Kürt halkı, “Benim saçımı da kes” kampanyasıyla cevap verdiğinde bu çevreler, bu kampanyayı alay konusu yapmış, bir birlerine, “Ben de isterim, ben de isterim, benim saçım da kesilsin” diye takılmış, bu durumla alay ederek gönül eğlendirmiştirler. Eğer meseleyi Öcalan ya da Öcalan’a kötü muamele olarak algılarsak, sırf bundan dolayı bir halkın ayağa kalkmasını ve enerjisini Öcalan merkezli eylemlerle tüketmesini tabii ki anlamak mümkün olmaz. Eğer meseleye bu açıdan bakacak olursak, alay etmesek de, en azından bu eylemlerin gereksizliği hususunda söz konusu çevrelerle aynı noktada buluşabiliriz. Ama bizi ilgilendiren ne Öcalan’ın kişiliği, ne politik duruşu, ne de niyetidir. Bizi ilgilendiren devletin ve Kürt halkının Öcalan’a yüklediği anlam, devletin Öcalan’a kötü davranarak, esasen kimi rencide edip
sindirmek istediği ve Kürt halkının Öcalan nezdinde neyi savunduğudur. Eğer söz konusu olan tek başına Öcalan olacak olsaydı, o zaman biz de Öcalan’a ilişkin hiç de pozitif olmayan değerlendirmemizi ortaya koyardık ve hep birlikte Öcalan’ı tartışırdık. Ama mesele Öcalan değildir. Birçokları gibi biz de biliyoruz ki Öcalan, yakalandığı gün itibariyle devleti ve devletin mayasını teşkil eden Kemalizm’i yüceltmiş, Kemalizm’i yücelttikçe de, Kürt isyan tarihini yok saymış ve bu isyan tarihini lekelemiştir. Bununla da kalmamış, Türk devletinin katliamlarını “Cumhuriyetin korunması için zaruri hareketler” olarak haklı göstermiştir. Dolayısıyla bizim açımızdan Öcalan’ın savunulacak bir yanı yoktur. Ama söz konusu olan Öcalan’ın şahsiyeti ve durduğu yer değil, şu an için Kürtler açısından ne ifade ettiğidir. Bu aşamada bizi ilgilendiren, ne “Öcalan Ergenekon bağlantısı” ne “Öcalan ile Genelkurmaylık arasındaki görüşme trafiği”, ne de Tuncay Özkan ve Ertuğrul Özkök benzeri özel savaş elemanlarının, Öcalan’ı “Mustafa Kemal’i en iyi anlayan adam” olarak ilan etmeleridir. Bizi ilgilendiren nokta, devletin, Öcalan üzerinden neyi ve kimi teslim almak istediği ve Kürt halkının Öcalan’ı savunmak adına neyi savunduğudur.
Kürt ezilenlerinin dostu olan her kişi ve çevrenin ilgilenmesi gereken nokta bu olmalıdır. Ama ne yazıktır ki Kürt ezilenlerinin dostu olduğunu iddia eden kimi çevreler, meseleyi bu açıdan kavramamakta ısrar etmektedirler.
15
Komünist Zemin Devlet tarafından, Öcalan üzerinden rencide edilen ve demoralize edilmek istenen Kürt halkı, bir kez de Kürt halkının dostu olduğunu iddia eden çevrelerce demoralize edilmektedir. Biz Öcalan hakkında ne düşünürsek düşünelim, bu, Öcalan’ın Kürt halkı ve Kürt özgürlük hareketi açısından ifade ettiği önemi ve anlamı değiştirmemektedir. Öncelikli olarak kavranması gereken budur. Eğer başka türlü düşünecek olursak, yani Öcalan’ın ya da Ahmet Türk’ün söylediklerinden yola çıkarak Kürt özgürlük mücadelesini değerlendirecek olursak, Kürt özgürlük hareketiyle aramıza mesafe koymamız kaçınılmaz olacaktır. Öyle ya, "Bu bayrak hepimizin ortak değeridir, biz ortak değerlerimizle bayrağı yarattık” diyen Ahmet Türk’ün bu yaklaşımından yola çıkacak olursak, Kürt özgürlük hareketinden yana olmak nasıl mümkün olabilir ki? Ne kadar büyük bir trajedidir ki, bu bayrak altında on binlerce Kürt katledildi ve buna rağmen bir Kürt siyasetçisi, “Bu bayrak bizim ortak değerimizdir” diyebiliyor.
Bırakalım Kürtleri bir yana, varsayalım ki Kürtler katledilmedi, ama yaklaşık olarak iki milyon Ermeni ve Süryani bu bayrak altında katledilmiştir. Ve ne yazıktır ki gerek Ahmet Türk, gerek diğer birçok Kürt siyasetçisi, gerekse de Öcalan; milyonlarca insanın soykırıma uğratılmasının sonucu olarak ortaya çıkmış bir Cumhuriyeti ve onun sembolü olan Bayrağı, Kürtlerin de değeri olarak kabul edip, sahiplenebiliyorlar. Bununla da yetinmeyerek, “Kürtler, kurucusu oldukları Cumhuriyetin asli unsuru iken, daha sonra dıştalandılar” diye hayıflanabiliyorlar.
16
Şimdi, eğer biz Kürt özgürlük mücadelesini bu yaklaşımlardan yola çıkarak değerlendirecek olursak, değil Kürt hareketinden yana olmak, onun karşısında bile olabiliriz. Bırakalım bütün bunları bir yana, eğer komünistler ulusal hareketlerle ilişkilerini ulusal hareketlerin stratejik amaçları üzerinden kurmuş olsalardı, bu durumda ulusal hareketlere karşı olmaları gerekirdi. Çünkü ulusal hareketler, nihayetinde bir ulus devleti hedeflerler; oysa komünistlerin nihai olarak hedefledikleri devletsiz bir toplumdur. Ama komünistler ulusal kurtuluş hareketleriyle ilişki kurarken, onun nihai hedeflerinden değil, onun tarihsel haklılığından ve mevcut mağduriyetinden yola çıkarlar. Bu paradigma, bütün ezilen sosyal topluluklar için geçerlidir. Nihayetinde bütün ezilen sosyal toplulukların; kadınların, eşcinsellerin, engellilerin, ezilen ulusların, siyahların, bunların her birinin nihayetinde hedefledikleri, kendilerini ezenle eşitlenmek, yani kendisini ezene benzemektir. Kürt ezilenlerinin mücadelesine ancak bu perspektiften, yani onun tarihsel haklılığından ve var olan mağduriyetinden yola çıkarak yaklaşılacak olunursa, Kürt ezilenlerinin mücadelesi, Kürt özgürlük hareketinin siyasal önderi olarak kabul edilen Abdullah Öcalan’ın beyanatlarına, politik, taktik ve stratejik yaklaşımlarına ve şahsiyetine rağmen savunulabilir. Ancak bu perspektiften bakılacak olursa, görünürde Abdullah Öcalan için de olsa sokağa çıkarak kendi öz iradesini ortaya koyan bir halkın yanında olunabilir ve onunla aynı barikatta yan yana durulabilir. Ezilen bir ulusun “kendi kaderini tayin hakkı”na saygı göstermenin ve ondan yana olabilmenin biricik yolu budur. Kürt ezilenlerinin dostu olduğunu iddia eden çevreler, Kürt ezilenlerine şart koşarak ve taşıdığı sembollerden, parolalardan ve Abdullah Öcalan’a olan bağlılıklarından dolayı ona sırt çevirerek Kürt halkının dostu olamazlar. Kürt özgürlük mücadelesinin siyasal önderliği ne ölçüde yanlış olursa olsun, bu durum, Kürt ezilenlerinin haklılığına helal getirmez. Bu durumda yapılması gereken, mevcut siyasal önderlikten dolayı Kürt özgürlük hareketiyle araya bir mesafe koyup, onun yegâne örgütlülüğünü sabote etmeye çalışmak dostane bir davranış değildir.
Komünist Zemin Kürt Sexildanı Vesilesiyle Bir Kez Daha Komünistlerin Ulusal Bağısızlık Hareketleri Karşısındaki Tutumu Üzerine “Ulus devlet“, ulus ve ulusal sorun, özü itibariyle kapitalizm ile ortaya çıkan “değer” ve sorunlardır. “Ulusal bağımsızlık” hareketleri, özü ve hedefleri bakımından bir burjuva karaktere sahip olmasına rağmen, egemen “ulus” lehine bölünmeye karşı çıktığı ve ezilen “ulus”un egemen “ulus”un boyunduruğu altında yaşamaya zorlanmasına karşı durduğu için bir ezilenler ve haklılar hareketidir. Ezilen “ulus”un kurtuluş mücadelesi, egemen anlamdaki bölünmeye karşı çıktığı ve ezen “ulus”un kendini egemen “ulus devlet” olarak örgütleyip, baskıcı bir aygıta dönüşmediği veya bir başka topluluğun mağduriyeti üzerinden kendisini var etmediği müddetçe haklı ve meşrudur. Komünistler, bu bilinçle hareket ederek; koşulsuz ve radikal bir biçimde ezilen “ulus” milliyetçiliği ile ezen “ulus” milliyetçiliğini birbirinden ayırarak, tereddütsüz bir biçimde ezen “ulus” milliyetçiliğine karşı, ezilen “ulus”tan yana olurlar. Bu taraf oluş aynı zamanda ezilen “ulus” hareketinin politik önderliğinin de koşulsuz desteklenmesi anlamına gelmez. Çünkü “ulusal kurtuluş” hareketi önderlikleri burjuva karaktere sahiptirler ve kendi açılarından yeterli bir meşruiyet elde ettiklerinde daha önceki göreceli "devrimci" pozisyonlarını terk ederek karşı devrimci bir rol oynamaya başlarlar. “Ulusal kurtuluş” mücadeleleri, göreceli “özgürlükçü” perspektifine rağmen; gerek ezilen “ulus”ların bugünkü egemen yaşam karşısındaki haklılığının bir ifadesi olması bakımından, gerekse de egemen “ulus” ezilenleri ile ezen “ulus” ezilenlerinin kardeşliği ve birlikte bir gelecek için mücadele edebilmeleri bakımından devrimci bir dinamiğe sahiptir ve komünistler tereddüt göstermeksizin bu devrimci dinamiği sahiplenirler.
PKK Muhalifi olan Kürt Ulusalcılarına, Kürt Sosyalistlerine ve Kürt Özgürlük Mücadelesinde Kürtlerden Yana Saf Tuttuğunu İddia Eden Türkiye Menşeli Sol Çevrelere Hitaben Son Birkaç Söz Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kürt özgürlük hareketiyle olan ilişkide bu hareketin dostlarını ilgilendiren İmam değil, Cemaat olmalıdır. Eğer İmam Cemaati yanlış kıbleye secde ettiriyorsa ve Cemaat bu hususta bir şüpheye sahip değilse, Kürt özgürlük hareketine dost olanların işi, Cemaatin namazını bozmak olamaz. Tabi ki ortada bir yanlışlık varsa bunu konuşmak gerekir, ama bunun ne vakit ve hangi yolla yapıldığı hayati bir önem taşımaktadır. Eğer Cemaat namazın sonuna gelmişse ve siz ayağa kalkıp, “İman sizi yanlış kıbleye secde ettiriyor” diye bağırarak Cemaatin namazını bozmaya kalkışırsanız, Cemaat sizi dinlemeyeceği gibi, İmam’ı değil, sizi linç edecektir. Çünkü Cemaatin, o an sizi dinlemesi demek, onca zaman kıldığı namazların ve yaptığı ibadetlerin boşa gittiğini kabul etmesi ve bir anda kıblesiz kalması demektir. Bunu ne Kürtler ne de bir başka topluluk kabul eder. Bunun da ötesinde, Cemaat için önemli olan hangi kıbleye secde ettiği değil, kıble olarak kabul ettiği yöne yüklediği anlamdır. Dolayısıyla da, Cemaat, böyle bir durumda, yani kıble olarak kabul ettiğine yönelik bir saldırıya karşılık verdiğinde, esasen kıbleyi değil, kıbleye yüklediği anlamı savununur. Bugün, Kürtlerin Öcalan’la olan ilişkilerini ve Öcalan ile kurmuş oldukları empatiyi ya da özdeşleşmeyi bu şekilde anlayıp mütalaa etmek gerekiyor. Aksi taktirde ne Kürtleri anlayabilmek ne de onlardan yana olabilmek mümkündür.
17
Komünist Zemin
Osmanlıdan Cumhuriyete Rejimin Karakteri, Sürekliliği ve Geçirdiği Değişim Üzerine “Resmi tarih, hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir.”
(F. Başkaya)
Değişimin Diyalektiği Doğada hiçbir şey durağan değildir ve aynı kalmaz; her şey sürekli bir devinim halinde ve değişim içindedir. En katı şeyler bile hem kendi içinde bir devinime sahiptirler hem de parçası oldukları doğayla olan ilişkileri nedeniyle değişim halindedirler. İlk oluşumundan buyana yerinde duran bir kaya parçası, onun kaya olarak tanımlanmasına neden olan genel karakteristik özelliklerinin tümünü korusa bile güneşin, rüzgârın ve yağışın etkisiyle, kısacası klimatik -iklimsel- etkenler nedeniyle her gün değişime uğrar.1 Bu nedenle şimdiki görünümü aslında bir önceki günkü görünümü ile aynı değildir. Doğadaki bu değişim süreklidir; bu, onun kaçınılamaz yasası, diyalektiğidir. Bilinen ve klasik olmuş söylemiyle; “Değişmeyen tek şey değişimdir”… Doğada bulunan şeyler için geçerli olan bu diyalektik kural devletler, devletlerin siyasal rejimleri ve toplumların sosyolojik yapıları için de geçerlidir. Hiçbir devlet, hiçbir siyasal rejim, hiçbir toplumsal yapı ne sonsuza dek var olabilir, nede kurulduğu, oluştuğu ya da ortaya çıktığı günkü gibi kalabilir. Ezilen ve sömürülen insanlık üzerinde birer baskı ve egemenlik aygıtı olarak ortaya çıkan bu kurumların her biri, var oldukları ve yaşadıkları süre içinde yapılarının genel karakteristik özelliklerini egemen özelliklerini- korusalar da hiçbir zaman aynı kalamazlar; hem içsel hem de dışsal etkenler nedeniyle sürekli olarak değişim halinde olurlar. Fakat doğadaki doğal değişimlerden farklı olarak devletlerdeki, devletlerin siyasal rejimlerindeki ve sınıflı toplumların toplumsal yapılarındaki değişimler “doğal” bir süreç olarak işlemez.2 Bu egemen kurumsal yapılardaki değişimlere etki eden faktörler, egemen sınıfların sürekli olarak artan ihtiyaçları ve çıkarlardır.
18
Egemen sınıfların artan ihtiyaçları ve çıkarları, onların sahibi oldukları rejimlerde yeni düzenlemeleri ve değişiklikleri gündeme getirir ve bu nedenledir ki iradi müdahalelerini zorunlu kılar. Her bir ihtiyacın ve çıkarın arkasında ise organize olmuş ulusal ve uluslararası örgütlü egemen iradeler ve bu iradelerin planları söz konusudur. Bu yeni düzenlemeler ve değişiklikler esnasında her zaman bir arada hareket edemeyen, farklı çıkarlara, dolayısıyla da farklı planlara sahip olan egemenler, zaman zaman karşı karşıya da gelirler. Bu nedenledir ki devletlerde, devletlerin siyasal rejimlerinde ve toplumsal kurumlarda yaşanan değişimler, çoğunlukla sancılı olur; kimi zaman uzlaşmalarla, kimi zaman da çatışmalarla şekillenir. Sınıflı toplumlardaki tek çatışma dinamiği karşıt sınıfların birbirleri ile mücadeleleri değildir. Aynı zamanda rejim içi egemen güçler de kendi aralarında sürekli olarak çekişme, rekabet ve iktidar mücadelesi halindedirler. Bu nedenle, sınıflı toplumlardaki içsel değişimler, onun yapısal bir gerçeği olarak içindeki egemen katmanlarının tamamının ya da tek tek her birinin istediği, arzu ettiği yönde gelişmez. Rejim içi egemen güçlerin bir bölümü statükonun korunması için direnç gösterirken -ki çıkarları bu statükoya bağlıdır-, bir diğer bölümü de statükonun kendi çıkarları doğrultusunda değişmesi, yeniden düzenlenmesi için çaba gösterirler. Ama egemenler arasında süren rejim içi bu mücadelelerde, eğer çok özel tarihsel bir moment kendini dayatmamışsa, kılıçlar çoğunlukla sonuna kadar çekilmez.3 Bu rejim içi mücadelelerde bir bakıma kaçak bir güreş söz konusudur. Genellikle rejimi riske edecek keskin hamlelerden ve şiddetli çatışmalardan kaçınılır. Rejimin egemenleri tarafından rejim için tehdit olarak algılanan bir durum söz ko-
Komünist Zemin nusuysa, bu durum karşısında geçici bir süre için de olsa herkesin razı olacağı bir orta noktada uzlaşılır. Fakat bu uzlaşının kendisi bile, her kesim için arzu edilen olmasa da bir değişimdir ve bir önceki duruma göre bir farklılığa tekabül etmektedir. Egemenler arasında süren rejim içi mücadeleler, genellikle, ezilen/sömürülen sınıfın örgütlü, birleşik ve mücadeleci bir sınıf hareketi olarak ezen/sömüren egemenler karşısında aktif bir pozisyonda olamadıkları dönemlerde ortaya çıkarlar. Zira böylesi dönemler, rejim içi değişim fırsatlarının ortaya çıkabilmesi için gerekli olan en uygun anlardır. Fakat egemenlerin kendi aralarındaki çıkar ayrılıklarından doğan anlaşmazlıkları ne kadar “uzlaşmaz” ve iç çatışmaları ne kadar “derin” olursa olsun, söz konusu olan rejimin güvenliği ve geleceği olduğunda, bu anlaşmazlıklar ve çatışmalar rejimin güvenliği sağlanıncaya kadar, ya da düşman olarak telakki edilen tehdit unsuru bertaraf edilinceye kadar, geçici bir süre için de olsa bir kenara bırakılır. Ama bu sürecin kendisi bile, bir yanıyla rejim içi güçlerin kendi aralarındaki mücadeleye dair bir sonraki düello için enerji biriktirdiği, nefesini düzenlediği ve güçlerini tasnif ettiği bir hazırlık dönemidir; bir diğer yanıyla da bu süreç, rejim içi mücadelenin için için sürdüğü, değişim dinamiklerinin mayalandığı bir dönemdir. Buraya kadar ortaya koyduğumuz ve ilk bakışta önemli bir çoğunluk açısından bir hipotezmiş gibi algılanan tabloyu kavrayabilmek ve bunun gerçekle bağını kurabilmek için, 2007 yılı ve 2008 yılı boyunca, üzerinde yaşadığımız coğrafyada egemen olan rejimin sahiplerinin yol haritasına bakmak bile yeterli olacaktır. Bu coğrafyada egemen olan rejimin egemenleri, birleşik ve mücadeleci bir sınıf hareketinin yokluğu ve Kürt hareketinin barışçı yönelimleri nedeniyle askeri eylemliliklerden uzak durduğu ve sınırların ötesine çekilerek savunma hattında kaldığı koşullarda, önce kendi aralarındaki iç mücadeleye hız verdiler. Ne zamanki Kürt hareketi müdafaadan çıkıp daha müdahaleci bir sürece girdi, bu kez rejimin egemenleri, öncelikle rejim için tehdit olarak algıladıkları Kürt hareketi karşısında aralarında bir uzlaşmaya vararak kendi iç çatışmalarının dozunu düşürdüler ve aralarındaki asıl
hesaplaşmayı şimdilik bir başka zamana ertelediler. Detayları bir başka yazının gündemi olabilecek olan yukarıda aktardığımız gelişmeyi burada keserek, asıl gündemimiz olan rejim içi güçlerin iç mücadelesine dair değerlendirmemize geçelim. Rejimin İçsel Değişim Sancılarını Tetikleyen Etmenler 2007 ve 2008 yılı boyunca, üzerinde yaşadığımız topraklarda hâkim olan rejimin sahipleri arasında, rejime dair içsel tartışmaların, bir bakıma da düşük yoğunluklu rejim içi iç mücadelelerin, Cumhuriyet tarihinde neredeyse hiç olmadığı kadar açıktan tartışıldığı, yaşandığı ve gündemi belirlediği bir dönem oldu. Şimdilik, rejim içi egemen güçlerin önemli bir kesimi arasında bir uzlaşmaya varılmış olmasına rağmen, rejimin egemenleri arasındaki bu iç mücadele çözümlenmiş değil ve kısa süre içinde de çözümlenecek gibi görünmüyor. Görünen o ki, önümüzdeki süreçte de rejim içi bu tartışmalar ve iç mücadeleler şimdilik dozunu düşürmüş olsa da gündemdeki yerini koruyarak sürdürecek. II. Meşrutiyet’in ilanının (1908) 100. yılının da rejim içi bu tartışmaların ve iç mücadelelerin yaşandığı momente denk düşmesi, tartışmalara vesile olan rejim içi mücadelenin tarihsel arka planının da gündeme gelmesine yol açtı. Rejim içi güçlerin iç mücadelelerinden doğan bu tartışmalar, doğaldır ki rejim içi güçlerle de sınırlı kalmadı, kalamazdı. Rejim muhalifi ve karşıtı güçler de konumlandıkları siyasal zeminden bu tartışmalara katılarak gelişmeler karşısındaki tutumlarını belirlediler. Rejim muhalifi ve karşıtı güçlerin bu tartışmalardaki tutumlarının ne olduğuna ve ne anlam ifade ettiğine geçmeden önce, aslında rejimin kuruluşundan buyana içten içe süregelen ve fakat artık saklanamaz ve ertelenemez olan rejim içi mücadelenin su yüzüne çıkmasına vesile olan etmenlere kısaca değinelim. Bu etmenlere geçmeden hemen önce özellikle şunun altını çizelim; rejim içi bu tartışmaların ve iç mücadelelerin ortaya çıkışına vesile olan şey, ne 1908’in 100. yılıdır, ne de rejimin sahiplerinin bugüne değin yönettikleri yoksul kit-
19
Komünist Zemin leleri yönetememe krizidir. En azından rejimin egemen güçleri açısından bu, Kürt hareketi dışında kalan büyük kalabalıklar için geçerli olan bir durumdur. Rejim içi bu tartışmaların ve iç mücadelelerin ortaya çıkmasına vesile olan şey, aslında, iktidarın kimin elinde, kime karşı, kimlerle ittifak halinde, nasıl toplanacağı, nasıl işleyeceği ve rotasını hangi yönde çizeceği üzerinedir. Kısacası bu rejim içi mücadele, burjuvazinin cephesinde egemen güç odakları arası bir iç iktidar mücadelesidir. Ama bu mücadele doğası gereği uluslararası kapitalist sistemin emperyalist aktörlerinden bağımsız ve kendi başına ulusal ölçekte cereyan eden yerli/yerel bir mücadele de değildir. Bu durumda rejim içi bu tartışmaların ve iç mücadelelerin ortaya çıkmasına, dahası öteden beri çoğunlukla kamuoyuna yansıtılmadan kapalı kapılar ardında örtülü ve kontrollü olarak süregelen bu iç mücadelenin su yüzüne çık(arıl)masına vesile olan dört etmenden söz edilebilir. Bu etmenleri sıralamadan hemen önce; bugüne değin çoğunlukla kapalı kapılar ardında süregelen bu rejim içi mücadelenin şimdi kamuoyuna yansıtılmasını kısaca şöyle izah edebiliriz: Kendisini devletin sahibi olarak gören geleneksel devlet bürokrasisi (yönetici elit tabaka da denilebilir) karşısında, devlet yönetimindeki yetkilerin mümkün olan en fazlasını eline almak isteyen kapitalist sınıfın tüm iktidarı kendi elinde toplamak isteyecek kadar büyümüş olması ve kendine güvenini kazanması, bunun için hem uluslararası konjonktürün uygunluğu hem de emperyalist destekçilerinin varlığı, rejim içi kampların her bir kesiminin değişimi sağlamak ya da statükoyu korumak için kamuoyu desteğini arkalama ihtiyacından doğan toplumsal taban arayışı. Fakat rejim içi bu iki egemen gücün üzerinde ortaklaştığı temel iki şey; rejimin sınıfsal niteliğinin korunması ve her bir egemen güç için toplumsal taban arayışında kitlelerin bu sürecin öznesi ve doğrudan aktivisti olarak değil, nesnesi olarak kalmasıdır. Şimdi bu rejim içi tartışmaların ve iç mücadelenin ortaya çıkmasına vesile olan etmenleri ele alabiliriz. Birincisi; kuruluşu itibariyle bir vesayet rejimi olan bu coğrafyadaki rejimin, halen dahi vesayet rejimi olma özelliklerinin birçoğunu koru-
20
yor olması, dolayısıyla uluslararası kapitalizmin bölgedeki “yeni”, şimdiki ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte olmaması, bir bakıma eskimiş olmasıdır. Bu nedenle de uluslararası kapitalizm, soğuk savaş döneminin bu eski tip hantal rejimini, kendi ihtiyaçları doğrultusunda bölgede daha aktif bir rol alacak ve daha operasyonel olacak bir işlevle donatarak yeniden düzenlemeye, dizayn etmeye ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla rejimin eski ve tutucu geleneksel güçlerini, kendisiyle ittifak halinde olan rejimin daha dinamik güçleriyle uzlaştırmaya çalışmakta, uzlaşma eğiliminde olmayanlarını ise tasfiyeye yönelmektedir. İkincisi; içerideki kapitalist sınıfın önemli bir kesiminin, artık, vesayet rejimi özelliklerinin birçoğunu koruyan mevcut rejimin idaresi altında ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamaması, ulusal ve özellikle de uluslararası ilişkilerini arzu edilen düzeyde düzenleyememesi, siyaseti kendi istediği düzlemde belirleyememesi gibi nedenlerle mevcut rejim ile yetinmek istemeyip, emperyalist ilişkilerinin de desteğiyle iktidarı olabildiğince kendi eline almak, kendi elinde toplamak istemesidir. Üçüncüsü; birinci ve ikinci etmenlerin aktörleri olan güçlerin, yeni yönelişleri ile tehdit ettiği geleneksel devlet bürokrasisinin (başını ordunun çektiği askeri ve sivil bürokrat elitin), kendisini, rejimin kurucu unsuru olan geleneğin devamı ve devletin asıl sahibi olarak görmesi sebebiyle, devlet yönetimindeki rollerini ve bu rolden doğan imtiyazlarını korumak için gösterdikleri direnme refleksidir. Kendisini devletin asıl sahibi olarak gören geleneksel devlet bürokrasisi, bunu doğal hakkı olarak görmekte ve 85 yıllık devlet yönetimindeki etkin rolü ile elde ettiği ayrıcalıklarını ve alışkanlıklarını korumak istemektedir. Bu nedenle de devletin ve rejimin içeriden ve dışarıdan bölücü, yıkıcı, şeriat ve düşman tehdidi altında olduğu paranoyasını sürekli olarak üretmekte, böylece rejimin militer yapısını ön plana çıkararak hem kendisine olan “ihtiyacı” canlı ve gündemde tutmaya çalışarak rejim içindeki statüsünü korumak istemekte, hem de rakibi gördüğü güçlere karşı bu militer yanını bir tehdit aracı olarak kullanmaktadır. Böylece elinde tuttuğu yetkilerine sıkıca sarılarak hem bunları bir başkasına devretmek istememekte
Komünist Zemin ve hem de mümkün olduğunca bir başkasıyla paylaşmak da istememektedir. Dördüncüsü ise; yaklaşık olarak 25 yıldır kesintisiz olarak süren Kürt hareketinin, rejimin dayandığı paradigmayı aşındırmış olmasıdır. Rejimin egemen güçleri arasında süren bu iç mücadele henüz tamamlanmış olmasa da şimdilik ilk hızını yitirmiş, dozu düşürülmüş ve “nihai” sonucu elde etme çabası geçici olarak ertelenmiş görünüyor. Bunun nedeni, rejim için tehdit olarak algılanan Kürt hareketinin bertaraf edilmesi istemidir. Rejim içi düzenlemeler ve değişiklikler için sürdürülen bu iç mücadele, Kürt hareketinin bertaraf edilmesinin hemen ardından ilk uygun anda yeniden ortaya çıkmak üzere şimdilik ikinci planda bekletiliyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, rejimin egemen güçleri arasında süregelen bu iç mücadeleye yol açan şeyler, tarihsel bir arka plana sahiptir. 1908 ve 1923 bu tarihsel arka planda önemli iki basamak olsa da, rejimin değişim sancıları yaklaşık olarak 200 yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Rejim, bu geçmiş ile bağlarını itina ile saklamakta, kendisini eski ile bir kopuş ve yeni bir başlangıçmış gibi göstermektedir. Böylece, işlediği suçların üstünü kapatarak tarihsel bir sorumluluğun yükünü üstünden atmaya ve ondan kurtulmaya çalışmaktadır. Rejimin eski ile sakladığı bu bağını gözler önüne sermeden, ne onun niteliğinin anlaşılabilmesi, ne ürettiği efsanenin maskesinin düşürülebilmesi, ne yarattığı yanılsamanın ve bilinç bulanıklığının dağıtılabilmesi ve ne de onun aşılabilmesi mümkün olmayacaktır. 1908 İle 29 Ekim 1923 Arasındaki Genetik Bağ Üzerine Birkaç Not4 Sözünü ettiğimiz durum, rejimin egemen güçleri arasındaki mücadele, bu coğrafya üzerinde hüküm süren rejim için geçerli olduğu kadar, bu rejimin önceli olan Osmanlı için de geçerlidir. Zira Osmanlı ile Cumhuriyet rejimi arasında süreklilik arz eden genetik bir bağ söz konusudur. Rejimin egemenleri arasında süregelen mücadelenin tarihi, rejimin ilan edildiği tarihten çok öncelere uzanır. Bu tarih, Avrupa’da ortaya çı-
kan kapitalizmim Osmanlı’daki ilk etkilerinin hissedilmeye başlandığı 1800’lü yılların başlarına rastlar. Batıda sanayi devriminin yaşanması, Avrupa’nın üretim miktarının büyümesine, ticaret hacminin artmasına ve etki alanının genişlemesine yol açtığı kadar, askeri üstünlüğü ele geçirmesini de sağladı. Batı Avrupa’daki bu gelişmeler, Osmanlı’nın hâkimiyeti altındaki toprakların önemli bir bölümünün de Batı Avrupa’nın etki alanına girmesine yol açtı. Üç kıtaya yayılan ve Avrupa’dan haraç alan bir zamanların büyük ve güçlü imparatorluğu, Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalist gelişmenin baskısı altında hem iktisadi hem de askeri bakımdan Avrupa’nın gerisinde kaldı. Ekonomisinin zayıflığı nedeni ile Batı Avrupa devletlerinden borç almak zorunda kalan bu eski dev, bunun karşılığında bu devletlere önemli imtiyazlar tanımak zorunda kaldı. Batı Avrupa devletlerine tanımak zorunda kaldığı bu imtiyazları, askeri yenilgileri ve toprak kayıpları izledi. Askeri yenilgilerini ise sömürgesi durumundaki milliyetlerin başkaldırısı izledi ve hâkimiyeti altındaki geniş toprakları kontrol etmekte zorlanmaya başladı. Batı Avrupa’nın üstünlüğünün yol açtığı baskı ve idaresi altındaki geniş topraklarda eski düzeni sağlayamamanın yarattığı felçleşme karşısında sistemini yeniden üretmekte zorlanan Osmanlı’da, batılı kurumlara öykünen ve eski ile yeninin bir tür sentezi olan akımlar ortaya çıktı. Osmanlı burjuvazisi, bu süreç yaşanırken bir güç olarak ortaya çıkıp batıdaki gibi bir rol üstlenemedi. Bunu engelleyen iki olgu; Osmanlı’nın sosyal ve siyasal formasyonunun buna elverişsizliği ve burjuvazinin sermaye birikiminin onun bir güç olarak ortaya çıkabilmesini sağlayacak birikim düzeyinde olmaması, cılızlığı idi. Yukarıda kısaca belirttiğimiz nedenlerle Osmanlı’da eski ile kopuşu ifade edebilecek bir akım ortaya çıkamadı. Ortaya çıkan akımlar, yıkılmakta olan devleti kurtarmayı amaç edinen cemiyetlerden ibareti. Bu cemiyetlerden en önemlisi İttihat ve Terakki Cemiyeti idi. İttihatçıların büyük çoğunluğu Batı’da eğitim görmüş devlet adamlarıydı ve bunlar kötü yönetildiği için yıkılmakta olan devleti kurtarmak, şanlı geçmişi yeniden ihya etmek istiyorlardı.
21
Komünist Zemin Etkisi altında kaldıkları Batı’dan kurum, kural, yasa, tarz-üslup, giyim-kuşam v.b. ithal ederek hasta sistemi iyileştirecek bir tür anayasal monarşiyi hedefliyorlardı. Bir devlet adamları teşkilatı olan İttihat ve Terakki, nihayet 1908’de amaçlarına ulaşarak Abdülhamit’i tahttan indirip yerine Vahidettin’i oturttular ve Meclis-i Mebusan’ı kurdular. Adındaki yanıltmanın aksine, Meclis-i Mebusan milletin vekillerinden oluşmuyor, çoğunluğunu asker ve bürokrat olan devlet adamlarının oluşturduğu Osmanlı yönetici ve elit tabakasının unsurlarından oluşuyordu. 1908’de kurulan Meclis-i Mebusan ve İttihatçıların kurduğu hükümet Batı’dan ithal ettikleri kimi kurumların Osmanlı devlet aygıtına monte edilmesi dışında Osmanlı devlet aygıtının asıl yapısına hiç dokunmadılar. Bu anlamıyla 1908’de ortaya çıkan ve Birinci Topyekûn Emperyalist Savaş’ın sonuna dek süren şey bir yenilik değil, devletin bekası için yeniden bir düzenleme ve değişiklik olarak adlandırılabilir. Arzuları, devletin yeniden o şanlı geçmişine layık bir güce ve otoriteye ulaşması olan İttihatçılar, emperyalistler arası paylaşım savaşını bir fırsat bilip Almanya’nın yanında emperyalist bir taraf olarak yer alıp Osmanlı’yı savaşa soktular. Savaşa girdiğinde yaklaşık beş milyon km²’lik bir toprağa sahip olan Osmanlı, bu savaşta aldığı ağır yenilginin ardından yıkılmanın eşiğine geldiğinde elinde sadece Anadolu yarımadasındaki topraklarının bir kısmı kalmıştı. Savaş süresince hükümet eden İttihatçıların birçoğu savaş suçlusu olarak yargılanmaktan kaçmış, Vahidettin galip devletlerle şartları ağır anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştı. İttihat ve Terakki cemiyeti kurulduğunda çoğunlukla bir yeraltı cemiyetiydi. 1908’de Abdülhamit’i tahtan indirip yerine Vahidettin’i oturttuklarında bu gizli cemiyeti tasfiye etmedikleri gibi açığa da çıkarmamışlardı. Osmanlı’nın hâkim olduğu hemen her yerde örgütlü olan bu yapı, “Milli Mücadele” döneminde de belirleyici rolünü korudu. Yalnız bir farkla; Paylaşım Savaşı’nın sorumlusu olan ve itibarlarını kaybeden İttihatçılar, yeni süreçte bu isimle yer alamazlardı. Bu yeni sürece neredeyse tamamı eski İttihatçılardan oluşan yeni bir isimle, Kuva-i Milliye’ciler olarak katıldılar.
22
Dağılan Osmanlı’nın elinde son kalan topraklarda birliği sağlamak için yüz bin lira ödenekle Vahidettin tarafından Anadolu’ya görevli olarak gönderilen M. Kemal, Sivas ve Erzurum’da toplanan kongreler ve Ankara’da kurulan B.M.M. her fırsatta İstanbul Hükümeti’ne ve Saltanat’a bağlılıklarını açıklıyorlardı. Bu meclisin vekillerinin de neredeyse tamamı Meclis-i Mebusan vekillerinden, asker ve bürokrat Osmanlı devlet adamlarından ve yönetici elit tabakadan oluşmuştu. Mecliste etkin bir role sahip olan Kava-i Milliye’ciler de amaçlarını ardılı oldukları İttihatçılar gibi devleti kurtarmak olarak açıklıyorlardı. Bu nedenle, en fazlası bir “Milli Mücadele” olarak açıklanabilecek süreci “Kurtuluş Savaşı” olarak tanımladılar. Bu tabloya bakıldığında Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’dan Ankara’ya taşınmış olduğunu söylemek abartı olmaz. Dolayısıyla “yeni” mecliste milletin iradesinden söz edebilmek de olanaklı değildir. Lozan’da başını İngilizlerin çektiği galip devletlerle varılan anlaşmadan sonra İstanbul’la bağlarını koparan Ankara, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyeti ilan etti; fakat Hilafet başta olmak üzere Osmanlı devlet kurumlarının birçoğunu olduğu gibi korudu. Başlangıçtaki amacı bu olmasa da İngilizlerle Lozan’da vardıkları anlaşmadan sonra ortaya çıkan bu rejim, yönü batılılaşma olan “burjuvasız” bir burjuva diktatörlüğü olarak şekillendi. Fakat bir rejimden bir diğer rejime geçiş öyle bir çırpıda ve kolay olmuyor. Kurucu kadrolarının Osmanlı devlet geleneğinden gelmesi, amaçlarının devleti kurtarmak olması, ama yönünün kapitalizme dönük olması, onun bu geçiş döneminde bonapartist karakterde bir vesayet rejimi olarak ortaya çıkmasına yol açtı. Solun Tutumu Burjuva güçlerin kendi aralarında bir iktidar mücadelesi olarak yaşanan bu gelişmelerin 1908’in 100. yılına denk düşmesi, bir tarihsel tartışmanın da gündeme gelmesine yol açtı. Burjuva medyanın da sütunlarında, haber ve tartışma programlarında kendisine yer bulan bu gündem, sosyalist çevreler ve yazarlar arasında da 1908, 1923 ve rejimin karakteri üze-
Komünist Zemin rine bir dizi tartışmaya vesile oldu. Rejim içi güçler arasında bölünmüş ve taraf olmuş burjuva ideologların ve yazarların tutumları, hangi burjuva kamptan yana olursa olsun, bütün tartışmalarının egemenlerin sistemine ve çıkarına olduğu açık. Bizi ise asıl ilgilendiren sosyalist çevrelerin ve yazarların konu hakkındaki tutumlarının ne olduğu ve neye tekabül ettiğidir. Peki, Sosyalist çevrelerin 1908 ve 1923’e ilişkin yaklaşımları nedir? Sosyalist harekete egemen olan görüşleri üç ana başlık altında tanımlamak mümkündür: Birinci olarak; 1908 bir burjuva devrimidir ve 1914, 1923 ve tek parti dönemi burjuva devriminin kesintiye uğradığı bir dönemdir. İkinci olarak; 1908 yarım kalmış bir burjuva devrimidir. Üçüncü olarak; 1923, emperyalizme karşı verilmiş bir mücadelenin sonunda bir kurtuluş ilanıdır. 1908’den bu yana 100 yıl, 1923’den bu yana ise aradan 85 yıl geçmiş olmasına rağmen, rejimin sahipleri arasındaki iç çatışma devam ediyor, bu cephe de bir değişiklik yoktur. Olmaması da iyidir. Ama kötü ve yıkıcı olan, sosyalist çevrelerin rejimin iç çatışması karşısındaki tutumlarında bir değişikliğin olmaması, sosyalist hareketin bu krizi aşamamış olmasıdır. Sosyalist çevrelerin AKP ve Ordu merkezli rejim içi çatışmada takınmış oldukları tavırlara bir göz atacak olursak, durumun vahametini anlamak daha kolay olacaktır: Birinci tutum; “Darbeye karşı demokrasiyi savunmak” oldu ve liberallerle, İslamcılarla birlikte AKP’nin kapatılmasına karşı çıkarak ortak kampanyalar ve yürüyüşler düzenlediler. İkinci tutum; “Ne darbe ne şeriat, tam demokrasi” oldu. Bu tutumun arkasında duranlar görece rejim içi mücadelenin her iki tarafına uzak görünseler de Batı tipi bir burjuva demokrasisinin çığırtkanlığını yaptılar. Üçüncü tutum; “Emperyalizme ve şeriata karşı bağımsız ve laik Türkiye”, “Şeriata geçit yok” oldu. Bu tutumda somutlaşanlar kendi aralarında bir bütünü ifade edemeseler de bu tutumlarına uygun olarak etkinliklere katıldılar ve etkinlikler düzenlediler. Bu tutumları ise onları AKP karşıtı geleneksel, ulusalcı, Kemalist kliğin tutumuyla ortaklaştırdı.
Dikkat edilecek olursa sosyalist çevreler, rejimin kendi iç çatışma ya da kırılma dönemlerinde devrimci ve yıkıcı bir yaklaşıma değil, rejimin iç dinamiklerine endeksli ve çatışan güçlerin birisinden yana bir tutum takınmıştırlar. Devrimci olan bu olamaz. Devrimci olanı ortaya koyabilmenin yolu, öncelikli olarak rejim içi çatışmalarda taraf olmak değil, bu çatışmaları kışkırtmaktır. Bununla da yetinmeyip, rejimin iç krizlerini bir devrimci krize dönüştürmek için harekete geçmektir. Ama bu iradeyi gösterebilmek için, resmi ideolojinin bütün versiyonlarından koparak, gerek 1908’in, gerekse de 1923’ün birer darbe olduğunu; her ikisinin de amacının yeni güçlerle yeni bir rejim kurmak değil, geleneksel devlet güçleriyle yıkılmakta olan devleti kurtarmak olduğunu tespit etmek gerekiyor. Bu tespit edilmeden, gündelik gelişmeleri rejimin bütününden ayırmadan ve rejim içi güçlerden herhangi birinin yedeğine düşmeden, rejimin bütününe karşı bir tavır ve topyekûn bir savaş yürütmek mümkün değildir. Sonuç Yerine Aradan geçen 85 yıllık süre içinde rejim, kapitalistleşme yönünde zaman zaman hızlı ilerleyen, zaman zamanda duraklayan bir ritimle kapitalistleşme ve uluslararası kapitalist sistemle bütünleşme yürüyüşünü tamamlamış olsa da, hala bir vesayet rejimi olarak ortaya çıkmanın verdiği özelliklerinin birçoğunu koruyor. Bugün uluslararası kapitalizmle tam bütünleşme çabası içinde olan burjuvazi, vesayet rejiminden miras kalan bu kamburdan kurtulmak istiyor. Burjuvazinin bu yönelişi karşısında Osmanlı devlet geleneği ve vesayet rejimi geleneğinden gelen devlet bürokrasisi ve cumhuriyet eliti ise, son 85 yılda elde ettiği ve kurumlaştırdığı imtiyazlarını korumak istiyor. Bugün rejim içi mücadelenin arkasında yatan gerçeğin ve bundan doğan gerilimin kaynağı budur. Ne 1908, nede 1923, her ikisi de ne bir devrim, ne bir başlangıç ve nede bir milat değildir. Her ikisi de, Batı Avrupa’da ortaya çıkan ve Osmanlı’yı da etkisi altına alan kapitalistleşme ve ulus devletleşme sürecine, Osmanlı’nın sosyal ve siyasal formasyonu nedeniyle ayak
23
Komünist Zemin uydurmakta zorlandığı ve sancılar yaşadığı geçiş duraklarıdır. 1908 ve 1923, Ulusal Şef ve Milli Şef dönemlerini kapsayan Tek Partili Dönem ve Çok Partili Dönem’e geçiş ve bugün rejimin egemenleri arasında yaşanan mücadele; bunların hepsi, 1800’lü yılların başından başlayarak, kapitalizme geçiş ve onunla bütünleşme sürecinin ve bu süreç içinde yaklaşık olarak 200 yıldır süregelen değişiminin serüvenidir. Bütün bu tarihsel serüvenin doğru değerlendirilmesi ve bu coğrafyada hüküm süren rejimin
karakterinin doğru tespit edilmesi, varlık nedeni onu tarihin çöp sepetine göndermek olan komünistlerin görevidir. Tarihsel bir süreci doğru değerlendirme ve bu sürecin yarattığı egemen rejimin karakterinin doğru tespit edilmesi, ona karşı mücadelede perspektifin, araçların ve politikaların doğru konumlanmasına ve egemen güçlerin yedeğine düşülmemesine hizmet edecektir.
1
Kapitalizmin doğaya müdahalesinin sonucu olarak ortaya çıkan ekolojik yıkım nedeniyle, günümüzde doğadaki değişimlerin doğal bir süreç olarak işlemediğini altı çizilmesi gereken önemli bir dipnot olarak buraya eklemekte fayda var. 2
“İnsanlık Tarihi”nde ortaya çıkan bu egemenlik kurumları, doğal bir sürecin işleyişi sonucunda değil, aksine, doğal sürece müdahale eden ve toplumsal artık ürünü ele geçiren egemenlerin idari organları olarak ortaya çıkmış ve şekillenmiştir. Ayrıntılar için bakınız, F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, E. Mandel, Marksizme Giriş, Yazın Yayıncılık. 3
Birinci (1914) ve İkinci (1940) Topyekûn Emperyalist Savaşlar ve İspanyol İç Savaşı (1936), uluslararası planda ve ulusal planda ortaya çıkan bu çok özel tarihsel momentlere örnek olarak gösterilebilir. 4
Bu bölümle ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız, F. Başkaya, Yediyüz, Paradigmanın İflası Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Kitaplığı. T. Çavdar, Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri, Köz Yayınları.
24
Komünist Zemin
Çatı Partisi Tartışmaları Üzerine Bilindiği üzere 22 Temmuz 2002 seçimlerinden sonra Çatı Partisi projesi, esas olarak Kürt siyasal hareketinin, daha doğrusu kendisini “Kürt ulusal önderi” olarak takdim eden ve Kürt camiasının önemli bir kesimince de bu şekilde kabul edilen Abdullah Öcalan’ın önerisi olarak gündeme geldi. DTP tarafından da sahiplenilen Çatı Partisi projesi, başta SDP, EMEP ve SPG (Sosyalist Parti Girişimi) olmak üzere, çeşitli kuruluşlar ve bireyler tarafından da sahiplenilerek tartışılmaya başlandı. O günden beri neredeyse aradan bir yılı aşkın bir zaman geçti ve gelinen aşamada, Çatı Partisi projesinin en ateşli savunucuları bile, doğrudan olmasa da, dolaylı olarak, Çatı Partisi’nin vücut bulabilmesini bir takım faktörlere bağlamaya başladılar. Bu bakından, Çatı Partisi mucitlerinden Mahir Sayın’ın sözleri oldukça önemlidir:
"İşçi partisi olmadan, işçi sınıfı siyaset sahnesine çekilmeden o çatı partisi de bir işe yaramaz… Bu durumda Mahir Sayın’a sormak gerekir, madem “işçi partisi olmadan çatı partisi bir işe yaramaz“dı, o halde ne diye bir yıl boyunca bu tartışmaların içinde yer aldın(ız)? Ve neden halen bu tartışmaları sürdürüyorsunuz(uz)? Ama sonuçta gerek Mahir Sayın, gerekse de bu projenin diğer unsurları bir Çatı Partisi’ne olan ihtiyaçlarını da ısrarla vurgulamaya devam ediyorlar. Çatı Partisi projesinin teorik, politik ve tarihsel dayanaklarına ve Çatı Partisi projesi üzerinden hedeflenenin ne anlama geldiğine, dahası, hedeflenin hangi koşullarda imkan dahilinde olduğuna ya da imkansızlığına geçmeden önce, bir “sosyalizm programı”na sahip olduklarını iddia eden ve buna rağmen, esasen bir burjuva demokrasisini hedefleyen Çatı Partisi projesinde yer alan sosyalist örgütlerin ve yine aynı şekilde sosyalizm hareketinin bir parçası olduğunu iddia eden tek tek sosyalistlerin hangi gerekçelerle bu proje içerisinde yer aldıklarını kendi
beyanatlarından yola çıkarak anlamaya çalışalım. “Eğer Türkiye emperyalizme bağımlı, geri bıraktırılmış, çağdaş demokrasiden nasibini alamamış, milliyetler hapishanesi, militarizmin egemenliği altında bir ülke ise, genel kabul gören terminolojiye göre bir demokratik devrim ihtiyacı içindedir. Bu ihtiyacı karşılayacak güçler ise, esas olarak işçi sınıfı hareketi, emekçiler ve omurgasını Kürt yoksul köylülüğünün oluşturduğu Kürt ulusal kurtuluş hareketidir. Bu güçlerin politik ifadesi ise sosyalist hareketle Kürt Özgürlük Hareketi'dir. Çatı Partisi, bu ihtiyacı karşılamak için iki halkın mücadele birliğini sağlamanın bir aracı olarak, bu güçlerin ortak bir politik iradeyle hareket etmelerinin gerekliliği üzerinden formüle edilmiş bir cephe örgütlenmesidir.” (Sosyalist Parti Girişimi Koordinatörü Selahattin Gümüş, 12 Ağustos 2008, Köxüz İnternet Sitesi) “Türkiye'de Marks ve Engels'in bir zamanlar övgüyle söz ettikleri anlamda bir parlamenter cumhuriyetten söz edilemez. Türkiye'de askeri vesayet rejimi egemendir. Bu Cumhuriyetin kuruluşundan beri böyle... Askeri vesayet rejimi, bütün kapitalist ülkelerde kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan militarizmin Türkiye koşullarındaki egemenlik biçimidir. Militarizmsiz bir kapitalizm ütopyadır. Bu, devletler arasında ebedi barışı kapitalizm dünyasında kurma hayalidir. Olmaz. Askeri vesayet rejimine gelince... Militarizmin egemenlik biçimi olan askeri vesayet rejimi olmadan da kapitalizm olur. Avrupa kapitalizmi böyledir. Yani faşizm olmadan da kapitalizm olur dediğimiz gibi. Ancak bu, 'madem faşizmsiz kapitalizm de olur, o halde faşizme karşı mücadele edeceğimize toptan kapitalizme karşı mücadele edelim' deme hakkını bize vermez. Askeri vesayet rejimi de böyledir. Türkiye'de askeri vesayet rejimi olmadan, Türk kapitalizminin bölgede güç merkezi olma yoluyla AB üyeliği hedefine ulaşması mümkün değildir. O nedenle askeri vesayet rejimine kökten son vermek, devrimci sonuç-
25
Komünist Zemin lar doğurmaya açık bir mücadeledir. Ama aynı zamanda askeri vesayete karşı mücadele, hiçbir devrimci hedefi olmayan sistem içi demokrasi yanlısı güçlerin de sorunudur. O nedenle askeri vesayet rejimine karşı mücadele en geniş güçleri birleştirerek, devrimci amaçları yakınlaştırmaya yardım eder...” (SDP Genel Başkanı Filiz Koçali, 4 Ağustos 2008) “Antiemperyalist, işçi ve emekçilerin taleplerine sahip çıkan neo-liberal politikalara itiraz eden, Kürt halkının demokratik taleplerini savunan bir politik çerçevesi var ittifakın. Bu çerçevenin bugün öne çıkartılması ve toplumsal bir destek yaratılmasının son derece acil ve önemli olduğunu düşünüyorum.“ (Emeğin Partisi Genel Başkan Yardımcısı Kamil Tekin Sürek) "Türkiye'nin demokrasi güçlerinin birliği, hak ve özgürlüklerin kazanılması, bağımsız bir dış politika izlenmesi ihtiyacıyla karşı karşıyayız. Birkaç kaç sol partinin kuracağı sol çatı partisi bu durumu izah etmeye yetmez. Alevilerin, Kürtlerin farklı inançlarından, kültürlerinden dolayı AKP'nin politikalarından devletin yaklaşımından rahatsız olan güçlerin birleştiği demokratik bir halk hareketine ihtiyaç var.” (EMEP Genel Başkan Yardımcısı Ender İrmek) Evet, yukarıda aktardığımız alıntılar, Çatı Partisi projesinde yer alan sosyalizm yanlısı üç akımının yaklaşımlarını ifade etmektedir. Bu üç akımın sözcüleri aracılığıyla da ifade ettikleri gibi, bu üç akım içinde bugün için öncelikli olan, bir burjuva demokrasisi için mücadele etmektir. Yani bir burjuva cumhuriyeti için mücadele etmektir. Bu üç akım “Kürt meselesinde siyasi çözümün” derken de, burjuva cumhuriyeti projesi kapsamında bir çözümü kastetmektedirler. Sosyalizm programına sahip olduğunu iddia eden bu üç akım dışında, Çatı Partisi projesinde yer alan tek tek sosyalist unsurların bu projede yer alma gerekçelerine gelince, bu unsurların gerekçeleri bu üç grubun gerekçeleri ile birebir örtüşmektedir.
26
Çatı Partisi projesinde yar alan bu üç akım dışında, tıpkı bu üç akım gibi kendilerini sosyalist olarak tanımlayan tek tek unsurların yaklaşımı da, bu üç akımdan farklı değil. Bu kesimin nerede durduğunu anlamak bakımından Murat Çakır’ın Çatı Partisi projesinin misyonuna ilişkin yazdıklarını okumak yeterli derecede aydınlatıcıdır: “Çatı'yı iki bakış açısından ele almanın doğru olacağı kanısındayım. Birincisi; verili koşullar, yani anti-demokratik bir anayasa ve seçim yasaları, askeri vesayet, savaş, ekonomik kriz ve toplumsal parçalanmışlık koşulları altında egemen politikanın alternatifini yaratmakla mükellef bir 'siyaset aracı' açısından. İkincisi de, çoğunluğu muhafazakâr olan toplum gerçeğini dikkate alarak söylemlerini geliştiren, şimdiye kadar birbirinin zıddı olarak gösterilen/görülen kesimlerin bir araya gelişlerini sağlayarak ezber bozan, özgürlükler ve sosyal adaleti bir bütün olarak görerek, insanların yaşam ve çalışma koşullarının 'bugün ve burada' iyileştirilmesini temel amacı haline getiren bir 'sosyal hareket' açısından.” (22.08. 2008, Köxüz İnternet Sitesi) Aynı Murat Çakır, Çatı Partisi projesinin yaratacağı olumlu sonuçlara işaret ederken ise, yaşamış olduğu Almanya’daki Sol Parti deneyimini referans olarak gösteriyor. Ve şöyle devam ediyor: “Benzeri deneyimleri dünyanın çeşitli ülkelerinde takip etmek olanaklı. Her ne kadar her ülkenin ve bölgenin koşulları farklı olsa da, ortaklaşma çabalarının bazı deneyimleri örnek olarak alınabilir. Bu çerçevede, içinde yer aldığımdan, Almanya'daki 'DIE LINKE'nin oluşum sürecine bakmak yararlı olabilir diye düşünüyorum. DIE LINKE en başta kendisini bir 'sınıf partisi' olarak nitelendirmeden, bir toplanma ve ortak hareket odağı olarak tanımladı ve geniş kesimlerin istemlerine tercüman olan bir 'programatik köşe taşları belgesiyle' siyaset arenasına çıktı.
Komünist Zemin Parlamento dışı güçlerle birlikte hareket edip, farklı toplumsal katmanların ve hareketlerin taleplerine sahip çıktı. Temel hedefler çerçevesinde farklı akımların, parti içinde ve dışında, ortak mücadelesini olanaklı kılmasıyla, Almanya'daki siyasî yelpazenin değişmesine neden oldu. Seçim zaferleriyle, egemen cephenin alternatifsiz olmadığını göstererek, sendikalardan sosyal hareketlere, geniş toplumsal muhalefet güçlerinin mücadelesine ivme kazandırdı.” (22 Ağustos 2008, Köxüz İnternet Sitesi) Külliyen yalan, Sol Parti pratiğinin ve bu pratiğin yol açtığı sonuçlar hiç de Murat Çakır’ın sözünü ettiği gibi olmamıştır. Ama bu tartışmaya burada girmiyoruz. Çatı Partisi projesinin bir diğer bileşeni ise Kürt ulusal hareketinin legal alandaki siyasi kanadı olan DTP’dir; esasen Çatı Partisi projenin ana omurgasını oluşturacak olan ve Çatı Partisi projesine can verebilecek özelliklere sahip olan da DTP’dir. Çünkü Çatı Partisi projesinde yer alan diğer grupların dayandıkları hiçbir toplumsal dinamik mevcut değildir. DTP’nin temsil ettiği çizgi açısından baktığımızda, DTP’nin bir “Burjuva Cumhuriyeti” projesi için mücadele yürütmesi, kendi tabiatına aykırı bir durum değildir. Nihayetinde ulusal kurtuluş mücadelesinin dayanabileceği sınır, bir burjuva cumhuriyetidir. Ezilen ulus, ister kendini ezen ulustan ayırmak istesin, isterse de ezen ulus ile bir arada yaşamak istesin; nihayetinde hedeflenen bir burjuva cumhuriyetidir. Dolayısıyla da bizim burada eleştirmeyeceğimiz tek kesim, DTP nezdinde Çatı Partisi projesinde temsil edilen Kürt ulusal hareketidir. Her ulusal hareket gibi Kürt ulusal hareketi de nihayetinde kendi ezenine benzemeyi, kendini ezen kadar efendi ya da köle olmayı hedeflemektedir. Dolayısıyla da biz, her ulusal kurtuluş hareketini olduğu gibi Kürt ulusal hareketini de değerlendirirken bu gerçeklikten hareket ederiz; ona ne devrim yapma misyonu yükleriz, ne de kendi ezenine benziyor diye onu “ihanet”le suçlarız. DTP ve DPT üzerinden temsil edilen Kürt hareketini bu tartışmanın kapsamı dışında tutarak, Çatı Partisi projesine ve bu projenin sosyalist unsurlarına dönüyoruz.
Yukarıda yaptığımız alıntılardan da anlaşılacağı gibi, Çatı Partisi projesinde yer alan sosyalistlerin öncelikleri, kapitalist sistemi ortadan kaldırmak değil, onu tamir etmektir. Yani istenilen, askeri vesayet rejiminin yerine, Batı standartlarına uygun bir burjuva cumhuriyetinin tesisidir. Ama hemen şunu da belirtmek gerekir ki, Çatı Partisi projesi yeni olmadığı gibi, yaşadığımız coğrafyaya özgü bir olgu da değildir. Çatı Partisi Projesinin Tarihsel Referansları Üzerine Birkaç Not Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Çatı Partisi projesi zemininde savunulan anlayış, dünya sosyalist hareketinin tarihinde her vakit bir leke olmuştur. Daha doğrusu sosyalizm hareketi bu lekeyle doğmuştur. Bu anlayış, özünde evrimci tarih anlayışına dayanan, aşamalı devrim stratejisi üzerinden kendini var eden bir anlayıştır. Dolayısıyla da devrimci değildir. Ama ne yazıktır ki, devrimci olmayan bu anlayışın kökleri Marks’a dayanmaktadır. Marks, devrimci bir tarih anlayışına ve devrimci bir programa sahip olsa da, insanlığın izleyeceği yolu kategorize ederek, kapitalist uygarlığı toplumların geçmesi gereken bir aşama olarak işaret etmiş ve gerek kapitalizmi, gerekse de onun egemenlik biçimlerinden biri olan burjuva cumhuriyetini (parlamentarizm) ileri bir aşama olarak mütalaa etmekten kurtulamamıştır. Marks’tan feyiz alan İkinci Enternasyonal ise, bu evrimci anlayışı komünist hareketin neredeyse bütün hücrelerine bulaştırmıştır. Marks’la başlayıp, İkinci Enternasyonal’le devam eden bu süreç, 1917 Ekim Devrimi’yle kırılmış ve Komünizm anlayışı, Marks’a rağmen tarihsel misyonuna uygun bir zemine oturtulmuştur. Ama ne yazıktır ki, Bolşevik Devrim tarafından aşılan bu evrimci anlayış, Stalinist kliğin dünya komünist hareketine egemen olmasıyla birlikte yeniden diriltilmiş ve sonraki devrimci kuşaklar bu evrimci anlayışla zehirlenerek, bu kuşakların devrimci teori ile bağ kurmasının önünü kesilmiştir. Stalinizm’in fiziki hükümdarlığı yıkılalı yirmi yıl olmuş, ama onun yaratmış olduğu ideolojik, teorik, politik ve etik tahribat henüz aşılamamıştır. Bu olmadığı gibi, son yıllarda, üs-
27
Komünist Zemin telik de anti Stalinist söylemlerle dünyanın birçok yerinde yeniden güç kazanmaktadır. Brezilya, Bolivya, Uruguay, Venezüella, Şili, Nepal, Paraguay, Arjantin, Nikaragua ve Ekvador’da iktidar olan bu evrimci anlayış; her geçen gün sosyalist hareketin daha fazla ilgi odağı olmaya başlamıştır. Çatı Partisi’nin Bu Coğrafyadaki Yol Haritası Üzerine Güney Amerika’da başlayan dalga, yaşadığımız coğrafyada ki sosyalistleri de etkisi altına almakta gecikmemiş ve bu coğrafyanın sosyalistleri Güney Amerika’daki öncüllerinin ayak izlerini takip etmek için harekete geçmişlerdir. Aslında Çatı Partisi, bu alandaki ilk girişim sayılmaz. Yaklaşık on beş yılı aşkın bir süredir bu coğrafyada tartışılan bir olgudur. Brezilya’daki PT referans alınarak, özellikle de “Devrimci Marksist” çevrelerin öncülüğünde başlatılan, daha sonra merkezci hareketler tarafından da sahiplenilen, bir “İşçi Partisi” ve “İşçi Hükümeti” tartışmaları son beş yıldır aşina olduğumuz bir lakırdıdır. Zaten bu alanda tartışmadan öteye de gidilememiştir. Kuruçeşme’de yapılan “Birlik Tartışmaları’ndan BSP’ye, BSP’den ÖDP’ye, ÖDP’den bugüne, günümüzdeki Çatı Partisi tartışmalarına uzanan bir süreçtir bu. Bu sürecin en çok “heyecan” yaratan projesi ÖDP olmuştur, ama o da ölü doğmuştur. Ölü doğmuştur, çünkü ÖDP projesinde onca ‘Cin’ yer almıştı, ama çarpılacak birileri yoktu. Dolayısıyla da herkes birbirini çarpmaya kalktı. Ve Gündemde Olan Çatı Partisi Projesi Üzerine ‘Cinler’ yeniden iş başı yaptılar ve bu seferki girişim, öncekilerle kıyaslandığında hem oldukça farklıdır, hem de tehlikeli. Her şeyden önce, ilk kez bir projenin dayanacağı bir özne mevcuttur. Bu özne Kürtlerdir. Bu nedenledir ki, bu kez ateş düştüğü yeri yakmakla kalmayacak. Dolayısıyla da tehlike her zamankinden daha büyüktür.
28
Çatı Partisi projesinin sahipleri, siyasal maksatlarına ulaşabilmenin yolunun Türk emekçileri ile Kürt ezilenlerinin mücadele birliğinin sağlanmasından geçtiğini söylüyorlar. Hatta ve hatta bu proje içerisinde yer alanların bir kısmı, örneğin SPG (Sosyalist Parti Girişimi), adına yapılan açıklamada, “İşçi Partisi kurulmadan bu mümkün değildir” denilmektedir. Kısa vadede Türk emekçileriyle Kürt ezilenlerinin kader birliği yapabilme ihtimalleri yoktur. Eğer Kürt özgürlük hareketine paralel olarak Türkiye’de de bir sınıf mücadelesi gelişmiş olsaydı, bu iki topluluğun yollarının bir yerlerde kesişmesi kaçınılmaz olurdu. Ama süreç bu biçimde gelişmedi. Kürt özgürlük hareketi tarih sahnesine çıktığında, Türkiye’de atomize edilmiş ve sisteme bağlanmış bir işçi sınıfı ve kendi derdine düşmüş, kitleler nezdinde hiçbir itibarı kalmamış bir sosyalist hareket mevcuttu. Dolayısıyla da Kürt özgürlük hareketinin gelişmesi, Türk emekçilerinin cephesinde milliyetçi bir reaksiyon olarak yankı buldu. Ancak sınıf içinde örgütlü bir sosyalist hareket, Türk emekçilerinin Kürt özgürlük hareketini doğru okunmasını sağlayabilirdi, ama olmadı. Olmadı, çünkü sosyalist hareket fiilen siyaset sahnesinden silinip atılmıştı. Bunun da ötesinde, sosyalist hareketin önemli bir kesimi de Kürt özgürlük hareketini doğru okuyabilecek durumda değildi, çünkü sosyalist harekete egemen olan tarih bilinci ve anlayışı ile Türk emekçilerine egemen olan tarih anlayışı ve bilinci aynıydı, özcesi her ikisi de Kemalizm’in etkisi altındaydı. Gelinen aşamada olacak olan şudur; Kürt ezilenleri ile Türk emekçilerinin birliği sağlanamayacağı gibi, yaklaşık olarak son 30 yıldır o coğrafyanın tek dinamik gücü olan Kürt ezilenleri ve Kürt ezilenlerinin devrimci dinamizmi de Çatı Partisi projesi üzerinden heba edilecek. Yapılmak istenen, nerdeyse Güney Amerika’nın tamamında sahneye konulan oyunu, bu kez de bu coğrafyada sahneye koymaktır. Tıpkı Güney Amerika’da olduğu gibi, sistemden hoşnut olmayan, merkezin dışında oldukları için sistemi kuşatma ve yıkabilme potansiyeli taşıyan yoksul ve ezilen kitleler merkeze çekilmek istenecek ve
Komünist Zemin bunların bir kısmı merkeze çekilerek sisteme entegre edilecek, kalanların ise dinamizmi pasifize edilecek ve bu kesim büyük bir düş kırıklığıyla varoşlarına geri çekilecek. Çatı Partisi’nin Stratejik Hedefi Olan ‘Demokrasi ve Sosyal Adalet’in Kapitalizm Koşullarında İmkânsızlığına ya da Bunun hangi Koşullarda İmkân Dâhilinde Olabileceğine Dair Bilindiği gibi, kapitalizmin egemenliği altında “Demokrasi” ve “Sosyal Adalet” talebi, Marks’tan İkinci Enternasyonal’e, İkinci Enternasyonal’den Stalin komutasındaki Üçüncü Enternasyonal’e, Stalinci Üçüncü Enternasyonal’den Dördüncü Enternasyonal geleneğinin önemli bir kesimine kadar, ‘sosyalizm hareketi’ tarafından hep savunula gelmiştir. Çünkü burjuva demokrasisi, sınıf mücadelesi sürecinde bir kazanım, bir mevzi olarak mütalaa edilmiş, özellikle askeri ve faşist rejimler karşısında burjuva demokrasisi, sosyalist hareket tarafından müdafaa edilmiştir. Bu bakımdan, bugün gündemde olan Çatı Partisi projesi üzerinden hedeflenenler bir ilk değildir. Zaten Çatı Partisi projesinde yer alan sosyalist unsurlar da, kendi projelerini yukarıda sözü edilen geleneğe dayandırmaktadırlar. 150 seneyi aşkın bir süredir “sosyalizm hareketi” tarafından, bir mevzii olarak görülüp savunulan “Burjuva Demokrasisi” ve “Sosyal Adalet”, bu coğrafyada da yıllardan beri sosyalist hareket tarafından hep savunulmuştur. Bugün ise bu, Çatı Partisi üzerinden bir kez daha öne çıkarılmaktadır. Yani, yeni olan bir şey yoktur. Peki, bunlar mümkün müdür? Yani, kapitalizme rağmen “Demokrasi ve Sosyal Adalet” mümkün müdür? Ya da hangi koşullarda mümkündür? Demokrasi ya da Demokrasinin İmkânları ve İmkânsızlıkları Üzerine Demokrasi meselsini tartışmadan önce, Devlet meselesine bir açıklık getirmek gerekiyor; çünkü demokrasi olgusu devlet olgusundan bağımsız ele alınamaz. Devlet, doğası gereği toplumsal (sosyal) bir karaktere sahip değildir, olamaz. Devlet, ay-
rıcalıklı bir kesimin kendi ayrıcalıklarını toplumun geri kalanına kabul ettirebilmenin ve ayrıcalıklarını sürdürebilmenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Devletin tarihi, aynı zamanda sınıfların, sınıf farlılıklarının ve bu sınıf farklılıklarının kaçınılmaz sonucu olan sınıf çatışmalarının da tarihidir. Bu da demek oluyor ki, sınıflar olduğu müddetçe, farklı ve birbirine karşıt sınıfsal çıkarların sonucu olarak, sınıf çatışmaları kaçınılmaz olacaktır. Yani, egemen olan ve egemenliğini sürdürmek isteyen sınıf, egemenliğini sürdürebilmenin bir aracı olarak devlete ihtiyaç duyacaktır. Eğer bir toplumda devlet var ise, sınıflar da var demektir; sınıfların olduğu bir durumda da devlet; egemen olan devlet, egemen olan sınıfın devletidir. Bir sınıfın egemenliğini sürdürebilmesi için esas olan devlettir, demokrasi ise devletin ya da devletin egemeni olan sınıfın ihtiyacı dâhilinde ortaya çıkmış rejimlerden yalnızca bir tanesidir. Demokrasi meselesine gelecek olursak; tabii ki demokrasi, ansiklopedilerde yer aldığı gibi, “Tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi” değildir. Bilindiği gibi demokrasinin tarihi eski Yunan’a dayandırılır. Ve burada tüm vatandaşların eşit hakka ve temsil hakkına sahip olduğu söylenir. Ama bir başka doğru ise şudur: Eski Yunan’da ‘Vatandaş’ olarak kabul edilenler yalnızca soylu ve mülk sahibi erkeklerdi. “Halk” denilirken de kastedilen bu zümreydi. Buradan baktığımızda Yunancada yer alan dimokratia , yani dimos, halk zümresi, ahali kratia iktidar sözcüklerinden türetilmiş olan demokrasi kavramı, sözlüklerdeki tanımına uygun düşer. Günümüzde “Halk” kavramına yüklenen anlam oldukça farklıdır, “Halk” derken kastedilen soylular değil, bir bütün olarak bütün ahalidir. Aradan geçen altı bin yıl zarfında “Halk” kavramına yüklenen anlam değişmiştir, ama demokrasinin anlamı değişmemiştir. Eski Yunan’da da yaşamı kontrol etme, siyaseti belirleme ve yönetme hakkına sahip olanlar egemen güçlerdi, bugün de egemen güçlerdir. Günümüzde değişen ise, egemen olanların, egemen olmayanlara, yani ezilen ve sömürülenlere de kendi politikalarını
29
Komünist Zemin onaylatıyor olmalarıdır. Ama bu belirleme hakkı değil, yalnızca ve yalnızca bir onaylama eylemidir. Egemenlerin buna müsaade ediyor olmalarının nedeni ise, onaylanacaklarına olan inançlarıdır. Egemenlerin politikalarının onaylanmadığı hiçbir durumda, demokrasinin işlediği görülmemiştir. Bu durumda ya “iç savaş” çıkmıştır ya da faşist ya da askeri darbeler gündeme gelmiştir. Bir başka nokta ise, demokrasinin bir kazanım değil, bizzat burjuvazi tarafından tercih edilen bir rejim olduğu gerçeğidir. Evet, demokrasi, geniş kitleleri pasifize edebilmenin ve kitleleri sisteme entegre edebilmenin en etkili aracıdır. Burjuvazinin kimi ülkelerde demokrasiyi tercih etmemesinin nedeni, demokrasiden korkuyor olması değil, demokrasinin gereklerini yerine getirebilecek zenginliğe sahip olmayışıdır. Yani demokrasi, zenginlikle alakalı bir olgudur. Eğer bir devlet zengin ise, bu durumda kitlelerin kendi ihtiyaçlarını ve hoşnutsuzluğunu serbestçe ortaya koyması, ihtiyaçları temelinde örgütlenmesi burjuva devleti açısından bir tehdit oluşturmaz. Bilakis, burjuvazi bunu tercih bile eder. Nihayetinde burjuvazinin kendi cephe gerisini kaybetmek yerine, onu sağlama almak işine gelir. Burjuvazi, mecbur kalmadıkça kendi cephe gerisini karşısına almayı tercih etmeyecek ve dünyanın talanından elde ettiği ganimetlerle cephe gerisini oluşturan topluluğa da pay vererek, onu kendi cephesinde tutmayı tercih edecektir. Bu, aynı zamanda, Batı işçi sınıfının yoksul dünyanın emekçileri ve ezilenleriyle kader birliği yapmasını da engelleyebilmek için gereklidir. Fakat bu kural yalnızca ve yalnızca zengin ülkeler için geçerli bir yoldur. Yukarıda da değindiğimiz gibi demokrasi, zenginlikle alakalı bir durumdur. Yalnızca zengin devletlerde demokrasinin nimetlerinden burjuvazi dışındaki kesimler de kısmen faydalanabilirler. Yalnızca bu ülkelerde demokrasi, yukarıdan aşağıya doğru bir yaygınlık gösterir. Fakir ülkelerde ise demokrasi, tam da tabiatına uygun olarak, yalnızca ve yalnızca egemen olan sınıf için vardır. Demokrasinin, yani burjuva demokrasinin işlediği ülkelere bakacak olursak, bu ülkelerin, dış sömürgeleri olan, bir bütün olarak dün-
30
yanın egemeni olan ülkeler olduğunu görürüz. Bu zengin ülke devletleri, bütün dünyaya zulüm saçarak ve bütün yeryüzü zenginliklerine el koyarak, kendi iç sınırlarında hem bir refah toplumu örgütleyebilmektedirler, hem de bu duruma paralel olarak geniş kesimlerin taleplerini büyük ölçüde karşılayabilmekte, bu geniş kesimlerin reaksiyonlarını elimine edebilmekte ve bu güçleri merkeze çekerek kendi işbirlikçisi olarak örgütleyebilmektedir. Ama burjuvazinin ne toplumsal refahı ne de geniş ölçüde demokratik bir rejimi dünya çapında örgütleyebilme şansı yoktur. Kapitalizmin temel yasası, birinin varsıl bir yaşama sahip olabilmesi için, binlerce insanın yoksul bir yaşama mahkûm olmasını emretmektedir. Aynı şekilde, küçük bir azınlığın burjuva demokrasisinin bütün sonuçlarından faydalanabilmesi için, büyük çoğunluğun, açık baskıcı ve Apartheid rejimlerine mahkûm edilmesi gerekiyor. Mesela Afrika’nın yoksulları Apartheid rejimlerine, Asya’nın ve Güney Amerika’nın yoksulları Askeri ve Faşist rejimlere mahkûm edilmemiş olsaydılar, Batılı kitleler için “Helsinki İnsan Hakları Beyannamesi” yazılamazdı. Sonuç olarak, demokrasi, burjuvazinin tercih ettiği ama doğası gereği bir bütün olarak dünyada egemen kılmayı başaramayacağı bir burjuva diktatörlüğüdür. “Sosyal Adalet” Üzerine Tabii ki kapitalist bir devlet kendi sınırları içerisinde “Sosyal Adalet”i hâkim kılabilir; bunun da ötesinde, yine aynı şekilde kendi sınırları içerisinde bir “refah toplumu” da yaratabilir. Ama buradan hareketle var olanı “Sosyal Adalet” ve “Sosyal Refah” olarak değerlendiremeyiz. Çünkü bir ülkenin sınırları içerisinde yaratılmış olan bu “Sosyal Adalet” ve “Sosyal Refah”ın faturası başka toplumlara ödettirilmektedir. Yani, bir ülkenin insanlarının günlük yaşamlarına “Sosyal Adalet ve “Sosyal Refah” olarak tercüme edilen bu durumun, başka ülkelerin insanlarının günlük yaşamlarındaki karşılığı, sosyal yıkımdır ve sosyal adaletsizliktir. Eğer toplumsal olmaktan bir ülkenin insanlarının değil de, bir bütün olarak insanlığını an-
Komünist Zemin lıyorsak, bu durumda var olanın bir ülke insanları açısından değil, bir bütün olarak yeryüzü insanlığı açısından ne ifade ettiğinden yola çıkmak durumundayız. Yine aynı şekilde, “Sosyal Adalet”in varlığından söz edebilmek için, ölçümüz bir ülkedeki adalet olamaz. Önemli olan, söz konusu ülkenin, kendi sınırları içerisinde hayata geçirdiği “sosyal adalet”in faturasını kime ödettiğidir. Eğer söz konusu olan “Sosyal Adalet”in faturasını dünyanın geri kalanı ödemiyor ise ve kendi sınırları içerisinde “sosyal adalet”i egemen kılmış bir devlet, başka toplumları mağdur etmiyor ise, bu durumda söylenecek olumsuz bir sözümüz olamaz. Ama günümüzde, yani kapitalizmin egemenliğinin hüküm sürdüğü yeryüzünde, “Sosyal Refah” ve “Sosyal Adalet’in var olduğu ileri sürülen devletlere ilişkin söylenecek sözümüz vardır. Çünkü bu toplumlarda var olduğu ileri sürülen “Sosyal Refah” ve Sosyal Adalet”in yeryüzü yoksullarının günlük yaşamlarına tercümesi, sürekli savaş, sürekli açlık ve sosyal adaletsizliktir. Sonuç Olarak Bütün bunlara rağmen Çatı Partisi projesinin unsurları olan Sosyalistler, Türkiye’de Batı türü bir demokrasi ve “sosyal adalet” için mücadele etmeyi erdem olarak görmekte ve bu amaçlarında ısrar etmektedirler. Ama nafile. Çünkü Türkiye gibi zengin olmayan bir ülkede Batı türü bir burjuva demokrasisinin, refahın ve sosyal adaletin tesisi, ancak ve ancak iki koşulda mümkündür: Bir, Türkiye, eğer uluslararası emperyalist paylaşımda söz sahibi olan, yeryüzünün talanından ciddi bir pay alabilen bir güç olursa; iki, emperyalist bir güç olan AB’nin bir parçası olursa ki bu da dünyanın talanından daha fazla pay alması demektir. Ancak bu iki koşulda Türkiye’de Batı standartlarında bir burjuva demokrasisi ve “sosyal adalet” tesis edilebilir. Yani sosyalist hareket, faturası başkaları tarafından ödenen bir demokrasiden ve “sos-
yal adalet”ten yana olmayı kabul etse bile, bu hedeflerine ulaşabilmeleri ancak bu iki koşulda mümkündür. Çatı Partisi Projesi Vesilesiyle Bir Kez Daha Gündeme Gelen Demokrasi, Sosyal Refah ve Sosyal Adalet Talepleri ve Komünist Tutum Üzerine Aslında yukarıda yazılanlardan yola çıkarak, komünistlerin, gerek Çatı Partisi projesine, gerek bu proje üzerinden hedeflenenlere ilişkin yaklaşımlarının ne olduğunu anlamak mümkündür. Ama komünist tutumun ne olduğunu bir sonsöz yerine de olsa burada bir kez daha yinelemekte fayda var. Bir: Komünistler, bir tek demokrasi için, yani işçi demokrasisi içi mücadele ederler. Çünkü bir tek işçi demokrasisinin ezilenlerden yana olduğunu ve onların iradesini temsil ettiğini; bunun dışındaki bütün rejimlerin, dolayısıyla da burjuva demokrasisinin, esasen burjuvazinin en sterilize edilmiş diktatörlüğü olduğunu ve ancak çoğunluk üzerinde acımasız bir diktatörlükle ayakta kalabilineceğini bilirler ve bu bilinçle hareket ederler. İki: Komünistler, kapitalizmin egemenliği altında bir “Sosyal Refah“ın mümkün olamayacağını, bir ülkede yaratılmış ya da yaratılabilecek “Sosyal Refah”ın” ise, ancak dünya çapında bir sosyal yıkım ile mümkün olduğunu bilirler ve bu bilinçle hareket ederler. Üç: Komünistler, kapitalizmin egemenliği altında “Sosyal Adalet”in mümkün olamayacağını, kapitalizmin merkezlerinde kısmen tesis edilmiş olan “Sosyal Adalet”in ise, ancak ve ancak dünya çapında bir sosyal adaletsizlik ile mümkün kılındığını bilirler ve bu bilinçle hareket ederler. Özcesi; komünistler, kapitalizmin doğrudan yıkımını hedeflemeyen aşamacı ve reformcu bütün girişimleri sonuçsuz ve nihayetinde de kapitalizmin reflekslerini geliştiren, sistemi tamir eden ve mücadele eden kitlelerin enerjisini heba eden, kitlelerin bilincini dumura uğratan girişimler olarak görürler bu tür girişimlerle aralarına kesinliği olan kırmızı çizgiler çekerler.
31
Komünist Zemin
Komünist Manifesto’nun Yüz Altmışıncı Yılı Vesilesiyle Marksizm Üzerine Notlar Giriş Yerine “Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - Komünizm hayaleti. Avrupa'nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halindeler, Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polisleri.” Marks ve Engels’in günümüzden yüz altmış sene evvel kaleme aldıkları Komünist Manifesto’nun ilk satırları bu sözlerle başlıyordu. Ve aradan yüz altmış sene geçti. Bu zaman zarfında çok şey oldu, zaman çok şeyi değiştirdi. Öyle zamanlar oldu ki, Komünist Manifesto’da ilan edilen amaçlar için milyonlar barikatlarda dövüştü, katledildi, hapsedildi ve Komünist Manifesto’da ilan edilen idealler adına neredeyse yeryüzünün yarısında iktidar olundu. Ve öyle bir zamanda yaşar olduk ki, egemenler zaferlerini ilan etmekle kalmadılar, aynı zamanda “Tarihin sonu” olduğunu da ilan ettiler. Dahası, ezilenlerin önemli bir kısmını da bu safsataya inandırmayı başardılar. Ama sınıf mücadelesindeki iniş çıkışlara rağmen Komünist Manifesto, gerek Burjuvazi için, gerek işçi sınıfı için, gerekse de komünistler için tarihsel ve güncel önemini her daim korumaya devam etti, devam ediyor. Komünist Manifesto, burjuvazi ve işçi sınıfı için önemini koruyor olsa da, Komünist Manifesto’nun eleştirisini yapmak komünistlerin ödevidir. Çünkü onun ideallerini yerine getirmekle yükümlü oldukları kadar onu aşmakla da yükümlü olan, onun mirasçısı olan komünistlerdir. Biz, Komünist Zemin’in ardında duran komünistler, Komünist Manifesto’nun ilanın yüz altmışıncı yılında, Komünist Manifesto’nun ve Komünist Manifesto’nun yazarlarının, yani Marksizm’in kurucularının devrimci bir eleşti-
32
risini yapmayı kendi ödevimiz olarak görüyoruz. Çünkü komünizm düşüncesini ileriye taşımanın, komünist olmanın ve yaşama komünist bir temelde müdahale edebilmenin yolu buradan geçmektedir. Komünist Manifesto’dan Günümüze Marksizm’de Değişmeyen Nelerdir? Komünist Manifesto’da dün olduğu gibi bugün de değişmeyen, onun ruhunu temsil eden yanlardır. Bu yanları şu başlıklar altında toplamak mümkündür: 1) Materyalist tarih anlayışı; 2) Kapitalizmin analizi; 3) “Kapitalizmin uluslararası gelişimi, proleter devrimin uluslararası karakterini önceden belirler” belirlemesi; 4) Kapitalizm kendini bir dünya imparatorluğu olarak örgütlerken, “kendi mezar kazıcısı olan sınıfı da yaratmaktadır” belirlemesi; 5) Burjuva toplumundaki çelişkilerin analizi; 6) “İşçi sınıfı, toplumun sosyalist dönüşümü için iktidarı kendi elinde öyle yoğunlaştırmalıdır ki, yeni düzene giden yolda önüne çıkan tüm politik engelleri paramparça edebilsin” belirlemesi; 7) Komünistler, “amaçlarına, var olan tüm toplumsal koşulların zorla yıkılışıyla ulaşılabileceğini açıkça ilân ederler” belirlemesi; 8) “Her sınıf mücadelesi politik bir mücadeledir” belirlemesi;
Komünist Zemin 9) “Proleterlerin bir sınıf olarak örgütlenmeleri, sonuçta onların bir politik parti olarak örgütlenmeleridir” belirlemesi; 10) Modern devletin yönetimi, bütün burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” belirlemesi; 11) “Şimdiye kadarki tüm toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.” Belirlemesi ve 12) En nihayetinde eşitlik ve dayanışma temelli bir toplum ütopyası olmasıdır. Yukarıda on iki başlık altında topladığımız noktalar, esasen gerek Komünist Manifesto’nun, gerekse de Marksizm’in yaşayan ruhunu temsil etmektedir ve bu noktalar yüz altmış sene evvel olduğu gibi bugün de canlılığını ve geçerliliğini korumaktadır. Komünizm düşüncesi ve eylemi geçerliliğini korudukça, Komünist Manifesto’nun ve Marksizm’in ruhunu oluşturan bu noktalar da geçerliliğini korumaya devam edecektir. Komünist Manifesto’da ve Marksizm’de Aşılması Gereken Nelerdir? Komünist Manifesto’da ve Marksizm’de aşılması gereken noktaları da şu ana başlıklar altında toplamak mümkündür. 1) Komünist Manifesto’da ve Marksizm’de toplumların izlemesi gereken yol izah edilirken evrimci tarih anlayışının batağına düşülmüştür. Komünist Manifesto’nun yazarlarının tarih anlayışı Materyalist olsa da, toplumların izlemesi gereken yolu izah ederlerken, bu, onların evrimciliğin bataklığına saplanmalarını engellemeye yetmemiş, bundan dolayı da, toplumların uygarlaşmasının yolunun Batılılaşmaktan geçtiğini, daha doğrusu Batılı olamayan toplumların uygarlaşmak zorunda olduklarını söylemişlerdir. Toplumların ve toplumsal mücadelelerin tarihi ve seyri göstermiştir ki, evrimci bir yol, toplumsal ve sınıfsal çatışmaların dinamizmi tarafından tarihin çöplüğüne atılmıştır. Yaşam içerisinde defalarca aşılmış ve toplumsal olayların karşı konulmaz gücü tarafından mahkûm edilmiş olan bu evrimci ve Batı merkezli anlayışın,
Komünizm hareketi tarafından da aşılması bir zorunluluktur. 2) Komünist Manifesto’nun yazarları, Burjuvazinin, daha doğrusu burjuva uygarlığının "bütün ulusları, en barbar olanları bile uygarlığa çekme" kapasitesinden hayranlıkla söz ederek, dünya çapında egemen sınıf olarak yükselen Burjuvazinin talan ve sömürgeci hareketi, bir “uygarlık” projesi olarak tanımlamışlardır. Tam da bundan dolayıdır ki, Komünist Manifesto’nun yazarları, Hindistan’ın İngilizler tarafından sömürgeleştirilmesini bir “uygarlaştırma” hareketi olarak değerlendirip, selamlamışlardır. Marksizm’in Batı merkezci ve “ilerlemeci” yanının bir ürünü olan bu yaklaşım, Marksizm’in günahkâr doğmasının sebeplerinden biridir. Komünizm hareketi tarafından bu günahın hesabı verilmeli ve Marksizm’in bu handikabı mutlaka aşılmalıdır. 3) Komünist Manifesto’nun yazarları, Burjuva uygarlığının üretici güçleri geliştirip, "Doğanın güçlerinin insana tabi kılınışı"na yol açması dolayısıyla, Burjuvazinin bu eylemine bir “ilericilik” atfetmiş ve modern burjuva üretimi tarafından "koca kıtaların tarıma açılması" selamlanmıştır. Bu anlayış da, tıpkı yukarıda belirttiğimiz; Marksizm’in de etkisinden kurtulamadığı ilerlemeci tarih anlayışının bir sonucudur ve mutlaka aşılmalıdır. 4) Komünist Manifesto’nun yazarlarının ve Marksizm’in kurucularının bir başka handikabı, ilerlemeci anlayışına denk düşen, kendiliğindenciliktir. Komünist Manifesto’nun yazarlarının ilerlemeci yaklaşımlarını Michael Löwy, şöyle ifade ediyor: “İlerlemeci ideolojinin "kaderci iyimserliği" denen şeyden esinlenen Marks ve Engels, burjuvazinin düşüşünü ve proletaryanın zaferini "eşit derecede kaçınılmaz" şekilde hiç tereddütsüz ilan ettiler, Tarihi, sonuçları bilim tarafından, tarihin yasaları tarafından ya da sistemin çelişkileri tarafından garantilenmiş bir süreç olarak gören yaklaşımın siyasal sonuçları üzerinde fazlaca durmaya gerek yok. Böyle bir yaklaşım kendi mantıksal sonuçlarına vardırılacak olsa -Manifesto'nun yazarları tabii ki bunu yapmadı-, devrimci
33
Komünist Zemin bilince, örgütlenme ve inisiyatife yani öznel etmenlere hiç gerek kalmazdı, Plekhanov'un da belirttiği gibi eğer "programın zaferi, güneşin yarın doğacak olması kadar kaçınılmaz"sa, neden siyasi bir parti, kurulsun, bir gösteriş için insanların hayatları, tehlikeye atılsın? Yarın güneşin doğmasını garantilemek için bir hareket örgütlemeyi kimse hayal etmeyecektir.” (Michael Löwy: Küreselleşme ve Enternasyonalizm) Marksizm’in bu ilerlemeci tarih anlayışına ilk itirazları duyabilmek için yarım yüzyıldan fazla bir zaman beklemek gerekecekti. Komünist Manifesto’nun yazarlarına ilk itirazlar, Troçki’nin sürekli devrim anlayışında, Rosa Lüksemburg'un 1915 tarihli "Junius Broşürü"nde, 1917 sonrası Lenin’de, daha sonraları ise Walter Benjamin’in yazılarında yer almıştır. Adı geçen bu Marksistler, ortaya koydukları anlayışlar ile Komünist Manifesto’nun yazarlarına egemen olan ilerlemeci tarih anlayışı arasına mesafe koyup, bunun, Komünist Manifesto’nun yazarlarından bu anlamda bir kopuş olduğunu ifade etmeseler de, bu bir kopuştur. Nasıl ki 1917 Ekim Devrimi Komünist Manifesto’ya karşı bir devrim ise, yukarıda adları zikredilen yazarların ortaya koydukları bu alandaki görüşler de, Komünist Manifesto’nun yazarlarına egemen olan ilerlemeci anlayışa karşıdır. 5) Komünist Manifesto’nun yazarlarının bir başka yanılgısı ya da yanlış çıkarsaması ise, Aile ve Kadının toplumsal konumuna ilişkin olan yandır. Komünist Manifesto’nun yazarları, burjuvazinin aile kurumunu önemli ölçüde tasfiyeye yöneldiği, burjuvazinin egemenliğinin son bulmasıyla ise, ailenin ortadan kalkacağını düşünmüşlerdir. Komünist Manifesto’nun Proleterler ve Komünistler başlığını taşıyan bölümünde mesele şu şekilde ortaya konulmaktadır: ”Bugünün ailesi, burjuva aile, hangi temele dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Bu aile tam gelişmiş biçimiyle, yalnızca burjuvazi arasında vardır. Oysa bu durumu tamamlayan şey, proleterler arasında ailenin fiilen var olmayışı ve açık fuhuştur.”
34
Komünist Manifesto’dan aktarılan bu bölümde de görüldüğü gibi Komünist Manifeto!nun yazarları aile kurumunu özel mülkiyetle ve mülk sahibi sınıflarla ilişkilendirmiş; ailenin varlığı ve varolma koşullarını özel mülkiyetin varlığı le açıklamışlardır. Ama yaşanan pratik göstermiştir ki, Komünist Manifesto’da öngörüldüğü gibi burjuvazinin egemenliği altında aile kurumunda bir çözülme olmadığı gibi, burjuvazinin mülksüzleştirildiği durumlarda da aile varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bunun için 1917 Ekim Devrimi’nin yaşandığı topraklara bakmak yeterlidir. SSCB’de özel mülkiyetin tahakkümüne son verilmiş, ama aile, aile merkezli ilişkiler ve iş bölümü varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Yine aynı şekilde Komünist Manifesto’nun yazarları, kadının, toplumsal üretime katılmasıyla birlikte ekonomik olarak bağımsızlaştığını, bunun da erkek egemenliğinin dayndığı temeli ortadan kaldırdığını düşünmekteydiler. Gerçi bu anlayış Komünist Manifesto’da bu biçimiyle açıkça ifade edilmese de, Komünist Manifesto’dan 36 yıl sonra yayımlanan Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitapta Engels tarafından tam da bu şekilde ifade edilmiştir. Ne yazıktır ki Komünist Manifesto’nun yazarları bu hususta da yanılmışlardır. Bu yanılgının nedeni, erkek egemenliğinin erkeklerin ekonomik üstünlüğüyle açıklanmasıdır. Marksizm’e egemen olan ekonomizm, bu alanda da kendini göstermiş ve meselenin doğru anlaşılmasını engellemiştir. Aradan geçen zaman göstermiştir ki, kadınların çalışma hayatına katılmaları ne ailenin çözülmesine yol açmış, ne de kadınların erkeklerle eşitlenmesine yol açmıştır. 6) Komünist Manifesto’nun bir başka sıkıntılı yanı, Ulusal meseledir. Komünist Manifesto’nun yazarları kapitalizmin Asya, Afrika ve Güney Amerika’yı kendi girdabına almasını “Geri ve barbar” ülkelerin uygarlaştırılması olarak mütalaa etmişlerdir. Bunun nedeni ise Komünist Manifestomun yazarlarının, kapitalist aşamayı sosyalizme ulaşmak için zorunlu bir aşama olarak tarif etmiş olmalarıdır.
Komünist Zemin Hal böyle olunca da, sömürge ve yarısömürge ülkelerdeki anti sömürgeci hareketlerin taşıdığı devrimci potansiyel ve bu hareketlerin bağımsızlıkçı karakteri görmezden gelinmiş, bu da yetmemiş, bağımsızlıkçı hareketler yerine sömürgeciler alkışlanmıştır. 7) Komünist Manifesto’nun yazarlarının bir iddiaları ise, “kapitalizmin işçilerin yaşam standartlarını düşürme ve hatta onları yoksullaştırma eğiliminde olduğu” yönündeki öngörüleridir. Bu öngörünün yaşam içerisinde doğrulanmadığı, en azından işçi sınıfının tamamı açısından düşünüldüğünde doğrulanmadığı muhakkaktır. Günümüzde Avrupalı bir işçinin payına düşen GSMH’nın 30.000 €, bir Afrikalı işçinin payına düşen GSMH’nın ise 100 € olduğu gerçeğinden yola çıkacak olursak, Komünist Manifesto’nun yazarlarının bu konudaki öngörülerinin gerçekleşmediğini pekâlâ görebiliriz. 8) Komünist Manifestonun yazarlarının göremedikleri bir başka nokta ise, kapitalizmin kendini yeniden üretebilme potansiyelidir. Komünist Manifesto’nun yazarları ve Marksizm’in kurucuları, henüz kapitalizmin şafağı sayılabilecek bir dönemi kapitalizmin çürüme dönemi olarak ilan etmişler ve onun doğum sancılarını, geberen kapitalizmin son çırpınışı olarak resmetmişlerdir. Ne yazıktır ki Marksizm’in kurucularında var olan bu yanılgı, sonraki kuşak Marksistlerde de varlığını sürdürmeye devam etmiş, sonraki kuşak Marksistler de tıpkı öncülleri gibi, kapitalizmin her krizini, onun “son çırpınışı” olarak ilan etmeye devam etmişlerdir. Hâlbuki kriz, kapitalizmin doğasına içkindir ve kapitalizm ancak bu krizlerle kendisini yeniden var edebilir ve yeniden üretebilir. Dolayısıyla da onun kendisini yeniden üreten ve sermayeyi merkezileştiren yapısal krizlerini bir yönetememe ve çöküş krizi olarak mütalaa etmek doğru değildir. Komünistlerin krizden anlamaları gereken, ancak ve ancak devrimci bir duruma tekabül eden krizlerdir. Kapitalizmi de yok edebilme potansiyeli taşıyan bu tür krizlerdir. Bunun dışındaki krizler, olsa olsa kapitalzmin kendisini yeniden üretmesine yol açan krizlerdir. Nitekim tarihte olan da hep budur.
9) Komünist Manifesto’nun yazarlarının bir başka yanılgısı da, “Öteki işçi partileri karşısında komünistler özel bir parti değildir. Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur. Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar” belirlemesidir. Bu yaklaşım oldukça hatalıdır ve nihayetinde komünistleri öncü olmaktan çok, kitlelerin kuyrukçusu yapmaya götürür. Zaten öyle de olmuştur. Her şeyden önce proletarya bir bütün değildir, dolayısıyla da bütünlüklü davranış gösteremez. Hatta ve hatta çoğu zaman kendi içinde çatışmalıdır. Dolayısıyla da proletaryanın evrensel ortak çıkarlarını ancak ve ancak komünistler, yani komünist partileri temsil ederler. Zaten komünistler bunun için örgüt kurarlar. Eğer böyle olmasaydı, komünistlerin ayrı örgüt kurmalarına gerek kalmazdı ve komünistler işçilerin kendi örgütleri olan klasik işçi partilerine ya da sendikalara girip, orada çalışarak sınıfa hizmet ederlerdi. Ama komünistler ne sınıfa hizmet için vardırlar, ne de komünistlerin tek derdi, işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktır. Proletaryanın değil ama komünistlerin başka bir yaşam tasarımları vardır, işçi sınıfı ise buna ulaşabilmenin temel öznesidir. İşçi sınıfının tek başına başka bir dünya tasarımı yoktur. İşçi sınıfının, en iyi durumda daha iyi koşullarda yaşamak gibi bir derdi vardır. Dolayısıyla da işçi sınıfının vizyonu komünistlerin vizyonu olamaz. 10) Komünist Manifesto’nun yazarlarının bir başka yanlış belirlemesi ise, “işçilerin refah düzeylerinin artması ve boş zamanlarının fazlalaşmasına paralel olarak, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma bilincine daha kolay ulaşacağı” biçimindeki belirlemedir. Bu belirlemeye iki noktada itiraz edebiliriz. Birincisi; ne yazık ki yaşamın acımasız pratiği bize bunun tam tersini göstermiştir. İşçilerin refah düzeylerinin arttığı bölgelere baktığımızda görürüz ki, buralardaki işçi sınıfı, adeta dünya proleter devrimin önünde fren işlevi görmüş ve bu işlevini sürdürmeye devam etmektedir. Refah düzeyi artmış olan işçiler, adeta burjuvazinin dünya işçi sınıfının içindeki kolu olarak işlev görmektedir.
35
Komünist Zemin İkincisi; bu yaklaşım ekonomist bir yaklaşımdır. Kapitalizmin egemenliği altında işçi sınıfının kültürü ve bilinci de kapitalizmin yarattığı kültür ve bilinçtir. Bu egemen kültür ve bilinçle, kapitalizmin egemenliği altında işçi sınıfının refah düzeyinin artması, işçi sınıfını, bir tüketim toplumu olan kapitalist düzende kapitalizmin kendisini yeniden ve yeniden üretebilmesine, yaşam kaynaklarının aşırı tüketimine, dolayısıyla da kapitalizmin yeryüzü yaşamına karşı işlediği suçlara ortak eder. Refah düzeyi artmış Batılı işçilere baktığımızda, boş zamanlarında tüketmekten, seyahat etmekten ve eğlenmekten başka bir şey düşünmedikleri görülmektedir. Komünist Manifesto’daki bu anlayış; devrimci gelenekte de ekonomist, dolayısıyla da reformist bir anlayışın gelenekselleşmesine hizmet etmiş, devrimci hareketin önemli bir kesiminin işçi mücadelelerinde kendilerini ücret ve hak talepleriyle sınırlamalarına, dolayısıyla da sendikalizmin batağına saplanmalarına yol açmıştır. 11) Komünist Manifesto’nun yazarlarının bir başka handikabı, insan merkezli bir gelecek tasavvuruna sahip olmalarıdır. Bu nokta, Marksizm’i, özellikle son 2500 seneye damgasını vurmuş olan tek Tanrılı dinlerle akraba yapmaktadır. Bilindiği gibi bütün tek Tanrılı dinlerde insan en önemli yaratıktır ve tanrı bütün evreni ve evrendeki canlıları insan için yaratmıştır. Bir bakıma insan, Tanrının yeryüzündeki yüzü ve her şeyin efendisidir. Ne yazıktır ki, Marksizm’in kurucuları, insanı yüceltmekte dinlerden geri kalmamış, bütün bir gelecek tasarımını insanın mutluluğu üzerine kurmuşlardır. Bu insan merkezli bir ırkçılıktır. Marksizm’in gelecek tasarımına egemen olan özne insandır. Komünist Manifesto’nun yazarları, tamda bundan dolayıdır ki, kapitalizmin gelişmesini, daha doğrusu sanayiyi ve tekniği geliştirmesini, bu gelişmenin nelere ve hangi yaşamların yok olmasına bakmaksızın koşulsuz alkışlamışlarıdır.
36
Marksizm’in kurucuları bu noktada o denli ileriye gitmişlerdir ki, örneğin Engels, özgürlük tanımını, “İnsanın doğayı ele geçirip ona hükmetmesi” olarak izah edebilmiştir. Gelinen aşamada insan neredeyse doğaya egemen olma aşamasına gelmiştir ve bu durumun yol açtığı sonuçlar ortadadır; doğa, neredeyse toptan bir yok oluşla yüz yüzedir. Marksizm’in kurucularının insan merkezli bir gelecek tasarımlarının bir geleceği olmadığı anlaşılmıştır. Kaldı ki, bu gelecek tasarımının bir geleceği olsa bile, bu kesinlikle reddedilmelidir. Nihayetinde insan da, diğer canlılar gibi doğanın bir parçasıdır ve ne diğer canlılardan üstündür ne de gerek doğanın, gerekse de doğadaki canlıların üzerinde tasarruf hakkına sahiptir. Dolayısıyla da günümüz Marksistlerinin gelecek tasarımı insan merkezli değil, doğa merkezli olmak durumundadır. Sonuç Yerine Sonuç olarak, Komünist Manifesto’nun devrimci ruhuna sahip çıkan ve onu kendi geleneği olarak ilan eden komünistler, gerek Komünist Manifesto’nun temelini oluşturan diyalektik materyalizmin mantığı gereği, gerekse de devrimci teorinin bir zorunluluğu olarak, Komünist Manifesto’nun yazarlarına rağmen, Komünist Manifesto’yu hak ettiği zemin üzerinde yeniden ayağa kaldırmak zorundadırlar. Eğer bu yapılmaz ve Komünist Manifesto’nun yazarlarına bağlılık adına onun yazarları kutsanır ise, Marksizm, 160 yıldır taşımış olduğu doğum lekesinden kurtulamayacağı gibi, zamanla yaşamın acımasız pratiği karşısında tuz buz olup dağılmaya mahkûm olur. Bu durumda bunun sorumluları Komünist Manifesto’nun yazarları değil, bugünün komünistleri olacaktır.
Komünist Zemin
Gündelik Hayata Dair “bir akvaryumu yazmak, akvaryumda yaşamaktan kolaydır; bu yüzden her dize biraz eksik her şiir biraz yalandır...” (Yılmaz Odabaşı)
Giriş Asıl olan hayattır. Hayat devinimli, etkin, dönüşümlü olandır. Kapsadığı alan, ilişki, süreç itibariyle ciltler dolusu kitap yazılabilinecek olan gündelik hayat konusunda kısa ve doyurucu ya da anlamaya dönük yazı yazabilmenin güçlüğünün farkındayız. Gündelik hayatı ve günlük hayatın ilişkilerini, çatışmalarını, sürecini ve sınıfsallığını açığa çıkarmaya çalışacağız. Bunu yaparken belirli bir yöntemden faydalanacağız. Eleştirel, ilişkisel yani tarihsel materyalist yaklaşımı, yöntemi benimseyeceğiz. Tarihsel materyalist yöntemin gündelik hayatı anlamaya dönük doğru yöntem olduğunu düşünüyoruz. Tarihsel materyalist yöntemsel yaklaşımla eleştirilerimizi iki noktada toplayacağız. a) İnsanın kendisini var edebilmesinin zorunlu ve düşünsel-entelektüel gündelik insan pratiği olarak emek. Emeğin-işin kapitalizmde tanımlanışı, hangi tarihsel dönemde önem atfedildiği, son olarak da sosyalistlerin insanın etkiliğine yaklaşımını ele alacağız. b) İkinci olarak emek-gücü sahibinin gündelik etkinliğini, zamansal olarak Marksist bir yaklaşımla değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Marksizm ve Gündelik Hayat Gündelik hayat insan topluluğu için “ikili” bir anlam ve öneme sahiptir. İlki, insan türünün kendi varlığını yeniden üretebilmesidir. İnsan türünün gündelik yaşam pratiğinin ikinci biçimi ise, tekil varlığıyla birlikte tarihsel olan toplumsal yaşamında yeniden üretimidir. Toplumsal yaşam bir üretim tarzı ve üretim ilişkileri üzerinden şekillenmektedir.
İnsan topluluğunun gündelik yaşam üretimi gibi doğanın kendisi de kendini yeniden üretir. İçinde barındırdığı canlılar topluluğu da varoluş biçimlerini kendi doğalarına uygun olarak yeniden üretirler. İnsan bireyinin ve toplumsalının tarihsel yeniden üretimi ve üretim biçimi Marksizm’in bilgi ve eleştiri nesnesidir. Yeniden üretim, emek gücünün ve türsel varlığın yeniden üretimidir. Tarihsel materyalizmin özgün bir yorumunu yapan Engels bunu şöyle tanımlamıştı: “Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat türün üremesi.” (F. Engels, 2000, s 12) Sınıflı toplumlarda maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi belirli bir üretim tarzı ve ilişkilerini gerektirir. Sınıfların üretimi toplumsal ilişkilerde zamana yayılmış mekânda yeniden üretilir. Sadece üretim sürecinde değil üretim sürecinin dışında da sınıfsal egemenlik egemen sınıf için vazgeçilmez önemdedir. Bunun için de kültürün, dinin, alışkanlıkların, geleneklerin, egemen sınıfın yeniden üretimine tabi kılınması gerekir; ideolojilerin, mitlerin, yanılsamaların, fetişlerin, yabancılaşmanın yaratılması gereklidir. Sistemin ideolojik aygıtları tarihsel/toplumsal ilişkilere, güç ilişkilerine, mücadelelerine paralel ve ihtiyaç duyulan yeni biçimlere, formlara büründürülürler; daha katı veya daha esnek biçimler alabilirler. Örneğin, devlet gibi yeniden düzenlenebilirler.
37
Komünist Zemin Kapitalizminde kendini yeniden üretmesi, üretim ilişkilerini ve üst yapıyı mutlak yeniden üretim alanları olarak yeniden biçimlendirir. Kapitalizm gündelik olanı sermaye birikim süreci olarak kurgular. Bunun için, çalışma ve çalışma dışı alana, serbest zamana müdahale gereklidir. Gündelik hayat insanın etkinlik alanıdır. Öğrenmenin, unutmanın, tekrarın ve tekrar yoluyla pekiştirmenin yaşandığı süreçtir. Tekrar yoluyla eylemin içselleştirildiği ve mutlak, sonsuz, değişmez kabul edildiği zamandır. İçselleştirme, disipline edilme bazen de sistemin zor ve zorunluluk aygıtlarıyla yapılır. Bu konuda Lefebvre şöyle diyor:
Gündelik yaşamın eleştiri nedeni ise:
“Bütün sıradanlığı içinde gündelik hayat, tekrarlardan oluşur: İşteki ve iş dışındaki tavırlar, mekanik hareketler (ellerin ve vücudun hareketleri, aynı zamanda parçaların ve tertibatların hareketleri, rotasyon veya gidişgelişler), saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar, çizgisel tekrarlar ve döngüsel tekrarlar, doğal zaman ve akılcı zaman, vs.” (Lefebvre, 1998: 25)
“Gündelik hayat ortada bir yerde bulunur ve denge yeridir. Aynı zamanda tehdit edici dengesizliklerin ortaya çıktığı yerdir ve…toplumsal devrim, insanlar gündelik hayatlarını sürdüremez hale geldiklerinde başlar.” (Lefebvre, 1998: 39)
Tekrarları ve sürekli etkinliklerden oluşan insanı da şöyle tanımlar: “Gündelik insan kendi malı-mülkü ve tatmin araçlarına kapanır, kimi zaman buna üzüldüğü de olur. Düşünce ve kültürle uğraşan özneye kıyasla, doğaya daha yakındır ya da öyle görünür. Gündelik kadın için ise bu olgu daha da geçerlidir. Kızgınlığa, neşeye, tutkuya ve eyleme daha fazla eğilimlidir, fırtınalara cinsel hazlara, hayat ve ölüm arasındaki bağlara, temel ve kendiliğinden gelen zenginliklere daha yakındır...” (Lefebvre, 1998: 24) “Gündelik hayat nedir?” diye sorduğumuzda alacağımız yanıtlar kişilere, cinslere, yaş guruplarına göre çok ve farklı olacaktır. Gündelik hayat sonsuz sayıda etkinliği, istenci, süreci kapsayan zamandır. Toplam toplumsal yeniden üretimdir. Lefebvre’ye göre: “Ekonomik, psikolojik veya sosyolojiktir, özel yöntemlerle ve yollarla kavranması gereken özel nesneler ve alanlardır.” (Lefebvre 1998: 28)
38
“Yaşam tarzının yeniden üretiminin eleştirisinin pratik olarak anlamı, yaşam tarzının dönüştürülmesidir.” (Şahin Balta, 2001: 190) Gündelik yaşam pratik ve sınıfsal var oluş biçimlerinin eleştirisi yeni bir toplumsal tahayyül için vazgeçilmezdir. Bu dönüşümün öznesi de toplumsal maddi zenginlikten yoksullaştırılmış, kültürel olarak yoksunlaştırılmış, yabancılaştırılmış, gündelik var oluşunu sürdüremeyenlerden olacaktır. Lefebvre toplumsal dönüşümü şöyle aktarmaktadır:
Bizce bu yöntemin kendisi de toplumu ve toplumsal bilimleri birbiriyle ilişki-süreç olarak kavrayan tarihsel maddeci yaklaşımdır. Gündelik hayat insanın tarihsel olanaklarının, sınırlarının, çatışmalarının, çelişkilerinin etkinlik mekânıdır. Modern hayat maddi ve manevi zenginliklerin ve yoksunlukların bir arada oluşudur. Bu haliyle potansiyeller ve sınırlılıklar süreci ve ilişkileridir. Gündelik olanın modernle ilişkisinin en sade ve çarpıcı ifadesini Lefebvre’nin belirtimiyle: “Gündelik ve modernlik, karşılıklı olarak birbirini belirtir ve gizler, meşrulaştırır ve telafi eder. Hermann Broch’un ifadesiyle, dönemin evrensel gündelik hayatı modernliğin arka yüzüdür, zamanın ruhudur.” (Lefebvre 1998: 31) Bilim hayatı çeşitli yöntemlerle anlamaya, açıklamaya çalışır. Hayatı anlamak ve anlatmak bilimde nesnelce yapılmaz, yapılamaz. Bilim ve bilim insanı da hayatın içindeki insanı, doğayı, süreklilikler, oluş ve kopuşlar biçiminde anlamaya, anlatmaya çalışır. Tabii ki bilim insanı da çağının toplumsal ilişkilerinin taşıyıcısı ve dönüştürücüsü olan insandır.
Komünist Zemin Dolayısıyla bilimi sınıfının toplam yararına ya da sınıfın üyesi olarak kendi yararına kullanır. Burjuva bilim insanları da dili, kavramları, iktisadı, ekonomiyi kendinden menkul, bağımsız, kendine içkin, zor ve anlaşılmaz disiplinler olarak kurgularlar.1 Bilimler ve bilim adamları, yanıltmanın, çarpıtmanın ve egemen sistemi meşrulaştırmanın en güçlü araçlarıdır. Meşrulaştırmanın en etkin araçları da dil ve kavramlardır.2 Postmodernist yazarlar dilin masum olmadığını ve iktidarın dilde kurgulandığını belirtirler. Ama dili yaratan maddi gerçekliği, düşünceyi eleştirmezler. Dilin olanaklarını, işlevini, sınıfsallığını somut tarihsel insanda anlamak, aramak istemezler. Marksizm için gündelik hayatı anlamak, onu dönüştürmek içindir. Anlamak için eleştirelgerçekçi bir yöntemin izlenmesi gereklidir. Peki, gündelik hayatın eleştirisi neden gereklidir? Lefebvre’nin sözleriyle: “Gündelik hayatın eleştirel çözümlemesi ideolojileri açığa çıkaracaktır; gündelik hayat hakkındaki bilgi ise, ideolojik bir eleştiriyi ve sürekli bir özeleştiriyi kapsayacaktır.” (Lefebvre, 1998: 34) Marksistler de kendi gündelik pratik etkinliklerinin nedenleri ve sonuçları hakkında daha yapısal eleştiriler getirmek, eleştirilerinin ve etkinliklerinin sonuçları hakkında daha fazla düşünmek zorundadır. Gündelik Hayat ve Bireyin Yeniden Üretimi İnsan bireyinin var oluş biçimi kendisinin aktüel hayatının yeniden üretimindeki yeriyle algılanabilir. Bu bireyin bilinci ve eylemi maddi gerçekliğinin de bilincidir. Kendi doğal ve sınıfsal var oluş ilişkilerinin toplamıdır insan. Eylemi ve etkinliği de tarihsel/toplumsal ontolojisinin sınırları kadardır. İnsanın gerçek var oluşunun kavranılması maddi etkinliğiyle, emek gücü dolayımı ile gerçekleştirdiği tarihsel/toplumsal etkinliği ile anlaşılır. İnsan, emek gücünün yeniden üretimiyle yalnız türsel var oluşunu üretmez. Kapitalizmde emek gücünün sözleşme üzerinden satışıyla iki şey gerçekleşir; birincisi, işçi emek gücünü satarak kendisini, ikincisi, ka-
pitalisti, metayı ve sermaye birikimi sürecini yeniden üretir. Kapitalizmde gündelik olan sınıfsal eşitsizliklerin, yoksullukların, yoksunlukların ezilen bir sınıf için yeniden üretimidir. Dolayısıyla günlük insan pratiği belirli bir sınıfsal yaşam pratiğinin de kendisidir. Bir emekçi her gün işe-çalışmaya tabidir. Çalışarak zamanını, emek gücünü, enerjisini satarak-kullandırarak var oluşunu sürekli kılar. Bugün büyük oranda emek gücünü satmaktan da yoksundur. Emekçiler piyasada emek gücünü satabilmek için kurslarla, sertifikalarla yeni sermaye birikimlerine katkı sunmaktadır. Burjuva sınıfının günlük yaşam pratiği de kendi yaşamsal ayrıcalıklarının korunumu ve sermaye birikim sürecinin yeniden üretimidir. Toplumsal yaşamın, ilişkilerin üretimi bireyin de yeniden üretimidir. Her bireyin yeniden üretimi toplumsal, sınıfsal yaşamın yeniden üretimidir de. Bu noktada gündelik yaşamı Heller şöyle tanımlar: “…Toplumsal yeniden üretimi olanaklı kılan bireysel yeniden üretim faktörlerinin toplamı…” (Heller’den aktaran Şahin, Balta, 2001, s. 200) Yeniden üretim yalnız insan topluluğunun biyolojik varlığını yeniden üretimi biçiminde algılanamaz. Bununla birlikte belirli bir yaşam biçiminin ve yaşam biçiminin kaynağı olan sınıfsal varoluşun da yeniden üretimidir. Gündelik hayat farklı toplumsal konumdaki sınıf ve bireylerin ideolojik, kültürel, dinsel değerlerin de yeniden üretim sürecidir. Oskay’ın vurgusuyla: “Gündelik hayat toplumun temel değerlerinin farklı toplumsal konumdaki insanlarca paylaşıldığı, iğrenildiği ve haklılaştırıldığı kültürel bir alandır.” (Oskay, 1989, s 7) O halde gerçek birey tarihsel somut bireydir. Yani tarihsel/toplumsal ilişkilerin taşıyıcısı ve dönüştürücüsü olan bireydir. Bu haliyle insan verili, değişmeyen ve mutlak bir öze sahip değildir. Gerçekte özü toplumsal/tarihsel ilişkilerin toplamıdır. Her bireyin sınıfsal aidiyeti olmasına karşın, kapitalizm yararın ve çıkarının tekil bireyde somutlandığına inanır. Bu nedenle toplumsal çıkarın ya da yararın diye-
39
Komünist Zemin lim olanaksız ve insan doğasına aykırı olduğunu savunur. Kapitalizm insanı, bilincini, duyularını maniple eder, bazen de felce uğratır. Olaylar, olgular arasındaki bağıntıyı yok eder. Bireyin gündelik etkinliğinin toplumsal/sınıfsal ilişkilerden ayrı düşünülemeyeceği göz önüne alınarak insan pratiğinin değerlendirilmesi daha nesnel çözümlemeleri sağlayacaktır. Gündelik Hayat ve İktidarın İdeolojisi Sınıfsal çözümlemelerin önemini kimliğe, kültüre, tekilliğe, ötekiye bıraktığı günümüzde iktidarın işleyişini Gürbilek şöyle açıklıyor: “İktidar, red, inkâr, engelleme, yasaklama ya da saf dışı bırakmadan çok, kurma, düzenleme, kışkırtma ve çoğaltma teknikleriyle işlemektedir. Bastırmayı ya da yok etmeyi değil ayrıştırmayı, çeşitlendirmeyi, görünür kılmayı içerir.” (N. Gürbilek, 1992, s 39) Burjuva akademisyenlerinin, aydınlarının neden bu vurguları (kimlik, öteki v.d.) içselleştirdiklerini, üniversitelerde inceleme konusu yaptıklarını göstermektedir. Çünkü “bastırılmış” olan geri dönmüştür, ama burjuvazinin kontrol ve istenci oranında. Değerlerin, düşüncelerin, kültürel pratiklerin kendisi büyük oranda egemen sınıfın egemen ideolojisidir. Emekçiler geleneksel olan ile güncel olan egemen değerleri çoğu kez birleştirirlerde. Bu ilişki ve süreç ise mevcut toplumsal ilişkileri sürekli kıldıkça egemen sınıf ve ideologlarınca dönüşüme ve reddiyeye uğratılmasına gerek kalmaz. Bugün kitle iletişim araçlarının en büyük işlevi düşünsel, pratik dünyamızı şekillendirmesi, yaşadığımız zamanı, mekânı, sınıfsal konumlanışın verili, mutlak, değişmez olduğunu kanıksattırmaya çalışmasıdır. Oskay’a göre bu durum: “Gündelik hayat bir hayat tarzını öğretir, benimsetir, farklılaştırır. Bize bugünkü yaşamı, deneylerimiz, ampirik algılarımız çerçevesinde yaşadığımız hayatı olabilecek tek toplumsal hayat olarak gösterir.” (1989, s 9)
40
Türkiye’de 90’lı ve 2000’li yıllarda gündelik hayatın anlaşılması, çözümlenmesi kültürel incelemeler adlı üniversite kürsülerinde verilen derslerde disiplinde aranmıştır. Gürbilek’in de belirttiği gibi (1992) vitrinlerin meta bolluğu içinde olduğu zamanlardayız. Vitrindeki meta bolluğuyla çözümlenen şey tüketim toplumu düşüncesi olmuştur. Metaları yaratan süreç, dolayısıyla emek süreci ve bu sürecin sınıfsal taraf, güç ve çatışmalarının analizi sosyal bilimlerden kovulmuştur. O halde kovulanın (sınıfın) izini sürmekte biz Marksistlere düşmektedir Gündelik İnsan Pratiği Olarak Emek Emekçinin emek gücünü satması üretim araçlarından yoksun bırakılmasındandır. Emek gücünü satmak zorunda bırakılması üretim sürecine katılmak zorunluluğu içermesindendir. Zorunlu olarak üretim sürecine katılan işçi, üretim sürecinin kendisine, üretim sürecinin sonundaki ürüne ve kendisine yabancılaşır. Emeğini yabancı bir nesne olarak algılar. Bunda da haklıdır; çünkü üretim sürecinin sonundaki metayı piyasada ihtiyaç nesnesi olarak satın almak zorunda kalır. Emekçi, üretim sürecine, üretim araçlarına ve üretim sürecinin sonunda yaratılan ürüne sahip olduğu sürece kişisel yaşamını sağlar. Böylece kapitalist toplumsal ilişkilerinin yarattığı yabancılaşmayı yaşamaz. Yabancılaşmanın olamadığı bu süreçte emekçi, kendi ihtiyacı için üretimde bulunur. Emek ve emek ürünü doğayla insanın zorunlu ilişkisinin de sonucudur. İnsanın emek ürününün ihtiyaç gideren yanı kullanım değeridir. Emek ürünü tüm sınıflı ve sınıfsız toplumlar için kullanım değeri oluşturur. Kapitalizm için ise önemli olan emek ürününün (kapitalizmde emek ürünü metadır) değişim değeridir. Her meta kullanım değerini ve değişim değerini birlikte içerir. Meta üreten, üretim yoluyla yabancılaşmayı sağlayan emeğe-işe Marksistlerin yaklaşımı nasıl olmalıdır? Maalesef bu coğrafyada kendilerini Marksist-sosyalist addedenlerin birçoğunun söylediklerine katılmak çok güç. 1 Mayıs’larda, işçi eylemlerinde, grevlerde, sendikaların, sosyalist siyasi partilerin ve daha “radikal” sosyalist çevrelerin “Herkese İş”
Komünist Zemin diye slogan attığına çok tanık olmuşuzdur. ”Herkese İş”3 diye talepleri olanların; işin insanın ya da emek-gücü sahibinin asgari yaşamsal ihtiyaçlarını sağladığını iddia edebilirler. Pratik olarak da haklı olabilirler. Fakat sınıfsız toplum yaratılmasından yana olanların emeği ücretli emek olarak talep etmeleri hangi sınıf yararınadır? Kapitalizm koşullarında iş talep etmek sosyalistlerin takınacağı bir tavır, savunabilecekleri bir davranış mıdır? Kapitalizm koşullarında ücretli-emek pratiğinin kendisi sınıf üretme biçimidir. Kapitalizmin yarattığı toplumsal ilişkiler emeği-ücretli emek olarak tahakküm altına almaktadır. Ücretli emek, emeğe değer biçmektir. Marksistler için emeğin ölçülebilir değeri olabilir mi? Bizce yoktur ve olmamalıdır. Tahakkümün somut ifadesi yabancılaşmadır. Yabancılaşma çalışmayı zorunlu kılan kapitalizmin üretim ve toplumsal ilişkilerinin sonucudur. Mandel’in ifadesiyle: “Modern yabancılaşma, işbölümü ve meta üretimi sonucu, özellikle üreticilerin ürünlerinden ayrılmasıyla ortaya çıkar. Üretici kendi tüketimi için değil, pazar için, bilinmeyen bir tüketici için çalışır.” (Mandel, 1991: 15) Gündelik yaşamını kendi emeği üzerinden var eden işçi sınıfı da emek gücünü kendisine dışsal bir nesne olarak algılar. Gündelik yaşam, kendisine yabancılaşmış hayatı dışsal olarak algılayan emekçi sınıfın pratiğidir. İşçi sadece emek ürününe yabancılaşmaz; üretim sürecine, üretim araçlarına ve kendi eylemine de yabancılaşır. Kapitalizmin ayırt edici yanı olan insanın iş gücünün meta ve ölçülebilir değer sayılmasını talep etmek nasıl olabilir Marksistlerce. İş gücünün değeri (yani ücret) İşçinin fizyolojik yeniden üretimiyle sınırlı tutulabilinir mi? Keza kapitalizmin bugün için yapmak, istediği de budur. Emeğe ücret talep etmek, emeğin yaratıcı, entelektüel, insana içkin ruhsal boyutunu görmemektir. Çalışmakla işçi kendisini ve egemen sınıfı yeniden üretir. Çalışmak sermaye birikim sürecinin kendisi ve vazgeçilmez unsurudur. Dolayısıyla kapitalist toplumsal ilişkilerinin varoluşunu sürekli kılmaktır.
Gündelik Hayat ve Zaman Gündelik yaşamın yeniden üretimi belirli bir zaman da ve mekân da olur. Yeniden üretim toplumsal ve doğal yaşam tarafından belirlenir. Sınıfsal yeniden üretimin sürekliliği de kapitalizmin tarihsel istenci ve eylemidir. Kapitalizm emeği ücretli-emek olarak kurgularken, emeğin değerini belirli bir zamandaki artık-değer yaratması biçiminde kurar, kurgular. Zamanın ölçülebilir, değer biçilebilirlilik dönemi kapitalizmle birlikte belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Zaman ölçülür, kurgulanır, düzenlenirdir artık kapitalizmle birlikte. Bu düzenleme sürecini, sermaye kendini yeniden birikim biçiminde üretmektedir. Kapitalizmin evrensel bir sistem olmasında da zamanı kurgulaması, kar hırsının doğal sonucudur. Üretim, dolaşım, tüketim sürecinin daha hızlı işleyebilmesi için üretim araçlarının ve ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi gerekir. Sermayenin düzenlenme süreci sermaye içi çatışmalardan dolayı ve sınıflar arası biçiminde olabilir. Bu haliyle zaman, kapitalizmde artık-değer yaratma süreci, biçimidir. Sosyalistlerin sınıflar mücadelelerindeki konumlanışı emeğin, emekçinin özgürleşmesine taraf oluşlarıdır. İnsanın toplumsal, doğal yaratıcı etkinliği olan emeğin sınırlandırılmış (zaman ve mekân olarak) iş bölümünün olduğu bir toplum olan kapitalizmin ötesinde bir toplumsal tahayyül oluşturmaları gereklidir. Bu toplum emeği, zamanı, mekânı (toplumu, doğayı, doğal çevreyi) kullanım nesnesi olarak görmekten vazgeçerek insanın özgürleşmesin uğrakları olarak ele almalıdır. Bu haliyle gündelik hayat ve iktidar ilişkisinin teorik, politik, pratik çerçevesini anlamak için anlaşılması gereken ampirik mekandır. Gündelik hayat bütünsel, karmaşık zamansal olandır. Lefebvre’nin belirtimiyle: “Zaman değişmenin zamanıdır… geçişlerin, geçiciliklerin, çatışmaların zamanıdır.” (Lefebvre, 1998, s 10) Sonuç Olarak Gündelik hayatı anlamak, onu dönüştürmek için zorunludur.
41
Komünist Zemin Modern denilen bugünkü dünyada gündelik hayatın önemi sermaye ve kapitalist toplumsal ilişkiler için vazgeçilmezdir. Çünkü gündelik hayat toplumsal ilişkilerin ve sermayenin (üretim ve birikim olarak) toplam yeniden üretimi için bir zaman ve mekân ifade eder. O halde gündelik olan ilişki ve süreçleri dönüştürmekle başlanacak olan antikapitalist süreç kapitalizmin yıkımı için elzemdir.
Anti-kapitalist toplumsal tahayyül ve eylem sadece üretim tarzı ve ilişkileriyle sınırlı tutulamaz. Mülkiyetin ve üretim araçlarının toplumsal nitelik kazanması eşit ve özgür bir toplumun nihai hedefi olamaz. Sosyalizmin insan-toplum-doğa ilişkisi, faydacı olmayan yeniden üretim biçiminde olmalıdır. Kültürel pratik yoluyla gündelik eylemin kendisi dönüştürülmelidir.
KAYNAKÇA
F. Engels (2002), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları E. Balta – Ö. Şahin (2001), Gündelik Hayatı Dönüştürmek ve Marksist Düşünce, Praksis Dergisi, Sayı 4 B. Brown (1989), Marx, Freud ve Gündelik Hayatın Eleştirisi, Ayrıntı Yayınevi N. Gürbilek (1993), Vitrinde Yaşamak, Metis Yayınevi Y. Odabaşı (2000), Aşk Bize Küstü, Scala Yayınları H. Lefebvre (1998), Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınevi E. Mandel (1991), Marksist Ekonomi Kuramına Giriş, Ünlü Yayıncılık Ü.Oskay(1989),Marx,Freud ve Gündelik Hayatın Eleştirisi’ne Önsöz, Ayrıntı Yayınları
1
Komünist Zemin’in 9. sayısındaki “Gündelik Hayatın Dili, Kavramları ve Bilinci Üzerine” başlıklı yazıya bakınız.
2
F. Başkaya’nın “Zehirli” Kelimeler, Kavramlar ve Söylemler başlıklı makalesine bakınız.
3
Komünist Zemin’in 5. sayısındaki “Mutlak Özgürlük İçin Kahrolsun İş” başlıklı yazıya bakınız.
42
Komünist Zemin
Rejimin Niteliğini Tartışabilmek Fikret Başkaya Aylardır Ergenekon çetesine dair haberler yayınlanıyor, soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar nihayet dava ve Ekim ayında başlayacak yargılama... Çete operasyonu, asıl devlet partisi çevresi ve genel olarak kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlarla onun dışında kalan geniş kitle arasında bir tür kamplaşmaya da dönüşmüş durumda. Aslında devlet çeteleri Türk siyasi sistemine içkindir, dolayısıyla ne yeni ve orijinal bir şeydir ne de istisnaidir. Aslında söz konusu ‘operasyon‘ Susurluğun devamıdır... Susurluk da yüzyıllık bir gelenektir. Sorun hükümetle muhalefet arasında bir tür kavgaya dönüşmüş durumda ama ne hükümet hükümet ne de muhalefet muhalefet. Ergenekon operasyonu bürokrasi içinde yürüyor, operasyonun kapsamı ve derinliği de gerçek iktidar odağı olan bürokrasinin “etkin ve yetkin kesimi” tarafından belirleniyor. Durum böyle olunca da sonucu tahmin etmek zor değil. Oysa olup-bitenlere şaşmak yerine, 21. Yüzyılın başında neden hâlâ böyle şeyler olabiliyor? Sorusunun cevaplanması gerekirdi. Neden devlet bu kadar rahatlıkla cinayet işleyebiliyor? Neden siyasi cinayetler bu kadar yaygın? Neden bunlar adıyla çağrılmıyor da “faili meçhul cinayetler” deniyor? Bu durum “faili meçhul” nitelemesine uyuyor mu? Faili meçhul katliam mümkün müdür? Devlet kendi vatandaşlarını bu kadar rahatlıkla katlederken neden toplumdan ciddi bir tepki gelmiyor, neden insanlar olup-bitenleri uzaktan seyretmekle yetiniyor? Neden darbeler ve darbecilik istisna değil de kural? Darbeciliğin rejimin işleyişinde mündemiç bir ‘gelenek’ olduğu apaçık ortadayken, nasıl olup da Türkiye’deki rejimin ‘demokratik bir hukuk devleti’ olduğu söylenebiliyor? Neden medya gerçek anlamda medya değil ve işlevini yapmıyor? Neden akademi en çok demokrasiden korkuyor? Ya da bu ne menem bir üniversite? Neden üniversitenin diğer bürokratik devlet kurumlarından bir farkı yok? Neden bu ülkenin okumuş diplomalı taifesi aydın sayılıyor ve neden gerçek anlamda entelektüel işlev görmesi gerekenler bu kadar
cılız, bu kadar yetersiz? Neden eleştirel bilinç bu kadar azgelişmiş durumda? Siyasi kültür düzeyinin bu kadar geri oluşunun gerisinde yatan ne? Neden bu ülkenin insanları yurttaş bilinci taşımıyor da bir tür misafir, sığıntı, mülteci bilinci karışımı tuhaf bir bilinç taşıyor? Neden Genel Kurmay Başkanı bir ordu komutanı gibi değil de bir başbakan veya siyasetçi gibi konuşuyor ve öyle davranıyor? Ordunun devlet içinde devlet oluşu ve sivil yargının askeri yargıdan ayrılığı veya yargı ikiliği söz konusuyken, hukuk devleti teraneleri ne anlama geliyor? Rejim neden sorunları çözmek yerine üstünü örtüyor, erteliyor, müzminleştiriyor? Neden iç ve dış düşmansız yaşayamıyor? Türkiye’de özerk kafaların ve kurumların yetersiz oluşunun gerisinde yatan nedir? Velhasıl onca modernlik, çağdaşlık, muasır medeniyeti yakalama söylemine rağmen, Türkiye neden hâlâ 780 bin kilometre karelik bir kışlayı andırıyor? Yüzyıldan fazla zamandır peşinden koşulan, yakaladık, yakalıyoruz dedikleri muasır medeniyet ne menem bir şey, gerçekten öyle bir bir şey var mı? Yakalamak mümkün mü? Yakalamaya değer mi? 28 yıl sonra bile cuntacılardan hesap sormayı akıl edememiş bir toplumun gerçek gündemi yakalaması mümkün mü? Türkiye neden insanlığın gündemini hep bir gecikmeyle izliyor veya yakalayamıyor? Bu ve benzer soruları sormadan ve tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışmadan Ergenekon da dahil, olup-bitenleri yetkin bir biçimde kavramak ve gereğini yapmak mümkün değildir. Zira anlamak aşmaktır denmiştir... Söz konusu soruları sorup, cevaplamanın olmazsa olmazı,asgari iki şeyin olmazsa olmazlığı durumunda mümkün: Birincisi bağnaz resmi ideolojinin tahakkümünden kurtulmak; ikincisi de Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa evrenselciği dışında gerçekten evrensel evrenselci bir yaklaşıma sahip olmak. Aksi halde aldatılmaktan, oyalanmaktan, oyuna gelmekten kurtulmak mümkün olmayacak. Resmi ideolojiden kurtulmak demek, tartışma konularınızı özgürce kendiniz seçebilir,
43
Komünist Zemin tartışabilirsiniz demektir. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan kurtulmak demek de, bilincinizin sömürgecilikten kurtulması, özgürleşmesi demektir ki, bu kendi gerçekliğinize kendi gözümüzle bakabildiğiniz anlamına gelecektir. Başka türlü söylersek, tartışabilmek için önce tartışabilir duruma gelmek gerekli... Şeylerin ne anlama geldiğini, gelmesi gerektiğini egemenlerden, yeryüzünün muktedirlerinden öğrenenlerin yapacakları tartışmaların bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bir toplumun gelişmişlik kriteri olarak ekseri maddi zenginlik düzeyi ön plana çıkarılır, oysa bir toplumun gelişmişlik, uygarlık düzeyi sadece maddi zenginliğin artışıyla ilgili değildir. Bugün gelişmiş denilen ve imrenilen ülkelerin durumu bunu açıkça göstermiyor mu? Elbette görmek isteniyorsa... Bir toplumun gelişmişlik düzeyi onun eleştirel yeteneğinin düzeyiyle de ilgilidir. Türkiye’de olup-bitenlerin yetkin bir biçimde anlaşılması, bilince çıkarılması, düşünce dünyasında bir devrim olmadan, eleştirelliği içselleştirmeden mümkün görünmüyor. Öyleyse öncelikle yapılması gereken iki şey var: Birincisi, Türkiye’nin yakın tarihini [Osmanlı İmparatorluğunun son yüz yılından bugüne] politik, sosyal, ekonomik, kültürelideolojik-estetik, vb. veçheleri itibariyle ama bir bütün olarak, Avrupa-merkezli olmayan bir tahlile tâbî tutup, yeniden düşünmek; İkincisi de resmi tarihin ve resmi ideolojinin çoraklaştırdığı ideolojik alanın dışına çıkmak. Buna, aldığınız eğitimle hesaplaşmak da diyebilirsiniz. Zira, düşünce dünyasında bir kopuş olmadan bir arpa boyu yol almak mümkün olmayacak. Türkiye’ye dışardan [Batıdan] bakan biri her şeyin azçok-yerli yerinde ve olması gereken gibi olduğu ama kimi aksaklıkların da var olduğu izlenimine kapılabilir, nitekim öyle algılanıyor. Oysa Avrupamerkezli olmayan, içerden ama ‘evrensel evrenselci’ bir bakış, şeylerin, olguların ve süreçlerin pek de öyle olmadığı sonucuna varacaktır... Zira Türkiye’de rejime modernlik,
44
çağdaşlık, demokratiklik görüntüsü veren ve öyle bir izlenim de yaratan kurumlar, mekanizmalar ve söylemler aslında gizlenmiş otokratik zihniyetin ve otokratik iktidarın hizmetindedir. Dolayısıyla bir ilişki tersliği var. Demokrasi denilenin içi boş bir söylem olmanın ötesine geçememesi, hukuk devletinin -ki, mülkiyetin ve piyasanın kutsandığı koşullarda hukuk devleti denilenin ne demeye geldiği tartışmasına girmeden- sadece yasa metinlerinde, mahkeme duvarlarında, ders kitaplarında, köşe yazarlarının, hukuk profesörlerinin, siyasilerin ve hukukçu taifesinin ağzında bir yeri oluşu, bürokrasinin özellikle de onun militer kanadının dokunulmazlığı, hesap vermezliği, hesap sorulamazlığı geçerliliğini korudukça, çetelerden hesap sorma söyleminin seyirciyi oyalamanın dışında bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değil. Fakat bu vesileyle bir yanlış anlamaya da yer vermemek gerekir: Söz konusu operasyonu AKP hükümetiyle asıl devlet partisi ve çevresi, veya başka bir deyişle AKP ile reel Atatürkçüler arasında birçıkar çatışması, rant ve statü savaşı olarak görüp, ‘bırak birbirlerini yesinler’ demekten daha büyük azmazlık olamaz. [Kaldı ki söz konusu iki ‘taraf’ arasındaki çelişki temelli bir çelişki de değildir]. Başta sosyalist sol olmak üzere, tüm demokratik güçler ve demokrasiden yana olanlar, bu durumu rejimi ve onunu resmi ideolojisini teşhir etmek üzere kullanmalıydılar, zira Ergenekon operasyonu uzaktan seyredilecek kadar önemsiz değil. Sol, söz konusu operasyonu gazete köşelerinde tartışacağına, büyük mitingler. gösteriler, etkin kampanyalar, canlı tartışmalarla rejimi teşhir edecek ve bu vesileyle de kendi önünü de açacak bir fırsata dönüştürebilirdi... Neden mi yapmadı, yapmıyor, yapamıyor? Bu başka bir yazının, değilse kapsamlı bir tartışmanın konusu... Solun bu alanda etkinlik sağlaması için, rejimle birlikte kendi geçmişini, kendi ‘resmi ideolojisini’ de sorgulaması gerekmiyor mu?