Komünist BU SAYIDAKİLER:
Zemin
Üç Aylık Politik Dergi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Zafer Dize Adres: Zemin Yayıncılık Çamlık Mah. Şahibbey Cad. Çiçek Pasajı Kat: 1 No: 19/7 Çekmeköy/Ümraniye İstanbul Hesap No: 1041 746848 T. İş Bankası Web: www.komunistzemin.org e-mail: komunistzemin@yahoo.com e- mail: komunistzemin@gmx.net Baskı: Can Ofse Davutpaşa Cad. İpek İş Hanı No: 4/7 Bayrampaşa / İstanbul Tel: 0212/6131077l
Seçimler ve Komünist Tutum
3
1 Mayıs 2007’nin Ardından
14
“İstanbul Valisi Muammer Güler’in İstifasını İstemek Sistem Tamirciliğidir
19
İşçi Mücadelesi'nin İnce Memed'i ve İnce Memed Çankaya'ya Kampanyası Üzerine
23
Kemalist Rejimin Niteliği: Orijinal Bir Bonapartizm/ Fikret Başkaya
28
Fikret Başkaya ile Rejimin Karakteri Üzerine Söyleşi
42
Kürt halkının inkârına, imhasına, Kürdistan’ın işgaline ve Kürtlere karşı işlenen suçlara ortak olmak istemeyenler! Kürtlere karşı yürütülen savaşta Kürt özgürlük hareketinden yana olanlar! Suç ortaklığını reddettiğinizi ve Kürtlerden yana taraf olduğunuzu göstermek için; OYLAR KÜRT VEKİLLERE!
Komünist Zemin
Seçimler ve Komünist Tutum Yaşayabilmek için emek güçlerini ve zamanlarını kapitalistlere satmak zorunda kalan bu coğrafyanın ücretli köleleri bir kez daha egemenlerin temsil krizi ile yüz yüzeler. Ne yazık ki bu krize yol açan şey, işçilerin ve ezilenlerin düzene karşı hoşnutsuzluğundan doğarak aşağıdan gelen toplumsal bir baskının sonucu değil de, egemenlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmasını yönetemeyişlerinin yarattığı çatlağın sistemin tepe noktasında ortaya çıkmış olmasının sonucudur. Fakat bu kriz, öyle egemenlerin dillendirildiği gibi, ne yeni cumhurbaşkanının mecliste seçilmesi esnasında doruğa ulaşan sözde ‘şeriat tehdidi’ ile alakalıdır, ne de ‘ülke bütünlüğü’nün tehdidi ile alakalıdır. Bu kriz, Türk devletinin kurucu unsuru olan Ordu’nun kontrolündeki sermaye gücü ve onun yedeğindeki gelenekçi sermaye grubuyla, ‘küreselleşmeci’ diye anılan sermaye grupları arasındaki iktidar mücadelesinin bir sonucudur. Bu kriz, ‘ulusal sınırlar’ ve ‘ulusal çıkarlar’la da alakalı bir kriz değildir. Bu kriz, uluslararası burjuvazinin dünya çapında yeniden yapılanması ve dünya pazarlarının yeniden pay edilmesi sürecinin kaçınılmaz bir sonucudur. Burjuva parlamentonun işleyişinin “normal” seyri içinde çözümlenemeyen bu kriz, geçici bir uzlaşma yolu olarak “erken seçim”i gündeme getirdi. Bu nedenle de egemenler ortaya çıkan bu krizi aşabilmek için 22 Temmuz’da “erken seçim” kararı aldılar. Böylelikle, burjuvazinin her bir kanadı kendi çıkarları için kendi güçleri arasındaki iktidar mücadelesinde bu coğrafyanın işçilerini ve ezilenlerini kendi burjuva programlarından birini desteklemeye alet edecek sistem içi politik bir tutum almaya çağırıyorlar.
Burjuvalar bununla iki şey elde edecekler; birincisi, burjuvazinin hangi eğilimi bu seçimlerden kazançlı çıkarsa çıksın ya da ortaya bir uzlaşı çıksın, burjuva bir programı ezilen-sömürülen kitlelere onaylatmış olacaklar, ikincisi, böylelikle ezilen-sömürülen kitleleri düzenin destekçileri olarak sistem içinde tutacaklar. Seçim tarihi belli olur olmaz, burjuvazinin siyasal yelpazesinde de yeniden bölünmeler, birleşmeler, istifalar, parti değiştirmeler ve seçim ittifakları belirmeye başladı. Gerek mevcut seçim yasası, gerekse de seçmen kitlesinin bölünmüşlüğü, iktidar olmak isteyen burjuva partileri açısından bunu zorunlu kılıyor. Mevcut burjuva partileriyle bağ kurmaktan yana olamayan, ya da bu partilerde kendisini bulamayan bir kısım “Sivil Toplum Örgütleri”, sendikalar, kendilerini “aydın” diye tanımlayan şahsiyetler ve hatta kimi siyasal yapılanmalar ise, “Demokrasi Cephesi” oluşturmak için seferberlik başlattılar. Bu kesimin maksadı, mevcut burjuva demokrasisini korumak ve burjuva demokrasisinin tam anlamıyla tesis edilmesidir. Bizim tartışmak istediğimiz, kendilerini toplumun aklıevvelleri olarak gören bu kesim olmadığından, bu kesimin tutumuna yalnızca değinmekle yetindik. Bizim asıl tartışmak istediğimiz, seçimler karşısında devrimci hareketin tutumudur. Seçimler ve Devrimci Hareket Seçim startının verilmesiyle birlikte devrimci harekette de bölünmeler ve birlik arayışları baş göstermeye başladı. Henüz kimin nerede duracağı kesinlik kazanmamış olsa da, ortada dört ayrı duruş söz konusudur. Önümüzdeki süreçte kimin hangi cephede saf tutacağını göreceğiz. Ama biz burada teke tek kimin nerede durduğunu ya da duracağını değil, bu dört cepheyi daha doğrusu bu dört cepheden her birinin üzerine oturduğu programatik ve politik zemini tartışacağımızdan, bizim açımızdan kimin nerede saf tutacağının önemi yoktur.
3
Komünist Zemin Birinci Grup: Üçüncü Cepheciler Bu cephe iki ayrı grup olarak hareket ediyor. Her ne kadar benzer şeyler savunsalar da, birlikte ortak bir cephe örgütlemek yerine iki ayrı grup olarak seçim startı verdiler. Bu gruplardan birisinin militanlığını İşçi Mücadelesi çevresi yapmaktadır. İkinci grubu ise ESP oluşturmaktadır. Bu iki grup esasen benzer şeyler savunmaktadırlar, ama biz yine de bu iki grubu ayrı ayrı ele alacağız. İşçi Mücadelesi’nin Seçim Bildirgesi Üzerine: İşçi Mücadelesi’nin seçim bildirgesini tartışmaya geçmeden önce, Üçüncü Cephe” parolasıyla sürece dâhil olan İşçi Mücadelesi’nin seçimlere ilişkin tutumunun tutarsızlıklarla dolu olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Mesela, bir yandan ayrı bir cephe açıp, kendi aday(lar)ını gösterirken, diğer yandan kendi adayının olmadığı yerlerde “Sosyalist veya işçi adaylarına destek” vereceğini söylüyor. İyide madem başka sosyalist ya da işçi adaylarını da destekleyebilecek kadar yakın buluyorsunuz, o halde İşçi Mücadelesi’nin ayrı aday göstermesinin ya da ayrı durmasının mantığı nedir? Bu tutarsızlığa bir başka örnek ise Kürt adaylara ilişkin tutumdur. İşçi Mücadelesi, bir yandan “Yarın DTP mecliste grup kurup AKP’ye hayırhah davranmaya başlarsa, hatta meclis aritmetiği içinde kilit parti haline gelip bir AKP hükümetini dışarıdan desteklerse, ne yapacaksınız? AKP’nin işçi sınıfının ve emekçilerin haklarına taarruz niteliği taşıyan politikalarının sorumluluğunu taşıyabilecek misiniz? Hiçbir koşul pazarlığı yapmadan DTP milletvekillerinin meclise girmesini sağlamış olmak, böyle politikaların sorumluluğunu da sizin sırtınıza yüklemeyecek mi?” diye sorarken, diğer yandan “Sosyalist veya işçi adayların olmadığı bölgelerde seçim
4
kampanyasını Kürt adaylara destek verir biçimde düzenlemek ve onlara oy istemek gereklidir.” diyebilmektedir. İşçi Mücadelesi’nin seçimlere ilişkin tutumu daha bir yığın tutarsızlıkla doludur, ama biz meselenin bu kısmından çok, bizzat İşçi Mücadelesi’nin seçim bildirgesinin bütününü ve bu bildirgenin üzerine oturtulduğu programatik ve politik zemini tartışmak istediğimizden, bu bahsi burada kapatıp, İşçi Mücadelesi’nin “alternatif seçim programı”nı tartışmaya geçiyoruz. Ne diyor İşçi Mücadelesi; “Demokrasi Cephesi Değil, Ezilenlerin Cephesi!” Ve Üçüncü Cephe’nin alternatif programı şu kelimelerle özetleniyor: “İşçi Mücadelesi bir yıldır Üçüncü Cephe çağrısı yapıyor. Bu çağrı nihayet 27 Nisan muhtırasından sonra duyuldu. Artık solun her toplantısında Üçüncü Cephe’den söz ediliyor. DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk Diyarbakır toplantısından sonra partisinin Üçüncü Cephe’yi kurmak üzere hareket edeceğini söylüyor. Geciktik ama hayat bize doğru yolu gösterdi! Ne var ki, şimdi de solda ve Kürt hareketinde bir “demokrasi cephesi” kavramı dolaşmaya başladı. 27 Nisan’ın temsil ettiği askeri müdahaleye ve darbe tehdidine karşı, yükselen faşist harekete karşı, işçilerin, emekçilerin, Kürtlerin, bütün ezilenlerin demokratik haklarını savunmak için parlamenter demokrasinin, bütün sınırlarına rağmen, korunmasının gerekliliğine İşçi Mücadelesi aylardır işaret ediyor. Ama demokratik hakları savunmak, parlamenter demokrasiyi askeri diktatörlük veya faşizm tehlikesine karşı korumak için parlamenter demokrasiyi savunmak yetmez. Parlamenter demokrasiyi savunmak için bile daha öte şeyler savunmak gerekir.” (İşçi Mücadelesi, Mayıs 2007) Üçüncü Cepheciler, hayatın kendilerini nasılda haklı çıkardığını bizlere hatırlattıktan sonra, geleceği okumaya ve yol göstermeye devam ediyorlar. “Yaklaşan seçim, Batı’nın işçi sınıfını ve emekçilerini darbe ve faşizm tehlikesine karşı, Türkiye’de ve Ortadoğu’da savaşın azgınlaşmasına karşı uyarmak ve ayağa kaldır-
Komünist Zemin mak bakımından eşsiz bir fırsat olarak kullanılabilir. Ama bunu yapabilmek için işçinin ve emekçinin size kulak vermesini sağlayabilmelisiniz. Bugün şovenizmin, faşizmin ve İslamcılığın köhne fikirlerinin bombardımanı altında kalmış işçi ve emekçilere, ancak onların gerçek çıkarlarına hitap ederek seslenebilirsiniz. Ancak sendikalı-sendikasız işçilere, işsizlere, emeklilere, yoksul köylülere somut çıkarları konusunda anlamlı şeyler söyleyebilen bir siyasal hareket, onları içinde bulundukları ataletten kurtarabilir. Ancak sınıf politikası, darbeciliğe, faşizme ve savaşa karşı işçi ve emekçileri kazanmamızı sağlayabilir. Bu sınıf politikası “Demokrasi Cephesi” kavramına sığmaz. Mesele bir ad meselesi değildir. Kurulacak Üçüncü Cephe’nin seçime hangi programla gireceği meselesidir.” (İşçi Mücadelesi, Mayıs 2007)
8. ABD Ortadoğu’dan dışarı! Emperyalizm ve Siyonizm Irak, Filistin, Lübnan, Afganistan ve İran’dan elini çek! 9. Avrupa’nın İMF’si AB’nin neo-liberal politikalarına hayır! 10. Türkiye NATO’dan çıksın! İncirlik Üssü kapatılsın! 11. F-Tipi cezaevleri kapatılsın! Toplumla Mücadele Yasası’na hayır! 12. Kadınlara sadece yasal değil, her alanda eşitlik ve özgürlük! Kadına şiddete son! 13. YÖK kaldırılsın! Üniversiteye özgürlük! 14. Engellilere engel çıkaran her türlü uygulamaya son!
Ve Üçüncü Cephe, seçim programını madde madde sıralıyor:
15. Dilovası’ndan Hasankeyf’e doğal ve tarihsel çevrenin tahribine son!
1. 27 Nisan muhtırasına hayır! İşçiler, emekçiler, Kürtler, kadınlar, gençler, demokratik hakların savunulması için mücadeleye!
16. Bir işçi-emekçi hükümeti için ileri!
2. Türkiye İMF’den, Dünya Bankası’ndan ve Dünya Ticaret Örgütü’nden çıksın! Dış borç iptal edilsin! 3. Özelleştirilen bütün işletmeler işçi denetiminde yeniden kamulaştırılsın! 4. KİT’lere, eğitime ve sağlığa yatırım yoluyla, iş haftası kısaltılarak ve yeni vardiyalar açılarak işsizliğe son! 5. Sendikalaşan işçiyi işten atan işletme işçi denetiminde kamulaştırılsın! Asgari ücret yoksulluk sınırının üstüne! 6. Kürt sorunu askeri yöntemle çözülemez! Devlet Kürt halkının temsilcileriyle konuşsun! Kürt halkının bütün hakları tanınsın! 7. Aleviler üzerindeki baskılara son! Cemevleri ibadet yerleri olarak tanınsın!
Sonunda görüyoruz ki, “Demokrasi Cephesi Değil, Ezilenlerin Cephesi” diye çağrı yapan Üçüncü Cephe’nin programı da, Demokrasi Cephesi” diyenlerin programını, yani burjuva devletinin sınırlarını aşmıyor. Gerçi Üçüncü Cephe, programını “Bir İşçi-Emekçi Hükümeti İçin İler!” çağrısıyla bitiriyor ama bu bir parola olmaktan öte bir şey ifade etmiyor. Burjuvazinin mülksüzleştirilmesini ve burjuva devletinin imhasını savunmayan bir programın, “Bir İşçi-Emekçi Hükümeti” parolası ile meydana çıkması kulaklarda bir anlık hoş bir seda bırakır hepsi bu. Üçüncü Cephe önericilerinin secim programında yer alan birçok maddeyi “Yurtsever Cephe’nin, hatta ve hatta bir kısmını İşçi Partisi’nin programında ve “Demokrasi Cephesi”nin programında bulmak pekâlâ mümkün. Bu program işçilerden, kadınlardan, engellilerden ve Kürtlerden yana bir takım taleplerle süslenmiş olsa da, hem burjuva devletinin sınırlarına esir olmuş, hem de ulusal bir programdır. Dolayısıyla, hiçbir bakımdan devrimci değildir.
5
Komünist Zemin Devrimci değildir, çünkü burjuvaziyi ve onun devletini imhayı değil, onun sınırları içerisinde, onunla bir arada, işçiler ve ezilenler için daha fazla hak ve adalet istemekle sınırlıdır. Bundan dolayıdır ki, “Sendikalaşan işçiyi işten atan işletme işçi denetiminde kamulaştırılsın” diyebilmekte ve patronlar sınıfını ‘iyi patron, kötü patron’ diye ikiye ayırarak, iyi patronla bir arada yaşamayı savunurken, kötü patronun ise elinin kolunun bağlanmasını talep etmektedir. Devrimci değildir, çünkü 27 Nisan muhtırası karşısında burjuva demokrasini savunarak, egemen sınıfın iktidar savaşında taraf olmuş ve “İşçiler, emekçiler, Kürtler, kadınlar, gençler, demokratik hakların savunulması için mücadeleye” çağrısıyla, ezilen kitleleri de burjuvazinin iç savaşında taraf olmaya alet etmeye soyunmuştur. Devrimci değildir, çünkü Kürt özgürlük hareketini devlet ile barıştırma yanlısıdır. Devrimci değildir, çünkü “ABD Ortadoğu’dan dışarı! Emperyalizm ve Siyonizm Irak, Filistin, Lübnan, Afganistan ve İran’dan elini çek” diyebilen Üçüncü Cephe, Türk Devleti Kuzey Kürdistan’dan elini çek” demekten imtina etmiştir. Devrimci değildir, çünkü “Cemevleri ibadet yerleri olarak tanınsın” diyerek, tarih boyunca eşitlikçiliği erdem saydığı için ezilenleri kendi bayrağı altında toplamış ve egemen olanın, zalimin karşısında saf tutmuş bir geleneği temsil eden Aleviliği, bir din olarak mütalaa etmekte ve onun devrimci geçmişine ihanetini savunmaktadır. Özellikle Özal dönemiyle birlikte ve daha ziyade de Alevi hareketi Kürt özgürlük hareketiyle bütünleşir korkusuyla Alevilikle barışmaya karar veren devlet, bir kısım simsarları da yanına alarak, Aleviliğin din olarak kurumlaştırılması yönünde adım atmış, Alevi hareketinin önce Kürt hareketine ihanetini sağlamış, sonra da onu Cemevlerine kapatmıştır. Ama buna rağmen Üçüncü Cephe, tarih boyunca Alevilerin adeta devlete ve onun kurumlarına karşı meclisi olmuş Cem’lerinin Cemevlerine hapsedilmesini, Cemevlerinin ise ibadet yeri olarak kabul edilmesini talep edebilmektedir. Özcesi, reformculuğu “işçi denetimi” vb. devrimci söylemlerle süsleyerek devrimci olunmuyor. Üçüncü Cephe programının ar-
6
kasında duran güç(ler) de pekâlâ bilmektedirler ki, işçiler ancak devlet oldukları bir durumda, yani devlet gücünü ele aldıklarında hayatı ve hayata dair olanı denetleyebilirler. Ama nedense Üçüncü Cephe, burjuva devletini imha etmeden ve bir işçi devleti kurmaktan bahsetmeden, “işçi denetiminde” şu yapılsın, bu yapılsın diyorlar. Tam bir laf cambazlığı. Üçüncü Cepheciler bilmelidirler ki, burjuva devletinin imhasını ve bir işçi devletinin kurulmasını hedeflemeyen her program reformisttir ve kesinlikle devrimci değildir. Yani öyle devletçiliği savunmakla, emperyalizme karşı olmakla, enalttakilerden yana reformlar istemekle, ‘devlet Kürtlerle konuşsun’ demekle devrimci olunmuyor. Eğer Üçüncü Cephe’nin dile getirdikleri yalnızca cürümü kadar yer yaksaydı pek sorun olmazdı, ama maalesef böyle değil. Üçüncü Cephe’nin seçim programını bu kadar önemli yapan, zehirlemeyi ve burjuvaziye yedeklemeyi hedeflediği kitlelerdir. Bilindiği gibi bu oyun daha önce Brezilya’da ve Bolivya’da oynandı. Bu ülkelerde, benzeri programlarla sistem dışına çıkmış ya da çıkma potansiyeli taşıyan kitleler devrimci hareketin iteklemesiyle Lula ve Morales benzeri şahısların peşine takıldılar ve bu şahısları iktidar yaptılar. Bu şahıslar, çok geçmeden ihanetin yüzünü giyindiler ve kendilerini iktidar yapan emekçilere ve ezilenlere ihanet ettiler. Bu ihanetleriyle işçilerin ve ezilenlerin devrimci öfkesini pasifize edip, kitleleri demoralize ettiler. Lula gibi adamlar ile birlikte ‘İşçi Partisi’ kurup, işçileri bu partiye ve Lula önderliğine ikna eden devrimci gruplar ise, Lula ihanet ettikçe, partiyi terk edip, Lula’yı teşhire başladılar. İyi ama burada teşhir edilmesi gereken Lula değil ki. Burada teşhir edilmesi gereken, sendikacıya parti kurdurup, sonra da kitleleri onun peşine takan devrimci harekettir. İşte Üçüncü Cephe’nin bu coğ-
Komünist Zemin rafyanın emekçilerine ve ezilenlerine giydirmeye çalıştığı gömlek, Lula’nın Brezilya işçi sınıfına giydirdiği gömlektir. Üçüncü Cephe bundan dolayı önemsenmeli ve aynı önemle teşhir edilmelidir. Ezilenlerin Sosyalist Platformu’nun Seçim Bildirgesi Üzerine: ESP, “Darbecilere, patronlara, emperyalizme, faşizme, şovenizme karşı Ezilenlerin Sosyalist Alternatifiyiz” başlığını taşıyan seçim deklarasyonunu ezilenlere duyurdu. ESP’nin deklarasyonunda yer alan taleplere ve vaatlere baktığımızda bu taleplerin, sistemin sınırlarını ve sistemi aşan değil, sistemi ehlileştirmeye ve ezilenleri, yani sistemle barışık olmayanları sisteme entegre etmeye dönük talepler olduğunu görürüz. Kendi deyimleriyle bunlar “Demokratik talepler”dir. Daha doğru ifade edecek olursak, bu talepler(vaatler demek daha doğru olur), burjuvazinin feodalizme karşı iktidar olma savaşı sürecinde yayımlamış olduğu manifestoda yer alan talepler ve vaatlerdir. Bu manifesto ve bu manifestoda yer alan talepler, “burjuvazinin yerine getirmesi gereken, ama ya zayıf olduğu için ya da artık devrimci dinamiğini yitirdiği için bu talepleri yerine getirebilme yeteneğine sahip olmadığı” türünden gerekçelerle, sonraları sosyalist hareketin programlarında da yer almış, “burjuva devrimi”nin programı sosyalist hareketin asgari programı olmuştur. Buradan hareket ederek ESP’nin seçim manifestosunu değerlendirdiğimizde yadırganacak bir yan olmadığını görürüz. Çünkü ESP, gerek tarihsel referansları gerekse politik referansları bakımından zaten asgari program anlayışına akrabadır. Burada bir sorun yoktur, ama ESP çevresi hiç değilse geçmişte bütün bu “demokratik” görevleri bir devrim stratejisine, dolayısıyla da burjuva devletin ilgasına dayandırırdı.
Gelinen aşamada ESP çevresi geçmişteki çizgisinin de gerisine savrularak, bütün bu talepleri burjuva devletin kontrolünde gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Dahası, bu taleplerin bir kısmının burjuva devleti tarafından yerine getirilmesini istemektedir. Bunun içindir ki burjuva devletinden “Askeri darbecilerin yargılanmasını, darbeleri meşrulaştıran bütün yasaların iptali”ni isteyebiliyor. Ve bu yolla, ister istemez, burjuvazinin kendisini temize çekmesi için yeni refleks alanı oluşturmasına katkıda bulunuyor. Bunun içindir ki burjuva devletinden “Faşist yasalar değil, demokratik haklar” talep ediyor. Ve bu yolla hem faşizm karşısında burjuva parlamentarizmini ehvenişer olarak tercih ediyor hem de emekçilerin ve ezilenlerin bu yönde bir bilinç edinmelerine hizmet ediyor. Bunun içindir ki burjuva devletinden “Emekçi köylünün borçlarının iptalini, tarımda emekçilere dönük yıkım politikalarına son verilmesini” talep ediyor. Ve bu yolla, emekçi köylülerin sömürüsüne son vermek yerine, onların borç boyunduruğundan biraz olsun kurtulup, sisteme yeniden eklemlenmesine hizmet ediyor. Bunun içindir ki burjuva devletinden “Özerkdemokratik-parasız üniversitenin yaratılması”nı talep ediyor.” Ve bu yolla, emekçilerin bilincinde kapitalizmin egemenliği altında “özerk-demokratik-parasız üniversite“nin mümkün olabileceği yönünde bir bilincin oluşmasına hizmet ediyor. Bunun içindir ki burjuva devletinden “Parasız, nitelikli eğitim” talep ediyor. Ve bu yolla, hem kapitalizmin egemenliği altında parasız eğitimin olabileceği yanılsamasına yol açıyor hem de kapitalizm için eğitime karşı çıkmak yerine, kapitalizm için insanların daha nitelikli olarak eğitilmesini istiyor. ESP, her ne kadar seçim deklarasyonunu “Kapitalizme karşı; Tek yol devrim, çözüm sosyalizm!” parolasıyla bitiriyor olsa da, bu, tek başına devrimci bir anlam ifade etmiyor. Bu parolanın devrimci bir anlam ifade etmesi için, burjuva devletinin doğrudan imhasının hedeflenmesi ve bu taleplerin bu stratejiye endekslenmesi gerekirdi. ESP ile ilgili bir başka sorun ise gelenek tanımlamasıdır. ESP, seçim deklarasyonunda
7
Komünist Zemin kendisinin hangi geleneğe dayandığını şöyle izah ediyor: “Biz dünyada cenneti kurmak için mücadele ediyoruz. Yalan düzeninin ölüm çanlarıyız biz! Şeyh Bedrettin'lerin, Celali'lerin, Çakıcı Mehmet Efe'lerin, Atçalı Kel Mehmet'lerin, demirci Kawa'nın, Seyit Rıza'ların, Nazım Hikmet'lerin, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya'ların mirasçısıyız. Arkamızda medya tekelleri değil, ezilenler var! Biz ezilenler milyonlarcayız, haklıyız, biz kazanacağız.” Sosyalizm hedefine bağlı bir akım ya da platform olan ESP’nin bir yandan Türklüğünden hiçbir vakit kopmamış ve Türkçülüğün büyük düşü olan Turancılığı “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” dizeleriyle şiirleştiren ve adeta Turancılığa bir manifesto hediye eden Nazım Hikmet’i, diğer yandan Türklüğün ve Türk ırkçılığının katlettiği Kürt önderi Seyit Rıza’yı geleneği olarak görmesi talihsiz ve esef verici bir durumdur. Yine aynı şekilde, ESP’nin bir yandan, sevdiği kızın babası, kızını bir başkasıyla evlendirmek istediği için damat adayını dağa kaldırması vesileyle dağa çıkan, kapatılan Yençeri ocağı askerlerinin de kendisine katılması sonucu sayısı binleri aşan büyük bir gücü de yanına alarak Aydın çevresinde büyük bir ayaklanma başlatan ve sonunda da kendini Aydın’a Vali olarak atayan, ama bütün bunları yaparken de Osmanlıya bağlılığının nişanesi olarak yıllarca toplanamayan vergileri toplayarak gönderen, Osmanlı Devleti’nin siyasetinde ve vergi politikasında reform talep eden ama nihayetinde her vakit Osmanlı devletine bağlı kalmış Atçalı Kel Mehmet’i, diğer yandan egemenlerin saltanatını yıkmak için savaşırken katledilmiş İbrahim Kaypakkaya’yı, Deniz Gezmiş’i, Mahir Çayan’ı geleneği ola-
8
rak görmesi, tek kelimeyle bu coğrafyanın gördüğü en sınırsız popülizm ve oportünizmdir. ESP seçim deklarasyonuna ilişkin bir başka not da DTP ve Kürtlerle ilgili olarak söylenenlere düşmek istiyoruz. ESP’nin seçim deklarasyonunda Kürtlere ve DTP’ye ilişkin bölümde şunlar yer alıyor: “ESP olarak, Kürt ulusunun politika yapma hakkını bu topraklarda temel bir demokratik talep olarak görüyoruz. Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) bir grup oluşturacak tarzda Meclis'e girmesini destekliyoruz. Bu nedenle geçmiş seçimlerin aksine, Kürt illerinde aday çıkartmıyor, DTP'nin adaylarını destekleyeceğimizi ilan ediyoruz. Bu illerde çalışmalarımızı DTP'li adayların altında yürüteceğiz.” Bu bölümü okuduğumuzda anlıyoruz ki, ESP Kürt illerinden aday göstermemeyi Kürtlere sunulan bir lütuf olarak algılıyor ve anlıyoruz ki ESP platformu, resmi devlet ideolojisiyle bağlarını halen koparabilmiş değil. Eğer ESP seçim deklarasyonunda, “Kürt illerinden aday göstermiyoruz çünkü oradan Türkiyeli bir grup olarak aday göstermenin, Misak-i Milli sınırlarını kabul etmek ve Kürdistan’ın ilhakını meşru kabul etmek anlamına geldiğini biliyoruz. Ve biz, Kürtlerle dayanışmanın yolunun öncelikle Kürdistan’da Türkiye devrimi için, daha doğrusu Kürtleri Türkiye devrimi için örgütlemekten vazgeçmekten geçtiğini düşündüğümüz için Kürdistandan aday göstermiyoruz” denilmiş olunsaydı, bu çok anlamlı olurdu. Ama ESP bunu yapmak yerine, Kürtlere “iyilik” yapan büyük birader tavrını tercih ediyor ve bu yolla bir de Kürtleri borçlu durumuna sokuyor. Bu durum, Batının, Afrikalıyı önce yoksullaştırarak muhtaç durumuna düşürüp, sonrada Afrikalıdan çaldığından bir parçasını Afrikalıya “yardım” diye sunması ve bu yolla Afrikalı karşısında iyilik yapan iyi Beyaz Adam mertebesine yükselmesi olayına çok benziyor. Buradaki bir başka tutarsızlık ise şudur; güya ESP Kürt illerinden aday göstermiyor ama mesela Kürtlerin Kürt ili dedikleri Adana’dan aday gösteriyor.Yine aynı şekilde, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı İstanbul, İzmir, Bursa ve Ankara illerinden Kürt adaylar karşısına aday çıkarıyor. Ve bu illerde ister istemez Kürtlerden de oy isteyerek Kürt-
Komünist Zemin lerin oylarını bölmeye çalışacak. Buradan baktığımızda görüyoruz ki, ESP’nin Adana dışındaki Kürt illerinden aday çıkarmamasının Kürtlerle alakası yok. Asıl neden Adana dışındaki Kürt illerinde bir potansiyelinin olmayışıdır. Yani ESP’nin vazgeçtiği, sahip olmadığıdır. İkinci Grup: “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” Diyenler Hemen belirtmeliyiz ki, bu gruba ilişkin burada yer alacak olan eleştirinin muhatabı, bu cephede yer alan Kürt hareketi değil, devrimci kesimlerdir. Çünkü Kürt hareketi göreceli “devrimci” bir rol oynasa da, devrimci bir hareket değildir. Kürt hareketinin devrimci olmaması bir kusur olarak algılanmamalıdır; diğer ulusal hareketler gibi Kürt hareketinin de devrimci olması doğası gereği mümkün değildir. Ulusal kurtuluş hareketleri doğaları gereği, kendi ezeni kadar efendi ya da köle olmayı hedeflerler ve bu maksatlarına ulaştıklarında da düşmanlarına benzerler ve bütün haklılıklarını yitirirler. Ama buna rağmen, yani sonlarının nereye varacağı bilindiği halde, ulusal kurtuluş hareketlerinden yana olmak devrimci davranışın bir gereği olmaya devam eder. İkinci grup içerisinde yer alan devrimci kesimlere gelecek olursak; bu kesimlerin taraf oldukları seçim programı, esas olarak Kürt özgürlük hareketinin sorunları eksenli bir programdır. Kürt hareketinin deyimiyle bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ programıdır. Sınıf eksenli bir program değildir ve bu anlamıyla da devrimci değildir. Yani, devrimci ilkelerden yola çıkılarak değerlendirilebilecek bir yapıya sahip değildir. Tamamen özgün ve hedefledikleri bakımından oldukça meşru bir zeminin programıdır, dolayısıyla da rakip olmadığı gibi, dolaylı olarak ve kısmen propaganda edilebilecek bir niteliğe sahiptir. Bu cephe içerisinde yer alan devrimci kesimlerin, “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” diyebilmeleri oldukça cesur bir davranıştır ve hiçbir koşulda, negatif anlamda kitleleri bölen bir işlev görmez. Bilakis, günümüz koşullarında “Oylar Kürt Özgürlük Hareketine” demek, oldukça anlamlı ve pozitif anlamda bölücüdür ve mutlaka komünistlerin, bulundukları bütün alanlarda sahiplenmeleri gereken bir niteliğe sahiptir.
Bir şeyin altını çizmekte fayda vardır ki, her ne kadar seçimler karşısında komünistler devrimci teşhirciliği esas alan bir duruş ortaya koyup, seçim oyununu ve parlamentarizmi ipe çekeceklerse de, bulundukları alanlarda, ‘Oylar Kürt Özgürlük Hareketine’ diyenleri sahiplenmelidirler. Bu ikili durum bir çelişki olarak görülse de, ortada bir çelişki yoktur. Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, Kürt meselesi özgün bir sorundur ve tamamen farklı hedeflere sahip ve çok başka bir mecrada cereyan etmektedir. Dolayısıyla da devrimci bir hareketin kitlelere parlamentarizmi adres olarak gösterip, parlamentoda çözüm arayışına girmesi ile Kürt özgürlük hareketinin kendi temsilcilerini duvarlarında ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yazısının yer aldığı meclise göndermesi ve bu temsilcilerin orada “Ne Mutlu Türküm Diyene” demeyi reddetmeleri aynı şey değildir. Birincisi, sitem tamirciliğiyken; ikincisi, resmi paradigma karşısında yıkıcı bir işleve sahiptir. Yine aynı şekilde, meclisteki yemin töreninde her milletvekilinin ‘Türk Milletinin ve ülkenin bölünmez bütünlüğü’ üzerine yemin etmek zorunda olduğu kürsüde Kürt vekillerin bu yemini etmeyi reddetmeleri devrimci anlamda yıkıcıdır. Bütün bunların ne anlama geldiğini daha önce DEP’li vekillerin meclise girdikleri dönemde gördük. Bu vekillerin, Türk ırkçılığının kalesinde nasıl birer top mermisi gibi patladıklarını unutmak mümkün mü?
9
Komünist Zemin Nasıl ki Kürt Özgürlük Hareketi’nin yıkıcılığı göreceliyse, seçimlerde Kürt hareketinin programına tabi olmayı yeğleyen ve bu cephe içerisinde yer alan devrimci kesimlerin de yıkıcılıkları ikinci adımda yerini sistem tamirciliğine terk etmektedir. Bunu yapan bir ulusal hareket olduğunda bunu anlamak mümkündür, ama bunu yapan devrimci kesimler olunca, aynı anlayışı göstermek ne yazık ki mümkün değildir. Bu cephede yer alan devrimci çevreler, Kürt Özgürlük Hareketi’nden yana açık tavır almaları bakımından olumlu bir davranış sergileseler de, sınıf savaşının sorunlarını Kürt meselesine endekslemeleri ve ‘Demokrasi Savaşı’ endeksli bir programın arkasına takılmaları bakımından devrimci bir noktada durmamaktadırlar. Tabii ki bugün Kürtlerden yana açık bir tavır takınmak çok anlamlıdır ama bayrakları karıştırmadan. Nasıl ki Kürt Özgürlük Hareketi’ni devrimci sınıf savaşının peşine takılmaya çağırmak yanlış ise, devrimci hareketin de kendisini, bütün haklılığına rağmen nihayetinde bir burjuva hareketi olan ulusal hareketin arkasına takması da aynı ölçüde yanlıştır. Nihayetinde her türlü reformculuk sistem tamirciliğidir ve sömürülen sınıfı sömüren sınıfın sistemine entegre etmeye hizmet eder. Bu bakımından, “Demokratik Cumhuriyet” cephesinde yer alan devrimci kesimler, Kürt Özgürlük Hareketi’nden yana açık tavır koydukları için bir yanlarıyla savunulurken, diğer yandan, ulusal hareketin programı olan bir burjuva cumhuriyeti programının arkasına takıldıkları ve mevcut burjuva devletini yıkmak için değil de, onu tamir edecek politik bir anlayıştan hareket ederek mücadele ettikleri için eleştirilmeli, gerektiğinde ise teşhir edilmelidirler. Üçüncü Grup: “Boykot” Diyenler. Seçimlerin boykot edilmesi, devrimci hareket içerisinde en eski olan gelenektir. Özellikle 12 Eylül 1980 öncesi süreçte seçimleri boykot etmekle devrimcilik aynı şey olarak algılanır, seçimlere katılmak ihanet
10
olarak görülürdü. Ama özellikle 1990 sonrası süreçte seçimlerin boykotu dışında alternatifler de ortaya çıkmaya başladı ve seçimlere katılmayı savunmak ihanet olarak görülen bir durum olmaktan çıktı. Geçmişte olduğu gibi bugün de, seçimleri boykot etmek her ne kadar köktenci ve oldukça devrimci görünse de, yol açtığı sonuçlar açısından bir anlam ifade etmemektedir. Devrimci hareketin toplumsal bir güç olamadığı koşullarda seçimleri boykot etmesi, bir bakıma farenin dağa küsmesi gibi bir durumdur. Eğer devrimci hareket toplumsal bir güç olabilseydi, bu durumda seçimleri boykot ederek sistemi kilitleyen ciddi bir krize yol açabilir, seçimleri yapılamaz duruma getirebilir ve burjuva devletinin organlarının karşında devrimci sınıf organlarını –özyönetim organlarını- çözüm yeri olarak gösterebilirdi. Ama günümüz koşullarında devrimci hareket her hangi bir kitle desteğine sahip değildir. Ne boykot çağrısına cevap verecek kitle bağlarına sahiptir, ne de bu durumuyla yapacağı boykot çağrısı ile etkili bir propaganda yapabilme imkânına sahiptir. Bu nedenlerden dolayıdır ki, seçimlerin boykot edilmesi her ne kadar ilk bakışta oldukça radikal görünse de, bugünkü koşullarda pasif bir tutumdur. Dördüncü Grup: “Seçim Sürecini Sistemin ve Sistem İçi Çözüm Arayışlarının Devrimci Teşhirini Yapmak İçin Kullanalım” Diyenler; Günümüz koşullarında en doğru duruşun bu olduğunu düşünüyoruz. Ama bu anlayışın bir ayağı eksiktir. Eksik olan, Kürt özgürlük hareketinin varlığıdır. Meseleye yalnızca sınıf mücadelesinin ihtiyaçları açısından baktığımız zaman, etkili bir devrimci teşhircilik oldukça iyi bir duruştur. Ama unutmamak gerekir ki, ulusal mesenlin çözümünü sınıf mücadelesine endeksleyip, ulusal hareketin varlığını ve yürüttüğü savaşı yok sayamayız. Dördüncü grubu oluşturan akımların eksik olan yanları tamda bu noktadadır. Eğer bu nokta dikkate alınmazda, Kürt hareketinin sınıf mücadelesinden bağımsız varlığını göz ardı eden ve Kürt ulusal kurtuluşunun kade-
Komünist Zemin rini işçi sınıfının kurtuluşuna bağlayan bir siyaset izlenmeye devam edilirse, bu tür bir tutum birinci adımda ne kadar devrimci olursa olsun, ikinci adımda devrimci yanından uzaklaşmaya mahkûmdur. Peki, O halde Önümüzdeki Seçimler Karşısında Komünistlerin Tutumu Ne Olmalıdır? Seçim dönemi dışında kalan zamanlarda olduğu gibi, seçim döneminde de komünistler, öncelikli olarak devrimci bir programa ve ortaklığa ulaşabilmenin olmazsa olmazlarını ortaya koyarak, birilerinin birileriyle ortaklık kurması için değil, devrimci anlamda ayrışmadan yana bir çaba içerisinde olmakla yükümlüdürler. Çünkü farklılıkların ve ezilenleri devrimci olmayan esaslara göre bölen faktörlerin üzerinden atlayarak, emekçilerin, ezilenlerin ve emekten yana olanların birliğini savunan bir anlayış devrimci olamayacağı gibi, devrimci bir işlev de görmez. Dahası, gerçekçi olmaz. Biz kabul etsek de etmesek de, bir bölünme vardır ve bu bölünmeyi devrimci bir biçimde aşabilmenin yolu, bölünmenin ve bölünmeye yol açan nedenlerin üzerinden atlamak değildir. Devrimci anlamda bir ortaklığın ve birlikte mücadele edebilmenin önkoşulu, devrimci anlamda bölünmedir. Bu yaklaşımı yaşadığımız coğrafyanın gündemine tercüme edecek olursak: Kopenhagcı Aleviler ile Botancı Aleviler ayrışmasında, Botancı Alevilerden yana tutum alınmadan; Türk milliyetçiliğinin militanlığına ve Kürtlerin linç edilmesine soyunmuş işçiler ile Kürtlerin kurtuluşunu kendi kurtuluşlarının önkoşulu olarak gören işçilerin ayrışmasında, Kürtlerin kurtuluşunu kendi kurtuluşlarının önkoşulu olarak kabul eden işçilerden yana olunmadan; Kopenhagcı Sol ile ‘Botancı Sol’ ayrışmasında, ‘Botancı Sol’dan yana olunmadan; Lulacı, Chavezci Sol ile Ekim Devrimi geleneğine bağlı Sol ayrışmasında, Ekim Devrimi geleneğine bağlı bir tutum alınmadan, ne devrimci bir programa, ne de devrimci anlamda bir birliğe ulaşılabilir. Buradan hareketle, komünistlerin gündemdeki seçimlerde tutumunun ne olması gerektiği sorusunu cevaplayabiliriz.
Gündemde olan seçimler karşısında komünistler ikili bir tutuma sahip olmak durumundadırlar. Bunun nedeni, yaşadığımız coğrafyada sınıf mücadelesiyle ulusal kurtuluş mücadelesinin iç içe ve çoğu zaman da birbirinin önünü keserek gelişmekte olmasıdır. Bu iki ayrı alandan herhangi birinin diğerine tabi edilmesi mümkün ve doğru olmadığından, ikili bir tutum kaçınılmazdır. Meseleye sınıf savaşı açısından baktığımızda, komünistlerin önümüzdeki seçimler karşısında ki tutumu, tereddütsüz bir biçimde seçimleri, parlamentarizmi ve sistem içi arayışları teşhir ederek, sistem dışı ve sistemin imhasına dayanan alternatif programın, yani devrim programının ve devrimci örgütün propagandasını yapmak olmalıdır. Meseleye Kürt özgürlük hareketinin ihtiyaçları açısından baktığımızda ise, komünistlerin tutumu, Türk işçileri ve ezilenleri arasında ‘Oylar Kürt Vekillere!” propagandasını yapmak olmalıdır. Bu ikili tutum çelişkili gibi görünse de, ortada çelişkili bir durum yoktur. Bilakis, bu iki tutum bir birini tamamlayıcı niteliktedir. Birinci tutum üzerinden sitemin ve parlamentarizmin teşhiri yapılıp, işçi sınıfına sistem dışı bir programın propagandası yapılırken; ikinci tutum üzerinden, Türk işçi sınıfının “Vatanın ve milletin bölünmezliği” anlayışından koparılması ve Kürt özgürlük hareketinden yana tavır takınması yönünde adım atması için çaba gösterilmiş olunur.
11
Komünist Zemin Unutulmamalıdır ki Türk işçi sınıfının devrimci bir rol oynayabilmesinin ve Kürt ezilenleri ile Türk emekçilerinin devrimci bir birliğe ulaşabilmelerinin ön koşulu, Türk işçi sınıfının Kürt özgürlük hareketinden yana tutum almasından geçmektedir. Türk işçilerle Kürt ezilenlerinin kardeş olabilmesinin biricik yolu, Kürtlerin yok sayıldığı, iradelerinin meclise taşınmasının binbir türlü dalavereyle engellendiği, bütün engellemelere rağmen meclise girip, Kürtleri yok sayan resmi ideolojiyi teşhir eden Kürt özgürlük hareketinin vekillerinin ise linç edildiği bir coğrafyada, Türk işçilerinin Kürtlerden yana bir tavrın ifadesi olarak Kürt vekillere oy vermesi hem anlamlıdır hem de bu çerçevede devrimcidir. Sınıf mücadelesi bağlamında parlamentarizmi ve sitem içi arayışları teşhir ederken, ‘Oylar Kürt Vekillere’ dememizin mantığı işte budur. Bütün bunların dışında; hem Kürtlerin özlük haklarını savunabilmenin, hem Türk işçi sınıfı ile Kürt emekçilerinin enternasyonalist birliğini kurabilmenin, hem de Türk işçi sınıfının devrimci anlamda tarih sahnesine çıkabilmesinin biricik yolu buradan geçmektedir. Eğer meseleyi bu çerçevede görüp, ulusal mesele ve ulusal özgürlük hareketinin karakteri ve misyonu ile sınıf hareketinin karakteri ve misyonu birbirinden ayrıştırılmazsa, Üçüncü Cephe’nin düştüğü duruma düşülmüş olunur. Bakın ne diyor Üçüncü Cephe: “Biz Kürt halkının haklarını sonuna kadar savunuyoruz, bu halkın mücadelesini destekliyoruz. Ama Kürt halkına dostluk etmek isteyen varsa, ona gerçek halk güçlerinin desteğini sağlamaya çalışsın. Sosyalist hareketin her koşulda kendisine verilecek az sayıda oyu DTP’ye taşımasının ne anlamı var? Önemli olan işçi sınıfının ve emekçi halkın hiç olmazsa bir bölümünü Kürt halkıyla birlikte mücadeleye kazanabilmektir. Üstelik Kürt halkının taleplerini savunmak, mücadele ettiği ölçüde halka destek olmak, DTP’nin her türlü politikasına açık çek vermeyi gerektirir mi? DTP’nin çok sayıda milletvekilini meclise göndermesi Kürtlerin engellenemez hakkıdır. Bu başka
12
şeydir, o milletvekillerinin meclise girince nasıl bir politika izleyeceği sorunu bambaşka bir şeydir. Yarın DTP mecliste grup kurup AKP’ye hayırhah davranmaya başlarsa, hatta meclis aritmetiği içinde kilit parti haline gelip bir AKP hükümetini dışarıdan desteklerse, ne yapacaksınız? AKP’nin işçi sınıfının ve emekçilerin haklarına taarruz niteliği taşıyan politikalarının sorumluluğunu taşıyabilecek misiniz? Hiçbir koşul pazarlığı yapmadan DTP milletvekillerinin meclise girmesini sağlamış olmak, böyle politikaların sorumluluğunu da sizin sırtınıza yüklemeyecek mi?” (İşçi Mücadelesi, Mayıs 2007)
Hani ‘özrü kabahatinden büyük’ derler ya, tamda bu özdeyişe uygun bir izahat. Birincisi, tipik bir büyük birader tavrı; Kürtler yardıma muhtaç olan, Türk solcuları ise yardım eden durumunda. Hâlbuki son 20 yıldır Türk solu Kürt özgürlük hareketinin sırtında kendini var etmektedir. Ve eğer birileri birilerine yardım etmişse, yardım eden kesinlikle hep Kürt özgürlük hareketi olmuştur. İkincisi, Kürt vekillere verilecek az sayıda Türk oyunun Kürtleri ondurmayacağını söyleyerek, meseleyi Kürtlerin meclise taşınması olarak görmektedirler. Hâlbuki mesele bu değildir. Doğrudur, Kürtlerin meclise girmesi bakımından Türk kesiminden gelecek birkaç bin oyun aritmetik olarak önemi yoktur. Ama mesele bu değil ki. Mesele, Türk işçilerine hâkim olan ve işçi sınıfının Kürt ezilenleriyle eşit ve kardeşçe ilişki kurabilmesinin önünü kesen devlet menşeli Kürt düşmanlı-
Komünist Zemin ğının, “Milletin ve ülkenin bölünmezliği” anlayışının aşılması yönünde bir irade ortaya koymak ve işçi sınıfını bu irade doğrultusunda hareket etmeye kazanmak için mücadele etmektir. Üçüncüsü, “Oylar Kürt Vekillere” demek, “DTP’ye açık çek vermek” anlamına gelmez. Biz, “Oylar Kürt Vekillere” derken, Kürt vekillere işçi sınıfının sorunlarının çözümü ya da işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele etme misyonu yüklemiyoruz ki. Ulusal bir hareketin böylesi bir özelliğinin olmadığını bilerek, hatta ve hatta Kürt vekillerin mecliste işçi düşmanı politikalara destek verebileceğini de hesaba katarak “Oylar Kürt Vekillere” diyoruz. Çünkü bu, Kürt hareketinin meşruluğuna ve haklılığına verilen bir destektir. Dördüncüsü, eğer Kürt Vekiller bizim de sunacağımız destekle meclise girer ve orada sınıf düşmanı politikalardan yana olursa, biz herhangi bir vebal altına girmeyiz. Çünkü biz “Oylar Kürt Vekillere” dereken, Türk işçilerine, Kürt vekiller sizi temsil etmek, sizin sorunlarınıza çare bulmak için meclise gidiyor” demeyeceğiz. Biz, “Devletin suç ortağı olmak istemiyorsanız, Kürt halkının ezeni olmak istemiyorsanız, Kürtleri yok ederek kendi geleceğinizi yok etmek istemiyorsanız Kürt vekillerden yana oy kullanın” diyeceğiz. Dolayısıyla da her hangi bir vebal altına girmiş olmayacağız. Eğer bu konuda bir vebal altına girmek gerekiyorsa da, komünistler bu vebalin altına girmekte tereddüt etmezler. Kaldı ki, Kürtlerle ilgili vebal altına girmekten imtina eden Üçüncü Cephe, kendi göstereceği adaylarla ilgili vebal altına girmekte tereddüt etmemekte, emekçileri ve emekten yana olan herkesi bu vebale ortak olmaya çağırmaktadır. O halde sormak isteriz, Üçüncü Cephe listesinden birileri vekil seçilecek olursa, bu şahısların ihanet etmeyeceklerini kim garanti edebilir?
Üçüncü Cephe, vekillerini hangi örgüte ve güce dayanarak denetleyecek? Eğer Üçüncü Cephe’yi örgütlemek isteyenlerin devrimci bir programı, örgütü olsaydı ve bu örgüt devrimcileşmiş kitleleri temsil ediyor olsaydı, o zaman meclise vekil göndermek istemelerini anlayabilir, hatta destek bile verebilirdik. Ama ne ellerinde devrimci bir örgüt var, ne de dayandıkları devrimci bir kitle hareketi. Öyle ki, gönderecekleri vekiller üç gün sonra o mecliste linç edilmek istense, ne kendileri ne de seçmenleri, vekillerine bile sahip çıkamazlar. Sırf bu açıdan yaklaşsak bile, Üçüncü Cephe’yi örgütlemek isteyenlerin ellerinde devrimci bir örgüt olmadan, denetleyemeyecekleri ve gerektiğinde sahip çıkamayacakları insanları meclise göndermeye kalkışmaları oldukça tehlikelidir. Sözün özü, Komünist Zemin’in arkasında duran komünistler, seçimlerde iki aşamalı, ya da ikili bir yol izleyeceklerdir. Birinci aşamada Komünist Zemin’in arkasında duran komünistler sınıfsal boyutta, sistemin, sitem için çözüm arayanların ve kitlelerin devrimci enerjisini meclise taşıyarak pasifize etmek isteyenlerin devrimci teşhirini yaparak mücadele edeceklerdir. Komünist Zemin’in arkasında duran komünistler, ikinci aşama da ise, gerek Kürtlere karşı yürütülen topyekün savaşta Kürt özgürlük hareketinden yana olduklarını açıkça ilan etmek için, gerek Türk işçi sınıfının devlet ile suç ve kader ortaklığını reddedip, Kürt ezilenlerinin eşit ve kardeşçe ilişki kurabilmelerinin ön koşulu olduğu için, işçi sınıfı içerisinde “Oylar Kürt Vekillere” propagandası yürüteceklerdir.
13
Komünist Zemin
1 Mayıs 2007’nin Ardından DİSK, kuruluşunun 40. yıl dönümü dolayısı ile düzenlediği salon toplantısında, 2007 yılı 1 Mayıs’ı için tavrını aylar öncesinden ilan etmişti. Buna göre DİSK, 1977 yılı 1 Mayıs mitingi sırasında, İstanbul Taksim meydanında, gayri resmi ve resmi düzen güçleri tarafından kitlelerin üzerine ateş açılıp bomba atılarak katledilen 34 devrimci işçinin anısına, katledilişlerinin 30. yılında, 1 Mayıs’ı Taksim Meydanı’nda kutlayacaktı. DİSK tutumunu, “Kardeşlerimizi düştükleri yerde anacağız” biçiminde özetliyor ve bu tutumundan geriye adım atmayacağını ilan ederek görece ısrarlı bir duruş ortaya koyuyordu.
1 Mayıs’a sayılı günler kaldığında sendika konfederasyonları arasında iki farklı tutum belirginleşmişti. Buna göre DİSK, bütün yasaklamalara ve engellemelere rağmen Taksim Meydanı’nda ısrarlıyken, Türk-İş Kadıköy Meydanı’nda bir miting için valiliğe başvurmuş ve gerekli yasal izni almıştı. DİSK’in ısrarı karşısında ise içişleri bakanlığından valiliğe ve emniyet müdürlüğüne kadar devletin tüm kurumlarının tutumu da netti. Devlet, izne tabi olmayan hiçbir gösteriye göz yummayacaklarını ve buna kalkışanlara gerektiği gibi müdahale edeceğini ilgili kurum-
14
ları aracılığıyla haftalar öncesinden ilan etmişti. DİSK’in ve Türk-iş’in 1 Mayıs etkinlikleri için iki ayrı alanı işaret etmeleri, devrimci çevrelerin de tutumunu etkiledi. 1 Mayıs’ta kendi iradesi altında bir eylem planına sahip olmayan devrimci hareket, çoğunlukla beklemede kalarak, sendikaların tutumunun son anlara kadar kesinleşmesini bekledi. Bu nedenle de, devrimci hareketin işçi sınıfına eylem çağrısı yapan 1 Mayıs bildirileri ve afişlerine egemen olan hava, çoğunlukla, “1 Mayıs’ta alanlara!” gibi soyut bir belirsizlikti. Biz burada 1 Mayıs vesilesi ile devletin ve onun kurumlarının başında bulunan içişleri bakanının, adalet bakanının, emniyet genel müdürünün, valilerinin ve il emniyet müdürlerinin, kısacası bürokratlarının, yöneticilerinin ve memurlarının tutumlarını tartışmayacağız. Çünkü o, tüm kurumlarıyla, yöneticileri, bürokratları, amirleri ve memurlarıyla birlikte, hizmetinde olduğu egemen sınıf olan burjuvazinin çıkarlarına en uygun olan biçimde hareket etmiştir. Kaldı ki, burjuva devletin görevi de budur ve hizmetinde olduğu egemen sınıf için bu görevi layıkıyla yerine getirmiştir. Zira, burjuva devletten bu tutumunun aksini beklemek siyaseten budalalık olurdu. Biz burada asıl olarak, 1 Mayıs öncesinde, esnasında ve sonrasında burjuva devlete karşı mücadele eden devrimci güçlerin tutumlarını ve bu tutumlarına yol açan anlayışlarını tartışacağız. Ama bundan önce, 1 Mayıs’ta sendikaların tutumlarını, özellikle de devrimci hareketi kuyruğuna takan DİSK’in tutumunu kısaca değerlendirerek asıl gündemimiz olan devrimci güçlerin tutumlarına geçeceğiz. Sendikaların Misyonu ve 1 Mayıs Tutumu Üzerine İşçi sendikaları işverene, işveren örgütlerine ve siyasi iktidarlara karşı yaptırım güçlerini örgütlülüklerinden alırlar. Ne ki, sendikalara kayıtlı üye işçilerin sayısının azlığı yada çokluğu, sendikaların ve sendikacının gücünü
Komünist Zemin belirlemede bir etmen olsa da, esasen üye kayıtlarının kağıt üzerindeki varlığı fiilen bir güç değildir. Sendikalar ve sendikacılar, işveren, işveren örgütleri ve siyasal iktidarlar karşısındaki asıl güçlerini, fiilen eyleme geçmiş, yada eyleme geçme dinamizmi olan, kendi haklarının ve taleplerinin takipçisi olabilecek örgütlü bir işçi sınıfından alırlar. Sendikalar, sözleşme ve pazarlık masalarında, bu örgütlü ve dinamik hareketten aldıkları güç ve güvenle işveren örgütlerine ve siyasal iktidara karşı işçi sınıfını temsilen, taleplerinde ısrarcı ve gerçek anlamda yaptırımcı olabilirler. Fakat, Türkiye’de, 12 Eylül’den sonra sendikaların hem üye sayısı, hem de işçi hareketi oldukça geriledi. 12 Eylül’den sonra işçi sınıfı mücadelesinin baharı olarak kabul edilen 1986 Bahar Eylemleri ve 1990 Zonguldak madenciler grevi hariç, işçi hareketi neredeyse yok denilecek kadar cılızlaştı ve lokalleşti. Bunda, baskı rejiminden güç alan burjuvaların toplu işten çıkarma vb. gibi örgütsüzleştirilmiş işçi sınıfını caydırıcı eylemlerinin yanı sıra, 12 Eylül koşullarında hazırlanan 82 Anayasası’nın ve bu anayasa içindeki sendikalar kanununun payı olduğu kadar, sendikacıların tutumlarının yol açtığı güvensizlikte oldukça belirleyici bir rol oynar. İşverenle ve işveren örgütleriyle müzakerelerde, sendikacıların genel olarak meydanlarda tabana hitaplarının aksine, pasif bir tutumla toplu sözleşmeleri masalarda satmaları, işçilerin gün be gün sendikalara ve sendikacılara güvenini sarstı. İşçiler giderek sendikalardan uzaklaştılar ve üyelikleri de çoğunlukla kağıt üzerinde kaldı. İşçi hareketi içinde devlet desteğiyle örgütlenen Türk-iş, kuruluşundan beri sağ tandanslı anlayışı ve yapısıyla, işçi hareketini düzen sınırları içinde tutma misyonunu üslendi. Yükselmekte olan işçi hareketinin taleplerine Türk-iş’in cevap verememesi, DİSK’in kurulmasının şartlarını hazırlamış, böylelikle DİSK, sol tandanslı bir sendikal hareket olarak işçi hareketinin omuzları üstünde kurulmuştu. Fakat, nihayetinde sendikalar, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında uzlaştırıcı ekonomik pazarlık örgütleri oldukları için, DİSK’in misyonu da işçi sınıfına soldan bir etkiyle, onu kapitalizm sınırları içinde tutmaya hizmet etmesi oldu.
12 Eylül’le birlikte ortaya çıkan koşullar, işçi sınıfının sendikal mücadelesinde,Türk-iş’in de “örgütlü” olduğu iş kollarını etkilese de, daha çok DİSK’in tuttuğu alanın boşalmasına ve örgütsüzleşmesine yol açtı. Bunda koşulların etkisi olduğu kadar, DİSK’li yöneticilerin tutumlarının payı da vardır. Toplu sözleşme görüşmelerinin tıkandığı esnalarda, sendikacılara, burjuva medya üzerinden seslerini duyurma fırsatı her verildiğinde, “Meydanlara ineriz”, “Üretimden gelen gücümüzü kullanırız” laf-ı güzaf söylemleri, kuru sıkı tehditler olmanın ötesine hiçbir zaman geçmedi. Yıllar içerisinde, birbiri peşi sıra toplu görüşme masalarında sendika bürokratlarınca satılan işçiler sendikacılara ve sendikalara güvenlerini neredeyse tamamen yitirdiler ve sendikalardan uzaklaştılar. Gelirlerini işçi aidatları, ayrıcalıklarını da işçi kitlelerinin sırtından elde eden sendika bürokrasisi, işte tam da bu nedenle, sınıf mücadeleleri tarihinde önemli bir yer tutan 1 Mayıs gibi günlerde bir tutum tarif etmek zorunda kalıyorlar. Sendikaların böyle bir tutum almalarının bir nedeni de, böylesi önemli günlerde işçi sınıfını düzen sınırları içinde tutmak, dizginlemek ve sistem dışı eğilimlere doğru yönelmesini engellemektir. Türk-iş bu 1 Mayıs’ta da bu geleneksel rolünü oynamayı denedi. DİSK’ in Taksim Meydanı’nda ısrarının nedeni de, onun devrimciliğiyle alakalı değil, tabansızlığından doğan kendi krizini devrimci güçlere dayanarak aşma ikiyüzlülüğüdür. Bilindiği gibi, işçi sınıfının sendikalardan uzaklaşması, en çokta DİSK’i etkiledi. DİSK’e üye işçilerin sendikalarından uzaklaşması ile birlikte, DİSK, yetki sahibi olduğu bir dizi işyerindeki yetkisini kaybetti. Her ne kadar sendikal alandaki yeniden örgütlenme çabaları henüz sonuç vermese de, DİSK, krizini bir başka alan üzerinden aşma çabasında. Bir süredir DİSK’li sendikacılar liberal “sol aydınlar”la birlikte ortak bir platform oluşturmuş ve çeşitli illerde toplantılar düzenleyerek yeni bir sol parti kurmanın gerekliliğini ve olanaklarını tartışmakta. Bir taban örgütlülüğüne sahip olmayan ve batı tipi bir burjuva demokrasisi hayali kuran bu “sol” liberaller ve sendikacılar, devrimci hareketi peşlerine takmak için manevralar yapmakta. İşte bu manevralardan biri de, devrimci hare-
15
Komünist Zemin ketin Taksim Meydanı konusundaki hassasiyetini bilen liberaller için, 2007 1 Mayıs’ını, 1 Mayıs 1977’de katledilen 34 işçinin anısına, katledilişlerinin 30. yılında Taksim Meydanı’nda anarak gerçekleştirmekti. Devrimci hareketin görevi, sendika bürokrasisinin bu oyununa gelmemekti ve ondan bağımsız bir 1 Mayıs eylem planına sahip olarak, kendisi üzerinde oynanan oyunu boşa çıkarıp teşhir etmekti. Maalesef 1 Mayıs günü Taksim Meydanı’nda olan bu değildi. 1 Mayıs ve Devrimci Hareket Son tahlilde sendikalar işçi örgütleridir. Fakat, işçi sınıfını kağıt üzerinde temsil etmedikleri sürece bu böyledir. 1 Mayıs gününün gösterdiği gibi, sendikalar, alanlara işçileri taşıyamamışlardır. Bugün sendikalar, işçilerin toplu sözleşme yetkilerini gasbetmiş olarak işverene ve siyasal iktidara karşı sadece bürokratik düzeyde bir temsili ellerinde bulundurmaktadırlar. Yoksa fiili durumun kendisi böyle değildir ve sendikalar gerçekte işçi sınıfını temsil etmemektedirler. Fakat, bu coğrafyanın devrimci hareketi, bu durumu görememektedir. En ilerisinden sendikalara karşı tutumlarını, “Sendika ağaları, sarı sendikacılar ve sendika bürokratları sendikalardan defolun!” biçiminde ortaya koymaktadırlar. Sendika ağalarına, sarı sendikacılara ve sendika bürokratlarına karşı devrimci hareketin tutumu bu olsa da, halan onları kitle sendikaları olarak görmektedirler, sanmaktadırlar. Bu nedenle de 1 Mayıs’ta sendikacıların kuyruğuna takıldı devrimci hareket. Bunun bir başka nedeni de şuydu; kitleleri etkilemekten ve kitlelerle bağ kurmaktan uzak olan devrimci hareket, sendikaların getirebileceğini varsaydığı işçi kitlelerini etkileyebilmek ve mesajını ona iletebilmek niyetiyle sendikaların kuyruğuna takılarak bu işçi kuyrukçuluğunu yapmıştır. Tam da bu nedenle, devrimci çevreler, her ne kadar kendilerini devrimci bir irade olarak tarif etseler de, 1 Mayıs’ta kendilerine ait bir eylem planıyla hareket etmemişler, işçi sınıfını ve ezilenleri devrimci bir iradenin bayrağı altında toplanarak eyleme geçmeye çağırmamışlar/çağıramamışlardır. İster Kadıköy’deki mitinge katılan devrimci çevreler olsun, ister Taksim’deki gösterilere katılan
16
devrimci çevreler olsun, isterse de her ikisine de katılmayı kararlaştıran devrimci çevreler olsun, sendika bürokratlarının planı dışında, kendi devrimci planlarını ortaya koyacak, devrimci bir irade, devrimci bir eylem ve devrimci bir inisiyatif geliştirememiş, sendika bürokratlarının peşi sıra sürüklenmişlerdir. Yaşadığımız coğrafyanın devrimci mücadele tarihi, sendika bürokratlarının işçi hareketine sayısız ihanetleriyle doludur. Bunu bilen ve her fırsatta dile getiren devrimci hareket, buna rağmen, 1 Mayıs’ta kendi eylem planını ve hazırlığını yapmamıştır. Aksine, bir avuç sendika bürokratının toplandığı Dolmabahçe’de toplanarak yürümek istemiş, fakat, polis engeli karşısında, sendika bürokratları polisle bir uzlaşmaya vararak devrimcileri yalnız bırakmıştır. Saat 10,30’da sendika bürokratları polis nezaretinde Taksim’e yürümüş, Kazancı Yokuşu’nda bir basın açıklaması yaparak eylemi bitirmişlerdir.
Sendika bürokratlarının çekilişi ile birlikte plansız kalan devrimci hareket, kendi güçlerini toparlayamamış ve organize edememiştir. Her şeyden önce, devlet yetkililerinin önceden “müdahale ederiz” açıklamalarına rağmen, devrimci çevrelerin Dolmabahçe’de toparlanarak yürümek istemesi taktik açıdan akıl işi değildir. O halde, Dolmabahçe’de toplanmanın bir tek mantığı olabilir; sendika bürokratlarının güvencesine sığınmak ve yine onlar tarafından yayılan “göz yumacaklar” söylencesine inanmak!
Komünist Zemin 1 Mayıs günü, sendika bürokratlarının satışına, devrimci çevrelerin plansızlığına, dağınıklığına ve polis terörüne rağmen irili ufaklı onlarca gösteri yapılabilmiştir. Fakat bu gösterilerin inisiyatifi ve organizasyonu devrimci çevrelerde değil, kendiliğindendir ve tek tek dağınık devrimcilere aittir. Çünkü rast gele ve karmaşık olarak toplanılmış ve gösteriler anlık inisiyatiflerle gerçekleştirilmiştir. Fakat, tüm bu olumsuzluklara rağmen, özellikle Okmeydanı ve 1 Mayıs mahallelerindeki devrimci gösteriler başta olmak üzere ve Taksim’de sabahın erken saatlerinden akşam saatlerine kadar devrimcilerin gösterilerde ısrar etmeleri devrimci hareketin geleceği için bir umudu işaret etmektedir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, Taksim Meydanı’nın sembolik olarak devrimci hareket için sahiplenilmesi gereken özel bir önemi olsa da, 1 Mayıs gösterilerinin gerçekleştirilebileceği bir alan olarak amaçlaştırılmamalı, fetişleştirilmemelidir. Sınıf mücadelesine mal olmuş günler, gerçekleştirildikleri mekanlarla değil, taşıdıkları devrimci anlam ve parolalarla sahiplenilip yaşatılmalıdırlar. Bu manada, 1 Mayıs gösterileri için, düzenin makul bulduğu bir çerçevede ve iznine tabi olarak gösterdiği bir alanı tercih etmek yerine, düzene kafa tutmak babında Taksim Meydanı’nın da ısrar etmek devrimci hareket açısından devrimci bir duruştur, ama tek başına yeterli değildir. 1 Mayıs’ta Başarılamayan ya da Eksik Olan Neydi? 1 Mayıs’ın devrimci anlamda yaşatılmasının ve onun devrimci mirasının layıkıyla taşına-
bilmesinin yolu, yasak olan bir alanı zorlamak ve o alana girmek olamaz. Tabii ki bu da önemlidir ama tek başına yeterli değildir. 1 Mayıs, her şeyden önce işçi sınıfının, sınıf olma bilinciyle sokaklarda ya da iş alanlarında birlik halinde harekete geçtiği, sömürülen sınıf olmaktan kaynaklanan mağduriyetini örgütlü olarak ifade ettiği ve üretici güç olmaktan gelen gücünü örgütlü bir biçimde ortaya koyduğu bir gündür. İşte 1 Mayıs 2007’de eksik olan yanlardan biri buydu. 1 Mayıs’a işçi sınıfının en dinamik, en çok ezilen ve büyük bir çoğunluğunu oluşturan kesimi katılamamıştır. 1 Mayıs 2007’ye katılan kitleye baktığımızda bu kitleyi oluşturanların önemli bir çoğunluğunu küçük atölye çalışanlarının, nispeten daha esnek koşullarda çalışan büro çalışanlarının, varoşlardaki işsizlerin ve öğrencilerin oluşturduğunu görürüz. Bir başka eksik yan, işçi sınıfının en dinamik kesiminin, 1 Mayıs’a alanlarda katılımı sağlanamasa da, işyerlerini terk etmeden de olsa günün anlamına uygun bir tepki geliştirememesiydi. Evet, işçi sınıfının bu kesimi işe gitmezlik yapamayabilirdi ama en azından iş yerinde bile olsa 1 Mayıs’a uygun bir davranış sergileyebilirdi, ama olmadı. Bunun olmamasının mutlaka birçok nedeni vardır, ama bu nedenlerden en önemlisi, daha doğrusu devrimci hareket açısından önemli olanı, kuşkusuz ki devrimci hareketin işçi sınıfıyla güçlü bağlarının olmayışıdır. Bir başka eksiklik, devrimci hareketin 1 Mayıs’a örgütsüz ve koordinasyonsuz gelmiş olmasıydı. Bundan dolayıdır ki DİSK devlet ile anlaşıp 1 Mayıs gösterisini 1 Mayıs 1977’de katledilen işçilerin anılarına Taksim meydanına karanfil bırakmaya dönüştürünce, hem kitleler sokaklarda örgütsüz bir şekilde polis terörüne terk edildiler, ham de devrimci hareket birbirinde kopuk ve yalıtılmış bir vaziyette polis terörü karşısında ezildi. Bir başka eksikli ise, henüz daha 1 Mayıs 77’nin muhasebesi yapmadan ve sorumlularından olan DİSK ile hesaplaşmadan, üstelikte DİSK’in önderliğinde 2007 1 Mayıs’ını örgütleme gafletine düşülmüş olmasıdır. Bu gaflet hem DİSK’in tıpkı 1 Mayıs 77’de olduğu gibi 1 Mayıs için Taksim’e gelen kitleleri Devlet güçlerinin terörüne terk etmesine fırsat vermiş, hem de DİSK’in 77 1 Ma-
17
Komünist Zemin yıs’ındaki suçunu ört bas etmesine ve 77 1 Mayıs’ından dolayı devrimci hareket tarafından sanık sandalyesine oturtulması gerekirken, birden bire 77 1 Mayısı’nı ve 77 1 Mayıs’ında katledilen 36 devrimcinin ve işçinin katledilmesine neden olan ve henüz hesabı görülmemiş olan davanın müdahil avukatlığını üstlenmesine fırsat vermiştir. 1 Mayıs 2007’de Başarılamayanı Başarabilmenin ve 1 Mayıs’ı Devrimci Özüne Uygun Olarak Yeniden Hayata Egemen Kılabilmenin Yolu Nereden Geçiyor? 1 Mayıs 2007’de yaşanan olumsuzlukları ve eksiklikleri aşabilmenin yolu, her şeyden önce 1 Mayıs’ın anlamını iyi kavramaktan ve izah edebilmekten geçiyor. Bilindiği gibi 1 Mayıs, dünya işçi sınıfının tarihte ilk kez, neredeyse bütün coğrafyalarda hep bir ağızdan aynı talepleri haykırdığı ve egemen sınıfa ait olan zamanının dışına çıkabildiği ve burjuvaziye karşı kendisi için bir sınıf olma bilinciyle sokağa çıkarak ona meydan okuduğu bir gün olarak doğdu. Ama zamanla, özellikle de II. Enternasyonal önderliğinin çabalarıyla işçi sınıfının muharebe günü 1 Mayıs, tatil günü ve ‘İşçi Bayramı’ olarak ilan edildi. Öyle ki, 1 Mayıs’ın tatil günü olarak kabul edilmesi ve işçilerin o gün işe gitmemeleri başlı başına amaç oldu. İşçilerden istenen şuydu: 1 Mayıs’ta işçiler işe gitmek yerine önce alanlara gidip, burjuvaziden talep ettiklerini sendikacıları aracılığıyla dile getirsinler, sonra da eğlence ve piknik alanlarına gidip eğlensinler. Zamanla 1 Mayıs, dünyanın birçok bölgesinde, özellikle de Batı’da tam de bu biçimde kutlanır oldu. Öyle ki, bu tarz, neredeyse bütün dünyada bir standart olarak kabul gördü; 1 Mayıs’ın tatil ve bayram olarak kabul edilmediği ülkelerin Sendikacıları, işçileri ve devrimcileri, Batı’da ki 1 Mayıs kutlamalarına özenip, ‘Neden bizde de Batı’daki gibi serbestçe kutlanmıyor, neden 1 Mayıs tatil ilan edilmiyor’ diye yakınır oldular. Gelinen noktada 1 Mayıs devrimci özünden tamamen uyaklaştırılmış, artık birçok ülkede neredeyse devlet temsilcilerinin de iştirakiyle organize edilir olmuştur.
18
Bu durum 1 Mayıs!a canlarıyla can verenleri bir kez daha katletmektir ve bu sefer ki katliamın sorumlusu devrimci harekettir. Evet, bu ihanet aşılmadığı taktirde devrimci hareket tarihe kendi yoldaşlarının katili olarak geçmeye mahkumdurlar. Eğer bu durum aşılmak isteniyor ve 1 Mayıs devrimci özüne yaraşır bir biçimde yeniden egemen kılınmak isteniyorsa, izlenecek güzergah ve geçilecek yol açıktır: 1. 1 Mayıs’ın tatil ya da bayram gününün adı değil, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşında bir dönüm noktasının adıdır. Bundan dolayıdır ki, 1 Mayıs’ın yeniden devrimci ruhunu giyinmesinin yolu, bütün dünya işçilerine ve devrimci hareketin neredeyse tamamına egemen olan “1 Mayıs işçi bayramıdır ve tatil günüdür” anlayışını teşhir etmekten geçiyor. 2. 1 Mayıs’ı tarihsel ve devrimci anlamına uygun olarak yeniden hayata döndürebilmenin yolu, DİSK ya da diğer sendikaların gölgesinde alanlara çıkmaktan değil, devrimci bir irade ortaya koyarak, 77 1 Mayısı’nda yaşanan katliamın aynı zamanda devlet dışındaki sorumlularının kimler olduğunu, özellikle de DİSK’li sendika bürokratlarının sorumluluğunu ortaya koymaktan geçiyor. 3. 1 Mayıs’ı yeniden devrimci özüne döndürebilmenin yolu, Kürtlere karşı toplumsal linçin örgütlendiği İstanbul cumhuriyet mitingine katılarak ve binlerce işçiyi de bu mitinge katarak Kürtlerin linçine destek veren DİSK bürokratlarını teşhir etmekten ve onlar ile araya kesin olan çizgiler koymaktan geçiyor. 1 Mayıs’ı devrimci anlamda yeniden var edebilmenin ve 1 Mayıs’ı n devrimci mirasına sahip çıkmayı hak edebilmenin başka yolu yoktur. O halde devrimci hareket, 1 Mayıs’ın devrimci özüne uygun davranmak ya da 1 Mayıs’ın devrimci özünü yok ederek onu çarmıha gerenlerin yüzünü giyinmek ikilemiyle yüz yüzedir.
Komünist Zemin
İstanbul Valisi Muammer Güler‘in İstifasını İstemek Sistem Tamirciliğidir Bilindiği gibi, 1 Mayıs 2007’de devrimci güçlerin ve emekçilerin Taksim’e çıkmakta ısrar etmeleri polisin terörü ile engellenmek istenmiş ve sonuç olarak yüzlerce devrimci ve emekçi gözaltına alınmış ve yüzlercesi yaralanmıştır.
Bunun üzerine kimi devrimci güçler, “Sorumlular bulunsun, Vali görevden alınsın” kampanyası başlatmıştır. Peki, burada sorun nedir ki, soruna yolaçan “sorumluları bulunsun” ya da “İstanbul Valisi görevden alınsın” deniliyor. Devlet, doğası gereği, temsil ettiği sınıfın çıkarlarını kollamak ve gerek kendi varlığını gerekse de temsil ettiği sınıfın varlığını tehdit eden güçleri baskı altında tutmak ve tasfiye etmek için vardır. Onun doğası bunu gerektirir. Devletin kuruluş amacı zaten tamda budur. Eğer söz konusu olan bir burjuva devleti değil de işçi devleti olsa, işçi devleti de kendisini tehdit eden güçleri tasfiye edecek ve gerektiğinde zor kullanacaktır. En genel tanımyla devlet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki baskı ve tahakküm aracıdır. Şayet devlet bir işçi devleti olsaydı ve bu devletin bir yöneticisi, çıkarlarını temsil ettiği sınıfa ihanet etmiş olsaydı, bu durumda bu devlet yöneticisini işgal ettiği mevkiden indirmek kaçınılmaz olurdu. Ama söz konusu olan devlet bir burjuva devletidir ve onun maksadı, temsil ettiği sınıfın çıkarlarını savunmaktır.
Keza söz konusu Vali de, temsil ettiği devletin emirlerini yerine getirmekten başka bir suç işlememiştir. Dolayısıyla da bu noktada suçu, 1 Mayıs için sokağa çıkan insanlara karşı şiddet uygulanmasını emretmesi olamaz. Bu Vali’nin suçu olsa olsa, burjuvazinin çıkarlarını savunan bir devletin memuru olmak olur. Eğer bu mesele bu şekilde ele alınmazda mesele Vali üzerinden tartışılacak olunursa, bu durumdan karlı çıkacak olan devlet olur. Eğer ortada bir suç varsa, bu suç öncelikle devlete aiittir. Devleti bu meselenin dışında tutmak, hatta ve hatta daha da ileri giderek, devletten “suçlu”yu cezalandırmasını istemek düpe düz devletin kendisini temize çekmesine önayak olmaktır. Eğer Vali Muammer Güler suçlanacaksa, emekçiler ve devrimciler karşısında devleti temsil ettiği için değil, emekçi düşmanı bir devlete hizmet ettiği için suçlanmalıdır. Ne yazık ki devrimci hareket bu nüansı görmüyor ya da görmek istemiyor, dolayısıyla da hem burjuva devletinin doğasının yanlış kavranmasına hem de devletin kendisini temize çekmesine hizmet etmiş oluyor. 1 Mayıs gösterilerinin ardından devrimci çevrelerden ilk tepki gösteren ESP oldu: “Bir imza at, Vali Güler görevden alınsın” başlığıyla Atılım Gazetesi’nde yer alan ESP çağrısı şu şekilde devam ediyor: “İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs ta, '77 1 Mayıs'ının 30. yılında Taksim'de anma yapmak isteyen işçilere, emekçilere Taksim yasak edilmek istenmiştir. Vali Muammer Güler anmaya izin vermeyerek tüm İstanbul'da yaşamı felç etmiş ve 1 Mayıs'a katılmak isteyen insanları zor, baskı ve gözaltı terörüyle engellemeye çalışmıştır. Binlerce insan gaz bombalarından zarar görmüş ve yine binlercesi gözaltına alınmıştır. Tüm bunların sorumlusu Vali Muammer Güler derhal görevden alınmalıdır. 1 Mayıs kutlamalarına yönelik devlet terörünü protesto etmek ve adaletin sağlanması için bir imzada senden!” (Ezilenlerin Sosyalist Platformu) 19
Komünist Zemin “Ankara'dan ortak istifa talebi” başlığıyla verilen bir başka haber şu şekilde devam ediyor: Ankara'da ise öğle saatlerinde Yüksel Caddesi’nde bir araya gelen sendikalar, siyasi parti ve platformlar yaptıkları açıklamayla Taksim'de 1 Mayıs kutlamasına yönelik saldırıları protesto etti, Vali Güler'in istifasını istedi. DİSK, KESK, Tabipler Odası, 78’liler Federasyonu, PSAKD, ESP, TKP, SDP, HÖC ve Halkevleri'nin de aralarında bulunduğu demokratik kurumlardan 100 kişi, 1 Mayıs ile ilgili haberlerin yer aldığı gazete sayfalarını taşıyarak, devlet terörü yaratan Vali Muammer Güler’i istifaya çağırdı.” Atılım Gazetesi)
Bir başka Haber, “Gazi Mahallesi Vali'nin istifasını istiyor” başlığını taşıyor ve şu şekilde devam ediyor: “Vali Güler'in istifa etmesi talebiyle dün akşam saatlerinde Gazi Mahallesi'nde de eylem vardı. ESP, DHP ve Partizan, 1 Mayıs günü yaşanan devlet terörünü protesto etmek için Cemevi'nden Dörtyol'a yürüdü.” (Atılım Gazetesi 03.05.2007 ) Bir açıklama da ÖDP’den geliyor:
20
“İstanbul Valisi emek düşmanıdır, demokrasi düşmanıdır ve hak arayanın düşmanıdır. Vali Güler, bu tutumu ile kamu yetkisi kullanma ferasetine sahip olmadığını göstermiştir. Yetkisini devamlı suretle emek ve demokrasi güçleri aleyhine kullanan Vali Güler görevden alınmalıdır.” (ÖDP adına Genel Başkan Ufuk Uras) Ve TKP’nin açıklaması. Açıklama “Faşist Vali Muammer Güler Derhal İstifa Etmelidir!” başlığını taşıyor ve devam ediyor: “İstanbul valisi Muammer Güler, bir vali olarak değil bir işgal ordusu komutanı gibi davranmış ve halkı terörize etmiştir. İstanbul, emniyet güçleri tarafından adeta işgal edilmiş ve 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutlamak isteyen halka terörist muamelesi yapılmış, emekçiler insanlık dışı bir tavırla karşı karşıya kalmışlardır. 1 Mayıs etkinliklerini engellemek üzere kentte adeta sıkıyönetim ilan eden Vali Muammer Güler ve onu yönlendiren İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu yaratılan krizin baş sorumlusu olarak derhal istifa etmelidir. İnsanların yaralanmasından keyif duyan, hiçbir insani duyguya sahip olmayan Terörle Mücadele amirlerinin hemen hepsi görevden el çektirilmelidir. Türkiye Komünist Partisi, İstanbul’da 1 Mayıs 2007’de yaşanan polis işgalinin ve devlet terörünün sorumluları hakkında en kısa sürede suç duyurusunda bulunacaktır.” (1 Mayıs 2007, TKP) Ve TKP sözünde durarak 4 Mayıs 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan, Aksu, Güler, Cerrah ve 1 Mayıs’ta müdahale emri veren ve uygulayan polis yetkilileri ve memurları hakkında Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. TKP, suç duyurusunda, Vali Güler’in tutumunun ruh sağlığıyla ilgili olduğunu düşündüklerini de belirterek Adli Tıbba sevkini istedi. Devrimci çevreler burjuva demokrasisinin erdemlerine o kadar kapılmışlar ki, şikâyet etmek ve adalet aramak için adeta yarış halindedirler. Bu, tam anlamıyla traji-komik bir durumdur ve kesinlikle devrimci değildir.
Komünist Zemin İstanbul Valisi Muammer Güler’in İstifasını İstemek Neden Devrimci Değildir? Brincisi; Güler, temsil ettiği kapitalist devletin yasalarını uygulamıştır ve onu görevden alması gereken, onu o göreve atayan güçtür. Emekçiler ve devrimciler, kendileri tarafından seçilmeyen bir Vali’nin istifasını isteyerek onun meşruluğunu kabul etmiş olurlar. Yalnızca Vali’nin değil, aynı zamanda onu o göreve atayan gücün de meşruluğunu kabul etmiş olurlar. İkincisi; Vali Güler’i devlete şikâyet edip, devletten onun görevden alınmasını talep etmek, Vali ile devlet arasındaki suç ortaklığı bağını koparmak ve devletin Vali üzerinden kendisini temize çekmesine yardımcı olmak demektir. Üçüncüsü; Vali Güler’in istifasını istemek ve devletten “1 Mayıs günü emekçilere ve devrimcilere şiddet uygulayan görevlilerden hesap sorulsun, sorumlular bulunsun” talebinde bulunmak; devletin doğasının emekçi kitleler tarafından yanlış, daha doğrusu tam da devletin istediği gibi kavranmasına hizmet etmek demektir. Çünkü kapitalist devlet kendi tarihi boyunca emekçi kitleleri “devlet herkesin devletidir ve vatandaşını korumak için vardır” yalanıyla zehirlemiştir ve bir sorun söz konusu olduğunda, her zaman kendi içinden bir bürokratı ya da memuru günah keçisi ilan edip, var olan sorunla ya da suçla bağını koparmıştır. Ve ne yazıktır ki devrimci hareketin yapması gereken, var olan sorunla ya da suçla devletin bağını kurmak olmalıyken, devrimci hareket her seferinde devletin işini kolaylaştıracak refleksler göstermiştir. Mesela, işkencenin tam da bir devlet yöntemi olduğunu ilan etmek yerine, devrimci hareket devletten “işkence yapanların açığa çıkarılıp yargılanmasını” istemiştir. Yine aynı şekilde “faili meçhul” diye kayıtlara geçen binlerce siyasi cinayetin bizzat devlet tarafından örgütlendiği bilindiği halde, devrimci hareket devletten “faili meçhul cinayetlerin sorumlularını” bulmasını ve yargılamasını istemiştir, istemektedir. Yine aynı şekilde kapitalist devletten, devletin ve devletin temsil ettiği güçlerin çıkarları için darbe yapan generalleri yargılamasını istemektedir.
1 Mayıs 1977 katliamının bizzat devlet güçleri tarafından ve devlet adına organize edildiği bilindiği halde, devrimci hareket, 1977 katliamı ile devlet arasındaki bağı ifşa etmesi gerekirken, “ 1 Mayıs 77 Katliamı için TBMM araştırma komisyonu kurulsun, emeğin evrensel bayramı 1 Mayıs tatil ilan edilsin!” kampanyası düzenleyerek; 1 Mayıs 1977 katliamının devletle bağının koparılmasına hizmet ediyor. Devrimci olan, kapitalist sistemin açmazlarını ona göstermek ve ondan bu açmazların aşılmasını istemek değildir. Bu, burjuva devletinin ideologlarının ya da akıl hocalarının işidir. Zaten onlar da işlerini layıkıyla yapıyorlar. Onların işi hem burjuva devletine tıkanma noktalarını göstererek ona yeni refleks alanları açmak hem de devleti zora sokan durumların devlet ile bağını koparmak için stratejiler oluşturmaktır. Bunu en son Susurluk olayında yaptılar ve oldukça başarılı oldular.
Devletin ipliğinin Susurluk karayoluna saçıldığı bir dönemde, karayoluna saçılan suçları üç beş faşistte ve bir kaç “sorumsuz ve görevini kötüye kullanmış” bürokrata mal edip, gerek oluşturulan meclis araştırma komisyonları gerek örgütledikleri “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri aracılığıyla devletin suçlularla bağını koparmayı başardılar. Şimdi aynı şeyi 1 Mayıs 2007 için deniyorlar. Bir yandan Hürriyet
21
Komünist Zemin Gazetesi, İstanbul Valisi istifa etsin ya da görevden alınsın!” kampanyası düzenlerken, diğer yandan burjuva devletinin ideologları “Vali görevden alınsın” diye seslerini yükseltiyorlar. “Bir kriz ancak bu kadar kötü yönetilir. İstanbul Valisi sınıfta kalmıştır. Sorumluluk göstersin istifa etsin. Etmiyorsa görevden alınsın! İçişleri Bakanı'na sesleniyorum! Kararlılık gösterin, tavır alın. Yoksa İstanbul'u kaybedersiniz. Vurdumduymaz davranmayın yoksa İstanbullu seçimlerde sizi umursamaz. Vali Güler gitmeli! İstanbul'u bir açık cezaevine çeviren Vali gitmeli!” (Mehmet Ali Ilıcak, Bugün Gazetesi, 9 Mayıs 2007) Evet, devlet, aciz duruma düştüğü ve savunulması mümkün olmayan durumlarla karşı karşıya kaldığında mutlaka kendi bünyesinden kurbanlar seçerek ve bu kurbanların ipini kendi elleriyle çekerek kitleler nazarında kendisini temize çekmeyi kendi tarihi boyunca hep tekrar etmiştir, varlığını sürdürdükçe de bunu tekrar edecektir. Keza devletin kendini temize çekme eyleminde onun hizmetindeki yazarlar, çizerler ve bilumum ideologlar, bu süreçte devletin işini kolaylaştıracak ideolojiler, siyasetler ve komplo teorileri üretirler, onların işi budur. Ama devrimcilerin işi, sistem tamirciliği ve sisteme yeni refleks alanları açmak olamaz. Devrimcilerin işi, sistemin öteki yüzü olmak, yani ona muhalefet ederek onun meşru zeminde hareket etmesini sağlamak değildir. Burjuva sistemi meşruluğunu oynadığı demokrasi oyununu sürdürerek sağlar; eğer
22
karşısında kendisine muhalefet eden, onun yargı organlarını kullanan, ona, memur ve bürokratlarını şikâyet eden ve ondan, sorunların giderilmesini, soruna yol açanlar hakkında soruşturma açılmasını talep eden bir muhalefet olduğu müddetçe burjuva sistemi meşruiyetini devam ettirebilir. Devrimci hareketin işi burjuvaziye meşruiyet sağlamak olamaz, dolayısıyla da devrimci hareket kendisini muhalefet olarak ta tanımlamaz. Muhalefet etmek sistem içi bir duruştur ve devrimci olmanın doğasına aykırıdır. Devrimci olabilmenin ilk koşulu sistemin ve onun bütün kurumlarının reddidir. Sistem içi olanın toptan reddiyesine dayanmayan siyaset, eylem ve anlayış hiçbir koşulda devrimci olamaz. Devleti ve devlet görevlilerini yaptıklarından dolayı protesto etmek ya da kınamak devletin niteliğini ve varlık nedenini anlamamak demektir. Devlet, tamda baskı yapmak ve kendisini tehdit eden güçleri bertaraf etmek için vardır ve varlığını ancak bu şekilde sürdürebilir. Aynı şekilde devlet memurları da, devletin çıkarları için devletin paralı askerleridir. Yani devlet devletliğini, memurları ise efendilerinin emirleri doğrultusunda görevlerini yapmaktadırlar. Özcesi; devlet de, devlet memurları da kendi varlık nedenlerine uygun davranmaktadırlar. Kendi varlık nedenine uygun davranmayan ise devrimci harekettir. Dolayısıyla da aşılması gereken de, protesto edilmesi gereken de, istifası istenmesi gereken de devrimci hareketin kendisidir.
Komünist Zemin
İşçi Mücadelesi’nin İnce Memed’i ve İnce Memed Çankaya’ya Kampanyası Üzerine İşçi Mücadelesi çevresi Kasım 2006 tarihinde “İnce Memed Çankaya’ya” parolasıyla Cumhurbaşkanı adayını Yaşar Kemal olduğunu ilan etmişti. Bununla yetinmemiş, emekten yana olan bütün güçlere de “İnce Memed”in adaylığını desteklemeleri için çağrıda bulunmuştu: “İşçi Mücadelesi, bütün işçi ve kamu çalışanları sendikalarını, meslek örgütlerini, sosyalist hareketin bütün bileşenlerini Yaşar Kemal’in adaylığı etrafında birleşmeye ve mücadele etmeye çağırıyor. İşçi Mücadelesi, Kürt kardeşlerimizi, her türlü yanılsamayı bir kenara bırakarak, kendi bağrından çıkmış olan evlâdını desteklemeye çağırıyor. İşçi Mücadelesi, bütün okurlarını Yaşar Kemal’in adaylığı fikrini çevrelerinde aktif olarak yaymaya çağırıyor.” Bu çağrının sahibi olan İşçi Mücadelesi çevresi bir yandan işçi sınıfına politik önderlik edecek Devrimci İşçi Partisi inşa etmeye çalışırken, diğer yandan burjuva demokrasisinin ve emperyalist Avrupa Birliği’nin erdemlerine gönül vermiş, Atatürk hayranı Yaşar Kemal’i Çankaya için aday gösteriyor. Ve emekten yana bütün güçleri Yaşar Kemal’in adaylığı etrafında birleşmeye çağırıyor.
Ama bunu öneren seksen yıl boyunca Marksizmin devrimci damarını temsil etmiş olan Troçkist gelenekten bir çevre olunca, en yakınındakilerin ihanetine uğramış olanın hissini tattık. Gerçi Troçkist gelenek başka ülkelerde, örneğin Brezilya’da benzeri deneyimlere öncülük etmişti ve bu bakımdan sicilliydi ama bu coğrafyada ilk kez bir Troçkist çevre, burjuva demokrasisi hayranı ve Kemalist bir şahsiyet etrafında bütün emek güçlerini “birleşmeye” çağırıyordu. Gerçi İşçi Mücadele çevresi daha önceleri de ÖDP projesinde yer almış, Brazilya benzeri bir ihanetin örgütlenmesine öncülük etmek istemişlerdi, ama olmadı. Olmadı çünkü ÖDP projesinden bir Lula yaratılamadı. Lula olabilecek ve Lula’nın misyonunu üstlenecek birileri olmadığından değil, Lula’yı iktidara taşıyacak bir sınıf hareketi olmadığından bu ihanet gerçekleşmedi. Eğer bu coğrafyada da örgütlü bir sınıf hareketi olsaydı, ÖDP Brezilya’nın PT’si, ÖDP bünyesinden birçokları Lula olabilirdi. Görünen o ki, İşçi Mücadelesi çevresi ÖDP projesinin yanlışlığını kavramamışlar ve orada ortak olamadıkları ihanetin örgütlenmesine şimdi daha iddialı bir şekilde, üstelik te öncülük etmeye soyunuyor. İşçi Mücadelesi’nin “İnce Memed Çankaya’ya” Çağrısı Neden İhanettir?
Eğer bu çağrıyı yapan TKP, ÖDP ya da Stalinizmin okulunda yetişmiş her hangi bir çevre önermiş olsaydı, buna şaşırmazdık.
İşçi Mücadelesi, Bolşevik geleneği referans olarak kabul ettiğini iddia eden bir çevredir. Bolşevizmin programı ve stratejisi ise Komintern’in ilk dört Kongre belgelerinde mevcuttur. Bolşevizm tarihi boyunca ne üst üste onlarca örgütün yan yana getirilmesinden bir parti oluşturma çabası içinde olmuş ne de emekten yana güçlere ya da kendi güçlerine komüzmin programı dışında bir programı ya da komünist devrimin programının gerekleri için savaşmayacak bir şahsiyetin etrafında “birleşiniz” çağrısı yapmıştır. 23
Komünist Zemin Kaldıki, söz konusu şahsiyet komünist devrimin programının gerekleri için savaşacak biri olsa bile, Bolşevik gelenek, emekçilere şahsiyetlerin değil, Komünist bir partinin bayrağı altında birleşin ve savaşın çağrısı yapar. Eğer devrimci bir parti, örgüt ya da parti inşa etme iddiasında olan bir siyasal yapılanma kendi programını hayata geçirebilme iradesine sahip değilse ve hem kendi etki alanında olanları hem de emekten yana olan güçleri bir başka iradenin etrafında birlik olamaya çağırıyorsa, bu siyasal yapılanmanın yapacağı ilk iş; devrimci bir örgüt ya da parti inşa iddiasından vazgeçmek olmalıdır. “Demokrasi” mücadelesi veren ya da burjuva demokrasisini savunulması gereken bir mevzi olarak görüp, savunmak isteyen çevrelerin bir şahsiyet etrafında birleşme çağrısı yapmaları ve birleşmeleri anlaşılır bir şeydir. Ama komünist devrim mücadelesi verdiğini iddia eden devrimci bir çevrenin ya da örgütün bir “burjuva demokratı”nın etrafında “birleşelim” çağrısı yapması devrimci değildir. Bu tür bir çağrının sahibi bir çevre devrimci değil, reformisttir. Ve gayesi burjuva devletinin ilgası değil, onunla birarada yaşamanın imkanları için mücadele etmektir. “Burjuva demokrasisini askeri darbeler karşısında savunmak gerekir” anlayışı devrimci hareketin, özellikle Stalinizmin okullarında yetişmiş önemli bir kesiminde zaten hep egemendi ve bu kervan içerisinde, dünyanın çeşitli ülkelerinde ki Troçkist örgütleri de görmek hep mümkün olmuştur. Öyle görünüyor ki bu kervana İşçi Mücadelesi çevresi de katılmıştır. Eğer böyle değilse, bu durumda anlamak istiyoruz, ne için ve kimlere karşı “Emek Cephesi” ya da “Üçüncü Cephe” önerilmekte? Aslında bu sorunun cevabı, İşçi Mücadelesi’nin “İnce Memed Çankaya’ya” çağrısında, hem de hiçbir yoruma yolaçmayacak açıklıkta verilmiş: “Yaşar Kemal’le elbette her görüşümüz uyuşmuyor. Özellikle onun Avrupa Birliği’nden demokrasi bekleyen yaklaşımı, bu devletler topluluğunu emperyalist bir güç olarak gören, onun karşısında Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’ni savunan bir siyasi odak olan İşçi Mücadelesi’ninkinden çok farklıdır. Ama bugün, burjuvazinin iç savaşı 24
bu toprakları bir felâketin eşiğine getirmişken, İslamcı iktidarın karşısında yükselen alternatiflerin faşizm ve askeri darbe olduğu ortadayken, bu farklar önem taşımaz. Bugün önemli olan bütün işçilerin, emekçilerin ve ezilenlerin, elbette ezilenler arasında Kürtlerin, bir üçüncü cephede toplanmasını sağlamaktır. Bugün önemli olan işçileri, emekçileri ve ezilenleri İslamcı ya da Batıcı burjuvazinin hegemonyasından kurtarmaktır.” İşçi Mücadelesi’nin çağrısından da anlaşılacağı gibi, “Üçüncü Cephe” çağrısı, islamcı iktidara ve askeri darbeye karşı yapılmaktadır. Peki ne olacak bu üçüncü cephenin ortak programı? “Demokratik kazanımların” yani burjuva demokrasisinin sağlamış olduğu kısmi serbestliğin korunması. Durum böyle olunca da, haliyele Yaşar Kemal gibi burjuva demokrasisinin babayurdu olarak kabul edilen Fransa’nın “fahri elçi”si ilan edilmiş, bir şahsiyetin düşünülmesi hiç te şaşırtıcı değil.
Yaşar Kemal’in İtalyan Corriera della Sera gazetesinde Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine ilişkin yayımlanan demecini bir kez daha okursak, Yaşar Kemal’in, burjuva demokrasisini savunmak için “Üçüncü Cephe” liderliği-
Komünist Zemin ne ne kadar uygun bir şahsiyet olduğu daha iyi anlaşılabilir. “Daha fazla demokrasi. Düşmanlarımızı yenilgiye uğratacağız” başlıklığıyla verilen Yaşar Kemal’in yorumu şöyle devam ediyor:
Barışa, güzelliğe, insana saygıya, insanın insanı aşağılamaması, sömürmemesine yollar açmak için kuruldu. Bu söylediklerim bir temenni değil, Avrupa Birliği'nin kurulmasının başlıca sebebi barıştır.”
“Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakereleri başlatma kararı 40 yıldır beklenen bir gündü, sevinç doluyum. Türkiye, herkes için önemli bir ülke. Türkiye, İslam dünyasındaki yegâne laik ülke. Benim yurttaşlarım öteden beri barış yanlısıdırlar. Barışı garanti altına almak için doğmuş olan AB’ye anlamlı bir katkı sağlayabiliriz.”
Her ne kadar İşçi Mücadelesi çevresi “İnce Memed’in Etrafında Birleşelim!” çağrısını yaparken, bunu burjuva demokrasisini sanunmak için bu çağrıyı yaptığını belirtmiyor olsa da; Avrupa idolünün Türkiye’deki yeminli militanlarından olan ve her fırsatta Avrupalıların “özgürlük manifestosu” olan ‘Helsinki İnsan Hakları Beyannamesi’nin militanlığını yapan Yaşar Kemal liderliğinde ‘üçüncü cephe’ örgütlemeye önayak olmak, burjuva demokrasisini savunmaktan başka bir anlam ifade etmez. Eğer İşçi Mücadelesi çevresinin maksadı burjuva demokrasisini savunmak için değil de, devrimci bir cephe inşa etmekse, önce bunun programı ortaya konulmalı, sonra ise bu programı hayata geçirecek devrimci bir önderlik ortaya çıkarılmalıdır. Ortada bir program yoktur. İşçi Mücadelesi’nin ‘üçüncü cephe’ için ileri sürdüğü gerekçeler vardır hepsi bu. İşçi Mücadelesi’nin ileri sürdüğü gerekçeler ise, burjuvazinin iç savaşı, ‘yükselen islami hareket ve bu yükseliş karşısında yükselen faşizm ve askeri darbe tehdidi’dir. İşçi Mücadelesi çevresinin ileri sürdüğü gerekçeler üzerine ve Yaşar Kemal liderliğinde olsa olsa şu an ki statükonun korunması için yani burjuva demorasisinin korunması için bir cephe oluşturmak mümkündür. İşçi Mücadelesi, emekçileri ve sosyalistleri Yaşar Kemal liderliğinde ‘üçüncü cephe’de birlik olmaya çağırmakla yetinmiyor, Kürt özgürlük hareketine de bir çağrıda bulunuyor:
Devamla şunları söylüyor Yaşar Kemal: “AB sürecinin Türkiye’nin demokratik reformları hızlandırması açısından da önem taşıdımaktadır. Biz, ötekilere kıyasla zor bir ülke değiliz. Sadece demokratik reformları hızlandırmaya ihtiyacımız var. Türkiye’de buna direniş gösteren bir grup insan var. AB’yi bir Hıristiyan grubu gibi algılıyorlar. Avrupa’nın içinde de benzer gruplar mevcut. İdeal olan bunların belirleyici olmalarına müsaade edilmemesidir. Türkiye’de demokrasinin gelişmesi, çok geçmeden bunların düşmanlıklarını ortadan kaldıracaktır. Türkiye’nin geleceğinin kaçınılmaz biçimde Batı’ya bağlı olduğunu düşünen Mustafa Kemal Atatürk’ün planı gerçekleşecektir.” İşçi Mücadelesi’nin ‘İnce Memed’i kendini AB’nin erdemlerine öyle kaptırmış ki, durdurak bilmiyor ve söylevine 14 Ocak 2007 tarihinde Ankara’da toplanan “Türkiye Barışını Arıyor” adı altında düzenlene konferansın açılış konuşmasını yaparken de sürdürüyor: “Avrupa gittikçe üç büyük savaşın (üçüncü savaştan kastedilen ‘soğuk savaş’tır) etkilerinden kurtulmaya çalışıyor. Kurtulacaktır. Bu kadar çaba boşuna gidecek değil. Avrupa Birliği boşuna kurulmadı. Ölümsüz barışlar için, kültürlerin birbirlerini aşılaması, birbirlerini beslemesi için kuruldu, savaşsız mutlu bir dünya olsun diye kuruldu.
“İşçi Mücadelesi, Kürt kardeşlerimizi, her türlü yanılsamayı bir kenara bırakarak, kendi bağrından çıkmış olan evlâdını desteklemeye çağırıyor. İşçi Mücadelesi, bütün okurlarını Yaşar Kemal’in adaylığı fikrini çevrelerinde aktif olarak yaymaya çağırıyor.” Pes doğrusu, bu kadarıda fazla. İşçi Mücadelesi’ni bu ölçüde saygısız yapanın ne olduğunu anlamak oldukça güç.
25
Komünist Zemin Yakalşık olarak çeyrek asırdır devam eden fiili bir savaş sürecinde, bu savaşta binlerce evladını yitirmiş, topraklarından sürülmüş, köyleri ateşe verilmiş kendi yurdunda sığınmacı gibi yaşamaya mecbur edilmiş ama bütün bunlardan kendi küllerinden yeniden doğmuş bir özgürlüğk hareketine, gelin Yaşar Kemal’i destekleyin çağrısı yapıyor. Kürtleri ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ diye bağırttıran ve ancak ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ diye bağıranlarla bir arada yaşamayı kabul eden, bunu kabul etmeyenleri ‘İstiklal Mahkemeleri’nde yargılayıp katleden kafatasçı, Hitlerin bile kedisine örnek aldığı Mustafa Kemal’i “Büyük Önder”i olarak gören Yaşar Kemal’i desteklemeye çağırıyor. Bu Yaşar Kemal ki, devletle Kürtleri barıştırmaya çalışan, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur diyen Türkleri Kürtlerle dostluğa ikna edebilmek için, “Kim ne sanarsa sansın, ey milliyetçi ırkçılarımız, dünyada bir tane dostumuz varsa diyelim, o da güneyimizde petrol kuyularının üstünde oturan Irak Kürtleridir, böyle bir dostun olması birçok dosta bedeldir” diyerek Kürt topraklarındaki petrolü Türklere rüşvet olarak sunabilmektedir. Yaşar Kemal, Türklerle Kürtler arasındaki dostluğa bir de tarih yaratıyor: “Türk'ün Türk'ten başka dostu var. Gizli saklı değil. Malazgirt'ten bu yana Kürtler Türklerle dost. Bu, Kurtuluş Savaşı'na kadar sürmüştür.” Kürdistan ve Ermenistan’ın Türkler tarafından işgalinin miladı olan Malazgirt savaşını Türklerle Kürtlerin dostluğunun miladı olarak ilan etmek inanılmaz derecede ürkütücü bir durum.
26
Ne gariptir ki, Radikal Gazetesi yazarı Nuray Mert bile Yaşar Kemal’in savunduğu değerler karşısında İşçi Mücadelsinden daha devrimci bir yerde durmaktadır. “Nuray Mert bile” derken maksadımız Nuray Mert’i aşağılamak değildir. Nuray Mert kendisini hiçbir vakit sosyalist olarak tanımlamadığı ve daha çok kendisini “demokrasi” yanlısı tanımladığı içindir ki bu tür bir kıyaslama yaptık. Bakın ne yazıyor sevgili Nuray Mert, “Bir büyük yazarın küçük hesapları” başlığını taşıyan yazısında: “İnce Memed'i 14 yaşında büyülenerek okumuştum, Yaşar Kemal'in hafta sonu 'Türkiye Barışını Arıyor Konferansı'nda yaptığı konuşmayı, bu kez, içim bulanarak okudum. O destansı dilden, politika esnafı diline geçişe tanık olmak hüzün verici oldu. Keşke dağa çıkan gençlerden birinin hikâyesini destansı diliyle öyle bir anlatsaydı ki, onlardan birine, kimse bir daha, kolay kolay 'terörist' diyemeseydi. Bir büyük yazardan bu beklenirdi. Bir büyük yazardan, politikanın pazarlık dilinin ucuz tekrarlarını değil, bir insanlık dersi alsaydık, Kürt meselesinin halli konusunda umutlanmak için çıkış bulsaydık. Bir büyük yazarın, 20. yüzyılın insanlık adına tanık olduklarını sayıp dökerken düştüğü sıradan, baştan savma savaşa itiraz hattı bir yandan, insanlık onuru adına yapılanlara geldiğinde işaret ettiği yerin Avrupa Birliği olması, diğer yandan tüm söyledikleri, çok ama çok hayal kırıcıydı. Evet, Yaşar Kemal'in konuşmasında, 'Korkular, acılar içinde geride bıraktığımız bir yüzyılda', 'İnsanlığımızı onurlandıran işler de yapıldı' dedikten sonra, bu onurlandıran işlerin yekûnü Avrupa Birliği etrafında özetleniyor. Sadece kötü bir Avrupa Birliği broşür ağzı değil söz konusu olan, bir büyük görmezden gelme. Sadece, geçen yüzyılın insanlık onuru adına yapılan bir sürü kavgasını, direnişini görmezden gelme değil, Avrupa Birliği denilen siyasi birliğin bugün içinde bulunduğu savaşı görmezden gelme.
Komünist Zemin Irak'tan bahsediyorum, kendi aralarındaki savaşlara son verme adına bir araya gelen Avrupalıların bir bölümü, Irak'ı işgal edenler arasında. Irak yakın tarihin gördüğü en kanlı, en vahim insanlık olayı olmaya devam ediyor. Savaşlara dur demek için bir araya gelmiş Avrupalılar, yazın ortasında, 33 gün Lübnan'ın bombalanması karşısında parmaklarını kıpırdatmadılar. Bu mu 20. yüzyılın insanlık onuruna hediyesi? Olabilir mi? Hem nedir, Atatürk'le başlayıp, Malazgirt ile devam eden yolu Kuzey Irak'taki petrol kuyularından geçen Türk-Kürt kardeşliği masalı? Klişeler, milliyetçiliği okşama, petrol hesabı üzerinden mi kardeş olacağız? Olmaz olsun. 'Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığı'nı düşünen marazi kafadan, onun yanına 'Kürt'ten başka dostu yok'u ekleyerek mi kurtulacağız? Yaşar Kemal, "Ey milliyetçi ırkçılarımız, dünyada bir tane dostumuz varsa diyelim, o da güneyimizde petrol kuyularının üstünde oturan Irak Kürtleridir" demiş. Araya petrol hesabı sıkıştırarak mı kardeşliğe ikna edeceğiz 'ırkçıları'? Bundan, Türk veya Kürt kime ne hayır gelecek? Bağımsızlık istemeyip, federe devletin 'işlerine gelmesi'ne mi bağlayacağız, barış umutlarımızı? Kardeşlik, barış ve 'işine gelmek' lafları aynı cümle içinde kulağınızı tırmalamıyor mu? Hem Irak'ta direnenler için 'terörist' diyenlere, 'Gerillaya terörist demeyin' diyebiliyor musunuz? Ben öteden beri, şiddete dayalı siyasete karşı olmama karşın, direniş hareketlerinin hiçbirine 'terör' denmemesinde ısrar ediyorum, siz Irak'ta işgale karşı direnenlerden neden hiç bahsetmiyorsunuz? Ne Irak kuzeyden, ne bölge Kürtlerden ve Türklerden ibaret değil. Dünyadaki tek dostumuz Kuzey Irak'taki Kürtlerse, Araplar neyimiz?
Yaşar Kemal, "Bir de Lozan Konferansı var. Kürtler, Türkiye'yi değil de İngilizleri tutsalardı, bugünkü durumları böyle mi olurdu?" demiş. Sahi, 'Türkiye barışını ararken' neyin pazarlığını yapıyoruz? Söz konusu olan, İngilizlerle işbirliği yapmamış olmanın hesap pusulası mı? Bu her şeyden önce, işbirliği yapmayanların onurunu zedeleyecek bir ifade. Hem emperyalistlerle işbirliği sonucu Ortadoğu'nun ne hale geldiği ortada, aynı şeyleri mi tekrarlayacağız? Bu kez Türklerle Kürtler başkalarının canları, kanları üzerine mi barış ve kardeşlik tesis edecek? Bu ülkenin ötesinde, bu bölgenin halklarının hepsini kucaklayacak bir barışa ihtiyacımız olduğunu, böyle bir çabanın dilinin bu olamayacağını hâlâ fark etmediniz mi?” (Radikal Gazetesi, 16 Ocak 2007) Kalemine ve aklına sağlık sevgili Nuray Mert, sen kendini sosyalist olarak tanımlamasan bile, bu topraklarda yaşayan ve kendilerini sosyalist olarak tanımlayanlerın senden öğrenecekleri çok şey, en önemlisi de erdem var. Evet, görüldüğü gibi, İşçi Mücadelesi çevresi, Nuray Mert’in Yaşar Kemal ve onun savudukları karşısındaki erdemli duruşundan uzaktır. İşçi Mücadelesi, eğer Komünist geleneğin bir parçası olmak istiyorsa ya da en azından devrimci cephenin içinde kalmak istiyorsa, en azından sevgili Nuray Mert’in durduğu yerde üzerine bir kez daha düşünmelidir. İşçi Mücadelesi bilmelidir ki, Yaşar Kemal’e yakınlığın ölçüsü, komünist geleneğe olan uzaklığın ölçüsüdür.
27
Komünist Zemin
Kemalist Rejimin Niteliği: Orijinal Bir Bonapartizm* Mustafa Kemal’in siyasal rejiminin niteliğiyle ilgili tutarlı tahliller, hemen hemen yok gibidir. Bu konuda yazılanlar çoğunlukla Mustafa Kemal’i yücelten, bilimsel nitelik taşımayan, iktidardan bir “hediye” koparmak amacıyla yazılmış safsatalardan ibarettir. Cumhuriyet dönemi bilim adamları ve yazarları, dün olduğu gibi bugün de Mustafa Kemal dönemi siyasal rejimiyle ilgili gerçeği söylemekten kaçınıyorlar. Onu bir çeşit Şub specie rei publicae** olarak görmek istiyorlar… İsmail Beşikçi, Türk üniversitelerinin resmi ideolojinin dışına çıkmadıklarını söylüyor. Gerçekten de Türk üniversiteleri Ulu Önder Atatürk’e övgüler yazmanın ötesine geçemiyor. Aslında üniversite çevrelerinin bu tutumu şaşırtıcı değildir. Burjuva toplumunda eğitimin amacı hiçbir zaman gerçekleri bulup ortaya çıkarmak değildir. Her şeyin metalaştığı bir ortamda bu zaten kolay da değildir. Düzeni yeniden üretip yaşatmak amacı taşıyan, bu amaçla oluşturulmuş kurumlardan, o düzeni eleştiren teorik yaklaşımlar beklemek iyimserlik olurdu… Tam tersine, üniversite sosyal bilimleri, sorunlara eleştirel olarak yaklaşanları barındırmaz. Onlara kapılarını kapar. Üniversiteler kapılarını kapayınca, ekseri, mapusane kapıları açılır... Mevcut düzeni eleştirmeyen, üstelik yüceltenlere de başka kapıların açıldığı çok iyi bilinir. Unvanlar da, çoğunlukla kurulu düzenlere bağlılığını kanıtlayanlara verilir. Bu adamlar, unvanları bilimin bir dalında yaptıkları katkıdan ötürü almazlar. Ama, unvanları var diye ”otorite” sayılırlar. Elbette hizmetlerinden başka alanlarda da yararlanılır. Yönetim kurulu üyelikleri, bilirkişilik vb. gibi sayısız alanda katkıda bulunurlar. Bunlar arasında “tarafsız bilimi” bilimden sapanları cezalandırmak için başarıyla kullananları da çıkar. Bu alandaki bilimsel yeteneklerini bilirkişi raporlarıyla kanıtlarlar… Prof. Nermin Abadan, Mustafa Kemal döneminde yapılan seçimleri (aslında seçim değil tayindir ve 12 Eylül generallerinin Danışma Meclisi’nden bile antidemokratik yöntemler söz konusudur), “örnek denilecek tarzda serbest ve adil bir atmosfer içinde”1
28
yapılmıştır diye yazdığı için; önce profesör, sonra senatör tayin edildi. Herhalde bu tahlilde bir yanlış anlama vardır. Eğer, milletvekillerini*** Mustafa Kemal’in tam bir serbestlik içinde tayin ettiği söylenmek isteniyorsa bu, gerçekten doğrudur. Bir başka bilim adamı İsmail Beşikçi, Mustafa Kemal döneminde serbest seçimlerin kesinlikle söz konusu olmadığını yazdığı için, önce üniversiteden atıldı, sonra da uzun yıllar kalacağı hapishaneye. Şimdilerde de aynı görüşleri devam ettiği için, ya hapishanededir ya da hapis tehdidi altında… Sömürü düzeni ne istediğini iyi biliyor. İstediğini verenlere, bu hizmetlerini karşılıksız bırakmıyor… Tarihte, doğru bildiklerini söylemekten korkmayan, kurulu düzenin istediğini değil, doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen insanlar hiçbir dönemde eksik olmadı. Erdemli yaşamayı başaran bu insanlar, sanki hep Romalı şair Horatius’un şu ünlü dizelerini hatırlatır gibidirler. “Olgun, kendisine hakim, öylesine ki Ne yoksulluk korkutur onu, ne ölüm, ne zindan; Tutkulardan sıyrılmış, şereflere gözü tok; İçine kapanmış, toparlanmış, yalın bir küre olmuş Pürüzsüz yuvarlanır bir başına, Talihe tutamak vermeden, hiç yenilmeden.” 2
Kemalist rejim diğer siyasal rejimler karşısında hangi ayırdedici özellikler taşıyordu? Bonapartist bir siyasal rejim hangi noktalarda Kemalizm’le benzeşen ve ayrılan özelliklere sahiptir? Bu aşamada bu sorunlar üzerinde duracağız. Bonapartizm kavramı, ilk defa Karl Marx tarafından, Luis Bonaparte’ın darbesiyle ortaya çıkan siyasal rejimi tanımlamak için kullanıldı. Bonapartizm, bir bunalım rejimidir. Burjuvazi, işçi sınıfının yükselen mücadelesini bastırmak ya da egemen sınıflar arasındaki sürtüşmenin patlama noktasına geldiğinde, geçici olarak doğrudan siyasal yönetimden vazgeçer. Zaman kazanarak iktidarını sağlamlaştırmak için böyle bir yola başvurur. Bu anlamda egemen sınıflar, burjuva rejimlerinden birinin yerine bir başkasını koymuş olurlar.
Komünist Zemin Bilindiği gibi, burjuvazinin beş farklı iktidar biçimi; sırasıyla, parlamenter demokrasi, Bonapartizm, asker-polis diktatörlüğü, faşizm ve sosyal demokrasidir. Bu ifadeden giderek; egemen sınıfın istediği yönetim biçimini istediği zaman geçerli kıldığı, gibi bir anlam çıkarmamak gerekir. Egemen sınıf kendi gücü, hasım sınıfların konumu ve tarihsel sürecin aldığı biçime göre bu farklı siyasal biçimlerden birini diğerine tercih etmek durumundadır. Türk toplumsal formasyonunun evriminde, Türk Devleti’nin aldığı ilk biçim son derece büyük önem taşımaktadır. Bugünü dolaylı ve doğrudan etkileyen söz konusu olguyu açıklayabilmek için, teorik bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Burada kısaca Marksist siyasal tahlilde önemli bir yer tutan Bonapartizm kavramı üzerinde durmakta yarar var. Nitekim, gerek Marx, gerekse Engels kendi dönemlerinin önemli siyasal olaylarının tahlilinde bu kavrama oldukça sık başvurmuşlardır. Daha sonra Lenin ve Trotsky, bu kavramı Kerensky’nin rejimini açıklamak için kullandılar. Trotsky faşizm tahlillerinde de bu kavrama sıkça başvurmuştur. Yaşadığımız dönemde az gelişmiş ülkelerdeki birçok siyasal rejimin bu kavramla açıklanmaya çalışıldığı da biliniyor. Ne ki, tarihsel süreçler kendilerini hiçbir zaman bütünüyle tekrar etmezler. Etselerdi zaten tarih diye bir şey olmazdı. Bu nedenle belirli kavramları, yeni ortaya çıkan politik, toplumsal olguları açıklamak için bir araç olarak kullanırken, dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekir. Eğer, gerçekten, Bonapartizm kavramına adını veren olayı kendine özgü koşullardan soyutlayarak genelleşmiş bir tanım haline getirirsek, Bonapartizmin bütün çizgilerinin tekrarını arayacak olursak; Bonapartizmin geçmişte kalmış, benzersiz tekil bir olgu olduğunu, yani genel olarak, Bonapartizm diye hiçbir şeyin olmadığını, ama bir zamanlar Bonapart adında Korsika’da doğmuş bir generalin yaşadığını görürüz.3 İşte bu nedenle, herhangi genelleşmiş bir tanım için olduğu gibi, Bonapartizm kavramı da bir analoji öğesi olarak siyasal tahlilde kullanılabilir. Şüphesiz analojinin de sınırları vardır. Nitekim, alabildiğince “özgür” bir genelleme sakıncalı sonuçlar doğurabilir. El-
bette böyle olunca da, kavram, açıklayıcı gücünü yitirir. İçi boş bir kavram haline gelir. Marx, 18. Brumaire’in önsözünde, neden “Sezarizm” yerine yeni bir kavram kullanılması gerektiğini açıklarken, analojinin tarihsel sınırlarına dikkat çekmektedir. Tarihsel koşulların farklılığını, özgünlüğünü dikkate almadan yapılan tahliller, yüzeysellikten ve içi boşluktan kurtulamazlar. Eğer sadece devlet aygıtı çarkının işleyişi ele alınırsa, Sezarizmden Bonapartizme, faşizme, bu arada Kemalizm’den de geçerek ve dahası Stalin rejimine kadar farklı rejimler arasında birçok ortak özellikler bulmak mümkündür. Ama bu, görünüşte bir benzerliktir. Bu bakımdan, her ne kadar Bonapartizm devlet aygıtının özel bir biçimlenişi ile tanımlanabilirse de, esas olarak belirli tarihsel koşullarda toplumsal sınıflar arasındaki belirli bir ilişkinin ifadesi olarak ele alınmalıdır. Ve “… Bonapartizm analojisiyle konuşulduğu zaman, bu olgunun kesinlikle hangi çizgilerinin mevcut tarihsel durumda en gelişmiş ifadelerini bulduğunu belirtmek gerekir”4 İşte biz de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş dönemindeki biçimlenişini ve Kemalist (sonradan Milli Şef) diktatörlüğünün yapısını incelerken, bu bakış açısıyla Bonapartizm analojisini kullanacağız. Marx, 18. Brumaire’i adlı ünlü eserinde; Louis Bonaparte’nın siyasi rejimiyle ilgili olarak şunları yazıyor. “Demek ki burjuvazi, böylece eskiden “liberal” olarak kutlamış olduğunu, şimdi “sosyalist” diye suçlayarak, kendi öz çıkarının selfgovernment tehlikelerinden kurtulmayı emrettiğini,ülkede huzuru geri getirmek için her şeyden önce huzuru burjuva parlamentosuna getirmek gerektiğini; toplumsal gücünü muhafaza edebilmek için siyasal gücünü kırması gerektiğini, burjuvaların ancak kendi sınıflarının da öteki sınıflarla aynı siyasal hiçliğe mahkum olması koşuluyla öteki sınıfları sömürmeye ve mülkiyetin, ailenin, dinin ve düzenin rahat rahat zevkini çıkarmaya devam edebileceklerini; kesesini kurtarmak için burjuvazinin zorunlu olarak tacını kaybetmesi gerektiğini ve kendini koruyacak olan sınıfın kılıcın kaçınılmaz olarak başının üzerinde asılı bir Demokles kılıcı olduğunu teslim ediyor” 5
29
Komünist Zemin Fakat Marx ve Engels sadece III. Napoléon’un rejimini değil, Bismark’ın rejimini de Bonapartist olarak nitelemişlerdir. F. Engels, 12 Nisan 1890’da Sorge’a yazdığı bir mektupta, “Bugünün tüm hükümetleri ister istemez Bonapartistleşiyor.”6 diyor. Kapitalizmin yükselme ve normal gelişme dönemlerinde, klasik parlamenter rejimler burjuvazinin tarihsel çıkarlarına daha uygun düşer. Bunalım dönemlerinde ise çeşitli diktatörlükler ya da duruma göre sosyal demokrasi gündeme getirilir. !895’ten sonra kapitalizmin yeniden yükselme dönemine girmesiyle, Bonapartist ve yarı Bonapartist rejimlerin yerlerini klasik parlamenter rejimlere bırakma eğiliminin ortaya çıkması, I. Emperyalistler arası Savaş’la birlikte, yeniden Bonapartist eğilimlerin güçlenmesi bu görüşü doğrulamaktadır. “Sovyet Bonapartizmi ve Burjuva Bonapartizmi” başlığını taşıyan bir yazıda L. Tratsky, Bonapartizmi şöyle tanımlıyor: “Demokratik hükümet yöntemlerine yatkın olan iktisaden hakim sınıfın, sahip olduklarını koruyabilmek için bir askeri ve polisiye aygıtın kendisinin üzerindeki kumandasına boyun eğmek zorunda kaldığı bir rejimdir.” “Demokrasinin üzerine çıkan dolambaçlı yollarda iki kamp arasında gidip gelen ve aynı zamanda hakim sınıfın çıkarlarını gözeten bir şahsi rejimdir.” 7 Gerçekten Bonapartizm sınıflar arasında “özel bir dengenin” var olduğu bir yönetim biçimidir. Bu genel tanımlama içinde yer alan bir dizi rejim, gerek tarihsel dönemin farklılığı, gerekse kendi özel koşullarının farklılığı nedeniyle birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Nitekim Louis Bonaparte’ın diktatörlüğü, amcası olduğunu iddia ettiği Napoleon’unkinden, Bismark’ınki bunların her ikisinden farklı sınıflar arası güç dengeleri, ama birbirlerine çok benzeyen yöntemlerle gerçekleştirilmiştir. Aynı şekilde iki savaş arası kapitalizmin yapısal bunalım dönemine rastlayan yıllarda Avrupa’daki birçok rejim Bonapartist olarak nitelenmiştir. İtalya’da Giolith ve Facta, Almanya’da Brünning, Papen ve Scheicher, Fransa’da Doumergue ve Flandin rejimleri… Aynı şe-
30
kilde II. savaş sonrasında General de Gaulle rejimi de Bonapartizm kavramına sokulmuştur. Gelişmiş bir kapitalizmin ve burjuva sınıfının var olduğu ülkeler için geçerli olan bu kavram, sömürgecilik ve emperyalizm sonucu kapitalizmin “cılız” bir gelişme gösterdiği geri kalmış ülkelerdeki rejimler için de geçerlidir. Ne ki, bu sonuncu ülkelerde Bonapartizmin ortaya çıkış nedeni ve işlevi oldukça farklıdır. Bir kere Türkiye, Mısır, Cezayir vb. gibi ülkelerde Bonapartist rejimler, egemen sınıflar arasındaki çıkar çatışmasının patlama noktasına gelişinin sonucu olarak ortaya çıkmıyor. Söz konusu ülkelerde Bonapartizmin ortaya çıkış nedeni, egemen sınıfların değişik fraksiyonları arasındaki çıkar çatışmasını çözümlemek değil, bu sınıflar güçlendirmektir. Geri ülkelerde Bonapartist baskı rejimlerinin uzun ömürlü oluşlarının nedenlerinden biri burada yatmaktadır. Burjuvazinin palazlanabilmesi için gereksinme duyduğu “barış ve güven” ortamı ancak, “toplumun bütün sınıflarının ataerkil velinimeti” sayesinde sağlanabilir… Türkiye’de Kemalist rejimin, Mısır’da Nasır rejiminin, Cezayir’de Boumedyen rejiminin vb. uzun ömürlü olmaları bu durumla yakından ilgilidir. Bu ülkelerdeki Bonapartist rejimlerin daha baskıcı bir nitelik taşımaları, kapitalist birikimin cılızlığının sonucudur. Bölüşüme konu olan sosyal artığın sınırlı oluşu, hem egemen sınıflar arasındaki bölüşümün, hem de emekçi sınıflarla egemen sınıflar blokunun “üstünde” bir kurtarıcıyı zorunlu kılıyor. Zaten gelişmiş bir ülke burjuvazisinin kendi doğrudan siyasi yönetiminden uzun süre vazgeçmesi olanaksızdır. Bonapartist rejimlerde Bonapart, tüm toplum kesimlerinin ataerkil kurtarıcısı, tüm toplum sınıflarının “iyiliği” için ortaya çıkmış toplum sınıflarından “bağımsız” ve onların “üstündeymiş” gibi görünerek, kitleleri yanıltmayı amaçlar. Diktatör tüm sınıfların üstünde ve sınıflar karşısında tarafsızmış izlenimi yaratmaya gayret eder. Rejim aynı zamanda, toplumsal sınıflar arasında bir çıkar çatışması değil, fakat çıkar ortaklığı bulunduğu görüşünü de yaymaya çalışır. Mustafa Kemal, 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyor. “Bizim halkımız, çıkarları birbirinden ayrı sınıflar halinde değil, tersine varlıkları ve ça-
Komünist Zemin lışma sonuçları birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır, işçilerdir. Bunların hangisi ötekisine karşıt olabilir? Hepsinin birbirine muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir.” 8 Uzlaşmaz çıkarlara sahip olan sınıflar arasında hakem rolü oynamak kesinlikle olanaksızdır. Aslında sınıfları uzlaştırma görüntüsü altında yapılan, burjuvazinin sınıf temellerini korumak ve güçlendirmektir. Egemen sınıfın palazlanma koşulları yaratılıp, burjuvazinin kendine güveni artınca, diktatör de sahneden çekilir. Milli Şef İnönü’nün savaş sonrasında sahneden çekilmesinde olduğu gibi… Türkiye’deki siyasal yapının özgünlüğünü kavrayabilmek için, Mustafa Kemal’in şahsi rejiminin hangi noktalarda Bonapartist bir nitelik taşıdığını, Türk devletine damgasını vuran Bonapartizmin ayırdedici yönlerinin neler olduğunu ortaya koymamız gerekiyor. Kemalist diktatörlüğü Bonapartist rejimlere yaklaştıran başlıca özellikler şöyle sıralanabilir. -Kemalist diktatörlüğün bir yandan burjuva demokratik bir anayasaya ve bir parlamentoya dayanır gibi gözükmesi, öte yandan bütün bunları aşan, bunların üzerinde yükselen, gerek duyulduğunda bunlara Bonaparte’ın istediği biçimi verebildiği bir şahsi rejim olması; -Bir yandan toplumsal sınıflardan bağımsız görünmesi (“heyeti umumiyesiyle halkı temsil etme” safsatası), diğer yandan tarihsel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil ediyor olması; -İşçi sınıfını ezerken, dönem dönem burjuvaziyi de vurması (çizilen çerçevenin dışına çıktığı oranda); buna karşılık burjuvaziyi kendi güdümünde teşvik ettiği gibi, yine kendi güdümünde bir işçi hareketi yaratmak için işçi sınıfına sınırlı tavizler vermesi; -Kendi dışında bir siyasal etkinliğe izin vermemesi ve bu tür girişimler “nereden gelirse gelsin” şiddetle ezmesi (sol ve işçi hareketini –hükümet yanlısı işçi örgütleri de dahil- ezdiği gibi); Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda olduğu gibi, burjuva muhalefetleri de ezmesi ve esas olarak devletin bürokratik
aygıtının oluşturduğu bir siyasal yapının toplumu yukardan aşağıya doğru ve kendi iradesiyle düzenlemesi. Bonapartist rejimlerle bu ortak yanlara karşın, Kemalist diktatörlüğün klasik Bonapartist rejimlerden ayrıldığı yönler de söz konusuydu. Birincisi ve temel ayrım noktası, Kemalist kadronun burjuva bir devlet yapısı içinde Bonapartlaşmamış olmasıdır. Yeni devletin kurulmasıyla ve adım adım iktidarını güçlendirmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de Bonapartizmin yerleşmesi, yaklaşık on yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Bonapartist rejimin tam yerleşmesi Mustafa Kemal’in “Atatürk” soyadını kullandığı 1934 yılında tamamlanmıştır.9 İlerde görüleceği gibi, verili koşullarda, Mustafa kemal’in ve kadrosunun iktidarını güçlendirmek amacıyla oluşturdukları kurumlar önemli bir işlevi yerine getiriyordu. “Sivil bürokrasi kadroları genellikle Batılılaşma programını uygulayacak durumda görülmediğinden, yeni bir bürokratik kuşağın geliştirilmesi kararlaştırıldı.”10 İşte, devletin kuruluşunun Bonapartist bir biçimde gerçekleşmesi, Kemalist diktatörlüğün özgün bir yanını oluşturmaktaydı. Öte yandan, tarihsel gelişme ve sınıfların yapısı da Bonapartizmin bir başka özelliğini oluşturmuştur. Gelişmiş bir kapitalist sınıfın olmayışı ve toprak zenginlerinin konumu, yenilikçi Osmanlı bürokrasisine ayrıcalıklı bir statü kazandırmıştır. Güçlü bir merkezi devlet geleneğinin varlığı, bürokrasinin hareketinin örgütleyici ve sürdürücüsü olması, onun iktidarı gasbetmesini kolaylaştırmıştır. Asyatik bir sosyal formasyon olan Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezi bürokrasi her zaman ülkenin kaderini belirlemiştir. Aynı şekilde, Jön Türk iktidarına kadar komprador burjuvazi rolünü Rum ve Ermeni’lerin oynamış olması, I. Savaş ve sonrasında bu iki kesimin etkinliğinin kırılması (savaş öncesinde nüfusun yaklaşık %20’si Rum ve Ermeni’lerden oluşuyordu. Bu oran savaştan sonra %2,5’a geriledi), zaten cılız olan burjuvaziyi (ticaret ve sanayi) daha da zayıflatmıştı. “Devrimci bir kopuş olmadığı müddetçe, Jön Türkler’in toplumu yukardan değiştirme girişimi, devletin rolünde bir sürekliliği varsayıyordu. Böylece Bürokrasi, vesayeti altında
31
Komünist Zemin tutarak geliştirmeyi istediği çıkar guruplarınca içerden fethedilene kadar, devlet yapısı kapitalist isteklere karşı özerkliğini koruyacaktı.” 11 Burjuvazinin güçsüzlüğü, işçi sınıfının da güçsüzlüğünün nedenidir. Nitekim, böylesi bir geçiş döneminde iktidara yönelip onu ele geçirebilecek kadar güçlü bir işçi sınıfı da yoktu. Öyle bir sınıfsal tablo ortaya çıkmıştı ki; ne egemen sınıflar bir koalisyon halinde, ne de işçi sınıfı bir başına siyasal iktidarı kontrol edebilecek güce sahip değillerdi. Emperyalizmin gelişmesini daha “beşikteyken” engellediği yerel burjuvazi o kadar güçsüzdü ki, prekapitalist mülk sahibi sınıflarla ortaklık halinde bile siyasal iktidarı elinde tutması olanaksızdı. Asalak burjuvazinin devlet desteğiyle güçlenip, ağırlığını arttırması için iki onyıl gerekecekti. İşte bu durum, Kemalist yönetimin klasik Bonapartist rejimlerden önemli bir ayrım noktasını oluşturmuştur. Bu nedenle Kemalist bürokrasi, ne işçi sınıfı ile burjuva arasındaki sınıf mücadelesinin çözümsüz bir “denge” durumuna varmasından, ne de hâkim sınıfların farklı kesimleri arasında çıkar çatışmalarının bir “gerilim” noktasına varması yüzünden Bonapartlaşmıştı. Yarıbağımlı, yeni sömürge ülkelerdeki baskıcı rejimler, bu yönleriyle sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki Bonapartist rejimlerden ayrılırlar. Türkiye ve benzer durumdaki ülkelerdeki Bonapartist rejimler, bu açıdan “geçici bir denge rejimi” değillerdir. Türkiye’de Bonapartist rejim, yukarda sıralanan özelliklerden ötürü oldukça uzun ömürlü (yaklaşık yirmi beş yıl) ve istikrarlı olmuştur. Kemalist rejim, hem yukarda sözü edilen nedenler, hem de emperyalizmin uzun dönemli bir yapısal kriz içinde oluşundan ötürü, uluslararası planda da (dış politika alanında) oldukça geniş bir manevra alanına sahip olmuştur… Bu sonuncu durum, çoğunlukla gözden kaçmaktadır. Emperyalizmin yapısal kriz içinde oluşu (uzun dalganın ikinci aşaması) Türkiye’yi etkileme, biçimlendirme, şartlandırma gücünü büyük ölçüde sınırlamıştı. Bir bakıma, kimilerinin “zaafı” başkalarının “gücü” gibi gösterilebilmiştir.
32
Kemalizmin, Bonapartist bir siyasi rejim olarak, “Milli Şef” karikatürüyle devamıyla da yaklaşık çeyrek yüzyıl devam etmesinde gerek ulusal, gerekse de uluslararası durumun ortaya çıkardığı tablonun payı büyüktür. Fakat, Kemalist diktatörlüğün çeyrek yüzyıl boyunca devam etmesini, sadece onun ortaya çıkışının “orijinallikleri” ve uluslararası konjonktürle açıklamak yeterli olmaz. Kemalist diktatörlük, varlık koşullarını kendi yaratmasa da (böyle bir şey zaten olanaksızdır), varlığını sürdürebilmek için gerekli kurumları kendisi oluşturmuştur. Oluşturulan bu kurumlar, devletin tüm kurumlarıyla içiçe geçmiş, onlarla çakışmıştır. 1960 askeri darbesi sonrasının “liberal” cumhurbaşkanı adayı Ali Fuat Başgil, 1930’lu yıllarda (1935); “Hep devlet içinde, hiçbir şey devlete karşı, hiçbir şey devlet dışında… İşte devletçiliğin bugünkü formülü,”12 diye yazıyordu… Dolayısıyla, Türkiye’de Bonapartizmin sürekli ve görece dengeli bir rejim olmasının koşullarından bir kısmı da Kemalist bürokrasi tarafından yaratılmıştır. Son tahlilde bir kuruluş dönemi Bonapartizmi olan Kemalist diktatörlük, Türk Devleti’nin bütün kurumlarına ve hakim ideolojiye (aslında resmi ideoloji) damgasını vurmuştur. Gerek verili koşullar, gerekse de bürokrasinin kendi çabalarının sonucunda Kemalizm, bir gelenek olarak Türk siyasi hayatına yerleşmiştir. Nitekim, devletin Bonapartist bir rejimin belirleyiciliği altında biçimlenmesinin etkileri günümüze kadar uzanmaktadır. Bürokrasinin siyasal etkinliğinin kurumlaşmasından, siyasal partilerin yapısına, ve işlevlerine kadar, birçok alanda kuruluş döneminin bu niteliğinin izleri görülmektedir. Bu nedenle, Bonapartist rejimle devletin biçimlenişinin birlikte yoğrulmasını, tarihsel süreç içinde değişik açılardan incelemek gerekiyor. Daha önce Mustafa Kemal’in Bonapartist darbesini nasıl gerçekleştireceğine kısaca değinmiştik. Ancak belirli koşullarda gerçekleştirilen bu darbeye rağmen, Mustafa Kemal’in iktidarı devlet aygıtı içinde sağlam temellere dayanmamaktaydı. Bunun için, Mustafa Kemal’in Bonapartist rejiminin sağlam temellere oturması için birçok politik manevrayı ve çeşitli kurumların oluşturulmasını gerektiriyordu.
Komünist Zemin Diktatörlüğün Yerleşmesinin Aşamaları Birinci meclis içerisinde öteden beri var olan farklılaşmalar, Saltanatın kaldırılmasıyla iyice su yüzüne çıkmıştı. Öte yandan ordunun önde gelen komutanları, K. Karabekir ve A. F. Cebesoy gibi paşalar, muhalefet saflarındaydılar. Mustafa Kemal’in Bonapartist konumunu koruyabilmesi ve sürdürebilmesi, Milli Mücadele’de önemli rol oynamış önderlerin etkinliğinin kırılması, böyle bir muhalefet olmasa dahi gerekliydi. Nitekim orkestrada “ikinci keman” konumunda bulunanlar var oldukça durum pek güven verici sayılmazdı. Öte yandan, İstanbul’daki “ticaret ve sanayi” burjuvazisinin kesin desteği de henüz sağlanmış değildi. Yeni rejimin emperyalist kampta yer aldığına ilişkin kuşku yoksa da, İstanbul’un komprador burjuvazisi, henüz kendisine yeterli güvencelerin verilmediği kanısındaydı… Bütün bu “sorunlar”, Takrir-i Sükun ve İzmir Suikastı’na varan bir süreç içinde çözümlenecektir. İlk elde Mustafa Kemal, Birinci Meclisteki “Birinci Grubu” siyasal bir kadroya dönüştürdü. Saltanatın kaldırılmasından bir ay sonra, Halk Fırkası’nın kurulduğu ilan edildi. Hemen ardından, bu partinin örgütlenmesi için Mustafa Kemal yurt gezisine çıktı. Bunun hemen ardından gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi, hem yerel burjuvazinin hem de emperyalist sermayenin güvenini sağlamada önemli bir adım oldu. Böylece başarılı bir manevra yapılmış oluyordu. 1 Nisan 1923’te meclis seçimlerinin yapılması kararı alındı. Bu arada Lozan Antlaşması’nın imzalanması da Mustafa Kemal ve “ekibi” için önemli bir siyasal üstünlük sağladı. Nihayet Halk Fırkası’na “Birinci Grup” yeni mecliste mutlak bir üstünlük sağladı. “İkinci Grup”un hiçbir üyesi aday gösterilmedi. Mecliste muhalefeti etkisizleştiren Kemalist bürokrasi, ikinci darbeyi militer kanat içinde gerçekleştirdi. Devlet aygıtı içindeki muhalefeti tasfiye etmede ikinci adım, orduda yapılan “temizliktir”. 19 Aralık 1923’te çıkan “Ordu mensupluğu ile mebusluğun bağdaşamayacağına” dair kanunla Mustafa Kemal, ordu içindeki muhaliflerini bir tercih yapmaya zorladı. Öte yandan da, kendisine yakın
saydığı komutanların orduda kalmalarına özen gösterdi. Ali Fuat, Kazım Karabekir, Rafet Bele paşaların milletvekilliğini tercih etmeleriyle ordu, Mustafa Kemal’in kesin denetimi altına girdi. “Kuvayı Milliye zamanı uzaktan yakından politikayla temas eden ne kadar kumandan varsa, yaverlerine kadar hepsi sivil olmuşlar ve çoğu meclise katılmışlardır.”13 Bunların ardından, Takrir-i Sükun’la birlikte eski İttihatçıların bir kesimi ve onlarla ortak hareket eden kimi muhalif unsurlar kesin olarak siyaset sahnesinin dışına atıldılar. Takrir-i Sükun’dan yararlanarak eski İttihatçıları tasfiye etmeyi başaran Kemalist kadro da eski İttihatçılardan oluşuyordu. Bunlar İttihatçı oldukları için değil, muhalif oldukları ya da ilerde sorun çıkarabilecekleri düşüncesiyle tasfiye edilmişlerdir. Bu konuda Eric Jan Zürcher şunları yazıyor: “Ancak Kemalist iktidar partisinin lider kadrosuna yüzeysel bir bakış bile, bu parti de, TCF’de (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) olduğu kadar eski İttihatçı olduğu iddiasını doğrular. Yalnızca birkaç, önemli örnek vermek gerekirse: 1. M. Kemal (Atatürk) Cumhurbaşkanı 2. İsmet (İnönü) Başvekil 3. Ali (Çetinkaya) İstiklal Mahkemesi Başkanı 4. Celal (Bayar) Maliye Vekili, Banka Yöneticisi 5. Tevfik Rüştü (Aras) Hariciye Vekili 6. Cemil (Ubaydın) Dahiliye Vekili 7. Ali Fethi (Okyar) Başvekil 8. Kazım (Özalp) Millet Meclisi Reisi 9. Recep (Peker) Vekil, CHF Genel Sekreteri 10. Şükrü (Kaya) Dahiliye Vekili, Hariciye Vekili” Hepsinden de öte, 1923’te Hakimiyeti Milliye Gazetesi’ne verdiği bir mülakatta Mustafa Kemal şöyle demişti: “Hepimiz onun (İTC) azasıydık.”14 Böylece, Mustafa Kemal’in tek “partili” Bonapartist rejimi kesin olarak yerleşmiş oluyordu. Bütün bu süreç boyunca, Mustafa Kemal, Milli Mücadele’yi yürüten kadrolar içinde Birinci Grubu; yani kendi ekibini sürekli olarak ön plana çıkararak, tüm Milli Mücadele’nin mirasını kendi grubuna mal etme amacını
33
Komünist Zemin gütmüştür. Nitekim, Birinci Meclis içinde daha başlangıçta, birinci ve ikinci gruplar birbirinden ayrılırken, bu farklılaşma –hiç değilse görünüşte- esas amaçlar bakımından bir kutuplaşmanın ifadesi değildi. Birinci Grupta saltanatçı ve hilafetçi milletvekilleri olduğu gibi, İkinci Grupta da Hüseyin Avni (Ulaş) gibi inanmış cumhuriyetçiler vardı. Aslında Mustafa Kemal’in yaptığı bir manevraydı ve amaç kendisine muhalefet edebilecek unsurları tasfiye etmekti. Mustafa Kemal, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurduktan on gün sonra, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey bir konuşma yapıyor. “Efendiler…, yüksek meclisinize ait bir meseleyi arz etmek istiyorum. Müsaade ederseniz söyleyeyim. Geçen gün bir meseleden dolayı bir takrir yazdım. Riyaset Divanı’na takdim ettim. Bu takririn maalesef saklandığını işittim. Bir mebusun her ne surette olursa olsun, vermiş olduğu takrir ve ne suretle sansüre tabi kalıyor? Bir azanın verdiği takririn mevzubahis olmamasına Yüksek Meclis razı oluyor mu? Efendim, takrir Yüksek Meclis’in şerefini alakadar eden bir mesele idi… … Milli Müdafa-i Grubu’nun ana gayesi yediden yetmişe kadar dul kadınların bile esas gayesidir. Bu gruba bütün millet dahildir efendiler” 15 Samet Ağaoğlu, Hüseyin Avni Bey’in itirazının haklılığını dile getirirken şunları yazıyor: “Birinci Grup Milli Mücadele’nin ana hedefini kendisine mal etmekte, grup dışı kalanlarla grup dışı bıraktıklarının sanki bu ana gayeden başka bir gayesi varmış gibi bir manzara yaratmaktadır. Çünkü birinci grubun ilan edilen çalışma tüzüğünün birinci maddesinde böyle yazılan esas gaye ile Milli Mücadele’nin başlangıcı olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluş hedefi virgülüne kadar birbirinin aynı idi. Fakat Milli Mücadele’nin ve onun memleket için ilk resmi temsilcisi olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kuruluş gayesini birinci gruba böylece mal etmiş, daha ilerde şu veya bu sebeple karşısına çıkması ihtimali olanları bu yol ile tarihe karşı zor bir duruma sokmuştur. Bir yandan bunu yapar-
34
ken, bir yandan da yine ilerde getirmeyi daha o zamandan düşündüğü birçok yenilikleri Milli Mücadele’nin halefleri arasına, ama yalnız kendi güvendiği insanlardan bir kadronun fikirleri, idealleri olarak koymuştur.”
16
Aslında Mustafa Kemal’in Birinci Grub’u ve onun devamı olan Cumhuriyet Halk Fırkası’yla, İkinci Grup ve ondan oluşan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası arasında temelde programatik bir fark yoktu. Zaten İkinci Grup ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Mustafa Kemal’in siyasi bir manevrası olarak yapay bir biçimde ortaya çıktı. Halk Fırkası’nın ikinci Umdesi’nde “Hilafetin en yüksek dini makam olarak korunacağı” yazılıydı. 1927’ye kadar bu ilke değişmeden kaldı. Halk Fırkası da, Terakkiperver Fırka da “özel teşebbüsçü” ve halktan kopuktular. Aslında mücadele, halk kitlelerinden bağımsız, üst düzey yöneticilerin bir iç kavgasıydı. Mustafa Kemal, otoritesini ve ordunun gücünü kullanarak kendisine muhalif olabilecek unsurları tasfiye ederken, onları “karşıdevrimci”, “İnkılaplara karşı” kişiler olarak damgalama yoluna gitti. Ismarlama tarih yazıcıları, Mustafa Kemal’in kendi diktatörlüğünü kurmak için en yakın mücadele arkadaşlarını tasfiye etmesini “devrimci kadronun zaferi” olarak göstereceklerdir. Daha sonraki dönemde ortaya çıkan muhaliflerin de Birinci Grubun devamı olan CHP’den çıktığı göz önüne alınırsa, CHF ve TCF biçimindeki ayrışmanın ideolojik bir kutuplaşmadan kaynaklanmadığı anlaşılır. Öte yandan CHF, Sivas Kongresi’ni kendi birinci kongresi ilan ederken, aslında batı kongresinin sadece bir kesimini temsil ettiği unutulmamalıdır. Bu tür manevraların da yardımıyla, Milli Mücadele’nin birçok önemli şahsiyetini, Milli Mücadele’nin siyasi mirası dışına itmiş olması, Mustafa Kemal’in Bonapartist diktatörlüğünü sağlamlaştırmasını kolaylaştırmıştır. Bu sayede CHP, Milli Mücadele’nin mirasıyla bütünleştirilebilmiştir. CHP’nin Milli Mücadele ile “özdeşleşme” durumu, 27 Mayıs 1960!a kadar devam etti. Bu tarihten sonra Milli Mücadele kesin olarak devlete mal edilerek, bütün anayasal kuruluşlara sümullendirilmiştir. Dolayısıyla Mustafa Kemal’i ve onun Bonapartist rejimini kurumsallaştıran, CHP’nin Milli Mücadele
Komünist Zemin özdeşleşmesi, söz konusu Bonapartist rejimin ideolojik üstünlüğünü artıran ve onun görece dengeli ve uzun ömürlü olmasını sağlayan etkenlerden biridir. Terk partili dönemde CHP, parlamento ve devlet aygıtıyla bütünleşmiştir. CHP tüzüğü anayasa ve kanunların üstüne çıkarılarak, Kemalist diktatörlüğün bir aracı durumuna getirilmiştir. Gerçekten CHP, yukarda açıklanan özellikleriyle, Kemalist diktatörlüğün sürmesinde önemli bir etken olmuştur. Bernard Lewis; “Yürütme ve eğitime ilişkin pek çok işlevi üslenerek parti aslında cumhuriyetçi hükümetin bir parçası haline gelmiştir.”17 diyor. Gerçekten de, 1927’deki parti kongresinde, köy muhtarlarının seçiminin bile partinin kontrolüne verilmesi kararlaştırılmıştır. Milletvekilleri tek parti dönemi boyunca CHP tarafından atanan memurlar durumundaydılar. Bir dönem parti genel sekreteri içişleri bakanı, parti il başkanları da valilerdi. Bölge genel müfettişleri hem parti teşkilatının, hem de devlet işlerinin denetçisiydiler. Bu, aşağı yukarı 1935’ten 1939’a kadarki sürede geçerli uygulamadır. Öte yandan, parti genel başkanının aynı zamanda cumhurbaşkanı olması, diktatörlüğün baskıcı niteliği hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Durum böyleyken, söz konusu döneme ilişkin değerlendirmeler, Kemalist dönemin gerçek niteliğini ortaya koymaktan özenle kaçınmışlardır. İsmail Beşikçi bu konulara ilişkin ilginç bir eleştiriyi CHF Tüzüğü ve Kürt Sorunu adlı eserinde yapıyor. Bahri Savcı, Demokrasimiz Üzerine Düşünceler adlı eserinde şunları yazıyor: “Çünkü Mustafa Kemal İdeolojisi, bütün manası ve Şümulü ile gerçek demokrasiden, bir halk temeline dayanan, halkın maddi manevi varlığı ve etkisi altında konmuş bir demokrasiden başka bir şey değildir”18 “Anayasa”, “halk egemenliği”, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” gibi görüntülere karşın, Kemalist rejim, Bonapartist bir diktatörlüktü. Yapılan sözde “seçimler” diktatörlüğün gerçek yüzünü gizlemeye yönelik manipülasyondan başka bir şey değildi. Öte yandan, toplumsal üstyapıda gerçekleştirilen “inkılaplar” halk yararına düzenlemeler olmaktan önce, Bonapartist iktidarı güçlendirmeyi amaçlıyordu.
Nihai amaç, sömürü ve baskıyı güvence altına almak ve sürekliliğini sağlamaktı. “Bilim adamları” gerçeği söylemekten kaçınarak resmi ideolojiye destek sağlamaya devam ediyorlar. İktidarın politik manevralarına alet oluyorlar. İlginç olan, bu alet olmanın “gönüllü” oluşudur. Resmi ideoloji, resmi ideoloji üreticilerini de “resmileştiriyor”. Mustafa Kemal’i ve ekibinin yaptığı şeyi “doğrulamak” üzere yola çıkanların yapabilecekleri şeyler de ortadadır. Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi adını taşıyan eserinde şunları yazıyor: “Ancak devrimi yürüten kadro, özellikle Atatürk ve İsmet Paşa, tek partinin sakıncalarını biliyorlardı. Onlar, yalnız devrimleri hızla ve tehlikesizce yürütebilmek için Takrir-i Sükun Kanunu’na dayanarak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapattırmışlardı. Parlamento içinde dürüst ve çalışkan bir muhalefetin bulunmasını rejim için zorunlu görüyorlardı. Gerçekten, bütün devlet hizmetlerinin CHP kanalıyla yürütülmesi ve onun karşısında, yapılan işlerin eleştirisini sağlayacak bir siyasal kuruluşun bulunmaması, denetim yöntemini eksik bırakmıyordu.” 19 “Dürüst ve çalışkan bir muhalefet” arzulanıyor, dürüst ve çalışkan olmayan istenmiyor. Dürüst ve çalışkan olduğuna karar verecek olanlar da kendileri… Öte yandan, hep devrimlerden söz ediliyor. O döneme ilişkin değerlendirmelerden hiçbiri “devrim” kavramını tartışmaya yanaşmıyor. Zaten “devrim” kavramı 12 Eylül generaller rejimiyle lanetlendi. İnkılaba uğradı ve İnkılap oldu. Kemalistlerin her yaptığı devrim sayılıyor ve iş kolaylaşıyor. Geniş toplum kesimlerini baskı altına alan bir siyasi rejimin en temel insan haklarını ortadan kaldırdığı bir ortamda yaptıklarını “devrimler” olarak göstermek, Türk bilim adamlarının evrensel bilime önemli bir katkısı olsa gerek… İsmail Beşikçi, kitabının kırkbir bilim adamının görüşlerinin değerlendirilmesine ayrılan bölümünün sonunda şunları yazıyor: “Bu bilgiler olgulardan kopuktur. Bunun için bilimsel değildir. Bu bilgiler geçmişin bugün-
35
Komünist Zemin kü resmi ideolojiye göre değerlendirilmesidir. Olgulardan kopukluğu bundan ileri gelmektedir. Türkiye’deki tek parti düzenine temel olan ve ona hukukilik veren ana metin, temel yasa Cumhuriyet Halk Fırkasının tüzüğüdür. Bu tüzük tek parti düzenine temel şeklini verdiği gibi, resmi ideolojinin kitlelere nasıl kabul ettirileceğini, nasıl yaygınlaştırılacağını göstermesi bakımından önemlidir. Resmi ideolojiyi biçimlendiren metin ise CHF’nin programıdır. Bu tüzük bilinmeden, Türkiye’deki tek parti döneminin temel niteliğini kavramak mümkün değildir. Çünkü bu Türk Anayasası’nın çok üstünde duran yasadır. Adı “tüzük” olmasına rağmen işlevi ve bağlayıcılığı ondan çok daha fazladır.” 20 İstendiği kadar “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” densin, “halk egemenliği”nden söz edilsin, “seçimler”den bahsedilsin, Mustafa Kemal döneminde bu kavramlar, diktatörlüğün gerçek yüzünü gizlemek amacıyla kullanılmıştır. 1924 Anayasası ölü doğmuş bir metin olarak kaldı. Yerini CHF’nin tüzüğü aldı. Mebus tayinleri Mustafa Kemal tarafından bizzat yapılıyordu. 1927’de yayınladığı bir tamimde Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Aziz vatandaşlarım, Cumhuriyet Halk Fırkası namına bütün memlekette Türkiye Büyük Millet Meclisi azalığı için tespit ettiğim zevatın umumiyesini ıttılanıza (bilginize) arz ediyorum. Her vatandaş için yeni devrede beraber çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşlarım heyeti umumiyesinin birlikte görülmesini faideli addettim. Bunlardan her daire-i intihabiye’ye (seçim bölgesine) tefrik edeceğim mebus namzetlerini ayrıca imzam tahtında arz edeceğim.” 21 Yukarıdaki alıntıdan Mustafa Kemal’in şahsi iradesinin ne kadar belirleyici olduğu anlaşılıyor. Mebus tayinini CHF’ye bile bırakmıyor. Kimlerin mebus olacağına ve kimlerin hangi illerin mebusu olacağına kendisi karar veriyor… 1 Nisan 1931 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, “… Kaç mebus alınacak? Hakiki vaziyeti hiç kimse tahmin edemez. Kati vaziyet Gazi hazretleri umumi listeyi ilan edince anlaşılacak” deniliyordu.
36
Meclise girecek tüm üyelerin bir tek kişi tarafından seçildiği koşullarda, serbest seçimlerden ve hakimiyetin millete ait olduğundan söz etmek mümkün müdür? Herhalde, “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’in ve onun yakın çevresinindir” demek, gerçeğe daha uygun düşüyor. Gerçek olan bir şey varsa, o da artık hakimiyetin Sultan’a ait olmadığıydı. Böylesi koşullarda mahkemelerin, “bağımsızlığı” da içi boş bir slogan olmaktan öteye gidemez. Cumhurbaşkanı, CHF tüzüğüne göre daimi ve değişmez genel başkandır. Meclis üyelerini de kendisi belirlediğine göre, bu durum, onun hem partiye, hem de meclise hakim olmasına imkan veriyordu. Parti içinde ve dışında kendi iradesi dışında hiçbir girişime izin vermiyordu. Hitler, “… Mustafa Kemal’in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim,”22 derken, Mustafa Kemal’in şahsi rejimine verdiği önemi ifade ediyordu. CHF’nin 1935’te toplanan Dördüncü Kurultayı’nda, diktatörlüğü pekiştiren önemli kararlar alındı. Bu kurultayda fırka, parti olarak değiştirildi. Asıl önemli değişiklik parti tüzüğünde yapıldı. Bu değişikliklere göre, parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı oluyordu. İllerdeki valiler parti il başkanlığı görevine getirildiler. Umumi müfettişler hem parti işlerini, hem de devlet işlerini denetlemekle görevlendiriliyordu. Batı Avrupa’da faşist rejimlerin güçlendiği bu dönemde, partinin devletle bütünleştirilmesi, M. Kemal rejiminin faşist uygulamalardan da etkilendiğinin bir göstergesidir. Değişikliğin nedenini, CHP Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, 28.8.1936’da şöyle açıklıyor. “Cumhuriyet Halk Partisi’nin memleketin siyasi ve içtimai hayatında güttüğü yüksek maksadın tahakkukunu kolaylaştırmak ve partinin inkişafını artırmak ve hızlandırmaktır. Hükümet ve parti beraberliğini, bütün kudreti hükümete vererek parti teşkilatını daha az ehemmiyetli görmeye mütemayil bir zihniyet şeklinde telakkiye mani olmak lazım geldiği gibi, esas meselenin partiyi kuvvetlendirmek ve partinin gayelerini daha kolaylıkla gerçekleştirmek için hükümetin tam yardımını temin etmek olduğu tebarüz ettirilmiştir.” 23
Komünist Zemin Ne ki, tüzükte yapılan değişiklik Memurin Kanunu’nun 9. maddesiyle çelişiyordu. 9. madde, “memurların siyasi cemiyet ve kulüplere katılmalarını” yasaklıyordu. Mustafa Kemal söz konusu maddeyle ilgili olarak şunları söylüyor: “Ben bu maddede değiştirilecek bir şey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere girmemesinden maksat onların, benim partimden başka partiye intisap edememesi demektir. Bu bakımdan bu madde hatta faydalıdır ve katiyen değiştirilmemelidir.” 24 Görüldüğü gibi, önemli olan yasa değil, yasanın Mustafa Kemal tarafından yorumlanışıdır. Bütün bunlar Cumhuriyet’in siyasal “yapısının” biçimlenişinde CHP’nin önemini ortaya koymaktadır. Bu aşamada bir iki hatırlatma yapmak yararlı olur. 1921 Anayasası, Birinci Grup’un temel programatik dokümanı denilebilecek olan Mustafa Kemal’in “Halkçılık Programı”nın ikinci kısmından başka bir şey değildir. Aynı şekilde, anayasada yapılan değişiklikler, 1924 Anayasası ve “devrimler” Mustafa Kemal tarafından sunulan ve zaman farkıyla da olsa CHP’nin siyasal belgelerinde temel ifadesini bulan görüşlerdir. Sonuncu olarak, CHP’nin “Altı Oku”nun, 1937’de yapılan bir değişiklikle Anayasa’nın 2. maddesine “Türk Devleti’nin Temel Nitelikleri” olarak geçtiği hatırlanmalıdır. Yukarıdaki açıklamalardan, Bonapartist diktatörlüğün, parti (CHP) ve devlet aygıtı bütünleşmesi ve baskıcı yöntemler sonucu ayakta kaldığı anlamı çıkarılmamalıdır. Diktatörlük CHP aracılığıyla ve bir çeşit “popülizm” yanılsaması yaratarak, toplumsal bir destek bulma çabası içine de girmişti. Halkevlerinin oluşturulup yaygınlaştırılması bu çabalara örnektir. Kemalistler, sadece baskıya dayalı bir iktidarın uzun ömürlü olmayacağının bilincindeydiler. Bunun da yolu değişik toplum kesimlerinden “yandaşlar” bulmaktır. Ancak bunlar yapılırsa iktidar “sağlam temellere” dayandırılabilirdi… Nitekim Jön Türk geleneğinin izlerini taşıyan ve “halk için halka rağmen” yapılan birçok “inkılap” bu amaca yöneliktir. Böylece Kemalist bürokrasi, eski düzenin ideolojik-kültürel dayanaklarını tasfiye ederek kendi iktidarını güçlendirecek yeni kurumlar ve “yapay bir resmi ideoloji” oluş-
turmaya zorlanmak durumundaydı. Batıcılık ve “modernizm” kavramlarına aşırı vurgu yapılmış olmasına rağmen, cılız burjuvazinin palazlanması (elbette palazlandıranların da palazlanması) amacıyla yapılanlar, aslında Samir Amin’in yazdığı gibi, “diktatörlüğün kendisinin modernleşmesiydi.”25 Gerçekten de, genel bir Batılılaşma yönelimiyle kapitalist Dünyada yer alma çabalarının ifadesi olan bir sürü “inkılap” yapıldı. Yine de, yüzeysel ve temelsiz nitelikleriyle, totaliter bir rejim içinde sırıtan “ilerici inkılaplar”, her şeye rağmen bir dizi toplum kesitini Kemalizm’e uzun vadeli bir biçimde bağlayabilmiştir. Latin alfabesi, dil devrimi, “modern hukuk”, laik eğitim vb. gibi düzenlemeler “ilmiye sınıfı”nın yerine yeni bir “aydın tipi” yaratmayı başarmıştır. Bu “inkılaplar”ın yarattığı “yeni hizmet alanları” sayesinde, söz konusu kesimler maddi çıkarlar aracılığıyla Bonapartist rejime bağlanabilmiştir. Böylece geniş kitleler üzerinde, sınırlı da olsa, bir “otorite” ve “saygınlığa”; dolayısıyla da ayrıcalıklara sahip olan bir kesimin yaratılması, bunlar aracılığıyla değişik toplum kesimlerinden kısmi bir destek sağlanabilmesine olanak vermiştir. Bugün aydınların büyük bölümünün Kemalizm’e bağlılıkları ve Kemalizmin gönüllü taşıyıcıları olmaları, ideolojik bir yanılsamadan çok bu olguyla doğrudan ilgilidir. 1932’de imparatorluk döneminden beri var olan Türk Ocakları’nın yerini, “Halk Evleri” aldı. Aslında bunlar gerçek anlamda “halk evleri” değildi. Bu evler aracılığıyla yapılmak istenen, emekçi halk üzerinde bir denetim sağlamak, bunun için de halk katlarından Bonapartist rejime yandaşlar yaratmaktı. Halk Evleri’nin başkanları o illerin valileriydi. Nerede Halk Evi açılacağına partinin merkez karar organı karar verirdi. Ankara’daki Halk Evleri Genel Merkezi doğrudan doğruya CHP Genel Sekreterliği’ne bağlıydı. Doğal olarak, Halk Evleri’nin “yetkili” kurullarını parti üyeleri oluştururdu. Halk Evleri üyelerinin çoğunluğu merkezi idarenin memurları, toprak ağaları, yöre ileri gelenleri ve bunların adamlarından oluşuyordu. Aynı şekilde “köy odaları” da köylülerin kendi öz girişimlerinin sonucu olarak ortaya çıkmadı. Aslında Köy Enstitüleri de benzer kaygıların ürünü olarak ortaya çıktı. En azından başlangıçtaki düşünce öy-
37
Komünist Zemin leydi. Fakat enstitülerdeki eğitim ve sonuçları başlangıçtaki “beklentilerle çelişen meyveler” vermeye başlayınca kapatıldı… Elbette işçi sınıfına yönelik, güdüm altına almayı amaçlayan girişimlerde eksik olmadı. Böylece Bonapartist rejim altında, baskı, bürokratik düzenlemeler ve kitle desteği arayışı bir arada yürütülüyordu. Bu konuda A. Snurov şunları yazıyor: “Kemalistler halk kitlelerine hoş görünmeye çalışıyor ve bu amaçla eğitim ve sosyal yardım çabalarına girişiyordu. Bu kampanya uğruna yalnız İstanbul ilinde yetişkinler için 27 halk okulu, dul ve yoksul kadınlar için ocaklar, dispanserler açıldı. Halk Partisi emekçi kitlelerin güvenini sağlamlaştırmak için, halk bayramlarının sayısını artırdı, beyaz terörü maskelemek için gençliğin spor örgütlerini destekleyerek geliştirdi. Birtakım burjuva hanımefendileri tarafından kurulan kadın derneklerine yardım etti. Bir süre önce başbakanın yayınladığı yeni bir emre göre, Türkiye’nin spor dernekleri ile hükümet tarafından desteklenen diğer derneklerce tasfiye edilecek olan kimselere resmi daire, müessese ve devlet fabrikalarına memur olarak atanmada öncelik tanınacaktır.” 26 Bu süreç içinde CHP en önemli işlevi üstlenmişti. Asalak sınıflar Mustafa Kemal’in koruyucu kanatları altına gizlenerek, sınıfsal ve tarihsel çıkarlarını gerçekleştirmenin “en uygun” yolunu bulmuşlardı. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında kanatların altından başlarını çıkardıkları zaman, resmi ideolojinin üreticisi kimi aydınlar, durumu kavramaktan aciz oldukları için, ortaya çıkan yeni durumu, “ Atatürkçülükten sapma” olarak görme eğilimi içine girdiler. Bonapartizmin tarihsel misyonunu tamamladığını kavrayabilecek yüksekliğe çıkamamışlardı… Hakim Sınıflar ve Bonapartist Rejim Türkiye’de hakim sınıfların gelişmesi, Bonapartist rejimin koruyucu kanatları altında gerçekleşti. Türkiye’deki Bonapartizmin bir “kuruluş evresi Bonapartizmi” olması, devlete olduğu kadar egemen sınıflar blokunun evrimine de damgasını vurmuştur.
38
Benzer bir şekilde, parlamento ve siyasi partilerin işlevleri de rejimin Bonapartist niteliği ve egemen sınıflar blokuyla devlet aygıtı arasındaki ilişkilerden büyük ölçüde etkilenmiştir. İleriki sayfalarda hakim sınıflar blokunun nasıl bir gelişme seyri izlediği üzerinde duracağız. Daha önce ilk meclisin bu ittifakın kurumsallaştığı yer olduğuna kısaca değinmiştik. Aslında Birinci Meclis, mülk sahibi sınıfların çeşitli kesimlerinin ve Osmanlı bürokrasisinin büyük bir kesiminin temsilcilerini içermekteydi. Öte yandan, yasama ve yürütme yetkileri de bu mecliste toplanmıştı. Birinci Meclis’te hakim sınıflar arasında oluşan ittifak, görece “özgür” bir sınıflar ittifakıydı. Fakat, Mustafa Kemal’in Bonapartist darbesiyle bu durum değişti. Hakim sınıflar Bonapartist rejime (özellikle de Terakkiperver Cumhuriyet Fırka deneyiminin başarısızlığından sonra) boyun eğmek zorunda kaldı. Mustafa Kemal’de meclisi ortadan kaldırıp bir asker-polis diktatörlüğü oluşturma yoluna gitmedi. Aksine, kompozisyonu kendisi tarafından belirlenen bir meclis, Bonapartist rejimin dengeli bir biçimde yerleşmesini kolaylaştırdı. Mustafa Kemal’in Bonapartist rejimi, devlet aygıtı içindeki gücüne ve güçlü görünümüne rağmen, hiçbir zaman geniş kitle desteği sağlayamamıştır. Merkezi devletle dolaysız üreticiler arasındaki Osmanlı döneminden beri sürüp giden çatışma Cumhuriyet döneminde de devam etti. Mustafa Kemal ve ekibinin kitle desteği oluşturma çabaları da, bunların bürokratik niteliğinden ötürü başarılı olamazdı. Öte yandan, Milli Mücadele’nin “meclis egemenliği” geleneği ile başlamış olması da, toplumsal dayanaktan yoksun olan bürokrasinin, meclisi bütünüyle ortadan kaldırmasını engelleyen bir faktör olmuştur. Bu durumun bir sonucu olarak, Mustafa Kemal’in Bonapartizmi, kendisini “demokratik” bir görüntüyle gizlemek zorunda kalmıştır. Zaten hakim sınıfların da böyle bir siyasi rejimi kabullenmeleri için bir sürü neden vardı. En temel neden, benzer (yarıbağımlı) ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de mülk sahibi sınıfların güçsüzlüğüydü. Bu nesnel durum, bir başına Bonapartist ya da yarı Bonapartist bir rejimi ister istemez gündeme getiriyordu.
Komünist Zemin Elbette bu eğilimi güçlendiren başka özel nedenler de söz konusuydu. Birincisi; Osmanlı merkezi devlet yapısının getirdiği sınırlamalar, vesayet ve emperyalist sömürü yüzünden yerli mülk sahibi sınıflar bir siyasal liderlik oluşturamayacak kadar cılızdı. Toprak zenginleri sınıfı da ortak çıkarlar etrafında örgütlü değillerdi. Söz konusu sınıfların siyasal bir liderlik oluşturmandan önce “kendilerinin oluşturulması” gerekiyordu. Oysa, Osmanlı devlet geleneğinin sürdürücüsü “Batıcı bürokrasi” tek örgütlü güçtü. Daha açık söylemek gerekirse, merkezi Osmanlı bürokrasisi (sivil ve militer) dışında “politik sınıf rolü” oynayabilecek bir siyasal kadro yoktu. İkincisi; sermaye birikiminin çok sınırlı olduğu koşullarda tarihsel olarak karşıt çıkarlara sahip mülk sahibi sınıfların bir siyasal ittifak platformu oluşturmaları da olanaksızdı. Gerçi böyle bir ittifak Milli Mücadele sürecinde belirli hedefler etrafında gerçekleşmişti, ama söz konusu ittifakın sürdürülmesi kolay değildi. Son derece sınırlı olan toplumsal artığın (sur-produit social) mülk sahibi sınıflar arasında bir uzlaşma zemininde “özgürce” paylaşılması imkansızdı. Bir kere, sanayi ve ticaretin en büyük bölümünü yabancılar kontrol ediyordu. Öte yandan en geri üretim teknikleriyle üretim yapan tarım kesiminde, toplumsal artık çok sınırlıydı. Neredeyse tarım kesiminin geniş bir bölümü kendi kendine yeterlik aşamasında, “doyumluk ekonomi” koşullarında bulunuyordu. Dolayısıyla, Pazar için üretim sınırlı kalıyordu. Toplumsal artık bu ölçüde güdük olunca, çıkarları çelişen mülk sahibi sınıfların bir “uzlaşma zemini”nde artığı paylaşmaları zordur. Üçüncü olarak; ülkenin karşı karşıya kaldığı temel sorunların çözümü de, en liberal iktisat politikasının uygulandığı koşullarda bile, devlet müdahalesini zorunlu kılıyordu. Başka türlü söylenirse; liberal ekonomik politikalar uygulamanın koşulları mevcut değildi. Bir kere, Osmanlı imparatorluğu’ndan büyük borçlar devralınmıştı. Altyapının gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Aynı şekilde bir sürü kamu hizmeti kendini dayatmıştı… Kısaca, sömürü koşullarının yaratılıp sağlam temellere oturtulması gerekiyordu.
Bir başka neden de; “Kürt sorunu”nun henüz bir çözüme kavuşturulamamış olmasıdır… Zayıf olmakla birlikte henüz ezilip tam güdüm altına alınamamış bir işçi sınıfı vardı. Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde, mülk sahibi sınıflar en güçsüz olduğu zaman bile işçi sınıfından korkarlar. Biraz da, çok korktukları izlenimi yaratmak isterler. Elbette bu sebepsiz değildir. “Kendi ideolojisi”nin kitlelerdeki kalıcılığına olan güvensizliğin sonucudur. İşte, söz konusu ortamda ve verili koşullarda, mülk sahibi sınıflar için en güven verici ve uzun dönemde en akla yakın seçenek, çıkarların korunmasını bir Bonapart’a bırakmaktır. Marx’ın dediği gibi, “ kesesini kurtarmak için mülk sahibi sınıfların zorunlu olarak tacını kaybetmesi” gerekiyordu. Mülk sahibi sınıflara varlığını koruyup güçlenebilmek için Mustafa Kemal’in Bonapartist diktatörlüğünün vesayeti altına girmek dışında bir alternatif gözükmüyordu. Şüphesiz nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülüğün savaş, hastalık ve açlık yıkımlar ve yüzyılların mirası olan “tevekkül”ü, sessizliği ve edilgenliği de Bonapartist rejime dolaylı bir destek sağlamaktaydı… Hakim sınıflar bir kere Bonapart’ın vesayeti altına girmeye razı olunca, faaliyet alanlarının ve karşılıklı ilişkilerin sınırlanması olasılığını da kabullenmiş olurlar. Mülk sahibi sınıflar, Bonapartist rejim altında, devlet bürokrasisinin siyasal egemenliğini kabullenince, sonuçlarına katlanmak, sineye çekmek zorunda kaldılar. Sadece bürokrasinin bazı irrasyonelliklerine değil, siyasal etkinliklerine dayanarak, üst düzeydeki bürokratların devleti soyarak zenginleşmelerine de göz yummak zorunda kaldılar… Bu durum yeni oluşan mülk sahiplerinin niteliğini de belirlemiştir. İlk büyük zenginler, ekonominin kilit noktalarını denetleyen büyük bürokratlardı… “Osmanlı geleneğinden beri paşalarımızı toprak çekiyordu. Atatürk, hemen zafer ertesi, Silifke’de Bodosaki’nin çiftliğini mütegalibeye kaptırmamak için, bir gazeteciyi aracıyaparak ihaleyle satın aldı. Ve her ilde örnek çiftlikler kurmuştur.” 27 Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Geberen Kapitalizm adlı eserinde şunları yazıyor:
39
Komünist Zemin “1929 Türkiye’sinde 25 milli kapitalle sanayi ve maden şirketi vardı. Bunların idarelerinde 20 kadar mebus alakadardı. Mevcut Milli 38 bankada 31 tane mebus bulunuyordu. Yani, hemen hemen her büyük yerli şirketin mecliste bir mebusu var! Her şirkette bulunan çok eski temyiz azalarını, büyük askeriye ve mülkiye erkanını da hesaba katmalıdır. Sonra bütün büyük endüstriye 7 banka egemendi demiştik. Bunlardan üçü devlet bankasıdır; fakat yalnız birinde (15-20 müesseseyi güden İş Bankası’nda) 13 mebus vardır. İş Bankası’nın sabık müdürü Celal sıfatı ile Türkiye’nin ekonomi politik müdürü olmuştur.” 28 Ne var ki; Kıvılcımlı’nın yazdıklarını nüanse etmek gerekir. Bir kere meclisin niteliği hakkında açıklık olmalıdır. Meclis, gerçek ve özgür bir seçimle oluşan bir meclis değildi. Bir “memurin” meclisiydi. Dolayısıyla söz konusu olan, sermayenin meclisteki temsilcilerinden çok, bürokratların sanayi ve ticaretin kilit noktalarına çöreklenmesi ve sermayenin denetiminde söz sahibi olmalarıdır. “İlk aferizm (çıkarcı özel iş) fesadı; Ankara’da iş takibine gelenleri haraca kesmekle başlamıştır… Bugün Milli Savunma’nın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcilerinin aynı milletvekili olduğu görülmüştür. İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur.”29 Ancak yukarıdaki ifadeden tek yönlü bir ilişki olduğunu varsaymak yanıltıcı olur. Nitekim bir yandan bürokratlar “burjuvalaşırken”, diğer yandan mülk sahibi sınıflar da bürokrasiye entegre oluyorlardı. “Sürekli olarak mebusluğa tayin edilenlerden biri Emin Sazak’tır. Emin Sazak, 1920-1950 arasında, yani otuz yıl müddetle, devamlı olarak mebusluk yapmıştır. 1920’li yıllarda derebeyliğine dayanarak mebus seçilmiştir… 1927, 1931, 1935 dönemlerinde bizzat Ebedi Şef, Gazi Mustafa Kemal, 1939, 1943 dönemlerinde de, Milli Şef İsmet İnönü tarafından mebusluğa tayin edilmiştir.”30 Emin Sazak, Eskişehir yöresinin en büyük toprak ağalarından biridir. Topraklarının 70 bin dönümü bulduğu ileri sürülürdü. “Emin Bey’in arazisinin içinde dört tane tren istasyonu vardır. Beylikahır,
40
Yalınlı, Yunus Emre ve Sazak istasyonları. Ayrıca Sazak, Beylikahır, Nazlı, Saray, üç Başlı, Ahırüzü, Ahırköy, Yaylaköy, Karaçam, Yunus Emre, Kızılören gibi 15 köy bu toprakların içinde yer alıyor. Üzerinden Porsuk çayının aktığı bu verimli topraklarda Emin Sazak 7 tane çiftlik kuruyor. Her çiftlikte bir saray var. Sazak Köyü’nde ise üç tane konağı bulunuyor. Ayrıca Samsun’da da mülkü ve arazileri var.”31 Resmi ideoloji üreticisi yazar ve bilim adamları Emin Sazak’ın toprak ağası olduğu için toprak reformu yasasını engellediğini yazmayı adet edinmişlerdir. Emin Sazak’ı kanunun çıkması gereken meclise kimin getirdiğinden hiç söz etmiyorlar. Bu ünlü toprak ağasını otuz yıl süreyle aralıksız meclise “tayin edenler” kimlerdir? Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün toprak reformu için “yanıp tutuştuklarını”, ama mecliste ağaların buna engel olduğunu yazmak ne demek olur? Eğer bunu yazarlarsa, o zaman Ebedi Şef ve Milli Şef’in devrimciliğine, gölge düşürmüş olurlar… Mebus tayinleri sırasında unutulmayan çok sayıda toprak ağası vardı. Çukurova’nın en büyük toprak ağalarından Cavit Oral 1931, 1935, 1939, 1943 dönemlerinde; yine Çukurova’nın başta gelen toprak ağalarından Damar Arıkoğlu, 1920, 1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 dönemlerinde milletvekili olarak TBMM üyesidir.**** Bundan başka, Ali Saip Ursavaş, Cemal Hüsnü Taray, Hilmi Taray, Hilmi Uran, Kasım Gülek ve Hilmi Uluğ isimleri unutulmayan ağalardır. Kasım Gülek, Şeref Uran aynı zamanda önde gelen bürokratlardandır. 1931’den sonra Adnan Menderes de sürekli mebusluğa tayin edilenler arasına girmiştir. Menderes ailesinin Aydın’da 60 bin dönümü aşan toprakları vardı… Menderes; “kendisini Mustafa Kemal’in keşfettiğini, mebusluğunu hararetle istediğini,”32 yazar. Meclise sürekli tayini çıkanlar sadece toprak ağaları değildir. Sürekli olarak “mebusluğa” tayin edilen şeyhler de var. 1920-50 döneminde Vanlı İbrahim Arvas, tayin listelerinde sürekli var olan bir şeyhtir. Aynı şekilde Hakkı Ungan, 1923’ten öldüğü 1943 yılına kadar mebus tayin edilmiş bir şeyhtir. Diyarbakır mebusu Zülfü Tigrel, Siirt mebusu Şeyh Halil Hulki, Mahmut Soydan, Süreyya Özgeevren sürekli “mebus” tayin edilen
Komünist Zemin şeyhler arasındadır.33 Bunlar ortadayken, Mustafa Kemal’in, “Efendiler ve Ey Millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz” sözlerini her halde biraz nüanse etmek gerekecektir. Görüldüğü gibi, sadece bürokratlar burjuvalaşmıyor, mülk sahibi ağalar ve şeyhler de “bürokratlaşıyor”. İşte bu yüzden Türkiye’de hakim sınıflar bloku böylesine bir karşılıklı “yatay geçişler” süreci sonucunda biçimlenmiştir. Bu yüzden, hakim sınıfların ve fraksiyonlarının her birini “özerk” varlıklar olarak ele alıp, bağımsız evrimlerini tahlil edip kavramaya çalışmak yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Yeni kurulan bir devlet içinde bu kesimlerin her birinin yerleşmiş, kökleşmiş (geçmişten miras aldıkları kimi özelliklerin
dışında) bir konumları yoktu. Tersine, toplumsal formasyonun evrimiyle birlikte, iç içe, karşılıklı ilişkiler ve “yatay geçişler”le evrimleşip kökleşmişlerdir. Asker-sivil bürokrasi kesimi, Cumhuriyetin ilk yıllarıyla birlikte sadece bürokrat olarak varlıklarını sürdürmediler. Üst seviyelerde (hiyerarşide) onları, ticaret, sanayi, bankacılık, toprak spekülasyonu vb. gibi alanlardaki “çabaları” sonucu mülk sahibi sınıf konumuna terfi etmişlerdir. Türkiye’de hakim sınıfların Bonapartist rejim altında devlet aygıtıyla özel ilişkileri ve “yatay geçişler” sonucu gelişmesi, siyasal temsilcileri ile ve devlet aygıtıyla ilişkilerinin niteliğini de belirlemiştir. “Çok Partili” rejime geçişle birlikte, ortaya çıkan farklı siyasal kadrolar karşısında ise değişik bir tutum benimseyeceklerdi.
Dipnotlar: * ** ***
Bkz. F. Başkaya, Paradigmanın İflası Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Özgür Üniversite Kitaplığı 32, s. 167-197 Özel bir devlet biçimi Milletin vekili olabilmeleri için vekaletin millet tarafından verilmesi gerekir. Kişinin seçtiği adamlara yakışan “milletvekilliği” değil, memur kavramıdır. Seçim olmayan yerde vekil de olmaz.
**** Demir Arıkoğlu, Mustafa Kemal’e Chevrolet marka bir otomobil hediye eden kişidir. (Bkz. S. Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, s. 115) 1
İsmail Beşikçi, CHF Tüzüğü ve Kürt Sorunu, s. 200.
2
Aktaran: Montaigne, Denemeler, Çev.: Sebahattin Eyüboğlu, Gür Yay., 1970, s. 26.
3
L. Trotsky, Faşizme Karşı Mücadele, Köz Yay., s. 349.
4
L. Trotsky, a.g.e., s. 345.
5
Sol Yayınları, s. 68-69.
6
In Bolchevisme Contre Stalinisme, s. 117.
7
L. Trotsky, In Bolchevisme Contre Stalinisme, Editions de La Taupe Rouge, No: 9, s.117.
8
M. Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti, s. 97.
9
Soyadını ilk defa nerede kullandı: 8 Kasım 1934’te Sümerbank tarafından açılan bir serginin hatıra defterine yazdığı yazıda kullanmıştır. 19 gün sonra da Soyadı yasası çıkmıştır. Bkz. S. Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, s. 116.
10
Metin Heper, Bürokratik Yönetim Geleneği, ODTÜ Yay., Ankara 1974, s. 104.
11
Ç. Keyder, a.g.e., s. 65.
12
Ali Fuat Başgil, “Dördüncü Kurultay Münasebetiyle” T. Parla, s. 121.
13
F. R. Atay, Çankaya, s. 345.
14
E. J. Zürcher, Milli Mücadelede İttahatçılık, a.g.e., s. 281.
15
S. Ağaoğlu, DP.’nin Doğuşu ve Yükseliş Sebepleri, s. 19-20.
16
S. Ağaoğlu, a.g.e., s. 21-22.
17
Bernard Lewis, The Emergence Of Modern Turkey, s. 282-283.
18
Bahri Savcı, Demokrasimiz Üzerine Düşünceler, SBF. Ankara, 1963, s. 32-33.
19
Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri.
20
İ. Beşikçi, CHF Tüzüğü ve Kürt Sorunu, Komal Yay., 1978, s. 74.
21
Hakimiyet-i Milliye, 31 Ağustos 1927, Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, cilt IV, s. 534.
22
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1881 -1938 Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar, İst, s. 319.
23
CHP Genel Sekreterliğinin Parti Örgütüne Genelgesi, cilt 1, s. 9. Altını biz çizdik
24
Hilmi Ural, Hatıralarım, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1959, s. 297-298.
25
Samir Amin, “Democracy and National Strategy in Periphery”; Third World Quarterly, (4e) October, s. 1151.
26
A. Snurov, Türkiye’de Sanayi Proletaryası, Yar Yayınları, s. 19-20.
27
H. Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Tarih ve Devrim Yayınları, ıı. Baskı, İstanbul, 1974, s. 190.
28
H. Kıvılcımlı, Geberen Kapitalizm, s. 71-72.
29
F. R. Atay, Çankaya, s. 426.
30
İ. Beşikçi, CHF Tüzüğü, a.g.e., s. 278-279.
31
İ. Beşikçi, CHF Tüzüğü, a.g.e., s. 278-279.
32
Ş. S. Aydemir, İkinci Adam Ve Menderes’in Dramı, 1969, s. 93-97.
33
Bkz. İ. Beşikçi, a.g.e.
41
Komünist Zemin
Fikret Başkaya ile Rejimin Karakteri Üzerine Söyleşi Komünist Zemin: Paradigmanın İflası adlı kitabınızda, Kemalist rejimin karakterini tanımlarken Orijinal Bir Bonapartizm olarak tanımlıyorsunuz. Aynı zamanda da bu sürecin –Bonapartist dönemin- aşağı yukarı 25 yıllık bir süreç olduğunu, Ebedi Şef’in ardından Milli Şef döneminin kapanışı ile birlikte de tamamlandığını söylüyorsunuz. Peki, sonraki süreci, yani Milli Şef sonrası dönemi nasıl tarif ediyorsunuz? Fikret Başkaya: Bir kere bu soru ile ilgili çok önemli bir hususu akılda tutmamız gerekiyor. Eğer, Avrupamerkezli bir bakışla Osmanlı sosyal formasyonunu tahlil etmeye kalkarsan, ya da Avrupamerkezli ideolojik yabancılaşmayla malûl buranın insanlarının yazdıklarından ya da doğrudan Avrupalıların yazdıklarından hareket edersen, burada olup biteni Avrupa’dakine benzetme, uydurma, yani onunla özdeşleştirme durumu ortaya çıkar. Birtakım kurumların, söylemlerin, mekanizmaların varlığı, bunların reel durumun karşılığı olduğu anlamına gelmiyor. Dolayısıyla Türkiye’deki rejimi, onun dününü, dünden bugüne evrimini, bu günkü durumunu anlamak isteyen birinin, Avrupamerkezli ideolojik yabancılaşmayla mamûl olmaması gerekir. Aksi halde görüntüyü gerçek durum sayması riski büyüktür. Bunun için önce Osmanlı İmparatorluğunun mantığını iyi kavrayacak, tahlil edecek, ikinci olarak da imparatorluğun son iki yüzyılında gerçekleşen ‘yeniliklerin’, tanzimat ve ıslahatların, inkılapların mahiyeti ve işlevi hakkında kafa karışıklığına sahip olmayacak.
42
Bir üçüncü mesele de söz konusu ‘reformların’ arkasında kim vardı ve hangi kaygılarla bu işe girişmişlerdi? Bir kere ‘yenilik’ denilenler yeninin değil, “Eskinin” hizmetindeydi. Eski şarabı yeni şişeye koymak şarabın niteliğini ne kadar değiştirebilir? Amaç hiçbir zaman “yeni bir şey” yapmak değildi. Ortada kendi sınıfsal-tarihsel çıkarını dayatan yeni bir sosyal sınıf yoktu. Herkesin ortak kaygısı devleti kurtarmak ve yaşatmaktı. Başka türlü söylersek, yapılan yenilikler ‘yeninin’ değil, ‘eskinin’ hizmetindeydi. Ortada ne yeni-güçlü bir sosyal sınıf var ne de onun ideolojisini oluşturup- formüle edecek, yayacak bir ideolojik, politik, entelektüel- estetik akım. Yeni ve farklı bir toplum projesi söz konusu değildi. O zaman da tarih, “kopuşun” tarihi değil, “sürekliliğin” tarihi olabilirdi ve öyle de oldu... Gerçek durum böyleydi ama söylem farklıydı... Velhasıl söz konusu olan ‘eskiyi’ [Ancién Régime] yeniymiş gibi göstermekten ibaretti... Elbette hiçbir şey değişmedi demek istemiyorum, sadece “değişimin” sorunun esasını angaje etmediğini hatırlatmak istiyorum. Mesela bizdeki, TBMM nasıl gündeme gelmiş, Batı’da nasıl var olmuş, nasıl? Oradaki parlamento, ezilen kesimlerin, ezilen sömürülen sınıfların baskısıyla, diretmesiyle kazanılmış bir mevzidir. Türkiye’de de öylemidir? Parlamento da dahil bizdeki tüm ‘modern kurumlar’, mekanizmalar ve söylemler merkezin, veya aynı anlama gelmek üzere egemen sınıfın iktidarını korumanın ve sürdürmenin araçları olarak gündeme gelmiştir. Oysa, bunların merkezin iktidarını sınırlamanın, aşmanın araçları olması gerekirdi... Mesela 1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin [ ilk anayasa denir] arkasında kim vardı? 1908, 1923, 1946-50 ve sonrası, söz konusu genel doğrultunun uzantılarıdır. Eski Rejim kapitalizmin kendini taklit edemediğinde [ zira mümkün değildi] onun kimi söylem ve mekanizmalarını, teknolojisini, ürünlerini, taklit edebilirdi. Netice itibariyle bu toplumun geçmişinde bir modernite
Komünist Zemin ve aydınlanma devrimi yaşanmış değil. Bu son derece önemlidir ama resmi tarih aksini kafalara sokmak için büyük çaba harcadı. Soruya gelirsek, rejimin niteliği söz konusu olduğunda, Mustafa Kemalin dönemi olan 1923-1938 aralığını ‘Orijinal Bir Bonapartizm’ olarak tanımlamak bana uygun göründü, 1938-1946-50 dönemi de onun karikatürüydü. Kabaca 1923-1950 dönemini ‘Bonaraptist’ olarak nitelemekte bir sakınca olduğunu sanmıyorum. Elbette şöyle bir soru akla gelebilir: Neden Bonapartist değil de ‘Orijinal Bir Bonapartizm’? Eğer bir kavramın önüne bir niteleme sıfatı geliyorsa, orada mutlaka bir sorun var demektir. Nitekim burada da öyle bir sorun var. Ve kitapta kullanılan bu kavram bir analoji öğesi olarak görülmelidir. Bilinen Bonapartizmlere benzeyen tarafı var ama onunla örtüşmeyen hususlar da var. Oradaki ‘orijinal’ sıfatı bunun emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkede olduğunu hatırlatmak içindir. Yoksa, kavramın temel unsurları olan: 1. Egemen sınıf [burjuvazi] ile emekçi sınıflar [proletarya ve diğerleri] arasındaki çatışmanın kritik bir noktaya gelmesi veya , 2. Egemen sınıfı oluşturan unsurlar arasındaki rekabetin ve çatışmanın kritik bir aşamaya gelmesi söz konusu değil. Kemalist rejim bu sınıflar arasındaki çatışmayı yatıştırmak için değil, tam da onları oluşturma misyonuna koşulmuş ‘orijinal’ bir Bonapartizmdi... Başka türlü söylersek, bizdeki Bonapartizmin misyonu gelişmemiş, cılız sınıfları oluşturmaktı. Fakat orada da iki sorun vardı: kapitalist sınıf veya geniş anlamda burjuva sınıfı devletin serasında büyüyecekti; ikinci olarak da ancak komprador bir sınıf olabilirdi ve öyle de oldu. Bu da demektir ki, Türkiye’de devletle normal olarak egemen sınıf konumunda olması gereken kapitalist sınıf ve çevresi [geniş anlamda burjuvazi] arasında bir ilişki tersliği vardı ve bu durum bu gün de genel bir çerçevede devam ediyor.
Bu da Osmanlı devlet geleneğinin veya onun İttihatçı versiyonunun hala etkinliği sürdürmesi demek. Milli Şef [İnönü] sonrası dönemde rejimin niteliği itibariyle kayda değer bir değişiklik yok. Fakat Bonapart sahneden çekildiği için rejime bonapartist demek de mümkün değil. Sınırlı da olsa, güdük de olsa bir seçim ve temsil mistifikasyonu söz konusu. Şöyle bir durum var: Yönetim üslubu özde değişmeden kalıyor hatta askeri darbelerle takviye edilmek isteniyor ama demokrasi oyunu da hep gündemde kalıyor. Bir tür ‘küçük demokrasi’ veya ‘düşük yoğunluklu demokrasi’ oyunu oynanıyor demek mümkün. Komünist Zemin: Maksat burada egemen sınıfı yaratmak mıydı? Fikret Başkaya: Tabi; egemen sınıfı yaratmak, egemen sınıfı güçlendirmek ama asıl amaç bizzat devleti güçlendirmekti. Komprador kapitalist sınıfı güçlendirmek aslında devleti güçlendirme kaygısının bir türeviydi... Fakat, burada gözden kaçan umumiyetle bizim resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmiş diplomalı, “aydın”, “akademisyenler”İn göremediği, anlayamadığı bir husus var: Şimdi, bu parlamento, bu kurumlar, siyasi partiler, seçimler, mahkemeler vs., yani rejime bir yama şeklinde olduğu için, son tahlilde rotayı belirleyen benim ‘Asıl Devlet Partisi’ dediğim odaktır. Tabi, söz konusu odak dün kimlerden oluşuyordu, bu gün kimlerden oluşuyor, bunu bilmek mümkün değil, zira gizli... Dikkat ederseniz, darbeyi yapan ittihatçılar iktidara geldikleri halde, örgütün ‘merkez-i umumisi’ gizliliğini koruyor. Merkez-i umumi demek, ne demek? Polit büro demek. Böyle bir yapılanma da ikili bir yapının varlığı demek. Tabi bunun gücü, ağırlığı, üslubu, tarihsel süreçte, konjonktüre göre değişiyor ama varlığını koruyor ve bunlar kendilerini “memleketin sahibi” olarak görüyor... Her kritik dönemeçte de duruma müdahale ediyor... Yani, şimdi, Bonapartizmin iki aşamada sahneden çekilmesi, bir, Mustafa Kemal’in, Bonapart’ın çekilmesi, iki, onun karikatürünün ortadan çekilmesinden sonra o ekibin etkisi ortadan kalktı diye bir şey yok.
43
Komünist Zemin O devam ediyor, bugün de devam ediyor 27 Nisan 2007’ye bak anlarsın... Komünist Zemin: Bu durumda, Bonapart siyaset sahnesinden çekildi ama bonapartizmin olmasa da Bonapart döneminde oluşan iktidar odağının, sizin deyiminizle ‘Devlet Partisi’nin egemenliği devam ediyor, öyle mi? Fikret Başkaya: Devam eden elbette Bonapartizm değil. Biliyorsunuz Bonapart, şahsiyeti, kişiyi angaje ediyor ve şahsiyet olmadan, Bonapart olmadan Bonapartizm de olmaz. Sürekliliği olan modern görünümlü [yarı-modern] otokratik devlet anlayışıdır. ‘Merkezin’ belirleyiciliğini sürdürmesidir. Buna pekâlâ “vesayetçi-otokratik gelenek” diyebilirsiniz. Mustafa Kemalin karizması onu ‘Bonapart’ yapıyor ama sahneden çekilmesi Bonapartizmin de sonu demek. Biraz daha yakından alalım, 1923’ten 50’ye kadar otokratik bir diktatörlük var. Fakat, II. Emperyalist Savaş’ın bitiminden itibaren hem iç hem dış durum, artık eski yapıyı sürdürmeye müsait değil. Kitlelerin durumu çok kötü, kara yoksulluk var, yoksunluk var, bunalmış bir halk var, onun biraz nefes almasını sağlamak lazım. Bir defa bir dış faktör var, emperyalist hiyerarşide değişiklik ortaya çıkmış, ABD mutlak üstünlüğe sahip bir hegemonik güç durumuna gelmiş, faşizm yenilmiş, Sovyetler etkinlik alanını genişletmiş, velhasıl dünyanın manzarası değişmiş. Bu yeni duruma ayak uydurmak gerekiyor. Egemen sınıfının ‘pozisyon belirlemesini” dayatan bir dış faktörde var. İşte bu ikisinin diyalektiği ve dayatması ‘çok partili sisteme’, ‘demokrasiye’ geçişi zorluyor. Gerçi ‘Hür Dünya’ denilende yer almak için demokrasiye geçmek mutlaka gerekli değil. Biliyorsunuz Franko da, Salazar da Batıya ve NATO’ya dahildi... Şimdi 1923’ten 50’ye kadar bunlar götürüyorlar. Fakat 1945-46’da diyorlar ki “çok parti olsun”. Aslında çok parti değil, birden çok devlet partisine geçiliyor, taşeron parti bunlar, yani danışıklı dövüş, muvazaa partileri... Fakat, muvazaa partisi de olsa halk işe sınırlı da olsa karışınca [halk iradesi] güdümlü hareketin, muvazaa muhalefetinin sınırı aşması her zaman mümkündür ki, işte peşi sıra askeri darbeler
44
bu yüzden gündeme geliyor... Zira, toplumsal hareketin dinamiği her zaman harekete geçme potansiyeline sahiptir. Güdümlü hareketin güdümlü olmaktan çıkması, “sınırı” aşması daima mümkündür. Bu sosyal hareketin dinamiğinde ve mantığında olan bir şeydir. 1946 -50 sonrasında muvazaa partileri [taşeron partiler] aracılığıyla yönetme, uzaktan kumandayla yönetme dönemi başladı. Nitekim kurulmasına izin verilen muhalefet partisi DP, CHP’den ayrılan bir ekip tarafından kuruldu... Oysa, çok partiye geçilebilmesi için, teorik olarak CHP’nin kapatılması gerekirdi, çünkü o devletle bütünleşmiş bir parti biliyorsunuz. Bu yapılmıyor, onun yanında bir ikincisinin [DP] kurulmasına izin veriliyor, ‘merkezin’ durumunu korumasını sağlayan bir manipülasyon yapılıyor... Celal Bayar’la Milli Şef İnönü arısında bir pazarlıkla DP kuruluyor... Diyor ki, “rotaya dokunmayacaksın”. Tabii bu o kadar da mümkün birşey değildir zira, sen hem kitleden oy alacaksın hem de hiçbir şey yapmayacaksın, bu mümkün değil. Sürtüşme çıkması ve ‘belirlenen sınırın” aşılması kaçınılmaz. O zaman ne yaptı? Taşerona dedi ki “sen benim şartlarımı ihlal ettin” ‘anlaşmaya uymadın’ ve darbe yapıp seçimle gelen başbakanı astı. Şimdi ne oldu o zaman? Yani aracın direksiyonuna tekrar geçti ve dedi ki “bu aracı öyle bir kurgulayacağım ki, benim bir daha aracın şoför mahalline çıkmama gerek kalmayacak.” Fakat orda tabi yine ittihatçı zihniyetin atladığı bir şey var; yine sonuçta orada toplum iradesi, yani insanların bilinci devreye girecek. Nitekim, çok iyi kurguladılar aslında, mesela ne yaptılar, İkinci bir meclis olan Senato, tabii senatörlük ve kontenjan senatörlüğünü getirdiler. Anayasa mahkemesi darbe anayasasıyla oluşturuldu. İnsanlara anayasa mahkemesi demokrasinin gereği olarak sunuldu. Oysa, anayasa mahkemesi halk iradesinin önünü kesmeye yarayan araçlardan biridir. Başka ne yaptı? Eskiden bir tüzük maddesiyken ordunun “koruma kollama görevi” bir kanun mertebesine yükseltildi. En önemlisi de MGK’nın 1961 anayasayla devlet içinde devlet haline getirilmesidir. Ve Türkiye’de sol yıllarca bu anayasayı yere göğe sığdıramadı... Bu arada Planlama Teşkilatı da “merkezin” kaynak dağılımını denetlemesinin bir
Komünist Zemin aracıydı... Hakikaten böyle boğucu bir yapılanma varken, seçim yapmak abes gibi gelebilir. Buna rağmen, on yıl geçti geçmedi darbe yapmak zorunda kaldılar. Fakat 1971 darbesi biraz farklıydı. 60 ve 80 darbeleri kadar belirleyici ve etkili değildi... Komünist Zemin: Burada biz tekrar biraz başa dönüp bugüne doğru gelmek istiyoruz. Şimdi, başlangıçta, burjuvasız burjuva devleti kurmak maksadıyla yola çıkmış bir kadro var. Çoğu eski İttihatçılardan oluşan bir kadro. Bunların maksatlarının biri, o devletçi geleneği, eski yapıyı sürdürmek ve yeni bir sınıf yaratmak. Ama bu süre içerisinde sanki bu kadrolar biraz da bir ayrı bir kast’a dönüşüyor. Bir sınıf olmasa da, zaman içerisinde kendi bankaları olan, ciddi bir sermaye birikimine sahip bir kast oluşuyor burada. Biz, bunların sık sık siyasete müdahalesini aynı zamanda bununla açıklıyoruz. Burjuvasız burjuva devleti kurmak maksadı güden Bonapart ve etrafındaki kadrolar, burjuva sınıfı yaratıldıktan sonra bu sınıfın egemenliği altına girmiş olması gerekiyor. Ama görüyoruz ki böyle bir bağlılık yok. Yani ilişki tipik burjuva sisteminden farklı. Oldukça kafa karıştırıcı olan bu durumun sanki başka bir örneği de yok. Mesela, diyelim ki 28 Şubat, hatta şöyle diyelim; 60 Darbesi, 28 Şubat, 27 Nisan bu durum için birer örnek. Bu süreçlere baktığımızda aşağıdan bir hareket, yani aşağıdakilerin bir hareketi mevcut değil, sistemi zorlayan bir sınıf çatışması yok, ama yine de ordu ve onun etrafında kümelenmiş kadrolar hayata ve siyasete doğrudan müdahale ediyor. Buralarda, devletin kurucusu olan kast’ın, bizzat kendi eliyle yarattığı egemen burjuvaziyle çıkar çatışmasına girdiğini ve burjuvaziye rağmen hayata müdahale ettiğini görüyoruz. Ama 80 Darbesi ayrı, farklı bir şey. Sanki 80 öncesi herkesin hemfikir olduğu bir durum var. Ordunun, sermaye guruplarının, dış güçlerin vs., bunların hepsinin iradesini temsilen ordu hayata el ko-
yuyor yada müdahale ediyor. Söylemek istediğimiz şu: Başlangıçta, niyet bir burjuva sınıfı oluşturmak olsa da, devletin temel kurucu unsuru olan ve dolayısıyla kendisini devletin sahibi olarak gören asker-sivil bürokratik bir kast var. Kendi sermaye ayaklarını da oluşturmuş olan bu kast, yarattığı, koruyup kolladığı sınıfa karşı da kendi çıkarlarını korumak için görece bağımsız duruşunu koruma refleksine sahip. Ve kendi çıkarlarının risk altında olduğunu düşündüğü ya da fark ettiği anlarda, ona da müdahale ediyor. Belki bu duruma bir Bonapartizm demek yanlış ama, Bonapartizm geleneğinden gelen bu kast’ın ve onun kültürünün ordu üzerinden bir sürekliliği var. Bu durumu siz nasıl izah ediyorsunuz? Fikret Başkaya: Benim sorunuzla ilgili söyleyeceğim şu: 1945-50’de Bonapart sahneden çekilirken devletin yapısında, devlet zihniyetinde egemen elitin topluma ve dünyaya bakışında bir değişiklik ortaya çıkmıyor. Soruda dikkatimi çeken bir hususun da altını çizmek gerekiyor: Aslında 1908 öncesiyle 1908 sonrası ve aynı şekilde 1923 sonrasında yönetimde asla bir kopukluk söz konusu değil. Dolayısıyla bu ‘dönemeçlerin’ anlamı hakkında resmi ideoloji dışı ve tabii Avrupamerkezli olmayan bir yaklaşım gerektiği kanaatindeyim... Komünist Zemin: O halde devlet egemen sınıfa teslim edilmedi, öyle mi? Fikret Başkaya: Asla teslim etme diye bir şey yok, o yapı, zihniyet ve üslup devam ediyor. Ama buna rağmen ondan sonrası için artık Bonapartizm diyemeyiz. Çünkü, Bonapartizm kavramı kişiyle, yani Bonapart’ın kendisiyle de ilgili olduğu için, Bonapartizm diyemeyiz ama, süreklilik bakımından ben de sizinle aynı fikirdeyim. Yaptığınız tahlil bence tutarlı ve benim kafamdakiyle örtüşüyor. Yani, 1950’de artık “kardeşim alın, biz buraya kadar getirdik, hayırlı olsun” diye bir şey yok. Kulise çekiliyor, kulisten yönetiyor, eğer kendisi için ‘tehlikeli’ bir durum olduğunu düşünürse de kulisten sahneye geçiyor. Zaten mesafe çok kısa... Velhasıl sahneye çıkıp sahneyi düzenliyor ve tekrar kulise çekiliyor... Şu anda da
45
Komünist Zemin aynı şeyi yapmaya devam ediyor ama biraz farklı... Dolayısıyla esasa ait değişen pek bir şey yok. Ha, bu zaman zarfında ne oluyor? Bu zaman zarfında onların palazlandırdığı sermaye kesimi ağırlık olarak büyüyor, fakat bu büyüme göreli bir büyüme, emperyalist sistem karşısında da bir öneme ve kıymet-i harbiyeye sahip değil. Dolayısıyla, bu burjuvazi devletin serasında yetişmiş olmaktan, güdük, raşitik bir sermaye sınıfı olmaktan kaynaklanan zaaflarla malûl. Neden böyle bir süreklilik var? Mesela, bir siyasi parti kuruluyor-kurduruluyor, iyi kötü bir oy alıyor, ya tek başına ya koalisyon ortağı olarak hükümet kuruyor. Fakat, hiçbir zaman “Kürt sorununu şöyle çözeceğim” diyemez. Ermeni sorunuyla ilgili karanlık olan şeyleri “açığa çıkaracağım” diyemez. Bu ülkede şu kadar faili meçhul cinayet var bunun “üzerine gideceğim, açığa çıkaracağım, hesap soracağım” diyemez, işte “Kıbrıs’ı şöyle çözeceğim” diyemez. Anlatabiliyor muyum yani, bırakın onu türban’ı –adam türban için oy aldı geldi- “çözeceğim” diyemez ve çözemez... Dolayısıyla ilişkinin yönünü benim Asıl Devlet Partisi dediğim ve bu ülkenin kaderini 90 yıldır elinde tutan ekiple, onların araçlaştırdığı kurumlar belirliyor. Erbakan başbakan olabilir, Süleyman Demirel başbakan olabilir, Tayyip Erdoğan başbakan olabilir, yani hükümet olabilir, fakat iktidar olmalarının imkânı yoktur. Ve bugün bu tabloda kayda değer bir değişiklik yok... Bunun sürekliliği bakımında hiçbir tartışma yoktur. Çünkü, bunun olabilmesi için burjuva sınıfının kendi rüştünü ispat edip, yumruğunu vurup “efendi ben senin maaşını veriyorum, bir dakika, haddini bil” demesi lazım. Fakat o maaşı, bakın bu zihniyet bakımından söylüyorum, Paradigmanın İflası yayınlandı, 15 gün sonra İstanbul’da soruşturma açıldı. Bir avukat gidiyor o soruşturmayı yapmakta olan savcıya, diyor ki “efendim bu bir akademik şahsiyet tarafından kaleme alınmıştır, yazarı bir bilim adamıdır -bilim adamı lafı da uygun değil ya neyse- bir bilim adamına bölücülük propagandası suçlaması kabul edilebilir değildir” diyor. Savcının verdiği cevap aynen şu: “Bir dakika, hem devletin parasını ye, hem devleti yıkmaya çalış, öyle yağma yok!” Yani bir, sahiplenme, kendini ‘memleketin sahibi’ olarak görme anlayışı var...
46
Avrupamerkezci olmayan bir tahlil yaptığın zaman, farklılığı görmen mümkün hale geliyor… Dünya Yazarlar Örgütü PEN birkaç şehirde konferans vermek üzere beni İsviçre’ye davet etmişti: “ İki tane Türkiye var dedim. Bir, sizin buradan bakınca gördüğünüz, ikincisi de, benim yaşadığım.” Ya bir insan bakıyor her şey var, siyasi partiler var, seçimler oluyor, hükümetler değişiyor, yüksek yargı, “hür basın”, vb. velhasıl şekil şartı olarak hemen her şey var... Ama bunların işlevi ‘eskiyi’ koruyup-sürdürmek, bu amaçla kitlelerde yanılsama yaratıp- oyalamak... Onun için süreklilik konusunda hiçbir tartışma yok, fakat, eğer onu Orijinal Bir Bonapartizm olarak alırsak, 1945-50’den sonra, devlet yönetimi anlayışında, egemenlik anlayışında, rejimin genel rotası bakımından değişiklik söz konusu değil. Sadece, diyor ki “bundan sonra uzaktan kumanda ile yöneteceğim, taşeron kullanacağım.” O halde taşeronlarla zaman zaman çatışmasının sebebi ne? Partiler oy istedikleri sürece taviz vermek zorundalar, dolayısıyla siyasi parti Asıl Devlet Partisinin tanıdığı sınırı aştığında, ya da öyle düşündüğünde bir darbeyle onu hükümet olmaktan uzaklaştırıyor, burnunu sürtüyor... Zaten yönetim üslubu ve mevzuat daha baştan siyasi partiyi biçimlendiriyor. Önce ilk sınavı geçmesi ve kendini kanıtlaması gerekiyor. Buna rağmen sorunlar çıkıyor, sorun çıkınca da hizaya getiriyor... 5060 döneminde sen işçi partisi kurabiliyor muydun? Kuramıyordun… Peki ‘muhalif’ denilen partinin başında kim var? CHP’den ayrılmış bir İttihatçı-komitacı, Rumların batı’dan temizlenmesinde rol almış bir şahsiyet ve büyük toprak ağası Adnan Menderes ve arkadaşları... hepsi CHP’li yani devletli... Tamamı merkezin adamları olan şahsiyetler...Yani izin vermiyor, buna rağmen üslup farkı doğuyor… Esasında bunlar laiklikle ilgili tartışmalar değil. Kimsenin derdi de laiklik değil. Üslup farkı var… Bu Anadolu ser-
Komünist Zemin mayesi daha fazla pay istiyor… Bir de yani bunları, onların gittiği yerlerde yemek yemeye başlıyor, onlar gibi oteller yapıyor. Hani diyorlar “bunlar böyle değildi... neler oluyor?” Bu rahatsızlık oradan doğuyor. Ha tabi şöyle bir şey var; herkes bundan kâr ediyor, biri irticayı bahane edip kendi konumunu kuvvetlendirmek istiyor, diğeri 1920’lerde 1930’larda irtica bahane edilerek Müslüman kitleye yapılan baskının yarattığı ‘duyarlılığı’ kullanıyor... Bir de tabii rejimin her zaman bir iç düşmana ihtiyacı var ve o ihtiyacı karşılayacak birilerinin, birşeylerin olması lâzım. Durumdan vazife çıkararak bu aşamada iç düşman olarak ‘irticayı’ bahane ediyor. Komünistler bahane edilmeye uygun değil, o halde irticayı bahane etme durumu var. Bakıyor ki, dini duyarlılık var – ve haklı bir duyarlılık zira gerçekten baskı görmüş- birleri bu duyarlılık üzerinde siyaset yapıyor. Amaç bütçeyi ve hazineyi yağmalamak, diğeri de önce onun önünü açıyor, bir eşikten sonra da onu bir tehlike olarak gösteriyor... Oysa eni sonu bir muvazaa partisi, bir taşeron... İşte Erbakan’ı çıkardılar, Erbakan çıktı, onun devamı AKP’yi sahneye sürdüler, vs,vs,… Bütün bu süreç boyunca rotayı belirleyen Asıl Devlet Partisi... Fakat, neoliberal küreselleşme çağında ayaklarının altındaki zeminin kaymakta olduğu korkusuna kapıldılar ve bu haklı bir korkudur. Dolayısıyla tedirginlik bununla ilgili. İşte bu çeteler, işte bu muhtıralar, şunlar bunlar, yok irtica, yok cumhuriyet mitingleri falan bütün bunlar bu korkunun dışa vurumu. Komünist Zemin: Sanki Bonapart ve etrafındaki kadrolar yola çıkarken, hem devleti hem kendi iradelerini temsil edecek bir sınıf yaratmaktan çok, sanki dayanacakları bir sosyal sınıf yaratmak istediler. Nihayetinde bir kast bile bir toplumsal sınıfa dayanmak zorunda. Eğer asıl maksat bir burjuva sınıfı yaratıp, tipik bir burjuva devleti kurmak olsaydı, burjuva sınıfı yaratıldıktan sonra bu kast’ın da egemen sınıfın iradesi altına girmesi gerekiyordu. Böyle mi? Fikret Başkaya: Tabii, teorik olarak öyle olması gerekirdi. Yalnız şöyle bir şey var. Sınır o kadar net değil. Şunun için net de-
ğildir; hani bal tutanın parmağını yalaması gibi bir şey var. Dikkat ederseniz daha ilk mecliste, adam meclis ikinci başkanı (sözü edilen kimse, Celalettin Arif, meclis ikinci başkanı ve adliye vekili), meclis açılalı daha bir ay olmamış, İtalyanlarla bilmem nerenin madenlerini satma üzere anlaşıyor. (Celalettin Arif, Ereğli kömür havzasında bir maden arama işletmesinin imtiyazına sahip. Bu imtiyazını, 1920’de %10 hisse karşılığında İtalyan Terni şirketine satıyor. Bu tarihte aynı zamanda İtalyanlarla savaş halindeler.) Bir taraftan da güya emperyalizme karşı “mücadele ediyorlar. Yani aslında yatay geçişler var burada... Yani, bürokrasiden iş adamı olan, iş adamından bürokrat olan -gerçi biliyorsunuz bu şimdiki dünyada da oldukça yaygın ama-, bunlar aslında o haraççı Osmanlı sistemindeki konumlarını farklı bir tarihsel dönemde korumak çabası içinde olan adamlar. Tabii köprülerin altından çok su akmış, haraççı dönem geride kalmış kapitalist ilişkiler adım adım zemin kazanıyor, buna rağmen Asıl Devlet Partisi etkinliğini korumaya devam ediyor. İlişkinin yönü hala tam olarak burjuvaziden devlete doğru değil. Fakat Osmanlının bürokratik kadrosu için tam bir ideolojik-politik tutarlılık olduğunu söyleyebiliriz. Zira orada servete ve zenginliğe giden yol devletten, yani siyasetten geçiyor. Herhangi bir burjuva devrimiyle o yapı kırılmadığı sürece, süreklilik şaşırtıcı değil. Sanıyorum son dönemde AB ve ABD ya da kollektif emperyalizme uyum süreci ve ‘Anadolu sermayesinin’ yükselişi, tabloyu sarsıyor, o zaman da merkez bu durumdan tedirgin oluyor. Daha önce başka yerde yazdığım gibi, tehlikede olan bu ayrıcalıklı elitin statüsü ve dokunulmazlıkları... Mesela Avrupavari bir takım düzenlemeyle ‘normal burjuva’ normlarıyla uyum onları telaşlandırmaya yetiyor... Tabi, bürokratik kast süreç içinde hızla burjuvalaşıyor. Yani, iş adamı oluyor, tacir oluyor, sanayici oluyor, kaçakçı oluyor, karaborsacı oluyor, devlet çetesi oluyor… Zaten son dönemin devlet çeteleri duruma dair yeteri kadar fikir veriyor olmalı... O halde iki şey: Birincisi sermaye sınıfı ne kadar da güçlense, devlet [merkez] sermaye ilişkisinin yönü değişmiyor. Sermaye sınıfının devlete karşı ve rağmen bir şey yapması, tipik bir egemen sınıf gibi davran-
47
Komünist Zemin ması mümkün olmuyor. Mesela sanıyorum Sakıp Sabancı’ydı bir Kürt Raporu yazdırmaya kalktı, neye uğradığını bilemedi... Ve ikincisi, sonuçta söz konusu olan komprador bir sermaye sınıfı, küresel sermayenin uzantısı, taşeronu... Komünist Zemin: Zaten bu rapor burjuvazi için bir tür sembol bir tutum değil miydi? Çünkü bu raporun ardından devlete egemen olan bürokratik kast’tan tokadı yedi, yerine oturdu ve hızla geri çekildi. O halde bu rapor burjuvazinin bir tür kendi rüştünü ispatlama çabası değil miydi? Fikret Başkaya: Bir deneme hamlesiydi tabii... ama durumda bir değişiklik olmadığı, çizmeyi aşmamaları gerektiği çok sert bir şekilde hatırlatıldı... “Bir dakika” “biz buradayız ve sen kim oluyorsun” dediler. Fakat, şöyle bir şey de var, burjuvazi tabi bunların bu durumundan rahatsız. Ama bunu açıkça ifade edemiyor. Ancak Avrupa Birliği’nin ağzıyla konuşabiliyor, işte oradan kopya edilen birtakım “uyum yasalarıyla” çekingen bir şekilde sürece dahil olmaya çalışıyor… İşte şimdi mesela OYAK’ın bu kadar büyümesi Osmanlı devlet geleneğinin tipik bir devamı ve tezahürüdür. Adamlar krizin patlayacağını biliyor parayı dolar’a çeviriyor, bir dizi vergi vermiyor, her kapı ya açık ya da istediklerinde zorla açabiliyorlar... Teorik olarak bundan sermayenin rahatsız olması gerekir... ama içine sindiriyor... Uzağa gitmeye gerek yok, askeri yargı diye birşey var... sonra da çıkıp ‘demokratik laik, sosyal hukuk devletinden’ söz ediyorlar... Komünist Zemin: O zaman, bu paradigma çerçevesinde 12 Eylül sonrası dönemi nasıl adlandırıyorsunuz? Fikret Başkaya: Ben ona ‘küçük demokrasi’ diyorum, isterseniz ‘düşük yoğunluklu demokrasi’ de diyebilirsiniz, vesayet rejimi diyebilirsiniz. Şimdi, 50’ye kadar zaten vesayet lafına gerek yok, ondan sonra, Avrupamerkezli olmayan bir bakış benimsediğiniz zaman kendi gerçekliğinizi kavrama ve bilince çıkarma yeteneğiniz artıyor. Avrupamerkezli gözle bakmazsan, bütün bunları dikkate almamız gerekiyor.
48
Dolayısıyla 50’den sonra, düşük yoğunluklu demokrasi mi dersiniz, vesayet rejimi mi dersiniz, ne derseniz deyin sözünü ettiğim gelenek etkili olmaya devam ediyor. Komünist Zemin: Paradigmanın İflası adlı kitabınızın üzerine konuştuğumuz bölümünde burjuvazinin beş yönetim biçiminden söz ediyorsunuz. Bunlar, parlamenter rejim, Bonapartizm, asker-polis diktatörlüğü, faşizm ve sosyal demokrasi. Bu zemin üzerinden baktığımızda, buradaki rejimi tarif ettiğiniz bu beş rejimden hangisi ile özdeşleştiriyorsunuz? Çünkü, buradaki rejim, makalede bahsi geçen burjuvazinin beş yönetim biçiminden herhangi birisiyle örtüşmüyor. Fikret Başkaya: Emperyalist dünya sisteminin merkezindeki rejimlerle çevresindekiler arasında nasıl ekonomik temel itibariyle farklar varsa benzer bir durum politik rejimler için de geçerli. Fakat Türkiye bakımından ilave bir unsur daha var: Osmanlı devlet/siyaset üslubu sürekliliğini koruyor. Çünkü “Eski rejimden” bir kopuş hiçbir zaman söz konusu olmuş değil. O zaman burada olan biraz merkezdekinin ‘karikatürü’ şeklinde tezahür ediyor. Zira temel bir farklılık söz konusu... Dolayısıyla buradaki rejimin bir şablon gibi oradakinin üstüne oturması mümkün değil. Bence Türkiye’deki rejimi örtülü bir otokrasi, ki kendini kimi ‘demokratik’, modern kurumlar, söylemler ve mekanizmalarla gizlemeyi başaran bir otokrasi olarak tanımlamak mümkündür. Mesela 1960’lı, 1970’li, 1980’li yıllardaki üçüncü dünya diktatörlüklerinin o beş yönetim tarzından ikisiyle [Faşizm ve Bonapartizm] tamı tamına örtüşmesi mümkün değil. Zira, ekonomik alt yapıyla politik yapı arasında mutlaka bir belirleyicilik ilişkisi olması gerekiyor. Türkiye’de söz konusu olan bir seçim ve temsil mistifikasyonundan öteye birşey değil... Partilerin nasıl kurulduğu, nasıl bir seçim ve siyasi partiler kanunu olduğu ortada. Milletvekili adaylarının nasıl tespit edildiği de... Demokrasi oyunu 12 Eylül kurumları çerçevesinde oynanan bir oyun... Bu oyunun teşhir edilmesi sol’a düşüyor ama sol oraya pek yetişemiyor, daha çok birbirleriyle uğraştıkları için. Velhasıl egemen sınıfla uğraşmaya pek vakti kalmıyor...
Komünist Zemin Komünist Zemin: O halde sürekliliği olan bir otokrasi mi diyelim? Fikret Başkaya: Evet, belki yarı-modern, yarı-otokratik bir rejimden söz etmek daha uygun... Komünist Zemin: Aslında, 60 Darbesi, 71, 80, sonra 28 Şubat ve son olarak ta 27 Nisan, bu gelişmeler karşısında sizinde ifade ettiğiniz gibi bu memleketin sol’u, hem içinden geldiği zemini hem de dünyayı çok fazla algılayamadı, dolayısıyla da sorgulayamadı. Bizim de kaygımız oydu, rejim yeniden burada kendi o klasik yapısıyla bir kez daha, yada kendi iç mücadelesiyle bir kez daha kendini gösterdi ama, bu noktada sol’un içinde henüz öyle bir tartışma yok. Biz istedik ki, bir kez de bizim üzerimizden bu tartışma mümkünse gündeme gelsin. Bu nedenle de sizin ilgili makalenizi yayınlamayı arzuladık. Hem de bu güncel gelişmeler üzerinden rejimin karakteri ile ilgili olarak sizin bu son süreci nasıl değerlendirdiğinizi öğrenmek ve anlamak istedik. Bununla bağlantılı olarak, o zaman, sol bu muhtıralara tepki göstererek bu oyuna alet mi oluyor? Fikret Başkaya: Hayır, muhtıralara karşı tepki göstermek tabi ki gerekli bir şey. Fakat, sol’un kendi gerçekliğine kendi gözüyle bakamamaktan kaynaklanan, emperyalist sistemi bütünüyle kavrayamamaktan, emperyalist sistem içinde kendi konumunu saptamakta sınıfta kalmaktan kaynaklı bir takım açmazları var ve bu açmazlar saymakla bitmez. Bir kere, sol’un dağarcığına baktığın zaman daha baştan sosyalizm karşıtı iki şey görüyorsun; bir Kemalizmi, bir de Stalinizmi görüyorsun. Bu “Elif Ba’da kırk hata” demek. Şimdi bakın, bir hareket Kemalist’se, burjuva ideolojisi ile, ve geleneksel ideolojiyle arasına henüz bir sınır koymayı bile başaramamış demektir. Stalinist ise, sosyalizmin inkârını hedef alıyor demektir. Dolayısıyla, bence Türkiye’deki gerçek anlamda bir sosyalist hareket olmaktan ziyade kalkınmacı, ‘millici’ bir akım söz konusu diyebiliriz. Kemalist, kalkınmacı bir hareket. Bugün bu rotadan bir sapma yok. Tam tersine Kemalizme artan bir teveccühten bile söz etmek abartma olmaz. İki şey var; bir, sol mücadele geleneği yoktu, sol bir kit-
le hareketine dönüştüğü 60’ların ikinci yarısında, gerisinde bir mücadele geleneği yoktu, üzerine konduğu bir mücadele mirası yoktu. Bir komünist partisi var, varlığıyla yokluğu belli değil, Kemalizm’e yamanmış, Stalin’in de zaten “Kemalizmi destekleyin” diye direktif var. Siyasal Bilgilerde öğrenciyken İşçi Partisine kaydoldum (1962) . Sosyalizmle ilgili eski kitapçıları gezdim bir şey bulabilir miyim diye, hiçbir şey bulamadım. Sadece küçücük bir broşür buldum, başlığı: “Sosyalizm Nedir?” Olabilir... İngiliz İşçi Partili bir dönek tarafından yazılmış sosyalizmin inkârı olan bir şey. O zaman sosyalizm hızlı kalkınmanın formülü olarak görülüyor, farklı bir toplum projesiyle ilgili değildi. Sosyalizm hakkında kafalar net değildi... Büyük bir coşku ve mücadele azmi vardı ama amaç kalkınmayı hızlandırmaktı. Bir de sol siyaset yiğitlikle özdeşleştirildi. Bu geleneksel kültürel-ideolojik saplantılardan kurtulamamakla, bir kültür devrimi yaşayamamakla ilgili... Şimdi adam şehit diye tutturuyor. Oysa senin kendine ait kavramların olması gerekir... Tabii burada konumuz solun durumu değil ama sol kendi ‘özgünlüğünü’, ‘farklılığını’ yeterince ortaya koyamıyor. Sen farklı olduğunu gösteremezsen insanlar sana neden teveccüh etsin? Bir kere kapitalizmin bugünkü haliyle çok iyi tahlilinin yapılması lazım. Bu ülkenin dünyadaki konumunu, buradaki rejimin tahlilini çok iyi yapmak lazım. Oradan buradan ödünç alınmış tahlillerle devrimci mücadeleyi nasıl yürüteceksin? Bir de tabii sol hareketin ikircikli olmadan, komplekse kapılmadan, acımasız eleştirisini yapmak lazım. Dünya solunun niçin yozlaştığını, yozlaşmanın kaynağını iyi saptamak gerekir. Sovyetler çöktü, kimse işin esasını tahlile yanaşmadı. Gerçekten gerektiği gibi tartışan birileri oldu mu? Biri diyor ki “ya biz zaten biliyorduk”, öbürü diyor ki “zaten Kruşçef raydan çıkardı”... İyi de Kruşçef kimdi oraya nasıl gelmişti? Benim söylediğim şu: Çığırından Çıkmış Bir Dünya adlı kitapta da yaz-
49
Komünist Zemin dım, orada kapitalizmi anlamak diye bir bölüm var. Marks, gelecek toplumun ne olacağından çok ve de oraya nasıl gidileceğinden çok, yani örgüt modelinden, vb. çok, harika bir kapitalizm eleştirisi yapıyor. Ve sosyal bilimlerde bir dönüşüm yaratıyor. Yani zirve, fakat zirvenin de yukarısı var. Ne oluyor? Şöyle oluyor; bir bina yapmaya başlıyor, bir kat çıkmış. Ondan sonra gelenler “iş bitti” deyip üstünü örtmüşler. Halbuki, inşaatın devam etmesi gerekiyordu. Zira sosyal realite sürekli değişen ve yenilenen dinamik bir şey, yani bir bütün. Dolayısıyla şimdi mesela, sosyalizmi, işçi sınıfının bilimi diye adlandırıyorlar. Böyle bir laf olur mu, böyle saçma şey olur mu ya? O bilimi de eğer sen cebine koyarsan, o zaman kimse sana laf edemez artık, işçi sınıfının bilimi... 11. Tez’i alıyor, işte “filozoflar bugüne kadar dünyayı yorumlamakla yetindi, artık onu değiştirmek lazım”, yani Marks da zaten eleştirisini yapmış ya, şimdi sana iktidarı ele geçirmek kalıyor... Yani sosyalizmle ilgisi olmayan bir yaklaşım. O andan itibaren, yani o birinci kat çıkınca hani onun daha yeni yeni katlarının yükselmesi gerektiği anda üstü örtülünce, ne oldu? Marksizmin içi boşaltılıp, kendisi dogmaların inkarı olan devrimci teorinin bizzat kendisi bir dogma, bir tür din mertebesine çıkarıldı İşçi partilerinin, sendikaların, komünist partilerin, vb. dini haline geldi. Herhangi bir din gibi. Elbette sınıfsız toplum ideali dışında bir gelecek mümkün değil ama tehlike de büyük. Zira, sosyal kötülüklere eşlik eden müthiş bir ekolojik yıkımla da karşı karşıyayız. Komünist Zemin: O zaman bu çerçevede, 1908 darbesini yapan İttihatçı kadrolar ve bu darbeci kadro hareketinin devamcısı olan Kemalist kadrolar diyelim, bu kadro ya da devlet kastı her daim sürekliliğini sürdürdü. Devlete egemen olan ve devletin sahibi hep bu kast oldu ve her “ileri’ye doğru gelişme bu kast’ın vesayetinde olduğu gibi, bu kast’ın belirlediği sınırların aşıldığı her durumda da devlet kılıcını çekti. Bu çerçeveden baktığımızda 1960 Darbesi bu sınırlarının aşılmana dönük bir müdahaleydi diyebilir miyiz?
50
Fikret Başkaya: Evet. 1960 Darbesi şöyle; yani, nasıl 1930’da bir Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruluyor da halk da kurucusunun kim olduğunu, programının ne olduğunu bilmeden ona teveccüh ediyor ya, çünkü bundan daha kötüsü olamayacağına göre haklı bir tepki. Hakikaten daha kötüsü olamaz, çünkü adamlar ölüyor açlıktan. 50-60 döneminden sonra da Asıl Devlet Partisi zeminin ayağının altından kaymakta olduğu korkusuna kapıldı. Darbenin yegane gerekçesi budur. Onu tekrarlayarak gitti yani. 60’ta CHP ile ordu ortak çalıştı. Menderes hükümeti baskıcı tedbirlere girişmiş, tahkikat komisyonları, basına sansür, gazetelere yasaklar, vb... Bunun üzerine 28 Nisan’da İstanbul’da Adnan Menderes hükümeti aleyhine nümayişler olmuştu. Öğrenci hareketi. Orada bir öğrenci ölmüştü. ertesi gün üniversitelerde ortak eylem yapıldı Menderes aleyhine. İşte öyle öyle darbeye gidildi zaten. Bugün Cumhuriyet Mitingleri de ona benziyor. Tabii farklı bir konjonktürde. Şu anki duruma benziyor yani. Komünist Zemin: O halde 1961 Anayasası’nı, sözünü ettiğiniz Asıl Devlet Partisi kendisine bir alan ve sosyal dayanak yaratmak için mi yaptı? Fikret Başkaya: Tabi tabi, fakat şöyle bir şey vardı orada, her şey öyle makine gibi kurulu değil ya, yani orada bir takım küçük burjuva unsurların da o danışma meclisinde yer alması, bir takım “ilerici” maddelerin de anayasaya girmesini sağladı. Fakat, Anayasayı halk yapmadığı sürece istediği kadar ilerici maddeler olsun, o kadar önemli değildir. Anayasayı 71’de biraz örselediler, 80’de de çöpe attılar. Neden? Çünkü yapan da çöpe atan da aynı odaktı...
Komünist Zemin Eğer anayasayı halk yapsaydı, velhasıl tekrar başa dönüyoruz, yani kazanılan mevziler hakikaten kitlelerin baskısıyla, dayatmasıyla kazanılmış olsaydı, öyle kolay geri almak mümkün olmazdı. Mesela, özgür basın, parlamento, dernek kurma hakkı, genel oy hakkı, ifade özgürlüğü, vb. mücadele ile kazanılmış olsaydı ‘köpeksiz köyde değneksiz gezmek’ mümkün olmazdı. O zaten Asıl Devlet Partisi’nin, otokrasinin varlığını sürdürmesi, hele hele hâlâ sürdürüyor olması mümkün olmazdı. Neticede, 1960’ta ayak takımının sürece müdahil olması engellenmek istendi. Mesela şöyle bir tartışma vardı: “efendim bir ocak başkanı bir valiyi değiştirttiriyormuş”, bunda ne kötülük var, değiştirsinler gitsin İşte böyle şeyler, yani onu ben yaşadım, nitekim o anayasa referandumu sırasında çok tartışıldı ama şimdiki nesil bilmez. Dediler ki, en az lise diploması olmayan referanduma katılmasın... Ne demek görüyor musunuz?... Bu çok utanç verici bir şey... “Eğitenlerin de eğitilmeye ihtiyacı vardır” demişken üstelik... Hangi diploma nasıl eğitim? “Efendim demokrasiye erken geçildi”. Bir tartışma da demokrasiye erken geçildiğiyle ilgilidir.. Deniyor ki, halk cahil, kimi seçeceğini bilemiyor... Sanki demokrasiye geçilmiş de... Dolayısıyla, zihniyet aynı. Bir yazı yazdım geçenlerde ben, bu Cumhuriyet Mitingleri ile ilgili, yazının başlığı uzun maalesef yani; Din Elden Gidiyo”dan Laiklik Elden Gidiyora Aldatılmışların Hezeyanları diye. Bir gün buraya birisi gelmiş, “hocam” diyor “yazıya tamamen katılıyorum ama tahsilli olanla tahsilli olmayan hiç bir olur mu?” diyor. Tipik elitist, halk fobisinin tezahürü... Komünist Zemin: Bu Asıl Devlet Partisi o anlamda hep o elitistlere dayanmadı mı? Fikret Başkaya: Gayet tabi o elite dayanıyor. O elitin bugünkü temsilcileri hakkında fikir edinmek için Cumhuriyet Mitinglerinde kürsüye çıkanlara bakmak yeter... Türkan Saylan, işte Nur Serter, Alparslan Işıklı... Komünist Zemin: O zaman 60 Darbesi, 28 Şubat ve 27 Nisan’ın maksadı aynı.
Fikret Başkaya: Tabi ki aynı. Hepsi de ayaklarının altındaki zeminin kaymasından kaygılı. Bunların imparatorluktan beri gelen, 1908 Darbesinden sonra daha da pekişen ayrıcalıkları var, dokunulmazlıkları var, statüleri var. Bu aşınmaya karşı bir tepki, bir refleks. Şu andaki telaş bulunla ilgili, yoksa bunun altında, yok “ülke hiçbir zaman bu kadar tehlike altında olmamış da”, “bir kurtuluş savaşı ortamı varmış da”, “irtica iktidara yürüyormuş da” türü argümanların bir kıymet-i harbiyesi yok. Belki bu bağlamda hatırlanması gereken birşey de rejimin dozunu kendi ayarladığı dinci bir gericiliğe olan ihtiyacıdır... Niçin var? Kendi ideolojisiyle yönetemiyor. Niçin yönetemiyor? Senin ideolojinin kitlelerin bilincine nüfuz edip bir yanılsama yaratabilmesi için, gönüllü kabullenmenin mümkün olabilmesi için, emekçi çoğunluk lehine iyi kötü bir şeyler yapman lâzım. Hadi söyleyin bana 1923 de bir darbeyle Cumhuriyet ilan ettin, peki kitlenin hayatında ne gibi değişiklikler oldu? Sadece jandarma baskısı yüz katına çıktı, sadece Kürtler dünyaya geldiklerine pişman oldular, sadece azınlıkların yüzde kaçı kaldıysa hayatı zehir oldu ve ülkeden kaçtı, vs. vs. Yani, insanlar yol vergisini ödeyemediği için hapse atıldı... Dolayısıyla kendi ideolojisiyle yönetemediği için resmi ideolojinin zorlaması var. Niye biz yönetememenin ideolojisi demiyoruz da resmi ideoloji diyoruz. Ben Paris’e doktora yapmak için gittiğim zaman arkadaşım karşıladı, metroya bindik. Metrodan çıkarken istasyonda adamın biri kendi kendine bağırıyor çağırıyordu. “Nedir” diye sorduğumda “De Gaulle’e [cumhurbaşkanı] gariz küfürler ediyor” dedi. Dedim “ya polis molis”, “ne polisi” dedi “burada kimse bu tür zırvalarla ilgilenmez”... Şimdi sen burada Kenan Evren’e şuna buna bir şeyler desen apar topar götürürler, niye? Adamın kendi ideolojisine güveni yok.
51
Komünist Zemin Onun için, yani resmi ideoloji dememizin sebebi bu. Yani bu, o zaafı yapay bir resmi ideoloji, artı, savcı, hâkim, cezaevi sürecinde hallediyor... Her ideolojinin maddi planda bir karşılığı olması gerekir... Mesela, Fransa’da burjuvazi diyor ki “kardeşim ben tren yolunu yaptım, fabrikaları yaptım, bilmem ne gemilerini yaptım”, o zaman kitlelerde şöyle bir yanılsama mümkün hale geliyor: “bunlar ilerde bizim de durumumuzu iyileştirecektir”... Eee burada bunu senin sağlaman mümkün değil ki. Eskiden ne yapmışsın, daha çok vergi koymuşsun daha çok jandarma dayağı, daha çok zulüm, daha çok aşağılama, ezanını Türkçe okutma... Dolayısıyla, yani bu, devletin, Osmanlı’nın etkinliği aşınmış, otoritesi laçkalaşmış yapısı 23’ten sonra toparlanıp halk üzerindeki baskıcı karakteri pekişiyor. Böyle bir rejim bilinen anlamda bir ‘egemen ideoloji’ yaratamazdı ve yaratamadı. Komünist Zemin: Evet, şimdi sokaktaki insanla konuştuğunuz zaman daha çok genel olarak polise karşı bir antipati var. Ordu söz konusu olduğunda sanki ona karşı bir sempatiyle ya da onun tarafsızlığına dair bir inanç var. Devlet diyince daha çok orduyu anlıyorlar. Devletçidirler, hükümetlere karşıdırlar ama devletçidirler, yani orducudurlar.
52
Böyle bir çelişkili durum var. Siz bunu yalnızca korkuyla mı açıklıyorsunuz? Fikret Başkaya: Doğrusu ben görünen durumun gerçek durum olmadığını düşünüyorum. Ve halkın gerçekten orduyu sevdiğini de sanmıyorum. Ama sen öyle bir anket yaparsın, soruyu öyle sorarsın ki, istediğin cevabı alırsın. Bir kere soru yanlış. Soruyu nasıl formüle ettiğin önemlidir. Ordunun halkın en çok sevdiği, en güvendiği kurum olduğuna dair rivayet doğru değildir. Ama insanlar ben orduyu sevmiyorum, güvenmiyorum demekten çekinir. Bu bir anti-militarist bilinç meselesidir. Neden orduya güveniyorsun diye soruyor da PTT’ye güveniyor musun diye sormuyor. Dolayısıyla soru yanlış, cevabın da doğru olması mümkün değil.. Halkın orduya bakışı hakkında bir fikir edinmek için, askeri darbeler sonrasında ‘seçim izni’ çıktığında yapılan seçimlerde kime oy verdiğine bakmak yeter. İstikrarlı bir şekilde darbeye maruz kalanın devamı olana teveccüh ediyor. Fakat genel olarak bu toplumun militarizmi içselleştirmiş bir toplum olduğunu söyleyebiliriz...