Komünist Zemin 9

Page 1

Komünist

Zemin

Üç Ayda Bir Yayınlanır Süreli-Yaygın/Politik Dergi Sahibi-Yazı İşleri Müdürü: Zafer Dize Adres: Zemin Yayıncılık, Çamlık Mah. Şahibbey Cad. Çiçek Pasajı Kat: 1 No: 19/7 Çekmeköy Ümraniye İstanbul Hesap No: 1041 746848 T. İş Bankası Web Adresi: www.komunistzemin.org Elektronik Posta Adresi: komunistzemin@yahoo.com komunistzemin@gmx.net Baskı: Can Ofset Davutpaşa Cad. İpek İş Hanı No: 4/7 Bayrampaşa/İstanbul, Tel: 0212/61310771

BU SAYIDAKİLER Resmi İdeolojinin THKO, THKP-C ve TKP/ML Üzerindeki İzdüşümleri Üzerine

3

Fikret Başkaya: Milli Mücadele ve Anti-Emperyalizm Söylemi

21

Komünist Zemin’in Gezinden, Gözünden ve Arpacığından Görünen Nedir, Ne Değildir?

30

Komünist Zemin Nedir, Ne Değildir?

32

Gündelik Hayatın Dili, Kavramları ve Bilinci Üzerine

35

Perihan Mağden’in “Şimdi Vicdani Red” Çağrısı Üzerine

44

1 Mayıs Bildirisi

48


Komünist Zemin

Resmi İdeolojinin ve “Misak-i Milli” Efsanesinin Resmi Sol’un Dışındaki Sol Olarak Tanımlanan THKP-C, THKO ve TKP/ML Üzerindeki İzdüşümleri Üzerine Dipnot yerine: Bu yazıda bizim tartışmak istediğimiz esasen bu üç geleneğin dayandığı genel programatik ve ideolojik zeminler değil, Kemalizm’in bu üç gelenek üzerindeki izdüşümleridir. Bu üç geleneğin, dayanmış oldukları ideolojik ve programatik zeminler bakımından ayrıca tartışılmaya değer yanları yoktur, çünkü bu üç akımın, bu bakımdan hiçbir orijinliği yoktur. Üç geleneğin de dayanmış olduğu ideolojik ve programatik zemine damgasını vuran, neredeyse bütün bir yüzyıla damgasını vurmuş olan resmi sosyalizm anlayışıdır. Bir başka ifadeyle, Stalinizm ve Maoizm gibi sıfatlarla tarih sahnesine çıkmış olan resmi sosyalizm anlayışıdır. Bu üç geleneği oluşturan kadrolar, Marksizm’e ilişkin ilk teorik eğitimlerini Stalinzmin okullarında yetişmiş TKP’liler üzerinden, daha çok da Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi eski TKP’li kadrolar üzerinden almışlardır. Bu kadrolar, ilk başta Mihri Belli liderliğindeki MDD hareketinin etki alanına girmişler, daha sonralarıysa fiziki olarak MDD hareketinden kopup, çeşitli siyasal eğilimler olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Ama bu kadrolar, MDD hareketinden fiziki olarak kopmayı başarmış olsalar da, teorik ve ideolojik olarak MDD hareketinden bir kopuş gerçekleştirememişlerdir. Esasen Dev-Genç kadroları olarak adlandırabileceğimiz bu kadrolar, MDD hareketinden örgütsel olarak ayrılmışlardır ama ayrılıklarına ya da siyasal varoluşlarına teorik ve ideolojik bir zemin oluşturmaktan yoksundurlar. Bu yoksunluğun asıl nedeni ise, teorik birikimlerinin yetersizliği ve mevcut birikimlerinin MDD hareketince oluşturulmuş olmasıdır. Bundan dolayıdır ki de Dev-Genç kadroları, oldukça kısa sayılabilecek bir süre zarfında teorik ve ideolojik bir orijinlik arayışına girişmişlerdir. Ve neticede bu kadrolar, MDD hareketi üzerinden edinmiş oldukları Stalinist ve Kemalist görüşleri, Maoculuk,

Castroculuk, ve teorik ifadesini Regis Debray'ın yazılarında bulan fokoculuk gibi o dönemin yükselen değerleri olarak kabul edilen görüşleri harmanlayarak siyasal, örgütsel ve ideolojik varlıklarını izah eden ve alabildiğince eklektik anlayışlar ortaya koymuşlardır. Bundan dolayıdır ki bu üç geleneğin, dayanmış oldukları ideolojik ve programatik zeminleri bakımından bir orijinallikleri yoktur. Bu üç geleneğin dayanmış oldukları ideolojik ve progamatik zeminleri, ancak Stalinizm, Maoculuk ve Marksizm adına ortaya çıkmış diğer ucubeler tartışma konusu olursa ya da Marksizm adına ortaya çıkmış bu anti Marksist fenomenlerin yaşadığımız coğrafyaya nasıl nüfuz edip vücut bulduğu tartışma konusu olursa, bu bağlamda ele almak anlamlı olabilir. Ama baştan da belirttiğimiz gibi, bu yazıda bizim asıl tartışmak ya da mahkûm etmek istediğimiz bu değil. Dolayısıyla da bu üç geleneğin dayanmış oldukları ideolojik ve programatik zeminleri tartışmadan, asıl tartışmak istediğimizi, yani Resmi İdeolojinin bu üç gelenek üzerindeki izdüşümlerini tartışmaya geçiyoruz. THKO, Resmi ideoloji ve “Misak-i Milli” İlk evvela şunu belirtmek gerekir ki THKO, bir siyasal hareket ya da örgütten ziyade, bütün çelişkili yanlarına rağmen, ezilenler adına kendilerini feda edebilme erdemine sahip şahsiyetlerin meydana getirdiği bir topluluk tanımına daha uygundur. THKO ortaya çıktığında ortada bir program mevcut olmadığı gibi, THKO tarafından ilan edilmiş olan savaşın nasıl ve kimlere dayanacağı da belirsizdir. Kanaatimizce THKO’nun gerek bir programının olmayışının gerekse de ilan edilmiş olan savaşın hangi özneye ya da öznelere dayanacağının belirlenmemiş olmasının ana nedeni, THKO’yu oluşturan devrimcilerin ken-

3


Komünist Zemin dilerini özgün bir siyasal hareket olarak değil de, Kuva-i Milliyecilerin devamı olarak görmüş olmalarıdır. En azından THKO’nun ortaya çıktığı dönemdeki durumu budur. THKO’nun öncelikli stratejik maksadını Deniz Gezmiş’in mahkeme savunmasından da okumak mümkündür:

“Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun Sesidir: 1. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu halkımızın bağımsızlığının silahlı mücadele ile kazanılacağına ve bu yolun tek yol olduğuna inanır.

“Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun İstiklal-i tam prensibini ve onun istiklal-i tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.”

2. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bütün yurtseverleri bu kutsal mücadele saflarına çağırır ve hainlere karsı giriştiği kavgada son savaşçısına kadar devam edeceğini bildirir.

THKO’nun Kuruluş Bildirisi’nde örgütün amaç ve stratejisi şu şekilde özetlenmektedir:

3. Amacımız Amerika'yı ve tüm yabancı düşmanları temizleyerek, hainleri yok etmek ve düşmandan temizlenmiş tam bağımsız Türkiye'yi kurmaktır. 4. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ezilen halkımızın öncü gücüdür, halkımızın kurtuluşu dışında hiçbir harekete girişmez. Devrimciler: Barışçıl şartlar içinde mücadele metodlarını bırakınız. Halk kitlelerini kurtuluşa götürecek olacak olan şiddet politikasını temel alan silahlı mücadeleye THK Ordusu'nun saflarında katılınız. Ulusal kurtuluş savaşının haklı bayrağını emperyalizmin saldırgan politikasına karsı hep beraber dalgalandıralım.” Tabii ki, gerek THKO adına yayınlanmış olan ve tarihe “Kuruluş Bildirisi” olarak geçen belgede, gerek THKO savunmalarında, gerekse de Hüseyin İnan tarafından Mamak Cezaevi’nde yazılmış olan ve “Türkiye Devriminin Yolu” adını taşıyan metinde, sömürü düzeninden, sömürücülerden, ezilen sınıfların kurtuluşundan bahsedilmektedir. Ama bu, THKO’nun esas olarak antikapitalist bir yapılanmadan ziyade, antiemperyalist bir yapılanma olduğu gerçeğini değiştirmez. 1971 yılında 4 Amerikalının kaçırılmasından sonra yayınlanan ve THKO’nun ilk yazılı metni olarak tarihe geçen THKO’nun Kuruluş Bildirisi’nden de kolayca anlaşılacağı gibi, THKO, antikapitalist bir hareketten ziyade, antiemperyalist bir Hareket olarak kendini ifade etmektedir.

4

Tabii ki Kuruluş Bildirisi’nde emekçilerden yana ve kapitalist devlete karşı bölümler de vardır:

“İsçiler, Köylüler: Hainler sürüsünün jandarması ve polisi her gün yeni katliamlar hazırlamaya devam ediyor. Doğu'da Komando saldırılarında, 16 Haziran'da, Bossa'da ve daha birçok yerlerde, kurşunlanan ve işkence edilen kardeşlerimizin intikamını henüz alamadık. Alınterimize el koyan hainler sürüsüne karsı isyan bayrağını hep birlikte açalım. Öğretmenler, Küçük Memurlar: Bir kuru ekmek parasını zorla veren, hesabına gelmeyince diyar diyar sürgün çocuğu yapan ve sizleri elinin altında bir uşak gibi kullanmak isteyen bu satılmışlardan aman dilemeyiniz. Ezilenlerin tek kurtuluş yolu ezenlere karsı giriştikleri kutsal isyandır.”


Komünist Zemin Ama Kuruluş Bildiri’sinde emekçilerden yana ve kapitalist devlete karşı bölümler olsa da, esasen öncelikli olarak hedeflenen antiemperyalist bir mücadeledir. THKO savaşçılarının tabiriyle hedeflenen: “Tam Bağımsız Türkiye”dir. THKO’nun stratejik amacı, Kuruluş Bildirisi dışında, THKO mahkeme savunmalarında da net bir biçimde ortaya konulur:

“Türkiye'nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum. Bizlerin tek özlemi tahsil sırasında bulunmamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığıdır. Biz hiçbir zaman bütün çabamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığını temin edemedik. Biz 50 sene evvel Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı'nın gerçek tahlilini yapmaya her zaman için muktediriz. Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş Savaşı'nı yapmak için Samsun'a çıkanlara İstanbul örfi idaresince ve mahkemelerince idam cezası verilmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki, Osmanlı İmparatorluğu yüzlerce generalinden ancak birkaç tanesi Kurtuluş Savaşı'na iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada İstanbul'da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir. Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. …Gerçekler örtülmek isteniyor. Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun İstiklal-i tam prensibini ve onun istiklal-i tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz. …İddianame'de bizim Anayasa'yı cebren ilgaya teşebbüs ettiğimiz ileri sürülmektedir. Öteden beri arz etmiş olduğum gibi, bu ülkede Anayasa'yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa'yı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasa'nın uygulanmasını isteyen gene bizleriz. Anayasa'yı uygulamayan yavuz kimselerse hâlâ ortadadır. Ve yine o kişiler bizim kellemizi istemektedirler. Bile bile iddia makamı bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. …İddia makamı bizim vermekte olduğumuz Bağımsızlık Savaşı'na karşıdır. Türkiye Cum-

huriyeti Anayasası'na karşı, reformlara karşı ve bu nedenle bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. …Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dâhil sizlersiniz. Çünkü Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye'ye girdi ve hiçbiriniz sesinizi çıkarmadınız. Ve Demokrat Parti iktidarına 10 yıl ses çıkarmadınız. Ta ki 38 yurtsever subay ses çıkarana kadar ve onları devirene kadar. …Türkiye'nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk. Varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik. Bunun aksini iddia edenler vatan hainidir. …Biz stratejik olarak düşüncelerimizi hiçbir zaman saklamayız. Hangi şartlar altında olursak olalım bunu açıkça söyleriz. Düşüncelerimizi mezara kadar götürürüz. Nasıl burada namluların ve dipçiklerin gölgesi altında konuşuyorsak düşüncelerimizi her zaman açıkça ifade ederiz. Bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs gibi bir kastımız bulunsaydı, bunu da burada açıkça söylemekten çekinmezdik. Bizim böyle bir amacımız yoktur. …Mustafa Kemal sağ olsaydı bugün çok şaşırırdı. İddianame baştan beri sırf kelle istemek maksadıyla hazırlanmıştır. Şeklen de hukuk mantığından mahrumdur. Hukuki kıymet ve değerden mahrumdur. 21 yılın hesabını 21 gençten sormak maksadıyla ve suçluların telaşı içerisinde hazırlanmış bir iddianamedir. Ben şunu iddia ediyorum ki, hareketimiz tamamen Anayasal bir harekettir. Anayasa'nın başlangıç ilkesinde belirtilen ulusun zulme karşı direnme hakkını kullandık. Bu sebeple Anayasal bir davranışta bulunduk. Yaptıklarımızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum.” (Deniz Gezmiş) Yukarıda Deniz Gezmiş’in mahkeme savunmasından aktardığımız bölümlerden de anlaşılacağı gibi, THKO’nun öncelikli stratejik amacı 1960 Anayasası’nı müdafaa etmek ve

“1950 senesi itibariyle ABD emperyalizminin denetimine giren Türkiye’yi yeniden bağımsızlığına kavuşturmaktır.”

Bir başka deyişle THKO, Mustafa Kemal döneminde Türkiye’nin bağımsız ve antiemperyalist bir özelliğe sahip olduğunu, ama bu özelliğini 1950 sonrası, yani tek parti iktidarının sona erdiği sene itibariyle ba-

5


Komünist Zemin ğımsızlığını yitirdiğini iddia etmektedir. Dolayısıyla da THKO’nun öncelikli hedefi, “Ulusal Bağımsızlık” meselesidir. Yine aynı şekilde THKO, 1923’de kurulan Kemalist Burjuva Devleti’ne ve bu devletin değerlerine, Kuva-i Milliye hareketine ve “Kuva-i Milliye hareketinin ülküsüne bağlı” olduğunu söyleyen subaylar tarafından gerçekleştirilen 1960 Askeri Darbesine ve darbeciler tarafından yapılmış olan Anayasa’ya da bağlıdır. Özcesi THKO, ortaya çıktığı tarihlerde devlet karşıtı bir hareket olmaktan çok, “Amerikancı İktidar” karşıtı bir harekettir. THKO, öncelikli stratejik hedefini “Tam Bağımsız Türkiye” olarak açıklamış olsa da, buradan hareketle THKO’yu klasik anlamda bir “Ulusal kurtuluşçu” hareket olarak tanımlamak mümkün gözükmemektedir. Ama aynı şekilde Marksist anlamda devrimci bir akım olarak da tanımlamak mümkün değildir. THKO’nun savunduklarında bir bütünlük bulunmamaktadır ve bu durum tam bir kaosa yol açmaktadır. Örneğin THKO militanları bir yandan sosyalist fikirlerin etkisiyle sömürü düzenine karşı argümanlara sahiptirler, ama diğer yandan, bizzat burjuvasız bir burjuva devlet kurmuş, daha sonra ise devlet eliyle burjuvaziyi yaratmış, cumhuriyetin kuruluşu itibariyle sosyalist hareketin her ileriye çıkışını devlet terörüyle ezmiş, hiçbir muhalefete yaşama hakkı tanımamış, emekçilerin örgütlenmesinin önüne aşılmaz engeller koymuş olan Kemalist hareketi devrimci kabul etmektedirler. Bir yandan, “Bizim düşmanlarımız Amerikan

emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileridir. Yani emperyalizm ile işbirliği yapan patronlar, feodal mütegallibe yani bezirgânlar, tefeciler, toprak ağaları ve diğer işbirlikçileri ve bizim bütün eylemlerimiz bu hedefe yönelmiş bulunmaktadır. Bunun dışında başka bir hedefimiz yoktur.” denilirken, diğer yan-

dan esasen burjuvaziye, feodal mütegallibeye ve tefecilere dayanan Mustafa Kemal şürekâsının kurmuş olduğu devletin dayanmış olduğu idealler ve 1960 darbesinin dayanmış olduğu değerler savunulmakta, devrimci kabul edilmektedir.

6

Kuşkusuz, THKO’nun görüşlerindeki bu çelişkinin nedeni, THKO kadrolarının MDD Hareketi üzerinden almış oldukları teorik eğitimdir. Bilindiği gibi THKO kadroları Marksizm’e ilişkin ilk eğitimlerini eski TKP’li, o yıllarda ise MDD hareketinin liderlerinden olan Mihri Belli gibi Stalinizmin okullarından mezun şahsiyetler üzerinden edinmişlerdir. THKO kadrolarının, başlangıçta Stalin dönemiyle birlikte Sovyet Rusya, sonraki yıllarda ise ÇKP aracılığıyla dünya soluna ihraç edilen “Aşamalı Devrim”, “Devrimci Askeri Darbecilik”, “Milli Burjuvazi”nin “ilerici” olarak kabulü ve onunla “işbirliği”, “Ulus” ve Ulusçuluğun” kutsanması vb. anti Marksist tezlerle tanışmış olmalarının nedeni Stalinist MDD liderleridir. Bundan dolayıdır ki THKO‘nun görüşlerinde ulusalcılıkla Marksizm’in harmanlanmaya çalışıldığı hemen göze çarpmaktadır. Bu durum, THKO’ya özgü bir çelişki olmaktan ziyade, Stalinizmin ideolojik egemenliği altında gelişen bütün bir “Sosyalist” harekete özgüdür. Dönemin yükselen değerleri, “Ulusal Devrimcilik”, “Ulusal Sosyalizm” vb anti Marksist değerlerdir ve THKO da bu süreçten etkilenmiş, payına düşeni almıştır. Bu bakımdan THKO bir yanıyla o yıllarda dünya soluna egemen olan “Ulusalcı Sosyalizm” fenomeninin bir parçasıyken, diğer yandan, yine o yıllarda oldukça popüler olan ulusal kurtuluşçuluk fenomeninin bir parçasıdır. Bunun da nedeni, THKO kadrolarının hem Kemalizm’in hem de MDD üzerinden Stalinizmin etki alanında olmalarıdır. Bu durum THKO kadroları açısından bir çelişki olarak algılanmamaktadır, çünkü onlara verilmiş olan sosyalist anlayış, Marksizm ile Kemalizm’i birlikte telaffuz etmelerini kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla da THKO’nun bu çelişki yumağı üzerine inşası bu kadrolar açısından bir sorun teşkil etmemiştir. Zaten THKO kurucu kadrolarının çoğu, bu çelişkileriyle yüzleşecek kadar da yaşamamışlardır. Bu çelişki, sağ kalan ve THKO mirasına bağlı olduğunu iddia eden militanlar tarafından, daha doğrusu bu militanların bir kısmı tarafından çok sonraları aşılacaktır.


Komünist Zemin THKO’nun Kürt Meselesi Karşısındaki Tutumu Üzerine THKO, Kürt ulusal soruna ilişkin en derli toplu görüşünü, Hüseyin İnan tarafından 1972 yılında cezaevinde kaleme alınan ve “Türkiye Devriminin Yolu” adını taşıyan metinde “Millî Mesele” başlığı altında şöyle ortaya koymaktadır:

"Kurtuluş savaşına, Türkiye’nin sınırları içinde yaşayan bütün ulusların ilerici ve antiemperyalist sınıf ve tabakaları aktif olarak katıldılar. Bağımsızlık savaşının sonunda kurulan hükümette Türk milliyetçiliği hâkim durumda idi. Bu nedenle Türkiye’nin sınırları içinde yaşayan hiç bir ulusa demokratik hak ve özgürlükleri tanınmadı; tam tersine, bütün uluslar asimile edilmeye başlanarak Türk ulusu imtiyazlı bir duruma getirilmeye çalışıldı." (Hüseyin İnan, Türkiye Devriminin Yolu)

TDY’de burjuvaların (Türk, Kürt, Arap, vs.) işbirlikçi durumuna geldiği, ağa, tefeci, bezirgân takımının zaten ulusal davranışlara karşı olduğu, Türk burjuvazisi kadar Kürt ya da Arap burjuvazisinin de işbirlikçi ilişkiler içine girerek gayrı-millî duruma düşmüş olacağı ve bu güçlerin emekçi ve ilerici sınıflara karşı ittifak içinde olduğu savlanmaktadır. THKO, “bütün ulusların eşitliğine ve “her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı”na titizlikle saygı gösterip her türlü imtiyaza karşı çıkmaktadır. “Türkiye’nin toprak bütünlüğü içindeki iktisadî hayatın bütünleştirilmesi(nin) emekçi sınıfların yararına olacağı düşünülmekte ve TDY’de “Kürt emekçilerinin sınıfsal çıkarları da ancak Türkiye halkının ortak mücadelesi ile sağlanabilir.” sonucuna varılmaktadır. Soruna, Türkiye Halkı olarak kabul edilen tüm uluslardan devrimci sınıf ve tabakaların çıkarları ve ortak savaşımının oluşturulması temelinde bakılmakta, çözüm olarak ise şu önerilmektedir:

"Türkiye’deki tüm emekçilerin çıkarlarına en uygun çözüm yolu da bölgesel özerklik olacaktır. Bölgesel özerkliğin sınırlarını ve kapsamını da ancak aynı sosyal ve iktisadî yaşantıya sahip olan halkların kendileri tayin eder. Biz, bu özerklikte titizlikle Türkiye’de uluslararası

(sosyalist) kültürün ve iktisadî yapının korunmasına çalışmalıyız. Çalışmalıyız, çünkü sosyalist, uluslararası kültür ve iktisadî ilişkiler bütün çalışan sınıf ve tabakaların çıkarınadır." (Türkiye Devriminin Yolu) Gerek THKO’nun ilk teorik metinleri olarak kabul edilen mahkeme savunmaları, gerekse THKO’nun en son teorik metni olan ve bir bakıma THKO’nun olgunlaşma dönemini ifade eden “Türkiye Devriminin Yolu” metninden yola çıkarak THKO’nun ulusal meseleye ilişkin yaklaşımını değerlendirecek olursak, ortaya kocaman bir çelişkiler yumağı çıkmaktadır. Örmeğin THKO hareketinin derli toplu ilk yazılı belgeleri olarak kabul edilebilecek THKO dava savunmalarında bir yandan “Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği” denilirken, diğer yandan, Şeyh Said, Koçgiri ve Dersim isyanları başta olmak üzere irili ufaklı onlarca Kürt isyanını boğan Mustafa Kemal devrimci kabul edilmektedir. Dersim, Koçgiri ve diğer isyanlar telaffuz edilmese de, Şeyh Said isyanı, tamda resmi ideolojiye uygun olarak, bir Kürt isyanı değil de, Hilafet yanlısı bir isyan olarak değerlendirilmektedir:

“Hilafetin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına açıkça karşı koymuşlar (Hilafet yanlıları), 1925 Şeyh Said isyanı ile şanslarını denemişler, 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemişler, fakat başaramamışlardır.” (Hüseyin İnan, THKO dava savunması)

Bir yandan “Bütün ulusların eşitliği ve her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı” savunulurken, diğer yandan Kürdistan’ın Türkiye’nin sömürgesi olduğundan hiçbir biçimde söz edilmez. Daha da kötüsü, “Bağımsız Kürdistan” yerine, sanki Türkiye’nin kendisi sömürgeci bir ülke değilmiş de, sömürge bir ülkeymiş gibi, “Bağımsız Türkiye” talebi yükseltilmekte ve bu yolla Kürdistan’ın sömürge durumu ve Türk devletinin Kürdistan üzerindeki işgalciliği yok sayılmaktadır. En iyi durumdaysa, “Bağımsız Türkiye” denilirken, işgal altındaki Kürdistan Türkiye’nin “Misak-i Milli” sınırı olarak kabul edilmekte ve bu yolla Kürdistan’ın işgalini meşrulaştırmaktadır.

7


Komünist Zemin THKO adında bir ordu kurup, “Türkiye’nin bağımsızlığı” için savaş ilan edilirken, Kürdistan Türkiye’nin “Vatan toprağı” olarak görülmekte ve bu savaşın üssü olarak seçilmektedir. THKO’nun Kürt Meselesi konusundaki tutumu her ne kadar çelişkili olsa da, hiçbir kuşkuya yol açmayacak kesinlikte Misak-i Millicidir. Kürt Meselesi konusunda THKO’nun devrimci bir duruşa sahip olabilmesi için öncelikle Misak-i Millicilikten kopması gerekiyordu. Yani, “Misak-i Milli” anlayışını reddederek, Kürdistan’ın “Misak-i Milli” değil, işgal toprağı olduğunu, dolayısıyla da koşulsuz Kürtlerin ayrılma hakkını savunduğunu ve Kürt topraklarında “Türkiye’nin Bağımsızlığı” adına faaliyet yürütmeyi ve bu faaliyete Kürtleri kazanmayı reddettiğini peşinen ilan etmesi gerekiyordu. THKO bunu yapmak yerine, hem işgal ettiği Kürdistan’ı “Misak-i Milli” sınırlar içerisinde gören Kemalist Türk devletinin resmi görüşüne bağlı kalmış, hem de Kürtler için doğru olanın ne olduğuna karar verme hakkını kendinde görmüştür. THKO’nun en olgunlaşmış halini ifade eden ve 1972 senesinde hapishanede Hüseyin İnan tarafından kaleme alınan “Türkiye Devriminin Yolu” adlı metinde “Milli Mesele” başlıklı bölümde, “Bütün ulusların eşitliğine ve “her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı“na saygı gösterilmesi gerektiğine ve herhangi bir ulusun imtiyazına karşı çıkılması gerektiğine işaret edilerek; “Türkiye’nin toprak bütünlüğü içindeki iktisadî hayatın bütünleştirilmesi emekçi sınıfların yararına olacağı” belirtilmiştir. Bununla da kalınmamış, sanki ulusal mesele bir emek sermaye çelişkisiymiş gibi, meseleye “Kürt emekçilerinin sınıfsal çıkarları da ancak Türkiye halkının ortak mücadelesi ile sağlanabilir” açıklaması getirilmiştir. Sonuç bölümünde ise ulusal mesele Türkiye Halkı olarak kabul ettikleri tüm uluslardan emekçilerin çıkarları ve ortak savaşımının oluşturulmasına bağlanmış ve çözüm önerisi şu şekilde ifade edilmiştir:

"Türkiye’deki tüm emekçilerin çıkarlarına en uygun çözüm yolu da bölgesel özerklik olacaktır. Bölgesel özerkliğin sınırlarını ve kapsamını da ancak aynı sosyal ve iktisadî yaşantıya sahip olan halkların kendileri tayin

8

eder. Biz, bu özerklikte titizlikle Türkiye’de uluslararası (sosyalist) kültürün ve iktisadî yapının korunmasına çalışmalıyız. Çalışmalıyız, çünkü sosyalist, uluslararası kültür ve iktisadî ilişkiler bütün çalışan sınıf ve tabakaların çıkarınadır." (Türkiye Devriminin Yolu) Bu yazılanlardan da çok rahat anlaşılacağı gibi, ulusal meseleye ilişkin THKO’ya egemen olan görüş, Mihri Belli’nin görüşüdür. Bir taraftan “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” savunulurken, diğer yandan “Türkiye’nin toprak bütünlüğü” savunulmakta ve ezilen ulusa da bu şekilde davranması salık verilmektedir. Bunun da ötesinde, ezilen bir ulusun ezen ulustan bağımsızlaşması ile sınıf mücadelesi hem birbirine karıştırılmakta hem de ulusal bağımsızlık sorunu sınıf mücadelesine endekslenmektedir. Bunun da ötesinde, THKO kadrolarının niyetleri ne olursa olsun, nihayetinde savunulan; ezilen ulusun kaderini egemen ulusa bağlamaktan başka bir şey değildir. THKO’nun ulusal meseleye ilişkin ortaya koymuş olduğu anlayış, tabii ki bir anda ortaya çıkmamıştır ve bu anlayış THKO’ya ait bir anlayış da değildir. Aslında bu anlayış, daha kuruluşu itibariyle, yani TKP’nin kuruluş yılı olan 1920 yılı itibariyle her daim savunulmuş, THKO ve Dev-Genç çıkışlı diğer siyasal akımlara da TKP ile organik ilişkileri olmasa da TKP ile aynı uluslararası akıma (Stalinizm) bağlı Mihri Belli ve arkadaşları tarafından bulaştırılmıştır. THKP-C, Resmi ideoloji ve “Misak-i Milli” THKP-C’den geriye kalan teorik malzeme THKO ile kıyaslandığında oldukça fazladır, bu anlamıyla da THKP-C, ayrıca değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Tabii bunun nedeni THKP-C’den geriye oldukça fazla bir teorik külliyatın kalmış olması değil, bu teorik külliyatın inanılmaz derecede eklektik ve Marksizm’in temel referanslarının tahrifatına dayanıyor olmasıdır. Bu hususu ayrı bir yazının konusu yapmak kaydıyla geçiyoruz. THKP-C’nin Kemalizm ve “Misak-i Milli” ile olan ilişkisine geçmeden önce, THKO ile THKP-C arasındaki bir iki farklılık noktasına değinmek istiyoruz.


Komünist Zemin THKP-C çıkışı itibariyle THKO’ya nazaran oldukça farklı bir zeminde durmaktadır. Örneğin THKO ilk tarih sahnesinde yer aldığında öncelikli stratejik maksadını “Ulusal Kurtuluş” olarak ilan etmektedir. THKO, daha geç sayılabilecek bir tarihte siyasal ve stratejik maksadını bütünlüklü bir şekilde Hüseyin İnan tarafından Mamak Cezaevi’nde kaleme alınan “Türkiye Devriminin Yolu” adlı broşürde ortaya koymuştur. Bu broşürde yer alan görüşler THKO tarafından 1971 yılında yayınlanan Kuruluş Bildirisi ile karşılaştırıldığında karşımıza daha olgun ve kendini daha “sosyalist” bir zemine taşımış bir THKO çıkmaktadır. Bu broşürde Hüseyin İnan, Türkiye’de hâkim çelişkinin emperyalizm ile halk arasındaki çelişki olduğunu, dolayısıyla da halk içinde yer alan her sınıfın kendi sınıfsal çıkarlarıyla devrimde yer alacaklarını, bu sınıflardan işçi sınıfının, kendi iktidarını gerçekleştirebilmek için öncelikle bu hâkim çelişkinin çözümünü sağlaması gerektiğini belirtir. En azından bu broşürde ilan edilen stratejik maksat, “Ulusal Bağımsızlık” ile sınırlı değildir. Ama buna rağmen, “Ulusal Kurtuluş” maksadı öncelikli maksat olmaya devam etmektedir. THKP-C yazınlarında ise, anti-emperyalizm gibi bir söylem yer alsa da, THKP-C’nin öncelikli maksadı “Öncü Halk Savaşı” yoluyla “Anti-Emperyalist ve Anti-Oligarşik Devrimdir.” Nihayetinde THKP-C yazınlarında da Türkiye işgal altında bir ülke olarak tanımlanır ve bir bağımsızlık savaşından söz edilir, ama antiemperyalist savaş ile anti-oligarşik savaş iç içe bir süreç olarak ele alınır. THKP-C yazınlarında savunulan, doğrudan “Demokratik Halk Devrimi”dir. THKO’nun kurtuluştan kastettiği, öncelikli olarak emperyalizmden kurtulmak iken, THKP-C’nin kurtuluştan kastettiği hem emperyalizmden hem de sermayenin egemenliğinden kurtuluştur. Dahası, THKP-C, bir kurtuluştan da öte, sınıfın iktidarı yerine kendi iktidarını koysa da, iktidara aday olduğunu ve işçi sınıfının ve emekçi halkın kurtuluşunu hedeflediğini ilan etmektedir. THKP-C yazınında daha başından itibaren savunulan, 1917 Ekim Devrimi tarafından tarihin çöplüğüne gönderilen ama Stalin tarafından tarihin çöplüğünden çıkartılarak devrimci hareketin başına yeniden bela edilen, Çin Devrimi’nin yarattığı etkiyle iyiden

iyiye popüler olan ve kimi ülkelerde “Milli Demokratik Devrim”, kimi ülkelerde ise “Demokratik Halk Devrimi” olarak formüle edilen “Aşamalı Devrim” anlayışıdır. İlk ortaya çıkışında olmasa da, en azından Türkiye Devriminin Yolu” broşüründe THKO tarafından da, MDD adı altında savunulan, esasında “Aşamalı Devrim”dir. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi, THKO’nun öncelikli stratejik maksadı hep “Bağımsız Türkiye” olmuştur. Bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra, resmi ideoloji (Kemalizm) ve onun yarattığı efsanelerden biri olan “Misak-i Milli” efsanesinin THKP-C üzerindeki izdüşümlerinin izini süremeye geçebiliriz.

Mahir Çayan tarafından kaleme alınan “Kesintisiz Devrim” adlı broşürde yer alan ve “Kemalizm” başlığını taşıyan bölümden okuyalım:

“Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçükburjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın

9


Komünist Zemin

zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında antiemperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur. Ülkede, kendi solunda, emperyalizme karşı hiçbir devrimci, ulusal-radikal sınıf hareketi olmadığı, dünyada, bugünkü gibi milli kurtuluş savaşlarının destekçisi bir dünya sosyalist bloğunun olmadığı bir evrede, emperyalizme karşı, dünyada ilk muzaffer olmuş bir halk savaşını veren radikal-milliyetçiler, bu bakımdan, ülkemizin -kökeni Osmanlı alt bürokrasisinin ilericiliğine dayanan- bir orijinalitesidir. Kemalistler için ülkemizdeki, asker-sivil aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz.” THKP-C’nin amentüsü olarak kabul edilen “Kesintisiz Devrim” adlı metinden aktardığımız bu bölümden de anlaşılacağı gibi, THKP-C’ye egemen olan tarih anlayışı, resmi tarih anlayışıdır. Bir bakıma THKP-C, resmi ideoloji’nin lekesiyle doğmuştur ve sonrasında da resmi ideolojinin sahası dışına hiçbir vakit çıkamamıştır. Hal böyle olunca da, resmi ideolojinin temel özelliği olan olguların tahrif edilmesi olayından THKP-C de payına düşeni almaktan kurtulamamıştır. Şöyle ki, Osmanlı İmparatorluğu Birinci Emperyalistler arası savaşa Almanya’yla birlikte doğrudan bir taraf olarak girmiş ve dünyanın yeniden paylaşılması savaşından pay almak, en azından daha önce işgali altında olup ta sonradan kaybettiği toprakları yeniden ele geçirmek istemiştir. Ama gelin görün ki savaşı kaybeden taraf olmuş ve en son kontrol altında tuttuğu topraklar da savaşta karşı blok olan İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar tarafından ele geçirilmiştir. Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir gibi İttihat Terakkici Osmanlı subayları ise, “Vatan Toprağı” diye adlandırdıkları en son Osmanlı nüfuz bölgelerinde burjuva temeller üzerinde bir Türk Devleti kurmak için İngiliz, Fransız ve İtalyan güçleriyle pazarlık yapmış ve nihayetinde de bu güçlerin icazetiyle bir Türk devleti kurmuşlardır.

10

Burada sözü Fikret Başkaya’ya bırakalım:

“…Milli Mücadele, Birinci Emperyalistler arası savaşın diplomatik planda sürdürülmesiydi… Sonradan “Kurtuluş Savaşı” olarak adlandırılan Milli Mücadele, bir yanıyla diplomatik düzeyde I. Dünya Savaşı’nın devamı, diğer yanıyla Yunanlılarla sıcak savaş, üçüncü olarak da merkezi Osmanlı bürokrasisi içinde bir hesaplaşmaydı. Hareket, başlangıçta Hilafet ve Saltanatı kurtarmayı amaçlamıştı. Hilafet ve Saltanatın kurtarılması için de iki engel vardı: Rumluk ve Ermenilik. Kuvayı Milliye, yaklaşık yüzyılı aşkın bir süreden beri gündemde olan cerrahi operasyonu gerçekleştirecekti. Her ne kadar hareket başlangıçta Hilafet ve Saltanatı kurtarmayı amaçlasa da, yukarıda sözünü ettiğimiz üçlü mücadele diyalektiği ve toplumsal hareketin dinamiği, Hilafet ve Saltanatın tasfiyesiyle sonuçlanacaktı. …Bir başka açıdan bakıldığında da bir “Kurtuluş Savaşı” söz konusu değildi. Eğer İmparatorluk içinde bir ulusun imparatorluktan kopma mücadelesi söz konusu olsaydı, belki o zaman bir ulusal kurtuluş mücadelesinden söz edilebilirdi. Böyle bir durum da söz konusu değildi. İmparatorluğun son unsuru olan kesim imparatorluktan kopamaz, ancak onu “dönüştürebilirdi. …Hareketi yürüten kadrolar, birkaç eksiğiyle İttihatçı kadrolardı. Bunların hepsi “yenilikçi” Osmanlı bürokratlarıydı ve İstanbul’dan tayin edilmişlerdi. Damat Ferit paşa’nın sadrazam olduğu devreler dışında, Anadolu hareketi İstanbul hükümetleri tarafından desteklenmiştir. …Dolayısıyla söz konusu olan sömürge bir ulusun antisömürgeci bir mücadeleyle bağımsızlığını elde etmesi değil, fakat prekapitalist temeller üzerinde gününü doldurmuş, parçalanmakta olan, yarısömürge bir imparatorluğun bir emperyalist savaş sonucunda burjuva temeller üzerinde yaşamını sürdürmesidir. …Bir devletin belirli bölgesinin yabancı güçler tarafından işgal edilmesi tarihte sık rastlanan bir durumdur. Hiçbir zaman işgalciler ülkeden sökülüp atıldığında bir ulusun kurtuluş hareketinden söz edilemez. Sadece haksız bir duruma son verilmiştir.


Komünist Zemin

I. ve II. Emperyalist Savaş’ta, Almanlar Fransa’yı işgal ettiler. Aynı şekilde Almanya da diğer devletler tarafından işgal edildi.” (Paradigmanın İflası, s. 47-49)

Fikret Başkaya’nın da belirttiği gibi, ne Fransızlar Alman işgaline karşı bir “kurtuluş” savaşından söz etmiştirler ne de Almanya işgal edildiğinde Almanlar bir ‘kurtuluş savaşı kavramı kullanmışlardır. Fransızlar, işgale karşı bir direniş birlikleri örgütlemişler, Almanlar ise, kendileri açısından haksızlık olarak mütalaa ettikleri durumun ortadan kaldırılması için yaklaşık olarak yarım asır beklemek durumda kaldılar. Ama bu yöndeki çabalarını bir “ulusal kurtuluş” çabası olarak değil, savaş öncesi sınırların ya da statünün yeniden kabulü olarak mütalaa ettiler. Evet, var olan savaşın ya da mücadelenin bir ulusal kurtuluş savaşı olarak mütalaa edilebilmesi için, tam da F. Başkaya’nın belirttiği gibi, “Ancak siyasal-kültürel kimliği inkâr edilmiş sömürge bir halk başkaldırdığında” söz edilebilir. Eğer söz konusu olan dünyayı yeniden paylaşmak ya da dengeleri kendi lehine değiştirmek isteyen bir devletse, bu devlet rakipleri tarafından yenilgiye uğratılıp teslim alındığında bu devletin ya da bu devletin bünyesinden çıkmış olan bir gücün örgütleyeceği savaş anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı olamaz. Ama nedense THKP-C metinlerinde meselenin bu yanı ortaya konmaz. THKP-C metinlerinde anlatılmak istenen şudur, sanki Osmanlı Devleti saldırgan bir güç olarak doğrudan dünyanın paylaşıldığı savaşta yer almamış mazlum bir devlettir ve emperyalistlerin işgaline uğramıştır. Hal böyle olunca da Mustafa Kemal liderliğindeki hareket, bu emperyalist işgale karşı anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı vermiştir. Görüldüğü gibi Kemalist resmi ideolojinin THKP-C üzerindeki etkisi oldukça büyüktür. Resmi ideolojinin gerek THKP-C, gerekse de sol hareket üzerindeki etkisinin bu derece büyük olmasının en önemli nedenlerinden birisi muhakkaktır ki Bolşeviklerin Kemalist harekete yaklaşımıdır. Bilindiği gibi Bolşevikler, Kemalistler önderliğindeki hareketi anti-emperyalist ilan et-

miş, bu hareketi ciddi anlamda desteklemişti. Öyle ki, örneğin Lozan’da Kürdistan yeniden parçalanıp, Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında yeniden sömürgeleştirilirken, Komintern’in Lozan’a yaklaşımı, “Mazlum Türkiye Lozan’da emperyalistlerce hırpalanarak, aşağılık bir anlaşmaya zorlanıyor” biçiminde olmuştur.

Bırakalım resmi ideolojinin sol üzerindeki egemenliğini bir yana, resmi ideoloji bizzat Kürtler üzerinde de akıl almaz bir biçimde egemendir. Bugün halen daha, üstelikte Kürdistan’ın işgal altında olduğunu bilince çıkarmış ve bunun için savaşan Kürt hareketi bile, “Kurtuluş savaşında omuz omuza savaştık” diyebilmekte ve aslında Kürdistan’ın yeniden işgal edilmesi hareketini bir “kurtuluş savaşı” olarak mütalaa edebilmektedir. THKP-C’nin bir başka handikabı ise, Mustafa Kemal şürekâsının öncülük ettiği harekete ve Kemalist Devletin karakterine ilişkindir. THKP-C’nin en kapsamlı yazını olan “Kesintisiz Devrim” broşüründen okumaya devam edelim: “1923 Devrimi, önder sınıfın karakterini yan-

sıtan bir milli devrimdir. Emperyalist işgal kırılmış, komprador-burjuvazi tasfiye edilmiş, yabancı sermayeye tanınan bazı imtiyazlara rağmen genellikle emperyalist istismar bertaraf edilmiş, feodalizmin ideolojik ve politik gücü kırılmıştır. …Bu, muhtevası burjuva olan bir devrimdir. (Stalin ve Mao, 1919-23 Anadolu harekâtına devrim demektedirler.

11


Komünist Zemin

Keza Mao, 1923 Anadolu Devriminden muhteva bakımından pek farklı olmayan Cezayir Devrimi için de, milli demokratik devrim kavramını kullanmaktadır). Ancak, önder sınıfın karakterinden dolayı, bu devrim sürekli kılınamamış, duraklamalara ve hatta geriye dönüşlere maruz kalmış, sonunda da ülke yeniden sömürgeleşme sürecine girmiştir. …1923'te kurulan, milli, laik Türkiye Cumhuriyeti'nde yönetim, hiyerarşik tabanın üst kademesinde kemalistler olmak üzere, küçük-burjuvazinin ve de burjuvazinin bütün fraksiyonlarının ortak yönetimidir.” Biz burada devletin ya da ekonominin “küçük burjuva bir karekterinin mümkün olup olmadığını tartışmayacağız. Çünkü bu yazının maksadı THKP-C çizgisini tartışmak değil. Bizim buradaki asıl maksadımız THKPC çizgisi üzerindeki Kemalizm etkisini tartışmak olduğundan, bu tartışmaya burada girmiyoruz. THKP-C’nin Kürt Meselesi Karşısındaki Tutumu Üzerine THKP-C’nin ulusal meseleye ilişkin tutumu THKO ile kıyaslandığında daha olumlu gibi gözükse de, aslında öyle değildir, olumlu gibi gözüken yan yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. İlk bakışta THKP-C’nin ulusal meseleye yaklaşımı THKO’nun yaklaşımına göre daha ileri bir adımı ifade ediyor izlenimine yol açmaktadır, çünkü THKO’nun yaklaşımı “Türkiye’nin toprak bütünlüğü” ekseninde ele alınmaktadır. Yani hem işgal altındaki Kürdistan Türkiye’nin “Misak-i Milli” sınırları dâhilinde görülmektedir hem de meselenin çözümü bu toprak bütünlüğü içinde ele alınmaktadır. Ama THKP-C’nin ulusal meseleye yaklaşımında “toprak bütünlüğü”ne dayalı çözümü şart koşulmaz. Mahir Çayan ve arkadaşlarının, Mihri Belli ekibi ile görüş ayrılıklarını ifade ettikleri “Sosyalist Dergi'ye açık mektup” başlığını taşıyan metinde, Milli Mesele konusunda şunlar yer alıyor:

“Mihri Belli'ye göre, Türkiye'deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek bir çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; o da,

12

meseleyi şartlar ne olursa olsun, “Misak-i Milli” sınırları içinde ele almak gerekir. Oysa bu görüş, temelden yanlış ve antisosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi, devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele alır. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: "Her şart altında, her zaman meseleyi misak-ı milli sınırları içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır" diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa, devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.” (Bu yazı, Mahir Çayan, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Aktolga imzası ile 1971 Ocak ayında Kurtuluş Yayınları'ndan broşür olarak yayınlanmıştır.)

Yukarıda aktardığımız pasajdan da anlaşılacağı gibi, THKO tarafından da savunulmuş olan “toprak bütünlüğü”ne dayalı Mihri Belli görüşü, THKP-C tarafından savunulmamaktadır. THKP-C, Mihri Belli tarafından savunulan Misak-i Millici çözümü mahkum ederken, bunun yerine önerdiği çözüm ile, bu kez başka bir yoldan Mihri Belli ve THKO’yla aynı noktada buluşmaktan kaçınamamaktadır. Çünkü THKP-C, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” meselesini koşulsuz olarak kabul etmeyip, bunu şarta bağlamaktadır. Nedir nu şart?

“…Devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar.” Yani buna karar verecek olan ezilen ulusun kendisi değil de, “Devrimci proletarya”dır. Buradan da anlaşılacağı gibi, Mahir Çayan ve arkadaşları, ulusal meseleyi “Türkiye Devrimi”nin bir parçası olarak görmektedir-


Komünist Zemin ler ve Kürtlerin geleceğinin bu devrimin çıkarlarına göre karara bağlanmasından yanadırlar. Yani devrimin çıkarları Misak-i Milli” sınırların korunmasını gerektiriyorsa, yapılması gereken budur. Bunun da ötesinde, THKP-C yazınında, ne Kürdistan’ın “Misak-i Milli” olmadığı, bilakis Türkiye’nin sömürgesi olduğu dile getirilmiş, ne ayrı örgütlenme ya da en azından bu hakkı Kürtlere bırakmak akıl edilmiş, ne de koşulsuz olarak “ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı” kabul edilmiştir. Milli Mesele konusunda gerek TKP ve Mihri Belli hareketine, gerekse de THKO’ya egemen olan “toprak bütünlüğü”ne dayalı anlayışı reddederek bir adım ileri çıkan THKP-C, maalesef bu ileri çıkışını devam ettirmeye muktedir olamamış ve bir başka kavşakta diğerleriyle buluşmaktan kaçınamamıştır. TKP/ML, Resmi ideoloji ve “Misak-i Milli” TKP´ML, tıpkı THKP-C ve THKO gibi, ideolojik ve programatik olarak aynı uluslararası referanslara dayanmaktadır. Gerek Marksizm’in kavranışı bakımından, gerekse de devrim anlayışı bakımından değerlendirdiğimizde, TKP-ML çizgisinin, Stalinizmin Çin versiyonu olarak ortaya çıkan ÇKP’nin ve ÇKP programının Türkçeleştirilmiş hali olduğunu görürüz. Hiç bir özgünlüğü yoktur. Önce program ithal edilmiş, daha sonra ise programın içi doldurulmaya çalışılmıştır. Asıl meseleye, yani Resmi ideolojinin TKPML üzerindeki izdüşümlerine gelecek olursak, hemen belirtmek gerekir ki TKP-ML daha doğuşu itibariyle Resmi ideolojinin tarih anlayışının etkisindedir ve “Misak-i Millici”dir. Daha doğrusu hareketin kurucu kadroları Mihri Belli’nin okulundan mezun olduklarından, bu okuldan ayrıldıklarında, bu okulun bütün değerlerini reddetmek yerine, onun bazı değerlerini reddederek ayrılmışlar, bir takım değerleri ise beraberlerinde götürmüşlerdir. Ama buna rağmen hakkını teslim etmek gerekir ki, TKP-ML çizgisinin mimarı olan İbrahim Kaypakkaya, gerek Kemalizm’in ve Kemalist Devlet’in, gerekse de Kemalistler önderliğindeki “Kurtuluş Savaşı”nın niteliğini, THKO ve THKP-C önderlikleriyle kıyaslandığında daha devrimci sayılabilecek derecede doğru tahlil etmiştir.

İbrahim Kaypakkaya tarafından kaleme alınan TKP/ML yazınında Kemalizm’in niteliğini şöyle açıklanıyor:

“Kemalizm demek, fanatik bir antikomünizm demektir. Kemalizm demek, işçi ve köylü yığınlarının, şehir küçük burjuvazisinin ve küçük memurların sınıf mücadelesinin kanla ve zorbalıkla bastırılması demektir. Kemalizm, işçiler için süngü ve ateş, cop ve dipçik, mahkeme ve zindan, grev ve sendika yasağı demektir; köylüler için ağa zulmü, jandarma dayağı, yine mahkeme ve zindan ve yine her türlü örgütlenme yasağı demektir. …Kemalizm demek, her türlü ilerici ve demokratik düşüncenin zincire vurulması demektir. Kemalizm’i övmeyen her türlü yayın faaliyeti yasaktır. İlerde, Kemalist iktidar aleyhine herhangi bir yazının çıkabileceği ihtimali dahi, yayın organlarının kapatılması için yeterli sebeptir. Sonu gelmez “örfi idareler” memleketi kasıp kavurmaktadır ve her bir “örfi idare” yıllarca sürmektedir; meclis, CHP’nin tepesindeki bir avuç yöneticinin ve onun değişmez başkanı M. Kemal’in elinde oyuncaktır; Anayasa da ve bütün yasalar da öyledir, ülkeyi gerçekte ordu yönetmektedir. Kemalizm demek, her alanda Türk şovenizminin kışkırtılması, azınlık milliyetlere amansız bir milli baskının uygulanması, zorla Türkleştirme ve kitle katliamı demektir. Kemalizm’in “istiklâl-i tam” ilkesi demek, yarısömürgelik şartlarına seve seve razı olma ilkesi demektir. Kemalist Türkiye, yarı-sömürge Türkiye’dir. Kemalist iktidar, İngiliz-Fransız emperyalizmine ve daha sonra Alman emperyalizmine uşaklık eden, onlarla işbirliği eden bir iktidar demektir. Japon emperyalizminin işgaline karşı çıkan Çan Kay-Şek ve onun temsil ettiği sınıflar ne kadar milli kurtuluşçu ve devrimciyse, M. Kemal ve onun temsil ettiği sınıflar da, o kadar milli kurtuluşçu ve devrimcidir.” (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar)

Kemalizm’i bu cümlelerle tarif eden İbrahim Kaypakkaya, “Kemalist Devrim” diye tanımladığı devletleşme hareketini ve Kemalist Devletin tanımını yaparken de, çağdaşı olan diğer devrimci önderlerden hem oldukça

13


Komünist Zemin farklı, hem de daha doğru bir yerde duruyor:

1) Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Devrimde, hem komprador Türk büyük burjuvazisi, hem de milli karakterdeki orta burjuvazi yer almıştır. 2) Devrimin önderleri, daha antiemperyalist savaş yıllarında iken, İtilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişler; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.

rador burjuvaziyi ve toprak ağaları kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.” (İbrahim Kaypakkaya,

Seçme Yazılar)

İbrahim Kaypakaya’nın yazılarından aktardığımız bu bölümlerden de anlaşılacağı gibi, gerek Kemalizm’in, gerek Kemalist klik öncülüğünde yürütülmüş olan ve “Kurtuluş savaşı” diye adlandırılan hareketin, gerekse de Kemalist Devletin karakteri üzerine, kendi çağdaşları arasında en orijinal tahlile İbrahim Kaypakkaya sahiptir.

3) Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiş, Kemalist hareket “özünde köylülere ve işçilere, bir toprak devrimi imkânına karşı” gelişmiştir. 4) Sosyal alanda, eski komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hâkim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hâkimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalist iktidar bir bütün olarak, milli karakterdeki orta burjuvazinin çıkarlarını temsil etmemekte; yukarıdaki sınıf ve zümrelerin menfaatini temsil etmektedir.” Kemalist hareketle ve devletle ilgili bu tanımlamaları yapan İbrahim Kaypakkaya, gerek bu hareket gerekse de bu hareketin iktidarı karşısında komünist hareketin tutumunun ne olması gerektiği sorusuna ise şu cevabı veriyor:

“Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde, komünist hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komp-

14

Tabii ki İbrahim Kaypakkaya’dan çok daha evvel, gerek Kemalist Devlet’in sınıf karakterine ilişkin, gerekse de Kürdistan konusunda oldukça isabetli tahlillere sahip bir şahsiyet daha vardır. Bu şahsiyet, Hikmet Kıvılcımlı’dır. Ama Hikmet Kıvılcımlı, bu hususlardaki görüşlerinin önemli bir kısmını neşretmekten kaçınmıştır ve bu görüşler ancak Kıvılcımlı öldükten sonra neşredilebilmiştir. Kıvılcımlı’nın kendi devrimcilik tarihinde en ileri noktayı temsil eden ve 1933 senesinde tamamlandığı var sayılan Yol adlı çalışmasında, Kemalizm’e karşı ciddi anlamda devrimci bir saldırı vardır. Dahası Kürdistan ve Kürt meselesine ilişkin o güne kadar söylenmemiş olanlar dile getirilmiştir.


Komünist Zemin Örneğin Kıvılcımlı, Yol’da, “Kemalizm mali oligarşinin Bismarkizmidir.”der Yine Kemalist Diktatörlüğü değerlendirirken onu, “Türkiye Cumhuriyeti’ndeki faşist nitelikli halk düşmanı diktatörlük” olarak tanımlar. Kemalizm’in niteliğine ilişkin tartışmalara cevap verirken, “İnsaf edelim de, artık Kemalizm’in faşizmden ayrılan noktalarını aramakla zaman yitirmeyelim.” demekten kaçınmaz. Aynı şekilde CHP’yi değerlendirirken, “Halk Partisi, tam büyük kapitalistlerle büyük toprak sahipleri partisidir” değerlendirmesini yapar. (Yol 1, s. 34-39) Kıvılcımlı, aynı şekilde Kürt meselesine ilişkin de oldukça doğru ve cesur fikirlere sahiptir. Kıvılcımlı, Yol adlı çalışmasının “İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)” başlıklı bölümünde şunları yazar: “Şurası muhakkak ki, ulusallık sorunu, partimizin en zayıf cephesidir… “Oysa, (ulusal sorun) Üçüncü Enternasyonali İkinciden ayıran en önemli karakteristik noktalardan biridir.” Kıvılcımlı bununla da yetinmez ve bir adım daha ileriye çıkarak, Kürdistan’ın “özel ve gizli bir sömürge” olduğunu yazar. Ve devamla, “Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek devrimden vazgeçmektir” der. Ne var ki, Kıvılcımlı’nın Yol adlı çalışması (bazı bölümleri hariç) ilk kez 1979’da yayınlanmıştır. Dolayısıyla da Kıvılcımlı’nın Yol’daki görüşlerinden, bu tarihe kadar kendisi ve yakın kişisel çevresi dışında kimselerin haberi olmamıştır. Biz, Kıvılcımlı’nın gerkek Kemalizm, gerekse de Kürt meselesi üzerine yazdıklarını neşretmemesinin, dahası bu görüşlerine uygun bir pratik tutum içerisinde olmamasının temel nedenin, her daim bağlı kaldığı “uluslararası” akımın, yani Sovyet Rusya’daki bürokratik kastın çıkarlarına olan bağlılığı olduğunu düşünüyoruz. Şöyle ki, Kıvılcımlı Yol’daki yazılarında devrim cephesini “iki devrim cephesi”ne ayırmaktadır. Bunlardan biri “uluslararası devrim cephesi”dir ve Türk devleti uluslararası devrim cephesinin bir mensubudur. Bir diğer cephe ise, ülkedeki devrim cephesidir ve Kemalist devlet devrim cephesinin baş düşmanıdır. Ama Kıvılcımlı’ya göre öncelikli olan, uluslararası devrim cephenin, yani Sovyet Rusya’nın çıkarlarıdır, dolayısıyla da gerek Kemalist devlete karşı savaş

ilan etmekten, gerekse de Kürt meselesinde ileriye çıkmaktan imtina edilmelidir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Kıvılcımlı’nın 1930’larda bu derece devrimci fikirlere sahip olmasının, gerek devrimci hareket açısından, gerekse de Kürt ulusal hareketi açısından bir kıymeti yoktur. Nihayetinde önemli olan Kıvılcımlı’nın bunları düşünmüş olmasından ziyade, bunları neşredip etmediğidir, daha da önemli olanı ise, Kıvılcımlı’nın ne yönde davranmış olduğudur. Daha da kötüsü, gerçekleri tespit edip de, bu gerçekleri kendi kişisel kaygılarından ya da çelişkilerinden dolayı yok sayarak birkaç sosyalist kuşağın resmi ideoloji ve bu ideolojiye bağlı Mihri Belli vb. “sosyalist”ler tarafından kirletilmesine sessiz kalması ahlaki değildir. Kesin olan bir şey vardır ki, önemli olan gerçeklerin farkına varmak değil, onların bir yolla dile getirilmesi ve hayata tatbikidir. Kişiyi tarih karşısında devrimci yapan da bu farktır.

Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi İbrahim Kaypakkaya Kemalist Devlet ve Kemalizm karşısında, gerek fikirleri bakımından gerekse de pratiği bakımından oldukça nettir. Dolayısıyla da yalnızca kendi çağdaşları karşısında değil, aynı zamanda Kıvılcımlı karşısında da daha ileri bir noktayı ifade eder. Ama bu durum, İbrahim Kaypakka’nın Resmi ideolojiyle başka noktalarda yolunun kesişmesini engellemeye yetmez.

15


Komünist Zemin Resmi ideolojinin İbrahim Kaypakkaya çizgisi üzerindeki izdüşümlerine en belirgin biçimde, Kürt meselesine ilişkin yazdıklarının yanı sıra, “Kurtuluş savaşı(mız) olarak adlandırdığı sürece ilişkin yazdıklarında rastlarız. İbrahim Kaypakkaya’nın Kuva-i Milliye Liderliğinde Yürütülen Savaşı ya da Mücadeleyi Kavrayışına Dair İbrahim Kaypakkaya, söz konusu savaşa önderlik eden kliğin niteliğini ve bu klik öncülüğünde kurulan devletin sınıf karakterini değerlendirirken resmi söylemin dışına çıkmayı başarabilmiştir. Ama bu savaşı resmi söylemin sınırlarına bağlı kalarak bir “Ulusal kurtuluş savaşı(mız)” olarak değerlendirme yanlışına düşmekten kaçınamamıştır. Yazının önceki sayfalarında da belirttiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sömürge değil, sömürgeci bir devleti. Ve bu devlet, bir paylaşım savaşına taraf olarak katılmış ve bu savaşın neticesinde de hâkimiyeti altındaki toprakları kaybedip, teslim alınmıştı. Bu sürecin içinde yer alan bir grup Osmanlı subayı ve bürokratı, nam-ı diğer İttihatçı taife, yıkılan imparatorluğun küllerinden ve tam da imparatorluğu teslim alan Batılı güçlerin talepleri doğrultusunda burjuva temellere dayalı bir devlet kurma girişimi başlattılar ve bunu “Kurtuluş Savaşı” olarak tanımladılar. Dolayısıyla da söz konusu olan sömürge bir ulusun kurtuluş savaşı değil, sömürgeci bir ulusun kılıç artıklarının hareketiydi. Ne yazık ki, tıpkı diğer birçok devrimci önder gibi İbrahim Kaypakkaya da bu tuzağa düşmekten kurtulamamış ve var olan savaşı, “Kurtuluş savaşı” olarak tanımlamıştır. Her ne kadar İbrahim Kaypakkaya, “Kurtu-

luş Savaşı’nda canıyla, kanıyla destanlar yaratan halk kahramanları vardır. Mesela bir Karayılan vardır, biz bunların mücadelelerinin mirasçısıyız. Biz, bunların tükenmez enerjilerinin, mucizeler yaratan dehalarının, sonsuz devrimci güçlerinin mirasçısıyız” di-

yerek, “Kurtuluş Savaşı” diye adlandırdığı süreçte esasen hangi geleneği sahiplendiklerini ortaya koyarak, Kemalistlerle arasına mesafe koyuyor olsa da, bu, beyhude bir çabadır. Birincisi, Karayılan, toprak zengini bir aşiretin ferdidir ve 1. Emperyalist Savaş başladı-

16

ğında, Osmanlı ordusuna gönüllü olarak katılmış, birçok cephede, en son ise Sarıkamış’ta savaşmıştır. Askerden döndükten sonra ise aşiretinin başına geçmiş ve sabık İttihatçı Kazım Karabekir’in teşvikiyle Antep yöresinde silahlı birlikler örgütlemiştir. İkincisi, Karayılan Kuva-i Milliye Hareketi’nden bağımsız bir fenomen değildir. Üçüncüsü, Karayılan’ın örgütlemiş olduğu silahlı savaş, emperyalist güçleri hedef almaktan ziyade, bölgede ki Ermeni silahlı güçleri hedef almıştır.

Özcesi, ne Karayılan destanının geçtiği bölgede, ne Demirci Mehmet Efe destanın geçtiği Ege’de, ne de diğer bölgelerde yürütülmüş olan silahlı mücadelelerin asıl hedefi emperyalist güçler değildi. Mesela Demirci Mehmet Efe’nin şu sözleri, yürütülen savaşın kimlere karşı olduğunu anlayabilmek bakımından oldukça açıklayıcıdır:

“Gerçi çok terbiyeli davrandıkları ve her türlü yardımı yaptıklarından dolayı, İtalyanlardan sızlanacak bir şeyimiz yok ise de, eğer herhangi bir hükümet bizi kontrol edecekse, bu işin daha büyük ve daha aydın bir devlet tarafından yapılmasını yeğ tutardık.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s. 24)

Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, esasen savaş Rumlara, Ermenilere ve birkaç cephede de Yunan ordusuna karşı yürütülmüştür. Bu güçleri emperyalist güçler olarak tanımlayamayacağımıza göre, bu savaş hangi emperyalist güce karşı verilmiştir? Örneğin en çok adından söz edilen Karayılan grubunu ele alalım: Karayılan grubunun zaman zaman Fransız güçleriyle çatışmalara


Komünist Zemin girdiği doğrudur ama öyle Fransızları söküp atmak anlamında bir mücadele değildir bu. Gerek Antep yöresindeki Karayılan grubunun gerekse de diğer bölgelerdeki silahlı grupların asıl mücadelesi Ermenilere ve Rumlara, kısmen de Yunan birliklerine karşı olmuştur. Yunan ordu birlikleri bu coğrafyaya itilaf devletleriyle birlikte gelmiştir. Ve Yunan birliklerinin maksadı, Osmanlı Devleti tarafından işgal edilmiş olan ve kendilerinin olarak kabul ettikleri toprakların yeniden kazanılmasıdır. Meselenin bu kısmı başka bir tartışmanın konusu olduğundan, bu hususa burada girmiyoruz. Ama nihayetinde kesin olan bir şey var ki, Yunan birlikleri emperyalist bir güç olarak mütalaa edilemez. Bu durumda geriye kalıyor Ermeniler ve Rumlar. Peki, kimdir bu Ermeniler ve Rumlar? Bu iki topluluk dışarıdan hangi yardımı almış olurlarsa olsunlar, esasen Osmanlı tarafından yurtlarından sökülüp atılan ya da yurtlarında öteki statüsüne tabi kılınanlardır. Dolayısıyla da kendilerine bunu layık gören devlet yıkıldığında, bu topluluklar en doğal haklarını kullanarak kendilerinden zor yoluyla alınanı yine aynı şekilde zor yoluyla almaya kalkışmışlardır. Dolayısıyla da, arkalarında hangi emperyalist gücün desteği olursa olsun, bu isyan hareketlerine ya da kendilerinden alınanı geri almak için örgütlenmiş hareketlere karşı yürütülmüş olan bir savaş meşru olamayacağı gibi, bir “Kurtuluş Savaşı” olarak da mütalaa edilemez. Bu, olsa olsa egemen olan unsurların mevcut egemen durumlarını sürdürme gayreti olarak mütalaa edilebilir. Kemalistlerin önderliğindeki savaş ise emperyalist güçlerle değil, birkaç cephede Yunan ordu güçleriyle olmuştur. Yunan ordu güçleriyle yapılan sınırlı savaş, emperyalistler Lozan’da Kemalistlerle anlaşmaya varınca Yunan güçlerine verdikleri desteği kesmişler ve bunun akabinde de Yunan orduları Yunanistan sınırlarına geri çekilmiş, savaş da fiilen bitmiştir. Zaten resmi söylemde yer alan “Yunanları denize döktük” efsanesi de buradan üretilmiştir. Özcesi; İbrahim Kaypakkaya’nın da zikrettiği savaş, bir “kurtuluş savaşı” değil, Ankara hükümeti ile emperyalistler arasında Lo-

zan’da bağıtlanan bir anlaşmayla Osmanlı Devleti’nin küllerinden, fakat bu sefer ırk ve milliyet temeline dayalı bir burjuva cumhuriyeti kurma operasyonudur. İbrahim Kaypakkaya ve Milli Mesele (Kürt Meselesi) İbrahim Kaykapkaya, bir asrı aşkın bir süredir, uyulsun ya da uyulmasın, sosyalist hareketin adeta amentüsü olmuş olan “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” anlayışına bağlıdır. İbrahim Kaypakkaya’nın ulusal meseleye ilişkin sorunlu yanları ancak bu meseleyi tartışmaya başladıkça ortaya çıkar. Mesela hiçbir zaman Kürdistan’ı bir sömürge olarak görmez. İbrahim Kaypakkaya’nın bu temel halkayı yakalayamamasının nedeni, o yıllarda devrimci harekete egemen olan “Kendisi yarısömürge olan bir ülkenin sömürgeci olamayacağı” anlayışıdır. Dolayısıyla da İbrahim Kaypakkaya, Kürdistan’ı sömürge, Kürt halkını ise sömürge bir ulus olarak tanımlamaktan kaçınır. Ve Kürtleri, “bağımlı halk” ya da “bağımlı ulus” olarak tanımlar. Hatta “Misaki Milli” olarak adlandırılan coğrafyada yaşayan Türkler dışındaki ulusal toplulukları “Azınlık Milliyetler” olarak adlandırır. İbrahim Kaypakkaya’nın yazdıklarından okuyalım:

“Türkiye bugün çok milletli devletlerden biridir. Ve Türkiye’de sadece Kürtler bir ulus teşkil ederler. Bu bakımdan da, Türkiye komünistleri açısından, milli meselenin esasını (tamamını değil) Kürt meselesi teşkil eder. Şimdi, Kürt milli hareketinin gelişmesine göz atalım.“ (İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar) İbrahim Kaypakkaya bu ön açıklamayı yaptıktan sonra, esas meseleye, yani Kürt meselesine geçiyor ve şöyle devam ediyor:

“…Kürdistan’ın Lozan Antlaşmasıyla kendi kaderini tayin hakkı çiğnenerek parçalanması, elbette tarihi bir haksızlıktır. Ve Lenin yoldaşın bir başka vesileyle söylediği gibi, haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hâkim sınıfları bu konuda ayıplamak, komünist partilerin görevidir. Ama böyle bir haksızlığın düzeltilmesini programına koymak akılsızlık olur. Çünkü bugünün meselesi olma niteliğini çoktan

17


Komünist Zemin

kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemeye devam eden bir tarihi haksızlık” olmadıkları sürece, komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarıda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir, sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek gibi bir mahiyet taşımamaktadır. Bu nedenle komünistler, onun düzeltilmesini istemek akılsızlığını ve basiretsizliğini gösteremezler.” (İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar) İbrahim Kaypakkaya, ulusal meseleye ilişkin görüşlerini Lenin’e dayanarak açıklamaya çalışsa da olmuyor. Çünkü Kürt meselesi İbrahim Kaypakkaya’nın belirlediği gibi “bugünün meselesi olma niteliğini kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri”nden biri değildir. Eğer söz konusu Spartalıların mirasçıları olduğunu iddia eden birileri olsaydı, belki İ. Kaypakkaya’nın izahatı bir yere otururdu. Ama burada söz konusu olan tarih sahnesinden silinmiş bir “uygarlık” değil, her zaman için bu coğrafyanın en sıcak, en can alıcı kilit meselesidir. Kürt meselesinin ne kadar temel ve kilit bir mesele olduğu gerek Türkiye açısından gerekse de bölge ülkeleri açısından bugün daha iyi görülmektedir. Öyle ki, bugün Kürtler olmadan bölgedeki hiçbir meselenin çözümü neredeyse imkânsızdır. Aynı şekilde, Kürt meselesi bölgedeki “Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemeye devam eden” bir mesele de değildir. Bilakis, Kürt meselesi, özellikle de “Türkiye” diye adlandırılan coğrafyada cereyan eden sosyal ve sınıfsal çatışmalara “devrimci” dinamizm kazandıran bir özelliğe sahiptir. İbrahim Kaypakkaya, sonraki satırlarda milli meseleye ilişkin görüşlerini gerekçelendirirken olayı toparlamaya çalışsa da, sonuç değişmemektedir:

“Bu noktayı belirtmemizin sebebi, Program Taslağı üzerindeki tartışmalarda bir arkadaşın Kürdistan bölgesinin birleştirilmesini programa koymak yolundaki isteğidir.

18

Türkiye’de komünist hareket ancak Türkiye sınırları içindeki milli meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla yükümlüdür. Irak ve İran’daki komünist partileri de, milli meseleyi kendi ülkeleri açısından en doğru çözüme kavuştururlarsa, söz konusu tarihi haksızlığın hiçbir değeri ve önemi kalmayacaktır. Bütün Kürdistan’ın birleştirilmesini programımıza koymamız, bir de şu açıdan sakattır: Bu, bizim tayin edeceğimiz bir şey değildir. Kürt milletinin kendisinin tayin edeceği bir şeydir. Biz, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunuruz. Bu hakkı kullanıp kullanmayacağını veya ne yönde kullanacağını Kürt milletinin kendisine bırakırız.”

(İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar)

Tabii ki Kürtlerin neyi nasıl yapacaklarına Türkiye’deki komünist hareket karar veremez ve Kürtlerin ne yapması gerektiğini programına koyması yerinde olmaz. Ama ileriki bölümlerde de göreceğimiz gibi, İbrahim Kaypakkaya hiç de bundan imtina etmiyor. Kaldı ki Türkiye’de ki komünist hareketin Kürtler için bir şey önermekten imtina etmesi, programına “Kürdistan’ın ilhakına koşulsuz olarak son verilmesi için mücadele etmenin komünistler için bir olmazsa olmaz olduğunu” yazmalarına engel değildir. Türkiye’de ki komünist hareket programına bunu yazmakla da yetinmeyip, programına şunu da bir olmazsa olmaz olarak kayıt düşmeliydi: “Kürdistan Türkiye toprağı değildir ve biz ‘Türkiyeli komünistler Kürdistan’ın ayrı bir ülke olduğunu savunuyor ve oralarda Türkiye devrimi adına Kürtleri örgütlenmeyi reddediyoruz.” Evet, Türkiye’deki komünist hareketin ulusal mesele konusunda tam da yapması gereken buydu, bu olmalıydı. İbrahim Kaykapkaya’nın Kürt ulusunun ayrılma talebine ilişkin yazdıklarıyla devam edelim:

“Hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurması meselesine devrimin gelişmesi, güçlenmesi açısından bakar. Eğer Kürt milletinin ayrı bir devlet kurması, Türkiye Kürdistanı’nda proletarya önderli-


Komünist Zemin

ğinde demokratik halk devriminin gelişmesi ve başarıya ulaşması imkânını artıracaksa, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası bizzat ayrılmayı destekleyecektir. Eğer ayrılma, Türkiye Kürdistanı’nda proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin gelişmesini ve başarıya ulaşmasını geciktirecekse, zorlaştıracaksa, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir.” İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar)

Evet, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kürt meselesine, daha doğrusu Kürtlerin ne yapmaları ve kaderlerini nasıl tayin edeceklerine müdahale etmemek adına programda yer vermekten imtina eden İbrahim Kaypakkaya, birkaç cümle sonra görüyoruz ki Kürtlerin ayrılma yönündeki davranışlarını destekleyip desteklememeyi şarta bağlıyor. Ne diyor, “Türkiye Kürdistanı’nda proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin gelişmesini ve başarıya ulaşması imkânını artıracaksa” destekleriz. Kürdistan’da “proletarya önderliğinde demokratik halk devrimi”nden kastedilen de yine Türkiye devriminin Kürdistan ayağıdır. Çünkü Kürdistan ayrı bir ülke olarak görülmemekte ve ısrarla Türkiye devriminin bir parçası olarak görülmektedir. Dolayısıyla da meseleye Türkiye devriminin çıkarları açısından bakılmaktadır. Mesela söz konusu olan Filistin ulusal kurtuluşu olunca bu tür şartlar ileri sürülmüyor. Yani meseleye Filistin demokratik halk devrimi açısından bakılmıyor. İbrahim Kaypakkaya’nın meseleye yaklaşımının ne olduğunu ve bizim bu yazılanları doğru okuduğumuzu daha iyi anlayabilmek için İ. Kaypakkaya ile devam edelim:

“Ülkemizde gelişen komünist hareketin Kürdistan’da köylüler arasında hızla kök saldığını, toprak devrimi mücadelesinin hızla gelişip yayıldığını, devrimci hareketin Kürdistan bölgesinde, Batı bölgesine nispetle daha hızlı geliştiğini düşünelim. Bu şartlar altında Kürt bölgesinin Türkiye sınırları içinde kalması, bu bölgede sadece hâkim Türk ulusunun burjuva ve toprak ağalarının devletinin çıkardığı engellerle devrimin kösteklenmesine vs... yol açacaktır. Veya Kürt bölgesinde

çeşitli alanlarda Kızıl siyasi iktidarların doğduğunu düşünelim ve Batı’da devrimin çok daha yavaş bir tempoyla geliştiğini düşünelim. Bu şartlar altında yine, Türk hâkim sınıflarının ve bunların devletinin baskısı, Doğu’da gelişen devrimi geciktirecek, köstekleyecektir. Bu takdirde Doğu’nun ayrılması, devrimin gelişmesini hızlandıracak, güçlendirecektir. Bu durum, Batı ve Doğu’daki devrimin gelişmesini de hızlandırarak, Ortadoğu’nun diğer ülkelerindeki devrimin gelişmesini de elbette etkileyip hızlandıracaktır. Böyle bir durumda, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası Kürt milletinin ayrılmasını, Kürdistan’da hızla gelişen devrimin daha hızlı gelişme imkânlarına kavuşmasını ister ve savunur.” (İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar)

Bütün bu yazılanlardan sonra görüyoruz ki İbrahim Kaypakkaya, Kemalizm ve Kemalist Devletin karakterine ilişkin oldukça ileri bir adımı ifade eden fikirlere sahipken, bu ileri çıkışını mantıki sonuçlarına vardıramıyor. Ve Resmi ideolojiyle tersinden de olsa yeniden bağ kurmaktan kurtulamıyor. Son söz yerine THKO, THKP-C ve TKP/ML savaşçıları kendi bildikleri tarzda, “eşitlik, bağımsızlık ve kardeşlik” için savaştılar ve başları dik ölümü göğüslediler. Bununla da kalmayıp, yaşadığımız coğrafyada isyancı ve direngen bir geleneğin yaratılmasının ve “Barışçıl” yollarla bir toplumsal devrimin olanaksızlığını gösteren öncüllerden oldular. Bunu teslim etmek gerekiyor. Ama bu yanlarının dışında değerlendirdiğimizde bu üç geleneği komünist anlamda devrimci kabul etmek kabil değildir. Otuz beş yılı aşkın bir süre boyunca nedense bu üç geleneğin ayrım noktaları tartışıldı ve bu ayrım noktaları üzerinden hangi geleneğin komünist damarı temsil ettiğine karar verilmeye çalışıldı. Hâlbuki bu gereksiz bir tartışmaydı ve bu tartışmalar birkaç kuşağın devrimci enerjisinin heba olmasına sebep oldu. Nihayetinde bu üç gelenek de aynı uluslararası akımın ayak izlerini takip etmişti ve aynı ideolojik referanslar üzerine yükselmişti. Bu geleneklerin Marksizm adına dayanak yaptıkları, Marksizm’in düşmanı Stalinizm ve

19


Komünist Zemin onun Maoizm vb. versiyonlarıydı. Keza, Kemalizm’in ve Kemalist devletin karakterinin yanı sıra Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin aralarında farklılıklar olmakla birlikte bu üç gelenek, Kemalizm’den kopabilmenin olmazsa olmazları olan Misak-i Millicilik” ve Milli Mesele hususlarında aynı noktada buluşmaktadır. Üç gelenek de, “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı savunulmalıdır ama ayrılma söz konusu olduğunda buna Türkiye devriminin çıkarları açısından bakılmalıdır. Eğer devrimin çıkarları ayrılma hakkını desteklemeyi gerektiriyorsa ayrılma yönündeki hareket desteklenmelidir; yok eğer ezilen ulusun ayrılma talebi Türkiye devriminin çıkarlarına hizmet etmiyorsa, bu durumda bu talep desteklenemez” düşüncesinde hemfikridir. Bu anlamıyla da bu üç gelenek, resmi ideolojinin ve Misak-i Milliciğin lekesini taşımaktadır. Bu üç geleneğin liderlerinin fiziki olarak katledilmelerinin ardından, bu geleneklerin mirasını savunan ya da bu iddiada olan onlarca akım ortaya çıkmıştır ama bu akımlar da THKO, THKP-C ve TKP/ML geleneklerinin kurucu kadrolarının bu zafiyetlerini sorgulamamışlardır. Ta ki Kürt Ulusal Hareketi 1984 senesinde zulmün kalbine ilk kurşunu sıkıncaya dek. Bu ilk kurşunla birlikte resmi ideoloji her gün biraz daha çatırdamış, Kürt Ulusal Hareketi büyüdükçe yarattığı deprem daha da büyümüş ve nihayetinde resmi ideoloji ile birlikte onun mitleri de teker teker çökmeye başlamıştır. İşte bu depremden “Türk Solu” da payına düşeni almış ve bir yol ayırımına gelmiştir. Artık ya zulmün safında olunacaktır ya da zulmün karşısına bin yıllık öfkesiyle dikilen Kürt Özgürlük Hareketi’nin. İşte Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu aşağıdan tazyikinin sonucundadır ki bu üç geleneğin takipçisi olan akımların önemli bir çoğunluğu, mirasçısı oldukları üç geleneği bir ölçüde resmi ideolojinin gölgesinden kurtarabilmişlerdir.

20

Ama bu süreç henüz tamamlanmamıştır. Ve bu süreç, bu üç geleneğin takipçisi olan akımlar için ancak ve ancak şu koşullar yerine getirildiği takdirde tamamlanmış olacaktır: 1. Bu akımlar, Kürdistan’ın işgal edilmiş bir ülke olduğunu ve Kürt Halkının Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Türkiye devriminin çıkarlarına karşı olsa bile; kayıtsız şartsız desteklediklerini beyan etmelidirler. 2. Bu akımlar, (Türkiye menşeli örgütler), Kürdistan topraklarında Türkiye devrimi adına örgütlenmekten ve Kürdistan’da Türkiye devrimi için Kürt ezilenlerini örgütlemekten vazgeçtiklerini beyan etmelidirler. 3. Bu akımlar, Türkiye’de emekçi sınıf içerisinde ve Kürt Ulusal Hareketi’nin dostu olduğunu beyan eden kesimler içerisinde, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” ya da “Yaşasın Barış” türünden ne anlama geldiği belli olmayan ya da her anlama gelebilecek fikirlerin değil, “Kürtlerle barış için, savaşın nedeni olan Kürdistan’daki işgale son!” fikrinin tavizsiz savunucusu olmalıdırlar.

Bu şartların yerine getirilmesi, gerek iki halkın ezilenlerinin enternasyonalist anlamda bir kardeşliğe ulaşabilmesinin, gerek bu zamana kadar Kürdistan’ı ayrı bir ülke olarak değil de, “Misak-i Milli sınırlarının bir parçası ya da arka bahçesi olarak görerek, hem Kürtlerin kurtuluşunu Türkiye devrimine endeksleyen ve Kürdistan topraklarında Kürtleri Türkiye devrimi için örgütleyen Misak-i Millici anlayıştan kopabilmenin, gerekse de, tam da bu nedenlerden dolayıdır ki Resmi ideolojinin lekesiyle doğan bu üç geleneğin bu doğum lekesinden kurtarılmasının biricik yoludur.


Komünist Zemin

Milli Mücadele ve Anti-Emperyalizm Söylemi “...tarihçinin tahrifatı teknik olmaktan öte ideolojiktir: çatışan çıkarlar dünyasında vurgulamayı seçtiği her olgu, [ tarihçi istese de istemese de] ekonomik, siyasal, ırkçı, ulusçu ya da cinsiyetçi bir çıkar çevresinin amacını destekler.” Howard Zinn [1] “Asıl Devlet Partisi” tarafından sipariş edildiği anlaşılan, satışı için nerdeyse milli seferberlik ilan edilip, tüm devlet kurumları tarafından da pazarlanan, Şu Çılgın Türkler adlı romanın arka kapağındaki tanıtım yazısında, Milli Mücadele’yle ilgili olarak: “ dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en kutsal savaşlardan birinin, emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşının, bir millileşme ihtilalinin romanı, şaşırtıcı bir yakın tarih destanı...” [2] deniyor. Aynı eserin başka bir yerinde de: “Bugün Türk gençliği biri ötekine benzemeyen iki tarihe inanıyor: Biri bu romanın esas aldığı sağlıklı ve dürüst, belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih... Öteki Cumhuriyeti yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolanlarla dolu, sahte tarih” [3] deniyor... Buradaki amacım, resmi ideolojideki aşınmaya karşı bir savunma, nafile bir zorlama, Mete K. Kaynar’ın [4] isabetli bir şekilde “bir resmi tarih mevlüdü” dediği söz konusu romanın eleştirisini yapmak değil. Belli ki, bu zorlama tarihî roman, seksen yıllık dönemde oluşturulan resmi ideolojinin aşınmasından duyulan rahatsızlığın ifadesi... Elbette egemen sınıfın ve akıl hocalarının tarihi tahrif etmekte, yaşanmış olanı kendi ihtiyaçları doğrultusunda ‘yeniden kurgulamakta’ çıkarı vardır. İktidar olmak ve iktidarda kalmak için gizlemeye, gizlemek için de yalan, tahrifat, yok saymaya, vb. ihtiyaçları var ve buraya kadar bir sorun yok... Özakman ve benzerlerinin, gerçek dünyada hiçbir karşılığı olmayan bir antiemperyalizmden söz etmeleri de şaşırtıcı değil. Asıl sorun kendilerini solda sayanların, yalanın değil, gerçeğin safında yer alması gerekenlerin de, egemen resmi tarih anlayışını içselleştirmiş olmalarıyla ilgili...

Resmi tarih Milli Mücadele’nin sadece bir kurtuluş savaşı değil, aynı zamanda yeryüzünün ezilen halklarına kurtuluş yolunu gösteren anti-emperyalist bir mücadele olduğunu vâz ediyor. Resmi tarihten bağımsızlaşamayan, yakın tarihe eleştirel bakma basiretini ortaya koyamayan, gerçeğe asıl ihtiyacı olması gereken sol da, 1918-1923 döneminde anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı verildiğini sanıyor... Aslında bu durum Türkiye’deki sol hareketin ideolojik-entellektüel azgelişmişliğinin de bir göstergesidir. Kaydetmek gerekir ki, antiemperyalizm konusundaki kafa karışıklığı sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil. Sovyet Devrimi’nin hemen arkasından oluşturulan Üçüncü Enternasyonal’in [Komintern] yaklaşımlarındaki tutarsızlıklar, Üçüncü Enternasyonal’a sinmiş Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma da, anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığına kaynaklık etti ve bugün dahi söz konusu kafa karışıklığı aşılmış değil. İlginç olan bir şey de, Üçüncü Enternasyonal’in sömürgeler, anti-emperyalist mücadele ve ulusal kurtuluş savaşlarına dair oluşmasında Türkiye’ye yaklaşımlarının ilişkin tartışmaların merkezi bir öneme sahip olmasıdır. Bu sorunla ilgili tartışmaya ilerleyen sayfalarda dönmek üzere, Milli Mücadele’nin anti-emperyalistliği söylemini tartışmaya başlaya biliriz. Gerçekten Birinci emperyalistler arası paylaşım savaşına, itilaf devletleri [İngiltere, Fransa, Çarlık Rusyası, İtalya...] karşısındaki, İttifak devletleri [Almanya, AvusturyaMacaristan...] safında katılan Osmanlı İmparatorluğunun, yenilğinin ardından bir antiemperyalist mücadele yürütmesi teorik olarak mümkün müdür?

21


Komünist Zemin İttihatçıların, emperyalistler arası bir savaşta taraf olmaktan beklentileri ne idi? Pratikte olanlar nasıl oldu ve kimin için ne anlama geliyordu? Milli Mücadele aslında kimin mücadelesiydi? Osmanlı imparatorluğunun bakiyelerinden biri olan T.C. bölgedeki emperyalist çıkarlar aleyhine mi varlığını sürdürdü yoksa, emperyalist çıkarların ve emperyalist savaş sonrasında oluşturulan status quo’nun, ya da aynı anlama gelmek üzere ‘yeni dünya düzeninin’ bir bileşeni miydi? Esas itibariyle bir diplomatik süreç olan 1918-1923 aralığında Yunanlılara karşı yürütülen savaş bir kurtuluş savaşı sayılabilir miydi? Osmanlı İmparatorluğunu emperyalist savaşa sokanla, bir hükümet darbesiyle [coup d’état], bir anayasal monarşi olan rejimin adını Cumhuriyet olarak değiştiren aynı odak olduğuna göre, olup bitenleri antiemperyalizm ve ulusal kurtuluş kavramlarıyla açıklamak soruna uzaktan bakmak anlamına gelmez mi? Bir bütün olarak emperyalistler arası savaşın başladığı 1914’den T.C. ile savaşın galibi İtilaf devletleri arasındaki “Yakındoğu İşleri Hakkında Laussanne [Lozan] Konferansı’nın sona erdiği 24 Temmuz 1923 arasında, “Ortadoğu’yu sarsan on yılda” anti-emperyalizm kavramına uygun bir şey yaşandı mı? 1913’ten itibaren iktidar üzerinde tam denetim kurmayı başaran İttihat ve Terakki Partisi [Fırkası], Osmanlı devletini emperyalistler arası boğazlaşmaya dostlar alış- verişte görsün diye sokmadı... Amaç, yeniden paylaşımdan pay koparmak, imparatorluğu büyütmekti. Lâkin hesap daha baştan yanlış yapılmıştı, zira, emperyalistler arası savaş, Osmanlı topraklarını paylaşmak için çıkartılmıştı. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğunun taraf olduğu İttifak devletleri kazansa dahi paylaşımdan alabilecekleri pay sınırlıydı. Üçlünün [triumvirat- Enver, Talat, Cemal Paşalar] en karizmatik ve en gözü pek şahsiyeti olan Enver Paşa, emperyalistler arası savaşa: “Asya’daki Türkleri ve Müslümanları birleştirmek, Avrupa’da kaybettikleri toprakları geri almak, Adriyatik’ten Hint sularına kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmak üzere girdiklerini” açıkça ifade ediyordu. Kimbilir, belki böylesine büyük bir imparatorluğun başında olmayı da

22

hayal ediyordu... Emperyalist savaşın tarafı olanlar yenilgiden sonra bir mucize sonucu anti-emperyalist mi olmuşlardı? Yoksa çok büyük ödünler karşılığında küçük bir devlete razı mı olmuşlardı? Rivayet olunduğu gibi ortada bir ‘başarı’ varmıydı? Eğer varsa kimin başarısıydı? “Ulusal kurtuluş” söyleminin gizlediği ‘gerçek’ Nasıl bir kişinin kendi hakkında söyledikleri onun hakiki şahsiyeti hakkında fikir edinmek için yeterli değilse, bir sosyal hareketin niteliği de o hareketi yönetenlerin söylediklerine bakılarak anlaşılamaz. “Ulusal kurtuluş” kavramı, bir emperyal güç tarafından işgal ve/veya ilhak edilmiş, tahakküm altındaki bir halkın bir ayaklanma, sonucu özgürleşmesi, kendi kaderini tayin eder hale gelmesini ifade eder. Ulus denilen hiçbir zaman ‘proleter‘bir ulus olmadığına, olamayacağına [kapitalizmin ulaştığı aşama veri iken] ve toplum uzlaşmaz çelişkilere sahip sınıflara bölünmüş olduğuna göre, ulusal kurtuluş kavramı kaçınılmaz olarak problemlidir. Bu yüzden tırnak içine alınmıştır. Amerikan bağımsızlık hareketini alalım: Kuzey Amerika’daki İngiliz kolonilerinden bazıları bir araya gelerek bir hareket başlattılar ve İngiltere’den bağımsızlaştılar. Bağımsızlık ‘ulusun’ kendi kaderini tayın ettiği anlamına geliyor muydu veya ‘ulus’a kimler dahildi? ülke nüfusunun yaklaşık Bağımsızlık %20’sini oluşturan Afrika kökenli köleler, Amerikan yerlileri, mütevazı insanlar, işçiler, vb. için bir anlam ve değer taşıyor muydu? Gerçekten nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan geniş emekçi kitle kendi kaderini tayin eder duruma gelmiş miydi? Bağımsızlıktan sonra köleler köle olarak kaldı, bizzat bağımsızlık hareketinin önderleri çok sayıda kölenin sahibiydiler...’kurtuluştan’ sonra Batıya doğru yayılma ve yerli halka yönelik jenosit hızlandı, sömürü derinleşti... Aslında yegâne değişiklik, mülk sahibi sınıfların İngiltere’ye [Büyük Britanya] haraç vermekten kurtulmasından ibaretti. Başka türlü söylersek, sorun iki taraf arasında bir sosyal artık bölüşümünden ibaretti... Dolayısıyla ‘kurtuluş’ herkes için aynı anlama gelmiyordu... İkinci Dünya savaşından sonra bağımsızlıklarını “kazanan” bazı Afrika ülke-


Komünist Zemin lerinin anayasaları İngiliz Sömürgeler Bakanlığında hazırlanmıştı. Böylesi bir bağımsızlık da ‘ulusal kurtuluş’, gerçek bir ‘bağımsızlık’ sayılacak mıdır? XIX’uncu yüzyılda İspanya ve Portekiz’den bağımsızlaşan Orta ve Güney Amerika [Latin Amerika] ülkeleri, başta İngiltere ve ABD olmak üzere kapitalist hiyerarşinin yükseklerinde yer alan ülkelerin yarı-sömürgesi durumuna geldiler. “Bağımsızlık” yerliler ve Afrika kökenli köleler için hiçbir anlam taşımıyordu. Dolayısıyla, XIX’uncu yüzyılda kolonilerin bağımsızlaşması ABD örneğinin tekrarından başka bir şey değildi. Devlet aygıtı düzeyinde, ezilen halklar, sömürülen sınıflar lehine bir ‘yenilik’ söz konusu değildi. Bu nedenle iktidarın el değiştirmesi, yabancının işlevini yerlinin devralması, ya da bir kliğin bir başka kliğin yerine geçmesi sanıldığından çok daha az önemlidir... Daha önce doğrudan sömürge statüsündeki bir ülkede yabancıların yerini “yerel bir iktidarın”, alması gereklidir ama yeterli koşul değildir. Bu, doğrudan devletin niteliğini angaje eden bir şey olduğu için... Zira, bir sosyal formasyonu dışarıya bağımlı ve edilgen kılan veçhe, sadece siyasi nitelikte olan değildir. Bağımlılık, ekonomik, sosyal, kültürel-ideolojik, vb. veçheleri de kapsar. Bu yüzden bağımsızlık bir bayrak, bir milli marş, bir devlet başkanına sahip olmaktan öte bir şeydir. Kolonyalist-emperyalist sömürü ve şartlandırmadan kurtulmak, siyasi veçheyi aşan bir içeriğe sahip olmalıdır. Böyle bir durumda kriter, devletin niteliğinin değişip, değişmediği, ne yönde ve nasıl değiştiğidir... O halde “kurtuluş savaşı” kavramı karşısında Türkiye’de olup-bitenler ne anlama geliyordu? Bir kere Osmanlı İmparatorluğu yerli yerinde duruyordu ve dünyayı paylaşmak üzere savaşan taraflardan biriydi. Son yüzyılda emperyalist Batı’nın yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş olsa da, bağımsız bir devletti. Savaştan yenik çıkmasına, topraklarının büyük bir bölümünün işgal edilmesine rağmen, hâlâ bir aktör olarak sahnedeydi. Mondros mütarekesinin, Sevre Antlaşmasının ve Milli Mücadele dönemindeki tüm antlaşmaların tarafıydı ve bilinçli olarak Lozan Antlaşması denilip tam adı telaffuz edilmeyen, Yakın Doğu İşleri Hakkında Laussanne Konferansı, Osmanlı Devleti-

nin söz konusu süreçte taraf olup imzaladığı antlaşmaların sonuncusuydu. Laussanne Konferansı öncesinde bir darbeyle Saltanat’ın tasfiyesi ve devletin adının Cumhuriyet olarak değiştirilmesi, esasa ilişkin bir değişiklik sayılmazdı. Devletin adını değiştirse de, söz konusu olan basbayağı bir darbeydi ve darbeyle bir rejimin niteliği değişmezdi. Rejimin niteliğinin değişebilmesi için bir halk devrimiyle eski devlet aygıtının tasfiye edilmesi ve halk çoğunluğunun devleti yeniden yapılandırması gerekir. Oysa, Mustafa Kemal’in darbesiyle devlet aygıtı değişikliğe uğramış değildi. Sadece devlet aygıtının bürokratik kadroları düzeyinde sınırlı bir değişiklik söz konusuydu ki, zaten darbelerin de daha fazlasını yapması mümkün değildir. [1918-1923 dönemi için ‘ulusal kurtuluş’ ve ‘anti-emperyalizm’ kavramlarını kullanmak uygun değil ama bu döneme bir iç savaş dönemi, Yunanlılarla savaş dönemi, Osmanlı egemen-bürokratik sınıfının iç çatışma dönemi demek mümkündür.] Bu alandaki yanılsamalar, devrimle darbenin birbirine karıştırılmasından, hükümet darbesinin devrimle özdeş sayılmasından kaynaklanıyor. [5] 1918-1923 aralığında diplomatik çabaları sürdürenlerle ‘Kuvayı Milliye’yi örgütleyenler aynı odaklardı. Elbette söz konusu ekip içinde kimi sorunlara ilişkin tartışmalar ve çatışmalar yaşanıyordu ama bunlar olağandı ve sorunun esasını angaje etmiyordu. Herkesin ortak amacı Osmanlı İmparatorluğundan geri kalanı kurtarmak, devletin bekasını sağlamak, yönetici elitin ayrıcalıklarını ve sınıfsal çıkarlarını güvence altına almaktı. Zaten Mondros Mütarekesinden [30 Kasım1918] sonra yegâne savaş Yunanlılarla yapılmıştı ve Yunanlılara karşı savaşın adı olan ‘Kuvayı Milliye’ de merkez tarafından örgütlenmişti. Bir “ulusal kurtuluş savaşı’, uzun zamandır bir yabancı gücün tahakkümü altında bulunan, varlığı [ekonomisi, kimliği, kültürü, vb.] baskı altına alınmış bir halkın bu durumdan kurtulma mücadelesidir. Bu yüzden emperyalist savaşın tarafı olan Osmanlı Devleti söz konusu olduğunda, ‘kurtuluş savaşı’ kavramı uygun değildir. Adı Üstünde bir devletten söz edildiğine göre... Savaşı kaybeden taraftaki Almanya da işgale uğramıştı. Almanya işgal altındaki toprakları geri almak için mücadele ettiğinde bu du-

23


Komünist Zemin rum nasıl kavramın bilinen anlamında bir ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’ sayılmazsa, aynı şey Türkiye için de geçerliydi. Zaten Milli Mücadele’nin anti-emperyalist bir ‘ulusal kurtuluş savaşı’ olduğu sonraki dönemin bir yakıştırmasıdır... Bir devlete ait toprakların bir başka devlet tarafından işgal edilmesine karşı yürütülen mücadele, ulusal kurtuluş mücadelesi değil, sadece geçerli uluslararası hukuk ve teamüllere göre haksız sayılan bir durumun düzeltilmesidir. Dolayısıyla, TC’nin emperyalizme karşı yürütülen bir mücadele sonucu kurulduğu söylemi resmi tarihin ve resmi ideolojinin bir uydurmasıdır. Anti-emperyalizm kavramı Anti-emperyalizm kavramı geçtiğimiz yüzyılın en problemli, en muğlak kavramlarından biriydi. Maalesef bu durum XXI’inci yüzyılın ilk on yılında da değişmiş değil. Esasen sorun, bizzat kavramın kendisinde mündemiçtir. Bir şeye karşı olmak tek başına yeterli değildir, zira herkes ‘o şeye’ farklı nedenlerle karşı çıkıyor olabilir, dolayısıyla her durumda karşı çıkışın anlamı ve içeriği de farklı olur. Kaldı ki, karşı çıkışın anlam ve değeri de emperyalizmden ne anlaşıldığına göre değişecektir. Eğer emperyalizmden emperyal yayılma, başka bir ülkenin topraklarını işgal etme, ele geçirme, velhasıl yabancı bir gücün hakimiyeti anlaşılırsa, dar bir işbirlikçi kesim dışında hiç bir Allahın kulu yoktur ki, bu tür bir işgale ve dış tahakküme karşı çıkmasın... Oysa, sadece işgale karşı çıkmak anti-emperyalizmle özdeş değildir. Bu yüzden bir kimsenin ABD ve diğerlerinin askeri müdahalelerine karşı çıkmak için anti-emperyalist olması, kendini öyle tanımlaması gerekmez. Irak’a yönelik Amerikan-İngiliz saldırısına, Papa dahil, Batılı liberallerin ve muhafazakârların bir bölüğü de karşıydı ama onların asla antiemperyalizm diye bir sorunu olamazdı... O halde karşı olmanın, ‘antiliğin’ bir başına bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Bir hastalığa karşı olmak, onu nasıl teşhis ettiğiniz ve nasıl tedavi edeceğinizle birlikte bir anlam ve değer taşıyabilir. Bu yüzden tek başına anti-emperyalizm söyleminin ‘olumlu’ bir içeriğe sahip olması, kapitalizmi dert etmeyen bir hareketin anti-emperyalist sayılması mümkün değildir, zira kapitalizm

24

emperyalizmdir. Eğer bu özdeşlik dikkate alınmaz ise, gerçek dünyada varolan kapitalist sisteme değil de hayalî, ne idüğü pek de belli olmayan bir ‘düşmana’ veya ‘kötülüğe’ karşı mücadele ediliyormuş izlenimi yaratılabilir, nitekim yaratılıyor. Giderek antiemperyalist mücadele de işin esasından çok sembollere saldırı niteliği kazanıyor. Tutarlı anti-emperyalist tavır, sadece Saddam Hüseyin rejimini yıkmayı amaçlayan Amerikanİngiliz işgaline karşı değil, daha önceki dönemde Saddam’ı destekleyen ABD ve diğer Batılı emperyalistlere karşı olmayı da gerektirir. Saddam rejimiyle Batılı emperyalist güçler arasında bir çıkar çatışması olsa da, son tahlilde Irak’ın emekçi halkına karşı emperyalistlerle her koşulda ittifak içinde olduğu gerçeğini yok sayan, soruna sınıfsal bir perspektiften bakmayan bir antiemperyalizm mümkün değildir... Kendi ülkesindeki anti-kapitalist muhalefeti hunharca ezen bir Üçüncü Dünya diktatörü, antiemperyalist bir dil kullandığında, kimi popülist politikalar uyguladığında, Batılı antiemperyalistler ve onların dünya kapitalizminin çevresindeki çömezleri hemen o diktatörü anti-emperyalist kahraman ilân ediyorlar. Bu tür aymazlıklar da sadece anti-kapitalistanti-emperyalist mücadeleye zarar vermekle kalmıyor, enternasyonalizmi de antienternasyonalizme dönüştürüyor. Bu durum, Batılı anti-emperyalistlerin Üçüncü Dünya ülkelerindeki sınıfsal ayrışma ve çatışmaya uzaktan bakmasıyla, gerçek durumu anlamaktan aciz oluşuyla ilgilidir. Söz konusu ülkelerdeki sınıf çatışması yok sayılıyor. Sosyalizmi, anti-kapitalizmi ve anti- emperyalizmi her zaman Batılı ağabeylerinden öğrenen Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûl Üçüncü Dünya sol hareketi de ekseri benzer aymazlıklardan yakayı kurtaramıyor... Yaklaşık son yüzyılda anti-emperyalizm konusundaki kafa karışıklığının başlıca nedenlerinden biri, Komintern’in [Üçüncü Enternasyonal] sömürge ve yarı-sömürgelere ilişkin politikasıydı. Elbette burada Komintern’in yaklaşımının ve söz konusu yaklaşımın trajik sonuçlarının geniş bir değerlendirmesini yapmak gibi bir amacımız yok. Fakat, bugün de geçerli kafa karışıklığının köklerinin geçen yüzyılın ikinci onyıllarına kadar gerilere gittiğini söylemek mümkündür. Bu yüz-


Komünist Zemin den Kominternle ilgili bir hatırlatma, şimdilerde geçerli söylemi daha iyi anlamak için gereklidir. Batı solu her zaman Avrupamerkezli ideolojik yabancılaşmayla malûldü. İkinci Enternasyonal açıkça sömürgeciliği savunuyordu ve kendini hiçbir zaman ‘uygarlaştırıcı misyon’ saplantısından kurtaramadı. İkinci enternasyonalin ihaneti ve iflası üzerine, ona bir tepki olarak ortaya çıkan Komintern de [Üçüncü Enternasyonal] hiç bir zaman ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında “Üçüncü Dünya” denilecek olan toplumlarla, dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçünün yaşadığı sömürge ve yarısömürge ülkelerle ilgili tutarlı bir yaklaşıma sahip olmadı. Batı solundaki hakim yaklaşım, dünyanın öteki dörtte üçünün kurtuluşunun merkez kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimlerin başarısına bağlı olduğu şeklindeydi. Bu yaklaşım Üçüncü Enternasyonal komünist partileri tarafından da içselleştirilmişti. Nitekim Komintern’in ikinci kongresinde sömürge ve yarı-sömürgelerle ilgili tartışma, Avrupa komünist partilerinin soruna ne kadar yabancı olduklarını göstermişti. Zaten ikinci kongreye kadar sömürge ülkelerdeki komünist hareket temsilcileri Komintern’e dahil edilmiş değildi. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’da devrim beklentisi vardı ve (şimdilik) Avrupa’da devrimin mümkün olmadığı anlaşıldığında, Doğu’ya, sömürge ve yarı-sömürgelere dönülmüştü. İlk defa Komintern’in ikinci kongresinde sömürgeler sorunu gündeme geldi ve tartışma metropol kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimle sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin ilişkisi üzerinde odaklandı. Yapılan tartışmalar, başta Sovyetler Birliği Komünist Partisi olmak üzere, Batı komünist partilerinin sömürge ve yarı sömürgelerdeki devrim sorununa ‘uzaktan baktıklarını’, durumu anlamaktan aciz olduklarını ortaya koyuyordu. İkinci Kongrede sömürgeler sorunuyla ilgili sert tartışmalar yapıldı. Hindistan delegesi M.N. Roy, Komünist enternasyonal partilerinin yaklaşımını şiddetle eleştirerek, tartışmanın eksenini tersine çevirecek görüşler ortaya attı. Ona göre Avrupa’daki devrimci hareketin kaderi Doğu ülkelerindeki devrimin başarısına bağlıydı. Roy’a göre Doğu’da zafer kazınılamadığı sürece, Batı’dan bir şey beklemek abesti, zira Doğu’dan zenginlik

transferi devam ettikçe, Batı burjuvazileri ‘kendi’ proletaryalarına ödünler verme olanağına kavuşuyordu ki”, bu da hareketi her zaman zaafa uğratan bir şeydi. Roy, “ bu kaynak kesin olarak kurutulmadan, Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkamayacağı” görüşünü dile getiriyordu. Lenin Roy’un tezlerine şöyle cevap veriyordu: “ Yoldaş Roy,Batı’nın kaderinin münhasıran Doğu’daki devrimci hareketin gücü ve gelişmesine bağlı olduğunu söylediğinde çok ileri gidiyor. Her ne kadar Hindistan’da beş milyon proleter ve otuz yedi milyon topraksız köylü olsa da, Hint kömünistleri henüz bir komünist parti kurmayı başaramadılar. Bu gerçek bile tek başına yoldaş Roy’un görüşlerinin büyük ölçüde temelsiz olduğunu gösteriyor.” [6] Her ne kadar Lenin’le Roy arasındaki tartışmada bir orta yol bulunsa da, bunun bir kıymeti harbiyesinin olmadığı ilerleyen dönemde anlaşılacaktı. Roy’un ısrarı üzerine metne şu cümle eklenmişti: “ Modern kapitalizmin ayakta kalmasının nedeni, sömürgelerden elde edilen aşırı kârlardır. Batı bu aşırı kârdan mahrum kalmadıkça, Avrupa işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkması mümkün olmayacaktır.“ [7] Komintern’in yaklaşımı ‘devrimci oldukları sürece ulusal burjuva hareketlerinin’ desteklenmesi, komünistlerin sadece bu hareketlere katılmakla kalmayıp, bizzat ulusal kurtuluş harekelerini örgütlemeleri’ şeklindeydi. İkinci Kongre kararında şöyle deniyordu: “ Biz komünistler burjuva bağımsızlık hareketlerini, yalnızca bu sonuncular gerçekten devrimci iseler ve sömürge yöneticiler köylüleri ve sömürülen kitleleri devrimci bir ruhla eğitme ve örgütleme çalışmalarımızı engellemedikleri zaman destekleyeceğiz, eğer bu koşullar yoksa, bu ülkelerin komünistleri reformist burjuvaziye karşı da mücadele etmelidirler.” [8] Komintern’in ikinci kongrede benimsediği bu yaklaşım tutarlı olmaktan uzaktı, XX’inci yüzyılda sömürge ve yarı-sömürgelerle klasik anlamda ‘devrimci’ bir burjuvazi artık mümkün değildi. İkincisi, Komintern süratle oportünist bir çizgiye kayarak, dünya devrimi perspektifini bir yana bırakıp, Sovyet devletinin çıkarlarının savunucusu haline geldi. Sovyet devleti de zaten proletaryanın devleti olmaktan çıkıp, onu ezen bir aygıta, bürokratik bir dik-

25


Komünist Zemin tatörlüğe dönüşmüştü. Başka türlü söylersek, Komintern ve ona bağlı komünist partiler, Sovyetler Birliği’nin diplomatik bir manipülasyon aracına dönüştürülmüştü. Milli Mücadele’nin anti-emperyalist bir hareket olduğu tezi de esas itibariyle Sovyetlerin ve Komintern’in bu harekete verdiği desteğe dayandırılıyor. Daha önce başka yerde yazdığım gibi, bir harekete destek verenlerle o hareketi yönetenlerin amaçlarının çakışması diye bir zorunluluk yoktur. [9] Sovyet rejiminin çıkarları güneyde bir tampon bölge yaratarak rahatlamayı gerektiriyordu ve bu yüzden Milli Mücadele’ye verilen destek, hareketin anti-emperyalistliğiyle ilgili değildi. Lozan görüşmeleri sırasında, Sovyetler Birliği delegesi Çiçerin, İngiliz Lord Curzon’a şunları söylemişti: “ İngiliz muhafakârlığının en iyi gelenekleri, Rus ve İngiliz nüfûz bölgeleri arasında bir ara duvar örmekti. Biz de şimdi Türk halkının özgürlüğü ve egemenliği temeli üzerinde bu duvarı dayandırarak aynı şeyi önermekteyiz.” [10] Aslında Çiçerin’in örmekten söz ettiği duvar, Türkiye’deki ve dünyanın başka yerlerindeki komünist harekelere karşı örülmüş bir duvardı... Sovyetler Birliğinin ve onun diplomatik bir manevra aracına dönüştürülen Üçüncü Enternasyonal, kendi oportünist politikaları için ‘teoriler’ üretiyordu. Bunun ibret verici bir örneğini, Komintern’in IV’üncü dünya kongresinde E. Varga vermişti: “Oysa, örneğin Türkiye gibi başka ülkeler de vardır. Orada toprak ağaları bizzat milli hareketin liderleri olmuşlardır... [11] Toprak ağalarının liderliğinde bir ‘milli hareket’ ne anlama gelebilirdi ve böyle bir harekete verilen destek nasıl olup da o hareketin anti- emperyalistliğinin kanıtı sayılıyordu? Milli Mücadele, devleti koruyup yaşatmayı amaçlıyordu ve bunun için de emperyalistlere veremeyecekleri taviz yoktu. Emperyalist savaşta Rum ve Ermeni mallarına el koymuş Toprak ağaları ve ‘Müslüman’ tüccar taifesinin Osmanlı merkezi bürokrasisiyle ittifakı demek olan Milli Mücadele, anti-emperyalist bir ‘kurtuluş savaşı’ sayılabilir miydi? Milli mücadele geleneksel hakim sınıfların çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlayan bir hareket, dolayısıyla emekçi kitlelere karşı bir düşman ittifaktı. Böyle bir hareketi başkalarının kendi çıkarları gereği desteklemesi anlaşılır bir şeydir ve orada bir sorun da yok. Lâkin Tür-

26

kiye’deki sosyalistlerin dahi onu anti- emperyalist saymaları, kendi tarihine yabancılaşmış olmakla ilgilidir, velhasıl insan havsalasını zorlayan bir şeydir... Türkiye’deki sol hareketin ezici çoğunluğunun hâlâ anti- emperyalist saymaya devam ettiği Milli Mücadelecilerin işe gerçekten anti- emperyalist olan komünistleri hunharca katlederek başladıklarını ve bu iflah olmaz zihniyetin 86 yıldır devam ettiğini hatırlatmanın bir anlamı var mı? Velhasıl, Milli Mücadele antiemperyalist değil, gerçekten antiemperyalistlere karşı bir hareketti... Milli Mücadele’nin anti-emperyalistliği söylemi sonradan uyduruldu... İttihat ve Terakki Hükümeti emperyalist savaşa bir ‘Turan imparatorluğu’ kurma amacıyla katıldı. Batı’daki kayıplarını Doğu’ya doğru genişleyerek ödünleme niyeti taşıyordu. 30 Kasım 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesiyle yenilgiyi kabul etti. Mondros’ta ateşkes ilan edildi ama İtilaf devletleri ateşi tam olarak kesmiş değillerdi. Kaldı ki, ateşkes anlaşması da zaten tuhaf bir ateşkesti, zira karşı tarafın yeni işgallerine açık kapı bırakıyordu. Buraya kadar sorun yok. Sorun ateşkes sonrası dönemde olup-bitenlerin ne anlama geldiğiyle ilgili ve resmi tarih emperyalistler arası savaş sonrası diplomatik süreci çarpıtarak, garip bir versiyon üretme yoluna gidiyor. Emperyalistler arası çıkar çatışması ve nüfuz yarışı, savaş sonrası diplomatik dönemin uzamasına neden oldu. Mondros Mütarekesinden Laussanne’a [24 Temmuz 1923] kadarki dönem savaşın galibi İtilaf devletleri arasında diplomatik mücadele dönemiydi. Bu sefer de galipler birbirine düşmüşlerdi... Fransızlarla İngilizler arasında Filistin, Suriye, Lübnan gibi bir dizi anlaşmazlık konusu vardı. Çıkarları ‘uyumlandırmak’ zaman alıyordu. İngilizler İtalyanların önünü kesmek için Yunan ordusunun İzmir’e çıkışını teşvik etti. Fakat Yunan ordusunun İzmir’e çıkışı, Batı Anadolu’da ilerlemesi ve durdurulması, daha sonra da geri çekilmesinde İngilizler hep belirleyici oldu. Bu bakımdan Yunanlılarla savaş abartıldığından çok daha az önemliydi. İşte Milli Mücadele’nin anti-emperyalistliği bu savaşa dayandırılıyor. Yunanlılarla savaş ve Batı Anadolu’nun Yunan işgalinden kurtu-


Komünist Zemin luşu, Milli Mücadeleyi anti-emperyalist bir hareket yapar mıydı? Söz konusu olan ne kavramın bilinen anlamında bir ‘kurtuluş savaşı’, ne de anti-emperyalist bir savaştı, besbelli “milli mücadeleydi”, velhasıl devletin kendini koruma mücadelesi... İtilaf devletleri Milli Mücadele hareketiyle uzlaşmak için başlıca üç koşul ileri sürüyorlardı: 1. Anadolu’da Bokşevikliğe izin vermemek, sol muhalefeti, reel ve potansiyel antikapitalist, anti-emperyalist odakları tasfiye etmek; 2. İslamcılık yapmamak, zira İstanbul’daki Halife Sultan, tüm İslam âleminin halifesiydi ve İngiliz ve Fransız sömürgelerinde geniş bir Müslüman halk yaşıyordu; 3. Emperyalist güçlerin ekonomik çıkarlarına zarar vermemek. Milli Hareketi yönetenler bu üç konuda hiçbir sorun çıkarmamaktan yanaydılar ve çıkarmadılar. İşte Laussanne Antlaşması böylesi bir mutabakatın sonucunda imzalandı. Osmanlı yönetici eliti olan Jön Türkler [İttihatçılar] için vazgeçilmez olan yegâne şey ‘kutsal devletleriydi’ ve devlet korunduğu sürece hiçbir şeyi sorun etmezlerdi ve etmediler. Öyleyse soruyu tekrar sormak gerekir: Anti-emperyalist unsurları tasfiye eden, saltanatı tasfiye ederek [aslında saltanatı tasfiye etmek Hilafet makamını da tasfiye etmektir, zira, hilafet ve saltanat birbirinden asla ayrılamaz bir bütündür. Vatikan’nın hem devletin hem de dinin merkezi olması gibi...] onu ideolojik bir merkez olmaktan çıkaran, böylece İngiliz ve Fransız emperyalizmlerine imparatorluktan koparılan Müslüman-Arap Ortadoğusunda kolayca devletçikler oluşturma ve yönetme olanağı sağlayarak işini kolaylaştıran; Osmanlı borçlarını ödemeyi taahhüt eden, yabancı sermayeyi millileştirmek gibi bir niyet taşımayan, vb. bir hareket nasıl olup da “dünyanın ilk anti-emperyalist kurtuluş savaşı’ sayılıyor? Böyle bir hareketin antiemperyalistliği bir yana, yeni bir şey kurması, “yeni bir şey” yapması dahi asla mümkün değildi. Eğer yeni bir devlet kurulmuş olsaydı Osmanlı borçları otuz yıl süreyle ödenmeye devam edilir miydi?.. Aslında genel bir tarihsel perspektiften bakıldığında anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı sayılıp, yere- göğe sığdırılmayan Milli Mücadele Hareketi sonucu ortaya çıkan durum, emperyalizmle yeni tip bir ‘uyumun’ sağlanmasıydı. Yegâne değişiklik devletin

adının Cumhuriyet olarak değiştirilmesiydi ama orada da cumhur’un [halkın] esamesi okunmuyordu, aslında bugün dahi okunuyor değildir... Söz konusu olan bir isim değişikliğiydi. Bu isim değişikliği, ne devlettoplum sınıfları arsındaki ilişki düzeyinde, ne de emperyalizmle ilişkiler bakımından bir ‘yenilik’ anlamına gelmiyordu... Birincisi, yönetenlerle yönetilenler ilişkisi olduğu gibi kalmıştı; ikincisi, T.C. ile emperyalist dünya arasındaki ilişki kayda değer bir değişikliğe uğramış değildi. İşte bağnaz bir resmi tarih ve resmi ideoloji oluşturmak için büyük çaba harcanmasının sırrı da burada yatıyor. Seksen yıldır resmi tarih ve resmi ideoloji üreticileri yaşanmış olanı tahrif etmek için yoğun çaba harcadılar ve gerçek dışı bir tarih versiyonu oluşturdular. Bu resmi tarih ve resmi ideoloji toplumun ufkunu karartmaya, önünü kapatmaya devam ediyor. Lâkin artık yalanların, tahrifatların, yok saymaların, vb. işe yaramadığı bir döneme girildiğinde şüphe yok. “Asıl devlet partisi” katındaki rahatsızlığın, hırçınlığın, hazımsızlığın gerisinde de bu korku var. Aslında söz konusu olan son tahlilde sınıf mücadelesini angaje eden bir şeydir. Velhasıl gerçeğe ihtiyacı olanlarla yalana ihtiyacı olanlar arasındaki ezelî ve ebedî mücadele... Anti-emperyalizm yabancı düşmanlığı ve/veya ‘kendi’ devletine sahip çıkmak değildir... Şimdilerde Birleşmiş Milletler çevresindeki örgütlerin, akademik çevrelerin ve medyanın Güney dedikleri dünya sisteminin çevresinde yer alan bağımlı ülkeleri, sanki bunlar kapitalizmin dışındaymış gibi garip bir algılama alışkınlığı var. Bunlar ‘merkez’ kadar ‘gelişmiş’ olmadıkları için sanki kapitalist değillermiş, ya da kapitalizmin dışındaymış gibi, saçma bir anlayış geçerli. Bizzat bu tür bir anlayış da kapitalizmi, kapitalizmin temel gelişme yasalarını ve eğilimlerini’ anlamamaktan kaynaklanıyor. Elbette Nijerya’daki kapitalizm, ABD’dekinden, Güney Kore’deki Almanya’dakinden, Türkiye’deki İngiltere’dekinden, vb. farklıdır ve bu farklılık kapitalist gelişmenin doğasında içerilmiş temel bir eğilimin sonucudur... Gabon’daki kapitalist üretim ilişkileri elbette Fransa’dakinden farklıdır ve Fransa ile Gabon arasındaki ilişki

27


Komünist Zemin de eşitsiz bir ilişkidir. Şüphesiz kapitalizmin ‘varlık nedeni’ olan bu ilişki, Fransız kapitalizmi lehine sonuçlar doğurmaktadır ama buradan hareketle Gabon’un kapitalist olmadığı, oradaki devletin de kapitalist sınıfın çıkarlarından başka şeyleri gerçekleştirme amacı taşıdığı anlamını çıkarmak saçmadır. Gabon dünya kapitalist sisteminin çevresinde yer almaktan ötürü, kapitalizmin kötülüklerine daha çok maruzdur. Bu durum onun kapitalist bir sosyal formasyon olmadığı anlamına gelmez ama kapitalizmden kurtulmak konusunda, ilişkinin karşıt zemininde bulunan Fransa’dan ‘daha büyük potansiyele‘ sahip olduğunu söylemek mümkündür. Kapitalizm ve emperyalizm konusundaki kafa karışıklığı, anti-emperyalizmle ilgili kafa karışıklığına da kaynaklık ediyor. Sosyalist mücadelenin zaafa uğradığı son iki-üç on yılda ölçü iyice kaçırılmış durumda. Elbette önceki dönemde de kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde, çıkarları‘ emperyalizmle çelişen bir “milli burjuvaziden ve “milli burjuvaziyle” emekçi kitlelerin oluşturacağı ittifakın, yarı-feodal ve yarı-sömürge ilişkileri tasfiye edecek bir ‘milli demokratik devrimi’ gerçekleştire bileceğinden söz edenler vardı... Bu safsatanın bir versiyonu da “kapitalist olmayan kalkınma yoluydu”. Bir şeyi mefhum-u muhalifiyle tanımlamak, kafa karıştırmanın etkin bir yöntemidir. Bir şeyi telaffuz etmekten kaçınıyorsanız, kendinden değilde, hayâlî veya meçhul bir karşıtından söz edebilir siniz... O halde kapitalist yol değilse ne idi, nasıl bir yoldu? İşte anti-emperyalizm kavramı da böylesi ideolojik bir işlev görüyor. Ne olduğu pek de belli olmayan, her zaman önemli bir muğlaklık içeren, açıkça tanımlanmayan bir kötülüğe karşı olmak, sonuçta iki şeye yarıyor: 1. Mevcut durumun sürüp gitmesine; 2. Bu tür söylemleri dillerine pelesenk edenlerin vicdanını rahatlatmaya... Merkez ülkelerin ‘Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla şerbetli’ sol kesimleri, ekseri kapitalizmi, onun kutuplaştırıcı niteliğini anlamaktan acizdirler. Dolayısıyla emperyalizmi de... Kapitalist gelişmenin kaçınılmaz olarak kutuplaşma yaratmak durumunda olduğu gerçeğini anlamaktan aciz oldukları ve çevredeki sosyal formasyonlara da uzaktan baktıkları için, İranda’ki Mollalar rejimini, ve genel bir isimlendirmeyle “Politik

28

İslam” denilen gerici hareketleri rahatlıkla anti-emperyalist sayabiliyorlar. [Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, bu hareketlerin İslam’a gönderme yaptıkları, İslâmî bir dil kullandıkları için gerici olduklarını söylüyor değiliz. Bir İslâmî hareket de pekâlâ ilerici olabilir ve kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele de edebilir ama, mevcut olanlar için öyle bir durum söz konusu değil.] Elbette bu sosyal formasyonların ‘gerçekliğine’ uzaktan bakanların orada ‘ilerici’ bir şeyler görmeleri, karanlıkçı, moderniteye, aydınlanmaya, özgürleşmeye, sosyal eşitliğe, kadınların emansipasyonuna velhasıl sosyalizme açıkça düşman hareketlere kimi olumlu hasletler vehmetmeleri bizim için şaşırtıcı değildir. İşte somut durumun somut tahlili böyle zamanlarda ve durumlarda gereklidir... Amerikan saldırısına ve işgaline karşı mücadele eden ‘politik İslam’ın farklı versiyonları kapitalizmi, kapitalist sömürüyü, emperyalizmi gerçekten sorun ediyorlar mı? Kapitalist yağma düzenine karşılık ne teklif ediyorlar? Bir şey teklif etmeleri mümkün müdür? Bizzat bu hareketlerin kendileri de kapitalizmin, emperyalizmin ürünü değiller mi? Ya da bu ikisi birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretmiyor mu? Birinin varlığı diğerinin varlık nedeni değil mi? Anti-emperyalizm kavramının bu tarz kullanımı, kavramın gerçek anlamında tam bir söyleme dönüşüyor, dolayısıyla kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerdeki sınıfsal ayrışmayı, oradaki kapitalist sömürüyü, kapitalist ilişkileri, devletin kapitalist çıkarların hizmetinde emekçi sınıfı ezen bir aygıt olduğu gerçeğini gözden uzaklaştırıyor... Bir şeyi ne olmadığıyla değil de ne olduğuyla anlamaya çalışırsanız, çevredeki sınıfları, sınıf ayrışmalarını ve sömürü ilişkilerini ve antagonik sınıfsal çelişkileri, oradaki işçi sınıfını, onun bileşenlerini, topraksız ve az topraklı geniş köylü kesimini, giderek yoksullaşıp, eriyen ‘küçük esnaf’ kitlesini, kapitalistleri, komprador burjuvaziyi, tüm kerametlerin emperyalist Batı’dan menkul olduğundan asla şüphe etmeyen diplomalı taifeyi, vb. tüm somutluğuyla kavramanız mümkün olabilir. Anti-emperyalizm söylemi söz konusu ülkelerin gerçeğine uzaktan bakmaya imkân vererek, açıkça telaffuz edilmese de -zımnî olarak- bir tür çıkarları emperyalizmle çelişen “proleter


Komünist Zemin ulus” varsayımına ve yanılsamasına kaynaklık ediyor... Türkiye’deki ‘ulusalcılık’ söylemini dillendirenler de başka yerlerde olduğu gibi, milliyetçi-populist söylemlerin ve politik İslam’ın benzeri bir işleve koşulmuşlardır ve onların bu topraklardaki benzeridirler. Bir kere ‘ulusalcılık’ basbayağı milliyetçiliktir. Yapılan ve yapılmak istenen de ideolojik bir manipülasyon veya zihinsel bir akrobasidir. Bunların özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi gibi kaygıları yoktur. Bu konuda Kürt sorununa yaklaşımlarına bakmak yeter... Hiçbir zaman Türkiye’deki rejimi adıyla çağırmaya yanaşmazlar, devletin [rejimin] niteliğini tartışma konusu yapmazlar, kapitalizmi de ağızlarına almazlar ama bol bol anti-emperyalizmden söz ederler. Zira, anti-emperyalist olduğunu söylemenin reel bir karşılığı, bir ‘maliyeti’ yok... Bunlar “NATO’cu anti- emperyalistlerdir...” Özelleştirmelere karşı değiller. Bu konuda sadece iki rezervleri var: 1. Satılan devlet işletmeleri yabancılara gitmesin;

2. ‘Stratejik öneme sahip’, ülke güvenliği ve savunması için önemli olan işletmeler özelleştirilmesin..., “Milli kapitalizm” diye bir şeyin mümkün olduğunu sanıp, kendi kapitalizmini ve kapitalistlerini dışarıya karşı savunmanın anti-emperyalistlikle bir ilgisi olabilir mi? Kapitalistlerin yerlisiyle yabancısı, “millisiyle gayri-millisi arasında Çin Seddi mi var, yoksa içeriyle dışarı tek ve aynı şey midir? Kaldı ki, devlet kapitalist bir devlet olarak kaldıkça, devletleştirmeler de özelleştirmeler de sadece kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet edebilir... Türkiye’deki ‘ulusalcıların’ asla anti-emperyalist olmaları mümkün değildir ama komprador kapitalist sistemi meşrulaştırmak ve mevcut durumu sürdürmek üzere ideolojik bir işlev gördükleri kesindir. Zaten “her söz her ağıza yakışmaz” denmemiş midir? O halde iki şey: 1. Yabancı düşmanlığı anti-emperyalizm değildir; 2. Emperyalizm içerdedir zira daha önce de ısrarla söylediğimiz gibi, kapitalizm emperyalizmdir...

-------------------------------------------------------------------------------[1] Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, İmge Kitabevi, 2005. S. 14, çev: Sevinç Sayan Özer [2] Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Bilgi Yayınevi 2005. [3] Şu Çılgın Türkler, age, s. 687-688. [4] Mete k. Kaynar, Bir “Resmi Tarih Mevlüdü” Şu çılgın Türkler, in Resmi Tarih Tartışmaları 2, Özgür Üniversite Kitaplığı 56, Ankara 2006, ss: 153-207. [5] Bu konuda ilginç bir makale için bkz: Orhan Dilber, “Devrim”, in Özgür Üniversite Kavram Sözlüğü II, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2006 [6] F. Claudin, La Crise du Mouvement Communiste Internationale: du Comintern au Kominform, p. 246. [7] F. Claudin, a.g.e, p. 248. [8] İbidem p. 245 [9] Bkz: Paradigmanın İflası- Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Özgür Ünivensite Kitaplığı. [10] S.L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tamım II., cilt.I, Kitap I., s. 151-152. [11] E.H.Carr, The Bolshevik Revolution, p. 477’den aktaran Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi II, s. 712-713.

29


Komünist Zemin

Komünist Zemin’in Gezinden, Gözünden ve Arpacığından Görünen Nedir, Ne Değildir ve Komünist Zemin Görünenin Neresindedir? Ezilenlerin bunalımı, ezenlerin yaşama egemen oldukları tarihe dayanır. Ezenlerin zamanı devam ediyor, ezilenlerin bunalımı da. Ve ezilenlerin bunalımı, ezilenler ezenlerin zamanlarının tekerleğini uçurumun yok eden derinliğine yuvarlamadıkları sürece de devam edecektir. Bugün, yaşamın her alanında devam eden ezilenler ile ezenler arasındaki savaşın, ezilenlerin mutlak ve geriye dönüşü olmayacak zaferi ile son bulmasının tek yolu, egemen tarih boyunca var edilmiş olan bütün eşitsizlikleri, zulmü ve bugün bunların mirasçısı olan kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Bu ise, ancak ve ancak insanlığın bugün var olan egemen anlamda ki bölünmüşlüğünü, yani yukarıdan aşağıya doğru olan bölünmüşlüğünü, aşağıdan yukarıya doğru devrimci anlamda kırmak ile mümkündür. Kadınlar ile erkekler, eşcinseller ile heteroseksüeller, ezen "ırk" ile ezilen "ırk", ezen ulus ile ezilen ulus, ezen sınıf ile ezilen sınıf, göçmen işçi ile “yerli işçi“ vb. türden ayrılıklar egemen anlamda ayrılıklardır. Bu egemen ayrılıkların egemen güçlerinden her biri, ayrıcalığını ya da bu ayrıcalığa yol açan ayrılığını, karşısındaki muhatabına baskı uygulayarak sürdürmektedir. Yukarıda belirtilen güçlerden olan burjuvazi ise, kendisini siyasal olarak, yani devlet olarak örgütleyebilme yeteneğine sahip tek güç olduğundan, diğer ayrıcalıklı güçlerle de bir ittifak sağlayarak bütün toplumsal çelişkilerin üzerinde, yani toplumsal hiyerarşinin en tepesinde yer almaktadır. Diğer ezen toplumsal güçler ise burjuvaziyle işbirliğini kandırıldıkları için değil, o an ki verili ya da tarihsel çıkarlarına denk düştüğü için kabul ederler. Tabii ki bu güçlerin ittifakı sürekli olmadığı gibi bu güçler, kendi içlerinde de sürekliliği olan bir bütünlük göstermezler. Örneğin erkekler kadınlar karşısında bir bütünlüğe sahipken, kendi içlerinde erkek işçi ile erkek patron arasındaki çatışmada olduğu gibi, hayatın bir çok alanında çatışmak durumundadırlar. Yine aynı şekilde ezen ulus ezdiği ulus karşısında bir 30

bütünlüğe sahipken, kendi içinde bir bütün değildir ve kendi içinde bir yığın çatışma yaşamak durumundadır. Sürekli olarak toplumdaki çelişkilerden biri, tarihsel, toplumsal ya da sınıfsal konumu ve talepleri bakımından ön plana çıkarak, toplumdaki bölünmeleri, saflaşmaları, çelişkileri belirlemeye başlar. Ve o an ki verili çıkarları gereği tarihsel olarak en gerici sınıf ile tarihsel olarak en devrimci sınıf -ezilen ulus karşısında, ezen ulus burjuvazisi ile ezen ulus işçi sınıfının yan yana durması örneğinde olduğu gibi-, aynı cephede yan yana durabilir. Böylesi bir durumda devrimci tavır, var olan durumun üstünü örtmek ve tarihsel olarak devrimci olanı egemenine benzemekten vazgeçirmek için uğraş vermek olamaz. Tabii ki “bilinçsiz“ bir suç ortaklığı söz konusuysa suça alet edilenlerin, suç ortağı olmaktan vazgeçmeleri için de mücadele etmek gerekir. Ama ister kandırıldıkları için olsun, isterse de o an ki çıkarları öyle gerektirdiği için olsun, öncelikli olarak yapılması gereken, o an için ezilenden, tarihsel ve siyasal olarak haklı olandan ve devrimci rol oynayandan yana olmaktır. Yaşamın, her şeyin hareket halinde olduğu, değiştiği, iç içe ve çatışarak geliştiği değişmez kanunu karşısında devrimci olan, devrimci rol oynayan dinamiği yakalayabilmek ve ondan yana olmaktır. Örneğin bugün Batı işçi sınıfı, sahip olduğu ayrıcalıkları korumak için, bizzat var olan bu ayrıcalıklı durumunun faturasını açlık, savaş ve politik baskı ile ödeyen dünya yoksullarının serbest dolaşımlarına karşı çıkıyor. Yine aynı Batı İşçi Sınıfı, Batının sınırları içerisinde yaşayan göçmenlere karşı propagandayı politikasının merkezine oturtan ve göçmenleri Batının sınırlarının dışına kovmayı vaat eden faşist partilere her geçen gün artan bir destek veriyor. İsviçreli emekçiler, sonuçlarının ne olduğunu, satılan silahlarla ezilen insanlığın, doğadaki diğer canlıların ve bir


Komünist Zemin bütün olarak doğanın yok edildiğini bildikleri halde, sırf kendi refah düzeyleri düşmesin diye silah satışının yasaklanması talebine ilişkin yapılan referandum da silah satışının serbest bırakılmasına evet diyebiliyor. Kuzey İtalya’da yaşayanların Güney İtalya’da yaşayanlardan, yine aynı şekilde Kuzey Meksika’da yaşayanların Güney Meksika’da yaşayanlardan, Kuzey’de toplanan zenginliği, Kuzey’e nazaran daha yoksul kabul edilen Güney ile paylaşmak istememe gerekçesiyle ayrılma talepleri, Kuzeyli işçilerin önemli bir kesimi tarafından desteklenebiliyor. Elli sene boyunca bir arada yaşamış, kader birliği yapmış olan eski Yugoslavyalı işçilerin Batılısı olarak adlandırabileceğimiz zenginleri olan Sloven ve Hırvat işçiler, yarım asır boyunca kader birliği yapmış oldukları Sırp, Boşnak, Makedon, Arnavut ve Roma-Sinti aidiyetlerine sahip olan yoksullara sırt çevirerek yüzünü Batı’ya dönebiliyorlar. Şimdi böylesi bir tablo karşısında işçi sınıfının kandırıldığı, manipüle edildiği söylenebilir; söylenmesine söylenebilir ama olan biteni anlamak, sürece müdahale etmek ve var olanı değiştirebilmek için böylesi bir yaklaşım hiçbir şey ifade etmez. Nihayetinde, insanların davranışlarını belirleyen o anki verili ihtiyaçları ve bilinçleridir. İnsanlar o anki ihtiyaçları ve bilinçleri neyi gerektiriyorsa öyle davranırlar. İnsanların ihtiyaçları değiştikçe bilinçleri, bilinçleri değiştikçe ihtiyaçları değişir ve bu karşılıklı değişime bağlı olarak insanlar devrimci ya da karşı devrimci bir duruşa sahip olur ve rol oynarlar. Tam da bu gerçeklikten dolayıdır ki, bugün Batı işçi sınıfı burjuvaziyle, yani kendi tarihsel sınıf düşmanıyla kader birliği içindedir. Şimdi, Alman işçi sınıfının tasarruf paketine karşı mücadelesinden, Fransız işçi sınıfının 1995 yılındaki genel grevinden söz edilerek durumun hiçte izah edildiği gibi olmadığı iddia edilebilir... Eğer olaylara ve dünyaya ayrıcalıklı beyazlar açısından bakılacak olunursa, bu sonuca varmak ve bu tür bir iddiada bulunmak elbette ki kaçınılmaz olacaktır.

Ama olaylara ve dünyaya yeryüzünün siyahları açısından bakılacak olunursa, görülecektir ki bu mücadeleler, talepleri ve karakteri bakımından dünya işçi sınıfının genel çıkarlarına karşı, beyaz işçi sınıfının dar zümre çıkarlarından yana mücadelelerdir. Bugün Batı işçi sınıfının burjuvaziyle çatışıyor olmasının nedeni, uluslararası burjuvazinin, uzun yıllar yürürlükte olan barışı ya da ortaklığı tek taraflı olarak bozmuş olmasıdır. Batı işçi sınıfı, verdiği mücadeleyle “barışı“ yeniden sağlamak, uluslararası sömürüden “payına” düşeni alarak susmak, susarak kendi burjuvazisiyle bunca yıldır sürdürdüğü suç ortaklığını devam ettirmek istiyor. Eğer burada bir kıyaslama yapacak olursak; Meksika yerlilerinin vermiş olduğu mücadele, talepleri ve oynadığı rol bakımından Batı işçi sınıfının mücadelesinden daha devrimcidir. Batı işçi sınıfı, uluslararası sömürüden kaynaklanan refahını korumak için direnirken, Meksika yerlileri, sömürgeci dünya düzenine ve onun yeni savaş stratejisi NAFTA´ya karşı direnişi temsil ediyorlar. Yani biri var olan statükonun korunması için mücadele ederken, diğeri var olan statükoyu kırmak için mücadele ediyor. Bütün bunları anlamadan, bir yığın karmaşıklığın, çatışmanın, iç içe geçmişliğin ve bölünmenin egemen olduğu bugünkü yaşam karşısında mücadele potansiyeli taşıyan, bundan dolayı da mevcut kurulu olanla çatışmak zorunda olan ve devrimci bir rol oynayanı anlayabilmek mümkün değildir. Komünist Zemin’in gerçekliği budur. Ve Komünist Zemin’in varlık sebebi, bu gerçeklik zemininden hareket ederek, bugünkü yaşam karşısında devrimci olanı yakalayarak, tarihsel olarak haklı olanların haklılıklarını savunmak, onların haklı mücadelelerinin içinde yer almak, bu mücadelelerin ezilen insanlığın ortak kurtuluşu mücadelesiyle bağını kurmaktır.

31


Komünist Zemin

KOMÜNİST ZEMİN NEDİR, NE DEĞİLDİR? Komunist Zemin, tarihi, yaşamı, toplumları ve toplumsal olayları Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Maddecilik üzerinden anlar, açıklar ve tutum belirler. Komünist Zemin, marksizmi Marks, Engels ve onların devrimci ardılları olan, Lenin, Troçki, R. Lüxemburg, A. Gramsci gibi devrimci öncüllerin söyledikleri, yaptıkları ya da yapamadıkları iyi ya da kötü şeyler olarak görmez. Ne bu devrimci öncüllerin, nede marksizm adına hareket etttiklerini söylemiş olan ya da söylemeye devam eden Kautsky, Stalin, Mao, Tito, Enver Hoca ve Ho Şi-Minh gibi marksizme ve komünizm davasına ihanet etmiş ya da marksizm ile hiçbir alakası olmadığı halde onun arkasına saklanarak varlık göstermiş putların söylediklerinden ve icraatlarından hareketle marksizmin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmaz. Maksizmi, Diyalektik Materyalizm, Tarihsel Maddecilik, Evrensel Kurtuluşçu Bir Öğreti, Devrimci Bir Eylem Kılavuzu ve Eylemi’nin tutarlı bir sistemi olarak kavrar, kabul eder. Marksizmi, Marks’ta dahil, kişilerin günah ve sevaplarına indirgemez. Komünist Zemin, gelenek sorununu ele alırken, kendisini Leninist, Troçkist vb. türden ist-lere dayandırmaz, tanımlamaz ve kendisini şahısların takipçisi olarak görmez. Bağlı olduğu ve sahiplendiği yegane gelenek; komünizm amacına yönelik olarak egemen olan karşısında devrimci rol oynayan ve evrensel özgürlük mücadelesine devrimci anlamda teorik ve pratik katkı sunmuş olandır. Örneğin: Komünist Manifesto’yu1; Paris Komünü’nü, yeni bir enternasyonalin kurulması için bir girişim olan Zimmerwald konferansını ve bu konferansta Bolşeviklerin tutumunu; 1917 Ekim Devrimi’ni2 III. Enternasyonal’in kuruluş bildirgesini ve ilk dört kongresini3, Troçki önderliğindeki Uluslararası Sol Muhalefet’in karşı devrimci Stalinizm karşısında marksizmi ve komünist hareketin kazanımlarını cesaretle savunusunu, devrimci duruşunu, karşı devrimci Stalinizm’e ve uluslararası kapitalizme karşı 32

devrimci mücadelenin bir kaçınılmazı olarak geçte olsa 4. Enternasyonel’i inşaa etme yürekliliğini göstermiş olmasını, 1938’de 4. Enternasyonal’in kuruluşunun temel programatik belgesi olan Geçiş Programı’nın dayanmış olduğu ilkeleri ve geçiş programı anlayışını kendi geleneği olarak görür, sahiplenir ve savunur. Troçki’nin kuramlaştırdığı Sürekli Devrim Anlayışı´nı, 1917 ekim devrimi arefesinde boşeviklerin iktidarın alınması yönündeki tutumunu, Lenin’in devrimci örgüt anlayışını kendi geleneği olarak görür, sahip çıkar ve kılavuzu yapar. Yine örneğin: Marks ve Engels’in İngiltere’nin Hindistan’ı ilhakını alkışlamalarını, genel olarak erkek ve batı merkezci yaklaşımlarını, Lenin’in 1917 şubat devrimine kadarki devrim anlayışını, Lenin ve Troçki’nin devrimden sonra emeğin militarizasyonunu ve sendikaların devlete bağlanmasını savunmalarını, hangi gerekçe ile olursa olsun bir bütün olarak muhalefeti yasaklayıp işçilerin iktidarı yerine partinin mutlak iktidarını koymuş olmalarını geleneği olarak red ve mahkum eder. Komünist Zemin, kapitalizmin reformlar yoluyla doğa ve doğadaki canlılar ile barışık bir sisteme dönüştürülebileceğini, bu sürecin sonunda yerini eşitlikçi bir topluma bırakacağını savunan kendiliğindenci ve evrimci anlayışı mahkum eder. Doğa ve yeryüzü yaşamının devamının kapitalizmin bütün kurumlarıyla birlikte yıkılmasına endekslendiğini, bunun biricik yolunun ise proleter dünya devrimi olduğunu savunur. Komünist Zemin, özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum olan komünizm amacı için mücadele eder. Bu amaca ancak burjuva devletinin bir ülkede yıkılması ile başlanıp, uluslararası düzeyde tamamlanacak bir geçiş sürecinin sonunda ulaşılabileceğini, bu geçiş sürecinin tek siyasal biçiminin sovyetik tipte örgütlenmiş proletaryanın devrimci diktatörlüğü olduğunu savunur. Komünist Zemin, kapitalizmden komünizme geçişte zorunlu olan geçiş dönemini ve onun


Komünist Zemin siyasal örgütlenmesi olan prolerya diktatörlüğünü reddeden anarşist anlayışı reddeder.

Komünist Zemin, devrimci bir Dünya Partisi’nin inşasını Enternasyonalizmin ayrılmaz bir parçası, onun tamamlayıcısı olarak görür.

Komünist Zemin, sınıfsız toplumun ancak dünya çapında kurulabileceğini, bu mücadelede tek tek ülkelerde kazanılacak zaferlerin dünya sovyet cumhuriyeti için verilen uluslararası mücadelede birer mevzi olabileceğini, ulusal ölçekte kazanılacak mevzilerin korunmasının biricik garantisinin yine dünya sovyet cumhuriyeti için mücadele ile mümkün olabileceğini savunur.

Komunist Zemin, dünya devrimi programına dayanan, tartışmada bileşenlerini sonuna kadar özgür kılan ve onların özgürlüklerini garanti altına alan, iç işleyişinde ve eylemde demokratik merkeziyetçiliği esas alan devrimci bir Dünya Partisi’nin inşasını koşullardan bağımsız, ertelenemez stratejik ve programatik bir zorunluluk olarak kavrar ve devrimci bir Dünya Partisi’nin inşası için uzlaşmaz bir mücadele verir.

Komünist Zemin, sosyalizmin sınıfsız/devletsiz bir toplum biçimi olduğunu ve ancak uluslararası ölçekte ona ihtiyacı olanların doğrudan eylemiyle gerçekleştirilebileceğini savunur. Sosyalizmi sınıflı/devletli bir toplum biçimi olarak gören ve ulusal ölçekte kurulabileceğini savunan anlayışın gerici olduğunu, proletaryanın uluslararası mücadelesi karşısında karşı devrimci bir rol oynayacağını ilan ederek mahkum eder.

Komünist Zemin, sosyalizme ulaşabilmenin tek imkanı olan dünya devrimini başarabilmenin yolunun dünya işçilerinin birliğinden geçtiğini mücadelesinin olmazsa olmazı olarak kabul eder. Bunun kendiliğinden gerçekleşebilecek birşey olmadığının altını önemle çizer ve mücadelesini bu anlayışından taviz vermeksizin sürdürür.

Komünist Zemin, komünizm amacına ulaşabilmenin yolunun dünya devrimi olduğunu, uluslararası düzeyde sınıf mücadelesine müdahale edecek ve devrimden çıkarı olanların birleşik eylemini örgütleyecek bir devrimci dünya partisi ve onun politik önderliği olmaksızın ulusal ve uluslararası ölçekteki sosyalizm mücadelelerini nihayete erdirebilmenin mümkün olmadığını, bu uğurda elde edilebilecek kazanımların güvence altına alınayamayacağını savunur. Komünist Zemin, Enternasyonalizm ve Dünya Partisi anlayışlarını birlikte ele alır ve bunları birbirinin ayrılmaz bileşenleri olarak görür. Enternasyonalizm, birilerinin birilerini desteklemesi değil, evrensel özgürlüğe ve toptan kurtuluşa ulaşmak için birlikte mücadelenin, birlikte örgütlenebilmenin, birlikte hareket edebilmenin ideolojik ve programatik zeminidir. Bu zeminin örgütlenmesi sınıf mücadelesinin “yükseliş” ya da “gerileme” dönemlerine endekslenemez.

Komünist Zemin, bugün, Dünya İşçi Sınıfının tarihte eşi görülmemiş bir biçimde Batılı zengin ülkelerin işçileri ve yoksullaştırılmış ülkelerin işçileri olarak bölünmüş olması karşısında, dünya devriminin öznesi olan dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin kurulabilmesinin tek koşulunu, bölünmeye yolaçan kapitalist savaş stratejilerine karşı bölünmenin mağduru olan yoksullaştırılmış ülkelerin işçilerinin yanında ve zengin Batılı ülkelerin işçilerinin ayrıcalıklarının karşısında tutum alan bir anlayışta görür. Egemenler, bu bölünmelenin mağduru olanlarının mağduriyetleriyle, bölünmenin öteki tarafında kalanını ayrıcalıklı kılmakta; ayrıcalıklı kılarak onu kendi müttefiği yapmakta; onu müttefiği yaparak Dünya İşçi Sınıfı’nı bölmektedir. Egemenler yoksullaştırdıkları coğrafyaların insanlarını açlığa mahkum ederek Batılı işçilere refah sağlamış, yoksullaştırdığı coğrafyaların yoksullarına Apartheid rejimini dayatarak Batılılar için Helsinki “İnsan Hakları” anlaşmasına dayanan rejimler kurmuş, yoksullaştırdığı coğrafyaların insanlarını NAFTA ve Maastricht savaş stratejileri aracılığıyla ölüm rezarvuarlarına hapsederek Batılı çalışanlar için serbest dolaşım sağlamıştır.

33


Komünist Zemin Bunların anlamı şudur: bu ve benzeri bölünmelere yol açan neden ve olgulara karşı, yani “Sosyal Devlet”e, NAFTA ve Maastricht’e, iş gücünün serbest dolaşımının yoksullaştırılmış ülkelerin çalışanlarına yasak edilmiş olmasına, işsizliğe “çare” olarak kadın işçilerin yeniden eve kapatılmak istenmesine, kadınların, göçmen işçilerin ve “vasıfsız” işçilerin düşük ücretle çalıştırılmasına karşı mücadele etmeden, Dünya İşçi Sınıfının enternasyonalist birliğine; dünya devrimine; sosyalizme ulaşmak mümkün değildir. Komünist Zemin, Ezilen Uluslar’ın, Kadınların, Eşcinsellerin, Engellilerin ve bir bütün olarak yeryüzünün neresinde olursa olsun, kurulu egemen yaşamın mağduru olduğu için başkaldıran haklı bütün toplulukların “eşitlik” ve “adalet” taleplerini; başka bir deyişle, ezilen toplulukların ezeni kadar “özgür” olmayı hedefleyen taleplerini ve eylemlerini tereddütsüz bir biçimde sahiplenir. Bu göreceli özgürlükçü isyankar hareketleri nihai özgürlük eyleminin vazgeçilmezleri olarak görür. Bu hareketlerin, nihai özgürlük mücadelesi ile bağını kurmak için mücadele eder. Komünist Zemin, varlığı başlı başına bir savaş nedeni olan kapitalizmin egemenliği altında barışın mümkün olmadığını savunur ve kapitalizmin egemenliğine rağmen savaş karşıtlığı ve barış savunuculuğu yapan, silahsızlanmayı savunan sınıf uzlaşmacı anlayışı mahkûm eder. Egemenlerin tarihi savaşların da tarihi ise ve yeryüzünde, hayatın herhangi bir alanında baskının, ayrımcı-

lığın, sömürünün, yokluk ve yoksulluğun olması, savaşın var olduğu anlamına gelir. Egemenler tarihe ve yaşama egemen oldukları müddetçe savaşların var olması kaçınılmaz olacaktır. Yeryüzü üzerinde barışın ve silahsızlanmanın gerçekleştirilebilmesi, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, iktidarsızlaştırılması ve savaşlara yol açan sorunların alt edilmesi ile mümkündür. Silahsız bir dünya ve evrensel bir barış, dünya ölçeğinde örgütlü savaş makinası kapitalizme karşı, “Sömürülenler ve Ezilenler Arasında Barış, Sömürenlere ve Egemenlere Karşı Savaş!” parolasıyla sömürülenlerin ve ezilenlerin karşı savaş cephesinin örgütlenebilmesi ile olanaklıdır. Barış ve silahsızlanma talep edilmez, ancak kapitalizm yok edilerek gerçekleştirilebilir. Komünist Zemin, ekolojik sorunlardan ve çevrecilikten yalnızca kendi kapısının önünü süpürerek kurtarmayı anlayan, doğayı zehirleyen kapitalizmin varlığına karşı çıkmak yerine onunla zehrin nereye atılacağının pazarlığını yapan, bir bütün olarak yerküre yaşamını yok olmakla yüzyüze getiren kapitalizmin bizzat varlığına karşı mücadele perspektifine sahip olmayan, bu özelliklerinden ötürü milliyetçi ve ütopik olan ve kapitalizme yeni refleksler kazandıran sistem içi çevreci anlayışla arasına mesafe koyar. Kapitalizmin bir sonucu olarak ölümcül bir hal almış olan ekolojik sorunlara ilişkin yaklaşımının temelini: doğayı ve doğada ki yaşamı yıkıma götüren kapitalizmi yıkmadan, sosyalizmi kurmadan doğanın kurtarılması mümkün değildir ve doğanın kurtarılması ile sosyalizmin kurulması birbirine endekslenmiştir gerçekliği oluşturur.

1

Burada kastedilen, Komünist Manifesto’nun batı, erkek merkezli vb. eksik, yanlış, ya da kesinlikle mahkum edilmesi gereken yanları değildir. Burada kastedilen, Komünist Manifesto’nun tarihsel maddeci anlayışı, enternasyonalizmi, egemenlerin tarihi ve hükümranlıkları karşısındaki devrimci duruşu, o güne kadar varolan toplumsal kurtuluşçu anlayışlar karşısında bilimsel sosyalizmi temsil etmiş olması ve ezilenlerin nihai kurtuluşu mücadelesinde bir mihenk taşı olmasıdır. 2

Burada kastedilen, Bolşeviklerin, devrimden sonraki stratejileri, politikaları ve uygulamaları olmadığı gibi, bütün bunların bir bütünlük içerisinde; bütünü ile savunulması da değildir. Burada kastedilen; bizzat devrimin kendisidir. Ve ekim devriminin manifestosu olarak kabul edilen 1917’ de ki Bolşevik bildirgedir. İktidarın alınmasından sonraki süreci, ayrıca ele alarak tartışmak gerektiğinden burada girmiyoruz.

3

Burada kastedilen, söz konusu ilk dört kongrede alınmış olan kararların bütünü ve pratiği değildir; burada kastedilen, esas olarak dünya devrimi, enternasyonalizm, sosyalizm anlayışı gibi marksizmin temel ilkelerine ve anlayışına olan bağlılıktır.

34


Komünist Zemin

GÜNDELİK HAYATIN DİLİ, KAVRAMLARI VE BİLİNCİ ÜZERİNE Sınıflı toplumlarda toplumların kullandığı dil ve toplumların diline yerleşmiş kavramlar ve deyimler, ne egemen sınıfın sınıf egemenliğinden bağımsız düşünülebilirler; ne de herkes için aynı anlama gelebilecek ortak ve sınıflar üstü bir içeriğe, karakteristiğe sahip olabilirler...

Dilin Kimliğine Dair Dilin evrimi ya da geçirdiği değişim diyelim, insanlığın tarihiyle akrandır. Zira dil, durağan bir şey değil, hareketli ve canlıdır. Toplumsal hayatın devinimini, toplumsal hayattaki değişimleri takip ederek durmaksızın şekillenir. Fakat dilin geçirdiği evrimi/değişimi tarihsel olarak iki döneme ayırmak gerekir. Birincisi, insanlığın henüz sınıflara bölünmediği, toplumsal ihtiyaçların ortaklaşa temin edilişinde ve buna karşılık gelen sosyal ilişkilerin (o günkü komünal yaşamın) düzenlenmesinde kullanıldığı, toplumsal ilişkilerde bir tahakküm aracı olmadığı dönem. İkincisi, sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla başlayıp günümüze kadar gelen, özel mülkiyeti kutsayan, aileyi, devleti ve egemenlik kurumlarını var eden, toplumsal eşitsizliği, sınıf ve cins ayrımcılığını, egemenlik ilişkilerini, egemen gelenekleri, egemen ahlakı ve egemen kültürü örgütleyen, ezilen çoğunluğun egemen azınlığa tabi kılındığı ve ezilenler üzerinde bir tahakküm aracı olarak şekillendiği ve kullanıldığı, tarihin egemenlerin çıkarlarına uygun yazıldığı dönem. Konumuz gereği bizi ilgilendiren bu ikinci dönemdir; yani sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla başlayıp günümüze kadar gelen, kapitalizmle doruğuna ulaşarak ezilen insanlık üzerinde tahakküm kuran egemen dönem, egemenlerin dönemidir. Zira, günümüzde insanlar nasıl bir sınıf kimliğine, ezen ya da ezilen bir cins aidiyetine ve ezen ya da ezilen başkaca sosyolojik aidiyetlere sahipse, kullandıkları dilin de bir sınıf kimliği ve bir aidiyeti vardır. Dahası, bu egemen dönemde, ezilen ve sömürülen sınıfın da, ezilen cinsin de, ezilen diğer sosyolojik aidiyetlerin de, kısacası ezilen insanlığın tamamının dili kendisine ait bir dil değil, ezen ve sömüren

burjuva sınıfın, egemen olan cinsin, egemen olan “ırk”ın, egemen olan “ulus”un, genel olarak egemen olanın dilidir. Nasıl ki dil, ilk oluşumundan buyana bir iletişim aracı olarak insanların ve insan topluluklarının kendi aralarında ve çevreyle olan ilişkilerinde maddi ihtiyaçların temini/karşılanması ve sosyal hayatın düzenlenmesi zorunluluğunun sonucu olarak şekillendiyse ve insanlık tarihinin geçirdiği bütün evrelerin izlerini de taşıyarak on binlerce yıllık bir serüvenden geçtiyse, dilin içerisine derinlemesine kök salmış tanımlar ve kavramlar da aynı tarihsel serüvenden geçerek günümüze kadar gelmiştir. Gündelik hayatta kullandığımız kavramların ve tanımların birçoğu başlangıçta kullanıldığı gibi olmasa da toplumların geçirdiği değişimlere paralel olarak onlar da bir değişim geçirerek yeni dönemin egemeninin ihtiyacına uygun hale geldiler, getirildiler. Bu kavramlar ve tanımlar, kapitalizmin egemenliği altında ezilen ve sömürülen çoğunluğu yanıltan ve onları egemenlerin düzene entegre eden bir işlevle nasıl kullanılırlarsa kullanılsınlar köklerindeki egemen izleri taşımaya devam ederler. Zira dil, toplumların yaşam tarzından, bağlı yaşadıkları ya da parçası oldukları siyasal düzenden, üretim ilişkilerinden, ezme ve ezilme biçimlerinden ve sınıflar arası ilişkiden bağımsız olarak kendi başına bir değişim ve gelişme gösteremeyeceğine göre, dilin dokusunda yer edinmiş kavramların ve tanımların kendi kökleriyle olan bu tarihsel bağının/akrabalığının var olması da, sürmesi de kaçınılmazdır. Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun ve hangi dili konuşursa konuşsun, bugünün insanının konuştuğu dil, içinde bulunduğu tarihsel, toplumsal ve sınıfsal ilişkilerinden

35


Komünist Zemin bağımsız düşünülemez. Dil, yalnızca, nesneleri ve eylemleri tanımlayan ve ifade eden çıplak kelimeler toplamı olmadığı gibi, bu kelimelerin zaman ekleri, niteleme sıfatları, emir kipleri, zamirler vs. alarak ardı ardına anlamlı dizilişiyle oluşan cümleler toplamı da değildir. Kısacası bir dilin niteliği, kullanıldığı toplumsal hayatın niteliğinden bağımsız olarak kendisine ait gramer kuralları ile açıklanamaz. Bir topluluğun konuştuğu dilin yapısı/niteliği, o topluluğa hâkim olan siyasal sistemin, bu siyasal sistemin var oluşunda belirleyici role sahip olan egemen sınıfın ve bu sınıfın çıkarlarının, egemenlik ilişkilerini her gün yeniden ve yeniden üretip tesis eden egemen mantığın, kültürün, ahlakın ve geleneklerin, kısacası, gündelik hayatın yönünü belirleyen şeylerin varlığı ile açıklanabilir. Aynı coğrafya üzerinde, aynı sınırlar içinde ve aynı devletin yönetimi altında yaşayan farklı sınıflardan ve farklı cinslerden insanların konuştuğu dil, esasen onların ortak dili değildir. Çünkü devlet gibi, din gibi, özel mülkiyet gibi, dil de, egemen sınıfın, egemen cinsin ve tüm egemen toplulukların zümre çıkarları doğrultusunda egemen mantıkla, kültürle ve geleneklerle şekillenmiş, ezilen sınıf, ezilen cins ve tüm ezilen topluluklar üzerinde baskı uygulayan ezen egemenlerin tahakküm ve iktidar aracıdır. Yani, bir dile karakteristiğini kazandıran şey, o dilin içerdiği egemen mantık, egemen kültür ve bunlar aracılığıyla ifade edilerek uygulamaya geçirilen egemen çıkarlardır. Dolayısıyla, dil, toplumları oluşturan tüm sınıflar ve kesimler için sınıflar üstü ortak bir karakteristiğe sahip olamaz. Toplumların ezilen çoğunluğu, ezen egemenin kültürüne ve dayattığı yaşam tarzına tabi oldukça, onun diline de tabi olurlar. O halde şunu söylememiz abartı olmaz; sınıflı toplumların oluşumundan buyana egemenlerin düzeninde gündelik olarak kullanılan dilin dokusu ve mantığı egemenlik ilişkileriyle bezelidir ve ortalama olarak bugünün insanının kullandığı dil, egemen olanların dilidir. Ve dilin içerisinde bugünün insanının kanıksadığı, normal saydığı ve alışkanlık edindiği tanımların ve kavramların büyük çoğunluğunun egemenlik ilişkilerini içeren/sürdüren tarihsel bir arka planı vardır.

36

Engels’ten bir alıntıyla devam edelim:

“Başlangıçta, familia (aile) sözcüğü, günümüzdeki darkafalı burjuvaların duygusallık ve karı-koca cilvelerinden yapılma aile anlayışını dile getirmez. Romalılarda, her şeyden önce, hatta karı-koca ile bunların çocukları için değil, yalnızca köleler için kullanılır. Famulus “evcil köle” anlamına gelir ve familia, bir tek adama ait kölelerin bütünü demektir. Daha Gaius zamanında, familia, “id est patrimonium” (yani miras payı) vasiyetle bırakılıyordu. Deyim, Romalılar tarafından, içinde, başkanın, kadın, çocuklar ve belirli sayıda köleyi babalık otoritesi altında tuttuğu ve hepsi üzerinde yaşatmak ya da öldürmek hakkına sahip bulunduğu yeni bir toplumsal örgütü belirtmek için türetildi.”1 Engels’ten yaptığımız bu çarpıcı tarihsel, sosyolojik ve etimolojik aktarımı onun yol ve dava arkadaşı Marks’tan bir alıntıyla tamamlayalım:

“Daha başlangıçta tarımsal hizmetlerle ilgili olduğuna göre, modern aile, tohum halinde, yalnızca köleliği (servitus) değil, toprakbentliği (servage) de kapsar. Sonraları toplum ve devleti içinde geniş ölçüde gelişen bütün çelişkiler, minyatür halinde, modern ailenin içinde vardır.”2 Ve insanlığın tarih öncesi (sınıflı toplumlar öncesi) yaşanan komünâl topluluklar dönemi hariç, kapitalizmde dâhil sınıflı toplumlar tarihi boyunca sınıf egemenliği ile şekillenmiş dilin egemen yapısı, toplumların sınıflı yapısında niteliksel olarak kökten bir değişim yaşanmadıkça bu egemen içeriğini, ezilenler ve sömürülenler üzerindeki baskıcı, yanıltıcı, uyuşturucu ve zehirleyici özelliğini koruyacaktır. Kavramların İkili Karakteri Bilinen tarih yazıcılığı (resmi tarih yazıcılığı) nasıl ki tesadüflerle ve kendinden menkul aklıevvellerin kişisel çabalarıyla yazılmıyorsa, dahası toplumsal hayata egemen olan sınıfın besleme tarihçileri aracılığı ile yazılıyorsa, bunların, bu tarih yazımında kullandıkları dilin mantığı da, kültürü de, bu dile içselleşmiş olan kavramların anlamları da tesadüflerle


Komünist Zemin değil, egemen sınıfın sınıf çıkarları üzerinden şekillenmekte, şekillendirilmektedir. Üstelik bu dil, resmi tarih yazıcılığına özgü bir dil olduğu için değil, gündelik hayata da egemen olan dil olduğu için, gündelik hayatın egemeni olan sınıfın dili olduğu içindir ki egemen tarih yazımının dili olabilmektedir. Burjuvazi, dili ve kavramları kendi sınıf çıkarları doğrultusunda egemen mantıkla, egemen kültürle anlamlandırıp düzenleyerek ezilen/sömürülenlere kanıksattığı oranda gündelik hayatın egemen işleyişini sürdürebilmekte, ezilenleri yönetebilmekte ve tarihe kendi kaydını belirgin olarak düşebilmektedir. Ama bunu yapabilmek için konularında “uzman” olan besleme ideologlarını, “bilirkişi”lerini, burjuva siyasetin laf cambazı politikacılarını, ideolojik aygıtlarını ve eğitim kurumlarını devreye sokmak zorundadır. Burjuvazinin, ezilenlerin ve sömürülenlerin bilinçlerini zehirleyen bu devasa mekanizmasını nasıl işlettiğine dair bir örnek için sözü sevgili Fikret Başkaya’ya bırakalım:

“Sömürü, yağma, talan, toplumsal eşitsizlik ve hiyerarşi velhasıl egemenlik, ideolojik kölelikle, ideolojik kölelik de insanların bilincinin zehirlenmesiyle mümkün oluyor. Bu amaçla zehirli kelimeler, kavramlar ve söylemler devreye sokuluyor. Lâkin insanların zihnini zehirleyen kelimeler, kavramlar ve söylemler sıradan insanların işi değil. Bunun için “konunun uzmanlarının” devreye girmesi gerekiyor. İşte isminin önüne çok sayıda ünvan eklenmiş üniversite üyeleri, gazete köşelerine çöreklenmiş, herşeyi bilen köşe yazarları, ünlü şair ve yazarlar, siyasetin duayeni sayılan burjuva politikacıları, Uluslararası denilen kurumların yöneticileri, televizyon yorumcuları, çok ünlü sanatçılar, yüksek yargının yükseğindekiler, vb. bu amaç için seferber ediliyor. Konunun uzmanı iktisat profesörleri kapitalizmi hiç ağızlarına almadan saatlerce ekonomiyi “tartışıyor” ve insanlar saatlerce onları “seyrediyor”... “3 Başkaya’dan aktardığımız bu pasajdan da görülebileceği gibi, kapitalizmde dil gelişigüzel kullanılmaz; aksine, besleme uzmanlar aracılığıyla dile sürekli bir müdahale söz konusudur. Zira gündelik hayatta kapitalizmin dili ne kadar fazla kullanılır, besleme uzmanlarının ürettiği kavramlar, deyimler ve

zehirli kelimeler ne kadar fazla karşılığını bulur, ne kadar fazla etkin olur ve ne kadar fazla yer tutarsa, sömürü, yağma, talan, toplumsal eşitsizlik, hiyerarşi ve kapitalist egemenlik o kadar fazla işlevsel ve sürdürülebilir olur. Bu nedenledir ki kapitalizmde dilin, kavramların, deyimlerin kullanımı ve üretimi tesadüfî değil, egemen sınıfın bilinçli ve planlı sınıf faaliyetinin olağan sonucudur ve kapitalizmin kendi çıkarı için sürdürdüğü bu bilinçli faaliyeti aralıksız olarak durmaksızın devam eder. Bunun temel amacı, ezilen/sömürülenlerin bilinçlerinin zehirlenmesi, böylece zehirlenmiş bilinçleriyle egemen sınıfın hizmetinde kalmaya, onların zenginliği ve refahı için çalışmaya ve üretmeye devam ederlerken, kendi tarihsel çıkarlarını esas alan sorgulayıcı ve eleştirel devrimci bir bilinci geliştirebilmelerinin de engellenmesidir. Ezilenler, egemenlerin diliyle, kavramlarıyla, deyimleriyle, tanımlarıyla ve zehirli kelimeleriyle konuştukları sürece de kapitalizmin bu aralıksız manipülasyon faaliyetini gündelik olarak yeniden ve yeniden üretmiş ve sürdürmüş olurlar. Yani bir bakıma kendi kendilerini egemenlerin lehine, egemenlerin çıkarları için kandırmış, örgütlemiş ve denetim altına almış olurlar. Ve çoğunlukla da bunun farkında bile olmazlar. Dolayısıyla, sınıflı toplumlarda toplumların kullandığı dil ve toplumların diline yerleşmiş kavramlar ve deyimler, ne egemen sınıfın sınıf egemenliğinden bağımsız düşünülebilirler; ne de herkes için aynı anlama gelebilecek ortak ve sınıflar üstü bir içeriğe, karakteristiğe sahip olabilirler. Fakat yine de, çoğunlukla olduğu gibi, her ne kadar ezilenler ve sömürülenler doğrudan farkında olmayarak egemenlerin diliyle konuşup egemenlerin kavramlarını kullansalar bile, sınıflı toplumlarda kavramlar ikili bir karaktere sahiptir. Tarihsel çıkarları birbiriyle aynı olmayıp zıt olan, bu nedenle de çatışan çıkarlara sahip olan burjuva ve proleter sınıflar için kavramlar aslında bir ve aynı anlama gelmezler, gelemezler. Bir kavram somut ilişkiler dünyasında soyut olarak hiçbir şey ifade etmez; ancak somut olaylara, olgulara ve sınıflara uygulandığında ne anlam ifade ettiği ve kim için ifade ettiği anlaşılabilir. Evet, kavramların taşıdığı anlamlar sınıfsaldır ve ikili karakteri vardır; ezen/sömüren

37


Komünist Zemin için taşıdığı anlamla ezilen/sömürülen için taşıdığı anlam, aynı sözcükle ifade edilmesine rağmen birbirine taban tabana karşıttır. Yani aynı kelimelerle ifade edilseler de kavramlar çoğunlukla herkes için tek ve aynı anlamı ifade etmemekte, toplumsal ilişkilerin egemeni ve ezileni için ayrı ayrı anlamları içermekte, ayrı ayrı çıkarları işaret etmektedir. Örneğin özgürlük, eşitlik, adalet, demokrasi vs kavramlarının içerdiği anlamlar, eşcinseller için, kadınlar için, erkekler için, çocuklar için, ezilen uluslar için, azınlıkta olan dini çevreler için, burjuvalar için, proleterler için, komünistler için farklı farklıdır ve çoğu zaman herhangi bir kavramın bu sosyal katmanlar ve çatışan sınıflar için içerdiği anlamlar diğerlerinin zıddıdır ve diğerleri ile çatışma halindedir. Kendi başına olduğunda masum gibi görünen kavramlar, tanımlar, deyimler, sermayenin elinde ezilen ve sömürülenler için zehirli tuzaklara dönüşüyor. Buna kimi örnekler vermek için sözü yeniden Fikret Başkaya’ya bırakarak bu bölümü bitirelim:

“...Eğer bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilmişse, biliniz ki orada mutlaka netâmeli bir şeyler, bir tuzak vardır... Mesela sürdürülebilir kalkınma gibi. Durup dururken ‘kalkınma’ kavramının önüne sürdürülebilir sıfatını eklemenin ne âlemi var? Böyle bir ek yapılıyor zira gerçek dünyada kalkınma diye bir şey yok ve kapitalizm koşullarında asla mümkün de değildir. Bu, ölüyü giydirip, süsleyip bir koltuğa oturtmak gibi gibi bir şey. Kapitalizm asla kalkınma üretmez, orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Eğer siz ideolojik bir manipülasyon yapıp, ekonomik büyümeyi kalkınmayla özdeş sayarsanız, o zaman insanları kalkınma diye birşeyin mümkün olduğuna da ikna edebilirsiniz. Aslında sürdürülebilir kalkınma, kalkınma diye birşeyin olmadığının itirafıdır. Kapitalizm koşullarında -ve sistemin mantığının bir gereği olarak-, ekolojik ve insânî hasarlara neden olmadan sermaye birikimi veya aynı anlama gelmek üzere sermayenin büyümesi mümkün değildir. Böyle bir saçmalığa inanmak için sermaye için iyi olan herkes için iyidir deyişini içselleştirmiş olmak gerekir...”

38

“...Medeniyetler diyaloğu, medeniyetler çatışması, medeniyetler ittifakı, medeniyetler buluşması da emperyalist saldırıyı gizlemek üzere uyduruldu. Birazcık düşünme yeteneğine sahip biri, medeniyetler çatışması diye birşeyin olamayacağını bilir. Medeniyet denilen irade sahibi bir öznemidir ki, kavga etsin, çatışsın, savaşsın! Gerçek dünyada ve tarihte söz konusu olan sadece medeniyetlerin birbirlerinden iktibas yapmasıdır. Bu da birinin gelişmesi, diğerlerinin gelişmesinin koşuludur demektir. Öyleyse çatışan iktidarlar, sınıfsal çıkarlar, emperyalist çıkarlardır. Emperyalist saldırıya emperyalist saldırı dememek için bu tür söylemler uyduruluyor. Rahatsız edici olan insanların bu tür safsataları ciddiye almalarıdır...” “...Halka açılma, halka arz, sermayeyi tabana yayma’ya gelince: herhalde bundan saçma birşey olamaz. Orada söz konusu olan halkı sermaye sahibi yapmak, zenginlerin zenginliğine ortak etmek mi? Böyle birşey eşyanın tabiatına aykırı olmak bir yana, kapitalizm koşullarında tam tersi geçerlidir. Gerçek dünyada geçerli olan halkı sermayeye ortak etmek değil, mülksüzleştirmektir. Aslında birazcık parası olanların elindekini almanın adı sermayeyi tabana yaymaktır... Nerdeyse çalışma yaşındaki her beş kişiden birinin işsiz olduğu, çalışanların çoğunun tam bir sefalet ücreti olan asgari ücretle çalıştığı, açlık ve yoksullukla cebelleşenlerin sayısının her geçen arttığı bir toplumda sermayeyi tabana yaymak, insanlarla alay etmek değil midir?. Ulusal çıkar’a [milli yarar] gelince, böylesine sınıfsal, etnik, cinsiyetçi, kültürel, vb. bölünmelere maruz bir toplumda, ulusal çıkar, ‘milli menfaat’ diye birşey mümkün değildir. Durum öyledir ama politikacılar, hükümet çevreleri, rejimin akıl hocaları, vb. milli yarar [milli menfaat] söylemini dillerinden düşürmezler... Oradaki ideolojik manipülasyon, egemenlerin çıkarını herkesin çıkarıymış gibi göstermekle ilgilidir...” “...Yazık ki, radikal kavramı da hiçbir zaman yerinde kullanılmıyor. Radikal demek, sorunu kökeninden ele almak, kavramak, sonuçlarla değil sebeplerle ilgilenmek demektir.


Komünist Zemin

Oysa günlük dilde radikal, ekseri aşırı [ekstrem] anlamında kullanılıyor...” “...Önüne insânî sıfatı eklenen bir dizi söylem için de aynı şey söz konusu. Neden insânî yardım deniyor? Veya insânî olmayan bir yardım olabilir mi? Emperyalistlerin yardım dediklerinin yardımla bir ilgisi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Onların yardım dedikleri, sömürüyü, yağmayı, talanı, eşitsiz ilişkiler bütününü, velhasıl bağımlılık ilişkilerini sürdürmenin bir aracı... Bu bilindiğine göre, insânî sıfatı gerçekte olanın üstünü örtüp yanılsama yaratma amacıyla kullanılıyor. ABD’nin insânî müdahale yapması mümkün mü? Asla mümkün değildir ama öyle bir söyleme başvuruluyor. Oysa doğrusu, emperyalist müdahale veya emperyalist saldırı olabilir... İnsânî kalkınma için de aynı şey söz konusu. Eğer kalkınma diye birşey olsaydı, önüne insânî sıfatını eklemeye gerek kalır mıydı?. Gayri insânî kalkınma mı var da siz insânî kalkınmadan söz ediyorsunuz?”4 Gündelik Hayat Hangi Sınıf İçin Ne Üretir? Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı çalışmasını (kitabını) hazırlarken yararlandığı Marks’ın Morgan üzerine eleştirel elyazması notlarını incelerken, maddi hayata yön veren etkeni; “Materyalist anla-

yışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yenidenüretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat türün üremesi”5

olarak tanımlamıştı. Günümüzde, maddi hayata egemen olan ve onun işleyişine yön veren kapitalist dünya sisteminin varlığı koşullarında ise Engels’in bu tanımına şu eki de yapmak gerekir… Gündelik hayat kendi rutini içinde “normal” seyriyle yaşanırken toplumsal eşitsizliğe neden olan şeyleri de üretir. Bu üretim, kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazinin lehine olduğu kadar onun hizmetinde olan yönetici elitin, ayrıcalıklı kesimlerin, beyazların, erkeklerin ve ezen ulusların lehine de yeniden ve yeniden bir üretimdir. Bu yeniden ve yeniden üretimin

de ikili bir özlüğü vardır; biri, üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerinden emeğin köleleştirilmesi ile kapitalizmin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayan metaların üretimi; diğeri, sermaye birikimi sürecinin sürekliliğini sağlayan egemen bilincin, egemen kültürün ve egemen geleneklerin üretimi. Kapitalizm kurumsal işleyişini gündelik hayatın yeniden üretiminin birbirini tamamlayan bu ikili özlüğü üzerine oturtarak var olabilmekte; egemenliğini ve egemenliğini var eden bu süreci ise ideolojik aygıtlarının (burjuva eğitim kurumları, burjuva ideologlar, uzmanlar ve medya), baskı aygıtlarının (devlet, ordu, polis, yasalar) ve geleneksel aygıtların (aile, akrabalık, ulusal bağlar, gelenekler ve din) aracılığı ve bunların eşgüdümü ile işleterek sürdürebilmektedir. Başlangıçta, yani sınıflı toplumlar henüz ortaya çıkmadan önce insan topluluklarının doğayla basit ilişkisi olan beslenme, giyinme, barınma ve üreme eylemi toplumsaldı; çünkü bu onun hayatta kalma mücadelesinin doğal gereği idi. Onun bu doğal eylemi, insanlığın sınıflı toplumlara geçişiyle birlikte üretim araçlarını mülkiyetlerine geçiren egemen sınıfın sınıf egemenliğinin üretilmesinin hizmetine girerek doğallığını ve toplumsallığını tamamen yitirmiştir. İnsan topluluklarının yaşamlarını sürdürebilmek, yaşam araçlarını ve ihtiyaçlarını temin edebilmek için öncelikli olarak kendisi için her gün yeniden ürettiği bu doğal eylemi sınıflı toplumda kendisi için olan önceliğini yitirmiş, öncelikli olarak egemeni için ürettikten sonra egemeninden arta kalanla, dahası egemeninin kendisine verdiği kadarıyla yetinmek zorunda bırakmıştır. Böylece ücretli kölelerin ve ezilenlerin yaşamla olan ilişkisi egemenine bağımlı kalarak egemenin belirlediği sınırlarda ve egemenin izin verdiği ölçüde kendi yaşamını sürdürebilmenin mekaniğine dönüşmüştür. Üstelik sınıflı toplum öncesi bir topluluğun üyesi olan bireyin gündelik eylemi kendisiyle birlikte topluluğun tamamının ortaklaşa hizmetinde iken, sınıflı toplumda bu yalnızca bireyin çıkarına hizmet eden bir içeriğe bürünmüş ve böylece insanın gündelik eylemi içeriği bakımından bencilleşerek niteliksel bir değişime uğramıştır. Egemenin kontrolünde yaşanan bu dönüşüm yalnızca iktisadi bir dönüşüm değil, ay-

39


Komünist Zemin nı zamanda, egemenlik ilişkilerinin her gün yeniden ve yeniden üretilmesine ve süreklilik kazanmasına hizmet eden ideolojik, kültürel ve dolayısıyla düşünsel bir dönüşümdür de. O halde bugün kapitalizm için çalışmak zorunda kalan ücretlilerin hemen tamamının taşıdığı bilincin ve kültürün kapitalizmin bilinci ve kültürü olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Dolayısıyla burjuva sınıf için kapitalizmin sürekliliği üretim araçlarının özel mülkiyetine ve üretim araçları aracılığıyla meta üretimine ne kadar bağlıysa, meta üretimini gerçekleştirecek işçi sınıfının biyolojik yeniden üremesi, ailenin ve burjuva toplumsal kurumların korunarak yeniden üremesi kadar, bunların sürekliliğini sağlayacak ve birbiri ile bağını kuracak egemen ahlakın, kültürün, bilincin ve yaşam tarzının gündelik hayatta yeniden üretilmesi ve ezilenlerin tüm kesimlerine kanıksattırılması da o kadar önemlidir. Zira kapitalizmde üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürekliliği, meta üretiminin sürekliliği, biyolojik soyun sürekliliği, ailenin ve egemen toplumsal kurumların sürekliliği, bunların tümü, egemen bilincin korunması ve her gün yeniden üretilmesi ile karşılıklı olarak birbirine bağlanmıştır. Yani, birinin üretilmesi diğerinin üretilmesini hem zorunlu kılmakta, hem de diğerinin üretilmesinin şartlarını da yaratmaktadır. Bu yeniden ve yeniden üretim sayesindedir ki, egemen sınıf egemenliğinin sürekliliği, kapitalizmin sürekliliği tesis edilir. İşte tam da bu nedenle kapitalizmin egemenliği ve belirleyiciliği altında yaşanan, egemen ideolojiyi, egemen bilinci ve egemen yaşam tarzını her gün yeniden ve yeniden üretip egemen kurumlar aracılığıyla egemenlik ilişkilerini tesis ettiği ve emeklerinden başka geçim olanaklarına sahip olmayan ücretli kölelerin yaşamlarını tekdüzeleştirdiği içindir ki, gündelik “Hayat tutucudur”.6 Kapitalizmin tekdüze bir yaşam sürdürmeye mahkûm ettiği işçi sınıfı, yalnızca, emeğini ve günlük zamanının belirli bir bölümünü belirli bir ücret karşılığında kapitaliste sattığı, karşılığında kapitalist için meta üretip artık değer yarattığı ve ona hizmet ettiği için köleleşmez; aynı zamanda, günlük çalışma süresinden sonra arta kalan diğer zamanda, kapitalizmin dayattığı ve organize ettiği yaşam tarzını yaşadığı, onun bir parçası olma-

40

yı normal sayıp kanıksadığı içindir ki köleleşir. Zira köleler, köleliklerine yol açan nedenlere karşı başkaldırmadıkları, bunu kader ve kaçınılmaz saydıkları, uyumlu köleler olup egemenlerine boyun eğdikleri, hatta köle olduklarını bile fark etmedikleri ya da bunu kabul etmedikleri, daha fazla pay almayı, daha fazla tüketmeyi istedikleri ve hayal ettikleri sürece yaşamın efendileri efendiliklerini sürdürebilmektedirler. Sınıfsal çelişkilerin doğrudan sınıflar arası çatışmaya dönüşmesini engelleyen düğüm noktası da burasıdır. Yani, ezilen ve sömürülenlerin ezen ve sömüren egemenin bilincine, bakış acısına, kaderci ve mukadderatçı bir anlayışa sahip olması egemenlerin egemenlik düzenlerinin olmazsa olmazıdır. Kaldı ki kapitalizmin ideolojik aygıtlarıyla, zor aygıtlarıyla, tüm kurumlarıyla ve olanaklarıyla, geleneksel bağlar ve ilişkiler aracılığıyla durmaksızın örgütlediği toplumsal bilinç de budur. Böylelikle işçi sınıfı kapitalizm için meta üreterek artık değer yaratmakla ve ona hizmet etmekle kalmaz; hem kurallarını onun belirlediği yaşamda onun istediği türden bir hayat sürer, hem de onun düzenlediği piyasada emeğine ve kendi ürettiği ürüne yabancılaşarak tüketim toplumunun üyesi olur ve nesnesi haline gelir. Sınıflı toplumlarda maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi belirli bir üretim tarzı ve ilişkilerini gerektirir. Sınıfların üretimi toplumsal ilişkilerde zamana yayılmış mekânda yeniden üretilir. Sadece üretim sürecinde değil üretim sürecinin dışında da sınıfsal egemenlik egemen sınıf için vazgeçilmez önemdedir. Bunun için de kültürün, dinin, alışkanlıkların, geleneklerin, egemen sınıfın ihtiyaçlarının yeniden üretimine tabi kılınması gerekir. Mitlerin, yanılsamaların, fetişlerin, yabancılaşmanın yaratılması bunun için gereklidir. Sistemin ideolojik aygıtları tarihsel/toplumsal ilişkilere, güç ilişkilerine, mücadelelerine paralel ve ihtiyaç duyulan yeni biçimlere, formlara büründürülürler, daha katı veya daha esnek biçimler alabilirler. Örneğin, devlet gibi yeniden düzenlenebilirler. Kapitalizmin de kendini yeniden üretmesi, üretim ilişkilerini ve üst yapıyı mutlak yeniden üretim alanları olarak yeniden biçimlendirilir. Kapitalizm gündelik olanı sermaye birikim süreci olarak kurgular. Bunun için, çalışma,


Komünist Zemin çalışma dışı alana ve serbest zamana müdahale gereklidir. Dolayısıyla günlük insan pratiği belirli bir sınıfsal yaşam pratiğinin de kendisidir. Bir emekçi her gün işe/çalışmaya tabidir. Çalışarak zamanını, emek gücünü, enerjisini satarak/kullandırarak var oluşunu sürekli kılar. Bugün büyük oranda emek gücünü satmaktan da yoksundur. Emekçiler piyasada emek gücünü satabilmek için kurslarla, sertifikalarla yeni sermaye birikimlerine katkı sunmaktadır. Burjuva sınıfının günlük yaşam pratiği de kendi yaşamsal ayrıcalıklarının korunumu ve sermaye birikim sürecinin yeniden üretimidir. Kapitalizm, her ne kadar yaşamı ve toplumsal ilişkileri ezileni egemene tabi kılan bir anlayışla düzenlese de, bunun için ideolojik aygıtlarını ve zor aygıtlarını kullansa da ve işçi sınıfı böyle düzenlenmiş bir hayat karşısında devrimci bir mücadelenin toplumsal öznesi olma dinamiğini taşısa da, onun verili sistem içi tutumunun nedenini sadece ideolojik kandırılmışlığı ile ya da baskı altında tutulmuşluğu ile açıklayamayız. Bu etkenlerin yanı sıra, aynı zamanda, özellikle de sınıf mücadelesinin doğrudan ortaya çıkamadığı dönemlerde, işçilere ve ezilenlere hâkim olan bilinç egemenin bilinci ve düşünme sistematiği olduğu içindir ki işçiler ve ezilenler gündelik çıkarlarını, elde ettikleri ve edebilecekleri ayrıcalıklarını sistem içinde görürler ve böyle bir yaşam tarzını tercih ederler. Bu nedenledir ki gündelik hayatın işleyişi tarafsız değildir. Dolayısıyla, kapitalizmin egemenliğinde yaşanan gündelik hayat, egemenler lehine zenginlik, iktidar ve mutlulukla birlikte bunların sürekliliğini sağlayan egemen bilinci toplumun her bireyinde her gün yeniden ve yeniden üretip örgütlerken, ezilen ve sömürülen çoğunluk için ise yoksulluğu, yoksunluğu, acıyı, kaderciliği ve bireysel kurtuluş için sınıf atlama eğilimini üretir ve örgütler. Ve toplumların sınıflı yapısı ezilen ve sömürülenlerin bilinçli ve örgütlü eylemiyle yıkılmadıkça, yani egemen statüko var oldukça kapitalizmin kontrolünde yaşanan gündelik hayat ezen egemenin lehine kendisini tekrarlar. Denilebilir ki, “İstisnalar dışında, işçilerin büyük çoğunluğunun uzun çalışma saatlerinden sonra fiziksel yorgunlukları ve zamansızlıkları nedeniyle kapitalizme karşı eleştirel bir bilinci, devrimci bir duruşu ve

buna paralel bir yaşam tarzını kendiliğinden edinebilmeleri neredeyse olası değildir ve bundan dolayı da suçlanamazlar.” Bu itirazın haklı bir yanı olsa da bu durum işçilerin gündelik bilinçlerinin egemenin bilinci olduğu ve gündelik eylemlerinin egemen sınıfın sınıf çıkarlarına hizmet ettiği gerçeğini değiştirmez. Üstelik üretim biçiminde ve üretim ilişkilerinde kökten bir değişim olmadıkça, toplumsal/siyasal bir devrim gerçekleşmedikçe bunun böyle sürmesi kaçınılmazdır; ama kader değildir. Zira bir krizler sistemi olan kapitalizm hem ulusal ve uluslararası alanda kendi iç rekabeti nedeniyle çıkar çatışmalarına girerek sarsıntılar geçirmek zorundadır, hem de egemen azınlık için zenginlik, refah ve ayrıcalık yaratırken ezilen/sömürülen çoğunluk için yoksulluk ve yoksunluk yaratmak zorunda olduğu içindir ki toplumsal kalkışmalara yol açabilecek dinamikleri bünyesinde barındırmak zorunda kalır. Toplumsal/siyasal bir devrimin ise kendiliğinden gerçekleşemeyeceği, kendiliğinden her sosyal hareketin sönümlenerek yenileceği ve egemen sınıfın sınıf egemenliğini daha da güçlendireceği tarihsel deneyimlerle sabit ve kesindir. Yine tarihsel deneyimlerle sabittir ki işçi sınıfının sınıf bilincinin en hassas olduğu ve öğrenmeye en açık olduğu an, eylem içinde bulunduğu andır. Fakat işçi sınıfının kendiliğinden eylem içinde gelişen bilinci devrimci bir tarih anlayışıyla ve toplumsal eşitlikçi bir gelecek projesiyle buluşmadığı müddetçe kalıcı olmayacağı gibi deneyimini gelecek kuşaklara taşıyabilecek kolektif bir hafıza da oluşturamaz. İşçi sınıfını ve ezilenleri devrimci bir tarih anlayışıyla ve eşitlikçi toplumsal bir gelecek projesiyle buluşturabilecek olan ise devrimci/komünist harekettir. Fakat devrimci/komünist hareketin bunu başarabilmesi için, daha bugünden başlayarak kapitalizmin kontrolünde ve yönetimindeki gündelik hayata karşı bir tutum alması gerekir. Fakat bunu layıkıyla yapabilmesi, kendi gündelik alışkanlıklarına, diline, kültürüne ve geleneğine dair bir sorgulama sürecini zorunlu kılar. Bilinç Üzerine Birkaç Söz Bilinçli olmak, bilincinde olmak, bilincine varmak, bilinçli insan, bilinçli üretici, bilinçli

41


Komünist Zemin tüketici, bilinçli seçmen, tarih bilinci, sınıf bilinci vs… Bütün bu kavramlar, bilinç kavramının yaygın kullanım biçimlerinden sadece birkaçı ve gündelik hayatta toplumların tüm sınıfları ve tüm kesimleri tarafından en sık kullanılan kavramlardandır. İktidarda olsun, muhalefette olsun, rejim karşıtı olsun kapitalist toplumlardaki tüm siyasal eğilimlerin de dillerinde pelesenktir bilinç. Kapitalist sınıf için, kapitalist sınıfın tüm siyasal eğilimleri için bilinç kavramının ne ifade ettiği belli; sahibi oldukları ya da hizmetinde oldukları sistemin bekasından yana bir anlayışa, duruşa ve eyleme sahip olmak. Ancak buda tek başına yeterli değildir; bilinçli olmak için aynı zamanda kapitalizmin terbiyesinden geçerek eğitim görmüş olmak, eğitimli olmak gerekli kriterdir. İlginç olan, topluma yukarıdan bakan, onları sürü gibi görüp cahil olarak niteleyen ve küçümseyen egemen sınıfın ve yönetici elitinin bilince dair bu elitist bakış açısının hemen hemen tüm rejim karşıtları tarafından da böyle algılanıyor ve böyle kullanılıyor olmasıdır. Yani bilincin eğitim görmekle, okumakla elde edilebileceğidir. Oysa sınıflı toplumlarda kavramlar iktidarda bulunan egemen sınıfın ve yönetici elitinin hizmetindedirler ve ezen-sömüren sınıf egemenliğinin perdelenmesi için kullanılırlar. Bilinç kavramı da çoğunlukla böyle kullanılır; sanki bütün kötülüklerin, yoksullukların ve yoksunlukların nedeni bilinçsizlikmiş gibi. Zira yoksul kalabalıklara bilinçsiz ve cahil oldukları için yoksul ve yoksun oldukları, bu nedenle de değersiz oldukları hissini hatırlatarak/yaşatarak yönetir onları egemen sınıflar. Kalabalıkların yoksulluğuna ve yoksunluğuna kendi sınıflarının neden olduğunu ve kendi sınıflarının örgütlediği ve yönettiği yaşamın buna yol açtığını, onları yoksullaştırarak kendilerini zenginleştirdiğini ve böylece onları yönetebildiklerini elbette ki söylemezler. Dikkat edilecek olursa, bütün yoksul ailelerde çocuklarını okutmak eğilimi oldukça güçlüdür. İşte bunun nedeni çocuklarının kendileri gibi yoksul olmamaları, yoksulluklarına cahilliğin ve bilinçsizliğin yol açtığını, çocuklarının okuyarak bundan kurtulabileceklerini ve refah bir hayat sürebileceklerini düşünürler. Zira bu masalı egemen sınıflardan öğrenirler.

42

Her ne kadar yoksullardan ve ezilenlerden yana olsalar da rejim karşıtlarının çoğunluğunun da bilinç tanımının kalkış noktası ezen/sömüren egemenlerin söyleminin etkisindedir. Yani onlar da yoksul kalabalıkların sömürülmelerine ve ezilmelerine yol açan şeyi, buna karşı sessiz kalmalarını, kabullenmelerini bilinçsizlikleri olarak görmekte ve bu nedenle de kendisine bir kurtarıcı misyonu biçmekte. Oysa bilinç, zannedilenin aksine davranışların nedenlerini bilmekle doğrudan alakalıdır. Yani insanlar, topluluklar, davranışların bilincindedirler; ne için ve ne anlam ifade ettiğinin farkındadırlar. Davranışlarının sebebini bilmeyen insan var mıdır? Ya da, sebepsiz insan davranışı var mıdır? Eğer biri davranışlarının sebebini bilmiyorsa, ya ateşi kırk derecenin üstüne çıkmış bir hastadır ya da davranışlarını kontrol edemeyen zihinsel engellidir. İnsanların ya da insan topluluklarının fen bilimleri, matematik, tarih, psikoloji, edebiyat, iktisat, siyaset, tıp, teknik şeyler hakkında bir şey bilmemeleri ya da eksik bilgilere sahip olmaları başka şeydir ve bunlar öğrenilebilir/tamamlanabilir şeylerdir, fakat davranışlarının ve tutumlarının ne olması gerektiğine karar vermeleri başka şeydir. Zira bir davranış gerçekleştirilmeden önce üzerine düşünülür ve plan yapılır, eyleme geçildiğinde ise ne istendiği ya da niçin yapıldığı biliniyordur. Bilinç istençle, iradeyle birebir bağ içindedir. Nasıl ki ucuz ve sigortasız işçi çalıştırmak bir burjuvanın kârını arttıracaksa ve bu onun isteyerek yaptığı ve çıkarına uygun olan bir şeyse, bunu bilmeden ve istemeden yaptığı söylenebilir mi? Nasıl ki greve çıkan işçiler ne istediklerinin farkında iseler, grev kırıcı işçilerde ne istediklerinin farkındadırlar. Biri kendisi gibi olanlarla bir araya gelerek patrona karşı mücadele ederek taleplerini elde etmek ister, diğeri patronla işbirliğine girerek, patronun gözüne girerek işini garantilemek ve menfaat elde etmek ister. İkisi arasındaki fark, tercihlerinin kiminle birlikte kime karşı olacağıdır. İkisinin de davranışı amaçlı, istençli, planlı ve tercihlidir. Örnekler kişisel ve toplumsal düzeyde binlerce, on binlerce kez çoğaltılabilir. Son tahlilde bilinç, sınıfların, kesimlerin ve bireylerin kendi edinimsel çıkarlarından yana olan tercihlerine ve bu tercihlerinden hare-


Komünist Zemin ketle eylemlerine yön veren, amaçsal olan düşünseli davranışsal olana dönüştüren mantıksal sistematiktir. Son Söz Yerine Bir sistem, kapsadığı/belirlediği alanda, yaşamı belirleyen üretim ilişkilerinin birer türevi olan kültürü, ahlakı, ideolojiyi, geleneği ve bilinci gündelik olarak üretmeden var olamaz. Ezilen insanlığın emeğini, zamanını, yaşamını, bilincini ve bedenini köleleştiren kapitalizm, bunu, kendisinden önce tarih sahnesinde yer almış olan sınıflı toplumların mirasını da devralarak yapabilmekte. Öyle ise, sınıfsız ve eşitlikçi toplumsal bir yaşama geçişin kalkışma anı olan antikapitalist toplumsal eylemin gerçekleştirilebilmesi, kapitalizmin üretim ilişkilerinden beslenerek onu her gün yeniden üreten gündelik hayata dair devrimci bir eleştiriden ve gündelik hayata karşı devrimci bir tutumdan bağımsız düşünülebilir mi? Zira, kapitalizmin egemeni ve belirleyicisi olduğu gündelik yaşamda her şey sınıfsaldır ve sınıfsal olan her şey de siyasaldır. O halde, kapitalizme karşı mücadeleyi, yalnızca üretim araçlarını ellerinde tutan burjuva sı-

nıfa ve onun iktidarını sürekli kılarak güvence altına alan devlet aygıtına karşı mücadele ile sınırlı tutamayız. Dahası, kapitalizmin örgütlediği gündelik hayata karşı, ideolojik bir mücadele sürdürmeden ve gündelik olarak ona karşı pratik bir tutum almadan yürütülen mücadeleler yarım kalır. Çünkü kapitalizmin yarattığı egemen bilinç ve örgütlediği gündelik hayat sadece kendi sınıfından olanların ve kendi çıkarından yana olanların gündelik tutumlarını ve yaşamlarını belirlememekte, esas olarak ezilen ve sömürülenleri zehirlemektedir. Bu zehirlenmeden devrimci harekette payına düşeni almaktadır. Nihai olarak, egemen üretim biçimi, üretim ilişkileri ve buna denk düşen devlet mekanizması parçalanmadıkça gündelik hayatın bu egemen akışının değişmeyeceği kesindir. Fakat kapitalizme karşı mücadele, onun mantığına, kültürüne, diline, bilincine, örgütlediği gündelik hayata, bu hayatta edinilen yaşam tarzına ve alışkanlıklara karşı mücadeleyi de kapsamalıdır ki bugünden yarına, kapitalizmin yarattığı tüm sonuçlara karşı devrimci bir reddiye hem devrimci çevrelerde hem de toplumsal mücadelelerde gelenekselleşebilsin.

1

F. Engels, Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, s. 69, SOL Yayınları, 2002, Ankara K. Marks’tan aktaran F. Engels, age, s. 69-70 3 F. Başkaya, “Zehirli” kelimeler, kavramlar ve söylemler üzerine…, s. 1, www.ozguruniversite.org, Fikret Başkaya, Günlük 4 F. Başkaya, aynı makale 5 F. Engels, age, s 12 6 L. Troçki, Gündelik Hayatın Sorunları: Bilim ve Kültür Üzerine Diğer Yazılar, Yazın Yayıncılık 2

43


Komünist Zemin

Perihan Mağden’in “Şimdi Vicdani Red” Çağrısı Üzerine Radikal Gazetesi’nde Perihan Mağden’in 8 Ocak 2008 tarihinde bir yazısı yayınlandı. Yazı, “Şimdi vicdani red!” başlığını taşıyordu. Yazının başlığı ve başlangıç kısmı insanda ister istemez, “Galiba bu çağrı Türklere yönelik” düşüncesinin oluşmasına yol açsa da, yazının ilerleyen satırlarında bunun bir yanıltmaca olduğu hemen anlaşılıyor. Perihan Mağden’in yazdıklarını okuduktan sonra aklımıza hemen şu olasılıklar geliyor; diyoruz ki, ya Perihan Mağden başka bir planette yaşıyor, ya toplumun bilincini dumura uğratmaya soyunanların militanlığına soyunmuş ya da çocuk yaşlardan kalma saflığını henüz kaybetmemiş. Aksi takdirde bir insanın, bugünün dünyasında yaşayan bir insanın yukarıdaki sözleri sarf etmesi olası değil. Biz, Perihan Mağden’in söz konusu yazısını ve yazısında ileri sürdüğü argümanları ele alırken, kendisinin bu planette yaşadığını ve toplumun bilincini dumura uğratmaya soyunanlarla hiçbir alakasının ve ortaklığının olamayacağını varsayıyoruz. Biz bu yazıda, Perihan Mağden’in yazısını ve ileri sürdüğü argümanları, onun çocukluk zamanından kalma masumiyetinin bir tezahürü olarak ele alarak, yaşamın gerçek yüzünün, özellikle de yaşamın faturasını ödeyenlere görünen yüzünün Perihan Mağden’in dünyasından göründüğü ve algılandığı gibi olmadığını anlatmaya çalışacağız. Bu tartışmayı yaparken, elimizde olmadan Perihan Mağden’in kirlenmemiş vicdanını yaşamın kirli gerçekleriyle yüzleştirmek zorunda kalacağımız için şimdiden üzüntülerimizi belirtmekte fayda görüyoruz. Perihan Mağden’in Türk Devleti’nin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşa ilişkin yapmış olduğu “Vicdani red” çağrısından başlayalım: “Bugün barış için en büyük savaşın, en zoru olduğu ortadadır. Çıkıp Kürtler "Ne TSK'ya, ne PKK'ya verecek çocuğum yok!" diyorlar mı, diyebiliyorlar mıdır? Vicdani Red, nadas

44

için yakılan tarlalar gibi yayılmalıdır. Vicdani Red, barış için savaşmayı göze alanların vereceği en iyi ve tek iyi cevaptır. 'Silahlara Hayır!' demenin, 'Savaşa Hayır' demenin bin tane yolu yoktur. Binbir yolu da yoktur. Karşı koymanın, karşı durmanın BİR TEK yolu vardır: SAVAŞA HAYIR! diyebilmek.” Bu meselede Perihan Mağden’in yüzleşmesi gereken birinci nokta şudur: Kürt başkaldırısı durup dururken ortaya çıkmamıştır. Kürt başkaldırısı, Kürtlerin Türk egemen güçleri ve nüfusu tarafından yok sayılması, baskı altına alınması ve sistamatik olarak katliama uğratılmasına karşı, bir varolma hareketi olarak yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. İkinci nokta, Kürtler, kendilerini ifade edebilmenin bütün yolları tıkalı olduğu için ve her ileriye çıkışları devletin silahlı güçleri tarafından bastırıldığı içindir ki kendilerini ifade edebilmenin bir yolu olarak kendi silahlı güçlerini oluşturmak zorunda kalmışlardır. Üçüncü nokta, bugün bile Kürtlerin kendilerini ifade edebilme hakları güvence altına alınmamıştır ve onlara “Silahlarınızı bırakın ve gelip kendinizi legal alanlarda ifade edin” diye çağrı yapan hiçbir güç, Kürtlerin kendilerini açık siyasal platformlarda ifade edebilmelerini garanti edemez. Bırakın Kürkleri bir yana, bu çağrıyı yapan sözüm ona “Barışseverler” bile kendi düşüncelerini özgürce ifade etme haklarını garanti edemezler. Dördüncü nokta, Savaşın son bulmasının önündeki engel Kürtler ve onun siyasal ve askeri gücü olan PKK değil, Kürtlerle “Barış” yapmak için Kürtlerin koşulsuz teslim olmasını şart koşan devlet ve Türk nüfusunun ezici çoğunluğudur. Dolayısıyla da “Vicdani red” çağrısı yapılması gereken cephe Kürt cephesi değil, Türk cephesidir. Savaşı başlatan ve savaşa yol açan Kürtler ve Kürtlerin tacizi midir ki, “Vicdani red” Kürt cephesine yapılıyor? Mesela, İsrail”in Filistin halkına karşı yürüttüğü savaşta hiçbir güç Filistinlilere “Vicdani red” çağrısı yapmıyor. Tam tersine, “Vicdani red” çağrısı İsrail


Komünist Zemin cephesindeki İsrailli askerlere ve İsrailli asker adaylarına yapılıyor. Keza ABD’nin Irak’ı işgaline karşı savaşanlara hiç kimse “Vicdani red” çağrısı yapmıyor, çağrı ABD’lilere yapılıyor. Neden? Çünkü her iki örnekte de asıl savaşın nedeni ve savaşı sürdüren egemen olan güçlerdir ve gerek Filistinliler gerekse de Iraklı direnişçiler kendilerini savunmak ve kendilerine dayatılan teslimiyeti bertaraf etmek için silaha sarılmaktadırlar. Muhtemeldir ki Perihan Mağden de, söz konusu olan Filistin ya da Irak olunca, bizim gibi düşünüyordur, ama söz konusu olan Kürtler olunca, ona da egemen olan Misak-i Milli terbiyesi, meseleyi bizim gibi kavramasına engel oluyor. Eğer söz konusu olan iki egemen devletin, örneğin Türkiye ile Yunanistan’ın savaşı olsaydı, bu durumda Perihan Mağden, Türklere ya da Yunanlara ya da her iki tarafa birden, “Bu haksız savaşın askeri olmayın ve vicdani red hakkınızı kullanın” türünden bir çağrı yapsaydı, biz bu konularda farklı düşünsek de, böylesi bir durum karşısında Perihan Mağden’in “Vicdani red” çağrısını onaylamamakla birlikte, en azından abes bulmazdık. Ama söz konusu olan iki egemen devletin savaşı değil, işgalci bir devlet ile yaşamı ve yaşadığı topraklar işgal edilmiş olan bir halkın savaşıdır. Ve bu halk, kendisini başka bir yolla ifade etme hakkı olmadığı için, son evlatlarını dağa çıkararak kendi varlığını ve geleceğini garanti altına alma yolunu tutmuştur. Ama ne yazıktır ki buna rağmen Perihan Mağden, bütün bunları göz ardı ederek, “Çıkıp Kürtler ne TSK'ya, ne PKK'ya verecek çocuğum yok!" diyorlar mı, diyebiliyorlar mıdır?” diye sorabiliyor. Halbuki Perihan Mağden’in söylemesi gereken şuydu: “Türkler ve Kürtler, TSK’ya verecek çocuğumuz yok demedikleri müddetçe bu savaş bitmez!” Perihan Mağden bunu yapmadığı gibi, TSK ile PKK’yı aynı zeminde mütalaa edebiliyor. Bugün PKK ile TSK’yı aynı zeminde mütalaa etmek demek, İsrail devletiyle FKÖ ya da Hamas’ı aynı zeminde mütalaa etmek demektir. Sonuç olarak Perihan Mağden şunu anlamalıdır ki, bir savaş ancak ve ancak savaşa ne-

den olan nedenler ortadan kalktığı takdirde son bulabilir. Savaşa neden olan Kürtlerin değil, varlığını Kürtleri ve Türk olmayanları ve kendi ahlakına karşı çıkanları yok ederek sürdüren egemen Türk Devleti’dir. Dolayısıyla da savaşı sonlandırmanın yolu, Kürtleri silahsız ve savunmasız bırakmak değil, Kürtlere silahlanmaktan başka bir seçenek bırakmayan Türk Devleti’nin elini bağlamaktır. Bu konuda bir adım öne çıkması gerekenler, Türklerdir. Çünkü Kürtlere karşı yürütülen savaş Kürtlere rağmen yürütülebilir ama Türklere rağmen yürütülemez. Gelelim Perihan Mağden’in yazısındaki bir başka noktaya: “SAVAŞMAYA HAYIR!! İnsan öldürmeyeceğim! Hiç kimse, hiçbir güç bana insan öldürtemez! demek. Hiçbir gücün, bir insanın başka bir insanı öldürmesi için emir vermeye hakkı yoktur! demek. Öldürerek kirlenilirdemek. Sonsuza dek. Haklı ölüm yoktur, haklı öldürme yoktur- demek.” Perihan Mağden böyle buyuruyor. İyi hoş ama, binyıllardan bu yana savaş da bir gerçeklik. Öyle ki, günümüzde her yıl yirmi milyon çocuk açlık ve açlığın yol açtığı hastalıklardan dolayı ölmektedir. Yani, üç yılda altmış milyon çocuk ölmektedir. Ve bu rakam II. Emperyalist Savaş’ta ölen insan sayısına eşittir. Bu da demek oluyor ki, kapitalizm tarafından her üç yılda bir yoksul dünyanın çocuklarına karşı II. Emperyalist Savaş çapında ilan edilmemiş bir savaş yürütülmektedir. Bugün bir buçuk milyar insan açlıktan dolayı ölümle yüz yüzedir. Dünyanın en fakir ülkelerinde insanların %50’si için bugünkü ortalama kalori tüketimi, Nazi dönemi toplama kamplarında ki günlük kalori tüketimine eşit hale gelmiştir. İki milyar insan temiz içme suyundan yoksundur. Yaklaşık iki milyar insan henüz doktor yüzü görmemiştir. Üretilen değerlerin %80’i Dünya Nüfusunun %20’sini oluşturan zenginler tarafından tüketilirken, Nüfusun %80’ini oluşturan fakirler toplam değerlerin %20’si ile yetinmek zorundadır. Almanya’da Kişi Başına Düşen Gelir, Etiyopya’da Kişi Başına Düşen Gelirin yaklaşık 300 mislidir.

45


Komünist Zemin Etiyopya’da Ortalama Yaşam Süresi 40, Almanya’da 78’dir. Bugün yoksulluktan dolayı milyonlarca kadın ve çocuk fahişelik yapmak zorundadır. Ezilenler ve yoksullar açısından bakıldığında tablo budur. Bu tablo karşısında Sayın Perihan Mağden’in önereceği nedir, doğrusu merak ediyoruz. Mademki Perihan Mağden, “Savaşa hayır, çünkü haklı savaş yoktur ve savaşmak öldürmektir. Hiç kimsenin öldürmeye hakkı yoktur” diye buyuruyor; Bu durumda Sayın Perihan Mağden’in, bu yok edici tablonun mağdurlarına bir çıkış yolu önermesi gerekiyor. Eğer Savaşmak yanlışsa ki, Perihan Mağden öyle söylüyor, bu durumda ne yapmak gerekiyor? Yoksa Perihan Mağden, bugünkü yaşamın efendilerini kötülük yapmaktan vazgeçirerek mi meseleleri çözmek yanlısıdır? Eğer Perihan Mağden bu yolu öneriyorsa, yaşamın efendilerinin Perihan Mağden’in bu yaklaşımına tepkileri yalnızca ve yalnızca gülmek olacaktır. Çünkü onlar yaptıklarının ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedirler ve bu tablo onların bilinçli eyleminin bir sonucudur. O halde Perihan Mağden ne önermektedir? Ezilenlere karşı ilan edilmiş ya da ilan edilmemiş savaşları sonlandırmanın yolu nedir, ne olabilir? Eğer yaşama egemen olanlar mevcut egemenliklerinden gönüllü olarak vazgeçmeyeceklerse ve egemen olanların yol açtıkları mağduriyetlere karşı savaşmak yanlışsa, bu durumda geriye bir tek seçenek kalıyor: Kabullenmek, yani teslim olmak. Öyle ya, mademki ‘savaş kötüdür’, bu durumda ABD işgaline karşı çıkan Iraklıların, direniş cephesine çocuklarını göndermeyi reddetmesi ve ABD işgalini kabullenmesi gerekiyor. İsrail işgaline karşı çıkan Filistin Halkı’nın İsrail işgaline karşı savaşan Filistin direniş cephesine çocuklarını göndermeyi reddetmesi, bu işgali kabul etmesi gerekiyor. Keza, üretilen değerlerin %80’i Dünya Nüfusunun %20’sini oluşturan zenginler tarafından tüketilirken, kendisi ürettiği halde üretilen toplam değerlerden geriye kalan %20’si ile yetinmek zorunda kalan Nüfusun %80’ini oluşturan fakirlerin yaşamda kal-

46

mak ve kendi geleceklerini kurtarmak için savaşmayı reddetmeleri, kendilerine karşı ilan edilmemiş savaşı kabullenmeleri gerekiyor. Özcesi; yeryüzünün ezilen ve yok sayılanlarının, kendilerine zor yoluyla dayatılan bugünkü yaşamlarını değiştirmek için savaşmaları yanlışsa, eğer savaş yanlışsa; bu durumda ezilenlerin, yoksulların ve yok sayılanların mevcut durumlarını kabullenmeleri gerekiyor. Bizim, Sayın Perihan Mağden’in yazdıklarından anladığımız ya da çıkardığımız sonuç maalesef budur. Eğer ezilenler için barış ancak eşit koşullarda yaşamak ise ve bu egemenler için bir savaş ilanı anlamına geliyorsa ve Perihan Mağden, ‘Savaşa hayır’ diyorsa; bu durumda Perihan Mağden’in yazdıklarını başka türlü okumak nasıl mümkün olabilir ki? Yok, eğer Perihan Mağden, ezilenlere ve yoksullara teslimiyeti önermiyorsa, bu durumda ne öneriyor? Öyle ya, nede olsa egemen olanla ezilenin çıkarları aynı değil, dolayısıyla da birisinin barış dediği, diğeri için savaşın adıdır. Birisinin refah dediği, diğeri için yoksulluğun adıdır. Peki, bu durumda ne olacak? Yoksullar ve ezilenler haklı olarak var olan durumlarını değiştirmek istiyorlar, bu konuda tam da Sayın Perihan Mağden gibi düşünüyorlar; “Kimsenin kimseyi ezmeye, yok saymaya, yok etmeye hakkı yoktur” diyorlar. Buraya kadar Perihan Mağden ile anlaşıyorlar, ama bunu dillendirmeye ve gerçekleştirmek için harekete geçmeye başladıkları an, yaşamın efendileri bu durumu bir başkaldırı olarak mütalaa ediyorlar ve zor kullanmaya, yok etmeye başlıyorlar. Peki, bu durumda ezilen ve yok sayılanlar ne yapmalıdırlar? Eğer Perihan Mağden’i dinleyecek olurlarsa, “SAVAŞMAYA HAYIR!” demeleri, dolayısıyla da var olan durumlarını kabullenmeleri gerekiyor. Aksi halde savaşmaları gerekecek. Ama Perihan Mağden diyor ki, “Hiç kimse, hiçbir güç bana insan öldürtemez!” İyi ama insanların ölmediği bir savaş nasıl mümkün ki? Ama Perihan Mağden diyor ki, “Öldürerek kirlenilir” insan. Hem de “Sonsuza dek.” Perihan Mağden bununla da kalmıyor, “Haklı ölüm yoktur, haklı öldürme yoktur” diyor.


Komünist Zemin Özcesi, Perihan Mağden, hem barış diyor, hem de barış için savaşmayın diyor. Yani ezilenlerin ve yok sayılanların ellerini açıp, gözlerini bağlıyor. Bundan dolayıdır ki Perihan Mağden, birileri hakkında hüküm vermeden ve birilerine yol yordam göstermeden önce, Savaş ve Barış olgusunu iyi kavramalıdır. Çünkü bu olgular herkes için aynı anlama gelmemektedir. Savaş ve Barış olgularını yaşama egemen olanlara göre ele alacak olursak, hiyerarşik olarak örgütlenmiş olan bugünkü yaşamda egemen durumda olanlar, kendi egemen durumlarının tehdit edilmediği bir durumu barış olarak mütalaa etmekteyken; bu egemen ilişkinin mağduru olanlar ise, kendilerine dayatılmış olan bu egemen ilişkiyi kendilerine karşı bir savaş durumu olarak mütalaa etmektedirler. Yani, egemenin barıştan kastettiği, kendi egemenliğinin tehdit altında olmadığı bir durum iken; egemen ilişkinin mağduru için ise barış, kendisini mağdur eden egemenlik biçiminin bertaraf edilmesidir. Bu noktadan devam edecek olursak: Bugün her hangi bir ülke ya da bir topluluk, kendi geleceğini bildiği gibi tayin etmeye kalkıştığında tepesine bombalar yağıyor, ambargoya maruz kalıyorsa, bu egemen ulus ya da topluluk için savaşın değil barışın, barışı korumanın adıdır. Aynı zeminde örnekleri çoğaltacak olursak; şimdi siz bir Türk’e “bu Kürtler ne olacak?” diye sorsanız, alacağınız cevap şu olacaktır: “O da nereden çıktı, neymiş Türk - Kürt biz hepimiz insanız”. Onun burada “hepimiz insanız”dan kastettiği, “hepimiz Türküz”dür. Bu durumda siz ona, “madem fark etmiyor, bakın bunca zaman onlar kendilerini biz Türk’üz diye adlandırmak zorunda kaldılar; hadi şimdi de siz bir müddet kendinizi Kürt’üz diye tanımlayın,” türünde bir öneri götürecek olursanız; işte o zaman alacağınız cevap şu olur: “benim Türklüğüm ne olacak?” Bu tartışmayı “o zaman Kürtler de Kürtlüklerinden vazgeçmezler” diye noktalarsanız; o zaman Kürt Türkün nazarında barışı ve huzuru bozan olacaktır. Yani Kürdün kendisine karşı yürütülen savaşın sona ermesini istemesi, barış istemesi, Türk tarafından savaş ilanı olarak algılanacaktır, öyle de olmuştur. Bir patrona sorsanız, deseniz ki, “bütün değerleri işçiler ürettiği halde, neden yöneten

ve ayrıcalıklı olan siz patronlarsınız?” Bu soru karşısında patron sizi “barışı ve huzuru” bozmakla suçlayacaktır. Keza aynı tepkiyi Kadınların eşitlik talebi karşısında Erkelerden de duyabilirsiniz. Demek ki, savaş ve barış olgularının ezilenler ile egemen olanlar için ifade ettiği anlamlar birbirine karşıt ve farklıdır. Herkes için savaş ve barış olgularının aynı anlama gelmesi; ya da bu kavramların anlamlarını yitirmesi, ancak ve ancak, savaş nedeni olan ayrımcılık, sömürü, ezme-ezilme vb. türden ilişkilerin son bulması ve barışın bir ihtiyaç olmaktan çıkması ile mümkündür. Özcesi, bir savaşın varlığını belirleyen şey, onun biçimi, boyutu, hangi araçlarla yürütüldüğü ve onun açık ya da gizli oluşu değildir. Savaşın varlığını belirleyen, başlı başına savaş nedeni sayılan her hangi bir egemenlik biçiminin varlığıdır. Dolayısı ile de tarihte egemenlik biçimleri ortaya çıktığı günden beri savaş sürekli olarak var olmuştur. Bugüne dek değişen yalnızca ve yalnızca savaşın biçimi, araçları ve boyutu olmuştur; egemenlik biçimleri olduğu müddetçe de olacak olan budur. Sayın Perihan Mağden, bu tarihsel bakış açısını kavrayamadığı içindir ki, savaşlara yol açan nedenlerin üzerinden atlayarak soyut barış talebinde bulunabiliyor. Yaşamına kasteden karşısında, yaşamda kalma hakkını savunanla, ayrıcalıklı bir yaşam için başkalarını yok edenlerin eylemini aynı görebiliyor. Bu oldukça kaba bir yaklaşımdır. Bu, tecavüze uğrayan bir kadının, kendisini korumak için tecavüzcüyü öldüren bir kadının eylemiyle, tecavüz edenin eylemini aynılaştırmak demektir. Eğer tecavüze uğrayan kadın Perihan Mağden’i dinleyecek olursa, “İnsan öldürmek kirlenmektir” diye düşünerek, kirlenmemek için tecavüzcünün canına kastetmemelidir. Aksi halde kirlenir. Yine aynı şekilde, Iraklı ve Fiistinli direnişçiler temiz kalmak için işgalcilerine kurşun sıkmamalıdırlar. Yoksa maazallah kirlenirler. Kürtler, Iraklılar, Filistinliler ve diğer ezilen, yok sayılan, yok edilenler yalnızca savaşmayı reddedip, kendilerine dayatılan yaşamları kabul etmelidirler. Yoksa maazallah kirlenirler. Böyle buyuruyor Perihan Abla.

47


Komünist Zemin

Yaşasın Devrimci 1 Mayıs Burjuvaziyle barışın değil, burjuvaziye karşı proletaryanın meydan muharebesinin adıdır 1 Mayıs. İşçi Sınıfının mücadele tarihine eşitlik, dayanışma ve birlikte mücadelenin adı olarak yazılan zamanın adıdır 1 Mayıs. Bireysel, zümresel ve ulusal çıkarların aşılıp; özgür, eşit, sınıfsız ve sınırsız bir dünya vatandaşlığı devrimci düşünün ortak eylemle yeryüzüne indirildiği zamanın adıdır 1 Mayıs. Egemenlerin saltanatına ve onların zamanlarına karşı devrimci isyan bayrağının açıldığı ve şarkılarının söylendiği zamanın adıdır 1 Mayıs. Egemenlerin zamanına karşı başkaldırının adıdır 1 Mayıs. 1886 yılında Chicago’da ALBERT PERSONS, AUGUST SPIES, LOUIS LINGG, ADOLPH FISCHER ve kavga yoldaşlarının yaktıkları ateş, kısa sürede bütün yeryüzünün işçilerinin ve ezilenlerinin yüreklerini tutuşturdu ve onların arasında ezilen-sömürülenlerin ortak sınıf bilincinin gelişmesine yol açtı. Ve tarihte ilk kez yeryüzünün bütün coğrafyalarında ezilen-sömürülenler aynı heyecanla ve aynı talepler için sokakları zapt ettiler. Zaman değişti, zamanla her şey değişti, her şey değiştirildi. İşçi sınıfının ve ezilenlerin uluslararası mücadele günü olan 1 Mayıs; şimdiki zamanda Sosyal Demokrasi, Sendika Bürokrasisi, Ulusalcı Sosyalistler ve Reformistlerin çabalarıyla, burjuvazi ile barış, gündelik talepler için dilenme, şenlik ve karnaval günü haline getirildi. Böylelikle; baskısız, sömürüsüz, eşit ve özgür bir dünya için; her renkten işçilerin ve ezilenlerin aynı kızıl bayrak altında ve aynı kavga şarkılarının söylendiği umut dolu günlerden, şimdiki kirletilmiş zamana gelindi. Şimdiki kirletilmiş zamanda dünya işçi sınıfı, hem bugünkü çıkarları ve gelecek hayalleri bakımından bölünmüş ve hem de ulusal hapishanelere tıkılmış durumdadır. Bir yanda; kendi burjuvazisiyle uzlaşan ve işbirliği yapan ayrıcalıklı Batılı İşçiler, öte yanda fakirleştirilerek gelecekleri karartılmış ülkelerin işçileri. Bir yanda; egemenlerin işlediği suçla yeryüzü ezilenlerinden çalınarak Batılılara sağlanmış azınlığın refahı, öte yanda ise açlık ve açlığın yol açtığı hastalıklar nedeniyle ölüme ve kaderlerine terk edilmiş yeryüzünün ezilen yoksul çoğunluğu. Daha da kötü olanı ise, yoksul coğrafyaların emekçileri geleceklerini çalmış olan Batıya ve onların yerli işbirlikçilerine karşı kinini bilemek yerine, Batıyı kıble olarak kabullenmiş ve gerek bireysel olarak gerekse de topluluklar halinde Batıya dâhil olmak için yarış ediyorlar. Bu da yetmiyor, Afganistan, Irak, Kürdistan, Somali ve daha birçok coğrafyada sömürgeci güçlerin ölüm makineleri olarak görev yapıyorlar. Evet, nicedir her şey değişti. “Yok öyle tek başına kurtuluş, ya hepimiz ya da hiç birimiz!” şiarının erdem sayıldığı zamanlardan, “Kendisini kurtarmayan başkasını kurtaramaz” şiarının erdem sayıldığı şimdiki zamana gelindi. Eski zamanlarda, burjuvaziye karşı verilen her barikat savaşında burjuvazinin nasıl korkuya düştüğünü gören ve bedenleri ile kavganın dışında kaldıkları için buruk bir hüzün duyan A. PARSONS, A. SPIES, L. LINGG, A. FISCHER ve onların ardından aynı idealler için toprağa düşen eski zamanın o güzel insanları, artık öfke ile üşümektedirler. Ve şimdiki kirletilmiş zamanda yaşayan sınıf kardeşlerine; “Burjuvazi ile uzlaşma. Onların suçlarına ortak olma ve sessiz kalma. Kader birliğini dünyanın zenginleri ile değil yoksulları ile yap. Bizim düşünü kurduğumuz dünya ve bedenlerimizi ateşe attığımız amaç için, kendi sınıfının bayrağı altında toplan ve yalnızca kendi sınıf çıkarların için kavgaya atıl” diye seslenmektedirler. Ve şimdiki kirletilmiş zamanın devrimcilerine ise şöyle haykırmaktadırlar: “Ey mücadele bayrağını teslim ettiklerimiz! Biz; darağaçlarında, dağların kuytuluklarında, sokak diplerinde, miting alanlarında bedenlerimizi tutuşturarak kazandık 1 Mayıs’ı. Siz ise, bizim, düşmanı yenilgiye uğrattığımız muharebe alanlarını panayır yerine dönüştürdünüz. Ey dünya çapında sınıf mücadelemizin kavga günü olan 1 Mayıs’ı sınıf düşmanları ile uzlaşma ve bayram günü ilan edenler! Ya son verin bu ihanetinize, ya da soyunun bizim yüzümüzü!” SELAM OLSUN 1 MAYIS’IN İDEALLERİ İÇİN MÜCADELE EDENLERE! YA KAPİTALİZMİN EGEMENLİĞİ ALTINDA SÜREKLİ ÖLÜM, YA DA SOSYALİZM!

KOMÜNİST ZEMİN 1 Mayıs 2008

48


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.