UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Page 1



UCLG-MEWA Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Orta Doğu ve Batı Asya Bölge Teşkilatı

Kitabın Adı: UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Tüm yayın hakları UCLG-MEWA’ya aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir; izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz.

Baskı Yeri ve Tarihi

: İstanbul, 2016

Tasarım ve Baskı

: Gafa Ajans

Baskı ve Cilt

: 1. Baskı - 1000 Adet

UCLG-MEWA Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Orta Doğu ve Batı Asya Bölge Teşkilatı Yerebatan Caddesi No:2, Sultanahmet, 34110 İstanbul - Türkiye +90 212 511 10 10 - +90 212 519 00 58 (Fax) www.uclg-mewa.org


UCLG-MEWA YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ


İçindekiler ÖNSÖZ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-1 “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Uygulamada Yaşanan Aksaklıklar” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-2 “Yerinden Yönetim, Sosyal Kapital ve Demokrasi” . . . . . . . . . . . . . . . . 20 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-3 “Yönetişim, Sivil Toplum ve Yerel Yönetimler” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-4 “Toplumsal Yapı, Belediyeler ve Kentsel Dönüşüm Uygulamaları” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-5 “İklim Değişikliği ve Şehirler Üzerindeki Etkisi” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-6 “Kent içi Ulaşım Sistemleri ve Planlamanın Önemi” . . . . . . . . . . . . . . . 74 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-7 “Yerel Yönetimler ve Kültür” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 86


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-8 “Metropollerde Yönetişim” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 98 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-9 Katılımcı Yerel Demokrasi Bağlamında Belediye Meclisleri . . . . . 112 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-10 “Yerel ve Bölgesel Kalkınma” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 126 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-11 “Belediyeciliğin Gelişimi” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 142 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-12 “Turizm ve Yerel Yönetimler” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 158 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ- 13 “Yerel Yönetimler ve Mimari” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 170 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-14 “Yerel Yönetimler ve Çevre” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 186 YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-15 “Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı (BM-HABITAT)” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 196


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

ÖNSÖZ

Değerli Yerel Yönetim Dostları, Bir yayını daha sizlerle buluşturduğumuz için duyduğum memnuniyeti ifade etmek istiyorum. Halka en yakın yönetim birimi olan yerel yönetimler, kentleşmenin dünyada hız kazandığı modern toplumlarda giderek önem kazanmaktadır. Çok değil bundan çeyrek asır önce yerel yönetimler, topluma sadece alt yapı hizmetleri sağlayan idareler olarak görülmekteydi. Günümüzde ise özellikle Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’nı kabul etmiş ülkelerin vatandaşları, yönetime doğrudan katılmak istemekte ve yönetişimin bir parçası olmayı düşünmektedirler. Öte yandan ise dünya, iklim değişikliğine karşı önlem almakta, yerel yönetimler de bu anlamda üzerlerine düşen görevi ifa etmeye çalışmaktadır. Tüm bunları düşündüğümüzde, yerel yönetimlerin; önümüzdeki süreçte küresel karar alma mekanizmalarına daha aktif olarak katılacak bir yönetim birimi olduğunu düşünüyoruz. UCLG-MEWA olarak bizler de yerel yönetimlerin geçirdiği dönüşüm sürecine ve geldiği noktaya ufak da katkıda bulunmak istedik. Yerel yönetimleri geliştirmek ve güçlendirmek adına çıktığımız bu yolda, 2014 yılında “UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri”ni yapmaya karar verdik. Alanında uzman kişiler ile yerel yönetim alanında çalışan ve bu konuya ilgi duyan kesimleri bir araya getirdik. 6


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

İstanbul’daki mütevazi Genel Sekreterliğimizde; 1. “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Uygulamada Yaşanan Aksaklıklar” 2. “Yerinden Yönetim, Sosyal Kapital ve Demokrasi” 3. “Yönetişim, Sivil Toplum ve Yerel Yönetimler” 4. “Toplumsal Yapı, Belediyeler ve Kentsel Dönüşüm Uygulamaları” 5. “İklim Değişikliği ve Şehirler Üzerindeki Etkisi” 6. “Kent içi Ulaşım Sistemleri ve Planlamanın Önemi” 7. “Yerel Yönetimler ve Kültür” 8. “Metropollerde Yönetişim” 9. “Katılımcı Yerel Demokrasi Bağlamında Belediye Meclisleri” 10. “Yerel ve Bölgesel Kalkınma” 11. “Belediyeciliğin Gelişimi” 12. “Turizm ve Yerel Yönetimler” 13. “Yerel Yönetimler ve Mimari” 14. “Yerel Yönetimler ve Çevre” 15. “Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı (UNHABITAT)” başlıklarında söyleşiler gerçekleştirdik. Bu söyleşilerle birlikte yerel yönetim alanında çalışan çok sayıda yönetici, akademisyen, uzman, personele ve yüksek lisans öğrencileri başta olmak üzere geniş kitlelere ulaşma imkânı bulduk. Umuyorum ki yaptığımız bu çalışma, yerel yönetim konusunda yeni vizyonların oluşmasına olumlu katkılar sunacaktır. Söyleşilerimizde gerek konuşmacı olarak yer alan kıymetli yerel yönetim temsilcilerine ve değerli akademisyenlerimize gerekse dinleyici olarak yer alıp görüşleriyle toplantımızı zenginleştiren konuklarımıza en kalbi şükranlarımı sunuyor, bu yıl da yerel yönetim söyleşilerimize devam edeceğimizin haberini sizlerle paylaşmak istiyorum. Mehmet DUMAN UCLG-MEWA Genel Sekreteri

7


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-1

8


“Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Uygulamada Yaşanan Aksaklıklar” Doç. Dr. Erbay Arıkboğa Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi

Bugünkü üzerinde konuşacağımız hatta üzerinde yer yer tartışacağımız konu; yerel yönetimlerin özerkliği meselesi. Türkiye’de biraz netameli olan bir konu. Bazılarının ise çokça korktuğu bir konudur. Dolayısıyla böyle korkulacak bir şey midir yoksa aşılabilecek kadar rahat bir konu mudur, bunlardan bahsetmek istiyorum. Üç başlık şeklinde bir konu hazırladım. “Özerklik nedir?”, biraz bunun kapsamından bahsedeceğim. İkinci olarak; Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı metni nasıl bir şeydir? Sonra da Türkiye ile ilgili bu şartla olan hikâyemiz ve sorunlarımız neler, bunları size aktarmaya çalışacağım. Şimdi az önce de söylediğim gibi “özerklik korkulacak bir şey midir ya da ne kadar korkmamız gerekir ve niye korkuyoruz” konularını sizler için biraz daha açmak. Özellikle Güneydoğu ile ilgili sorunumuz var. Özerklik deyince ilk akla gelen yer orasıdır ve bir başka kavramla ikisinin arasında bir bağ kurarız. Dolayısıyla özerklik ülkeyi bölen ya da bölücü bir şey midir? Birçok 9


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

kişinin bu kavrama ilişkin korkusunun altında yatan sebeplerden birisi de budur. Aslında kendimizi düşünebiliriz. Bilmediğimiz birçok şeyden korkarız. Birçok kişi gece sokakta yürümekten niye korkar? Aynı sokaktan gündüz gitmiştir ve oranın güvenli olduğunu biliyordur. Ama gece karanlıktan, mezarlıktan ya da boş bir çantadan tedirgin olur. Hatta biri polise durumu ihbar etse, alan hemen kapatılır ve güvenlik önlemleri alınır. Aslında çantanın içinde ne olduğunu bilmediğimiz için korkarız. Dolayısıyla özerkliğin ne olduğunu bilelim ki; korkup korkmayacağımızın kararını kendimiz verebilelim. Yerel yönetimlerin özerkliği dediğimiz şey aslında bilinmeyen bir şey değil. Karşımızda uluslararası düzeyde imzalanmış, kabul görmüş hukukî bir metin var. “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”. Takriben 10 maddelik ,çevirdiğimizde 5-6 sayfalık bir metin. Belki bazı kavramları ilk okuduğunuzda tam anlaşılamayabilir ama biraz ısrar ettiğimizde, kolay anlaşılabilir bir metin. Dolayısıyla temelde böyle bir şeyden bahsediyoruz. Yerel yönetimlerin özerkliğinin esasında; idari, mali ve denetim olarak üç boyut vardır. Burada hepsinden bahsedeceğim fakat ilk olarak denetim boyutundan başlayıp bir soruyla bu konuyu açmak istiyorum ve bu soruya sizlerden cevap bekliyorum. Merkezi yönetimin yerel yönetimleri denetlemesi iyi midir kötü müdür diye bir soru sorsak, aramızda kötüdür diyen var mıdır? Aslında denetimin de belki tanımını yapmak gerekir. Bu durum denetime göre değişir. Merkezi iktidarın yerel iktidarı denetlemesi yani konuyu biraz daha açarsak; milletvekilliği seçimini kazanıp hükümeti kuran kadronun farklı yerlerdeki yerel seçimleri kazanıp oradaki belediyelerde iktidarı kazanan kişileri denetlemesi iyi midir, kötü müdür ? Aslında ikisi de kötüdür diyebilirsiniz. Burada asıl vurgulamaya çalıştığım bir ve iki aynı şey demek. Türkçe’de bu kavramlar tam olarak oturmadığı için bu soruyla başlamak istedim. Yani merkezi yönetim dediğimiz zaman kafamızda 10


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 1

devlet canlanıyor ise; böyle bir şey değil. Merkezi yönetimin, yerel yönetimleri denetlemesi demek; ulusal düzeyde seçilmiş hükümetin ve onun taşradaki temsilcilerinin (valilikler ve kaymakamlıklarının), yerel düzeydeki seçilmişleri denetlemesinden bahsediyoruz. Dediğim gibi denetleyemez diye bir şey yok. Mesele bunu nasıl denetlemesi gerektiğidir. Dolayısıyla aslında bir iktidar başka bir iktidarı denetliyor. Bunun da özerklikle bağlantısını kurarken; bu denetim, yerel yönetimin özerkliğini zedelemeyecek ölçüde nasıl olabilir meselesiyle ilgilenir. Dolayısıyla üç boyutu var. Diğer ikisi idari boyut dediğimiz yerel yönetimin idari özerkliği, malî boyut ise yerel yönetimlerin malî özerkliğiyle ilgili şeydir. Zaten yerel yönetimlerin idarî ve malî özerkliğe sahip olduğunu söyleriz. Denetimle de bir bağlantısı vardır. Bu idari ve mali olarak sahip olduğumuz özerklik denetim yoluyla elinizden alınmasın. Bu denetim usulüne uygun olarak yapılsın demiş oluyoruz. Şimdi çok ayrıntıya girmeden yerel yönetimlerin özerkliğini anlamamız gerektiğini bu şekilde özetleyebiliriz. Bu bir anlamda da Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın özetinin özetidir. Gördüğünüz gibi 3 bölümden oluşmaktadır. Bunlar aşağı yukarı idari boyutuna ya da idari özerkliğe, mali özerkliğe ve denetim boyutuna karşılık gelmektedir. Tek tek incelersek en önemli şeylerinden birisi yerel yönetimin yetkisinin kanunlarla tanımlanmış olmasıdır. En önemli hususlarından biri budur. Yerel yönetimin hangi hizmetleri yapacağı, merkezi yönetimin hangi hizmetleri yapacağı, parlamento eliyle belirlenip ikisinin alanının birbirinden ayrılması gerektiği anlamına gelir. Sadece bundan ibâret değildir. Özellikle Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın uyguladığı şey, yerel yönetimlerin yetki alanının, kamu hizmetleriyle ilgili sorumluluklarının olabildiğince geniş tanımlanmasıdır. Yani yerel düzeyde yapabilecekleri her türlü hizmetin, yerel yönetimlere verilmesi alanında bir vurgusu vardır. Ama buradaki asıl vurgu kanunî yetkilerdir. Her yerel yönetimde bu yetkisini kendi sınırları içinde kullanır. Örneğin; Fatih Belediyesi kanunların kendisine verdiği yetkiyi, Beyoğlu’nda veya Zeytinburnu’nda değil, 11


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Fatih’te kullanabilir. Benzer şekilde Edirne Belediyesi, Çankırı’da kullanamaz. Bir başkasının seçilmiş karar organı vardır ama bu da yine vurgulamamız gereken bir nokta. Buradan kasıt şudur: Yerel düzeyde seçimlerle, her belediye için, belediye meclisleri vs. için oy kullanacağız. Dolayısıyla demokratik seçimler oluşacak. Bunda bir anlaşmazlık yok. Ama buradaki asıl vurgu, bu meclislerin, yerel düzeyde kanunların kendine verdiği yetki çerçevesinde, yerel sorunlarla ilgili temel politikaları, belediyenin temel yönünü belirleyecek mekanizmaları olması gerekmektedir. Bizde olan sıkıntılardan biri de bu meclislerin başkanın projelerinin onay makamı gibi çalışıyor olmasıdır. Bunun da yerel seçim sistemi ve teşkilatlanma ile ilgili boyutları var. Ama olmazsa olmaz şartlarından biri ise seçilmiş bir meclisinin olmasıdır. Ama bu meclisin de olabildiğince belediye politikaları üzerinde etkili ve yetkili olması gerekmektedir. Bir başka şey ise; böyle bir karar organı olmasının yanında, seçimlerde seçeceğimiz bu hayatı, hayata geçirecek organların olması ile ilişkilidir. Bizde bu belediye başkanıyla hayata geçer. Yerel yönetimlerde başka sistemlerin olduğu ülkeler de var. Yani başkan değil de profesyonel yöneticiyle bu işi yapan ülkeler var. Bir başkası da yine idarî özerklik kapsamında söyleyeceğimiz yasalarla belirlenmiş alandaki yetkilerini herhangi bir merkezî yönetim makamından, valilikten, bakanlıktan izin alma gereği duymadan serbestçe kararlaştırabilip, hayata geçirebilme gücüne, idari olarak sahip olmasıdır. Bütün bunlar idari özerkliğin içinde bulunmaktadır. Mali özerklik dediğimiz; idarî olarak tanınmış olan yetkilerin hayata geçirilmesi için gerekli malî kaynaklara da sahip olunmasıdır. Bunun için birtakım kendinizin elde ettiği yerel vergiler, harçlar gibi kaynaklarınız olabilir. Kimi zaman kanunlarla size tanınmış merkezî yönetimin gelirlerinden almanız gereken paylar vardır. Bu tür gelir kaynaklarınızın olması gerekmektedir. Örneğin; bu sene altyapıya daha mı çok yatırım yapacağınızı ya da sosyal belediyecilik, yeşil alanlara ne kaynak vereceğinizi genel olarak bütün bunları kendinizin düşünüp yapabilir olmanız gerekmektedir. Bir başka şey ise (yerel yönetimler özerklik şartının içinde de bulunan yazı) diyor ki: birtakım konularda yerel özerklikleri düşünerek, belediye meclis12


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 1

leri kendilerinin toplaması gereken mali kaynakları bir miktar arttırma veya azaltma yetkisine de sahip olsun. Buna önce kanunun izin vermesi gerekmektedir. Örneğin diyebilir ki; şu iş için harcı üç lira yerine on lira alabilirsiniz ya da herhangi bir şey de alabilirsiniz diye alt veya üst sınır belirlenirse, bu belediye meclisi o yılın veya bölgenin durumuna göre bunu limitler içinde kendisi belirleyebilsin. Denetim kısmına geldiğinizde burada merkezi yönetim, yerel yönetimleri denetler. Başka bir ifadeyle merkezi iktidar yerel düzeydeki iktidarları denetler. Denetleyemez diye bir şey yerel yönetimin özerkliğiyle ilgili bir unsur değil. Mesele bunun nasıl denetleneceği meselesi. Sınırlı bir denetim olması lazım. Bunun ötesine geçip bu işi yerinde yapmış mı, uygun mu, yani bu hizmet kanuna uygun ama buraya yapılmalı mıydı veya bu izin verilmeli miydi dediğiniz zaman onun yerine kendiniz geçip bir değerlendirme yapmış oluyorsunuz. Merkezi iktidarın veya merkezi yönetimin ya da onun adına bu işi yapan müfettişin, valinin, bakanın vs. böyle bir yetkisinin olmaması gerekir. Sadece yazılı kurallara uygun olarak işin yapılıp yapılmadığına bakılmalıdır. Onun dışındaki konulara ilişkin sıkıntılar veya tartışmalar varsa yerel yönetim kendi içinde bunları çözecektir. Meclisine karşı ayrı hesap verecek, seçmenlerine karşı ayrı hesap verecek. Yani merkezi yönetim, yerel yönetimin işine karışmasın. Sadece işlerin yolunda gidip gitmediğini kontrol etsin. Herhangi bir sorun varsa da bunu yargıya intikal ettirsin. Dolayısıyla yerel yönetimin özerkliği, yerel düzeyde, kendi kendine yeten ve kendine tanınmış alandaki hizmetleri sunup sorunları çözebilen mikro yönetim alanı oluşturmuş oluyor. Özerklik dediğimiz şey nasıl bir şeydir? Mesela; özerklik, kendi kendinize bahşedebileceğiniz bir şey değildir. Bir kanunun size verdiği hakla, elde ettiğiniz bir durumdur. Doğrudan doğruya kanun verir veya kanuna dayanarak elde edilir. Yine özerkliği hakla aldığınızda bu hak sınırsız bir alan da tanımaz. Bunun belirli sınırları vardır. Bu sınırları da yasalar belirler. Dolayısıyla yerel yönetimlerin özerkliği dediğimiz şeyin asıl patronu, bu anlamda parlamentodur. Yani yasalarla sizin bu özerkliği ne kadar geniş tutacağınızı, daraltacağınızı ya 13


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

da zaman içindeki gidişata bakarak, hangi alanda ne tür değişiklikler yapacağınız konusundaki yetkinin parlamentoda veya anayasada olduğu bir sistemi anlarız. O zaman şunu rahatça söyleyebiliriz ki her şey bizim elimizde. Her şey aslında kontrol altındadır. Mesela; orada bir çanta var ve içinde ne olduğunu biliyoruz, korkmamıza gerek yok. Çünkü içine eşyaları biz koyduk. Dedik ki mesela; çöpleri topla. Çünkü o yetkiyi ben yasa olarak size vermişim. Bu çöpleri toplaman için sana şu kadar para lazım, buranın imar planlamasını yap, yolunu yap veya suyunu getir diyerek çantanın içini ben dolduruyorum. Çantanın içinde bilinmeyen bir şey yok. Fiili durumlar olabilir. Fiili durumun da yerel yönetimin özerkliği ile bağlantısı yoktur. Mesela; bir yerde fiili bir durum oluştu ve yasaların dışına çıkıldı diyelim. Onun adı siyasi, hukuki krizdir. Her yerde bu tür krizler yaşanabilir. Kriz başka bir şey, yerel yönetimin yasalarla tanınmış bir takım haklara sahip olması başka bir şeydir. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Aslında ulusal irade şunu diyor; yerel yönetimler var, yapmaları gereken hizmetler bunlar, bu hizmetleri yaparken de kullanacakları yöntemler de yasalarla belirleniyor. Bu kısımdan sonrası ise bunları yapabilmesi için hangi kaynakları nasıl kullanacağı, hangi yöntemlerle bu harcamaları yapacağı ve bu gelirleri nasıl toplayacağı ile ilgili. Bunları da yasalarla belirliyor. Bununla da yetinmiyor ve diyor ki; bu belirlemiş olduğum kurallara uygun bir işleyişin olup olmadığını hükümet denetler. Bu anlamda buradan ne bölünme ne de ayrışma çıkar. Dediğim gibi fiili durumlar, başka bir siyasi tartışmadır. Buradan farklılaşma ve çeşitlenme çıkar. Yani her yerdeki seçimi kazanan siyasi partinin ideolojisine göre, seçimine veya tutumuna göre daha farklı bir işleyiş yapabilir ya da oradaki yerel toplumun niteliklerine göre daha farklı hizmet sunmaya çalışabilir. Zaten yerel yönetim de bunun için var. Eğer böyle bir farklılaşmayı veya çeşitlenmeyi istemiyorsanız o zaman yerel yönetim kurma maliyetine katlanmamanız gerekmektedir. Geçen sene bir davet için Azerbaycan’ a gitmiştik. En iyi belediyesi falancadır dediler ve oraya gittik. Bu belediye kısıtlı kaynaklarıyla bir salon yapmış. Talep geldikçe düğün veya organizasyonlara ev sahipliği yapıyor. Bundan da para kazanmaya çalışıyor. En basitinden 14


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 1

şöyle bir örnek verirsek; çöpleri toplama yetkisi valiliklerde. Dolayısıyla farklılaşma ve çeşitlilik, yani yerel renklere göre bir kurumun kendini farklı renklere boyayabilmesi, bir toplumu veya ülkeyi rahatsız ediyorsa bu işi merkezi yönetimin taşeron örgütlenmesiyle yaparsınız. Tam da bunun için aslında bir yerel yönetim kurarsınız. Yerel yönetimin özerkliği; yerel düzeydeki birimlerin patronu hükümet mi olmalı sorusunda gizlidir. Belediyenin patronu bu anlamda hükümet değildir. Hükümet yasalara uygun olarak bir denetleme yapabilir. Fakat doğrudan doğruya yerel yönetimlerin ne yapması gerektiğini belirleyecek bir pozisyonda değildir. Çünkü bunu kendi meclisi, yasaları belirler. Bu belediyenin sorumsuz olduğu anlamına gelmez. Öncelikle yasalara tâbii olarak çalışmak zorundadır. Kendi meclisine, kendini oraya getirmiş olan seçmenlere ve yerel halka hesap vererek çalışmak zorundadır. Buraya kadar Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın içinde neler olduğundan bahsetmiş olduk ama bu şart nedir diye biraz daha detaylı bakarsak; bu Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin hukuki metnidir. 1985 yılında Avrupa Konseyi diye uluslararası bir organizasyon kurulmuştur. Kimi zaman bu tür ayrımları çok bilmeyenler Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı, Avrupa Birliği’nin bir hukuki metni gibi düşünmektedir. Oysa, Avrupa Birliği başka bir oluşumdur. Avrupa Konseyi ise 47 üyesi olan geniş bir organizasyondur. Onun çeşitli anlaşma dediğimiz hukuki metinleri var. Bunlardan bir tanesi de Avrupa Yerel Yönetimler Özerklikler Şartı’dır. 1985 yılında kabul edilmiştir. Türkiye’de 1988 yılında imzalamıştır. 1992 yılında da parlamento tarafından uygun bulunmuştur. 1993 yılında ise yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin özerklik şartına koyduğu bazı çekinceler vardır. Birtakım maddelere çekince koyarak, bu şartı imzalamıştır. 1992 Türkiyesi’nde o çekincelere bakmak gerekir. Bunun o günden beri güncellenmemiş olması bir sorundur. Bunu da kabul etmek gerekmektedir. O gün için korunmuş olan çekincelerin bugün için hiçbir anlamı kalmamıştır. Mesela; bugün bir bakanlar kurulu kararıyla bu çekinceleri kaldırabilirsiniz. Türkiye’den hiçbir şey olumsuz olarak yansımaz. Bir başka şey ise 2005 yılından itibaren yerel yönetimle ilgili birçok yasa değiştirildi. Bu yasalara çok detaylı bir 15


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

şekilde baktığımızda, anlaşmada çekince koyduğumuz hükümlerle karşılaştığımızda, aslında birçok çekinceyi biz fiilen yasalarla kaldırmış durumdayız. Çekince koyduğumuz hususların birçoğu iç hukuk normuna dönüşmüştür. Çekincelerin kaldırılmasında ise hiçbir mahsur yoktur. Hatta bugünlerde AK Parti’nin seçim beyannamesinde bu tür şeylerin bulunduğuna ilişkin haberler çıkmıştır. Zor bir süreç değildir. Bir bakanlar kurulu kararıyla bir gün içinde kaldırılabilir. Bu algısal şeylerin dışında en önemli şeylerden bir tanesi mevcut mevzuatı yorumlamayla ilgili pozitif bir katkısı olabilir. Yani parlamentonun bir belediyeye verdiği yetkiyi bir başkası çıkıp bir kalıp haline getirebilir. Bu çekincelerin katkısı bunları genişletici anlamda yorumlamaya vesile olabilir. Böylece yerel yönetim alanının genişlemesini sağlayabilir. Ama çekinceleri kaldırdığımızda, Türkiye’de yerel yönetimlerle ilgili hiçbir sorununuz kalmayacak demek mümkün değildir. Çünkü bu tür sıkıntıları aşmamız için birtakım yasal değişiklikler yapmamız gerekmektedir. Yani yerel yönetimlere birtakım yeni kaynaklar, yetkiler verilecekse bunları ancak yasalar yoluyla değiştirerek yapabiliriz. Mevcut durumda ise denetim uygulamalarında bu tür olumsuz örnekler çoktur. Bu alanlarda ise uygulamada çeşitli iyileştirmeler yapmamız gerekir. Çekinceleri kaldırabiliriz ama bunları kaldırmak gerçek sorunlarımızı çözmez ve tam olarak işe yaramaz. Türkiye’de çok uzun zamandan beri tek tipçi bir yaklaşım vardır. Birçok şey, bu süzgeçten bakılarak yorumlanır. Buradan hareket ettiğimiz sürece yerel yönetimin alanını genişletmek veya ortaya çıkan tartışmaları çözmek çok kolay değildir. Yani farklılıkları kabul edip bunlarla yaşabilmeyi bilmemiz gerekmektedir. Renkler sınırsız bir dünya değildir. Bu farklılıklardan korkmamıza gerek yoktur. Bunların çerçevesini yasalarla çizebiliriz. Bu alanı kontrollü bir şekilde genişletebilir, esnek hale getirebilirsiniz. Bu her şeyin bir anlamda karışacağı anlamına gelmez. Türkiye ile ilgili biraz bahsedecek olursak; idari, mali ve denetim boyutunu tartışmıştık. Bunlarla ilgili en çok karşı karşıya geldiğimiz sorunlar nelerdir? Yerel yönetimin yetki alanı ne kadar genişse, özerk16


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 1

liği de o kadar genişti. Örneğin; birinci maddeye her şeyi yapabilirsiniz, ikinci maddeye sadece çöpleri toplayabilirsiniz, üçüncü maddeye ise bu kanun yayın tarihinde yürürlüğe girer dersek her şey serbestse alanın dar olması sebebiyle fazla bir önemi olmaz. Dolayısıyla yerel yönetimin yetki alanının ne olduğu iç meseledir. Bir başka şey ise; anayasanın da dediği gibi yerel yönetimin görevleri kanunlarla belirlenir. Ama kanun hükmünün kararında; örneğin bir yönetmelik çıkarıp, kanuna verdiğimiz bir şeyi, daraltıcı bir şekilde yazıp, o şekilde yönetmelik maddesine koyuyoruz. Ya da bir genelge çıkarıp belediyelerin nasıl hareket etmesi gerektiğini söylüyoruz. Ama baktığınız zaman genelge yasanın ruhuyla tam uygun değil ya da bir takım idari işlemlerle bu yasanın daraltıldığına şahit oluyoruz. Buradaki mesele şudur: Bir takım hizmetleri mevcut durumda merkezi yönetime veriyoruz. Yerel yönetim alanının genişletilmesi demek; bir reformu yaptığımız zaman, onun siyasi olarak arkasında durabilmemiz demektir. Buradaki uygulamada çıkan sorunlara göre revizyon yapmak gerekir. Yerel yönetimlerin yetkileri, merkezi kurumlar tarafından çeşitli şekillerde zayıflatılmaya çalışılıyor. Bizim kanun yapma tekniğimizle ilgili birtakım sorunlarımız oluyor. Aslında bir yetkiyi verip, onun temel ilkelerini belirleyip, diğer alanda yerel yönetimleri serbest bırakmamız lazım. Çünkü onun bir karar organı bulunmaktadır. Parti grupları, meclis üyelerini bağlamaktadır. Bütün partiler bunu istisnasız uygulamaktadır. Burada meclis üyeleri, kararlar üzerinde çok etkili ve yetkili olamıyor. Bunun gibi birtakım sorunlarımız söz konusudur. Mali özerklik konusuna geldiğimizde ise; yetki az ise kaynak da az oluyor. Bunu ölçmek daha kolaydır. Çünkü doğrudan doğruya rakamlar ele alınıyor. Örneğin; 100 lirayı ele aldığımızda, bunun ne kadarını merkezi yönetim, ne kadarını yerel yönetimler kullanıyor diye baktığımızda, 100 liranın 10 lirasını sadece yerel yönetimler harcıyor. Yani yerel yönetimlerin Türkiye’deki bütün harcamaları, toplam kamu harcamalarının yüzde 10’u kadardır. Yüzde 90’ı demek ki Ankara ve taşradaki teşkilatlar tarafından kullanılıyor. Sosyal güvenlik, borç ödeme gibi birçok alanlar da merkezî yönetimin bütçesinden çıktığı için, bütçenin kabarık olmasının bununla alâkası vardır. 17


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Özellikle, Kuzey Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik uygulamaları yerel yönetim üzerinden yaptırılmaktadır. Devlet fonunu veriyor, kullanıcı belediye olduğu için hesap kabarık görünüyor. Bu tamamen yapılan işle alakalıdır. Merkezi yönetimin, yerel yönetimi denetimi meselesi bizim anayasamızdaki en sorunlu alanlardandır. Ama anayasada yazıldığı haliyle uygulanmıyor. 2005 sonrasında bu konuda önemli reformlar oldu. Anayasa mahkemesi bu hükümleri daha uygun bir şekilde yorumladı. Bunun merkezi yönetimin bir görevi olmadığını, bir hakkının olduğunu belirti. Yani yerel yönetimlerin lehine bir yorum yaptı. Aslında olması gereken parlamentonun kuralları koyması ki; bunları yerel yönetimlerde belirleyici alanda değil, alan açıcı bir şekilde yapmasıdır. Hükümet ise; bunların kurallara uyup uymadığını uzaktan gözetecek durumda olmalıdır. Bir örnek durumla bitirecek olursak; yerel yönetimlerin mali özerkliğiyle ilgili 9. Maddenin 3. Fıkrasına göre; yerel makamların mali kaynaklarının en azından bir bölümü, oranlarını kanunun koyduğu sınırlar dahilinde, kendilerinin belirleyebilecekleri yerel vergi ve harçlardan sağlanacaktır. Şartlara baktığımızda her maddede kanun ibaresini görürüz. Bu kanunun tanımladığı marj içinde tanımlanır. Yukarıda zikredilen fıkra Türkiye’nin çekince koyduğu maddelerden değildir. 82 Anayasasının paralel düzenlemesine göz atacak olursak, Vergi Ödevi 73. Maddesine göre ; “Vergi, resim ve harç benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapma yetkisi Bakanlar Kurulu’na verilebilir”. Anlayacağımız gibi burada yerel yönetimlere bir atıf yapılmamıştır. Yerel vergi ve harçlarla ilgili ise yerel meclislere bu işin yapılabileceği yetkisi verilmemiştir. İki metne baktığımızda Türkiye’de belediye meclislerinin bu hakkının olmadığını sadece Bakanlar Kurulu tarafından kullanılabileceğini görüyoruz. Türkiye’de bu maddeye çekince koyma18


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 1

masının sebebi; eski belediye gelirleri (hala yürürlükte) 82 darbesi sırasında çıkmıştır. Biliyorsunuz askeri yönetim zamanında bir kanun çıkmışsa anayasaya aykırılığını iddia edemiyorduk. O madde de şöyleydi: Mesela çevre ve temizlik vergisi belediye meclisi tarafında seçilebilir. Aslında alt ve üst sınırlar böylelikle belirleniyordu. Anayasa mahkemesi 29.12.2011 (RG 19 Mayıs 2012) tarihli kararına göre; Belediye meclisleri vergi oranını, harç oranını belirleyemez. (Anayasa’ya aykırıdır). 10.04.2013 (RG 18 Ocak 2014) tarihli kanuna göre ise, belediye meclislerinin kanunun öngördüğü alt üst sınırlar içinde vergi oranını, harç oranını vs. belirlemesi uygundur. Yerel yönetimin özerkliğinin bir gereğidir ve Anayasaya uygundur diyerek genişletici bir yorum yapılmıştır. Anayasa’nın 73. Maddesinde hiç değişiklik yapılmamıştır ama yerel yönetime bakışımız değişmiştir. Buradan hareketle bu maddeyi yorumlamamız değişmiştir. Merkezi yönetim yerel gereksinimleri anlama ve değerlendirme yönünden yetersiz kalma riski taşımakta ve yerel idareler gibi dinamizm ve hareketlilik gösterememektedir. Yerel yönetimler, yerel çıkarlara ekonomik ve coğrafi duruma göre değişken koşullara daha iyi uyabilme olanağına sahiptir. Bu yönüyle düzenlemenin merkezden yönetimin, görev yükünü hafifletmeyi de amaçladığı anlaşılmaktadır. Yani Türkiye olarak ihtiyacımız olan şey kullandığımız gözlüğü değiştirmektir. Mevzuatı dahi değiştirmeden birtakım sorunları çözme imkânımız bulunmaktadır.

19


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-2


“Yerinden Yönetim, Sosyal Kapital ve Demokrasi” Doç. Dr. Yeşeren Eliçin Arıkan Galatasaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi

“Sosyal kapital”, birçok değerlerle çok yakından ilişkili bir kavram. Bugüne kadar yerelleşme ve demokratikleşme adına yapılan reformlar, gerçekten demokratik yerel yönetimler ve güçlü bir yerel demokrasi oluşturulabildi mi? Bu sorunun yanıtı bugün hâlâ olumlu değil. 1980’lerin ortalarından sonra Türkiye’de yerel yönetimlerin, özellikle belediyelerin gelirlerinde önemli ölçüde artış oldu. Aynı şekilde yetkilerinde de kayda değer artışlar oldu. Ama bütün bunlar yerel yönetimleri demokratikleşme açısından çok iyi bir seviyeye getirmedi. Benim açımdan daha da kaygı verici bir şey var. O da sosyal kapitalin yeteri kadar güçlü olmaması sebebiyle, bu reformların yapıldığı hızla geri alınabiliyor olması. Yani yerelleşmeden, demokratikleşmeden bahsediyoruz; fakat şu anda içinde bulunduğumuz süreç, yeniden merkezîleşme sürecidir. Yerel yönetimlerin alanlarına giren 21


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

çevre, kültür, imar gibi konularda merkezîleşmeye tanık oluyoruz. 2014 Mart’ındaki seçimlerden hemen sonra uygulanmaya başlanılacak olan 6360 sayılı yasa, yeniden merkezîleşme konusunda önemli bir adım teşkil ediyor. Demokratikleşme ve yerelleşmeye dönük reformlardan bu kadar hızlı geri dönülebilmesinin, sosyal kapitalimizin yetersiz olmasına bağlı olduğunu düşünüyorum. Örneğin; yaşadığımız kent olan İstanbul, küresel kent liginde oynamaya soyunan bir kent ama bu kente ilişkin kararlar bile büyük ölçüde merkezden alınıyor. Bu konuda İstanbul Büyükşehir Belediyesi yönetiminin de oldukça edilgen olduğunu görüyoruz. İşin bir başka boyutu ise “sivil toplum”… “Sivil toplum kentini ne kadar savunuyor ve kente ilişkin kararlara ne kadar katılıyor? diye sormak mümkün” . Özellikle geçen yazdan bu yana bu konuda biraz daha iyimser olmak için sebep var. Bu konuda bir inisiyatif olduğunu, sivil toplumun daha örgütlü olduğunu, forumlar, platformlar oluşturduğunu görüyoruz. Yani kente ilişkin konularda söz sahibi olmak istediği anlaşılıyor. Ama bu talebin kamu tarafından, özellikle yerel yönetimler tarafından bir karşılık gördüğünü söylemek zor. O zaman biraz önce sözünü ettiğimiz değer ve normların oluşabilmesi için son derece önemli bir kavram olan sosyal kapital kavramına bakmak yerinde olacaktır. Bu kavramı biraz açalım. Sosyal kapital, bilindiği üzere özellikle Pierre BOURDIEU (1986), James COLEMAN (1988, 1990) ve Robert PUTNAM’ın (1993, 2000) katkılarıyla gelişmiş bir kavramdır. BOURDIEU ve COLEMAN sosyal kapitali en geniş tanımıyla;” Bireylerin sosyal ağlara katılımları sayesinde erişebildikleri bir dizi kaynak olarak tarif ediyorlar”. Yani sosyal ilişkiler bireyler için bir tür kaynak işlevi görüyor. Bu kaynak tıpkı ekonomik kaynaklarda olduğu gibi biriktirilebilen ve gerektiğinde bireyin kullanabileceği bir kaynaktır. Dolayısıyla sosyal ağlar dediğimiz oluşumlar pozitif getirileri olan birer kaynak işlevi görürler. PUTNAM (2000:19) sosyal kapitalin bireyler arasındaki bağlara gönderme yaptığını belirttikten sonra sosyal ağları ve bu ağlar sayesinde bireyler arasında oluşan karşılıklılık normlarını ve güveni vurgular. Sosyal kapital üzerine yazan bir başka yazar 22


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 2

HERREROS (2004) da; “Karşılıklılık yükümlülükleri” kavramını kullanır. HERREROS sosyal ağların içinde gelişen değerler olarak güven kavramına, bilgiyi de ekler. Karşılıklılık yükümlülüğü kavramı;” Sosyal ağlar içinde yer alan bireyin, gönüllülük duygusu içinde başka bir birey ile dayanışmaya veya işbirliğine giderken, ihtiyaç duyduğunda aynı davranış biçiminin kendisine karşı da gerçekleşeceğini düşünmesidir.” Karşılıklılık yükümlülükleri bireyler arasında bilgi ve güvenin yerleşmesini sağlar. Böylece sosyal ağ içinde yer alan bireyler için güvenilir olmak bir sosyal ağın üyesi olmanın en önemli bileşeni haline gelecek ve sosyal kapital üretecektir (HERREROS, 2004: 9-13). Sosyal ağlar ise (ki bu ağ bir dernek, birlik ya da kooperatif olabilir), formel yapılardan daha az formel olanlara geniş bir yelpazeyi kapsarlar. Sosyal ilişkilerden doğan bir başka yan ürün ya da kaynak ise bilgidir. Sosyal ağlara katılım iki tür bilgiye erişimi sağlar: a) Öncelikle ağı oluşturan bireylerin ortak olarak ilgilendiği konular hakkında bilgi ve ikinci olarak da sosyal ağın üyesi olan diğer bireylerin tercihleri hakkında bilgi. Bu ikinci tür bilgi, yani aynı kaygıları taşıyıp benzer tercihlere sahip olduğumuz bilgisi ağ üyeleri arasında güvenin yerleşmesi açısından da son derece önemlidir. HERREROS’un particularized trust yani özelleşmiş güven adını verdiği bu güven, daha sonra generalized trust yani genellenebilir güvene dönüşmektedir ki bu da sosyal kapitalin temelini oluşturur. (HERREROS, 2004: 14-16). Bu ilişkiler sayesinde o toplum içindeki dayanışma duygusu gittikçe güçlenir, güvene dayalı dayanışmacı bir yapı ortaya çıkar. Buradan hareketle Türkiye’deki yerel yönetim özellikle de belediyecilik öykümüzü değerlendirelim. 1854 yılında İstanbul Şehremanetinin kuruluşunu belediyeciliğimizin miladı olarak alırsak bugün 160 yıllık bir tarihten söz ediyoruz, demektir. Yerel yönetimlerimizin, özellikle de belediyelerimizin bu süreç içinde güçlü ve özerk yönetimler olabildiklerini söylemek oldukça güç. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerek seçme ve seçilme hakları gerekse belediye sayısı açısından ol23


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

dukça yetersiz bir yapıyla karşı karşıyayız. Bu bağlamda 1930 yılında 1580 sayılı belediye yasasının onaylanması önemli bir dönüm noktasıdır çünkü bugün anladığımız anlamda modern belediye teşkilatının kuruluşunu ifade eder. Ama o dönemde örgütlü bir sivil toplumdan söz etmek pek mümkün değildir. Bu kavramın yerel yönetimin gündemine girebilmesi için, çok partili hayata geçişi beklemek gerekecektir. 1945 yılında Türkiye Belediyecilik Derneği kurulur. İlhan Tekeli bu derneğin belediyeler arasında birliği sağlamada ve bir belediyecilik akımı oluşturmada araç olması amacıyla kurulduğunu söyler (Tekeli, 2009: 126). Nitekim dernek, belediyelerin yetki ve özerkliklerinin savunulması için mücadele eder. Ama bu gelişmeler bugünkü anlamda katılımcı belediyecilik yaklaşımından uzaktır. Belediyeciliğin demokratik ve katılımcı boyutunun fark edilmesi, 1968 olaylarını izleyen 1973 ve 1977 yerel seçimleri sırasında olmuştur. Nitekim 1973 seçimleri öncesinde Milli Selamet Partisi’nin Ankara Belediye Başkanlığı adayının, halkın katılımını arttırmak için halk meclisleri kurma vaadinde bulunduğu görülür. Bir başka örnek ise İzmit Belediyesinde uygulanan katılımcı toplu konut modelidir. 1973 yılında göreve gelen İzmit Belediye Başkanı Erol KÖSE toplu konut projeleri anlamında öncü bir isimdir. KÖSE yönetimi, çok büyük bir arsa stoğu oluşturarak katılımcı bir modelle toplu konut üretmeyi hedefler. Fakat 1977 seçimlerinde partisinden aday gösterilmez. Daha sonraki yönetim de çeşitli nedenlerle projeyi gerçekleştiremez. Katılımcılığın vurgulandığı bir başka alan ise dönemin sosyal demokrat belediyelerinin programlarıdır. Esasen bütün partiler 1963’te ilk kez seçimlere katılan Türkiye İşçi Partisi’nin hazırladığı yerel seçim bildirilerinden ve seçmenlerinin karşısına bir programla çıkmasından etkilenir. Örneğin; 1973 seçimlerinde Ankara Belediye Başkanlığı’na seçilen Vedat DALOKAY ve onun danışmanları, bir toplumcu belediyecilik programı üzerinde çalışıp 1977 seçimlerinde bu programı seçmenlerine takdim ederler. “Sosyal Demokrat Belediyecilik Programı” haline gelen bu program demokratik, katılımcı, üretici, birlikçi, kaynak yaratıcı, toplumsal tüketimi geliştirici belediyecilik ilkelerini benimseyecek ve halkın katılımını ve doğrudan denetleme yolları24


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 2

nın arttırılmasını tartışacaktır (TEKELI, 2009: 250). Yine Ankara’da 1977 seçimlerinden sonra kent kurultaylarının toplandığını görürüz. Bu kent kurultayları bugünkü kent konseylerinin öncülü olarak kabul edilebilir. Bu dönemde belediyelerin üniversiteler ve meslek odalarıyla birlikte iş birliği içinde çalışmayı seçtiklerini, politika ve eylemlerinde bilimsel bilgi ve uzmanlıktan yararlandıklarını görüyoruz. Oysa bugün odalarla belediyeler çok daha çatışmacı bir ilişki içindedir. 1977 seçimleri sonrasının en belirleyici özelliği; ilk kez merkezde, iktidarda olan partilerden farklı bir partinin yerelde yönetime gelmesi ve bir merkez-çevre çatışmasına tanık olunmasıdır. Dönemin birbirini izleyen milliyetçi cephe hükümetleri, sosyal demokratların ilk kez yönetimine geldiği bu büyük kent belediyelerine sempatiyle bakmadıkları gibi onları güç durumda bırakmak için sahip oldukları her imkânı kullanmaktan da çekinmemişlerdir. Bunların başında malî kaynaklarını kısmak ve vesâyet yetkisini en ağır biçimiyle kullanmak gelir. O yıllarda belediyelerin yetki ve gelirleri açısından merkezî hükümete çok daha bağımlı olduklarını hatırlamakta fayda var. Burada özellikle dikkat çekmek istediğim nokta ise böylesine kısıtlı bir çerçevede bile yerel yönetimlerin yeni ve katılımcı uygulamalar yapmaya imkân bulabilmeleridir. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi bu aynı zamanda katılımcı demokrasinin sadece kurallarla veya kurumlarla yerleşemeyeceğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu açıdan ele almak ve sosyal kapital kavramıyla tartışmak istediğim bir örnek de Fatsa deneyimidir. Öyküyü kısaca hatırlarsak, 1977 seçimlerinde göreve gelen belediye başkanının ölümü üzerine kentte erken seçim düzenlenir ve bağımsız aday Fikri SÖNMEZ Belediye Başkanlığı’nı kazanır. SÖNMEZ katılımcı demokrasi modelini hayata geçirmeye çalışır. Bunun için kentteki mahalleler 11 alt birime ayrılır. Bu birimlerin her birinde bir mahalle konseyi oluşturulur. Mahalle konseylerine 3 ile 7 arasında temsilci seçilir. SÖNMEZ’ in belediye başkanlığı 8 ay sürer ve askerî bir operasyonla son bulur. Bu 8 ay içinde 2-3 aylık dönemlerle düzenli toplantılar yapılmıştır. Bu toplantıların her birinde 200 ile 400 civarında katılımcı bulunmuştur. 25


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Bu aylık toplantıların ilkinde belediye başkanı katılımcılara programı, bütçesi, kaynakları nasıl kullanacağı hakkında ayrıntılı bir rapor verir. Bu açıklık ve hesap verme ortamı güven duygusunu pekiştirir. Kentin sorunları, öncelikleri bu toplantılarda tartışılır. En önemli sorun olarak kentin çamur içindeki sokakları saptanır. Bu toplantıların ilginç olan yanı, kente ilişkin her konunun konuşulduğu bir platform olmalarıdır. Nitekim bu komitelerin birer ombudsman gibi görev aldıklarını söyleyebiliriz. Aile içi şiddetin önlenmesi, kadın hakları, kan davaları gibi konular da bu toplantılarda ele alınır. Yani biraz önce sözünü ettiğimiz iki türde de bilgi akışı mevcuttur. Hem kadın erkek eşitliği ve kadın hakları konusunda bilgi, hem de bu anlayışın, bu davranış biçiminin diğer grup üyeleri tarafından onaylandığı bilgisi. Bu bilgi akışı ve karşılıklı ilişkiler yoluyla, güven duygusunun aşılandığı gözlenir. Bu güven duygusunun özelleşmiş güvenden, sosyal yani genelleşmiş güvene doğru gittiğini tespit etmek mümkündür. Fatsa örneğini sosyal kapital kavramları ile okumaya devam edersek, bu deneyim sonucunda Fatsa’da sosyal güvenin tesis edildiğini görmek mümkündür. Mahalle komiteleri çerçevesinde örgütlenme, biraz önce sözünü ettiğimiz sosyal kapital oluşumu için çok önemli ve gerekli iki unsurun, yani güven ve bilgi akışının tesisi sayesinde sosyal güvenin oluşumuna katkıda bulunur. “Sosyal güven” kavramını açmak gerekirse: “Özelleşmiş güvenin aksine sosyal güven tanımadığımız insanlara duyulan güveni ifade eder (PUTNAM, 2000: 134, HERREROS, 2004: 13-14)”. Yani şahsen tanımasak da aynı ağ içinde yer aldığımız insanlara tam da bu nedenle duyduğumuz güveni ifade eder. Fatsa’da en önemli sorun olarak saptanan çamur konusuna dönersek, bir önceki yönetimin tamamlayamadığı alt yapı projesi nedeniyle kentte hem yaya hem de araç dolaşımı sağlanamaz hale gelmiştir. Çözüm yolları tartışılır, çevre yerleşimlere çağrı yapılarak Fatsa’ya 7 günlük bir süre ile makine, araç ve insan gücü yardımında bulunmaları istenir. Olumlu yanıt alınır ve 7 gün içinde kentin yolları yapılır. Bu 7 günlük kampanya süresince Fatsalılar ile çevre yerleşimlerden 26


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 2

gelenler arasında da güven ilişkisinin oluştuğunu görmek mümkündür. Dolayısıyla bu kampanya boyunca bir yandan sorun çözülürken bir yandan da dayanışmacı bir sosyal doku meydana gelmiş olur. Sonuçta sosyal kapitalin unsurları olarak saydığımız olguların hepsini bu örnekte bulmak mümkündür. Bu noktada işaret edilmesi gereken bir başka olgu da ortak çalışma sonucu beraberce üretilen işin, aynı zamanda kamu yararını gerçekleştirmesidir. Kamu yararı ise katılımcı demokrasi fikrinin temelini oluşturur. Üstelik şunu da vurgulamak isterim ki kamu yararı için birlikte çalışma bizim hukukumuzda imece kavramı ile yer almaktadır. Fatsa’da ortaya çıkan bu katılımcı model ise esasen bizim Porto Alegre modeli olarak öğrendiğimiz katılımcı bütçe modelinin öncüsüdür. Fatsa’da katılımcı bütçe modeli gayet başarılı bir şekilde uygulanmıştır. Bu modeli ve Fatsa deneyini önemli bulmamın nedeni, burada yasal-yönetsel çerçevenin dışında kalan bir işleyişin olmayışıdır. Her ne kadar hikâyenin sonunda bazı Fatsalılar ve belediye başkanı bir askeri operasyon ile tutuklanırsa da, sonrasında açılan davada SÖNMEZ yönetimine belediyenin uygulamaları ile ilgili olarak yöneltilen hiçbir suçlama olmaz. Dolayısıyla belediyenin gerçekleştirdiği her uygulama yasal ve yönetsel çerçeveye uygun olarak gerçekleşir. Bu noktanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bugünkü yerel yönetim modelimizin yeteri kadar katılımcı olmadığını yukarıda belirtmiştim. Bunun imkânlarını özellikle son bölümde, şu an yürürlükte olan belediye yasası çerçevesinde gözden geçireceğim. 1980 darbesi maalesef sosyal kapital oluşumu için yaşamsal öneme sahip bütün bu değerlerin üzerinden silindir gibi geçer. Özellikle sosyal ağları tamamen ortadan kaldıran bir darbedir bu. 1980’lerin ortasından itibaren, demokrasiye geçişle birlikte yukarıda belirttiğimiz gibi yerel yönetimlerin yetkilerinde, ekonomik kaynaklarında bazı iyileştirmeler yapılır. 1990’lı yıllara geldiğimizde Ankara’da düzenlenen birkaç kent kurultayından söz etmek mümkündür. Özellikle Yerel Gündem 21 çerçevesinde gerçekleştirilen kent konseyleri 2000’lerden itibaren daha aktif hale gelmiştir. Ama genel anlamda baktığımız zaman, yerel hayatımızın çok katılımcı ve demokratik olduğunu söyleyemeyiz. Özellikle yaşadığımız kentte sivil toplumun 27


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

kente ilişkin önemli kararlar alınırken çok etkili olamadığını gözlemliyoruz. Öte yandan 6360 sayılı yasadan etkilenecek olan yerel yönetimlerin, yani belediyeler, il özel idareleri ve köylerin bu konuda hiçbir girişimde bulunmamaları, söz hakkı talep etmemeleri, varlıklarını doğrudan etkileyen bir konuda hiç muhalefet etmemeleri en hafif deyimle hayret uyandırmaktadır. Esasen bu, demokratik anlamda ne kadar zayıf bir yerel siyasi hayatımız olduğunun göstergesidir. Oysa karar alma ve uygulama süreçlerine vatandaşların katılımının sağlanması bir ilke haline gelmelidir. Ancak sosyal kapitalin yüksek olduğu örgütlü toplumlarda demokratik ve şeffaf bir yerel yönetimden söz etmek mümkün olabilir. Katılımcılığın önünde yasal engeller bulunduğunu savunmak hiç gerçeği yansıtmamaktadır. Siyasi kültür, bir toplumun siyasi yaşamını belirleyen ve geniş ölçüde paylaştığı inançları, değerleri ve normları ifade eder. Siyasi kültür, vatandaşlarla yönetimler arasındaki ilişkileri belirler. Demokratik değerler ve bu değerlere dayalı bir demokrasi kültürü ancak sosyal kapitalin güçlü olduğu bir toplumda kök salabilir. Örneğin; ülkemizde, büyükşehirlerde, ilçe belediyeleri ve metropolitan belediye arasındaki ilişkiler zaman zaman çatışmacı bir nitelik alabilmektedir. Geçmişte ilçe belediyelerinin imar planlama yetkilerini gasp etmeye çalışan metropolitan belediye yönetimleri olmuştur. Oysa örneğin Fransa’da da bizim metropolitan belediyelerimize benzer bir yapı mevcuttur. Orada ilçe belediyelerinin yetkileri ve karar alanları son derece sınırlıdır. İmar planlama ve diğer konularda metropolitan belediye yasa gereği bu ilçe belediyelerine sadece görüş sorar. Ancak yerleşik siyasi kültür gereği bağlayıcı olmayan bu görüşün dikkate alınmaması, hiç rastlanmayan bir durumdur. Burada ilçenin, kendisiyle ilgili bir konuda en doğru ve vatandaşın isteğine en uygun kararı vermekte üst kademe belediyeden daha yetkin olduğu kabulü vardır. Yani yine bir tür güven ilişkisinden söz edebiliriz. Bugün yürürlükte olan 5393 sayılı belediye yasasının esasen 1930 tarihli, 1580 sayılı belediye yasasına oranla çok daha özgürlükçü bir yasa olduğunu, belediyelerin yetki alanlarını önemli ölçüde geniş28


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 2

lettiğini, yerel demokrasiyi güçlendirdiğini iddia etmek çok gerçekçi olmaz. Ama bu yasanın imkânlarının yerel yönetimlerimiz tarafından yeterince kullanılmadığını düşünüyorum. O yüzden yazımı bu yasanın içinde barındırdığı olanaklara işaret ederek, bitirmek istiyorum. Bir kez daha vurgulamak isterim ki daha demokratik bir yerel yaşam için ihtiyacımız olan, demokrasi kültürüdür; daha fazla yasa değil. Onun oluşması ve güçlenmesi de sosyal kapital ile doğrudan ilişkilidir. Şu anda yürürlükte olan 5393 sayılı belediye yasasına dönersek, bu yasanın katılıma imkân veren birçok maddesi olduğunu görüyoruz. Bunlardan bir tanesi, 9. maddede konu edilen mahalledir. Mahalle aslında yine bizim ülkemize ve kültürümüze özgü bir kurumdur. Şimdiye kadar yapılan akademik çalışmalarda genellikle yerel demokrasi aracı olarak mahallenin güçlendirilmesi önerilmiştir. Ama bugüne kadar bunun pek gerçekleşmediğini görüyoruz. Bu yasada da muhtar için; “Mahalle sakinlerinin gönüllü katılımıyla mahallenin ortak ihtiyaçlarını belirlemek, mahallenin yaşam kalitesini geliştirmek, belediye ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarıyla ilgili işleri yürütmek, mahalle ile ilgili görüş bildirmek, diğer kurumlarla iş birliği yapmak ve kanunda verilen görevleri yapmakla yükümlüdür” deniliyor. Özellikle İstanbul gibi büyükşehirlerde ilçelerin büyüklüklerinin orta büyüklükteki kentlere yaklaştığını düşünürsek, katılımcılık ve ihtiyaçların tespiti açısından mahallelerin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Bu anlamda yerel ihtiyaçları tespit etmek amacıyla muhtarların çok daha iyi kullanılması gerekir. Ancak ben 2014 yılındaki yerel yönetim seçimleri öncesinde mahalle muhtarlarıyla işbirliği içinde çalışacağını belirten hiçbir belediye başkanı görmedim. Muhtarlar bugün nüfus kâğıdı örneği vermek gibi aslında yerel olmayan bir takım görevleri yapmaktadırlar. Oysa katılımın sağlanması açısından çok daha dinamik bir yapıya dönüşebilirler. Katılım konusunda çok önemli bir başka alan ise îmar planlamadır. Muhtarlar bu alanda da çok daha etkin bir rol üstlenebilirler. Planlamanın katılımcı bir modelle yapılmasının önünde hiçbir engel yoktur. Plan yapılmadan önce o planın etkilediği kesimin görüşünün alınması, önceliklerin belirlenmesi mümkündür. Oysa bir yandan sivil toplum katılımı ve örgütlülüğü yetersiz kalırken, 29


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

diğer yandan belediyelerin katılımı hayata geçirmede çok da istekli olmadıklarını görüyoruz. Hemşehri hukukunu tanımlayan 13. madde de çok önemlidir. Bu madde de hemşehrilik kavramı tanımlanmakta ve hemşehrilerin “belediyenin karar ve hizmetlerine katılma, belediye idaresi hakkında bilgi alma, belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır” ifadesi yer almaktadır. Bu madde de çok daha verimli ve etkin bir şekilde kullanılabilir. Örneğin; burada bilgi alma ifadesi kullanılıyor. Belediye kanunun dışında da bilgi edinme yasası var yani kamu kuruluşları, istendiği zaman yurttaşlara bilgi vermek zorundadır. Oysa bu kurallar aslında hiç etkin biçimde işletilmemektedir. Örneğin; belediyeler karar özetlerini duyurmakla yükümlüdürler. Ama özellikle îmar konusunda belediyelerin internet sayfalarında yayınladıkları karar özetleri anlaşılır olmaktan uzaktır. Çünkü sadece karara konu olan ada, parsel numaraları belirtilmekte; alınan kararların içeriği hakkında hiçbir bilgi paylaşılmamaktadır. Yasa her ne kadar “karar özetleri” terimini kullansa da kararların tüm içeriğinin yayınlanmasında bir engel yoktur. Özellikle yakın dönemde gündeme gelen yolsuzluk iddialarının doğrudan îmar kararlarıyla ilgili olduğunu düşünürsek, açıklık ve katılımcılığın ne derece önemli olduğu anlaşılır. 14. madde de ise belediyelerin görev ve sorumlulukları sayılırken, belde sakinlerinin belediye hizmetleriyle ilgili görüş ve düşüncelerini tespit etmek amacıyla kamuoyu yoklaması ve araştırma yapılabileceği belirtilir. Bunun vapurların modelini, belediye otobüslerinin rengini seçmek gibi hayata geçirildiği örnekler sınırlıdır. Meclis toplantıları da aslında halka açıktır ama geniş halk katılımlı toplantılara pek rastlanmaz. Yine katılıma olanak sağlayabileceğimiz bir başka madde, ihtisas komisyonları hakkındaki 24. maddedir. Burada da mahalle muhtarlarının, ildeki kamu kuruluşlarının, meslek kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların ve konuyla ilgili diğer sivil toplum örgütlerinin oy hakkı olmadan bu komisyonlara katılımları öngörülmektedir. Bu madde de çok daha etkin bir biçimde kullanılabilir. Burada hem sivil toplum hem de belediyelerin, komisyonlara ka30


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 2

tılım konusunda daha istekli ve teşvik edici olmalarına ihtiyaç vardır. Denetimle ilgili 25. ve 54. maddeler de katılıma, en azından bilgi edinmeye imkân veren maddelerdir. Denetim komisyonlarında uzmanlardan yararlanılabilmesine olanak verilmekte, denetimin sonucunun da halka duyurulması öngörülmektedir. Aynı şey 56. maddede konu edilen faaliyet raporu için de geçerlidir. Toplum olarak faaliyet raporlarından, yalnızca bu raporlar belediye meclisinde yasanın öngördüğü nitelikli çoğunluk tarafından onaylanmadığında haberdar oluyoruz. Yani sivil toplum olarak bu faaliyet raporlarını yakından takip etmiyoruz. Kent konseylerine ilişkin 76. madde de katılımcılık açısından çok önemlidir ve örgütlü kesimlerin katılımına olanak sağlamaktadır. Kent konseyleri üzerinde çok durmayacağım. Sadece katılım açısından sunduğu olanaklara işaret etmekle yetineceğim. Çünkü başlı başına ele alınması gereken bir konudur ve gerek oluşum gerekse çalışma biçimleriyle ilgili değerli araştırmalar vardır. Son olarak da belediye hizmetlerine gönüllü katılımı düzenleyen 77. maddeden bahsedebiliriz. Gönüllülük kavramından yukarıda sosyal kapital çerçevesinde bahsettik. İstanbul gibi büyük kentlerde bu çok önemli olmayabilir fakat insan kaynağına ihtiyaç duyan küçük kentlerde gönüllü katılımının başlı başına bir kaynak haline getirebilecek bir kurum olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak şunu vurgulamak isterim ki; daha katılımcı bir yönetim modeli oluşturabilmek için ihtiyacımız olan sosyal kapitalimizi geliştirmektir. Bunun ise sadece yasal-yönetsel düzenlemelerle, yönetim reformlarıyla mümkün olamayacağını belirtmek istiyorum. Asıl önemli olan, gerek sivil toplum gerekse kurumların katılımcı demokrasiyi gerçekten istemesi ve bu yönde çaba göstermesidir.

31


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-3


“Yönetişim, Sivil Toplum ve Yerel Yönetimler” Doç. Dr. Yüksel Demirkaya Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi

Böyle toplantılara katılan siz kıymetli katılımcılarımızın ilgisini bu konunun çekeceğini düşünüyorum. Biz de üç bölümden oluşan (Ortadoğu Araştırmaları, İstanbul Araştırmaları ve Yerel Yönetimler) araştırmalarımız için Marmara Üniversitesi Kampüsü’nde bulunan rektörlük binasını kullanıyoruz. Yüksek lisans ve doktora derslerini de burada yapıyoruz. Yönetim ve sivil toplum örgütleri adlı yüksek lisans programımız bu sene ilgili kurumlarda geçti. Büyük bir ihtimalle önümüzdeki dönem eylül ayında başlayacağız. Stratejik yönetim ve kurumsal performans adlı diğer bir yüksek lisans programımız da siyasal bilgiler fakültesi bünyesinde açılmıştır. Sizler gibi arkadaşlarımızın ciddi bir şekilde ilgilendiği bu tip konferanslarda, bunun eksikliğini hep dile getirmiştim. Biz hocalarımızla oturduk ve neler yapabiliriz diye bir çalışma gerçekleştirdik. Bu çalışmanın, yüksek lisans programı açmak olduğuna karar verip, bunu yerine getirdik. Bugün bizden istenen “yönetim ve sivil toplum örgütlerinin geleceği” ko33


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

nulu bir söyleşi gerçekleştirmemizdir. Dünyada ne oluyor? Ulusal ve uluslararası literatür tartışmaları, bir akademisyen olarak bizim işimiz. Siyasetçi değiliz, herhangi bir model de çizmeye çalışmayacağız. Sadece dünyada bu konu ile ilgili akademisyenler ne yazıyor, ne çiziyor onların özetini sizlere sunmaya çalışacağız. Ardından söyleşi ile ilgili ben dâhil hepimizin istifade edecekleri olacaktır. Belki buradaki kazanımlarla makale yazmaya teşebbüs edeceğim. İçinizden gönüllüler çıkarsa beraber de yazabiliriz. Türkiye’de en az olan şey; ortak akıl, birlikte çalışma, birlikte üretebilmek durumudur. Yeni kamu yönetimi diye bir paradigma var. Bu paradigma, önceden olmayan şekliyle, mevcut yapıyı kökten değiştirecek ve eski yapıyı savunan insanları dahi şaşırtacak derecede köklü bir değişim ayrıca başarılara ulaşmış bir sistem. Bu yapının temelinde klasikleşmiş, ağır işleyen bir hantallık bulunuyor. Buna karşılık özel sektör ise; işletme biriminin savunduğu ve bu sektörde uygulanan stratejik yönetim tekniklerinin kamu yönetimini hakim kılmasını savunan bir paradigmadır. 1970’li yıllarda konuyla ilgili yeni ifadeler geliştirildi. Her iki taraf (sağ-sol) dâhil olmak üzere, Türkiye bunun dışında kaldı. Türkiye’de klasik bir kavga, klasik bir kısır döngü aldı başını gitti. Fakat bu Özal ile birlikte değişti. Özal bir şeyler getirmeye çalıştı. Ama ömrü yetmedi. Ondan sonra ise bizim bölümün kurucusu Prof. Dr. Ömer Dinçer geldi. Ömer hoca, yeni bir soluk getirdi. Türkiye’ de 2003’ten-2006’ya hızlı bir reform süreci oluştu. 2007-2008’de biraz kıpırdadı fakat ondan sonra yine durdu. Bunu ben söylemiyorum. Avrupa Birliği raporlarında bulunmaktadır. Bunları zaten siz çok açık bir şekilde okuyorsunuz. Üç yıldaki gelişmeler bile çok büyük bir çığır açtı. Bu durum 70’li yılların ortalarından başlayarak, 80’li yıllarla beraber bir fırtına gibi esen Türkiye’ye çok geldi. Bunun ekonomik olarak yansımaları Özal zamanında oldu. Ama idari olarak asıl önemli olan, bizim iyi yönetişim adına sivil toplum örgütlerini ön plana çıkararak, kamu yönetiminde yeni aktörlerin oluşmasını geciktirmemizdi. Dünyada, sivil toplum örgütlerinden yeni yeni bahsediliyor. Bunun sebebi ise maalesef konuyu iyi kavrayamamızdır. Zaten uluslararası literatürde de bunun sert bir müna34


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 3

kaşası var. Bu, kapitalistlerin yeni bir oyunudur. Artık köhnemiş olan sistem kendisini topluma kabul ettiremiyor. Bilgi çağında olduğumuz için insanlar çok çabuk bilgiye ulaşabiliyor. Artan iletişim, ulaşım ve bilgiye erişim imkânlarından dolayı artık toplum kolayca ikna edilemediği için, bu tip yönetsel modellerle yeniden hakim sistemin hegemonyasının toplumlarda yer etmesine dair itirazlar var. Bunu dünyada genelde sol kanat söylüyor. Bizdeki sol anlayışıyla, dünyadaki sol anlayış çok farklı. Sonuç olarak, Anglosakson ülkeleri başta olmak üzere, Batı Avrupa ülkeleri ve gelişmiş demokratik ülkelerin hemen hemen hepsinde çok ciddi bir yönetim reformu yaşandı. Bu yönetim reformunun temelinde; merkezi yönetim gücünün ekonomik ve idari olarak hafifletilmesi, bunun yerine bölgesel ve yerel yönetimlere yetki ve kaynakların transfer edilmesi yatmaktadır. Zaten bu Avrupa Birliği’nin 1950’li yıllardan bu yana konferanslarda zikrettiği yeni bir şey değil ki, hocam diyebilirsiniz. İşte bunun yeni bir şey olmasının sebebi, çözüm önerilerini de birlikte getirdi. Tamam, merkez yönetim güçlü olmalı, halka en yakın birimler etkin olmalı bunun yerine onlar güçlendirilmeli. Bunları herkes söylüyor ama nasıl? Bir stratejiyi belirlemekten ziyâde, stratejinin alt eylem planları olan basamaklar projelendirilmiş mi? Ölçülebilir, tutulabilir, somut göstergelerle olabilirliği yükseltilebilmiş mi? Eğer olgunlaştırılabilinmiş ise biz ona uygulanabilir strateji diyoruz. Aksi taktirde popülist bir siyasal söylemden öteye geçilmiyor. Bakın şuan siyasi partilerin geçmiş dönemdeki projelerine, popülist bir siyasal söylemden öteye geçilmiyor. Eğer o projeler gerçekleştirilmiş olsaydı, Türkiye şuanda çok farklı noktadaydı. Son iki siyasal seçimi inceleyin. Siyasal partileri açıp okuyun. Biz mesleğimiz icabı genelde bunları okuruz. İnanılmaz vaatler, söylemler… Çok iyi bir anayasamız olacaktı. Yeni bir seçime giriyoruz. Tüm partilerin ortak vaatleri bu çerçevede. Türkiye’nin asıl meselesini üç maddeye indirin derseniz; anayasayı hepimiz biliyoruz ama bunun en çok yapılması gereken değişim noktası “siyasi partiler yasası ve kamu ihale yasası” dır. Parlamentoda bu konuda değiştirmemek üzere ittifâk var. Çünkü; mevcut düzeni besleyen, devamını gerektiren bir yapılanma bulunuyor. Aslında birazda az önceki savımı güçlendirmek için politik cümleler kurdum. Popülistlik, politik 35


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

söylemden öteye gitmiyor bizde. Bunu söylemek kolay. Bunlar klasik laflar, yıllardır görüyoruz. Yeni kamu yönetimi akımının gerçekleşebilmesi için bize önerileri de; hangi stratejilerin uygulanması gerektiğini adım adım belirlemek. Bunu başarıyla uygulayan 32 Avrupa ülkesiyle ortak bir proje yürütüyoruz. Bu proje 64 bin Euro değerinde ve Avrupa Birliği de destekliyor. Marmara Üniversitesi olarak biz Türkiye’yi temsil ediyoruz ve bu süreci inceliyoruz. Haliyle bu projede bunu yakından gözlemleme şansına sahip olduk. Yeni kamu yönetimi akımıyla gerçekleştirilenler araştırılıyor. Ne değişti? Ne oldu? Ülkede yapılanların etkisi nasıldı? Bu sorulara cevap aranıyor. Öncelikle artık milli gelirin yerel yönetim tarafından merkezi yönetim şeklinde değil de, onun yerine hareket edebilecek olan diğer aktörleri birazdan sayacağız. Onlardan biri de sivil toplum örgütleri. Bunların bu süreçte daha çok hakim kılınmaları yönünde çok tedbirler aldılar ve başarılı da oldular. Şuan da belki bu söylemlere ters gelebilecek bir şey ama tam tersi bunu savunanlar arasında merkezileşme, yerelleşme çizgisinde merkezi yönetimin kontrol yetkisi çok daha artmalı diyoruz. Bunu İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeler gerçekleştirdi. İngiltere’yi başta sayalım. Almanya deneme safhasında ama kendilerine çok güveniyorlar. Fransa o konuda bizim gibi. Kendini açıkça ilan eden, dürüst ve kendine güvenleri tam bir durumda. Yapamadıkları zaman da yapamadıklarını söylüyorlar. Fransa’da bu konuyla ilgili çok ciddi bir tartışma var. Başaramadık olmadı, yerelleşemedik, kaynakları verdik de ne oldu, daha etkin yönetiliyor mu şeklinde ifadeler söz konusu. İşte bu kötü niyettir. Yetkiyi, kaynağı veriyorum ondan sonra seyrediyorum bakalım ne yapacaksınız. Elbette düşüş yaşayacaksınız. Çünkü sizin düşüşe geçmenizi görmek için ben buradayım. Kusura bakmayın ama ben bunu böyle görüyorum. Bazı şeylere uymadan, bazı noktalara elemanlar yerleştirerek başarı beklemek… Müthiş bir ihmallik, mümkünü yok. Bu tip başarı beklenemez. Ama siz bunun paralelinde çok ciddi bir mekanizmayı kurmak zorundasınız. Ben size kaynak ve yetki veriyorsam sizin başarınızın ölçütlerinin neler olduğunu söyleyebilmem gerekir. Sizin belediye olarak yapmakla mükellef olduğunuz görevler ulusal standartlarımız ve başarı ölçütlerimizdir. Ben sizi objektif olarak yıllık denetlerim. Bu konuda örnek aldığım ülke de İngiltere’dir. Onlar yıllık denet36


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 3

leme yaparlar. Bizim sayıştay müfettişleri gibi. 192 tane kriterleri vardır ayrıca da komisyonları yıllık gider denetimi yaparlar. Belediyeler o konuda başarılı mı, başarısız mı? Değer ölçütünü alır gelirler. Daha sonra yıllık olarak bunu ilan ederler. Türkiye’de hepimizin okuduğu belediye yasası vardır. Belediyelerin görevi nedir? Mahalli müşteri nitelikteki kamu görevlerinin yerine getirilmesidir. Belediye başkanlarımızın çoğu da kendine göre güzel insanlardır. Çoğunu da tanırız. Hatta öğrencilerimizden bazıları şuan da o makamlarda oturuyor. Hangi şirkete gitseniz tarzı olmaz ? Şirketin bir kültürü, hedefi, pazarı ve yönetim felsefesi vardır. O çerçevede senden bir şeyler istenir. Türkiye’de klasik bir söylem var. Yerel yönetimler sıkı bir tahakküm altında ve elleri kolları bağlı… Halbuki bu öyle geniş bir pazar ki; dünyada bu kadar geniş bir sistem yok diyorum.. Çünkü meydan boş, herkes ne yaparsa yapıyor. 5 yıl boyunca kaldırım söküp takılabiliyor ve sayıştay bir şey demiyor. Tabi usulüne uygun ihale yaptıysa… Diyelim ki usulüne uygun yapmışsın; peki bu 5 yıl boyunca senin işin kaldırım söküp takmak mı diye kimse seslenmiyor. Yaşam kalitemizi ilgilendiren eğitim, sağlık, çevre, ulaşım, temiz hava, kültür, sosyal faaliyetler yani tüm insanlığı kapsayan konuların üzerinde, bize en yakın olan idari birimin yetkisi olabilmeli. Benim iddiam şu: Bizi yöneten belediye bizim ceo’muzdur. Belediye başkanı, İstanbul limited şirketine bağlı, Fatih limited şirketinin ceo’sudur. Eğer Milli Eğitim Müdürü çalışmıyorsa, onu çalıştıracak olan ben değilim. Vatandaş olarak benim yetki vermiş olduğum yerel parlamentodur. Siz yasa yapıcısınız. Bu topraklarda, bu sınırlarda ne olup bittiğinden siz sorumlusunuz. Yani eğer çalışmıyorsa gerekirse buradaki Emniyet Müdürü’nü görevden bile aldırabilirsiniz. Eyüp ile Fatih’i kıyas edildiğinde burada suç oranı fazla ise vatandaş olarak benim mi çabuk yapabileceğim bir iş vardır yoksa onlara yetki verip de buyur efendim burayı yönet dediğim insanların mı? Tabi bir de bu emniyeti gidip ziyaret edeceksin; “Sayın Emniyet Müdürüm sıkıntı ne?” Kültür bakımından yaşayanların bu konuda bir direnişi var. O zaman bilinçlendirme hamlelerini başlat, insanları eğit, ev ziyaretleri yap. Yani temelinde burada yaşayan insanların mutluluğunu sağla. Çünkü bu şirketin sahibi biziz. Bütçeyi biz oluşturuyoruz. Adımıza gelen paralar ve ödediğimiz vergiler, hepsi de bizim… Bizi iyi yöneteceksin. 37


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Suç aslında merkezin. Biraz önce dedim ya: “Ben size kaynağı, yetkiyi veririm buyurun” derim, sonra sizin düşüşünüzü beklerim diye. Siz bu ulusal standartları oluşturup insanları yarışa girdirmediğiniz sürece onlardan başarı beklemeniz tesadüf olur. Birkaç tane başarılı belediye çıkar aralarından. Türkiye’deki siyasette ve bürokraside reel politiğin gereği bu. Eğer bunu yapamazsanız sizi o koltuktan alırlar. Bundan dolayı da sizi eleştiremiyorum. Ama bana, beni bu makama getiren insanlar, başarı ölçüt ve kriterlerini koymuş olsalar ve sizi bu çerçevede denetleyeceğiz demiş olsalar, ben babamın oğlu da olsa gözünün yaşına bakmam. Çünkü beni buraya getirdiler ve hesap soracaklar. Örneğin; bir Türk aklından, zekasından dolayı Amerika’da en stratejik konumlarda çalışıyor. Kim gibi? Osmanlı İmparatorluğu gibi. Gücün göstergesi, dünyayı yönetmenin gereği bu zaten. Biraz sonra sivil toplum örgütlerinde Osmanlı Devleti’ne gireceğiz. Yani ne muazzam bir yapılandırması varmış? O başarı tesadüf mü, değil mi göreceğiz. Ama bu işin baya bir gerisindeyiz. Yani burada belediye başkanı olsun, sistem olsun çok da vurmamak ve eleştirmemek lazım. Çünkü asıl sorun bunların hesap sorması gereken sistemde. Onu da ben şuraya bağlıyorum; zaten bu yeni bir kamu yönetimi akımı. Paradigmada da en büyük rol onlara düşüyor. Size bu yetkileri ve kaynakları verdikten sonra sadece denetleyen, kontrol eden, hesap soran, açıklı-şeffaflı bu konudaki stratejiyi geliştiren koordinatör olacaksınız diyorlar; bir nevi orkestra şefi gibi. Bunun içinde merkez hükümetin işi kolaylaştı mı hayır daha da zorlaştı, en zoru bu oldu. O kadar çalışıp standartları belirlemem lazım size. Kaldı ki bu kolay bir iş değildir. Bir önceki Mali İdari Genel Müdürlüğü’ne de bunu sunmuştum ama görev süresi yetmedi. Yoksa biz üniversite olarak onlarla projeye girecektik. Politika transferi hakkında benim bir makalem var. Amerika’yı yeniden keşfetme, müşteriyi yeniden deneme özellikle yönetim bilimleri dalında. Politika transfer edilir, teknolojinin transfer edildiği gibi. Nasıl transfer edilir? Türkiye’nin bu konuda merkezi hükümet olarak kapasitesinin geliştirilmesini, denetim mekanizmasının güçlendirilmesini istiyorsanız; kaldıracaksınız kafanızı. Her zaman çağdaş diye övdüğünüz, herşeyini aldığınız fakat o güzel idare sitemini almadığınız ülkelerin idari sistemine bakacaksınız. Kamu parasını nasıl harcıyorlar? İnsanlara sosyal 38


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 3

adalet çerçevesinde bu paraları nasıl değiştiriyorlar? Yerel yönetim sistemlerine, merkezi yönetim sistemlerine ve ayrıca aralarında ne gibi ilişkiler var diye. Bunu inceleyecek, İngilizcesi iyi olan 5-10 tane uzman akademisyeni bulun. 6 ay çalışsınlar ve bizim gibi o konuda doktora tezi yazan hocalar varsa birkaç tane de onlardan arasına koyun; birisi Almanya’yı çalışsın, birisi İngiltere’yi veyahut beğendikleri birkaç ülkeyi çalışsınlar. Sonra otursunlar; “ Biz Türkiye’ye yönelik nasıl bir model geliştirebiliriz? ” sorusuna da 2 ay çalışsınlar, bakın bakalım ne oluyor. Ben de dedim ki o genel müdüre: “ Bunlara da gerek yok Sayın Genel Müdürüm yani bu devletin imkânlarıyla, bursuyla biz gittik işimizi kurduk, çok ciddi bir literatür transferi yaptık ve İngiltere’nin bu konuda çok güzel bir sistem olduğunu gördük .“Diyelim ki; biz bu İngiltere’nin sistemini aldık, sonra da eksiklerimize ve modellerimize bakarak kendimize özgü bir model geliştirdik. Nasıl olur? Bize sunum yapın dediler. Biz de ikna edercesine yaptık, oldu. Ama dediğim gibi süreklilik yok. Her ne kadar stratejik yönetimde, işletme yönetim biriminin tekniklerinin kamuya transfer edilmesiyle yeni bir yönetim modeli öngörülse de, burada en çok vurguladıkları kelimelerden birisi governance; yönetişim kavramıydı. Ben de sivil tolum örgütlerine bir kapı açmak için buraya giriyorum. Yönetişim kavramının temelinde, merkezi yönetim, yerel yönetim ve bölgesel yönetimler vardır. Örneğin; kalkınma ajansları gibi destekleyici bölgesel yönetimler, örgütlenmiş ve sivil toplumlar. Bakın bunlara ben tuhaf demiyorum. Bu ütopik ve kandırıcı; gerçek bir söylem değil. Yani halk artık siyasete katılabiliyor, kolayca hak sorgulayabiliyor. Hayır, hak sorgulayamaz mümkün değil. Sizin gibi bürokratları bizim gibi bir yönetim üyesi olsa (belli bir makamlarda olan) yani kapasitesi yüksek insanlar dahi olsa sorgulayamıyoruz. Belli bir noktaya kadar gidiyoruz. Nefesimiz tükeniyor, bıkıyoruz, yoruluyoruz. Bir tane sivil toplum örgütünüz olsun bakalım nasıl önemsiyorsunuz? En direkt, en tepeden dahi olsa size randevu verip içeri alıyorlar mı? Onun için kimse kimseyi kandırmasın. Örgütlü ve organize olacağız. Sivil toplum örgütü olmasına gerek yok, gruplar da olabiliyor. Mesela bizim öğrencilerin kulüpleri oluyor, yani gençlik grupları. Bunlar da 39


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

onların içerisine girebiliyor. Bunların governance yönetişim kavramı; yönetim denen olgunun içerisinde hepsini görmek istiyor. Eğer birisi eksikse orada demokratik yönetim yoktur diyor. Zaten governance yönetişim kavramının temelinde de bu var. Bunu bir cümleyle özetleyin derseniz; “üzerine ansiklopedi yazılabilecek bir kavram” derim. Bu aktörlerin hepsi eğer yönetim süreci içerisinde ise orada demokratik bir yönetimin bulunduğunu ve governance yönetişim ilkelerinin hakkaniyetle uygulandığını görebilirsiniz. Örneğin; Türkiye üzerinden değerlendirdiğimiz zaman neler yapıldı bu hususta? Belediye kanunları değişti, kamu malı yönetim kanunu değişti, siyasi parti yasalarında değişiklikler oldu ama tekrar geriye gitti. Ben onları hiç değişmedi diye düşünüyorum. Peki özellikle bu belediye yasasında ve kamu mali yönetim yasasında değişen şeylerin özünde ne vardı? Vatandaş ve paydaşların daha fazla sivil toplum örgütlerine katılabilecekleri şeyler getirildi. 1) Yapısı demokratikleşti. 2) İktisat komisyonları uygulamaları getirildi. Bu çok önemli. 3) Kent konseyleri getirildi. Burada özellikle il özel idarelerinin meclis sistemlerinin demokratikleşmesi hususunda yeni bir uygulama geldi. Bundan daha da önemlisi ihtisas komisyonlarının getiriliş amacı şuydu: Mecliste biliyorsunuz ki bir karar alınıyor. Örneğin; Sultanahmet meydanındaki taşları değiştireceğiz. Buranın tarihi yapısına uygun mu, değil mi? Ben kimim? Üniversitede bir hoca… Ne anlarım bundan? Hiçbir şey… Siz ne anlarsınız? Meclis üyesi olsanız kim ne anlar? İşte bu konuda önceleri meclis üyeleri el kaldırıyorlardı; şimdi ise iktisas komisyonu ilgileniyor. Her alınacak kararı biz anlamadığımız durumlarda, iktisas komisyonunun işidir diyoruz. Yani uzmanlaşan, uzmanların komisyonu. O komisyonda ise yine meclis üyeleri bulunuyor. Ama diyor ki: iktisas komisyonları teknik konularda üniversitelerden destek alabilir. Bu yapı, İstanbul’un tarihi dokusuna, sürdürülebilir şehir yönetimine uygun mudur? Uzmanlar gelecek, inceleyecekler. Ardından bize rapor sunacaklar. Biz de meclis üyelerine bakarak diyeceğiz ki: “Bu konudaki teşebbüs doğrudur veya bazı rötuşlar yapılmalıdır”. Daha sonra biz de 40


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 3

meclis üyesi olarak, millet adına, millet parası harcama yetkisiyle hareket edeceğiz, insanlar rahatlayacak. Büyük bir belediyenin iktisas komisyonlarında 3 yıl çalıştım, 3 yıl da meclis ne yapmış, kaç tane karar iktisas komisyonlarına havale etmiş? özellikle baktım. Bunu yaparken iktisas komisyonları üniversitelere, özel sektördeki şirketlere veya uzmanlara sormuş mu? Netice yüzde 0, hiç sormamış. 3 yıl içerisinde hiçbir şekilde sorulmamış. Türkiye’de ki yerel yönetimlerin en temel iki problemi : 1) Merkezi hükümetin denetim mekanizmasının zayıf oluşu. Denetleyemiyor. Bizim bahsettiğimiz denetim, belediyelerin yapması gerekenler noktasındaki denetimdir. Nedir o? Avrupa Kentsel Şartı. Açın okuyun. Belediyeciliğin anayasasıdır. Bir belediyenin yapması gerekenleri temel ve alt başlıklar halinde saymıştır. Ama merak ediyorum kaç belediye başkanı açtı, okudu. Bütün dünya bir araya gelip bunu durmadan güncelliyorlar. Fakat Avrupa Kentsel Şartı’na hiçbir belediye imza atmadı. 2) Halkın denetleme mekanizması yok denecek derecede. Birisi en tepede, birisi en altta. Bu ikisi olmadan olmaz. Bu da örgütlü toplumu oluşturur. Yani meclisin, meclis üyelerinden tutun da ihtisas komisyonlarına kadar, halkın gençlik kolları, kadın kolları, kent konseyleri bu toplumun içindedir. Siyasete katılamıyoruz, siyaseti etkileyemiyoruz, siyaset yapıcıları bizi önemsemiyor. Sadece bir şeyleri bizim adımıza yapıyorlar. Biz de teşekkür ediyoruz. Yani aslında halkın örgütlü olması ve yaşam kalitesinin artması için bu mânâda ilgili aktörleri zorlaması... En tepeden yöneten, parayı veren, kontrol eden mekanizmanın, sizin başarılı olmadığınızı objektif olarak ölçüp, belirleyip yine objektif ölçülerle siyasi parti hazzı gözetmeden her yıl sizi denetlemesidir. Bu sizin acayip bir şekilde disiplinli olmanızı, en kaliteli insanlarla çalışmanızı sağlayacak ve alttan sizin yönettiğiniz insanların, sizin başarılı olup olmadığınızı hem merkezi hükümetin yıllık açıklamış olduğu raporlarda, hem de kendisi aktif örgütlü bir şekilde siyasete katılarak görecektir. Nasıl katılarak? Gündem belirleyerek, sorunlarını tespit ederek iyileştirme yönünde ilerleyerek. 41


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Kamu bürokrasisini çalıştıran iki güç vardır. 1) Tepeden olmak 2) Örgütlü topluluk Sivil toplum örgütleri güçlenmelidir. Bizi yöneten insanlar; “devlet kutsal değil, işini yapan devlet devlettir” anlayışı ile ilerlemeli, yapmazsan devlette değişir bilincine varmalıdır. Devlet başkanı değiştiği gibi sistem de değişir. Artık bundan sonra strateji üreten, yerine göre yerel yönetimlerin, yerine göre milletin dahi esinlenebileceği stratejileri geliştirebilen sivil toplum örgütlerine ihtiyaç vardır. Onun için bunlar küçük de olsa hemen tespit ediyor ve hemen onların projeleri hayata geçiyor. Sivil toplum örgütlerinin en temeline geçelim. Şimdiye kadar en kapsamlı olanlar; Rio Zirvesi ve Birleşmiş Milletler Milenyum Kalkınma. İkisinin temelinde de sadece Rio’da 17 bin STK’nın temsil ettiği Rio Konferansı var. Konferansın en temel çıktılarına baktığınız zaman çevreyle uyumlu ve barışık sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması konusunda aktörler, ulusal hükümetler, yerel yönetimler ve sivil toplum örgütleri birlikte çalışmak zorundadır. 4 tane aktör seçildi. Uluslararası organizasyonlar, devletler, yerel yönetimler, sivil toplumlar… Ardından bunlara görevler verildi. Sınıf geçen sadece sivil toplum örgütleri oldu. Demek ki; bundan sonra insanlar adına, onların yaşam kalitesini yükseltmek için görev alması gereken organizasyonlar sivil toplum örgütleridir. Tespit bu olmuştur. Kamu yönetiminin üstlenilmesinde, yönetilmesinde ve sunulmasında kullanılması gereken yeni aktörler sivil toplum örgütleridir. 4 sektör harekete geçirilmesi gereken organizasyondur. Devlet yapamıyorsa, yerel yönetim yapamıyorsa sivil toplum yapsın demiyoruz. Sivil toplum örgütü de artık bu işin bir parçası olsun diyoruz. Yaşam alanımızı ilgilendiren her alanda strateji de, politika da belirleyebiliriz. Ama bunun formülleri geliştirilmelidir. Sivil toplumun temelinde olması gereken unsurlar; kamu örgütleri ile ilişkisinin olmaması, kâr amacı gütmemesi, sivil olmasıdır. Sivil toplum örgütleri İngiltere’de, Almanya’da ve birçok sağlık alanında ciddi bir şekilde güçlenmiş durumdadır. Artık bunlar uluslararası 42


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 3

örgütler de kurmaya başlayarak daha güçlü bir hâl aldılar. Çünkü maliyeti azaldı ve bununla beraber iletişim ve ulaşım araçları kolaylaştı. Bizim bunların önünü açabilmemiz lazım. Bu nasıl olur? Yüksek lisans programlarını oluşturacağız, üniversite ve liselerde bunun eğitimlerini vereceğiz, halkımızı bilinçlendireceğiz. Sonuç olarak; dünyada yönetsel bir döngü yaşandı. 1970’li yıllardan itibaren değişim anlamında dünyayı kasıp kavurdu. Türkiye’yi 1980’li yıllarda ekonomik olarak etkiledi ve başarılı oldu. 2000’li yıllardan itibaren yönetsel olarak bizim yönetim mekanizmamızı değiştirdi. Halk olarak artık kendimize güvenimiz geldi. Bu herhangi bir partinin politik bir başarısı değildir. Dünya’daki yönetsel döngünün gereğidir. Artık bilgi çağının insanlarıyız ve bilgiye ulaşabiliyoruz. Amerika’ya da bakabiliyoruz, CNN’de izleyebiliyoruz ve gerekli materyalleri de okuyabiliyoruz. Haliyle beklenti ve taleplerimiz arttı. Bizi yöneten insanların işi artık kolay değil. Çok talepkâr ve bilgili insanlarız. Bundan dolayı bizi yöneten insanlar da, bizi yönetmek ve bizim oylarımıza sahip olmak için bu stratejileri uyguladılar. Değişiklikler oldu fakat aksayan yönler de kaçınılmazdı. Dünya’da merkezi hükümet tembel kaldı. Bahsettiğim proje de en çok kümelenen akademisyen grubunu oluşturur. Merkezi hükümetin, yerel hükümeti denetleme kriterleri oluşturmasında yeri oldu. Ben de o gruptaydım ve en fazla uzman oraya geldi. Çünkü herkesin merak ettiği olay, bu reformlar, ayakta kalan Almanya’nın da , Fransa’nın da sorunu. Türkiye’yi hiç söylemiyorum, başlı başına sorunlarından. Bizim reformların başarısız olmasının sebebi; merkezi kontrol sistemini kuramamızdır. Bundan dolayı da her şey yarım kaldı. En son safha ise; ” sivil toplum”. Kamu hizmetlerini sorgulayacak, kamuda rol alabilecek şekliyle biz de varız diyebilecek kapasitemizin yükselebilmesi için, profesyonel olabilmemiz gerekir diye düşünüyorum.

43


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-4


“Toplumsal Yapı, Belediyeler ve Kentsel Dönüşüm Uygulamaları” Doç. Dr. Nail Yılmaz Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi

Şimdi kentsel dönüşüm kavramı bugünlerde oldukça fazla kullanılan bir kavram. Aslında bazı kavramlar vardır ki zaman içerisinde çok fazla kullanılır ve kavramlar, bir anlamda değersizleştirilir, içi boşaltılır. Türkiye’de kentsel dönüşüm kavramı da biraz bu çerçevede değerlendiriliyormuş gibi duruyor. Çünkü kentsel dönüşümün birçok şekilde içini doldurmak mümkün ama biz daha ziyade kentsel dönüşümden –az sonra size daha detaylı bir şekilde aktarmaya çalışacağım- fiziki dönüşümü anlıyoruz yani kentsel dönüşüm denildiği zaman sadece bina yapmayı anlıyoruz ve dolayısıyla ciddi bir problemle karşı karşıyayız. Şimdi kentsel dönüşüm kavramının ne olduğunu isterseniz bir açayım. Şimdi eldeki veriler doğrultusunda baktığımız zaman dünyadaki nüfusun yüzde 60’lık, 70’lik diliminin kentlerde yaşadığı tahmin edilmektedir. Tahmin diyorum, çünkü bununla ilgili elimizde gerçek veriler yok. Bu durum kentlerdeki sorunların giderek artmasını ve bizim kent ve kentleşmeyi yeniden düşünmemizi gerektiren bir sonuç 45


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

doğurmaktadır. Öyle ki kentler, -işte hepimizin şu an İstanbul gibi bir metropolde yaşıyoruz- aşırı nüfus yığılmaları, ekonomik şartlar, sosyal bilinçsizlik, koşulsuz ve yanlış yer seçimleri, arz-talep eğilimleri gibi birçok faktöre bağlı olarak hızlı bir çöküş yaşamaya başladı. Günümüzde baktığımız zaman, bu çöküş ilgilileri çözüm arayışına itiyor. Kentsel dönüşüm, bu çözüm arayışlarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu sebeple kentsel dönüşüm, kentlerin oluşumundan ziyade, bir kenti yeniden kurmak bağlamında ortaya çıkıyor. Yani kentsel dönüşüm, kentlerin devamıyla ilgilenen bir kavram, bir olgu. Anlam bakımından ise zamanla eskimiş, yıpranmış kent dokularının, günün sosyal ve ekonomik şartlarına uygun olarak değiştirilmesi veya iyileştirilmesi yanında, çarpık yapılaşmaya bağlı olarak ortaya çıkan alanların dönüştürülmesi süreçlerini ifade ediyor. Peki, bu olgu ne zaman ortaya çıkmış bu da önemli. Biraz buna da değinmekte yarar var. Kentsel dönüşüm aslında yeni bir olgu hem dünya da hem Türkiye’de. 20. yüzyıl başında görülen sosyo-kültürel, ekonomik, fiziksel birtakım büyük dönüşümlere bağlı olarak ortaya çıkan bir olgu. Hepimizin bildiği gibi günümüzün özelliği olarak beliren; aşırı göç hareketleri, kentlerdeki nüfus yoğunlaşmasını ve yığılmalarını arttırıyor. Bu durumdan rahatsız olan yerli nüfus (yani kentlerde yaşayan eski kentliler), tarihi kent merkezini boşaltarak daha farklı alanlara doğru taşınmaya başlıyorlar. Aslında İstanbul örneğinde bunu ölçeklendirmek mümkündür. Bugün tanıdığımız, bildiğimiz birçok sanatçı, yazar yani kentin yetiştirmiş olduğu değerler, sur içerisinde yetişmiştir(Fatihlidir çoğu). Ama özellikle 1950’lerden sonra, Türkiye’deki kentleşme hareketleriyle beraber, kırsal alanlardan kentlere ciddi bir nüfus akışı başladıktan sonra, buraları terk edip öncelikli olarak Nişantaşı, Etiler ve Levent civarına yerleşmişler. Karşı tarafta ise Bostancı gibi yerlere yerleştiklerine şahit oluyoruz. Bu anlamda kentsel dönüşümü ortaya çıkaran en önemli neden; kırsal alanlardan kentlere doğru göç eden o kitlelerin bu noktada etkili olması. Kentin yerleşik nüfusu, bu alanları terk edince, bu alanlar konut alanı olmaktan çıkmış, şehir merkezleri konut alanı olmaktan çıkmış, daha çok ticaret, imalat, depo ve bekâr odaları olarak kulla46


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 4

nılmaya başlanmıştır. Konut olarak kullanılan yerler ise daha ziyade dışarıdan gelen göçmenler tarafından yani yoksul kitleler tarafından işgal edilmiş alanlar olarak önümüzde duruyor. Bu bağlamda örnek vermek gerekirse; Vefa, Balat civarı örnek olarak önümüzde duruyor. Bu gelişmeler kent merkezlerini olumsuz yönde etkiliyor, sosyokültürel ve fiziki bakımdan niteliksiz hale dönüştürüyor. Buralar eskiden çok nitelikli yerler iken günümüzde çok niteliksiz yerler olarak önümüzde duruyor. Osmanlı dönemindeki İstanbul’a bakıldığı zaman, bu bölgelerde yaşayanlar saraya yakın olması açısından ya da Enderun’a yakın olması açısından hocalık yapan müderrisler gibi daha seçkin insanların yaşamış oldukları yerlerde ikamet etmişlerdir. Kentsel dönüşümün tarihsel gelişimiyle ilgili olarak ikinci bir neden ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra birçok kentin savaşlardan çok büyük hasarlarla çıkmasıdır. Özellikle tarihi zenginlikleri olan kentlerin çöküntü alanına dönüşmesi, ilgili çevrelerin bu çöküntü denilen alanların iyileştirilmesi noktasında çabalar içerisine sokuyor ve böylece İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle beraber kentsel dönüşüm artık bizim hayatımızın içerisine girmiş oluyor. Daha ziyade batılı ülkeler açısından aslında değerlendirebileceğimiz, ifade edebileceğimiz bu tür yaklaşım az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için de söylenilebilir. Ancak özellikle bizim de içerisinde bulunmuş olduğumuz –gelişmekte olan ülke tanımlaması çerçevesinde söylüyorum- ya da az gelişmiş ülkelerde durum biraz daha farklı gözüküyor. Zira bu tür ülkelerde, yaşanan çöküntüde sanayinin etkisi söz konusu olmakla birlikte kentsel dönüşümü ortaya çıkaran asıl neden; kentlerin kademesiz, denetimsiz, kontrolsüz ve sınırsızca büyümesidir. Dediğim gibi Türkiye’nin içinde olmuş olduğu bu manzara konuya daha yakından bakmayı gerektiriyor. Öyleyse, konuyu biraz daha açabilme adına kentsel dönüşüm ve Türkiye gibi bir ara başlık koyup, Türkiye’deki kentsel dönüşümün geldiği noktayı anlayabilmek için biraz daha gerilerden başlayarak bir açılım yapmak gerekir. Genelde günümüzde karşılaşılan problemlerin hemen hepsi aslında baktığımız zaman geçmişte yaşanan gelişmelerin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyor. Yani geçmişteki yanlış politikaların bir sonucudur diyebiliriz. Şimdi genel olarak ifade et47


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

mek gerekirse; Türkiye’de yaşanan kentleşme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan problemlerin çözülmesi ciddi sonuçlar doğurmuştur. Zira Türkiye’deki kentleşme biraz evvelde ifade etmiş olduğum gibi gelişmiş ülkelerdekinden çok farklı şekilde ortaya çıkmış. Birincisi çok hızlı bir şekilde gelişmiş; ikincisi de çok kısa bir zaman dilimi içerisinde olmuş. Aslında bu biraz modernleşme kuramı ile de ilintilendirilebilir ama ben zamanın daha etkili kullanılması adına oraya fazla girmeyeceğim. Batıda daha uzun süreçler içinde meydana çıkan kent, bizde uygun olan o zaman dilimi içerisinde çıkmamıştır. 1950 bizim kentleşme serüvenimizin başlamış olduğu tarih. Şimdi bununla ilgili bilgiler vereceğim size. Bizim aslında kendi iç dinamiklerimiz doğrultusunda gelişen bir kentleşmemiz var. Kentler çok büyümüyor. Sur içerisine hapsolmuş bir İstanbul, bilemediniz en fazla surun dışına doğru biraz taşmış bir İstanbul var. Bunun dışında bir İstanbul yok. İşte 1950’lere kadar kent üzerine, kentleşme üzerine, yönetimin, idarenin ciddi politikası olmadığı için 1950’lerden itibaren bu hızlı ve aşırı kentleşme neticesinde ciddi bir politika üretemediklerini görüyoruz. Baktığımız zaman bu politikaların dönemsel yaklaşımlar çerçevesinde ortaya konulduğunu, istikrarlı bir kent politikasının üretilemediğini bu anlamda ifade etmemiz mümkündür. 1940’ların sonlarında gelişen batıyla yeniden bütünleşme girişimleri sonuçlarını hem ekonomik hem de siyasal anlamda 1950’lerde vermeye başlıyor. Bu dönemde yine birçoğumuzun bileceği gibi 1930’ların devletçilik politikası terk edilmeye başlanıyor ve daha liberal ekonomi politikaları benimsenmeye başlanıyor. Tarımda da yine gözle görülür bir makineleşme var. Bu gelişmelerin en önemli sonucu; kırsal alanlardaki toplumsal yapının çözülmesi oluyor. Kırsal alandaki toplumsal yapı çözüldüğü için de kente göç adeta kaçınılmaz bir hâl alıyor. Her ne kadar bizim kentleşmemiz batıya benzer bir kentleşme olmasa da, sanayi tesislerinin kentsel alanlarda kurulmuş olması, göçü rasyonel hale getirmeye başlıyor. Çünkü göç ettiği yerde iş bulma şansı kırsal alanlardakinden daha fazla. Zaten makineleşmeyle birlikte kırsal alanlarda gizli bir işsizlik dikkat çekiyor. Sonuç olarak ekonomik durumunu iyileştirmek sağlık, eğitim ve yüksek bir yaşam düzeyinin nimetlerinden yararlanma arzusu içinde olan 48


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 4

kitleler kentlere akın etmeye başlıyorlar. Kırdan kente yönelen bu göç; sosyo-psikolojik, kültürel ve ekonomik konularda olduğu gibi kentsel siyasette de yeni gelişmelerin yaşanmasını sağlıyor. Kentteki siyasal paradigmayı kökten değiştiriyor. Kente gelen göçmenler, özgün toplumsal konumları gereği siyasi partilerden ciddi beklentileri olan çıkar grupları haline dönüşmeye başlıyorlar. Dahası bu çıkar gruplarının özellikle konut ve iş alanlarıyla ilgili talepleri ve beklentileri yerleşik nüfusa göre daha yüksek. Niye? Çünkü herhangi bir uzmanlığı, eğitimi yok. Kırsal alandan kente göç ederken, daha da kötüsü maddi anlamda birikimi yok. Bu durum çok ciddi sonuçlar, sorunlar ortaya çıkarıyor. İşte bu uzmanlığın, birikimin olmaması ama bir taraftan da kente yerleşmek durumunda kalan kırsal nüfus istihdam ve konut gibi kaynaklara ulaşabilmenin aslında yönetsel ve siyasi mekanizmaya yakın durmaktan geçtiğinin bir anlamda farkına varıyor. Dolayısıyla yeni yerlerin imara açılması, altyapı veya üst yapıya yönelik hizmetlerin getirilmesi okul, hastane ve benzeri kurumların hizmetlerinden yeterince yararlanabilme gibi talepler siyasal partilerle olan işbirliklerini güçlendiriyor. Yani siz siyasal partilere ne kadar yakınsanız biraz evvel sıralamış olduğum o imkânlardan yararlanabiliyorsunuz. Çıkar ilişkisi olarak değerlendirebileceğimiz bu ilişki kentlerimizin biçimlenmesinde her şeyden daha önemli oluyor. Bizim kentlerimizi aslında biçimlendiren şey –siyaset bir yere bulaşmaya görsün- göçmenler ve siyasetçi arasındaki çıkar ilişkisi neticesinde ortaya çıkıyor. Öyle ki genelde homojen bir şekilde kümelenen göçmenleri siyasal partiler bir oy deposu olarak değerlendirmeye başlıyor. Onların taleplerini yerine getirme konusunda oldukça istekli davranıyorlar. Dolayısıyla kentleşmenin seyri daha ziyade dönemin seçmen-siyasetçi ilişkisi mucibince gelişiyor. Ancak dönemin şartlarına uygun olarak gelişen ve kentlerin biçimlenmesinde son derece etkili olan başka bir husus daha var. Bunun da altının çizilmesi gerekiyor. O da devletin benimsemiş olduğu politikalar yani bir anlamda devletin konumu devletin kendini nerede konumlandırdığı, siyasetçinin tavrı bir tarafa, yine bizim kentlerimizin, kentsel politikalarımızın oluşmasında oldukça etkili oluyor. Sözgelimi; bu dönemde devlet, refah devleti olarak ön plana çıkıyor. Bir 49


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

taraftan daha ziyade alt sınıflar lehine müdahale etmeyi tercih ediyor. Bir anlamda yoksul kişileri sübvanse ediyor, onlara daha fazla yardımcı olma anlamında refah devleti uygulamaları çerçevesinde bir politika geliştirmiş oluyor. Diğer taraftan da yine yerli sanayiyi geliştirmek için yeni göçmenleri ucuz iş gücü olarak değerlendiriyor. Burada başka bir husus daha var. Dönem açısından bu da önemlidir. O da bu yerli sanayinin üretmiş olduğu o kalitesiz ürünün tüketilmesi bağlamında yine bu göçmenleri tüketici olarak değerlendiriyor. 1950’lerde başlayıp 60’larda yoğunlaşarak devam eden ve 80’lere kadar giden bu süreçte bizim kentlerimizin, çarpık yapılaşma bir tarafa en büyük sorunlarından bir tanesi gecekondu olarak tanımlamış olduğumuz problemdir. Uzun yıllar kentlerimizin şekillenmesinde etkili olan bu paradigma -yani devletin refah devleti uygulamaları ve seçmen -siyasetçi arasındaki ilişkiler bağlamında- 80 sonrasında daha neo-liberal politikaların benimsenmesiyle beraber ortadan kalkmaya başlıyor. Çünkü devlet sınıflar arası ilişkide hakem rolünü oynamayı terk ediyor. Artık devlet yoksulların lehine karar vermekten vazgeçiyor. Bu anlamda nötr bir tutum takınıyor. Hatta zenginlerin, üst sınıfların lehine, çıkarına olabilecek birtakım politikaları desteklemeye başlıyor. Böylece sosyal tabakalaşmada dengeler altüst oluyor. Ücretli kesimler dışlanıyor. Sınıfsal ayrılma ve gerilimlerin ön planda olduğu yeni bir döneme girilmeye başlanıyor. Bu dönemde yoksul kesimler kenar mahallelerde ya da kentin çeperlerinde yerleşmeye başlıyorlar. Ortalarda ise orta sınıf olarak değerlendirebileceğimiz gruplar, biraz kooperatifler aracılığıyla kendilerine yer bulma gayreti içerisindeler. Ama kentin en prestijli, en güzel alanlarına üst sınıflar, zenginler yerleşmeye başlıyor. Böylece bu üst sınıfların lehine olan bu durum başta İstanbul olmak üzere birçok kentimizde tarihi ve yeşil alanların legal ya da illegal bir şekilde yapılaşmaya açılmasıyla sonuçlanıyor. Nitekim yine örneklendirerek devam etmek gerekirse bugün birçok alanın ne paşa korusu olduğunu biliyoruz. Böylece bir manada 80 öncesinin kentlerinde yoksul ve göçmen kesimleri gözeten devlet ve böylece gecekondulaşmaya müsaade eden devlet 80 sonrasında zengin ve üst sınıfları gözeten bir kentsel politika takip etmiş oluyor ve sonuç itibariyle bugün de aslında bir anlamda 50


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 4

eleştirmeye başlamış olduğumuz rezidansların, gökdelenlerin, yeşil alanların, tarihi alanların işgal edilmesine göz yummuş oluyor. Daha ziyade merkezî iktidarın anlayış ve yetkileri çerçevesinde biçimlenen bu tür kentsel politikalar gelişiyor. Ama 90’ların başından itibaren yerel yönetimlerin konumunda ve yetkilerinde yapılan genişlemeler sonucunda değişmeye başlıyor. Daha farklı bir sürece girilmeye başlanıyor. Yetkileri artırılan ve belli ölçüde kaynakları geliştirilen yerel yönetimler, görece itibarlı kurumlar olmaya başlıyorlar. Bu ise yerel siyasete olan ilgiyi artırıyor. Böylece yerel yönetimler bir anlamda merkezi siyasetin vesayetinden kurtulmuş oluyor ve merkezi siyasetin vesayetinden kurtulmakla beraber yerel yönetimler, kentsel politikaların geliştirilmesinde daha güçlü ve nitelikli kurumlar olmaya başlıyorlar. Neticede kendi içinde değişen ve farklılaşan yeni dinamiklerin hâkim olduğu bir sürece giriliyor. Bu anlamda yerel yönetimlerin yetkileri artırılıyor ve kentleşmede etkin roller üstlenmeye başlıyorlar. Özellikle 90 sonrasında. Ancak her şeye rağmen yerel yönetimler, Türkiye’deki kentlerin oluşmasında ya da kentsel politikaların geliştirilmesinde yetersiz kalıyorlar. Ne zamana kadar? Bizim kent politikamızın değiştiği tarih: 1999 Marmara depremi. Bu deprem güçlü bir zihniyet dönüşümüne neden oluyor. Böylece yerel yönetimlerin almış olduğu kararların uygulanması kısmen daha kolaylaşmaya başlıyor. Her şeyi aslında merkezi yönetimlere, yerel yönetimlerin politikalarına da bağlamak istemiyorum. Toplumun da zihniyeti oldukça önemli. 99’a kadar yapılan bütün yasalar, kentle ilgili politikalar vs. çok da etkili olamıyor. Ama 99 depreminden sonra yerel yönetimler, daha rahat hareket etmeye başlıyor. Kent planlaması ve mimari anlayış kökten değişiyor. Bu dönemde yeni yasal düzenlemeler getiriliyor. Planlama ve inşaat kalitesi olmak üzere donanım kalitesi bakımından olumlu görüşmeler görülüyor. Ancak bu dönemde hızlı ve modern konutlar üretmek adına estetik kaygılar ve yerel özellikler, bilinçli ya da bilinçsiz göz ardı edilmeye başlandı. Bu anlayış kentleşme serüvenimizde yeni bir dizi problemin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Daha önce çarpık yapılaşma, gecekondulaşma derken şimdi de dikey modern binalar yapma adına çok ciddi problemlerle karşı karşıyayız . Bu dönemde uygulamaya sokulan ve farklılıkları sıfırlayan tek tip ve 51


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

yüksek katlı konut projelere baktığımız zaman geleneksel ve modern mimarinin değişik örneklerini yok saymış kentlerimizi, aynılaştırmış bir noktaya götürüyor. Her yerin kendine özel yerel özellikleri var ama bunlar hiçbir şekilde dikkate alınmıyor. Yerinde dönüşüm yerine, rantsal kaygılarla sakinleri yerlerinden eden uygulamalarla karşı karşıya kalındığını söylemek mümkün. Bu da travmatik sosyal problemleri beraberinde getiriyor. Daha da kötüsü çözülmesi güç sonuçlar doğuruyor. Bu anlamda yerinde dönüşüm oldukça önemli bir husus. Dahası toplumsal emniyet bakımından önemli işlevler üstlenen, oluşumu uzun yıllar alan mahalle kültürünü, komşuluk kültürünü yok etmiş oluyoruz. Kentsel dönüşüm uygulamalarının yaşanmış olduğu bölgelere bakıldığında komşuluk kültürünün, mahalle kültürünün olmadığı gözlemlenmektedir. Oysa ortak yaşamın en güzel örneklerinden biri olarak ortaya çıkan mahalle kültürü, üyelerine yüklediği sorumluluk ve dayanışma sayesinde toplumsal sıkıntıları hafifletmekte hatta devletin bile çözemediği birtakım problemleri bertaraf etme noktasında önemli görevler üstlenmektedir. Bir hususun daha altını çizmek istiyorum. O da başta İstanbul ve Ankara olmak üzere bütün büyük kentlerimizin fiziki ve demografik anlamda sınırlarını çoktan aştı. Bu hantallaşmış, yönetilmesi zor, yetki kargaşasına neden olan bir sonuç doğuruyor. Sosyal problemler çetrefilleşiyor. Bu bağlamda anomik bir süreç ortaya çıkıyor. Kırsal problemler dâhil her türlü problemin kentlere yansıdığı, göç ve kentleşme serüvenimiz kentlerdeki çöküntü alanlarını hızla artırıyor. Denetimden ve estetikten yoksun, çarpık yapılaşmalar yine çoğalmaya başlıyor. Aslında bugün karşı karşıya kalmış olduğumuz problemlerin temelinde işte bu plansız, denetimsiz ve çarpık yapılaşmalar vardır. Bu nedenle kentsel dönüşüm insanca yaşayabilmenin bir gereği olmaktan çok, bir zorunluluğu. Buna göre kentsel dönüşümle ilgili olarak bir politika belirlememiz şart. Uygulamalarda ise başta belediyeler olmak üzere kent yönetiminde söz sahibi olan tüm kurum ve kuruluşların koordineli bir şekilde sorumluluk üstlenmesi kaçınılmaz görünmektedir. Kentlerin güçlü ve zayıf yönlerinin öne çıkarıldığı yapılaşma ve planlamaların, her kentin sahip olduğu yerel özellikler doğrultusunda belirlendiği, insan onuruna yakışır, tarihe ve medeniye52


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 4

te saygılı, geçici değil kalıcı değerlerin üretildiği, sosyal yönü ağır basan yeni bir kent ve kentleşme anlayışına ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak bu konuda ortak bir aklın geliştirildiğini söylemek söz konusu değildir. Bununla ilgili çok iyi niyetli çalışmalar var. Bu toplantılar dâhil yani burada konuşulanlar dâhil olmak üzere, kentsel dönüşümle ilgili ortak bir aklın oluşturulması noktasında bir çabadır. Ancak şu anda kentsel dönüşüm adına yapılan uygulamalar bundan sonraki yıllarda tekrardan farklı bir dönüşüme sokulması gerekecektir. Zira şu anda bizim kentsel dönüşüm adına üretmiş olduğumuz sosyal konutlar –sosyal olmayan sosyal konutlar- daha evvel özellikle doğu blok ülkelerinde üretilen konutları hatırlatıyor ve çok ciddi anlamda oralar yıkılmaya başlanıyor. Biz bu ülkelerden çok ciddi anlamda ders çıkarmamış görünüyoruz. Türkiye’de kentsel dönüşüm projeleri başta gecekondu alanlarının dönüşümü olmak üzere tarihî ve kültürel mirasın korunması ve depreme dayanıklı konut alanlarının geliştirilmesi, yasal olmayan ve sağlıksız konut alanlarının dönüştürülmesi çerçevesinde uygulamaya sokuluyor. Buraya kadar bir sıkıntı yok ancak kentsel dönüşüm yaklaşımımızda bir sıkıntı var. Zira kentsel dönüşüm yaklaşımı genellikle fiziki dönüşümü ön plana çıkarıyor. Bu fiziki dönüşüm konut yetersizliğinin giderilmesi ya da niteliksiz konutların iyileştirilmesi gibi basit bir şekilde algılanıyor. Maalesef bizim kentsel dönüşümden anladığımız şey bu noktada henüz. Sadece konutların düzeltilmesi, nizamlı hale getirilmesi bizim için yeterli olmaktadır. Böylece her yerde kentsel dönüşüm projeleri uygulamaya sokuluyor ve farklı sosyo kültürel, ekonomik farklılıklar göz ardı ediliyor. Bu nedenle planlama, ekonomik-sosyal örgütlenme ve yasal koşullar bakımından kentsel dönüşüm uygulamalarında zorunlu olan birtakım stratejilerin belirlenmesi gerekiyor. Peki, söz konusu stratejiler neler olmalıdır? Bu stratejiler farklı şekillerde ele alınabilir? Konuyu açma adına, uygulamaları somutlaştırma adına iki şekilde kategorize edeceğim. Bunlardan bir tanesi planlama adına stratejiler bir de uygulama aşamasındaki stratejiler… Buna uygulamadan sonraki uygulanması gereken stratejileri de ekleyebilirsiniz. Kentsel dönüşüm uygulayacaksak, planlama aşamasında bölgenin özelliklerinden hareketle bölgeye kesinlikle bir kimlik verilmelidir. Bölgenin özellikleri, kimliği dikkate alınmalıdır. 53


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Yine planlama aşamasında önceliklerin ve vazgeçilmezlerin hemen planlanması gerekir. Demokratik bir yöntem kullanılmalı. Planlayıcı her kimse -belediyeyse belediye, -TOKİ’yse TOKİ-, - Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı-, hakem rolü üstlenmeli. Ama Türkiye’deki uygulamalara baktığımız zaman hem planlamacıyız hem uygulamacıyız. Bu noktada kuvvetler ayrılığı gerekmektedir. Planlamacı ve uygulamacı aynı olmamalı ve planlamacı hakem rolünü üstlenmelidir. Bu bağlamda örgütleyici ve yönlendirici olmalıdır. Kentsel dönüşüm sadece dönüşen alanı ilgilendiren bir şey değildir. Dönüştürülen alan çevreyi de etkiliyor. Bu sebeple dönüşüm alanının çevreyle olan ilişkisini dikkate almak gerekmektedir. Yine sosyo-kültürel dini alanların planlanması, bölgeye aidiyeti oluşturacak özelliklerde yapılması gerekiyor. Toplumumuzun Ortodoks, Sünni, İslam algısı dışında heterodoks olarak kabul etmiş olduğumuz alt kültür olarak değerlendirilebilecek farklı birtakım mezhepsel inançları var. Kentleşme aynı zamanda farklılaşmaya, ayrışmaya da neden olduğu için belli mahallelerde hemşehri grupları oluşmuş. Örneğin; siz Alevilerin çok yoğun olarak yaşadığı Gazi Mahallesi’ne cami yaptırmanız doğru olmaz. Gazi mahallesinin ihtiyacı cemevi ise onu yapmak durumundasınız. Eğer kentsel dönüşümü hakkaniyet ölçüsünde yapmayı arzu ediyorsanız oradaki toplumunda dinî inançlarını hesaba katmak zorundasınız. Bu stratejik aşamalardaki hususları çoğaltmamız mümkün ama planlama aşamasındaki hususları noktalayıp uygulama aşamasında nelere dikkat edilmeli onlardan bahsetmek istiyorum. Birinci olarak; yerel halkın bölgeden koparılmaması gerekiyor. Maalesef Türkiye’de yapmış olduğumuz kentsel dönüşüm uygulamalarında yerel halkı yerinden sökün ediyoruz. Çünkü o bölge artık rantı yüksek bir yer haline dönüşmüş oluyor. Bununla ilgili vermek istediğim somut örnek Sulukule örneğidir. Kentsel dönüşüm noktasında yerel halkın bölgeden koparılmaması gerektiğiyle ilgili olarak en çok dikkat çeken örneklerdendir. Bana göre toplum vicdanını kanatan bir uygulamadır. Kentsel dönüşüm adına orada yaşayan Romanlar, Arnavutköy Taşoluk’ta yaşam tarzlarına, kültürlerine hiç de uygun olmayan bir bölgeye gönderildiler. Bunun yerine onları yerinden etmeden, Romanların kültürüne uygun otantik bir dönüşüm yapılmış olunsaydı tu54


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 4

rizm adına da, maddi anlamda da çok katkı sağlanabilirdi. İkinci olarak halkın kentsel dönüşüm konusunda bilgilendirilmesi gerekmektedir. Hizmetin nasıl yapılacağı halka anlatılmalıdır. Çözümler radikal ve tepeden inmeci olmamalı, müzakereci bir yöntem takip etmek gerekmektedir. Katılım için mahalle forumları oluşturulmalı, bu forumların özgür bir şekilde güdümden uzak çalışması gerekmektedir. Planlama ve uygulama sonrasındaki süreçlerde önemli. Bu süreçlerde de halk katmanlarının eğitimi için önlemler almamız gerekiyor. Bireysel çıkar yerine kamu çıkarının ön plana çıkarılması gerekiyor. Bölgede iş potansiyellerinin tespit edilmesi lâzım. Bölge halkının yaş, cinsiyet, eğitim, kültürel, mesleki ve benzeri birtakım demografik özellikleri doğrultusunda sosyal kapasite ve yeteneklerinin tespit edilmesi gerekiyor. Buna göre sosyo-ekonomik politikalarının da yine bu dönüşüm alanlarında uygulamaya sokulması gerekiyor. Artık belediyelerde stratejik planlar yapmanın zorunlu hale geldiğini biliyoruz. Yani önümüzdeki beş yıl içerisinde ne kadar okul yapmanız gerektiğini ya da ne kadar huzurevi yapmanız gerektiğini nüfusun özellikleri doğrultusunda tespit edebilirsiniz. Her şeyden önce buna özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Alternatif dönüşüm modellerinin muhakkak geliştirilmesi lâzım. Bu bağlamda TOKİ dışında özel sektörlerin de kesinlikle devreye sokulması lazım. Dönüşümle birlikte oluşacak rantın yine belli bir kısmının kamusal alanların sosyal ihtiyaçları için kullanımına ayrılması gerekmektedir. Son söz olarak kentsel dönüşüm politikaları için doğru toplumsal tanımlamaların yapılması gerekiyor. Yani bu anlamda sosyologlara çok büyük görevler düşüyor. Doğru toplumsal tanımlamaların ise, topluma en yakın kurumlar olarak belediyeler tarafından yapılması gerektiğini düşünüyorum. Kentsel dönüşümde belediyelerin yetki ve sorumluluklarının muhakkak artırılması gerektiği kanaatindeyim. Bu anlamda belediyeler uygulayıcı değil planlayıcı, hakem rolünü üstlenmelidirler.

55


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-5


“İklim Değişikliği ve Şehirler Üzerindeki Etkisi” Doç. Dr. Barış Karapınar Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi

1950’den sonra sıcaklıkta yukarıya doğru bir artış görmekteyiz. Bu durum bizim gözlemlediğimiz iklim değişikliğindeki sıcaklık artışı. İklim değişikliği sadece sıcaklık artışı değildir. Biz bilim adamları aslında küresel ısınma terimini çok kullanmıyoruz. İklim değişikliği diye söylüyoruz. Çünkü ısınma bunun sadece bir parçasıdır. Elbette bunun içerisinde başka değişikliklerde oluyor. Örneğin; birçok grafik yağışlardaki değişikliği göstermektedir. Bizim bölgemizde, Avrupa’da Belediyeler Birliği’ni ilgilendiren aslında Orta Asya ve benzer Orta Doğu bölgesinde yağışlar 1950’lere göre azalmıştır. Kuzeyde ise örneğin; Avrupa’nın kuzeyinde Rusya ve İskandinavya’da ve dünyanın başka yerlerinin bazılarında, Avustralya’nın kuzeyinde yağışlar artmıştır. Yani yağış dağılımında ciddi bir değişiklik de görmekteyiz. Şimdi iklim değişikliği 57


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

dediğimiz zaman bizi ilgilendiren iki husus vardır. Birincisinde ortalama değerlerdeki değişiklik sıcaklığın artmasına neden oluyor, yağışlar değişiyor. İkincisinde de örneğin; su seviyelerindeki artış. Birçok grafiğe bakarsak 1900-2000 yılları arasında deniz su seviyeleri artmış. Özellikle kıyılardaki şehirler için bu çok önemli bir durum. İstanbul’u da etkileyebilir. Haliyle bunlar ortalama değerler. Aşırı iklim olayları kuraklıklara da neden olabiliyor. Örneğin; bu sene Türkiye’de, Suriye’de, Kaliforniya’da bu durum yaşanıyor. İklim değişikliğinin ikincisi de sellerdir ve özellikle şehirleri etkilemektedir. Aslında çok fazla şok etkisi yaratan durumlardır. İklim değişikliği nedeni ile bunlarında sıklığında ve yoğunluğunda bir artış var. Yani iki tip artıştan bahsetmekteyiz. Birincisi ortalama değerler değişiyor; ikincisi de bu aşırı iklim olaylarındaki yoğunluk ve sıklık artıyor. İkisi de bunun etkileri. Haliyle bu durum farklı seviyelerde şehirlere, köylere yansıyor. 1950’lerden sonraki sıcaklık artışı ortalama ne kadar biliyor musunuz? Sanıyorum 1 derece civarında. Peki, bu çok büyük bir rakam mıdır? Evet, aslında bu büyük bir rakamdır. Bizim dünya ortalaması 15 derece civarındadır. Hali ile 1 derece tüm bir sistemin sıcaklığının artığını göstermektedir. Bu da ciddi bir orandır. Uzun vadede bir de bunu şöyle düşünelim. Biz şimdi bile erişiyoruz bunun etkilerine. Uzun vadeli projeksiyonlar yapıyoruz ve sera gazlarını bu hızla salmaya devam edersek; 2100’de ne olur bilmiyorum. Bunlar 3- 5- 7 dereceleri falan görüyor ve senaryoyu nasıl aldığınıza göre değişiyor. Haliyle bizi 1 derece bile ciddi anlamda etkilerken, 5’leri, 7’leri siz düşünün. İklim bilimi çerçevesinde bu önemli bir portredir. Bir de sadece 1 derece sıcaklık değil; yağış rejimleri falan da değişiyor. Su seviyeleri artıyor, onun dışında benim detayına pek girmediğim, okyanusların asit seviyesi artıyor, ormanların seviyeleri değişiyor vs. Bu İklimdeki 1 derecenin etkisiyle, bir sürü sistemin etkileşimiyle oluşan bir durumdur. Bu sistemlerin hepsi birden değişmektedir. Ayrıca çok büyük etkiler de oluşturmaktadır. 58


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

Şimdi tekrar bilimden yani doğal bilimlerden sosyal bilimlere dönersek; sosyo-ekonomik anlamda baktığımızda bu bizi nasıl etkileyecek? diye düşünebiliriz. İklim değişikliği var. Bu değişik alanlarda etki gösteriyor ama bu etkiler aslında dönüşen sosyo-ekonomik yapıyı da etkiliyor. Yani durağan bir sistemi etkilemiyor. Nüfusumuz bir yandan değişiyor. İklimden bağımsız bir şekilde göç var ve artan iş gücü bağları olduğunu biliyoruz. Dünya genelinde şehirlerde, köyler arasında, kentlerin birbirleri arasında, güney yarım küreyle- kuzey yarım küre arasında. Bakıldığında dinamik bir sosyo-ekonomik yapı var. Enformasyonkomünikasyon teknolojileri artıyor. Bu değişkenliklerin ya da dönüşümlerin üzerine bir de iklim değişikliği etkisi söz konusu. O yüzden bunu biraz daha dinamik olarak algılamak gerekir. Örneğin; dünya nüfusu yakın zamanda ilk kez yüzde 50 barajını aştı. Çok fazla insan şehirlerde yaşıyor. Eskiden köylü bir dünya nüfusu vardı. Çok yakın bir zamanda insanlık tarihi ilk kez şehirli bir dünya nüfusundan bahsetmektedir. Afrika dışında tüm bölgelerde kent nüfusu giderek artıyor. Sadece Afrika’da kırsal nüfus artmaya devam ediyor. Diğerlerinde zaten kırsal nüfusunda azaldığını araştırmalarımızla beraber görebiliyoruz. Bir durağanlaşma ve azalma söz konusu olmuş durumda. Bu önemli bir değişkendir. Tabi burada da insanlar şehirlere göçüyorlar. Peki, şehirlerde en çok nereye göçüyorlar? Sahili olan şehirlere göç etmektedirler. Sahile göçünce ne oluyor? Biraz önce konuştuk su seviyeleri artıyor, sel felaketleri artıyor. Bunlar aslında belki de göreceli olarak daha riskli yerlere göçüyorlar. Özellikle yeni göçmenlerin sosyo-ekonomik yapısı biraz daha zayıf olduğu için onlar şehirlerdeki altyapısı en zayıf yerlere göçüyorlar. İstanbul’u düşünün. Anadolu’dan kopan bir insan gelip Etiler’de bir yere yerleşmiyor. Altyapısı biraz daha zayıf yerlerden başlıyor. Oralarda iklimin etkilerine daha fazla rastlanıyor. İklimin ötesinde başka sorunlarımızda var. Eşitsizlik, yoksulluk vb. İklim etkisi, stres faktörlerinin üzerine geliyor ve özellikle de yoksul insanları etkiliyor. Çünkü bunların kırılganlıkları yük59


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

sek; adaptasyon kapasiteleri daha düşüktür. Mesela; tarımla uğraşan insanlar iklime daha bağımlılardır. Siyasal, sosyal, ekonomik olarak dışlanmış, ötelenmiş insanların zayıf olmaları yine onların sosyo-ekonomik anlamda kendilerini kötü hissetmelerine yol açıyor. Kaynaklara erişimleri olmayan insanları, kadınları, çocukları daha fazla etkiliyor. Özellikle en çok az önce bahsettiğim etkiler yerel yardım kurumlarının zayıf olduğu bölgelerde daha etkili oluyor. Dediğim gibi bu tip sosyal grupların dayanıklılıkları daha zayıf ve kırılganlıkları daha yüksek. Şimdi bu grupların ortak bir özelliği var. Nedir sizce? Bunların ortak özelliğini düşündüğünüz zaman bu gruplar iklim değişikliğine en az katkı veren ve en az neden olan sera gazlarını, en az salan gruplardır. Yani iklim değişikliğinden en fazla etkilenen gruplar aslında iklim değişikliğinden en az sorumlu olan gruplardır. Bu anlamda ciddi bir sosyo-ekonomik adaletsizlik söz konusu. Bu hem ülkeler için böyle, hem de ülkeler arasında böyle. Mesela; Etiyopya, iklim değişikliğine neden olmuyor. Ama kuraklıktan daha fazla etkileniyor. Türkiye’yi ele alın. Orta Anadolu’da yoksul çiftçi, iklim değişikliğine az katkı sağlıyor. Enerji tüketimi az olduğundan dolayı etken olabiliyor. Ama en fazla da onlar etkileniyor. O yüzden de önemli bir eşitsizlik kaynağı. Uzun vadede önümüzdeki yüzyılda da en önemli eşitsizlik kaynaklarından biri olacak. Şimdi gıda fiyatlarına bakalım. Yani bu sadece tarımsal alanı etkileyen bir durum değil şehirleri de etkiliyor. Peki, neden? Çünkü gıda fiyatları artınca şehirdeki nüfusların beslenme durumu söz konusu oluyor. Şimdi iklim değişikliği tarımı nasıl etkileyecek? Sorusuna yanıt vermeye çalışalım. İklim değişikliği biraz önceki nedenlerle, sıcaklık artışı, yağıştaki değişikliklere ve tarımda verim değişikliklerine neden olmaktadır. Örneğin; Rusya’yı düşünün. Daha önce tarım alanı, tarımsal faaliyetlere müsait olmayan alanlar, şimdi uygun hâle geliyor. Sıcaklık artıp, yağış aldığı için ama Türkiye’yi düşünün; kuraklık artıyor, yağışlar azalıyor ve Türkiye’de verimler düşüyor. Yani bazı bölge60


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

ler pozitif; bazı bölgeler negatif etkileniyor. Ama uzun vadede, yıllar ilerledikçe iklim değişikliğinin etkisi artıkça şuan pozitif yararlanan bölgeler bile negatife geçiyor. Olumsuz verim etkileri yüzde 50’lere, yüzde 100’lere kadar öngörülüyor. Bir taraftan nüfus artıyor. Tarımsal ürünlere de talep artıyor. Çin-Hindistan gibi ülkeler daha fazla et, süt gibi gıdaları tüketmeye başlıyorlar. Bunların talebi artıyor ama bizim verimliliğimiz düşüyor. Sonuç olarak ekonomide fiyatlar yükselir. Biz bunun bir örneğini aslında 20072008’de yaşadık. Hatta 2000’lerde azalmıştı. 2007 ile birlikte ciddi bir artış söz konusu oldu. Yüzde 300’lere varan çok önemli bir artış sonra dalgalanma biz hala buralardayız. Yüzde 200-300 civarında değişik ürünlerde daha farklı farklı sonuçlar da var. Peki, bu kentleri nasıl etkiliyor? Haliyle kentlerde, net tüketiciler, tarımsal üretim yok. Kentlerde çok az. Bunun kentlerde yaşayan hanelerin, kentlerin ekonomik yapısına çok olumsuz etkisi var. 2010’daki düşüşün özel bir sebebi var mı? Şimdi ilk önce bunun nedenlerine bakmak lâzım. Bunun birçok nedeni var. İklim ile bağlantılı nedeni de var. Ukrayna’da, Avusturalya’da vb. büyük ihracatçılarda bir kuraklık yaşandı. O arz tarafında bir sorun yarattı. İkincisi petrol fiyatları artığı için şu dönemde birçok ülke bu biyoyakıtlar denilen alana yatırım yapmaya başladılar. Yani Avrupa’da, Amerika’da, normalde burada üretilen biyoyakıt üretilmeye başlandı. Arz ciddi anlamda düştü. Bazı ülkeler ihracat sınırlamaları yaptılar. Bu zamanda yine burada fiyatlar yükseldi. Sonra aslında finansal kriz başladı. Bu ara onun yarattığı bir çalkalanma oldu. Biraz düştü. Burada ihracat sınırlamaları falan kalktı. Bir sonraki sene daha iyi bir ürün aldı. Bu ihracatçılar kuraklık yaşayan büyük ihracatçılar oldu. Orada da bir düşüş meydana geldi ama sonra tekrar çıktı. Birçok nedenin etkin olduğu finansal spekülasyonun da rolü var. Yatırım bankaları, tarım sektörü şimdi çok aktif çalışıyorlar. Ayda bir uzun vadeli ve kısa vadeli yatırımlar da yatırılıyor. Az önce de söylediğim gibi iklim, siyasi nedenler, ticari nedenler etkili oluyor. Ama önemli olan önceki dönemlere göre burada hem yüksek olması hem de dalgalı olmasıdır. Aslında burada belirsizlik söz konusudur. Uzun vadeli riskle61


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

ri yüksek bir durumdur. Şimdi iklim değişikliği nedeni ile bu fotoğrafı daha sık görmeye başlayacağız. Yani uzun vadeli fiyatlar ve dalgalanmalar yüksek olacak. İklim değişikliği nedeniyle bu da tabi ki şehirleri, belediyeleri herkesi çok etkileyecek. Şimdi raporda bizim ortaya koyduğumuz rakam yüzde 85 idi. İklim değişikliği nedeniyle sadece yüzde 85’e varan fiyat artışları 2050’de bazı ürünlerde %100’ü geçecek. Fakat buğday ve pirinçte biraz daha az. Burada ayrıca bahsetmek gerekir. Normalde beklediğimiz nüfus artışıyla, gelir artışının getireceği fiyat artışlarının üzerinde bir fiyat artışı onların üzerine etkili olarak çıkacak ve bizi, ihracatı, ithalatı etkileyecek. Böyle olunca da tabi ülkelerin ticaret dengeleri de etkileniyor. Mesela; bizim fındıkla ilgili alâkasız bir şey olmuştu. Ardından meselâ; buğdayla ilgili artışlar olmuyor diyordunuz. Bir de bu gerçek var ki; toplum buğdayı az tüketmeye de başladı. Yani ekmek yemiyor gibi. Peki, bu dikkate alınıyor mu? Böyle çok sofistike modeller kullanılıyor. Bilgisayarın bir-iki hafta çalışıp ürettiği modeller bunlar. Şimdi o biraz önce bahsettiğimiz Hindistan, Çin tarımsal taleplerini artırıyorlar ama bir taraftan da sizin söylediğiniz gibi Türkiye’de de bu yaşanıyor. Temel tarım ürünlerinde birincil ürünlerden, ikincil ürünlere geçiş var. Nedir bunlar? Buğdaydan, ekmekten, patatesten, et, süt ürünlerine, proteinlere ve yağlı tohumlara geçiyorsunuz. Yağlı tohumları hayvanları beslemek için kullanıyorsunuz. Bu onların üretimini de artırıyor. Yani şimdi buğday tüketiminiz aslında azalmıyor sabit kalıyor ya da yavaş artıyor. Afrika’nın buğday talebi artıyor ama dünya genelinde yavaş artıyor ya da durağan gidiyor ama öbür taraftan gelen talep artışı yani yağlı tohumlara, proteinlere gelen talep artışı buğday alanını da daralttığı için bu sefer buğday fiyatları da artıyor. Yani onlar dikkate alınıyor ama o etki baya bir faktörden sonra oluşuyor. Mesela; buğdayı biyoyakıt olarak da kullanabiliyorsunuz. Ya da biyoyakıta talep artıyor. Direkt buğday üretiminden üretici mısıra geçiyor. Mısırı, biyoyakıta satıyor. O talep çok ciddi artmasa bile buğdayın fiyatını otomatik olarak etkiliyor. O anlamda modeller baya sofistike bir tarafta iklim modeli oluyor. 62


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

Şimdi diyeceksiniz ki; biyoyakıt üretimi son zamanlarda çok tartışılıyor buna bağlı olarak gıda fiyatlarındaki artışlar, buna yönelik olarak hükümetin biyoyakıt ürünlerine ayrılan arazilerinde kısıtlamaya gitme gibi çalışmaları var mı? Aslında tam tersi bir durum söz konusudur. Amerika’da ve Avrupa Birliği’nde biyoyakıtlara destek veriliyor (sübvansiyon). Örneğin; Avrupa Birliği’nin yenilenebilir biyoyakıtlarda yüzde 20 hedefi var. Bunun içinde 2020’de yüzde 20’ye ulaşması için biyoyakıtlara daha fazla yatırım yapılıp, daha fazla tüketilmesi gerekiyor. Mesela; Brezilya bunu 70’lerden 80’lerden beri yapıyor. O konuda çok rekabetçiler. Onlarda destek yok ama zaten iyi yapıyorlar. Amerika’da da yine aynı şekilde biyo-yakıt üreten çiftçiye destek var. İlk önce o desteklerin bir kalkması lazım; hem rekabet anlamında hem de biraz önce bahsettiğimiz olumsuz etkilerin ortaya çıkmaması anlamında. Ondan sonra sınırlama yapılacaksa belki yapılabilir ama şu anki durum tam tersi desteklensin, üretilsin yönünde. Birde tabi gelişmekte olan ülkelerde, meselâ; Malezya falan da bunu üretiyor. Oralarda da destekler artıyor. Bu böyle sıkıntılı bir durumdur. Fakat diğer taraftan da tabi pozitif etkisi de olabilir. Yani bu yakıt aslında yenilenebilir bir yakıt. Petrol, kömür yerine bu yakıtı kullanmanın biraz da pozitif etkisi de var. Arazi kiralama konusuna değinmek istiyorum. Türkiye bunu çok büyük çapta yapmıyor gibi. Belki bir-iki özel üreticidir. Güney Amerika’da falan kendi ihracat potansiyellerini artırmak için kiralamış olabilirler. Bu böyle baya gündeme geldi. Hatta böyle “arazi çalan” diye adlandırılan, eski hatıralarımı canlandıran bir ismi vardı. Örneğin; Güney Kore, Madagaskar’ da çok büyük bir alan almaya kalktı. Orada isyan çıktı. Etiyopya’da çok büyük alanlar kiralandığı söylentileri çıktı. Orada baya bir çalışma yapıldı. Suudi Arabistan yine Etiyopya’da, Somali’de pirinç yetiştirmek için alanlar aldı. Bu gündeme gelmişti. Şimdi bunun değişik boyutları var. Yani bir taraftan oraya bir yatırım gidiyor. Normalde kullanılmayan yerde verimi çok düşük seviyede kullanılan alanda bir üretim yapılabilecek. 63


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Tarım çok uzun süre terk edilmiş bir sektördür. Sorunun kaynaklarından biri de; Afrika’da verimlilikler falan çok düşük onların yatırım alması iyi bir şey. Aslında öbür taraftan da tabi o alanlarda köylüler yerlerinden ediliyor. O yapılan üretim orada kullanılmayacak. Onu yapan ülke, onu dışarıya ihraç edecek. Bu şekilde olumsuz etkileri de var. Çevre etkileri olumsuz olabilir. Ama yandan da dünya arzının talebi karşılaması yönünde olumlu etkileri de olabilir. Yani üretimi artırmış oluyorsunuz ve bu mutlak o bölgelerdeki ürün desenini değiştirir. Yani şimdi Etiyopya pirinç üretecek. Diyelim ki; Suudi Arabistan ürün desenini değiştiriyor ve çok büyük çapta üretime geçiyor. Orada gittiğiniz zaman birazdan isimlerini gösteririm işte 3-5 dönüm arazi, çok küçük çaplı adamlar sabanla buğday ve benzeri tahılları üretiyorlar buğday ve benzeri tahılları. Oralara böyle etkileri de var. Bu çok önemli uzun vadede böyle devam edecektir. Yani orda su ve toprak kaynakları çok büyük bir yatırım alanı haline gelecek. 2007’ den beri Türkiye’ye tarım alanında yatırımlar artıyor. Tarım alanı daha dinamik bir sektör haline geliyor. Şimdi gıda fiyatları artınca özellikle yoksul haneleri etkiliyor neden yoksul haneler gelirlerinin daha fazla bir bölümünü gıda ürünlerine harcıyorlar. Bu Türkiye’de yüzde 20-30, Afrika’da yüzde 70 yani gelirinin yüzde 70’ini gıdaya harcıyor. Gıda fiyatı biraz artığı zaman ya da yüzde 300 arttığı zaman geriye kalan harcamalarını yapamıyor. Sağlık, eğitim ve benzerleri harcamalarını yapamaz hâle geliyor. O yüzden de ciddi bir yoksullaştırıcı etkisi var. Özelikle şehirlerde, bunu 2007 krizinde görmüştük. Yaklaşık 45 milyon insan yoksulluk sınırının altına indi. O da sadece bir sene yaşanan fiyat artışları nedeniyle. 2010-2011 yılındaki kuraklık da bu alanlar, katastrof seviyesinde çok aşırı şekilde kuraklık ve açlık sınırının altına indiler. Bundan Somali, Kenya, Etiyopya’da 12 milyon kadar insan etkilendi. Bizim raporda ortaya koyduğumuz verilerden biri de bu çarpıcı sayıydı (Beslenme yetersizliği olan çocuk sayısı 20-25 milyon artabilir). İklim değişikliği nedeniyle düşündüğünüz zaman yani gelir seviyemizi düşünün bir de dünyada hukuk medeniyetlerinin geldiği seviyeyi düşünün. 2050 yılında hala açlıkla pençeleşen çocukların ola64


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

cağını düşünmek insanı üzüyor. Bu tabii kaynakların dağılımıyla ilgili bir sorun yani aslında herkese yetecek kadar yiyecek var. Ama bunun dağılımı ciddi anlamda sorunsal olduğu için insanlar açlıkla karşı karşıya kalıyor. Bugün Etiyopya’da, bizim de raporda yazdığımız uzun vadeli gıda yardımı bağımlılığı olan insanların sayısının artacağı. Peki, bu şehirleri nasıl etkileyecek? Şehir nüfusunun artığını söylemiştik. Haliyle iklimin etkileri de burada artacak. Bu 1 milyonun üzerinde nüfusu olan şehirlerin dağılımı gün geçtikçe artıyor. Uzak Doğu’da da aynı oranda yoğunlaşıyor. Hindistan’da olsun, bizim bölgemizde olsun yoğunluk var. Bu şehirlerin sayısı ve nüfusları giderek artıyor. 2050’ ye kadar bu oran elbette daha fazla olacak ve yoğunluk daha da fazla olacak. Tarımsal fiyat artışlarının şehirleri çok etkileyeceğinden bahsetmiştim. İkinci alanda şehirlerde seller ve aşırı iklim faaliyetlerinin yaratacağı etkiler… Özellikle seller. İstanbul’da ve Ankara’da bunu yaşıyoruz. Burada en dikkati çeken şey bizim raporda da ortaya koyduğumuz 2010-2013 yılları arasında seller nedeniyle ölen insanların yüzde 95’i gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Neden? Nedeni de hepimizin tahmin edeceği üzere altyapı. Bir ikincisi de yine iklim değişikliklerinde su sorunu kentlerde çok önemli bir sorun haline gelecek. Minimum şu anda günde 100 litrenin altında suyla geçinmek zorunda olan insanların sayısı 150 milyon civarında dünya genelinde bu rakamın 1 milyara ulaşacağı bekleniliyor. 2050’de iklim değişikliği nedeniyle ve şehirlerdeki artan nüfus nedeniyle İstanbul’u da etkileyecek. Bu sene bunu yaşadık. Barajlarda önemli kriz vardı. Son dönemde biraz toparlandı. Uzun vadede de tabi bu tip durumlarda sık bir şekilde karşılaşacağız. Binalar barajları etkileyecek. İklim değişikliği İstanbul’da olmuştu. Türkiye’de 1500 civarında yeni baraj yapımı söz konusu. Bu şimdi hem elektrik üretimini, enerji sektörünü; hem de barajlarla bağlantılı su tüketimini tarımsal anlamda etkiliyor. İklim değişikliği bu etkileri arttıracak. Basında okumuşsunuzdur; ”Göçler artan şehirlere”. İklim değişikliği göçlere neden olacak. İklim göçmenleri tarzında isimlerle bunu duyacağız. Biz bu raporda buna çok daha bilimsel yaklaşıyoruz. Yani iklim değişikli65


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

ği göçe neden olur demiyoruz. Sebep- sonuç ilişkisini kurmak zaten bilimsel olarak çok zordur. Çünkü göçe neden olan birçok husus ekonomik faktör var. Ama bu iklim değişikliği nedeniyle değişkenlik gösterebilir. Biraz önce bahsetmiştim. Dünya geneline baktığınız zaman göçmenlerin çoğu kırsal, karasal alandan deniz kenarlarına göçüyorlar. Orada da iklim riskleri aslında daha yüksektir. Hala göç olması aslında iklim riskini biraz daha artırıyor. Değişik olaylarda değişik etkiler görülmüş. Örneğin; Etiyopya’da kuraklık sonrası sürekli göç artmış. Özellikle “erkeklerde”. Hindistan’da ise sadece dönemsel göç artmış yani mevsimlik göç. Mali’de uluslararası göç azalmış. Nepal’de yerel göç artmış. Bangladeş’te bir olay göçü artırırken sonra gelen bir olay göçü artırmamış. Bir de pasifik ülkelerinde, adalarında tüm adaların su altında kalıp ülke olarak bir adadan bir adaya ya da ülkeye göç etme zorunluluğu var. Ki o insanları, o ülkeleri ciddi anlamda etkiliyor. Peki, savaşlara neden olur mu? Yine bu raporda güvenlik bölümünde altı çizilmişti. Hatta Osmanlı’dan bir örnek de vardı. Osmanlı’ da bu celâli isyanlarını iklime bağlayan bir çalışma var. Ama bunlar biraz daha tabi, daha sofistike yapılması gereken işler. Biz böyle bir şey demiyoruz. Yani iklim değişikliği savaşlara neden olur demek zaten etik de değil, mümkün de değildir. Ancak savaşlar nedeniyle olan kırılganlıklar, iklim değişikliğinin etkilerini daha da artırıyor. Yani zaten savaşlar kırılganlık yaratıyor. Üzerine bir de iklim değişikliğinin etkileri geldiği zaman o kırılganlıklar çok daha etkili oluyor. Suriye bunu yaşıyor. Biliyorsunuz orada savaşın neden olduğu çok büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. Bir de bu sene Suriye’de örneğin kuraklık var. Bizde bu Çukurova bölgesini etkileyen kuraklık orayı da etkiliyor. Savaşın getirdiği etkinin, kırılganlığın üzerine bir de iklim değişikliği etkisi. Bu da çok önemli olumsuz etkilere yol açıyor. Peki, su kaynakları azalacak mı? Biraz önce şehirlere etkisini söylemiştik. Kuraklıklar artacak, sıcaklıklar artıyor. Türkiye’nin kuraklık haritasında bu sene şuralar olağanüstü kurak bölgeler: Afyon, Uşak bölgesi Çukurova, Orta Karadeniz, İstanbul, Tekirdağ. Olağanüstü kurak demek; son 30 yılın ortalamasına göre beklenenden daha fazla kurak 66


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

demek. Haliyle bu durumu biz uzun vadeli iklim değişikliği nedeniyle daha çok yaşayacağız. Türkiye kurak yılları, özellikle bu bölgelerde artarak yaşayan bir ülke olacak. O yüzden de buna hazırlanmamız, uyum sağlamamız gerekiyor. İklim değişikliği var. Bunun etkilerini yaşıyoruz. Yaşamaya da devam edeceğiz. Çünkü sera gazlarını salmaya devam ediyoruz. O nedenle uzun vadede buna dikkat ederek yaşamalıyız. Peki, bu nasıl yapılmalı? Özellikle kaynaklara erişim konusunda, bilgi erişim konusunda, kültürel anlamda bariyerler var. Biz risk konusunda çok başarılı bir ülke değiliz. Örneğin bu durumu trafikte her gün yaşıyoruz. Uzun vadede bazı kültürel değişikliklerin olması gerekiyor. Riski daha iyi algılayıp ona tepki verme anlamında, karar alma noktalarında bariyerlerin kalkması lâzım. Tarımsal alanda adaptasyon işte su yönetimiyle, alt yapıyla ilgili yapılması gereken şeyler var. Teknolojiyle ilgili işte kuraklılığa dayanıklılığı, tohumlar, çiftçilerin eğitimi ve benzeri birçok alanda yapılması gereken şeyler var. Şehirlerde alt yapının özellikle yoksul insanların yaşadığı bölgelerdeki aşırı iklim, felaketlere yönelik alt yapının güçlendirilmesi lazım. Kıyı alanlarının, su seviyelerindeki artışa yönelik etkileri azaltacak yönde güçlendirilmesi lazım. Sel senaryolarının ve işte benzeri alt yapı çalışmalarının çok iyi yapılması lazım ve sel olduğu zaman bundan etkilenecek insanlara desteğin sağlayabilecek alt yapının sosyal dayanışma alt yapısının çok iyi yaratılması lâzım ve su kaynaklarının çok uzun vadede çok etkili ve verimli bir şekilde kullanılması lâzım. Çünkü İstanbul ve benzeri şehirler su kıtlığını giderek artan şekilde hissedecek şehirlerdir. O yüzden su verimliliğinin şehirsel alanda ve kırsal alanda giderek artırılması gerekiyor. Su yönetimi giderek önemli bir hal alıyor. Son olarak maliyet hesabından bahsedelim. Bu işin bir maliyeti var. Özellikle politikacılar, karar alıcılar genelde bu işin maliyetini sorarlar. Değişik maliyet tabloları çıkartılabilir. Bu raporda ortaya koyulan yıllık 100 milyar dolar civarında bir yatırım gerekliydi. Bu şuan yapılanla yapılması gereken arasında çok büyük bir uçurumun olduğunu gösteriyor. Yani şuan yapılan yatırımlar çok az ve bunu karşılayacak nitelikte değil. O yüzden de bir an önce bu yatırımların yapıl67


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

ması lazım. Çünkü bu yatırımlar şuan yapılmasa bunun maliyeti şehirlere ve insanlara daha fazla oluyor. Yani bir sel felaketi milyarlarca dolara, zarara neden oluyor. Neden diyeceksiniz? Özellikle şehir alanlarında ekonomik yoğunluk var. Altyapının yoğun olduğu yerler düşünün. İşte New York’da sel olduğu zaman zarar 30 milyar dolara mâl oldu. Bütün finansal sektör orada, altyapısı çok pahalı ve çok fazla alanı etkiliyor. Bundan dolayı maliyette ister istemez bir artış meydana geliyor. Ama yapılan altyapı yatırımları insanların hayat standartlarını artırıyor. Sonuçta gecekonduya yaptığınız altyapı yatırımı sadece sele karşı onların dayanıklılığını artırmıyor. Onların hayat standartlarını da artırıyor. Zaten yapmamız gereken şeyler ama uzun vadeli zararları azaltıyor. Ne kadar geç yatırım yapmaya başlarsak bunun maliyeti o kadar fazla oluyor. Sigorta sektöründe, sigorta konusunda yapılacak çok şeyler var. Biz ne kadar çok adapte olmaya çalışırsak çalışalım adaptasyon tek başına yeterli değil. Adaptasyonun da sınırları var. Harcayabileceğiniz paranın sınırı var. Yapabileceğiniz yatırımların sınırı var. İklim değişikliğiyle mücadele etmediğimiz sürece yani iklim değişikliğine neden olan etkileri faktörleri ortadan kaldırmadığımız sürece iklim değişikliğine adapte olmamızda aslında mümkün değil. O yüzden hem adaptasyonu hem de mitigasyonu, özellikle sera gazlarını salmadan enerjiyi nasıl ürettiğimizi, çok iyi çözüp yenilenebilir enerjiye yatırım yapmayı, altyapıya özellikle şehirlerde ulaşım sektöründe yapacağımız verimlilik artışlarıyla, iklim değişikliğine neden olan gazları azaltma yönünde de çalışmamız lazım. Yani hem adaptasyonu hem de mitigasyonu kalkınma modellerimizin hem ulusal seviyede hem de şehirsel seviyede merkezine yerleştirmemiz gerekiyor. Dünyanın da bir gezegensel döngüsü var. Ama dünya belirli noktalarda güneşten uzaklaşıyor. Ama bu döngüler milyonlarca yılda, on binlerce yılda oluşan döngüler… Dünyanın son dönemde yaşadığı şey bu ve yavaş etkiliyor. Yani milyon yıl süren bir etki, milyon yıl sonucunda oluşan bir etkiden bahsediyoruz. Bizim şuan yaptığımıza bakarsanız özellikle 1950’den sonrasına yani bunun dünyanın doğal döngüsüyle oluşacak nitelikte bir etki olması 68


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

mümkün değil. Çok hızlı bir değişiklik var. Hem sıcaklıklar da hem yağışlar da hem su seviyelerinde. Bu tamamen bizim sera gazları salınımlarımızla paralel şekilde giden bir değişiklik. İkisini yan yana koyuyorsunuz. Bunlar zaten son derece paralel. Ben şimdi Boğaziçi Üniversitesi’nde iklim değişikliği ekonomisi dersi veriyorum. İlk hafta yaptığımız şey bir deneydi. İki tane kutuyu alıyorsunuz kapalı kavanozu, birinin içinde karbondioksit üreteceğimiz bir madde asit koyduk; diğerine de normal hava. İkisinde de termometre var. Her ikisinin de kapağını kapatıyorsunuz. Aynı ışık kaynağına tutuyorsunuz. Karbondioksit’in çok olduğu kavanoz sera gazı nedeniyle daha fazla ve daha çabuk ısınıyor. Bu son derece çok temel bilimsel bir olaydır. Bizim artık bunu varsayım olarak kabul etmemiz gereken bir şey. Konunun diğer tarafları daha siyasi, yani sizin söylediğiniz ülkeler bunun altına imza atmıyorlar, kalkınmakta olan ülkelerin engellenmesi falan gibi konular herkesin fikir öne süre- bileceği kendine göre bir şeyler söyleyebileceği ve saygı duyulması gereken argümanların ortaya konabileceği bir durumdur. Ama bilimsel temelini böyle koymak lazımdır. Yani iklim değişikliği var. Bu insan kaynaklı bizim ürettiğimiz sera gazlarından oluyor. Çok hızlı oluyor ve çok hızlı olmaya devam edecek. Bunu bilimsel olarak varsayalım ama diğer etkileri ve bununla nasıl mücadele edeceğimizin siyasi taraflarında herkesin mutlaka kendi fikri olacaktır. O noktalarda benim fikrimi soracak olursanız; şimdi bunun altına imza koymuyor derken örneğin; Avrupa Birliği bunun altına Kyoto’nun imzasını koydu ve sera gazlarını öngördüğü şekilde azalttı. O anlamda sorun yok. Amerika en büyük engellerden biriydi. O da kendine göre hedef koydu. Ama en zayıf olan tabi gelişmiş ülkeler arasında Amerika. Japonya hedefini değiştirmek zorunda kaldı. Kanada ve benzeri ülkelerin durumu başka, Avusturalyalı’nın durumu başka. Gelişmekte olan ülkelerde durum şu ki: “Çin bu işin en büyük kaynağı”. Şu an sera gazlarını en fazla üreten ülke Çin. Aslında Çin’in zaten kendini sınırlamadan bu işin düzelmesi mümkün değil. Çin, hâlâ kömürü inanılmaz derecede artan bir şekilde tüketmeye devam ediyor. Petrolü, diğer kaynakları aynı şekil de. Ör69


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

neğin; Amerika’da geri dönüş başladı. Sera gazları anlamında hedef olmadığı halde ekonomik krizin de etkisiyle. Çin’i, Hindistan’ı, Brezilya’yı sınırlandırmadan zaten bu işle mücadele etmek mümkün değil. Ama burada şu var. Politik anlamda şöyle düşünmek gerekir. Hepimiz üstleşmiş ülkeler böyle geliştiler. Kömüre, fosile bağımlı ama bizim geldiğimiz dünyada teknolojik gelişme anlamında buna bağlı devam etmek zorunda değiliz. Rüzgâr enerjisi son derece ekonomik olarak olumlu noktaya geldi. Aynı şekilde güneş enerjisi, jeotermal ve verimlilik alanında yapabileceğimiz çok kazanımlar var. Basit yatırımlarla ya da kanunu değiştirerek vergi kanunu yapılabilir. Bunları yaparsak aslında biz kazanıyoruz. Yani şuan Türkiye’yi düşünün. Yılda 60 milyar dolar biz dışardan fosil yakıt ithal ediyoruz. Bu ciddi işte ticaret etkisi var. Hepimizin cebinden çıkıyor. Meselâ; Dünyada en pahalı benzini biz kullanıyoruz. Ama Türkiye’nin rüzgârını düşündüğünüz zaman, güneş enerjisi potansiyelini düşündüğünüz zaman bunu çok az kullanıyoruz. Bunu kullansak hepimiz için daha olumlu bir dünya olur. Kalkınma anlamında da olumlu bir gelişme olacak. Yani biz büyümemizi yavaşlatarak bununla mücadele etmek zorunda değiliz. O da yanlış bir argümandır. Büyüme şeklimizi değiştirerek, daha sürdürülebilir bir büyüme modeline dönerek yapabileceğimiz çok şey var. Ve onu yaparsak da sadece biz kazanıyoruz. Dünya’nın kazanımlarını da bir kenara Ama hani dediğim bu Çin’in bu konudaki engelleyici noktasında engellemesi. Amerika’nın bir türlü antlaşmaya imza atmaması gibi politik konular mutlaka önemli. Şimdi geriye dönelim artık iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu tartışmak biraz abes. Bilimsel anlamda öbürlerini tartışalım. Diyeceksiniz ki; Kyoto protokolü hâlâ işliyor mu? Kyoto protokolünün sonrasının müzakereleri devam ediyor. Her sene bakanlar toplanıyor. Hatta bu sene Paris’te toplanacaklar. Önemli olan 2020 sonrası bunun değişik mekanizmaları yani kalkınmakta olan ülkelere fayda sağlayan mekanizmaları da var. Örneğin; bir kalkınma fonu var ve bunun 100 milyar dolar olması bekleniyor. Buna OICD ülkeleri kalkınmış ülkeler fonu ayıracaklar. O fon gelişmekte olan ülke70


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

lerde kullanılacak Adaptasyon ve benzeri alanlar da. Temiz kalkınma mekanizması var. Kalkınmakta olan ülkeler için farklı mekanizmaları da var. Kyoto sonrası konuşuluyor. Orada temel nokta Çin ne olacak? Onlar sınırlandırma getirmek istemiyor. Onların içinde olmadığı bir anlaşmanın da iklim değişikliğine katkı sağlaması çok zordur. O yüzden zor bir süreç var. Eskisi gibi gelişmekte olan ülkeler bir kampta, gelişmiş ülkeler bir kampta değil. Mesela; Pasifik’teki adalarda adaların tamamen varlıkları tehdit altında. O ülkeler artık Çin’le, Hindistan’la falan da karşı karşıya geliyorlar. Diyorlar ki:” Biz hayatta kalmaya çalışıyoruz. Siz kömür, petrol yakıp gelişmeye çalışıyorsunuz”. Yani diyeceğim o ki; gelişmekte olan ülkelerin arasında da farklılıklar oluşmaya başlıyor. Avrupa’da kirletme vergisi diye bir uygulama başladı. Orada bir sınır koydular dediler ki; bizim karbon bütçemiz şu kadardır. Bu bütçe ilk başta şirketlere bedava verildi. Bu aslında bedava olmak zorunda değildi. Bunu para verip de alabilirdiniz ama Avrupa Birliği bunu ilk başta bedava dağıttı. 1000 tonun üzerine geçerseniz bunun başka bir yerden kredisini almak zorundasınız. Yani örneğin; benim de 1000 ton hakkım var. Diyelim ki sizin 500 üretim fazlalığınız var. Bende ki o 1000 tondan satın alabilirsiniz. Ben size bunu satabilirim. Borsası var. Zaten onun piyasası oluştu. 20.000 € tonu falan şeklinde biraz daha yüksekten başladı. Sonra bu borsa çöktü. Peki niye? Baştan çok fazla krediyi bedava verdi. Sonra da ekonomik kriz geldi. Şirketler büyüyemediler. Büyüyemeyince karbon ihtiyaçları azaldı. Haliyle o borsada fiyatlar göçtü. Fiyatlar göçünce bu işin ticareti de göçtü. Şirketlerin karbon fiyatı yüksek olursa ne olur? Benim karbonu az tüketme önceliğim bunu önemli görme durumum artar değil mi? Ama karbonun fiyatı 2 € ise alırsın piyasadan verirsin. Ama işte 100 € ise onda ben tasarruf yapıp onu satmayı ya da o parayı vermemeyi düşünürüm. Orada soru baştan çok yüksek ve bedavaya verildi ve sonrasında da işte ekonomik kriz nedeniyle piyasanın çökmesi o sistemi çok iyi çalıştırmamasına neden oldu. Örneğin; onu Kaliforniya’da uyguluyor. Şimdi bir ülke Kyoto’yu imzalamadı ama Amerika’nın içinde 71


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

bazı eyaletler hakikaten de iklim değişikliği konusunda önemli şeyler yapıyorlar. Mesela; Kaliforniya kendi borsasını kurdu. Avusturya kurdu, vazgeçti. Türkiye’de böyle bir şey yok. Kyoto çerçevesinde Türkiye’nin durumu biraz ilginç. O yüzden Türkiye’de yok. Ama uzun vade de olacak ya da olması gerekiyor diyelim. İklim değişikliği bütün Türkiye’yi çok önemli derecede etkileyen bir sorun haline geliyor ve gelmeye devam edecek. Bu haliyle bir engelleyici rol oynayacaktır. Hangi modeli kullanırsanız kullanın ekonomik büyüme modeli olarak hem riskler artıyor, hem onun etkisi artıyor. Tarım sektörü bu sene çok önemli derecede etkilendi. Sadece tarım değil tarımın bağlantılı olduğu binlerce sektör var. Onları da etkiliyor. Şimdi Türkiye’nin bu sene tarımsal ithalatı artacak, artmak zorunda. Çünkü üretimde ciddi bir sıkıntı var. Ekonomik dengeleri değişiyor. Sel felaketleri ve benzeri felaketlerin biraz önce bahsettiğim şehirlerde örneğin; İstanbul’da olan bir sel felaketinin ekonomiye etkisi de çok büyük oluyor, maliyetleri de yüksek. Bu engelleyici faktörlerden başka faktörlerde vardır. O noktada sorun giderek artmaya devam edecek. Model noktasında yani küresel güç olma noktasında o çerçevede bir vizyonun da parçası. 20 sene sonra nasıl bir güç olmak istiyorsunuz? Yani fosil yakıtlara bağımlı, sürekli bu tip risklere maruz kalma durumu yoğun, sürekli dalgalanmaların yaşandığı, sel felaketlerinin etkili olduğu insanların hayatlarını kaybettiği, bu tip olayların yaşandığı, ama ekonomik olarak büyük bir ülke mi? Yoksa sürdürülebilir kalkınma modeline geçmiş, yenilenebilir enerji kaynaklarını çok iyi kullanan, enerji verimliliğini çok iyi artırmış, şehirlerini daha verimli hale getirmiş, ulaşım sektörünü daha iyi bir hale getirmiş ve modern insanlara hayat, altyapı olanakları sağlayan bir küresel güç mü? Eğer ikincisi ise o modeli ona göre tasarlamak lazım. Zaten uzun vadede daha başarılı olan ülkelerde o tip ülkeler olacak. Yani çevresiyle daha barış içinde olan. Belki siz eleştirebilirsiniz kapitalist diye ama bu sistemin içinde de yapılabilecek çok şey olduğunu düşünüyorum. 72


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 5

Verdiğim birinci örnek de, Türkiye’de küresel güç olma, sözde küresel güç olma politikası güdülüyor. Buna rağmen bu koşullanmaya rağmen inanılmaz derecede hızlı bir tüketim sürecine girmiş 80 milyon insandan bahsediyoruz. Yani bu ülke çok kısa sürede çok ciddi sıkıntılar yaşayacak ve bununla ilgili risk yönetimimiz yok. Yani bu mantığa rağmen bir şeyler yapılabilir mi? En azından yerel yönetimler açısından belki küçük ölçekte. Çünkü ülke politikasında bu yok olamayacak. Diğer yandan şimdi ülke politikası nasıl oluşturuluyor? Yani bunun yerel yönetimle bağlantısı da var. Yerel bazı şeyleri tetikleyebilir. Biraz önce de dediğim gibi Amerika ulusal seviyede Kyoto’yu imzalamıyor. Yani hedef koymuyor ama Kaliforniya kendi içinde önemli iyi bir örnek yaratıyor. İstanbul’da bunu yapabilir. Bunu yapan çok iyi şehirler var. İşte; C40 Şehirleri İklim Liderlik Grubu Türkiye’de, İstanbul’da toplanacakmış. Şehirlerin hem kaynakları çok kendi doğal kaynakları var; hem de finansal kaynakları var. Yatırımlar olsun, insanların eğitimleri olsun, risklerin azaltılması olsun, ulusaldan bağımsıza yapılabilecek çok şey var. Hatta o ulusalı değiştirebilecek nitelikte şeyler de olabilir. Yani İstanbul’un yaptığı iyi şeyler ulusalı da bir anlamda etkileyecektir.

73


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-6


“Kent içi Ulaşım Sistemleri ve Planlamanın Önemi” Prof. Dr. Rafet Bozdoğan Yalova Üniversitesi Ulaştırma Mühendisliği Bölüm Başkanı

Ulaşım hakikaten son derece geniş bir alan. Onu analiz etmek, onunla ilgili bütün konulara değinmek oldukça zaman alıcı bir iş. En önemli yere sahip, konuşulması, üzerinde durulması gereken nokta; kent içi ulaşımı ile planlamanın önemidir. Yani planlama ne kadar önemli aslında biraz ona değinelim. Ama öncelikle olan durum bir kentin ulaşım problemleri neden kaynaklanıyor, bunlar nasıl çözülebilir, neler yapılması gerekiyor? gibi sorulara yanıt bulmak olmalıdır. Sizlerle, imar planlarıyla ve şehir planlarıyla ilgili konuları paylaşacağım. Ulaştırmayı kabaca şöyle bir tanımlarsak: ” Ulaşım, mal ve hizmetlerin bir yerden bir yere iliştirilmesi yani bir orijinden, bir destinasyon noktasına mal ve hizmetleri, insanı veya hizmeti ulaştırmadır. Bunun bir sürü metotları bulunmaktadır. Havayolları, Karayolu, Deniz yolu bir ulaşım sistemidir. Fiziki değerler olarak baktığınızda; şehirlerarası, ülkelerarası, kıtalararası fiziki olarak ulaşım 75


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

sistemleridir. Bir de bunun içinde kent içi ulaşım sistemleri var. Dünyaya baktığınız zaman kent içi ulaşım sistemlerini bir kenara koyun; diğer ulaşım sistemlerinde hemen hemen hiçbir problem olmaksızın yürümektedir. Ama dünyayı ele aldığınızda dünyanın gelişmiş ülkelerinden, az gelişmiş ülkelerine kadar indiğinizde kent içi ulaşım ana problem olarak karşınıza çıkıyor. Nüfusu artık 1 milyonu aşan şehirlerde inanılmaz derecede ulaşım problemleri oluşmaya başladı. Geçenlerde Yalova’ya gittim. Yalova, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra küçücük bir yer olarak oluştu. İlk zamanlar giderken araba ile gidiyordum. 2-3 sefer gittikten sonra araba başıma bela olmaya başladı. İDO’ya tekrar dönüş yaptım. Oraya yetişeyim diye fakülteden ya da rektörlükten yarım saat önceden çıkıyorum. Yani aynı zamanda İstanbul planlaması yapmış oluyorum. Baktım ki 10 dakika da her şey halloluyor, 10-15 dakika da birçok yere erişebiliyorsunuz. Küçücük bir yer ama orada da ulaşım problemi var. Şikâyet ediyorlar. Ana arterler de, şehrin kent merkezinde belli saatlerde ulaşımda ciddi sıkıntılar söz konusu oluyor. Nedir bunun problemi, niye böyle diye sorularla kentlerde ulaşım probleminin 7 tane ana maddesini tespit ettik ve bu tespit 8 yıllık bir çalışmanın içerisinde oluşturulmuş bir neticedir. Problemin ana kaynağı nedir diye inceledik ve şu 7 tane maddede bunu topladık. 1. Kalıcı ve sürdürülebilir kent ve ulaşım planlaması 2. Ulaşım sistemlerinin tek elden yönetilmesi maalesef metropol bir şehirde yaşıyoruz ulaşım sistemlerinin yönetildiği bir sürü yönetici konferansı var. 3. Efektif ve cazip bir toplu taşıma sisteminin kurulması 4. Optimum ulaşım alt yapısının inşası. 5. Etkin bir trafik yönetim sisteminin kurulması. 6. Trafiğin etkin denetiminin kurulması. 7. Toplumda ulaşım ve trafik bilincinin oluşturulması. 76


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 6

Önce kent planlamasına bakalım. Aslında kentlerde altyapı problemi dediğimiz yani; atık su, su, ulaşım, iletişim, telekomünikasyon her ne derseniz deyin bu tür problemlerin ana kaynağı kent planlamasıdır. Eğer kenti iyi planlamadıysanız, iyi modellemediyseniz, arazi kullanım kararlarını çok iyi almamışsanız, kenti çok iyi bir şekilde modelleyememişseniz; ne yazık ki bu problemlerle karşı karşıyasınızdır. Bu şuna benziyor; çok güzel bir elbise kumaşı alıyorsunuz. Bunu iyi bir terziye vermezseniz ve iyi bir ölçüm-biçimle güzel bir elbise yapamazsa berbat etmiş olur. Şimdi arazide şehirde bu şekildedir. O zaman bir şehirde bu problemlerin yaşanmasını istemiyorsanız; o şehrin, şehir planlamasının çok iyi bir şekilde yapılması gerekiyor. Bunun içinde bir sürü parametre var. Neye göre yapacağıyla ilgili analizinden tutun da, o kente öngördüğü fonksiyonlar nelerdire kadar. Bana bir arazi verdiniz. Buraya şehir kurun dediniz. Güzel de oraya ne şehri kuracağım? O şehrin bir kimliğini koymam lazım, fonksiyonunu koymam lazım. Kentin ön görülen nüfusu veya hedef nüfusunu bilmem lazım. 1950’li yıllarda İstanbul Belediyesi’nde yapılan toplantılarda, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusunun kaç olacağı tartışılmış. Verdikleri bilgi şu:” 2000 yılında İstanbul’un nüfusu 1,5 milyon falan olur. Oradan biri demiş ki: ” Olmaz 5 milyon olur, 3 milyon olur… Tartışmanın sonunda 3,5 milyona karar vermişler. 2000 yılında İstanbul’un hedeflenen nüfusu 3,5 milyon. Ona göre arazi kullanım kararlarının yapılması gerek, ona göre genişleme planı yapılması gerek. Ancak İstanbul 1986 yılında 5,3 milyona gelmiş. 2000 yılında İstanbul’un nüfusu 10 milyondu kayıtlı araç sayısı ise 1 milyondu. Yolculuk talebi dediğimiz talep (hareketlilik katsayısı) 1,1’di. Yani 10 milyon nüfusta 11 milyon hareketlilik vardı .Böyle bir şehir düşünün; hiç öngörememişsiniz, tahmin edememişsiniz. Benzer şeyi Yalova’da da gördüm. Daha Yalova’ya hoca olduğumun ertesi ayı Yalova Belediyesi bir çalışma yapmış. O çalışmayı tartışmak üzere sizin gibi arkadaşları, üniversiteleri, meclis üyeleri ve basını da davet etmişler. Rektör Bey rica etti: “Lütfen benim adıma sen katıl, bu konuyu biz bilmiyoruz “. Kabul ettim ve ardından toplantıya gittim. En arkaya oturdum. Konuşma yapanları dinledim. Kent plan77


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

laması bana göre sıfır. Bu yöntemle giderlerse; ne yazık ki İstanbul gibi sıkışıp kalacaklar. Ama dua ettim ki, en son ben konuşayım. Basın da gitsin hakikaten öyle oldu. 2023 yılında Yalova’nın nüfusunu 200 bin olarak planlıyorlar. Şimdi 120 bin diyeceksiniz ki; 200 bin iyi, eğer o hedefinizi tutturabilecekseniz. Dünyanın dinamiklerini, ülkenin dinamiklerini, bölgenizin dinamiklerini unutmamak gerekir. Yalova Marmara’nın City Center’ı (şehir merkezi). İstanbul, Kocaeli, Bursa, Çanakkale buralara bir merkezi yol yapılıyor, köprü yapılıyor. İstanbul- Bursa 3,5 saat haline geliyor. İlgililere söyledim. Yalova’yı siz 1 milyona göre planlamanız daha uygun olur. Birisi kalktı dedi ki; Yalova da dedi şöyle kıymetli araziler var. Birisi kalktı dedi: “İşte arkasında orman var, birisi kalktı: “tamam” , peki dedi. Bursa’ da DSİ’nin şuan bulunduğu yerin önünden geçen Ankara yolu vardır. Ankara yolunun üst tarafı eski Bursa’dır. Ben 1980 yıllarında Bursa’ya geldiğimde alt tarafta hiçbiri yoktu. Türkiye’nin en verimli arazilerinde şeftali bahçeleri vardı fakat şuan hiçbiri yok. Siz kentinizin eğer büyüme grafiklerini iyi belirlemezseniz; itici güç gelir, alır, götürür. O nedenle iyi belirlemeniz lazım her şeyi. Burası lojistik bir alan olacak. Böyle bir halk noktasında olacak. Siz burayı 200 bin nüfusta tutacaksınız. Peki ya ormanımız denizimiz? Onu hiç kimse dinlemez. Bende onlara bir harita çizdim. Denize paralel sıra dağlar var. O dağdan hemen inince, termal havzadan bir tarafın tamamı yerleşime açılacak, göreceksiniz. Nitekim 2-3 sene sonra tekrar aynı toplantıyı yaptılar. Nihayet Yalova’nın nüfusunu 1,2 milyon olması konusunda anlaşma sağlandı. Bunu da bir profesyonel gruba verdiler. Demek istiyorum ki; kentin nüfusunun veya hedef nüfusun kentin fonksiyonlarını, kentin topoğrafyasını değerlendirmeniz lazım. Topoğrafya sizde nelere müsaade ediyor? Kentin tarihi dokusu, iklim yapısı, çevre ve bitki örtüsü, doğal kaynakları, zemin durumu bütün bunların hepsi sizin önünüze gelecek. Ondan sonra oturup güzelce oraya bir şehir planı yapmanız gerekecek. Ama şunu söyleyeyim size İstanbul’un yüzde 20’si böyle planlanmamıştır. Bu verilere hiç dikkat edilememiştir. Ne yazık ki İstanbul itilerek böyle kendi doğal yapısı içerisinde zorlamayla büyütülmüş ve büyümüştür. Bun78


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 6

dan sonra bu şehir kaldırılamaz hale gelmiştir. O nedenle şimdiki ulaştırma bakanımız Lütfü Bey Devlet Planlama Teşkilatı’ nda Müsteşar Yardımcısıydı. Müsteşar yardımcısıyken: ” İstanbul’u büyütmeyin; ne yapın edin nüfusu 10 milyonun altında tutun. Trakya’da 3 tane şehir üretin. Balıkesir, Konya, Eskişehir hinterlantında beş on tane daha şehir üretin. Nüfusu 1-2 milyonu geçmesin ve böylece bu şehri kontrol altında tutalım. Neden böyle söylediğini size şu örnekle açıklayayım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bütçesi ve İstanbul’daki diğer belediyelerin bütçesi ve diğer kamu birimlerinin bütçesini üst üste koyduğunuzda ne kadar yapıyor biliyor musunuz? Yaklaşık 30 milyar dolar. 30 milyar dolarlık bir bütçeyi bu şehri ayakta tutmak için harcıyorsunuz. Konforlu mu? Değil. İstanbul’un nüfusunu analiz edin. İstanbul’da yaşayan insanların neredeyse yüzde 50’si İstanbul’un hiçbir nimetinden faydalanmamış. O nedenle bu şekildeki bir planlama ne yazık ki İstanbul’un yönetimini çok çok zorlaştırmıştır. Yukarıdaki parametrelere bağlı olarak elimize makası alıp kenti biçiyoruz. Arazi kullanım kararlarını ve hangi istikamete doğru büyüyeceğimizi iyi tanımlamamız gerekir. Doğal kaynaklara, ormana mı, denize doğru mu nereye büyüyeceğiz? Nüfus faktörünü dikkate alarak konut alanları, işyerleri, konut eğlence merkezleri vs.bütün bunların iyi kurgulanması gerekmektedir. Kamu alanlarının kullanımı iyi belirlenmeli ve değiştirilmemelidir. Üst düzey ticaret odaları, optimal yerleştirilmeleri, hizmet-kültür-eğlence alanları optimum bazda olması şehrin planında önemli yer tutar. Kent nüfusuyla, kentin hareketlilik katsayısıyla ya da kentteki hareketli insan sayısıyla yapmanız gereken optimum düzeyde karayolu ağı oluşturmaktır. Siz o ağı yakalayamazsanız; şehrinizi bloke edersiniz. Yani 1 milyonluk bir şehriniz var. 200-300 bin aracınız var. 1-2 milyonun üzerinde de bir hareketlilik varsa onun bir miktarını toplu taşımayla sağlarken, geri kalan kısmını özel otomobil kullanımını oluşturacak alt yapıyı oluşturmanız gerekiyor. Hiç yapmadığınız zaman yolları bloke edersiniz. Ne yazık ki o zaman özel teşebbüsün ondan sonra ki kalkınmasını kilitlemiş olursunuz. 79


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

İstanbul Metropolitan (Büyükşehir) Planlama merkezini biliyorsunuz. Kadir Bey’le bunu Tepebaşı’nda kurmuştuk. O zaman ben demiştim ki; Sayın Başkanım ulaşım burada hakikaten bir problem. Fakat siz öyle bir iş yaptınız ki, burada onu bence öne çıkartalım. Burası gerçekten çok önemli. İstanbul’un MR’ını çekiyorsunuz. MR’ını çektikten sonra nerelerde ne var, onlara göre müdahale ediyorsunuz. Planı bir defa yaptınız mı bir daha bunu deldirmemeniz lazım. Bana Viyana planlarını gösterdiler. 1940’lı yıllarda yapılmış ve son dedikleri alana dokundurmuyorlar. Yeni bir şey mi yapacaksın; yeni alanlara doğru yap, diyorlar. Paris’de bakıyorsun aynı şekilde. Fakat Türkiye’ye baktığınızda, Türkiye’deki Büyükşehirler yeni kurulan büyükşehirler de dâhil, daha büyükşehir olmadan önceki durumlarına baktığınızda ciddi bir metropolitan (Büyükşehir) planlama mantığını göremiyorsunuz. 1-2 sene kadar önce Ankara Büyükşehir Belediyesi ulaşım master planını, Gazi Üniversitesi’ne verdi. Gazi Üniversitesi de model kalibrasyonunu, Yalova Üniversitesi’nden alıyor. Kalibrasyonu da bizim üniversiteden arkadaşlara vermişler. Davet ettiler, Ankara’ya gittik. 20 kişi oturduk, görüşme yaptık. Herkes konuştu. Bize 2023 yılının hedeflerini ve nihayetini koydular. Arkadaşlara dedim ki; 2023 yılı planlarınız var mı? Var, peki sizin planlarınızın ne kadar sürdürülebilirliği var? Yüzde 40’ı delinmiş. Planlarınızı böyle oluşturursanız; diyelim ki 10 metre genişliğinde bir kara yolu açtınız. Düşündünüz ki burada villalar olacak. O villalara göre yollar yaptınız, orada yaşayan insanlara göre altyapıyı koydunuz ama 5 sene sonra plan değişti. Villadan çıktı siz oraya 5 katlı apartmanlar yaptınız. 10 sene geçtikten sonra da 25 katlı apartmanlar yapacaksınız. Yol altyapısı, iletişim altyapısı, su altyapısı bütün bunların hepsi allak bullak oldu. Oraya metro koymadınız, metro talebi doğacak metro koyacaksınız da o metroyu kimlerle entegre edeceksiniz, nasıl entegre edeceksiniz? Bakın İstanbul’da bir metro hattı yapılmış bizden evvel Aksaray’dan Havalimanına giden bir hat. Bu hat bizi daha sonra geliştirdiğimiz planlamalarda çok sınırlandırdı. Biliyor musunuz niye? Entegre etmem gerekiyor hattı. Şim80


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 6

di hat Aksaray’dan gitmiş, çok güzel yoğunluğu en yüksek yerden başlamış Otogar’a kadar gitmiş. E5’e gelmiş oradan havaalanına gitmiş halbuki Halkalı’ya doğru gitse hat gayet güzel olacak. Şimdi plan bu kadar önemli. eğer siz planları iyi oturtamazsanız, kent planlarınızı sürdürülebilir yapamazsanız şehirde yaptığınız alt yapılarda bir süre sonra atıl olmaya başlıyor .O nedenle korkunç derecede önem arz eden konulardır. Planı çözünce her şeyi çözmüş olacağız. Bu bizim İstanbul’daki planladığımız sistemler. Dedim ya kent planlama planları kent planının sürdürülebilirliği açısından çok önemli. Kent planınızı elinize alacaksınız. Ondan sonra ulaşımcılar devreye girecek. Peki onlar ne yapacaklar? Onlar o işin Ulaşım master planını yapacaklar. Ulaşım master planınızın olmazsa olmaz en önemli parametresi; sürdürülebilir kent planlamasıdır. Sürdürülebilir kent planlamasına altlık olarak harita altına alacak üzerine de kenti planlayacaksınız. Master planı size karayolu ağınızın nasıl olacağını, nerelerde olacağını karayolu altyapısının kavşağınızın, viyadüğünüzün, sanat yapısının nerelerde nasıl olacağını, toplu taşıma sistemlerinin özellikle raylı sitemleri ana omurga kabul edecek şekilde nasıl kurgulanacağını modelleyen bir planıdır. Özetle bu planlama kısmını söylersek sürdürülebilir kent planı, sürdürülebilir ulaşım master planı olmazsa olmazıdır. Bu kent iyi modellenmemiş, iyi modellenseydi iyi düşünülseydi böyle olmazdı daha farklı bir sistem uygulanmalıydı. Belki de kentte sahile paralel üç tane uzun doğu-batı istikametinde raylı sistem, güney- kuzey istikametinde de birbirlerini bağlayan belki 20 tane raylı sistem ağı ile bu network’ü kurgulamamız gerekiyordu. Ama ne yazık ki bunlar planlanmamış. 8 kilometre bir yere, 5 kilometre bir yere koymuşlar şehir parça parça görülmüş. Şehir parça parça görüldüğü için modellenememiş. niye biz bunu bütün görmek istiyoruz? Amacımız her şeyi yerli yerince koyalım. Bunu şuna benzetirim; Karanlık bir ortamda bir deneme yapmışlar. Bir kalabalığın ortasına karanlık bir ortamda bir fil getirmişler hepsine filin bir yerini elletip ne olduğunu söylemelerini istemişler. Herkes elleyerek farklı farklı şeylere benzetmişler fili. Ama içlerinden hiçbiri de çıkıp bu fil 81


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

dememiş. Sonra lambayı açmışlar ki fil. Bu da ona benziyor. Şimdi kent planı filin bütününü görmektir tamamını görebilmektir. O nedenle korkunç derecede önemli. Kentlerde ulaşım sistemindeki problemlerden bir tanesi de kentin ulaşım sistemini tek elden yürütemiyoruz. Benim dönemimde belirli ulaşım birimleri vardı. Biz bunu teke indirmek istiyorduk. O dönemde çok uğraştım. Ne yapıyorduk biz diyorduk ki: “Bir kentte bir ulaşım idaresi olsun”. New York ve New Jersey’ deki gibi. Bunlar neredeyse iki ayrı şehir ve ayrı şehir olmalarına rağmen ulaşım idareleri tektir. Başka yerleri de inceledik. Ardından dedik ki; etütten, plandan, projeden, yapımdan, bakımdan, onarımdan ve işletmeden sorumlu tek bir idare kurulmalı. Adına da Ulaşım İdaresi denmeli diye. Bu kanun teklifini hazırladık ve sunduk. Birkaç yerden geçtikten sonra bir yerde tıkandı. Ne yazık ki öyle kaldı. O kanun şimdi meclis plan bütçe komisyonunda öylece bekliyor. Yeter artık kardeşim bizim karayollarımızı delme yani girip çıkma. Zaten Kadıköy-Kartal hattını yapacağız diye aylarca uğraştık, gittik Karayolları Genel Müdürlüğü’ne şu yolu bize verin dedik. Karşıya Kadıköy-Kartal hattını yapacağız. Proje hazır 500 milyon dolar para ayarlamışız. O zaman yok vermeyiz; yol bizim dokunamazsınız, dediler. Bizi aylarca, yıllarca uğraştırdılar. En son Bakan Bey bizi davet etti. Brifingleri ona anlattık. Genel Müdüre dedi ki; ne diyorsun arkadaşlara. O da tamam verelim o zaman dediler. Sonra bize vermek üzere karar aldılar. 2,5 yıl protokol süreci sürdü. Bürokrasi ne kadar uzun süre tıkanıklık yaşattı düşünün ve orayı tam 5 yıl sonra ancak alabildik. Kadıköy-Kartal hattına da ancak başlayabildik. Şimdi İstanbul’da şikâyet ediyoruz. Onun için böylesine büyük bir Metropol de suda nasıl tek bir oyuncu varsa (İSKİ) ulaşımda da tek bir oyuncu olacak. Kararlar orada alınacaktır, orada uygulanacaktır. Bütçesi olacaktır ve kendine göre muhtariyeti olacaktır. O zaman siz daha kısa sürede daha iyi bir alt yapıyla, daha iyi yapıları yapmış olacaksınız.

82


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 6

Efektif ve cazip bir toplu taşıma sisteminin kurulması Bir kentin ulaşımla ilgili konusunu ele aldığınızda; yani bir şehre gittiniz size dediler ki; al buranın Ulaşım Daire Başkanı sizsiniz. İlk yapacağınız iş nedir biliyor musunuz? Kentin mevcut ulaşım alt yapısını en efektif bir şekilde kurgulamaktır. Literatürde buna trafik yönetimi projeleri de diyoruz. Yani şunu yapmanız gerekiyor; paranız yok, pulunuz yok kentte gittiniz. O kentteki yol hiyerarşisi nasıl olmalıdır? Kim, nereyi, ne şekilde kullanmalı? Yolcu, yaya, araç hangi yolu, hangi normlar içerisinde kullanmalıdır? Onun için bir fizik düzenleme ya da benzeri düzenlemeleri yapmanız gerekiyor. İkinci olarak ise; o kentin insanlarını bir yerden bir yere götürebilen toplu taşıma sistemi var mı? Varsa bunu en efektif en uygun nasıl modelleyebilir? Bu olmalıdır. Onun için bir kentteki cazip bir toplu taşıma sistemi konforun, güvenin, hızın, ekonomikliğin ve entegrasyonunun olmasıyla sağlanabilir. Bütün bunları her gün çalışarak, analiz ediyorlar. O toplu taşıma sistemini kurguluyorlar. İngiltere’de iken okulun yanındaki duraktan evime giden otobüsler vardı. Dikkatimi çekti 6 dakika da bir otobüs geliyordu. Merak ederdim bu otobüs 6 dakikada bir nasıl tak saatinde geliyor. Bir müddet sonra otobüs 5 dakikada bir gelmeye başladı. 5 dakika yazmışlar sefer aralığına, bir müddet sonra 4 dakika da bir gelmeye başladı. Tabi ben o zamanlar hiç düşünemiyorum bunun ne manaya geldiğini. Şoföre sordum: ”2 dakikalık bu aralığı nasıl tutturuyorsunuz? Normalde bir hata payı 2 dakika olabilir dediğimde, şoför: ” Şakamı yapıyorsun ben bunu tutturabildiğimde toplu taşımada yüzde 33’lük bir reyting sağlıyorum” dedi. O zaman bunları bilmiyordum. Adamı dinledim. Daha sonra anladım. Hakikaten çok önemliymiş. Sonra dedim ki:” Ya bu arabalar niye böyle birkaç tane yolcu aldı, arkadan gelen insanlar vardı, durmadı kalktı, gitti”, diye sordum. Dedi ki: ” Bizim araçlarımızda 7 kişi ayakta gider. 7 kişiden fazla alamayız”, dedi. Onların ne anlama geldiğini şimdi öğrendim. Konfor, güven, temizlik diyorlar, ya onunla sağlanıyor. Biz şimdi toplu taşımayı bu hale getiremezsek İstanbul’da ya da Türkiye’nin diğer şehirlerinde insanların özel araçlarını bıraktıramazsınız. Ben karşıda oturuyorum bu tarafa haftada bir kere zor geçiyorum. Bu sistemi kurgulamanız gerekiyor. Toplu taşı83


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

manın cazip olması gerekiyor. O nedenle kentteki ana taşıma sistemi toplu taşımadır. Toplu taşımanın da ana taşıma sistemi raylı sistemdir. Kenti çok iyi planladık. Ulaşım Master Planı yaptık. Hemen arkasından kentin toplu taşıma sistemini en efektif hale getirdik. Ama bu da yetmiyor. Bir kentte, kentin nüfusu ile yüzey alanı topoğrafyası, doğal bitki yapısı, iklim şartları bütün bunlar sizin kentteki ulaşım altyapısı dediğimiz raylı sistem, karayolu, otopark, kavşak, transfer merkezi, odak merkezi dediğimiz merkezleri de belli ve optimum ölçekte yapmanız gerekiyor. Bunları eğer yetersiz yaparsanız tıkanırsınız. Örneğin; Amerika’da öyle şeyler yapmışlar ki, öyle şehirler kurmuşlar ki; geniş düşünmüşler. Sistemlerine baktığınız zaman o şehirde trafik problemi olur mu diyorsunuz. Belki 40-50 sene sonra olur. Ama gerçekten çok iyi modellenmişler, altyapıyı, sistemi iyi kurgulamışlar. Ona göre geniş yollar koymuşlar. Yeterli derecede yolları da kendi içerisinde sınıflandırmışlar. Şöyle gözümün önünden geçirdim. Ben onlardaki yollardan bir tanesini İstanbul’da bulamadım. O standartta bir yol yok. Sadece Vatan Caddesi birazcık benziyor. Şimdi bir dünya kenti böyle olmamalı. Yani bununda bir alt yapısının olması gerekiyor. O nedenle optimum özellikte olmalı. Bazen inşaatçılar ve şehir planlamacılar arasında; ya şehirler çok yoğun olmasın, herkes girip çıkmasın, yollar bloke edilsin, durdurulsun, azaltılsın, herkes toplu taşımaya yönlendirilsin diye tartışmalar çıkabiliyor. Dünya’nın en yüksek toplu taşıma sistemine sahip olan ülkeleri sayayım size: Amerika, Londra, Paris, Tokyo, Seul. Tokyo’nun bir istasyonu vardır. Gittik, gördük o günler söylemişlerdi. O istasyonun günlük indi bindisi 1,5 milyon gibi bir rakam. 1,5 milyon insan oradan iniyor, biniyor ama buna rağmen gidin Tokyo’ da 5 katlı 3 katlı yollar vardır. Yani bizde öyle yapalım demiyorum. Ama yol ağı optimum olmadığı zaman olmuyor. Tokyo çok dar bir alana yerleştirilmiş. Nüfusu çok büyük bir şehir olduğu için genişleyemiyor ve dolayısıyla üst üste yollar yapmışlardır. Benden sonra belediye de transfer merkezlerinin hemen hemen hepsini iptal etmişler. Bana göre bu yanlış bir şeydir. Şimdi Metro kurmuşsunuz. Metro ağınız var. Levent’te oturduğunuzu düşünün. Arabanız var. Metro ile Taksim’e gelmek istiyorsunuz. Arabanızı nereye koyacaksınız? Yani arabanızı güvenli bir yere 84


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 6

koyup rahat rahat gidemedikten sonra metroya nasıl bineceksiniz? 56 tane raylı sistem güzergahında transfer merkezi belirlemiştik. Belirlediğimiz alanlardan ilkini istimlak etmek istemiştik. Mecidiyeköy’de bir yer. Fakat 40 milyon dolar istimlak bedeli, 20 milyon dolar da inşa bedeli 60 milyon dolar bütçe çıktı. Bizde bunu bu şekilde olamayacağı için transfer merkezlerini belirlediğimiz arsa sahipleriyle konuştuk. Belirlenen arsanın içine yapılacak transfer merkezlerinin otoparklarını arsa sahipleri yapması karşılığında, arsanın imar değerlerini yükseltmeye karar verdik. Biz arzu ettik ki; o bölgede bir sürü toplu taşıma aracı var. İnsanlar gelsin arabalarını bıraksın. İSPARK gelsin ve burayı işletsin hatta İstanbul kartla arabasını park etsin, ödesin. İstanbul’u bir de 3 bölgeye bölmüşüz. Onun projesini sadece üst bürokrasi biliyor. Tıpkı Londra gibi. 1.bölge, 2.bölge, 3.bölge. 3.bölgede, otopark 5 lira. 2.bölgede 15 lira, 3.bölgede 50 lira ve kartla ödüyorsun. Diyelim ki; 3.bölgeden Bostancı’dan arkadaş geldi. Bostancı yakınlarında bıraktı. Kartla 10 lira otopark parası ödüyor. Ardından metroya biniyor ve bindikten sonra metrodan bunu ödüyor ve metro bu kartı tanıyor. Neden çünkü biraz önce otoparka girdi. Kart yüzde 15 indirim yapıyor. Ondan sonra 1.bölgeye kadar gelmişse arabasıyla 25, 30, 40, 50 lira yerine göre otopark bedeli ödüyor. Ama hiçbir indirimden de faydalanamıyordu. Biz işletim sistemiyle beraber sistemi böyle kurgulamıştık. Şimdi benim bildiğim kadarıyla 3 tane transfer merkezi ancak inşa edilebildi. Birisi Ümraniye’de Canpark diye bir AVM var onun altında, bir diğeri TrumpTower’ın altı bir tane de Yenikapı’ da olacaktı. Onu ne yaptılar bilmiyorum ama 56 tanenin hemen hemen birçoğunu iptal etmişler. Bir şehrin en kolay en ucuz trafik modellemesinin yapılacağı sistem trafik yönetim projeleridir. Ne yazık ki belediyeler trafik yönetim projelerini yaparlar ama denetimini emniyet yapar. Bu çerçevede artık trafik yönetim projelerinin içerisinde fiziki düzenlemelerin yanında İnteraction Transportation System dediğimiz sistemlerde çok aşırı derecede önem kazanmıştır. Bununda hem trafik yönetim projelerinde hem de denetim projelerinde kullanılması gerekiyor. 85


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-7


“Yerel Yönetimler ve Kültür” Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı

Gittiğim her yerde kültür meselesini konuşuyorum. Defalarca da kültür meselesini konuşmaktan zevk duyduğumu dile getiriyorum. Meseleyi anlatırken şehre bağlayarak konuşuyorum. Çünkü şehir bizim için çok önemli bir unsur. Medeniyetimiz, bizi şehirde yaşamaya teşvik ediyor ve bunun yanında şehirde yaşamaları için insanlara telkinde bulunuyor. Bundan dolayıdır ki; şehir meselesinin yeri benim için çok ayrıdır. Hareket noktamız şehir oluyor fakat orada kalmıyor. Şehir ile beraber kültürü de birleştiriyoruz. Bu ilişkinin kuvvetli olması için de elimizden geleni yapıyoruz, yapmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bu çerçevede bir politika oluşturulması gerektiğini ifade edeceğiz. İstanbul, bizlerin en kadim şehri olduğu için, kültürün beşiği olduğu için, kültüre en fazla yakıştığı için, İstanbul’un yanına kültür, kültürün yanına İstanbul uygun düştüğü için, başlangıcı İstanbul’dan yapmak istedim. Bizim bütün şehir politikamızda, medeniyetimiz de İstanbul üzerinde. Aslında şunu da söylemeden geçmek istemem. Bizim Anadolu’daki her şehrimiz kendini medeniyetler şehri olarak 87


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

tanımlar. Kaldı ki; yalnızca şehirlerimiz değil, ilçelerimiz de kendini medeniyet mekânı olarak gösterir (ifade eder). Bu oldukça güzel bir durumdur. En azından kendilerini medeniyet ile ilişkilendiriyorlar. Ardı sıra bir de küreselleşme var, bilirsiniz. Günümüzün en önemli olgusu olmuş durumda. İstanbul’u da bunun içinde konumlandırmak durumundayız. Kültürü de bu çerçevede ilişkilendirip, başlığımızı; “Küresel Bir Kültür ve Sanat Başkenti Olarak İstanbul” , üst başlığı da; “Yerel Yönetimler ve Kültür “ olarak belirledik. Artık insan nüfusu şehirlere doğru akıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’nin nüfusu şehirlerde % 30-35 civarında, geri kalan kısmı ise kırsal bölgelerdeydi. Şimdi ise durum tersine döndü. Bu, yalnızca Türkiye’de bir şey değil, dünyanın bütün ülkelerinde gidişat bu şekilde. Hal böyle olunca, şehir üzerinde düşünmemiz, planlama yapmamız, şehir üzerinden hareket etmemiz gerektiğinin önemi bir kez daha vurgulamış oluyor. Gelelim “ Yerel Yönetimler ve Kültür “ başlığına… Yerel yönetimler, gün geçtikçe daha fazla önem kazanmaya başlıyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ndeki yaklaşım da bu doğrultuda. En son yerel yönetimler yasası ile özel idare, il genel meclisi ortadan kalktı. Her şey büyükşehire doğru endekslendi. Bunun anlamı; yasal olarak büyükşehirlerin daha aktif olduğunu, olması gerektiğini ortaya koyuyor. Bunun içindir ki; yerel yönetimler ve kültür ilişkisi, hiç kopmaması gereken, aksine kuvvetlenmesi gereken bir unsurdur. Biz yerel yönetimler deyince, elbette belediyeleri, ilçe belediyelerini, büyükşehir belediyelerini anlıyoruz. Bugün baktığımızda büyükşehir belediyesi çok yoğun bir şekilde kültürel etkinlikler planlıyor. İlçe belediyelerine baktığımızda onlar da benzer şekilde çalışıyor. Eskiden “Büyükşehir Belediyesi KültürSanat Sezonu” açılışı yapardı. Ama şu anda ben iki ilçemizi biliyorum: önce Eyüp Belediyesi Kültür Sanat sezonu açılışı yaptı. Ardından da Üsküdar Belediyesi bu açılışı düzenledi. Bu gerçekten güzel ve önem arz eden bir durumdur. Çünkü simgeler önemlidir. 88


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 7

Siz bir yığın kültürel etkinlikler yapabilirsiniz; fakat bunu bir başkanın, önemli kültürel şahısların da katıldığı bir açılışa dönüştürürseniz eğer baştan şu mesajı vermiş olursunuz: “Ben kültürü önemsiyorum, gerek etkinlik bazında, gerekse politik bazda”. Bunun için diğer delegelerimizin de kültür-sanat sezonunu bir açılışa dönüştürmelerini ve bu şekilde mesaj vermelerinin büyük yararı olduğunu düşünüyorum. “Kültür’ün Politikası olur mu?”. Bu çok konuşulan, çok tartışılan bir konu. Aslında bu soruyu soranların, iyi niyetli olmadıklarını düşünüyorum. Her şeyin politikası olduğu gibi, kültüründe politikası olur. Önemli olan bundan ne anladığınızdır. Bize yapmak istedikleri; kültürün politikası olmaz, siz kültürün alt yapısını hazırlayın, konferans salonlarınızı yapın, kültür merkezlerinizi yapın, kültürü de bize bırakın. Siz zaten kültürden anlamazsınız izlenimini veriyorlar. Mesela; medeniyet sahibi bir ülkenin dil politikası olur mu? Evet, olmalı. Bu kültürün temel unsurlarındandır. Bu politikayı Türkiye Cumhuriyeti için düşünürsek, tartışılır bir durum olur. Fakat gayretin olmadığı söylenemez. Nereden anladığımızı somuta indirgersek; Türkiye Cumhuriyeti Devleti yaklaşık 3-4 yıl önce Yunus Emre Vakfı diye bir vakıf kurdu ve bu vakıf bütün dünyada yaygınlaşmaya başladı. Yabancı ülkelerde Yunus Emre enstitüleri kurulmaya başlandı. Vakfın amacı: “Türkçe etrafında çalışmalar yapmak, kültürel etkinlikler düzenlemek ve Türkçe öğretmeye çalışmaktır. Bu zamana kadar Almanların Goethe Enstitüsü, İspanyolların Cervantes’i varken, bizim böyle bir kuruluşumuz yoktu. Demek ki; iyi-kötü bir dil politikamız var. Enstitünün çalışmaları oldukça iyi durumda ve yönetimi de çok sistemli. Vakfın Yönetim Kurulu Başkanı, Dışişleri Bakanı, Başkanvekili ve Kültür Bakanı hızlı bir çalışma içerisindeler. Demem o ki; iyi ya da kötü bir dil politikamızın olması gerektiğidir. Kültürel etkinliklerin alt yapısını oluşturmak için, kültür merkezleri, konferans salonları, etkinlik alanları meydana getirmek de bir politikadır. Ama politika sadece bundan ibaret değildir. Kültürel etkinliklerin nasıl yapılacağı da, bunu yapma arzusu da bir politika89


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

dır. Bunları yapmamak da bir politikadır. Dolaysıyla bizim kültür politikamız olmalıdır. İyi-kötü vardır ama eksiktir. Tartışılır üzerinde. Bu çerçevede şehirler, kendi politikalarını yapmalıdırlar. Türkiye Cumhuriyeti bir kültür politikası çizer ama bu çerçevenin altında şehirler; kendi hareketlerini, kendi politikalarını oluştururlar. Çünkü biz biliyoruz ki; her şehrin kısmen farklılıkları vardır. Buda doğaldır. Her şehrin kendi kültür politikasını, yerel yönetimler ve kültür ilişkisini, merkez hükümet ve kültür ilişkisini kurmak durumundadır. Şehir ve birey ilişkisini kurmadan şehirden bahsetmek mümkün değildir. Şehirde yaşayan insanlar, eğer şehirli hale gelmiyorsa, burada bir problem var demektir. Kültür, bireyi şehirli hale getiren unsurdur. Yani şehirde yaşayan insan şehirli gibi olacak. Bütün yaşamı ile şehirli gibi hareket edecek. Bundan dolayı şehir-kültür ilişkisini iyi kurmamız gerekir. Her şehir, bireysel bir kazanımdır. Şehrin birikimi, insanın ufkunu açar. Buna tarihten bir örnek vermek, konuyu daha iyi aydınlatmamızı sağlar. Tarihçi değilim; elbette ki tarih dersi vermek gibi bir niyetim de yok. Fakat Osmanlı ile ilgili bir rivâyet anlatılır. Bunun doğru ya da yanlışlığı önemli değil. Bildiğiniz gibi Osmanlı’yı kuran aşiret, Karakeçili Aşireti. Bu aşiret Moğol istilâsı nedeniyle Orta Asya’dan kaçar, bir müddet Van Gölü kıyısında Ahlat diye bir ilçemiz var, orada kalır. Ahlat, dünyanın en büyük Selçuklu mezarlığına sahip, çok ciddi bir kültürel mirasın sahibi ilçemizdir. Ardından, Ankara yakınlarına gelirler. Burada, aşiretin reisi Gündüz Alp(Süleyman Şah) vefat eder. Yine bir Türk töresine göre, yeni bir reis seçilinceye kadar eşi, Hayme Ana yerine vekâlet eder. Anlatılana göre; Hayme Ana’nın 4 çocuğu var. Hepsini yanına çağırır ve şu soruyu sorar: “Ey oğul, seni aşirete Bey yapsam, aşireti nereye götürürsün” der. İlk ikisi: “Moğol istilâsı geçti, geldiğimiz topraklara geri dönüp, tarım ve hayvancılıkla geçinip, gideriz”, diye söylediler. Hayme Ana’yı bu cevap tatmin etmez. Son umut, Ertuğrul Bey oğludur. O da: “ Ey Anacığım, deryaları aşıp, devlet olacağız” der. Bu cevap Hayme Ana’nın oldukça hoşuna gider. Lâkin, bunun aşiret tarafından kabul görmesi için, gelenek üzerine, aşiretin ileri gelenlerinin bulunduğu bir mecliste karara varılması gerekir. Aşiret top90


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 7

lanır, konu gündeme getirilir, tartışılır, müzâkere edilir ve bir anlaşmaya varılamaz. Aşiretin yarısı geldikleri yere geri döner, diğer yarısı da, Hayme Ana ve Ertuğrul Bey ile birlikte giderler. Tarihi kayıtlarda geri dönenler ile ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, muhtemelen geldikleri gibi geri dönmüşlerdir. Tarım ve hayvancılıkla geçinmişlerdir veya bir aşiretin buyruğu altına girmişlerdir. Tarih bize bunu söylemiyor. Ama bir hedef belirten, bir ufku olan Ertuğrul Bey’in çizdiği ufuk ile ilgili yönlenen aşiretin, neyi başaracağını hepimiz iyi biliyoruz(Osmanlı İmparatorluğunun kurulması). Dünya’nın en büyük devletini, en uzun süre yaşayan devletini kurmuşlardır. Yani diyeceğim şu ki:” Eğer ortaya koyduğunuz bir hedefiniz var ise, o hedef sizi bir yerlere götürür”. Bu sadece devlet başkanları için geçerli değil. Bir yönetici içinde, bir aile reisi için de, bir okul yöneticisi için de, herhangi bir şeyi yöneten insan için de geçerlidir. Hatta, birey için de. Demek ki; her daim ufkumuz, bakış açımız olacak. Tarih, sadece dün değildir. Tarih bugündür. Evet, dün yaşanmıştır. Fakat o dünler bugün ve geleceği temsil etmektedir. Tarihe bu şekilde bakmamızda büyük yarar vardır. Diyeceksiniz ki, bunu nereden çıkarıyorsunuz. Birçok örnek verilebilir ama ben size küçük bir örnek söyleyebilirim. Hemen karşımızda Yerebatan Sarnıcı var. Eski evlerin hepsinde sarnıç var mı? Evet var. Peki, sarnıç ne içindir? Yağmur sularının ve başka yerden gelen suların biriktirilmesi ve onu tekrar kullanmak amacıyla yapılmıştır. Yerebatan gibi büyük sarnıçların rolleri biraz daha farklı. Anadolu’da yaşayıp biraz eski olanlar daha iyi bilir. Birçok evde sarnıç vardır. Şimdi, buradan hareketle, bugüne yönelik bir proje geliştirebilir miyiz? Evet, bugün yağmur sularının hepsi heder oluyor. Neden? Çünkü, yağmur suları, çatıya giriyor çatıdan yere akıyor, yerden ya kanalizasyona yahut giderlere gidiyor, oradan da denize akıyor. Dolayısıyla, yağmur sularından biz istifade edemiyoruz. Yağmur sularından yalnız biz değil, toprak ve etrafımızdaki ağaçlar da istifade edemiyor. Çünkü sokaklarımızda, caddelerimizde toprak diye bir şey de kalmadı. Sarnıç’tan hareketle, bugünkü apartmanların, binaların, yağmur suyundan yararlanmayı öğrenip bir proje geliştirilebilir. Bu su en azından bir takım giderler91


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

de kullanılır. İşte size büyük bir su tasarrufu. Yani bu modernize edilebilir mi? Elbette edilebilir. Çok zor bir şey değil ama biz tarihi dün olarak görürsek, bu tür şeyleri çıkaramayız. Tarihe dündür, bugündür ve gelecektir yaklaşımı ile bakarsak birçok şeyi çıkarırız. Bir başka örnek daha. Mesela, burada Topkapı Sarayı ve Adalet Kulesi iki açıdan görülüyor. Ecdâdımız, bu kuleyi neden adalet ile sembolize etmiş, bunun altında ne yapılır. Bilirsiniz ki; divan toplanır. İmparatorluğun, devletin bütün kararları, bu kulenin altında alınır. Padişah katılmaz genelde, fakat genellikle kafes arkasından, divan toplantılarını izleyebilir. Buradan, adaletin ihtiyaç duyduğumuz bir kavram olduğunu, gerek devlette gerekse yönettiğiniz her yerde gereklidir. İşte alacağımız mesaj:” Şehrin bize verdiği mesajı bugüne taşıyabilmemiz için, bu bilgiyi bilmemiz gerekir”. Adalet üzerine saatlerce konuşabiliriz. Diyelim ki siz bir dostunuzu, misafirinizi, Topkapı Sarayı’na götürdünüz. Ona bir mesaj vereceksiniz. İşte, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun asıl ana felsefesini, neden Osmanlı Devletini uzun süre yaşadığını buradan izah edebilirsiniz. Sağlam bir temel üzerine anlatmış olursunuz anlatacaklarınızı ve çok ciddi mesajlarda verebilirsiniz. İşte bundan dolayı biz diyoruz ki; şehir bize mesaj verir, sadece bu mesajı nasıl alacağımızın yolunu, yöntemini bulmamız gerekir. Şehir, okumamız gereken açık bir kitaptır. Hemen yanı başımızda divan yolumuz var. Beşir Ayvazoğlu’nun bir kitabının adı da bunu taşımaktadır. Beşir Hoca: “Tarihi ezip geçmeyin” diyor. “Eğer oradan geçerken sağınıza solunuza bakmazsanız, tarihi ezip geçmiş oluyorsunuz” der. Bizim birçok değerimiz var. Kanuni de, Sinan da bir dehâdır. Sinan’ı ortaya çıkaran, onu keşfeden, ona eserler verdiren Kanuni önemli şahıslarımızdandır. Bizim bu dehalarımızı, günümüzde de keşfetmemizin ve onlara hizmet ettirmenin yollarını da bulmamız gerekir. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nun felsefesini bunlara bakarak açıklayabilirsiniz. Günümüzde biz, Mimar Sinan’ın çıraklık eserim dediği Şehzade Camisi’ni bile yapamıyoruz. Mütevazi, çok büyük işler başarmış, mimarlığı bütün dünyada kabul edilmiş kişi, in92


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 7

sani bir değerdir, erdemdir. Bunlar bize her zaman öğretici olmalıdır. Ne olursa olsun bunu da hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Yüreğimizde o eşsiz şehirlerin, uçsuz bucaksız derinliğini her zaman hissetmeliyiz. Şehir ne kadar bizlere bir şeyler anlatmaya çalışsa da, eğer onu anlayacak bir bakış açısı taşımıyorsak; nereye bakarsak bakalım hep aynı noktaları görürüz. Tarihini bilen toplumların şehre her baktığında içinde fırtınalar kopar. Daha basite indirgeyerek başka bir örnek verecek olursak şekeri hepimiz biliriz. Şekerden yapılan bir şeye bile biz bir kültür, derinlik ve anlam yüklemişiz. Haluk Dursun’ un “İstanbul’da Yaşama Sanatı” kitabında akide şekerinin ne anlama geldiğini izah eder. Kısa bir ifadeyle; divan toplantılarında eğer yeniçeri ağası akide şekeri ikram etmiş ise; “bağlılıklarımızı bildiririz efendim” diye tabir edilir. Çünkü Akide kelimesi inanmak anlamındadır. Bizler de, birisi yeni bir işyeri açtığında, bir yere ziyarete giderken akide şekerini daha çok tercih ederiz, çünkü akide şekerinde bir kültür vardır. Bugüne taşıdığımız her mesaj, geleceğimizin yapı taşlarını oluşturur. Küreselleşme bir olgu, itiraz etmiyoruz, elbette olumlu-olumsuz yönleri mevcuttur. Fakat, küreselleşmeyi bir denetim ve yönetim aracı olarak görenlere itirazımız var. Küreselleşme, yerel yönetim politikasını geliştirirken bile dikkate alınması gereken bir olgudur. Bu bize, plan, program, kültür politikası geliştirirken, kültürel etkinlikler düzenlerken küreselleşmeyi de dikkate almamız gerektiğini vurgulamaktadır. Bunun anlamı, diyelim ki; İstanbul’da yüzde 2-3 yabancı yaşıyor. O grubunda kültür ve sanata ihtiyaçları vardır. Onları da düşünerek kültürel etkinlikler planlamamız gerekir. Yalnızca kendi vatandaşlarımızı değil, yabancıları da beslememiz gerekir. Belki kültürel açıdan beslersek başka dönüşümlerde olabilir. Bir ülke dostu, bir İstanbul dostu haline gelebilirler. Artık bizde uluslararası kültürel etkinlikler, yapabilmeliyiz. Bu aşamada, bir insan; “ben İstanbul’da şu kültürel etkinliğe, şu festivale katılmak için gitmek-gelmek istiyorum” diyebilmelidir.

93


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Sayın Cumhurbaşkanımız, Marmara Üniversitesi’nin açılışında bir açıklama yaptı. Dünya’da coğrafi bir terim olarak Ortadoğu diye bir kavram yoktur. Asya var, Avrupa var ama Orta Doğu yoktur. Orta Doğu, bu bölgeyi bölmek, parçalamak, yönetmek için icat edilmiş çok sorunlu bir terimdir. Gerçekten de Orta Doğu diye bir coğrafi kavram yoktur. Bu da bizim için güzel bir ayrıntı oldu. Çünkü o vurguyu, bir takım Orta Doğu’daki devletlerin cetvel ile çizilmiş olan sınırlarına yaptı. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte problemler başlamış o halde, oraya dönüp, orayı iyi analiz edip, üniversite hocalarına da çağrıda bulundu. Bu konu üzerinde çalışılması gerektiğinin, iyi analiz edilip, bugün aynı hataları yapmamamızın mesajını vermiştir. İstanbul, arafta kalmış bir şehir değildir. Bize böyle yargıda bulunmasın kimse. İstanbul, hem Asya’yı hem Avrupa’yı; hem doğuyu hem batıyı kültürel olarak barındıran, tarihî birikimlerin havuzu olan bir şehrimizdir. Marmaray kazılarında bunu gördük. 8 bin yıldır hiç kesintiye uğramadan, biriken ve yaşayan bir yerdir. İstanbul, bir ilham ve aşk şehridir. Biz, tüm ibâdet mekânlarıyla, yazmalarıyla, câmileri, çeşmeleri, hanları, hamamları, kubbeleri, minareleri, külliyeleri ile İstanbul’un bir bütün olduğunu düşünüyoruz. Bunun bize miras olarak kaldığını düşünüyor ve bu kültürel mirası korumamız gerektiğinin sorumluluğunu taşıyoruz. Bazıları bu konuda diyorlar ki: “Roma eseri, Bizans eseri değil mi yıkalım”. Fatih Sultan Mehmet şehre girdiğinde nasıl davranmış? İşe, şehri koruma refleksini göstererek başlamış. Belki şehri görmeden bu düşüncesi yoktu ama şehri bizzat görünce, her şey değişmiş. Bir tartışma var. Biz diyoruz ki;”Bu kültürün tamamı bize mirastır”. Bazıları surları yıkalım, diye söylüyor. Ben de İbn Haldun’un mukaddimesini okurken böyle bir bilgiye rastladım. Halife Reşit Kısra, Yahya Bin Halid’e (Taklarını yıktırma konusunda hapsettirmiş olduğu bilgin) fikrini sorar. O da: “Yıktırma! Ey Müminlerin Emiri! Eskisi gibi bırak ki, bu eserleri görenler, senin atalarının bu gibi muhteşem abideleri yapan kavmin elinden devletlerini çekip alma kudretinin de olduğunu görsünler. Bu gerçekten bizim için 94


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 7

çok önemli. Yani buda İstanbul’a, Roma’dan, Fransa’dan gelen kültürel mirasın korunması gerektiğini ortaya koyuyor. İstanbul surları; Haliç Surları, Edirnekapı’dan başlayan karasuları ve deniz kısmı Marmara Surları diye ayrılır. Haliç ve Marmara Surları yapılışı itibarı ile zayıf surlarımızdır. Çünkü burada denizden gelen bir koruma vardır. Ama kara surları dünyanın en güçlü surları, onun için İstanbul’u uzun süre kimse fethedememiştir. Bence, biz surlarımızı güzel bir şekilde koruyup, eksiklerini giderip yapmamız lâzım ki; Fatih Sultan Mehmet’in ordusunun ne kadar güçlü bir ordu olduğunu gösterelim. İbn Haldun’un anektodunu önemseyip, kültürel mirası niçin korumamız gerektiğinin felsefesini iyi anlamamız gerekmektedir. İskender Pala’nın bir kitabında yahut konferansında yer alan bir cümle var. “Gerçekten kültür, dünyanın pek az şehrine İstanbul kadar yakışır”. İnanın böyle… Hepimiz bu bilgiyi içselleştiriyoruz. Şehir, kültür ve yerel yönetimler bağlamında entelektüel üretkenlik dediğimiz bir husus var. Bir toplumun, bir devletin gelişebilmesi için entelektüel üretkenlik çok stratejik unsur ve konudur. Eğer entelektüelleriniz varsa, sadece var olması yetmiyor, bunlar üretkenlik yapabiliyorsa, bu sizin kazancınız olarak ortaya çıkar. Bundan dolayı entelektüeller şehirde yaşarlar. Entelektüel üretkenlikte şehirde olur ama bunun için altyapınızın olması gerekir. Altyapı büyük ölçek de o şehri yönetenler, yerel yönetimler hazırlayacak. Gerçekten tarihe baktığımızda entelektüel üretkenliğin şehir bazında en çok olduğu yer İstanbul’dur. Örneğin; Pierre Loti diye bir şahıs gelmiş, İstanbul’da yaşamış ve biz Eyüp tepesine onun adını vermişiz. İstanbul’a gelen yazarlar, şairler bu şehir için birçok üretken işler yapmışlar. Gerek edebiyat, şiir anlamında; gerekse şehir gezisi izlenimleri anlamında sayısız eser bırakmışlardır. Bunun içindir ki; İstanbul’un üretkenliğini devam ettirmemiz gerekir. Belki özel projeler geliştirmemiz gerekir. İşte burada iş Büyükşehir Belediyeleri’nin. Çünkü bunlar kendiliğinden oluşan işler değiller. Şehrin alt yapısını buna uygun hazırlamamız gerekmektedir. 95


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

2010 yılında yaptığımız bir proje ile İstanbul’u üniversitelerde okutulacak bir ders haline getirdik. Bizler de valilik olarak bunun kitabını çıkardık. Dersi olan öğrencilere bu kitabı veriyoruz.(Şehir, Kültür ve İstanbul) Büyükşehir Belediyesi geçenlerde Kore’de bir etkinlik düzenledi. Davet üzerine ben de bir kısmına iştirak ettim. Kore ile zaten bir dostluğumuz bulunuyordu. Kültür bağlamında da bu dostluğu pekiştirmiş olduk. Gerçekten, kültür ile kuracağınız diplomatik ilişkiler kalıcı ve etkileyici oluyor. Çok iyi bir çalışma oldu. İşte bu da yerel bir politika, şehir politikasıdır. Bizim de bu politika üzerine yaptığımız bir şey var. Londra Belediyesi’nin kültür yöneticisi 2 sene önce, Dünya Şehirleri Kültür Forumu diye bir forum düşünmüş. Bu haber bir şekilde oradaki bir akademisyen aracılığı ile bana geldi. Bu durumda hemen bir vazife çıkararak, Londra Belediyesi’nin kültür müdürü ile temasa geçtim ve akabinde hemen bir oluşum başlattık. Küresel şehirlerin, kültür yöneticilerinin devletlerinden bağımsız olarak şehir bazında bir araya gelmeleri, küresel yerel yönetim ve kültür politikasıdır. Önce Shanghai’de bir çalışma grubu oluşturduk. Orada birkaç gün çalıştıktan sonra, ilk toplantımızı geçen yıl Londra’da yaptık. 13 şehrin kültür yöneticileri bir araya geldi. New York, Londra, Paris, Berlin vs. Kendimizi inşaa ederek bir örgüt ortaya çıkardık. Ardından ben hepsini İstanbul’a davet ettim. Küresel şehrin kültür müdürleri İstanbul’da toplandık. Üç gün boyunca forum ve çalışmalar yaptık. İstanbul’da onları ağırlamak güzel oldu. Çünkü İstanbul artık küresel ve kültür odaklı bir şehir. Bizler kültür başkenti diyoruz ama bunu inşaa etmemiz gerekir. Bunların hepsi yerel dinamikler ile olan şeyler, yerel dinamik olmadan bunları yapma şansımız yoktur. Yani sadece merkezi hükümetler politikayı çizecek ama yerel dinamikleri de harekete geçirmesini bilecek. Önümüzdeki kasım ayında Amsterdam’da toplanıyoruz fakat 25 şehri geçmeyeceğiz. Çünkü şehirleri doldurmamız gerekiyor. Kültürün birleştirici yönü de vardır. Ayrıştırıcı yönü de. Yani bir toplumu kültür birleştirebilir de ayrıştırabilir de. Birleştirici bir politika çizerseniz onları yok etmek anlamına gelmiyor 96


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 7

bu, bir de kültür ideoloji ilişkisini, kültür politikası olarak anlamamız lâzım. Biz genelde niye kültür politikasına karşı çıkarız, tamamen ideolojiye büründürürüz kültür politikamızı? Bunu söylediğiniz gibi sorunları ortaya çıkar. Çevre geniş olmalı. Kendine güvenen bir kültür başka şeylerden korkmaz.

97


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-8


“Metropollerde Yönetişim” Prof. Dr. Adem Esen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Kurucu Rektörü İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi

Sabahattin Hoca, benim doktora danışmanımdı. İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nin kurucu rektörlüğünü yapmak da bana nasip oldu. Üniversite’de özellikle çalışan personele yönelik olarak, üç yüksek lisans programı açtık. İlki “Katılım Bankacılığı” yani İslami finans ile ilgili bir program oldu. Bir dönemde elli öğrenci alıyorduk. Öğrencilerimizin hepsi katılım bankalarında çalışan arkadaşlarımızdan oluşmaktaydı. Teoriden ziyade pratiği daha çok isteyen arkadaşlarımızdı. Bir başka grup da; “Eğitim, Öğretim ve Denetim” programında eğitim almaktaydılar. Bu programımız da öğretmenlere yönelikti. Bu grubumuzda İstanbul’da görev yapan birçok tecrübeli öğretmen arkadaşımız bulunmaktaydı ve ben kendilerinden çok yararlandığımı söyleyebilirim. Bu faydalanma, benim onlara dersleri anlatmam ile gerçekleşti. Ben de böylelikle o tecrübeleri edinmiş oldum. Bir başka grup ise belediyelere yönelik açtığımız programa katıldılar. Türkiye Belediyeler Birliği (TBB), belediye mensuplarına yönelik olarak açılan yüksek lisans programlarını desteklemektedir. Bu çerçevede İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde bir program 99


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

oluşturuldu. Ankara’da da zannedersem birkaç üniversitede bu bölüm var. Bu programımızda farklı belediyelerden, farklı kademelerden arkadaşlarımız bulunuyor. Ben de bu bölümde verilen dersleri başından beri takip ediyorum. Aynı zamanda ders de veriyorum. Bir müddet sonra dersleri onların İnisiyatifine bırakıyorum. Çünkü bir süre sonra birbirlerinden o kadar etkileniyorlar ki bu teoriden daha önemli bir durum haline geliyor. Teori belli bir yere kadar götürmektedir. Teoriye ihtiyacımız olduğu kadar kendi içimizde neler olduğuna da bakmamız gerekiyor. Neden yönetişim konusunu seçtiğime de biraz değinmek istiyorum. Türkiye’de son yıllarda yerel yönetimler konusunda ciddi gelişmeler oldu. Biliyorsunuz yeni kanunlar çıktı: Belediyeler Kanunu, Büyükşehir Kanunu, İl Özel İdareleri Kanunu, Mali Mevzuatı ilgilendiren 5018 sayılı kanun gibi. Yine Türkiye, Avrupa Birliği’ne uyum kapsamında bir müzakere sürecine girdi. Bunun 33 faslı var ve bu fasıllarda da belirli tedbirler alındı. Bu kadar hızlı bir yasalaşma ve mevzuatta düzenleme süreci gerçekleşti. Son olarak 6360 sayılı kanun çıkarıldı. “Bunların ne gibi yansımaları olacak? Acaba bunların problemleri arttı mı, azaldı mı” bu sorunun kritiğini yapacağız. Metropoller hayatımızın parçası oldu. Ben, 1999-2009 yılları arasında Konya’da, Selçuklu Belediyesi’nde İlçe Belediye Başkanlığı yaptım. Selçuklu, Konya’nın üç merkez ilçesindendir. Küçük belediyeleri geliştirmek için belki tedbirler alınabilir. Bu işin farklı bir boyutudur. Peki, bu metropollerde biz temel hizmetleri nasıl sunuyoruz? Şimdi bunun klasik yönetim mantığında böyle gitmediğini görüyoruz. O zaman yeni bir kavrama ihtiyacımız oluyor. Bu da yönetişim kavramıdır. Hükümet ve belediye metrolar da çok başarılı. Yönetişim zaafiyeti mi var ki; bazen kurumlar arasında iletişim sıkıntısı oluyor ya da çözüm sıkıntısından dolayı bazı şeyleri yapamıyoruz. Bu da günlük hayatımızı etkiliyor. Acaba kuvvetler ayrılığı demek hiç yönetişime girmemek mi? Bunları yorumlarken çok teorik kalıyoruz. Kimi zaman yöneticiler ve bürokratlar arasında sorunlar çıkabiliyor. Burada yönetişimle ilgili acaba nerede aksaklık olabilir? Bu konularla ilgili bir düşünce alışverişi yapmak istiyorum. Metropoller neden önemli bundan başlamak istiyorum? Dünya ekonomisine devletler değil metropoller hâkim. Ayrıca Metropoller, ulusal gelir içinde önemli bir paya sahipler. Biliyorsunuz 100


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 8

ki; İstanbul, Türkiye nüfusunun yüzde 20’si kadardır. Türkiye gelirinin ise; yüzde 45’i kadardır. Şu anda kaynak burada olduğu için insanlar için de bir çekim merkezi durumundadır. Metropoller, yabancı sermaye çekmektedir. Peki, dünya ekonomisine hâkim olduklarına göre bu manada sorumlulukları nelerdir? Yeni ilişkilerde, uzmanlık alanlarında ve güç dengelerinin dağılımında değişmeler nelerdir? Biliyorsunuz son GOLD Raporu yayınlandı. O raporun sonunda metropoliten governance (yönetişim) diye güzel bir konu var. O raporu incelemek gerekiyor. WALD’ın düzenlediği bir toplantıda Kadir Topbaş kentsel dönüşümde İnsani Ölçekli Yaşam Standardı’nı öngören sistemin ortaya konulmasının gerektiğini belirtti. Özellikle birtakım bakanlıkların, kurumların İstanbul’da plan yapma yetkisi kaldırılmalı. Tek yönetim, tek anlayış bu noktada toplanmalı. İstanbul’da yapılan birçok yapının faturası yerel yönetime kesiliyor. Yerel yönetim tarafından yapıldığı zannedilmektedir. Bunların doğru olmadığını, kalkıp da birçok yerde söyleme imkânımız olmuyor. Burada kent bütünlüğünü; katılımcı, şeffaf yönetim anlayışı ile geleceğe hazırlayabiliriz. Merkezi hükümet ile yerel yönetimlerin büyük bir kısmı aynı partiye sahip. Türkiye’de bunun dezavantajları olabilir. Bir akademisyen olarak bunu tartışabiliriz ama bu uygulamada büyük bir avantaj sağlıyor. Onları da tabi bir an önce çözmek, daha doğrusu belli bir sisteme oturtmak gerekir. Önemli olan sistemi güzel kurup, süreci güzel idare etme meselesidir.

Metropoller Nasıl Yönetiliyor? Metropoller, çoğunlukla heterojen olan nüfuslarının yerel ihtiyaçlarını karşılamak için; planlama, stratejik yönetim, yetki düzenlemesi yapmak zorundadırlar. Küçük beldelerde nüfus daha homojendir. Temel hizmetler; doğrudan bir veya birden fazla kamu, özel girişim veya değişik sözleşme şekilleriyle, toplumsal organizasyonlara, mikro işletmelere yetkilendirilmiş olabilir. Buradan yönetişim kavramına geçmek istiyorum. Bu kavramın çıkış noktası governance de101


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

diğimiz –Türkçe de kurumsal yönetim diye bilinir- kurumsal yönetişim şeklinde ortaya çıkmış. Bu kavram; işletmeci arkadaşların, halka açık şirketlerde hisse senedi alanların haklarını ve sorumluluklarını korumak, şirket yöneticileri ve CEO’ları ile şirketteki hissedarların karşılıklı menfaatlerini düzenlemek için ortaya çıkmış bir kavramdır.

Kurumsal Yönetimin İlkeleri Nelerdir? Kurumsal yönetim anlayışında, temel unsur olarak uluslararası alanda; adillik, sorumluluk, şeffaflık ve hesap verebilirlik olarak adlandırılan dört temel unsur belirlenmiş. Zaten diğer alanlarda da literatüre baktığınız zaman, bunları 8’e kadar çıkarabiliyorsunuz. Kurumsal Yönetim’in bu 4 unsuru performans ölçümü geliştirilmesi esasına bağlı olarak, birbirleriyle ilişkilendirilmekte ve böylece şirketlerin hissedarları için değer yaratmakta, hem de toplumsal değerlerle uyumlu çalışabilmektedir. Adillik mesela; burada şirket yönetiminin, bu şirketle ilgili bütün hak sahiplerine karşı eşit davranılmasını söylemektedir. Bu ilke azınlık hissedarlar ve yabancı ortaklar da dâhil olmak üzere bütün hissedar haklarının korunmasını ifade etmektedir. Sorumluluk, şeffaflık, hesap verebilirlik kavramlarını biz kamu için biraz daha farklı yorumlarız. Sonuçta bunlar biraz etik ilkeler. Burada bir siyaset sosyoloğundan görüş aldık. Diyor ki: “Aşırı hukukçuluk taslayan tavrından ötürü güç olgusundan imtina eden bir siyaset, gerçek anlamda siyaset olmaktan çıkmaktadır”. Herhalde daha çok hukuka vurgu anlamında söylemiş. Önemli olan somut sorunları çözme yeteneğine sahip, toplumsal çatışmaları gidermeyi başaran, toplum için gerekli olan değişiklikleri gerçekleştirmeye müsait, bir siyasal rejimle donatılmış olmasıdır. Hukukun üstünlüğü, insan hakları temel kavramlarındandır ve buna uymak gerekir. Çünkü buna herkesin ihtiyacı var. Aksi takdirde bunun faturasını herkes çekiyor. Tramvay geç oluyor, metro geç yapılıyor. 102


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 8

Onun değişik maliyetleri var. Alternatif maliyetlerine katlanıyoruz, çok ödemeler yapıyoruz. Dolayısıyla idari organizasyonun; ülkenin iktisat, siyasi, sosyal ve kültürel gelişmelerine ayak uydurması hatta bunları geliştirmesi beklenir. Yani bir idari organizasyon yapıyorsanız ülkenin gidişatına uygun olması gerekir. Aksi takdirde idare milletin önünde ekonomik ve sosyal-kültürel gelişmenin önünde engel olur. Dolayısıyla idarenin de ekonomik gelişmelere ayak uydurması gerekir. AB uyum sürecindeki düzenlemelerin izlenmesi, mevzuatta kalmayıp, uygulamalarda etkin olması üzerinde durulmalıdır. Biliyorsunuz AB uyum sürecinde tüketici hakları konusunda bir düzenleme var. Gıda denetimi ve gıda güvenliği ile ilgili. Biz yüksek lisans öğrencileriyle; “Acaba gıda denetimini halkımız ne kadar ciddi görüyor” diye bir anket yaptık. Büyük bir oranda gıda denetimi konusunda bir eksiklik gözüküyor. Gıda denetimi konusunda yetkililer başarılı değil. AB uyum sürecinde, bu hükümetlere bırakılmış. Biliyorsunuz ülkemizde kanun eksikliği vardı. Hatta bu konuda düzenlemeler yapıldı. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı üzerine aldı ama bu teşkilatlanmayı kısa sürede yapamadı. Ben eski belediyeci olarak o teşkilatın yerel yönetimlerdeki çalışmayı denetlemesinin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Sonuçta bu bölgenin zabıtası daha iyi bilir. Bunu da bakanlık denetlesin. Burada ciddi sıkıntımız var. AB sürecinde bunu iç mevzuata bıraktı ama iç mevzuatta meclis vazifesini yaptı. Demek ki düzenlemede sıkıntı var. Bunun bir şekilde açılması gerekir. Bu kolay olmuyor çünkü bakanlık bu manada yetkisini devretmiyor. Bildiğim kadar İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin büyük bir laboratuvarı var. Ama fazla kullanılmıyor. Neden çünkü yetkisi alındı diye biliyorum. Orada ileri makineler, ekipleri de var ama maalesef merkezi yönetim bütün sorumluluğu aldığı için o da yapamıyor. İşte bu da önemli bir konudur. Eksikleri biliyoruz. Yönetişim problemi de var. Sıkıntıyı biz yaşıyoruz. Toplumun refah düzeyi düşüyor. Çünkü maliyet artıyor. Şehirlerde üretilen belediye hizmetlerinin etkinlik ve maliyet açısından değerlendirilmesi örneğin; katı atık yönetiminin optimal ölçeği ile temizlik işleri aynı değil. Hem yöneticiler, hem idareciler, 103


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

hem de akademik çevreler olarak en büyük eksiğimiz, ampirik çalışmalarımızın eksik olmasıdır. Oysa felsefi çalışmalarımız oluyor. Çünkü masa başında kolay oluyor, düzenliyoruz. Ama sahada durum nedir? Bunların ampirik çalışma haline getirilmesi en büyük eksiklik. Eğer su, temizlik ve enerjide kümelenme varsa; bunun etkileri üretimde ve hizmetlerin sunulmasında görülecektir. Bakın şimdi 6360 sayılı kanun çıktı. Anadolu’da, 30 ilde büyükşehir belediyesinin sınırları, vilayet sınırları haline getirildi ve buralardaki belediye hizmetleri büyükşehir ve ilçelere devredildi. Özel İdareler kaldırıldı. Köyler, mahalle haline getirildi. Bir yerel yönetim birimi olan köy mahalleye dönüştü. Mahalle biliyorsunuz Türk sisteminde bir yerel yönetim birimi ama anayasal değil. Anayasa’da yerel yönetimler sayılırken, bildiğiniz gibi mahalleler sayılmamış. Türk geleneğinde mahalleler teşkilattır. Yerel yönetimde, şu ya da bu şekilde fonksiyonları vardır. 6360 sayılı kanunu ile bu belediyeler birleşti. Hizmet maliyetlerinde azalma oldu. Bunun kısa sürede incelenmesi zordur. Zamana ihtiyaç oldu ama burada bu ampirik çalışmaları yapmak gerekiyordu. Türkiye için çalışmalara var mı dedik ama daha önce biliyorsunuz İstanbul, Kocaeli Belediye sınırları vilayet sınırı oldu. Şimdi burada hizmetler nasıl değişti? Bununla ilgili fazla çalışma görmedim. Böyle bir çalışma varsa bana iletin. Bu ampirik (deneysel) çalışmaları yapmamız gerekiyor. Özellikle bu iktisadi ve işletmecilik analizlerini yapabilmek için buna ihtiyacımız var. Yoksa biraz teorik kalıyor.

Yönetişim Aslında yönetişim bu anlamda ilkeleri ve yönetişim kavramı turnusol kağıdı gibi bize bazı problemleri net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu bakımdan yönetici kavramını yani ideoloji ne olursa olsun kullanmakta fayda var. Çünkü bazı kriterler olacak ki ölçümleme yapılabilsin. Mesela; kentsel dönüşüm. Büyükşehir Belediyesi işin içinde ne kadar var? İlçe Belediyeleri ne kadar var? TOKİ neresinde? Dernek104


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 8

ler neresinde? STK’lar neresinde? Piyasa bunun neresinde? Dolayısıyla bu yönetişim ilkelerini ele aldığımızda turnusol kağıdı gibi değerlendirme imkânı buluyoruz.

Hizmetlerin Optimal Ölçeğiyle, Yerel Metropoliten Düzenlemeler Arasındaki Uygunluğun Ölçülmesi Bir hizmet sunumunda yönetim organizasyonunun çok merkezileştirilmesi veya etkin olması için karmaşık hale gelmesi veya ücra köşelere hizmet götürülmesi için geniş bir idarî teşkilat kurulması… Bakın israfa… Onun için bunların teorik veya felsefi temelinden ziyade ampirik araştırmalarının yapılması, konuyu daha uygun hale getirecek. Bu konuda Konya örneğini vermek istiyorum. Bir taraftan bir tarafa Konya’nın arazi yapısı 400 km civarında. Burada ulaşımı daha çok belediyenin yaptığını düşünün. Nitekim öyle problemler daha çok gündeme geliyor. Neden? Çünkü 100 km’ye siz ulaşım amacıyla araç kaldırmanız gerekmektedir. Bizim toplumsal beklentimiz nedir? Belediye yapsın, devlet yapsın, biz daha ucuza mâl edelim. Vatandaş bazı alışkanlıklarını, belediye ve devlete mâl ediyor. Bunların hepsi maliyeti arttırıyor. Bir tarafta toplanma, kümelenme pozitifken; diğer tarafta negatif etkileri daha fazla olabiliyor.

Metropoliten Yönetim Yapılanmasında Etkili Olan Faktörler Biliyorsunuz su havzaları ile ilgili yeni düzenlemeler yapıldı. Türkiye’de 7 bin 500 civarında su havzası var. Orman Bakanlığı tarafından bunlarla ilgili havza yönetimleri çıkarıldı. Bunlar önümüzdeki günlerde belediyenin yönetimini oldukça etkileyecek. Çünkü su havzası olduğuna göre; siz imar yetkinizi belirli noktalarda sınırlandırmış oluyorsunuz. Bugüne kadar su problemleri gündeme geliyordu ama bundan sonra bu problem havzalarla birlikte gelecek. 105


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Çünkü çevre konusu daha ön plandadır. Metropollerde topografya daha etkili olmaya başladı. Yerel ve bölgesel tercihler, deney ve işgücü imkânlarımız, diğer yönetimlerle ilişkiler, hepsi yönetim yapılanması ile etkilidir. Politik liderliğin vizyonu bunlar. O vizyon bizi etkiliyor. Yerel işbirliği kültürü, bizim için eleştirilecek husus. Bu konuda az geliştik, bunu daha geliştirmemiz gerekiyor.

Kurumsal Mali ve Finansal Araçlar, Kurumsal İnovasyon (yenileşim) Kapasitesi ve Coğrafi Sosyal Özellikler Yönetişim kavramı ile ilgili biraz eski olacak ama 9. Kalkınma Planı hazırlanmış. Bu bir özel ihtisas konu raporudur. Devlet Planlama Teşkilatı tarafından yapılmıştır. Türkçe’de yazılmış kaynaklardan birisi. Arzu edenler bakabilir. Temel ilkeler açıklık, saydamlık, hesap verebilirlik, katılımcılık, etkililik, tutarlılıktır. Ayrıca öngörülebilirlik, hukukun üstünlüğü, stratejik planlama gibi birçok ilkeyi de ilave edebiliriz veya 5 şekilde tutarız, diğerlerini içine atarız. Burada bu komisyon raporu yayınlandığında kamu denetçiliği şu kanaate varmış: “Son dönemde çıkarılan mevzuatta yönetişim altyapısının kurulduğu görülmekle birlikte, uygulamada bazı sorun alanlarının varlığını karşımıza çıkarmaktadır. Her şeyden önce bu konuda toplumsal mutabakat henüz sağlanamamıştır ve sistemin işleyişini gözetecek mekanizmalar da mevcut değildir”. Yönetişim günümüz Türk Kamu Yönetimi’nde devlet tarafından genel yaklaşım olarak kabul edildiğine göre yönetişimin tüm ilkelerinin hayata geçirilmesi ve sistemin etkili olarak işleyebilmesi için gerekli mekanizmaların kurulmasına yönelik bazı adımların atılması gerekli görülmektedir, denilmiş. Ama kısa sürede her şeyin, özerk ve insana bağlı olan davranışların, kısa sürede değişmesi çok zor. Fakat yasal altyapı olarak, Türkiye’deki sistem o kadar eksik değil. Sadece genel kültür ve davranışlarda değişme olması gerekir. 106


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 8

Metropoliten yönetime, yani dünyadaki metropollerin yönetimine baktığımızda; bölümlenmiş, birleşik iki kademeli, birleşik ve gönüllü işbirlikleri olarak 4 tür metropoliten yönetişim şekli var. Bölümlenmiş olanlarda metropoliten olarak çok sayıda yerel yönetim ya da özerk kurumlar var. Her biri kendi alanında sınırlanmış, belli hizmetler veriyorlar. Mesela; Texas’ta 790 idare ve özel bölge var. Chicago’da 464 belediye ve mahalle var. Yani çok bölümlendiğini görüyoruz. Bu manada tamamen bir sisteme avantajlı ya da dezavantajlı demek yanlıştır. Böyle bir bölümlenmiş şekil ABD’de tutuyor fakat bunun Türkiye’de tutması zor. Ülkelerin yapıları farklıdır. Bu yapıları formel yapı olarak algılamıyorum. Beşeri yapılardan tutun informel yapıya kadar bunlar etken olan hususlar. Bir başka husus birleşik yönetimdir. Bu yönetimde metropoliten idareler genellikle iki veya daha fazla düşük kademeli belediyelerin bir araya gelmesi ile oluşmaktadır. 2-3 belediye bir araya geliyor ve bir yapı kuruluyor. Genellikle stratejik, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel özelliğe sahip, özel statülü başkentlerde görülüyor. Bu yönetiminde avantajı ve dezavantajı var. Bir model mutlak iyi ya da kötü diye bir önyargı kötüdür.

İki Kademeli Birleşik Yönetişim Bu tür yönetimde, üst idare geniş bir alanı içine alır ve alt düzeyde belediyeler bulunur. Üst düzeyde ulaşım ve planlaşma vesaire vardır. Alt düzey ise çevre hizmetlerinden sorumludur. Türk sistemi buna uygundur. Taşrada, belediye başkanlığı yaptım. İstanbul ile ilgili düzeni farklılaştırmak gerekir. Burada ekonomik ya da mali kaynakların merkezi yönetim ile yerel yönetimlerin arasında paylaşılması önem taşıyor. Belediyeler, hangi mali kaynakları kullanacaklar? Merkezi yönetim ne olacak? Sonra hizmetlere erişim ve şeffaflığı söyleyenler oluyor. “Yerel 107


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

yönetimlere ne gerek var” diyenler oluyor. O zaman şeffaflık sağlayamazsınız, hizmetlere ulaşım sağlayamazsınız. Onun için yerel yönetimler olacak.

Gönüllü İşbirlikleri Minimal yönetim düzenlenmesi olarak adlandırılmaktadır. Metropol alanında informel konulu toplantılar, dernekler veya kurumlararası yapılar, bu tür oluşumlar İspanya, İtalya ve Fransa’da mevcuttur. Türkiye’de, 5393 sayılı kanunda belediye hizmetine gönüllü katılım diye bir husus bulunmaktadır. Benim izlediğim kadarıyla buna katılım çok fazla değil. Çünkü bizim STK’larımız daha cılız ve mali kaynakları yeterli değil.

Özel Amaçlı Kurum ve Kuruluşlar Bunlar çok önemli. Burada belediyeler bazı görevlerini diğer kamu kuruluşları, özel sektör işletmeleri ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlarla yerine getirmektedirler. Bunların hiçbiri seçimle iş başına gelmemekte ve seçimlerde hesap verme zorunlulukları yoktur. Peki, nasıl oluyor? STK’lar biraz eski bilgiler ama İngiltere’de otonom benzeri, yerel Quango sayısı 5 bin civarında. Bunlar ulusal hükümetin görev verdiği ancak hükümet birimi olmayan organlardır. Bunların, NDPB olarak bilinen türleri var. Harcamaları 24 milyon pound, eleman sayıları ise 30 bin civarındadır. Daha geniş anlamıyla kamu hizmetleri veya politikaları geliştirme, yürütme veya sunma ile sorumludurlar. Nisan 2000 tarihinden itibaren Quango sayıları, eğitim kurumları, vakıf okulları, şehir-teknoloji kolejleri ile ilgili bir sürü rakam var, kaynaktan bakabilirsiniz. Bunlar seçimle işbaşına gelmiyorlar, atanıyorlar.

108


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 8

Yerel Yönetişim Önceleri yönetim ile yönetişim aynı anlamda kullanılmaktaydı. Yönetim sürecini anlamaya yardım etmektedir. Yerel yönetişim farklı stratejileri kullanarak, değişik sorunlarla ilgili esnek paydaşlıkta resmi ve gayri resmi organlarla birlikteliği ifade eder. Yerel yönetişim, tek bir otoriteye belirli bir hizmet tedariki veya yeni yapıların kurulmasına dayanmayıp farklı şekiller ve farklı çalışmalar bir araya getirilmesi ile olur. Yani tek kişi ile değil grup ile olur. Yaklaşım esnekliği esastır. Özel sektör ile kamu sektörü arasındaki sınırlar artan biçimde belirsizleştiğinden artık geleneksel hiyerarşik ve bürokratik yaklaşımlar yeterli olmamaktadır. Bunun için Türk toplumunun çıkarlarını ilgilendiren organizasyonel sınırların kesiştiği, yeni usullere ihtiyaç duyulmaktadır.

Yerel Yönetişim 2 Bakın İngiltere’de İşçi Partisi iktidarı yönetiminde bölgeler oluşturulmuştur. Aslında bunun, Türk sistemine baktığımız zaman çeşitli yansımalarını görebiliriz. Yani bizim belediyecilik sistemimizden söz ediyorum.

Yerel yönetişim 3 Yerel yönetişimin dört temel özelliğinden bahsediyoruz. Organizasyonlar, karşılıklı dayanışma, yönetişim, gayri resmi örgütleri de kapsadığından yönetime göre daha geniş kapsamlıdır. Kamu, özel ve gönüllü sektörler arasındaki sınırlar değişmekte ve birbirine yaklaşmaktadır. Bu şekilde kurumlar birbirine daha çok bağlı olarak çalışmış olacak. Ama öncelikle o kültürü geliştirmememiz gerekiyor. 109


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Yerel yönetişim 4 Gruplarla üyeler arasında sürekli etkileşim, kaynak değişimi ve paylaşılan amaçların müzakeresi, devamlı ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Türkiye’deki en büyük sıkıntılardan biri de budur. Aslında biraz da pratikteki yaşadıklarıma dayanarak söylüyorum. Kurumlara bu manada bilgi edinme yasası çıktı. Bu önemli bir faktör fakat buna rağmen kurumlar bazen birbirlerine bilgi sunmakta çok cimri davranıyorlar. Durumu biraz daha aktif hale getirmek gerekir. Bu biraz kültürümüzü ya da yönetim anlayışımızı değiştirmemizle ilgili yoksa kanunlar müsait, adam size bilgi vermeyebiliyor. Valiliklerde il koordinasyon kurumları vardır. Bunları daha fonksiyonel hale getirmek gerekir. Bunlar ne yapar? Valinin, başkanlığını toplar. Şehrin problemlerini, yatırımlarını masaya yatırırlar. Çoğu zaman sembolik kalıyor. Sembolik kaldığı için üst düzey yetkililerin katılımı da azalıyor. Oysa metropollerde yönetişimi tetikleyecek temel unsurlardan birisidir. Bence o tür koordinasyon kurumlarının daha fonksiyonel çalışması ve yasal bir zemine oturtulmaktan ziyade; onunla ilgili yasal bir düzenleme yapılması gerekmektedir.

Devletlerin Önemli Derecede Özerk Olması Burada özerk derken devletin paylaştığı kaynaktan bahsedilmektedir. Bu ağlar kendi adlarına çalıştıklarından devlete karşı sorumlu değildir. Devlet dolaylı biçimde ve düzgün çalışmadıklarında müdahale edebilmektedir. Mesela; İngiltere’deki bu tür oluşumlardan bahsedilmiş. Yine toplumsal yönetişim kavramı üzerinde duruluyor. Paydaşlık ve gruplar, yönetişimde çok önem taşıyor. İstanbul’daki merkezi yerel yönetim, STK’lar, sanayi odaları, borsalar, uluslararası şirketleri biliyorsunuz. Yine kanaatimce Türkiye’de son dönemde iç denetim ile ilgi110


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 8

li 5018 sayılı kanunda belediyelerde denetim komisyonları oluşturuldu. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı aslında iç denetimin yani devletin genel denetiminin bu konularda aktif hale gelmesi gerekir. O halde bu tür üst denetim kurumlarının bir denetim mekanizması konusunda hassasiyet oluşturulması gerekiyor. Mesela; AB uyum sürecinde bizim asansörlerde, CE belgesi alma zorunluluğu getirildi. Hükümette onu geciktirdi. Şimdi Konya’da Selçuklu civarında çok asansör vardı. Ben de asansörcülere şu CE meselesine dikkat edin dedim. Fakat o arada akreditasyon problemi çıktı. Çünkü CE belgesi diyorsunuz ama CE belgesi almak için bir akreditasyon kurumuna ihtiyaç var. Orada problem var. İşadamlarının da bu konuda makul gerekçeleri var. Kanun bir sene uzatıldıktan sonra yürürlüğe girdi. Geldiler bize dediler ki: “Akredite olamıyoruz. Çok büyük paralar dönüyor. Küçük KOBİ’lerin paraları yok”. Dedim ne yapalım kanunu uygulayacağız. Çünkü biz sorumluluğa giriyoruz. Yabancılar, Türk piyasasını işgal ediyor. Yabancılar geliyor sizin piyasanıza at koşturmaya alışıyor. Neyse biz biraz daha sıkı durduk ve bir müddet sonra bizim Konya bölgesindeki asansörcülerin şehirlerde daha etkili olduklarını gördük. Yatırımcının önünü açmak gerek aksi takdirde konacak her kural tepki görür, kabul görmez. Aşırı hukukçuluk vurgusu doğru değil ama çağdaş normlara da yönetimimizin ulaşması gerekir. Bu bakımdan iş çevrelerinde kanaatimce bu yönetişim ve kurallara uymamak gibi bir tercih var. Toplum kuralları uygulamak için yeterli zemin bulunmaması, otorite yoksa, buna bağlı iktidar yoksa sorumluluk iyi insanların üstünde kalıyor öbürleri işi götürüyorlar. Amacımız genel olarak Metropolde yönetişim konusunda bilgi vermekti. Bahsettiğim gibi daha 100 -150 slaytımız var. İstanbul goverments ile ilgili arzu edenlerle paylaşabilirim.

111


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-9


Katılımcı Yerel Demokrasi Bağlamında Belediye Meclisleri Doç. Dr. Tarkan Oktay İstanbul Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi

Antik çağlardan itibaren en temel siyasi konulardan biri; yönetimdir. En iyi yönetim şekli nedir? İnsanlar nasıl yönetilmeli? Devletler nasıl yönetilmeli? Çok ilginçtir, 19. ve 18. yüzyıla kadar birçok arayış var. 19. ve 18. yy’dan sonra gerçekten önemli bir kırılma oluyor. Demokrasinin giderek biz yükselişini görüyoruz. Bu da sosyal, ekonomik, toplumsal ve siyasi değişmeleri beraberinde getiriyor. Git gide demokrasinin yükselişiyle birlikte, artık demokrasi kavramının günümüzde bir ideal kavram haline geldiğini görüyoruz. Rejimler, insanlar, gruplar, STK’lar başta olmak üzere artık herkes kendini bu ideal kavrama göre tanımlıyor. Yani ne kadar demokrat olduğu veya olmadığı konusunda söylemler geliştiriyor, mekanizmalar uyguluyor. Toplumlar geliştikçe insanlar mevcut yönetim düzeyiyle yetinmiyorlar. Toplum, “O yönetim düzeyini 113


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

acaba daha ileriye nasıl ulaştırabiliriz” arayışı içinde oluyor. Bugün demokrasi türleri dediğimiz zaman, herhangi bir basit araştırma yaptığımızda yaklaşık 20’ye yakın demokrasi türüyle karşılaşmamız mümkün. Aslında bunları kabaca ayırabiliriz; Doğrudan Demokrasi diyoruz, Temsili Demokrasi, Parlamenter sistem birde Yarı Doğrudan Demokrasiler var. Fakat günümüzde herkesin Demokrasi ve Siyasal sisteme bakışına göre de farklı tanımlamalar bulunmaktadır. Radikal Demokrasi, Militan Demokrasi, Katılımcı Yerel Demokrasi, Müzakereci Demokrasi bunları çoğaltabiliriz. Fakat sonuç şu herkes demokrasiyi mevcut demokrasi düzenini oldukça geliştirmek yönünde bir çaba içinde. Bu çaba özellikle sivil alandan geliyor. Halktan vatandaşlardan gelen çabayı biz görüyoruz. Bugün onlarca ülkede, belki de yüzlerce ülkede bulunan demokrasiden bahsediyoruz. Takdir edersiniz ki aynı kıtalarda dahil benzer zannettiğimiz birçok ülkede, siyasal sistemlerin, yerel yönetim sistemlerinin birbirinden oldukça farklı olduğunu görebiliyoruz. Bu farklılığın temel nedeni; her ülkenin tarihi, ekonomik, sosyal gelişiminin birbirinden farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Günümüzde bu konuda düşünülmesi gereken temel nokta; katılımcı yerel demokrasi ve katılımcı demokrasi bağlamında artık insanların sadece seçimlerle sınırlı kalmayıp daha aktif rol oynamak istemeleridir. STK’larda ve meslek örgütlerinde bu doğrultuda bir arayış var. Temsili demokrasi, artık toplumun problemlerini çözmüyor, yetersiz kalıyor ve risk yönetimini yapamıyor. Bu sefer karşımıza, “Demokrasiyi daha demokratik hale nasıl getirebiliriz?” sorusu çıkıyor. Günümüz dünyasında, siyasetin odağında; devlet, siyasal kurumlar veya yerel yönetimlerden daha ziyade vatandaşların bizzat siyasetin içinde yer almalarını sağlayacak çeşitli mekanizmalarla, bunlara doğru giden bir sistem var. Dünyada katılımcı yerel demokrasiyi besleyen bazı faktörler var. Bunlara şöyle bir bakmakta fayda var. Birincisi, demokratik siyasal kültürün dünyada gelişmesidir. Bu alanda birçok problem var ancak kültürün ülkelerde gittikçe ilerlediğini, özellikle de şehirleşmeyle birlikte hem Avrupa’da, Kuzey Amerika’da hem de diğer bölgelerde bu kültürün gelişme114


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 9

ye başladığını görüyoruz. İkincisi ise vatandaşların yapabilirlik, düzeyinin yükselmesi meselesidir. Aslında eğitim ve varlık düzeyi toplumlarda, geliştikçe siyasal sistemden olan beklentileri de o derece artmaktadır. Hele günümüze baktığımız zaman, vatandaşların talepleriyle, kamunun sunabilecekleri arasında gerçekten büyük bir uçurum oluşmaya başladı. Üçüncü durum Sivil Toplum Kuruluşlarının gelişmesidir. Dördüncü durum ise küreselleşmedir. Geçmiş yıllarda Avrupa ve Kuzey Amerika’dan küreselleşmeye daha çok katkı olurken, bugün bakıyoruz ki Uzak Doğu’dan Orta Doğu’dan, Latin Amerika’dan da küreselleşme sürecine çok yönlü olarak önemli katkılar söz konusu. Bu da vatandaşların, sadece ülkelerinde veya bölgelerinde değil aynı zamanda dünyadaki sisteme de katılım entegrasyonunu artıran bir süreç. Diğer bir konu; eskiden, ulus devletler döneminde merkezi yönetimler bazında yürütülen uluslararası ilişkilerdir. Hükümetler hükümetlerle görüşüyor fakat günümüzde artık şehirler uluslararası ilişkilerin bir öznesi olmuş durumda. Kardeş şehir ilişkileri, projeler, proje ortaklıkları, birlikler bunun bir göstergesi. Yerel hizmetlerde, önemli yükselmeler görmekteyiz. Özellikle Türkiye’de, artık vatandaşa yerel yönetimlerden beklentisi sorulduğunda, kaldırımı, yolu, temel bazı katı atık temizlik hizmetlerini saymıyor daha üst hizmetleri talep ediyor. Çünkü onlar belirli bir düzeye geldi birçok ülkede. Vatandaş, ikincil kültürle ilgili yaşam kalitesini artıracak hizmetlere dair talepler sunuyor. Bütün dünyada kentsel problemler ve riskler artmaktadır. Sadece Kuzey Amerika ve Avrupa’da d eğil, Latin Amerika’da da kentleşme ciddi boyutlara ulaştı. Uzak Doğu’da da Asya’da da 20 milyonluk kentlerden bahsediyoruz. Burada problemlerimizin artık ortak hâle geldiğini görmekteyiz. Bütün yerel yönetimler, bu problemlerin çözümleri konusunda, birbirleriyle işbirliği yapmak veya birbirlerinin tecrübesini paylaşmak durumunda. Bunlar da katılımcı yerel demokrasiyi besleyen unsurlardır. Yönetim konusundaki yeni yaklaşımlar ile birlikte farklı tartışma alanları ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi “Acaba merkezi 115


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

yönetimden yerel yönetime ne kadar yetki, görev, kaynak aktarılacak?” sorusudur. Geldiğimiz noktada ise artık kamu yönetiminde yapılan tartışma şu; Kamu yönetiminde merkezden veya yerel yönetimlerden halka, halkın temsilcisi konumundaki STK’lara, meslek örgütlerine, sendikalara hatta üniversitelere diğer kamu kurumlarına bunlara ne kadar bir rol verilecek? Türkiye’de bu konuda ciddi mesafeler alınmış durumda. Yine bu çerçevede; belki Avrupa Birliği sürecinde de önemli olan “iyi yönetişim”, “yerindenlik” gibi kavramların artık birçok ülkede yerleşmeye başlamasıdır. Yerel yönetimlerle ilgili konularda; yerel demokrasi alanının temel alınması, düzenlemelerin ona göre yapılmaya çalışılması yerel katılımcı demokrasiyi besleyen unsurlardandır. Yerel yönetimler demokrasinin; yönetim ve yönetime katılma, fonksiyonel yetkinlik, özgürlük, özerklik gibi değerlerine sahiptir. Bu konuda çeşitli yazarlar tarafından değişik tanımlamalar var. Bir kısmı yerel yönetimleri; demokrasi okulu olarak görmekte, meclislerdeki temsilcilerin, buralarda yerel katılımı siyasetini, demokrasiyi öğrendiklerini savunmakta ve siyasal alanı genişlettiklerini ifade etmektedirler. Bunun tersini düşünenler de var. Siyasal katılım, yerel yönetimlerde daha geniş olabilmektedir. Yerel yönetimlerin buna imkân veren bir özelliği bulunmaktadır. Yerel yönetimlerin yine çok önemli bir diğer özelliği ise merkezi yönetimlerin otoritesinin tekelleşmesini önleyen farklı otoriteler oluşturması ve demokrasinin nefes almasını sağlamasıdır. Peki, burada şu soruyu da sormak lazım. Yerel yönetimler eşittir demokrasi mi? Bir mutlaklık koşullaştırılması var mı? Burada şahsi kanaatimiz, olmadığı yönünde. Çünkü hemen ayrıntılara bakmamız lazım; yerel yönetimlerle ilgili sistem acaba o ülkede nedir, nasıl düzenlenmiş, bütün süreçler acaba demokratik mi diye. Net veri almamız bakımından bir de bu işin ikinci boyutu var. Yerel yönetimlerle halk arasındaki ilişki nasıl düzenlenmiş? Yani yönetim, yönetime halk nasıl katılabiliyor? Resmi mekanizmalar, kanunda öngörülen uygulamalar, belediyelerin uygulamaları, bütün bunlar o ülkedeki yerel yönetimin ne kadar demokrasiyle iç içe oldu116


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 9

ğunu bize söylüyor. Yoksa genel olarak yerel yönetimin olduğu her yerde çok üst düzeyde demokrasinin uygulandığını söylememiz de mümkün değil. Burada birkaç farklı kavram var. Onlardan birisi de temsildir. Biraz da temsil konusuna değinmek istiyorum. Demokraside, temsil bakımından önemli olan bir şey var. Temsil edilecek şey neyi temsil ediyorsa, temsili sağlayan kişiye de ona göre öncelik verilmesi gerekiyor. Yani öncelik temsilci değil temsil edilen husustur. Zaman zaman temsilcileri seçme konusunda; aynı mezhep, aynı dinden olması gibi kriterler rol oynamaktadır. Fakat bu konuda esas kriter, temsilcinin temsil ettiği kesimin taleplerine, çıkarlarına ve beklentilerine kamu yönetimi çerçevesinde ne kadar duyarlı olduğudur. Bu temsildeki mesele çözülmeden, katılımcı demokrasi uygulamaları geliştirmeniz de çok mümkün gözükmüyor. Temsil bakımından yerel yönetimlerin bazı avantajları bulunmaktadır. Temsilci ile temsil edilen arsındaki ilişkiyi çok daha etkileşimli kurmak mümkün yerel yönetimlerde. Türkiye’de şuan 20 bine civarında belediye meclis üyesi bulunmakta. Yani ulaşmak, temasta bulunmak çok daha kolay. Yerel halk temsilcileri, çok daha fazla etkileme, denetleme, bilgi aktarma gücüne sahiptir. Yerel temsilinin, demokratik bir şekilde düzenlenmesi, katılımcı yerel demokrasinin bir ön koşulu durumunda. Toplumun bağlayıcı karar alma süreci var. Bunun odağında ise Belediye Meclisleri ve bu belediye meclislerinin karar alma sürecini gerek karardan önce gerek karar sonrasında gerekse uygulanma aşamasında etkilemeye çalışan birçok unsuru bulunmakta. Bunlar da yerel demokrasi bakımından dikkat etmemiz gereken konular. Yerelin bazı özelliklerine göre örneğin; şehrin ölçeğine, ekonomik özelliklerine, ülkede Adem-i merkeziyetçi bir sistem olup olmamasına veya merkeziyetçi bir sistem olmasına göre merkezde yerel üstüyle, yerel siyaset arasındaki ilişkiler değişebilmektedir. Bu manada yerel üstünün daha çok yerele müdahale edebildiğini görüyoruz. Ülkeden ülkeye hatta aynı ülkede şehirden şehre değişebilen bir ilişki söz ko117


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

nusu. Yerel siyasette, belediyeler odak konumunda. Çünkü şehirlerde bağlayıcı karar alma, belediye meclisleri tarafından yürütülüyor. Ancak yereldeki siyaset alanının tümünü belediye meclisleri kapsamamakta, onun dışında da birçok unsur ve aktör bulunmaktadır. Bu aktörlerin, siyasetteki rollerinin de meşru çerçevede iyi tanımlanması ve o rollerin geliştirilmesi yine katılımcı yerel demokrasiyi zenginleştirecek diğer bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bakın küreselleşme artık yerelin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Dünyaya açılma ile birlikte yerel yönetimler küreselleşmeye çok daha fazla entegre olmuş durumda. Peki yerel siyasi mücadelenin temel noktaları nelerdir? Birincisi, belediyenin yönetimini elde etmektir. Siyasal partilerin meşru olarak temel amacı belediye yönetimini, meclisi veya iktidarı ele geçirmektir. İkincisi, belediyenin kendi çıkarları doğrultusunda karar almasını sağlamaktır. Üçüncüsü, belediye meclislerinin karar almamasını sağlamaktır. Bu da yerel siyasetin uğraş alanlarından biri olarak karşımıza çıkabiliyor. Herhangi bir konuda bir yatırım, imar kararı almaması da fayda sağlayabilmektedir. Dördüncüsü ise belediyenin yerel düzeyde yürüttüğü kaynakların dağıtımıyla ilgili sürece müdahale etmek ve onu etkilemek deyerel siyasetin uğraş alanlarından etki alanlarından biridir. Mecliste karar alma sürecinin iki boyutu var. Birisi teknik boyut. Diğeri ise siyasal unsurların niteliği ve karar alma sürecinde yaptıkları etki. İki boyut çerçevesinde belediye meclisindeki karar alma süreci iyileştirilmelidir. Biliyorsunuz belediye meclislerinde başkan gündemi belirler. Daha sonra meclis karar alır. Belediye başkanı itiraz etmezse karar geçerli olur. Eğer başkan itiraz ederse; üye tam sayısının salt çoğunluğuyla tekrar meclis kararı kabul edilir ve artık başkana gitmeden o kararın kesinleştiğini görürüz. Biraz önce de belirttiğim gibi imar ve bütçe dışındaki konuların komisyona gitmesi zorunlu değildir. İmarla ve bütçeyle ilgili şehirlerden bazen şikâyet ediyoruz. Fakat imarla ilgili bütün konular, aslında komisyona gidiyor ve orada enine boyuna tartışılıp, inceleniyor. Böyle 118


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 9

bir sistem de mevcut. Açıkçası sistemde çok da büyük bir problem yok. Siyasal unsurlardan bahsetmiştik. Bu unsurlar nelerdir? Belediye için; belediye başkan yardımcısı, belediye başkanı, belediye birim yöneticileri, belediye meclis üyeleri, belediye meclisi ihtisas komisyonları, belediye meclisi siyasal parti grup başkanları belediye içinde meclisin karar alma sürecine etki eden unsurlardır. Burada önemli olan belediye dışında hangi unsurları görüyoruz yerel siyasette? Bunlar ise; baskı grupları, belde halkı, belediye birlikleri, dini gruplar, ekonomik seçkinler, etnik gruplar, hemşeri dernekleri, hükümet üyeleri, kanaat önderleri, kent konseyi üyeleri, mahalle muhtarları, medya, merkezi yönetim bürokrasisi, merkezi yönetim taşra yöneticileri, meslek örgütleri, milletvekilleri, önemli aileler, Sivil Toplum Örgütleri, siyasi parti teşkilatları, spor kulüpleri, uluslararası örgütler. Bu konuda sadece Türkiye’de değil dünyada da önemli araştırmalar var. Şehirleri kim yönetiyor? Bu unsurların her şehir için farklı çalıştığını, farklı bir birliktelik oluşturduğunu ve belediye meclisindeki karar alma sürecini farklı yoğunlukta etkilemeye çalıştığını görüyoruz. Burada önemli olan şu; mekanizmaları oluşturabilmek. Önemli olan meclislere ve karar alma sürecine yapılan bu etkinin meşru bir mekanizmaya dayanmasıdır. Eğer siz yerel yönetim sisteminizde, bu mekanizmaları söylediğim niteliklerde kuramazsanız bu sefer farklı çalışmaya başlarlar. O zaman gayri resmi, eşit erişime dayanmayan (belirli kişilerin erişebildiği), şeffaf olamayan mekanizmalar çerçevesinde karar alma süreçlerine katılım olacaktır. Bugün artık yerel hizmetlerdeki teknik seviye gerçekten yükseldi.. Son yıllarda olan bazı iyileştirmeler bulunmaktadır. 2004’de Yerel Yönetimler Reformu oldu. Belediyelerle ilgili kanunlar çıkarıldı. Bunun temel yaklaşımı şuydu; meclisin, belde içindeki ve yerel siyasetteki konumunu güçlendirmeye çalışmak. Ayrıca karar alma sürecini daha demokratik hale getirmek. Bunların etkilerine gelecek olursak; her ay toplanma usulü getirildi. Meclis kararları üzerindeki mülki amir onayı kaldırıldı. Encümenin karar organı olma niteliği kaldırıldı. Denetim Komisyonu ile meclisin denetim 119


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

işlevi arttırıldı. Bazı yeni mekanizmalar getirildi. Bunlar katılımcı yerel demokrasi bakımından çok önemli aslında. Hemşeri hukuku da burada korundu. Hemşerilerin, vatandaşların belediye işlerine katılması, belediye herhangi bir proje yaptığında, vatandaşlardan, Sivil Toplum Kuruluşlarından ve üniversitelerden görüş alması yönünde kanunda yapılan düzenlemeleri görüyoruz. Mahalleye verilen önem, mahallenin tarifi ve mahallenin konumlandırılması ile ilgili gayet olumlu, teknik olarak mekanizmalar kanunumuzda yer almaktadır. Diğer bir mekanizma ise meclis komisyonlarıdır. Şehirle ilgili en temel meseleler orada tartışılmakta ve rapor haline getirilmektedir. Genel bir teamül olarak şunu görüyoruz; genelde meclisler, komisyon kararları çerçevesinde paralel bir karar alıyorlar. Çoğunlukla, Meclis Komisyonu kararları raporlarına uymaktadırlar. Meclis Komisyonu çalışmalarına, halkın tüm kesimlerini; muhtarlar, uzmanlar, STK’lar, sendikalar, meslek örgütleri gibi birçok kesimi davet etmeniz mümkün. Fakat uygulamada da bazı sıkıntılar var. Katılımcı yerel demokrasi için kanunda, 2004 yılında önemli düzenlemeler yapılmış durumda. Kanunda aynı zamanda yine gönüllü katılımla ilgili düzenlemeler var. Yine farklı ve çok önemli bir uygulama; Kent Konseylerinin, belediye meclislerinin yanında oluşturulmasıdır. Peki. Uygulamada nasıl işliyor? Hepimiz başkanın önemli derecede belediye üzerindeki etkinliğinin hâlâ devam ettiğini biliyoruz. Meclisler yeterince güçlü değil bunu biliyoruz. İhtisas komisyonlarına katılım öngörülmüş fakat Türkiye’de birkaç belediye dışında komisyon çalışmasına çağıran hemen hemen yok. Maalesef bu mekanizmalar işlemiyor. Kent Konseyinin bazı yerlerde ismen kurulduğunu, çok iyi işleyemediğini, belediye ve şehrin ortak aklı haline gelemediğini biliyoruz. Önemli problemler var. Peki, bunun nedeni ne? Bu kadar mekanizma öngörülmüş kanun ve mevzuatta. Belediyelerin, katılımcı yerel demokrasi bakımından önleri tamamen açık. Kanunda; uluslararası ilişkiler vesivil toplumla ilgili bütün harcamalar garanti altına alınmış. Yani hiçbir maddi boyutu yok. Yerel Demokrasi kanun120


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 9

la yasaları olabildiğince genişletebiliyor. Ama burada problemler var. Neden? 1. Temsil Problemleri: Seçim Sistemi Demokratik Olmayan Nitelikler Seçim sisteminde örneğin; Türkiye’deki uygulamada %10 barajı var. Kontenjan adaylığı sistemi var. Toplumun tüm kesimlerinin, tüm partilerinin oylarının meclise yansıyamadığını, burada daha çok istikrarı gözeten bir yapının demokrasiyle dengelenmeye çalışıldığını görüyoruz. Ayrıca seçimde adaylar nasıl belirleniyor? Burada bazı mekanizmalar var. Ön seçim var, aday yoklaması var. Fakat bunların nadir olarak uygulandığını görüyoruz. O zaman merkez yoklamasının devreye girdiğini görüyoruz. Seçim çok demokratik doğru ama seçimdeki şartlar demokratik nitelikleri aşağı çektiği zaman problemler oluşabiliyor. 2. Siyasal Parti İle Olan İlişkilerinin, Temsil Ettikleri Halk Tabanı İle Olan İlişkilerinin Önüne Geçmesi Temsilci, temsil ettiği kişilere karşı daha duyarlı olmalı. Temsilciler, merkez yoklamasıyla belirlendiği zaman, partilerine karşı daha duyarlı oluyorlar. Bu da temsildeki bir yerel problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan yerel meclislerin yeterince güçlü konumda olmaması, temsilcilerin de işlevini azaltmaktadır. Başkan karşısında, siyaset ortamında çok güçlü olmayan meclis üyesi tamamen aktifliği ve çalışmayı bırakabilmektedir. Daha kötüsü kendini pasifize edebilmektedir. 3. Yerel Meclislerin Yeterince Güçlü Bir Konumda Olmaması 4. Ulusal Düzeydeki Temsilcilerin aksine, yerel temsilcilerin siyaseti asıl mesleklerinin yanında bir uğraş olarak algılamaları. 5. Temsilcilerin yerel yönetimler konusundaki bilgi ve deneyim eksikliği. 121


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

6. Yerel katılım mekanizmalarının gelişmemesi sonucu, vatandaşların temsilciler ile sadece seçimlerle sınırlı ilişki kurması. 7. Yerel yönetimlerdeki kurumsal kapasite problemlerinin ortaya çıkardığı hizmet yetersizliklerinin, vatandaş katında yerel temsilcileri işlevsizleştirebilmesi.

Örneğin; asfalt konusunda, katı atık konusunda birçok alanda başarı sağlayamayan belediyelerin meclis üyeleri tepkileri üzerlerine çekmemek için halkla bir araya gelemiyor. Tüm bunlar aşıldığında, daha demokratik bir meclis ve daha demokratik bir siyasal yapı oluşturulduğunda katılımcı yerel demokrasi için de birçok adım atmakta mümkün hâle gelecektir.

Katılımcı bütçeleme, bir belediyenin bütçesinin nereye harcanacağı konusunda insanların söz sahibi olmasını ifade eden bir kavramdır. Bütçelemede söz sahibiyseniz, aslında tüm alanlarda söz sahibisinizdir. Çünkü bütçe en önemli noktadır. Siz; gençlere, kadınlara, yaşlılara, dezavantajlı gruplara, alt yapıya, üst yapıya, kültüre önem verdiğinizi ifade edersiniz, bunun gerçekliğini bütçe ortaya koyar. Türkiye’de biliyorsunuz son dönemde Proje Demokrasisi çok tartışılan bir konu haline geldi. Bu alanda daha da yol almamız gerekiyor. Halbuki proje demokrasisi, 90’lı yıllardan beri ve daha da evvelden beri Türkiye’nin gündeminde olan bir durum. Muhtar toplantıları, STK toplantılarına katılıyoruz. Bu toplantılara belediyeden olumlu dönüşler var. STK’lar, belediye başkanlarıyla bir araya gelme, dertlerini anlatabilme ve konuşabilme imkânı bulduklarında gerçekten çok iyi diyaloglar kurabiliyorlar. Bunlar hem siyasetçi için hem meclis üyeleri hem de belediye başkanları için bir fırsat. Bugün kamuoyu araştırmalarıyla, süreçlere katılamayan sesiz yığınların bütün istekleri ve problemlerini tespit etmeniz mümkün değil. Çağdaş teknolojilerin, proje demokrasisinin, etki-şikâyet ve talep haklarının yaygınlaştırılması önemli. Bu etki, şikâyet ve talep hakları, gözlemlediğim kadarıyla belediyeler tarafından iyi takip edilemiyor ve taleplere 122


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 9

cevap verilemiyor. Halbuki talebi almak ve onu neticelendirmek basit bir süreçtir. Gördüğünüz gibi katılımcı yerel demokrasi tek bir mekanizmadan oluşmuyor. Bunun nedeni ise yerel yönetimlerin çok yönlü olmasıdır. Temsili demokrasi açısından, bugün yönetimler birçok riskle karşı karşıya kalmakta ve toplumlar yönetilemez hâle gelmektedir. Yönetim bir risk, kararlar ayrı bir risktir. İşte bu kararlara halkı da dahil ederek, oradaki riski vatandaşlarla paylaşmak, alınan riskleri de azaltacaktır. Kamuya karşı yönelen tepkileri de minimize edecektir. Biraz da istatistiki verilere değinmek istiyorum. İlk olarak 2009 ve 2014 seçimlerinde, Yerel Demokrasinin merkezi olan meclislerle ilgili birkaç veriyi sizlerle paylaşmak istiyorum. 2009 meclislerinde 30 yaş altı yüzde 3,5 genç bulunmaktaydı. 2014’de bu oran yüzde 4,1’e çıkmıştı. Demek ki bu sayının da biraz artması lazım. Diğer taraftan, genelde 45-49 yaş aralığında dolaşan bir meclis üyesi profilimiz var. Son seçimlerde 50-54 aralığında biraz fazla fakat yine de dengeli bir dağılım söz konusu. Ne yazık ki burada da gençlerin daha az sayıda olduğunu görüyoruz. 2004’de kadınların oranı yüzde 2,4 iken, 2009 seçimlerinde yüzde 4,2, son seçimde ise yüzde 11’e çıktı. Gerçekten bu güzel bir artış ama bunun nedeni de yine merkeziyetçi bir sürece dayanıyor. Merkezi sistemin bazen bu tür avantajları da olabilmektedir. Yukardan birisi farkındalık oluşması adına emir verirse tüm teşkilatlarda çaba gösterebiliyor. Yani bu iki katından fazla olan artış buna dayanıyor. Bu oranlar Ege’de, Marmara’da biraz daha yükseliyor. Diğer bölgelerde daha düşük olduğunu görüyoruz. Bir diğer veri ise belediye başkanlarıyla ilgili. 37 kadın belediye başkanı varmış Türkiye’de. Baktığımız zaman kadınların daha eğitimli olanlarının ancak meclislere girdiğini görüyoruz. Kadınlar, erkeklere göre çok daha eğitimli. Erkeklerde de yüksekokul mezunları yüzde 27-28 civarında bulunmakta. Türkiye nüfusuna göre yüzde 12’lik bir üniversite mezunu var. Meclis üyelerinde bu rakam yüzde 30’a doğru yaklaşmış durumda. Meclis üyelerinin profili, Türkiye’nin genelinden daha yüksek görünmektedir. 123


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Geçen dönem Marmara Bölgesi’nde bütün belediyeleri kapsayan bir araştırma yapıldı. Meclislerdeki karar alma süreçlerini etkileyen en etkili kurullar, komisyonlardır. Çünkü kararlar burada şekilleniyor. Bütün belediye türleri bakımından baktığımızda meclis üyeleri; esnaf, emekliler, mühendisler ve avukatlardan oluşmaktadır. Peki bu neden kaynaklanıyor? Çünkü burada da sınırlılıklar var. Bir öğretmen, bir üniversite öğretim üyesi meclise üye olamıyor, istifa etmek zorunda kalıyor. Toplumun önemli bir kısmının meclise üye olması sınırlandırılmış durumda. Önemli birçok komisyon var. Marmara Bölgesi’nin verisine göre imar komisyonlarındaki kadın dağılımına baktığımız zaman yüzde 7 oranını görmekteyiz. Marmara Bölgesi’nde bulunan meclislerdeki kadın üye oranı ise yüzde 15’tir. Komisyonlarda bu oran yüzde 20’ye kadar dayanıyor. Fakat İmar komisyonunda yüzde 7’ye düşüyor. Dikkatinizi çekmek istiyorum; imar, en önemli komisyonlardandır. Sosyal hizmetler, dış ilişkiler, çevre ve sağlık komisyonlarında kadın üyelerin daha fazla yer aldığını görüyoruz. Eğitim şart diyoruz, şehirlerimiz gelişiyor. Marmara Bölgesi’ndeki imar komisyon üyelerinin eğitim dağılımına baktığımız zaman; yüzde 55 lisans, yüzde 17 lise mezunu görmekteyiz. Fakat bunu belediye türleri bakımından ele aldığımızda; büyük şehirlerdeki imar komisyonlarında yüzde 92 civarında üniversite mezunu olduğunu görüyorsunuz. İmar komisyonlarında çok eğitimli bir profil var. İlçelerde ise bu profil biraz daha düşüktür. İmar Komisyonlarının üyelerinin meslek dağılımı yaklaşık yüzde 80 civarında mimar ve mühendisten oluşmaktadır. Büyük şehirlerde çok kalifiye bir komisyonla karşı karşıyayız. Genel değerlendirme olarak şunları söylemek mümkün; günümüzde artık toplumların gelişme düzeyi, geldikleri nokta itibarı ile temsili demokrasinin gerçekten yetersiz bir durumda olduğunu göstermektedir. Bu sistem, toplumdaki beklentileri, riskleri, çatışmaları yönetemez duruma gelmiş halde. Bu çerçevede katılımcı demokrasi türleri, uygulamaları ve mekanizmaları 124


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 9

hem merkezi düzeyde hem de yerel düzeyde önemli bir konuma gelmiş bulunmaktadır. Belediyelerin; toplumun gelecekteki yaşam kalitesi, refahı ve huzuru için katılım mekanizmalarına ayrı bir önem verip, bu konuda strateji üretmeleri gerçekten çok büyük önem arz etmektedir. Belediye birlikleri gibi bu tür çatı örgütlerin de iyi uygulama örneklerini paylaşılması yönünde bazı organizasyonlar, yayınlar yapmaları, rehberler hazırlamaları ve belediyelerdeki uzmanlara yönelik eğitim vermeleri bu konuda farkındalık oluşturacaktır.

125


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-10


“Yerel ve Bölgesel Kalkınma” Devrim Şavlı Doğu Marmara Kalkınma Ajansı Proje Uygulama Birimi Uzmanı

Aslında ben size bugün bu kalkınma ajansının genel işleyişinden bahsedeceğim ama biraz daha farklı konuları anlatalım istiyorum. 2006 yılında Çukurova Kalkınma Ajansı kuruldu. Ama asıl diğer yirmi dört öğe de kurulan kalkınma ajansları beş yıldır faaliyet gösteriyorlar. Beş yılda kalkınma ajansları ciddi bir tecrübe biriktirdi ve artık biraz daha kalkınma ajanslarının ikinci bir aşamaya geçip daha kapsayıcı, daha koordinatörlü, etkin ve verimli bir şekilde kullanan ajanslar olmasını istiyoruz. Bunun içinde aslında sizin görüşlerinize de ihtiyacımız var. Her gittiğimiz yerde bu tür sunumlar yaparken kalkınma ajanslarını tanıtıp farklı aktörlerin bizlerden beklentileri nelerdir onları da almaya çalışıyoruz. Planlama ayağımız bizim 2010-2013 yıllarını kapsamaktaydı. Daha sonra Kalkınma Bakanlığı’nın biraz daha uzun vadeli plan yapma stratejisi çerçevesinde, bu planlar uzatıldı ve 2014-2020 stratejisi belirlendi. Burada en önemli konulardan biri Avrupa’nın ”Agenda 2020” ile eşgüdüm sağlamaktı. 2020’ye kadar 26 bölgenin ken127


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

di önceliklerini ortaya koyduğu bölge planları hazır durumda. Biz programlama birimi olarak önceliğimiz hedefler doğrultusunda bir programlar hazırlamak olacaktır. Hibe programları hazırlıyoruz. Bu hibe programlarını biz hazırladıktan sonra yönetim kuruluna sunuyoruz. Kalkınma Ajansı’nın yönetim kurulu kimlerden oluşur? Bizim bünyemizde sorumlu olduğumuz beş il var: Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu ve Yalova illeri. Bu beş ilin valileri, belediye başkanları ve ticaret sanayi odası başkanları bu yönetim kurullarında yer alıyor. Genel meclisin bulunduğu yerlerde de genel başkan yer alıyor. Bu programlamayı yaptıktan sonra bizim bir diğer birimimiz de ”İzleme Değerlendirme” dir. Biz programı hazırlıyoruz. Ardından yönetim kurulunda ilan ediyoruz. Aynı İstanbul Kalkınma Ajansı gibi ya da Avrupa Birliği’nin herhangi bir teklif çağrısı gibi. Diyoruz ki bizim bu konudaki programımıza şu tarihler arasında başvurabilirsiniz. Burada başvurmanız için zaten son birkaç yıldır “Kalkınma Ajansları Yönetim Sistemi” adı altında bir sistem var. Türkiye’nin neresinde olursanız olun o sistem üzerinden başvurularınızı yapıyorsunuz. Burada dikkat edilmesi gereken husus ilgili programı seçmektir. Bir diğer parçamız aslında çok daha önemli. Kalkınma Ajansları’nın işlevsel olan bir diğer birimi de: yatırım destek birimleridir. Biz dediğimiz gibi beş ilden sorumluyuz. Bu beş ilin her birinde yatırım destek ofisleri var. Yatırım Destek Ofisleri ne iş yapar? Yatırım Destek Ofisleri, o illere yapılacak yatırımlara ilişkin, hem o ilin yatırımını yapar; hem de yapılacak yatırımları yatırımcı geldiği zaman onlara arazi bulmaktan, gerekli prosedürleri yerine getirmesine kadar tek durak hizmeti verir. Yani “Bus Stop Shop” dediğimiz hizmeti bu arkadaşlarımızdan alabilirsiniz. Örneğin; Kocaeli’ye yatırım yapacaksanız. Yatırım Destek Ofisimize başvurduğunuz zaman; “ne tür bir arazi istiyorsunuz”, “maliyetiniz nelerdir? “, “hangi izinleri almanız gerek”, “sektörde faaliyet gösteren diğer firmalar nelerdir”, “onlara yakın olmak ister misiniz”, “sizin malınızı satacağınız müşteri kitlesi nerededir”, gibi soruların hepsini yatırım destek ofisinden doğrudan alabilirsiniz. 128


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 10

Aslında Kalkınma Ajansları kavramı, bazı örnekleri 50’li yıllardan önce olmak kaydı ile İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan kurumlardır. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında da yine akîl büyüme teorisi, “Endojen büyüme”sidir. Bu büyüme teorisinde aslında teknoloji ve bazı unsurlar dışsal olarak alınıyor. Yani sizin bir ekonominiz var. Bu ekonomi de nüfustur. Teknolojik gelişkinliktir vs. Hep dışsal faktörler olarak yer alıyor ve bu formülasyon içerisinde bunlara müdahale edemiyorsunuz ama özellikle genelleşme sürecinin hızla gündeme gelmesi artık bölgelerin ya da illerin kendi dinamikleri olduğu ve bu kendi dinamiklerinde bazı aksiyonlar alarak kendilerini geliştirebilme teorisine dayanıyor. Artık günümüzde bu endojen büyümeler ortadan kalkmış durumda. Merkeziyetçi, para politikasının dışında her bölgenin kendi haricinde güçlü planlarını ön plana çıkararak geliştirebileceği bir anlayış ve algılayış var. Ricardo’nun “Karşılaştırmalı üstünlük” teorisi bulunmaktadır. Bu teori, 19. yüzyılın ve 20. yüzyılın başlarında Ricardo’nun en önemli teorilerindendi. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda ve özellikle 70’lerdeki petrol krizinde rekabetçi üstünlük kavramı dillendirilmeye başlandı. Rekabetçi üstünlük, endojen büyümenin teorilerini baz alsa da bu rekabetçiliğin ne şekilde geliştirileceği konusunda bize farklı açılımlar sunamıyordu. Yani bize doğru yolu gösteriyordu ama bu doğru yolu gösterirken bizim oraya nasıl ulaşacağımız konusunda bir fikri yoktu. Geri kalmış bir bölgenin, gelişmiş bir bölgeyi nasıl yakalayacağı konusunda çok fazla bir şey bize sunmuyordu ama son dönemde özellikle son on yılda işbirliğine dayalı üstünlük teorisi, bu rekabetçiliği arttırmaya yönelik literatüre hâkim olmaya başladı. Eğer siz geri kalmışsanız, belirli bir şekilde dünya sistemine entegre olmak istiyorsanız; öncelikle bölgenizin üstünlük alanlarını doğru şekilde tespit edip ardından bunu farklı kurumlar ile işbirliği yaparak bulabilirsiniz. Çünkü artık AR-GE bir kurumun tek başına yapabileceğinin boyutunu aşmış durumda. Hiçbir kurumun bu kadar kaynağı yok. Ne kadar büyük şirketler olurlarsa olsunlar ya da ne kadar büyük ül129


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

keler olursa olsunlar kimse bu rekabetçi üstünlüğü tek başına sağlayamıyor. Bunu yapmak için herkesin farklı uzmanlık alanları var. Bizim de aslında Kalkınma Ajansları ve Türkiye olarak en zorlandığımız alanlardan biri bu. Çünkü biz Kalkınma Ajansları ile beraber bu konu üzerinde çalışmaya başladık ama bir türlü burada ilerleme sağlayamıyoruz. Aslında KOSGEB’in de son üç-dört yıldır işbirliği- güç birliği altında bir programı var. Bu programda diyor ki:” Eğer ki siz aynı sektörde faaliyet gösterebilirseniz, birbirini tamamlayan sektörde faaliyet gösterebilirsiniz”. Beş tane firma bir araya gelip herhangi bir AR-GE aile laboratuvarı olabilir, pazarlamaya yönelik bir şirket olabilir. Siz bir proje hazırladığınızda buna yüzde elli destek veriliyor. Bu çok ciddi bir destek fakat Türkiye’de ne yazık ki kimse bunu kullanmaya yaklaşmıyor. Çünkü bu işbirliği kültürünü oluşturmak gerçekten çok zor ve iğne ile kuyu kazmaya benziyor ve buna yavaş yavaş insanları alıştırmanız gerekiyor. Bu işbirliği yalnızca özel sektör içerisinde değil. Özel sektör, kamu kurumları ve üniversite işbirliğinde de büyük bir önem arz ediyor. Çünkü özel sektörün özellikle AR-GE ile yenilikçiliğe ayırdığı kaynakların belirli bir sınırı var ama üniversiteler bu iş için kurulmuş yapılar ve bu yapıları özel sektör ile bir şekilde bir araya getirmemiz gerekiyor. Burada kamu kurumları ne işe yarıyor. Kamu kurumları da bu iki kurumun işbirliği önündeki engelleri ortadan kaldırabilecek, yasal düzenlemeleri yapabilecek veya bazı durumlarda kalkınma ajansları gibi bu iki kurumu bir araya getirebilecek ortamı oluşturacak aksiyonlar almaya yarar. Biz bölge planı yapıyoruz dedik ama bölge planlarında ciddi bir uygulanabilirlik sorunu var. Aslında bizim yaptığımız her planda uygulanabilirlilik sorunu var. Özellikle son dönemde 80 ile 90 arası planlama artık tamamen terk edilmişti ama 90’lardan sonra bu planlamanın gerekli olduğu konusunda tekrar bir uzlaşma sağlandı. Bunun nasıl yapılacağına yönelik çok da somut veriler elimizde bulunmuyor. Kalkınma Ajansları planlar yapıyor ama burada yeterince katılımcılık mekanizmalarını kullanamıyoruz. Katılımcılık mekanizma130


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 10

larını kullanamadığımız zaman, bir kamu kurumu olarak aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağıya bir plan mantığını oturtmuş oluyoruz. Planlama sürecinde uygulayıcı kuruluşlara tâli bir konum veriliyor. Neden tali bir konum veriliyor? Aslında sadece biz planları yapıyoruz. Kalkınma Ajansı olarak uygulayıcı bir kurum değiliz ve bu planları yaparken onları biraz daha işin içerisine katacak veya onların ihtiyaçları doğrultusunda planlar hazırlayacak şekilde iş yapmamız gerekiyor. Bunun içinde belirli bir depo oluşturmamız lâzım. Ajanslar uygulayıcı kurumlar olmadığı için, yalnızca planları hazırlayıp valiliklere, belediyelere, diğer sivil toplum kuruluşlarına “planımız budur, bunu uygulayın” demek de pek doğru bir yaklaşım olmuyor. Aslında kalkınma ajanslarının planlarına baktığımız zaman özellikle ilk dönem planlarına bu konuda 2014-2020 planlarında biraz daha kapsayıcı ve ciddi bir şekilde ele alınıp bu sorunlar giderilmeye çalışıldı. Fakat tamamen giderildiği söylenemez. Mekân ve zamandan bağımsızlık yani Sidney planı ile İstanbul’un planını yan yana koyduğunuz zaman pek bir fark göremiyorsunuz. İkincisi odaksızlık. Odaksızlık dediğimiz zaman her ilin, her bölgenin çok farklı alanda, çok farklı sorunları var. Kalkınma Ajansları olarak özellikle ilk planlama döneminde her sorunu çözmeye çalışan bir plan yapıldığı için burada ne yeterli kaynağımız, ne de bunu hayata geçirecek olan yeterli insan gücümüz var. Dolayısıyla odaksızlık ciddi bir sorun. Mekân ve zamanda bağımsızlık ve odaksızlık, uygulanabilirlilik sorununu ortaya çıkarıyor. Uygulanabilirlilik sorunu ortaya çıktığı için biz bulunduğumuz mekâna ve zamana yönelik bir plan uygulayamıyoruz. Odağımız yok. Bu da bizi herhangi bir başarı göstergesi tanımlayamamaya götürüyor. Yani biz 2010-2013 planı başarılı mıdır, değil midir bilemiyoruz. Yani ben 2013 yılında şunu yaparsam başarılı olacağım diye bize söylemiyor. Yalnızca temel bir yol haritası veriyor. Başarı göstergelerinin tanımlanamaması, izleme değerlendirme mekanizmalarının oluşturulmaması sonucu131


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

nu doğuruyor. Bu durum çözülebilecek değil ama bu biraz daha aşağıdan yukarıya planlamayı olanaklı kılacak. Öneri olarak şunu söyleyebiliriz; “Bizim kalkınma kurumlarımız var. Mevzuatımızdan gelen bu kalkınma kurumları, her bölgede 100 kişiden oluşur. Bu 100 kişi, o bölgenin ya da ilin önde gelen sivil toplum kuruluşları, özel sektör temsilcileri ve kamu kurumu temsilcilerinden oluşmaktadır. Bunların şu anda yılda en az iki kere toplanması zorunludur. Zorunlu olarak toplanıp dağılan bu kurumlarla biz bu altı aylık dönemde şu faaliyetleri yaptık”. Biz bu kurumları teoride aktif hâle getirebilirsek, mevzuatımızda, aşağıdan yukarıya planlama anlayışını uygulayabiliriz. Burada Kalkınma Kurulu’ndan seçilen bir planlama komisyonunu, planlama görevlileri ve ekibini bir araya getirmemiz gerekiyor. Yani bu planlama gönüllüleri, o bölgedeki üniversitede bu konu ile ilgili kentine duyarlı. İşte belki o alanla ilgili çalışan insanlardan da olabilir. Kalkınma Kurulu’nun bünyesinde olmayan yalnızca bu işe ilgi duyan ve tecrübe kazanmak isteyen kişiler olabilir. Bunlardan bir ekip oluşturmamız gerekiyor ve bu hazırlayacağımız planın kesinlikle ve kesinlikle yetkili adamlar tarafından kabul edilmesi gerekiyor. Özellikle Kalkınma Bakanlığı, belediyeler, valilikler bu planların uygulanmasında bir hedefe varır. Sektörel ihtisaslaşmadan bahsettik. Dedik ki; İşte Kocaeli – Sakarya bölgesi de öyle, birçok sektörümüz var. Biz bu sektörde hepsini geliştirmeye çalışıyoruz. Ama akıllı ihtisaslaşma denilen model, bizim bazı sektörlere ve bu sektörlerdeki bazı iş alanlarına odaklanmamız gerektiğini söylüyor. Bunu yalnızca teknoloji olarak ele almayın. Aynı zamanda sporda da yapabiliriz. Sosyal ihtisaslaşma da yapabiliriz. Yani ben Yalova’yı yaşlı ve çocuk bakım hizmetlerinde, Türkiye’de en iyi il haline getirebilirim ve orada bir rekabetçi üstünlük yaratabilirim ya da Sakarya’da jimnastik sporu üzerine yoğunlaşıp Türkiye’de jimnastik sporu alanında Sakarya’nın bir numaraya oturmasını sağlayabilirim. Aynı şekilde benim yüzlerce sektörüm var. Bu yüzlerce sektörü takip etmek yerine sensör sistemleri üzerine yoğunlaşıp, 132


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 10

sensör sistemlerini dünyada ilk akla gelen bir il haline getirebilirim. Hatırlarsanız bundan beş yıl önce değişimi kamu kurumları ile nasıl yönetiriz dediğimiz zaman- özel sektör anlamında söylüyorum- bizi hiçbir yerde konuşturmazlardı. Çünkü aşırı liberal bir görüş vardı. Özel sektör zaten belirli alanlarda faaliyet gösteriyor ve o alanların tek hâkimidir. O alanları sizden çok daha iyi bilir ama biz gördük ki; İspanyol Kalkınma Ajansları’ndan, İngiltere ajanslarından birçok kişi vardı. Onların deneyimi doğrultusunda özel sektörün aslında kendi işletmesinin dışında fazlada geleceğe yönelik bir düşüncesi olmadığı fikrini bize gösterdiler. Örnekleri ile öğretmeye çalıştılar. Burada ortaya koydukları plan aslında şu; Michael Porter diye bir profesör var. Harward Business School’dan. Bu Michael Porter, değer analizi ve kümelenme alanında teorileri olan bir kişi. Avrupa Küme Mükemmelliği Girişimi Vakfı da, Porter‘in içinde olduğu bir vakıftır. Bize Porter‘in teorileri ile değişim yönetmeliğini içeren bir yöntem önerdiler. Bu yöntemi nasıl gerçekleştirebilirsiniz? Onların sorunlarına yönelik hibe programlarına çıkıyoruz. Hibe programlarına çıkıyoruz ama biz onları tanımıyoruz. Ben Kocaeli’de plastik sektörüne yönelik bir firmaya çıkacaksam kaç tane plastik sektörüne ilişkin firmayı ziyaret edebilirim ya da o plastik sektörünü biraz daha üstten bakabilmem için o sektörü besleyen ham madde üreten sektörlerine ve o plastik sektörünün müşterilerine hitap etmem lâzım. Bunun imkânsızlığı ortada. Ama bizim Avusturya’da gördüğümüz bir kümelenme modeli var. Kümelenme modelleri arasında en başarılı modellerdendir. Burada gördüğünüz gibi 1998 yılında başlamış, otomatik kümelenmesi ile birlikte; plastik, mobilya, sağlık sektörü, mekatronik, insan kaynakları, çevre teknolojileri, enerji verimliliği ve deformasyon teknolojileri arasında kümelenmeler kurmuşlar. Destek mekanizmaları firma üzerinden sektör üzerine, sektör üzerinden küme üzerinde doğru gidiyor. Yani paradigma değişiyor. Yani biz şu anda firma destekliyoruz. Bize şu alanda, makine sektörü üzerinde uygun 133


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

projeniz varsa getirin, biz destekleyelim diyoruz. Ama burada bizim yaptığımız aslında piyasayı bozmak. Peki, neden piyasayı bozuyoruz? Bizim bölge üzerine konuştuğumuz zaman on binin üzerinde makine üreticisi var. Biz bunlardan 50-100 tanesine hibe vererek aslında sektördeki dengeleri alt üst ediyoruz. Ne o sektörü doğrudan geliştirebiliyoruz ne de diğer sektörlerin aleyhine, rekabet ettiği firmalar aleyhine bazı firmaları seçip onları destekleyebiliyoruz. Bu aslında doğru bir yaklaşım değil. İkinci yaklaşım sektör üzerindedir. Az önce yanlış ifade etmiş olabilirim. KOBİ’lerin rekabet gücünü arttırmak yerine makine sektörünü geliştirmek için bir programa çıksak; mekatronik kümelenmesinde, akıllı plastik üretimini desteklediğimiz zaman biz şunu aklımıza getirmiş oluyoruz; “Mekatronik alanında çalışan hangi sektörler var”. Örneğin; makine, robotik bilimleri, elektronik mühendisliği alanında çalışanlar ve plastik alanındaki çalışanları gösterebiliriz. Bizim kalkınma ajansları olarak yapmamız gereken; küme yapılarını bir araya getirip ilgili alanları tespit ettikten sonra o alanlar üzerinde çalışıp, dünya trendlerini takip etmek ve o alanları nasıl o trendlere yaklaştırabilirimin gayesini gütmektir. Avusturya’daki kümelenmelerin birçoğu kendi kendini finanse etme durumunu gösteriyor. Bölgesel hükümet demiş ki; ”Bu kümelenme alanından kalkınma ajansları sorumludur. Kalkınma ajansı da firmaları bir araya getirsin ve ben buna finansal olarak destek vereyim ama bir süre sonra bunlarda kendi ayakları üzerinde durabilsinler”. 98’de başlayan bu süreç gördüğünüz gibi kendi kendini finanse edebilen yapılar haline gelmiş. Aslında kalkınma ajansları, o konuda bir danışmanlık firması gibi çalışır. Kamunun desteklediği bir danışmanlık firması gibi çalışıp, tek önceliği işbirliği ve işbirliğine dayalı inovasyondur. Artık bizim kalkınma ajanslarının da bu yapıya doğru geçmesi gerekiyor. 134


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 10

Bizim aslında kafamızda yaptığımız çalışmalarda; üç temel kümelenme modeli bulunuyor. Doğu Marmara üzerinde deniz taşımacılığı kümelenmesi; burada dediğim çerçeve programlarından. Bilgi bölgeleri programı kapsamında finanse edilen bir taşımacılık programı vardı. O yüzden deniz taşımacılığı konusunda uzmanlaştık. İkincisi mekatronik kümelenmesi, zaten makine ve otomotiv sektörü ile çok yakından ilişkileriniz var. Bu dönem makine sektörü gibi programa çıktık. Üçüncüsü olan malzeme kümelenmesi de kimya, metal, plastik, kauçuk gibi sektörleri bir araya getirebiliriz. Yani biz bu üç kümede hemen hemen elimizdeki bütün sektörleri bir araya getirebiliriz diye düşünüyoruz. Ama burada hedef bunları bir araya getiren dernek türü bir şey oluşturmak değil. Yani biz burada kalkınma ajansı olarak deniz taşımacılığı alanındaki firmaların kamu kurumları nezdindeki sorunlarını çözmek adına bunları bir araya getirmeyeceğiz. Bunları tamamen farklı alanlardaki firmaları bir araya getirip oradan AR-GE inovasyon nasıl çıkar, onu kovalamaya çalışıyoruz. Bunu biraz daha somutlaştırayım. Çok tesadüf oldu. Porter adı altında bir projeye çalışıyoruz. Bölge limanlarının geliştirilmesi ve rekabetçilik güçlerinin geliştirilmesi adına, burada mâlul araç taşımacılığı, yani bitmiş araç taşımacılığı, tekeldeki araç taşımacılığı üzerine yoğunlaştık. Biraz önce dedim ya özel sektör ne yapacağını bilmiyor. Gerçekten de bilmediğini burada gördük. Yani istedikleri şeyler çok bariz. Bir firma benim genişleme projelerim var. Devlet bunu onaylamıyor. Bunu onaylasın benim önümü açsın vs… Ama kendi sektörüne yönelik bunu nasıl geliştirebileceğini hiç düşünmediğini gördük. Bizim bölgemizde Toyota, Hyundai, Ford var. Bunlar otomotiv sektörünün lider firmalarındandır. Bu firmalara gittiğimizde bu üreticilerin limanlar ve taşımacılar sektörü ile ciddi problemleri olduğunu gördük. Öncelikle Toyota da çok çarpıcı bir şey ile karşılaştık. Toyota’nın “arabaları taşımak için” özel bir lojistik firması var. Oranın müdürü de yöneticilik yapmış. Bize dedi ki:” Aynı bizim düşündüklerimizi düşünüyorsunuz, bu işe bir çözüm bulmak zorundasınız kime başvurabileceğimizi bilemiyoruz”. Buradaki temel sorunlardan birisi 135


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

şu: Bizim limanlarımız çok düzensiz, yollarımız tozlu, gemiler yanaştıktan sonra araçlar inmeye başlar ama bir gemide bu “Car Carrier” denilen onlarca ülkeden gelen araçlar var. Adamın birinin elinde Check list bulunuyor. Arabaların hasarı vs. var mı diye onlara bakıyor. Türkiye’den araçlar geldiği zaman adam durur. Çünkü arabaların üstü çamur ile kaplıdır. Liman, Türkiye’den gelen araçları yıkamaya sokar ve sonra oradan çıkarır, tekrar kontrolünü yapar. Düşünün Kocaeli’deki bir aksaklık birçok limanın doğru düzgün işlemesinin önündeki engellerden birini oluşturabiliyor. Yine tesadüfi olarak bir sunum için Marmara Teknokent’ e gittiğimizde, orada bir firma ile tanıştık. Bu firmanın mali açıdan desteğe ihtiyacı vardı ve ne yapabilirsiniz diye konuştular. Firma çok ilginçti. Yat sektöründe çalışan iki tane mühendis kendi firmalarını kuruyorlar ve uçak yıkama işine çözüm üretiyorlar. Uçaklar normalde 16 saatte yıkanıyormuş. Bunların geliştirdiği kompakt bir sistemde 8 saatte yıkanabilirliğini söylüyorlar. Bizim aklımıza burada şöyle bir şey geldi. Toyota’nın burada böyle bir sorunu var. Bunu nasıl çözeceğini bilmiyoruz. Çünkü limanlarda bir alan var. Bir de limanlar deniz kıyısında olduğu için ilaçlı sular ile yıkamak gerekiyor. Bu da çok büyük maliyet ve siz o ilaçları suları denize dökemiyorsunuz. Onu tekrar arıtıp geri vermeniz lâzım vs. Yani ayrı bir çözüm gerekiyor. Şimdi bir tarafta liman, bir tarafta araba üreten firma var. Bunları bir araya getirdiğiniz zaman inovasyon ortaya çıkıyor. Firma sahipleri dedi ki: “Biz bu işi çözeriz”. İki hafta içerisinde gerçekten birkaç tane farklı öneriyi Toyota firmasına sundular. Şu anda ne yaptılar bilmiyorum ama inovasyon dediğimiz şey AR-GE inovasyon tesadüfler ile başlıyor ama bunu tesadüflerden biraz daha organize bir yapıya büründürebilmek için böyle disiplinler arası bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunu düşünüyoruz. Biraz da size proje başvurularından bahsedebiliriz. Çünkü proje yazmak isteyen arkadaşlar olabilirler. Proje yazımında belki dikkat edilmesi gereken hususlar olabilir. Doğu Marmara Kalkınma Ajansı bünyesinde bir eğitim merkezimiz var. Bende orada iki gün136


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 10

lük PC eğitimi veriyorum. Aslında sıkça sorulan sorulardan biridir. Ben ajansa gelmeden önce hem özel sektörde hem de farklı alanlarda çalıştım. Tıbbi cihaz sektöründe de çalıştım. Mesela; oranın sivil toplum kuruluşunun koordinatörlüğünü yaptım. Orada da projeler gerçekleştirdim. Proje yazarken temelde dikkat etmemiz gereken şeyler var. Bunlar çok uzun metinler ve bu uzun metinlere değerlendirme sürecini anlatarak başlayayım. Biz ne yapıyoruz bu değerlendirme sürecinde? Diyoruz ki; bir ilan açıklıyoruz şu özelliklerde, bize müracaat edebilirler. Şu kadar proje değerlendirilecek; onları eliyoruz ve bağımsız değerlendirici olarak seçiyoruz. Kalkınma Ajansı’nın içerisinde böyle bir salonumuz var. Salonda bilgisayarlar bulunuyor. Bir bağımsız değerlendirici günde en fazla üç tane proje değerlendirir ve bu bağımsız değerlendiricilerin odaya girmeden cep telefonları alınır. Giriş çıkışları belirli kaideler çerçevesinde gerçekleşir. Yemeğe oradaki görevli arkadaşımıza söyleyerek çıkarlar. Bizler hep beraber çıkar, kimseyi orda yalnız bırakmak istemeyiz. Başlarında biri olmalıdır. Bir projeyi iki bağımsız değerlendirir. İki bağımsız değerlendirici arasında 15 puandan fazla fark var ise üçüncü bağımsız değerlendiriciye gider ya da biri geçirip biri bırakmış ise yine üçüncü bağımsız değerlendiriciye gider. Bu projelerinizi okuyanlar; sabah dokuzdan akşam beşe-beş buçuğa kadar bunlara okuyarak çalışıyorlar. Bir kere sizin ne kadar iyi bir fikriniz olursa olsun, bunu kağıda karmakarışık döktüğünüz zaman o bağımsız değerlendiriciyi sinirlendirirsiniz. Çünkü ona bazı sorular soruyoruz. Başvuru sahibinin yeterli proje tecrübesi var mı, siz karmakarışık bir şey yazdığınız zaman onu arar durur, aradıkça size sinirlenir, size sinirlendikçe sizin puanınızın düşme ihtimali daha da artar. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar maddeli bir şekilde yazıyoruz. Bu proje yazarken en temel hususlardan bir tanesidir. Yani ben iki üç paragraf arka arkaya yazacağım. Yazmak yerine şöyle diyorum; Doğu Marmara Kalkınma Ajansı’nın daha ön137


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

ceden şu şu yılları arasında beş tane proje tecrübesi olmuştur. Orada böyle kendimi daha iyi göstermek için şöyle proje yaptım. Şu kadar ortak vardı, şunlar yapıldı diye. Oradan bazı bilgileri istiyor bağımsız değerlendirici ve onu fazla yormadan mümkün olduğunca kısa ve net bir şekilde yazmaya devam edin. Mantıksal çerçeve çok önemli, mantıksal çerçeve hem projeyi tasarlarken sizin rehberiniz hem de proje sonrasında okuyan kişi açısından da özet niteliğini taşıyor. Bir proje mantıksal çerçeve açısından baktığımızda geçip geçmeyeceği aşağı yukarı bellidir. İyi bir mantıksal çerçeve şu şekilde hazırlanır. Mantıksal çerçeveyi de aynı şekilde numaralı yapıyoruz. İşte genel amaçlar birden fazla olabilir. Bir iki tane genel amaç yazdık. Özel amaç bir tane onu da yazdık, ondan sonra altına beklenen sonuçlar deyip: 1, 2, 3 şeklinde; beklenen sonuçları, onun altına faaliyetleri, (hangi faaliyetin hangi beklenen sonucu doğuracağını göstermek için) yazıyoruz. Mantıksal çerçeve, bir kere yazıldığı zaman, yazılıp bırakılan bir metin değildir. Proje yazanlarınız bilirler. Mantıksal çerçeveden başlarsınız. Ondan sonra projeyi yazmaya başlarsınız. Yani benim tercihim şudur: Mantıksal çerçeveyi yaparım, ondan sonra faaliyetleri yaparım, faaliyetlerin ayrıntılı açıklamasını yazarım, daha sonra diğer kısımlara geçerim. Çünkü siz mantıksal çerçeveyi hazırlayıp, faaliyet planında ayrıntılı açıklamasına geçtiğiniz zaman mantıksal çerçevede unuttuğunuz şeyler olacak. Kesinlikle uzun cümle kurmayın. Kısa ve net cümleler kurmanızı tavsiye ederim. Aşırı referans göstermeyin ama konuyu bildiğinizi karşı tarafa hissettirin. Kesinlikle işin teknik boyutuna girmeyin. Eğitimlerde hep şu örneği veriyorum; Bill Gates benden Doğu Marmara Kalkınma Ajansı olarak hibe isteseydi, nasıl anlatacaktı? Bana bu hibeli başvurusunu nasıl yapacaktı? Bana, ben şöyle kodlar yazdım, şu programlama deneyini yazacağım demeyecekti. Diyecekti ki; “Mevcut kullanılan sistem bu. Bu sistemi ben şu şekilde geliştireceğim. Bunun Müşteri Portföyü şudur”. Dolayısıyla be138


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 10

nim burada bilgisayar konusuyla ilgili bağımsız değerlendirici olacak bir şey bilmeme gerek yok. Yalnızca bana şu heyecanı vermeniz gerekiyor. “Evet, bu yeni bir şey ve başarılı olabilmesi için bu işi kafasında oturtmuş ve neyi ne yapacağını biliyor, ekibi var, yeterli hevesi var, bilgisi var ve bu kişi ben bu parayı verirsem bu işi yapabilir”. Biz bu iş yapar mı, bilirkişinin tecrübesi var mı, bu konuda proje iyi düşünülmüş mü, faaliyetler beklenen sonuçları doğurabilir mi, faaliyetler arasında bağlantısızlık var mı, öngörülen bütçe bu iş için yeterli mi- fazla mı eksik mi- bunları sorarız. Dolayısıyla size önereceğim böyle çalışmaya gayret edin. Kesinlikle başkasına okutun diyeceğim ama hep son dakikada bitiyor nedense. Dolayısıyla başkalarına okutmak biraz zor olacak ama şöyle yapabilirsiniz. İki kişi çalışıyorsanız yazdıkça yanınızdaki okusun, onun yazdığını siz okuyun ki karşılıklı kontrol olsun. Hiç bilmeyen bir kişiye okuttuğunuz zaman o projenizi anlaması lâzım. Benim önerilerim bu kadar. Belediyeler sizin için ya da sizin sorumlu olduğunuz bölge için proje verme konusunda belirli bir seviyeye geldiler mi? Yoksa hala belediyelerin bu tarz sıkıntıları var mı? Sizce eğitim almaları gerekiyor mu? diye soru yönelten arkadaşlarımız oluyor. Hâlâ var ama biz bu konuyu aştık. Çünkü biz kurulduğumuzdan beri yaklaşık olarak iki-üç bin kişiye bu eğitimleri verdik. Yani 22 kişilik gruplar şeklinde sürekli eğitim veriyoruz. Bir de kamu kurumları olunca biraz daha müsemma gösteriyoruz. Özel sektör firması olarak bize geldiklerinde şöyle bir projemiz var bakar mısınız dedikleri zaman biz bakmayız. Ama kamu kurumlarından gelen bir iş olduğu zaman ya da sivil toplum kuruluşlarından gelen ve bize fikirlerini anlatanlar olduğu takdirde, dinleyip destek olabiliyoruz. Kişilere gerekli yorumları yapıyoruz. Ama özel sektöre kesinlikle böyle bir katkımız olmuyor. Şu an belediyeler başladığımızdan çok daha iyi durumdalar. Genelde bize gelen projeler çok farklı. İlk kurulduğumuzda bizim farklı destek mekanizmalarımız vardı. Bir teknik desteğimiz bulunu139


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

yordu ve o teknik destek 15 bin liraya kadar danışmanlık ve eğitim hizmetlerini karşılıyordu. 15- 30 günlük süre içerisinde başlayıp bitmesi gereken faaliyetler vardı. Örneğin; UCLG-MEWA bize başvurdu. Dedi ki: “Projeye stratejik bir plan hazırlıyorum. Uluslararası akreditasyona sahip bir danışmanlık firmasından hizmet almam gerekiyor”. Bunun maliyeti 12 bin liradır. Hemen bize başvurunuzu yapıyorsunuz ve biz bunu karşılıyoruz. Kalkınma Ajansı Kurulu bunu belirli bir eleme sürecinden geçiriyor. Burada bağımsız değerlendirici yok. Örneğin; bir eğitim programını 1-2 hafta gibi kısa bir süre içerisinde öğrenmeniz gerekiyor. Bu şart sizin için ama bu programı çalışanlarınız da bilmiyor. Bunun eğitimini veriyoruz. İlk aşamada genelde proje yazma eğitimi isteniyordu. Biz bu tür toplu halde gelen talepleri; insanları daha az uğraştıracağını düşündüğümüz için sürekli eğitim merkezi kurduk. Online bir sistem kurduk. Bize bu online sistemden başvuru yapabilirsiniz. Bu online sistemden birçok konuda istediğiniz eğitimi alabilirsiniz. Her ülkenin dinamikleri ve kalkınma yapıları farklıdır. Fransa’daki yapı farklı veya Amerika’daki yapı farklıdır. Bazı ülkelerde daha çok imar ve dönüşümler ön plandadır. Mesela; İngiltere öyledir. Kalkınma Ajansları biraz daha alansal, biraz daha space dedikleri alanı geliştirme şeklindedir. Büyük kompleksler yapma durumu oluşmuştur. Bu tür yapılar yerele belirli kalifikasyondaki kamu personelinin gitmesi sağlıyor. Nerden başlamalı derseniz, bence en temel en küçük işbirliği faaliyetlerinden başlamak çok önemli. Yani bizim ülkede yok. D Aslında bu öğrenilen bir şeydir. Avusturya örneğinde; Afro-Avusturya’da, binin üzerinde ortak proje gerçekleştirmişler. Bu ortak proje geliştiren firmalar ya da üniversite, firmalar arası işbirlikleri proje bittikten sonra yüzde doksanı da devam etmiştir. Yani o kişilere bu işbirliğinin faydalı sonuçlarını gösterebilmek için biraz finanse etmek gerekiyor. Avrupa Birliği de zaten hibelerini sürekli bu yöne kaydırdı. Çok ortaklı projele140


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 10

re destek veriyor. Bazen bazı projelerin işe yaramadığı düşünülebilir. Bu projede hiçbir şey yok. Hiçbir şey olmasa bile 10 tane kurum ile bir araya gelip bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz ve daha sonra başınız sıkıştığında oradaki kurumu yanınıza alıp bir şeyler yapabilme becerileriniz gelişiyor. O projenin sonuçları çok tatmin edici olmasa bile bence bıkmadan usanmadan buna çalışmak lâzımdır.

141


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-11


“Belediyeciliğin Gelişimi” Prof. Dr. Bilal Eryılmaz İstanbul Medeniyet Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı

Türkiye’de son zamanlarda yerel yönetimler ile ilgili reformların çok hızlandığını ve çok önemli işler yapıldığını hepimiz bilmekteyiz. Bugün geldiğimiz noktayı çok iyi değerlendirebilmek için tarihi süreç olarak nasıl bir gelişme gösterdiğimizi, nereden geldiğimizi, nereye doğru gitmekte olduğumuzu ana hatları ile sizlere sunmak istiyorum. Öncelikle şunu belirteyim: Türkiye’deki yerel yönetimlerin Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkması ve gelişmesi Tanzimat reformları ile beraber olmuştur. Yani batılaşma hareketinin bir sonucudur. Tanzimat yeniden yapılanma, yeniden düzenleme ve batıyı referans olarak almanın temel bir başlangıcı olarak kabul edilebilir. Biz Avrupa’dan Fransa örneğini aldık, kamu yönetimi sistemi olarak Fransa’dan etkilendik. Şüphesiz bütün ülkelerde başka ülkelerin eğilimlerinden yararlanmak gibi bir anlayış, çalışma ve çaba var ama burada dikkat edilmesi gereken noktalar da var. Birkaç noktada bunu değerlendirmek istiyorum. Biz yalnızca biz değil, yani 143


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Fransa’dan Avrupa’dan yönetim sistemini alan yalnızca biz değiliz. Amerika Birleşik Devletleri 19.yy sonunda kamu yönetimi sistemini yeniden yapılandırırken örnek olarak Avrupa’dan istifade etmiştir. Örnek aldığı ülke Fransa ve Almanya’dır. 19.yy sonunda Woodrow Wilson( A.B.D. eski başkanı) ,iki dönem başkanlık yapan, Wilson prensipleri olarak bildiğimiz kişi Amerika kamu yönetiminin kurucularındandır. Şöyle diyor : “ Biz siyasetimizi İngiltere’den aldık ama İngiltere’deki gibi kurumlarımızı oluşturmadık. Yani ABD önce anayasal sitemini kurdu, özgürlüklerin demokrasisini kurdu ve diyor ki: “ Bizde Lord, King, Queen gibi müesseseler, kavramlar yoktur. Kendimize uygun bir hale getirdik“. Kamu yönetimi sistemini çok yetersiz ve zayıf kaldığını ve bu hali ile devam edemeyeceğini söylüyor. Gerçekte de öyle… 19.yy sonunda Amerikan Kamu Yönetimi Sistemi çok iyi değildi. Yani seçimlerde başkana destek olarak çalışanlar, başkan seçildikten sonra onun gayreti ile bir yere memur olmak gibi bir kayırma sitemi dediğimiz politik sistem uygulanıyor. Hatta bir tane çalışan söz verildiği halde kendine memuriyet verilmediği için başkanı öldürmüştü. Yani Amerika’nın kamu yönetimi buydu. Kamu yönetimini Avrupa’dan almalıyız diyor. Avrupa’dan, Fransa ve Almanya’yı gösteriyor ama alırken şuna dikkat etmeliyiz diyor: Avrupa’da ki Kamu Yönetimi Sistemi daha çok üniter devlet sistemi yapısına göre düzenlenmiştir, merkeziyetçidir. Biz ise kamu yönetimi sitemlerinin demokratik değerlere, aşırı merkeziyetçi siyasi sistemin gereklerine uygun hale getirmeliyiz. Buradan baktığınız zaman Amerikan Kamu Yönetimi Sistemi merkeziyetçi sistemdir. Amerika Kamu Yönetimi Sistemi, kamu yönetimini demokratikleştiği bir sistemdi. Yani bürokratikleştiği değil. Amerika’da Tapu Müdürlüğü, Emniyet Müdürlüğü, Milli Eğitim Müdürlüğü bile seçim ile işbaşına gelir. Yani Kamu Yönetimi Sistemi’ ni Avrupa’dan alırken demokratik değerlere bunu uydurmalıyız derken bunları yapıyorlar ve bunu Amerikalılaştırmalıyız, diyorlar. Biz Tanzimat sonrası Avrupa’dan Kamu Yönetimi Sistemi’ni özellikle yerel yönetim sistemini onların etkisi ve baskısı ile aldık. Bunu 144


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 11

almamız aslında bir savaşın süreçleri içerisinde gelişmiştir. Yani 1853-1856’ da yapılan Kırım Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu Fransa ve İngiltere ile ittifâk halinde Ruslara karşı savaşmıştır. O süre içerisinde Avrupa’dan gelen asker aileleri, tüccarlar İstanbul’da çok sayıda yer almaktadır. Bunlar İstanbul’un kanalizasyonu olmayan, suları akmayan, aydınlatması olmayan şehir hayatından sürekli şikâyetçi olmuşlardı. Devlette onların baskısı ile bir belediye sistemi oluşturmanın ilk çalışmalarına başlamış ve 1855’te İstanbul Şehremaneti adı ile belediyeyi kurmuş. Bunun bütün semtlere yaygınlaştırılması zaman alacağı için önce yabancıların daha çok oturduğu ve Avrupa’nın bir şekilde mikro ölçekte yaşandığı Beyoğlu Galata’ da bu modeli denemişler. 1857’de Beyoğlu Galata Altıncı Daire olarak belediye çalışmalarına başlamış. Altıncı Daire’nin isim olarak seçilmesi de o dönemin devlet başkanları Halit Paşa ve Mustafa Reşit Paşa Paris’te Altıncı Daire denilen belediye bölgesinde oturdukları, lüks ve seçkin ailelerin bulunduğu semtin adını buraya vermişler. Beyoğlu’nda o dönemde Paris’teki Altıncı Daire’nin durumunu yansıtan bir sosyal profili var. O dönemin Beyoğlu’su İstanbul’a yan bakan otelleri, gece kulüpleri ile İstanbul’un diğer tarafında başka bir yaşam tarzını canlandıran bir alandır. Devlet, Beyoğlu’ndan batılılaşmaya başlamıştır. Çünkü orada oturan insanların bu belediye işlerini daha çok bileceklerini dikkate almıştır. Bu süreç çok uzun ve bunun olumlu sonuçları olduğu kadar olumsuz sonuçları da olmuştur. Sonra 1968’de bu modelin İstanbul’un semtlerine yayılması, ilk açılan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının Dersaadet Belediye Kanunu’nu, Vilayetler Belediye Kanunu’nu konuşması, yani o savaş şartlarında İstanbul’un Belediye meselesi Meclis-i Mebusan’da konuşuluyor. 1893 Harbi’nin getirdiği sıkıntılar, Balkan’lardan yaklaşık bir milyon kişinin Anadolu’ya göç etmesi ve bunların kışın olması dolayısı ile İstanbul’un hanlarında ağırlanması, Belediye Meclis Üyeleri’nin büyük ölçüde bunların iaşe ve ibate işleri ile meşgul olması, belediyeciliği beklenen şekilde sürükleyememiş, birtakım sıkıntılar ortaya çıkarmış. 1910’lu yıllardaki Balkan Savaşları, ondan sonra Birinci Dünya Savaşı ve Cumhuriyete giriş… 145


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Cumhuriyet yönetiminin en çok önem verdiği konulardan bir tanesi başlangıçta köylerin yönetimi olmuş. Köyler bir kanun ile 1924 Anayasası’ndan önce bir tüzel kişilik olarak, yerel yönetim olarak düzenlenmiş. Çünkü nüfusun yüzde 75’i kırsal kesimde yaşıyor. Kentlerde yaşayan yüzde 25 civarında. Bugün ise tam tersidir. Köyde yaşayanlar olarak bakarsak yüzde 8’i köy, diğer kısım belediyelerde yaşıyor. Köy kanununda köyün işleri, devlet tarafından yapılacak büyük bir yardım ya da destek olmayacağı için kendisine bırakılmış. Maddi, manevi fizikî dayanılma ile yerel hizmetlerin yürütülmesi meselesi olmuş. Aşar vergisi kaldırılmış, onun yerine köylerin imkânlarına göre aşar vergisi olarak ödediklerini köy idaresine ödemeleri ön görülmüş. 1930’da 1580 sayılı belediye kanunu kabul edilmiştir. Belediye kanunu da, Dışişleri Bakanı olan Şükrü Kaya’nın gayretleri ile olmuştur. O dönemde Şükrü Kaya İzmir Milletvekili’dir ve İzmir’de bir dönem Belediye Başkanlığı yapmıştır. İki senelik bir hazırlık çalışması olmuş ve Paris’te eğitimini almıştır. Yani Avrupa’da belediyeciliği gören, bilen, yaşayan bir insandır. Dolayısı ile 1580 sayılı kanun, belediyeciliğe yaklaşımı itibarıyla önemli bir kanundur. Fakat bu kanun belediyenin görevleri bakımından belediyenin görevlerini tek tek saydığı, sayamadığı görevin olmadığını dikkate alırsak; zaman içerisinde gelişme gösterememiş. Ayrıca bakanlıkların kurulması ile beraber, yeni kurulan bakanlıklar, belediyelerin görevlerini almışlar, bunları kendi görevleri haline getirmişlerdir. Kaynak olarak da bakanlıklar belediyelere yeterince kaynak aktarmamış ama buna rağmen 1950-1960’a kadar belediyeler, yerel yönetimler ve özel idareler önemli işler yapmışlardır. Bir rakam vereyim: Belediyelerin genel bütçeye oranı 1960’ta yüzde 10 civarında. 1950’den itibaren Türkiye’de kentleşmenin de hızlandığını dikkate alacak olursanız; mevcut nüfusun her sene yüzde beş-altısı kentleşiyor. Bu gecekondululaşmanın, çarpık kentleşmenin başladığı bir süreçtir. 1980’in başında bu %10’luk oran, yüzde 4,5’e kadar düşmüştür. Yani belediye bütçelerinin genel bütçeye oranı, 1980 de yüzde 4,5’e düşmüştür. 146


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 11

Bugün belediyelerin karşı karşıya olduğu sorunların önemli kısmı altyapı yetersizliği, çarpık kentleşme, yeniden yapılanmadır. Bu 1960 ile 1980 arasındaki dönemde uygulanan politikalardan dolayı olmuştur. O zaman bunların çözüm yolları üretilmiş olsaydı; bugün biz bu kadar büyük maliyete katlanmazdık. Bugün çok büyük maliyetler ile karşı karşıyayız. Çünkü altyapı hizmetleri o zamana göre daha pahalı, istimlak bedelleri daha yüksek. O dönemde insanlar yerleşmiş ve onları yerinden çıkaramıyorsunuz. Bir şekilde onlarda kendi haklarını kazanmış gözüküyorlar. Burada belirtmek istediğim şeylerden bir tanesi şu: Bu mesele ve çözümü o dönemlerde de konuşulmuş fakat 1961 Anayasası belediyelerin eşitliği prensibi ile ilgili bir bakış açısı taşımaktadır. Bundan dolayı da nüfusu 2 bin ile 2 milyon olan belediyeler arasında farklı bir uygulama ve düzenleme yapabilme imkânı yoktu. 1580 sayılı kanunda da belediyelerin eşitliği prensibi benimsenmiştir. Yani nüfusu daha çok olan yerlerin farklı gelir kaynaklarına, farklı statülere ait olması gerekirken, onlarda aynı kanun hükmü ile aynı gelirle yönetilmek durumunda kalmışlardır. Bir şehir düşünün birbiriyle bağlantılı, aradan bir sokak geçiyor ve iç içe geçmiş çok sayıda belediye. Farklı farklı imarlar, farklı otobüs işletmeleri, farklı su ve kanalizasyon sistemleri… İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de birçok yerde böyle ciddi bir problem var. O zamanın askerî idaresi, ikincil çözüm olarak Ankara, İstanbul, İzmir ile şehir bütünlüğü sağlamak amacı ile şehir içindeki küçük belediyeleri kaldırdı. Onları ana kente bağladı ama esas kanun, Anayasa’nın 127. maddesine eklenen büyük yerleşim merkezlerinde, özel yönetim biçimleri oluşturulabilir maddesidir. İşte bu kanunla beraber 1984 yılında büyükşehir belediyeleri yasası çıkıyor. Bu anayasanın 127. maddesindeki kanun büyük yerleşim merkezlerinde özel yönetim biçimleri oluşturulabilir hükmü tek bir büyükşehir belediye modelini öngörmüyor. Farklı büyüklükte, farklı özellikleri olan şehirlerin ayrı büyükşehir kanunları çıkarmasını öngören bir maddedir. Dolayısıyla bugün büyükşehirler ile ilgili olarak tek bir kanun var ama her bir büyükşehir için ayrı ayrı statüler, yapılar ve gelir kaynakları olabilir. Özellikle İstanbul gibi nüfu147


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

su 14 milyon, ilerde 20 milyona dayanacak olan bir şehir için bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama bununla beraber anayasanın bu hükmü Büyükşehir Belediyeleri bakımından rahatlama getirmiştir. İlk Büyükşehir Belediyesi seçimleri yapıldıktan sonra bir takım sıkıntılar çıkmış, İlçe Belediye Başkanları kendilerini Büyükşehir Belediye Başkanları gibi bu yeni yapının ne olduğuna ilişkin henüz uygulamaya da pratik olmadığı için hep itirazlarda bulunmuş. Su idaresi kendilerinin olmadığı halde suları bedava satacağız, imar planında şunu yapacağız gibi çok popülist yaklaşımlar göstermiştir. Muhalefet partileri de büyükşehir modelini biz değiştireceğiz diye kamuoyuna açıklamalar yaptılar. Onları ben bizzat gördüm. Türkiye, büyükşehirler bakımından ilk başlangıçta ipten dönmüştür. Muhalefetteki bazı partiler ve liderleri meydanlarda Büyükşehir Belediyesi Kanunu nerden çıktı. Biz bunu değiştireceğiz diye miting meydanlarında konuştuğunu biliyorum. Yerellik bu toplumun dâhili ve pratik olarak da önemli kültürel özelliklerindendir. Bu toplumun böyle bir değişikliğe onay vermeyeceği açıktır. Politik olarak da bunun riski vardır ve Türkiye kentleşmiş bir toplumdur. Kentleşmenin gereklerine göre bir düzenlemenin geri çekilmesi mümkün değildir. Bunun risklerini dikkate alarak, iktidara gelmiş olmalarına rağmen bu kanunda geri adım atılmadı. Bu yüzden 1984’ ü önemsiyorum çünkü büyükşehir belediyelerinin başlangıç ve doğum tarihidir yani bir milattır. Türkiye’deki şehircilik bakımından çok önemli bir tarihtir. Ondan sonra 2002’den itibaren kamu yönetimi reformları Türkiye’de başladı. Bu kamu yönetimi reformu iki unsurdan oluşuyor. Bir; merkezi yönetimin yeniden yapılandırılması, bir de yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması. Belediyeler ile ilgili baktığınız zaman biz şöyle bir problem ile karşı karşıya kalmıştık. Çünkü her iki kanun hazırlama sürecinde teknik heyeti göreve aldık ve bu kanunların yapılandırılmasında önemli katkılarımız olduğunu düşünüyorum. Problem şu: Anayasa’ya siz yerel yönetimler ile ilgili birtakım maddeler koyabilirsiniz. Yerel yönetimler, yerel hizmetler tarafından yerine getirilir diyebilirsiniz fa148


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 11

kat merkezi idarenin çıkardığı bir kanun ile İçişleri Bakanlığı yetki veriyor, bütçe olarak da o görevi destekleyecek bir kaynak aktarıyor. Yazılı birçok göreviniz var ama fiilen bu görevler başkalarının ellerine geçmiş oluyor. Dolayısıyla yerel yönetimlerin görevlerini saymak yetmiyor, onları yerine getirebilecek mali kaynaklar ya da merkezin olası müdahalelerine, yetki engellerine karşı onu sınırlandıracak bir düzenleme yapmanız lâzım. Biz kamu yönetimi temel kanunu olarak adlandırılan daha sonra mecliste onun ismi kamu iletimi yeniden yapılandırması temel ilkeleri diye değiştirildi. O kanunda, merkezi idarenin görevleri sayılmıştır. Merkezi idarenin görevleri dışında kalan yerel nitelikteki görevler, yerel yönetimlere aittir diye bir ilke konmuştur. Dolayısıyla yerel yönetimlerin görevi merkezî idarenin kanunları dışında kalan sayılan sayılamayan, bugün sayılsa bile ilerde yeni görev ve ihtiyaçlar ortaya çıkarabilecek, böyle bir metodoloji içerisinde hazırlanmıştır. Kamu yönetimi temel kanunu meclisten geçti. Cumhurbaşkanı veto ettiği için tekrar mecliste bekliyor. Kanun çıkmadı. Dolayısıyla bunun eksikliğini kapatabilmek için yerel yönetimler ile ilgili kanunda birtakım düzenlemeler yapıldı. 20042005 yılında Büyükşehir Belediye Kanunu, Özel İdare Kanunu, yerel yönetim ile ilgili kanun, bunlar yeni bir bakış açısı ile geçirildi. Bu kanunların amaçladığı temel prensipler; yerel yönetimlerin ölçeklerini büyütüyor. Bizim bugün çok fazla üzerinde durmadığımız temel konu yerel yönetimlerin ölçekleridir. Yani küçük küçük yerel yönetimlerin, belediyelerin Türkiye’de ekonomik olarak büyük yatırımlar yapması mümkün değildir. Türkiye’nin yerel yönetimleri, ölçekleri büyütmesi gerekir. Bugün iktisatta ölçek ekonomisi diye bir şey var. Yani toplam harcamalar arttığı halde kişi başına harcamalar düşüyorsa o ölçek ekonomisi yararlıdır. Dolayısıyla büyükşehirlerin yatırım yapabilir hâle gelebilmesi için cari harcamaların azaltılması yani personel harcamalarının azaltılması, yatırıma giden kaynakların arttırılması lâzım. Bu da ölçekle alâkalı bir şeydir. O dönem biz bu kanun çalışmalarını yaparken küçük belde belediyeleri başkanları bize geldiler. “Bizim 10 tane memurumuz var ama bize Ankara’dan gelen, genel bütçeden verilen kaynak bunların ancak maaşına yeti149


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

yor. Bunlar olmasa bizler yıllık olarak şu kadar bir paraya sahip olacağız. Bu para ile biz bu belediyenin kanalizasyonunu, içme suyunu hallederiz”, dediler. Bunun üzerine biz ölçekleri büyüttük çünkü bir mevcut belediyeye 5 kilometre yakın yerde başka bir belediye kurulamıyor. Nüfusu 5 binin altında olan yerlerde belediye kurulamıyor. 2012’de kabul edilen büyükşehirlerin sayısını 10’dan 30’a çıkaran bir kanun var. Bu kanun, 2014 yerel yönetim seçimlerinde uygulandı. Yani bu şunu getiriyor. Bir defa bu büyükşehirlerin bulunduğu yerlerde özel idareleri yerel yönetim olarak ortadan kaldırıyor. İl Genel Meclisi karar organı ortadan kaldırılıyor. İl Özel İdaresi’nin yaptığı görevler büyükşehir belediyelerine geçiyor. İkincisi; büyükşehir kapsamında olan köylerin, tüzel kişilikleri kaldırılıyor ve bağlı olduğu ilçenin mahallesi haline geliyor. Eskiden köylerde çöp olmazdı, kanalizasyon ihtiyacı olmazdı, çevre kirliliği ihtiyacı olmazdı. Bugün köylerde çöp olayı, kanalizasyon problemi var. Çünkü içme suyu artık evlerde. Şimdi bunları köyün kendi imkânları ile halletmesi mümkün değil. İlçe ölçeğinde hatta il ölçeğinde bunların bir şekilde çözülmesi lâzım. Su kaynaklarımız ülkemizde çok geniş değil. Su kaynaklarını çok iyi değerlendirmemiz ve bunu çok iyi kullanmamız lâzım. Çevre kirliliğini önlememiz lazım. Köylerde yangın olduğu zaman bütün köy gidiyor samanlar vs. olduğu için. Yangını kim söndürecek, köyün itfaiye alma imkânı var mı? İlçe belediyesi bunu yapıyor ama ilçe belediyesinin görevi değil bu. Sosyal hizmet, insani hizmet olarak bunu yapıyor. Artık köylerimiz eskisi gibi nüfusun yoğun olduğu alanlar değil. Taşımalı eğitim olarak başlanan köyler bugün artık giderek o merkeziliğini kaybetti. Taşımalı eğitim artık ilçelere döndü. Köy okullarının yüzde 60-70’i kapalı. Köydeki sağlık ocaklarının yüzde 60-70’i kapalı. İlçelerde bile artık hastaneleri kapatıyorlar çünkü fonksiyonel değil. İl merkezleri daha çok güçleniyor. İşte bunlar kırsal kesimdeki yapının yeniden gözden geçirilmesi ile ortaya çıkan bir şeydir. Ayrıca köy- şehir farklılığı da bitiyor. Yani bir şehrin yerleşik alanı içerisindeki mahallenin hizmet ihtiyacı ne ise; köylerde aynı şekilde o ihtiyaca yaklaştırılmak durumundadır. Bucaklar, nahiyeler kaldırıldı. 1871’de Fransa örneğine göre kurulan 150


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 11

bucaklar kaldırıldı. Biz nahiyeyi 1864’te vilayet sistemi ile Fransa’dan aldık. Artık köyler direkt ilçeler ile değil de bölge illeri ile de temas hâlinde. Yani Türkiye’nin ulaşım sistemi, altyapısı geliştikçe kırsal kesim ile şehir arasındaki farklılığın büyük ölçüde azaldığını görüyoruz. Köylerimiz kışın boşalıyor; yazın ise emekliler ve boşta kalan insanlar memleket özlemi nedeniyle köylerine gelip birtakım bağ bahçe işleri yapıyorlar. Otuz büyükşehir şu anda nüfusumuzun yüzde 77’sini oluşturuyor. Yani nüfusumuzun %77’si büyükşehir belediyelerinin hizmetlerinden yararlanıyor. Büyükşehir olmayan belediyeleri de dikkate aldığınız zaman %93 civarında bir nüfus, Türkiye belediyeleri hizmeti altında kalıyor. %7 civarında nüfusta köylerde kalıyor. Bazıları şöyle diyor:” Köylerin tüzel kişiliği kaldırıldı, geleneksel olarak köyler yok ediliyor. Köyler mekânsal olarak yerinde duruyor ve sadece mahalle haline geldi. İnsanlar önceden köy muhtarıydı şimdi ise mahalle muhtarı”. Orada önemli bir değişiklik yok. Biz bu yönetim ölçeklerini büyütmede çok geç kaldık. Ama buna rağmen Avrupa’nın bazı ülkelerinden çok daha ilerideyiz. Fransa’yı örnek vereyim. Fransa’da şehir, köy, belediye farklılığı yoktur. Yani orada köyün ayrı bir statüsü, şehrin belediye olarak ayrı bir statüsü yoktur. Hepsi komün olarak adlandırılmıştır. Köy de, şehir de belediyedir. 36 bin belediyesi var. Bu sürdürülebilir bir yapı değildir. Fransa’nın karşı karşıya olduğu en büyük problemlerden bir tanesi de budur. Avrupa’nın başka ülkeleri, özellikle Kuzey Avrupa, Hollanda, İngiltere, Danimarka gibi ülkeler 1970’lerde belediyelerin yönetim ölçeklerini büyüttüler. Yani küçük belediyeleri kapattılar. Onları mevcut bir belediyeye bağladılar. Ölçekleri büyüttüler. Yani ölçek ekonomisinden yararlandılar ve rahatladılar. Bu alan ile ilgili çalışan bir insan olarak, Fransa’nın geleceğini çok sorunlu görüyorum. Fransa reform yapamıyor. Bu gidişle yapamaz. Yani 36 bin belediye ile ve onun cari harcamalarıyla yatırım yapamaz. Biz nüfusun yüzde 77’si olarak içeri almış durumdayız. Türkiye bu alanda gerçekten çok radikal bir karar aldı. Nüfusu 2 binin altına düşen belediyeleri kapattı. Fakat yargı süreçleri bu reform un uygulanmasını beş sene bek151


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

letti. Yani 2014 yılından itibaren bunu anca uygulayabildik. Kapatılan belediyeler, Ankara’ya çok yürüdüler ve bunlar haklarını istediler ama bu geri dönüşü olmayan bir konuydu. Hükümetin kararlılığını burada takdir etmek isterim. Yani popülist bir amaç ile seçim kaybetme endişesi ile hareket etmedi. Büyükşehirler baktığınız zaman Türkiye’deki nüfus hareketlerinin iki ana koldan yürüdüğünü, şekillendiğini görüyoruz. Bir tanesi nüfusun kırsallaşması dediğimiz bir olgu diğeri ise nüfusun bölgeselleşmesi olgusudur. Nüfusun kırsallaşması dediğimiz şey; Türkiye’ye coğrafi olarak baktığınız zaman nüfus kıyılara doğru daha çok yoğunlaşıyor. Ege, Marmara, Akdeniz, Güneydoğu kıyılarına doğru nüfusun daha çok arttığını görüyoruz. Büyükşehir belediyelerine baktığınız zaman hep kıyıda yer alıyor. Dolayısıyla bu gelişmeye büyükşehirlerin cevap vermesi durumu ortaya çıkıyor. Yani nüfusun bir yerde çoğalması, yerel yönetimlere meydan okumadır. Bir dinamizm getirmek gerekir. Buradan bölgeselleşme ile ilgili birkaç ilavede bulunayım. Artık bazı bölgelerdeki nüfus azalıyor. Mesela; Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki nüfus azalıyor. Buradakiler Marmara’ya geliyor. Büyükşehirlerin büyük kısmı Marmara’da, Ege’de, Akdeniz’de yer alıyor. Eskiden üç büyükşehir İstanbul, Ankara, İzmir derdik. Bugün İzmir’i yavaş yavaş yakalamaya çalışan şehirlerimiz var. Örneğin; Bursa, Antalya, Mersin, Konya vb. Ege’de birbirleri ile rekabet eden şehirlerimiz var. Yani Manisa, İzmir ile rekabet ediyor. İzmir’in sanayisi yok ama Manisa’nın var. Organize sanayinin İzmir’de olmaması ona kan kaybettiriyor, Manisa onun yerini almaya çalışıyor. Aydın, Denizli, Muğla’da rekabet içinde. Büyükşehir Belediye modeli aslında federal devlet sistemi değil ama eskiden belediye başkanlığına bu kadar rağbet yoktu ama bugün bir belediye başkanlığı Ankara’daki bir bakanlıktan daha değerli. Nitekim bu seçimlerde bakan olan bazı kişiler istifa edip Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday oldular. Aslında problem şu ki: Büyükşehirler bu kadar önemli hale geliyor fakat acaba yeterince kaynak buralara aktarılabiliyor mu? 2004-2005 yılları ile oluşan bu büyükşehir belediye yasalarındaki öngörülen kaynak ile şimdikiler arasında oldukça fark var. Yani 152


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 11

giderek belediyeye aktarılan kaynakların düştüğünü görüyoruz. Mesela; bir örnek verelim. Özel İdare’nin daha önce genel bütçeden aldığı kaynak yüzde 1,5 civarındaydı. Şimdi ise yüzde 0,5’e düştü. Büyükşehir dışındaki belediyelerin genel bütçeden aldığı kaynak yüzde 5 civarındaydı fakat şimdi yüzde 1,5’a düştü. Yüzde 1,5 da kendi gelirlerinden oluştursa yüzde üç yapar. Bu yüzde 3 ile bir yerel yönetim olmaz, gelişemezler. Bunlar şu anda biriken ihtiyaçlarımız. İnsanlarımız artık büyükşehirlerden orta boy, küçük yerlere doğru kaymaya başladı. Özellikle emekliler. İzmir merkezinde oturan emekliler, İzmir’in Torbalı ilçesi gibi ulaşımı, sosyalliği daha rahat olan yerlere gitmeye başladılar. Dolayısıyla şehir merkezlerinin problemlerini hallederken, şimdi ilçelerde böyle yoğunlaşmaya başladı. Bunu bir denge içerisinde götürmemiz gerekir. Sadece 30 tane vilayette, özel idare yoktur. Onun dışında elli yerde özel idare vardır. Özel İdare; eğitime, sağlığa, şehir altyapısına destek veriyor. Ben ilerde özel idarenin de büyükşehirlerdeki yapı gibi kaldırılmasını düşünüyorum. Büyükşehirleri farklı farklı kategorilere ayırıp, nüfus itibari ile belirli gruplara ayırıp, ona göre büyükşehir yasaları yapmak gerekir. Yani şu an nüfusu 750 binin üzerinde olan yerler büyükşehir yapılıyor. Bunu bütün illere yaygınlaştırabiliriz. Buradaki temel problem valiliğin olmasıdır. Vali’nin işi çok ve belediyecilik ile valilik apayrı bir şey. Güvenlik, sağlık, eğitim gibi hizmetler valinin hizmetinde devam edecek ama bir valinin altyapı ile ilgili görevi olmamalı. Fransa bunu değiştirdi. 1982’de yaptığı reformlar ile valiyi yerel yönetimlerin başından aldı ve vali artık bir vesayet makamı olarak, belediyeleri gerektiğinde denetleyen bir makam olmaya başladı. 2004-2005-2006’larda bir belediye reformu yaparken üniter devleti siz zayıflatıyorsunuz, ortadan kaldırıyorsunuz dediler. Üniter devlet ayrı bir şeydir. Üniter devletin zıttı, federal devlettir. Yerel yönetimlerin hiçbirinde bir yasama yetkisi yoktur. Kanun ile verilen görevleri yerine getirirler. Rahmetli Turgut Özal yerel yönetimlerden yana bir kişiydi. Liberal bir iktisat politikası ve yerel yönetim, yani Prens Sabahattin’in temsilcisiydi. Fakat, Ankara bürokratları rahmetli Özal’a Ankara’da Kalkınma ve Köy Hizmetleri Ge153


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

nel Müdürlüğü’nü kurdurdular. Yani köylerin içme suyu, yolları vs. hepsi Ankara’dan yani Genel Müdürlük’ten yapılacak ve uzun yıllar bu devam edecekti. 2006’ya kadar devam etti de. Biz bu reformu yaparken, önce bu halkın reformlar meselesinde bir takım somut gelişmeleri görmesi lâzım. Bazı somut adımlar atalım ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nü kaldıralım dedik. Köy Hizmetleri Genel Müdürü’nü çağırdık. O zaman Tarım Bakanlığı’nın müsteşar ve müsteşar yardımcısını da çağırdık ve dedik ki: “Köy hizmetleri ile ilgili kısa bir kanun yazın. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kaldırılmıştır. Bunların yetkileri Özel İdare’ye verilmiştir” diye ilave edin. Onlar da tamam dediler. Biz o kanun maddesini yazabilirdik fakat bürokrasiyi de bu meseleye dâhil etmek, onu da bu işin içine sokmak istedik. İki hafta sonra üç tane öneri ile geldiler. Üçü de Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nü kaldırmıyor. Bakanlığın bir birimini alıp oraya veriyor, daha da büyütüyor. Meselâ; Toprak Reformu Genel Müdürlüğü’nü kaldırıyor ve onu Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne bağlıyor. Böyle bir durumda bürokratların nasıl çalıştığını, talimatlara nasıl karşı hareket ettiğini gördük. Şu örneği verdim. Köy kalkınması, kırsal hizmetler, yerel hizmettir. Mithat Paşa’yı örnek gösterdim. Mithat Paşa’nın Ziraat Bankası’ndaki fotoğrafının adı ve anlamı nedir? Çünkü Mithat Paşa 1864’te Vilayet Nizamnamesi’ni yazan heyetin içindedir. Tuna vilayetinde ilk pilot uygulamayı o yapmıştır ve o pilot uygulama esnasında kırsal kalkınma ve tarımın modernizasyonuna çok önemli katkılar sağlamıştır. Paraya ihtiyacı olan çiftçilere kredi vermiştir. Tohuma ihtiyacı olanlara tohum vermiştir. Yani ilk Ziraat Bankası’nın kuruluşunun temelini o atmıştır. Dolayısıyla tarımsal kalkınma, köy yolları gibi şeyler önce özel idarenin alanına girmiştir. Biz gelen bu üç öneriyi kabul etmedik. Başkaları olsa kabul edebilirlerdi, fakat bizim düşüncemiz belliydi. Yapacağımız işi biliyorduk ve dik durduk. Önce Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kaldırıldı. Daha sonra bu yerel yönetimler ile ilgili kanunlar yapıldı. Köy hizmetleri artık yerel bir hizmettir. Büyükşehir olmayan yerlerde İl Özel İdaresi bu hizmeti yapıyor. Tarımsal kalkınmanın hala büyük bir yükünün ye154


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 11

rel yönetimlerde olması gerektiğini düşünüyorum. Bakanlığın birtakım yetki ve görevlerinin de yerel yönetimlere aktarılması gerektiğini düşünüyorum. Yani gölet yapacak, sulama kanalları oluşturulacak. Ankara’nın bunlarla uğraşmasına gerek yok. Ankara’nın bu yüklerden kurtulması lazımdır. Henüz yerelleşmenin başındayız. Bazı eksikliklerimiz var. Bunları zaman içerisinde telafi edebiliriz diye düşünüyorum. Şimdi sonuç olarak büyükşehrin bu noktalara gelmesi makro ölçekler bakımından önemli bir reformdur. Fakat her reform, tadilatlar ile iyileştirmeler ile gelişir. Bu şuna benzer evinize yeni bir mobilya aldığınızda halı, perde beni de, değiştir beni der. Yani her reform kendisi ile uyumlu yan destek reformları yapılmasını gerektirir. Bu çerçevede Büyükşehir Belediyeleri ve diğer belediyelerin de belediye meclisi yapısında değişiklik yapması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Büyükşehir belediyeleri meclisleri yapısında daha çok kentin imarı, inşaatı ile ilgili çıkar grupları ağırlığı var. Mimar, mühendis, taşeron gibi grupların ağırlığı var. Dolayısıyla belediye meclislerinin gündemlerine baktığınız zaman hep imar ve imar tadilatı ile ilgilidir. Çünkü orada kamu yararı, sosyal fayda üreten, bunu dillendiren insanlar yok. Başlangıçta bu amaçlar ile orada görev yapsalar bile çevresel etkiler ve faktörler onları zorluyor. On sene önce büyükşehirleri ve belediyeleri tehdit eden büyük müteahhit grupları yoktu. Bugün büyük müteahhit grupları var. Dolayısıyla belediye çalışanlarının bunların baskısı altında olabileceğini, etkilenebileceğini dikkate almamız lâzım. Yani belediye meclisleri yapısını yalnızca serbest meslek mensupları değil, şu andaki kanun bakımından ve anayasa bakımından söylüyorum, üniversite öğretim üyelerinin, üniversite öğretim üyeliğini devam ettirirken belediye meclisi üyeliği görevini de yapabilmelerinin mümkün olduğunu düşünüyorum. En azından bazı konularda sosyal fayda ve kamu yararı meselesini çok iyi dile getirebilecek, tavsiye verebilecek insanlar çıkar. Bunu iktidar ya da muhalefet bakımından söylemiyorum. Bugün imar konularının çoğu iktidar ve muhalefetin işbirliği ile geçiyor. Belediyede çalışan bir işçi belediye meclisine teorik olarak seçilebilir. Görevi ile beraber ora155


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

da da görev yapabilir. Buna yasal bir engel yok. Biz şehrin eğitim ve sağlık meseleleri ile ilgilenmiyoruz daha çok gökdelenlerle ilgilenip onları izliyoruz ama bunlar hayatımıza ne getiriyor. Şehirciliğimizin yarını için neler getiriyor? Avantajlarını ve dezavantajlarını dikkate almamız lâzım. Bugün belediyelerde belediye uzmanlığı diye bir kariyer mesleği yok. Ankara’da bakanlıkların çoğunda kariyer meslekleri vardır. Uzman yardımcılığı olarak girer daha sonra uzman olur, o bakanlıkla ilgili uzmanlık statüsünün gerektirdiği liyakata sahiptir ve maaş olarak da diğerlerine göre iyi bir imkânı vardır. Başbakanlıkta, çevre bakanlığında, birçok bakanlıkta bunlar vardır. Bu insanlar çok büyük yatırımlara imza atmıyorlar ama böyle bir kariyer sisteminden yararlanıyorlar. Son dönemlerde Maliye Bakanlığı birçok mesleği kariyer mesleği haline getirdi. Memurların hem statüsünü yükseltti; hem de ekonomik olarak durumunu iyileştirdi. Belediyelerde de bir belediye uzmanlığı kariyer sisteminin olması lâzım. Personel rejimi bakımından buna ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bunlar şu bakımdan önemli; Ankara’nın memur profili kariyer itibariyle daha yüksektir. Daha uzman yardımcılığı bitmemişken bürokratı ayağına getirtebiliyor. Çünkü o işi, kendisinin bildiğini zannediyor. Mesela; size başımdan geçen ilginç bir olayı anlatayım. Genel bütçe vergi gelirlerinin bir havuzu var. Şimdi bunun içinde ne vardır ne yoktur hepimiz zannederiz ki; Türkiye’de Maliye Bakanlığı’nın topladığı bütün vergiler genel bütçe vergi geliri havuzundadır, öyle zannederiz. Siz bu havuzun içini daraltın ama belediyelerin aldığı oranı sabit tutun, belediyelerin geliri azalır. Ankara’da bürokratlar maalesef belediyelerin genel bütçeye vergi gelirlerinden yüzde 3, yüzde 5, alacakları payları kanunen belli olduğu için onları değiştirmiyorlar, ama havuzun içindeki kaynakların bir kısmını dışarı atıyorlar ve havuzun içindeki kaynağı azaltıyorlar. Dolayısıyla az bir kaynaktan siz yüzde 3, yüzde 5 alıyorsunuz. Biz bunu gördük. Şu anda da bazı genel bütçe vergi gelirleri havuzun değildir. Şimdi onu havuzun içine aldığınız zaman belediyelerin alması gereken aylık paylar otomatikman artar. 156


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 11

Şimdi bu bir teknik bilgidir. Yani bürokrasinin teknik bilgiyi kendi çıkarı için nasıl kullandığının en güzel örneklerindendir. Büyükşehirler ile ilgili yapılanmalar devam ediyor. Küçük aksaklıklar olabilir ama genel anlamda ağaçları değil ormanı incelediğimiz zaman, makro ölçekler itibariyle büyükşehirlerdeki yapılanma doğru istikamette devam ediyor. Bunun yapılanması zaman alır. Bu zaman içerisinde de iyileştirmeler yapılır. Türkiyemiz gerçekten son 10-15 yıl içerisinde kamu yönetimi reformunda çok önemli noktaya gelmiştir. Artık İstanbul’un nüfusu kendi içinden artıyor, dıştan fazla insan gelmiyor. İstanbul’un şu anda yıllık nüfus artışı yüzde 1,5. İzmir ve Ankara’da da öyle. Fakat Antalya, Konya, Diyarbakır daha yüksek artıyor. Yani şehirleşmenin baskısı büyükşehirlerde eskisi kadar değil, bunda kalkınma ile ulaşım sistemi ile ilgili reformların büyük etkisi olmuştur. Üniversitelerin açılması şehirciliğin çok önemli bir politikasıdır. Üniversite’nin olması oradaki şehir hayatını büyütür, nüfusu arttırır. İnsanın başka şehre gitmesini engeller. İnsan hareketliliği ülkede her zaman olacaktır. Bu başka sebeplere dayalıdır, görev icâbıdır, daha çok kendini yetiştirmek için olabilir. Yani bu nüfus hareketliliği büyükşehire karşı olabilir, büyükşehirden dışarı da olabilir. Dünyada, Türkiye kadar nüfus hareketliliği hızlı ve dinamik başka bir ülke yoktur. 1993 harbinde, Balkanlardan bir milyon insan Anadolu’ya girdi. 700 bin kişi Kafkasya’dan geldi. Şeyh Şamil’in, Ruslar ile mücadelesinde başarısız olmasından dolayı bunlar bir şekilde yerleşti. Daha sonra bunlar şehirleşme ile beraber 1960’larda şehirlere göç ettiler. Böyle bir hareketlilik dünyanın hiçbir yerinde yok. Dolayısıyla Türkiye’nin bugün ki geldiği noktayı ben iyi bir nokta, sürdürülmesi gereken bir nokta olarak görüyorum. İyileştirmeler ile ilgili her zaman ihtiyaçlar olduğu sürece yeni şeyler yapılabilir.

157


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-12


“Turizm ve Yerel Yönetimler” Mimar Tülin Ersöz İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanı

40 yıllık eski bir belediyeciyim. Son dönemlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde turizmden sorumlu başkan danışmanlığı yapıyorum. İstanbul aşığıyım. Amerikalı ünlü bir tasarımcı diyor ki: “ Tanrı’nın insanlar için yarattığı en güzel şehirde çalışmak benim için çok büyük mutluluk…” Bu herkes içinde heyecan verici bir durumdur diye düşünüyorum. Elbette ki birçok sorunumuz var. Ama bu sadece İstanbul için geçerli değil. Dünyada da bu şekildedir. Üstelik nüfus artışından dolayı bu sorunlar gitgide büyüyor. Fakat hepimiz sabır ve işbirliği ile bu sorunları mümkün mertebe çözmeye gayret ediyoruz. Bugün CNN Tripadvisor’ a dünyada ziyaret edilebilir 10 şehirden, üçüncüsü İstanbul seçildi. Birincisi Fas Marekeş, ikincisi Roma, üçüncüsü İstanbul, dördüncüsü Vietnam… New York listeye bile giremedi. Onun için İstanbul, trend şehir olma yolunda ilerlemeye başladı. 159


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Biz şehrin turizmini nasıl yönetiyoruz? Bunun hakkında size bilgi vermek istiyorum. Sayın Başkanımız Kadir Topbaş Bey ile ortak akıl ve işbirliği çerçevesinde her şeyi çözmeye gayret ediyoruz. Çünkü sonuçta ben mimarım, turizmci değilim. Fakat sektörün temsilcileri, sivil toplum örgütleri, işin duayenleri ve uzmanları, yönetim kurulu başkanları, akademisyenler ve basın ile işbirliği içerisinde 55 kişilik bir grup olarak çalışıyoruz. Bunların hepsi gönüllüler ve biz yapılacak her projeyi onların görüşlerini alarak yapıyoruz ya da onlar bize yapılması gerekenleri öngörüyorlar ve biz o projeyi hazırlıyoruz. Ofisimde teknik eleman ve şehir planlamacı bulunuyor. Onlarla beraber projeleri hazırlayıp ilgili birimlere pas ediyoruz. Birimler de gerekli yasal işlemleri yapıyorlar. Tatbikat aşamasında biz de işin başında oluyoruz. Şimdi size bir model vereyim. Meselâ; Talimhane’nin eski hali. Bundan 10 yıl öncesinde orada müthiş bir kaos vardı. Burası yaklaşık 35 tane otelin de bulunduğu bir bölgedir. Trafik çilesi anlatılamayacak kadar ağırdı. Minibüslerin, taşıma araçlarının çalışırken park edilmesinden tutun, bekletilmesine kadar vs vs… sıkıntıydı. Altyapı inanılmaz kötüydü. Binalar estetiğe uygun değildi. Biz burada çalışırken buradaki bütün otel yönetimlerini çağırdık. Yönetim Kurulu Başkanları ve platform üyeleri geldi. Beş tane de komisyonum var. Projelendirme, güvenlik, estetik, hukuk ve çevre. Bu komisyonumuzun üyelerini de, basını da davet ettik ki; haksız yere suçlamalara maruz kalmayalım diye. Çünkü bugüne kadar İstanbul’da verilmeyen hizmetler verildi. Fakat bazen başta mimarlar odası olmak üzere bizim yaptığımız her şeyin tam tersini iddia ediyorlar. İspat etmeye çalıştığımızda da bu süreç çok uzun sürüyor ve sizi yıpratıyor. Sonuç olarak herkesle görüşüp, işbirliği içerisinde bir proje hazırladık. Projeye öncelikle altyapıdan başlayarak devamını tamamladık. İSKİ, PTT, Doğalgaz, Elektrik İdaresi vs. bunların yetkililerini çağırdık. Onlar kendi programlarını aldılar. Maalesef buranın altyapısı 1950’lerden kalma. Kanal sorunları yaşanıyor, elektrik kabloları sık sık değiştirilmek zorunda kalınıyordu. Hatta ufak çapta yangınlar bile oluyordu. Burası bunun gibi birçok sorunla baş başa kal160


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 12

mış bir yerdi. Bölgede 6 ay gibi bir çalışma dönemimiz oldu. Daha sonra biz bunları kanla sistemine aldık. Talimhane’ de dikkat ederseniz müthiş bir kanal sistemi mevcut. Elektriği, suyu, doğalgazı, vs. hepsini içine alıyor. Eskiden olsa aralara kazılıp giriliyordu. Şimdi ise kapak sistemi ile girilip, aşağıda sorunlu olan yer çözüme kavuşturuluyor. Yukarıda herhangi bir trafik aksaması da meydana gelmiyor. Şehre yakışmayan o kötü görüntü de ortadan kalkmış oluyor. Binaların dış cephelerini düzenledik, renk skalalarını belirledik. Ardından bir boya firmasını sponsor yaptık. Dolayısıyla mülkiyet sahiplerine veya işletmecilere hiçbir mal, külfet getirmedik. İşin yapım aşaması 32 gün sürdü. Ben sabah 5’te eve gidiyordum ki vatandaşın işi aksamasın, bir an önce bitsin diye. Emlakçıların söylediklerine göre oradaki binaların 4 ay sonraki fiyatı yüzde 140 artmış. Otelleri almadık. Dedik ki: “ Oteller bir hizmet sanatı olmalı”. Malzeme giriş- çıkışlarının “sabah 10.00’ a kadar, gece de 22.00’dan- 00.00’ a” kadar olsun diye kural koyduk. Güvenlik çok büyük bir sorundu orada. Yerli yabancı turistler hep hırsızlıktan şikayetçiydi. Güvenlik kameraları koydurduk. Aydınlatma da katener sistemi dediğimiz askılı sisteme geçtik. Buraya bir iki yıl sonra gelen bir yabancı turist: “Biz burada kalmamıştık”, demiş. Yani o kadar büyük değişim gösterdi. Mülk sahipleri müthiş mutluydu. Şimdi şunu söylemek istiyorum; bu yaptığımız her şeyde insanlar bizzat çalışmanın içinde oluyorlar. Bu benzeri işleri birçok yerde yaptık. Mesela; Akbıyık’ da aynı çözümü (Sultanahmet’in alt caddesi) yaptık. Yine işletme sahiplerine, mülkiyet sahiplerine vs. … Hepsini toparladık geldik. Akbıyık’ta da aynı sistemi yaptık. Akbıyık ,turizmin yüzük taşı gibidir. Oradaki sokakta maalesef bildiğimiz pazar kuruluyordu. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar güzel bir yere pazar kurulmuyor. Turizmin bu kadar yüzük taşı gibi olan yerde pazar nasıl kurulur. Biz pazarı başka bir yere deplase ettik. Ardından burayı da aynı metot ile boyama, iyileştirme, aydınlatma vs.yaptık. Şunu söylemek istiyorum bu projenin adını da sonra değiştirdik. Sayın Başkanımızın onayı ile “Renginarengi” diye bir proje yaptık. Paralel 161


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

olarak yedi ilçede aynı uygulamaları başlattık. Tarihi yarımada bizim için çok önemli ama artık gelen insanlar Esenyurt’ta da güzel şeyler görmeli, Avcılar’da da Kartal’da da, Beşiktaş’ta da. Kısacası her yerde. İstanbul bir bütün. Tarihi yarımadayı çok önemsiyoruz. Özellikle Anadolu yakasına gelen konuklar oraya gitmekte tereddüt ediyorlardı. Biz her şeyi ele alıyoruz. Mesela; otel ve ulaşım imkânlarını. Yani turistlerin kolay ulaşabileceği yol haritalarımız var. Bizim en çok önem vererek çalıştığımız kurumlar ; TUROB( Türkiye Otelciler Birliği) -Başkan’ı Timur Bayındır, bizim duayenimiz, üstadımız-, TURSAD (Turizm ve Seyahat Acentaları Derneği) ve Rehberler Birliği. Turizm yatırımcılarını çok önemsiyoruz. Çünkü yapılacak yatırımların lokasyonlarının da çok doğru olması lazım. Yani bir turizm binası inşa edeceğiniz zaman onun altyapısını, ulaşımını ve akla gelen her türlü sorunlarını çözmeniz gerekir. Çünkü orada bir kilitlenme olduğu zaman çok kötü şeyler oluşuyor. Mesela; Radisson Otel önünde bulunan kavşaktan dolayı bir sorun yaşıyor. Hemen ilgili birimlerle toplantılar yapıp, onların sorunlarını çözüyoruz. Yani otellerin sorunlarını çözmek için de orada oturuyoruz. Ya da seyahat acentelerine destek olmak ya da TUROB bir sorun yaşar onların sorunlarını çözeriz diye. Öyle aktiviteler yapıyoruz ki kimsenin çoğu zaman haberi olmuyor. Biz buraya Dünya Basın Enstitüsü’nü(IPI) getirdik ve bunu Hürriyet gazetesi ile yaptık. Bazen karşıt gazeteler bizimle beraber olmuyor ama bizim çalışma metodolojimizi çok beğeniyorlar. IPI ile 250 tane gazetenin imtiyaz sahiplerini ve basın editörlerini bir araya getirdik ve eşlerini de davet ettik. Onlara inanılmaz bir VIP servis verdik. Sayın Başkan da Çırağan Sarayı’nda bir resepsiyon verdi. Gittiklerinde de dünyadaki en egzotik yaşanabilir şehir olarak İstanbul’u yazdılar. Örneğin; canlı yayın olarak Amerika’da -New York’ta- her sabah iki buçuk saat Today Show diye bir program var. Burada yılda beş şehri canlı olarak anlatıyorlar. İki sene önce günlerden 1 Mayıs’ı seçmişlerdi. Oranın üç tane stüdyo spikeri var. Bir tanede asıl adam Matt Lauer var. (Matt Lauer de dünyanın en zengin spikeri olarak tanımlanıyor). 162


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 12

Bize 25 gün önce 40 kişilik bir ekip yolladılar. Bunlar bize şehrin yaşanabilir bir şehir olduğunu anlatın ama gastronomisini, seyahatlerinizi, gezilebilecek görülebilecek yerlerinizi anlatın dediler. Biz de bunun için oturduk. Emniyet mensuplarından, Kültür Bakanlığı’ndan davetlerde bulunduk. Tanıtma Genel Müdürlüğü, TURSAB, TUREB bütün bunları toparladık. Bir de önceden bu 40 kişilik ekip dedi ki bize: “Asla bir kuruşluk destek vermeyin” ama her an hizmet verin. Biz de en güzel otellerde konaklama imkânı yarattık. Oteller ile çok girift olduğumuz için hepsini aradık dedik ki: “pahalı bir ağırlama yapmayın, dikkatli olun” diye arayarak tembih ettik. 25 günde gelen 40 kişi nasıl bir çalışma yaptılar, inanılmazdı. Onlara malzeme verdik. Mesela; dediler ki gastronominizi nasıl anlatacaksınız? Bu konuda Osmanlı mutfağımız var. -Dünyada konuşulan bir yeme-içme- Sultanahmet’te 50 metrelik bir stant kurduk. Gastronominin şu andaki en önemli kişisi Mehmet Gürs ve Vedat Başaran. Bütün uzman kişileri topladık. Türk mutfağını ve Osmanlı mutfağını anlattık. 1 Mayıs’ta Matt Lauer ile çok müthiş bir tekne bulduk. Köprünün altında programı açtı ve dedi ki: “Tanrım ben bir denizin üzerindeyim. Sağ tarafım Avrupa; sol tarafım Asya ve denizin ortasındayım, nehir değil”. Matt Lauer böyle bir açılış yaptı ama Matt’ in Sultanahmet’e geçmesi gerekiyordu. Reklam arası beş buçuk dakikaydı. Bütün emniyet ve ulaşımı sağladık. Deniz yolunu seçtik. 24 defa prova yaptık. Sahil güvenlik, hücum botları, deniz taksi, aklınıza gelen bütün ulaşım araçları ile tatbikatlar yaptık ve en sonunda Çatladıkapı’ya Matt’i getirdik. Çatladıkapı’dan, polis motosikletleri ile de kordonlar yaptırdık. Tam dört buçuk dakika sonra Matt Lauer Sultanahmet’teydi. Müthiş bir işbirliği gerçekleştirdik. NBC’de program seyircisi normalde 12 milyon oluyormuş, bizimkini 16 milyon kişi izlemiş. O yıl bizim turist artışında 2 milyon artış oldu. Tabi bunlar pek duyulmuyor. Bunlar katlanarak kartopu gibi oluyor. Daha doğrusu ben şöyle tanımlıyorum. Yani bir puzzle düşünün. Parçaları zamanla doğru yere koyduğunuzda bütünde çok güzel şeyler çıkıyor. Bizim esasta en çok yapmak is163


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

tediğimiz, gelen turistin memnuniyeti. Gelen turist buradan mutsuz gitmemeli. Buna havaalanlarından başlıyoruz. Sağ olsun Cemal Kotil Bey her gelen ziyaretçi için ekibine haber verip, en uygun fiyatlar ile ulaşım imkânı sağlar ya da sponsor olurlar. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Dış hatlar gelişte bir stant açtık. Orada yerli-yabancı gelen turistlere ama yabancılar bizim için çok önemli çünkü geri gittiklerinde üç kişiye söyleseler sonraki sene o kişiler de burada ziyaretçilerimiz oluyorlar. Dolayısıyla da biz orada da çok güzel bilgilendirme broşürleri, slaytlar veriyoruz. Bizim çeşitli birimlerimiz de çok dikkatli. Kültür A.Ş. var, Kültür Daire Başkanlığı var. Hepsi ile işbirliği içerisinde çalışıyoruz. Estetik mimarlık mesleğimiz olduğu için estetiği çok önemsiyoruz. Yanlış şeyler olmamalı. Mesela; Süleymaniye’de aygaz tüpleri, koca tencereler, inanılmaz çirkin bir görüntü vardı. Yapıların saçakları çok önemli fakat bütün saçaklar kırılmış dökülmüş, feci bir şekildeydi. Biz de orayı ele aldık ve orada çalıştık. Saçakları aslına uygun yaptırdık. Görsel çirkinliğin hepsini kaldırdık, yeşillendirdik. Eski korkulukların birebir aynısını yaptık. İstanbul’da artık insanların sağlıklı yaşam koşullarını giderek arttırıyoruz. Plastik sandalye koydurmamaya çalışıyor, ahşaba yöneliyoruz. Plastikler sağlık için çok zararlı. Gıda maddelerine çok dikkat ediyoruz. Altgeçitleri iyileştiriyoruz. Orada bulunan kokulu gıdaları kaldırdık. Kanalizasyon sorunu vardı. Bütün bunları İSKİ ile işbirliği içerisinde çalışarak çözdük. Karanlıktı ve güvenlik bakımından çok tehlikeliydi bunların hepsini tek tek ele aldık ve çözdük. Geceleri kapanabilen çok şık vitrinler yaptık. Şehrin çiçekçilerine dahi özel tasarımlar oluşturduk. Bizim esasen yapmamız gereken en önemli şey iyileştirme metotlarının çok doğru olması. Onu yaparsanız memnuniyet derecesi artıyor. Mesela; TUROB ile işbirliği içerisinde bulunan otellerin sorunları bize geliyor. Her otelin mutlaka bir sorunu oluyor. Onları çözmeye çalışıyoruz. Ben TÜRGEV’in yönetim kurulundayım. Orada dokuz kişilik bir heyetiz. Örneğin; turizm hizmeti için araç gerekli oldu. Sayın Başaran Başkan’a söyledik. Bize:” Bizim kiraladığımız araçlardan bir 164


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 12

tanesini ben şahsen veriyorum”, dedi. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum. İşbirliği çok önemli, ortak akıl çok önemli. Biz bunlardan yola çıkarak bir sürü projeler, aktiviteler yapıyoruz. Mesela; uluslararası bir klarnet festivali yaptık. Dünyanın en ünlü klarnet üstatları geldi. Biz onlara mecraları uygun mertebe kullandırıyoruz. Kullandıkları şeyler oldukça pahalı. Yanlarına ambulans, toplantı alanı, hizmet araçları yolluyoruz. İstanbul’da kongre turizmini çok önemsiyoruz. İCVB dediğimiz kongre turizminin bir temsilcisi var. Özgül Özkan, çok çalışkan, çok becerikli, daha önce Hollanda’da Kültür ve Tanışma Ataşesi olarak görev yaptı. Onlarla büyük işbirliği içerisindeyiz. Çünkü kongre turizmi, İstanbul turizmini çok destekleyen bir koldur. Finans turizmi de çok önemli. İstanbul’un gelecekte finans merkezi olması en büyük amacımız. Kongre turizminde de her kongrenin alınması için ekibi yurtdışına yolluyoruz. Orada İstanbul’u çok iyi anlatıyoruz. Örneğin; İCVB ile ortak çalışmamız var. “How To İstanbul” isimli siteye lütfen girin. İstanbul’u çok güzel anlatan bir film bulunuyor, izlemenizi tavsiye ederim. Bu dünyada çok söz edilen bir film oldu. Gelen konuklara biz bunu da veriyoruz. O kadar çok şey var ki anlatmak mümkün değil. Bunlar katlanarak çok sayıda oluyor. Bizim aktivitelerimiz de oldukça fazla. Mesela; yurtdışı fuar etkinlikleri var. 6-7 sene katıldık. Fakat artık teknolojinin yüksek olduğu dönemde oteller, seyahat acenteleri ve Türkiye’nin her yerinden gidiyorlar. Kültür Bakanlığı bu işin başındadır. Kültür Bakanlığı, Büyükşehir Belediyesi için büyük metrekare stant alıyor. Fakat biz şimdi başkan ile şöyle düşündük. İstanbul olarak gitmenin çok bir anlamı kalmamaya başladı. Çünkü oteller vs. her yer gidiyor. Bizim içinde gereksiz bir durum olmaya başladı. Biz birazda dikkatli harcamalar yapıyoruz. Gittiğimiz zaman orada stant yapımı, konaklamalar, beraber gidilen ekip filan, baktık ki fuar maliyetli olmaya başladı, gerekte yok artık dedik. Son üç-dört senedir biz bu işten vazgeçtik. Fakat fuarlara giden tüm katılımcılara destek oluyoruz, taleplerini yerine getiriyoruz. Bir sürü broşürler, dergiler ve aklınıza gelebilen her türlü hizmeti veriyoruz. 165


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Güney Kore turizm de çok önemli bir yer işgal etmeye başladı. Güney Kore ile işbirliği içerisinde çok güzel bir proje yapıldı. Çok kalabalık bir grubu burada ağırladık, biz oraya gittik. Çok iyi ödüller aldık. Başkanımıza ödüller verildi. En son Kazan’dan devlet nişanı aldı. Artık İstanbul dünyada konuşuluyor, doğrusu mutluyuz. 2004 yılında göreve geldiğimizde iki milyon iki yüz bin olan turist sayısı, bugün inanılmaz boyutlara geldi. Yani biz 2023’ü 25 milyon nüfus diye planlıyoruz. Fakat acı bir şey var ki; Paris’teki Eiffel Kulesi’ne 40 milyon insan gidiyor. 2004 yılında biz de bunun üzerine oturduk, stratejik bir plan yaptık. Dedik ki:“ İstanbul Turizmini nerelere, nasıl taşıyabiliriz, metodolojimizi ortaya koyalım ve ne yapabiliriz düşünelim”. Çünkü bu bizim için çok önemliydi. Birinci derecede işbirliği, ikinci derecede ortak akıl, üçüncü derecede yaptığımız işin doğru olması gerekiyordu. İyileştirmeler, restorasyonlar, inovasyonlar çok önemliydi. Bugüne kadar da bunları ilgili birimler çok güzel yaptı. Biz de destek olduk. Öncelik vereceğimiz yerleri de kendilerine bildirdik ve arzu edenlerle de -yerli yabancı olsun- turlar yapıyoruz. Bunlar küçük ölçekte VIP ağırlamalar oluyor. Balat’ta, Miniatürk’ün yanında bir çadırımız var. Orada gerekli bilgilendirmeleri modern bir metot ile yapıyoruz. Bu arada öyle şeyler oluyor ki bize iletiyorlar ve sorunu biz çözüyoruz. Yağmuru, suyu, çamuru, aklınıza gelebilen turistleri üzebilecek her şey. Kap-kaç için emniyetle sürekli iletişim içindeyiz. Güvenlik kameraları İstanbul’un her yerinde, artık eskisi gibi değil daha güvenli, daha yaşanabilir bir şehir oldu. Bunun gibi bir sürü iyileştirmelerimiz var. Şimdi siz politika üretiyorsunuz, ilgili birimlerde hayata geçiriyor. Avrupa’da; Viyana, Varşova, Berlin bombalandı ve birebir olarak yeniden yaptılar. Bizde neden böyle olmuyor.? Biz hep yıkmaya yönelik düşünüyoruz. Bunun da yerel yönetimler ile şöyle bir ilgisi var. Paris’te 180 yıldır ruhsat verilmiyor. Dükkânlar berber ise berber, kafe ise kafe, lokanta ise lokanta olarak kalıyor. Lokantayı devralıp berbere çeviremiyorsunuz. Bizde ise hala böy166


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 12

le bir yerleşiklik yok. Peki bunlar ile ilgili ve bir şeyler yapılamaz mı diye sorabilirsiniz. Üzülerek söylüyorum ki maalesef bizde yasalar, cezalar, ağır ve caydırıcı değil. Şimdi biz Talimhane’de zorunlu fonksiyon değişikliği yaptık. Elektrikçiler vardı. Mülk sahiplerine dedik ki:” Bu kişiler burada olduğu müddetçe, bunları buradan kaldırmamız gerekir. Nitekim Ümraniye’de elektrikçiler ile ilgili siteler oluştu ve oraya gittiler. Diğer yandan balık pazarında halıcı vardı. Balık pazarında halıcının ne işi var ki balık pazarı bizim en güzel yerlerimizden biridir. Bütün bunları ilgili belediye başkanları ile işbirliği içerisinde çalışarak halıcıyı oradan kaldırdık. Şimdi bunlar çok hızlı bir şekilde yasalar ile ele alınması lazım. Benim fikrime göre İstanbul’ a bu kadar nüfusu ile bu kadar yoğun bu şehre ayrı ayrı yasalar gelmesi gerekir. Kapalı Çarşı 500 yıllık bir çarşımız… Dünyanın hiçbir yerinde ikincisi yok modelin. Bir Mısır Çarşısı dünyada modeli yok. Kapalı Çarşı Dernek Başkanı Hasan Bey ile bütün binaları iyileştirelim diye bir ara ele aldık. Fakat o kadar tehlikeli durumlar var ki orada, inanamazsınız bütün statik tehlikeler burada. Bütün işletmeciler kendilerine aşağı katı bodrum yapmışlar. Bir teknik eleman olarak için acıyor. Allah’ım bu ülkeyi bir depremden korusun. Eğer kuvvetli bir deprem olursa Kapalı Çarşı çok büyük zarar görecek. Bu durumu hükümete bile duyurmaya çalıştık. Buraya özel bir yasa çıkarılıp hızlı çalışılması gerektiğini vurguladık. Çalışıyorlar ama maalesef hızlı olmuyor. Dikkatli olunması lazım çünkü orada tek tek ülke sorunları ele alınıyor. Vakıfların, kişilerin, özel idarenin yeri var. Her yerinde değişik mülkiyetler çıkıyor. Sorunlar o kadar büyük ki kolonları bile çatlak durumda. Bir tarihte, dünyanın en ünlü mimarı olan Mimar Luigi Piccinato’yu getirmişler. Bunu kıymetli mimardan duyuyorum. Piccinato’ya demişler ki: ”İstanbul’da doğru şehircilik olsun, yanlış bir yerleşim olmasın, ne yapabiliriz diye sizin fikrini alalım”, demişler. Piccinato’yu on beş gün gezdirmişler fakat adamda tık ses 167


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

yok, tek kelime etmiyor, fikrini beyan etmiyor. Bizimkiler dayanamamış demişler ki:” Piccinato ne yapacağız, bir şeyler söyleyin, bu gördüğünüz yerler ile ilgili bir fikriniz var mı?”. Piccinato: “Tanrı sizin memleketinizde bir deprem yaparsa beni çağırın” demiş. Çünkü o kadar çarpık yerleşim var, durum o kadar kötü. Benim dönemimdeki kadar hizmet İstanbul’a hiç olmadı. Ben o kadar yıllık belediyeciyim. Benim hiçbir zaman siyasi bir kimliğim olmadı. CHP’de çalıştım olmadı, ANAP’ta çalıştım olmadı, askeri yönetimde çalıştım olmadı ama bu dönem olağanüstü çalışmalar var. Sayın Kadir Topbaş’ı tarih yazacaktır çünkü bu kadar uzun dönem belediye başkanı oldu. 2018’de Dünya Tasarım Başkentliği’ne aday olacağız. 2014’te aday olmuştuk, kaybettik. Neden kaybettik onu anlatayım. UCLG’den gidiyoruz. Dünya Tasarım Başkentliği iki yıl sürüyor ve her şeyimiz tasarım. Mikrofonumuz, telefonumuz, giysimiz, ayakkabımız, kalemimiz aklınıza gelebilecek her şey. Getirisi çok fazla olan bir proje. Biz katıldığımızda otuza yakın şehir müracaat etmişti. Finale üç şehir kaldı. Biz, Bilbao ve Cape Town. İnternette İstanbul’un birinci olacağı dolaşmaya başladı ama kırktan fazla kişi gece gündüz çalıştı. Biz yine de kaybettik. Jüri demiş ki: “İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti oldu. Avrupa Spor Başkenti oldu. İstanbul Belediyesi UCLG Başkanı oldu. Yeter artık bunlar biraz başkanlıktan uzak olsunlar“. Bunu jürideki bir kişiden duyduk. Şimdi yine başvuruyoruz, kırık kişilik bir ekip ile çok iyi şekilde çalışıyoruz. İstanbul’u çok güzel anlatan bir kitap hazırladık. Onların sorduğu 46 soru var ve öyle sorular ki çok iyi anlatmanız lazım. Mesela diyor ki: “Yatırımların 2018 için bütçesini verin”. Her türlü taahhüdü vermeniz lazım. Ulaşım şu mertebede ama 2018 de böyle olacak gibi. Tabi bunun için Sayın Başkan’ı meclisten yetkili kıldılar. Sayın Başkan da projeyi çok seviyor. Geçen sefer kaybedince çok üzülmüştük. Cape Town birinci oldu. Ben de kendi giderimden, altı ay sonra Cape Town’a gittim. Baktığımda üzüntüm azaldı. Her şeyi o kadar oturmuş bir şehir, o kadar dingin bir şehir ki, sanata çok önem vermişler. Şehirde sanat 168


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 12

çok önemli yani her şeyde bir estetik aramışlar. Binaların devasa olmaması, yolların güzelliği, refüjler, yeşillendirmeler, insanların kendi bahçelerine olan özeni, balkonlarına özen göstermeleri, araçların şıklığı, her şeyi ile o kadar hak etmiş bir şehir ki, kazanamadığımıza olan üzüntüm azaldı.

169


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ- 13


“Yerel Yönetimler ve Mimari” Dr. Sinan Genim Mimar

Şehir, günümüzden yaklaşık 2500 sene öncesinden bugüne her zaman için önemlidir. Şehirler daha oluşmadan 12 bin yıl öncesine ait son kazılar Göbeklitepe’ de ortaya çıktı. İçinde yaşadığımız bu coğrafya, insanlığın varoluşunda, aklî melekelerinin gelişmesinde, çok önemli bir yer tutar. Mezopotamya, Çatalhöyük, Hacılar çok erken dönem yerleşmeleridir. Bu şehirler oluşmaya başladıktan sonra da insanlığın gelişimi hızlanır. Çünkü daha önceki avcılık ve toplayıcılık, bireysel yaşantı birden bir organik hayat haline gelir. Herkesin ihtisaslaşması başlar. Bununla beraber bir artı değer ortaya çıkar. Bu artı değer, günümüzde rant olarak fazlaca ciklet gibi çiğnendi. Bir toplumun gelişmesi ve zenginleşmesi için kalkınma dediğimiz şey, o toplumdaki artı değerin büyümesini gösterir. Bu çok fazla çiğnenen söz, bizim bazı gerçekleri gözden kaçırmamıza neden oldu. Önemli olan rantın oluşmasıdır ama üzerinde tartışılması ve dikkat edilmesi gereken nokta, o rantın toplumda eşit ola171


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

rak paylaşılıp paylaşılmadığıdır. Pre-Historia’dan itibaren rant ortaya çıkmış ve olmazsa olmaz bir hâl almıştır. Bakarsanız bazı kabile şeflerinin mezarları büyük taşlarla kapatılmıştır. Garip-gurebanın mezarını da herhangi bir yere gömmüşlerdir. Demek ki; bir artı değer ortaya çıkmıştır. Şefin mezar taşını yontacak biri, avlanmaktan veya ekip biçmekten ayrılıp, o mezar taşını yontup o hâle getirmiştir. Onu bekleyecek bir artı değer vardır ki o işi yapar.Mısır’daki piramitlerin yapılması bize ilkokulda anlatıldığı gibi kölelerle falan yapılmaz. Meselâ; Süleymaniye Tahrir Defteri elimizde var. Çalışan bu tür esirlerin toplamı %5’i gösteriyor. Bunlara devlet tarafından nafaka payı adı altında biriktirilerek, günün birinde hem yemekleri hem de yatacak yerleri tahsis ediliyor. Bununla beraber, parayı hürriyetlerini elde edebilmek için kullanıyorlar. Burada yine artı değer bulunuyor ve bu artı değerle o piramitler, anıtsal yapılar yapılıyor. Diğer yandan bütün bu paranın devlette toplanması değerinin yok olmasına yol açıyor. Bir yerde toplanan bir şeyin diğerleri için bir değeri yoktur. O zaman devlete gelen bu paralarla, bu tür anıtsal yapılar ve yollar yapılarak tekrar topluma geri iade edilmesi gerekir ki; sirkülasyon artsın. Bu da şehirlerin giderek oluşumuna, daha zenginleşmesine, hoş yapılarla süslenmesine, insanları bir nevi şenlendirmesine yol açar. İmâr, Arapça bir sözdür. Mimar lafı da oradan gelir. Onun karşılığı Türkçe’ de; yani Divanü Lügati’t Türk’te şenlendirmek anlamına gelir. Mimarlar da belki Cem Yılmaz gibi kahkahalarıyla, gösterileriyle değil ama yaptıkları binalarla, şehirlere kattıkları katkılarıyla, şehri ve insan yaşantısını şenlendiren insanlardır. Yaptıkları yapılar Rusya’da nazi mimarisinde veya komünist dönemde yapılmış yapılar ise geleceğe kalmaz. İnsanlar daha sonra o yapıları tasfiye ederler. Örneğin; Stalin’in Lenin heykellerinden, Hitler’in heykellerinden Almanya geçilmezdi. Ama onlar bir değer ihtiva etmediğinden o rejim bittikten sonra hemen tasfiye edildiler. Çünkü toplum hayatı şenlendiriciliği ona bazı şeyler dikte etmek için vardı. Bütün bunlar, şehir yaşantısında dikkatli bakılmadığı takdirde gözden kaçan unsurlardı. Bu yüzden şehirlerimizi yenilemekte, yeniye doğru götürmekte sıkıntılar çıkıyor. 172


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 13

Yaklaşık 2500 sene önce Aristo, meşhur Poetika isimli kitabında der ki: “Bir şehir farklı kültürdeki insanlardan oluşur. Benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler”. Şehir aynı zamanda çeşitli fikirlerin, düşüncelerin tartışıldığı, toplumun iyiliği için büyümesi gereken bir yerdir. Şehirler, felsefenin mantığının ve retoriğin geliştiği mekânlardır. Bunlar köylerde, kasabalarda, şehirlerde olur. Onlar kendi içinde fazlaca aykırı, sesin duyulmadığı kapalı toplumlar şeklindedir. Bu şehrimizde-ülkemizdeki şehirlerde- bu işlerin ne kadar fazla önünü açabilirsek; gelecekte şehirlerimizin daha fazla mükemmel olacağı ve özgürlük ortamının yayılacağı düşünülmüştür. Yüzyılın başında yani Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıç sıralarında hatta ilk yıllarında Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ile işbirliğindeydik. O sırada İstanbul’daki Macar Enstitüsü’nün başına Károly Kós adında, Avusturya ordusunda yüzbaşı rütbesine sahip bir mimar da araştırmalar yapmak için geliyor. Hoş da bir kitabı var. Ankara’da Kültür Bakanlığı’nın yayınladığı: İstanbul Şehir Tarihi ve Mimarisi diye. Orada der ki: ”İstanbul bir şehirdir. Herhangi bir şehirdir; dünyada pek çok şehir var ama onun içinde bazı şehirler çok özel bir yerlere sahiptir, oldukça özel şehirlerdir”. Yüzyıllar boyunca oluşmuşlardır. O şehrin büyüklüğü ile çevreleri rekabet eder; fakat bilirsiniz ki o şehir 1600 yıllık bir geçmişe sahiptir ve başkenttir. Hem de üç tane imparatorluğun başkenti. Aslında üç tane imparatorluk da değil; tek imparatorluğun dönemidir. Roma İmparatorluğu; yani Bizans dönemidir.Aslında bu 1557 yılında Corpus Byzantinae isimli bir kitap yazan Hierononymos Wolf diye Alsas Loren’li bir Alman’ın uydurmasıdır. Yani, Bizans dediğiniz devlet 1453’ de tarihe karışır. Ondan yaklaşık 100 küsür sene sonra böyle bir terim ortaya çıkar. O Roma İmparatorluğu’dur. Onların hepsi kendine Roma İmparatorluğu der. Roma imparatoru ve vatandaşı olmak da çok özel bir iştir. M.S 3.yy’ da Romanya’da, Roma lejyonunun kurulduğu ve daha sonra bunun devlete dönüştüğü bilinir. O sırada Avarlar bir Roma vatandaşını esir alır ve kaçırırlar. Bugün dünyada bunu Amerika’da görüyoruz. Bir tane Amerikan vatandaşının biri arıyor. Adam uçaklarla, helikopterlerle koskoca bir kişi için dünyayı seferber ediyor. Niye?.. 173


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Onun mensubiyetinin, kendi mensubiyeti olduğunu ve karşı tarafa gücünü göstermek için. Çünkü, güç böyle bir şeydir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde biz de aynısını yaşamışız. İstanbul böyle bir şehirdir. Geçen gün bana Bursa metropoliti Elpidoforos geldi. Elpidoforos, Felsefe Profesörü’dür. Aynı zamanda Heybeliada Ruhban okulunun müdürü’dür. Ayda bir hafta da Selânik Üniversitesi’nde felsefe dersi vermektedir. Kumyaka’daki kiliselerinin restorasyonu vardı. Bizim hükümetimiz kiliselerini iade etmişler. Zaten biz orayı 1921’e kadar kilise olarak kullanmış, sonra ahır yapmışız. Onun restorasyonu için Yunanistan’da projeler falan çizdirmişler. Proje için yardımcı olun diye Ankara’dan aradılar. Konuştuk ve ardından dedim ki: “ Ben Yunanlı değilim.” O da: “Ben Rum’um; ben Romalı’yım” dedi. Onlar başka bir ülke. Sonra düşündüm ve söyledim. “Haklısın”... sen Hıristiyan Romalı’sın ,bende Müslüman Romalı’yım. Fâtih Sultan Mehmet şehri aldıktan sonra, gerek Fâtih Sultan Mehmet, gerek II. Beyazıt, gerek Yavuz Sultan Selim, gerek Kanunî Sultan Süleyman hepsi kendini Roma İmparatoru olarak nitelendirmiştir. Çünkü hepsi de Roma’yı almışlardır. Roma’yı alanda Romalı olur. Roma’nın içinde Müslüman bir şehir, çok ters bir şey değildir. Çünkü Roma İmparatoru bir Pagan İmparatorluk olarak kurulur. İstanbul’a taşınınca da; Konstantiniyye döneminde Hıristiyanlığa döner. Devletin resmî dini, Fâtih Sultan Mehmet ile İslâm olur. 1923’e kadar da devam eder. Böyle isimler çok kullanılıyor ve gerçekten bu işin uzmanı olan özellikle “batılılar” etkili bir şekilde eğitim almış insanlardır. Bunlar yaşadıkları şehrin, yaşadıkları ülkenin tarihini bilirler. Bütün dünya 1990 yıllarına kadar bu işi idare ediyordu. Bakın bu müessesenin başkanı Kadir Topbaş Bey; “Dünya Belediyeler Birliği başkanı”. Dünyada insanlar 10-15 sene önce buna inanamıyorlardı. Ama bu, geçmişte yirmi senelik bir çalışmanın, yatırımın sonucu. Türkiye’nin dünyada geldiği yerin gözlenmesi açısından ne kadar etkili bir noktada olduğumuzu, etkili girişimlerde bulunduğumuzu, etkili mekanizmaların yönetim ve karar mercîlerinde bulunabileceğimizi gösteriyor. Ama her şeyden önce kendimizi tanıyacağız. 174


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 13

16.yy da Peder Gyllius İstanbul’a gelir. Yaklaşık 2-3 sene kalır iki de kitap yazar: İstanbul’un Tarihi Yapıları, İstanbul ve Boğaziçi diye. Pre-Historia’ dan itibaren ki yerleşimleri inceler ve der ki: “Dünyada bütün şehirler ölüme mahkumdur. Fakat Konstantiniyye, insanlar var oldukça yaşayacaktır”. Gerçekten Türkiye’de bazı şehirler ölümsüzdür. Bunu iyi bilmeli ve öyle yaşamamız gereklidir. Aslında bakarsanız bunların çok da farkında değiliz. Zamanında gerekli atılım yapılmadığı için Efes, Perya, Patara, Aspendos gibi birçok ölmüş şehirlerimiz var. Bunlar o dönemde genellikle liman şehirlerine ve ticaret merkezine dönmüşlerdir. Oldukça da zengindirler. Ama zamanla nehirlerin getirdikleri akıntılar nedeniyle, limanlar dolar ve bu şehirler ticaretin dışında kaldıkları için ölürler. Aslında İstanbul dediğimiz zaman genellikle bugünkü Fâtih’i düşünüyorlar. Halbuki bugün şehir İzmit’ten başlayıp Tekirdağ’a kadar uzanmaktadır. Ama içinde yaşadığımız İstanbul surlarla bölünmüş olan bölgedir. Çünkü Fâtih Sultan Mehmet döneminden itibaren dörtlü bir idareye tahkimât yaptırılırdı. Bu idareye İstanbul ve Bilâd-ı Selâse kadılıkları da denir. İstanbul burasıdır. Bilâd-ı Selâse kadılıkları; biri Eyüp, biri Galata, biri Üsküdar’dır. Böyle bir idari tahkimât gelişerek Cumhuriyetin ilk zamanlarına kadar gelinir. Şimdi ise buralara bizim dışımızda birilerinin korumasını, birilerinin bakmasını, birilerinin yürütmesini istiyoruz. Yaklaşık 2000 yıl önce, 56-120 yılları arasında yaşayan Romalı hukukçu Tacitus der ki:” Bizi koruyuculardan kim koruyacak. Eğer; sizi biri koruyorsa daima sizin üzerinizde kayıtsız şartsız söz söyleme ve tahdid etme hakkına sahiptir. O yüzden mümkün olduğu kadar koruyucuların korumasından kaçınmak, bizim kendi çabalarımızla bazı şeyleri yapmamız, bizim de o işin içinde aktif olarak yönlenmemize olanak sağlar. Yaklaşık 25-60 bin sene öncesi dördüncü jeolojik devirde, dünya kutuplarının buzlarının erimesi ile deniz seviyesi yaklaşık 120 metre yükselir. Mukaddes kitaplardaki Nuh Tûfânı bu hikâyenin bir başka versiyonudur. Daha önce Marmara denizi derin bir göl halinde iken; Cebelitarık ile önce Akdeniz’e dolar. Belirli bir yüksek175


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

liğe eriştikten sonra Çanakkale Boğazı vasıtasıyla, Marmara gölü, Marmara’daki göller, tatlı su gölleri dolmaya başlar ve sonra bu Karadeniz’e akar. Yaklaşık iki buçuk sene içerisinde Karadeniz günde 10,5 santim yükselerek bugünkü seviyeye erişir. Bugün National Geographic’ in yaptığı araştırmalar sonucunda; Karadeniz’in kıyı kesimlerinde - 70 metre su altında - iskân izlerine rastlıyoruz ama çekilmişler. Biliyorsunuz ki burası çok sığdır. Muhtemelen buralarda da araştırmalar yapılsa izler bulunabilir. Belki de denizdeki kumların altında kalmış olabilirler. Ayrıca Karadeniz’in 180 ile 200 metre altı tatlı ve ölü bir sudur. Çünkü üstüne gelen deniz suyu onu orada bloke etmiştir. Marmara’nın 1500 metre altındaki çukurlar tatlı su rezervleri ile doludur. Fakat ölü bir şekildedir. Böylelikle bugünkü coğrafya ortaya çıkmaya başlamıştır. Yanımızda Çanakkale var ve İstanbul’u Karadeniz’e bağlıyor. Üstelik üstüne de Haliç gibi Altın Boynuz ismiyle tabir edilen bir deniz giriyor. Altın Boynuz denilmesinin temel nedeni; bir tanesi Kağıthane Deresi, bir tanesi de Alibeyköy Deresi’ne doğru giden iki tane kanal vardır. Bu iki kanal sanki geyiğin başındaki boynuz gibi olduğu için, çok erken dönemlerden itibaren Altın Boynuz diye anılıyor. Pre-Historia’dan itibaren tarih boyunca, insanlığın süslenme içgüdüsü vardır. Günümüzden 8 bin yıl öncesine dayanan bir takı kültürü mevcuttur. Örneğin; deniz kabuklarından yapılmış süslenme araçları. Mânevî hayata dair herhangi bir tapınma söz konusu değildir. Diğer yandan karşımıza yok olmuş bir kültür daha çıkmaktadır. 1940’lı yıllara dayanan, bugün üstünde at koşturulup, tepinilen Fikirtepe yerleşkesine ait özgün kültür. Dünyadaki tüm benzer kültürler, Fikirtepe kültürü diye adlandırılır. Çünkü kendine has, kendi yapı tipini aksettiren tören kapları vardır. Meselâ; bacakları biraz yukarıdan kesilmiş, ortası şişkin veya diyagonal ve dik yatay arasında diyagonal süslemeler bulunur. Bunlar hep başka illere taşınmıştır. Bu başka bir kültürde görünmüyor. Temaslar o dönemde az olduğu için benzer kültürler içlerinde kalmış. Bugün Fikirtepe’yi hepimiz biliyoruz. Böyle bir şehrin göbeğinde kalan, bu arkeolojik alan, - şehrin geçmişine ışık tutan sahanın - yeteri ka176


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 13

dar incelenmeden işgal edilip, üstüne apartmanların dikilmesinden dolayı bir şey bulmak şuanda mümkün değildir. İstanbul’un pek çok yerinde erişemediğimiz veya inşaat yapılırken, paldır küldür bozulan bu tür yerleşim alanlarının olduğunu düşünmekteyiz. Bir başka kap da Fikirtepe’den. Biraz aklımızı kullansak ya da biraz çalışkan olsak bunu dünyaya inanılmaz bir malzeme olarak satarız. Belgeseller, kurgular yaparız. Maalesef ki bu işin çok da farkında değiliz. Hâlâ benim okuduğum dönemlerden itibaren- M.Ö 660 yılında- Grekler Sarayburnu’na çıktılar ve Byzantion denilen şehri kurdular diye laflar var. Aynı sözler 2008’ de de ortaya çıktı. Hala pek çok siyasetçi, pek çok toplum bilimci konuşurken M.Ö 660 yılında Grekler çıktı diyor. Biz o zamanlar çocuktuk. Bu konuda yayınlanmış kitaplar var. Dünya tüm bu buluntuları çok ciddi bir şekilde dikkate alıyor; çünkü çok farklı bir kültür gelişiyor. Kaldı ki senin şehrin dünyanın merkezine taşındı ve sen hâlâ bu şehirde yaşayan insan olarak bunu biliyorsan, bilmediğini de bilmiyorsan büyük sıkıntı var demektir. Eğer bilmediğinizi bilmiyorsanız; başkaları size devamlı gülerek bakacaktır. Bu durum bilgimizi ve kültür seviyemizi göstermesi açısından çok önemlidir. İstanbul’da birçok alan hep dolgu alanıdır. Gerçekte coğrafya çok daha farklıdır. Zaman zaman rastlıyorum ve üzülüyorum. Bazı yarışma proğramlarında İstanbul’un yedi tepesini soruyorlar. Alemdağ, Büyük Çamlıca tepesi vesaire diye. İstanbul’un yedi tepesinin bir defa sur içinde olması lazım. Örneğin; burada görüyorsunuz. Yedi tepe şunlardan oluşur: Birinci tepe Topkapı Sarayı (bir kısmı Topkapı yani Bâb-ı Saâdettin olduğu kısıma tekabül eder). İkinci tepe Çemberlitaş’ın olduğu kısım, hemen altında Nur-û Osmaniye Câmiî var. Üçüncü tepe eski sarayın bölgesi yani bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu nokta, hemen altında Süleymaniye var. Dördüncü tepede Fâtih Câmiî, beşinci tepede de Kumrulu Mesçit bulunur. Ardından dört ve beşinci tepenin ucunu oluşturan Yavuz Selim Câmiî, altıncı tepede Mihrimah Sultan Edirnekapı Câmiî bulunuyor. Bu tepelerin altısıda Haliç’e doğru sıralanmıştır. Sadece Marmara’dan görünen Koca Mustafa Paşa Câmiî yedinci tepe177


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

de bulunmaktadır. Burası aslen su sarnıcının olduğu tepedir. Çeşitli yükselen binaların arasında bunları algılamak çok zor ama bizim tepelerimiz bunlardan ibarettir. İstanbul’un gelişiminde özellikle erken dönemlerde insanlar fazlaca deniz kıyısına değil, denizden biraz daha uzağa yerleşiyorlar. Yenikapı yerleşmesinde söylediğim dönemde deniz seviyesi en az bugünkünden 30-35 metre alçakta ve tatlı su kaynağının başındadır. Birinci tepenin üstünde Byzantion dediğimiz şehirden önce burada Trak ve Otakton kabilelerinin şehir kurduğu yazılı kaynaklarda geçmektedir. Buna erişebilmek için iki şansımız olmuştur. 1872’de demiryolunun İstanbul’a getirilmesi sırasında burada yapılan kazılarda Miken duvarı dediğimiz (büyük taşlarla yapılan arasından akça geçmez) dağınık ve değişik kesiklerde duvarların izine rastlanmamıştır. Bu bölgede daha önce böyle bir duvar izi görülmemişti. Trak duvarlarına rastlanıyor ama önemli olan yapılan demiryolundan trenin gelmesi. Abdülaziz’in bir sözü var. Demişler ki: ” Tren sarayın avlusundan geçiyor”, o da: “Gelsin de isterse benim göğsümden geçsin”, demiş. Öyle aciliyeti var yani. İkincisi de 1989 sonrası İstanbul’a su getirilme çabalarıdır. Biliyorsunuz o sırada büyük bir su sıkıntısı olmuştu. Anadolu yakasından su getirilirken açılan kazılar sırasında yine bir duvar izlerine rastlandı. Ama su getirme acil olduğu için paldır küldür yapıldı ve bugüne erişimi mümkün olmadı. Çünkü Topkapı Sarayı’nın altındaki duvarlar ve surların altından geçen duvarın yoğunluğu yoktu. 660’da Grekler İstanbul’a gelirler. Bugünkü Ahırkapı’dan yukarı doğru çıkıp Sultan Ahmet Meydanı’nı dışarıda bırakarak, biraz aşağıya indikten sonra, İstanbul Kız Lisesi’nin önünden devam edip Ankara caddesi’nden aşağıya yönelip inilen alan Byzantion olarak adlandırılan şehirdir. Bu şehir zaman zaman Pers Devleti’nin kontrolüne geçmiş ve burada bir satraplık kurulmuştur. Çok zenginlerdir. Çünkü, bu şehirde inanılmaz bir şekilde balık tutuluyor ve bu balıkları bugüne kadar pek de fazla gözükmeyen bir şekilde değerlendirme imkanı buluyorlar. Etrafta üzüm bağları var. Marmara havzası zeytinyağı üretimi yapabiliyor. O yüzden bu şehir zenginleşiyor ve Afrika Birliği içinde yer alıyor. Sonunda Roma İmparatorluğu’nun bir şehri haline geliyor. 178


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 13

M.S 50’li tarihlerde şehir Roma İmparatorluğuna katılıyor. Fakat Roma İmparatorluğuna katılmasına rağmen onu müstakil bağımsız bir şehir olarak kabul ediyorlar. Örneğin; Hipodrom. Yapılış tarihi 200’ dür. Bir diğeri hemen yokuşu çıkarken solda tramvay durağının arkasındaki yerde görüyorsunuz. Dev bir Zeuksippos Hamamı o dönemde yapılır. Byzantion’da Konstantinopolis’ten önce kalan şehrimizin anıtı, Sultanahmet’ten Gülhane Parkına giderken, Topkapı Sarayı’na çıkan bir yol var. Buradaki Godlas Sütunu o dönemden kalma bir anıttır. Bu şehir bunca yıllık tarih içinde bir kereliğine de olsa bir başka şehre tâbi olmuştur. Cumhuriyet’ ten sonra da Ankara’ya uymuştur. Konstantin döneminde bugünkü Unkapanı’ndan başlayarak, Cerahpaşayı da içine alan bir imparatorluğun başkenti vardır. Adı da Neo Roma( Yeni Roma veya Deutera Roma) yani ikinci Roma olarak adlandırılır. Çok daha sonralarda Konstantina’ dır. Şehrin kurucusuna istinaden atfedilir ve şuan çıksak 100 kişiye sorsak 99’u Konstantin’in Yunanlı olduğunu sanır. Halbuki hiçbir alakası yoktur. Hatta Yunanlılar ondan; onlarda Yunanlılardan nefret etmektedir. Çünkü Romalılar, Yunanistan’ı fethedip onları köle statüsüne indirmiş ve kendine bağlamıştır. Sultanahmet Meydanı’nın hemen ortasında bu şehrin en eski anıtı vardır. Dikilme tarihi 400 küsürler ama M.Ö 1800’lü yıldan kalma hiyeroglif bir sütun Mısır’dan getirilmiştir. Roma’nın önemli şehirlerinde de aynısından bulunur. Fakat daha sonra Napolyon döneminde Paris’e taşımışlardır. Sütunun ön yüzündeki alfabe Latin alfabesidir. Arka üzündeki kitabe yerel dilde, yerel halkın dilinde Rum alfabesi veya Helen alfabesi ile yazılmış Rumca’dır. Konstantin’in bu şehri Roma’nın başkenti ilan etmesinden Nika İsyanına, 532’deki Justinyen dönemindeki isyana kadar, devletin bütün kurumları latince konuşur. Zaten patrikhanelerin ayrılması da çok daha sonraki bir tarihtedir. Şehir o kadar büyür ki 100 sene sonra surları bugünkü şekliyle yaklaşık 3 kilometre öteye gider. İnanılmaz bir şekilde şehre yeni insanlar gelmeye başlar( Fâtih Sultan Mehmet döneminde olduğu gibi veya 1975-80 sonrası) Burada çok fazla anıt var. Zaten yoğun olarak anıtların toplandığı alan burasıdır. Fâtih Cami ve Kariye Cami 179


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

haricinde o tarafta anıtsal yapı bulunmamaktadır. Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye Şehzade Cami, Yeni Cami hep buradadır. O döneme ait arkeoloji müzesindeki paralar şehrin zenginliğini oluşturur. Ticaret için kullanılan tekne ve ekonomiye katkı için tutulan balıklar vardır. Paranın üzerinde bizim çok alışık olduğumuz bir ay-yıldız bulunmaktadır. Yani bu coğrafya ay- yıldızı yalnız bizimle tanımıyor. Bizden önceki bazı ülkelerde, paralarında, bayraklarında da vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemi itibarı ile yıldız çok köşelidir. 19. y.y’dan itibaren bugünkü halini almıştır. Bize ait olan bir çizim de 1537 tarihli meşhur Matrakçı Nasuh’un Menâzîl-i Sefer-ul Irakeyn albümündeki İstanbul. Matrakçı Nasuh, Kanunî Sultan Süleyman’ın Irak seferine çıkması münasebetiyle ordunun geçtiği bölgedeki yerleşmeleri göstermektedir. Anadolu’daki bütün şehirlerden bilgi veren, onlarla ilgili bize ışık tutan çizimleri bulunmaktadır. Şimdi burada İstanbul çizimiyle şehrin tarihî dokusuna bir de kendisi kılavuzluk etmektedir. Eski Saray, Beyazıt Cami, Fâtih Cami, Ayasofya. Buna mukabil, Kapalı Çarşı henüz teşekkül etmiyor. Sultanahmet Meydanı önündeki Hipodrom’un üst kolu; Topkapı Sarayı, Süleymaniye ve Şehzade’nin yapımında kullanılır. Tabiî bu bir iddia’dır. Kanunî Sultan Süleyman’ın, 1 Eylül 1553 tarihli yapıtı; bu coğrafyanın üstünde oturup, hem batıdan gelen tehlikeyi, hem de doğallığını işaret ediyor. Bu gravür Venedik’te bir müzede muhafaza edilmektedir. Herhalde bu manânın herkes farkındadır. Buna karşılık olarak da diğeri diyor ki; “Gelirse gelsin, yüzünü batıya dönmüş gelin isterseniz” diyor. Bu mesajlar devletler tarafından alenen verilmez.Fakat Kanunî’ nin Türk İmparatoru olduğu her yerde görülüp, okunabiliyor. Aslında bunu değerlendirirsek; hem kendimizin önünü açacağız, hem de dünyaya kendimizi daha iyi anlatacağız. Ne zaman kendimizin farkına varırsak; diğer toplumlara en üst düzeyde kendimizi ifade edebiliriz. Elimizdeki haritaların bir diğeri de; 1581 tarihli Lokman bin Hüseyin’in Hünernamesi’ nde ki İstanbul. Sokullu Mehmet Paşa, İnebahtı savaşından sonra: “Venedik’i alırız” der. Venedik elçisi de der ki: “Biz sizin 180


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 13

donanmanızı İnebahtı’da yaktık”. O da: “O sakaldır, yeniden daha gür çıkabilir ama biz Kıbrıs’ı almakla sizin yolunuzu kestik”. Ve ardından; “Bu Devlet-i Aliyye, isterse o donanmayı tekrardan yapmaya hazır”,der. Nitekim de, böyle bir donanma yapılır. O dönem için düşünün; 1571’de dünyada böyle bir gemi yapım tezgahına sahip, kaç tane güçlü devlet var? Bu güç zaman zaman el değiştiriyor. Bir dönem bu kadar güçlü iken; onu geliştirip, sanayi akımına çevirmemişlerdir. Çünkü zenginlik bir anlamda peşi sıra tembelliği de getirmektedir. Refah döneminde tembellik hakkınızı kullanmaya başlamışsınızdır. Bu hak sizin giderek fakirleşmenize, güçsüzleşmenize yol açar. Burada Fatih döneminden itibaren, şehir politikasının oluşması ve şehir yönetimince alınmış bir tedbiri de görüyoruz. Bu şehirde yaşayan yahut burada bulunan şehir planlamacılarından kaç tanesi bunun farkında dersiniz? Bugüne kadar ben hiç rastlamadım. İstanbul’un fethi sırasında, Cenevizler ve Ceneviz kolonisiyle, Fatih Sultan Mehmet arasında bir anlaşma yapılıyor. Onlar Romalılara yardım edip, Fatih’e karşı savaşmayacaklar. Buna karşılık, Roma’ya, Roma ile yaptıkları anlaşmalar sonucu elde ettikleri menfaatlerini, ticarî antlaşmalarını koruyacaklar. Ama fetihten sonra birden şehrin içindeki cesetler arasında Ceneviz üniformalı askerlere-komutanlara rastlanınca, dediler ki: “Hayır!.. Siz bize karşı savaşmışsınız, işte bakın bizim ölen insanlarımız var. Bu anlaşmayı feshettik”. Bunun yanında Akdeniz havzasında müthiş bir ticarî güç olan Cenevizliler var. Onların zaman içinde takviye olması veya daha fazla büyümemeleri için hemen akıllıca bir tedbir alınır. Boğaziçi kıyısına günümüzde de devam eden Tophane yapılır. Ardından Haliç’in kıyısına da tersane oturtulur. Böylece Ceneviz kolonisinin deniz kıyısı boyunca gelişmesi önlenir. Bunlar açık bir şekilde alınan kararlar değildir. Akıllıca alınan kararlardır. Bir tesisi kurarsınız ve o tesiste iskânı yönlendirebilirsiniz. Siz istediğiniz kadar plan üzerine yönlendirmeye çalışın. Hayatın gerçekleri ile onlar başka çakışır. Fatih Sultan Mehmet döneminde alınan bu karar farkındaysanız hala etkisini sürdürmektedir. Sağ tarafta Tophane, ondan sonra da Nusrettin Câmi o iskânı kesmesine rağmen, tersane yapımı o 181


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

dönem aralıksız devam etmektedir. Karar tarafında da bazı tedbirler alınır. Galata Kulesi bakılıp sonra bir yere dönülüp çizilen bir yapıdır. O çağda batıda da, doğuda da böyle şeyleri istediğiniz gibi çizemiyorsunuz. Çünkü bu sizin casuslukla suçlanmanıza yol açıyor. Meselâ; bir ara bizde vardı. Askeriye gibi yerlerde fotoğraf çekmek yasak diye. Akabinde Google’ a giriyorsun her şey ortada ama hâlâ “ Askeri bölge, fotoğraf çekmek yasak” diye yazıyı görüyorsunuz. Galata kulesinin girişi, batıda seyrettiğimiz şato filmleri gibi bir kapısı mevcut ve bu kapı güneş battıktan sonra geceleri kapatılıyor ve sabahleyin sabah namazında açılıyor. Sur içine giriş kontrollü ve devlet denetimi dahilinde. Genelde duyarsınız, hatta şehir efsanelerinde hep geçer, her taraf ağaçtan geçilmiyordu da mahvettik etrafımızı diye. Aslında böyle bir ağaçlık bu coğrafya için pek müsait değildi. Bu coğrafyada ağaç olabilmesi için ona devamlı bakabilecek, ilgilenecek birisi gerekmektedir. Çünkü burası kendi kendine ağaç yetişecek bir bölge değildir. Akdeniz coğrafyasına maki ormanlığı hakimdir. İstanbul’da da böyle eski anıtsal ağaçlar hep deniz kıyısında, köy içi yerleşmelerinde veya Topkapı Sarayı, Câmi avlusu gibi devletin kontrol ve denetimindeki alanlarda konumlandırılmıştır. Örneğin; Belgrad Ormanı, Belgrad’ın fethinden sonra Fatîh Sultan Mehmet döneminde oluşturulmuş bir ormandır. Dikme bir ormanlık alanıdır, kendi kendine oluşmamıştır. Etrafınıza şöyle bir bakın. Sokaklar, mescidlerin merkez olduğu yerlerde karmaşık bir doku hâkimdir. Ardından 1950’lerdeki plana baktığımız zaman, iç içe geçmiş bu dokunun yerini, birbirini dik kesen sokakların aldığını görmekteyiz. Bugün şehrin yaşantısı, pek çok anıtsal mimarlık örneklerinin tahrip olmasına yol açar. Çünkü yerleşmiş doku üzerine yangınlardan sonra, böyle bir planlama yerleştiriyorsunuz. Yangın dediğimiz zaman aklınıza 1-2 evin yanması gelmesin. O dönemki en feci felâketlerden bir tanesi. Meselâ; 5 Temmuz 1870 günü, Taksim Meydanı’ndan aşağı doğru inen bir yol var. Orada çıkan bir yangın sonucu Dolapdere’den İstiklal Caddesinin karşı tarafındaki binalar dahil olmak üzere İngiliz Konsolosluğuna kadar olan bölgenin yanmasına yol açmıştır. İstan182


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 13

bul yangını dediğimiz zaman taş taş üstünde kalmaz. Taş ocakları, mutfakları, varsa çamaşırlıkları haricinde gerisinden hiçbir şey kalmaz. Bu moloz yığını olan evler, orada bulunan araziye yayılır. Çünkü bugünkü gibi bunları dozerlerle, kamyonlarla bir yere götürüp bırakmak mümkün değildir. Üzerine yeni binalar dikilir. Şuan Tarlabaşı’ ndaki gördüğünüz binaların büyük bir kısmı dolgu üzerine yapıldığı için ve hepsi birbirine dayalı olduğu için ayakta durmaktadır. 19. yy. sonlarına doğru Atik Ali yerleşmesi şöyle bir doku da iken, 1960’larda planlama birden değişiyor ve karşınıza bambaşka bir şey çıkıyor. Şimdi şehrin fiziksel yapısı bu kadar değişirken kültürünü muhafaza etmek çok zordur. Marmaray ray hattının başlangıcı 1880’ler de İstanbul ulaşımı için yapılan bir çalışma bulunmaktadır.. Burada tren yolu var ve yer altından bağlantısı gerçekleşiyor. Oradan Üsküdar’a gidiyor. Şu da 2. Çevre yolu. Bakın Kandilli ve Rumeli Hisarı. Köprü şuradan geçiyor. Bakırköy’den başlayıp geliyor. Bostancı’da tren yoluna paralel olarak devam ediyor. Bu gerçekleşmesinden 80-90 sene önce yapılmış bir çalışmadır. İnanın şehrimizi zaman zaman ilahi bir kudret korumuş. Şu Yeni Cami’nin Meydanı( Eminönü Meydanı), Sultanahmet Meydanı ve Beyazıt Meydanı 1900’lü tarihlerde giyinilenme çabaları sonunda yenilenmişlerdir. Bazı yabancı mimarlar İstanbul için yapı öneriyorlar. Örneğin; Beyazıt Meydanı, üniversitenin giriş kapısı, Beyazıt Câmi. Buralara büyük çiçek tarlaları yapılmış, ortada avlu ve kocaman binalar düşünülmüş. Bir diğer yer de Kapalı Çarşı ile yeni yapılacak Çoruhlu Ali Paşa Medresesi. Aşağıya doğru cadde iniyor. Allah korumuş diyorum. Eğer bu şekilde tasarlanan plan, yapıya dökülseydi şuan da İstanbul’un yerini, Paris kopyası alacaktı. Erken dönemlerde bu yapılabilirdi. Çünkü bugün gördüğünüz Paris, 1850 ‘ler de oluşmuş Paris’ dir. Eğer gerçekten eski Paris’i merak ediyorsanız; Sen Jermen’ e gidin. 2,5 metrelik çevrili binalar, 3-4 metrelik yollar hâlâ eskisi gibidir. Ara sokaklar vardır ki; iki adam yan yana zor geçer. Eminönü için yapılmış bir düzenleme de var. Sanırsınız ki burası Sen 183


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

Nehri. Kolay bir şekilde denize girilecek platformlar, ufak tekneler vs… Halbuki burası nehir değil, derinliği 70 metreyi bulan bir deniz. Karşıda ise; Yeni Câmi, Sultanahmet, Ayasofya ve Eminönü’nün bir başka görünüşü. Burada bulunan Mısır Çarşısı gitmiş, yerini batı tarzı binalar almış. Bu iş o kadar büyüyor ki, önüne gelen bir şeyler çiziyor. Gerek Ayasofya gerekse Galata Köprüsü burada bölük bölük kalmış. Halbuki burada Şişhane yaklaşık 76 metre yüksekliğinde bir tepedir. Batı şehirleri genelde düz alanlarda kurulduğu için, plan da mantık olarak dümdüz düşünülerek yapılmış. İşte buna bakıp diyorum ki: “ Allah bizim şehrimizi gerçekten korumuş ki; böyle şarlatanlıklara örnek olmamış”. Bunun yanında ciddi çalışmalarda olmuş.Elimizde 1901’de Osmanlı- Fransız ortaklığının şehir ulaşım metrosu, metro hattı var. Çekmeköy-Üsküdar hattı bugün yeni yapılan hatlar arasında. Hat onların çiziminde Üsküdar’dan Bostancı’ya kadar gidiyor. Çünkü o zamanlar Marmara sahiline yerleşmeyi düşünüyorlar. Bakırköy’den gelip, Şişli’ye değen ve buradan da Kilyos’ a kadar giden metro hattı var. Buradan da Sarıyer’e kadar gidiyor. Ardından Üsküdar’dan başlayıp Umuryeri’ne kadar giden bir metro hattı daha bulunuyor. Ama biz bunun tersine çalıştırmış, yolu Marmara sahiline vermişiz. Bugün burada ulaşımlar problem olmuş durumda. Aslında bu işler yapılırken kimse geriye bakmıyor. Benden önce ne yapılmış, ne düşünülmüş demiyor. Kendine ait fikir oluşturan herkes, her şeyi yeniden yapmayı düşünüyor. Cumhuriyet döneminde de bu iş böyle devam eder. 1890’larda su yolunu genişletmek ve boğaza alternatif bir kanal yapmak için şöyle bir teklif yapıldı. Kağıthane’nin gerisi birleştirilip, Kilyos’ tan hemen hemen Eskiköy’ e kadar olan bölüme bir ada yapılır. Bunu bugün Dubaili’ ler yapıyor. Dubai Birleşik Arap Emirlikleri olarak ayrıldığı zaman 75 kilometre kıyısı varmış. Bir araştırma yapmışlar herkes deniz kıyısında oturmak istiyor. Abu Dhabi’ den Şah Jiyan’ a kadar kıyı boyundan, Abu Dhabi sınırından içeri girip yaklaşık 175 kilometrelik bir kanal yapmayı düşünüyorlar. İki kıyısı 350 kilometre deniz kıyısı olacak. Şimdi siz bunu yaptığınız zaman yakla184


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 13

şık bir yarısı 7-8 kilometre, 7 kilometre 7 kilometre toplam 14 kilometrelik bir deniz kıyısı oluşurken; bugün bunu yapma şansını Cendere Vadisi’nde yapılan inşaatlarla yapma şansınız yok. Venedik’in içinde görüyorsunuz. Bizde de toplu taşımayı çok daha rahatlatacak bir kanal yapma şansı varken; bugün onun içine verilen inşaat izinlerinden sonra artık yapılma şansı yok. Şimdi yapılacak nedir? Bütün bunlardan şikayet edilmektedir. Akıllı insanlar şikayet etmez; çözüm yolu önerirler. Yalnız ve ancak aptallar şikayet eder. Hayatta en nefret etiğim sözlerin en başında gelen kelime “keşke” dir. Keşkenin keşkesi meşkesi yoktur. Geçmiş bitmiştir. İleriye bakalım nerde yanlış yapıyoruz. Bu yalnızca yetersiz bilgi birikimimizden mi kaynaklanıyor; yoksa toplum olarak bizde bir sıkıntı mı var? araştırmak gerekir. Belki de yok. O zaman bilgi birikimimizden kaynaklanmaktadır. Her şeyden şikayet ettiğimiz zaman olumsuzluklar olur. Bir arada yaşarken olumsuzlukları gündeme getirmek marifet değildir. Akıllı insanlar olumlulukları gündeme getirir. Bakın her zaman şunu söylerim: “Bu ülke beni ilkokul da bedava okuttu, ortaokul da bedava okuttu, üniversite de bedava okuttu”. Bunu yalnız ben kazancımdan verdiğim, vergi ödemek suretiyle geriye ödemem mümkün değildir. Bilginizle ve ceninizle çözüm yolları önerip sizce doğru olan ne ise orda yazıp burada yazıp tartışıp çözüm yollarını ve düşünce boyutunu geliştirmeniz gerekir. Ben insanımızın önü açıldığı zaman çok kabiliyetli olduğuna inanırım. Ama gerek bürokrasi, gerek kurallarla onun tasarım yapması, aklını geliştirmesi, çözüm yolları üretmesini kimse kabul edemez. Herkes benim bildiğim doğrudur der. Halbuki şehir yaşantısı müşterek bir yaşantı değildir. Herkes farklı düşünecektir. Önemli olan o farklılıklardan faydalı bir sonuç doğuracak uzlaşma ortamı içinde çalışmaktır.

185


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-14


“Yerel Yönetimler ve Çevre” Prof. Dr. Gökhan Orhan Bandırma 17 Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi

Bu konu Türkiye’de biraz gözden kaçmaktadır. Çünkü, çevre sorunları doğası gereği şu anda gerçek anlamda küresel sorunlardan birini oluşturmaktadır. Fakat bu küresel sorunların çözümü her ne kadar uluslararası çabaları gerektirse de; benim altını çizdiğim bir nokta da yönetimler ve çevre alanındadır. Her çevre sorunu etkileri ne kadar küresel olursa olsun bir yerden kaynaklanır ve en sonunda başka yerleri etkiler. Bu açıdan bakıldığında zaman zaman çevre sorunlarının, küresel sorun olarak sunulması pek çok oyuncuda ve aktörde küresel bir soruna benim bireysel olarak fazla müdahale etme şansım yok algısı yaratsa da bu son derece yanlış bir durumdur.Her çevre sorunu bir yerden kaynaklanır ve başka bir yerdeki insanın hayatı üzerinde olumsuz bir etki yaratır. Buna müdahalenin başlaması gereken yer yerel yönetimlerdir. Çünkü yerel yönetimler 187


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

hem sorunun yaratılmasına katkıda bulunan mekanlar, hem de sorun küresel bir hal aldıktan sonra bundan ciddi anlamda etkilenen; uyum adaptasyon konusunda ciddi bedeller ödemek zorunda kalan birimlerdir. Bu açıdan bakıldığında en basitinden bunu iklim değişikliğinde de görebiliriz. İklim değişikliğine hepimiz eylemlerimiz ile küçük küçük katkılarda bulunuyoruz. Şehirlerimiz devasa hale geliyor. Şehirlerde ulaşım, enerji, ısıtma için harcadığımız zaman, belirli bir süre sonra küresel sorunun ortaya çıkmasına katkıda bulunuyor. Daha sonra o küresel sorunlar üzerimize farklı şeyler ile geldiğinde biz bu sorun için mücadele etmek adına çok fazla kaynak harcamak zorunda kalıyoruz. Çok ciddi altyapı çalışmaları, yenileme yatırımları ya da sorunlar ortaya çıktıktan sonra bunları gidermek için büyük masrafların altına girmek zorunda kalıyoruz. O yüzden yerel yönetimlerin hem çevre konusuna hem de bunun küresel boyutuna önem vermeleri gerekir. Konuşmamızın genel çerçevesini bu oluşturuyor. Çevre sorunları ortaya çıktıktan sonraki süreçte sorunların çözümüne yönelik farklı perspektifler meydana çıktı. 1800’ lerden beri bu sorunların varlığının farkındayız. 1800’ lerde İngiltere’de tamamen sanayiden kaynaklanan bu çevre sorunlarının giderilmesi ve düzeltilmesi üzerine oluşturulmuş bir kurum var. Bu sorunların gerçekten insan toplumlarının gündemine gelmesi 20.yy’ın ikinci yarısında oluştu. İnsan toplulukları daha önceden doğayı kendilerinin dışında , kendi müdâhaleleri ve kendi çıkarları doğrultusunda çok rahat değiştirip dönüştürebilecekleri, hatta dönüştürmeleri gereken bir varlık olarak kurgularken 1960’ lar ile birlikte yavaş yavaş bu algının değişmeye başladığını görürüz. Artık insan toplulukları kendilerini yavaş yavaş o doğanın bir parçası yani o bütünün bir parçası olarak görmeye başlıyor. Bu süreçte tüm insan faaliyetlerinin beraberinde getirdiği çevresel etkiler sorgulanmaya başlanıyor. Özellikle bir noktadan itibaren sanayinin, kentleşmenin, iklim değişikliğinin getirdikleri değişkenlerin çevre kalitesi üzerindeki ve bizim yaşam alanlarımız üzerindeki etkisi sorgulanmaya başlanıyor. İnsanların bunu algılamaya başlamasının ardında önemli bir takım değişkenler var. 1960’ lar da bu kimyasallar ile ilgili algı çok 188


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 14

önemli. Bugün itibariyle baktığımızda bir takım kalıcı organik kimyasallar, kutup bölgesinde doğal yaşamı süren Kızıldereli’lerin anne sütü incelendiğinde en saf ve en temiz olması gereken bu sütte; kalıcı organik pops kalıntıları bulunuyor. Bununla beraber yavaş yavaş artık olayın ne boyutlara geldiğini insan topluluklarına hatırlatma olayı başlıyor. Peki sorunun çözümü nasıl olacak? Bu noktada birinci kuşak müdahalelere baktığımızda daha merkeziyetçi bir müdahaleler ile karşı karşıya kaldığımız doğrudur. Başta herkesin aklına ilk gelen yasal ve hukuksal düzenlemeler ile limit koymaktır. İlk aşama budur ve gerçektende dünya üzerinde başka türlü çözülemeyecek pek çok çevre sorunu vardır. örneğin; içme suyu havzasını korumak istiyorsak, bir mutlak yapı yasağı koymak gerekiyor. Bu yasağı koymazsak ne yaparsak yapalım biz bu sorunu çözemeyiz. İlk dönem , benim kendi çalışmalarımda da sıklıkla göndermede bulunduğum çalışmalar daha da merkeziyetçi çalışmalar ve bu çalışmalara baktığımızda merkeziyetçiliğin kökeninde insan doğası anlayışı görüyoruz. İnsanı kendi haline bırakırsanız , ciddi merkezi düzenlemelere gitmezseniz, beraberinde bu topluluklar için felaketi getirecektir. Garrett Hardin “ Ortak Kaynakların Trajedisi” metaforunu hatırlayacak olursak bu metaforda da benzer şeyler bulunuyor. Ortak malların kullanımına bir kısıtlama getirilmez, bir düzenleme yapılmazsa, bunların aşırı tüketimi oluşacak ve beraberinde felaketi doğuracaktır. İnsan doğasının bu noktada çok da hükmedilmez olduğu ya da kendi haline bırakıldığında kaynak kullanımı konusunda ciddi sorunlara yol açacağını ortaya koyan bir perspektif var. Tabi tek yaklaşım bu değildir.Özellikle 1970’ ler ile birlikte biz iyi bir yükselişe geçtik. Katılımlar sayesinde ve bu birinci kuşaktan ötürü çok çok etkisini yitirdi. Dünya geneline baktığımızda da hangi kamusal sorunun çözümüne bakarsak bakalım hep merkezi müdahaleyi gördük. Yani bir anlamda planlama , merkezi idare , piyasalar değil devlet , her zaman sorunların çözümünde vardır. Bu paradigma 1970’ lere kadar geldi. Kalkınma literatüründe de aynı şey var. 1970’ lerle birlikle karşımıza yeni bir literatür çıkıyor : “ Katılımcı Yönetim” ve buna baktığımızda merkezi yönetimlerin sorunların çözümünde yeterli 189


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

olamayacağı , bunun beraberinde başka başarısızlıkları getireceği ve bundan dolayı katılımın yetkide daha az seviyelere göçertilmesi ve bunun sonrasında insanların özellikle kendilerini ilgilendiren konularda daha fazla söz sahibi olması , sorunların çözümüne önemli bir katkı yaratacağı sıklıkla gündeme getirilmeye başlanıyor. Bu konuda 1990’larda Weberyen yönetim anlayışı ( Max Weber’in Bürokrasi anlayışı) yukardan aşağı uygulama süreçlerine ciddi eleştiriler geliyor ve alternatifinin de aşağıdan yukarıya bir kamu politikası uygulama süreci olması gerektiği söyleniyor. Bizim orda olup biteni anlayacak ve açıklayacak oyunculara ihtiyacımız var. Bu noktada katılımcı yaklaşımlar 1990’ lardan itibaren yükselişe geçer. Elinor Ostrom’un ortak malların yönetimi konusunda çok önemli bir perspektif getirmiştir. Ne merkeziyetçilik ne de piyasa demiştir. Çünkü bir noktadan sonra kamusal malların özelleştirilmesinin önerisini de beraberinde getirmiştir. Ostrom biraz daha yerel kurumların etrafında şekillenen , yeni bir kurumsal çerçevede karşılığını bulan bir örgütlenmenin bu tarz ortak malların yönetimi, çevre sorunlarının çözümü gibi süreçlerde oldukça önemli katkılarda bulunabileceğini ortaya koymuştur. Bu noktada tekrardan yerel yönetime gelirsek bu literatürde , başlangıçta çok kısa bir süre merkeziyetçiliği savunanlar ile birlikte bir süre sonra insanların büyük çoğunluğu özellikle katılımı ön plana çıkartan ve katılımı aşağıdan yukarıya belirlenmiş, çevre politikaları belirleme süreclerini sorunları çözümlemenin önemli bir mekanizması olarak ortaya koymuşlardır. Bu literatürde gerçektende yerel yönetimlere önemli vazife düştüğünü görüyoruz. Yenidenlik perspektifi bahsettiğim teorilerin tamamını ve bahsettiğim paradigmatik değişme, yavaş yavaş merkezin değil daha aşağıdakilerin sürece dahil olması gerektiğini bize hatırlatmıştır. Konuşmanın başında da bahsettiğim gibi sorunlar bir yerden çıkıyor ve onlara müdahale edilmesi en doğru yaklaşımlardan birisidir. Bu konuda diğer ülkelerin tutumu şu şekildedir : 1970’ lerden itibaren başlayan bir süre… Stockholm konferansına kadar olan bu süreçte pek çok ülkede çevre örgütü yoktu. Diğer bakanlıklar ile entegre başka kuruluşlar vardı. Stockholm konferansının ardından dünya üzerindeki pek çok ül190


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 14

kede çevre yönetiminin artık yasal ve toplumsal bir çerçeve ile oluştuğunu görüyoruz. Buradaki yerel yönetimlerin rolü, ülkenin siyasal rejimi belirleyici olsa da; örneğin; ABD gibi federal hükümetten bahsediyorsak, federal seviyede bir düzenleme vardır. Kendi ve yerel yetkililer sayesinde farklı yönetim birimlerinin sorumluluk sahibi olduğunu görürüz. Bu ülkeden ülkeye değişmekle birlikte bizimki gibi üniter rejimlerde belediyelerin ve il özel idarelerinin özellikle yerel yönetim olarak sorunların çözüm sürecinde önemli bir role sahip olduğunu görmeye başlıyoruz. Halk sağlığı çerçevesinde Türkiye’de mevzuat oluşmaya başladıktan sonra, 1580 ilk belediye kanununu incelediğimizde aslında çevre sorunlarına çok ciddi yer verildiğini görüyoruz. Yani halk sağlığını koruma görevi ile alakalı olarak; belediyelerin bugünkü yapısına paralel olarak pek çok yetki ve sorumluluk verilmiştir. Daha sonra bunu destekleyen çerçeveler vardır. Genel halk sağlığını koruma kanununda da yine aynı düzenlemelerin yer aldığını görebiliriz. Orman kanunu , balıkçılık kanunu , su kanunu, hepsine yakın düzenlemeler söz konusu oldu. 1960’lar ile birlikte sorunlar gün yüzüne çıkmaya başlıyor. 70’ lerde ise artık konunun boyutları anlaşılıyor ve yavaş yavaş Türkiye’de de bir şeyler oluşturulmaya başlanıyor. Bu süreçte yerel seviyede bir şey yok. 1978’de ilk olarak merkezi örgütü kuruyoruz. 1983 yılındaki çevre kanunu ilk çerçeveyi oluşturuyor. Bu çerçeve, sorunu çözebilecek bir çözüm olmuyor. Yönetmeliklerin çıkması da yaklaşık on beş yıl alıyor. Bu süreçlere baktığımızda politikaların belirlenmesi, merkezi yönetim komitesinde olmakla birlikte bunların nasıl uygulanacağı ve özellikle bunlardan kimin sorumlu olduğuna baktığımızda belediyelerin bir çok yetki ve sorumluluk ile donatıldığını görüyoruz. Bu çerçevede Türkiye’deki yerel yönetimlerin böyle bir kolluk görevi çerçevesinde, çevre uygulamalarından sorumlu oluğunu çok net söyleyebiliriz. 2000 yılında ortaya çıkan yeni yerel yönetim kanunlarımızda artık netleştirilmiştir. Merkezi yönetim Türkiye üzerine baktığımızda, politikaları belirler, kimlikleri belirler, fakat bunun uygulamasını yerel otoriteler tarafından sorumludur. Zaman içerisinde bunun nasıl bir hal aldığını incelememiz gerekirse, pek çok yetki ve sorumluluklar 191


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

verilmiş; ama işin tabi mâli boyutu var. Mâli boyutun verilen yetkiler ile orantılı olmadığını söylemek mümkün. Kimi noktada da yerel yönetimlerin bu konuya çok fazla önem vermediği konusunda görüşler vardır. Türkiye’de 1980’li yıllarda başlayan bazı görev ve sorumlulukların daha yerel seviyeye gelebilmesi ile beraberinde getiren eğilim ile bunların birbirine paralel olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada temiz su getiriminden, temiz suyun toplanması ve arıtımına kadar, yeşil alanlar, planlama, yerel yönetimlerin en önemli yetkisi planlama alanındadır. Bu da şehirlerin daha sürdürülebilir bir çerçevede sağlanmasına katkıda bulunabilirdi. Bütün bunları yan yana getirdiğimizde gerçekten önemli yetkiler verildiğini gözlemleyebiliriz. Karnemiz nasıl diye bakarsak güzel uygulamalı örneklerimiz var. Benim kendi doktora tezimde tartıştığım konu: “Ankara’daki hava kirliliğinin çözülme süreci, İzmit’teki su kirliliği ile ilgili yapılan kolektör ve arıtma tesisleri vs…”. Bütün bunlar aslında ülkemizde dönem dönem belirli yerel yönetimlerin var olan kaynakları modize ederek ya da bazı pilot projeler bağlamında ciddi anlamda çevre kalitesine yönelik hamleler yaptığını söyleyebiliriz. 2000’li yılarda da yürürlüğe giren yeni yerel yönetim kanunlarının da az evvel bahsettiğim perspektifi yeniden ürettiğini söylemek mümkün. Bunlar aynı sürecin uzantısı olarak görülebilir. Peki bugün nasıl bir noktadayız sorusunu sormamız gerekirse; yavaş yavaş hepimiz şunu fark ediyoruz: Bu dönemi yeniden merkezîleşme dönemi olarak kabul edebiliriz. Çünkü 2011 seçimlerinden önce Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı bir Ulusal planlama meselesi vardı. Ulusal planlama, aslında zaman içinde fark ettik ki; bürokrasinin yeniden yapılanmasını beraberinde getirdi. Bazıları ayrıldı , bazıları birleştirildi. Bunun sonucunda bir kopma süreci olduğunu söyleyebiliriz. Yerel yönetimlerin çevre ile ilgili yetkilerini merkezi yönetim elinden almadığı gibi, hala yerel yönetimlerin elinde ama özellikle planlama ile ilgili müdahalelere baktığımızda artık yerel yönetimlerin kendisini ilgilendiren konularda müdahale etme şansının son derece azaldığını söyleyebiliriz. Bu yerelde özellikle yeni büyükşehir olan yerlerde, geçmişte ilçe belediyesi olan bir yerel yönetim kendi planlarını uygularken ve müdahale edebilirken, 192


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 14

artık her geçen gün bu yetkisi azalıyor. Bununla birlikte yine merkezi yönetimdeki TOKİ, Özelleştirme idaresi gibi pek çok kuruluşunda bireysel yetkileri mevcut. Bu noktada bakıldığında Büyükşehir Belediyesi son yapılan değişiklikler ile birlikte, çevre yönetiminde doğası değiştirildi. Örneğin; geçmişte Bandırma Belediyesi kendi atık toplama ve bertarafından sorumluyken fakat şu an toplamdan kendi sorumlu , bertaraf işleminden de Balıkesir Büyükşehir Belediyesi. Bence bunun pozitif bir takım yansımaları olacaktır. Meselâ; katı atık depolama sistemi küçük belediyeler için büyük bir sorun. Artık bir ölçek oluşturup, pek çok küçük belediyeyi bir araya getirip, birliği sağlayıp başarı elde ettik. Bu dönemde bakanlıkta bunları teşvik ediyordu. Bugün geldiğimiz noktada bu tür işler tamamen büyükşehir belediyelerine verildi. Görünen şu ki; biz daha önceki merkeziyetçi perspektifimize döndük. Belediyeler için bu maalesef çok iyi değil. Çünkü belediyeler otoritelerini ya merkeze ya da büyükşehire kaptırdılar. Bu noktada bu halen devam eden bir süreçtir. Şimdiden bir şey söylememiz çok mümkün değildir. Ama yavaş yavaş belediyeler bu sıkıntıları hissetmeye başlayacaklar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ nin bile zaman zaman çevre ve şehircilik bakanlığı ile sıkıntılarının belki de başında arazi sıkıntısı vardı. Büyükşehir Belediyesi’ nin bütün kurum ve kuruluşları aksine rapor vermesine rağmen çok değişik kararlar çıkabiliyor. O yüzden bugün itibariyle merkezden yönetilen yönetim anlayışını, ülkemizdeki çevre politikalarına etki etmesi bence kaçılmazdı. Ben yakın bir zamanda , çevre politikaları çalışan bir insandım. Bu noktada Yerel Yönetimler ve Çevre, Türkiye’de çok fazla yazılıp çizilmeyen bir alan. Politika değişimi , nasıl değişebilir , değişimin arkasındaki etkenler nelerdir? İnsanlar bunu çok farklı şeyler ile açıklar. Politika tasviri diyen, öğrenme diyen, simülasyon diyen, fizyon diyen gibi çok fazla açıklamalar mevcut. Ben doktora tezimi yazarken de neden Türkiye’de pek çok yer hiçbir şey yapmazken birileri bir şeyler yaptı. Son dönemde de şunu açıklamaya çalışıyorum: Ne oluyor da; Türkiye’de son dönemde bir grup belediye, iklim konusunda bir şeyler yapmaya başladı. Gerçekten de bak193


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

tığımızda yerel yönetimin, yerel yönetim ağlarına üye olarak, ülkenin ulusal seviyedeki iklim değişikliği ile ilgili takip ettiği politikadan bir adım daha öne geçerek, bir takım taahhütlerde bulunmaya başladı. Özellikle bu değişime ayak uydurma konusunda , adaptasyon konusunda bir şeyler yapmaya çalıştığını görüyoruz. Bu noktada ortaya çıkan bir-iki sonucumuz var. Bir tanesi sizler gibi ağlara üyelik çok önemli bir değişkendir. Sadece Türkiye için değil; dünya çapında. Sizin gibi ağların olması çok önemli. Bu ağların varlığı sayesinde yerel yönetimler sorun hakkında ve soruna karşı yapabilecekleri hakkında ve bunun beraberinde getireceği pozitif oluşumlar hakkında çok ciddi bir bilinçlenmeye neden olur. Bunun yanında daha başka değişkenlerinde önemi vardır. Her ne kadar merkezî yönetim, gönüllü olmasa da dünyanın pek çok yerinde yerel yönetimler aynen Türkiye’de olduğu gibi bir adım daha önde olabiliyorlar. Çünkü sorun, orada günübirlik yaşayan insanların sorunu. Sorun onları doğrudan ya da dolaylı yoldan etkiliyor. Sorunun ortaya çıkmasında bunlar katkıda bulunuyor. Bugün şehirler dünya vasfında hesaplamalara göre küresel karbon salınımlarının yaklaşık %75’ inden sorumlu. Bu yüzden hem şehirlerden sorumlu yönetimler bu emisyonlardan sorumlu , hem de bu uzun vadede dönüp dolaşıp belediyeleri etkiliyor. Bir sel olduğunda bunun faturasını belediyeler ödüyor. Dolar yüzünden de biz ödüyoruz, insanlar ödüyor. O yüzden sizin gibi belediyelerin yaptığı ağlar gerçektende farkındalığın artırılması için önemli. Bu süreçte küresel değişkenlerin önemli olduğunu düşünüyorum. Uluslararası Kalkınma Finansı Kurumları, Alman Kalkınma Bankası’ ndan , Fransız Kalkınma Bankası’ ndan belediyelere kadar hepsinin etkili fon sağladığını görüyoruz. Bu fonu belirli koşullar ile veriyorlar.Çevresel bir takım koşullar var.Bu süreçte farklı faktörler işin içine girebiliyor. Başka girişimciler devreye giriyor. Bunu açıklarken politika girişimciliği kavramını kullanıyorum. Çünkü Türkiye’de de örnek var. Dünyanın başka yerlerinde de örnek var. Bu insanlar param yok, imkanım yok gibi mazeretler üretmiyorlar. Onlar mazeret üretmek yerine inovasyona doğru yöneliyorlar. Çok yeni şeyler üretmiyorlar belki ama içinde bu194


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 14

lundukları bağlamda farklı kaynakları kullanarak içinde yaşadıkları toplumun sorunlarını çözümleme sürecine doğrudan ya da dolaylı katkıda bulunuyorlar. Bu sürecin tek bir girişimcisi yoktur. Belediye Başkanı’ na gelip yeni teknoloji hakkında brifing veren özel girişimci de, inovasyon proje koşullarını anlatan proje danışmanı şirkette , bu süreçte finans sağlayan uluslararası kalkınma kuruluşu da, daha önceki süreçte öğrenme sürecini destekleyen tüm uluslararası kuruluşlarda hepsi bir araya gelerek sorunun çözümünde ciddi katkılar verebilecek haberler getiriyorlar. Türkiye’deki yerel yönetimlerin ciddi bir kısmı olmasa da öncü olanlar bu meseleyi anlamaya başladılar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bunlardan bir tanesi. Gaziantep Büyükşehir Belediyesi , Konya Büyükşehir belediyesi bu konuda önemli faaliyetler gerçekleştiriyor. Yerel Yönetimler önemli… Çünkü yerel yönetimler sorunun ortaya çıktığı ve aynı zamanda sorundan etkilenen yerler ve bu çerçevede yerel yönetimlerin bu süreçte yaptıkları her ne kadar bazı yetkileri merkezi yönetimler ya da genel merkeziyetçilik denilen il yönetimleri tarafından geriye alınmaya başlansa da hala büyük fark yaratmaya aday. Ciddi bir potansiyel var ve bu az evvel bahsettiğim sürecin yavaş yavaş gelişecek olan bir süreç olacağı düşünülebilir.

195


YEREL YÖNETİM SÖYLEŞİLERİ-15


“Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı (BM-HABITAT)” E. Gökçe Yanık Proje Sorumlusu

Mohamed ALMAHLI Halka İlişkiler ve Tanıtım Koordinatörü

Salim KORKMAZ Uluslararası Teşkilatlarla İlişkiler Koordinatörü

Giriş BM-Habitat daha iyi bir kentsel gelecek için çalışan bir Birleşmiş Milletler programıdır. Görevi, sosyal ve çevresel sürdürülebilir insan yerleşimlerinin gelişimlerini ve bunlar için yeterli sığınağın oluşturulmasını teşvik etmektir. Şehirler eşi görülmemiş demografik, çevresel, ekonomik, sosyal sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Kentleşmeye doğru olağanüstü bir 197


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

eğilim görülmektedir. Öyle ki 2030 yılında 10 kişiden 6’sının kentlerde yaşaması öngörülmektedir. Bu değişimin %90’ından fazlası Afrika, Asya, Latin Amerika ve Karayipler’de görülecektir. Kentsel planlamanın eksikliğinde, hızlı kentleşmenin sonuçları dramatik olacaktır. Dünyanın birçok yerinde etkileri şimdiden görülmektedir. Yeterli yerleşmenin olmaması, kenar mahallelerin büyümesi, yollarda, toplu taşımada, su, sanitasyon yada elektrik gibi konularda yetersiz ve köhne altyapı, yoksulluğun ve işsizliği artması, güvenlik ve suç sorunları, kirlilik ve sağlık sorunları, köyü yönetilen doğal ya da insan kaynaklı afetler ve iklim değişikliğinin etkilerine bağlı diğer felaketler gibi sorunlar doğmaktadır. Kentleşmeye yönelik bakış açısı, politikalar ve yaklaşımların şehirlerin büyümesi ve kentsel alanların kimseyi dışarıda bırakmayacak fırsatlara dönebilmesi adına değişime ihtiyaçları vardır. Birleşmiş Milletler insan yerleşimleri programı olan BMHabitat, doğal bir liderlik ve katalitik rolü göz önünde bulundurarak bu değişime liderlik etmektedir. Kentsel büyümenin sorunlarına değinmek amacıyla BM Genel Kurulu tarafından 1978 yılında görevlendirilmiştir. Merkezi Nairobi, Kenya’da olan BM Habitat’ın İcra Direktörü ise Joan Clos’tur. BM Habitat’a 53 ülke üyedir, bu ülkeler şöyledir: Cezayir, Burkina Faso, Orta Afrika Cumhuriyeti, Kongo, Fildişi Sahilleri, Etiyopya, Gabon, Kenya, Mali, Mozambik, Nijerya, Ruanda, Sudan, Svaziland, Tunus, Zambiya, Finlandiya, Fransa, Almanya, İsrail, Norveç, İspanya, Türkiye, ABD, Antigua ve Barbuda, Arjantin, Brezilya, Şili, Küba, Grenada, Guatemala, Honduras, Jamaika, Venezüella, Arnavutluk, Ermenistan, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Rusya Federasyonu, Sırbistan, Afganistan, Bahreyn, Bangladeş, Çin, Hindistan, Endonezya, İran, Irak, Japonya, Pakistan, Kore, Suudi Arabistan, ve son olarak da Sri Lanka. 198


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 15

Habitat’ın tarihi, görevlendirilmesi & BM sistemindeki rolü BM Genel Kurulu daha önceleri birkaç etkinlikte üyelerini kentleşmeye yönlenmeleri hakkında uyarılarda bulunsa da, şehirlerin kontrolsüz ve hızlı büyümeleri konusunda somut eylemler ancak 1970’lerde atılmıştır. 1 Ocak 1975 tarihinde BM Genel Kurulu Birleşmiş Milletler Habitat ve İnsan Yerleşmeleri Kurumu’nu (UNHHSF) oluşturmuştur ve bu kurum kentleşmeye odaklanan ilk resmi BM birimidir. Daha sonrasında Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) altında UNHHSF’nin görevi, özellikle gelişen ülkelerde sermaye ve teknik yardım konuları vasıtasıyla insan yerleşmeleriyle ilgili ulusal programlara yardımcı olmaktı. UNHHSF’ye verilen ilk bütçe 4 yıllık dönem için 4 milyon Amerikan dolarıydı. O dönemlerde kentleşme ve etkileri BM gündeminde daha az önem taşımaktaydı, bunun sebebi de dünya nüfusunun üçte ikisinin hala taşrada yaşamasıydı. Kentleşmenin sorunlarını tam olarak tanıyan ilk uluslararası BM konferansı 1976 yılında Vancouver, Kanada’da gerçekleşti. Habitat I olarak anılan bu konferans, 19 Aralık 1977 tarihinde BM-Habitat’ın öncüsü olan hükümetler arası bir gövde olan Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Komisyonu ve Habitat olarak adlandırılan ve Komisyon’un yönetici sekretaryası olan Birlemiş Milletler İnsan Yerleşimleri Merkezi’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Habitat daha sonra UNHHSF’nin bütçesini yönetmeyle görevlendirilmiştir. 1978 ile 1996 yılları arasında kısıtlı mali ve politik destekle Habitat, özellikle gelişmekte olan ülkelerde artan kentsel gelişmeden doğan sorunları çözebilmek ve bu sorunları önlemekle mücadele verdi. 1996 yılında Birleşmiş Milletler şehirler üzerine ikinci konferansını Habitat II’yi İstanbul’da düzenledi. Habitat II Konferansı’nda, Habitat I’den itibaren geçen 20 yıllık dönemdeki süreç değerlendirildi 199


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

ve yeni binyıl için yeni hedefler belirlendi. 171 ülke tarafından kabul edilen Habitat Gündemi ismini alan politik belge 100’den fazla taahhüt ve 600’den fazla öneri içermektedir. 1997 ile 2002 yılları arasında, Habitat Gündemi ve daha sonrasında 2000 yılında Birleşmiş Milletler Binyıl Deklarasyonu tarafından yönlendirilen Habitat, sürdürülebilir kentsel kalkınma için doğan öncelikleri tanımlama ve yörüngesinde ve kurumsal yapı çerçevesinde gerekli uyarlamaların ve düzeltmelerin yapılması tecrübelerini kullanarak yeniden canlandırılma sürecine girdi. 1 Ocak 2002 tarihinde Genel Kurul A/56/206 kararı ile Habitat’ın görevi güçlendirildi ve statüsü BM sisteminde tam yetkili programa yükseltildi, böylelikle Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşkeleri Programı (BM-Habitat) doğdu. Kilit öneriler ve gündemin ince ayarı, kentsel gelişme ve gelecek 15 yıl için korunacak hedefler ve amaçlar için yeni stratejiler ile birlikte artık yapım aşamasındaydı. BM-Habitat’ın yenilenmesi BM-Habitat’ı, daha modern ve etkili bir yapı ve takımla ve daha alakalı ve odaklanmış programlar ve önceliklerle BM’nin yoksulluğu azaltma kalkınma gündeminin tam ortasına yerleştirdi. Bu yapı ve görevlendirme sayesinde BMHabitat Birleşmiş Milletlerin yoksulluğu azaltma ve sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etme sisteminin tam hedefine katkı sağlayabilmektedir. Bugün ortakları hükümetlerden ve yerel yönetimlerden uluslararası hükümet dışı örgütler ve sivil toplum gruplarına kadar büyük çeşitlilik göstermektedir.

Habitat II-İnsan Yerleşmeleri üzerine Birleşmiş Milletler Konferansı Habitat II-İnsan Yerleşmeleri üzerine Birleşmiş Milletler Konferansı (United Nations Conference on Human Settlements), 3-14 Haziran 1996 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen konferanstır. 1976’da Vancouver’dan sonra düzenlenen ikinci Habitat kon200


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 15

feransıdır. Konferans sonucunda, açıklanan kararların uygulanmasında Sivil Toplum kuruluşlarının, yerel yönetimlerin ve bilim adamlarının hayati rollerine de değinildi. İstanbul’da yapılan bu ilk büyük uluslararası kongrede, Harbiye-Maçka arasındaki bölge Harbiye Kongre Vadisi olarak adlandırıldı. Bölgedeki Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Taşkışla, Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu ve Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki Darphane-i Amire’de konferansa dönük etkinlikler düzenlendi.

İNSAN YERLEŞİMLERİ İSTANBUL DEKLARASYONU 1. Bizler, 3-14 Haziran 1996’da İstanbul Türkiye’de düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı (Habitat II) için bir araya gelen ülkelerin Devlet ve Hükümet Başkanları ve resmi delegasyonları olarak, herkes için yeterli konut temin etme ve insan yerleşimlerini daha güvenli, daha sağlıklı ve yaşanabilir, hakça, sürdürülebilir ve üretken yapma evrensel hedeflerini onaylama fırsatını elde etmiş bulunmaktayız. Konferansın iki ana teması -herkese yeterli konut ve kentleşen dünyada sürdürülebilir insan yerleşimleriüzerindeki müzakerelerimiz Birleşmiş Milletler Sözleşmesinden esinlenmiştir ve yaşam çevrelerimizi daha iyi hale getirmek üzere, uluslararası, ulusal ve yerel ölçeklerde eylem için mevcut ve oluşmakta olan yeni ortaklıkları tekrar teyit etmeyi amaçlamıştır. Bizler, kendimizi Habitat Gündemi içindeki hedeflere, ilkelere ve önerilere adıyor ve bu Gündemin uygulanması için müşterek destek vermeyi taahhüt ediyoruz. 2. Bizler, insan yerleşmeleri ve barınak koşullarının giderek bozulmakta olduğunu, kaçınılmaz olarak, göz önünde tutmaktayız. Aynı zamanda şehirleri ve kasabaları, ekonomik gelişmeyi ve sosyal, kültürel, manevi ve bilimsel ilerlemeyi yaratan medeniyet merkezleri olarak kabul etmekteyiz. Yerleşmelerimiz tarafından sunulan fırsat201


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

lardan yararlanmalı ve insanlarımız arasında dayanışmayı ilerletmek için çeşitliliklerini korumalıyız. 3. Kendimizi tüm insanlık için, daha geniş özgürlük içinde daha iyi yaşama standartlarına adadığımızı tekrar teyit ediyoruz. insan yerleşimleri problemlerinin küresel ölçekte farkına varılmasına katkıda bulunan ve herkes için yeterli konutu meydana getirmek için eylem çağrısında bulunan Vancouver Kanada’da düzenlenen birinci Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı (United Nations Conference on Human Settlements), Evsizler için Barınak Uluslararası Yılı’nın {lnternational Year of Shelter for the Homeless) kutlanması ve 2000 Yılı Küresel Konut Stratejisi’ni (Global Strategy for Shelter to the Year 2000) anımsıyoruz. Son zamanlardaki Birleşmiş Milletler dünya konferansları, özellikle Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (the United Nations Conference on Environment and Development) dahil olmak üzere, sürdürülebilir gelişmenin birbirine bağımlı ve birbirini karşılıklı takviye edici parçaları olarak ekonomik ve sosyal gelişme ve çevre korumanın üzerine kurulan barışın, adaletin ve demokrasinin eşitlikçi olmasına yönelik etraflı bir Gündem vermiştir. Bu konferansların çıktılarının Habitat Gündemi’ne entegre edilmesine gayret etmiş bulunmaktayız. 4. İnsan yerleşimleri içinde yaşam kalitesinin iyileştirilmesi için, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, çoğu durumda kriz ölçüsüne ulaşmış olan bozulankoşul1arla mücadele etmeliyiz. Bu bağlamda, diğer hususların yanı sıra, özellikle sanayileşmiş ülkelerde, sürdürülemez tüketim ve üretim kalıplarına; yapı ve dağılımdaki değişmeleri dahil etmek ve aşırı nüfus yığılmaları yönündeki eğilimlere öncelikli önem vermek suretiyle sürdürülemez nüfus değişmelerine, evsizliğe, artan fakirliğe, işsizliğe, sosyal dışlanmaya, aile dağılmalarına, yetersiz kaynaklara, temel altyapı ve hizmetlerin eksikliğine, yeterli planlama eksikliğine, artan güvensizlik ve şiddete; çevresel bozulmaya; ve afetlerden artan oranda etkilenmeye bütünüyle dikkat çekmeliyiz. 202


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 15

5. İnsan yerleşmelerinin fırsatları küreseldir, ancak ülkeler ve bölgeler kendine has çözümler gerektiren özel problemlerle yüzyüzedirler. Tüm dünyadaki kent, kasaba ve köylerdeki, durumun özellikle vahim olduğu gelişmekte olan ülkelerde ve geçiş ekonomisi ülkelerinde, yaşam koşullarını iyileştirmek için işbirliği ve çabalarımızın yoğunlaştırılması gerekliliğini kabul ediyoruz. Bu bağlamda, dünya ekonomisinin küreselleşmesinin; gelişme süreci için, risk ve belirsizliklerin yanı sıra, fırsatlar ve davet imkanları sunmakta olduğunu ve Habitat Gündemi’nin amaçlarına başarıyla ulaşılabilmesinin, diğer hususların yanı sıra, kalkınma finansmanı ile ilgili konular üzerinde pozitif eylemler, dış borç, uluslararası ticaret ve teknoloji transferi yoluyla kolaylaştırılabileceğini onaylıyoruz. Şehirlerimiz, insanların itibar, sağlık, güvenlik, mutluluk ve umut içinde yaşamlarını devam ettirecekleri yerler olmalıdır. 6. Kırsal kalkınma ve kentsel kalkınma birbiriyle bağımlıdır. Kentsel yaşam çevrelerini iyileştirmeye ek olarak, kırsal yerleşmelerin cazibesini artırmak, entegre bir yerleşmeler ağı oluşturmak ve kırdan-kente göçü en aza indirmek için yeterli altyapı, kamu hizmetleri ve iş olanaklannı genişletmek için çalışmalıyız. Küçük ve orta büyüklükteki kasabalar özel bir ilgi istemektedirler . 7. Sürdürülebilir bir gelişmede temel ilgi odağı olan insan Habitat Gündemi’nin uygulanmasında da temel eylem oluşturucudur. Toplum içinde kadın, çocuk ve genç kesimin güvenli ve sağlıklı yaşam koşullarına erişebilmesi için gereken temel ihtiyaçların kabul ediyoruz. Bunun için de özellikle bütün çabamızı, yoksulluk ve ayrımcılığı yok etmek, insan hakları ve temel özgürlükleri savunmak, eğitim, temel sağlık hizmetleri ve yeterli barınma gibi ihtiyaçları karşılamak yönünde yoğunlaştırmalıyız. Böylece, yerleşimlerdeki yaşam koşullarını bütün yerel ihtiyaçlara da uygun olarak geliştirmeyi taahhüt ediyoruz ve herkes için daha iyi yaşam çevrelerinin oluşumunu sağlamak için küresel, ekonomik, sosyal ve çevresel eğilimlerin de önemini doğruluyoruz. Bununla birlikte, politik, ekonomik ve sosyal hayatta eşit ve çoğulcu kadın ve erkek katılımı ile etkin gençlik ortaklığının gerekliliğini ka203


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

bul ediyoruz. Ayrıca, dezavantajlı grupların eksikliklerini gidermek amacıyla ve aynı zamanda barınma ve sürdürülebilir insan yerleşimleriyle ilgili politikalardan, programlardan ve projelerden eşit yararlanma imkânlarının cinsiyet farkı oluşturulmaksızın geliştirilmesini sağlamalıyız. Bizler, bu taahhütleri özellikle yoksulluk sınırındaki bir milyarı aşkın insan ve Habitat Gündemi’nde tanımlanan dezavantajlı grupların üyeleri adına yapıyoruz. 8. Taahhütlerimizi yeterli konut hakkının çoğulcu ve geliştirilebilir imkânlarla ve uluslararası enstrümanlarla geliştireceğimizi tekrar onaylıyoruz. Böylece, hedefe ulaşmak için etkin, kamusal özel ve hükümet dışı sivil ortakların tüm aşamalarda, bireyler ve aileleri için yasal oturma hakkı güvencesi ve her türlü ayrımcılıktan korunma durumu sağlanarak ve eşit erişilebilir ve yeterli konut ediniminin gereği vurgulanarak bir araya gelmesi yönünde çaba sarf edilecektir. 9. Ödenebilir konut arzını genişletmek için çalışmalıyız. Bu anlamda, mevcut pazarın daha etkin olarak çalışması sağlanmalı ve bunun için gerekli olan arsa ve kredi olanakların artırılarak konut piyasasına aktif katılım desteklenmelidir. 10. Küresel çevremizi sürdürülebilir kılarak, in~an yerleşimlerinin kalitesini artırmak üzere, sürdürülebilir üretim kalıplan, tüketim, ulaşım ve yerleşim olanaklarını geliştirme; kirlilikten korunma; ekolojik dengeyi koruma ve gelecek kuşakların yaşam fırsatlarını kollama yönünde çalışacağız. Bu bağlamda, bir küresel ortaklık ruhu ile Dünyamızın ekosisteminin dengesi ve düzeninin korunmasının sağlanması doğrultusunda bir ortaklık geliştirilmelidir. Küresel çevre bozulmasına farklı katkılar yapıldığı, ülkelerin ortak ancak birbirinden farklı sorumluluklarının olduğu prensibini onaylıyoruz. Aynı zamanda, bu eylemler uygulamada ülkelerin kapasite ve yapabilirlikleri ile ilişkili olan ihtiyati prensip yaklaşımıyla ilişkilidir. Buna ek olarak, özellikle yeterli miktarda sağlıklı su temini ile etkin atık yönetimi oluşturulmak suretiyle sağlıklı yaşam çevrelerinin yaratılması mümkün olacaktır. 204


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 15

11. Tarihi, kültürel, mimari, doğal, dini ve moral değerlere sahip yerleşim dokularının, binaların, anıtların, ~ açık alanların, peyzajların korunması, bakımı ve onarımına önem vereceğiz. 12. Taahhütlerimizin gerçekleşmesi için, yapabilir kılma stratejisi ile ortaklık ve katılım ilkelerini en demokratik ve etkili yaklaşım olarak kabul ediyoruz. Yerel otoriteleri en yakın ortaklarımız olarak ve Habitat Gündemi’nin uygulanmasında temel kabul ederek, her ülkenin yasal yapısı içerisinde, demokratik yerel otoriteler vasıtasıyla desantralizasyonu teşvik etmeliyiz ve her seviyede Hükümetler için anahtar ihtiyaçlar olan, şeffaflık, sorumluluk ve heveslilik özelliklerini sağlarken ülkelerin koşulları çerçevesinde onların finansal ve kurumsal kapasitelerini güçlendirmek için çalışmalıyız. Aynı zamanda, özerkliklerine saygı göstererek, parlamenterlerle, özel sektörle, işçi sendikalarıyla ve hükümet-dışı ve diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğini arttıracağız. Keza, kadınların rolünü güçlendirecek ve özel sektör tarafından sosyal ve çevresel duyarlılığı olan toplu yatırımları teşvik edeceğiz. Yerel eylemler, İstanbul’da Dünya Şehirler ve Yerel Yönetimler Toplantısı (World Assembly of Cities and Local Authorities) ile başlatılan dünya çapında işbirliği deneyiminin yanı sıra, Gündem 21, Habitat Gündemi ve benzeri bir başka gündeme dayanan yerel programlar vasıtasıyla ve ulusal politika, hedef, öncelik ve programların haklarına dokunmaksızın yönlendirilmeli ve hızlandırılmalıdır. Yapabilir kılma stratejisi, Hükümetlere, dezavantajlı gruplara yönelik özel önlemler uygulama doğrultusunda sorumluluklar da yüklemektedir. 13. Habitat Gündemi’nin uygulanması elverişli ve yeterli kaynak gerektirdiği için, ulusal ve uluslararası ölçeklerde finansal kaynakları, çok-taraflı, iki-taraflı, kamu ve özel tüm yeni ve ilave kaynakları da dahil etmek suretiyle harekete geçirmeliyiz. Bu münasebetle, kapasite-geliştirmeyi kolaylaştırmalı ve uygun teknoloji ve knowhow’ın transferini desteklemeliyiz. Bundan başka, son zamanlardaki Birleşmiş Milletler Konferansları’nda ortaya koyulan teknoloji transferi ve kaynak yaratma konusundaki taahhütleri, özellikle Gündem 21’de yer alanları, tekrarlamak durumundayız. 205


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

14. İnanıyoruz ki, Habitat Gündemi’nin tam ve etkin bir şekilde uygulanması, Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Merkezi’nin (Habitat) fonksiyon ve rollerinin -Merkezin iyi tanımlanmış ve adamakıllı geliştirilmiş hedefler ve stratejik konular üzerinde odaklanması gerekliliği göz önünde bulundurularak- güçlendirilmesini gerektirmektedir. Buraya kadar, Habitat Gündemi’nin ve onun küresel eylem planının başarılı bir şekilde uygulanması için destek vermeyi taahhüt etmiş bulunuyoruz. Habitat Gündemi’nin uygulanmasına yönelik olarak, bu Konferans için hazırlanan bölgesel ve ulusal eylem planlarının katkılarını da bütünüyle takdir ediyoruz. 15. İstanbul’daki bu Konferans, yeni bir işbirliği ve dayanışma kültürü çağını ortaya çıkarmaktadır. 21. yüzyıla girerken; sürdürülebilir insan yerleşimleri için pozitif bir vizyon, ortak geleceğimiz için bir umut duygusu ve herkesin itibar, sağlık, güvenlik, mutluluk ve umut dolu nezih bir hayat vadeden güvenli bir evde yaşayabileceği, bütünüyle faydalı ve cazip bir meydan okumaya katılmak için bir teşvik sunuyoruz.

HABİTAT l’İN HABİTAT ll’DEN FARKI NEDİR? Habitat l’de sorunların çözümleri devlet öncülüğünde aranırken, Habitat li’de bu bırakılmış ve sorunların çözümü, toplumdaki değişik aktörlerin (sivil toplum örgütleri demokratik kitle örgütleri, yerel yönetimler, yerel kurumlar-kooperatifler-bankalar yapsatçı girişimcilerkullanıcı örgütleri vs...) güçlendirilmesi ve yapabilir kılınmasıyla aranmaya başlanmıştır. Desantralizasyon ya da ademi merkeziyetçilik de denilen bu arayış iki konferansı birbirinden ayıran en önemli maddedir. Kentleşmenin ve sanayileşmenin, gelişmenin ve uygarlığın yegâne ölçütü olmadığı ilk defa Habitat ll’de sorgulanacaktır belki de. Sorunun çözümü olarak sunulan programların, nasıl sorun oluşturdukları da yine Habitat’ın üstünde durduğu konulardandır. 206


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 15

BM HABITAT VE UCLG Bugün dünyanın en yaygın yerel ve en çok temsil gücüne sahip küresel yerel yönetimler ağı olan UCLG, varlığını bir anlamda Habitat II’ye borçludur. 1996’da İstanbul’da toplanan Habitat II Konferansı’nın yerel yönetimleri Habitat Gündemi’nin uygulanması açısından “en yakın ortak” ve “hayati” olduğunu beyan etmesi, UCLG’nin en önemli taşıyıcısı olduğu yerel yönetimler hareketi için bir dönüm noktası olmuştur. Habitat Gündemi’nin 56. Maddesi, yerel yönetimleri, Habitat II’nin hedeflerine ulaşılmasında ön cephede yer aldığını ifade ederken, bu konudaki ilerleme, yerel yönetimlere, sivil katılıma ve tüm yönetim düzeyleri arasındaki ortaklıkların güçlendirilmesine bağlı olacaktır. 1996’da, üye devletler, sürdürülebilir kalkınmanın, sorumlulukların, politika yapma ve karar verme süreçlerinin ve gelir tahsilat kurumları da dahil olmak üzere yeterli kaynakların yerel toplumlara en yakın ve en temsil gücü yüksek yönetim düzeyleri olan yönetimlere etkin bir şekilde devredilmesiyle mümkün olacağını kabul etmişlerdir (Madde 177). Habitat Gündemi’nin 180 (d) Maddesi, yerel yönetimlerin “gelir sağlayıcı mekanizmaları denetlemede” hükümetlerin desteğini talep ederken, 180 (j) maddesi, tüm yönetim düzeyleri ile özel sektör ve sivil toplum arasında politika diyalogunu teşvik eder. 185 ve 186 maddeler ise, sorumluluklarının ve görevlerinin boyutunun ve karmaşıklığının getirdiği benzersiz sorunlarla karşı karşıya bulunan büyükşehirlerin ve mega şehirlerin yönetimine ve kalkınmasına özel ilgi gösterilmesini teşvik eder. Habitat Gündemi’nde yerel yönetimlere yönelik yapılan yoğun atıflara dayanarak ve İstanbul’daki Habitat II’de üzerinde uzlaşılan çerçevenin (“İstanbul Ruhu”) yeniden tesis edilmesinin gerekliliğine 207


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

inanan UCLG, tüm üye devletleri yerel yönetimlerle işbirliğini artırmaya davet etmektedir. Bu bağlamda, UCLG’nin de temel paydaşlar arasında olduğu Yerel ve Bölgesel Yönetimler Küresel Görev Gücü, yerel yönetimlerin 17-20 Ekim 2016’da Quito, Ekvator’da yapılacak olan Habitat III’te etkin bir şekilde yer almasına yönelik olarak, 13 Haziran’daki Habitat III Hazırlık Komitesi Toplantısı’na sunulmak üzere bir dosya hazırlamıştır. Bu dosya ile, yerel yönetimlerin Habitat III’te güçlü bir şekilde temsil edilmelerine yönelik oluşturulan görüş gerekçelendirilmektedir. Buna göre Görev Gücü, aşağıdakilere dikkat çekmiştir: -

3-4 Haziran 1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen Habitat II Konferansı’nın işleyiş kurallarının da belirlendiği 20 Aralık 1995 tarihli ve 50/100 sayılı BM Genel Kurul Kararı, özellikle de yerel yönetimlerin ve akredite sivil toplum kuruluşların belirlenen temsilcilerinin, Habitat II müzakerelerine katılımları hakkındaki 62 ve 63 numaralı kurallar;

-

19 Haziran 1977 tarihli ve 32/162 sayılı, “insan yerleşimleri alanında, uluslararası işbirliği için kurumsal düzenlemeler” başlıklı BM Genel Kurul Kararı’nı ve özellikle de Birleşmiş Milletler sisteminin dışındaki kuruluşlarla işbirliğinin ele alındığı 8. Bölüm;

-

16 Aralık 1996 tarihli, 51/177 sayılı Genel Kurul Kararı’nın, yerel yönetim temsilcilerinin de çalışmalara dahil edilmesi amacıyla İnsan Yerleşimleri Komisyonu’nun çalışma yöntemlerini gözden geçirmesinin istendiği 21. Maddesi;

-

Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nın sonuç belgesi olan “İstediğimiz Gelecek” belgesinin kabul edildiği, 42. Paragrafında yerel ve alt-ulusal yönetim düzeylerinde gerçekleştirilen çabaların ve ilerlemelerin kabul edildiği ve bu yönetimlerin, sürdürülebilir kalınmanın hayata geçirilmesinde oynayabilecekleri rolün tanındığı 11 Eylül 2012 tarihli ve 66/288 sayılı Genel Kurul Kararı;

208


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri - 15

-

Ekonomik ve Sosyal Konsey’in (ECOSOC), Hükümetleri, kapsayıcı ve sürdürülebilir kentleşmeyi ve yerel yönetimlerin rolünü geliştirmeye ve 2015 Sonrası Kalkınma Gündemi bağlamında şehirlerin ve insan yerleşimlerinin çevresel olarak sürdürülebilir, sosyal olarak kapsayıcı ve ekonomik olarak üretken rollerini göz önünde bulundurmaya yönelik çağrısını ve E/RES/2014/30 sayılı ve 25 Temmuz 2014 tarihli “İnsan Yerleşimleri” hakkındaki kararı.

Tüm bu arka plan ışığında, Küresel Görev Gücü, “Üye Devletleri, yerel yönetimlerin ECOSOC’ta istişare statüsü olan Yerel Yönetim Birlikleri aracılığıyla, özel akreditasyonun tanınması suretiyle, yerel yönetimlerin Habitat III sonuç belgesinin hazırlanması sürecine geniş çaplı katılımını sağlamak için gerekli mekanizmaları sağlamaya” çağırmaktadır. Habitat II sırasında düzenlenen Birinci Yerel Yönetimler Asamblesi’nin mirasçısı olan ve UCLG’nin temsil ettiği yerel ve bölgesel liderler, Habitat III’te temsil edilmelerinin ve Konferans’ın önerilerine katkıda bulunmalarının önemli bir görev olduğu kanaatindedirler. Yerel ve Bölgesel Yönetimler, 2016’da, İkinci Yerel Yönetimler Dünya Asamblesi’ni düzenleme ve Habitat III Gündemi’nin hazırlanmasında ve uygulanmasında, BM’nin “en yakın ortağı” olarak rol üstlenme kararlılığındadır.

Habitat III Hazırlık Komitesi Toplantıları (PrepCom) İlki 16-17 Eylül 2014’te New York, ABD’de gerçekleştirilen Habitat III Hazırlık Komitesi Toplantılarının (PrepCom) 2.’si Kenya’nın Nairobi Kentinde, 14-16 Nisan tarihlerinde gerçekleştirildi. Toplantı’da UCLG ve UCLG’nin Bölge Teşkilatları’nın akreditasyonu, yerel yönetimlerin temsilcileri sıfatıyla sağlandı. 209


UCLG-MEWA Yerel Yönetim Söyleşileri

PrepCom2’de “Yerel Yönetimlerin Akreditasyonuna Dair İşleyiş Kuralları” görüşülmüş olup bazı üye devletlerin itirazları nedeniyle bu konuda bir karar alınamamış ve bu kararın 25-27 Temmuz 2016’da Jakarta, Endonezya’da yapılacak olan PrepCom3’e bırakılması istenmiştir. Kararın bu kadar geciktirilmesine karşı olan üyelerin baskısıyla, bu yıl içerisinde, tercihen New York, ABD’de bir olağanüstü PrepCom toplantısının yapılması yönünde karar alınmıştır. Her ne kadar PrepCom2 toplantısı, yerel yönetimlerin arzu ettiği sonucu vermemiş görünse de, UCLG’nin savunduğu değerler açısından kayda değer kazanımlar sağlamıştır. Bu kazanımlar aşağıdaki şekilde sıralanabilir. -

Yerle yönetimlerin görünürlüğünün artması

-

Yerel yönetimlerin ne istediğinin delegeler tarafından daha iyi anlaşılmış olması

-

Yerel yönetimlerin katılımının artırılmasının temel bir mesele olarak tanınması

-

Üye devletlerin pozisyonlarının yerel yönetimler tarafından daha iyi anlaşılması

-

Lobicilik alanında yeni kapıların açılması, odak noktaların tespit edilmesi

-

Yerel Yönetimler Asamblesi’nin tanıtılması

Orta Doğu ve Batı Asya’daki yerel yönetimlerin ortak sesi olan UCLG-MEWA UCLG Dünya Teşkilatı’nın koordinasyonunda, Habitat III Konferansı’yla ilgili tüm süreçleri yakından takip etmeye devam edecektir. Bu vesileyle, tüm üyelerimizi Habitat III sürecine daha etkin bir şekilde katılmaya çağırıyoruz.

210


NOTLAR .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. ..................................................................................................................................................


NOTLAR .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. .................................................................................................................................................. ..................................................................................................................................................



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.