Kasım 2020 | Yıl: 26 | Sayı: 295
9 772195 547004
11
AVRUPA’DA MÜSLÜMANLAR AÇISINDAN
HOSPIS VE PALYATIF BAKIM
Selamların en güzeli ile Avrupa’da Müslümanlar Açısından Hospis ve Palyatif Bakım Ölüm, yaşlı ya da genç ayırt etmeksizin herkes için nihai durak. Avrupa’da giderek yaşlanan Müslüman nüfusun yanı sıra ölüm, her ne kadar modern tıbbın imkânları birçok hastalığı tarihe gömmüş olsa da tedavisi mümkün olmayan hastalıklara yakalanan gençleri de bu dünyadan erken yaşta koparıyor. Bu durum, İslam’ın yaşam ve ölümle ilgili temel kabullerini ya da palyatif bakım esnasında kültürel ve dinî farklılıklar gibi pratik sorunları da yeniden gündeme getiriyor. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde ölüm döşeğinde olan, tedavisi mümkün olmayan hastalıklara düçar olduktan sonra hospis veya palyatif bakım kurumlarında ağırlanan Müslümanların sayısının hiç de az olmadığını biliyoruz. Yaşamın bu en son durağında, ölüm öncesinde Müslüman hastalar ve aileleri, özel bir desteğe, kendi yaşam ve ölüm tasavvurlarıyla uyumlu yaklaşımlara ve “onurlu ölüm” imkânlarına ihtiyaç duyuyorlar. Bu gerçeklerden hareketle bu sayımızda Avrupa’da Müslümanlar açısından hospis ve palyatif bakım konusunu ele aldık. Dr. Mustafa Uyanık, hospis ve palyatif bakım çalışmalarında gönüllülerin önemine dikkat çekti. Emel Tiryaki, İslam geleneğinde hospis tarzında bir kurumsallaşmanın olup olmadığı sorusunu cevaplandırmaya çalıştı. Elif Zehra Kandemir, palyatif ve hospis gönüllüleri ile görüşerek Müslüman cemaatin ihtiyaçları ile bu alandaki temel sorunları ortaya koydu. İlknur Sarısoy, Avrupa’da ölüm öncesinde hasta vasiyetnameleri gibi prosedürleri hukuki açıdan değerlendirdi. Yaşamın son dönemi ve ölümle ilgili soruların çok büyük bir kısmının dinî izahlara ihtiyaç duymasından hareketle Dr. Tuba Erkoç Baydar, tedavi imkânları tükenen hastalar için “tedavinin esirgenmesi” meselesini fıkhi açıdan ele aldı. Dosya kapsamında palyatif bakım ünitesinde çalışan Neşe Ebel ve bu alanda uzman Ferya Banaz-Yaşar ile görüştük. Dosyada, Türkçede bir karşılığı olmayan “hospis” kavramını, kendine has bir kurumsallaşma olduğu gerekçesiyle bu şekilde kullanmayı tercih ettik. Bu sayımıza Prof. Dr. Thomas Bauer ile Prof. Iman Attia bir söyleşi ve bir kitap eleştirisi ile katkıda bulundular. Uzun süredir yakından takip ettiğimiz, Hollanda’daki meclis soruşturmasının nihai raporuyla ilgili değerlendirmeyi ise Reyhan Üçok kaleme aldı. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere!
Bekir Altaş
İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Haber-Yorum Dergisi November 2020 • Kasım 2020 | Jg. / Yıl: 26 | Nr. / Sayı: 295 Herausgeber/Yayıncı Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das Generalsekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel Sekreterlik Vertreten durch den Vorstand/Yönetim Adına Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter Murat İleri stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Mikail Demir, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmen Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) Editor/Editör Elif Zehra Kandemir
GÜNDEM
08
Prof. Dr. Iman Attia: “Müslüman Karşıtı Irkçılık, İstisnai Bir Hadise Değil”
Redaktion/Redaksiyon Ali Mete, Ebru Hısım, Enise Yılmaz, Feyza Akdemir, Hatice Çevik, Kübra Zorlu, Mehmet Kandemir, Meltem Kural, Yasemin Yıldız T +49 221 942240-240 • F +49 221 942240-201 info@perspektif.eu • redaktion@perspektif.eu Druck/Baskı Im Auftrag der IGMG durch PLURAL Publications GmbH erstellt./ IGMG adına PLURAL Publications GmbH tarafından hazırlanmıştır. Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln T +49 221 942240-260 • F +49 221 942240-201 Die Verantwortung für die Artikel liegt bei den Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Anzeigenservice/İlan Servisi T +49 221 942240-218 • F +49 221 942240-201 ilan@perspektif.eu Abonnement/Abonelik IGMG Mitgliederbetreuung/IGMG Üyelik Hizmetleri: Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln T +49 221 942240-417 • F +49 221 942240-201 abone@perspektif.eu Jahresabonnement/Yıllık Abone Ücret 40,- € | Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos./IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir. Auflage/Tiraj: 12.500 | ISSN: 2195 5476
DOSYA
48
İslam’a Göre Hayatın Sonunda Tedaviden Vazgeçmenin Hükmü
perspektifeu
12
GÜNDEM
Mouhanad Khorchide’nin “Din İddiasından Arınmış Aydınlanmış İslam’ı”
22
GÜNDEM
İslamofobinin Gölgesinde: Fransa’da Müslümanların Uzun Yolu
GÜNDEM
18
DOSYA
26
Hollanda’da Camilere Yönelik Soruşturmanın Ardından
DÜNYA
DOSYA SÖYLEŞI
54
32
Avrupa’da Hospis ve Palyatif Bakım Çalışmaları: Ölümün Eşiğinde Bir Can Simidi
62
“Müslümanlar Hastalığın Ciddiyeti ve Ölüm Hakkında Konuşmak İstemiyor”
DOSYA
Hasta Bakımevi Hizmetleri: Avrupa’da Hospis Çalışmaları
38
DOSYA
Ölüme Ramak Kala: “Yalnız Ölen Müslümanların Sayısı Artıyor”
48
DOSYA
İslam’a Göre Hayatın Sonunda Tedaviden Vazgeçmenin Hükmü
“Normalleşme” Anlaşması Orta Doğu’da Barış Umutlarını Tehlikeye Atıyor
54
DOSYA SÖYLEŞI
Palyatif Bakım Görevlisi Neşe Ebel: “Bizim İçin Hiçbir Ölüm Sıradan Değil”
GÜNDEMDEN KISA KISA
İngiltere ve Galler’de Nefret Suçları Arttı
İNGILTERE
Polisin Göçmenlere Uyguladığı İşkenceler Belgelendi
HIRVATISTAN
İngiltere İçişleri Bakanlığı tarafından açıklanan veriler, “ırk bağlantılı” nefret suçlarının sayısının, önceki yıla göre yüzde 6 arttığını ve toplam nefret suçlarının yüzde 72’sini oluşturduğunu gösteriyor. “Din” kaynaklı nefret suçlarının sayısı ise yüzde 5 azaldı. Böylece 2012 ve 2013’ten bu yana “dinle bağlantılı nefret suçları”nda ilk kez düşüş görüldü. Bu suçlarda mağdurların yaklaşık yarısını Müslümanlar oluşturuyordu. Sayıları önceki seneye oranla yüzde 8 artarak kayıtlara geçen tüm nefret suçlarının yaklaşık yarısı, ırkçı nefreti körüklemek ve tehdit gibi eylemlerden, üçte birinden fazlası kişiye yönelik şiddetten oluştu. Özellikle 2016’daki Brexit referandumu ve terör saldırılarının ardından nefret suçlarında belirgin bir artış görüldü.
Bosna Hersek-Hırvatistan sınırında incelemeler yapan Danimarka Mülteci Konseyi (DRC) temsilcileri, 12-16 Ekim’de onlarca göçmenin Hırvat polisi tarafından maruz kaldığı insanlık dışı saldırıları belgeleyerek bu saldırılar hakkında soruşturma başlatılması için AB’ye çağrıda bulundu. Raporda, Bosna Hersek’in Hırvatistan sınırındaki Velika Kladusa’da kalan yüzlerce göçmenin zor şartlarda yaşadığının altı çizilirken, görüşülen göçmenlerin vücutlarında Hırvat polisince yapıldığı ifade edilen kesik ve yaralar olduğu kaydedildi. DRC Genel Sekreteri Charlotte Slente, bölgedeki göçmenlerden alınan ifadelerin “kan dondurucu” olduğunu belirterek bir haftada 75’ten fazla göçmenin karşı karşıya kaldığı işkence, dayak, hatta cinsel istismarları rapor ettiklerini aktardı. DRC tarafından hazırlanan ve AB Komisyonuna gönderilen rapor hakkında Hırvatistan yetkilileri henüz bir cevap vermedi.
Perspektif 294/2020 Perspektif dergisi her sayıda önemli konuları ele alıyor ve bu konulara farklı açılardan yaklaşmaya çalışıyor. Bundan dolayı teşekkür ediyorum. Son sayıda evlilik ve düğün konusunu ele almışsınız. Burada dikkatimi çeken şey konuyu herkesin bildiği bir biçimde, durum tespiti olarak ele almış olmanız. Bizim okuyucular olarak buna ihtiyacımız olduğu gibi, her şeyden önce konunun son bölümünde toparlayıcı, yönlendirici ve ışık tutucu olması açısından akademisyen birinin meseleyi sosyolojik, pedagojik ve psikolojik yönleriyle ele alıp farklı uygulamaların toplumda ve bireylerde ne tür olumlu-olumsuz durumlara yol açtığını anlatmasına da ihtiyacımız var. Bu uygulamanın bizlere içinde bulunduğumuz durumu değerlendirme ve yönlendirme açısından, yeni evlenecek olanlara ise nasıl evleneceklerine karar vermeleri açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Adnan Girgin, Köln Yazı İşleri gelen mektupları kısaltma ve değiştirme hakkına sahiptir. Okuyucu mektupları dergi redaksiyonunun görüşlerini yansıtmamaktadır. Bize görüşlerinizi okuyucu@perspektif.eu e-posta adresi üzerinden bildirebilirsiniz.
6
SAYI 295 • KASIM 2020
Altın Şafak Partisinin Yöneticilerine Hapis Cezası
YUNANISTAN
Yunan mahkemesi, aşırı sağcı suç örgütü Altın Şafak Partisinin lideri Nikos Mihaloliakos ve yönetici kadrosunu suç örgütü yönetmekten 13’er yıl hapis cezasına çarptırdı. Karar duruşmasında suç örgütü yönettiklerine ve bu örgütün mensubu olduklarına hükmedilen partinin lider kadrosu ve üyelerine verilen cezalar açıklandı. Partinin lideri Mihaloliakos ve diğer yöneticileri Kasidiaris, Lagos, Germenis, Panagiotaros, Iliopoulos ve Papas 13’er yıl hapis cezası aldı. Matheopulos’a da “suç örgütü yönetmek” suçundan 10 yıl hapis cezası verilirken, davada yargılanan diğer sanıklar ise “suç örgütüne üye olmak” suçundan 5 ila 10 yıl hapis cezalarına çarptırıldı. Parti üyesi Rupakias, solcu şarkıcı Pavlos Fissas’ı öldürmek suçundan müebbet hapis cezasına mahkûm edildi.
“Irk” Kelimesi Anayasadan Çıkarılıyor
ALMANYA
Almanya koalisyon hükûmet ortakları polis memurları arasındaki aşırı sağcı tutumların soruşturulması konusunda varılan uzlaşıya ek olarak, ırkçılıkla mücadele için daha fazla önlem alınmasına karar verdi. Başbakan Angela Merkel (CDU), İçişleri Bakanı Horst Seehofer (CSU) ve Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı Olaf Scholz’un (SPD) konuyla ilgili olarak anlaşmaya vardıkları kaydedildi. Başbakan Yardımcısı Olaf Scholz, Twitter üzerinden yaptığı açıklamada, “Demokrasinin teşvikini belirgin şekilde güçlendiriyor, ırkçılık karşıtı bir bakanlık oluşturuyor ve ‘ırk’ kelimesini anayasadan çıkarıyoruz” dedi. Adalet Bakanı Christine Lambrecht (SPD) ve İçişleri Bakanı Seehofer’in yeni alınan karar doğrultusunda bir yasa tasarısı üzerinde çalışacakları belirtildi.
Geçen Sayıdan Öne Çıkanlar
“İslamcılığa karşı alınan önleyici tedbirlerin aslında bazı İslamofobik tezleri desteklediğini ve bu gerçeği “terörle savaş” kisvesi altında örtbas ettiğini tespit etmek gerek.”
“NIF olarak kendi cemiyetlerimizi çok iyi tanıyoruz. Meclis soruşturması olsa da olmasa da kendi cemiyetlerimizdeki şeffaflık konusunda zaten senelerdir yürüttüğümüz tutarlı bir duruş var.”
“Sadece birkaç düğün salonunun olduğu Avrupa şehirlerinde fiyat belirleme tekeli salonlarda. Düğün salonlarının sayısının çok olmadığı şehirlerde rekabet az, fiyatlar ise yüksek.”
SAYI 295 • KASIM 2020
7
GÜNDEM
Prof. Dr. Iman Attia:
Müslüman Karşıtı Irkçılık, İstisnai ” Bir Hadise Değil
“
Almanya’da yeni kurulan bir uzmanlar komisyonu, artan Müslüman karşıtlığını analiz edecek. Irkçılık araştırmacısı Prof. Dr. Iman Attia ile İslam düşmanlığının nedenleri ve bu fenomenle nasıl mücadele edilebileceğini konuştuk. Muhammed Suiçmez* Yıllardır Müslüman karşıtı ırkçılık ve İslam düşmanlığı hakkında çalışıyorsunuz. Şimdi ise İçişleri Bakanlığı talimatıyla yeni kurulan Müslüman Düşmanlığına Karşı Bağımsız Uzmanlar Komisyonu’na atandınız. Bu komisyondan ne tarz beklentileriniz var? Komisyon, esasen kamusal bir itiraf. Bu komisyon, toplumsal bir sorunumuz olduğunun ve siyasetin bu konuya ilişkin uzmanlara yetki vererek onları dinlemek istediğinin göstergesi. Biz yıllardır Müslüman karşıtı ırkçılıkla ilgili herhangi bir siyasi yetkilendirme olmaksızın çalışıyoruz. Araştırma, eğitim ve siyasi eğitim alanında, sosyal ağlarda, derneklerde ve Müslüman karşıtı ırkçılığın çeşitli yönlerine ilişkin birçok alanda çoğumuz on yıllardan beri aktifiz. Müslüman karşıtı ırkçılığa dair hâlihazırda birçok bilgi, deneyim ve yaklaşım mevcut ve bu potansiyeli komisyonun çalışmaları için kullanabileceğimizi umuyorum. İki yıllık bir çalışma sonunda bir rapor sunulacak. Bu raporun muhakkak geniş
8
SAYI 295 • KASIM 2020
çapta okunacağını ve sürdürülebilir ve etkili bir şekilde Müslümanların eşitlik elde etmesine katkıda bulunacak somut önlemlerle sonuçlanacağını düşünüyorum. Uzmanlar Komisyonu, Hanau’daki ırkçı terör saldırısı sonrasında kuruldu. Irkçılık ve Müslüman karşıtlığı Solingen, NSU cinayetleri ve Marwa El Sherbini’ye rağmen görmezden mi gelindi? Maalesef Müslüman karşıtı ırkçılık, kamuoyu tarafından az ya da çok algılanan bu şiddet ve cinayet olaylarından önce ve bunlara paralel olarak da mevcuttu. Burada yeni bir fenomenle karşı karşıya değiliz. Ancak ırkçı kundaklama ve cinayetlerin bir anda kendiliğinden ortaya çıkıp sonra tekrar ortadan kaybolmadığına dair giderek artan bir toplumsal farkındalık söz konusu. Irkçı cinayetlerin ve aynı zamanda günlük mikro saldırganlıkların her biri bardağı taşıran yeni bir damla demek.
SAYI 295 • KASIM 2020
9
GÜNDEM
Müslüman karşıtı ırkçılığın ilk ve oldukça açık emareleri ciddiye alınmış olsaydı birçok insanın, ailenin, topluluğun ve genel olarak toplumun birçok acıyı tecrübe etmesi önlenmiş olurdu. Henüz herkes olmasa da bazılarının burada istisnai fenomenlerle değil, ırkçılıkla karşı karşıya olduğumuzu anlaması uzun zaman aldı. Peki Hanau’daki gibi bir olayın Almanya’da tekrarlanması mümkün mü sizce? Bu ihtimali tamamen göz ardı edemeyiz. İdeolojileri için cinayet işlemeye hazır olmayan insanlar elbette Hanau, Halle, Solingen ve Rostock’ta yaşananların geçmişte kalmasını umuyor. Bu sebeple, ırkçılığı geri püskürtmeye uygun olan her türlü demokratik enstrümanın hangi biçimlerde etki gösterebileceğine yönelik araştırmaların yapılması önemli.
Irkçılık toplumsal bir güç ilişkisidir. Her toplumda çeşitli güçler söz ve eylemleriyle muktedir olmak ve sınırlı kaynakları dağıtabilmek; yani bir arada yaşamayı organize edebilmek için mücadele eder. Totaliter toplumlar için sosyal eşitsizlik ve otoriter liderlik sorun teşkil etmez. Başkalarını sömürmekten, onları bastırmaktan veya susturmaktan çekinmezler; aksine bunlardan güç alırlar. Bu toplumların zıddı ise mümkün olan en yüksek düzeyde hak eşitliği ve eşit konumlar için çabalayan, azınlık haklarını gözeten, gücün merkezileştirilmeyeceği ve uzun vadede bazı kesimlere ayrıcalık tanıyan ve bazılarını kenara iten ve hatta tamamen dışlayan hâkimiyetlere dönüşmeyeceği şekilde organize olmuş toplumlardır.
Daha büyük ölçekte bakıldığında ise şu ortaya çıkıyor: Kendilerini diğerlerinden üstün gören ve onlara haksızlık ve şiddet uygulayan gruplar, karşılarındakileri neden “grup” olarak gördükleri ve bu şekilde hareket ettikleri konusunda bir sebebe ihtiyaç duyarlar. Onları bağlayan ve bir arada tutan şeyin ne olduğuna ve diğerlerine yaptıkları şeyleri birbirlerine neden yapmadıklarına dair bir sebep gerekir. Irkçılık bu gerekçelerden biridir. Kişi diğerlerinden ayrılarak kendi grubunu oluşturur. Bu sebeple ırkçılık araştırmalarında ırkların ırkçılığı değil, ırkçılığın ırkları meydana getirdiğinden söz ederiz. Irkçılıkla birlikte gerçek ve kurgusal biyolojik, kültürel ve dinî farklılıklar homojenize edilir (“hepsi aynı”), özselleştirilir (“çünkü onların biyolojisi, kültürü, dini öyle”), bir dikotomi oluşturulur (“onlar bizden çok farklı”) ve hiyerarşikleştirilir (“onlar bizden geride”). Bu süreç, kafada işleyen bir konstrüksiyon olmasına rağmen sonuçları oldukça gerçektir.
Demokratik toplumların amacı sosyal eşitlik elde etmektir. Fakat bu toplumlar, etkileri günümüze kadar süren, tarihten gelen haksızlık ve de sömürünün yeni biçimleri üzerinde kurulurlar. Diğer yaşam formlarının sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan tahrip edilmesi ve insan iş gücünün ve doğal kaynaklarının sömürülmesi de buna dâhildir. Bununla beraber, kişinin kendini diğerlerinden daha ilerlemiş ve üstün görmesi, dolayısıyla kendinde diğerlerine ne yapacağını söyleme ve adalet adına onlara haksızlık yapma hakkını bulması da buna dâhildir.
Neticede ırklara olan inanç, sosyal eşitsizliği, şiddeti ve sömürüyü meşru çıkarma isteğinden doğar. Diğer bir ifadeyle tüm bunların haklı gerekçeleri olduğuna dair güdülen inanç, yaşam koşullarının farklı oluşunu doğrular ve kurumsallaştırır. Çeşitli ırkçılıkların yüzyıllar boyunca kendine yer edinmiş oluşumlar olduğunu dikkate alırsak bazı şeylerin neden böylesine tabii algılandığını ve bugün düzeltmeye çalıştığımız, yeni formlarıyla savaşmamız ve engellememiz gereken farklı ırkçılık etkilerinin ne kadar uzun süreli olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz.
Irkçılık nasıl bir mekanizmaya sahip? Bize ırkçılığın nasıl işlediğini kısaca özetleyebilir misiniz?
10
Demokratik iddia ile geçmişte yapılan haksızlıkları mümkün olduğunca telafi etme ve yeni adaletsizlikleri önleme bağlamında gösterilen isteksizlik arasındaki çelişki, kendisine ırkçılıkla birlikte bir meşruiyet zemini bulur. Bu sayede bazılarının daha fazla söz sahibi olması, yaşam tarzlarının daha iyi olması ve tercih edilme hakkına sahip olmaları âdeta haklı çıkarılır. Hatta başkalarının nasıl yaşamaları gerektiğini ve neyin nasıl yapılacağını belirlemek, onları güya kendi iyilikleri için eğitmek ve cezalandırmak âdeta zorunluymuş gibi görünür. Bizler bu mazeretleri bireyler arasındaki hâliyle, yani mikro boyutta tanıyoruz ve hepimiz bu şekilde düşünen birinin sözünü dinletme noktasında daha az ya da daha çok güce sahip olmasının bir fark oluşturacağını biliyoruz.
SAYI 295 • KASIM 2020
Bertelsmann Vakfı’nın Din Monitörü isimli araştırmasına göre Alman nüfusunun yüzde 13’ü “İslam düşmanı” olarak sınıflandırılıyor. Alman toplumunun Müslümanlara bakış açısı nasıl değişti? Irkçılığın nasıl işlediğini ve kapsamını anlama konusunda nicel verilerin uygun bir araç olduğundan pek emin değilim. Neticede bu araştırmalarda insanların “evet”, “hayır” ve “belki” seçenekleriyle cevaplaması gereken kısaltılmış ve çarpıcı sorular kullanılıyor. Irkçılığı, ancak bu fenomenin normallik kazanmasını ve kurumsallaşmasını dikkate alarak anlayabiliriz. Dolayısıyla insanlar nicel bir ankette Müslümanlarla herhangi bir alıp veremedikleri olmadığını belirtebilirler; ancak öte yandan Tarafsızlık Yasası’nı doğru kabul ederek bunun Müslüman kadınları çokkatmanlı bir şekilde ayrımcılığa maruz bıraktığını gizleyebilirler. Bu bağlamda, değişen sayılar hakkında bir şey söylemem pek de mümkün değil. Neticede bu araştırmalarda yöneltilen sorular da araştırma gruplarının hipotezlerine dayanıyor. Araştırma grupları bu hipotezleri teori bazlı olarak geliştirmeye yetecek kadar geriye dönük çalışamıyorlar, çünkü Almanya’da ırkçılığa dair neredeyse hiçbir araştırma bulunmuyor. Irkçılığın nasıl işlediğini ve sonuçlarını anlamak için kesinlikle nitel araştırmalara ihtiyacımız var, böylece hangi olgunun ne sıklıkta meydana geldiğini sayabiliriz. Almanya’da 2017’den beri İslam düşmanlığı kapsamındaki suçlar ayrı olarak kayıt altına alınıyor. Sayılar, Almanya’nın İslam düşmanlığı ile ilgili bir sorunu olduğunu gösteriyor. Peki, sorun bu kadar açık olmasına rağmen neden sorunla başa çıkmada bu kadar çekimser davranılıyor? Kasıtlı ve istenen bir görmezden gelme mi söz konusu? Tahminime göre sayılar oldukça düşük seyrediyor ve yalnızca buz dağının görünen kısmını kapsıyor. Meselenin ne olduğuna ve hangi sınırdan sonra bir şeyin ırkçı -bizim konuştuğumuz bağlamda İslam ya da Müslüman karşıtı- suç olarak sınıflandırılacağına dair oldukça az bilgi mevcut. Ayrıca ırkçılık konusuna, özellikle de Müslüman karşıtı ırkçılığa nitelikli olarak yaklaşabilecek, bunu tanıyacak, soruşturacak, cezalandıracak, önleyici biçimde açıklığa kavuşturacak,
rapor verecek ve bunları en azından durumun hak ettiği biçimde gerçekleştirecek eğitimli personel de neredeyse hiç yok. Yolun daha çok başındayız. Müslümanlar dışlanma ve ayrımcılık hakkında alenen konuştuklarında genellikle kurban rolüne bürünmekle suçlanıyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Oldukça uzun zamandır ırkçılık üzerinde araştırmalar yürütüyorum, üstelik farklı ayrımcılık biçimleri olmak üzere pratikte de bunun hakkında çalıştım. Deneyimlerime göre abartmak şöyle dursun, kurbanların genellikle güçsüzlüklerini ve savunmasızlıklarını kabul ettiklerini ve olanları alenen ilan etmekte bile zorlandıklarını söyleyebilirim. İslam düşmanlığı Almanya’yı uzun bir süre meşgul edecek. Bu yapısal sorun nasıl çözülebilir? Gerçekten bir çözüm var mı sizce? Gitmemiz gereken çok uzun bir yol var. Herkes faal olduğu, içine girebildiği toplumsal ortamlara girmeli. Yasalar ve düzenlemeler normları da netleştirdikleri için elbette gerekli. Ancak aynı zamanda inkâr, yanlış tasvirler, hatalı bilgiler ve ırkçı söylemlere dayanan müfredatı gözden geçirmede geç kalınmış durumda. Yapılan haberler, kültürel çalışmalar ve kamusal görünürlük, ırkçılığı azaltmaya katkı sağlayacak alanlardır. Bunlara ek olarak komşularla yapılan sohbetler ile toplumu kapsayan dayanışma gibi faaliyetler de küçümsenmemelidir. Siyasi bakımdan Almanya’daki Müslüman yaşamın varlığının kabul edilmesi, Müslüman yaşamın farklılığı ve çeşitliliğinin tanınması; örneğin Müslümanlara da diğer dinî veya ideolojik gruplar gibi sosyal ve toplumsal katılımlarını gerçekleştirebilecekleri hak ve finansal kaynakların sağlanması önemlidir. Birçok Müslüman kişi ve dernek bu tarz çalışmaları uzun zamandır zaten yapıyor; ancak çalışmaları takdir edilmek ve desteklenmekten ziyade en iyi ihtimalle tolere ediliyor. Onların bu çabaları genellikle topluma ne kattıklarıyla değil, neye engel oldukları ile ölçülüyor. Bu durumda birçok şey, toplum üyelerinin diğer herkesle aynı haklara sahip olması için başka hiçbir gerekçeye ihtiyaç duyulmayacağını kabul etmekten ziyade daha kötüsünü önlemek için bir taviz gibi görünüyor.
SAYI 295 • KASIM 2020
11
GÜNDEM
Mouhanad Khorchide’nin
Din İddiasınd Aydınlanmış
“
12
SAYI 295 • KASIM 2020
dan Arınmış ” İslam’ı
Almanya’daki Münster Üniversitesi İslam İlahiyatı Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mouhanad Khorchide’nin kendince “aydınlanmış İslam”ı anlattığı “Gottes falsche Anwälte” (Tr. “Tanrı’nın Sahte Avukatları”) isimli yeni kitabına Almanya’da İslam Bilimleri ve Arap Dili ve Edebiyatı profesörü Thomas Bauer’den ağır eleştiriler geldi. Bauer’e göre Khorchide’nin kitabının İslam düşüncesi içindeki tartışmalara katkı sağlaması mümkün değil. P ro f . D r. T h o m a s B a u e r *
R
eform yapmak isteyen kişinin mevcut yapıyı bozması ve bu yapıyı yeniden inşa etmesi gerekir. Şimdiye kadarki yazıları da göz önüne alınınca, Mouhanad Khorchide’nin yeni kitabından beklenen de benzer bir tutumdur. Ancak şaşırtıcı seviyede saldırgan ismi ile bu beklentiyi zaten azaltan kitap, 236 sayfası ile yıkım güllesini öyle vuruyor ki, yeni hiçbir şey inşa etmeden okuyucuyu yıkıntılarla baş başa bırakıyor. Her şeyden önce kitabın ilk bölümü İslam tarihindeki olumsuz gelişmelere bir eleştiri getirmediği gibi İslam tarihini de
tümden yok sayıyor. Peygamber’in ölümünden kısa süre sonra İslam, Khorchide’nin ifadeleriyle tamamen güç saplantılı alçakların eline kalmış ve bu alçaklar, Muhammed’in “insanı bilinçli özneye dönüştürerek özgürleştiren” mesajını, insanları itaatkâr nesneler hâline getiren bir araca dönüştürmüştür. Buna göre İslam 7. yüzyılın sonundan itibaren yaklaşık 1400 yıl boyunca sadece bir baskı aracıdır. İlk büyük olumsuz gelişmelerden biri erken genişlemedir; çünkü bu “alçaklar” İslam’ı Fars ve Doğu Roma İmparatorluğu ile yıkıcı ilişkiler içerisine sokmuşlardır. Böyle bir iddia, bu iki imparatorluğun ve
*2000 yılından beri Münster Westfälische Wilhelm Üniversitesi’nde profesör olan Bauer, 2013’te Gottfried Wilphelm Leibniz Ödülü’ne, 2018’de Tractacus Ödülü’ne layık görülmüştür. Bauer’in Türkçeye tercüme edilmiş “Müphemlik Kültürü ve İslam. Farklı Bir İslam Tarihi Okuması” isimli bir kitabı bulunmaktadır.
SAYI 295 • KASIM 2020 © Diego Fiore/shutterstock.com
13
GÜNDEM
dinlerinin Arap Yarımadası’nda İslam’dan uzun süre önce de mevcut ve yaygın olduğu gerçeğini görmezden gelmekle kalmaz, aynı zamanda İslam kısa süreli bir mezhepmiş, sadece savunmada kalmış ve (modernite öncesi tüm dinler ve felsefeler gibi) sadece “öznenin özgürleştirilmesine” önem vermiş gibi bir kabulü de içerir. Hâlbuki Müslümanlar zamanın büyük güçleri arasında kimliklerini aramamış ve bulmamış olsalardı, İslam’ın varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı. Keyfî Veriler ve Tuhaf Yorumlar Sonraki 1300 yılın tarihini mümkün olduğunca kasvetli göstermek için Khorchide verileri sadece keyfine göre seçmek ve ayıklamakla kalmıyor, aynı zamanda tarih ve İslam bilimleri alanlarındaki kaynaklara da rücu etmeden keyfî bir yorumlamaya tabi tutuyor. Buna örnek olarak: Abbâsî halifelerinin halifelik isimleri (ki araya bir tane Fatımî kaynamış), örneğin “Allah’a güvenen kişi” anlamına gelen el-Mütevekkil-Alellah gibi isimler, Khorchide’nin iddia ettiğinin aksine, kesinlikle halifenin sözünün yanılmaz, şaşmaz ve Allah’ın sözüne eşdeğer görüldüğü anlamına gelmez; tam aksine halifenin tevazu göstereceğini ve görevini kendi çıkarları için kullanmayacağını, Allah’ın hükümlerine bağlı kalacağını taahhüt eder. Gerçekten de Abbâsî halifelerinin çoğu eğitimli, takva sahibi, hatta çoğunlukla münzevi adamlar olup ellerinden gelenin en iyisini yapmış; tüm tebaayı keyfî biçimde “kayıtsız şartsız itaate” zorlamak şöyle dursun, yeni bir hüküm koymaları bile mümkün olmamıştır. Ayrıca halifelik Abbâsîler döneminde (hanedana bağlı olsa da) seçimle gelinen bir mevki idi ve neredeyse hiçbir halifenin kendi yerine istediği halifeyi bırakması mümkün olmamıştı. Bundan başka Abbâsîler başından beri kullandıkları siyah rengi (Khorchide’nin kitabında s. 55’te iddia edildiği gibi) Sâsânîlerin yeşili ile hiçbir zaman değiştirmemiş; tam aksine 1517’deki yıkılışlarına kadar Abbâsî siyahını muhafaza etmişlerdi. Abbâsîlerin yıkılışından sonraki yarım yüzyıl ise Khorchide’nin kitabında, 1500’den sonra kurulan büyük İslam imparatorluklarının siyaset ve din ilişkisi hakkında geniş ve kapsamlı ikincil kaynaklar bulunmasına rağmen göz ardı edilmiştir. “Tarihin Absürt Yorumu” Khorchide tarihle topyekûn bir hesaplaşma
14
SAYI 295 • KASIM 2020
derdindedir. En radikal Hristiyan reformcular bile şu veya bu kilise babasını bir şekilde kabul ederken; Müslüman reformcular Mutezile’nin akılcı düşüncesinde ya da felsefeyle ilgilenen düşünürler arasında öncüler görürken; Khorchide’nin listesinden kimse sağ çıkmaz. Khorchide’nin tarihi yıkma çabasının ilk kurbanı, dokuzuncu yüzyılın büyük ve muhteşem düşünürü ve yazarı, herkesin sevdiği el-Câhiz olmuştur. 1030’da vefat eden, herkes tarafından saygı duyulan etik kuramcısı (ve Brockelmann’ın bibliyografisinde altı el yazması bulunan) İbn Miskeveyh’in de Khorchide’nin iddiasına göre çok etkili bir yazar olması mümkün değildir. Bu iki âlimin Khorchide’nin “şüpheli” listesine düşmesinin ise tek bir nedeni vardır: İkisinin de Fars kökenli olmaları ve İran’ın da despotizm ve köle ahlakının doğduğu ülke olmaktan başka bir yer olmaması. Ona göre İslam toplumlarının, -sadece Hindistan’daki Babür İmparatorluğu düşünüldüğünde bile-, Fars kültürüne borçlu olduğu kültürel kazanımlar, Selefist söylemlerdeki gibi önemsizdir. Bu durumda Rumi ve Hafız gibi şairlerin siyasal İslam tarafından yönlendirilmiş basit nesnelerden mi ibaret olduğunu Khorchide’ye ayrıca sormak gerek. Aslında tüm kötülüklerden sorumlu olanlar, hatta İranlılardan da daha sorumlu olanlar; kitabın 123. sayfasına kadar sıranın kendilerine gelmesini beklemek zorunda kalan Türklerdir. Osmanlıların Araplara yaptığı sözde pek çok “zulüm” bu kitaba göre Arap ulusçuluğunun kurulmasına neden olmuştur. Kaynak olarak zikredilen Muhammed el-Hanefi’yi ise esasında kimse bu isimle tanımaz. Burada kastedilen, meşhur tarih kitabında Suriye ve Mısır’ın 1517’de Osmanlılar tarafından fethini anlatan ve 1524’te vefat eden İbn İyâs’tan başkası değildir. Bu eserde anlatılan vakaların 350 yıl sonra Arap ulusçuluğunu ortaya çıkardığını iddia etmek ise sınırları zorlayan bir yorumdur. Bu tip absürt tarih yorumlarıyla tüm kitap boyunca karşılaşmak maalesef mümkündür. “Tehlikeli Olan Selefist Değil, Müslüman Çocuk Doktoru” Yazar kendince tarihi aktarırken kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Kitapta hiçbir hükümdar, âlim ya da yazar olumlu bir şekilde zikredilmiyor.
Sona eren 20. yüzyılın ezoterizmine yaslanan bu new-age-İslam, erken 21. yüzyılın diğer insanları dikkate alan değil, aksine kendi kendini “dikkatle” dinleyen anlamındaki tipik “farkındalık” tasarımına işte böyle bağlanır.
Âdeta her yer sadece köleler ve alçaklarla dolu; bugün kendisine müracaat edilebilecek ise hiç kimse yok. Aynı şekilde bugün de durumlar pek iç açıcı değil; Müslümanların çoğu 1400 yıllık tahakkümle manipüle edilmiş ve Adorno’nun deyimiyle körlüğe düçar olmuş durumda. Bu yüzden İslam “bugün çoğu Müslüman’a ve Müslüman olmayana lanse edildiği gibi [...] bu dinin manipüle edilmiş bir versiyonudur.” (s. 7) Tek bir gerçeklikte –kendi gerçekliğinde- ısrarcı olmak ve tarihi reddetmek, Khorchide’nin Vahhâbîler ve Selefistlerle ortak özellikler taşıdığı köktenciliğin göstergesidir. Selefistler ya da Vahhâbîleri değil de “siyasal İslam’ın” temsilcilerini en tehlikeli Müslümanlar olarak görmesi de bu yüzdendir. Şöyle der Khorchide: “Her şeye rağmen bugün daha tehlikeli bir ideoloji ile karşı karşıyayız: Siyasal İslam. Siyasal İslam tehlikelidir çünkü titizlikle çalışarak toplum üzerinde nüfuz elde etmeye çalışır. Selefist ideolojiye inanan kişinin Selefist olduğunu anlarsınız [...], siyasal İslam’ın savunucuları ise entegre olmuştur; çoğunlukla iyi eğitimli, modanın farkında ve erkek ise çoğunlukla takım elbiselidir. Entegrasyondan bahseder [...]. Selefizm ve radikallik ile arasına mesafe koyar, hatta radikallik karşıtı eylemlere ve projelere aktif olarak katılır ve medeni cesaret göstermekten geri durmaz.” (s. 99) Yani yazar aslında şöyle demek istemektedir: Asıl tehlikeli olan uzun sakalıyla Selefist değil, entegrasyon meclisine aday olan, takım elbiseli çocuk doktorudur. Ancak komplo teorilerinde dile getirilebilecek böyle bir toptancı şüphe ile amaçlanan nedir? Khorchide her ne kadar lafı dolandırmadan, doğrudan siyasal İslam’ın dünya egemenliğine oynadığını söyleyerek bizi uyarıyorsa da, kendisi de aslında aynı şeyi yapmıyor mu (s. 101)? İspatı bilimsel açıdan mümkün olmayan bu tarz iddialar, nesnel bir mütalaaya da alan
tanımamaktadır. Kaldı ki “İslam’da” aslında “siyaset ve İslam ayrılığının” hiç yaşanmadığı iddiası tamamen isabetsizdir. Din ve siyaset arasındaki ilişki, Münster Üniversitesi Din ve Siyaset Uzmanlık Grubu’nun da yıllardır göstermeye çalıştığı gibi çok karmaşık olmuştur. Aslında neredeyse bütün uzman tarihçi ve İslam bilimcilerinin çalışmalarını lüzumsuz olarak görmeseydi Khorchide de bunu öğrenebilirdi. Aynı şekilde siyasal İslam’ın tek tip bir olgu olduğu iddiası da isabetli değildir. İslam dininde siyasi katılım, diğer her dinde olduğu gibi çok farklı biçimler alabilir. Örneğin siyasal Katolisizm, imparatorluk döneminden başlayarak Weimar Cumhuriyeti de dâhil olmak üzere erken dönem Almanya Federal Cumhuriyetinde etkili olmuş; Almanya’da demokrasi ve sosyal devletin kurulmasına katkı sağlamıştır. Sağcı Avusturya faşizminden solcu kurtuluş teolojisine kadar “siyasi Katolisizm” kimi zaman iyi kimi zaman da kötü pek çok görünümde karşımıza çıkar. İslam için de farklı bir durum söz konusu değildir. Fakat Khorchide’nin tasavvurunda böyle müphemlikler ya da ara formlar bulunmamaktadır. “Siyasal İslam’a” Alternatif Konsept Peki Khorchide alternatif konsept olarak ne sunuyor? Khorchide, İslam’ın kesinlikle “siyasi” değil, ancak ve ancak “ahlaki ve manevi” olması gerektiğini savunuyor; kitapta her ne kadar bu tarz bir İslam’dan çok az bahsedilse de. İslam’ın en önemli manevi yaklaşımı ise bir yan cümlede yok sayılıyor: “İslam tasavvufu dışında Müslümanların Tanrı-insan ilişkisini özgürlük ve sevgi ilişkisi olarak anlayan bir teoloji geliştirdiği neredeyse hiç görülmemiştir.” (s. 76) İyi de tasavvufu neden dışarıda bırakalım ki? Tasavvuf zannedildiği gibi İslam’ın bir yönü ya da akımı değil, aksine -Selefist aşırılıkların hışmına maruz kalmayan her yerde- iman ve
SAYI 295 • KASIM 2020
15
GÜNDEM
Peki bütün mesele bu mudur? Tarihin, tasavvufun, şeriatın, siyasetin, felsefenin, teolojinin ve hatta kültürün bile olmadığı, sadece özneyi güçlendirerek kendini gerçekleştirmek midir asıl mesele? Bunun için dine ihtiyacımız var mı ki?
şeriat gibi İslam’ın hiçbir yönünden ayırmamızın mümkün olmadığı bir bileşeni olmuştur bugüne kadar. Gerçekten de tasavvuf İslam’ı, mistisizmin reformasyon sonrası Hristiyanlığı etkilemesinden daha çok etkilemiştir. Pek çok Hristiyan, İslam’ın sufizm şeklindeki maneviyatını yoğun biçimde iktibas etmiş; İslam tasavvufunun Louis Massignon’dan Richard Gramlich’e kadar Katolikler tarafından iktibası dinler arası teoloji ve maneviyat alanına önemli katkılar sağlamıştır. Fakat Khorchide bunları dikkate almaz. Onun için “maneviyat” sadece “özerk benliği” geliştirmek için bir araçtır. (“Yön belirleyici olan” [s. 228]) Muhammed’in öğretmek istediği şeyin, 1400 yıl boyunca hiçbir âlim de böyle anlamadığı hâlde, bu düşünce olduğunu iddia etmek ise ileri derecede mantıksızdır. Khorchide ayrıca Kuran’ın ilk suresini, İslam’ın bir çeşit yeni amentüsü gibi, kendini bulmanın yedi adımlık programı şeklinde yeniden yorumlar (s. 154-173): “Kuran, kendini bulmanın yedi adımını açıklayarak kendini özgürleştirmek ve sonunda kendi yolunu tayin eden bir özne olarak görmek isteyen herkese imkân sunar.” (s. 154) Khorchide’nin bu yorumu elbette (ilginç bir şekilde s. 189’da doğru çevirisi
16
SAYI 295 • KASIM 2020
bulunsa da) fecaat bir yanlış çeviriye dayanmaktadır. Zira “Muhammed’in temel mesajı”nın (s. 135) bir motivasyon antrenmanı ya da ruhsal destek eğitimi gibi anlaşılması zaten mümkün değildir. Kişisel gelişim kitaplarının tüm kelimeleri ve terimleri okuyucunun üstüne âdeta “İslam ile başarıya giden yol” mottosu eşliğinde boca edilmektedir: (Buna göre) “farkındalık sahibi insanlar” olmalı ve “olumlu deneyimler için alanlar” (s. 163) yaratarak her yerde “olumlu olanı” aramalıyız (s. 159). “Yaşamımızda ve evrende olumlu olan ile birleşmek ve bütün olmak bu yüzden imanın bir cüzüdür.” (s. 220) İçimizde “çoğalan enerjiler” “potansiyelimizi” harekete geçirir. (s. 165) “Ve bu enerji, Tanrı’ya inansın inanmasın herkesin emrine amadedir.” (s. 166) Unutmayın: “Kim güçlü bir iradeye sahipse ve uzun vadeli amaçlara yoğunlaşırsa, başarılı ve mutlu bir yaşam sürmek için daha iyi imkânlara sahip olacaktır.” (s. 169) Bu yüzden prefrontal korteksimizi “eğitmemiz ve en yüksek seviyede çalıştırmamız elzemdir, çünkü eylemlerimizden ve kararlarımızdan bu bölge sorumludur.” Bu konuda en büyük yardımcımız “olumlu düşüncenin gücüdür” ki bizi “tüm olumsuz duygulardan” arındırır. (s. 171)
“Din İddiasından Arınmış Aydınlanmış İslam” Sona eren 20. yüzyılın ezoterizmine yaslanan bu new-age-İslam, erken 21. yüzyılın diğer insanları dikkate alan değil, aksine kendi kendini “dikkatle” dinleyen anlamındaki tipik “farkındalık” tasarımına işte böyle bağlanır. Bu nedenle Khorchide tasavvuf, naat (ki Arap şiirinin en güzel eserlerini ortaya koymuştur) ya da duadan doğru çıkarımlar yapamaz. Maneviyatın tüm bu biçimlerinde insanın kendini bilerek çıktığı yol diğerlerini dinlemekten geçer ve (hem İslam hem de Hristiyan) mistisizminde nefsin yok edilmesine kadar varır. Khorchide’nin önerdiği maneviyat ise tam tersine, sözde gerçek nefsin dinlenmesi, nefsin güçlenmesi ve “özerk öznenin özgürleşmesi” ile gerçekleşir. Her fırsatta zikredip durduğu ahlaki yön, İbn Miskeveyh’in de ifade ettiği üzere, bu tip tasarımlarda oluşmaz; ancak diğerinin öznelliğini keşfetmesine yardım ederken ortaya çıkar: Yani ötekine dair duyulan sevginin bir yansıması olarak kendini bulurken. Peki bütün mesele bu mudur? Tarihin, tasavvufun, şeriatın, siyasetin, felsefenin, teolojinin ve hatta kültürün bile olmadığı, sadece özneyi güçlendirerek kendini gerçekleştirmek midir asıl mesele? Bunun için dine ihtiyacımız var mı ki? Khorchide bu soruya kendisi cevap veriyor: “Bu yüzden inanlarla inanmayanlar, deistler, ateistler ve agnostikler arasında bir ayrım görmüyorum. Bunların
hepsi yanıltıcı ve modası geçmiş kategoriler.” (s. 224) Kendi öğrettiği dinin bu kadar çok müntesibi olmasından utanç duyduğuna bakılırsa, Khorchide’nin ender görülen bir teolog cinsinden olduğuna şüphe yok. Bu durum “ortaya yanlış anlaşılmalar çıkardığı gibi din olarak İslam’ın saygınlığını da zedeler.” (s. 10) Çoğunlukla kendisine atfedilen liberal İslam düşüncesinden hiç bahsetmemesi ise bir başka garabettir. Liberal İslam’ın savunucuları İslam’ın temel metinleri, tarihi ve düşünürleri ile yapıcı ve eleştirel bir şekilde uğraşırken, Khorchide bu işlere hiç bulaşmaz. Bu yüzden sadece “aydınlanmış” İslam’dan, yani dinî iddiadan büyük ölçüde arınmış bir İslam’dan bahseder. Khorchide’nin, hangi taraftan olursa olsun çok alkış toplayacağı kesin. Ancak bu kitapla bir din olarak İslam hakkında; İslam’ın tarihi ve bugünü, teolojisi ve maneviyatı hakkında fikir sahibi olunmaz. Bu kitapla İslam düşüncesi içinde tartışmalara ya da dindarlararası iletişime katkı sağlanacağını düşünmek de pek olası değildir. Siyasal İslam’ın karşısına konuşlanmış bu kitabın siyasi arena dışında konuşulması ve tartışılması bugün mümkün olmadığı gibi ileride de mümkün olmayacaktır.
Redaksiyon Notu: Bu metnin Almanca orijinali ilk kez 2020’nin eylül ayında Theologische Revue’nin 116. sayısında yayımlanmıştır. Ara başlıklar redaksiyon tarafından eklenmiştir. (Lisans: CC BY-NC-ND 4.0)
© Esra Tumcelik/shutterstock.com
SAYI 295 • KASIM 2020
17
GÜNDEM
Hollanda’da Ca Soruşturmanın 10-20 Şubat 2020 tarihleri, Hollanda’daki camilerin Temsilciler Meclisi tarafından kamuoyu önünde yemin ettirilerek soruşturmaya tabi tutulduğu günler olarak tarihe geçti. Soruşturma süreci, haziran ayında yayınlanan nihai rapor ile tamamlandı. Soruşturma süreci, siyasetin yasal bir dayanağa sahip olmadan da sivil toplum kuruluşları üzerinde baskı uygulamaktan çekinmediğini açıkça gösteriyor. Reyhan Sena Üçok*
*****
18
SAYI 295 • KASIM 2020
© Maarten Zeehandelaar/shutterstock.com
amilere Yönelik n Ardından
H
ollanda Temsilciler Meclisi; hükûmeti denetleme görevi kapsamında sahip olduğu en ağır yöntemi, “istenmeyen yurtdışı finansmanı” gerekçesiyle şubat ayında camilere karşı kullanmaya karar verdi. Söz konusu “meclis soruşturması” yöntemi, yaklaşık yirmi sene önce 2002 yılında Srebrenitsa Katliamı gibi ağır bir vakada Hollanda makamlarının rolünü araştırmak için kullanılmıştı. Yöntemin, Hollanda’nın siyasal sisteminde ağır bir yöntem olarak değerlendirilmesinin sebebi ise çağrılanların yasal olarak katılımlarının zorunlu olması ve yemin ederek ifade vermelerinin gerekmesinden kaynaklanıyor.
Soruşturmanın temelinde, 2017 yılında hükûmet protokolünde derneklerin yurtdışı finansmanı konusunda kısıtlamaya gidileceğine dair yapılan taahhüt yatıyordu. Her fırsatta siyasetin gündemine taşınan Hollanda’daki camilerin yurtdışı finansmanı, 2018 yılında Körfez ülkelerinden finansman alan camilerin listesinin basına sızmasıyla tekrar tartışma konusu olmuştu. 2018 yılında Hollanda siyasetinin gündemine taşınan bir diğer konu, Türk sivil toplum kuruluşlarının, hafta sonları kendi imkânlarıyla düzenlemekte oldukları Türkçe anadil eğitimleri için Türkiye devletinden finansal destek talepleri olmuştu. Kuruluşların bu destek için başvurduğu Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’na ait Anadolu Hafta Sonu Okulları Destek Programı, Hollanda Temsilciler Meclisi tarafından bağlamından çıkartılmış ve yasaklanmak istenmişti. Daha önce Hollanda Diyanet Vakfı’na bağlı camilerin de yurtdışı finansmanı yasaklanmak istenmişti, fakat hükûmet bunun din özgürlüğüne zarar vereceğinden dolayı meclisin bu önergesini reddetmek durumunda kalmıştı.
Hukuki Yaptırımlar Yerine Siyasi Yaptırımlar Hukuki açıdan yürürlüğe konulamayan önlemler yerini zamanla sivil toplum kuruluşlarını baskılayan daha ağır siyasi yaptırımlara bırakmaya başladı. Temsilciler Meclisi, 2019 yılında kabul ettiği bir önerge ile yurtdışı finansmanı alan camilere yönelik meclis soruşturması yürütülmesini kararlaştırdı. Süreç bununla da sınırlı kalmadı. Çocuklara Türkçe anadil eğitimi amacıyla Türkiye’den finansal destek talebinde bulunan Türk kuruluşları da ayrı bir araştırma sürecine tabi tutuldular. Hollanda Sosyal İşler ve İstihdam Bakanlığı, 2019 şubat ayında yaptığı yazılı açıklamada örgün öğretimin dışında kalan ve sivil toplumun temel hak ve özgürlükler çerçevesinde düzenlemekte olduğu hafta sonu eğitimlerini denetleme yetkisine sahip olmadığını belirtti, fakat aynı yıl araştırma bürosu RadarAdvies üzerinden dolaylı yoldan yine de bir araştırma süreci başlattı. Araştırmanın temel sorusu, Türkiye tarafından desteklenen hafta sonu eğitimlerinde demokrasi karşıtı, anayasal düzen ile çelişen veya hoşgörüsüzlüğü teşvik eden davranışların söz konusu olup olmadığı şeklindeydi. Aynı kavramların şubat ayında gerçekleştirilen meclis soruşturması esnasında da kullanılması dikkat çekmiştir. “İstenmeyen yurtdışı finansmanı”, “demokrasi karşıtı davranışlar”, “anayasal düzen ile çelişen davranışlar” veya kaynağı Freedom House olan “özgür olmayan ülkeler” ve benzeri kavramların hukukiliği, bu süreçte gerek sivil toplum kuruluşları tarafından gerekse ülkedeki hukukçular tarafından sorgulanmış, ceza hukukunda bir karşılığı olmayan bu siyasi kavramlar üzerinden hükûmetin politika oluşturmasının ve belirli grupları hedef almasının demokratik hukuk düzenine zarar vereceği değerlendirilmiştir.
SAYI 295 • KASIM 2020
19
GÜNDEM
Meclis soruşturmasında bazı kamu görevlilerinin, “istenmeyen yurtdışı finansmanı” ile ilgili bir yasa olmaması sebebiyle devlet olarak hareket alanının kısıtlı kaldığı yönünde itiraf niteliğindeki ifadeleri de bu tespitleri tasdikler nitelikte olmuştur. Bu durum Hollanda’daki cami derneklerinin siyaset tarafından neyle suçlandığı sorusuna hukuki bir cevap verilemediğini açıkça göstermektedir. “Özgür Olmayan Ülkeler Hollanda’daki Müslümanları Etkiliyor” Soruşturma hakkında meclisin haziran ayında yayınladığı 240 sayfalık raporun1 ön sözünde komisyon, “bulgular bizi endişelendirmektedir, raporumuz ‘görünmeyen etki’ adını boşu boşuna almamıştır, bilinçli finansal stratejinin arkasında görünmez olmayı hedefleyen etkinin söz konusu olduğunu araştırmamız açığa çıkarmaktadır” ifadelerini kullanmıştır. Komisyon; Türkiye devletinin Diyanet camileri aracılığıyla kendi İslam’ını Hollanda’da yaymayı amaçladığı, özgür olmayan ülkelerdeki hükûmetlerin ve kuruluşların açıktan ve gizli şekillerde Hollanda’daki Müslüman cemaatlerin aklına ve kalbine girmeye çalıştıkları, bu sebeple paralel toplumların oluşabileceği ifadelerine yer vermiştir. Raporun ilerleyen sayfalarında; özgür olmayan ülkelerin, finansal destek sağlayarak, örneğin hafta sonu okulları veya gönderilen din görevlileri ve imamlar üzerinden Müslümanları etkilemeye çalıştığı belirtilmiştir. Diğer etkileme yöntemleri arasında belirli ders materyallerinin ve kitapların dağıtımı ile sosyal medya yer almaktadır. Raporda özgür olmayan ülkelerin “İslam’ın bizim değer yargılarımızı veya özgürlüklerimize aykırı yorumları” yaymayı hedeflediği belirtilmiştir. Belirli hakların; demokrasi karşıtı ve hoşgörüsüzlüğü teşvik eden düşünceleri yaymak amacıyla Hollanda’daki bazı Müslümanlar tarafından suistimal edildiği de belirtilmektedir. Türkiye’deki Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devlet aktörlerinin ise yurtdışındaki toplulukları kontrol altında tutmayı ve ülke politikası için destek toplamayı amaçladığı, verilen finansal desteğin temelinde dinî ve siyasi motiflerin yattığı iddia edilmektedir. Yurtdışı etkisinin bazı camilerde gerginliklere yol açtığı, bazı üyelere baskı uygulandığı belirtilmiştir. Türk toplumu içinde Türkiye devletine güçlü aidiyet hisseden büyük bir kesimin bulunduğu, bunun farklı bir görüşe sahip kesimleri tedirgin ettiği belirtilmiştir.
20
SAYI 295 • KASIM 2020
Herhangi yargısal bir süreçte ciddi kanıt gerektiren yukarıdaki iddiaların komisyon tarafından raporda kolaylıkla kullanılması ise dikkat çekmektedir. Bu durum, meclis soruşturması yöntemi hakkında yazılan protokolün 4. sayfasında, komisyonun “sahip olduğu yetkileri, tanıklar için ağır bir bedeli olduğunu göz önünde bulundurarak özenli hareket etmesi beklenmektedir” yönündeki uyarısından ne kadar uzak olduğunu, yöntemin asıl amacına göre hareket etmediğini, sahip olduğu yetkileri suistimal ederek varsayımlar üzerinden bir azınlık grubunu doğrudan hedef aldığını göstermektedir. Devletin Yetkilerinin Artırılması Talebi Raporda Hollanda makamlarının yurtdışından gelen finansal desteğin tamamı hakkında bilgi sahibi olmadığı, diğer ülkelerin diplomatik yollarla paylaşımda bulunması durumunda ancak bu bilgiye erişimin mümkün olduğu belirtilmiştir. Özellikle Körfez ülkelerinden gelen finansman konusunda bilgi eksikliği olduğu belirtilmektedir. Hollanda Diyanet Vakfı soruşturma esnasında şeffaf olduğunu ifade etmiş olsa da komisyon raporda finansal para transferleri hakkında ayrıntılı bilgi bulamadıklarını belirtmiştir. Devletin sivil toplumun faaliyetleri hakkında bilgi sahibi olabilmesi için de belirli mevzuata bağlı olduğu ve ancak yasada belirlendiği şekilde şüphe oluşturan durumlarda belirli yetkilere başvurabildiği göz önünde bulundurulduğunda komisyonun bu tepkisi dikkat çekmektedir. Komisyonun, raporda terörle mücadelede olduğu gibi istenmeyen yurtdışı finansmanı konusunda da yasal düzenlemeye gidilerek devletin bu alandaki yetkilerinin artırılması yönündeki talebinin temelinde de esasında bu durum yatmaktadır. Raporda Türkçe eğitimi için finansal destek alan dokuz derneğe yönelik Hollanda devleti tarafından araştırma bürosu RadarAdvies üzerinden yürütülen araştırmaya2 da değinilmiş, 15.000 anketin yapıldığı ve 127 sayfadan oluşan araştırma raporunda derneklerde Türkiye desteği ile uygulanan Türkçe eğitimi projelerinde sakıncalı içeriklere rastlanmadığı belirtilmiştir. Yapılan projelerde amacın sadece Türkçe eğitimi olduğu, anadil eğitiminin çocuklar üzerindeki olumlu etkilerini gözlemlediklerinden dolayı velilerin bu eğitimi talep ettikleri belirtilmiştir. Bu bulgular, Türk sivil toplum kuruluşlarının tepkilerini
Yaşadığımız süreç, Hollanda hükûmetinin herhangi yasal bir dayanağa sahip olmadan da Müslüman sivil toplum kuruluşlarına baskı uygulamaktan çekinmediğini açıkça gösteriyor.
haklı çıkarır nitelikte olmuştur. Dernek temsilcileri, herhangi şüpheli bir durum yokken kendilerini birden siyasi bir tartışmada şüpheli konumunda bulduklarını ve bu durumun devlete karşı güvenlerini zedelediğini belirtmiştir. Ayrıca Türkçe eğitimi için destek talebine, Hollanda’da 2004 yılında anadil eğitimlerinin resmî müfredattan kaldırılması sebep gösterilmiştir. Hollanda devletinin anadil eğitimini desteklemesi durumunda, başka devletlerden destek talebinde bulunulmasına zaten ihtiyaç kalmayacağı belirtilmiştir. Meclis soruşturmasının raporunda son olarak, istenmeyen yurtdışı finansmanı konusunda yapılabilecek muhtemel yasa değişiklikleri hakkında önerilere yer verilmiş ve Fransa, Birleşik Krallık, Belçika, Avusturya, Almanya ve Danimarka’da bu alanda uygulanan yasaların Hollanda için uygulanabilirliği üzerinde durulmuştur. Bundan Sonra Ne Olacak? Hollanda hükûmetinin bundan sonraki süreçte yol haritasını, Danıştay’dan gelecek yanıt belirleyecek. Hükûmetin yurtdışı finansmanı alanında getirmek istediği kısıtlamaların temel hak ve özgürlükler çerçevesinde ne kadar mümkün olduğu konusundaki çalışmasını, Danıştay hükûmetin talebi ile şubat ayından bu yana devam ettiriyor. Meclis soruşturması raporunda yer alan tespitlerin, muhtemel bir yasa değişikliği için yeterli zemin oluşturup oluşturmadığı merak konusu. Fakat yaşadığımız süreç, hükûmetin bu alanda herhangi yasal bir dayanağa sahip olmadan da sivil toplum kuruluşlarına baskı uygulamaktan çekinmediğini açıkça gösteriyor. Bazı derneklerin bu baskı sebebiyle temel hak ve özgürlükleri kapsamında mali kaynak arama ve kullanma haklarından feragat ettikleri gözlemleniyor. Hollanda siyasetinin son 40 senede nasıl bir değişim yaşadığını anlamak için 1982 yılına geri
dönmek gerek. 1982 yılında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hollanda’da ilk defa aşırı sağcı ve göçmen karşıtı bir milletvekili seçilmişti. Adı Hans Janmaat olan bu milletvekili, meclise geldiği ilk gün meclis binasının önünde onu göçmen karşıtı düşüncelerinden dolayı protesto eden öfkeli bir kabalıkla karşılaşmış, meclise girdiğinde ise kimse yanına oturmak istememiş, kendisine en arka sırada yer verilmiştir. Söz aldığında diğer vekillerin salonu terk ettiği, oturumlarda muhatap alınmayan ve kendisine selam dahi verilmeyen bu vekil, 1986 yılında göstericiler tarafından bir toplantıda saldırıya uğramış ve toplantının gerçekleştiği bina kundaklanmıştır. Mecliste bu saldırı hakkında sadece bir soru önergesi sunulmuştur, ama Janmaat’ın uğradığı saldırı hakkında değil, gözaltına alınan 66 göstericiye polisin muamelesi hakkında. İşte bu aynı mecliste, tam 40 sene sonra cami temsilcileri sanık sandalyesine oturtuldu ve doğruyu söyleyeceklerine dair yemin ettirildi. “Evet” veya “hayır” cevabından daha fazlasını söylemek isteyenlerin mikrofonu kapatılıp susturuldu. Bu süreç, Müslüman kuruluşlar için birer üyesi oldukları bu ülkeyi siyasetteki aşırı sağcı tehlikelere karşı savunmaları için değerlendirmeleri gereken önemli bir fırsat olarak düşünülmelidir. Hollanda’daki Müslümanlar, siyasetin bu yaklaşımının Hollanda’ya zarar verdiği konusunda muhataplarını ikna etmek konusunda çekimser davranmamalıdır ve bu konuda gerek yurt edindikleri ülke için gerekse bu topraklarda yaşayacak olan gelecek nesiller için üzerilerine düşen görevleri yerine getirmelidir. Dipnotlar 1. https://www.tweedekamer.nl/sites/default/files/atoms/ files/eindverslag_pocob.pdf 2. https://www.nieuwsszw.nl/download/879759/bijlageeindrapportageverkenninginformelescholing.pdf
SAYI 295 • KASIM 2020
21
GÜNDEM
İslamofobinin Gölgesinde:
Fransa’da Müs Uzun Yolu
*Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden mezun olan Elmacıgil, Boğaziçi Üniversitesinde yüksek lisans yaptı. Şu anda EHESS-Paris’te (Sosyal Bilimler Yüksek Enstitüsü) Fransa’daki göçmen Türk nüfus ve İslamofobi hakkında çalışıyor.
22
SAYI 295 • KASIM 2020
üslümanların
Fransa’da Müslümanlara yönelik baskı politikaları artıyor. Bir yanda “Fransa İslam’ı” için kurumsallaşma adımları atılırken, diğer yanda terörizm ve İslamcılıkla mücadele adına temel hakların kısıtlanması söz konusu. Orkun Elmacıgil* 1989 yılının eylül ayında, Fransa’nın Creil kentinde liseye başörtüsüyle giren üç öğrencinin, öğretmenleri tarafından dersten atılmasıyla Fransız kamuoyu ve ülkede yaşayan Müslümanlar yeni bir döneme girmiş oldu. Konunun yargıya taşınmasıyla Danıştay öğrencilerin eğitim alma hakkının ihlal edildiği kararını verse de kamusal alanda ilk kez İslamofobik bir eylemle karşılaşılıyor ve buna karşılık Müslümanların günümüze değin uzanacak hak arama mücadelesi başlıyordu.
© Frederic Legrand - COMEO/shutterstock.com
2004 yılında ilk ve orta dereceli okullarda başörtüsünün yasaklanması, aradan geçen yılların Fransa’daki Müslümanlar için sürekli bir temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşma süreci olduğunu gösterdi. 2018 yılında ise Paris-IV Üniversitesinin öğrenci sendikası temsilcisi olarak başörtülü Maryam Pougetoux’nun seçilmesi, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “skandal” olarak nitelendirildi. Pougetoux iki yıl sonra mecliste milletvekilleriyle öğrenciler arasında pandeminin öğrenciler üzerindeki ekonomik etkilerinin görüşüleceği bir istişare toplantısına katıldığında, bu defa da iktidar ve muhalefet partilerinin milletvekilleri toplantıyı terk ederek Pougetoux’yu ayrımcılıkla suçladı. Maryam Pougetoux, toplumsal ve kamusal alanda kendi kimliğiyle görünür olmak istediği için ayrımcılıkla suçlanıyor ve toplumsal bir tehlikenin ana odağı konumuna itiliyordu. 1989, 2004, 2018 ve 2020; uzun bir zaman dilimine yayılan bu tarihlerden hareketle yalnızca başörtüsü örneği üzerinden otuz yıllık süreç sonunda gelinen noktaya bakmak dahi, Fransa’da Müslümanların neye maruz kaldığını göstermeye yetiyor. Müslümanlar en
sıradan gündelik rutinlerinin bile tartışıldığı, dinî ve etnik aidiyetleri dolayısıyla masumlukları kanıtlanana kadar suçlu oldukları, siyasetten toplumun kılcal damarlarına yayılmış gerçeküstü bir toplumsal histeriyle baş etmek durumunda. Fransa’da İslam Olağan Bir Şüpheli Şüphesiz ki bu durumda siyasi iktidarlar ve onların yıllardır uyguladığı, Müslümanları tanıyıp toplumda kabul etmekten çok, onları dönüştürüp asimile etmeyi, tek tiplik içinde eritmeyi amaçlayan sosyal, ekonomik ve güvenlikçi politikaların etkisi baş rolde. İster sağ, isterse de sol hükûmetler ve cumhurbaşkanları olsun, her geçen yıl bir öncekini aratan, Müslümanların hukuki ve toplumsal düzlemde geriletildiği yeni İslamofobik politikalar devamlılık arz ediyor. Fransa’da ana akım ve merkezde yer alan siyasal partiler, yıllardır yükselişte olan aşırı sağ siyasetin göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi üstünde kurduğu siyasal anlayışı marjinalleştirmek şöyle dursun, bu söylemi kendi siyasetine adapte etmeye başladı. En sağından en soluna pek çok siyasetçi, kanaat önderi ve entelektüel, mevzubahis İslamofobi olunca cümlelerin şeklini değiştirseler de hep aynı şeyi söylemeye devam ediyor. Bu aynılaşmış söylemin içinde İslam, kendini Fransa’ya uydurmak zorunda olan, olağan bir şüpheli hâline getiriliyor. Bir gün, altında eski bakanlar, cumhurbaşkanları ve düşünürlerin imzasının olduğu bir bildiriyle Kur’ân-ı Kerîm’den kimi ayetlerin çıkarılması,
SAYI 295 • KASIM 2020
23
GÜNDEM
İslam’ın reforma uğraması gerekliliğinin altı çizilirken; diğer gün Fransa Cumhurbaşkanı’nın ağzından İslam’ın dünyanın her yerinde derin bir krizde olduğunu duyabiliyoruz. Bütün bu söylemlerde soyut olarak ağıza alınan İslam olsa da somut hedef ülkede yaşayan Müslümanlar oluyor. Siyasetin tüm kurumlarıyla aşağı yukarı İslamofobik bir mutabakata vardığı bu şartlar altında ülkedeki Müslümanların hak ve özgürlükleri söz konusu olduğunda, bu hak ve özgürlüklerin ihlali hakkında konuşmaktansa, İslam’ın kendisi masaya yatırılıyor. Örneğin, Müslüman bir kadın başörtüsü yüzünden ayrımcılıkla karşılaştığında, bu ayrımcılığın nedeni değil, başörtüsünün neyi simgelediği konuşuluyor. Ayrımcılık, kin ve nefret güncel siyasetin açtığı alan ve söylem gücüyle kendini kolayca gizlerken, Müslümanlar namaza gittikleri, sakal bıraktıkları, ramazanda oruç tuttukları için bir kamusal tehdit olarak görülebiliyor ve bizzat İçişleri Bakanı Castaner’in 2019’daki açıklamalarına bakarsak bahsi geçen bu “davranışlar” emniyet güçleri tarafından bir fişlenme ve izlenme sebebi sayılabiliyor. Fransa’da İslamofobi Devlet Yönetim Düsturu Hâline Geldi Dozajı günden güne artan İslamofobik söyleme ve Müslümanlara karşı gitgide normalleşen ayrımcı pratiklere Emmanuel Macron da dâhil olmaktan geri kalmadı. Fransız Cumhurbaşkanı, 2018’de Versailles Sarayı’nda senatörler ve milletvekillerine yaptığı konuşmada İslam’ın Fransız Cumhuriyeti değerlerine uyması gerekliliğinin altını çiziyor ve ülkenin ikinci büyük dininin işbu cumhuriyet değerleri marifetiyle ve laiklik ilkesi uyarınca ehlileştirileceğini vurguluyordu. Böylelikle Macron, devleti idare ederken ana gündem maddelerinden birinin altında İslamofobik bir düşünce zemini olduğunu göstermiş oldu ve bu durumu ülkede oluşmasına çanak tuttuğu güvenlikçi siyaset ve ayrımcı metotları sürdürerek perçinledi. Son iki yılda Fransa’da İslamofobik vakalar yüzde 77 oranında arttı, bu vakaların da yüzde 59’u kamu hizmeti alınırken gerçekleşti. Yalnızca bu istatistik bile, Fransa’da İslamofobi’nin devlet yönetim düsturu hâline geldiğini, düşmanlığın aşağıdan yukarıya değil, devletin söylemleri ve eylemleriyle yukarıdan aşağıya, halka yayıldığını gösteriyor.
24
SAYI 295 • KASIM 2020
Tüm bunlar yaşanıp, toplum ve siyaset dili Müslümanlara karşı nefret ve ayrımcılık temelli bir tutum benimsemişken, Fransa’da devlet erkinin de Müslümanların üstündeki tahakkümünü arttıracak yeni hamleler peşinde olduğunu kavramak gerek. Fişleme pratikleri, absürt yasaklar, Müslümanların sürekli olarak ayrımcılık-cemaatleşme kavramları üstünden suçlanması ve kamusal alanda kendilerini temsil etme imkânlarının her gün geriletilmesi esasen Fransa’da devletin göçmen politikalarının çöküşünün de temsilcisi. Birinci nesil göçmenlerin ucuz iş gücünden yararlanıp, onları şehrin ve sosyal hakların uçlarına iten, banliyöleştirmeye, yani göçmenlerin toplumsal alanda en az görünür olacağı bir düzleme dayanan bu siyaset, Fransa’da doğup büyüyen, Fransız eğitim sistemi içinde yetişip Fransız vatandaşlığı alan ve tüm vatandaşlar gibi eşit muamele görmek isteyen, ikinci ve üçüncü nesil Müslüman göçmenler görünür olmaya başlayınca çözümsüz kaldı. Bu yeni nesil gençler, kamusal alanda kendi kimlikleriyle görünür olmak, yaşıtları olan Fransızlar gibi eşit muamele görmek istiyor; inançlarının, geldikleri ülkenin, isimlerinin ve görünüşlerinin toplumun içinde onlara bir dezavantaj olmasını kabullenemiyordu. Fransa’da sistem, toplumsal alandan itinayla saklamayı başardığı göçmenlerin çocuklarını, onların haklarının peşinden koşacağını, zira onların da kendi vatandaşları olacağını hesap edememişti. Bu noktada Fransa’nın 50 yıl önce uyguladığı ve göçmen işçileri toplumun marjinali yapmaya yönelik politikalar, şekil ve isim değiştirse de aynı ruhu sürdürüyor. “Fransa İslam’ı” İçin Yeni Kurumsallaşma Adımları Macron tarafından 2 Ekim 2020’de duyurulan ve İslam’ı “özgürleştireceğini” savlayan “Fransa İslam’ı”, işte bu toplumsal ahvalde ortaya çıkan, İslam’ın Fransız devleti tarafından doğrudan kontrolü ve dönüştürülmesini temel amaçlarının arasına alan ve uzun süredir tasarlanan bir proje. Projenin teorik temelleri Hakim el Karoui tarafından hazırlanan ve Montaigne Enstitüsü’nün yayınladığı “L’Islam de France” (Fransa İslam’ı) ve “Le Fabrique de l’islamisme” (İslamcılığın Üretimi) raporlarıyla atıldı. Önceden Macron’un da danışmanlığını yapan el Karoui’nin raporları, Fransa’daki Müslüman topluluklar hakkında detaylı
bilgiler verirken, devletin de bu nüfusu kontrol etmesi için yapılması gerekenleri sıralıyordu. Fransa’da devletin İslam üstündeki kontrolünü azami noktaya çıkaracak bir çatı yapı kurulması, hac ibadetinden imam yetiştirilmesine dek bu üst yapının karar ve icra mercii olması önerilirken, ülkede kendi vatandaşlarına hizmet veren DİTİB gibi kurumların zararlı etkilerinden söz ediliyordu.
kolaylaştırılması, yerel yönetimlere verilen denetleme yetkilerinin artırılması, eğitim sistemi içerisinde laiklik denetimi yapacak personel sayısının artırılması, toplumsal açıdan makbul olmayan dinî ritüellerin belirlenmesi, üniversitelerdeki ayrılıkçılığa karşı daha etkin ve eş güdümlü mücadele gibi 1930’larda Yahudilere karşı oluşan antisemitist öfke ve düşmanlık dilini aratmayacak önerilerdi.
Raporun eyleme geçen ilk önerilerinden biri olarak, ileride çok daha aktif ve baskın bir rol oynaması beklenen “Fransa İslam’ı için Müslüman Derneği” (Fr.“Association Musulmane pour Islam de France”) 2019 yılında kuruldu. Esasında bu dernek, pek çok İslami derneği bünyesinde barındıran, 2003 yılında kurulmuş Fransa İslam Konseyi’nin (CFCM) etkisini kırmak ve onu daha devletçi bir yapıyla ikame etmek amacı taşıyordu. Bu durum bile Fransa İslam’ı projesinin bir uyum ve uzlaşı ortamı oluşturmayı değil de dönüştürmeyi amaçladığının bir göstergesi.
Bu önerilerin devlet otoritelerince büyük bir memnuniyetle kabul edildiğinin bir göstergesi, bir süre önce Paris’te bulunan Omar Camii’ne ait Kur’an Kursu’na, içeride çocuklar eğitim alırken onlarca polisle yapılan baskın oldu. Fransa İslam Konseyi’ne (CFCM) bağlı olan ve bölgede 40 yıldır faaliyet gösteren camiye baskının ardından polis yangın güvenliği düzenlemeleri hariç aksi bir duruma rastlanmadığını açıkladı. Bunlara ek olarak, Paris’in kuzeybatı banliyölerinden olan Conflans-Sainte-Honorine’de bir lisede, derste Hz. Muhammed karikatürlerini gösteren Samuel Paty’nin 18 yaşındaki bir Çeçen mülteci tarafından başının kesilerek katledilmesi, Fransa kamu otoritelerine beklediği dehşet ve korkuyu sağladı. Katliamın yapılış şekli, teröristin verdiği mesaj ve olayın zaten tartışmaların odağındaki eğitim sistemi içerisinde gerçekleşmesiyle, Fransa hukuk devleti sınırlarından çıkmanın meşru zeminine kavuşmuş oldu. İçişleri Bakanı Darmanin yaptığı son açıklamalarla, terörist saldırıyla ilgisi olmasa bile bazı derneklere ve kişilere bir “mesaj” vermek için polis soruşturması açılacağını duyurdu. Bu kapsamda yıllık İslamofobi raporları yayınlayan, İslamofobik saldırı ve ayrımcılık mağdurlarıyla bir dayanışma ve hukuk danışmanlığı ağı kuran İslamofobiyle Mücadele Derneğinin (CCIF) kapatılacağına dair önerge verileceği de İçişleri Bakanı tarafından bir tweet ile duyuruldu.
Raporun bir diğer tespiti, yurtdışından gelen imamların Fransız toplumuna adapte olmayışıyla ve bu durumun yarattığı sıkıntılarla alakalıydı. Esasında azınlıklara anadillerinde ibadet edebilme imkânı sunan, bunu da Fransa’yla resmî anlaşmalara ve protokollere dayandıran bu temel inanç hürriyeti de Macron tarafından askıya alındı. Ülkedeki 3000 imamın yüzde 10’luk dilimini bile oluşturmayan Türk, Faslı ve Cezayirli imamların ülkede bundan böyle yeniden görevlendirilmesinin önü kapatıldı. El Karoui’nin yazdıkları, nasıl bir İslam’ın tasarlandığından ziyade, Fransa toplumundan İslam’ın ve onun görünürlüğünün en yüksek oranda silinmesi üstüne inşa edilmişti ve bu yazılanlar Macron tarafından da büyük bir iştahla sahiplenildi. “Müslümanların Hak Arama Mücadelesi Yeniden Başlıyor” Temmuz 2020’de yayınlanan “Radikal İslam’a Karşı Kamu Otoritesinin Alması Gereken Önlemler ve Mücadele Yöntemleri” başlıklı Fransız Senatosu raporu da Fransa İslam’ı projesinde devletin atacağı adımların ayak izlerini göstermesi açısından dikkate değer bilgiler sundu. “Ayrılıkçı İslam, radikalizm ve cemaatleşme” kavramlarının âdeta korku oluşturan birer sihirli sözcük gibi sıkça kullanıldığı bu rapor, devlet otoritelerine 44 temel öneri sunuyordu. Bunlar içinde Müslümanların gündelik hayatlarını doğrudan ilgilendirenler, derneklerin kapatılmasının
Omar Camii baskınının ardından polisin özür dilemek bir yana üstten bakan ve yaptığı hukuksuzluğu normalleştiren tavrı, yaşanmış ve yaşanacak ilk saldırıyla karşı karşıya olmadığımızı göstermişti. Şimdi ise STK’ların, kamusal alanda ayrımcılık pratiklerine karşı çıkan her sesin boğulmaya çalışıldığı bir düzlemin içindeyiz. Fransa’da devletin ve toplumun her alanında artan ve kendi meşruiyetini yine kendi düşmanca tavrından devşiren İslamofobik söylem hızını kesmezken, gündelik hayattaki sıradan davranışları bile gözetim altına giren Müslümanların önünde uzun ve fakat yürünmekten çekinilmemesi gereken bir hak arama mücadelesi var.
SAYI 295 • KASIM 2020
25
D O S YA
Ölümün E Bir Can S Avrupa’da Hospis ve Palyatif Bakım Çalışmaları:
*UKBA Cenaze Yardımlaşma Derneği Başkanı olan Dr. Mustafa Uyanık, doktora çalışmasını “Almanya sosyal yardım sistemi ve sosyal hizmet uygulamaları” konusunda yapmıştır.
26
SAYI 295 • KASIM 2020
Eşiğinde Simidi D r. M u s t a f a U ya n ı k *
V R U P
A
P I S
ÖZEL DOSYA
S
© Photographee.eu/shutterstock.com
H
O
A
A ' D
Ölüm, günlük hayatta aklımıza hiç getirmediğimiz kesin durak. Yalnızlık çağında ölüm döşeğindeki insanlar ve yakınları da büyük zorluklarla karşı karşıya. Hospis ve palyatif bakım çalışmaları, ölümün eşiğindeki insanlara ve yakınlarına duygusal açıdan bir can simidi sunuyor.
SAYI 295 • KASIM 2020
27
D O S YA
İ
yileşmesi tıbben artık mümkün olmayan, ölümün yaklaştığı hastalar, uzun yıllar boyunca doktorların müdahale alanı dışında kaldı. Doktorlar kendilerini bu tür hastalardan ve hasta ailelerinden geri çekme eğiliminde oldular. Bu durumun 19. yüzyılın başında değiştiğini söyleyebiliriz. Tıbbi personelin görevinin hastayı yalnızca “iyileştirmekle” sınırlı olmadığı, iyileşmeyecek durumda olan hastalar ve aileleri ile iletişimin de devam etmek zorunda olduğu bugün tıp dünyasında geniş oranda kabul ediliyor. Fakat buna rağmen günümüzde hastanelerde tıbbi imkânların kendileri için tükendiği hastalara doktorların ve hastane çalışanlarının birebir zaman ayırması hâlâ pek mümkün değil. Tam da bu noktada, hospis ve palyatif bakım hizmetleri önem arz ediyor. Hospis ve Palyatif Bakım Nedir? “Hospis” kavramı, İngilizcede “hospice” şeklinde kullanılmaktadır. “Hospice”, hayat sona ermek üzereyken destekleyici bakım sağlanması anlamına geldiği gibi, bu tip bir bakımın verildiği yerin adı (hospis kurumları) anlamına da gelmektedir. Katoliklerin din adamlarına verdiği unvanlardan olan “pastor” kavramından türemiş ve bugün manevi bakım gibi anlamlarda da kullanılan “pastoral care” gibi birçok sosyal hizmet kavramının kilise ve dinî kavramlardan geldiği bilinmektedir. “Hospice” de “din adamlarınca yönetilen yolcu hanı” gibi bir anlamda olup, bugünkü tanımıyla “tedavisi olanaksız hastalar hastanesi” şeklinde kullanılmaktadır. İngilizceye “hospice” olarak geçmiş olan bu kavram Latince “hospitium sözcüğünden türemiştir. “Hospitium”, hacca giden din adamlarının uğrayıp dinlendikleri, destek ve yardım aldıkları konaklama yeridir. Bu kavram günümüzde de ölüm yolculuğundaki hastaların bakım ve tedavi aldıkları yer anlamında kullanılmaktadır. “Palyatif bakım” ya da İngilizce tabirle “palliative care” ise, Latince “manto” anlamına gelen “Pallium” kelimesinden türemiştir. “Palliare” fiili, “mantoyla örtmek” ya da “dindirmek” anlamına gelir. Bu bakımdan palyatif bakım da acının dindirilmesi ve örtülmesini hedefleyen bakımdır.1 Dünya Sağlık Örgütü’ne göre hospis dönem; ölümcül bir hastalığa yakalanmış olan kişilerin,
28
SAYI 295 • KASIM 2020
tedavilerinin sonuçsuz kaldığı andan itibaren yaşama şansının kalmadığı ve tıbben yaşamın son altı aylık evresine girildiği dönem olarak kabul edilir. Birçoğu fahri olan hospis çalışanları, terminal dönemdeki bu hastaların geri sayım yaptıkları zamanı onlara en iyi şekilde geçirtmeyi amaçlayan, son dönemlerinde kendilerinin ve yakınlarının gördüğü acının kontrol altına alınması amaçlı psikolojik yardım birimi şeklinde işlev görür. Bu amaçla verilen hizmetlerde, vefat eden ya da edecek olan hastaların yakınlarına, onların dilediği müddetçe destek sağlanır. “Yaşam Kalitesinin Artırılması” Kavramı Hospis bakım; yaşamı tehdit eden bir hastalıkla yüz yüze kalan hasta ve hasta yakınlarının yaşam kalitesinin artırılmasını hedefler. Bunun için de başta ağrı olmak üzere fiziksel, psikososyal ve manevi problemlerin erken tespit edilmesini ve bunların giderilmesini amaçlar. Hospis bakım, tedaviye dair her türlü yaklaşımın tükendiği hastalarda, hastalığın teşhis edilmesinden vefat anına ve oradan da sonrasındaki yas sürecine kadar uzanır. Bu süreçte hem hasta hem de yakınlarının fiziksel, psikososyal ve manevi gereksinimlerinin karşılanması hospis bakımın önemli unsurlarındandır. Son zamanlarda, klasik tıp anlayışında meydana gelen değişim sonucunda, hastalık ve ölümle mücadele temel hedefinin yanında, “yaşam kalitesi” kavramı da giderek artan bir önem kazanmıştır. Hospis bakım, kişiyi sadece fiziksel açıdan değil; aynı zamanda psikososyal ve ruhani açıdan ele alır. Kronik hastalık sürecindeki hasta ve yakınları için bütüncül bir iyilik hâli sağlanmasını hedefler. Tam da bu nedenle hospis bakım günümüzde artık tanı anından itibaren tedaviye dair yaklaşımlarla birlikte ele alınmaya başlamıştır. Hospis Çalışmalarında Fahrilik Lagman ve Walsh’a göre hastalıkların kronik bir süreç kazanması, hane nüfus sayısında azalma, kadınların ev dışında çalışma oranında artış gibi çeşitli gerekçelerle, kronik süreçteki hastalara aileleri gerekli bakımı sağlayamadığı için profesyonel bakım ihtiyacı doğmuştur. Uzun süreli yatağa bağımlı palyatif hastalar da dâhil edildiğinde özellikle yaşlı nüfusun artması ve ölüm yaşının yükselmesi
Fahri hizmetliler evde, bakım tesislerinde, hastanelerde görev alırlar ve ölüm sürecine eşlik ederler.
ile hastaneler ve bakım ünitelerinin yanı sıra profesyonel bakım elemanları da yetersiz kalmaktadır. 60’lı yıllardan itibaren profesyonel personel ile yürütülen bu çalışmalar, günümüzde fahri hospis bakım elemanları modelleri ile hastanelerde, klinik veya özel bakım ünitelerinin yanı sıra evde bakım modelleri ile sürdürülmektedir. Almanya’da da profesyonel ve fahri çalışmalar iş birliği içerisinde yürütülmektedir. Bu alanda ilk adım olarak 1992 yılında “Bundesarbeitsgemeinschaft Hospiz e. V.” (Hospis Federal Çalışma Topluluğu Derneği) kurulmuş ve sonrasında Deutscher Hospiz- und PalliativVerband (DHPV) çatı kuruluşu oluşmuştur. Bu çatı altında 1500 poliklinik, 250 hastane ve 330 palyatif ünitesinde çoğu fahri olan yaklaşık 120.000 kişi çalışmaktadır.2 Fahri çalışanların çoğu, ağır hasta ve ölmekte olan insanların kendi bakımıyla ilgilenmenin yanı sıra onların akrabaları ve yakınları için de zaman ayırır ve onların da manevi destek ihtiyaçlarını giderirler. Bu fahri bakım elemanları kurumlarca özel eğitimden geçirilirler. Bu eğitimin süresi birkaç aydan bir yıla kadar uzayabilir. Eğitim genellikle temel bir kursa ve ileri bir kursa ayrılır. Temel kursta, katılımcılar fahrilik için motivasyonlarını artırır ve bu alanda fahriliğin hayatlarına uygun olup olmadığını da ölçmüş olurlar. Kurs masrafları genellikle kurumlarca karşılanır. Eğitimin uygulamalı bölümü haftada iki defa 1-4 saat arasında hastalar ile birlikte yapılır. Fahri olarak bir kurumda çalışmak isteyenler üç adımlı bir süreçten geçer: - İlk adımda fahriliğin kişinin hayatına uyup uymayacağı değerlendirilir. - İkinci adımda ölüm ve yas, yani hospis danışmanlığının kişiye uyup uymayacağı değerlendirilir. - Üçüncü adımda ise, hangi kurumda çalışılacağın düşünülür ve bu kurumun kişiye uyup uymayacağı değerlendirilir.
Fahri bakım hizmetlileri çok farklı görev ve işlevler üstlenirler. Fahri hizmetliler evde, bakım tesislerinde, hastanelerde görev alırlar ve ölüm sürecine eşlik ederler. Ayrıca fahri hizmetliler hastanın yakınlarına hem bu süreçte hem de vefatından sonraki süreçte manevi destek olurlar. Ölüme doğrudan bakmaya cesaret edemeyen insanlar, fahri bakım hizmetleri için hospis kurumlarında, örneğin resepsiyon, mutfak gibi farklı alanlarda da destek sağlayabilir. Bu bağlamda bir hospis kurumunda şu hizmetler verilir: - Gün boyu hemşirelik bakımı - Hasta bakımı için aile ve yakınlara eğitimler verilmesi - Hastanın ağrılarının ve hastalık semptomlarının yönetilmesi - Hastaya ve yakınları ile ailesine manevi rehberlik sunulması - Terminal hastalık döneminde vasiyet gibi finansal konularda yardım sunulması - Vefat durumunda ve sonrasındaki yas sürecinde aileye rehberlik edilmesi. Hospis bakımda hastanın bu hayattaki son zamanlarını huzur ve saygınlık içinde geçirmesi ana hedeftir. Yaşamının son döneminde yeni ve bilinmeyen tedavi tekniklerine maruz kalma korkusu yaşayan hasta, endişeli ve korkuludur. Bu dönemde hastalar etkin dinlemeye ihtiyaç duyar; beklentileri, umutları, kaygı ve korkuları arasındaki geçişlerin yönetilmesi gereksinimini hissederler. Hastanın korkuları giderilmeye çalışılır, bireyselliğinin ve aile bütünlüğünün korunması sağlanır, aile duygusal ve fiziksel olarak güçlendirilmeye çalışılıp yas sürecine hazırlanır, hastanın ağrıları kontrol edilerek rahat ölümü sağlanır.
SAYI 295 • KASIM 2020
29
D O S YA
Fahri hospis çalışanlarının çoğu, ölmekte olan insanların yanı sıra onların akrabaları ve yakınları için de zaman ayırır.
Fahri Hospis Çalışmalarına İslami Perspektiften Bakış Artık ölüm döşeğindeki hastalara eşlik etme görevi mesleki olarak üçüncü kişilerce yapılıyor. Fahri hospis hizmeti, ölüm ve yas konularını tabu olmaktan çıkarmak, korkuları gidermek, insanları -tıbbi tedavinin tüm imkânlarının tükendiği aşamada- kendi evlerinde onurlu bir biçimde ölmeye karar vermeye cesaretlendirmek için önemlidir. Fahri hospis hizmeti, bakım şirketlerinin sunduğu bakım hizmeti ile manevi rehberin sunduğu destek hizmetini tamamlayıcı bir hizmet olup, bu desteği ücretsiz sunar. Palyatif ve hospis bakımın ilerlemesine fahri çalışanların katkısı büyüktür. Bu fahrilik kalıcı biçimde teşvik edilmelidir. Sadece hastalar değil, aynı zamanda yakınlarına da yardımın doğrudan ve uzun vadeli sağlanabilmesi için bu alanda profesyonel hizmet verenlerin yanı sıra fahri olarak hizmet verenler ağını da büyütmek gerekmektedir. Din temelli manevi destek, özel bir anlama sahiptir. İslam’da da toplumsal yardımlaşmanın merkezî itici gücü inançtır. İslam inancında ihtiyaç sahiplerinin işlerini kolaylaştıran ve onlara yardım eden çalışmalar ibadet olarak tanımlanır. Bu fahri faaliyetlerin nihai amacının ibadet ve bir bakıma Allah rızasını kazanmak olduğuna özellikle dikkat edilmelidir. Ölmek üzere olanı son günlerinde ve saatlerinde yalnız bırakmamak da İslami açıdan tabii bir yükümlülük sayılmaktadır. Akrabaları ve arkadaşları, sekerat hâlindeki bir Müslüman’a, Allah’ın ona yaşattığı tüm güzellikleri ve şimdi Ona geri döneceğini hatırlatır. Yanında bulunan kişiler, ölmek üzere olanın tüm hataları için Allah’tan merhamet ve af dilerler; bunu yaparken de böyle bir duanın büyük bir anlam taşıdığından emin olurlar. Ayrıca Hz. Peygamber’in de tavsiye ettiği gibi kendisinin, güvenilir bir şekilde Allah’ın şefkati umuduna sahip olmasını sağlarlar. Karşılıklı af dilerler ve ölüm öncesi borçlarını, maddi ve
30
SAYI 295 • KASIM 2020
manevi hak taleplerini halletmeye çalışırlar. Yas Sürecinde Hasta ve Aileye Psikososyal Açıdan Nasıl Eşlik Edilir? Hastalar ve yakınları, ölümcül bir hastalık durumunda ciddi bir krizin içerisine düşerler. Ölüm, insan hayatındaki en zor dönemdir. Birçok farklı duygu, örneğin korku, öfke, saldırganlık ve şaşkınlık bu krize eşlik eder. Hospis çalışanları, hasta ve yakınlarını bu duygularla yüzleşme ve bu duyguları bastırmama konusunda cesaretlendirirler. Yaşanan durum, duygusal bir kaostur ve hospis çalışanları bu kaosu yönetme konusunda eğitimli bir kişi olarak bu krizin paydaşlarına destek olurlar. Hayatın son döneminde bütün bu duygularla yüzleşmek ve bu duyguları baskılamadan yaşamak, yas sürecinin aktif bir şekilde şekillendirilmesine olanak verir. Fahri hospis çalışanları, hayat ve ölüm hakkında konuşabilen, hastalarla yakınları arasındaki diyaloğu da teşvik eden kimselerdir. Bu aşamada hayatının son dönemini yaşamakta olan insanların yakınlarının, “Keşke son zamanları daha iyi değerlendirebilseydim” dememesi ve pişmanlık yaşamamaları adına onlara rehberlik ederler. Aynı zamanda ölüm döşeğindeki hasta ile ilgilenmekten madden ve manen yorgun düşmüş insanlara kısa molalar sağlayarak hasta ile ilgilenmeyi kısa bir süre için üstlenirler. Bütün bu destekler ve genel olarak hospis çalışmaları, giderek yalnızlaşan bir toplumda ölümün eşiğinde bir can simidi gibidir. Kaynaklar • Lagman R., Walsh D. (2007) The Business of Palliative Medicine: Business Planning, Models of Care and Program Development. In: Blank A.E., O'Mahony S., Selwyn A. (eds) Choices in Palliative Care. Springer, Boston, MA. • Thomas Sitte, Die Pflegetipps (Bakım Tavsiyeleri), Deutscher Palliativverlag 2016 • Deutsche PalliativStiftung: https://www.palliativstiftung.de
Dipnotlar 1.
Kaynak: Deutsche PalliativStiftung
2. http://www.hospiz-nrw.de/deutscher-hospiz-und-palliativverband-ev
Helal Kesim Sağlıklı Besin Herkes Yesin
SAYI 295 • KASIM 2020
Selam Food GmbH | Heinrich-Lübke-Str. 1 | 50374 Erftstadt | T. +49 2235 986 40 |
/ selamfood
31
Hasta Bakımevi Hizmetleri:
Avrupa’da Hospis Çalışmaları Hospis, yani ölüm döşeğindeki hastalara yönelik bakımevi çalışmaları 60’lı yıllarda ilk olarak Avrupa’da ortaya çıktı. Bu hareket, herkes için nihai son olan ölüme farklı bir bakış getirmeyi hedefliyor. E m e l Ti r ya k i * *Goethe Üniversitesinde İslam Bilimleri bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamlayan Tiryaki, Fudul Sosyal Hizmetler Kuruluşunda mülteci ve göç çalışmaları ile manevi destek hizmetlerinden sorumludur.
32
SAYI 295 • KASIM 2020
T
ürkçeye “ağır hastalar için bakımevi” olarak çevrilebilecek “hospis”, iyileşemeyecek derecede hasta olup ölüm döşeğinde bulunan insanlara hayatlarının son evresinde refakat ve bakım desteği veren kurumlara deniliyor. Terminal dönemdeki insanlara “palyatif bakım” hizmeti verilir. Palyatif bakım hizmeti, bu hastaların acılarını dindirecek ve yaşam kalitesini son nefesine kadar mümkün olan en iyi seviyede sürdürecek tedbirlerin alınmasıdır. Bu noktada hospislerde verilen hizmetin amacı, artık insanları ne pahasına olursa olsun hayatta tutmak değil; daha ziyade ölümün kapıda beklediğini bilerek kişinin ömrünün son demlerini mümkün olduğunca iyi bir şekilde geçirmesine olanak sağlamak ve acılarını dindirmektir. Ölmek üzere olan insanların hastalık durumu gittikçe ağırlaştığı ve iyileşme ihtimali olmadığı için bu amacın farkında olmak bilhassa önemlidir. Modern Hospis Hareketinin Kuruluşu: Dr. Cicely Saunders Hospis çalışmasının dört ayağı bulunur. Palyatif bakım hizmeti bunlardan ilki olup ilgili kişilere yoğun ve özel bakım sunar. İkinci olarak palyatif
tıbbi bakım hizmeti, ağrıların azaltılmasına ve yaşam kalitesinin korunmasına odaklanır. Üçüncü olarak psiko-sosyal bakım, hastanın bilgilendirilmesi ve emniyetini kapsayan duygusal destek hizmetidir. Sonuncu, ama bir o kadar da önemli olan “manevi bakım/rehberlik” ise yaşamın son evresinde etkili olan anlam arayışına yardımcı olma amacını taşır. Hospis çalışmasında verilen dört hizmet çeşidine dikkat edildiğinde hasta insanların, onların gereksinimlerinin ve aynı zamanda hasta yakınlarının bakımevinde verilen hizmetin merkezinde yer aldığı görülür. Palyatif tıbbın ve Avrupa’daki modern hospis hareketinin kurucusu ve öncüsü olarak görülen Dr. Cicely Saunders, bu hizmetlerin özünü tek bir cümle ile güzelce özetlemektedir: “Kişinin ömrüne gün ekleyemeyiz, ancak günlerine ömür katabiliriz.” İngiltere’de doğup büyüyen Saunders’i bu düşünceye iten olay, hemşire olarak görev yaptığı sırada karşılaştığı ölüm döşeğindeki bir hasta olmuştur. 40 yaşında ölen David Tasma isimli bu hasta ile Saunders, “acı kontrolü” ve yaklaşmakta olan ölüme hazırlık konularında sıkça konuşmuşlar ve sadece ölmekte olanlara yönelik bir “hasta
SAYI 295 • KASIM 2020
33
D O S YA
Almanya’da hospis hareketi ise 80’li yıllarda yeşermeye başladı. Bugün Almanya’da Alman Hospis ve Palyatif Derneği bünyesinde 120.000 kişinin tam zamanlı ya da gönüllü olarak aktif olduğu ve ölüm döşeğindeki insanlarla ailelerine destek sunduğu biliniyor. Güncel olarak Birleşik Krallık’ta 220, dünya genelinde ise 8.000 hospis kurumu var.
istasyonu” kurma fikrinde buluşmuşlardı. Daha sonra yıllara yayılan bir çalışmayla birlikte Saunders, 1967 yılında Londra’da St. Christopher Hospisi’ni kurdu. Modern hospis hareketi de bu şekilde dünyanın diğer ülkelerine yayıldı. Almanya’da hospis hareketi ise 80’li yıllarda yeşermeye başladı. Bugün Almanya’da Alman Hospis ve Palyatif Derneği bünyesinde 120.000 kişinin tam zamanlı ya da gönüllü olarak aktif olduğu ve ölüm döşeğindeki insanlarla ailelerine destek sunduğu biliniyor. Güncel olarak Birleşik Krallık’ta 220, dünya genelinde ise 8.000 hospis kurumu var. Latince “hospitium” kavramı altında kilise ya da manastırlar hacıları, hastaları, yaşlıları ya da güçsüz insanları barındırmış ve korumuştur. Modern hospis hareketine yön veren fikir de bu “barınma sunma” yaklaşımının bir uzantısıdır. Saunders’in 1967’deki kurumsallaşmasının ardından bugünkü hâliyle tam zamanlı profesyonel hospisler yerleşik hâle gelirken bakım hizmetleri de çoğunlukla gönüllülük esasıyla verilmiştir. İnsanları bu sorumluluğu üstlenmeye iten birincil neden, hasta ve ölmek üzere olan insanların ağır ve kötü durumlarının, özellikle de hastaneler gibi modern kurumlarda tabulaştırılması olmuştur. O dönem bu tip modern kurumlar uygun bakım hizmeti ve
desteği maalesef sağlamıyordu.
Modern hospis hareketinin temelindeki düşünce, ölümün kutsanması ya da daha abartılı bir tabirle ötanazinin desteklenmesinden çok daha başkadır. Bu anlamda Saunders, ötanaziye karşı düşüncelerini şöyle açıklamıştır: “Ötanazi, yardıma muhtaç insanları o kadar yaralıyor ki, kendilerinin diğerleri için bir yük olduğuna inanıyorlar. Oysa doğru cevap, ölmekte olan insanlara daha iyi
34
SAYI 295 • KASIM 2020
bir bakım sunulmasıdır ve onların, hâlâ toplumumuzun önemli birer parçası olduğuna onları ikna etmektir.” İslam’da Ölüm Düşüncesi Hospis hareketi Avrupa merkezli bir yaklaşıma dayansa da ölüm gerçeği ve ölmekte olan insanlara muamele, dünya üzerindeki bütün coğrafyaların temel meselelerinden biri. Dolayısıyla “ölüm döşeğindeki hastaya manevi rehberlik” henüz geçtiğimiz yüzyıl kurumsallaşmış olsa da bu kurumsallaşma olmadan önce de bu fenomenin insanların hayatında yer aldığı bir gerçek. Ölüm, öte taraf ve ölümden sonraki yaşam gibi konular İslam öğretisinde büyük yer kaplar. Zira yaşam, ibadetler, ameller ve ölümden sonraki durum doğrudan bunlarla alakalıdır. Arapçada ölüm; mevt, vefat gibi kavramlarla ifade edilir. “Yolunu değiştirmek”, “vefat etmek” ya da “ölmek” bu kavramların anlamlarından bazılarıdır. İslam’da ölüm, yaşamın ya da canlı olmanın tersi olarak görülür. Ölüm Kur’an’a göre her canlının muhakkak yaşayacağı bir süreçtir. “De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz de O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma suresi 62:8) Ancak İslam inancına göre ölüm bir son değildir. Tam aksine ölüm, bu taraftan diğer tarafa geçişi ya da Allah’a dönüşü temsil eder. Temelde ölüm süreci diğer tarafa hem zamansal hem de mekânsal bir geçiştir. Bu sebeple İslam tasavvurunda diğer taraf yeni bir hayatın başlangıcı demektir. Kur’an’ın pek çok yerinde yaşamın zıddını
ifade eden kelimeler bulunur. Bu ifadelerin yanında Kur’an, ölümün gerçekleştirilmesinden görevli meleklerden bahseder. Kur’an’ın birçok yerinde Allah’ın yaşatan ve öldüren olduğu vurgulanır. Bu sebeple ölüm, insan iradesinin dışında gerçekleşen bir olaydır. Kur’an’a göre ölüm imanın mütemmim bir cüzü olsa da insanın yaradılış sebebi değildir. İnsan sonsuz yaşam için yaratılmıştır. Kur’an’a göre hayat iki kısımdan oluşur. İlki bir tür imtihan olup ikincisi ilk kısımdaki imtihanın sonucuna bağlıdır. Bunun bir sonucu olarak ölüm aslında hayatın iki kısmını birbirine bağlamakta ve insana sonsuz yaşamı kazanması için fırsat tanımaktadır. Ölüm de Allah ile buluşmak olarak görülmüş, bu fikir farklı mutasavvıflar tarafından benimsenmiş ve farklı şekillerde yorumlanmıştır. Örneğin Mevlânâ ölümü olumsuz bir şey olarak değil, tam tersine bir özgürleşme, “En Sevgili” ile buluşma ve “hakiki olan”a geri dönüş şeklinde yorumlamış; ölümü doğum gününe eş değer olarak görmüştür. Yakınlarına ölümünden sonra üzülmemelerini bilhassa tembih etmiştir. Bu sebeple İslam kültürlerinde ölüme yaklaşım ve ölümle kurulan ilişki de bambaşka olmuştur. İslam’da Hospis Geleneği Var Mı? Peki ölümle bu kadar sahici bir ilişki kuran İslam geleneğinde, ölüm döşeğindeki hastalara refakat etmek için özel bir kurum ya da modeller ortaya çıkmış mıdır? İslam tarihinde yukarıda anlatıldığı gibi modern anlamda kurumsallaşmış, hasta yakınının dışında, üçüncü kişilere devredilmiş hospis hizmetleri ya da hospis desteği yoktur. Ancak İslam’ın erken dönemlerinden başlayarak hastaya ya da ölüm döşeğinde olan kişiye refakat edilmesi büyük önem taşımıştır. Bu nedenle (ağır) hastalara refakat edilmesi, (ağır) hastaların son isteklerinin yerine getirilmesi ya da son saatlerini daha iyi geçirmelerinin sağlanması hiçbir zaman yabancı bir konu olmamıştır. Tam tersine İslam tarihinde bu konu çok erken bir dönemde gelenek hâline gelmiştir. Ölüm döşeğinde olan insanlara manevi açıdan destek sunulması Müslüman’ın görevi olarak görülmektedir. Her Müslüman’ın görevlerinden biri olduğu için de bu iş belirli kişilere mahsus bir iş olarak düşünülmemiş, bu yönde bir “kurumsallaşma” ihtiyacı
ortaya çıkmamıştır. Ebû Hureyre’nin bildirdiği bir hadîs-i şerife göre (ölüm döşeğindekiler de dâhil olmak üzere) hasta ziyareti, dinî bir vecibe olarak ifade edilmiştir: “Allah (c.c.) kıyamet günü, ‘Ey Âdemoğlu! Hasta oldum da beni ziyaret etmedin.’ der. O da, ‘Ey Rabbim! Ben sana nasıl hasta ziyaretinde bulunayım? Sen ki, âlemlerin Rabbisin.’ der. (Yüce Allah) şöyle buyurur: ‘Bilmiyor musun falan kulum hasta oldu sen onu ziyaret etmedin. Şayet onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun.’” (Müslim, Birr, 43) Son Durakta Uzatılan Yardım Eli İnsan sağlığında, hastalığında ve dahi ölümünde ve öldükten sonra da değerlidir. Bu nedenle ölümden hemen öncesinden mezara konulana kadar da dâhil olmak üzere yaşamın tüm evrelerinde insana refakat etmek, onu desteklemek ve ona yardım etmek İslam ahlakının bir parçasıdır. Hastaları yalnız ve yardıma muhtaç bir şekilde bırakmak yasaklanmıştır. Hastaya “refakat” ise, sadece hasta ziyareti ile sınırlı olmayıp bundan daha fazlasını kapsamaktadır. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde oldukça yoğun bir Müslüman nüfus var. Bilhassa 60’lı yıllarda başlayan iş gücü göçü dikkate alındığında, ilk neslin yaşlandığı ve palyatif bakım hizmetlerine ihtiyaç duyan Müslümanların sayısının da arttığı bir gerçek. Yaşlı nüfusun yanı sıra, tedavisi mümkün olmayan hastalıklarla mücadele eden genç Müslümanların, senelerce tedavisi mümkün olmayan hastalıklarla mücadele eden çocukların da varlığı biliniyor. Hayatın en zorlu kısmı olan “ölüm” döneminde, Müslümanların ihtiyaçlarını bilen, aynı inanç havzasından gelerek onlara bu dönemde rehberlik eden refakatçilerin olması, Avrupa’nın birçok ülkesinde hospis kurumlarında belki kimsesiz kalmış olan Müslümanların ziyaret edilmesi ve onlara eşlik edilmesi Müslümanlar açısından bir zorunluluk. Bütün bunlar için önce “ölüm” denilen hakikatin, hepimizin başına gelecek kaçınılmaz durak olduğunu bilmek ve ölmekte olan insanlara dair bakışımızı gözden geçirmek gerekiyor. Bu durakta, belki endişe ve korku içerisine düşen ve ne yapacağını, nasıl hissedeceğini bilemeyen hasta ve yakınlarına el uzatmak için ölümü yeniden düşünmek bir zorunluluk.
SAYI 295 • KASIM 2020
35
D O S YA
Ölüme Ramak Kala:
Yalnız Ölen Müslümanların ” Sayısı Artıyor “
Hospis çalışması büyük oranda gönüllülüğe dayanıyor. Almanya’da ölüm döşeğindeki insanlara manevi destek sunan 2 gönüllü ile ölüm öncesi sürecin bilinmeyen yönlerini konuştuk. Elif Zehra Kandemir*
S
uriyeli Ali, Türkiye’den Almanya’ya yürüyerek geldiğinde sadece 25 yaşındaydı. Hiç durmadan ve uyumadan yürümüş olsaydı, beş ülkeden geçen 2000 kilometrelik bu yolu ancak 17 günde tamamlayabilirdi. Molalarla birlikte hesap edildiğinde Ali, Edirne’den Hannover’e doğru yaklaşık bir ay boyunca yürüdü. Savaştan Türkiye’ye kaçmış ailesini arkasında bırakarak, yeni bir yaşam ışığı bulma umuduyla yürüdü. “Gurbetçiler” Almanya’dan Türkiye’ye kara yoluyla izne giderken, yolda tam tersi istikamette ilerleyen yaya mültecilerle yol azıklarını paylaştılar. Belki içlerinden bazıları Ali ile yolda karşılaştı. Ali yolda aç kaldı, yorgun düştü. Belki yağmurun altında, ıslak toprağın üstünde uyudu. Belki ayakkabıları parçalandı. Haftalarca banyo yapmadan, dinlenmeden, sıcak bir yatak yüzü görmeden yürüdü. Sonunda 2016 yılında Almanya’ya ulaştı. Bu zafer yürüyüşünün sonunda onu acı bir sürpriz bekliyordu: 25 yaşındaki Ali, kansere
yakalanmıştı. Hastalığı ilerlemiş, tedavi edilemez noktaya gelmişti. Yol yorgunu Ali, Hannover’deki bir hospiste sıcak bir yatağa kavuştu. Yaşamının son birkaç ayını bu hospiste ölümü bekler hâlde geçirecek, uğruna kilometreler teptiği Almanya’yı, ölüm döşeğinde hastaları misafir eden bir bakımevinin penceresinden seyredebilecekti. Ali’nin son günlerinin en yakın tanıklarından birisi olan Bingüzel Korkmaz, Ali’yi şöyle anlatıyor: “Burada hiç kimsesi olmayan bir gençti. Öleceğini biliyordu. Ölmeden önce Türkiye’de bıraktığı annesini görmek istiyordu. Annesine vize almak için Yabancılar Dairesi’ne başvuracaktım. Ben evrakları gönderemeden Ali vefat etti. Cenaze firması ayarladık. Cami cemaati, hiç tanımadıkları bu gencin cenaze namazını kıldı ve Ali Türkiye’ye, annesinin yanına geri gönderildi. Yürüyerek çıktığı ülkeye bu kez uçakla, ama bir tabutun içinde geri döndü.”
*Lisans eğitimini Münster Üniversitesinde Sosyoloji ve Siyaset Bilimi bölümlerinde çift anadal olarak tamamlayan Kandemir, Duisburg-Essen Üniversitesinde sosyoloji yüksek lisans eğitimini sürdürmektedir. Ağırlıklı çalışma alanları göç sosyolojisi ve ulusaşırı Türk toplulukları olan Kandemir Perspektif dergisi editörüdür.
36
SAYI 295 • KASIM 2020
Bingüzel Korkmaz
48 yaşındaki Bingüzel Korkmaz, 5 yaşından beri Almanya’da yaşıyor. Aslen aile danışmanlığı yapan Korkmaz ile Ali’nin hayatını kesiştiren şey, Korkmaz’ın Hospis ve Palyatif Yeterlilik Kursu’na katılması olmuş. Fudul Sosyal Hizmetler Derneği tarafından 2017 yılında verilen kursa katılan Korkmaz, hospislerde ya da evlerde ölüm döşeğindeki hastalara manevi rehberlik yapmaya başlamış. Ali de Bingüzel Korkmaz’ın şimdiye kadar destek sağladığı üç hastadan biri olmuş.
Bu gönüllü işe nasıl başladığını şöyle anlatıyor Korkmaz: “Biz Müslümanlar, hasta ve yaşlılara çocuklarının ya da akrabalarının bakmasına alışkınız. O yüzden kimsesiz insanların olabileceğine inanmıyoruz. Oysa kimsesi olmayan ya da akrabalarıyla bağını koparmış insanlar var. Öldüğünde cenazesi yakılan Müslümanlar var. Bu insanları düşünüp Hospis ve Palyatif Yeterlik Kursu’na kaydoldum. Eğitimden önce de ölüm döşeğinde olan birilerinin yanında bulunmuştum. Ama eğitimden
SAYI 295 • KASIM 2020
37
D O S YA
Ölüm sürecine adapte olmamız zaman alıyor. İnancımız gereği ümitsizliğe tutunmuyoruz, ama bazen sonucun da kaçınılmaz olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.
sonra, yaşamının son demlerinde bir insana nasıl destek olunur öğrendim.” “Öleceğini Bilmeyen Kişi, Bu Dünyadaki Hesaplarını Da Kapatamıyor” Alman Hospis ve Palyatif Derneği’nin güncel verilerine göre Almanya’da 230 hospis kurumu var. Bunun dışında yaklaşık 1.500 gezici hospis, evlerinde son zamanlarını yaşayan insanlara hizmet veriyor. Sadece çocuk ve gençler için 17 hospis kurumu, genç yaşta amansız hastalığa yakalanmış olanları ağırlıyor. Bunun dışında ülke genelinde hastanelerin bünyesinde de 330 tane palyatif bölümü var. Her sene yaklaşık 30.000 insan, sadece hospis kurumlarında bu dünyaya veda ediyor. Yaklaşık 120.000 kişi de ağır hasta ve ölmek üzere olan insanlara gönüllü ya da tam zamanlı destek sunuyor. Bu desteğin içerisinde ölüm döşeğinde olan insanlara yardım etmek, onlara sevgi ve destek sunmak var. Ölüm, din ya da vatandaşlık ayırt etmeden herkesin başına gelen bir son. Korkmaz, Almanya’da ölüm döşeğindeki Müslümanların, palyatif tıpta kültürlerarası yeterlilik ihtiyacını da gün yüzüne çıkarttığı görüşünde. Korkmaz’a göre hospis gönüllüleri, aynı zamanda kültürel farklılıklar konusunda sağlık personeliyle hastalar arasında aracılık da yapıyor. Özellikle Müslümanların yoğun olmadığı bölgelerde sağlık personeli, Müslümanların yas kültürleri ve cenaze ritüelleri hakkında bilgisizler. Korkmaz bu durumu şöyle örneklendiriyor: “Bir hastanede hemşireler, Müslümanların ölünün üzerine neden bıçak koyduklarını sormuştu. Aileye destek verirken, gerektiği durumlarda vefat gelenekleri ve yas kültürü konusunda sağlık personelinin sorularını da cevaplıyoruz.” Korkmaz, Türklerin yakın ilişkilerinin ölüm döşeğindeki hasta için olumlu yanlarının yanında
38
SAYI 295 • KASIM 2020
eziyete dönüşebileceğini de söylüyor. Bunun için hastanede ölmek üzere olan bir Türk hastayı hatırlıyor: “Bir hastamızın tanıdıkları kalabalık bir şekilde hastaneye akın etmiş, son defa görmek için odasında toplanmışlardı. Oysa ölüm sürecindeki kişi sadece en yakınlarıyla olmak ister. Sakin ve huzurlu bir ortama ihtiyaç duyar. Komşusunun, uzak arkadaşlarının, tanıdıklarının değil; çocuklarının, eşinin ya da anne-babasının elini tutmak ister. Bizim toplumumuzda hastanın müsaadesi alınmadan herkes yanına giriyor. Hasta için o keşmekeş çok ağır. Hasta yakınları da insanları kırmamak için bir şey söyleyemiyor. Biz hospis ve palyatif gönüllüleri olarak bu gibi durumlarda eğer ailenin de müsaadesi olursa kalabalığı dağıtıp, insanları empatiye davet ediyoruz.” Özellikle korona döneminde ölüm döşeğindeki hastaları ziyaret etmek çok daha zor. Korkmaz, bu dönemde hospis gönüllülerinin daha da önem kazandığı görüşünde. Son günlerinde Kur’an dinlemek isteyen hastaların bu isteğini gerçekleştiriyor. Hacca gitmek isteyen hastaları yönlendiriyor. Bütün bunları yapmasında ise tek motivasyon var: “Çaresiz bir hastalığa düçar olmuş, vefat edeceğini bilen bir kişi ve ailesi için bu durum çok zor. Onlara destek olmak, sıkıntılarını bir nebze de olsa hafifletmek hem size hem onlara iyi geliyor.” Ölüm döşeğindeki insanların yakınları, çoğu zaman bu durumu hastalara söylemiyorlar. Özellikle Müslüman hasta yakınlarının, ölümcül hastalıkları kabullenmekte zorlandığına değiniyor Korkmaz: “Bu dünyada 3-5 günü kalmış olan hastaya yakınları bu durumu söylemiyor. Oysa bu durumu bilmek o kişinin hakkı. Belki son bir arzusu var. Belki sakladığı bir bilgi ya da eşya var. Belki birine borcu var. Kişi öleceğini bilmediğinde, bu dünyadaki hesaplarını da kapatma şansına sahip olmuyor.”
“Ayağa Kalkamayan Bir Hastanın Elinden Birinin Tutması Gerek” 28 yaşındaki Haydar Kara, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Dortmund’da hospis ve palyatif gönüllüsü olarak hizmet veren Kara, bu konuya ilgisinin nasıl başladığını anlatıyor: “Dedem kanser hastasıydı. Bu süreç aile içerisinde manen yıpratıcı bir döneme dönüşmüştü. O zaman kendime şu soruyu sormuştum: Acaba biz
hasta ile 24 saat ilgilenirken, başka birisi de bize destek olsaydı nasıl olurdu? Bu düşünceyle Hospis ve Palyatif Yeterlik Kursu açıldığında hemen kaydoldum.” Bir dönem imamlık da yapan Kara, hospis gönüllüsünün görevlerini anlatıyor: “Yıllardır yatalak olan ve kendi başına dışarıya çıkamayan bir hastayı alıp dışarı çıkartıyor ya da dondurmayı seven bir hastaya dondurma alıyoruz. Müslümanlara
SAYI 295 • KASIM 2020
39
D O S YA
Bizim toplumumuzda hastanın müsaadesi alınmadan herkes yanına giriyor. Hasta için o keşmekeş çok ağır. Hasta yakınları da insanları kırmamak için bir şey söyleyemiyor.
Kur’an, gayrimüslimlere kitap okuyoruz. ‘Bana şarkı söyle’ diyen hastam da oldu, ‘Bana bir hadis oku’ diyen de...” Peki hospis gönüllüleri ile nasıl iletişime geçiliyor? Kara yeni bir hastayla nasıl iletişime geçtiğini şöyle anlatıyor: “Hastane, hospis ya da sizi tanıyan palyatif bakım kurumları var. Bu kurumlar sizi arayıp, hasta hakkında bilgi veriyor ve bu hastaya destek olup olamayacağınızı soruyor. Hastayı reddetme hakkınız var, ama kimse bunu yapmıyor. Kimi zaman hasta ile görüşebiliyorsunuz, kimi zaman da sadece hasta yakınları işlerinin giderilmesi, örneğin eczaneden ilaç almak gibi taleplerde bulunuyor. Bir keresinde ‘Köpeğimi gezdirirsen, ben de babamı ziyaret edebilirim’ diyen bir hasta yakını vardı. O babasıyla görüşürken ben de köpeğini gezdirmiştim.” Hastanın yanında kalma süresi ise tamamen talebe bağlı. Yarım saatlik görüşmenin ardından dinlenmek isteyen hasta da var, birkaç saat konuşmak isteyen de. “Hasta size kendini açıyor mu, aranızda yakınlık var mı, bunlar belirleyici.” diyen Kara, şimdiye kadar aynı dönemde en fazla iki, toplamda ise dokuz hastaya refakat etmiş. Almanya’da İslami cemaatlerin kurumsal olarak mevcut sisteme entegre olmayışı, Müslüman hastaların gönüllülere erişiminde de zorluk doğuruyor. Kara bu durumu şöyle anlatıyor: “Almanya’daki İslami kurumlar hospis ve palyatif bakım ağının içinde değiller. Ancak sizi hastane çalışanları tanıyorsa, Müslüman bir hastanın ihtiyaç duyması durumunda sizi çağırabiliyorlar.” Kara bu nedenle “hospis mentörü” olarak da çalışıyor. Yani hospis çalışmasındaki kişilerle ağ oluşturup tanışıklık kurmaya çalışıyor ve Müslüman camiada hospis ve palyatif bakım gönüllülerinin artması için emek veriyor. Çünkü ona göre Almanya’da özellikle Müslümanların bu konudaki ihtiyacı büyük: “Sadece benim yaşadığım Dortmund’da
40
SAYI 295 • KASIM 2020
600 bin kişi var. Benim mentör olduğum bölgede 4 milyon insan yaşıyor. Her gün birçok insan hospislere yatıyor, ama ilgilenecek insan kısıtlı. Tedavisi mümkün olmayan her hasta yatalak değil. Camdan bakıp dışarıya çıkamayan bir hastanın elinden birinin tutması gerek. Bazen insanlar saatlerce konuşmak istiyorlar. Bir hemşire ya da doktorla bu ihtiyacını gidermesi mümkün değil.” “Müslümanlar Ölümle Yüzleşme Konusunda Zorluk Çekiyor” Kara, imamlık yaptığı dönem kendi cemaatinden birinin vefat sürecini hatırlıyor: “Bir amcamız hastalığının son evrelerini evde yaşıyordu. Yenge hanım ise, hacı amca yemek yemediği için üzülüyordu. Biz ona, fazla yemenin hacı amcaya yük olacağını söyledik. Amcamız son anlarını yaşıyordu, ama yenge hanım onu yemek konusunda hâlâ zorluyordu. O amcamız ve ailesini unutamadım. Bir yandan elinizden bir şey gelmiyor. Çünkü cümlelerinizle bir kitap dahi yazsanız hiçbir etkisi yok. 60 yıl birlikte geçirilmiş bir ömür... Hayat arkadaşı ölüm döşeğindeyken bile aç oluşunu dert edinen bir teyze. Yenge hanım, ‘Benim bey çok yemek yerdi, aç kalmıştır.’ diye tekrarlıyordu sürekli.” Kara, her ne kadar ahiret inancı güçlü olsa da birçok Müslüman’ın ölümle yüzleşme konusunda zorluk yaşadığını gözlemlemiş: “Bazen ölümü tam anlamıyla kabullenemiyoruz. Son ana kadar bir mucize, bir iyileşme bekliyoruz. ‘Belki yine de ayağa kalkar” diye düşünüyoruz. Ölüm sürecine adapte olmamız zaman alıyor. İnancımız gereği ümitsizliğe tutunmuyoruz, ama bazen sonucun da kaçınılmaz olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.” Bütün bunların sonunda insanın aklına şu soru geliyor: Bir insan neden ölüm gibi kasvetli bir konuda gönüllü çalışmak ister? Kara bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Vefat eden insanla ve en mühimi de ailesiyle aranızda vazgeçilmez bir bağ oluşuyor.
Bu işin bir boyutu. Ama bir boyutu daha var: Kimse yalnız ölmek istemez. Yaşlının, hastanın değersizleştiği, toplum dışına itildiği bir çağdayız. Merhamet seyrekleşiyor. ‘Bugün iyiyim ama bu cefa yarın benim başıma da gelir’ düşüncesi kimsede yok. Oysa hayatımız anlık değişime müsait. Hospis çalışması bu yüzden benim için bir anlama çabası. Kendimi yarın içinde bulabileceğim o ani değişimlere hazırlıyorum. Dünyada sadece iyi değil; kötü, muhtaç, âciz olabileceğim durumların da olacağını her seferinde yeniden anlıyorum.” Kara, bütün bunlar ışığında hospis ve palyatif
bakım konusundaki ihtiyaca yeniden değiniyor: “Şu an Almanya’da hospis ve palyatif bakım desteğine ihtiyaç duyan kaç Müslüman var, şimdiye kadar kaç kişiye hizmet edildi; böyle bir istatistik yok. Müslüman gönüllülere yönelik süpervizör çalışmaları da yok. Şu an birçok Müslüman kurum, kendi çabalarıyla bu çalışmaları yürütüyor. Benim katıldığım kurstan 60 hospis ve palyatif gönüllüsü çıktı. Almanya’da 2.000 şehir var. Her şehre bir Müslüman gönüllü bile azken, şu an Müslümanlara destek sunacak gönüllüler yok denecek kadar az. Bu konudaki fahri çalışmalar ve projeler teşvik edilmeli.”
EN HÜZÜNLÜ GÜNÜNÜZDE YANINIZDAYIZ IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR BEI IHNEN
HERKES ÖLECEK YAŞTADIR DER TOD KENNT KEIN ALTER
BELGE URKUNDE
RESMÎ İŞLEMLER BEHÖRDENGÄNGE
DİNÎ VECİBELER
RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN
NAKİL
TESLİM
ÜBERFÜHRUNG
ÜBERGABE
UKBA Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri UKBA Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG) Colonia-Allee 3 | D-51067 Köln | T + 49 221 942240-430 | F + 49 221 942240-429 | cenaze@ukba.eu | www.ukba.eu Amtsgericht Köln VR 17561 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33
SAYI 295 • KASIM 2020
41
D O S YA
Onurlu Bir ” Ölüm
“
Avrupa’da Ölüm Öncesindeki Sürecin Hukuki Boyutları
Avrupa ülkelerinde hastaların kendi ölüm süreçleriyle ilgili karar verme yetkileri giderek artıyor. Ölüm süreciyle ilgili hukuki düzenlemeleri bilmek ise hayati önem taşıyor.
İlknur Sarısoy*
“Onurlu bir ölüm” hayattan göç edecek herkes için son arzulardan birisi. Öte yandan terminal dönemdeki hastalar ve yakınları açısından sürecin duygusal boyutunun yanı sıra birçok karar ve sorumluluk da söz konusu. “Onurlu bir ölüm”; dinî, etik, bireysel ve toplumsal değerlere göre değişkenlik gösteren bir ifade. Bu nedenle ölüm sürecinde olan hastalar ve aileleri, kendi değer yargılarını tespit edip somut bir şekilde dile getirmekle yükümlüler. Bu minvalde ölüm öncesinde farklı hukuki düzenlemelerin mevcudiyeti hakkında bir bilin-
42
SAYI 295 • KASIM 2020
cin oluşması ise şart. Ölüm ve yaşam hakkının korunması ilgili ülkelerin anayasasına, ceza hukukuna ve medeni hukuka farklı boyutlarda yansımıştır. Hastanın özerkliği bağlamında en çok tartışılan konular ise hasta vasiyetnamesi ve ölüm desteğidir. Almanya Örneğinde Hasta Vasiyetnamesi (Alm. “Patientenverfügung”) ve Temsilci Vekaletnamesi (Alm. “Vorsorgevollmacht) Alman Federal Adalet Mahkemesi 2016 yılında, “bir hastalık ya da kaza nedeniyle kalıcı
beyin hasarı alınması durumunda yaşam süresini uzatan tedbirlerin alınmaması”nı isteyen bir hastanın bu yöndeki vasiyetnamesinin geçersizliğine karar vermişti.1 O dönem karar, geniş tartışmalara yol açmış ve hasta vasiyetnameleri ile ilgili ayrıntılara dikkat çekilmişti. Peki bir “hasta vasiyetnamesi” nedir ve geçerli olması için hangi koşullara dikkat edilmesi gerekir? Hasta vasiyetnamesi (Alm. “Patientenverfügung”), iyileşme ümidi olmayan bir hastanın, şuur kaybı hâlinde, kendisine uygulanmasını istediği tıbbi tedavi hakkında önceden düzenlediği ve yasal/tıbbi bağlayıcılığı olan bir vasiyetnamedir. Almanya’da Medeni Kanuna göre hastalar, yazılı bir
vasiyetname ile önceden belirli tıbbi müdahaleler gerektirecek durumlar için karar verme hakkına sahipler. Kendileri karar alamayacak bir duruma geldiklerinde bu vasiyetnamede belirli tıbbi önlemlerin alınmasını veya bunlardan kaçınılmasını şart koşabilirler. Vasiyetnamenin geçerliliği için kişinin yetişkin, idrak ve yönetim kabiliyetine sahip olması ve formu şahsi olarak hazırlaması gerekir. İstisnai olarak, geri dönüşü olmayan bir hastalık durumunda ölüm süreci henüz başlamadan da hasta vasiyetnameleri kabul edilebilir. Ayrıca taleplerin kişi tarafından yazılı bir şekilde yeterince açık şekilde belirlenmiş olması gerekir. Genel ifadeler tek başına yeterli bir tedavi kararı sunmazlar. Ancak belirli tıbbi önlemleri adlandırarak ve
*Bielefeld Üniversitesinde Hukuk eğitimi görmektedir.
-AĞUSTOS SAYI 293 • TEMMUZ SAYI 295 • KASIM 2020
43
D O S YA
tedavi durumlarını belirleyerek geçerli bir vasiyet elde edilmiş olur. Örneğin reanimasyon, diyaliz, suni solunum, suni beslenme, ağrı ve antibiyotik tedavileri, sıvı desteği gibi belirli tıbbi tedavi yöntemleri hakkında nasıl bir tedavi sürecinin izlenmesi istenildiği detaylı bir şekilde açıklanmalıdır. Federal Adalet Mahkemesinin 2016 yılında geçersiz saydığı vasiyetnamede sadece “yaşam süresini uzatan önlemlerin reddedilmesi” ifadesi geçiyordu. Bu ifadeden örneğin reanimasyonun mu kast edildiği veya suni solunumun da red mi edildiği anlaşılamadığı için mahkemeye göre vasiyetname geçerliliğini yitirmişti. İnsanın kendi ölümü ile ilgili düşüncelerinin, o durumla karşılaştığında değişkenlik gösterebileceği göz ardı edilmemeli ve özel durumlar dikkate alınmalıdır. Hasta vasiyetnamesi ile ilgili temel sorun, gelecekteki tüm ihtimallere dair taleplerin ve tüm yaşam durumları için uygun düzenlemelerin hazırlanmasının mümkün olmayışıdır. Böyle durumlarda kararlar hastanın vekili tarafından alınır ve düzenlemeler denetim mahkemesi (Alm. “Betreuungsgericht”) tarafından gerçekleşir. Hasta hakkında kararları veya bakımı üstlenecek güvenilir kişilerin tespit edilmesi için iki alternatif vardır. Öncelikle bir vekâletname ile hastanın kendisi hakkında karar veya bakım yetkisine sahip olacak kişi veya kişileri vasiyet etmesi gerekir. Böyle bir vekâletname yok ise hasta, denetim mahkemesine bir vekil önerebilir ve mahkeme o kişinin yetki sahibi olabilme potansiyelini denetleyerek hastanın vekili olarak tayin edebilir. Bir vekâletname yok ise ve hasta artık şuur sahibi değilse hastanın vekâletini üstlenecek kişiyi denetim mahkemesi tayin eder. Bu durumda bir vekâletname olmadığı takdirde karar hakkının doğal olarak eşlere veya çocuklara ait olduğu algısı yanlıştır. Farklı aile bireylerinin tedavi süreciyle ilgili görüşleri birbirinden farklılaşabilir. Karar anında bu farklı görüşler durumu zorlaştırdığı için en uygun yöntem, vekillerin detaylı bir vasiyetname ile önceden belirlenmiş olmasıdır. Hastanın açık bir tedavi talebi yoksa, bakıcı veya vekil, hastanın varsayılan talebine tabi olur. Bunu belirlemek için hastanın önceki sözlü veya yazılı, dinî, etik ve ki-
44
SAYI 295 • KASIM 2020
şisel değerlerini gerekçelendirmesi gerekir.2 Bu bağlamda belirli fiziksel (tıbbi endikasyonlar), psikolojik (bilinç kaybı) veya yasal rıza gösterememe gibi durumlarda hangi tedavilerin başlatılması, sürdürülmesi, değiştirilmesi veya sona erdirilmesi gerektiği belirlenebilir.3 Önceden belirlenmiş isteklerin seçilmiş veya yasal olarak tayin edilmiş temsilciler, doktorlar ve hemşireler gibi üçüncü şahıslar için bağlayıcılığı, Medeni Hukukta tartışma konusudur. Hastanın vasiyetnamesi ile hasta tarafından veya yasal olarak tayin edilen vekil hangi yasal ilişki içerisindedir? Karar anında hastanın isteği mi yoksa vekilin kararı mı öncelenmelidir? Bu gibi sorular bu tartışmaların birer parçasıdır. Canlı bir irade ile ifade edilen istekler yasal olarak bağlayıcıdır. Buna ek olarak vekilin bu iradeyi yerine getirmesi beklenir. Vekil veya bakıcı kişi hastanın isteklerini ifade etmek ve uygulamak ile sorumludur. Doktor, bakıcı ve yetkili temsilci belirli koşullar altında vasiyetnamede ifade edilenleri uygulamak zorundadır. Hastanın önceden belirlenmiş isteklerinin, spesifik tedavi şartlarının gereklerini karşılayıp karşılamadığına dair şüphelerde hastanın vekilinin tedavi ekibiyle birlikte karar alması öngörülmektedir. Genel anlamda hasta vasiyetnameleri ve temsilci vekâletnamelerinin içeriği hastanın durumu ve görüşlerine yönelik değişkenlik gösterebildiği için şahsidirler. Gözetilmesi gereken en önemli husus bu vasiyetnamelerdeki bilgilerin eksiksiz ve taleplerin detaylı ve anlaşılır şekilde açıklanmasıdır. Yetersiz Vasiyetnameler Hamburg-Eppendorf Üniversite Kliniği 2017 yılında Almanya’da sadece her iki yoğun bakım hastasının birinin hasta vasiyetnamesine sahip olduğunu tespit etmişti.4 Çalışmanın sonuçlarına göre katılımcıların sadece yüzde 51’inin bir temsilci vekâletnamesi veya hasta vasiyetnamesi vardı. Belgesi olmayanların yüzde 39’u bu konuyu daha önce hiç düşünmediklerini açıklamıştı. Ayrıca tüm temsilci vekâletnamelerinin yüzde 40’ı ve hasta vasiyetnamelerinin ise yüzde 44’ü büyük eksiklikler içeriyordu. Sonuç olarak belgelerin sadece yüzde 23’ü hastanelere ulaştırılmıştı. Bu verilerin de or-
Alman Federal Adalet Mahkemesi 2016 yılında, “bir hastalık ya da kaza nedeniyle kalıcı beyin hasarı alınması durumunda yaşam süresini uzatan tedbirlerin alınmaması”nı isteyen bir hastanın bu yöndeki vasiyetnamesinin geçersizliğine karar verdi.
taya koyduğu üzere birçok vasiyetname ya mevcut değil ya da eksikliklerden dolayı hükümsüz.
bir tedavi yöntemi olmalıdır ve karar hastanın tahminî isteği ile çelişmemelidir.
Almanya’da ölüm öncesindeki anayasal şartların temel sorularından biri, hasta özerkliği bağlamında kişinin kendi kaderini tayin etme hakkı (Alm. “Selbstbestimmungsrecht”) ile devletin kişinin yaşamını koruma yükümlülüğünün nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiğidir. Kişinin kendi kaderini tayin hakkını devletin koruyuculuk görevi ile uzlaştırmak söz konusu olduğunda zorluklar artar. Bu sorun, hastanın vasiyetnamesi olmadığında veya vasiyetnamede verilen kararlar mevcut duruma uygulanabilir değilse önem arz eder. Bu durumda gerekli tedavi kararlarını alabilmek için bir bakıcı/vekil tayin edilir. Vekil olan kimse, hastanın isteklerini gözetmek mecburiyetindedir. Vekilin, hastanın önceki istek ve yaşam şeklini göz önünde bulundurarak hastanın vereceği tahminî kararı tespit etmesi gerekir. Bu gibi durumlarda bakıcı veya yetkili, mevcut bir vasiyet olmadığında ya da mevcut olan uygulanabilir olmadığında hastanın varsayılan iradesi ve tahminî isteklerini göz önünde bulundurarak karar vermelidir.
Yaşamı destekleyen tıbbi tedavi sürecinin başlatılması veya sürdürülmesi konusunda kararsızlık oluştuğunda karar vermek için bir kurul görevlendirilmelidir (hasta vasiyetnamesi olmadığı takdirde). Böylelikle bu kararın hastanın isteğini yansıtıp yansıtmadığı belirlenir.
Hastanın vasiyetnamesi mevcut hastalık durumu için geçerli değilse veya hasta, tıbbi tedavilerin imkânı ya da sonradan oluşan tıbbi gelişmeler hakkında bilgi sahibi değilse, bağlayıcılığı kalmaz. Bu durumda vekil, Medeni Kanundaki kurallara göre karar verir. Denetim Mahkemesi sadece bir anlaşmazlık durumunda vazifelendirilir. Bununla birlikte mahkeme, durumu inceleme ve denetlemekle sorumludur. Sonuç olarak Denetim Mahkemesi, üç şartın karşılanması durumunda vekilin kararını kabul etmelidir: Hastanın hastalığı geri dönüşü olmayan ölümcül olmak zorundadır; sunulan tıbbi
Tedavinin Sonlandırılması İsteği: Hasta Ölüme Terk Edilmeyi Vasiyet Edebilir Mi? Tıbbi alanda teknolojik imkânların artmasıyla birlikte hastaların ölüm sürelerini uzatmaya yönelik tedavi süreçleri yürürlüktedir. Öyle ki mevcut durumda “aşırı müdahaleler” (Alm. “Überbehandlung”) gibi sorunlardan bahsedilmektedir. Peki ölüm sürecine gelen bir hasta, Alman hukukuna göre makinelere bağlanmadan ölüme terk edilmeyi talep edebilir mi? Hasta vasiyetnamesi bağlamında en çok tartışma konusu olan meselelerden biri, yaşam destek önlemlerinin sonlandırılması kararıdır. Hastanın hayatını koruma görevi, ölümüne kadar doktora aittir. Doktor, hastanın doğal ölme talebi olmadığı sürece, hastanın yaşamını korumak için bütün önlemleri almalıdır.5 Hasta kendi iradesiyle tedavinin sonlandırılması veya sınırlandırılmasını dilerse, bu Ceza Hukuku bağlamında bir suç teşkil etmemektedir. Hastanın kendi isteği üzerine solunum cihazının kapatılması, tedavinin sonlandırılması kapsamına girmektedir. Hasta kişi tarafından arzulanan tedavinin kesilmesi durumu, hastalığın aşaması ve türünden bağımsız olarak ceza kapsamına girmemektedir. Örneğin yapay beslenmeye son vermek hastanın isteği doğrultusunda gerçekleştirebilmektedir.
SAYI 295 • KASIM 2020
45
D O S YA
Belirli tıbbi müdahaleleri kendi iradesiyle reddeden bir hastanın hakkına karşı çıkmak için bir sebep yoktur. Hastanın vasiyetnamesinde belirlenmediği takdirde tayin edilmiş vekil ile veya Denetim Mahkemesi yardımıyla hastanın varsayılan isteği doğrultusunda bir karara bağlanması gerekir. Sonlanan bir yaşamı ne pahasına olursa olsun sürdürmek için yasal bir zorunluluk yoktur. Bunun yerine insan onuruna saygıyı gözeterek örneğin palyatif bakıma geçmek mümkündür. Genel sosyo-etik bakış açısının gerektirdiği tıbbi önlemler, hastanın isteği dışında olduğu sürece dikkate alınmamalıdır. Almanya’da yalnızca yaşamı destekleyen tedavinin başlatılmasına veya sürmekte olan tedavinin sonlandırılmasına, yani “dolaylı ölüm desteği” olarak adlandırılan eylemlere izin vardır. Dolayısıyla daha önce başlamış bir hastalık sürecinin hastalığı tedavi etmeyerek devam etmesi mümkündür. Böylelikle hasta ölüme terk edilebilir. Yaşamın sonlandırılmasını hedefleyen aktif müdahaleler ise yasaktır ve Ceza Hukuku bağlamında suç teşkil eder.6 Hastanın vasiyetnamesinin ihmali veya göz ardı edilmesi, bedensel yaralama suçuyla yargılanabilir.7 Almanya’da Ölüm Desteği Son senelerde ölüm desteği ve intihara yardım meseleleri Almanya’da büyük tartışma konusu oldu ve farklı hukuki düzenlemelere yol açtı. Almanya’da doktorun, ölüm sürecinde olan kişinin hayatını aktif bir şekilde sonlandırması yasaktır. Ancak dolaylı veya pasif olarak, örneğin tedavi sürecini sonlandırmak gibi bir ölüm desteği mümkündür.8 Böyle durumlarda doktorların hastaları palyatif veya hospis gibi bakım hizmetlerine yönlendirmeleri öngörülür. İsviçre örneğine karşı olarak Almanya’da intihar yardımına (ticari) destek Ceza Hukuku bağlamında yasaktı ve bir suç teşkil ediyordu. Almanya Anayasa Mahkemesi 26 Şubat 2020 tarihinde açıkladığı kararda Ceza Hukukunun bu maddesinin9 kaldırıldığını açıkladı. Bu karara göre kişinin kendi ölümünü talep etme hakkı insan onurunun korunması maddesi kapsamına girmiştir.10 Bununla birlikte, bireyin kendi hayatını belirlediği şekilde sona erdirme
46
SAYI 295 • KASIM 2020
hakkının geliştirilmesi ve yeterli alanın sağlanması gerekmektedir. Bu yeni düzenleme anayasal bağlamda elbette belirli kısıtlamalar ve koşullara tabi olacaktır. Almanya’da bu yasal durum ölüm desteği bağlamında yeni bir dönem açarak birçok dinî ve etik tartışmalara sebep olacaktır.11 Diğer Avrupa Ülkelerindeki Yasal Durum: Fransa’da Hasta Vasiyetnamesi Avrupa çapında bir hasta vasiyetnamesi düzenlenmesinin imkânsızlığından dolayı her ülkenin kendi yasal düzenlemeleri önceliklidir.12 Fransa’da 2005 yılından itibaren kamusal alanda yenilenen düzenlemeler hasta vasiyetnamelerini geçerli kılıyor (Fr. “Code de la santé public”). Bu vasiyetnamelerin üç yıllık bir tedavi süresini aşmaması gerekmektedir ve doktorlar için kesin bir bağlayıcılığı yoktur. Doktorlar aldıkları kararlarda bu vasiyetnameleri sadece dikkate almakla sorumludurlar. Hasta kendisinin karar alma yetisinin olmaması durumunda bir vekil belirleyebilir. Fransa’da pasif ölüm yardımı için açık kurallar belirlenmiştir. Özellikle yüksek dozlarda uygulanan ilaçlar için dokümantasyon zorunluluğu vardır. Bunların ilerisine geçen bütün önlemler Ceza Hukuku kapsamında yasaklanmıştır. Avusturya’da Hasta Vasiyetnamesi13 Avusturya’da ise hasta vasiyetnameleri daha kapsamlı bir prosedür süreci gerektirir. Doktorlar vasiyetnameler hakkında bilgi vermek, bu bilgileri belgelemek zorundadırlar. Aynı zamanda tıbbi bilgilerin, hastanın yaşadığı ya da en azından hastanın aile ortamından bilinen belirli hastalıklara özgü olması gerekir. Ardından noter veya avukat tarafından bir bilgilendirme gerçekleşerek belgelenmesi gerekir. Bu prosedür tamamlandığında vasiyetnamenin doktor için beş yıl bağlayıcılığı vardır. Beş yılın ardından bütün prosedür tekrarlanmalıdır. Bağlayıcı olan bu vasiyetnamenin dışında sadece dikkate alınması gereken bir vasiyetname formu da mümkündür. Hollanda’da Hasta Vasiyetnamesi Hollanda, hasta vasiyetnameleri bağlamında çok geniş kapsamlı bir düzenlemeye sahiptir. 2002 yılından beri bazı aktif ötanazi formlarına da izin
verilmiştir. Tedavi edilemeyen ve acı çektiren bir hastalık, hasta için “umutsuz ve dayanılmaz” ise; doktorun hastanın isteği üzerine öldürme eylemi cezalandırılmamaktadır. Bunun için bu isteğin birbirinden bağımsız iki doktor tarafından tespit edilmiş olması gerekir. Her ötanazi vakası doktorlar tarafından rapor edilip bildirilmelidir. Bu vakalar doktorlar, etik uzmanları ve hukukçuların bulunduğu bir komisyon tarafından geçerli olduğuna dair değerlendirilecektir. Aksi takdirde komisyonun savcılığı bilgilendirme yükümlülüğü vardır. Belçika’da Hasta Vasiyetnamesi Belçika, Hollanda’daki düzenlemeyi takip ederek bazı durumlarda aktif ölüm yardımına izin vermiştir. Hastanın vasiyetnamesi bağlamında önceden belirlenmiş bir ölüm yardımı isteği, iki şahit karşısında beyan edildiyse ve beş seneyi aşmamışsa dikkate alınmaktadır. İsviçre’de Hasta Vasiyetnamesi İsviçre Ceza Hukuku bağlamında dolaylı ve pasif ötanazi ve ölüm yardımı mümkündür. Hukuki gelişmelerden dolayı hasta vasiyeti de mümkün kılınmaktadır. İsviçre’de hasta vasiyetnamelerinin içerik olarak belirli tedavi taleplerini veya belirli önlemleri kapsaması gerekir. Bununla birlikte, hasta tedavi şekillerine karar vermesi için bir kişi tayin edebilir. Hasta vasiyetnamesinin mevcudiyetini ve bulunduğu mekânı sigorta kartına işlemek mümkündür.14 Değerlerin Tespiti Corona krizi sürecinde hasta ve vekâlet vasiyetlerinde verilerin çoğaldığı gözlemlendi.15 Bu durum hastaların kendilerini ölüm sürecine daha yakın gördükleri bir durumda yaşamlarının son dönemlerinde karşılaşabilecekleri durumlar üzerine daha çok düşündüğünü göstermektedir. Genel anlamda tıbbi teknolojik yenilikler hastaların ölüm süreçlerinde birbirinden farklı tedavi metotlarını mümkün kılıyor. Hayatlarının son dönemlerine gelmiş olan hastalar isteklerini ifade etmekte zorlanabiliyor ve savunmasız kalabiliyorlar. Ölüm süreci birçok birey için dinî açıdan büyük sorumlulukları gerektiren bir süreç. Hukuki
bağlamda tavsiye edilen düzenlemeler dinî veya etik olarak kişinin kendi değerleriyle çelişebilir. Bu kararların, üçüncü şahısların yorumlarına bırakılması ve böylece hastanın kendi isteğinin dışında bir kararın alınması da muhtemeldir. Sonuç olarak hastanın öncesinde mevcut hukuki imkânları değerlendirerek, kendi inanç ve değerlerini tespit ederek, kendisi için en uygun kararları alması ve kendini temsil edecek şahısları vasiyet etmesi, ölüm döşeğinde kendi onurunu korumak adına büyük önem taşır. Kaynaklar • Bergmann, Karl Otto/Pauge, Burkhard/Steinmeier, Heinz Dietrich, Gesamtes Medizinrecht, 3. Auflage 2018. • Deinert, Olaf/ Welti, Felix, StichwortKommentar Behindertenrecht, 2. Auflage 2018. • Heinz, Kammeier, „Patientenverfügung: Ein Instrument zur Wahrung der Patientenautonomie” in: Rechtsdepesche für das Gesundheitswesen, 2009, S. 53- 97. • Heggen, Marc „Regelung der Patientenverfügung im europäischen Ausland”, in: Familie Partnerschaft Recht, 2010, S. 249- 304. • Spickhoff, Andreas, Medizinrecht, 3. Auflage 2018, München. • o.V., „Nur jeder zweite Intensivpatient hat eine Vorsorgevollmacht“ in: aerzteblatt.de, 2017, URL: https://www.aerzteblatt.de/nachrichten/77767/Nur-jeder-zweite-Intensivpatient-hat-eine-Vorsorgevollmacht. • o.V., „Immer mehr Bürger befassen sich mit Vorsorgevollmachten”, in: aerzteblatt.de, 2020, URL: https://www.aerzteblatt.de/nachrichten/112096/Immer-mehr-Buerger-befassen-sich-mit-Vorsorgevollmachten.
Dipnotlar 1. Beschluss vom 6. Juli 2016 – XII ZB 61/16. 2. Olaf Deinert/Felix Welti, StichwortKommentar Behindertenrecht, 2.Aufl. 2018, Patientenverfügung Rn. 1-7. 3. RDG 2009, 66, beck-online. 4. o.V., „Nur jeder zweite Intensivpatient hat eine Vorsorgevollmacht“ in: aerzteblatt.de, 2017, URL: https://www.aerzteblatt.de/nachrichten/77767/Nur-jeder-zweite-Intensivpatient-hat-eine-Vorsorgevollmacht. 5. Otto Bergmann/Burkhard Pauge/Heinz Dietrich Karl Steinmeyer, Gesamtes Medizinrecht, 3. Aufl. 2018, BAÖ § 1 Rn.23-26. 6. Andreas Spickhoff, Medizinrecht 3.Aufl.2018, StGB §216, Rn.7. 7. Andreas Spickhoff, Medizinrecht, Rn. 6-22. 8. Otto Bergmann/Burkhard Pauge/Heinz Dietrich Karl Steinmeyer, Gesamtes Medizinrecht, BAÖ § 1 Rn. 23, beck-online. 9. §217 StGB. 10. Art. 1 Abs.1 GG i.V.m. Art. 2 Abs.2 GG. 11. BVerfG, Urteil des Zweiten Senats vom 26. Februar 2020. 12. FPR 2010, 272, beck-online. 13. https://patientenverfuegungformular.de/gueltigkeit-fuer-patientenverfuegungen-in-europa/ 14. FPR 2010, 272, beck-online. 15. o.V., „Immer mehr Bürger befassen sich mit Vorsorgevollmachten”, in: aerzteblatt.de, 2020, URL: https://www.aerzteblatt.de/nachrichten/112096/Immer-mehr-Buerger-befassen-sich-mit-Vorsorgevollmachten.
SAYI 295 • KASIM 2020
47
D O S YA
*Dr. Öğr. Üy., İbn Haldun Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi
48
SAYI 295 • KASIM 2020
İslam’a Göre Hayatın Sonunda Tedaviden Vazgeçmenin Hükmü Avrupa’da hasta vasiyetnameleri ile yaşamın son dönemi için kişinin tedavi tercihlerini önceden belirtmesi mümkün. Peki İslam’a göre kişinin tedaviden vazgeçmesi mümkün mü? Konuya İslam fıkhı açısından bir değerlendirme. Tu b a E r ko ç B ayd a r *
© Joe MoJo/shutterstock.com
SAYI 295 • KASIM 2020
49
D O S YA
1792 yılında Hufeland, Weimar’da ilk morgu inşa ettiğinde insanlarda ölmeden önce öldürülme korkusu başlamış ve morgdaki insanların gerçekten ölü olduklarından emin olmak için ölünün uzuvları (kol ve bacakları) sicimle silindir üzerindeki çanlara bağlanmıştı. Bu dönemde tıbbi olarak anlaşılmayan ölümden sonraki omurilik reflekslerinin ölüdeki yaşam işareti olarak görülmesi, böyle bir düzeneğin varlığını gerektirmiş ve çan sesiyle morg görevlisi uyarılarak ölümün erken ilan edilme tehlikesi ortadan kaldırılmak istenmişti. Günümüzde ise tıp dünyasındaki hızlı ilerlemeler, kritik durumdaki hastalara uygulanan yaşam destek tedavilerinin oldukça gelişmesi, yoğun bakımda kalma süresinin uzamasını ve eskiden yaşama şansı olmayan hastaların bu ünitede tedavi altına alınmasını sağladı. Uygulanan tanı ve tedavi yöntemleri, transplantasyon, onkolojik tedaviler, üst düzey cerrahi girişimler ve yoğun bakım gerektiren hasta sayısının artması gibi hususlar geçmişin aksine ölüm sürecinin uzaması korkusunu ortaya çıkarmış ve Müslüman bir kimse için birçok sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu sorunların başında İslam’a göre tedavinin anlamı, hastaya herhangi
50
SAYI 295 • KASIM 2020
bir yararı olmamasına rağmen yoğun tedavileri uygulamanın ne derece gerekli olduğu, bazı klinik parametreler bir araya geldiğinde tedavinin sonlandırılıp sonlandırılamayacağı, hastanın tedaviyi reddetme hakkının bulunup bulunmadığı ve son olarak sağlık-bakım kaynaklarının triyaj (öncelik) gözetilerek paylaştırılması gelmektedir. Özellikle ileri teknoloji ürünü olan yaşam destek tedavilerinin kullanılmasında, yaşamın mı ölümün mü uzatıldığı, hastaya bu tedaviyle fayda mı zarar mı verildiği ve kaynakların etkili kullanılıp kullanılmadığı sorgulanmalıdır. Ayrıca yaşamın ilk anından son anına kadar önemli etkileri bulunan tedavinin özellikle de hayatın sonu söz konusu olduğunda sınırları ve amaçlarının üzerinde durulmalı ve hasta için tedavinin bir seçenek mi yoksa dinî bir zorunluluk mu olduğu sorgulanmalıdır. Bu sorulara cevap bulmak adına öncelikle tedavinin esirgenmesinin tanımı ve temel hususları üzerinde durulacak, daha sonra ise tedavinin esirgenmesinin nedenlerinden hareketle meselenin dinî boyutu incelenecektir. Tedavinin Esirgenmesi Nedir?
İngilizcede “withholding and withdrawing treatment” şeklinde ifade edilen tedavinin esirgenmesi, Türkçeye çeşitli ifadelerle tercüme edilmiştir. Kimi araştırmacılar bu kavramı ifade etmek üzere tedavinin sonlandırılması veya başlatılmaması tabirini kullanırken kimileri ise tedavinin durdurulması, geri çekilmesi veya uygulanmaması gibi çeşitli ifadelere yer verir. Tedavinin esirgenmesi yaşamı desteklemek amacıyla başlatılmış, ancak artık ölüm sürecini uzattığı düşünülen tedavilerin sonlandırılmasına denilmektedir. Bir başka deyişle tedaviyi esirgemek, tedavi edici bir müdahalenin yapılmaması anlamındadır. Tanımdan da anlaşıldığı üzere tedavinin esirgenmesi pasif ötanaziden farklıdır. Pasif ötanazide faydalı ve hayati olmasına rağmen tedavinin durdurulması söz konusu iken tedavinin esirgenmesinde faydasız olarak görülen ve artık ölüm sürecini uzattığı düşünülen tedavilerin sonlandırılması söz konusudur. Tedavinin esirgenmesinin iki temel formu vardır. Bunlardan birincisi hâlihazırda başlatılan tedavinin sonlandırılması, ikincisi ise faydasız olarak görülen tedavinin hiç başlatılmamasıdır.
İster başlatılmayarak ister sonlandırarak olsun tedavinin esirgenmesinin nedenleri hastanın bizatihi kendisinden, tedavinin niteliğinden ve diğer etmenlerden kaynaklananlar olmak üzere üç kısma ayrılır. Bu nedenler içerisinde en önemlisi ise uygulanan veya uygulanacak olan tedavinin beyhude oluşudur. Tedavinin esirgenmesinin hükmüne geçmeden önce bazı hususları hatırlatmakta fayda vardır. Hayatın kutsallığı, öldürmenin günah, insan hayatının dokunulmaz oluşu nedeniyle insan hayatı ile ilgili bir karar verildiğinde oldukça dikkatli olunması gerekir. Nitekim haksız yere bir insanın ölümüne sebebiyet vermek ciddi bir uhrevi sorumluluğu beraberinde getirir. İnsanla irtibatlı herhangi bir durum değerlendirildiğinde meselenin uhrevi boyutunu dikkate almak, yani dünyadaki her şeyin anlamının ahiret ile tamamlandığının farkında olmak gerekir. Dünyada yaşanan acı, sıkıntı ve hastalık gibi olumsuzlukların arzu edilen bir durum olmamasıyla birlikte farklı bir anlamının bulunduğu hayatın sonu ile ilgili meselelerde dikkate alınmalıdır. Çekilen sıkıntıların ve hastalıkların uhrevi hayatta günahlardan
© Pratchaya.Lee/shutterstock.com
SAYI 295 • KASIM 2020
51
D O S YA
Pasif ötanazide faydalı ve hayati olmasına rağmen tedavinin durdurulması söz konusu iken tedavinin esirgenmesinde faydasız olarak görülen ve artık ölüm sürecini uzattığı düşünülen tedavilerin sonlandırılması söz konusudur.
arınmaya vesile olacağı ve insanın makamını yükselteceği müjdesi bu anlamların başında gelmektedir. İslam’da Ölüm Temennisinin Yasak Oluşu Ayrıca İslam’ın insanlara geniş ölçüde hak ve özgürlük alanı tanınmakla birlikte mutlak anlamda özgürlük anlayışını benimsemediği ve bazı durumlarda insana belirli sınırlar koyarak müdahale ettiğini de bilmek gerekir. İslam’ın müdahale ettiği bu alanların başında insan hayatının korunması gelir. Öldürmenin büyük günah sayıldığı, intiharın açık ve net bir şekilde yasaklandığı ve kişinin canını tehlikeye atacak eylemlerden kaçınmasının farziyeti düşünüldüğünde bu müdahale açıkça görülür. İslam’a göre bir kişinin dünyevi sıkıntılardan ötürü ölümü temenni etmesinin dahi hoş karşılanmadığı göz önünde bulundurulduğunda bu müdahalenin sınırları daha açık ve net bir şekilde anlaşılır. İnsanların ölümü temenni etmesini hoş karşılamayan Hz. Peygamber (s.a.v.), ölümü temenni etmek yerine Müslümanların “Rabbim! Hakkımda hayat hayırlı ise yaşat, ölüm hayırlı ise canımı al.” şeklinde dua etmelerini tavsiye etmiştir. Ölümü temenni etmek hadiste yasaklandığı gibi İslam âlimleri tarafından da hoş karşılanmamaktadır. İslam âlimleri hastalık durumunda tedavinin araştırılmasını tavsiye etmektedir. İslam, mucizevi bir şekilde iyileşmenin imkân dâhilinde olduğunu kabul etse de sünnetullah gereği belli sebep-sonuç ilişkilerini kabul eder. Bu nedenle hastalandığı zaman tedaviye başvurmak Allah’ın koyduğu düzene uymaktır. İslam âlimleri tedaviye başvurmayı mutlak anlamda müstehap kabul etmekle birlikte şahıslara ve durumlara göre hükmünün değiştiğini belirtir. Terk edilmesi hâlinde,
52
SAYI 295 • KASIM 2020
kişinin canının ya da bir organının kaybedildiği veya zarar gördüğü; ya da bulaşıcı hastalıklarda olduğu gibi hastalığın başkasına bulaşma tehlikesi söz konusu olduğunda tedavi vacip hâle gelir. Can veya organ kaybı ve bedenin zayıf düşmesi gibi herhangi yan etkisinin olmadığı durumda ise kişinin tedaviye başvurması hoş karşılanmakla birlikte, tedaviye başvurmadığında herhangi bir sakıncası yoktur. Tedavinin işe yaramadığı ve artık beyhude bir hâl aldığı durumda ise tedaviyi sonlandırma veya başlatmama belli koşullarda mümkündür. Tedavinin faydalı olup olmadığı tıbbi kriterlere göre belirlenmelidir. Fizyolojik olarak hiçbir yararı olmayacak tedaviler, fizyolojik olarak yararlı olma olasılığı çok düşük olan tedaviler ve sonuçları belirsiz ya da tartışmalı tedaviler bu kapsamdadır. Hanefî, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî fukahasının çoğunluğuna göre ölmek üzere olan bir kimsenin tedavi olmasının hükmü, tedavinin niteliği ile, bir başka deyişle faydalı olup olmadığı ile doğrudan alakalıdır. Hayati bir tehlike söz konusu olduğunda canı kurtarmak farzdır. Aynı şekilde açlıktan ölmek üzere olan bir kimsenin haram olsa bile canını kurtarmak için bulduğu şeyleri yemesi farz kabul edilmektedir. Faydası kati kabul edilen tedavinin yeme içme ile aynı olduğu Gazzâlî tarafından açıkça dile getirilir. Bu durumların söz konusu olmadığı, ancak tedavinin bırakılmasının bedenin zayıf düşmesine yol açtığı durumlarda ise müstehap olduğunu söylemek mümkündür. İslam’da Tedavinin Sürdürülmesi ve Durdurulması Tedavinin faydasız ve gereksiz olduğu bir durumda tedavinin sonlandırılması veya başlatılmaması konusunda hastanın kararı esas
alınmalıdır. Hastanın isteğine binaen tedavi verilmeyebilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de vefat ettiği hastalığında tedavi olmayı istememiş ve ilaç almasına dair ısrarlara kızmıştır. Ancak burada üzerinde durulması gereken nokta, bu hadisenin Hz. Peygamber’in (s.a.v.) son hastalığında gerçekleştiğidir. Bir başka deyişle ilahî bildirme ile vefatının yaklaştığını bilen Hz. Peygamber’in artık aldığı ilaçların faydalı olmayacağını bildiğinden zorla ilaç verilmesini hoş karşılamamış olması muhtemeldir. Daha önceki dönemlerde ise Hz. Peygamber’in doktorları çağırarak tedavi olduğu ve tedavi olmayı bizzat teşvik ettiği bilinmektedir. Faydasız tedavinin sürdürülmesi fiziki ve psikolojik yıpranmaya neden olur. Hem hasta hem de yakınları için zor olan bu süreçte gereksiz tedaviler durumu daha da zorlaştırabilir. Hasta yakınları psikolojik olarak yıprandıkları gibi ekonomik anlamda da zor durumda kalabilirler. Hayati veya ciddi bir zararın söz konusu olduğu durumlarda faydalı ve gerekli olan tedavilerin uygulanması ise bireyin veya herhangi bir kimsenin tercihine bırakılmamalıdır. Çünkü yeme içmede olduğu gibi faydalı olacağı bilinen bir eylem hayat kurtaracaksa bunun mutlaka
yapılması gerekir. Kişi kendi canı hakkında tasarruf hakkına sahip değildir. Hayat, insana bahşedilen bir haktan ziyade ilahî teklifin bir parçası olduğundan insanın bedeni üzerinde sınırsız yetkisi yoktur. Can insana verilmiş bir emanettir. Netice itibarıyla tedavi hakkında genel geçer bir hüküm vermek yerine hükmün şahıslara ve durumlara göre farklılık arz ettiğini söylemek daha doğrudur. Öldürmek kastıyla hastanın bir müddet daha yaşaması için gerekli olan tedaviyi sonlandırarak hastayı ölüme terk etmek şeklinde tanımlayabileceğimiz pasif ötanazi, İslam hukuk literatüründe bir görevin (vacibin) terk edilmesi suretiyle bir kimsenin ölümüne sebep olmayı ifade eder. Bu durumda bu kararı veren kimseler bundan sorumlu tutulacaklardır. Ancak tedavinin işe yaramadığı ve artık gereksiz bir hâl aldığı durumda ise tedavi farklı bir kategoridedir. Bu durumda hasta tedaviyi reddetme hakkına sahiptir. Doktorun da görevi gereği hastanın hayatını korumakla mesul tutulmasının yanında bu mesuliyet imkân dâhilinde doktora yüklenmelidir. Çünkü kişi, ancak takat getirebileceği şeylerden sorumludur. Hastanın talebi ve isteği tedavinin faydasız olarak nitelendiği durumda doktorun eyleminin önüne geçmektedir.
“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Enbiyâ suresi, 21:35)
CIMG FRANCE | CENAZE FONU CIMG France - Confédération Islamique Millî Görüş | İslam Toplumu Millî Görüş 64 rue du Faubourg Saint-Denis | 75010 Paris | T 01 45 23 41 55 | F 01 47 70 34 96 info@cenazefonu.fr | www.cenazefonu.fr
SAYI 295 • KASIM 2020
53
54
SAYI 291 295 • MAYIS KASIM 2020
D O S YA - S Ö Y L E Ş I
“MÜSLÜMANLAR HASTALIĞIN CIDDIYETI VE ÖLÜM HAKKINDA KONUŞMAK İSTEMIYOR” 60’LI YILLARDA ALMANYA’YA GELEN GÖÇMENLERDEN BIR KISMI, ŞIMDILERDE YAŞAMLARININ SON DÖNEMINDELER. BU NESLIN HOSPIS VE PALYATIF BAKIM HAKKINDAKI BILGILERI ISE OLDUKÇA KISITLI. ESSEN ÜNIVERSITE HASTANESI HOSPIS HIZMETLERI’NDE ÇALIŞAN BIYOLOG DR. FERYA BANAZ-YAŞAR ILE MÜSLÜMAN HASTALARIN HOSPIS VE PALYATIF BAKIMA YAKLAŞIMINI KONUŞTUK.
Kübra Zorlu
Müslümanların hospis ve palyatif bakım kavramlarıyla ilişkisi nasıl sizce? Gerek palyatif bakım, gerek hospis alanları Müslümanlar tarafından ne yazık ki pek bilinmiyor. Bilinmediği için de hastalarımız bu alanların imkânlarından faydalanamıyor. Palyatif tıp ve hospiste esas olan, tedavisi mümkün olmayan ve hayatının son anlarını yaşayan hastaların yaşam
kalitesini yüksek tutmaktır. Dört alanda hastanın ihtiyaçları giderilmeye çalışılır: Fiziksel, ruhsal, dinî-spiritüel ve psikososyal. Tabii bu zor süreçte aileleri de mümkün olduğu kadar desteklemeye çalışıyoruz. Hospislerde bizim gibi koordinatörlerin dışında, gönüllü çalışanlar var. Gönüllü çalışanlar boş vakitlerinde insanlara yardımcı olmak istiyorlar.
SAYI 295 • KASIM 2020
55
D O S YA - S Ö Y L E Ş I
Bu alanda gönüllü çalışabilmek için, daha önce yaklaşık 10 aylık bir eğitim ve 20 saatlik bir staj görmüş olmak gerekiyor. Ben 2008 yılında bu eğitimi aldıktan sonra, Essen Üniversite Kliniğinde bu alanda gönüllü olarak çalışmaya baslamıştım. 2017 senesinde ise gönüllülükten, hospis koordinesi görevine geçiş yaptım. Müslümanlar arasında hospis ve palyatif bakım konusunda bir ihtiyaç var mı? Özellikle Müslüman aileler hastalarının bakımını kendileri üstlenmeye çalışıyorlar. Bu durum aileleri zorlayabiliyor. Ayrıca artık ilk kuşakta olduğu gibi kalabalık ailelerimiz de yok. Hasta bakımını üstlenen kişiler, günlük işlerinin yanı sıra, yakınlarına bakmakta zorlanabiliyorlar. Hastane personeli ve doktorlar ise Müslüman ailelerin genelde kalabalık olduğu ön kabülünden yola çıkarak, mevcut yardımları Müslüman ailelere sunmuyorlar. Örneğin doktorlar son zamanlarını yaşayan ve tedavi şansı olmayan bir hastayı eve gönderdiklerinde, “Aile fertleri zaten ilgilenir” düşüncesiyle palyatif bakım personeli imkânını hastaya teklif etmiyorlar. Müslüman hastalar da bu gibi sebeplerle ne yazık ki mevcut imkânlardan faydalanamıyor.
Müslümanlar genelde hasta durumunun ciddiyeti ve ölüm ile ilgili konuları aralarında konuşmak istemiyorlar. Aileler doktorların da hastayla bu konuları konuşmalarını önlüyorlar.
Ölüm arefesindeki Müslüman hastaların ihtiyaçları diğer, yani gayrimüslim hastalardan çok da farklı değil aslında. Eğer hasta genç ise, ailelerin maddi sorunları olabiliyor veya çocuklara bu durumun nasıl açıklanacağı ile ilgili tereddütler yaşanıyor. Gözlemlediğimiz bir diğer şey ise, Müslümanların genelde hasta durumunun ciddiyeti ve ölüm ile ilgili konuları aralarında konuşmak istemiyor olmaları. Aileler doktorların da
56
SAYI 295 • KASIM 2020
hastayla bu konuları konuşmalarını önlüyorlar. İlk etapta hastayı koruyor olsalar da, bu durum aile içinde ölüm öncesi vedalaşmayı engelleyen bir şey. Herkes olayın farkında, ama kimse bu ciddi konuları konuşmuyor. Mevcut durumda Müslüman hastaların da hospis ve palyatif bakıma ihtiyaçları var, ama bu ihtiyaç ne yazık ki yeterince karşılanmıyor. Hospisler, sivil toplum angajmanıyla oluşmuş kurumlar. Mevcut hospislerde görev yapan gönüllüler, farklı din ve kültüre sahip olan hastalarla iletişim kurmakta zorlanıyor ve çekiniyorlar. Biz Essen Üniversite Hastanesi’nde bu engeli aşmak adına gönüllüleri eğitirken farklı din ve kültürleri de tanıttık. Ayrıca katılımcılar arasında farklı din ve kültürlere sahip olanlar da vardı. Dolayısıyla bu tür eğitimleri alan gönüllüler sayesinde birçok hastaya hizmet verebiliyoruz. Temennimiz diğer hospislerin de farklı kültürlerden gönüllülere ulaşıp hizmet sunmaları. Hospis ve palyatif bakım desteği alan Müslümanların en büyük ihtiyaçları neler?
Müslüman hastaların en fazla ihtiyaç duyduğu alan hastalık süresince bilgi aktarımı. Gerek tedaviler ve gerekse hastalara sunulan hizmetler ile ilgili bilgi hastalara yeterince aktarılamıyor. Ayrıca anadilde psikoonkoljik danışma imkânı da çok sınırlı. Hastalık teşhisi konulur konulmaz, bu zor süreç esnasında psikolojik destek almanın tedavi sürecinde çok önemli olduğu biliniyor. Bu destek tabii hayatın son evresinde daha da önemli olabiliyor. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde de olsa yaşamın son evresinde bir nevi yaşam
muhasebesi yapılıyor. Bunu profesyonel bir şekilde desteklemek gerek. Hospis alanında kültürler arasında çatışmalar da yaşanıyor mu?
Öncelikle iyileşme imkânı olmayan hastalıklarda kesinlikle hastalara sunulan imkânlar ile ilgili bilgi alınması gerek. Bu bilgilerin tedavi görülen doktordan talep edilmesi mümkün.
Ayrıca bu alanlarda çalışacak gönüllülere ihAlmanya’da sağlık alanında çalışan doktor ve tiyaç var. Bu satırları okuyan hemşireler zaman zaman zor duherkese tavsiyem, bulundukları rumda kalabiliyor. Örnek vermek şehirlerdeki mevcut hospislere gerekirse, Müslüman bir hasta öldübaşvuruda bulunsunlar. Hosğünde akın akın gelen kalabalıklar pisler seve seve yardımcı olurkarşısında sağlık personeli bazen çaMüslüman lar. Çünkü Almanya’nın her resiz kalabiliyor. Rutin çalışmaların yerinde Müslüman hastaların hastaların en da devam etmesi gerektiği durumbu alanda yardıma ve desteğe larda, insanları bu zor günlerinde fazla ihtiyaç ihtiyacı var. Ayrıca bu konuyla rencide etmemek için gergin ortamyakından ilgilendikçe, kendileduyduğu alan lar oluşabiliyor. Bu tür durumlarda rinin de değiştiğini ve geliştiğiiki tarafın da anlayışlı olması şart. hastalık süni, hayata farklı bakmaya başlaSizin bu çalışmalarda karşılaşdıklarını fark edecekler. resince bilgi tığınız zorluklar neler? Bakım esnasında sizi en etaktarımı. GeEn fazla zorluğu tedavi imkânkileyen olay neydi? ları tükendiğinde yaşıyoruz. Hasrek tedaviler ve Çalıştığım alan çok hassas talar ve aileleri bu durumu kabul bir alan. Hastalarımızla çok yagerekse hasedemiyorlar. Bazı tedavilerin özelkından ilgileniyoruz. Bizimle likle hastalık ilerlemiş olduğunda talara sunulan birçok konuyu paylaşıyorlar. faydasından çok zararı ve yan etkisi Bazen aile içi kırgınlıklarda ve hizmetler ile olabiliyor. Buna rağmen aileler bu dargınlıklarda aracılık yaptığıtedavileri isteyebiliyor. Genelde ilgili bilgi hasmız da oluyor. Özellikle Müslühasta yakınları bu durumlarda Türman mülteciler ile çok duygusal talara yeterince kiye’den veya farklı ülkelerden doanlar yaşıyoruz. Bazen de çareğal ilaç veya bitkilere başvuruyor. aktarılamıyor. siz kaldığımız oluyor. Tabii bunun dinî boyutu da var. Benim şahsen çok etkilenBiz Allah’tan ümidin kesilmeyecediğim bir durumu paylaşmak ğine ve şifanın da Allah’tan geldiisterim. Dört yaşında bir çocuğine inanıyoruz. Fakat tedavi imğu, ölüm döşeğindeki annesiykânları tükendiğinde, ümidimizi de le vedalaşması için hastaneye yitirmiş oluyoruz. Oysa Müslümangetirdiler. Anne kullandığı ilaçlar olarak ölümden sonra bir hayata inanıyoruz ların etkisiyle sürekli uyku hâlinde, çocuk olayın ve ölümün sadece bir ayrılık olduğunu biliyoruz. farkında değil. Anne kızını görünce kısaca bakıp Ölüm Müslümanlar için bir hakikattir. tebessüm etti, el ele tutuştular. Anne ve kız biraz Müslüman ailelerin ölüm öncesi gibi zor bir elleriyle oynadıktan sonra, anne uyudu. Kız “anne süreçte destek alabilmeleri için nelerin değişmeuyuma” dedi ve annenin elini öperek vedalaştı. Birkaç gün sonra anne hayatını kaybetti. si gerek?
SAYI 295 • KASIM 2020
57
D O S YA
Palyatif Bakım Görevlisi Neşe
Bizim İçin Hiç Ölüm Sıradan “
***********************
58
SAYI 295 • KASIM 2020
şe Ebel:
çbir ” Değil
Almanya’da terminal dönemdeki hastalara yönelik iyi yapılandırılmış bir bakım sistemi var. Birçok hastanede palyatif bakım ünitelerinin yanı sıra, hospis isimli kurumlarda yaşamın son zamanlarında bakım sağlanması da mümkün. Müslüman bir hastanın son günlerini nasıl geçirdiğini, Münih’in en büyük hastanesinin palyatif bakım ünitesinde çalışan Neşe Ebel’le konuştuk. R ü m e y s a Ay d ı n*
© Chinnapong/shutterstock.com
SAYI 295 • KASIM 2020
59
D O S YA
Ö
lüm, herkes için nihai durak. Bu durağa yaklaştığı doktorlar tarafından tespit edilen hastalar, hastanelerdeki palyatif bakım ünitelerinde, hospislerde ya da evlerinde yaşamlarının son zamanlarını geçirebiliyor. Birçok Avrupa ülkesinde hospisler ve palyatif bakım üniteleri, “güzel ölüm” konseptinin vücut bulduğu kurumlar olarak görülüyor. Ölüm döşeğindeki hastalara uygun bir konaklama imkânı, sevgi, şefkat ve acılarını dindirecek ilaçların sunulduğu bu kurumlar, son yıllarda Müslüman hastaların da uğrak yeri. Neşe Ebel, 9 senelik meslek hayatı boyunca kaba bir hesapla en az 5.000 ölüm görmüş bir hemşire. Mesleği, ölüm döşeğinde olan hastalar ve yakınlarıyla ilgilenmek olan Neşe Hanım, sakin ve sevecen bir ses tonuyla bu mesleğe nasıl başladığını anlatıyor. İlk mesleği olan hemşireliğe 2011 yılında Münih’teki bir hastanenin en büyük palyatif bakım ünitesinde başlamış. Onkoloji ve ağrı terapisi alanlarında çalışan Neşe Hanım, hastanede palyatif bölümü açılınca oraya geçmek istemiş. Nedeni sorulduğunda şöyle yanıtlıyor: “Cerrahideki ya da başka bölümdeki hastalar da ağır hasta, ama onlara bakış daha farklı. Hastanenin diğer ünitelerinde hastaların yaralarını sarıp eve gönderiyorsunuz. Ama palyatif hastalar ve yakınlarıyla ilişkiniz çok farklı. Palyatif bölümünde ya da hospiste çalışan doktor ya da hemşireler özel eğitim almak zorunda. Bu işi severek yapmazsanız, hiç yapamazsınız.” Neşe Hanım daha sonrasında hep palyatif bölümde kalmış, fakat bu arada sosyal çalışmacı eğitimi alarak tıbbi alandan psiko-sosyal alana geçiş yapmış. Palyatif bakım istasyonu denildiğinde akla sadece ölüm, kasvet ve yas geliyor. Neşe Hanım
bu düşüncenin her zaman doğru olmadığını söylüyor: “Palyatif bakım istasyonunda her gün gözyaşı yok. Bir hastamız, kansere yakalandıktan sonra tedavileri nedeniyle sevdiği kadınla evlenememişti. Ölmeden önce son isteği evlenmekti. Ona burada nikâh töreni düzenledik. Nikâhtan üç gün sonra vefat etti. 30 sene boyunca kardeşiyle görüşmemiş bir hastamızın kardeşini bulup getirdiğimizde sevinç dolu anlar yaşadık. Genç bir hastamız, atını özlemişti. Atını hastanenin bahçesine getirdik. Bunlar güzel hatıralar olarak hayatımızda yer ediyor.” “Her Hasta Evde Bakılamaz” Ebel, birçok Türk hastanın hospislere mesafeyle yaklaştığını görmüş. “Doktorlar bazı hastaların eve taburcu olamayacağını, hospise gitmelerinin daha iyi olacağını söylüyor. Bazı aileler bu durumu kabullenemiyor. Oysa her hasta evde bakılamaz. Evde bakım bazen hastaya ve ailesine ağır gelebilir. Mesela akciğer kanseri olan, nefes alamayan ve acı çeken hastalar var. Çok büyük yarası olan hastaların yaralarının evde temizlenmesi mümkün değil. Tümörleri vücutlarından taşan, etrafa koku yayan ve sürekli temizliğe ihtiyaç duyan hastalar var. Bu hastalar için hospis bazen tek alternatif olabiliyor.” Özellikle koronavirüs döneminde birçok hasta yakını, hastayı son günlerinde ziyaret edememe endişesiyle hospislere mesafeyle yaklaşıyor. Ebel ölüm döşeğindeki kişilerin kalabalığa ihtiyacı olmadığını vurguluyor: “Ölüm anı 2 saat ya da 2 gün sürebilir. Hastaya kendisini o şekilde birisinin görmesini isteyip istemediğini soramıyorsunuz. Zorla nefes alırken, ağzından bazı sıvılar gelirken ya da altına kaçırırken başkalarının
“Palyatif istasyonun önüne gelip telefonla konuşan, ‘Vah vah, durumu hiç iyi değil. Bir görsen nasıl zor nefes alıyor. Durumu şöyle kötü, böyle berbat’ diyen insanlarla karşılaşıyorum. Bunlar ne hastaya, ne de aileye yardımcı oluyor.”
60
SAYI 295 • KASIM 2020
hastayı görmesi gerçekten de gerekiyor mu, bunu düşünmemiz gerek.” Ebel, ölüm döşeğinde yapılan hasta ziyaretlerinde empati yoksunu birçok kişiyle karşılaşmış: “Palyatif istasyonun önüne gelip telefonla konuşan, ‘Vah vah, durumu hiç iyi değil. Bir görsen nasıl zor nefes alıyor. Durumu şöyle kötü, böyle berbat’ diyen insanlarla karşılaşıyorum. Bunlar ne hastaya, ne de aileye yardımcı oluyor.” Palyatif bakım görevlileri ölüm öncesindeki süreçte hastaya ve ailesine karşı dürüst oluyor ve moral vermek adına boşuna ümit vermekten kaçınıyorlar. Hastayı kandırmak ya da iyileşeceğine dair ona boş bir ümit vermek, palyatif bakım görevlilerinin müracaat etmediği bir yöntem. “Zaten bir hastayı gördüğümüzde ne kadar ömrü kaldığını az çok tahmin edebiliyoruz.” diyen Ebel’in gözlemine göre özellikle Müslüman hastalar, ölüm öncesi süreçte aileleriyle birçok konuyu konuşmaktan imtina ediyor: “Eşlerden biri tedavisi olmayan bir hastalıkla savaşırken karı-koca birbirleriyle bir türlü konuşamıyor. Örneğin ölmek üzere olan kişi eşini ne kadar sevdiğini, çocuklarının nasıl yetiştirilmesini istediğini, nerede gömülmek istediğini ya da ölümünden sonrası için arzularını bir türlü anlatmıyor. Bu konuları konuşmak birçok insana acı geliyor. Oysa bu konular konuşulduğunda ölümden sonraki süreç duygusal olarak daha kolay atlatılıyor.”
“Duygusuz Olursam Bu Mesleği Doğru Yapmıyorum Demektir” Palyatif bakım, çok daha farklı bir sosyal ve duygusal yeterlilik gerektiriyor. Neşe Hanım, bu duruma şöyle dikkat çekiyor: “Tanık olduğum onca ölüme rağmen, hiçbir ölüm benim için sıradan değil. Her hastaya, mesleğe yeni başlamışsınız gibi muamele etmeyi öğreniyorsunuz. Her an, her dakika empati yapmak durumundasınız. ‘Benim eşim, annem, evladım orada yatıyor olsaydı, nasıl muamele görmek isterdim’ diye düşünmek zorundasınız. Bazı hastalarla yoğun bağım olduğunda, benim de gözlerimden yaşlar akıyor. Soğukkanlı ve duygusuz olursam, bu mesleği doğru yapmıyorum demektir.” Ebel palyatif ünitelerin ya da hospislerin kötü yerler olduğu algısıyla da mücadele ettiğini söylüyor: “Ölüm üzücü bir ayrılık, ama biz bu ayrılık esnasında onların yanındayız. Burada vefat eden hastaların aileleri, ölüm anını çok farklı yaşıyor. Burada hastalar sakin, dua ederek ve rahatça ruhlarını teslim edebiliyorlar. Bunun için ortam sağlıyoruz. Bir hastanın ruhunu teslim edeceğini hissettiğimizde, sorumlu hemşire ölüm döşeğindeki hastanın yanına gidip başında bekliyor. Bu esnada kişi Hristiyan ise dua ediyor. Müslüman ise ve yetişirse imam çağırıyoruz. Müslüman olup hiç kimsesi yoksa başında Yâsîn okuyacak kişiler geliyor.”
SAYI 295 • KASIM 2020
61
D Ü N YA
Normalleşme Anla Barış Umutlarını Teh “
*Kahire merkezli serbest gazeteci. 2010-2011 yılları arasında Filistin’de yaşadı. Metinleri rt.com, CounterPunch ve Avrupa Gazetecilik Merkezi dergisinde yayımlandı.
62
SAYI 291 295 • MAYIS KASIM 2020
”
aşması Orta Doğu’da hlikeye Atıyor Son dönemde İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasındaki diplomatik ilişkileri resmiyete döken anlaşmalar bölgedeki barış çabalarına zarar veriyor. Alessandra Bajec*
İ
srail, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn eylül ayı ortalarında ABD destekli ve “İbrahim Mutabakatı” (İng. “Abraham Accords”) olarak bilinen bir normalleşme anlaşması imzaladı. Bu anlaşmada ne bir Filistin devletinden ne de iki devletli çözümden bahsediliyordu. Anlaşma bu açıdan Orta Doğu siyasetinde bir kırılmaya işaret ediyor. İsrail ile kurulacak herhangi bir ilişkinin İsrail’in 1967 yılındaki savaş sırasında işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulması koşullarına dayanması noktasında Arap devletleri arasında on yıllardır bir mutabakat bulunuyordu. BAE-Bahreyn-İsrail anlaşması Filistin meselesinin nasıl ele alınacağıyla ilgili bu Arap mutabakatını bir kenara bıraktı. Böylece Arapların uzun süredir benimsediği “barış için toprak” tavrı ve Filistin hakları göz ardı edilerek, Tel Aviv’e İran karşıtı agresif siyasetinde açık diplomatik ilişki, ticaret ve destek sunulmuş oldu.
planlarını da içeren Filistin meselesine yönelik zorlukların en sonuncusunu oluşturuyor. BAE, normalleşme anlaşmasının İsrail’in işgal ettiği toprakları ilhak etme planlarını durduracağını iddia etse de anlaşma metninde sadece, “İsrail-Filistin çatışmasında iki halkın da hukuki talep ve arzularını karşılayacak biçimde müzakere edilmiş bir çözüm bulunması hususunda birlikte çalışma” taahhüdünden bahsediliyor.
Filistin’in Bağımsızlığı Tehdit Altında
Bu arada İsrail’in yayılma eğilimi devam ediyor. 2020 yılı aynı zamanda işgal altındaki Batı Şeria’da inşa edilen yerleşim yerlerinin en çok arttığı yıllardan biri oldu. İsrail hükûmeti “İbrahim Mutabakatı”nın imzalanmasından sadece bir ay sonra yerleşim yerlerinde 3 binden fazla yeni evin inşasını onayladı. Bundan kısa bir süre önce de 2 binden fazla evin inşası onaylanmıştı. Kabul edilen bu son inşa faaliyetleriyle birlikte bu yıl yerleşim yerlerinde yapılacak toplam ev sayısı 12 bin 150’nin üzerine çıktı. Bu sayı, yerleşim karşıtı gözlem grubu “Barış Şimdi”ye (İng. “Peace Now”) göre kayıtların tutulmaya başlandığı 2012 yılından beri ulaşılan en yüksek sayı.
Bu tartışmalı normalleşme anlaşması, ABD yönetiminin İsrail işgalini meşrulaştırmak için mevcut durumu dayatma çabalarını ve İsrail’in Batı Şeria’yı topraklarına katma
Böyle geniş bir inşa faaliyetine aceleyle yeşil ışık yakılmasının arkasında, Trump’ın rakibi Joe Biden’in başkanlık seçimlerini kazanması durumunda yerleşim yerlerindeki
© noamgalai/.shutterstock.com
SAYI 295 • KASIM 2020
63
D Ü N YA
inşa faaliyetlerine daha az müsamahalı olacağı konusundaki endişeler yatıyor olabilir. İsrail Filistin topraklarını tamamen kontrol etme hevesinden vazgeçmeyeceği için normalleşme anlaşmaları da bu tehditkâr genişlemeyi değiştirmeyecek. Yerleşim yerlerine yapılacak tüm eklemeler sadece gelecekteki barış umutlarına zarar vermeye devam edecek ve İsrail-Filistin çatışmasına iki devletli bir çözüm ihtimalini tehlikeye sokacak. Orta Doğu Enstitüsü’nde (MEI) yetkili ve Filistin ve Filistin-İsrail İlişkileri Programı yöneticisi olan Khaled Elgindy, Avrupa’nın İsrail’e yerleşim yerlerini genişletmeye devam etmesi sebebiyle yaptırım uygulamasının pek muhtemel olmadığını söylüyor. Elgindy, “Avrupa İsrail’in uyguladığı bazı çirkin ihlalleri durdurması yönünde baskı uygulayabilir; ama Avrupa’nın oradaki mevcut günlük gerçekleri anlamlı bir şekilde engellemek için nüfuzunu kullanmaya hazır olduğunu düşünmüyorum.” şeklinde konuştu. Arap Kardeşliğinin Sonu 2002 yılında Suudi Arabistan’ın öncülüğünde kabul edilen Arap Barış Girişimi (İng. “Arab Peace Initiative” -API) bir Filistin devletinin kurulmasının yanı sıra İsrail’in Batı Şeria, Kudüs ve Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi karşılığında İsrail’le tam bir normalleşme önermişti. 18 yılı aşkın bir süredir Arap liderleri İsrail’e bu “barış için toprak” önerisini dillendirdi ve İsrail bu formülü sürekli reddetti. Bahreyn ve BAE, Mısır’ın 1979 ve Ürdün’ün 1994 yıllarında İsrail’le ilişki kurmasından sonra Trump ve yönetiminin geniş diplomatik hamlesinin bir parçası olarak İsrail’le ilişki kuran ilk Arap ülkeleri oldu. Filistin halkı ise Washington’a asla güvenemeyeceklerini ve Avrupalıların onlara çok da yardımcı olmayacağını biliyorlardı. Ancak şimdi Arap devletlerine de güvenemeyeceklerini anladılar. MEI Yetkilisi Khaled Elgindy ise, Arap Barış Girişimi’nin bağımsız bir Filistin devleti kurmayı hedefleyen iki devletli çözümün “son izi” olduğu görüşünde. Hem İsrail’in hem de ABD’nin iki devletli formülü terk ettiğini hatırlatan Elgindy, “Eğer Arap konsensüsü tamamen biterse bu iki devletli çözümün kesinlikle sonu olur.” dedi. Elgindy, iki devletli çözüm çalışmalarının hızlandırılmış yerleşim yeri inşa planlarıyla hâlihazırda yok edildiğini ve uluslararası
64
SAYI 295 • KASIM 2020
toplumun tavrında radikal bir değişiklik yapıp da İsrail’in yaptıklarının sonuçlarının olacağını söylemediği sürece bunun devam edeceğini söyledi. Mevcut durumda İsrail’le resmî barış anlaşmaları bulunan Mısır ve Ürdün’ün iki Arap ülkesi tarafından yapılan bu yeni uzlaşıyı kınaması beklenmezken, bazı ülkeler mutabakata açık ya da zımnî desteklerini belirtti. Arap Birliği, Filistin otoritesinin sunduğu ve BAE-İsrail normalleşme anlaşmasını kınayan karar taslağını geçirmeyi reddetti. İsrail, BAE ve Bahreyn arasında imzalanan anlaşmaların ardından daha önceden var olan Arap hissiyatı çökmeye başladı ve Filistinlilerin onlarca yıldır süren işgali sona erdirip kendi devletlerini kurma mücadelesini sürdürme umutları darbe aldı. Bu ikiz sözleşme daha küçük Körfez ülkelerinin İsrail’in uluslararası hukuku ve Filistinlilerin haklarını ihlal eden statükosunu zımnî olarak kabul etmeleri anlamına geliyor. Çoğu Arap devleti 2002 yılındaki anlaşmaya bağlı olduğunu bildirse de aralarında Umman, Sudan, Komorlar Birliği, Cibuti ve Moritanya’nın olduğu en az beş ülkenin daha İsrail’le ilişkileri normalleştirmek için görüşmeler yürüttüğü düşünülüyor. Bölünmeye Devam Eden Orta Doğu Umman, İsrail’le diplomatik ilişkiler başlatmalarından dolayı BAE ve Bahreyn’i ilk tebrik eden ülkelerden biri oldu. Bu Körfez ülkesinin hem ABD’yle hem de İran’la iyi ilişkileri var ve bölgede tarafsız bir konum iddiasında. Vefat eden eski Sultan Kâbus bin Said, Netanyahu’yu 2018 yılında Maskat’ta ağırlamıştı. Sudan’ın normalleşme noktasında nerede durduğu ise henüz net değil. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo bu meseleyi Hartum’a yaptığı ziyarette gündeme getirse de Sudan Başbakanı böyle bir hareketin geçiş dönemi ve 2022 yılında yapılacak olan seçimler sonrasında kararlaştırılabileceğini ifade etti. Sudan, bir önceki lider Ömer el-Beşir zamanında İsrail’in en sert düşmanlarından biriydi. Fakat geçtiğimiz birkaç ay içerisinde yüksek bağlantılar kuruldu. General el-Burhan, şubat ayında Netanyahu ile Uganda’da gizlice bir araya geldi ve daha sonra İsrail ticari uçaklarına Sudan hava sahası üzerinden uçma izni verildiğini ama Hartum’un Filistin meselesi hususundaki tavizsiz tavrını sürdüreceğini açıkladı.
Suudi Arabistan kendi içindeki fikir ayrılıklarından ötürü İsrail taraftarı Arap ittifakına resmen katılmadı. ABD yönetimi Riyad’a İsrail’le ilişkilerini normalleştiren Arap ülkeleri arasına katılması için baskıda bulunuyor. Suud medyası, kraliyet ailesi ve resmî ulema İsrail ve çeşitli Körfez ülkeleri arasındaki anlaşmaları desteklese de Krallık resmî açıklamada İsrail’le olan ilişkilerini Arap Barış Girişimi çerçevesi dışında normalleştirmeyeceğini belirtti. Suud Kralı Selman bin Abdülaziz uzun süredir Arapların İsrail’i boykotunu ve Filistinlilerin bağımsız bir devlet talebini desteklese de Veliaht Prens Muhammed bin Selman ticari teşebbüsler ve İran’la savaş noktasında İsrail’le iş birliğine gitmeye yakın gibi görünüyor. Cezayir ve Katar gibi bazı Arap ülkeleri, Tel Aviv Filistin’in bağımsız bir devlet olarak var olma hakkını kabul etmediği sürece böyle bir normalleşme ihtimaline şiddetle karşı çıkıyor. Aynı şekilde Kuveyt de pozisyonunu tekrarlayarak İsrail’le ilişkilerini Filistin devleti kurulana kadar normalleştirmeyeceğini söyledi. Hem ABD hem de İran’la iyi ilişkilere sahip olan Katar, İsrail’le ilişkilerin normalleşmesinin söz konusu olmadığını açıkladı. Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın Orta Doğu Programı’nda misafir profesör olarak bulunan Yasmine Farouk bir yorumda son zamanlardaki normalleşme anlaşmalarının hiçbirinin, geçtiğimiz on yılda aralarında İsrail, Filistin ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu Orta Doğu ülkelerinde baskıcı ve yozlaşmış yönetimlere karşı çıkan gösterileri doğuran eşitsizliklerin üzerine eğilmediğini söyledi. Farouk, “Arap rejimleri bölge genelindeki istikrarsızlığı sona erdirmek için değil, kontrol etmek için ABD’nin ve İsrail’in desteğine ihtiyaç duyuyor.” diye yazdı. Benzer görüşleri paylaşan The Interest baş editörü Sami Hamdi de Twitter üzerinden şöyle bir yorum paylaştı: “Normalleşmenin arkasında yatan itici güç, otokrat liderlerin, ülke içindeki toplumsal iradeye karşı direnmelerini sağlayan ABD desteğini muhafaza etme arzusu. İsrail, ABD desteğinin bir teminatı olarak görülüyor.” İran’a yönelik husumet de Körfez ülkelerinin bir numaralı düşmanına karşı güçlü bir müttefik olan İsrail’le uzlaşma siyasetinin önemli bir parçası. Arap-İsrail çatışmasının meşhur uzmanlarından Richard Falk
TRT World’e yaptığı açıklamada bu anlaşmaların aynı zamanda böyle bir Arap ittifakının “İran’ın bölgede daha fazla yayılmasına karşı durmaya” hazır olduğu ve “bunu Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta, Gazze’de ve Lübnan’da faaliyetlerini azaltması için bir uyarı olarak alması ya da sonuçlarına katlanması” mesajı gönderme amacı bulunabileceğini belirtti. Normalleşme İran’ı daha da yalnızlaştırma amacına ulaşsa da, anlaşmalar eğer Körfez ülkelerinin vatandaşları tarafından şiddetle reddedilirse Arap dünyasını istikrarsızlaştırma potansiyeli taşıyor. Anlaşmalar, eylül ayı ortasında açıklandığından beri Bahreyn’de ülke genelindeki Şii muhalefeti tarafından organize edilen küçük ama önemli gösteriler düzenleniyor. Aynı şekilde Arap ülkeleri genelindeki Şii gruplar Körfez normalleşme anlaşmalarını sert bir biçimde eleştirdi. Lübnan’da, Fas’ta, Tunus’ta, Yemen’de ve tabii ki Batı Şeria ile Gazze’de yürüyüşler düzenlendi. Brookings Doha Center’da araştırmacı olan Genevie Abdo ve Theodosia Rossi, Foreign Policy’ye yazdıkları makalede normalleşme sürecine muhalefetin iki temel çıkış noktası olduğunu belirttiler. Mutabakat ilk olarak, işgale son vermesi ve iki devletli bir çözüm oluşturulması noktasında “İsrail üzerindeki baskıyı azaltacak”. İkinci olarak ise İsrail’le girişilen ekonomik ve siyasi bir ittifak “Arap otokratlarını” ABD’den ve diğer uluslararası aktörlerden gelecek olumsuz bir tepki ihtimalini azaltarak kendi ülkelerindeki muhalefete “daha da fazla baskı yapma noktasında kuvvetlendirecek.” Elgindy, İsrail-BAE-Bahreyn anlaşmasının bölge barışının tam da zıttına hizmet ettiğini söylüyor: “(Anlaşma) İsrail ve Filistin arasındaki barış umutlarına zarar veriyor, İran’la artan gerilim yüzünden istikrarı bozuyor ve Orta Doğu’daki diğer çatışmalar üzerinde de hiçbir etkisi yok.” Filistinlilerin haklarının giderek artan şiddette yok edildiği bir ortamda İsrail’in hâlihazırdaki toprak ilhakını durdurma ihtimali olmayan ya da çok az olan bu vakitsiz Arap normalleşmesi Filistinliler için barışçıl ve adil bir geleceğin yok edilmesi anlamına geliyor. Bu, Arap dünyası için İsrail’in iradesine açık bir şekilde teslim olunması açısından kara bir gün demek.
SAYI 295 • KASIM 2020
65
K I TA P Grundlagen muslimischer Seelsorge - Die muslimische Seele begreifen und versorgen (Müslüman Manevi Rehberlik Çalışmalarının Temelleri – Müslüman Ruhu Anlamak ve Onun Bakımını Sağlamak)
Müslüman manevi rehberlik çalışmaları, hastanelerde, hapishanelerde ya da orduda gerçekleşebiliyor. Almanya’da kurumsal açıdan entegrasyonu henüz sağlanmamış bu çalışmalar, teorik arka plandan ziyade pratik sorunlara da sahip. Bu kitap, manevi rehberlik çalışmalarıyla ilgili bilimsel bir mütalaa sunmak amacıyla hazırlandı. Kitapta disiplinler arası bir bakışla konunun psikolojik, sosyolojik, pedagojik boyutları da dikkate alınarak Müslüman manevi rehberlik çalışmaları masaya yatırılıyor. Editörler: Tarek Badawia, Gülbahar Erdem, Mahmoud Abdallah Yayınevi: Springer VS Dili: Almanca
Transkulturelle Medizin – Migranten aus muslimischen und afrikanischen Lebenswelten im ärzlichen Alltag (Transkültürel Tıp – Doktor Pratiğinde Müslüman ve Afrikan Yaşam Dünyalarından Göçmenler)
Kültürel farklılıklar, sağlık sisteminde de anlaşmazlıklara neden olabiliyor. Bu kitap, Arap-İslam ve Afrika kültür havzasından gelen hastaların temel kültürel özelliklerini, hastalıklarını ve hastalıklara bakışını ele alıyor. Empatiye dayalı ve başarılı bir hasta-doktor ilişkisini sağlamak amacıyla kültürel farklılıkların anlaşılması amacını taşıyan bu kitapta farklı yaşam dünyalarından tecrübeler de aktarılıyor. Yazarlar: Hansjosef Böhles, Mayyada Qirshi Yayınevi: Springer Dili: Almanca
Religious Understanding of a Good Death – In Hospice Palliative Care (Hospis Palyatif Bakımda İyi Bir Ölümün Dinî Açıdan Anlamı)
Yaşamın sonu ve ölüme dinî açıdan bakışı irdeleyen bu kitapta hospislerde palyatif bakımı ortaya çıkan süreç incelenmekte, ardından “iyi bir ölüm” olarak tanımlanan kavrama İslam, Musevilik, Hristiyanlık, Hinduizm ve Budizm gibi inançların bakışı ele alınmaktadır. Ayrıca hospislerde çocuklara yönelik palyatif bakımın dinî boyutları ile farklı ülkelerdeki pratikler de sunulmaktadır. Editörler: Harold Coward, Kelli I. Stajduhar Yayınevi: Suny Press Dili: İngilizce
PERSPEKTIF’I SOSYAL MEDYADA TAKIP EDEBILIRSINIZ
perspektifeu
HASENE International e. V. Colonia-Allee 3 | D-51067 Köln T +49 221 942240-441 | F +49 221 942240-401 haseneorg www.hasene.org | sukuyusu@hasene.org | — Havale için banka bilgileri: Hesap Sahibi: HASENE International e. V. Banka: Kreissparkasse Köln IBAN: DE29 3705 0299 0149 2900 69 | BIC: COKSDE33XX Amaç: Adresiniz, 0000013
KISMİ YARDIM
500€
**
5.000 DKK | 5.500 NOK | 5.000 SEK 600 CHF | 850 AUD 750 CAD | 500 £
SU KUYUSU PROJESİ
Su hayattır, hayat kurtarır... *Not: Su kuyusu projesine 500 € ve üzerinde destek olanlar kuyuya isim verebilirler. **Meblağın %5’i partner kurumların tüzüklerinde öngörülen diğer amaçlar için kullanılacaktır. Veri koruması ve haklarınıza dair detaylı bilgiyi şu adresten okuyabilirsiniz: www.hasene.org/veri-koruma. Ayrıca veri koruması ile ilgili sorularınız için bizimle irtibata geçebilirsiniz. Proje Hasene International e. V. ve www.hasene.org/partner listesinde yer alan partner kurumlar tarafından ortaklaşa düzenlenmektedir.
SU KUYUSU PROJESİ
SAYI 295 • KASIM 2020
67
EMUG e.V. Colonia-Allee 3 | 51067 Köln | +49 221 942240500 www.emugev.de | infak@emugev.de --Havale için banka bilgileri: Hesap Sahibi: EMUG e.V | Banka: KT Bank AG IBAN: DE09 5023 4500 0107 8000 08 BIC: KTAG DEFF XXX | Amaç: Infak 2020
KAMPANYASI
TERTİP EDEN KURUMLAR EMUG Avrupa Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği | +49 221 942240500 JİBKM Japonya İslam Birliği Kültür Merkezi | +81 0567 69 7551 UEPM Avrupa Müslüman Özel Eğitim Birliği | +33 1 42460444 IGMG Recklinghausen Şubesi | +49 2361 341 86 VAKIF İslam Vakfı | +49 30 50344896
IGMÖ Avusturya Müslümanları Mülkiyetler Topluluğu | +43 1 403336675 SHOH Sancak İnsani Yardım Organizasyonu | +381 62 813 93 86 SIG İsviçre İslam Toplumu | +41 44 8432030 IGMG Nagold Şubesi | +49 7452 605 11 80
Bağışların %10’u EMUG e.V. tarafından tüzükteki aynı amaçlar doğrultusunda değerlendirilir. Herhangi bir proje akamete uğradığında bu pay aynı amaçlı başka projeye aktarılabilir.