Perspektif 299

Page 1

Mart 2021 | Yıl: 27 | Sayı: 299

9 772195 547004

03

GÖÇ KÖKENLILERIN EKONOMIK KATILIMI:

TÜRK GIRIŞIMCI VE ESNAFLAR


HAC

HADSCH 2021

Avrupa’nın birçok şehrinden uçuşlar. Tüm Avrupa’dan 2, 3 ve 4 haftalık kafileler

Reiseantritt aus zahlreichen Städten Europas mit zwei-, drei-, und vierwöchigen Aufenthaltsmöglichkeiten

İSLAM TOPLUMU MİLLÎ GÖRÜŞ FARKI VE YARIM ASIRLIK HAC-UMRE TECRÜBESİ

MEHR ALS EIN HALBES JAHRHUNDERT ERFAHRUNG IM BEREICH DER HADSCH- UND UMRA-REISEN

Türkiye Temsilciliği|Hennes Tour T +90 332 3515055 (Konya) T +90 212 6355593 (İstanbul) T +90 312 3113130 (Ankara) T +90 224 2254225 (Bursa) info@hennestour.com

Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH Colonia-Allee 3 D-51067 Köln

T +49 221 942240-470 F +49 221 942240-480

www.igmgreisen.com igmgreisen


Selamların en güzeli ile Avrupa’da Türkiye Kökenli Esnaf ve Girişimciler Göç, Avrupa’daki Türkiye kökenlilerin konularını tartışırken durmadan referans verdiğimiz bir olgu. Çoğu zaman onu anmadan konuya giremiyor, her açıklamaya onunla başlıyoruz. 60’lı yıllarda işgücü göçü ile Türkiye’den Avrupa’ya gelenlerin şu anda Avrupa çapında oluşturduğu istihdam potansiyeli, girişim ve şirketler de yine bu göçe atıfla şekilleniyor: Alt-orta sınıftan işçiler olarak geldikleri ülkelerde yerlileşme ve “buralı olma” çabasına ek olarak, yükselmek ve kendi işinin sahibi olmak amaçlarına da sahip olan Türkiye kökenliler, bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde çok ciddi bir ekonomik gücü temsil ediyor. Madenlerde, demir-döküm fabrikalarında, seri üretim atölyelerinde çalışan o dönemin işçilerinin arasından çıkan tek tük girişimcinin ardından, ikinci ve üçüncü nesilde serbest meslek erbabı, yani kendi işinin patronu olan kişilerin sayısı arttı. Kimi zaman yaşanan ayrımcılıktan, kimi zaman toplumsal tabakada bir üst seviyeye çıkma arzusundan, kimi zaman da daha esnek bir çalışma düzenine geçmek motivasyonuyla tercih edilen bu yol, bugün karşımıza yeni bir fenomeni de çıkartıyor: Avrupa’daki Türkiye kökenli esnaf ve girişimciler. Bu sayımızda, Avrupa’da kendisine çok az söz verilmiş esnaf ve girişimcilere mikrofonu uzattık. Cem Şentürk, Almanya ve Avrupa’da Türkiye kökenli girişimcilere dair kısa bir bilanço kaleme aldı. Kübra Zorlu, Almanya’da uzun senelerdir faaliyet gösteren Türkiye kökenlilerle esnaflık geleneğini, aile içinde esnaflığın aktarımını ve esnaflığın genelde bilinmeyen yanlarını konuştu. Özellikle son bir yıldır dünyayı felç eden koronavirüs salgınının Avrupa’daki gastronomi sektörü üzerindeki etkilerini Almanya, Avusturya ve Hollanda’dan restoran sahipleriyle konuştuk. Burhan Gözüakça, “etnik pazarlama” konseptine dair detaylı bir analiz yazdı. Sedat Değişgel, NSU cinayetlerinden hareketle “küçük esnaf”a yönelen ırkçı düşünceleri özetleyen ve kültürel ırkçılıkla esnaflık arasında bağlantı kuran değerlendirmesini bizlerle paylaştı. Dosyada ayrıca Avrupa’da Müslümanların dikkat etmesi gereken iş ahlakını Prof. Dr. Saffet Köse irdeledi. Ayrıca Türk Esnaf ve Zanaatkarlar Birliği Berlin Başkanı Hüseyin Yılmaz ve Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nda Türkiye-Almanya İlişki Ağları ve Göç ve Uyum Bölümü Başkanı Yunus Ulusoy ile detaylı söyleşiler yaptık. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere

Bekir Altaş


İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Haber-Yorum Dergisi März 2021 • Mart 2021 | Jg. / Yıl: 27 | Nr. / Sayı: 299 Herausgeber/Yayıncı Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das Generalsekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel Sekreterlik Vertreten durch den Vorstand/Yönetim Adına Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter Murat İleri stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Mikail Demir, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) Editor/Editör Elif Zehra Kandemir

GÜNDEM

08

Danimarka’da Dinî Cemaatlere Danca Vaaz Zorunluluğu

Redaktion/Redaksiyon Ali Mete, Ebru Hısım, Enise Yılmaz, Feyza Akdemir, Hatice Çevik, Kübra Zorlu, Mehmet Kandemir, Meltem Kural, Yasemin Yıldız T +49 221 942240-240 • F +49 221 942240-201 info@perspektif.eu • redaktion@perspektif.eu Druck/Baskı Im Auftrag der IGMG durch PLURAL Publications GmbH erstellt./ IGMG adına PLURAL Publications GmbH tarafından hazırlanmıştır. Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln T +49 221 942240-260 • F +49 221 942240-201 Die Verantwortung für die Artikel liegt bei den Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Anzeigenservice/İlan Servisi T +49 221 942240-218 • F +49 221 942240-201 ilan@perspektif.eu Abonnement/Abonelik IGMG Mitgliederbetreuung/IGMG Üyelik Hizmetleri: Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln T +49 221 942240-417 • F +49 221 942240-201 abone@perspektif.eu Jahresabonnement/Yıllık Abone Ücret 40,- € | Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos./IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir. Auflage/Tiraj: 12.500 | ISSN: 2195 5476

DOSYA

36

Avrupa’da Türkiye Kökenliler ve Etnik Pazarlama

perspektifeu

28

DOSYA

“Bir Yerlere Ulaşmak İsteyen Kişiler Kendi İşini Kurmaya Mecbur Bırakılıyor”

32

DOSYA

Koronavirüs Salgınında Esnaf Olmak: Avrupa’da Türk Restoranları


GÜNDEM

20

DOSYA

24

Avusturya’da Devletin Kabaran Egemenlik Aşkı

DÜNYA

DOSYA SÖYLEŞI

54

40

Almanya ve Avrupa’da Türk Girişimciliğinin Bilançosu

Hüseyin Yılmaz: “Türkiye Kökenlilerin Esnaflık Kültürü Almanlardan Daha Farklı”

DOSYA

Avrupa’da Esnaf Olmak: Kültürel Irkçılık, Yiyecek Kültürü ve NSU Cinayetleri

44

DOSYA

Türkiye Kökenlilerin Avrupa’da Kendi Ayakları Üzerinde Durma Serüveni

48

DOSYA

İslam Ticaret Ahlakına Dair Esaslar

62

Dünyada Kovid-19 Aşısı Dağıtımı: “Önce Ben!”

58

“Türk Girişimcilik Potansiyeli Artarak Çoğunluk Toplumu Zenginleştirecek”


GÜNDEMDEN KISA KISA

Bavyera Eyaletinde Seçmeli İslam Dersi

ALMANYA

Parlamento Uygur Soykırımını Tanıdı

KANADA

Almanya’nın Bavyera eyaletinde İslam dersi gelecek eğitim-öğretim yılından itibaren seçmeli ders olarak okutulacak. Müslüman cemaat dâhil edilmeden hayata geçirilen derse İslami cemaatlerden tepki var. Konuyla ilgili açıklama yapan DİTİB, İslam Konseyi, ZMD, IGBD, UIAZD ve ZRMD, Bavyera’daki İslam dersinin, inanca dayalı din dersi sunmak için çaba sarf eden İslami cemaatlerin amaçlarına uymadığını belirtti. “Bu dersin Bavyera Eyalet Anayasasına uygun olarak inanca dayalı sunulmasını ve eyalet ile İslami cemaatler arasında anayasal açıdan olması gereken işbirliğinin oluşmasını arzu ediyoruz.” denildi. Almanya’da Anayasaya göre devletin tarafsızlığı açısından inanca dayalı din derslerinin ilgili dinî cemaatin katılımıyla sunulması gerekiyor. Ülkedeki eyaletlerde İslam dersleri ve İslam din dersleri ile ilgili farklı düzenlemeler söz konusu. Bazı eyaletlerde okullardaki İslam din dersleri, İslam dinî cemaatleri ile işbirliği içerisinde “inanca dayalı” olarak verilirken, diğer eyaletlerde ise dinî cemaatler dâhil edilmeden devletin kendi inisiyatifiyle yalnızca “İslam dersi” sunuluyor.

Kanada Federal Parlamentosunda ana muhalefetteki Muhafazakar Parti Wellington Milletvekili Michael Chong tarafından genel kurula sunulan “Çin’deki Dinî Azınlıklar” başlıklı tasarı, parlamentoda oylandı. Oylamaya bağımsız ve muhalefet partilerine mensup 184, iktidardaki Liberal Parti’den de 82 milletvekili olmak üzere toplam 266 milletvekili katıldı. Katılan milletvekillerinin tamamı tasarıya evet oyu verdi ve böylece Kanada Federal Parlamentosu, Çin’in Uygur Türklerine yönelik uygulamalarını “soykırım” olarak tanımlamış oldu. 338 sandalyeli Kanada Federal Parlamentosundaki oylamaya, iktidardaki Liberal Parti’den 72 milletvekili ise katılmadı. Kanada Başbakanı Justin Trudeau, oylama öncesi yaptığı açıklamada, oylama konusunda çekimser olduklarını duyurmuştu.

Perspektif 298/2021 Hanau saldırısı ile ilgili hazırladığınız geniş kapsamlı dosyayı üzülerek okudum. Yakınlarını kaybedenlerin anlattıkları insanı yaralıyor. Bizler sadece okurken bu kadar etkilenirken, onlar kim bilir bir senedir neler yaşıyorlar... Allah böyle bir acıyı kimseye yaşatmasın. Özlem Öztürk, Bielefeld

Yazı İşleri gelen mektupları kısaltma ve değiştirme hakkına sahiptir. Okuyucu mektupları dergi redaksiyonunun görüşlerini yansıtmamaktadır. Bize görüşlerinizi okuyucu@perspektif.eu e-posta adresi üzerinden bildirebilirsiniz.

6

SAYI 299 • MART 2021


IGGÖ, İslam Yasası’nda Planlanan Değişikliğe Karşı

AVUSTURYA

Avusturya İslam Cemaati (IGGÖ) Başkanı Ümit Vural, iktidarın terörle mücadele yasa tasarısı kapsamında İslam Yasası’nda yapmayı planladığı değişikliğin Müslümanlara yönelik ayrımcılığa yol açacağını belirterek, “İslam Yasası bir güvenlik kanunu ya da terörle mücadele yasası değil, bu saikle yasanın ele alınıyor olması Müslümanların bir güvenlik meselesi olarak görülmesi anlamına geliyor ki, bu kabul edilebilir bir durum değildir.” dedi. Vural, 2 Kasım 2020’de 4 kişinin ölümüyle sonuçlanan terör saldırısı ve bu olayın hemen sonrasında iktidarın yeni bir terörle mücadele yasa tasarısını hayata geçirme girişiminin çeşitli sorunları beraberinde getirdiğine dikkati çekti. İslam Yasası’ndaki yeni düzenleme ile dinî cami ve derneklere yurt dışından finansal yardımların engellenmesi, ülkede imamlık görevini yürüten kişilerin isimlerinin liste halinde Başbakanlığa bağlı Dinler Dairesine verilmesi, camilerin yıllık mali belgelerinin paylaşılması ve bu bilgileri paylaşmayan camilere yönelik yüksek para cezalarının verilmesi planlanıyor.

Türkiye Kökenlilerden Yayınlanan İstihbarat Raporuna Tepki

HOLLANDA

Hollanda Ulusal Güvenlik ve Terörle Mücadele Kurumu (NCTV) tarafından hazırlanan ve Türkiye kökenlileri hedef gösteren rapora ülkedeki kurumlardan tepki geldi. Milli Görüş Kuzey Hollanda (MGNN) ile Hollanda İslam Federasyonu (NIF) konuya ilişkin ortak bir açıklama yaptı. Açıklamada, HP de Tijd gazetesinde yayımlanan ve rapora dayandırılarak yapılan değerlendirmelerdeki ciddi yanlışlıklardan endişe duyulduğu bildirildi. Açıklamada, Hollanda’daki Müslüman kurumlar hakkında, kanıtlanmamış bir dizi varsayımda bulunulduğu, öne sürülen iddiaların ise gazetecinin kendi eklemesi mi yoksa NCTV’nin çıkarımları mı olduğu hususunun açık olmadığı ifade edildi. Hollanda’da üyelerinin çoğu Türk ve göçmenlerden oluşan Denk Partisi milletvekili Tunahan Kuzu da konuyla ilgili bir açıklama yaptı. NCTV’nin yalan, eksik ve varsayımlarla dolu güvenlik raporunun basında yer aldığını belirten Kuzu, “Her seçimde olduğu gibi bu seçimlerde de Hollandalı Türklere, Türkiye’ye, Müslümanlara ve İslam’a yönelik takıntılar gün yüzüne çıkıyor ve artıyor.” ifadesini kullandı.

Geçen Sayıdan Öne Çıkanlar

İmamlar Konseyinin İlkeler Şartnamesi, Müslümanlara olan güveni zayıflatma riski taşıdığı gerekçesiyle eleştiriliyor.

Vefat edenlerin geride kalan yakınları, yetkilileri şimdiye kadar hiç kimsenin hesap vermediği yapısal bir başarısızlıkla suçluyor.

“Bu resimdeki kişi, benim kardeşim, içeride mi?” dedim. Polis, “İçerisi kimsenin yüzünü tanıyacağımız bir hâlde değil.” dedi.

SAYI 299 • MART 2021

7


GÜNDEM

Danimarka’da D Danca Vaaz Zoru Danimarka’da Danca dışındaki dillerdeki vaazlarla ilgili bir yasa tasarısı gündemde. Tasarıda dinî sohbet ve vaazların Danca yapılması isteniyor. Düzenleme meclisten geçerse en çok Müslüman cemaati etkileyecek. Hatice Koçer Aras*

D

animarka hükûmeti 2020 yılının ekim ayında -2020-2021 hükûmet programında da dile getirdiği üzere- “Danca dışındaki dillerdeki vaazlar” adında bir yasa tasarısı teklifinde bulundu. Tasarıya göre ülkedeki dinî kurum ve cemaatlerde yapılan vaazların Danca olarak yapılması isteniyor. Bu durum dinî cemaatlere vaazların çevirisinin yapılması yükümlülüğünü getirerek, ibadetlerin ifa edilmesini zorlaştırıyor. Şubat ayında yasa tasarısını basın açıklaması ile kınayan Danimarka İslam Toplumu, tasarıyı din özgürlüğüne müdahale olarak gördüğünü kamuoyuna duyurdu. Danimarka İslam Toplumuna göre yasa tasarısı tercüme yükümlülüğü getirerek Danimarka Anayasasının 69. maddesini ihlal ediyor ve dinî cemaatlerin ibadet etmelerini engelleyebilecek orantısız bir yük oluşturuyor. Müslümanlar için yasa tasarısının etkisi cuma günü vaazların tercüme edilmesi şartının getirilmesi anlamına gelerek, tercüme ettirecek *Danimarka’da yaşayan Hatice Koçer Aras, Kopenhag Hukuk Fakültesi mezunu bir hukukçudur.

8

SAYI 299 • MART 2021


Dinî Cemaatlere runluluğu

© Zurijeta/shutterstock.com

SAYI 299 • MART 2021

9


GÜNDEM

Danimarka İslam Toplumu, dini kontrol etmek gibi bir yaklaşımın Danimarka siyasetine yakışmayan antidemokratik bir tutum olduğunu söyledi. kaynakları olmayan Müslüman cemaatlerin cuma namazını kılamayacakları sonucuna götürüyor. Bu durum ise Danimarkalı Müslümanların dinlerini uygulamaları önünde açıkça bir engel oluşturuyor. Yasa tasarısından sadece Müslümanlar etkilenmeyecek, başka dillerde vaaz veren Alman Hristiyan cemaatler, Faroelar ve Grönlandlılar da vaazlarını Danca sunmak zorunda kalacaklar. Bu nedenle yasa tasarısı başta Danimarka’nın kendi Halk Kilisesinin din adamları da olmak üzere birçok dinî cemaat temsilcisi ve Danimarka sınırlarında yaşayan Alman azınlık cemaatler tarafından da 29 Mart 1955 Kopenhag-Bonn Deklarasyonuna aykırı olması nedeniyle kınandı. Örneğin Danimarka Kiliseler Danışma Kurulu, yasa tasarısına olan tepkisini Başbakan ve Kilise Bakanı’na açık mektup göndererek belirtti ve “Böyle bir yasayı, Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi, Anglikan Kilisesi, Alman ve Fransız Reform Kilisesi ve çok çeşitli bağımsız kilise ve göçmen cemaatleri de dâhil olmak üzere Danimarka Halk Kilisesi dışındaki dinî toplulukları zan altında tutmak olarak görüyoruz.” açıklamasında bulundu. Bu açıklamada yer alan, “Yasa tasarısını Danimarka’da gurur duyduğumuz özgürlük ve çeşitlilik geleneğinin ihlali olarak kabul ediyoruz” ifadesi tasarının çok derin problemlere yol açtığının göstergesi. Danimarka Kiliseler Danışma Kurulu yasanın “aynı zamanda ana dilin önemini vurguladıkları Lutherci geleneğe ve ayrıca kalp dili kavramının gerekli olduğu Danimarka Grundtvig geleneğine de aykırı” olduğunu ifade ederek şunları ekledi: “Bize göre böyle bir yasa, daha fazla şeffaflık yaratmayacak, bireysel vaiz ve mezhep için daha fazla kontrol ve gereksiz çalışma yaratacaktır.” Öte yandan yasa tasarısı hakkında Avrupa Birliği altında işleyen bir komisyon olan Avrupalı Piskoposlar Birliği (COMECE) Başkanı Kardinal Jean-Claude Hollerich’ten de açıklama geldi. Hollerich, “Başkan olarak, yakında Danimarka’da oylanacak tasa tasarısıyla ilgili endişelerimi belirtmek isterim. Bu din özgürlüğünün gereksiz yere sınırlandırılma-

10

SAYI 299 • MART 2021

sı anlamına gelir.” dedi. Yasa tasarısının hedefinin Danimarka’daki Müslümanlar olduğunu açıkça ifade eden Entegrasyon Bakanı Mattias Tesfaye, “tasarının amacının anti-demokratik tutumların siyasallaşıp siyasallaşmadığını, bu tutumların en başta cami vaazlarında yayılıp yayılmadığını öğrenmek için olduğunu ” açıklayarak asıl hedefin dini kontrol altında tutmak olduğunu belirtti. Resmî devlet kilisesi olan Danimarka Halk Kilisesinin piskoposlarından Marianne Christiansen, Entegrasyon Bakanının bu sözlerine cevaben yasa tasarısını değerlendirirken şunları söyledi: “Devletin dinî yaşamı, özellikle de İslam’ı ve azınlık dinlerini kontrol etmek ve kısıtlamak konusunda özel bir ilgi göstermesini anlamamak mümkün değil.” Emekli profesör ve kamu hukuku uzmanı Tim Knudsen, yasa tasarısını hükûmet için zor bir vaka olarak nitelendiriyor. Knudsen’e göre hükûmet bir yandan “radikal Müslümanlar” üzerinde otorite kullanmak istiyor, ancak aynı zamanda ayrımcılığa izin vermeyen bir yasama aygıtını savunuyor: “Hükûmet zaman zaman kendi eylemleriyle ortaya çıkardığı sorun ve tartışmaları önceden tahmin edemediği izlenimi veriyor. Hükûmetin ve yetkililerin bu tasarının sonuçlarını tam olarak anlamadıkları hissine kapılıyorsunuz ve şimdi ters tepen bir tepki söz konusu.” Danimarka İslam Toplumu basın açıklamasının sonunda dini kontrol etmek gibi bir yaklaşımın Danimarka siyasetine yakışmayan antidemokratik bir tutum olduğunu söyledi. Danimarka İslam Toplumu hükûmeti sağduyuya çağırıp, bu tür kısıtlamaların sadece Danimarkalı Müslümanların yabancılaşmasını arttıracağını ve din özgürlüğü üzerindeki ayrımcılık ve kısıtlamalardan fayda sağlayan demokratik kararlar olarak sarmalandığında, demokrasi kurumuna güvensizlik yaratacağını açıkladı. Yasa tasarısının aldığı tepkilerden dolayı meclise sunulmayacağı umuluyor.


Helal Kesim Sağlıklı Besin Herkes Yesin

SAYI 299 • MART 2021

Selam Food GmbH | Heinrich-Lübke-Str. 1 | 50374 Erftstadt | T. +49 2235 986 40 |

/ selamfood

11


GÜNDEM

Fransa

Ulusal İmamlar K Şartnamesi’ne Da

*Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden mezun olan Elmacıgil, Boğaziçi Üniversitesinde yüksek lisans yaptı. Şu anda EHESS-Paris’te (Sosyal Bilimler Yüksek Enstitüsü) Fransa’daki göçmen Türk nüfus ve İslamofobi hakkında çalışıyor.

12

SAYI 299 • MART 2021


Konseyi air

Fransa’da Ulusal İmamlar Konseyinin İlkeler Şartnamesi, ülkedeki “Müslüman öteki”ne bakışı ortaya koydu. İslami inanışın devlet otoritesine rakip olarak görüldüğü metin, Müslümanlara peşin ve açık bir ihtar söylemi üzerine yazılmış durumda. Orkun Elmacıgil*

İ

slam dini ve Müslümanlar, Fransa siyasetinin ve devlet politikasının ana gündem maddesi olmaya devam ediyor. Ayrılıkçılık (Fr. “séparatisme”), laiklik ve cumhuriyet değerleri gibi muğlâk ve içi siyasi iktidar tarafından istenen şekilde doldurulmaya müsait kavramlar etrafında Müslümanlar, devletin gözünde masumlukları kanıtlanana kadar olası suçlu olmayı sürdürüyor. “Fransa İslam’ı” projesi çatısı altında hazırlanan Ulusal İmamlar Konseyi Şartnamesi metni de İslam düşmanlığı ile dolu bu atmosferi anlayabilmek için dikkatle incelenmeli.

© Apry Aje/shutterstock.com

Fransa İslam Konseyi (CFCM) ve onu teşkil eden sekiz İslam federasyonu tarafından 18 Ocak’ta Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a sunulan şartname ülkedeki Müslümanlar tarafından da tepkiyle karşılandı. Esasında Fransa’da hükûmet, Fransa İslam Konseyi’ni yanına alıp, İslam’ın ülkedeki kurumsal temsiliyle varabileceği en geniş mutabakata vardığı izlenimi oluşturmaya çalışsa da, Konsey’in içinden pek çok İslami dernek ve federasyon metni imzalamayı reddetti. Örneğin, Konsey’in Nimes şehri delegelerinden Abdellah Zekri katıldığı bir TV programında, şartnameyi yeni bir söz söylemediği, Müslümanların esas sorunlarından bahsetmediği, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi İslam’ın zaten

SAYI 299 • MART 2021

13


GÜNDEM

haiz olduğu ilkeleri sanki İslam bunlara sahip değilmiş tavrıyla kaleme alındığı için sert bir şekilde eleştirdi. Bunun dışında Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’ne (DİTİB) bağlı Türk Müslüman Dernekleri Koordinasyon Komitesi (CCMTF), Fransa Millî Görüş İslam Konfederasyonu (CIMG) ve İnanç ve Uygulama (Fr. “Foi et Pratique”) Federasyonu da şartnameyi imzalamayacaklarını açıkça beyan etti. Tek Sesli Bir Metin İslam’ın tartışılıp, ona Fransa sınırları dâhilinde biçim verilen bu girişimde Müslümanların özgül ağırlığının olmaması, imamların uyması gereken bir şartname hazırlanırken, ülke genelinde pek çok imamın kendilerinin sürece hiçbir şekilde dâhil edilmediklerini söylemesi de esasında tek taraflı, tek sesli bir metinle karşı karşıya olduğumuzun kanıtı. Bu koşullar altında, sosyal medyada yapılan bir ankette, şartnameye verilen desteğin yüzde 15’i geçememesi de hiç şaşırtıcı gelmiyor. Şartname resmî olarak ilan edilmeden evvel Fransa İslam Konseyi’nin üyesi olmayan yaklaşık 50 cami ve dernek, metnin olası içeriğinin kamuoyuna sızdırılmasının ardından kendi şartnamelerini hazırlayıp kamuoyuna ilan etti. İçişleri Bakanlığına ve Fransa İslam Konseyi’ne kendi taslak şartnamesini yollayan bu sivil inisiyatif, ne Konsey’den ne de Bakanlıktan herhangi bir yanıt alamadı. Yani şartname, içeriğinden evvel hazırlanış süreciyle de ülkede İslamofobik tavrın yöntem değiştirmediğini gösteriyor. Müslümanlar olmaksızın İslam’ın eleştirildiği, temel hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı bu durumda ortaya çıkan şartnamenin de İslam’la ne kadar bağdaşacağını ve Müslümanlar tarafından nasıl itibar göreceğini kestirmek zor değil. Hazırlanış sürecinde izlenen tek taraflı ve üstten inmeci tavrı bir kenara bırakıp, şartnamenin kendisine gelecek olursak; 10 temel maddeden

oluşan metnin ilk iki maddesi Şartname’nin amacını ve görevlerini belirtiyor. Hiçbir dinî kanı ve bağlılığın vatandaşlık ödevlerinin önüne geçemeyeceğinin anlatıldığı, yani İslami inanışın, devlet otoritesine rakip olarak görüldüğü bu iki madde, uzlaşmadan çok Müslümanlara peşin ve açık bir ihtar söylemi üzerine yazıldığı izlenimini veriyor. Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik maddelerinde ise, dinden çıkanların hedef gösterilmemesi, tebliğci (Fr. “proselytismé”) ve baskıcı davranışlara meyledilmemesi, kadın-erkek eşitliği, çokkültürlülük ve çeşitliliğin önemi vurgulanıp, bu söylemlerin Kur’an-ı Kerîm’den ayetlerle desteklenerek taahhüt altına alınma gayreti göze çarpıyor. İmamların kahir ekseriyetinin baskıcı, temel hak ve özgürlüklere duyarsız olduğu intibaını kabul edip, Fransa’da İslam adına yaşanan sorunların temelinde Müslümanların davranışları olduğunu varsayan bu üslup esas sorunu gizlemekten öte bir amaca hizmet etmiyor. Müslümanlara Mağdur Olmak Yasak İslam’ın Müdahaleci ve Araçsallaştırılmış Biçimde Siyasi Hedefler Uğruna Kullanılmasının Reddi (6. Madde), Akla ve Özgür İradeye Bağlılık (7. Madde), Laikliğe ve Kamu Hizmetlerine Bağlılık (8. Madde), Müslüman Karşıtı Nefrete, Propagandaya ve Yanlış Bilgiye Karşı Mücadele (9. Madde), Şartnameye Uyma (10. Madde) gibi maddelerle sonlanan metnin en ilgi çekici yanı, son yıllarda giderek artan Müslüman ve İslam karşıtı saldırı ve söylemlere neredeyse değinmeyip, İslamofobi kavramının hiç kullanılmamış olması. Bunun aksine, “devlet ırkçılığı” gibi kavramlar kullanılarak Fransız devletini itham etmenin yanlış olduğu, bu söylemlerin Müslümanlara karşı nefreti daha da arttıracağı öne sürülerek Müslümanların kendilerine uygulanan ayrımcılıklara karşı çıkarken ihtiyatlı olması salık veriliyor. Yani Müslümanların, muteber vatandaş sayılabilmek için karşılaştıkları ay-

Fransa, ayrımcı ve nefrete dönük politikaları “Fransa İslam’ı” ismi altında, uluslararası kamuoyuna meşru ve karşılıklı çıkara dayalı bir proje olarak sunuyor.

14

SAYI 299 • MART 2021


Fransa’da İslam adına yaşanan sorunların temelinde Müslümanların davranışları olduğunu varsayan bu üslup esas sorunu gizlemekten öte bir amaca hizmet etmiyor.

rımcılıkları ve kamusal otoriteyi eleştirebilmeleri, mağdur oldukları an bunu ifade edebilmeleri alenen kısıtlanıyor. Fransa’da polis şiddetini ifşa etmenin para ve hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin yasa tasarısını öne süren Macron hükûmeti göz önüne alındığında, Müslümanlara mağdur olmanın yasaklandığı bir şartnamenin dayatılması da elbette şaşırtıcı değil. Müslümanların, vatandaş oldukları yahut oturum iznine sahip oldukları bir ülkede, huzur kaçırıp suhuleti bozan unsurlar olarak gösterilmesi ve âdeta devlet mührüyle yaşadığı toplumun içinde “ebedi yabancılar” olarak damgalandığı uzun bir sürecin nihai eseri olan şartname, aynı zamanda Tebliğ Cemaati, CIMG ve DİTİB gibi belirli dernekleri de gerek şartnamenin hazırlanış süreciyle, gerekse de şartnamede yazılanlarla Fransa İslam toplumu içerisinde ötekileştiriyor. Böylece şartname, Fransa’da yaşayan Müslümanların söylem ve eylem gücünü kısıtlarken, diğer yandan da Fransa’nın uluslararası politikasına hizmet eden bir araç hâline geliyor. “Müslüman Öteki” Olağan Şüpheli Fransa’da siyasetin neredeyse tüm taraflarının üzerinde uzlaştığı İslamofobik söylem ve devlet faaliyetleri, bizzat imamların ve Müslümanların zorunlu rızasına sunuluyor. Örneğin “Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın” (Hucurât suresi, 49: 6) ayeti, Fransa’da devleti itham eden, ayrımcılığa ve devlet ırkçılığına uğradığını söyleyenlere atfediliyor. Böylelikle, kurumsallaşan İslamofobi’yi eleştiren tüm hareket ve şahıslar, Fransa İslam’ı projesinin anlam sahasında dinden çıkmış, itibar edilmez kişiler olarak resmediliyor. Bu durum, Fransa’nın geçirdiği histeriyi gös-

termesi açısından oldukça önemlidir. Ülkede artan baskı ve devlet ırkçılığı gerekçesiyle bir süre önce kendini fesheden Fransa İslamofobiyle Mücadele Kolektifinin (CCIF) yayınladığı son verilere göre, İslamofobik eylemler 2013 ile 2020 yılları arasında 6 kat artış gösterdi. Göçmen nüfusun gelenekselleşmiş bir devlet politikası olarak şehrin dışına itildiğinden, banliyölerdeki eğitim problemlerinden, Müslümanların bürokraside ve özel sektörde yaşadığı ayyuka çıkmış ayrımcılıktan bahsetmeyen, “Fransa İslam’ı”nın devletçi söylemi doğrultusunda imamlar yetiştirilmek isteniyorsa, pek tabii bu şartname amacına hizmet ediyor. Aşırı sağcı lider Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik’in (Fr. “Rassemblement National”) kamusal alanda başörtüsünün yasaklanmasına dair yasa tasarısı önerdiği, Müslüman ailelerin kızlarını yüzme derslerine sokmamak için klora karşı alerji raporu alabileceği şüphesiyle alınan tüm raporların dikkatle tekrar inceleneceğinin bakanlıklar düzeyinde açıklandığı, ana akım tartışma programlarında başörtüsü ve İslam inancına dair komplo teorilerinin eksik olmadığı, temel hak ve özgürlüklerden çok Müslümanların sorumluluklarının baskıcı bir üslupla vurgulandığı bu şartlar altında Fransa, tüm bu ayrımcı politikaları “Fransa İslam’ı” ismi altında, uluslararası kamuoyuna meşru ve karşılıklı çıkara dayalı bir proje olarak sunuyor. Tüm Avrupa sathında ve bilhassa Fransa’da yaşananlar bize siyasallaşanın İslam değil, Müslümanlara karşı yapılan ayrımcılık olduğunu kanıtlıyor. Fransa’nın kurucu değerlerinin yansıması olarak görülen “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” (Fr. “Liberté, Egalité, Fraternité”) sloganının işaret ettiği toplum, bazılarının diğerlerinden daha özgür, daha eşit ve daha kardeş olduğu, “Müslüman öteki”nin kendini bu ideallerin dışında, kenara itilmiş ve olağan şüpheli olarak gördüğü yeni ve karanlık bir Fransa’ya doğru evriliyor.

SAYI 299 • MART 2021

15


GÜNDEM

“Ayrılıkçılık Yasası”:

Fransa Olağan Çıkmaya Niye Fransa’da Ulusal Meclis’te yaşanan yoğun tartışmaların ardından cumhuriyet ilkelerini pekiştiren yasa ya da bilinen diğer adıyla “Ayrılıkçılık Yasası”, milletvekilleri tarafından 347 evet, 151 hayır ve 65 çekimser oyla kabul edildi. Tartışmalı yasanın 30 Mart’ta Senato tarafından oylanması bekleniyor. Hassina Mechaï*

F

ransa’da kabul edilen “Ayrılıkçılık Yasası”, hâlihazırda saldırılarla zayıflamış bir ülkede oylandı. Bu saldırıların sonuncusu olan Samuel Paty cinayeti oldukça sarsıcıydı. Söz konusu yasanın Fransa’daki Müslümanları hedef alan bir metin olduğunu söyleyen sesler yükseliyor. Daha genel olarak bu yasa, 2015 yılında olağanüstü hâlin ilan edilmesiyle gelişen güvenlikçi yasama hareketinin bir parçası. Ayrıca Ayrılıkçılık Yasası, aynı derecede sorunlu başka bir yasa tasarısı olan Küresel Güvenlik Yasa Tasarısıyla aynı döneme denk geldi. “Güvenlik devleti”... Bu terim artık Fransa’da, sadece endişeli hukukçular ve STK’lar arasında değil, aynı zamanda solcu Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) gibi siyasi partilerde de giderek daha fazla kullanılır oldu. Söz konusu iki yasa, temel haklar açısından doğurdukları risk konusunda endişe oluşturuyor. Bununla birlikte kamusal özgürlüklerin sağlandığı da söylenemez ve böyle bir iklimde bu tasarılar bir istisna değil.

Daha önce ilan edilen olağanüstü hâl, Fransa’daki kuralcı ve güvenlikçi hareketin yasal, siyasi ve felsefi paradigmasını içinde barındırıyordu. Fakat çoğu Fransız olağanüstü hâli pek hissetmedi; alt tarafı ortalıkta devriye gezen silahlı askerler vardı sadece. Bu askerler saldırılarla harap olmuş bir Fransa’da güven verici bir güç göstergesi oldu. Ancak başkaları için olağanüstü hâl, olağanüstü yasal ve idari manevra ile eşanlamlıydı. Bu durum gerçek ve sembolik bir devlet şiddetinin varlığına işaret ediyordu. İdari makamlar belli yerlerde dolaşımı sınırlayabildi veya yasaklayabildi. Halka açık bazı toplantılar yasaklandı veya bir takım halka açık yerler geçici olarak kapatıldı. Şahıslar tutuklandı, mallara el konuldu, idari aramalara izin verildi. Bazı kişiler sınır dışı edildi ya da ev hapsi aldı. Olağanüstü hâlin genel hukuku bozma etkisi de oldu; ta ki olağanüstü hâl, sonrasında çıkan yasaları doğuran yasal-politik bir paradigma hâline gelene kadar. Küresel Güvenlik Yasasına da, Ayrılıkçılık Yasasına da nüfuz eden işte bu olağanüstü hâl mantığıdır.

*Cezayir kökenli Fransız gazeteci Hassina Mechaï, hukuk yüksek lisansı yapmış ve uluslararası ilişkiler ile Afrika ve Orta Doğu ilişkileri konusunda uzmanlaşmıştır.

16

SAYI 299 • MART 2021


nüstü Hâlden etli Değil

© Jo Bouroch/shutterstock.com

SAYI 299 • MART 2021

17


GÜNDEM

Namlunun Ucunda Kamusal Alanın Tarafsızlaştırılması Mı Var? Hukuki metinler hakkında görüş bildiren bağımsız bir idari otorite olan Hakların Savunucusu (Fr. “Défenseur des droits”), söz konusu yasalar hakkında hükûmeti sorguladı. Ayrılıkçılıkla ilgili açıklamalarını detaylandıran kurum, önce yasanın mantığına dikkat çekti: “Öyle görünüyor ki, önceki yasal metinlerde olduğu gibi, özellikle 2015’ten bu yana çeşitli olağanüstü hâllerle ilgili olanlarda görüldüğü üzere (...) hükûmet, tavrını özgürlükleri kısıtlamanın görünürdeki kolaylığına indirgemiştir.” Beş temel özgürlük yasası bu yasa ile değiştirilmiş veya bu yasadan etkilenmiştir: 1881 tarihli Basın Özgürlüğü, 1882 Zorunlu İlköğretim, 1901 Dernekler, 1905 Kiliseler ile Devletin Ayrılması ve 1907 tarihli Kamusal Alanda Dinin Yaşanmasıyla İlgili yasalar. Bu, güvenlik devleti kapsamında olduğu kadar olağanüstü hâlin de doğasında olan bir çelişkidir. Buradaki çelişki, özgürlüğü savunmak adına onu sınırlandırmak ve onun korunması adına haklar ve ilkeleri tehdit etmektir. Hakların Savunucusu adlı kurum bu nedenle “yasanın hükümlerinden bazılarının, tam da bu özgürlükleri zayıflatarak, bizzat cumhuriyetçi ilkeleri pekiştirmek ve teşvik etmek yerine zayıflatma etkisine sahip olduğunu” söylüyor. Nitekim Ayrılıkçılık Yasası, 1905 Laiklik Yasasını etkiliyor. Laiklik Yasasını hatırlayacak olursak, bu yasa, dinî konularda kamu hizmetlerinin tarafsızlığını ve dolayısıyla kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirirken “tarafsızlık” ilkesine tabi olmasını sağlar. Şimdi yasayla birlikte bu tarafsızlık ilkesi, kamu hizmeti yetkisi verilen şirketlerin çalışanlarına ve aynı zamanda “kısmen veya tamamen bir kamu hizmetinin ifa edilmesi amacıyla” bir kamu ihale sözleşmesi imzalamış olan şirketlere de uygulanacak. Sözleşme sahibinin, kamu hizmetinin ifasını kısmen emanet ettiği diğer kişilerin de bu tarafsızlık yükümlülüklerine uymasını sağlaması gerekecek. Ve bu, şirketlerin eğitim kurumlarından sonra dinî gerilimlerin yaşandığı başka bir durak olma riski pahasına uygulanacak! Çalışanlar memur olmasalar da, aynı dinî tarafsızlık ilkesine tabi tutulacak. Yasa tasarısı, çalışanların “görüşlerini, özellikle de dinî tezahürde olanları açıklamaktan kaçınmaları” gerektiğini belirtiyor. Ancak bu şirketlerde ifade etmekten kaçınılması gerekenler sadece dinî

18

SAYI 299 • MART 2021

görüşlerle de kalmıyor. Peki bununla başka kime yönelik hangi “görüşler” kastediliyor? Diğer bir soru, “bir görüşün tezahürü” ne demek? Özellikle de giyim, yemek, sakal, yaşam kuralları gibi dinlerinin müdahil olduğu alanlarda ayırt edici emareler taşıyan kişiler bunu nasıl algılamalı? Çünkü “tezahür”, “ifade” ile aynı şey değil. Peki tarafsızlık yükümlülüğünü artık devlete değil bireylere dayatan laikliğin garip bir şekilde tersine çevrilmiş bu şekli nasıl olur da sorgulanmaz? Bu kısım, tasarının derneklerle alakalı hükümleri ile birlikte okunmalıdır. 1901 tarihli Dernekler Yasası, canlı bir sivil toplumun parçası olarak dernekleşme özgürlüğünü belirleyen büyük bir özgürlük yasasıdır. Bununla birlikte yeni yasa tasarısı, mali unsurları kullanmayı öneriyor: Herhangi bir kamu hibesinden faydalanmak için “cumhuriyetçi taahhüt sözleşmesi” imzalanması gerekecek. Bu sözleşme ile taraflar “özgürlük ilkelerine, özellikle kadın-erkek arasında eşitlik, kardeşlik ilkelerine uymayı, insan onuruna saygı duymayı ve kamu düzeninin korunmasını” teyit edecek. Liste ilk bakışta iyi niyetli gibi görünse de, “kamu düzeninin korunması” ifadesine ne denmeli? Kamu düzeni, tanımı gereği, sadece devletin koruması altında değil midir? Başka bir soru: Bu hibelerden vazgeçen herhangi bir dernek, yetkililer nezdinde şüpheli mi olacak? Tercih derneklere bırakılıyor fakat bu tercih, kamu denetimini kabul ederek kontrol edilmek veya aynı denetimi reddederek şüpheli olmak arasında bir tercih mi olacak? Bu, hiçbir şekilde varsayım içermeyen bir soru. Zira yasa tasarısı, “insanlara ve mülkiyete yönelik şiddet temayülü” gerekçe gösterilerek bir derneğin feshedilme olasılığını artırmaktadır. Hukuk, her ne kadar maddi ve nesnel olan “eylemler” kavramını ele alıyorsa da, buradaki “temayül” kavramı, muğlak ve öznel boyutu nedeniyle yoruma açık bir kavram. Başka hususlar da aynı şekilde soru işareti uyandırıyor. Örneğin valilere verilen genişletilmiş yetkiler bu kapsama giriyor. Bu nedenle bazı derneklere bir tür “cumhuriyetçi eksiklik” hissiyatı yüklenecek: Nitekim dinî dernekler “dinî” niteliklerini valiye “beyan etmek” zorunda kalacak ve valinin buna itiraz etme hakkı olacak. Ayrıca idari makama yapılan bu beyanın 5 yılda bir yenilenmesi gerekecek. Böylece dinlerin idari denetim sorunu yadsınamaz bir şekilde ortaya çıkıyor. Ayrıca ibadethanelerin geçici olarak kapatılması da dâhil olmak üzere valiye başka yetkiler de verilecek. Ayrılıkçılık Yasa tasarısı, çizdiği şüphe ve sosyal gerilim toplumu manzarasıyla hayrete düşürüyor. Tasarı,


Güvenlik Yasası ile oluşturduğu ikili yasamanın ikinci kısmı olarak okunabilir. Ayrılıkçılık Yasası soyut kamusal alanı kapsarken, Güvenlik Yasası güvenlik güçleri tarafından mobil kameraların veya drone teknolojisinin kullanımına ilişkin hükümler de dâhil olmak üzere, fiziki kamusal alanla ilgili bir dizi önlem içeriyor. Müdahaleci Yasalardan Önleyici Yasalara Fransa, iki yıl boyunca olağanüstü hâl rejimi altında yaşadı. Hakların ve özgürlüklerin teminini askıya alan bu yasal rejim, idari makamlara olağanüstü yetkiler veriyor. 13 Kasım akşamı yetkililer, olağanüstü hâl ile ilgili 3 Nisan 1955 tarihli kanunun 6. maddesini yeniden yürürlüğe koydu. Bu madde, 20 Kasım 2015 tarihli kanunun 4. maddesiyle değiştirildi. İçeriği değiştirilen madde ile İçişleri Bakanı’na, “davranışının kamu güvenliği ve düzenine bir tehdit oluşturduğuna inanılması için ciddi nedenler olan herhangi bir kişiye” ev hapsi verme yetkisi tanındı. Önceki yasa taslağında bu önlem yalnızca “eylemleri güvenlik ve kamu düzeni açısından tehlikeli” kişileri kapsıyordu. Burada yapılan yasal değişiklik oldukça çarpıcıdır: “Eylem” kelimesinden “davranış” kelimesine geçilmiş, “kanıtlanmış” davranışın somutluğundan “inanılması için ciddi nedenlere” geçilmiştir. Yani nesnellikten öznelliğe. Ya da yasallıktan keyfî karara. Bu olağanüstü hâl hükmü, 30 Ekim 2017 tarihli SILT yasası ile birlikte genel hukukta yerini aldı. Böylelikle olağanüstü hâl normalleşmiş oldu. Zaten sıradanlaşmış olan bu durum, çok büyük ölçüde bir dizi başka hükmün de yasaya dâhil edilmesi için esin kaynağı oldu. Ayrıca daha sonraki bazı yasaları şekillendiren yasal paradigmaya dönüştü. Devletin ulusal güvenlik veya terör sorunları konusunda yaptığı çağrı, birçok ifade biçiminin suç sayılmasına neden olarak aktivistleri, gazetecileri ve sıradan vatandaşları hedef aldı. Gerçekleşen değişimi anlamak için “radikalleşme” teriminin kapsamında yapılan genişletmeye göz atmak yeterli. Uzun zamandır sadece “İslamcılar” ile ilişkilendirilen bu terim, şimdi Sarı Yelekliler, çevreci aktivistler, siyasi hareket ve görüşler gibi başka olguları nitelemek için de kullanılıyor. Olağanüstü hâl paradigmasıyla birlikte vatandaşları siyasi olarak tarafsızlaştırma biçimi ortaya çıkıyor. Bu da fiziksel ve soyut kamusal alanın kamu otoriteleri tarafından kontrol edilmesiyle, vatandaşların uygunsuz kabul edilen davranışlarının öngörülmesi ve cezalandırılması yoluyla yapılıyor. Böyle

bir kamusal alanda suç meselesi, masum olmaktan ziyade zararsız olmak ile tanımlanıyor. Bu durumda ise her birey için asıl mesele suç işlemediğini kanıtlamaktan ziyade, tehlikeli olmadığını göstermek meselesine dönüşüyor. Güvenlik Yasalarının İnşasında Dayanak Olarak İslam Küresel Güvenlik Yasası yoğun tepki çekmesine ve birçok insanı harekete geçirmesine rağmen, Ayrılıkçılık Yasası daha az sorgulandı. Hâlbuki her ikisi de özgürlüklere kast ettiği için aynı potansiyeli taşıyor ve bu iki yasa ancak birbirine eklemlenmiş bir yasama ikilisi olarak görülebilir. Ayrılıkçılık Yasasına karşı sessiz kalındığı gibi olağanüstü hâle karşı da sessiz kalındı. Özgürlükleri ihlal eden yasaların ardı ardına gelmesine izin veren de işte tam olarak bu sessizlik. Soruyu açık açık soralım: Yetkililer inkâr etse de, Ayrılıkçılık Yasası sadece Müslüman vatandaşları hedef alıyor gibi göründüğü için mi böyle bir durum söz konusu? Çok eşli evlilikler, miras, bekaret sertifikaları ile ilgili yüzeysel önlemlerle, aslında son derece küçük ve Fransa’da var olan İslam’ın gerçekliğinden tamamen kopuk rahatsız edici bir İslam kurgusu bu yasada ele alınmış durumda. Bu yasanın temeli, olağanüstü hâl sırasında gözlemlendiği üzere tüm vatandaşları etkileyecek olan özgürlük ihlali sonuçları doğuruyor. Ama maalesef ibret alınmadı. Açıkçası Fransız halkının çoğu için olağanüstü hâl neredeyse hissedilmedi bile. Olağanüstü hâl daha çok “öteki” ile ilişkileri bazen karmaşık olan Fransız toplumunda Müslümanları hedef aldı. Toplumsal ve sosyal “kalıpların” yer değiştirdiğini göstermiş oldu. İslam, Fransa’daki alt sınıfın ana dinî referansı olarak kaldı. Hükûmetin İslam’ı, “radikal İslam’ı” ve “Cihatçılığı” birbirinden ayırt edemeyen son derece belirsiz bir yaklaşımı var. Bazı belgelerde bu üç kavram neredeyse birbirine karışmış durumda. Hannah Arendt’in “kötülenen” veya “dışlanmış grup” olarak tanımladığı şeye karşı olağanüstü hâl yasaları önce “terör”, sonra “cemaatçilik” ve şimdi de “ayrılıkçılık” üzerinde birleşmiş durumda. Bu, bir grubu gayri meşrulaştırma ve devleti meşrulaştırma oyunudur. Nitekim Fransız toplumu ikiye ayrıldı: Bir yanda genel kuralın uygulanabilir olduğu kesim, diğer yanda istisnai adaletin kural olduğu kesim var. Bu istisnai rejim baskınlaşıp ileride genelleştiğinde, yasal ve siyasi boşluk yerleşik hâle gelmiş olacak.

SAYI 299 • MART 2021

19


GÜNDEM

Avusturya’da Devletin

Egemenlik A

vrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar toplumsal, siyasi ve hukuki sistemi etkileyici rol oynuyorlar. Başörtüsü ekseninde yapılan tartışmalar ve görülen mahkeme davaları bunun tipik bir örneği. Okullarda verilecek İslam din dersleri veya helal gıda meselesi basit anlamda günlük hayatta bir meselenin giderilmesi değil, uzun vadede kalıcı bir şekilde sistemik etkisi olabilecek başlıklar. Bu açıdan değerlendirdiğimizde ana akım tarafından “İslamcı motivasyonlu” olarak tanımlanan terör saldırılarının tüm bu faktörlerin neden olduğu etkiden daha da geniş boyutta etkisi olabiliyor. Bir terör saldırısının ardından toplumun tamamına, tüm dinî gruplara etkisi olabilecek düzenlemeler gündeme geliyor, dinî unsurlara yönelik dışlayıcı, daha fazla kontrol altına alıcı, yasaklayıcı vasıflara sahip uygulamalar, ilgili ülkenin hukuki sisteminde daha fazla geçerliliğe sahip olabiliyor. Bu tespitleri günümüzde somut olarak iki ülke üzerinden gözlemlemek mümkün. Avusturya’da terörle mücadele yasa paketiyle ve Fransa’da sözde cumhuriyetçi değerleri güçlendirme maksadıyla hazırlanan yasa paketleriyle yukarıda değindiğimiz etkinin nasıl şekillendiğine ve nelere sebep olduğuna şahit oluyoruz. Bu yazıda –Fransa konusunu bir başka yazıya havale ederek- Avusturya’da gündemde olan yeni yasal düzenlemelerin din-devlet ilişkileri açısından ne tür sonuçlarının olabileceğini ele almaya çalışacağız. Viyana’da Terörle Mücadele Yasa Paketleri Kamuoyunda yer aldığı üzere Viyana saldırısının ardından Avusturya hükûmeti terörle *Siegen Üniversitesi siyaset bilimi, sosyoloji ve tarih dallarında yüksek lisans eğitimini tamamlayan Koyuncu’nun uzmanlık alanları göç, entegrasyon, diaspora politikaları ve Avrupa ülkelerinde Müslümanlar gibi konulardır. Koyuncu, İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) bünyesinde Ülke Masaları'nı koordine etmektedir.

20

SAYI 299 • MART 2021


n Kabaran

Aşkı

Avusturya’da Müslümanlara yönelik siyasi tutum, seküler hukuk sisteminde olumsuz bir yöne doğru evrilmeye işaret ediyor. Güncel düzenlemeler devlet gücünü arttırırken İslam dinî cemaatlerinin özerkliğini kısıtlar nitelikte. Ünal Koyuncu*

© Steve Allen/shutterstock.com

SAYI 299 • MART 2021

21


GÜNDEM

mücadele yasa paketi hazırladı ve pakette yer alan yasa tasarılarını uzmanlardan görüş almak (Alm. “Begutachtung”) ve dolayısıyla kamuoyunu bilgilendirmek üzere Meclis’e iletti. Bunun için öngörülen süre şubat ayının başı itibarıyla tamamlandı. Birçok kurum ve uzman Meclis’e yasa tasarılarıyla ilgili görüşlerini iletti. Bu süreçte Dinî Cemaatlerin Hukuki Statüsüne İlişkin Yasa, İslam Dinî Cemaatlerinin Dış Hukuki Durumuna İlişkin Yasa (İslam Yasası), Vatandaşlık Yasası, Sembol Yasası ve Terörle Mücadale Yasası’ndan değişiklikler öngören paket birçok eleştiriye neden oldu. Eleştirileri iki kategoride ele almak mümkün: Bunlardan ilkini yasama sürecinde hükûmetin ortaya koyduğu yönteme dair eleştiriler olarak tanımlayabiliriz. İkincisini de yasaların içerdiği sorunlara ve neden olabileceği sonuçlara ilişkin hukuki tespitler olarak yorumlayabiliririz. Avusturya hükûmeti tarafından takip edilen yönteme ilişkin temel eleştirileri Avusturya İslam Cemaati (IGGÖ) gündeme getiriyor. Zira hükûmet, ülkedeki Müslümanların dinî temsiliyetinin yasaya dönüşmüş hâli olan İslam Yasası’nda terörle mücadele kapsamında bazı değişikliklerin yapılmasını planlıyor. Buna göre cami kapatmalarının kolaylaştırılması, dinî kuruluşlarda görevli olanların din işlerinden sorumlu kuruma bildirilmesi, camilerin finansman kaynaklarının ve kullanım yerlerinin beyan edilmesi ve yasal olarak öngörülen çerçeveye uymayan camilerin büyük meblağlarla cezalandırılması hedefleniyor. Bu noktada IGGÖ ilk olarak, doğrudan Avusturya’daki Müslümanlarla ilgili olan bir yasa tasarısının onları temsil eden bir kuruluşla -yani IGGÖ ile- işbirliği içerisinde hazırlanmamış olmasına itiraz ediyor. Yapılan bu itiraz IGGÖ’nün kamu hukukuna tabi tüzel kişiliğe sahip bir kurum olduğunu dikkate aldığımızda gayet yerinde bir eleştiri. Hükûmet olarak ülkede resmî statüye sahip camilerle ilgili yeni bir yasal adım atacaksınız, ama bunu yaparken camilerin bağlı olduğu çatı kuruluşa danışmayacak, onun tecrübesinden faydalanmayacak ve var olan ihtiyaçlarını dikkate almadan yeni bir düzenemeye gideceksiniz. Bu aynı zamanda hükûmetin Avusturya İslam Cemaatine yönelik bakış açısını ele veren bir durum. IGGÖ takip edilen yöntem bağlamında ikinci olarak yasal değişikliklerin terörle mücadele

22

SAYI 299 • MART 2021

kapsamında ele alınmasına itiraz ediyor. Hükûmetin bakış açısına göre terörle mücadele kapsamında bir ibadethane olan camiler Başbakan tarafından daha hızlı bir şekilde kapatılabilmeli, devlet camilerde görevli olan kişiler ve finans kaynakları hakkında daha fazla bilgiye sahip olabilmeli. Bu içeriğe sahip bir yasa tasarısının ülkede tartışılmasıyla ortalama bir Avusturyalının zihninde acaba nasıl bir cami algısı oluşur? Bu, İslam Yasası ile ilgili değişiklik önerileri dikkate alındığında yabana atılamayacak bir soru. Buna binaen IGGÖ İslam Yasası’nda uzun zamandan beri değişikliklere ihtiyaç olduğunu, ancak bu değişikliklerin terörle mücadele kapsamında yapılmaması gerektiğini savunuyor. Kurum ayrıca camilerin terörle ilişkilendirilmesinin neden olabileceği güven zedeleyici sonuçlara dikkat çekiyor. Hukuki Sorunları Olan Hukuki Düzenlemeler Yöntemle ilgili bu iki noktaya değindikten sonra yasa tasarılarının içerdiği sorunlara geçebiliriz. Bunlardan ilkini Dinî Cemaatlerin Hukuki Statüsüne İlişkin Yasa’da öngörülen değişiklik oluşturuyor. Bu yasaya eklenmesi öngörülen bölümler arasında şöyle bir cümle var: “Federal kamu hizmet kurumları tüm dinî meselelerde Başbakanı dinlemek, bilgilendirmek, Başbakanın dinî meselelerde icraatı için ihtiyaç duyduğu inceleme sonuçları dâhil olmak üzere tüm belgeleri ulaştırmakla yükümlüdürler.” Bu cümle Avusturya’da kamu kurumlarıyla dinî kurumlar arasındaki ilişkinin yeni bir aşamaya geçeceğinin göstergesi. Bu sebeple de hem uzman hukukçular hem de dinî cemaatler tarafından eleştiriliyor. Eleştirinin temel noktasını birden fazla unsur oluşturuyor. Cümle o kadar soyut, kapsayıcı ve geniş bir alana işaret ediyor ki okuyucu sınırı bulmakta zorlanıyor. Uzman hukukçulardan Richard Potz, dinî meselerlerde Başbakanın bilgilendirilmesinin Avusturya’daki din-devlet ayrımında bu şekilde yer almadığına dikkat çekiyor. Avusturya Piskoposlar Konferansı bu teklifle ilgili örneğin kamu hizmet kurumlarıyla kastedilenin ne olduğuna dikkat çekiyor. Mesela mahkemeler de bir kamu kurumu olduğuna göre onlar da dinî meselelerde ellerinde olan bilgileri göndermekle yükümlü olacaklar mı? Böyle bir durum güçler ayrılığı ilkesine ve dolayısıyla anayasaya aykırı


Avusturya hükûmeti terörle mücadele kapsamında camileri daha hızlı bir şekilde kapatabilmek, camilerde görevli olan kişiler ve finans kaynakları hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak istiyor. bir durum değil mi? Öte yandan “dinî meseleler” kavramıyla kastedilen şeyin ne olduğu yönünde de sorular yöneltiliyor. Dolayısıyla bir dinî cemaatin kendi iç meselesi hakkında Başbakanlığın bilgi sahibi olması din-devlet ilişkileri açısından endişelere sebep oluyor. İslam Yasası’nda düşünülen değişiklikler de hukuki açıdan sorunlar içeriyor. Bu sorunlara hem Avusturya İslam Cemaati hem de uzman hukukcu Richard Potz yazdıkları uzman görüşünde dikkat çekiyor. Kamu tüzel kişiliğine sahip cami derneklerinin statüsünün Başbakanlıkça hızlıca iptal edilebilmesi hukuk devleti açısından sorun teşkil ediyor. Normal şartlarda bir hukuki statünün iptal edilmesiyle ilgili süreçte ilgili dinî cemaatin sürece dâhil edilmesi, statüsü iptal edilecek yapıdan savunma veya eksiklikleri giderme talebinde bulunulması asgari şartlardandır. Bu şartlar dikkate alınmadan statünün doğrudan iptal edilmesi hukuk devleti uygulamasıyla çelişiyor. Buna ek olarak diğer dinî cemaatlerde böyle bir uygulamanın olmadığını dikkate aldığımızda eşitlik ilkesiyle çelişir bir durum da söz konusu.

Değişiklikler arasında ayrıca İslami kuruluşlarda görevli olan kişilerin listesinin Başbakan’a iletilmesi maddesi yer alıyor. Buna göre Başbakan’ın talep etmesi durumunda camilerde görevli olan kişilerin bilgilerinin iletilmesi mümkün olacak. IGGÖ bu maddeyi bir dinî cemaatin özerkliğine ve iç işlerine müdahale olarak yorumluyor. Bunun gibi özerkliğe ve iç işlerine müdahale olarak yorumlanabilecek bir madde de caminin finans kaynaklarıyla ilgili. Bu madde camilerin finans kaynaklarının nereden temin edildiğinin ve nereye harcandığının bildirilmesini şart koşuyor. Avusturya özelinde sunduğumuz bu tablo İslam ve Müslüman kaynaklı meselelerin din-devlet ilişkileri bağlamında sistemi nasıl etkilediğini gösteren örnekler. Seküler hukuk devleti sistemi devlet gücü lehine ve dinî cemaatin din özgürlüğü aleyhine evriliyor. Bunun sonucunda karşımıza şöyle bir manzara çıkıyor: Bir yanda dinî yapıları daha fazla kontrol altına almak isteyen, bu yapılara yönelik egemenlik aşkı kabaran bir devlet, diğer yanda da özerklik alanı biraz daha daralan İslam dinî cemaati.

“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Enbiyâ suresi, 21:35)

CIMG FRANCE | CENAZE FONU CIMG France - Confédération Islamique Millî Görüş | İslam Toplumu Millî Görüş 64 rue du Faubourg Saint-Denis | 75010 Paris | T 01 45 23 41 55 | F 01 47 70 34 96 info@cenazefonu.fr | www.cenazefonu.fr

SAYI 299 • MART 2021

23


D O S YA

VRUPA'

A

ÖZEL DOSYA

24

SAYI 299 • MART 2021

NAF

*Cem Şentürk, Türkiye Araştırmalar ve Uyum Merkezi Vakfı, Kültürlerarası İletişim ve İş Piyasasına Uyum Programı Yöneticisi.

Ü A T RK

ES

D


Almanya ve Avrupa’da Türk Girişimciliğinin Bilançosu Batı Avrupa ülkelerinde göçmen kökenli girişimcilerin gelişim süreci ve mevcut durum nedir? Hangi noktalarda piyasa zorlukları kendisini gösteriyor? Avrupa’daki Türk işletmelerini gelecekte hangi meydan okumalar bekliyor? 60 yıllık bir bilanço. Cem Şentürk*

İ

Dört Kuşak Girişimcilik

© Fh Photo/shutterstock.com

çinde bulunduğumuz 2021 yılında 60. yılını dolduracak olan Türkiye’den Almanya’ya göç, hem bu ülkeye hem diğer Batı Avrupa ülkelerine göçün bilançosunu çıkarmak için önemli bir sembolik anlam taşıyor. Türkiye 30 Ekim 1961’de Almanya ile yaptığı İşgücü Anlaşmasının benzerlerini 1964 yılında Avusturya, Belçika ve Hollanda, 1965 yılında Fransa ve 1967’de İsveç ile imzalamıştı. Bu yazının ana konusunu teşkil eden Avrupa’daki Türk girişimciliği, 60 yıllık bilançonun en değerli kalemlerinden birini teşkil ediyor.

1960 ve 70’li yılllarda daha ziyade bireysel çıkışlarla başlayan Avrupa’da Türk girişimciliği, esas olarak 1990’lardan itibaren kitlesel bir boyut kazandı. 80’li yıllarda birinci neslin elinde filizlenen girişimciliğin bayraktarlığı 90’lardan itibaren ikinci ve sonraki nesillerin eline geçmiş bulunmaktadır. Hâlihazırdaki işletmelerin önemli bölümü ikinci ve üçüncü nesil olarak tabir edebileceğimiz kuşağın idaresinde ve dördüncü kuşaktan insanlar varlıklarını giderek artan biçimde önümüzdeki yıllarda hissettirecek.

Günümüzdeki uyum tartışmaları arasında sosyo-ekonomik meselelerin yanı sıra göçmen girişimciliğinin de yer bulması, Türkiye kökenli insanların ekonomik uyumunun ulaştığı üst seviyeyi yansıtıyor. Başlangıç yıllarında işçilikten girişimciliğe geçen kişilerin ağırlığı söz konusuyken, şimdilerde büyük çoğunluğu bu ülkelerde sosyalize olmuş genç insanlar oluşturuyor.

Göç sürecinin ilk yıllarında yerleşik toplum üyelerinin giremediği, Türklere yönelik temel gıda, seyahat acentalığı ve lokantacılık gibi küçük “piyasa boşluklarında” ticarete atılan Türk girişimciler, bugün her sektörde kendi işyerlerini kurmuş durumda. Artık modası geçen “etnik ekonomi” tüm piyasaya hitap edebilen göçmen işletmelerinin potansiyelini tarifte yetersiz

SAYI 299 • MART 2021

25


D O S YA

kalıyor. “Türk semti” olarak tabir edilen semtlerde kurulan bakkal, export/import dükkanı ve seyahat büroları; artık toplamda ciroları milyar dolarları bulan on binlerce girişimcinin elinde imalattan inşaata pek çok sektöre ve Türklerin yoğun olmadığı semtlere de yayıldı. Yeni Girişimci Kültürü Artık bir Avrupalı Türk girişimci modelinden ve geliştirdikleri yeni bir girişimci kültüründen bahsedebiliriz. Atılganlık, esneklik, Akdeniz insanına özgü iletişim yeteneği ve “hizmette sınır tanımama” gibi meziyetlere sahip Türk girişimciler, diğer yandan yeni kuşaklarla Batı Avrupa’daki okul ve meslek yaşamının sağladığı dil ve teknik bilgi ve beceriler ile yerleşik iş kültürünün disiplin ve dakiklik gibi ögelerini girişimcilik kültürlerine dâhil ettiler. Cesur bir müteşebbis ruh ve olası sorunlara karşı hızlı manevra yetenekleri ile her koşula uyum sağlayabilen Türk girişimciler, pazardaki değişikliklere bu sayede daha esnek bir şekilde uyum sağlayabiliyor. Finans ve personel açısından yerli işletmelerine göre daha zayıf durumdaki Türk işletmelerini pazardaki dalgalanmalara ve günümüzdeki koronavirüs krizine karşı güçlü tutan da bu faktör. Bu insanlar kökenleri ne olursa olsun makroekonomik anlamda Almanyalı, Fransalı, Hollandalı veya Avusturyalı girişimciler. Yarattıkları istihdamla, ödedikleri vergilerle, ekonomiye kattıkları yeniliklerle ve ortaya çıkardıkları dinamik gelişmeyle yaşadıkları ülkelerin geleçeği için önemli bir kazançlar. Tüm Dünyaya Uzanan Ticari Köprü Türkiye-Avrupa ticaret ve turizm ilişkilerinde Avrupalı Türk girişimciler çok önemli bir yer tutuyorlar. Bu ekonomik köprü rolü sadece Türkiye’ye yönelik değil, önümüzdeki dönemlerde artan bir ivmeyle Balkanlara, Orta Doğu’ya, Türki Cumhuriyetlere ve Afrika’ya yönelik olarak da önem kazanacak. Bu coğrafyalarla kültürel ve dinî bağları kendilerine Avrupalı meslektaşlarından farklı olarak bireysel rekabet avantajı getirirken, Avrupa’nın rekabet gücünün bu pazarlarda artmasını da sağlayacaklar. “Avrupalı Türkler” terimi her ne kadar coğrafi tanım olarak doğru olsa da, vatandaşlık ve aidiyet bağları anlamında tüm Türkiye kökenli göçmenleri ve sonraki nesilleri hâliyle tam kapsamıyor. Serbest

26

SAYI 299 • MART 2021

ticarette özellikle etnik veya dinî kimlikten çok işletmenin rekabet gücü piyasadaki konumunu belirliyor. Hatta etnik veya dinî kimlik belli branşlarda rekabet dezavantajı bile teşkil edebiliyor. Tüm Avrupa ülkelerinde meclislere girmiş olan popülist aşırı sağ hareketlerin körüklediği İslam karşıtı söylemler ve medyanın Müslümanlara karşı kullandığı kontrolsüz dil, okul hayatındaki öğrencilerden, girişimcilere kadar toplumun her kesiminden insanın hayatına etki edebiliyor. Ön yargılardan sakınmak adına kültürel kimliğin geri plana itilmesi bir strateji olarak ortaya çıkabilirken, Türkçe çağrışımlı isimlerle müşteri kitlesine ulaşmaya çalışan başka kökenlerden girişimciler de var. Özellikle cafe/lokanta/restaurant işletmeciliği alanında pek çok Türk, İtalyan veya başka ülke mutfaklarının sunulduğu mekânlar aktif. Tam tersi örneğe ise özellikle şarküteri ürünleri imalatında rastlanıyor. Sömürgecilik geçmişinden gelen Fransa, Belçika, Hollanda ve İngiltere gibi ülkelerde yaşayan Müslüman nüfusun çoğunluğu giderek artan biçimde Türkiye dışındaki Müslüman ülkelerden gelenlerden oluşuyor. Avrupa’da yaşayan en kalabalık Türk nüfusun bulunduğu Almanya’da ise eskiden geçerli “Türk eşittir Müslüman” denklemi 2015 sonrasında çoğunluğu Arap mültecilerin gelişiyle geçerliliğini yitirse de, göçmen girişimciliği alanından Türkler hâlâ öncü ve en etkin grup. Bu hem sayısal olarak hem de örgütlülük düzeyinde görülüyor. Nitekim göçmen işveren derneklerinin çoğu 90’lı yıllarda Almanya’da kurulmuştur. Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli nüfus 5 milyonun üzerinde tahmin edilse de, bu konuda resmî bir veri yok. Bu durum, girişimci sayısını doğru tahmin etmeyi de imkânsız kılıyor. Almanya’da 103 Bin Türkiye Kökenli Girişimci Almanya 2019 yılında gerçekleştirilen örnekleme dayalı nüfus sayımı verilerine göre buradaki Türkiye kökenli girişimci sayısı 103.000. Bu sayı on yıl öncesinde sadece 81.000 civarındaydı. Almanya genelinde aynı zaman diliminde Alman girişimcilerin sayısı yüzde 11.4 azalırken, Türklerin yüzde 27.2 ve tüm göçmenlerin yüzde 26 civarında artmıştır. Yaşlanan yerli nüfus yapısı (Almanlarda ortalama yaş 47.3 iken Türklerde 35.6 yaş) bu değişimin ana itici faktörünü oluşturuyor.


Tüm bu olumlu gelişmelere karşın gelecek Türk işletmeleri açısından belirli riskler de var. Sorunlu alanlardan en önemlisi, Türk işletmelerinin yoğun olarak faaliyet gösterdikleri bazı sektörlerde, aşırı yığılmanın körüklediği yoğun rekabet. Bu rekabetin normal biçimde piyasanın dinamiklerine uygun bir süreç olarak gelişmemesi, aksine bir diğerini ortadan kaldırmaya yönelmesi sermaye bakımından zayıf işletmelerin pazarda hızla erimelerine neden olabiliyor. Gastronomi ve perakende gıda ticareti alanlarında gözle görülür bir hâl alan aşırı yığılma nedeniyle, piyasanın kapasite sınırına dayanılmış durumda. Gittikçe rekabetin kalite artışına yöneltilmesi daha çok önem arz ediyor. Bu bağlamda yeni pazarlara

açılmaya yönelik yenilikçi fikirlerin geliştirilmesi, farklılık gösteren pazarlama stratejileri ve konseptleri geliştirmek bir zorunluluk hâlini almış bulunuyor. Kalıcı olabilmek girişimciliğin en önemli ögesi. Bu durum, çalışkanlığın ve azmin yanında doğru bilgi edinmeyi de zorunlu kılıyor. Bu tür bilgilerin odak noktasında yer alan kurum, kuruluş ve kişilerle kurulacak ağ ve ilişkiler bu bakımdan önemli. Bu tür bilgi becerilerine (soft skills) ve yukarıda değinilen mesleki ve piyasa birikimi gibi ölçülebilir becerilere (hard skills) sahip olan dördüncü nesil, çokkültürlü, çok aidiyetli ve geniş ufuklu girişimciler, şüphesiz ki Avrupa’daki Türkiye kökenli göçmen topluluğun yaşadıkları ülklerdeki uyum algısını da olumlu etkileyecek.

EN HÜZÜNLÜ GÜNÜNÜZDE YANINIZDAYIZ IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR BEI IHNEN

HERKES ÖLECEK YAŞTADIR DER TOD KENNT KEIN ALTER

BELGE URKUNDE

RESMÎ İŞLEMLER BEHÖRDENGÄNGE

DİNÎ VECİBELER

RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN

NAKİL

TESLİM

ÜBERFÜHRUNG

ÜBERGABE

UKBA Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri UKBA Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG) Colonia-Allee 3 | D-51067 Köln | T + 49 221 942240-430 | F + 49 221 942240-429 | cenaze@ukba.eu | www.ukba.eu Amtsgericht Köln VR 17561 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33

SAYI 299 • MART 2021

27


D O S YA

Bir Yerlere Ulaşmak İsteyen Kişiler

Kendi İşini Kurmaya Mecbur ” Bırakılıyor Almanya’da 90’lı yıllarda kendi işini kuran tecrübeli Türk girişimcilerle hangi zor şartlar altında neleri başardıklarını konuştuk. Avrupa’ya göç eden ilk nesil, dilini ve kültürünü bilmediği bir ülkede yaşamaya başladı. İşçi göçünden sonraki nesil ise bir yerde çalışmak yerine kendi işini kurmaya başladı. “Yabancı” olarak yükselme seçeneğinin olmaması ise bunun belki de en temel sebeplerden biriydi. Öte yandan kendi işini kurmanın da ayrı zorlukları mevcut. Kendi işini kurmak için, Almanya’nın sistemi, muhasebe ve hukuk sistemi hakkında temel bilgi sahibi olmak gerekiyor. Almanya’da çeşitli şartlar altında kendi işini kuran, iş hayatında zorluklarla karşılaşan ve nihayetinde başarılı olan girişimcilerle konuştuk. “Her Zaman Daha İyi Olmak Zorundayız” Hasan Taflan, 58 yaşında, Almanya’nın Warendorf şehrinde yaşıyor. 1978 yılında Trabzon’dan

28

SAYI 299 • MART 2021

Almanya’ya, burada çalışan anne ve babasının yanına geldi. İki sene Türk sınıfına gittikten sonra “Hauptschule”yi, yani temel düzeydeki orta öğretimi bitirdi. O zamanlar karnelerde not verilmez, “derse katılmıştır” şeklinde not yazılırdı. Bu durum o zamanlar yabancı bir ülkeye yeni gelip zor şartlar altında okula başlayanların sınıfta kalmaması için bir avantaj oluşturuyordu. Boyacı olarak meslek okulunu bitiren ve ustalık sertifikası alan Hasan Bey, ön yargıların yaygın olduğunu ve yabancıların kolay kolay usta olarak işe alınmadığını deneyimlemiş. “Usta olarak müracaat ettiğim yerlerde beni işçi olarak alıyor, usta olarak almıyorlardı.” diyen Hasan Bey, yabancıların şansının Almanlar kadar iyi olmadığını, başarıya ulaşabilmek için her zaman “daha iyi” olmaları


Oktay Gökbak: “Maalesef bu kapitalist düzende bir yerlere geldiyseniz, kendi işinizin patronu iseniz, daha güçlü oluyorsunuz.”

Hasan Taflan: “Bir işin sahibi olarak, yaşadığınız ilçede Müslümanlığı, Türk halkını ve ailenizi temsil ediyorsunuz.”

Ünzüle Güder: “Dükkânı ilk açtığımızda vitrinler boştu, çok az ürünümüz vardı. Düğün takılarımı vitrinlere dizdik.”

SAYI 299 • MART 2021

29


D O S YA

gerektiğini anlatıyor. O zamanlar ustalık belgesine sahip oldukları hâlde, Türk ve Müslüman olarak zorlanacaklarını tasdikleyen dönemin Entegrasyon Bakanı’nın bir açıklamasını hatırlıyor Hasan Bey: “Bizde pes etmek yok. O yüzden devam ettik.” O zamanlar Almanya’ya gelenler için iki seçeneğin olduğunu söylüyor: Birincisi, bir fabrikada 50 yıl boyunca herhangi bir yükseliş beklemeden maaş karşılığı çalışmak. İkincisi ise kendi imkânlarınla iş yeri kurmak. Fabrikada aynı pozisyonda çalışmak istemeyen ve bir yerlere ulaşmak isteyen kişiler, kendi işini kurmaya mecbur bırakılıyor Hasan Bey’e göre: “50 yıl emir altında kalmak benim için zor olacaktı. Kendi işimi kurmak, kaderimi kendi elime almak istedim. Başarı, fedakârlık yapmadan ve gayret göstermeden olmuyor.” “Bir Şeylere Faydam Olsun İstiyorum” Hasan Bey’in girişimci hayatı 1995 yılında, 120 metrekarelik küçük bir boyahane satın almasıyla başlamış. Dört yıl sonra 1000 metrekarelik ilk tapulu yerini alıp, araba boyası ve kaporta yapmaya başlamış. Herkesin imkânı ve iş yeri açma azminin olmadığını belirten Hasan bey, zanaatkâr olmanın önemli bir nitelik olduğunu ve ne kadar ayrımcılıkla karşı karşıya kalınsa da Almanya’da yaşayan Türklerin iki kültürlü olmalarının ve iki dil bilmelerinin avantaj olduğunu söylüyor. Ailece zor zamanlarla karşılaştıklarını, çareyi ise her zaman kendisinin bulmak zorunda olduğunu anlatan Hasan Bey, hızlı karar vermenin faydasını gördüğünü söylüyor. “Bir işin sahibi olarak, yaşadığınız ilçede Müslümanlığı, Türk halkını ve ailenizi temsil ediyorsunuz. Bu yüzden işini severek ve en iyi şekilde yapabilmek çok önemli.” İşine ileride sahip çıkacak, çocuğu yerine koyduğu yakınları olduğunu söyleyen Hasan Bey, yeğeniyle birlikte de Türkiye’de araba parçaları imalatı yapan ayrı bir şirket kurmuş. Türkiye-Avrupa arasında faaliyet gösteren bu şirketi büyütmek istiyor. On yıl sonra ise izine ne zaman gideceğine ve müşteri randevularına kendi karar vermek istediğini, her hâlükârda bir işle meşgul olmak istediğini söylüyor: “Ben çalışmadan duramam. Bir şeylere faydam olsun istiyorum.”

30

SAYI 299 • MART 2021

“Düğün Takılarımı Vitrinlere Dizdik” 1980 yılında ailesiyle birlikte Almanya’ya gelen Ünzüle Güder’in (54) babası, bir süre çalışıp Türkiye’ye geri dönmek için Almanya’ya gelmiş. Şartlar el vermeyip geri dönemeyince, Ünzüle Hanım annesi ve üç kardeşiyle Almanya’nın Wuppertal şehrine gelmiş. Ablası ise yaşı tutmadığı için Türkiye’de kalmış. Almanya’daki okul dönemini şöyle anlatıyor Ünzüle Hanım: “Dil bilmiyorduk. Sarı sözlüklerimiz vardı. Sözlükten kelimeleri bulup ders yapmaya çalışıyorduk. Uyum sağlayabilmek zordu, yabancılar ve Almanlar arasında şimdiki gibi bir muhabbet yoktu.” Altı ay Almanca kursuna giden ve daha sonra temel ortaöğretimi bitiren Ünzüle Hanım, o zamanlar yaygın olan ev işlerine başlamış ve örgü makinesinde kazak örerek ailesine destek olmuş: “O zaman imkânlar azdı. Babamın çalıştığı firmada sırf Türk arkadaşları olduğu için Almanca öğrenmeye ihtiyaç duymamış. Kağıt işlerini hep kardeşlerim ve ben yapardık.” Evlendikten sonra kısa süre Metro’da çalışan Ünzüle Hanım, o sırada eşiyle birlikte kendi işini kurmuş. Eşinin toptancılıkla uğraştığını, kendi işini kurma niyeti olduğunu ve böylece kuyumculuğa başladıklarını anlatan Ünzüle Hanım’ın esnaflık hayatı 1994 yılında ilk sarraf dükkanıyla başlamış ve bugüne kadar sürmüş. İlk dükkanı dışarıdan fazla destek almadan, kendi imkânlarıyla açtıklarını belirten Ünzüle Hanım, mobilyaları ve vitrinleri kendilerinin kurduğunu anlatıyor: “Vitrinler boştu, çok az ürünümüz vardı. Düğün takılarımı vitrinlere dizdik. Taşları, altın içeriğini, kolay tamirleri yapmayı, inci dizmeyi kendi imkânlarımla öğrendim.” “Keşke En Baştan Yabancılardan Almasaydım” Esnaflığa devam eden ve tüm sorumluluğu üstlenen Ünzüle Hanım, birkaç yıl önce aldıkları yeni dükkânın müşteri kitlesinin çok farklı olduğunu anlatıyor: “Müşteri kitlemiz daha çok Alman, büyük markalarla çalışıyoruz. Birkaç sene önceye kadar işlettiğimiz ve Türklerin yoğun olarak geldiği dükkândan daha farklı bir konsept.” Esnaflığın bilinen zor yanı, müşteriyi memnun edebilmek. Fakat dükkânın Almanların yoğun olduğu bir


bölgede olması bir zorluk daha teşkil ediyor: Ünzüle Hanım sık sık ırkçılıkla karşılaşıyor. İki gün önce aldığı bir ürünü iade etmek için gelen bir müşteri tarafından yaşadığı ırkçı tartışmayı şu şekilde anlatıyor: “Müşteri, yeni aldığı ürünü tamamen çizmiş, iadeyi kabul etmem mümkün değil. Bir çözüm bulmayı önerdiğimde bana ‘Keşke en baştan yabancılardan almasaydım, başka yerden alsaydım.’ dedi.” Bunun üzerine Ünzüle Hanım müşteriye, aldığı ürünün de yabancı marka olduğunu, İsviçre’den geldiğini söylemiş. “Bu tarz olaylarla sık sık karşılaşıyorum. Mümkün olduğunca da cevabını veriyorum.” Başka bir seferde ise çalıştıkları bir marka temsilcisinin kendisine aşağılayıcı ve küçümser şekilde konuşması sonucu o markayı portföyden kaldırdıklarını ekliyor. “Başkalarına İş İmkânı Sunabilmek Bizi Mutlu Ediyor” Ünzüle Hanım ve eşi “Olursa olur, olmazsa başka bir işe gireriz” düşüncesiyle bu yolu seçmişler. “Bu kadar zor olacağını tahmin edemedik. Ama Allah nasip etti ve bir şekilde başardık. Şimdi ise başkalarına iş imkânı sunabilmek bizi mutlu ediyor.” Kendi işyerinin olmasının güzel olduğunu söyleyen Ünzüle Hanım, esnaflığın olumsuz yönlerinin 7/24 işle ilgilenmek, aileden kopuk olmak veya tam anlamıyla tatil yapamamak olduğunu söylüyor. Birkaç yıl sonra işi bırakmayı düşünen Ünzüle Hanım, en azından tüm sorumluluğu üzerinden atmak istiyor. Çocukları ilgilenirse, geri çekilmeyi düşünüyor. “Çocuklarımın kendi meslekleri var. Büyük kızımla eşi salgında çevrimiçi satışa başlamamızda destek oldular. Online satışı onların yardımıyla ilerletmeyi düşünüyoruz.” “Müslüman Olarak Herkesin Bir İş Yapması Gerek” 1981 yılında Ağrı’dan Almanya’nın Duisburg şehrine gelen Oktay Gökbak (58), ailesini sekiz yıl sonra, 1988 yılında getirebilmiş. İlk geldiğinde inşaatta çalışan Oktay Bey, bir buçuk yıl sonra işten ayrılıp arkadaşının çalıştığı manavda çalışmaya başlamış. Akşamları orayı toplamaya giden Oktay Bey iki yıl sonra satıcılığa başlamış. “Almanca bilmediğim için tabii biraz zorlandım ama severek çalıştım.” diyen Oktay Bey, 1986 yılında Alman

Tren Yolları’na girmiş: “Orada yabancılara karşı daha soğuk bir tutum vardı. Yabancılara ikinci sınıf muamelesi yapılıyordu. Orada olamayacağını anladım ve manavdaki işime geri döndüm.” 2004 yılına kadar tezgahtar olarak çalışan Oktay Bey, daha sonra Mülheim şehrinde ortağıyla birlikte kaliteli meyve ve sebze sunan şarküteri açmış. Sabahları erken saatte toptancı pazarına gidip alışveriş yapmış, tezgahı dizip satışa başlamış. Müslüman olarak ticaretle uğraşmanın gerekliliğine değinen Oktay Bey, “Keşke daha önce başlasaydım. Ticareti çok seviyorum.” şeklinde konuşuyor. En büyük zorlukların ise erken kalkmak ve ailesine çok fazla zaman ayıramamak olduğunu söylüyor. “Kapitalist Düzende Bir Yerlere Geldiyseniz Güçlü Oluyorsunuz” Birkaç müşteri haricinde iş hayatında büyük bir sorun yaşamadığını belirten Oktay Bey, bazı ırkçı sözlerle karşılaştığında kendi dükkânının sahibi olduğu için gereken cevabı verdiğini söylüyor. Bir seferinde, “Hanımın, kızların örtülü fakat sen çok modern gözüküyorsun” diyen bir müşterisine “Benim bir kızım doktor, diğerleri de meslek sahibi. Kendi kararlarını kendileri veriyorlar.” şeklinde cevap verdiğini anlatıyor. “Bunu desteklediğim için söylemiyorum, ama maalesef bu kapitalist düzende bir yerlere geldiyseniz, kendi işinizin patronu iseniz, daha güçlü oluyorsunuz. Başkasının yanında çalışırsanız istediğiniz şekilde hareket edemezsiniz, istediğiniz cevabı da veremezsiniz. Sizi patronunuza şikâyet ederler.” Çocuklarının esnaf değil, farklı meslekleri olduğunu söyleyen Oktay Bey, ileride işini sahipleneceklerini ümit ediyor. Oğlunun meslek eğitiminden sonra dükkânı işletmeye devam etmesini istediğini belirten Oktay Bey, üç dört yıl sonra Türkiye’ye kesin dönüş yapmak istiyor. Çeşitli zorluklarla iş kuran ikinci kuşak, o zamanın şartlarına göre ve kendi imkânları çerçevesinde başarılı olmuş. Zorlu yollarla emek sarf edip kurulan işleri yeni imkânlarla sürdürebilmek ise çocukların elinde. Bilhassa dijital çağda önceki şartlara kıyasen çok fazla alanda iş kurma imkânı var. Bir alanda nitelik kazanmak için istekli olmak ve internete bağlanmak yeterli olabiliyor.

SAYI 299 • MART 2021

31


D O S YA

Koronavirüs Salgın

Avrupa’da Türk

A

lmanya’nın Köln şehrindeki en meşhur caddelerden birisi, Keup Caddesi. Mülheim semtinde yer alan bu cadde, şehirde “Türk caddesi” olarak da biliniyor. Restoranlardan kuyumculara, berberlerden çeyiz ve gelinlik dükkânlarına kadar birçok işletmenin yan yana dizili olduğu Keup Caddesi’ndeki en eski işletmelerden biri de Kilim Restoran. 1985’ten beri hizmet veren restoran, bir aile işletmesi olarak faaliyet gösteriyor. Kilim’in ortaklarından biri olan İsmail Aldağ, işletmenin tarihini şöyle özetliyor: “1985 yılında babam bu caddede ilk dükkânı kurduğunda sadece çorba, lahmacun ve baklava sunuyordu. İlk başlarda kimse rağbet göstermiyordu. Sonra sonra insanlar evlere sipariş vermeye başladı, Almanlar rağbet gösterdi. 2005 yılında da geniş bir ürün yelpazesiyle lokantayı açtık.” İsmail Bey, babasının küçük yaştan beri gastronomi alanında çalıştığını anlatıyor. Babası çocukken Urfa’da baklavacılık yapmış, kebapçıda çalışmış. Almanya’ya geldiğinde ilk başlarda demir döküm branşında işe başlamış. Sonra Leverkusen taraflarındaki bir fırında baklava ve pide yapmaya başlamış. Kısa bir süre sonra da kendi yerini açmış. İsmail Bey, aile işletmesini şöyle anlatıyor: “Babam dükkânı ilk açtığında çalıştırabileceği fazla işçi yoktu. Zaten yeni bir işletme, işçiye para verseniz bir yere varamazsınız. Ablam ve abim de Almanya’ya geleli 8 sene olmuştu, kendilerini dükkanda buldular. Babamın şu düşüncesi vardı: ‘Çocuklarım yanımdayken onlara kimse musallat olamaz.’ Babam çocukken bizi dükkânda çalıştırdığında ilk başlarda ona kızıyorduk. Çocukluğumuzu, gençliğimizi yaşayamadık, hafta sonlarında hiç gezemedik diye sitem ediyor-

32

SAYI 299 • MART 2021

duk. Ama zaman geçtikçe anladık ki, babam bizim işçiliğimizi istemiyordu. Bizi korumak istiyordu. Nitekim hiçbirimiz kahve, kumar gibi alışkanlıklara bulaşmadık.” Koronavirüs salgınından çok ciddi oranda etkilendiklerini söyleyen İsmail Bey, lokantalarla paket servis yapan işletmeler arasındaki ayrıma dikkat çekiyor: “Lokantalarda müşteri içeride yemek yemeye gelir. Müşteri, masada oturduğunda önüne gelen sıcak tabağı, plastik tabaklarda evine soğumuş bir şekilde sipariş etmek istemez. Biz de Almanya’da lokantaların müşterilere kapandığı ve sadece paket servisin mümkün olduğu süreçten olumsuz etkilendik.” Karantina uygulaması restoranların yoğun olduğu caddelerde bütün işletmeler için sorun doğurmuş: “Keup Caddesi’ndeki kuyumcular kapanınca, restoranlar da bu durumdan etkilendi. Çünkü kuyumcuya alışveriş yapmaya gelen müşteri lokantaya da uğrar. Caddeye daha az insan geldiğinde de bu durum o caddedeki tüm işletmelere olumsuz yansır.” “Her Sektör Salgından Farklı Etkilendi” Salgın düzenlemelerinden en çok gastronomi sektörünün etkilenmesi ile ilgili de şunları kaydediyor: “Restoranların giderleri fazla. İşçi giderlerinden kiraya, çöp atım parasından malzemeye kadar çok fazla gider var. Bir karantina uygulaması geldiğinde, restoran için aldığınız malzemelerin tamamı çöpe gidebiliyor. Buna karşın kuyumcu ya da berberlerin dükkân alanları daha küçük, sabit giderleri daha az. Bozulacak malzemeleri yok. Bu anlamda her sektör farklı şekillerde etkileniyor.” İsmail Bey her şeye rağmen salgın esnasındaki maddi zararını bir musibet olarak görmediğini


nında Esnaf Olmak:

rk Restoranları Avrupa’da Türk mutfağının en önde gelen temsilcileri, Türk restoranları. Koronavirüs salgını esnasında zorluklarla karşı karşıya kalan bu işletmelerin sahipleriyle görüştük. Almanya, Avusturya ve Hollanda’dan 3 restoran sahibiyle bir röportaj.

SAYI 299 • MART 2021

33


D O S YA

vurguluyor: “Elbette zarar ettik, ama kârdan zarar ettik. Bitmedik, dükkânımız devam ediyor. Her şey normale döndüğünde insanlar unutacak, eski düzenimize döneceğiz. ‘Vay hâlimize, battık’ denilecek bir seviyede değiliz.” Salgın esnasında restoranlara gidemeyen insanların salgından sonraki yemek alışkanlığına dair bir öngörüde de bulunuyor: “Salgın esnasında tüketim alışkanlıkları değişti. Önceden marketlerden yapılan alışverişler çevrimiçi yapılıyor artık. Şimdi de insanlar aplikasyonlardan evlerine yemek sipariş veriyorlar. Ama lokantada yemek, pizzacıda fırından yeni çıkmış pizza yemek özlemi hep kalacak. Bence gastronomi sektörü salgından sonra yeniden canlanacak.” İsmail Bey, ilk salgın kısıtlamaları esnasında Almanya’da devletin teşviklerinden yararlandıklarını anlatıyor: “Sabit giderlerimiz devlet tarafından karşılandı. Almanya devletinin esnafa iyi bir şekilde destek olduğunu söyleyebilirim. Kârımızı yine elde edemedik, ama en azından devlet desteğiyle zarar etmemiş olduk.” Bu yardımlara başvurunun bürokratik olmadığını vurgulayan İsmail Bey, “Almanya’da bürokrasi meşhurdur. Her şey milimi milimine hesap edilir. Esnafa ilk destek aşamasında devlet bürokrasiyi tamamen kaldırdı ve yardımları hızlı ulaştırdı. Bu esnada bu yardımları suiistimal edenler de oldu. İkinci aşamadaki karantinada devlet daha hazırlıklıydı. Biz şimdiye dek başvurularımızda olumsuz bir tecrübe yaşamadık.” “İşçi Çıkartmak Bizim Prensibimize Aykırı” Bünyamin Yıldız, Avusturya’nın Eisenstadt şehrinde 18 yıldır döner işletmeciliği yapıyor. 3 ayrı işletmesi var: Birisi döner standı, birisi kebap evi, bir diğeri ise lokanta. Gastronomi sektörüne ek olarak 15 yıldır ticaretle ilgilenen Bünyamin Bey, tam da salgın esnasında yeni bir işletme açmış: “18 yıldır var olan işletmemize ek olarak tam salgın patlamadan 2 ay önce yeni bir yer açtık. Üçüncü işletmemiz ise pandemide açıldı. Satışlarda kısmen bir düşüş olsa da salgından kötü etkilenmedik. Gelirimiz azaldı, ama giderlerimiz de azaldı.” Avusturya’da şu anda gastronomi işletmeleri daha erken saatlerde kapanıyor. Bu durum işletme-

34

SAYI 299 • MART 2021

lerin müşteri sayısında da azalma anlamına geliyor. 12 personel çalıştıran Bünyamin Bey, salgın esnasında hiç işçi çıkartmamış: “İşçi çıkartmak bizim prensibimize aykırı. Personelimin iyi gününde de kötü gününde de yanında olmak isterim. Tüm çalışma arkadaşlarıma bu güvenceyi verdim, onlar da o motivasyonla çalıştılar. Onlar bizim emektarımız, ancak iş kaybı endişeleri yoksa huzurla çalışabilirler.” Bünyamin Bey, salgın sürecinde 18 yıllık işletmesi için devletten yardım almış: “Bir önceki yılın 11. ayındaki cironun yüzde 80’ini devlet karşıladı. 12. aydaki cironun ise yüzde 50’sini devletten aldık. Diğer işletmelerimiz bir senesini doldurmadığı için yardım almadık.” Avusturya hükûmetinin salgın esnasında esnafa yönelik yardımlarından memnun olan Bünyamin Bey, “İktidarın kriz yönetiminden memnunum. Bana kalırsa esnafı desteklemek adına yapabileceğinin en iyisini yaptı.” Koronavirüs salgınında devlet yardımlarının bürokratik oluşuyla ilgili eleştirilere de değinen Bünyamin Bey, “iyi mali müşavirle çalışmak” konusuna vurgu yapıyor: “Birçok gastronomi işletmesi, özellikle de Türk esnaf, ‘bizden olsun, Türk olsun’ gibi bir düşünceyle çok da tecrübeli olmayan mali müşavirlerle çalışıyor. Tecrübeli olmayan mali müşavirler düzenlemeleri iyi takip edemeyebiliyor ya da başvuru hataları yapabiliyor. Bana göre bürokratik zorluk yoktur, iyi çalışmayan mali müşavir vardır.” Bünyamin Bey, gastronomi işletmelerinin salgın esnasında esnekliğe hızlı adapte olması gerektiğini belirtiyor: “Bir kebap tabağını paket servisle eve götürdüğünüzde elbette tazeliğini kaybedeceği için lezzet kalitesi düşer, fakat buna oranla fiyatı da düşer. Lokantada 15 avro verdiğiniz tabağa paket serviste 8 avro verebilirsiniz. Burada asıl sorumluluk gastronomi esnafında. Bu dalgalanmalara nasıl adapte olacak, kendisini nasıl değiştirecek, işletmelerin bunları düşünmesi gerek.” “O Yoksulluğa Dönmek İstemiyordum” Bünyamin Bey Avusturya’ya 14 yaşında gelmiş. Önce boyacılık mesleği yapıp usta olarak çalışmış. Fakat daha sonra bu mesleğin kendisi için uygun olmadığına karar vermiş: “Benim insanlarla görüş-


mem gerekiyordu. Gastronomi alanına ilgi duydum. Bu alanda eğitim aldım. Ailemizde esnaf hiç yoktu, ilk esnaf ben oldum.” Bir mesleği varken esnaflığa geçişini şöyle anlatıyor Bünyamin Bey: “Maddi olarak beni ikna etmiyordu. Gıda sektörünün her zaman yaşama şansı var. Ayrıca her gün farklı insanlarla tanışmak, o heyecan beni çekiyordu. Öte yandan yoksul bir ülkeden gelmiş olmanın etkisi vardı. O yoksulluğa dönmek istemiyordum. Bu nedenle bir girişimde bulundum.” Üç kızı olan Bünyamin Bey, işletmesini bir “aile işletmesi”ne dönüştürmek istemediğini söylüyor: “Akşama kadar iş stresinde bir arada olmak, sonra da akşam o kişiden huzur beklemek çok zor. Çocuklarımın aynı işi yapmasını istemiyorum. Amacım, tamamen şirketleşmeye gitmek ve işin sadece muhasebeyle ilgili kısmını kızıma devretmek. Bana kalırsa Türk girişimciler, profesyonelleşmeye gitmeden sadece çok yüksek bir tempoda çalışmaya odaklanıyor. Kazandığımız parayı ailemizle harcamaya zamanımız yoksa bu bizi mutsuz eder.” “Ciro Kaybımızı Telafi Edip Etmeyeceğimiz Belli Değil” Erdoğan Yüce, Hollanda’daki Meram lokantalarının kurucusu ve sahibi. İlk şubesi 1999 yılında açılan restoranlar Hollanda’da ilk alkolsüz Türk restoranı konseptini da başlatan işletme olmuş. Sonrasında açılan işletmelere de öncü olan kuruluşun şu an Hollanda’nın 4 şehrinde 12 ayrı şubesi, 250’ye yakın da çalışanı var.

tarafından karşılandı. Geri kalan sabit giderleri işletmelerin kendisi karşılamak zorunda kaldı. Dolayısıyla da devlet desteği şirketlerin zararını karşılamadı. Bu durum işletmecileri ciddi bir krizin içine çekti. Bizim de şu an tam olarak ne zaman açılacağımız ve ciro kaybımızı telafi edip edemeyeceğimiz belli değil.” 30 yıldır gastronomi sektöründe olan Erdoğan Bey, şimdiye kadar yaşanan ekonomik krizlerden az da olsa etkilendiklerini, fakat pandeminin tüm krizlere bedel olduğunu anlatıyor: “Salgından en az etkilenen şirket bile üç yıl geriye gitmiştir. Önümüzdeki 5 yıl kendisini toparlayamayacak çok fazla işletme var. Umarım herkes bu süreçten ticari olarak dersini çıkartmıştır.” Erdoğan Bey, lokanta kültüründe paket servisin çok işlemediğini, bu nedenle de fastfood işletmelerde ciro kaybı yaşanmazken, müşterinin mekânda yemek yediği işletmelerin zarar gördüğünü anlatıyor: “2021 yılında Hollanda’da 35.000 yeni restoran, paket servis sitelerine kayıt yaptırmış. Bazı paket servis siteleri yüzde 13 komisyon alarak kârı neredeyse işletmelere yansıtmayan bir modelle çalışıyorlar. Bu süreçte yine birçok girişimci de yeni arayış içine girdi. Biz yine de bardağın dolu kısmına bakarak ümitvar olmak zorundayız.”

Erdoğan Bey Hollanda’da esnaflığın, “bir grubu temsil etmek” anlamına geldiğini ekliyor. “İşçi olarak geldiğimiz Avrupa’da işveren durumunda olmamız gurur verici. Türk insanını, Müslümanları temsil ediyor olmak da büyük bir sorumluluk yüklüyor. Bunun bilinciyle hareket edebilen esnafımız kendilerini çok şanslı hissetmeli.” Erdoğan Bey salgın nedeniyle kapılarını kapattıkları 2020 ve 2021 yılları içerisinde devlet yardımı almış. “Hollanda’da devlet özellikle turizm, havayolu şirketleri ve gastronomi gibi birçok sektörü destekledi. Bu destekler şirketlerin büyüklüğüne göre değişti. Genelde işletmelerin giderlerinin yüzde 70’i, yani personel gideri ve kısmen sabit giderleri devlet

Bünyamin Yıldız

Erdoğan Yüce

SAYI 299 • MART 2021

35


D O S YA

Avrupa’da Türkiye Kökenliler ve Etnik Pazarlama Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli topluma yönelik yapılan pazarlama kampanyaları, 90’lı yılların sonundan bu yana “Ethnomarketing”, yani etnik pazarlama başlığı altında yer alıyor. Bu yeni pazarlama şeklinin oluşumu ve günümüzdeki yeri ise incelemeye değer. B u r h a n G ö z ü a k ç a* “Ethnomarketing”, yani etnik pazarlama terimi çoğu alanı kapsar gibi görünse de profesyonel anlamda kullanıldığı yerler çok sınırlı. “Marketing”, yani Türkçe ismiyle “pazarlama” adı altında ele alınan faaliyetler genelde bir şirketin odaklanacağı pazarın gereksinimlerini ve bunlara cevap vermek için kullanacağı stratejilerin belirlendiği mekanizmalardan bir kısmını oluşturur. Pazarlama esnasında özellikle hedef kitle ve ihtiyaçlar daha ilk günden çok iyi belirlenmek zorundadır. Tam da bu noktada işin “etnik” kısmı devreye girer: Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli topluma yönelik yapılan pazarlama *Avrupa’da ambalajlı peynir sektöründe faaliyet gösteren aile şirketlerini sattıktan sonra 1998 yılında etnik pazarlama alanında bir medya ve pazarlama şirketi kuran Burhan Gözüakça, Alman Telekom ve Allianz gibi markaların Türk müşterilerine yönelik projelerini üstlendi. Şu anda farklı sektörlerde yatırımcı ve danışman olarak faaliyetlerine devam eden Gözüakça, Berlin’de yaşıyor.

36

SAYI 299 • MART 2021


© idiltoffolo/shutterstock.com

SAYI 299 • MART 2021

37


D O S YA

kampanyaları, 90’lı yılların sonundan bu yana “Ethnomarketing/etnik pazarlama” başlığının altına giriyor. Bu sektörün ilk aktörlerinden olan Erk Güner’in kurduğu WFP ajansı, 1998 yılında Mercedes Benz için Türk televizyonlarından yayınlanan ilk spotunu çektiğinde bu sektör için önemli bir başlangıca imza atmıştı. Ardından pek çok önemli Alman şirketi Türkiye kökenli müşterilerine yönelik hedefler belirleyerek etnik pazarlamanın bugün bilinen yüzünü oluşturdular. Tamamen bir Alman medya devine bağlı olarak Türkçe yayına başlayan METROPOL FM ise, bu sektörün en önemli aktörlerinden birisi olarak hem kendisini hem de etnik pazarlamanın önemini kanıtladı. Onlarca büyük markanın 2000 yılından itibaren Avrupa’da uyguladığı etnik pazarlama yaklaşık 10 yıl boyunca altın çağını yaşadı. Özellikle Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin olumlu yansıdığı bu dönemde büyük Alman şirketleri Türkiy kökenli tüketicilere pozitif yaklaştılar ve önemli yatırımlara imza attılar. Yüzlerce milyonluk reklam bütçelerine sahip bu şirketler için uzun vadede bu kadar küçük kitlelere hitap etmenin zorlukları belirginleşti, bir yandan ana bütçelere hükmeden büyük ajanslar blokaj uyguladı, diğer yandan Türkiye ile gerilen ipler Avrupalı yöneticilerin burada yaşayan Türk tüketicilerine bakışlarını maalesef negatif etkiledi. 20 sene sonra geldiğimiz noktada Avrupalı markaların etnik pazarlama yatırımları çok düşük bir seviyeye geriledi ve bir zamanlar 4-5 uzman ajansı barındıran piyasada sadece bu işten geçinen profesyonel bir ekip kalmadı. Etnik Pazarlama Ne Değildir? Bir markanın temel pazarlama faaliyetleri şirketin hedef kitle belirlemesinden, fiyat stratejisi ve reklamlarına kadar pek çok noktaya temas eder. Eğer bir firmanın ana hedef kitlesi örneğin Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli vatandaşlar ise burada “etnik pazarlama” terimini kullanmak pek de uygun değil, çünkü bu firmanın temel işi bu. Bir Türk veya Avrupa markası, Avrupa’da yaşayan Arap veya Hırvat kökenlilere yönelik faaliyette bulunuyorsa, buna etnik pazarlama demek doğru olur. Çünkü burada temel yolun dışına çıkarak etnik özellikler bazında farklı kitlelere hitap edilmektedir. Yani biraz daha somutlaştıracak olursak, Baktat, İşbank veya Türk Hava Yolları “etnik pazarlama” yapmıyor, sadece “pazarlama” yapıyorlar ve bunu yaparken kuruluş stratejisine uyumlu olarak Avrupa’da

38

SAYI 299 • MART 2021

yaşayan kitleleri de hedefliyorlar. Asıl müşterileri farklı olan bir Alman kuruluşu etnik pazara yöneldiğinde buna etnik pazarlama denilebilir. Etnik pazarlama, eskiden özellikle kullanılan dil ile öne çıkardı. Bizim yorumumuza göre ise kullanılan dilin pek önemi yok; önemli olan tüketici beklentilerini ve kültürel farklılıkları anlayarak bunlara uygun çözümler geliştirmek. Nitekim zaman içinde etnik pazarlama da çehresini değiştirdi: Artık büyük Avrupa markalarının pazarlama departmanları Türkiye kökenli müşterilerinin beklentilerini de değerlendirmeye başladılar. Kadrolarında Türkiye kökenli personel bulundurmaya özen gösteriyorlar ve bu kitleye normal mecralarından ulaştıklarını sanıyorlar. En azından mecralar konusunda yanıldıkları kesin; Türk televizyonları, radyosu veya bunların çevrimiçi uzantılarının bizlere sağladığı hazzı yabancı marka sahiplerine anlatmak zor. Hollanda’da veya Belçika’da doğan bir gencin her gün Türkçe müzik dinlemesine veya dizilerini izlemesine anlam veremiyorlar veya bunu bir zaaf olarak değerlendiriyorlar. Her hâlükârda bu kitleyi normal pazarlama projeleri çerçevesinde ele alıp, değerli tüketiciler olarak algılamaları için biraz daha vakte ihtiyaç duydukları kesin. Avrupa’da Türk Esnafın Yer Aldığı En Önemli Sektör: Gıda Sektörü Avrupa’daki Türkiye kökenli esnafın son yıllarda çok önemli yol kat ettiğini hep beraber gözlemliyoruz. 80’lerden itibaren başka iş bulamadığı için veya bir fırsat gördüğü için işçiliği bırakarak serbest çalışmaya yönelen esnaflar, bugünkü başarının temellerini oluşturan altyapıyı hazırladılar. Özellikle gıda sektöründe binlerce şirket ile yaşlanan Avrupalıların bıraktığı boşlukları doldurdular. Başlangıç yıllarında amatör ruhla yola çıktıktan sonra profesyonelleşen kadrolar, ardından gelen sektörel eğitime sahip yeni bir nesil ile taçlandı ve karşımıza 30-40 yıllık geçmişleriyle yaptıkları işlerde inanılmaz başarılı olan, Türk müşterilerini kendilerine bağladıktan sonra şimdi de diğer Avrupalı müşterilere odaklanan şirketler çıktı. Her alanda olduğu gibi burada da piyasa önemli bir evrim geçiriyor. Örneğin eskiden aile şirketi olarak üç-beş kişiyle yönetilen 100 metrekarelik marketlerin yerini, zincir işletmeye dönen ve satın almalarını merkezi organize eden 500 metrekare üzerinde satış alanıyla hizmet veren marketler almaya başladı. Bu marketler bulundukları bölgelerde asıl büyük aktörler olan (örneğin Almanya’da) Aldi, Lidl gibi


zincirlere de taze ürün konusunda alternatif oluşturduklarından bunlar tarafından da önemsenmeye başladılar. Avrupa’nın öncü marketleri yıllar önce düşünemeyeceğimiz oranda Türk markalarına ve helal ürünlere yer vermeye başladı. Hem Türk hem de diğer tüketicilerin yeni alışkanlıklarına hitap etmek için böyle bir yola başvuran zincirler, Türk markalarını müşterilerinin dikkatini çekmek için anahtar olarak kullanıyorlar ve rekabetçilerini ezmeye yönelik bir fiyat stratejisi de izliyorlar. Yine de Türk marketleri Avrupa’da her zamankinden önemliler ve altın çağlarını yaşıyorlar çünkü son yıllarda tüm Avrupa’ya yayılan Suriye asıllı mülteciler ve Balkanlardan gelen göçmenler de ihtiyaç duydukları her şeye ulaşabildikleri için bu marketleri tercih ediyor. Türkiye kökenli esnafların aktif olduğu ikinci önemli sektör olan gastronomide bu aralar pandemi dolayısıyla çok sıkıntı yaşanmasına rağmen daha öncesinde gıda sektöründe benzer gelişmeler yaşanmıştı. Başta genelde döner büfelerinden oluşan Türk gastronomisi son yıllarda büyük bir evrim geçirdi. Döner büfeleri büyüyüp gelişti ve Avrupa’nın en önemli fastfood seçeneklerinden birisi olarak yerini aldı. Daha da önemlisi, gastronomi tecrübelerini geliştiren esnafımız başka mutfaklara da açıldı ve hizmete dayalı bu sektörde çok önemli yerlere geldi. Bugün Avrupa’nın herhangi bir şehrinde yemek yediğiniz İtalyan, Fransız veya Alman restoranının sahibinin Türk olması sizi şaşırtmaz. Yoğun hizmet, misafirperverlik ve insana saygı gerektiren hasta bakımı, kişisel bakım ve benzeri sektörlerde de esnafımız bulunduğu şehirlerde önemli işlere imza atmaya devam ediyor. Türk Esnafın Aktif Olduğu Sektörler ve Hedef Kitle Türk esnafın aktif olduğu sektörler genişledikçe hizmet verilen kitle de genişledi. Artık 20 yıl öncesinde olduğu gibi sadece Türkiye kökenlilere veya göçmenlere hizmet veren iş yerleri azınlıkta. Hem yaşadığımız toplum bize yaklaştı hem de Türkiye kökenli esnaf kendisini diğer komşularına da hizmet verecek seviyede geliştirdi. Örneğin Türk marketlerinin en önemli bölümü olan et reyonları helal olmasının yanı sıra eskiden tezgahlarda bulunmayan ve özellikle Alman, Avusturyalı veya Fransızlara hitap eden dinlendirilmiş biftekler, kullanıma hazır

baharatlanmış köfteler, Arap ve Boşnak müşterilerin tercih ettiği sucukları da bulunduruyor. Yaş ortalamasının yüksek olduğu Avrupa ülkelerinde serbest çalışma riskini taşımak isteyenlerin oranında ciddi bir gerileme varken bu oran göçmenlerde ve Türkiye kökenli vatandaşlarda hâlâ yükselişte. Gıda ve gastronomi açık ara önde olsa bile esnafımızın aktif olduğu sektörler her gün artarken hiç aklınıza gelmeyecek yerlerde karşınıza Türkiye kökenli işletmeciler çıkabiliyor. Bu alanda bazı sorunlar da mevcut. İlki, şirketlerin sürekliliği. Aldığı eğitimi aile şirketinde köreltmek istemeyen gençler başka işlere yöneliyor. Bundan dolayı yüzlerce işletme sahibi yatırımını yeni jenerasyona devredemediği için ya satmak ya da kapatmak zorunda kalıyor. Bir diğer sorun ise sermaye zayıflığı. Bankaların beklediği detaylı planlama ve sunum yapma kabiliyeti olmayan işletmeler bugün bile finansman açıklarını kapatmak için kaynak bulmakta zorlanıyor. Profesyonel yönetici görevlendirmenin önemini kavrayamayan aile şirketleri kendilerini yetiştiremiyor ve maalesef bulundukları kalıbın içerisinde eriyip gidiyor. En büyük sorunumuz ise daha temel bir eksiğimize işaret ediyor. Hangi işi yaparsak yapalım, hedef kitlemizi, ürünümüzü, hitabımızı ve satış kanallarımızı çok iyi analiz etmek gerekiyor. Örneğin Berlin Kurfürstendamm, Düsseldorf Königsallee veya Paris Champs-Elysee’de açacağınız bir gelinlik mağazasına Türkçe isim vermeniz muhtemelen Alman veya Fransız müşterilerin kapınızdan girmesini engelleyecektir. Yani esnafımız buna benzer çok basit kararlarla hedef kitle ve müşteri portföylerini geliştirebilecekken Avrupa’daki şehirleri gezdiğinizde bu konuda hâlâ çok yetersiz kaldığımıza şahit olacaksınız. Türkiye için iyi bir marka olabilen özgün bir Türk ismine, Avrupa piyasalarında Avrupalı tüketicilere hitap edebilmek için yeni bir marka çalışması yapılması gerekir. Türkiye’den Avrupa’ya açılan pek çok marka bu konularda eskisinden daha açık ve bu işin İstanbul’dan yönetilemeyeceğini de anlamış durumda. Yine de Avrupa gibi gelişmiş bir pazarın şartlarını yerine getirerek başarılı olan marka sayısı çok az. Gelirleri Avrupa ölçeğinde bekleyerek giderlerin Türkiye ölçeğinde kalmasını bekleyen marka sahipleri de bu konuda hayal kırıklığı yaşıyor.

SAYI 299 • MART 2021

39


D O S YA

Kültürel Irkçı Kültürü ve NS © Anadolu Images

*Öğretim görevlisi Dr. Sedat Değişgel, “Yabancı Düşmanlığının Yiyecek Kültürüne Yansımaları: Almanya’da Bir Araştırma” başlıklı tezi hazırlamıştır.

40

SAYI 299 • MART 2021


ılık, Yiyecek SU Cinayetleri Avrupa’daki Türkiye kökenli esnaf, aynı zamanda ırkçı saldırıların da odak noktasında. Bu alandaki en acı hafızayı NSU cinayetleri oluşturuyor. D r. S e d a t D e ğ i ş ge l *

I

rkçılık ve yabancı düşmanlığı özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra insanların fizikî özelliklerinden çok kültürel özelliklerini hedef almaya başlamıştır. Irksal üstünlüğü savunan klasik ırkçılık düşüncesinden farklı olarak kültürü hedef alan, bu yüzden adına “kültürel ırkçılık” diyebileceğimiz bu yeni ırkçılık türü, düşmanca duygular beslenen herhangi bir yabancı kültürün tüm öğelerine karşı gelişebilmektedir. Dinî inanışlar, ana dil, gelenekler, giyim tarzları, müzikler, yiyecek kültürü gibi birçok özellik sırf “ötekine” ait olduğu için düşmanca tutumlardan ciddi şekilde nasibini almaktadır. Avrupa ülkelerinin birçoğunda, özellikle göç ettikleri ülkenin kültürü ile uyum sorunu yaşadığına inanılan yabancılara karşı hoşgörüsüzlük ve şiddetin varlığı uzun yıllardır bilinmektedir. Yerleşik halk, zorunlu sebeplerle veya kendi ülkelerinin ihtiyaçları sebebiyle ülkelerine gelen yabancıları ticari, siyasi, kültürel, sosyal bir rakip ve gelecekleri için bir tehlike olarak görebilmektedir.

Almanya’da 8’i Türk 10 kişiyi öldüren Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör örgütü, Köln şehrindeki Keup Caddesi’nde bombalı bir saldırı düzenlemişti.

SAYI 299 • MART 2021

41


D O S YA

Yaygın İslamofobik Tutumlar Bielefeld Üniversitesinden Profesör Wilhelm Heitmeyer ve ekibi 3.000 Alman vatandaşının İslamofobi ile ilgili fikirlerini öğrenmek amacıyla bir anket yapmıştır. Anket birkaç kez tekrarlanmış ve her seferinde İslam’a karşı olumsuz fikirlerin giderek arttığı görülmüştür. Anketin sonuçlarında İslam’ın hayranlık veya sempati duyulacak bir medeniyet olduğu fikri katılımcılar tarafından reddedilmekte, Müslümanların ibadethanelerinin yapımına yasak getirilmesi istenmekte, Müslümanların Avrupa’ya göç etmesinin durdurulması talep edilmektedir. Ankete katılanların yüzde 80’inin İslam’ı fanatizmle eş olarak görmeleri Müslümanlardan duyulan rahatsızlığı ve İslam’a bakış açısını gözler önüne sermiştir. Avrupa genelinde İslam dininin fanatizm, hatta terörizmle birlikte anıldığı birçok yayına rastlanmaktadır. Bunlardan belki de en ilginci Danimarka’nın Aalborg kentinde papazlık yapan Christian Meidahl ve eşi Henny Nörgaard tarafından yazılmış olan “Biz ve Hristiyanlık” (D. “Os og Kristendom”) isimli “ders” kitabıdır. Kitapta “Her ne kadar her Müslüman terörist değilse de, her terörist Müslümandır” şeklinde bir ifade yer almakta, İslam dini ile ilgili bölüm, “köktendincilik” ve “terörizm” başlıkları altında ele alınmaktadır. Helal Gıdaya Yönelik Tepkiler Son yıllarda Avrupa’da özellikle yabancı kültürlere ait yiyecekler sunan restoranlara dönük bir karşıtlık da söz konusudur. Özellikle helal gıda sunan işletmelere karşı tepkiler gelişmiş, helal gıda terimini duymaktan bile rahatsız olan ve bunu gizlemeye gerek görmeyen üst düzey siyasetçiler ön plana çıkmıştır. İlk örnek Fransa’dan: 2010 yılında Lille kentine 15 kilometre uzaklıktaki Roubaix’in belediye meclisi, menüsünde sadece İslami usullerle kesilmiş “helal” etler kullanan “Quick” isimli fast-food zincirinin boykot edilmesi gerektiğini deklare etmiştir. Sosyalist Parti üyesi Belediye Başkanı Rene Vandierendonck, menüden domuz eti ve alkolün çıkarılıp sadece helal olarak nitelendirilen bir konsept uygulanmasının Müslüman olmayanlara yapılan bir ayrımcılık olduğunu belirtmiştir. Halbuki Quick isimli zincirin 360 şubesi vardır ve sadece

42

SAYI 299 • MART 2021

8 şubede (Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bazı mahallelerde) helal gıda uygulamasına gidilmiştir. Ayrıca Fransa’da Yahudilere dönük “koşer” satışı yapan birçok işletme de mevcuttur. Yeşiller Partisi Milletvekili Daniel Cohn-Bendit, bu duruma dikkat çekerek, Yahudilere yönelik hizmet veren işletmelere tepki verilmediğini, Müslümanlara yönelik yiyecek sunan işletmelerin de normal karşılanması gerektiğini belirtmiş, İslamofobik tutumlar sergileyen siyasetçilere haklı bir gönderme yapmıştır. Yine Fransa İçişleri Bakanı Claude Gueant, 2012 yılında yabancılara oy hakkı verilmesi teklifine karşı çıkmış, yabancılara oy hakkı verildiği taktirde “helal gıdanın tüm okul kantinlerinde yayılacağından ve zorunlu tutulacağından endişe ettiğini” söylemiştir. Bu tartışmaları daha da ileri götüren milliyetçi Ulusal Birlik Partisinin Genel Başkanı Marine Le Pen, Fransız vatandaşlarının farkında olmadan helal et yediğini, bunun bir “cemaatçi cürüm”, hatta “dikta” olduğunu, Paris bölgesinde sadece helal et satıldığını savunmuştur. Azınlık-çoğunluk ilişkisini tersine çeviren Le Pen’in bu iddialarının doğru olmadığı elbette ortaya çıkmıştır. Kebab-frites.com isimli sitenin kurucusu Thibaut Le Pellec’in de ifade ettiği gibi Fransa’da gittikçe çoğalan kebapçı dükkanları ve tabii ki helal gıda, göç ve entegrasyon sorunlarının bir yansıması olarak görülmekte, İslam karşıtlarını ve aşırı milliyetçileri rahatsız etmektedir. Aynı duruma İtalya’nın da birçok şehrinde sıklıkla rastlanmaktadır. 2009 yılında bu yana Lucca, Genova, Bergamo, Forte Dei Marmi, Cittadela, Verona, Floransa ve Venedik gibi birçok şehirde “yabancı kültürlere ait yiyecekler sunan” birçok restorana kısıtlamalar getirilmektedir. İsviçre’de ise Daniel Graf isimli politikacı “burka” yasağından sonra kebap dükkânlarının da yasaklanması için kampanya başlatmış ve ciddi destek görmüştür. Graf; burka ile kebabı aynı kategoride değerlendirmek gerektiğini belirtmiştir. Bu arada Hollanda’da ev kiralamak istediği emlak şirketinden “bu evler etnik yiyeceklerden hoşlanan, saatlerce baharatlı yemek yapanlar için uygun değil, sadece Batı tarzı yemekler yapanlara uygun” mesajını alan Iraklı Maysa Munaff’ı, İskoç-


Türkiye kökenlilerin kurduğu “etnik” işletmeler, Avrupa’da “Müslüman istilasının” sembolü olarak görülüyor.

ya’da sırf Müslüman olduğu için eşinin ve kızının gözü önünde onlarca kişi tarafından acımasızca darp edilen Caspian Food isimli restoranın sahibi Mohammad Khalid’i unutmayalım. NSU Cinayetleri Almanya’da göç kökenli küçük esnafa yönelik işlenen ırkçı NSU cinayetlerinin çözüleceği yönünde başta Angela Merkel olmak üzere birçok siyasetçi söz vermiş olsa da, maalesef hâlâ ortada asıl failler yoktur. Peki yukarıda bahsettiğimiz “yiyecek kültürüne, helal gıdaya ve restoranlara” dönük olumsuz tepkilerin NSU cinayetleriyle nasıl bir ilgisi vardır? Hem yukarıdaki örnekler hem de NSU cinayetleri ırkçılığın farklı yansımaları olarak karşımıza çıkmıştır. Ancak cinayetlerin ırkçı NSU örgütü tarafından gerçekleştiğinin uzun süre anlaşılamaması(!) sebebiyle, söz konusu cinayetlere uzun süre “döner cinayetleri” dendiğini hatırlayalım. Öldürülen 10 maktulden sadece Mehmet Turgut ve İsmail Yaşar’ın dönercilikle uğraştıkları bilindiği hâlde bu tabirin medyada uzun süre kullanılmasının sebebi, ırkçılığın varlığını göz ardı etmekten başka bir anlama gelir mi? Bu arada Darmstadt Üniversitesi tarafından 2011 yılında “Dönermorde” kelimesinin “Yılın En Kötü Kelimesi” (Alm. “Unwort des Jahres”) seçildiğini hatırlatmalıyız. Prof. Dr. Nina Janich’in ifadelerini hatırlayalım: “Irkçı teröristlerin işlediği seri cinayetlerin böyle basmakalıp ve folklorik ifadelerle etiketlenmesi son derece yanlıştır. Bu terim, cinayetlerin siyasi boyutunun yıllarca ve kasten göz ardı edildiğinin bir göstergesidir. Cinayetleri bir yiyeceğe indirgeyerek, cinayet kurbanları sadece kökenleri sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakılmışlardır.” Ancak maalesef Türk diasporası olmak üzere Almanya’nın genelinde NSU cinayetlerine hâlâ “döner cinayetleri” denildiğine tanık olabiliyoruz. Berlin’de bu konuyla ilgili yaptığım araştırmalar

sırasında maalesef bazı Türklerin bile NSU cinayetlerini tanımlarken “10 tane dönerci öldürüldü” ifadelerini kullandıklarını, medyanın uydurduğu söz konusu terimin bazı Türklerin dahi bilinçaltında yer ettiğini üzülerek duydum. Elbette bahsettiğim kişiler de NSU cinayetlerini kınayan ve üzülerek hatırlayan Türklerdi. Ancak işin acı tarafı, hâlâ konunun ciddiyetini ve boyutlarını tam olarak kavrayamamış olmalarıydı. NSU cinayetleri ile ilgili Alman Federal Meclisinde kurulan araştırma komisyonunun her biri 8 ila 11 saat arası süren yaklaşık 130 oturumunun tamamına gözlemci olarak katılan TBB Sözcüsü İlker Duyan’dan dinlediğim bir olaydan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Toplantılardan birinde Alman Askeri İstihbarat Servisi BND’nin şefi August Hanning ifadeye çağırılır. Komisyon Başkanı, Hanning’e “NSU cinayetlerinde öldürülen kişiler hakkında bilginiz var mı?” diye sorar. Hanning “Evet” der. “Sekiz tane manav öldürüldü.” Bahsettiğimiz kişi Alman Dış İstihbarat Şefidir ve öldürülenler konusunda bilgi sahibi olmadığa inanmak için deli olmak gerekir. Bu arada komisyon başkanı öldürülenlerin hiç birinin manav olmadığını söyler ve “Eğer öldürülenler Almanya’nın büyük bankalarının Yönetim Kurulu Başkanı olsalardı veya tamamı polis olsaydı ne olurdu?” diye sorar. Hanning cevap veremez ve “manav” ifadesi için daha sonra özür diler. Özetlemek gerekirse, Avrupa’da Müslümanların ve özellikle Türklerin kültürel özelliklerine yöneltilen bu tür düşmanca tutumların ırkçılık ve İslamofobi çerçevesinde değerlendirilmeden anlaşılması mümkün değildir. Aklımıza neden özellikle esnafın hedef alındığı sorusu gelebilir. Neden özellikle Müslüman-Türk esnaf veya Müslümanlara dönük hizmet veren esnaf ve işletmeler hedef alınmaktadır? Lafı çok uzatmadan açıkça belirtmek gerekir ki, bu tür “etnik” işletmeler, Avrupa’da “Müslüman istilasının” sembolü olarak görülmektedir.

SAYI 299 • MART 2021

43


D O S YA

Türkiye Kökenliler Avrupa’da Kendi Ay Üzerinde Durma Se *Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) yüksek lisans eğitimini tamamlayan Kural, Perspektif dergisi yayın kurulunda yer almaktadır.

44

SAYI 299 • MART 2021


© hanohiki/ shutterstock.com

rin Ayakları erüveni

Türkiye kökenli girişimciler Avrupa’da uzun yıllardır faaliyet gösteriyor. Bulundukları ülkenin ekonomik ve sosyo-kültürel hayatının artık vazgeçilmez bir parçası hâline gelen Türkiye kökenli girişimcilere günümüzde her sektörde rastlamak mümkün. Meltem Kural*

SAYI 299 • MART 2021

45


D O S YA

T

ürkiye, 1960’lı yıllardan başlayarak başta Almanya olmak üzere birçok Batı Avrupa ülkesiyle iş gücü anlaşmaları imzaladı. Bu anlaşmalar kapsamında yüz binlerce Türk kökenli işçi Avrupa ülkelerine göç etti. Tüm bu göç hareketleri neticesinde yıllar içinde Avrupa’da hızla artan Türk nüfusu, bazı ürün ve hizmetlere yönelik ihtiyacı da beraberinde getirdi. Birbiri ardına açılan “Türk bakkalları”, bilet satış büroları, büfe ve restoranlar ortaya çıkan pazar açığını kapatmaya yönelik ilk girişimler oldu. 80’li yıllara gelindiğinde ise Türk girişimciliğinde büyük bir sıçrama yaşandı. Kendi İşini Kurma Serüveni Almanya özelinde 80’li yıllarda artan işsizlik oranları, ülkedeki en geniş yabancı nüfusu oluşturması hasebiyle bu durumdan orantısız bir biçimde yüksek oranda etkilenen Türkiye kökenlileri “kendi işini” kurmaya yönlendirdi. Aynı zamanda, bu dönemde yabancı işçiler arasındaki en düşük aylık net gelir grubunu da Türklerin oluşturuyor olması, Türkiye kökenlilerin kendi işlerini kurmaları için başka bir gerekçe teşkil ediyordu. Buna ek olarak, 80’li yılların Türkiye’sindeki ekonomik ve toplumsal istikrasızlık ortamı da daha fazla Türkiye kökenlinin “kesin dönüş” yapma fikrini rafa kaldırmasına neden oldu. Böylece Türkiye’ye dönüş ve “anavatana” yatırım için yapılan birikimler “gurbette” kurulacak yeni iş için sermaye olarak kullanıldı. Aynı dönemde yabancı girişimcileri destekleyen yeni kanuni düzenlemeler ve yasalarda yapılan gevşetmeler de bu süreci olumlu etkiledi. Böylece Almanya’da 1970’li yıllarda 3 bin 300 olan Türkiye kökenli girişimci sayısı, 1999 itibarıyla 55 bine, 2010 yılı itibarıyla ise 106 bine yükseldi. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlileri etkileyen benzer gelişmeler Avusturya, Hollanda, Fransa ve Belçika gibi diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenliler için de geçerliydi. Dün olduğu gibi bugün de Avrupa’daki göçmen kökenli toplum için hâlâ geçerliliğini koruyan sosyo-ekonomik dezavantajlar birçok Türkiye kökenliyi kendi işini kurmaya itiyor. Eurostat 2019 yılı verilerine göre Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan AB dışı ülkelerden gelen göçmen kökenliler arasındaki işsizlik oranı, çoğunluk toplumu arasındaki işsizlik oranının iki katına tekabül

46

SAYI 299 • MART 2021

ediyor. Bu farkın en fazla hissedildiği ülkeler arasında ise Fransa (yüzde 14.7) ve Belçika (yüzde 13.8) bulunuyor. Buna karşılık göçmen kökenliler arasındaki girişimcilik oranları incelendiğinde, Türkiye kökenliler diğer topluluklar arasında öne çıkıyor. Örneğin Fransa’da en dezavantajlı göçmen grupları arasında olan Türkiye kökenliler, girişimcilikte yüzde 16’lık oran ile ilk sırada yer alıyor. 230 bin civarında Türkiye kökenlinin yaşadığı Belçika’da, bu gruba ait işletmeci sayısının 7 bin ila 10 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Yaklaşık 300 bin Türkiye kökenlinin yaşadığı Avusturya’da 20 bin civarında, 420 bin Türkiye kökenlinin yaşadığı Hollanda’da ise Hollanda Ticaret Odası’nın 2018 verilerine göre Türkiye kökenlilere ait 25 bin 527 işletme bulunuyor. Avrupa geneline bakıldığında 1999 yılında 73 bin 200 olan Türkiye kökenli girişimci sayısı da 2010 yılına gelindiğinde 140 bine ulaşmış görünüyor. İstihdam açısından değerlendirildiğinde, Almanya’daki Türkiye kökenli girişimciler 1999 yılında 293 bin vatandaşa iş imkânı sunarken, bu sayı 2010 yılında 650 bine yükseldi. Avrupa’da ise bu sayı 1999’da 366 bin iken, 2010’da 810 bine ulaştı. Tüm bunlara ek olarak Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenlilere ait girişimlerin gerçekleşmesinde aile desteği de büyük rol oynuyor. İş kurarken ve sonrasında karşılaşılan maddi-manevi sıkıntıların aşılmasında aileler büyük destek sağlıyor. Gerekli sermayenin toplanması konusunda yeterli kredi bulunamadığı durumlarda veya alınan kredilerin geri ödenmesinde aile bireylerinden alınan borçlar devreye giriyor. Aynı şekilde açılan işletmelerde aile mensuplarını istihdam etme eğilimine Türkiye kökenliler arasında daha sık rastlanıyor. Türkiye Kökenli Girişimcilerin Sektörel Dağılımı Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli girişimcilerin yoğunlaştığı belirli faaliyet alanları var. Bunlardan ilk üçü sırasıyla ticaret, gastronomi ve hizmet sektörü. Bunları zanaat, imalat ve inşaat sektörleri takip ediyor. Avrupa geneli göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye kökenli esnafın daha çok perakende gıda ve gastronomi sektörlerinde yoğunlaştığı gözlemleniyor. Bunun böyle olmasını daha önce de belirttiğimiz


Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenliler arasındaki çoğunluk toplumuna oranla çok yüksek seyreden işsizlik oranları bu ülkelerde girişimciliği besleyen başlıca faktörler arasında. Avrupa’da artan Türkiye kökenli nüfusun öncelikli ihtiyaçları ile ilişkilendirmek mümkün. “Niş ekonomisi” olarak bilinen bu model, benzer mal ve hizmetlere gereksinim duyan küçük bir tüketici grubunun ihtiyaç ve isteklerinin karşılanmasını amaçlanıyor. Türkiye kökenlilere ait ilk girişimler de Avrupa’da artan göçmen kökenli nüfusa yönelik bu pazar açığının kapatılması özelliğini taşıyor. Etnik girişimcilik olarak da tanımlanabilecek bu durum, göç edilen ev sahibi ülkede kendisi ile ortak kültürel kökene sahip kimselere yönelik kendi işini kurma eğilimi olarak açıklanıyor. Perakende ve gastronomi sektörlerinde oluşan yoğunluğu elbette farklı sosyo-ekonomik nedenlerle açıklamak da mümkün. Yüklü sermaye gerektirmemesi ve mesleki eğitim ve teknik uzmanlık gibi ön koşulların bulunmaması, söz konusu sektörlerde faaliyet gösteren işletmelerin hızla gelişip yaygınlaşmasında büyük rol oynuyor. Bilhassa Avrupa’ya göç eden birinci nesil göçmenlerin düşük eğitim seviyesi, Türkiye’de edinilmiş mesleki eğitim ve diplomaların göç edilen ülkelerde tanınmaması ve yetersiz dil becerileri göz önünde bulundurulduğunda, kendi işini kurmak isteyenlerin neden bu sektörleri seçtiği daha kolay anlaşılıyor. Ancak yıllar içerisinde bu eğilimde de değişimler yaşanıyor. Günümüzde ikinci ve üçüncü nesil Türkiye kökenli girişimciler sadece kendi köken ülkelerinden müşterilere hitap etmek yerine, “yerli nüfusu” da kapsayan geniş bir müşteri kitlesine ulaşmayı hedefliyor. Zanaat alanında yapılan yasal değişiklikler ve Türkiye kökenli gençlerin meslek eğitimine yönelmesiyle açılan işletmelerin sayısı da her geçen gün artıyor. Türkiye kökenli genç nüfus arasında artan yüksek öğretime devamlılık ve meslek eğitimi konusundaki yeterlilik ise kendi işini kurmak isteyen yeni nesil girişimcilerin daha ziyade hizmet sektörüne yönelmesine neden oluyor. Böylece Türkiye kökenlilerin sadece dönerci, büfe ve manav dükkanı işlettikleri klişesi de yavaş yavaş tarihe karışıyor. Yine aynı gelişmelere bağlı olarak ebeveynlerine

nazaran daha yetkin ve özgüvenli ikinci ve üçüncü nesil girişimcilerin motivasyonlarında da bir farklılaşma var. Bugün kendi işini kurma hususunda Türkiye kökenli genç girişimciler için temel gerekçeler arasında ailesine daha iyi maddi imkânlar sunma arzusunun yanı sıra, bağımsızlık kazanma ve yüksek sosyo-ekonomik statü elde etme gibi amaçlar öne çıkıyor. Yıllar içerisinde Türkiye kökenlilere ait firma ve işletmelerin sayısıyla birlikte niteliğinde de belirgin bir gelişmenin söz konusu olduğu söylenebilir. Büfelerin yerini restoranların, bakkalların yerini süpermarketlerin, bilet satış bürolarının yerini seyahat acentalarının, döner toptancılarının yerini ise büyük et imalathanelerinin aldığı görülüyor. Hâlihazırda Avrupa’daki Türkiye kökenli girişimciler akla gelebilecek her sektörde varlık gösteriyor. Son 20 yılda Türkiye kökenli girişimciler niş ekonomisine sıkışmış göçmenlerden, yerli girişimcilere dönüşerek, bu hususta sayısal olduğu kadar niteliksel de bir sıçrama kaydetti. Birinci nesil göçmenlerin mütevazi girişimlerinden bu yana, bu alanda kat edilen hatırı sayılır mesafe düşünüldüğünde, Avrupa’daki Türkiye kökenli girişimcilerin yaşlı kıtaya vadedeceği daha çok şey olduğunu söylemek gerek. Kaynaklar • Adıgüzel, Y. (2019). Göç Sosyolojisi. 3. Baskı, Ankara: Nobel. • https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/belcikadaki-turk-isletmecilerin-yillik-cirolari-2-3-milyar-avro/998917 • https://brainworker.at/zielgruppen-insights-die-tuerkische-community-in-oesterreich/ • http://www.bteu.de/index/turk_kokenli_girisimciler_de.pdf • http://www.diegaste.de/gaste/diegaste-sayi3005.html • http://www.dtik.org.tr/DC/Editor/Image/Faydali_Bilgiler/ Makaleler/AvrupaBirligiveAlmanyadaTurkGirisimcilerinEkonomikGucu.pdf • https://ec.europa.eu/eurostat/de/web/products-eurostat-news/-/DDN-20200519-1 • https://www.handelsblatt.com/unternehmen/industrie/ in-deutschland-erfolgsgeschichten-tuerkischer-unternehmer-seite-2/3067788-2.html?ticket=ST-2741358-loZmxFd460fxu4OemfQg-ap2 • h t t p s : / / k u r i e r . a t / c h r o n i k / t u e r k i s c h e - u n t e r n e h mer-mehr-als-kebab-und-baklava/256.992.534 • https://www.starting-up.de/geschaeftsideen/gruenderstorys/tuerkische-gruender-in-berlin.html

SAYI 299 • MART 2021

47


D O S YA

© I AM CONTRIBUTOR/ shutterstock.com

İslam Ticaret Ahlakına Dair Esaslar

*Katip Çelebi Üniversitesi rektörü olan Dr. Saffet Köse’nin, İslam iş ahlakı ile ilgili çalışmaları bulunmaktadır.

48

SAYI 299 • MART 2021


Avrupa’da iş hayatına atılan Müslümanların üzerine büyük sorumluluk düşüyor. Peki bir Müslüman’ın ticaret ve iş ahlakı nasıl olmalı? P ro f . D r. S a f fe t Kö s e*

SAYI 299 • MART 2021

49


D O S YA

H

z. Peygamber’in hem zenginliğin hem de fakirliğin şerrinden Allah’a sığınması (Müslim, Zikir, 49), bu iki hâlin tek başına fazilet olmadığının delildir. Her ikisi de hayatın bir gerçeğidir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.), “Fakirlik neredeyse küfür olacaktı.” hadisi (Kudâî, I, 342) ile “İyi insanlar için helal mal ne kadar güzeldir” (Ahmed, IV, 197, 202) buyruğu da erdemin, insan bu iki hâlin hangisi içinde bulunuyorsa onu yönetebilmekte olduğuna işaret eder. “Mülk Allah’a aittir ve O dilediğine dilediği kadar verir” (İsrâ suresi, 17:30). “Verdiklerini şükrü, vermediklerini de sabrı ile dener. Her ikisi de zor sınavdır” (Bakara suresi, 2:155, 177). Şükür, nimeti verene saygı kabilinden o nimetten duyduğu memnuniyeti, sevinci ifade eder. Hamd ise herhangi bir nimete bağlı olmaksızın güzel olanı zikretmek anlamına gelir. Şakîk-i Belhî de hamdin üç şartı olduğunu söyler: 1. Nimeti verenin Allah olduğunun bilincine varmak 2. Allah’ın verdiğine razı olmak 3. O nimetten doğan güç/enerji bedende olduğu müddetçe O’na isyan etmemek (Kurtubî, Tefsîr, c. I, s. 134) Burada fiilî şükrün ya da hamdin önemli bir boyutu vardır. O da her nimetin kendi cinsinden şükrünün bulunduğudur (Âl-i İmrân suresi 3:180). Hayat Ticaretten İbarettir Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber de hadislerinde hayatı ticaret üzerinden anlamlandırır. Buna göre ticaretin en kârlısı, cennet karşılığında canı ve malı Allah’a satmaktır. En kârlı alış-veriş budur (Tevbe suresi, 9:111). Bu kârlı tâcirin adı, mü’mindir. Ticarette zarar edenler ise iman karşılığında küfrü, hidayet karşılığında dalâleti/sapıklığı, cennet karşılığında cehennemi satın

50

SAYI 299 • MART 2021

alanlardır (Bakara suresi, 2:16, 175; Âl-i İmrân suresi, 3:177). Bu tâcirin adı da kâfirdir. Ticareti kâr getirmemiştir. Buna göre her insan akşam evine “ya nefsini satmış ya da nefsine satılmış” olarak döner (Müslim, Tahâret, 1). Nefsini Allah’a satan, haramları bırakıp helalleri; nefsine satılan ise helaller varken haramları alan, dolayısıyla ticareti zarar eden fâsıktır. Bütün bunlar değerlendirildiğinde mü’min akşam evine girerken kendisine: “Nefsimi sattım mı? Nefsime satıldım mı?” diye soracak, aldığı cevabın muhasebesini yaparak nefsini satmışsa hamd edecek, nefsine satılmışsa tövbe edecek, kul hakkına girmiş ise sahibinden helallik almanın yollarını arayacaktır. Gerçek ticaret işte budur. Kazançta Fıkhi Meşruiyet Yanında Vicdani Meşruiyet de Olmalı Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamberin hadislerinde helal, fıkhi ve vicdani meşruiyet çerçevesinde ele alınmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün peygamberlere (Mü’min suresi, 23:51), bütün insanlara (Bakara suresi, 2:168) ve bütün mü’minlere (Bakara suresi, 2:172; Mâide suresi, 5:87-88) helal-tayyibât duyarlılığına sahip olmaları istenir. Helal, dış görünüşü ile meşruiyet; tayyibât ise vicdani meşruiyettir (Ebü’l-Bekâ, el-Külliyyât, s. 400). Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “İnsanlar fetva verse de sen yine de fetvanı vicdanından al!” (Ahmed b. Hanbel, c. IV, s. 227-228) buyruğuyla insanın yaptığı şeyin içine sinmesini meşruiyet ölçüsü olarak belirlemiştir. Benzer bir hadis de şudur: “Günah vicdanına rahatsızlık veren ve insanların bilmesini istemediğin şeydir” (Müslim, Birr, 14-15) buyurmuştur. Vicdan ise Nureddin Topçu’nun ifadesiyle, “Allah’ın kalbimizdeki sesidir.” Kazancın Helal veya Haram Oluşu Hz. Peygamber (s.a.v.), helal peşinde koşmanın


© Petar Kosovic/ shutterstock.com

SAYI 299 • MART 2021

51


D O S YA

farz üstüne farz olduğunu vurgulu şekilde belirtir (Taberânî,). Çünkü kazancın helal ve haram oluşu duaların ve ibadetlerin kabulünden aile huzuruna varıncaya kadar hayatı etkileyer (Bakara suresi, 2:168, 172; Mü’minûn suresi, 23:51; Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, c. X, s. 74, No. 9993). Hz. Peygamber, bütün peygamberlere, bütün insanlara ve bütün mü’minlere helal duyarlılığını emreden ayetleri okuduktan sonra hac, cihad, sıla-i rahim gibi ibadetler için çıktığı yoldan gelmiş ve perişanlığı saçının-başının dağınıklığından, yüzünün-gözünün toz toprak içinde oluşundan anlaşılan bir adamın ellerini semaya açıp “Ey Rabbim! Ey Rabbim!” şeklinde yaptığı duasının, gıdasının, giyiminin haram olması sebebiyle kabul görmediğini anlatır. İnsanın aldığı gıdalardan çıkan enerji ile hareketlerini sağladığı, helal gıdadan elde edilen temiz enerjinin insanı hayra ve iyiliğe, haram gıdadan çıkan enerjinin de insanı kötülüğe yönlendirdiği Sûfî geleneğin üzerinde durduğu bir husustur (A‘râf suresi, 7:58; Mesnevî, trc. Gölpınarlı, c. II, s. 336-337; Tâhir el-Mevlevî, c. III, s. 832-834; A.A. Konuk, c. I, s. 495-496). Ticarette Ana İlke Dürüstlüktür Hz. Peygamber (s.a.v.) dürüst, güvenilir (emîn) Müslüman tâcirlerin ahiret yurdunda peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle birlikte bulunacaklarını ifade eder (İbn Mâce, Ticârât, 1; Dârimî, Büyû‘, 8). Bu hadis bir taraftan dürüstlüğün değerine işaret ederken diğer taraftan onun zorluğunu da anlatmaktadır. İnsanın zaaflarına bakıldığında ticari hayatta en değerli sermaye dürüstlüktür. Bir şeyini kaybeden sadece onu kaybeder, dürüstlüğünü kaybeden ise her şeyini kaybeder.

Dürüstlük ahlakın üst ilkelerinden birisidir ve Müslüman kimliğinin ziynetidir. Birçok ülkede İslam’ın dürüst ticaret erbabı sayesinde yayıldığı dikkate alınırsa bu erdemin ne kadar değerli olduğu anlaşılır. Bugün de aynı yolla örnek olunabilir. Mesela Hz. Peygamber gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar için ana ilkeyi belirlediği hadisinde, “Allah’ın helalini haram, haramı helal kılmadıkça Müslümanlar koşulan şartlara bağlıdırlar.” (Buhârî, İcâre, 15) buyurur. Özellikle bu ülkelerin vatandaşı olmuş olan ya da herhangi bir sebeple mesela iş, eğitim gibi sebeplerle buralarda yaşayan Müslümanlar, bu hadise göre vermiş oldukları sözlere, girişte koşulan şartlara uymakla yükümlüdürler. Esasen bu Kur’ân-ı Kerîm’in ısrarla üzerinde durduğu “ahde vefâ” ilkesinin de bir gereğidir (Mü’minûn suresi, 23:8). Söz gelimi Müslüman müteşebbisler, işletmelerine tahakkuk eden vergileri ödemekle yükümlüdürler. Sosyal yardım kurumlarından alınan yardımlarda bu şartlara aykırı davranışlar, hileli uygulamalar büyük sorumluluk getirir. İslam’ın açıkça emrettiği ya da yasak kıldığı hususlar her yerde geçerlidir. Gayrimüslimlerle ticari faaliyetlerde bulunmaya bir engel söz konusu değildir. Yaptıkları işin İslami değerler açısından bir sakıncası olmaması hâlinde kendileriyle ticari ortaklık kurulabilir. İslam âlimlerinin gayrimüslimlerle kurulacak ortaklığı mekruh görmelerinin sebebi İslam’ın yasakladığı ve Müslümanlara haram olan işlere bulaşma endişesidir (Kâsânî, c. VI, s. 62). Kazancın Dinamiği Berekettir Ticari faaliyetlerin sonunda elde edilen kazancı değerli kılan çokluğu değil, bereketidir (Mâide suresi, 5:100). Bereket maddi anlamda nimetin sürekliliği; manevi anlamda da mutluluktur. Bereke-

Ticaretin en kârlısı, cennet karşılığında canı ve malı Allah’a satmaktır. En kârlı alış-veriş budur.

52

SAYI 299 • MART 2021


Terazisi, dolayısıyla kazancı düzgün olmayan bir toplumun hiçbir işi düzgün gitmez

ti veren sadece Allah’tır (Asım Efendi, Okyanûs, c. III, s. 72-73). Buna göre bir şeyin kalitesi çokluğundan daha değerli olduğundan helal/meşru yoldan kazanılan az bir para haram/gayri meşru yoldan kazanılan çok paradan daha değerlidir. Bu doğal bir kuraldır. Bir ayette bu husus şu şekilde anlatılır: “De ki! çokluğu hoşuna gitse bile pis (kirli, murdar, habîs) ile –velev ki az olsa da- temiz (tayyibât) bir olmaz.” (Mâide suresi, 5:100). Kanaat, ticaretin kendine özgü tabii-ahlaki kurallarına dayalı kazancı merkeze alması, insanın bütün benliğini saran kazanma arzusunu (tamah, hırs, ihtiras) terbiye etmesi, kontrol altına alması, aç gözlülük etmemesi, helali-haramı ayırması, şüpheli olanlara haram gibi davranıp onlardan uzak durması anlamındadır. Buna göre kanaat, zenginliğe karşı bir tepki değildir. Helal yoldan kazanılan ve mali yükümlülükleri (zekât, infâk, vergi) eda edilen servetten oluşan zenginlik, bir de cömertlikle taçlandırılabilirse asla yerilen bir durumu olamaz. Allah, yarattıklarının rızkını üzerine almıştır (Tâhâ suresi, 20:132). İnsana düşen helal yollardan rızkını aramak (Mülk suresi, 67:15; Cuma suresi, 62:10), bu yolda iken şeytana uyup da yasak yollara sapmamak (Bakara suresi, 2:168; İbn Mâce, Ticârât, 2), gerekeni yapıp gerekli tedbirleri aldıktan sonra sonucunu Allah’a bırakmaktır. Allah şöyle buyurur: “Karşılaştığın meselede işi bilenlerle istişare et. Bir de karar verdin mi sebeplerini işle (Fâtır suresi, 35:12; Mülk suresi, 67:15) ve sonucunu Allah’a havale ederek (tevekkül) işine devam et.” (Âl-i İmrân suresi, 3:159.)

Kul Hakkı Duyarlılığında Hareket Etmek İslam’ın toplumsal hayatta öne çıkardığı iki önemli ilke vardır. Bunlardan birincisi kul hakkı duyarlılığı, ikincisi de helal kazanç bilincidir. Bu iki kavram, iş hayatında kalite ve verimliliğin, ticari sahada da helal kazancın sağladığı kalp huzurunun kaynağı ve teminatını oluşturmaktadır. Bu iki husustaki bilinç, toplum ahlakını en iyi ölçecek ilkelerdir. Hz. Peygamber kul hakkı duyarlılığını anlattığı hadisinde haksızlıkların helalleşme yoluyla dünyada iken halledilmesini, aksi takdirde paranın geçmediği ahiret yurdunda haksızlık yapan kişinin sevaplarıyla ödeneceğini belirtir (Buhârî, Mezâlim, 10; Rikâk, 48). Özellikle ticari hayat, bu açıdan duyarlılığı gerektirmektedir. Mutaffifin suresinde, insanların önemsemediği ve peşine düşmediği basit haksızlıkların bile kayda geçtiği ve onun için büyük bir mahkeme kurularak hakların sahiplerine ulaştırılacağı açık bir şekilde anlatılır (Mutaffifîn suresi, 83:1-9). Çünkü terazisi, dolayısıyla kazancı düzgün olmayan bir toplumun hiçbir işi düzgün gitmez. Hz. Peygamber, bir hadisinde işçinin işin, işverenin de işçinin hakkını alın teri kurumadan vermesini ister. Bunun ölçüsü de istenileni, istenildiği zaman ve istenildiği şekilde en önemlisi de içine sinecek ve gönül hoşnutluğu olacak şekilde yapmaktır (İbn Mâce, Ruhûn, 4). Ayrıca işçi ve işverenin içinde bulundukları olumsuzlukları avantaja çevirmemek, karşı tarafın içinde bulunduğu olumsuzluğu istismar etmemek gerekir (Ebû Dâvûd, Büyû‘, 25).

SAYI 299 • MART 2021

53


54

SAYI 291 299 • MAYIS MART 2021 2020


D O S YA - S Ö Y L E Ş I

HÜSEYIN YILMAZ: “TÜRKIYE KÖKENLILERIN ESNAFLIK KÜLTÜRÜ ALMANLARINKINDEN DAHA FARKLI” TÜRK ESNAF VE ZANAATKARLAR BIRLIĞI BERLIN BAŞKANI HÜSEYIN YILMAZ’LA TÜRKIYE KÖKENLI ESNAFLARI KONUŞTUK. Feyza Akdemir*

Öncelikle Türk Esnaf ve Zanaatkarlar Birliği Berlin’den bahseder misiniz? Türk Esnaf ve Zanaatkarlar Birliği Berlin (Türkische Unternehmer & Handwerker e.V. Berlin – TUH) 2005 yılında, Ahilik prensibini örnek alarak kuruldu. Her branştan 100 kadar üyesi var. Türkçe ismimiz her ne kadar “esnaf ve zanaatkarlar” ile ilgili olsa da bünyemizde doktor, elektrikçi, berber, terzi, muhasebeci gibi birçok meslek erbabı bulunuyor. Pandemi nedeniyle çalışmalarımız son bir yıldır sekteye uğramış olsa da, mutat çalışmalarımız arasında resmî kurumlarla toplantılar, uzman ve bilirkişi buluşmaları ve belli günlerde danışmanlık

hizmetleri yer alıyor. Sosyal danışmanlar ve avukatlarla, danışmanlığa ihtiyaç duyanlara yardım ediyoruz. İş Merkezleri (Alm. “Jobcenter”) ile geliştirdiğimiz proje kapsamında, kişilerin sorularına cevap verdiğimiz bir başvuru servisimiz var. Serbest meslek erbabı olmak isteyenlerin sorularını vergi uzmanları aracılığıyla cevaplandırıyoruz. Kurulduğumuz yıllarda Berlin’de Türkiye kökenli girişimci ve esnafı yönlendirecek kurumların sayısı çok azdı. O dönemdeki Türkiye kökenli girişimcilerin birçoğu da bilinçli değildi. TUH da bu anlamda esnafın örgütlenmesi ve destek sağlanması amacıyla kuruldu.

*Münster Üniversitesi’nde Psikoloji eğitimi gören Akdemir, Perspektif dergisi yayın kurulu üyesidir.

SAYI 299 • MART 2021

55


D O S YA - S Ö Y L E Ş I

Berlin, Avrupa’da Türkiye kökenli esnafın gıda sektöründe öncü olduğu şehirlerden biri. Bu yönüyle Berlin’de esnafların ve esnaflığın nasıl bir arka planı var? Berlin’de Batı Almanya’daki gibi dağınık bir nüfus yok. Bu biraz da şehrin geçmişiyle ilgili. 300 binlik bir nüfus içinde esnaflar da genelde belirli yerlerde yoğunlaşmış durumdalar. Esnaflar örneğin Kreuzberg, Wedding gibi semtlerde kümelenmiş. Şehirde “Küçük İstanbul” denilen ve her çeşit büfenin yer aldığı bir cadde var. Bu büfeler son yıllarda hem ürün yelpazesi, hem de sunum anlamında uluslararası ün elde edecek kadar gelişti. “Sebze döner” gibi yeni ürünler ortaya çıktı. Önceden kimsenin uğramadı Kreuzberg semti de bu anlamda uluslararası üne sahip, perakende esnafın yoğunlaştığı ve kira bedellerinin yükseldiği bir yer hâline geldi.

kıyaslanacak bir sanayi şehri değil. Bu durum, esnaflık etrafındaki yoğunlaşmayı da arttıran bir durum. Siz Türkiye kökenli esnaflarla senelerdir yakinen irtibattasınız. Gözlemlediğiniz temel sorunlar neler? Birçok insan çok çabuk bir şekilde esnaf ya da girişimciliğe atılıyor, özellikle de gençler. Şimdilerde bu acelecilik azalmış olsa da, önceden girişim yapacakları alanda hiç bilgisi olmasa da gözü kapalı işletme açanlar vardı. Sadece tutan bir işletmenin hemen yanına bir döner büfesi açmakla insanlar başarılı olabileceğini düşünüyordu. Son yıllarda bu durum değişti. Artık insanlar alanla ilgili eğitim alarak girişimde bulunuyor. Bu anlamda en büyük sorunlardan bir tanesinin, iyi planlanmamış girişimler olduğunu söyleyebilirim. Genelde eski girişimcilerde katılımcılığın eksik olduğunu da eklemek gerek. Kendilerini ilgilendiren konularda katılımcı bir perspektifle dâhil olmak, etki etmek gibi konularda bir çekingenlik söz konusu.

Eskiden insanlar tutan bir işletmenin hemen yanına bir döner büfesi açarak başarılı olabileceklerini düşünüyorlardı.

Berlin’de yaklaşık 20 bin Türkiye kökenli esnaf olduğunu tahmin ediyoruz. İstatistiklerde Alman vatandaşlığına geçenlerin kökeni listelenmediği için bu sayının daha yüksek olması da muhtemel. Bu veriler, Türkiye kökenli esnafların ekonomik anlamda büyük bir hacme ve aynı zamanda büyük bir istihdam gücüne de sahip olduğunu gösteriyor. Özellikle gıdada Türk asıllı esnaflar lokomotif olsa da hizmet sektörünün her alanında varlar. Şimdilerde salgın nedeniyle lojistik hizmetlerinde çok büyük bir yoğunluk var; bu sektörün çalışanlarının büyük çoğunluğu Türkler. Sağlık, temizlik sektörü, bakım sektörü gibi birçok alan da öyle.

Berlin'i Doğu Almanya geçmişinden dolayı gelişmiş sanayi kurumlarına sahip olmamış. Berlin Duvarı yıkılıp sınırlar açıldıktan sonra büyük şirketler Berlin’in çevresine yavaş yavaş gelmişler. Bugün de Berlin bir Köln, Frankfurt ya da Düsseldorf’la

56

SAYI 299 • MART 2021

Bunun haricinde yasal düzenlemelerin hilafına, çok da temiz olmayan girişim türleriyle karşılaşmak tek tük de olsa mümkün. Geçmişte devletten sosyal yardım almasına rağmen, bu yardımı kaybetmemek adına akrabasının üzerine işletme açan örneklerle karşılaştığımız oldu. Bu tarz sıkıntılı durumlar son yıllarda büyük oranda azaldı. İnsanlar artık bilgi alarak, mali müşavirler eşliğinde girişimlerde bulunuyorlar. Almanya’daki Türkiye kökenli toplumun kendi sosyolojik dinamiklerinin esnaflığa rağbet üzerinde nasıl bir etkisi var sizce? Almanya’daki birinci ve ikinci nesil ağırlıkla işçiydi. Esnaflık, bu anlamda işçilikten esnaflığa geçiş ya da işçi çocuklarının esnaflığa yönlenmesiyle


gerçekleşti. Esnaflık yapan insanların çocukları ise artık çok daha az esnaflığa yöneliyor. Genelde işçilikten serbest mesleğe geçen ve esnaflık yapan insanlar, bir yükselme çabasının içerisindeler. Seneler sonunda belli bir refah seviyesine erişiyorlar ve bu da çocuklarının eğitim seviyesine etki ediyor. Bu kişiler çocuklarının kendi işletmelerini devam ettirmesinden ziyade, yüksek öğrenim görmelerini, eğitim almalarını istiyor. Bu anlamda “Babam bu işi yapıyordu, ben de bu işi yürüteyim” diyen Türkiye kökenli gençlerin sayısı çok az. Bugün genç girişimciler genelde aileden esnaf olanlar değil; tam tersine işletme açacakları alanı tanıyan, dijital yeniliklere hâkim ve araştırmacı olanlar. Daha aktif ve bilinçliler; Almancaları ve eğitimleri var, piyasa şartlarına daha iyi adapte olabiliyor ve resmî makamlara başvurularda sorun yaşamıyorlar. Bu anlamda önceki nesilde esnaflığın el yordamıyla yapıldığını, bugün ise Türkiye kökenlilerde daha bilinçli bir girişimcilik olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’den alınan meslek diplomalarının tanınması konusunda TUH öncü bir rol oynadı. Bu alandaki çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

var. Diplomaların tanınması sürecine başladıktan sonra, bizimle iletişime geçen esnaf ve zanaatkarlara staj yerlerinin açılması için yüzlerce öğrenciye yönelik bir proje de yaptık. Bunun dışında da şu anda mesleki Almanca kursu, uyum kursu veren ve şirket ve bireylere koçluk yapan teşvikli çalışmalarımız var.

Almanya'da bir dükkân saat 5'te kapatıyorsa, kapının önünde top da atsanız o kapıyı dönüp açmaz kimse.

2008 yılında yabancı diplomaların Almanya’da tanınmasıyla ilgili Uyum Zirvesi’nde Şansölye Merkel’e ve o dönem büyük koalisyon ortaklarına yönelik somut taleplerimiz oldu. Bu taleplerin neticesinde de Almanya’da “Tanıma Kanunu” (Alm. “Anerkennungsgesetz”) çıkartıldı. O dönem Berlin Zanaatkarlar Odası ile ortak projeler yaptık ve diploması tanınmayan zanaatkarların tanınması için “istisnai düzenlemeler”den yararlanarak, bu kişilerin 3 yıllık meslek eğitimi yapmadan ustalık diplomaları edinmesini sağladık. Şimdi bu süreç Almanya’nın genelinde artık standart bir işlem hâline dönüştü. Artık birçok eyalette diplomaların tanınması konusunda danışmanlık büroları

Son zamanlarda Türkiye’den Almanya’ya gelenlerin profilinde de değişiklik var. Almanya’nın yurt dışından kalifiye elemanlar getirmeyi teşvik eden yeni kanuni düzenlemeleri nedeniyle artık Türkiye’den buraya doktor, bakım görevlisi, hemşire gibi eğitimli kişiler geliyor. Göç kökenli esnafların, göç kökenli olmayanlara kıyasla ne tür avantajları ve dezavantajları var?

Sanırım esnafın karşılaştığı ayrımcılık en belirgin dezavantajlardan biri. Örneğin bir banka ya da resmî kuruma başvurunuz, isminiz ya da dil seviyeniz nedeniyle ön yargı ya da güvensizlikle karşılaşabilir; bu örtülü ön yargılar nedeniyle size zorluk çıkartabilirler. Diğer yandan eğer bir tesisatçıysanız, borusu patlamış bir yaşlı Alman’ın evinde ön yargıyla karşılaşabilirsiniz. Bu durumda bizim esnafımızın kat etmesi gereken yol biraz daha uzun. İlk temasta güven sağlamak, yapılan işteki kalite açısından kendini ispat etmek gibi hususlara daha fazla ağırlık vermek zorundalar. Bir avantaj olarak da esnaf kültürü anlamındaki farklılıktan bahsetmek mümkün. Göç kökenli insanlar, -belki o yükselme arzusu nedeniyle- yaptıkları işte daha esnekler. Örneğin Almanya’da bir dükkan saat 5’te kapatıyorsa, kapının önünde top da atsanız o kapıyı dönüp açmaz kimse. Ama Türkiye kökenli bir esnafa rica ettiğinizde dönüp açar dükkanını. Bu da insanlarla daha yakın ve esnek bir ilişki kurulmasını sağlıyor.

SAYI 299 • MART 2021

57


58

SAYI 291 299 • MAYIS MART 2021 2020


D O S YA - S Ö Y L E Ş I

“TÜRK GIRIŞIMCILIK POTANSIYELI ARTARAK ÇOĞUNLUK TOPLUMU ZENGINLEŞTIRECEK” TANIMADIĞI BIR ÜLKEYE GELEN VE IŞ PIYASASINA UYUM SAĞLAYAN BIR MISAFIR IŞÇI NESLINDEN SONRA, GIRIŞIMCILIĞE ATILAN TÜRKIYE KÖKENLILERI TÜRKIYE ARAŞTIRMALAR MERKEZI VAKFI’NDA TÜRKIYE-ALMANYA İLIŞKI AĞLARI VE GÖÇ VE UYUM BÖLÜMÜ BAŞKANI YUNUS ULUSOY ILE KONUŞTUK. Kübra Zorlu*

Avrupa'ya işgücü göçüyle gelen Türkiye kökenliler arasında “etnik ekonomi” nasıl bir yer tutuyor? Güncel resmî rakamlara göre Almanya’da 2 milyon 824 bin Türkiye kökenli vatandaş yaşıyor. Bundan 1.3 milyonu çalışan nüfus ve bunun 103 bini serbest çalışanlardan oluşuyor. Bu yıl girişimci* sayısı ilk defa 100 bini geçti. Bu rakam bütün Türkiye

kökenli çalışanlar arasında yüzde 7.9’luk bir orana tekabül ediyor. Bu oran, toplam göçmen nüfusta, özellikle girişimci statüsü üzerinden Almanya’ya gelen AB vatandaşları nedeniyle yüzde 8.3 oranıyla biraz daha yüksek bulunuyor. Almanya’da toplam girişimci sayısı neredeyse 4 milyon. Genel girişimci oranı yüzde 9.3, göçmen kökenli olmayan Alman girişimcilerin nüfusa oranı ise yüzde 9.7.

*Duisburg-Essen Üniversitesi’nde Medya Bilimleri alanında yüksek lisans yapan Zorlu Perspektif redaktörüdür.

SAYI 299 • MART 2021

59


D O S YA - S Ö Y L E Ş I

Bu rakamları karşılaştırmak aslında çok da doğru değil. Biri Alman toplumunun nüfusu, diğeri ise bu ülkede sadece 60 yıllık bir geçmişi olan bir nüfus. Fakat sıfırdan başlayan Türkiye kökenlilerin ulaştığı yer çok büyük bir başarı teşkil ediyor. Yaşlanan Alman nüfusta gittikçe azalan çalışan ve girişimci oranı nedeniyle aradaki fark önümüzdeki yıllarda daha genç bir nüfus yapısına sahip Türkler ve göçmenler lehine kapanacaktır. Peki son yıllara bakarak, Almanya’daki girişimcilerin sayısında nasıl bir gelişme söz konusu? Son yıllardaki gelişmeyi anlamak için 2009-2019 yıllarını karşılaştıran sayılara bakalım:

Dün paralel, yani esas olanın dışında olarak tanımlanan bakkal veya dönerciler bugün semtler için ihtiyaç hâline gelmiş durumda.

2009 yılında Alman nüfus 81.9 milyon iken şimdi 83 milyon. Göçmen nüfus ise yüzde 26 artışla 16 milyondan 21 milyona çıktı. Türk nüfus 2.9 milyondan 2.8 milyona geriledi. Düşmenin temel iki kaynağı, 2014 yılına kadar Türkiye’ye Almanya’dan net göç gelmesi, Almanya’ya gelenden daha çok Türk’ün köken ülkelerine geri dönmesi ve burada doğan anne-babası hem Alman vatandaşı hem de göç tecrübesine sahip olmayan çocukların artık göçmen statüsünde olmamaları. Girişimciliğin göçmen kökenliler arasında daha yaygın olduğunu doğrudan bu rakamları baz alarak açıklayamasak da, bu tarz bir gelişmeden bahsedebiliriz.

Almanya’da serbest meslek erbabı olarak isimlendirilebilecek girişimcilerin sayısı bu 10 yıllık süre içinde 4.2’den 4 milyonun altına indi. Alman girişimci sayısı 2009 yılından bugüne yüzde 11.4’lük küçülmeyle 3.5 milyondan 3.1 milyona düştü. Bu gerileme, Alman toplumunun yaşlanmasından dolayı piyasadan çekilme ile açıklanabilir.

60

SAYI 299 • MART 2021

Göçmen kökenlilerde, Türkler dâhil olmak üzere son on yılda girişimcilik 682 binden 860 bine çıktı. Bu ise yüzde 26 oranında bir artışa tekabül ediyor. Türkiye kökenlilerde ise yüzde 27,2 artışla 81 binden 103 bine ulaştı. Bu gelişme aradaki istihdam yapısının farkından da kaynaklanıyor. 1.3 milyon çalışan Türkiye kökenli göçmen içinde işçi olarak çalışan nüfus Almanlarda yüzde 16 iken bu oran Türklerde yüzde 29 düzeyinde seyrediyor. Mesleki bilgi ve vasfın öne çıktığı iş piyasasında vasıfsız işçi işini daha kolay kaybedebiliyor. Yüksek işsizlik oranı, Türkleri kendi patronu olma hevesine iten ana faktörlerden biri. Etnik ekonomi, özellikle göç araştırmalarında bir “paralel oluşum” olarak mı görülüyor, yoksa ekonomik entegrasyonun bir aracı olarak mı?

“Etnik ekonomi” sadece bir yardımcı kavram ve değişken bir tanım. Bir kitleyi tanımlayabilmek için kullanılıyor ve zamanla değişiyor. Bundan önce örneğin “yabancı vatandaşlar” (Alm. “Ausländische Mitbürger”) terimi kullanılıyordu, bugün kullanılmıyor. Etnik ekonomi (Alm. “Ethnische Ökonomie”), göçmen ekonomisi (Alm. “Migrantenökonomie”), göç kökenlilerin ekonomik katılımı (Alm. “wirtschaftliche Teilhabe von Menschen mit Migrationshintergrund”) gibi tanımlar aynı şeyi ifade ediyor.

Bu tanımlarla bir kitleyi anlatmak istiyoruz. Kökenleri ve kültürel kodları itibariyle çoğunluk topluma kıyasen farklılıklara sahip olan bir kitle bu. “Paralel oluşum”, genelde doğru tanım olmasa da kullanılıyor. Doğru değil, çünkü toplumlar her daim paralellerden oluşur. Dün paralel, yani çok da içkin olmayan, esas olanın dışında olarak tanımlanan bakkal veya dönerciler bugün semtler


için ihtiyaç hâline gelmiş durumdalar. Bir semtte kapanan bir market zincirinin yerine, semtin ihtiyacını giderecek bir bakkal gerekebiliyor. Artık sadece etnik nüfusa hitap eden çok az alan var, örneğin cenaze firmaları gibi. Göçmen kökenli girişimci artışının yüksek olmasının sebebi nedir? Avrupa’ya gelen ilk neslin bir “işçi” nesli olmasının bunda nasıl etkisi var? Şimdiki nesil o zamanki neslin cesaretini devam ettirirse çok başarılı olabilir. 60’lı yıllarda bambaşka bir toplum içine girip iş hayatına uyum sağlayan bir “işçi” nesilden bahsediyoruz. Onların torunlarının girişimcilik dinamiği Alman nüfusundan daha yüksek: Sıfırdan başlıyorlar ve yükselme konusunda farklı motivasyonları var. Sosyo-ekonomik olarak ise nüfusun yaş ortalaması çok daha genç ve bu Almanya’daki Türk girişimci artışının daha yüksek olmasının birinci faktörü diyebiliriz. Alman nüfusunun yaş ortalaması 47, bu yaşta yeni maceralara atılmazlar. Türklerde yaş ortalaması 35. Bu yaştaki kişinin hayatı henüz şekillenmemiştir ve çok şeye açıktır. İkinci faktör ise yukarıda açıkladığım işsizlik sorunu gibi iş piyasası faktörleri.

Avrupa’daki Türk girişimcilerin avantajları ve dezavantajları neler? Alman disiplini ve Türk girişimci ruhu bir araya geldiğinde, bu iyi bir eğitim ve nitelikle beslendiğinde çok iyi bir girişimci insan modeli ortaya çıkıyor. Kültürel bazı özellikler, esneklik ve her şeyi her zaman hesap etmeden daha cesur olmaları büyük bir avantaj oluşturuyor. Diğer faktörler aile ve sosyal dayanışmanın güçlü olması, farklı kültürü tanımak ve fazladan bir dil bilmek. Alman kodlarına göre çalışabilme yeteneğine sahip olunca, risk alma kabiliyeti gibi kimliksel zenginliklerle bu kabiliyetler bütünleşebilir.

Şimdiki nesil, birinci neslin cesaretini devam ettirirse girişimcilik konusunda çok başarılı olabilir.

Üçüncü faktör, seviye aynı olsa bile, çoğunluk toplumunda arzu edilen yere gelmekte zorluk çekmek ve ayrımcılığa uğramak oluyor. Çevreye bakınca, “Başkaları yapıyor, ben niye yapmayayım?” düşüncesiyle kendi işine atılanlar oluyor. Dördüncü faktör, eğitim seviyesinin her sene yükselmesi. Böylece kendi işinde kendinin şefi olma, yeni branşlara atılabilme yetisi, “bir Alman’ın buyruğuna girmemek” ve toplumda farklı kabul görme isteği gibi etkenler girişimcilik olgusunun Türklerde üstün bir değer olarak algılanmasını sağlıyor.

Dezavantaj ise, orta yolu bulabilmekteki zorluk. Sadece hislerle hesapsız risk alırsanız, başınız derde girebilir veya dar bir finansmanla iş hayatına girerseniz, sıkıştığınızda zorluklar yaşarsınız. İş piyasasının kurallarını tam bilmezseniz veya kurumlarla ilişkiniz iyi değilse sorun yaşarsınız. Almanya’da Türk girişimciliğinin geleceğini ve potansiyelini nasıl görüyorsunuz?

İnsan potansiyeli sosyo-ekonomik faktörlerden dolayı Almanya çapında her yıl artacak. Bir kesim yaşlanıyor, diğer kesim zenginleşiyor ve daha eğitimli genç bir nüfus oluşuyor. Bu durumda potansiyel önem kazanacak ve farklı alanlara açılacak. Bu potansiyel, insanları hem manevi hem maddi olarak zenginleştirecek. Bu durumdan en kârlı çıkan da şüphesiz çoğunluk toplumu olacak. *Girişimci, Almancasıyla “Selbstständige” kavramı, memur, işçi ve çalışan haricinde, bağımsız çalışan herkesi kapsamaktadır.

SAYI 299 • MART 2021

61


D Ü N YA

Dünyada Kovid-1 Dağıtımı: “Önce B

G

eçtiğimiz ay UNICEF ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 73 ülkede uygulanan 128 milyon doz aşının dörtte üçünden fazlasının 8 Şubat itibarıyla sadece Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık’ta bulunan ve küresel gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 60’ını oluşturan 10 ülkeye gitmesine yönelik bir kınama yayımladı. UNICEF Yetkili Direktörü Henrietta Fore ve DSÖ Genel Direktörü Tedros Adhanom Ghebreyesus ortaya çıkan korkutucu istatistikleri ortak bir bildiride açıkladı: “Bugün itibarıyla neredeyse 130 ülke, 2.5 milyar insan nüfusuyla, hâlâ bir doz aşıya muhtaç durumda.” Her iki Birleşmiş Milletler (BM) kuruluşu da liderlerden “kendi sınırlarının ötesine bakmalarını, pandemiyi gerçekten bitirebilecek ve mutasyonları kontrol altına alabilecek bir aşı stratejisi uygulamalarını” talep ettiler. Kendi sağlık çalışanlarını ve yüksek risk grubundaki vatandaşlarını aşılamış olan hükûmetlerin ellerindeki aşıları COVAX ile paylaşmalarının gerekliliğini vurgulayarak, bu sayede aşı dozlarının düşük ve orta gelirli ülkelerce de temin edilebileceğini belirttiler. Dünyadaki bütün ülkeler için eşit aşı erişimi sağlamak amacıyla kurulmuş küresel bir oluşum olan COVAX, titiz uluslararası standartları karşılayan güvenilir ve etkili 2 milyar doz aşının 2021’in sonu itibarıyla teslim edilmesini hedefliyor. DSÖ Direktörü Ghebreyesus, daha önce ocak ayında bazı üreticilerin ve ülkelerin Kovid-19 aşılarına yönelik “önce-ben yaklaşımı”nı kınamış ve bu yaklaşımın hayat kurtarıcı tedavilere olan eşit erişimi “ciddi biçimde riske” attığı yönünde uyarılarda bulunmuştu.

Eşit Küresel Aşı Dağıtımında COVAX’ın Rolü 18 Ocak’ta gerçekleşen DSÖ Yönetim Kurulu toplantısında konuşan Ghebreyesus, “Dünya feci bir ahlaki hata yapmanın eşiğinde durmaktadır. Bu hatanın bedeli dünyanın en yoksul ülkelerindeki hayatlar ve geçim kaynaklarınca ödenecektir.” diyerek ağır bir eleştiride bulundu. “Zengin ülkelerdeki daha genç ve sağlıklı yetişkinlerin daha fakir ülkelerdeki sağlık çalışanları ve yaşlılardan önce aşılanması doğru değildir.” diye ekledi. Eşitsizlikleri vurgulayan DSÖ Başkanı, 39 milyondan fazla dozun en az 49 yüksek gelirli ülkede uygulanmasına karşın, en düşük gelirli ülkelerden birinde bu rakamın sadece 25 olduğunu belirtti. DSÖ, milyonlarca doz koronavirüs aşısını önceden sipariş eden zengin ülkelere kendi sağlık çalışanları ve yaşlı nüfuslarını aşılamayı tamamladıktan sonra, daha yoksul ülkelere yeniden dağıtılabilmesi için bu dozları COVAX ile paylaşmaları çağrısında bulundu. Sağlık Örgütü buna ek olarak, aşı üreticilerinden ülkelerin sahip oldukları dozları iki taraflı sözleşmeler aracılığıyla COVAX ile paylaşmalarına müsaade etmelerini ve yeni iki taraflı satış anlaşmaları yapmak yerine COVAX’a tedarik yapmaya öncelik vermelerini talep etti. COVAX ayrıca, gerçek zamanlı denetim ve teftişe yönelik güvenlik, tesir ve imalata dair verilerini DSÖ ile paylaşmaları konusunda da üreticilere çağrıda bulundu. Böylece onay sürecinin hızlandırılması, mevcut teknolojinin küresel tedarikin doğru biçimde hesaplanmasına yardımcı olacak başka imalatçılara aktarılması ve bu yolla üretimi küresel boyutta genişletmek mümkün olabilecek. Aşı imalatçılarının birçoğu, DSÖ’ye eksiksiz bilgi sağlamak yerine kârların en yüksek olduğu

*Tunus merkezli serbest gazeteci. 2010-2011 yılları arasında Filistin’de yaşadı. Metinleri rt.com, CounterPunch ve Avrupa Gazetecilik Merkezi dergilerinde yayımlandı.

62

SAYI 299 • MART 2021


19 Aşısı Ben!”

Kovid-19 aşılarının dünya genelinde adaletsiz bir biçimde dağıtıldığına yönelik endişeler artıyor. Dozların en büyük kısmı yoksul ve gelişmekte olan ülkelere değil, belirli ülkeler bloğuna giderken, bu durum en yoksul ve orta vadede "Önce ben" diyenleri de riske atıyor. Alessandra Bajec*

© khak/.shutterstock.com

SAYI 299 • MART 2021

63


D Ü N YA

zengin ülkelerin denetim onaylarına öncelik veriyor. Bu sayede yüksek gelirli ülkeler de kendi vatandaşlarını korumak için iki taraflı satış anlaşmalarına öncelik vermeye devam ederek COVAX’ı, eşit küresel aşı erişimine zarar verecek biçimde baypas ediyor. Geçtiğimiz aylarda aşı tedarikinde gecikmeler yaşandı ve koronavirüs aşılarına erişim hususundaki eşitsizliklere yönelik çekinceler daha da arttı. Üretim ve tedarik akışı kaynaklı sorunlar yüzünden Pfizer ve BioNtech, Avrupa Birliği’ne vermiş olduğu teslim sözünü tutmak noktasında sıkıntılar yaşıyor. Bu doğrultuda Pfizer geçen yılın sonlarında görücüye çıkardığı aşısından bu yana teminat verdiği yaklaşık 10 milyon dozu karşılayamadı. Buna ek olarak AB, Birleşik Krallık merkezli AstraZeneca ve ABD’li biyoteknoloji şirketi Moderna kaynaklı teslimat gecikmeleri dolayısıyla da darbe aldı. Aşı Tedarikinde Tekelleşme AB bloğunda yaşanan teslimat planlarındaki aksama ve tedarik eksikliklerine rağmen, Avrupa Komisyonu, aşı ihracat kontrol şemasını ocak ayı sonlarında oluşturduğundan beri, Covid-19 aşılarının ihracatına yönelik tüm talepleri onayladı. Bu aşıların çoğu Pfizer ve BioNTech firmasına ait. Avrupa Komisyonu, 30 Ocak-16 Şubat tarihleri arasında, Britanya ve Birleşik Arap Emirlikleri de dâhil olmak üzere 24 ülkeye aşı ihracatı için yapılan 57 talebin karşılanmasına onay verdi. Takip şeması kurulmadan önce bile, AB’nin milyonlarca doz aşıyı aralarında İsrail, Birleşik Krallık ve Kanada’nın da bulunduğu bazı ülkelere ihraç ettiği bildirildi. İsrail şu ana kadar vatandaşlarının yüzde 75’inden fazlasını aşılarken, Birleşik Arap Emirlikleri nüfusunun yaklaşık olarak yarısını, Britanya ise en az yüzde 20’sini aşıladı. Zengin ülkeler kendi vatandaşları için orantısız miktarlarda aşı dozu elde etme mücadelesi verirken, dünyanın başka yerlerinde aşıya en çok ihtiyacı olan ülkelerin pek çoğu henüz aşı yüzü görmedi. Yüksek gelirli hükûmetler, güvenli ve etkili aşıya eşit erişimi tehlikeye atma pahasına, milyonlarca dozu önceden ayırttı. Oxfam, eylül 2020’de yayınlanan bir basın bülteninde, dünya nüfusunun sadece yüzde 13’ünü temsil eden bir avuç zengin ülkenin (Birleşik Krallık, ABD,

64

SAYI 299 • MART 2021

Avustralya, Hong Kong ve Makao, Japonya, İsviçre, İsrail ve AB) önde gelen beş Kovid-19 aşı üreticisi firmanın toplam aşı tedarik miktarının yarısından fazlasını satın aldığını bildirdi. Oxfam, ayrıca ilaç şirketlerinin, ihtiyacı olan herkese yetecek kadar aşı üretme kapasitesine sahip olmadıkları konusunda uyarılarda bulundu ve bunun dünya nüfusunun çoğunun aşı için gerekenden daha uzun süre beklemesine neden olacağını belirtti. Örneğin Moderna, dünya nüfusunun sadece yüzde 6’sına yetecek miktarda tedarik sağlayabilecek kapasiteye sahip ve ABD’de doz başına 12-16 ABD doları arasında değişen fiyatlara, diğer ülkelere ise yaklaşık 35 ABD doları civarında fiyatlara satılıyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) şubat ayında “Şirketlerin İnsan Hakları Sorumlulukları: Kovid-19 Aşı, Test ve Tedavilerine Evrensel ve Eşit Erişim” adlı yeni bir soru-cevap belgesi yayımladı. Belgede Kovid-19’a yönelik tıbbi ürünlerin üretiminde yer alan şirketler için aşıların ulaşılabilir ve karşılanabilir hâle getirilmesinde izlenmesi gereken adımlara yer verildi. Geçtiğimiz ay, küresel ve ulusal örgütler ile eylemcilerden oluşan bir koalisyon olan Halkların Aşı İttifakı (PVA), hükûmetler ve ilaç endüstrisinden üretim hacminin artırılması ve küresel arzı kısıtlayan yapay engellerin ortadan kaldırması için, fikri mülkiyet yasalarının askıya alınarak teknoloji paylaşımı ile tekelci tahakkümün sona erdirilmesi çağrısında bulundu. Halkların Aşı İttifakı, dünya liderleri, sağlık uzmanları, inanç önderleri ve ekonomistler tarafından desteklenen bu çağrı ile, ilaç şirketlerinin ve aşı üreticilerinin ayrıcalıklı haklarını ve tekelini koruyup, zengin ülkeleri kayıran ve böylece aşının adil ve zamanında erişimine engel olan mevcut sistemi eleştirdi. Oxfam’ın Sağlık Politikası Menajeri Anna Marriott, koalisyonun çağrısına katılırken, “Dünya bu hastalığı kontrol altına almak, milyonlarca hayatı kurtarmak ve ekonomileri yeniden canlandırmak için sürü bağışıklığına ulaşma yarışındayken, kâr ve tekelleşme peşinde koşmak bu yarışı kaybediyor olduğumuz anlamına gelir.” açıklamasında bulundu.


“Kovid-19 için güvenli ve etkili aşılar geliştirebilecek yeryüzündeki tüm şirketlerin bu aşıları tam da şu anda üretmesine ihtiyacımız var.” diyen Marriott, gelişmekte olan ülkelerdekiler de dâhil olmak üzere birçok aşı üreticisi tarafından seri üretilen “açık kaynaklı aşılar” için baskı yapılması çağrısında bulundu. Üretim Mevcut İhtiyacı Karşılamada Yetersiz COVAX girişimi yıl sonuna kadar 2 milyar doz aşı tedarikinin teminatını veriyor. Bunun bir milyarı, dünya nüfusunun yarısını teşkil eden ve ucuz veya maliyetsiz aşı erişimine hakkı olan düşük ve orta gelirli 92 ülkeye teslim edilecek. Kalan yarısı ise ücreti karşılığında daha zengin 75 kadar ülkeye satılacak. COVAX örneğin Britanya merkezli ilaç şirketi AstraZeneca’dan 300 milyon doz aşı satın alma anlaşması gibi birkaç sipariş verdi. Hâlbuki bu siparişler imalatçıların üretimi artırmasına ve 2 milyar dozu temin ve teslim etmesine yardımcı olmak için bağışçılardan ihtiyaç duyulan yaklaşık 18 milyar dolarlık tahmini hedeften çok uzak. Halkların Aşı İttifakı’nın politika danışmanı Mohga Kamal-Yanni, şirketler, hükûmetler ve halk arasındaki güveni önemli ölçüde etkileyen ana sorunlardan biri olarak şeffaflık eksikliğini vurgularken, ilk olarak hangi ülkelerin aşıları COVAX yoluyla alacağı ve bu aşıların nasıl dağıtılacağı hakkında çok az bilgi sahibi olmaktan kaynaklanan rahatsızlığı dile getirdi. Ayrıca, COVAX tarafından 3 Şubat tarihli ilk dağıtım tahmininde belirtildiği üzere, 92 yoksul ülke için ayrılan aşı doz miktarının 145 katılımcı ülkenin toplam nüfusunun sadece ortalama yüzde 3,3’ünün ihtiyacını karşılayacağını ekledi. Danışman, buna ek olarak, COVAX’ın yıl sonuna kadar yoksul ülke nüfuslarının yüzde 20'sini aşılama hedefinin “yeterince iyi olmadığını”, bunun sadece sağlık çalışanları, yaşlılar ve savunmasız gruplar gibi öncelik kategorilerine ancak bir miktar koruma sağlamasının beklendiğini vurguladı. Bu doğrultuda Yanni, “Virüs bulaşımını durdurmak sürü bağışıklığına ulaşmayı gerektirir; bu da nüfusun en az yüzde 60’ının aşılanması gerektiği anlamına geliyor.” dedi. Dünya Sağlık Örgütü Kovid-19’u durdurmanın

tahmini olarak dünyadaki 7.8 milyar insanın en az yüzde 70’inin bağışıklık kazanması ile mümkün olacağını öne sürüyor. Yılda iki milyar doz oranını dikkate alırsak, bu gerçekleştirmesi yıllar sürebilecek bir hedef. Halkların Aşı İttifakı’nın danışmanlığını yapan Yanni’ye göre yüksek gelirli ülkelerin hükûmetlerinden kaynaklanan en büyük sorun, onların bariz bir tedarik kıtlığı yaşandığının farkında olmamaları. Bu kıtlık, üretim maksimize edilmedikçe, kendi vatandaşları da dâhil olmak üzere hiç kimse için yeterli doz bulunamayacağı anlamına geliyor. Yanni bu bağlamda üzerine basarak, “halk sağlığı açısından, sadece kendi insanlarını aşılayıp diğer herkesi aşılamadan mahrum bırakarak kendi ülkesindeki virüsü kontrol altına alabileceğini düşünmek kıt görüşlü bir strateji.” ifadelerini kullandı. Aşı dağıtımındaki adalet, ahlaki bir zorunluluk olmanın ötesinde, aynı zamanda stratejik ve ekonomik bir yaklaşım da. Dünyanın neresinde olursa olsun, risk altında olanların aşılanması ne kadar uzun sürerse, virüsün mutasyona uğrama ve böylece mevcut aşının etkisiz hâle gelme ihtimali de o kadar artıyor. Yanni, “Bu aşılardan herhangi birini üretebilecek tüm şirketlerin bunu yapabilmesi sağlanmalıdır.” diyerek çağrısını tekrarlarken, “Böylece gelişmekte olan ülkeler, daha fazla para kazanmak için aşılarını ilk önce X ülkesine satmaya karar veren büyük ilaç şirketlerinin kaprisini çekmek zorunda da kalmayacaktır.” dedi. Kaynaklar • https://www.who.int/director-general/speeches/detail/ who-director-general-s-opening-remarks-at-the-mediabriefing-on-covid-19-5-february-2021 • https://www.who.int/director-general/speeches/detail/ who-director-general-s-opening-remarks-at-148th-session-of-the-executive-board • https://www.oxfam.org/en/press-releases/small-grouprich-nations-have-bought-more-half-future-supply-leading-covid-19 • https://www.hrw.org/news/2021/02/11/universal-and-equitable-access-covid-19-vaccines-testing-treatments-companies-human • https://oxfamapps.org/media/press_release/monopolies-causing-artificial-rationing-in-covid-19-crisis-as-3-biggest-global-vaccine-giants-sit-on-sidelines/

SAYI 299 • MART 2021

65


K I TA P Türken als Unternehmer: Eine Gesamtdarstellung und Ergebnisse neuerer Untersuchungen Girişimci Olarak Türkler: Yeni Araştırmaların Toplu Bir Sunumu

1996 yılında yayımlanan bu kitap, ilk bölümlerinde Türkiye’den Almanya’ya göçle ilgili temel konulara dair geniş bir özet sunuyor. İkinci bölümünde ise, kitabın yazıldığı tarihte hayli gündemde olan “yabancı işçi”lerin ülkeye entegrasyonu, çalışma hukuku kapsamındaki sorunlar ve yabancılar arasındaki girişimcilik konusu ele alınıyor. Kendi işinin sahibi olan yabancıların motivasyonlarının da işlendiği kitapta, Almanya’da en fazla Türkiye kökenlinin yaşadığı Kuzey Ren-Vestfalya Eyaletindeki yabancı girişimcilerle ilgili 1995 yılından bir araştırmanın sonuçları da okuyucularla paylaşılıyor. Yazarlar: Faruk Şen / Andreas Goldberg Yayınevi: Springer Dil: Almanca

Handbook of Research on Ethnic Minority Entrepreneurship Etnik Azınlık Girişimlerine Dair Araştırmalar El Kitabı

Etnik azınlıklar arasında ticari girişimcilik ile ilgili kapsamlı araştırmaları derleyen ve teorik tartışmaların yanı sıra saha araştırmalarına da yer veren bu kitapta göçmenler arasında girişimciliğin kültürel çeşitlilik açısından incelemesi de yer alıyor. Küçük işletmelerde kadın göçmenler gibi konulara da değinen kitapta ayrıca Asya, Amerika ve Avrupa coğrafyalarındaki etnik azınlıklar arasında “kendi işinin sahibi olmak” konusu ele alınıyor. Bu bağlamda Avusturya, Hollanda, Birleşik Krallık, Finlandiya, Almanya, Macaristan gibi ülkelerdeki göçmen ve etnik azınlıkların girişimcilikleri teorik ve pratik perspektiflerden işleniyor. Editör: Léo-Paul Dana Yayınevi: Edward Elgar Dili: İngilizce

Migration und Mittelschicht: Eine Ethnografie sozialer Mobilität Göç ve Orta Sınıf: Sosyal Mobilitenin Bir Etnografisi

Göçle birlikte gelen “başarı” çabasının merkeze alındığı kitapta göç süreci ekonomik üretim sürecinde itici bir güç olarak ele alınıyor. Kitabın en temel sorularından biri ise göç sonrası toplum ve orta sınıfın dönüşümü. Kitapta dünya genelinde evrensel ve göç sonrası (post-migrantisch) bir orta sınıfın oluşup oluşmadığı sorusu sorgulanıyor. Kitaptaki etnografide Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerin sosyal mobilitesinden hareketle çıkarımlar sunuluyor Yazar: Barbara Lemberger Yayınevi: Campus Dili: Almanca

PERSPEKTIF’I SOSYAL MEDYADA TAKIP EDEBILIRSINIZ

perspektifeu


MÜSLÜMAN ŞAHSİYETLER SERİSİ

Müslüman Şahsiyetler Serimiz ile, İslam tarihinde her biri ayrı ayrı önem taşıyan birçok şahsiyetin hayatları, yaşadıkları çevre ve eserleri hakkında kapsamlı bilgiler sunuyoruz.

Sipariş T +49 221 7390441 www.pluralverlag.eu www.kitapkulubu.de SAYI 299 • MART 2021

67


Hasene International e. V. Colonia-Allee 3 | D-51067 Köln T +49 221 942240-400 | F +49 221 942240-401 haseneorg www.hasene.org | kumanya@hasene.org | — Havale için banka bilgileri | Bankverbindung: Hesap Sahibi | Kontoinhaber: Hasene International e. V. Banka | Bank: Kreissparkasse Köln IBAN: DE80 3705 0299 0149 2890 54 | BIC: COKSDE33XXX Amaç | Verwendungszweck: Adresiniz | Adresse, 0020196

KUMANYA İLE SOFRALAR BEREKETLENSİN 20/02/2021 - 31/03/2021

50 € *


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.