Perspektif 296

Page 1

Aralık 2020 | Yıl: 26 | Sayı: 296

9 772195 547004

12

ÇEVRE KRIZI:

DÜNYAMIZ TEHLIKEDE


HAC

HADSCH 2021

Avrupa’nın birçok şehrinden uçuşlar. Tüm Avrupa’dan 2, 3 ve 4 haftalık kafileler

Reiseantritt aus zahlreichen Städten Europas mit zwei-, drei-, und vierwöchigen Aufenthaltsmöglichkeiten.

İSLAM TOPLUMU MİLLÎ GÖRÜŞ FARKI VE YARIM ASIRLIK HAC-UMRE TECRÜBESİ

MEHR ALS EIN HALBES JAHRHUNDERT ERFAHRUNG IM BEREICH DER HADSCH- UND UMRA-REISEN

Türkiye Temsilciliği|Hennes Tour T +90 332 3515055 (Konya) T +90 212 6355593 (İstanbul) T +90 312 3113130 (Ankara) T +90 224 2254225 (Bursa) info@hennestour.com

Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH Colonia-Allee 3 D-51067 Köln

T +49 221 942240-470 F +49 221 942240-480

www.igmgreisen.com igmgreisen


Selamların en güzeli ile Çevre Krizi: Gidecek Başka Bir Gezegen Yok! Toprak ve su yüzeyindeki sıcaklık artıyor. Kömür ve mazot gibi fosil enerji yakıtlarının kullanımı, dünyayı bir seraya çeviriyor. Atmosferdeki karbondioksit oranı, sanayileşme öncesine göre korkunç derecede artmış durumda. Sera gazı salınımı engellenmezse, dünyanın ortalama sıcaklığının bu yüzyılın sonunda dört derece artması bekleniyor. Çevre krizi bazı tahminlere dayanan, soyut bir ihtimal değil; gerçeğin ta kendisi. Bu kriz, çağımızda insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük kriz ve eğer bizler, yani bu krizi elleriyle oluşturan insanlar bu krize müdahale etmezsek, bundan belki bir asır sonra çocuklarımıza bırakacak bir dünya da kalmayacak. Çevre krizi daha fazla üretim, tüketim ve sanayileşme ekseninde çok uluslu firmaların katkısının yanında, bireysel tüketim alışkanlıkları ve atık üretimi ile de büyüyüp beslenen bir kriz. İklim değişikliğiyle mücadele her ne kadar küresel ölçekli çözümlere ihtiyaç duysa da, bireysel çaba da azımsanamayacak kadar önemli. Bu gerçekten hareketle çevre krizini ele alan bir dosya hazırladık. Bu dosyada Prof. İbrahim Özdemir, iklim değişikliği nedeniyle dünyamızın karşı karşıya kaldığı tehlikeyi yazdı. Dr. Ursula Fatima Kowanda-Yassin, sürdürülebilir enerji ve çevre krizi karşısında “ekolojik cihad” konusunu ele aldı. Suzanne Dhaliwal, iklim değişikliği hareketlerinin “beyaz” hareketler olup olmadığını irdeledi. Kübra Zorlu, Almanya, Avusturya, Hollanda ve Belçika’daki Müslüman temsilcilerle çevre krizine karşı yaklaşımlarını konuştu. Enise Yılmaz, iklim değişikliğiyle mücadelede sıkça ele alınan kavramları ele aldı. Meltem Kural, çevre krizinde örnek bir mücadele sergileyenlerle röportajlar yaptı. Mustafa Özel, değişen tabiat ve tüketim anlayışından hareketle “kalbin sesi”ni dinleme çağrısında bulundu. Çağımızın ünlü düşünürlerinden Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr ile bir söyleşi yaptık ve insanın manevi krizi ile çevre krizi arasındaki bağlantıyı değerlendirdik. Gündem kategorimizde Hollanda’da Millî Görüş Teşkilatlarına yönelik karalama kampanyasını Mehmet Erik analiz etti. Avusturya’da terörle mücadele siyasetini Ünal Koyuncu, Fransa’da Macron’un değişen söylemini Hassina Mechai değerlendirdi. Fransa’da CIMG’nin bildirisini ve tartışmaları Fatih Sarıkır ile konuştuk. Dünya kategorimizde Joe Biden’in Orta Doğu için ifade ettiği anlamı Alessandra Bajec kaleme aldı.

Bekir Altaş


İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Haber-Yorum Dergisi Dezember 2020 • Aralık 2020 | Jg. / Yıl: 26 | Nr. / Sayı: 296 Herausgeber/Yayıncı Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das Generalsekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel Sekreterlik Vertreten durch den Vorstand/Yönetim Adına Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter Murat İleri stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Mikail Demir, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yrd. Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmen Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) Editor/Editör Elif Zehra Kandemir

GÜNDEM

08

Hollanda Siyasetine Göre “Makbul” Müslümanlığın Sınırında Millî Görüş

Redaktion/Redaksiyon Ali Mete, Ebru Hısım, Enise Yılmaz, Feyza Akdemir, Hatice Çevik, Kübra Zorlu, Mehmet Kandemir, Meltem Kural, Yasemin Yıldız T +49 221 942240-240 • F +49 221 942240-201 info@perspektif.eu • redaktion@perspektif.eu Druck/Baskı Im Auftrag der IGMG durch PLURAL Publications GmbH erstellt./ IGMG adına PLURAL Publications GmbH tarafından hazırlanmıştır. Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln T +49 221 942240-260 • F +49 221 942240-201 Die Verantwortung für die Artikel liegt bei den Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Anzeigenservice/İlan Servisi T +49 221 942240-218 • F +49 221 942240-201 ilan@perspektif.eu Abonnement/Abonelik IGMG Mitgliederbetreuung/IGMG Üyelik Hizmetleri: Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln T +49 221 942240-417 • F +49 221 942240-201 abone@perspektif.eu Jahresabonnement/Yıllık Abone Ücret 40,- € | Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos./IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir. Auflage/Tiraj: 12.500 | ISSN: 2195 5476

DOSYA

38

“Her Caminin Dikkate Alması Gereken Farklı Koşullar Var”

perspektifeu

12

GÜNDEM

Terör Saldırısının Ardından Avusturya

20

GÜNDEM

“Millî Görüş Fransa İslam Konfederasyonu, Devlet Müdahalelerinden Bağımsız Bir Dinî Cemaat”


GÜNDEM

16

DOSYA

26

Fransa Medeniyetler Çatışmasını Yeniden Mi Alevlendirecek?

DÜNYA

DOSYA SÖYLEŞI

56

30

Çevre Krizi: Dünyamız Tehlikede

62

Prof. Seyyid Hüseyin Nasr: “Çevre Krizi, Manevi Düzendeki Krizin İşareti”

DOSYA

Avrupa Camilerinde Sürdürülebilirlik İçin Ekolojik Yaklaşımlar

34

DOSYA

İklim Hareketini Sömürgeci Anlayıştan Temizlemek

42

DOSYA

Sürdürülebilir Bir Yaşamın/ Tüketimin İzinde

Joe Biden’ın Başkanlığı Orta Doğu İçin Ne Anlama Geliyor?

48

DOSYA

Ekolojik Kriz ve Kalbin Sesi


GÜNDEMDEN KISA KISA

Avustralya Askerlerinin Afganistan’daki Cinayetleri

AVUSTRALYA

Irkçı Tehditleri Kimin Gönderdiğini Bulana Ödül

ALMANYA

Avustralya Savunma Kuvvetleri Genel Müfettişi (IGADF) Paul Brereton’un hazırladığı raporda askerlerin Afganistan’da 39 sivili öldürdüğü tespit edildi. Avustralya basını, askerlerin 39 sivilin dışında başka katliamları da gerçekleştirmiş olabileceğini iddia ediyor. Avustralyalı askerlerle sağlık personeli olarak görev yapan ve olayın görgü tanıklarından Dusty Miller raporun doğru olduğunu belirterek, askerlerin infazlarını anlattı. Buna göre askerler öldürdükleri sivillerin cesetlerinin üzerine silah ve el bombası yerleştirerek katliam iddiasından sıyrılmaya çalıştılar. IGADF’ın 4 yıllık soruşturmanın sonucunda hazırladığı ve Afgan sivillerin yasa dışı olarak öldürüldüğünü belgeleyen “güvenilir kanıtların” yer aldığı rapor, Genelkurmay Başkanı Campbell tarafından açıklanmıştı. Yüzlerce tanığın dinlendiği ve 25 askerin karıştığı 57 olayın incelendiği rapordaki bulguları değerlendiren Campbell, raporun bazı askerlerin “savaşçı kültürün utanç verici kaydını” ortaya çıkardığını söylemişti.

Almanya'da “NSU 2.0” imzasıyla ırkçı ve tehdit içerikli mesajlar alan Avukat Seda Başay Yıldız, kendisini ve ailesini tehdit edenlerin yakalanmasını sağlayacak kişilere para ödülü vereceğini açıkladı. Yıldız, sosyal medyadan yaptığı açıklamada, faillere dair ipucu verenlere 5 bin avro para ödülü vadetti. Yıldız, bu konudaki soruşturmadan umudunu kestiği için böyle bir adım attığını kaydetti. Münih’te görülen NSU davasında, 2000 yılında öldürülen Enver Şimşek’in ailesinin avukatlığını yürüten Yıldız, 2018’in ağustos ayında şahsi adresinin yazılı olduğu bir ölüm tehdidi almıştı. Bunun üzerine başlatılan soruşturmada, Yıldız’ın nüfus bilgilerine Frankfurt polis karakolundaki bir bilgisayardan bakıldığı tespit edilmişti. Bilgisayara erişimi bulunan polis memurlarının, internet üzerinden oluşturdukları grupta birbirlerine gamalı haç ve Hitler fotoğrafları ile yabancı düşmanlığı içeren mesajlar gönderdiği belirlenmiş, hakkında soruşturma başlatılan 5 polis geçici olarak görevden alınmıştı.

Perspektif 295/2020 Perspektif dergimizin 295 sayısında işlenen konu için çok teşekkür ediyorum. İçinde bulunduğumuz pandemi döneminde, özellikle Avrupa’daki sosyal ve siyasal gelişmeler bazen böylesine önemli konuları atlamamıza sebep oluyor. Pandemi sürecinde birçok tanıdığımızı kaybettik. Bu dönemde hospis ve palyatif bakımın ne kadar önemli olduğunun farkına vardım. Gönül ister ki bizler de böyle bir eğitim alıp, gerek Müslüman topluma, gerekse tüm insanlığa bu zor süreçte ehil ve gönüllü olarak yardımcı olabilelim. İlker Balaban

Yazı İşleri gelen mektupları kısaltma ve değiştirme hakkına sahiptir. Okuyucu mektupları dergi redaksiyonunun görüşlerini yansıtmamaktadır. Bize görüşlerinizi okuyucu@perspektif.eu e-posta adresi üzerinden bildirebilirsiniz.

6

SAYI 296 • ARALIK 2020


Fransız Entelektüellerden Macron’a Tepki Bildirisi

FRANSA

Fransız Mediapart internet sitesinde yayımlanan açık mektupta, aralarında filozof, sosyolog, hukukçu, yazar, editör ve tarihçinin bulunduğu 33 entelektüel, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un politikalarını eleştirdi. Mektupta, güvenlik ve ayrılıkçılığa dair yasa tasarılarının bilgilendirme, inanç, eğitim ve eylem özgürlüklerini kısıtladığı kaydedildi. “Sayın Cumhurbaşkanı, özgürlüklerimize ve haklarımıza yönelik bu ihlalin gerçekleşmesine izin vermek, neo-faşist aşırı sağın hayallerini hayata geçirmektir. Bu hayal, hukuk devletinin polis devletine dönüştüğü otoriter devlettir.” ifadesine yer verilen mektupta, Macron’un tasarıların yürürlüğe girmesini engellememesi hâlinde cumhurbaşkanı seçilmeden önce karşı çıktığı “ölümcül” ideolojilere destek vereceği ve bunun tarihsel sorumluluğunu üstleneceği belirtildi. Mektupta, Macron’dan “Fransa’ya zarar veren” bu tasarıları geri çekmesi istenirken entelektüeller, “Bunun için oy vermedik.” ifadesini kullandı.

Göçmen Bebeğe Ateş Ederek Öldüren Polis Hâkim Karşısında

BELÇIKA

Belçika’da 2018 yılında göçmenleri taşıyan bir araçla polis arasındaki kovalamacada ateş ederek 2,5 yaşındaki Iraklı Mawda Shawri’yi öldürmekten tutuksuz yargılanan polis memuru hâkim karşısına çıktı. Polis memurunun 5 yıl hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılandığı davada polis, “Küçük kızın ölümü beni yıktı. Araçta bir çocuk olduğu bilgisi bana verilmedi. Bilseydim silahı ateşlemezdim. Aslında aracın tekerlerini hedef almıştım.” diye konuştu. Mawda’nın ailesi ise daha önceki ifadelerinde araçtaki bebeği camdan göstererek polisten dikkatli olmalarını istediklerini söylemişti. Başına isabet eden kurşunla annesinin kucağında hayatını kaybeden Mawda’nın içinde olduğu minibüste 26 göçmen ile insan kaçakçısı olduğu belirtilen iki kişi de bulunuyordu. İnsan kaçakçılığı zanlısı iki kişi ise haklarındaki suçlamaları reddediyor. Iraklı küçük kızın ölümü, Belçika‘da uzun süre tartışılmıştı. “Mawda için adalet” adlı bir kampanya başlatılmış, kampanyaya ünlü müzisyenler Roger Water, Tom Morello ve Peter Gabriel ile yönetmen Ken Loach gibi kişiler de katılmıştı.

Geçen Sayıdan Öne Çıkanlar

Yaşadığımız süreç, Hollanda hükûmetinin herhangi yasal bir dayanağa sahip olmadan da Müslüman sivil toplum kuruluşlarına baskı uygulamaktan çekinmediğini açıkça gösteriyor.

Bugün Almanya’da 120.00 kişinin tam zamanlı ya da gönüllü olarak hospis çalışmalarında aktif olduğu ve ölüm döşeğindeki insanlarla ailelerine destek sunduğu biliniyor.

Ölüm sürecine adapte olmamız zaman alıyor. İnancımız gereği ümitsizliğe tutunmuyoruz, ama bazen sonucun da kaçınılmaz olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.

SAYI 296 • ARALIK 2020

7


GÜNDEM

Hollanda Siyaset “Makbul” Müslüm Sınırında Millî Gö

*Leiden Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olan Mehmet Erik, Hollanda’da avukatlık yapmaktadır.

8

SAYI 296 • ARALIK 2020


tine Göre manlığın örüş

Hollanda’da Yeşil Sol Partisinin milletvekili adayı Kauthar Bouchallikht hakkında Hollanda Millî Görüş Teşkilatı’yla teması olduğu gerekçesiyle karalama kampanyası yapılması yeni bir soruyu ortaya koydu: Hollanda siyasetine göre “makbul Müslüman” kim? Ve bu sınırın dışında kimler, neden yer alıyor? Mehmet Erik*

© Flying object - COMEO/shutterstock.com

SAYI 296 • ARALIK 2020

9


GÜNDEM

K

authar Bouchallikht, 17 Mart 2021’de Hollanda’da gerçekleşecek parlamento seçimlerine Yeşil Sol Partisinin (Hl. “GroenLinks”) listesinde ve dokuzuncu sıradan aday gösterildi. Kauthar genç yaşına rağmen, “Yeşil Müslümanlar” Vakfının kurucu ve başkanı olmanın yanında, mülteci hakları, öğrenci hakları, toplumsal eşitlik ve çoğulculuk konularında çalışmalarıyla ve aktivizmiyle dikkat çekmiş ve ismini duyurmuştu. Kauthar’in genç, kadın, Fas asıllı, üstelik Müslüman ve başörtülü olması toplumun belli kesimleri için tedirginlik verici olsa da adaylığının tartışmaya açılması için yeterince malzeme sunmadı. 9 Kasım 2020’de adaylığının açıklanmasından kısa bir süre sonra Kauthar’ın adaylığının tartışmaya açılmasına FEMYSO’da yöneticilik yapıyor olması ve Hollanda Millî Görüş Teşkilatının Üniversiteliler Birimi tarafından organize edilmiş bir programa katılmış olması sebep oldu. Gizli Örgütlere Bağlılık Yemini Şüphesi 11 Eylül 2001 saldırısı ve Amsterdam’ın göbeğinde gerçekleşen Theo van Gogh cinayetinden sonra çok sütunlu Hollanda toplumunun Müslümanlara gösterdiği toleransın sınırı yıllar içinde daraldı. Şüpheli sayılan Müslümanları kapsayan çember gün geçtikçe genişledi. İlk etapta terörizm veya fundamentalizmle belirlenen sınır, zamanla politik Selefilik, Selefilik ve şimdi siyasal İslam/İhvancılık ve Hollanda Millî Görüş Teşkilatı’nı kapsayacak kadar genişledi. Hollanda’daki cami ve dinî kuruluşlara yurt dışı finansmanı ile alakalı meclis soruşturması kapsamında 10 Şubat 2020’de dinlenen terör uzmanı ve eski istihbaratçı R. Sandee, Mısır kökenli İhvan-ı Müslimin’in dünya genelinde ve bilhassa Avrupa’da Müslümanlar arasında bir ağ oluşturduğunu, bu ağın gizlilik içinde faaliyet gösterdiğini ve Avrupa’da siyasi ve hukuki mücadele yoluyla veya siyasi hukuki alanı (sui)istimal ederek yerleşik kurum, kuruluş ve siyasi partilere sızıp güç elde etmek istediğini söyledi. Sızmayı hedefleyen bu ağ Sandee’ye göre mutlaka bir gizlilik içinde işliyor, gizli törenlerde ant içiliyor ve amaca ulaşmak için takiye yapılıyordu. Her

10

SAYI 296 • ARALIK 2020

ne kadar demokrasi ve insan haklarına bağlılık ifade edilse de Sandee’ye göre İhvancılar içten içe politik ve “cihadçı” Selefilik’ten hiç farklı olmayan bir toplum modeli öngörüyor ve gizlilikle, yani Selefilik’ten farklı bir metotla, aynı amacı gerçekleştirmek istiyor. Meclis soruşturmasında yapılan bu konuşma öyle etkin oldu ki bu söylemi siyaset ve medya büyük ölçüde benimsedi. Hatta GroenLinks milletvekili van den Berg, bir cami yöneticisine takiye yapıp yapmadığını ve gizli İhvan-ı Müslimin örgütüne bağlılık yemini edip etmediğini soracak kadar bu dili benimsedi. İslam’ın bir yaşam şekli olduğuna inanan ve böyle bir dindarlığı benimseyen Müslümanlara karşı duyulan derin güvensizlik Sandee’nin söylediklerinde kendine bir meşruiyet zemini buldu. Tehdit Değil, Tehdit Oluşturma İhtimali Basbakan Mark Rutte, Fransa’da 11 Kasım 2020’de Samuel Paty’nin öldürülmesiyle alakalı parlamento görüşmesinde aşırı sağcı parti lideri Geert Wilders’in itirazlarına şöyle karşılık verdi: “Eğer Bay Wilders Hollanda’da İslam’ı benimseyenlerle alakalı bir risk olduğunu söyleyecek olsaydı, bunların arasında İslam’a siyasi bir anlam yükleyenler, Sünni inancından hareketle, Selefiliği siyasi anlamda izah edenler ve buna dayanarak şiddet ve tehdide adım atma ihtimali olanlar var mı diyecek olsaydı, buna şöyle karşılık verebilirdim: Evet bu risk var.” Rutte, Wilders’e verdiği cevapta, terörden siyasal İslam’a uzanan tehdit algısını Sünni akidesini kapsayacak kadar genişletmekle kalmadı. Rutte bu ifadelerin hemen ardından İslamcılığın ve politik Selefiliğin, “değerlerimize” ters düştüğünü ve toplumu ve hatta “kılıç gücüyle” devleti karşısında bulacağını netlikle ifade etti. Parlamentoda temsil edilen partilerin 11 Kasım 2020’de gerçekleşen görüşmede “makbul Müslüman” tanımında bir konsensüs sağladıkları ve bu “makbul Müslüman”ı her neye inanırsa inansın sözlü ve fiili olarak sekülarizmden başka bir pratiği olmayan bir dindarlıkla yetinmeye icbar etmek istedikleri söylenebilir. Siyasetin bu dili, İslam’ı yalnızca bir vicdan


meselesi ve folklor olarak görmeyen Müslümanları, yani nerdeyse bütün Müslümanları tehdit olarak tanımlamasa da güvenlik riski oluşturmakla itham ediyor. Bu ithamın gerekçesi Müslümanların somut bir tehdit oluşturmasıyla bağlantılı değil, inançları ve dinî pratikleri itibariyle tehdit oluşturma “ihtimaliyle” bağlantılı. Makbul Olmayan Müslüman’ın Cezalandırılması Fransa’da ve Avusturya’da gerçekleşen terör eylemlerinden sonra Avusturya’da Kurz tarafından kriminalize edilen, Macron’un “İslamcı bölücülük” adıyla isimlendirdiği Müslüman, Hollanda siyasilerince de takip edilmesi ve alanı daraltılması gereken bir gulyabani. Tartışma aslında tam olarak kim olduğu bilinmeyen, ama makbul olmadığına inanılan bu Müslüman’ın suçlu olup olmadığıyla alakalı değil; hangi bedeli ödeyip nasıl cezalandırılacağıyla alakalı. Kauthar’ın başına gelenler bu bağlamın dışında görülmemeli. İslam’ı sadece bir vicdan meselesi, bir spiritüel fantezi olarak görmeyen, İslam’ı hayatında belirleyici sayan Müslüman şiddete bulaşmayıp yasalar çerçevesinde hareket etse de makbul değil. Kauthar’ı savunmak için yaptığı konuşmada parti lideri Jesse Klaver, Kauthar’ın Hollanda Millî Görüş Teşkilatı tarafından organize edilen bir programa katılmasını kastederek “bu tür kurumlar” tarafından organize edilmiş bir programa katılmanın çok kötü bir karar olduğunu söyledi. Böylece Klaver, makbul Müslümanlığın sınırını Millî Görüş’ün davetine icabet etmek olarak tespit etti. Kauthar’ın bilhassa Müslüman ve başörtülü bir kadın olarak, bütün sol ve yeşil tutumuna rağmen, orada bulunmasının problemli görülmesi Müslümanlara duyulan derin güvensizliğin bir göstergesi. Kauthar makbul olduğunu, 23 Kasım 2020’de Trouw gazetesinde yayınlanan röportajında “sol” ve “yeşil” olduğunu ve Hollanda Millî Görüş Teşkilatı’nın toplantılarına bu kimliğiyle katılmayacağını ifade ederek, bunu ispat etmek zorunda kaldı. Bu görüşe göre Hollanda Millî Görüş Teşkilatı yasal, fakat makbul değildi! Kriminalize edilmesi, takip edilmesi, denetim

altında tutulması, sert ve yumuşak güçle törpülenmesi istenen Müslüman kim belli değil, ama Hollanda Millî Görüş Teşkilatı buna dâhil. Bu kanaate şimdiye kadar Nida Partisi dışında karşı çıkan yerel veya ulusal parti yok. Makbul Mu Olacağız, Kendimiz Mi Olacağız? 2009 yılında verdiği röportajda, dönemin GroenLinks Partisinin lideri ve şu an Amsterdam Belediye Başkanı olan Femke Halsema, Doğu Amsterdam’da çocuklarının okulunda başörtülü anneler arasında olmakta zorlandığını ifade etmişti. Halsema, başörtüsü takma hakkını savunmakla birlikte kadınların başörtülerini özgürce atacakları anı beklemekte olduğunu ve Hollanda’da her kadını başörtüsüz görmek istediğini ifade etmişti. Belli ki Kauthar şahsında Müslüman kadına yüksek toleranslarıyla başörtüsü için biraz daha mühlet lütfettiler, ama Hollanda Millî Görüş Teşkilatı’ndan beri olduğunu hemen ve şimdi ifade etmesi istendi. Yıllar içinde sağdan sola İslam karşıtı dil, Hollanda Millî Görüş Teşkilatı’na veya FEMYSO’ya, yani yasal ve yasalar çerçevesinde hareket eden iki kuruma bulaşmış olmayı, makbul olmamak için yeterli gerekçe sayacak derekeye düştü. Şimdi Hollanda Millî Görüş Teşkilatı, Hollanda siyaseti nezdindeki “makbul Müslümanlık” tanımının dışında görülüyor. Kauthar dışındaki bütün Müslümanlar da bir tercihle karşı karşıya: Makbul mu olacağız, kendimiz mi olacağız? İçinde bulduğumuz şartlarda kendimiz olmak, siyasilerin, yazarların ve medyanın gösterdiği sertliğe bir dayanıklılıkla karşılık vermeyi gerektirir. Yasalar dâhilinde hareket etmenin yeterli olmadığı bir ortamda direnç göstermemek bize kimliğimizden hiçbir şey bırakmayabilir. Bugün Hollanda Millî Görüş Teşkilatı’na selam vermekle sınırlandırılan “makbul Müslüman”, güvenilir olduğunu ispat etmek için yarın başka deliller sunmak mecburiyetinde bırakılacaktır. Bu gidişatı önlemek için Müslümanlar sonuçlarına katlanarak, Kur’an ve Sünnet’in belirlediği sınırlar dâhilinde Müslüman kalma kararlılığında diretmek ve bu hâliyle Avrupa’da yer edinmekte ısrarcı olmak durumundadır.

SAYI 296 • ARALIK 2020

11


GÜNDEM

Terör Saldırıs Ardından Avus

*Siegen Üniversitesi siyaset bilimi, sosyoloji ve tarih dallarında yüksek lisan eğitimini tamamlayan Koyuncu’nun uzmanlık alanları göç, entegrasyon, diaspora politikaları ve Avrupa ülkelerinde Müslümanlar konularıdır.

12

SAYI 296 • ARALIK 2020


sının usturya

Avusturya’nın başkenti Viyana’daki terör saldırısının ardından siyasi ve hukuki adımlar planlanıyor. “Siyasal İslam” tartışması atılacak adımlarda belirleyici olacak gibi görünüyor. Ünal Koyuncu*

H

er terör saldırısının ardından ilk başta olağanüstü bir durum yaşanır. Beklenmedik, tahmin edilemeyen, akıl almaz bir olay gerçekleşmiştir. Ulusal ve uluslararası düzeyde devlet, siyaset, medya ve toplum şoktadır. Saldırıya ilişkin lanetlemeler, kınamalar, hayatını kaybedenlere yönelik taziyeler, yaralılar için geçmiş olsun temennileri ve saldırıya maruz kalmış ülkeye destek mesajları yayınlanır. Terörle mücadelede kamu gücünün tüm imkânlarının seferber edileceği duyurulur. Bu ilk öfke anının sonrasında günler ilerledikçe bir yandan terörle mücadeleye yönelik adımlar atılır, diğer yandan da kamuoyunda yavaş yavaş aklı selim düşünceler belirgin olmaya başlar, saldırının sebepleri ve arka planı sorgulanır. Viyana’da 2 Kasım 2020 gecesinde gerçekleşen sarsıcı terör saldırısını yeniden hatırlayalım: Terörist elindeki kalaşnikofla şehrin göbeğinde sokak sokak dolaşarak etrafa ateş açtı. Bir sokakta karşılaştığı insanı nasıl vurduğu, biraz ilerledikten sonra geri gelerek yerde yatan kişiye tekrar nasıl ateş açtığı bir güvenlik kamerasına yansıdı. Saldırıyı takip eden bizler tüyler ürpertici bu manzara karşısında “Böyle bir eylemi hangi cani yapabilir?” diye düşünmeye başladık. Hatta, “İnşallah Müslüman değildir” diye içinden geçirenler de oldu. Daha Fransa’da işlenen barbar cinayetler zihnimizde güncelliğini yitirmemişken bu saldırıya da şahit olmak zor oldu. Terörle Mücadelede İlk İcraatlar

© Anadolu Images

Saldırganın kimliği ile ilgili bilgiler netlik kazanınca faille ilgili tablo ortaya çıktı: Binlerce

SAYI 296 • ARALIK 2020

13


GÜNDEM

kilometre ötede filizlenmiş terör makinesi IŞİD Viyana’da uyuyan bir hücresiyle şehri kana bulamış, 4 can almış ve 22 kişiyi de yaralamıştı. Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz bu sonuç karşısında teröristlere karşı savaş ilan etti. Yaşanan hadiseyi medeniyetle barbarlık arasında bir savaş olarak nitelendirdi. Bunu söylerken bu savaşın Hristiyanlarla Müslümanlar arasında bir savaş olmadığının altını çizdi. Ulusal ve uluslararası düzeyde lanetlemeler, kınamalar, taziyeler ve destek mesajlarıyla teröre karşı medeniyet zeminininde tek vücut olundu. Söylem düzeyinde tavır geliştirmenin ardından terörle mücadele kapsamında ilk icraatlar da sergilendi. Öldürülen teröristin çevresine yönelik tutuklamalar, iki caminin kapatılması, terör sorununun AB boyutuna taşınması ve terörle mücadele paketinin hazırlanması gibi çok boyutlu adımlar atıldı. Bu adımlar atılırken kamuoyunda istihbarat ve güvenlik kurumlarının teröristle ilgili ihmalleri de gündeme geldi. Zira terörist daha önce terör suçlamasıyla hapis cezasına çarptırılmış, cezayı tamamlamadan önce şartlı tahliye edilmiş, savaşa katılmak için Suriye’ye gitme ve Slovakya’da mermi alma girişimlerinde bulunmuştu. Dosyası terör eylemine girişim bağlamında kabarık olan bir kişinin niçin bu denli hafife alındığı sorusu doğal olarak tartışıldı. Bu arada bir başka sarsıcı –ve doğru olması durumunda siyaseten bedel ödenmesi gereken- iddia da teröristin istihbarat kurumunun ajanı olduğu yönündeydi. Bu iddialarla ilgili bağımsız bir komisyonun oluşturulmasıyla tartışmalı noktalar şimdilik araştırmaya sevk edildi. Bütün bunlar cereyan ederken terörle mücadele ve temel haklar arasındaki sınırların kaydığı, çizgilerin silindiği durumlar da yaşandı. Terörle Mücadele ve Temel Hakların Korunması Arasındaki Gerginlik Bir terör saldırısıyla oluşan olağanüstü hâl, aynı zamanda temel haklara dikkat edilmesini önceleyen hukuki mantıkla terörün yok edilmesi için gereğinin yapılmasını savunan siyasi mantık arasında gerginliklerin yaşandığı bir dönemdir. Terörle mücadele siyasetine göre ortada kamu düzenine ve insan hayatına kast etmiş bir suç vardır ve bu suçun meydana gelmesine sebep olan doğ-

14

SAYI 296 • ARALIK 2020

rudan ve dolaylı olarak ne varsa mücadele edilmelidir. Siyasi güç, düşmana yönelik tanımlamayı yaptıktan sonra bu tanımlamanın içinde yer alan unsurları yok etme noktasında gerekli adımları atar. Temel haklara vurgu yapan hukuki mantık, tüm bu adımlar atılırken suçla ilintisi olmayan kişi veya grupların haklarına zarar verilmemesini savunarak kurunun yanında yaşın yanmaması için mücadele eder. Olağanüstü hâlin ilk anlarında siyaset kurunun yanında genelde yaş olanı da yakarken sonraki aşamalarda hukuk yaş olanı kurtarmaya çalışır. Bu iki akım arasındaki gerginliklerde bir toplumsal kesim veya kesimler zarar görebilir. Avusturya’da bu yöndeki gelişmeler Müslüman azınlık üzerinden cereyan ediyor. Bu iki mantığın arasına sıkışmış Avusturya devletiyle, siyasetiyle, medyasıyla ve toplumuyla Müslüman azınlığın temel vatandaşlık haklarına dikkat etmekle onlara potansiyel suçlu muamelesi yapmak arasında git gel yaşıyor. Öncelikle söylem düzeyinde “normalleşmiş” bir anormale işaret etmekte fayda var. Her ne kadar da bir kesim tarafından terörün İslam ile alakası yok dense de basında kullanılan kavramlar halk nezdindeki Müslüman ve İslam algısını yeterince zehirliyor. Zira terör makinesi IŞİD’in veya kimlik-aidiyet bunalımı yaşayan, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kişinin uyguladığı terör eylemleri doğrudan İslami tanımlamalarla zikrediliyor. Yani terör ile İslam dini arasında kavramsal düzeyde bir bağlantı kurmama noktasında bir hassasiyet yok. Aksine bugün medyanın lügatinde temel kavramlar listesinde olan “İslamcı terör” veya “Cihadçılık” kelimeleri yer alıyor. Caminin Suçu Ne? Siyasetin Müslümanların temel hakları söz konusu olduğunda nasıl da sorumsuz, aceleci, lakayt davranabildiği, bu haklarla oynayabildiğiyle ilgili birden fazla ders çıkarılabilecek iki gelişmeye şahit olduk. Bunlardan ilkinde siyaset-kamu, cami kapatma hadisesiyle Müslüman azınlığın din özgürlüğü hakkına müdahale etti. Avusturya’da “terör yuvası hâline gelme” iddiasıyla ibadethane olan bir caminin anlık bir şekilde nasıl kapatılabileceğini gördük. Bir kişinin yaptığı eylemden dolayı bir cami ve dolayısıyla o caminin cemaati cezalandırıldı. İbadethane olan caminin hukuki ve


Avusturya’daki terör saldırısının sonrasında acıları birlikte paylaşmanın ardından geleceğin nasıl şekilleneceğini siyasetin ve hukukun atacağı adımlar belirleyecek.

siyasi teminattan ne kadar yoksun olduğu da görüldü. Cami statüsü elinden alınarak kapatılan derneğin Avusturya İslam Cemaatine (IGGÖ) tekrar başvurmasıyla cami kapatma hadisesi farklı bir seyir aldı. İlgili dernek camilik ünvanının ellerinden alınmasının gerekçelerini merak ediyordu. Terörle, eylemi gerçekleştiren kişiyle herhangi bir ilişkide olmadığını belirtiyor; bu sebeple de niçin cezalandırıldığını öğrenmek istiyordu. Bu tablo karşısında insan şu soruları sormadan edemiyor: Durum böyleyse, hakikaten bu cami niye kapatıldı? Tek bir teröristin eylemi sonundaki olağanüstü durumlarda bir kurum olan camiler bir çırpıda kapatılabilecek mi? En önemlisi de siyasetin bu olağanüstü tepkisine karşı ne yapmalı? Bu son soru gelecek için fazlasıyla üzerinde durulması gereken bir nokta. Verilecek cevap da siyasi ve hukuki teminatı yükseltme, artırma yönünde olmalı. Yani bir taraftan yapılan bu müdahaleye karşı kamuoyunda güçlü bir eleştiride bulunmak, ki böylelikle gelecekte olası benzer durumlar için bugüne dair güçlü bir hafıza olsun. Öte yandan yeni ictihadlar ve bilirkişi raporu gibi yazılı metinlerle hukuki dayanakları güçlendirmek. Bir Düşünce Suçu Olarak Siyasal İslam Bazı sözler dönemin ruhunu yansıtması açısından mühür niteliğindedir. Mesela Trump’ın yola çıkarken sarf ettiği “America first” sözü buna bir örnektir. Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz da Müslümanlar ve siyaset başlığı altında tartışılan siyasal İslam meselesiyle ilgili bakış açısını yansıtan mühür niteliğinde bir cümle sarf etti. “Siyasal İslam’a yönelik suç unsuru oluşturan konular belirlenecek, bizzat terörle ilişkisi olmayan, ancak terörün yeşermesine zemin hazırlayan kişi ya da

gruplara yönelik çeşitli yaptırımlar hayata geçirilecek.” cümlesiyle belki de belirli süredir bilinçaltındaki yaklaşımı dışa vurdu. Kuyuya bir taş attı ve şu an o taşın yankıları hâlâ tartışılıyor. Avrupa’da “siyasal İslam” çetrefilli konuların başında geliyor. Bu kavram Endonezya’dan Fransa’ya kadar farklı yorum ve pratiklere tekabül ediyor. Avrupa’da bir kanat bu terimden bir Müslüman’ın insanlara faydalı olmayı öğütleyen dininin verdiği motivasyonla siyasette aktif olmayı, yani vatandaşlık hakkını kullanmayı anlıyor. Diğer kanatsa yerleşik düzeni şeriatla değiştirmek isteyen ve bunun için her yöntemi mubah gören bir akım olarak görüyor. Genç Başbakan Kurz’un zihin dünyasında veya geçmişinde “İslam ve siyaset”, “siyasal İslam” mefhumlarıyla ilgili nasıl bir bilgi ve tecrübe var ki kendisini ikinci akımda görerek terör örgütü olarak tanımlanmamış bir mefhumla ilgili cezai yaptırımlar düşünebiliyor. Kamuoyu da “siyasal İslam”a yönelik suç unsuru oluşturan konular nelermiş merak ediyor. Terör saldırıları veya doğal afetler gibi hâller bir toplumun, halkın ortak aidiyetini etkileyen gelişmelerdir. Avusturya halkının bir parçası olan Müslümanlar da Avusturyalı vatandaşlar olarak 2 Kasım gecesine ilişkin verilmesi gereken tepkiyi vererek ortak kaderi paylaştıklarını gösterdiler. Bu acıları birlikte paylaşmanın ardından geleceğin nasıl şekilleneceğini siyasetin ve hukukun atacağı adımlar belirleyecek. Avrupa ülkeleri içerisinde istisnai bir şekilde İslam Yasası gibi yasal bir zemine ve Avusturya İslam Cemaati (IGGÖ) gibi yasal bir temsil kurumuna sahip olan ülkede her ne kadar siyasette soğuk rüzgarlar esse de köklü hukuk devleti geleneği ve siyasetin, medyanın ve basının aklı selim hareket eden aktörleri bu rüzgarı olumlu yöne doğru etkileyecektir. Ümidimiz o yönde.

SAYI 296 • ARALIK 2020

15


GÜNDEM

Fransa Medeniye Çatışmasını Yen Alevlendirecek?

*Cezayir kökenli Fransız gazeteci Mechaï, hukuk yüksek lisansı yapmış ve uluslararası ilişkiler ile Afrika ve Orta Doğu ilişkileri konusunda uzmanlaşmıştır.

16

SAYI 296 • ARALIK 2020


etler niden Mi ?

Fransa’da terör saldırılarından sonra İslam ve Müslümanlara yönelik söylem iyice gerginleşti. Yeni olmayan bu tartışma, Fransa’nın geleceğini de belirleyecek. Hassina Mechaï*

T

arih-coğrafya öğretmeni Samuel Paty’nin bir terörist tarafından Hz. Muhammed’in karikatürlerini göstermekle suçlanarak öldürülmesinden bu yana Fransa toplumsal çalkantılardan geçiyor. Küresel çapta ise ifade özgürlüğünün, Fransız laikliğinin, evrenselciliğin ve çokkültürlülüğün sorgulandığı bir tartışma yaşanıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ifade özgürlüğü adına karikatür çizme hakkını savunan açıklamaları, Fransa Cumhurbaşkanı’na desteğini gösteren Birleşik Arap Emirlikleri haricinde birçok Müslüman ülkede çalkantılara sebep oldu. Fas, Cezayir, Tunus gibi Fransa’daki Müslümanların büyük bir kısmının bağlantılı olduğu Fransa dostu veya müttefiki olan ülkeler bile bu kervana katıldı. Macron’un açıklamaları 2015 yılındaki Charlie Hebdo saldırısının davası görüldüğü zamanlarda öğrencilerine İslam Peygamberinin karikatürlerini gösteren bir Fransız öğretmeninin 16 Ekim’de öldürülmesiyle alakalıydı. “Fransız Evrenselci Modeli Anlaşılmıyor” Ancak ifade özgürlüğü ve laikliğin saptırılmış algısı olarak görülen bu yanlış anlama Müslüman ülkelerle sınırlı kalmadı. Öyle ki Macron, daha önce eşi benzeri görülmemiş iki davranış sergiledi: Çok nüfuzlu bir gazete olan Financial Times’da kendine yer ayırttı ve “Fransa İslamcı ayrılıkçılığa karşı savaşıyor, İslam’a karşı değil.” açıklamasında bulundu. Bir de rahatlıkla gerçeği yadsıyarak şöyle bir sonuca bağladı: “Bu nedenle kimsenin Fransa’nın ve hükûmetinin Müslümanlara karşı ırkçılık yaptığını söylemesine izin veremem.”

© Frederic Legrand - COMEO/shutterstock.com

Macron ayrıca doğrudan New York Times’ın bir editörünü arayarak, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin

SAYI 296 • ARALIK 2020

17


GÜNDEM

meyvesi olan Fransa’nın ırkçı ve İslamofobik olamayacağını iletti. Cumhurbaşkanı’na göre tüm bunlar bir yanlış anlaşılmadan ibaretti: Dünyanın geri kalanı, Kilise ve Devletin ayrılması olarak görülen Fransız laikliğini ve bireylerin kökenleriyle dinlerine bakmadan onları sadece vatandaş olarak gören Fransız evrenselci modelini anlamıyordu! Ancak tüm bunlar parlayan alevi söndürmeye yetmedi. Nüfuzlu olarak bilinen Dışişleri Bakanı Jean-Luc le Drian bazı Müslüman ülkelere “yatıştırma turnesi” düzenlemek için yola çıktı. Bunlardan ikisi Fransa’nın stratejik müttefikleri olan Fas ve Mısır’dı. Bu sayede Fransa’nın iki temel mesajını duyurmuş oldu. Bir yandan terörizm ve aşırılık konusunda kararlı olduklarının altını çizerken, diğer yandan İslam’a ve tüm Müslümanlara karşı barış ve derin saygı mesajı iletilmiş oldu. Macron ve İslam: Bir Evrimin Hikâyesi Peki seçim kampanyasında Fransa ile Müslüman azınlık arasındaki ilişkilerde bir değişiklik vaat etmemiş olan Macron, nasıl oldu da cumhurbaşkanlığının son düzlüğünde, ekim ayı başında “İslamcı ayrılıkçılığı” kınayan bir konuşma yaptı? Ve bu konuşmada nasıl olur da imamların yurtdışında eğitim almaları ve okul yemekhanelerinde dinî inançlara göre menü sunma meselelerini “birlikte yaşam”ın unsurları olarak ele aldı? Oysa Macron 2017 yılında hâlâ cumhurbaşkanı adayı iken farklı bir duruş sergiliyordu. Mediapart gazetesine verdiği bir video röportajında Macron, laiklikten söz ettiklerini iddia ederken İslam hakkındaki görüşlerinden bahseden laikleri eleştirmişti. Bu sözleri de şöyle açıklıyordu: “Asıl soru, bundan nasıl kurtulacağımızdır. Öncelikle konuları birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Genellikle İslam hakkında yaptığımız tartışmalarda her şeyi karıştırıyoruz. Bir saldırı olduğunda bu tartışmaları yeniden alevlendirmek de tam bir saçmalık.” Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında En Marche! adayı Macron, partinin internet sitesinde birçok Fransız’ın laikliği dinin tezahürüyle alakalı yasak ile karıştırdığını dile getiriyordu. Uygulama konusunda okullarda dikkat çekici dinî semboller hakkındaki yasağı sürdürmeyi planladığını belirtiyordu. Ancak özellikle başörtüsünü hedefleyen bu yasak, kendi ifadesiyle “öğrencilerin yetişkin ve

18

SAYI 296 • ARALIK 2020

sorumluluk sahibi olduğu üniversitelere yayılmamalıdır” diyordu. Adayın seçim programının vaat ettiklerine göre kamu hizmetlerinden yararlananların “dinî ve manevi inançlarını ifade etme özgürlükleri kamu düzeni kuralları ve bu hizmetlerin düzgün işleyişi çerçevesinde korunmalı” idi. Ayrıca yine seçim vaatlerine göre kamusal alanlarda (sokaklar, plajlar) dinî inançların tezahürü, kamu düzenine zarar vermemek koşuluyla elbette serbest kalmalıydı. Bu aslında yürürlükteki hukuki yapıyla süreklilik içinde olan bir duruştu. Ancak o zamandan beri cumhurbaşkanı duruşunu değiştirmiş görünüyor. Ya da Macron’un laiklik, İslam’ın yeri ve güvenlik konularında en saldırgan görüşlerle aynı çizgiye geçtiği de söylenebilir. Fransız siyasetinin en önemli konularından 2022 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin yaklaştığı göz önüne alındığında, Macron’un duruşundaki bu sertleşmeyi bazıları fırsatçılık olarak değerlendiriyor. Macron, 2007’de Nicolas Sarkozy’nin izlediği yolu tekrarlamak mı istiyor acaba? Hedefi Ulusal Cephe’ye karşı çıkmak ve bu partinin oylarını toplamak için aşırı sağ partiyi iddialı olduğu konularda geride bırakmak mı? Konu tartışmaya açık. İslam Gündemi Arkasında Fransa’nın Asıl Sorunları “Hayali İslam” olarak tanımladığı şey üzerinde çalışan gazeteci Thomas Deltombe, şu soruyu soruyor: “Laiklik ve diğer Cumhuriyet değerleri, bunların Fransız sömürge geleneğine dayanan değerler olduklarını bilmeden nasıl savunulur? Ve bunun da ötesinde: Bu Cumhuriyet her zaman burjuva ve ataerkil olmadı mı? Bunlar nihayetinde sonu gelmeyen başörtüsü meselesinin açtığı temel sorunlar. Ve bu soruları soranların yerleşik medyada bu kadar şiddetli saldırıya uğraması, soruların tüm boyutlarıyla (sınıf, ırk, cinsiyet) iktidarı sarsmasından dolayıdır.” Detombe’ye göre “İslamizm” terimi, herkesin anladığını iddia ettiği ancak kimsenin tam olarak tanımlamadığı bir birleşik sözcüğe, semantik anlamda bir yanıltıcıya dönüştü. Peki “radikal” ne anlama geliyor? Ve her şeyden önce bir “İslamcı”, teröristten veya Müslümandan nasıl ayırt edilir? O zamandan beri 4 yıllık cumhurbaşkanlığı dönemi geçti. Kuşkusuz Fransa sosyal, toplumsal


“İslamizm” terimi, herkesin anladığını iddia ettiği ancak kimsenin tam olarak tanımlamadığı bir birleşik sözcüğe, semantik anlamda bir yanıltıcıya dönüştü.

ve sağlık krizleri yaşadı ve terörizmi gördü. Bunlar Cumhurbaşkanı’nın toplumsal yaklaşımını değiştirmeye kadir oldu belki de. Aynı şekilde, ufukta bir seçim var ve tartışmalar şimdiden İslam etrafında yoğunlaşıyor. Peki neden her şey özellikle bir din etrafında kümelendi? Şüphesiz burada asıl söz konusu olan İslam’ın kendisi değil, Fransız toplumunun kendi bünyesinde yüzleşmekte zorlandığı şeydir. Birincisi, temel bir kavram olan eşitliği, özellikle de kadın - erkek arasındaki eşitliği ele alalım. Fransa’da erkekler ve kadınlar arasında aynı işi yapıp eşit düzeyde maaş alanların oranı yüzde 30 civarında kalıyor. Her 3 günde bir, bir kadın eşi tarafından dövülerek öldürülüyor. Buna rağmen İslam, Fransız toplumunun kendi eşitsizlik gerçekliğini görmemesini sağlayan uygun bir siper görevi görüyor. Hatta İslam (daha doğrusu Müslümanlar) kadınları aşağılamakla ve bunu savunmakla suçlanıyor. İslam aynı zamanda sözde yerli Fransız vatandaşları ile göçmen ebeveynleri olan vatandaşlar arasında gerçek fiili eşitlik sorununu gündeme getirmekten kaçınmaya da hizmet ediyor. Fransız yasaları her türlü etnik istatistikleri yasaklasa da istihdam, okul ve barınmaya erişim, kişilerin soyadına ve kökenine göre değişiklik gösteriyor. Resmî bir araştırmaya göre siyah veya Arap olarak algılanan bir kişinin polis tarafından durdurulma olasılığı diğer Fransız vatandaşlarından 20 kat daha fazla. Son olarak koronavirüs salgını, virüsten ölmeye en çok maruz kalan kitlenin yine onlar olduğunu gösteriyor. Burada yine Fransız toplumunun kendi içinde görmekte ve kabul etmekte zorlandığı ve “Müslüman sorunu” adı altında kolayca sıyrıldığı yapısal bir eşitsizlik söz konusu. Sömürgecilikle Yüzleşmek Son olarak halk nezdinde dinin yeri de bu “İslam” anlayışıyla netleşiyor. Fransa, toplumunu

dinsiz ya da din karşıtı olarak görse de Katolik Kilisesinin toplumsal, sosyal ve siyasi olarak her şeye muktedir olduğu tarihî günlerden geçti. Laiklik, dinin siyaset üzerindeki gücünden devleti korumak için doğdu. Temelde vatandaşı değil, devleti korumayla ilgiliydi. Dolayısıyla Fransız laikliği, dine karşı mutlak bir güvensizliğin izlerini taşıyor. Belki de Macron’un şikayet ettiği yanlış anlaşılma yeri tam da burasıdır. Fransa’nın (veya yöneticilerinin) yüzleşmekte zorlandığı bir diğer husus, Cumhuriyet Anayasası ile sömürgecilik arasındaki bağlantıdır. Bu iki gerçek Fransız tarihinde neredeyse eşzamanlı. 5. cumhuriyetin 1958’de Cezayir Savaşı’nın çalkantılarından doğduğunu ve bu acılı tarihin izlerini taşıdığını bazen unutuyoruz. Genellikle eski kolonilerden gelen göçmenlerin çocuklarının kamusal alanda var oluşu, Fransız zihniyetini ve onun güven verici millî kurgularını rahatsız ediyor. Fransız üniversitelerini ve fikir dünyasını zehirleyebilecek “sömürge sonrası düşünceler”in suçlanması bu tarihsel bağlam olmadan anlaşılamaz. Bu suçlamalar Millî Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer tarafından olduğu kadar Cumhurbaşkanı tarafından da gündeme getirildi. Sonuçta tüm bu sorular 1958 Anayasası’nın 1. maddesinin 1. paragrafında geçiyor: “Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir. Köken, ırk veya din ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşların kanun önünde eşitliğini sağlar. Tüm inançlara saygı duyar.” Fransız tarzı bir “Kulturkampf” kadar kültürel bir savaş ortaya çıkacak gibi görünüyor. Peki hangi toplum modeli bu savaştan zaferle çıkacak? Cumhuriyeti bölünmezlik ve laiklik ilkeleriyle güçlendiren mi, yoksa demokratik ve sosyal bir cumhuriyete öncelik veren mi?

SAYI 296 • ARALIK 2020

19


GÜNDEM

“Millî Görüş Fransa Konfederasyonu, De Müdahalelerinden B Bir Dinî Cemaat”

20

SAYI 296 • ARALIK 2020


İslam evlet Bağımsız

Fransa’da İslami cemaatlerle görüşen Cumhurbaşkanı Macron’un basına yansıyan ifadeleriyle CIMG’nin bildirisi çokça tartışıldı. CIMG Genel Sekreteri Fatih Sarıkır’la satır aralarını konuştuk.

SAYI 296 • ARALIK 2020

21


GÜNDEM

Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile Millî Görüş Fransa İslam Konfederasyonu (CIMG) olarak diğer Müslüman temsilcilerin de katıldığı bir görüşme gerçekleştirdiniz. Görüşmeden bahseder misiniz? Fransa İslam Konseyi (CFCM) bünyesindeki 9 federasyon başkanıyla sayın Macron ile iki saatlik bir görüşmemiz oldu. Bu toplantının öncesinde UMF (Fransa Camiler Birliği), GMP (Paris Büyük Camisi) ve CCMTF (Fransa’daki Türk Müslüman Dernekleri Koordinasyon Komitesi) ile hazırlık toplantıları yapıldı. Özetle olumlu ve yapıcı bir atmosferde geçen bu konuşmada Sayın Macron, Fransa’da Müslümanların “ılımlı, muhafazakâr, katı” gibi sınıflandırmalarına katılmadığını, dinini yaşayan herkese saygı duyduğunu ifade etti. Ayrıca başörtüsünün dinî ve dindarları ilgilendiren bir konu olduğunu ve insanların inandıkları gibi yaşamasına saygı duyacağını da vurguladı. Macron, böyle bir ortamda İslami cemaatlerle konuşurken aslında siyaseten bir risk de almış oldu, zira Fransa’da Müslümanlara yönelik ciddi bir ön yargı atmosferi yaşıyoruz. Özellikle terör saldırılarından sonra Müslümanlar için atmosfer hiç de kolaylaşmadı. Macron, Müslüman cemaatlerle buluşarak, aslında bu tartışmanın Müslüman temsilciler olmadan gerçekleşemeyeceğini ortaya koymuş oldu. Özellikle CIMG’ye yönelik son üç aydır mesnetsiz suçlamalarla karşı karşıyayız. Bu suçlamaların karşısında ortak bir iletişim zeminini nasıl kurabileceğimizin de denemesini yapmış olduk. “Müslümanlara Yönelik Şüphe Okları Daha Da Sivrildi” Görüşmeden sonra Ulusal İmamlar Konseyinin kurulacağı açıklandı. Bu konsey hakkında bilgi verir misiniz? Ulusal İmamlar Konseyi (CNI), Fransa İslam Konseyinin (CFCM) bünyesindeki 9 federasyon ve bunların seçeceği 9 imamdan oluşan bir kuruluş olacak. 18 kişilik yönetimiyle bu konsey, ülkede şimdiye dek faaliyet gösteren imamlara görevlerine devam edebilmeleri için onay verecek. Bundan sonra imamlık yapacak olan adaylara da akreditasyon verilecek. Bunun için konseyde 4/5’lik bir uzlaşının olması ve adayların belli kriterleri yerine

22

SAYI 296 • ARALIK 2020

getirmesi gerekecek ve gerektiği durumlarda da imamlık izni alınabilecek. Bu kriterler üzerinde şu anda çalışmaktayız. Farklı Müslüman kurumların birbirinden farklı imamlık anlayışları olabilir. Bu konudaki çalışmamız sürüyor. CFCM bünyesinde bu proje uzun süredir vardı, şimdi bu hayata geçirilmiş olacak. Görüşmeden sonra Macron’un basına yansıyan demeçlerinde, “CIMG ve UOIF’i cumhuriyetçi vizyona sahip olmamakla suçladığı” şeklinde ifadeler yer aldı. Görüşme ile basına yansıyan demeçler arasında bir uyumsuzluk mu söz konusu? Bu çelişkili durum nedeniyle biz de şaşkınız. Bazı gazetelerde Macron’un görüşmede CIMG ve UOIF’i (şimdiki ismiyle MF) uyardığı, tabiri caizse bu kurumlara “haddini bildirdiği” gibi ifadeleri hayretle okuduk. Bunun muhtemel bir nedeni, görüşmeye katılan diğer federasyonlardan basına yanlış aktarmaların yapılması. Diğer bir ihtimal de aşırı sağcı partilere mesaj vermek için basına bu şekilde demeç verilmesi. Bu manşetler tamamen yanlış. Oldukça olumlu ve yapıcı bir görüşme gerçekleştirdiğimizi söyleyebilirim. Görüşmenin sonunda CIMG, “İmamlar Konseyine Evet!” başlıklı bir bildiri yayınladı. Bildirideki ifadeler de bu “had bildirme” düşüncesini doğrulamış olabilir. Bildiride “Fransız ve Müslüman olarak Cumhuriyetçi değerlere bağlıyız. Hümanist ve açık bir İslam’ı destekliyoruz.” şeklinde bir ifade yer alıyor. Fransa’da yaşayan Müslümanların, toplumsal barışı destekleyen pozisyonlarının olduğunu ayrıca vurgulamak, bir şüpheye suçluluk duygusuyla cevap vermek anlamına gelmiyor mu? Fransa’da şu anda Türkiye, Fas ve Cezayir gibi Müslüman kurumlar üzerinde siyasi bir araçsallaştırma yaptığından şüphelenilen ülkelerle bağın kesilmesi gündemde. Biz CIMG olarak senelerdir şunu vurguluyoruz: Biz Avrupa çapında sivil bir örgütlenmeyiz. Bu sivil alanın dışında idari anlamda hiçbir ülkenin resmî kuruluşuyla emir-komuta zinciri içerisinde değiliz. Herhangi bir devletin etkisi altında değiliz. Görüşmemizde de bunu yeniden vurguladık. İslam Toplumu Millî Görüş Teşkilatları, kendi dinî çalışmalarını kendi kaynaklarıyla finanse ve idare eden, Müslümanların haklarını temsil ederken de devletlerin


yönlendirmelerinden bağımsız olarak hareket eden sivil bir kuruluş. Bizim açımızdan senelerdir bu gerçek hiç değişmedi.

vurgulamak için bu ifadeleri kullanmak isabetli mi sizce? Ya da siz bu kavramların içini nasıl dolduruyorsunuz?

Fransa’da Samuel Paty’ye yönelik vahşi cinayet ve sonrasında kilisedeki terör saldırısı, ne yazık ki Müslümanlara yönelik şüphe oklarını daha da sivriltti. Sayın Cumhurbaşkanı ile görüşmemizin ardından, kamuoyunun kriz zamanlarında unuttuğu bazı hakikatleri bir bildiriyle yeniden hatırlatmak istedik. Bu hakikatler de bizim yaşadığımız ülkenin hukukuna tabi olan bir dinî cemaat olduğumuz ve insana, insan onuruna ve yaşamın dokunulmazlığına dair vurgumuzdu. Bildiride bu vurguları yeniden yapmamız, mevcut durumda Fransa’daki atmosferin bu vurguyu gerekli kılması ile ilgili.

İslam, insanı merkeze oturtmuş bir din. Bu ifadelerle kastımız da, Rabbimizin insana bahşettiği değere atıfta bulunmaktı. Fransa’daki Müslüman cemaatler, gizli ajandaları olan, içe kapalı kurumlar değiller. Tam tersine topluma söyleyecek sözü olan, temel insanlık değerlerini yeniden hatırlatma gibi sorumluluğa sahip kurumlar. Dediğim gibi, İslam’ı kendi şiddet amaçları için suiistimal eden teröristlerin bizim dinimizle ilişkilendirildiği bir bağlamda, bu hatırlatmayı yapmayı gerekli gördük.

“Türk İslam’ı, Arap İslam’ı, Fransız İslam’ı Gibi Yakıştırmalar Doğru Değil” Bildirideki “hümanist ve açık bir İslam” ifadeleri de oldukça tartışmalı. Müslümanların terörizm ve şiddetle aralarındaki mesafeyi

Sosyal medyada bazı kimselerin “açık bir İslam” ifadesiyle sanki “değişime açık bir İslam” gibi zorlama bir anlam çıkarttıklarını üzülerek gördüm. Bizim bildirimizde “açık bir İslam” ile kastettiğimiz şey, kucaklayıcı, herkese açık ve şeffaf bir kurumsallaşmadır. O ibareye “değişime açık” ifadesini ekleyenler kasıtlı bir şekilde ifadelerimizi çarpıtmış

SAYI 296 • ARALIK 2020

23


GÜNDEM

olur. Yoksa bizim ifadelerimizde İslam’ın “reforme edilmesi, değiştirilmesi” gibi bir anlam asla yok! İslam dinine liberal, seküler, Türk İslam’ı, Arap İslam’ı, Fransız İslam’ı gibi ideolojik veya milliyet üzerinden yakıştırmaları doğru bulmuyoruz. Bildiri şöyle cümlelerle devam ediyor: “Hedefimiz, Fransa’da yabancı ülkelerden tamamen bağımsız bir Müslüman topluluğun olmasıdır. (İmamlar Konseyi), İslam’ın siyasallaşmasının ve her türlü yabancı müdahalenin reddidir. İslam’ın sapmasına karşı mücadelemiz devam ediyor.” Bu ifadeler, çok da sivil bir itirazı barındırıyor gibi görünmüyor. Bunlar yerine Müslümanların ısrarla bu savunma çerçevesine sıkıştırılmasına karşı çıkmak gerekmez miydi? Fransa kamuoyunda (ki Avrupa’nın diğer ülkelerinde de durum farklı değil) bizim teşkilatımız, Türkiye’deki iktidarların ve siyasi partilerin bir uzantısı, sözcüsü, kurumu ya da temsilcisi olmak gibi garip iftiralarla karşı karşıya. Burada kendi sivillik vurgumuzu yeniden yapmak bizim açımızdan bir zorunluluk. Bilhassa aşırı sağcıların bizim üzerimizden Müslüman topluma yönelik “gizli siyasal hedeflere sahip olmak” gibi bir şüphe atmosferi oluşturmasını kabul edemeyiz. Biz, herhangi bir devletin yönlendirmesine tâbi olmadığımız gibi, içinde yaşadığımız ülkelerin hukuk devletinin haricinde siyasi-konjonktürel baskılarına da tabi değiliz. Bizim teşkilatımız, “dinî cemaat olarak siyasi müdahaleleri reddetmek” konusundaki tavrını Almanya’da da aynı şekilde sergiliyor. Almanya’da teşkilatımızın “devlet müdahalesi” konusunda bir reddi olduğunda bu reddi Fransa’da iki kat daha güçlü sergilememiz gerekir; çünkü Fransa’nın devlet yapısında bu müdahalesizlik esası daha katıdır! Siyaset kendi işine bakacak, sivil toplum da kendi sorumluluğunu icra edecek. Sivil bir kuruluş olmak, bu iki sınırın silikleştiği zamanlarda bu hatırlatmayı yapmayı gerekli kılıyor. “Siyasal İslam” kavramsallaştırmasına gelecek olursak… Fransa’da “siyasal İslam” ifadesi ile şu iddia ediliyor: “Müslüman kuruluşlar, dinî faaliyetlerden daha öncelikli olarak demokratik hukuk devleti temelli sistemi değiştirmek gibi siyasi amaçlara sahip!” Bu iddia bir yanıyla elbette gülünç, diğer yanıyla da toplumda önyargılara dayalı

24

SAYI 296 • ARALIK 2020

korkuları körüklüyor ve tek bir kavramla bütün Müslümanlara dair bir şüphe atmosferi oluşturuyor. Biz, “siyasal İslam” gibi kavramlarla Müslümanların yaftalanmasına karşıyız. Öte yandan eğer “siyasal İslam” denilen kavram, dinî alanın dışına çıkıp, demokratik hukuk devletine karşı bir mücadele alanı oluşturmak, düzeni yıkmak gibi bir anlama geliyorsa, o hâlde bu “siyasal İslam”a da karşıyız. Biz kendimizi hiçbir zaman “siyasal İslam/İslamcılık” tanımı içerisinde görmedik. Az önce de ifade ettiğimiz gibi İslam hiçbir izafe kabul etmez, İslam İslam’dır. Burada tartışmanın çok zehirleyici bir zeminde sürdüğünü de eklemem gerek. Biz başörtüsünün Müslüman kadınlar için dinî bir vecibe olduğunu, başörtü takmayan kadınların tefrika edilemeyeceği gibi, başörtülü kadınların da iş ve eğitim sahasından dışlanmaması gerektiğini savunduğumuzda hakkımızda “İslamcılar başörtüsü propagandası yapıyor” gibi başlıklar atılıyor. Biz bir yandan Fransa’da Müslüman cemaatin kendi dinî değerlerini özgürce yaşaması için mücadele ettiğimiz gibi, diğer yanda da İslam’ı kullanıp devlet düzenini yıkmayı, terör estirmeyi, fitne çıkartmayı hedefleyen ideolojilerle de mücadele ediyoruz. Biz siyasi katılımı teşvik ediyor, siyasi katılım çevresinde her vatandaşın olduğu gibi Müslümanların da ilgilerinin siyasi mekanizmalara taşınmasını teşvik ediyoruz; fakat bunların parlamenter katılımla sistemde gizli amaçlar uğruna bir gedik açmak niyetiyle yapılmasına karşı çıkıyoruz. “Siyasal İslam” ithamına karşı çıkmamızın en büyük nedeni bu. Öte yandan bizim kırmızı çizgilerimiz var. Her ne olursa olsun, demokratik hukuk devletinin ön gördüğü çerçeve içinde İslam’ın temel değerlerini yaşamaya ve yaşatmaya devam edeceğiz. Fransa’da Müslümanlara yönelik hâkim söylemin, siyasi başarısızlıkları örtmek adına konforlu bir manevra alanı olduğu şeklinde yorumlar var. Bu değerlendirmeyi nasıl yorumlarsınız? Her şeyden önce Fransa’da çok vahşi bir cinayetin sokak ortasında işlendiğini, bu cinayetin ülke olarak hepimizi sarstığını anlamak lazım. Ondan öncesinde ve sonrasındaki terör saldırıları


da, tartışmaları güvenlikçi bir bağlama hapsetti. Terörün söz konusu olduğu bir ortamda rasyonel çözümleri konuşabilmek genel olarak zordur. Fransa’da çok duygusal ve hassas bir atmosfer hâkim şu anda. Biz Müslümanlar olarak bu terör saldırılarından Fransa’daki herkes gibi aynı oranda etkileniyor, fakat buna ek olarak sonrasındaki tartışmaların yükünü de taşıyoruz. Fakat her şeye rağmen diğer birçok ülkede olduğu gibi siyasetin olumsuz ön yargılarına çabuk kapıldığını gözlemliyoruz. Küresel pandeminin yönetilmesi, ekonomik sıkıntılar ve terör

saldırılarına ek olarak, Müslüman toplumdan çıkmamış teröristlerin tüm sorumluluğunun Müslüman kurumlara yüklendiği bir zemin bu. CIMG başta olmak üzere Müslüman kurumlar şu an mevcut her türlü hoşnutsuzluktan sorumlu görülüyor, bir tehdit merkezi olarak adres gösteriliyorlar. Bu sadece kurum olarak bizi hedef aldığı için kötü değil; toplumsal barışı zehirlediği için bunu hepimizin eleştirmesi gerek.

Bu söyleşi matbu versiyon için kısaltılmıştır. Söyleşinin tamamını www.perspektif.eu’da okuyabilirsiniz.

EN HÜZÜNLÜ GÜNÜNÜZDE YANINIZDAYIZ IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR BEI IHNEN

HERKES ÖLECEK YAŞTADIR DER TOD KENNT KEIN ALTER

BELGE URKUNDE

RESMÎ İŞLEMLER BEHÖRDENGÄNGE

DİNÎ VECİBELER

RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN

NAKİL

ÜBERFÜHRUNG

TESLİM ÜBERGABE

UKBA Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri UKBA Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG) Colonia-Allee 3 | D-51067 Köln | T + 49 221 942240-430 | F + 49 221 942240-429 | cenaze@ukba.eu | www.ukba.eu Amtsgericht Köln VR 17561 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33 SAYI 296 • ARALIK 2020

25


D O S YA

İklim Değişikliği:

Dünyamız

*Üsküdar Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı olan Prof. Dr. İbrahim Özdemir, ağırlıklı olarak çevre felsefesi, çevre ahlakı, çevre-din, çevre-kültür ve çevre bilinci konularında çalışmaktadır.

26

SAYI 295 296 • KASIM ARALIK2020 2020


Tehlikede! E V Ç

K R

ÖZEL DOSYA

I I Z

R

E

İklim değişikliği ve bu değişikliğin getirdiği yıkıcı sonuçlar, dünyamızı etkilemeye devam ediyor. Peki dünya nasıl değişikliklere sahne oluyor? Bu süreçte bizim sorumluluklarımız neler? P ro f . D r. İ b ra h i m Ö z d e m i r *

İ

klim değişikliği ve iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçları, hayatımızın bundan sonraki kısmını, yani geleceğimizi ve dahası çocuklarımızın ve torunlarımızın sağlıklı ve güvenli bir dünyada yaşama haklarını doğrudan etkiliyor. Bir an için düşünün: Son 50 yılda gezegenimiz daha iyiye mi yoksa daha kötüye mi gitti? Çevre ile ilgili birçok hukuki gelişme yaşanmasına rağmen, dar görüşlü ve geleceği hesaba katmayan; günü, haftayı ve bir sonraki seçimi kurtarmayı önceleyen politikacılar gerekli önlemleri almadılar. Hâlâ da almakta gönülsüz davranıyorlar. İklim değişikliğinin verdiği mesaj açık ve net: Modern insanın hayat tarzının, üretim ve tüketim alışkanlıklarının dünyadaki hassas dengeler üzerinde muazzam etkisi var: Hava ısınıyor; sular, göller, denizler ve okyanuslar kirleniyor, zehirleniyor. Bundan da başta insan olmak üzere tüm canlılar ekleniyor. Son zamanlarda tanık olduğumuz olaylarla birlikte nihayet her kesimden insan iklim değişikliğinin yıkıcı ve yakıcı sonuçlarını görerek ve yaşayarak anlamaya başladı.

SAYI 296 • ARALIK 2020

© Len Green/shutterstock.com

Dünyanın birçok ülkesinde ve bölgesinde daha önce görülmemiş boyutlarda yangınlar, seller, kasırgalar, kuraklıklar ve tüm bunların sonucu oluşan insan trajedileri yaşanıyor. Doğal felaketler sonucu insanlar hayata tutunmak, aş ve iş bulmak için bilinmeze doğru yolculuğa çıkıyor. Bunun sonucu oluşan uluslararası göçmenlerin sayısı Birleşmiş Milletlerin (BM) rakamlarına göre çoktan altmış beş milyonu geçti. Göç olgusu tüm ülkeleri etkilemeye devam ederken birçok ülkede yabancı düşmanlığını kışkırtarak ırkçı ve faşist görüşlerin güçlenmesine zemin hazırlıyor. Tüm bu sebeplerden dolayı, küresel

27


D O S YA

ısınma ve iklim değişikliği üzerinde derinlemesine düşünmek zorundayız. İklim Değişikliği ve Küresel Isınma 1990’lı yıllardan bu yana çevre konusunda çalışan bir akademisyen olarak çevreci arkadaşlarımla birlikte iklim değişikliği, küresel ısınma ve bunların sonucunda oluşan ve oluşacak sorunlara dikkat çekmeye çalıştık. Mart 2000’de Paris’te, UNESCO Genel Merkezinde dünyaya deklare edilen Yeryüzü Şartı bu çalışmaların özeti gibiydi: “Yeryüzü tarihinin kritik bir anında, insanlığın geleceğini seçmek zorunda olduğu bir zamanda bulunmaktayız. Dünyanın her tarafı hızla birbirine bağımlı ve hassas bir hâle gelirken, gelecek şimdiden büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Olağanüstü bir kültür çeşitliliği ve farklı yaşam şekillerinin tam ortasında, ileriye adımlar atmak için, ortak bir kadere sahip olan tek bir insanoğlu ailesi ve tek bir yeryüzü topluluğu olduğumuzu bilmek zorundayız. Doğaya, evrensel insan haklarına, ekonomik adalete ve barış kültürüne saygı üzerinde kurulmuş sürdürülebilir küresel bir toplum meydana getirmek için bir araya gelmek zorundayız. Bu gaye ile, bizim, yeryüzü halkları olarak; birbirimize, daha geniş bir toplum hayatına ve gelecek nesillere karşı sorumluluğumuzu açıklamamız gerekmektedir.” Aradan yirmi yıl geçti. Geleneksek kalkınmaya alışmış; fosil yakıtların ve geleneksel ekonomik kalkınmanın küresel ısınmaya yaptığı olumsuz etkiyi hâlâ anlamaya çalışmayan hükûmetler ve siyasiler var. Örneğin ABD başta olmak üzere birçok ülke fosil yakıt temelli büyümeye, yani küresel ısınmaya katkı yapmaya devam etti. Yenilenebilir ve çevre dostu alternatif enerji ve yeşil ekonomi için istenen yatırımlar hâlâ yapılmıyor. Hâlbuki iklim değişikliğinin dünyanın en büyük altıncı ekonomisi olan Amerika için sonuçlarına baktığımızda, bu durumun dünyanın geri kalan kısmı için ne anlama geldiğini anlamak daha kolay olabilir: • ABD’nin tüm tahıl gıdasının yarısını temin eden 38 milyon nüfuslu dev Kaliforniya’da 1500 yılından beri görülmüş en büyük kuraklık yaşanıyor.

28

SAYI 296 • ARALIK 2020

• Bazı yörelerde musluk suyu yerine PET şişe suyu dağıtımına geçilmiş durumda. • Eyalette son 18 ay içinde 63 trilyon galon yeraltı suyu kaybolduğu için yeryüzü kabuğunda ortalama 0,4 santimetre yükselme olmuş! • Eyaletin kara susamış dağlarında durum daha da kötü: Orada da yerkabuğu geçen yıl yaklaşık 1,25 santimetre yükselmiş! • 2013’te başlayan ürkütücü yükselme hâlen devam ediyor. Ama aynı zamanda tersi durum da geçerli: Kuruyan kuyular, mecburen nadasa bırakılan tarlalar ve yeraltı sularının çekilmesi ile yılda 30 santimetrelik toprak çökmeleri de oluyor! Benzer durum Güney Afrika için de geçerli. İklim değişikliğinin sonuçları her yerde kendisini gösteriyor. İşin ilginç tarafı ise bazılarının hâlâ Kaliforniya’dan Avustralya’ya; Akdeniz’i çevreleyen ülkelerdeki orman yangınlarının gerçek sebebini anlamaya çalışmaması. İklim değişikliğinin sebep olduğu sorunların kökenine inmek ve bunlara dair gerekeni yapmak yerine geçici tedbirlerle günü kurtarmaya çalışıyorlar. Çocuklarının ve torunlarının daha sağlıklı bir dünyada yaşaması için neredeyse hiçbir çabaları yok. Dünya Uyanıyor Araştırmacı gazeteci ve yazar Elizabeth Kolbert, Altıncı Yok Oluş kitabında iklim değişikliğinin yakıcı sonuçlarını ayrıntılı olarak ortaya koyuyor. Yazara göre Avustralya’daki yangınlar, 2019’da iklim değişikliğinin ciddiyetini gösteren olayların son halkasıydı. Bu devasa yangını ve sebep olduğu yıkımı; bu ülkenin sembolü olan kanguru ve diğer hayvanların kül oluşunu bir film gibi izleyen tüm duyarlı insanlar, nihayet olayı anlamaya başladı. Bundan dolayı Kolbert, 2019’u “dünyanın iklim değişikliğine uyandığı yıl” olarak tanımladı. Hindistan ve Japonya’daki sıcak hava dalgalarını, Fransa ve Almanya’nın yaz aylarında en yüksek sıcaklık derecelerine ulaşmalarını tehlike çanlarına örnek gösterdi. İki yıldır yaşadığım Finlandiya da tarihinin en sıcak yaz aylarını yaşadı. Kolbert’e göre sıcakların artışı devam edecek ve önümüzdeki on yıl geçtiğimiz on yıldan kesinlikle daha sıcak olacak. Bu demek oluyor ki uzun bir süredir görmezden, duymazdan ve anlamazdan geldiğimiz bu etkiler uzun süre bizimle olmaya devam edecek. Bunun sonuçlarını tahmin etmek için


kâhin olamaya gerek yok. Bilim adamlarına kulak vermek yeterli: Küresel ısınma sonucu sıcaklar sürekli artacak ve yüksek sıcaklıklarda daha büyük hasar meydana gelecek. Kuraklık daha acımasız olacak. Çözüm Nedir? Çevreciler olarak yıllardır sürdürülebilir bir ekonomi ve sürdürülebilir bir hayat için çağrıda bulunuyoruz. Yenilenebilir enerji kaynakları ile ilgili birçok çalışma yapıldı. Sürdürülebilir kalkınmayla ilgili modeller ortaya konuldu. Bu çalışmaların bir sonucu olarak Eylül 2000’de toplanan BM Milenyum Zirvesi’nde 189 ülke günümüzde sürdürülebilirliğinin en acil sorunları hakkında Birleşmiş Milletler Milenyum Deklarasyonu’nu imzaladı. Bu deklarasyonda insanların refahını, çevresel konuları ve küresel iş birliğini oluşturan temel kalkınma hedeflerine 2015’e kadar ulaşmaya söz verdiler. 2020 yılı bitmek üzere. Bu hedeflerin çoğuna ulaşılamadı. Hâlâ olayın farkında olmayan; hiçbir şey yokmuş gibi davrananlar var. Özellikle de ufuk ve gelecek körlüğü içinde olan politikacılar... Dar görüşlü politikacıları protesto için okul grevlerini başlatan 16 yaşındaki İsveçli Greta Thunberg ne kadar haklıymış! Avusturalya’da aylardır süren orman yangınlarını söndürmek için geceli-gündüzlü çalışan ve hayatlarını ortaya koyan itfaiyecilerin halka yaptığı uyarı sadece vatandaşlarına değil; tüm dünyaya: “Gerçekten uyanmak, her şeyin düzelmesini istemenin ötesini işaret ediyor ve bu her zamankinden çok daha acil. Dünya tehlikede! Hayatta kalmak için derhal harekete geçmek zorundayız.” Alman filozof Kant 1784’te yazdığı Aydınlanma Nedir? kitabında hepimizi aklımızı kullanma cesaretini göstermeye davet etmişti. Biz de yaşadığımız doğal olmayan hadiseler karşısında bir kez daha çevreci ve bütüncül bir bakış açısı ile küresel ısınma ve iklim değişikliği üzerinde düşünme cesaretini göstermek zorundayız. Konuyu siyasiler ve aç gözlü çok uluslu şirketlere bırakamayız. Başka Bir Dünya Yok Hayatımızın geri kalanını çocuklarımız ve torunlarımızla bu dünyada yaşayacağımızı unutmamalıyız. Henüz başka bir gezegen yok. Dahası çocuklarımızı bu sorunlarla tanıştırıp yaratıcı çözümler bulmaları için teşvik etmeli ve cesaretlendirmeliyiz.

Atalarımız, babalarımız ve bizler büyük ekseriyetle fosil kaynaklı yakıtlara bağımlı olarak yaşadık. Ancak yaşadığımız olağanüstü hadiseler yolun sonuna geldiğimizi gösteriyor. Yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarını keşfetmek ve geliştirmek zorundayız. Bunu yaparken kendini yenilemeyen ve buna da istekli olmayan fosil kaynaklı enerji üreticileri ve güçlü lobileri bize çeşitli engeller çıkarabilir. Kendimiz, çocuklarımız, torunlarımız ve diğer canlılar için bu mücadeleye girişmeliyiz. Unutmayalım: Şimdilik gideceğimiz başka bir dünya; başka bir evimiz yok! Federal Almanya Eski Başbakanı Willy Brandt’ın yıllar önce uyardığı gibi: “Dünyanın yeni nesilleri sadece ekonomik çözümlere muhtaç değildir; belki onlara il¬ham verecek fikirlere, cesaret verecek bir umuda ihtiyaçları vardır. Yine onların in¬sana, insanlık onuruna, temel insan hak¬larına inanmaya; adalete, özgürlüğe, ba¬rışa, karşılıklı saygıya, sevgi ve cömertliğe, güçten ziyade akla inanmaya ihtiyaçları bulunmaktadır.” Müslüman toplumların ve bireylerin iklim değişikliği konusundaki görüş ve tavırları açık ve net olmalı. Müslüman ülkelerin büyük ekseriyetinin ekonomi modellerinin sürdürülemez olduğunun fakında bile olmamaları; kalkınma strateji ve politikalarını aklın ve bilimsel verilerin ışığında belirlememeleri üzüntü verici. İslam dünya görüşü ile baktığımızda durum açık ve net: Allah; yıldızlar, Güneş, Ay, Dünya ve içinde yaşayan tüm canlılarla birlikte, evreni tüm çeşitliliği, zenginliği ve canlılığıyla yarattı ve yaratmaya devam ediyor. Tüm bu varlıklar, Yaradan’ın engin haşmetini ve merhametini yansıtıyor. Yaratılan varlıklar da tabiatları gereği Yaradan’a hizmet eder, O’nu yüceltirler, hepsi Allah’ın kuludurlar. Biz insanlar da Allah’a hizmet etmek; Allah’ın yarattığı tüm türleri, tüm bireyleri ve tüm nesiller için en iyisini yapmak için çalışmak zorundayız. Bundan hareketle, insan ve kainatla ilgili tüm eylemlerimizin; kalkınma planlarımızın ve stratejilerimizin bu esaslardan hareketle oluşturulması elzemdir. İklim değişikliği ve yıkıcı sonuçları ile mücadelenin özünü tüm canlılara, insanlara ve gelecek nesillere karşı ahlaki olarak sorumlu olduğumuz bilinci oluşturmalıdır.

SAYI 296 • ARALIK 2020

29


D O S YA

Avrupa Camilerinde S

Ekolojik Ya © Kam Hus/shutterstock.com

*Viyana Sigmund Freud Üniversitesinde araştırmacı olan Dr. Ursula Fatima Kowanda-Yassin, Avrupa’daki Müslümanlar ve İslami çevre etiği üzerine çalışmalar yürütmektedir. Kowanda-Yasin ayrıca 2013 yılından beri Kilise Eğitim Üniversitesi (KPH) Viyana / Krems’te öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.

30

SAYI 296 • ARALIK 2020


Sürdürülebilirlik İçin

Yaklaşımlar İslam düşüncesinde ve dinî cemaatlerin vizyonlarında, kâinatı korumak için faydalanılacak potansiyel mevcut olsa da Avrupa’da camileri ekolojik hâle getirmek için kat edilmesi gereken yol uzun. Dr. Ursula Fatima Kowanda-Yassin*

C

amiler, Müslümanlar için önemli mekânlar. İnsan camide ibadet ederken içine döner, Allah’a yakın olmaya çabalar, kendini davranışları hakkında düşünür. Ruhani şuurun yanı sıra camilerde eğitim de önemli bir role sahiptir; sıklıkla dinî içerikli dersler verilir. Ayrıca bu mekânlarda gerek Müslümanları gerekse toplumun tamamını ilgilendiren konular hakkında tartışılır.

Avrupa’da enerji tasarruflu ilk eko-cami olan Cambridge Camisi

Küresel ısınma son zamanlarda kamusal tartışmalara oldukça sık konu ediliyor. Dolayısıyla cami cemaatleri de bu konuyla giderek daha fazla ilgileniyorlar. Buna, cami inşasında enerji verimliliği gibi ekolojik unsurları dikkate alan Malezya ve Fas veya 2016’da Suudi Arabistan’ın Dammam şehrinde gerçekleştirilen ve enerji verimliliği, iklimlendirme ve camilerde suyun yeniden kullanımı üzerine çalışmaların sunulduğu konferanslar örnek gösterilebilir.1

SAYI 296 • ARALIK 2020

31


D O S YA

Malezya’da yapılan bir saha çalışmasında, camileri daha sürdürülebilir hâle getirmek için hangi unsurların gerekli olduğu araştırıldı. Buna yönelik olarak enerji ve su verimliliğini, lokasyon planlamasını, kaynakları, yönetimi ve malzemeleri değerlendiren ve bu konuları kapsayan önerilerin de yer aldığı bir Yeşil Cami Endeksi (GMI) geliştirildi. Yeşil Cami Endeksi’ne göre, örneğin su kullanımından tasarruf etmek için abdest alırken kuyu suyu kullanılabilir. Ayrıca abdest için kullanılan yağmur suyu veya su, toplama ve geri dönüşüm sistemlerinde biriktirilerek tuvaletlerin sifonlarında veya bölgedeki bitkilerin sulanmasında kullanılabilir. Camilerde enerji tüketimini azaltmak için cami inşa edilirken gün ışığından en iyi şekilde faydalanılmasını sağlayan, kil gibi soğutucu yapı malzemelerinin kullanıldığı ve iyi yalıtımın sağlandığı bir yer seçilmesi önemli bir husus. Avrupa’da enerji tasarruflu ilk eko-cami, 2019’da İngiltere’nin Cambridge şehrinde inşa edildi. Emisyonsuz, ahşaptan yapılmış ve yağmur suyu kullanan bu cami, şu ana kadar Avrupa’da ekolojik olarak inşa edilmiş tek cami.2 Bu örnek proje için 23 milyon İngiliz Sterlini harcandı. Maddi Kaynak Olmadan Ekolojik Yaşam Mümkün Mü? Uygun bir bütçe mevcut olduğunda birçok şey mümkün; ancak her belediye, müthiş ekolojik inşa yöntemleri için ayrılacak çok fazla paraya sahip değil. Diğer yandan, asıl mesele gerçekten de bu mu? İslami bakış açısına göre herkes, mali kaynakları olmasa dâhi kendi imkânına göre bir katkıda bulunabilir: Peygamberimizin (sav) bildirdiğine göre her eylem niyetine göre ölçülür.3 Bu hadis, her eylemin önemli olduğuna dair açık bir işarettir. Kişilerin imkânları farklı olabilir. Bundan dolayı örneğin fakir bir kişinin yaptığı küçük bir bağış, zengin bir kişinin yaptığı büyük bir bağıştan daha kıymetlidir. Zira fakir kişi için yaptığı bağış, nispeten daha büyüktür. Dolayısıyla İslam, inancın yanında eylemin de ön planda tutulduğu bir dindir. Kur’an’da da müminlere devamlı olarak “İman edenler ve iyilik yapanlar”4 olarak hitap edilmiyor mu? Her cami cemaati Allah'ın kâinatını korumaya

32

SAYI 296 • ARALIK 2020

katkıda bulunabileceği alanlar bulabilir. Avrupalı Müslümanlar arasında kâinat için çalışmaya yönelik yaratıcı girişimlere sahip olanları görüyoruz. Bu yıl 2020’de Avrupa’da İslam ve Müslümanlar için Disiplinlerarası Araştırma Merkezi (Alm. “Interdisziplinäre Forschungsstelle Islam und Muslim*innen in Europa” - IFIME) tarafından Viyana Özel Sigmund Freud Üniversitesi’nin (Avusturya) bir Viyana camisi üzerinde gerçekleştirdiği araştırma projesinin5 gösterdiği üzere, cami cemaatlerini ilgilendiren pek çok soru var: Su ve elektrik tasarrufu nasıl sağlanabilir? Atıklar nasıl ayrılabilir ya da daha iyisi atık üretimi en baştan nasıl önlenebilir? Toplum, doğada dikkatli hareket etmeye ve Allah’ın kâinatını sevmeye, örneğin bir sürüngen hayvanı tiksinerek ezmek yerine onu izlemek gibi tutumlara nasıl yönlendirilebilir? Allah’ın halifesi olarak kâinatın sorumluluğunu almanın İslam’ın bir parçası olduğuna dair bilinç nasıl oluşturulabilir?6 Camilerde Sürdürülebilirlik Yaklaşımları Avrupa’daki bazı camiler, sürdürülebilir enerji için güneşi tercih ediyor ve fotovoltaik sistemler kuruyor. Ancak elektrik tasarrufu yapmak için iklimlendirme gibi basit yöntemler de mevcut. Örneğin sıcak günlerde, pencereler bir hava akımı oluşturmak için açılabilir veya ısıyı dışarıda tutmak için gün boyunca odalar karartılabilir ve pencereler kapatılabilir. Bir dış alan varsa ağaç dikilebilir, bu ağaçlar gölge ve serinlik sağlamanın yanı sıra hoş bir hava iklimine de katkıda bulunabilir. “Yeşil” bir elektrik sağlayıcısına geçiş yapmak, ekolojik ve çoğunlukla da ekonomik rahatlama sağlar ve genellikle beklenenden daha az karmaşıktır. Ev yönetiminde yapılan küçük düzenlemeler de etkili sonuçlar verebilir. Örneğin evde enerji tasarruflu lambalar kullanılabilir ve sudan tasarruf etmek için sensörlü musluklar takılabilir. Cami önündeki bisiklet parkları, insanları arabalarını evde bırakmaya teşvik eder ve eğer imam da düzenli olarak bununla ilgili hatırlatmalar yaparsa namaza gitmek için bisiklete binmek alışkanlık haline gelebilir. Bazı camilerde ziyaretçiler arasında farkındalık oluşturmaya yönelik çeşitli etkinlikler


sunulmakta. Viyana camisinde ve daha birçok yerde uygulanmakta olan birkaç örnek bu anlamda önemli. Başarılı bir fikir olarak ortaya çıkan “Yeşil İftar” projesinde, orucu açmak için mümkün olduğunca az ambalajlı organik yiyecekler sunuluyor ve bunlar tasarruflu olarak pişiriliyor. Yemek konusu insanların çevreye dikkat edip etmediğini gösteren önemli bir konu. Özellikle de ramazanda… Bir diğer etkinlik ise İslami çevre ilkelerine yönelik bir konferansın verileceği ve belediye atık tasfiyesi dairesinin çocuklarla atık ayırmaya yönelik atölye çalışması yapacağı bir çevre gününün düzenlenmesi. Ya da komşularla birlikte çöplerin toplanacağı ve çocuklarla bölgesel organik ürünler ile adil ticaret ürünleri (fair trade) hakkında bir atölye çalışmasının yapılacağı eylem günü. Tüm bu etkinliklerde, çevreyi korumanın dinde yer aldığını anlaşılır kılmak için İslami-dinî konular da ele alınıyor: Sosyal adalet, su gibi kaynaklarda tutumluluk, gelecek nesiller için de sağlıklı kalması gereken bir emanet olarak toprak gibi… Viyana’daki araştırma projesinin gösterdiği üzere ziyaretçiler bu gibi etkinlikleri ilgiyle karşılıyor: Müslümanlar arasında bu konuların ele alınması coşku ve minnettarlıkla karşılanırken aynı zamanda iklim durumu ile ilgili duyulan endişe de ortaya konuluyor. Buradaki coşku, kişinin bir şey yapabilme imkânına sahip olduğu ve durumun düzeltilmesine katkıda bulunabileceğini bilmesi manasına geliyor. Çevre Krizini Bertaraf Etmek İçin Farkındalık Şart Söz edilen IFIME araştırma projesinde, ziyaretçilerin camilerde çevreyi koruma konusunun ele alınması yönündeki istekleri netlik kazanmaktadır. Ankete katılanların çoğunluğu, ziyaretçiler arasında farkındalık oluşturmanın en önemli husus olduğu görüşünde. Camide çalışanların çevre pedagojisi ve içeriğe dair eğitimi de önemli bir unsur. Özellikle bu konu, yani farkındalık çalışması, en ucuz ve en sürdürülebilir konulardan biri. Bu hususta çok fazla malzemeye ya da altyapıya ihtiyaç duymadan, genellikle

yalnızca konuyla ilgilenmek, soruları tartışmak ve nelerin daha iyi yapılabileceğini birlikte incelemek yeterli. Ancak bazen, ziyaretçilerle yapılan farkındalık çalışmalarında sınırlar da fark ediliyor. Alışkanlıklarımız çoğu zaman derinlere yerleşmiş durumda. Bu durumda çocukken doğaya duyarlı olmayı öğrenmeyen bir kimse, yetişkin bir birey olduğunda konuya kendisini pek yakın hissetmeyebiliyor. Ya da insanları meşgul eden daha başka gündelik meseleler olduğunda çevre sorunu, birçok diğer konu gibi kenarda kalabiliyor. Bazı yerlerde daha fazla sürdürülebilirlik teşviki dışarıdan, yani camiyi ziyaretçi olarak tanıyan ve cami sorumlularını bu konuyu görevlerine dâhil etmek için ikna etmeye çalışan Müslümanlardan gelebiliyor.7 Fakat bu çabalar, her zaman başarıya ulaşmayabiliyor. Bazen sorumlular başka zorluklarla meşgul oluyorlar. Örneğin özellikle Kovid-19 kısıtlamaları döneminde sabit giderlerini ödemek, cami sorumlularını ziyadesiyle meşgul ediyor. Zira Avrupa’daki pek çok küçük cami, cuma günleri ziyaretçilerin yaptığı bağışlarla varlığını devam ettiriyor. Camileri daha sürdürülebilir hâle getirmek için kat edilmesi gereken yol uzun. Ancak buna yönelik çalışan birçok insan var ve bu konuda birçok imkân da mevcut. Bu imkânlardan bazıları Kasım 2020’de Viyana Özel Sigmund Freud Üniversitesindeki konferansta sunuldu. Hiç şüphe yok ki dinde ve dinî cemaatlerde, kâinatı korumak için keşfedilecek ve faydalanılacak potansiyel mevcut. Dipnotlar 1. https://alfozanaward.org/publications/PDF%20Final%20 English.pdf (29.07.2020) 2. https://cambridgecentralmosque.org/ (1.2.2020) 3. Buhârî, 1, Hadis no: 1. 4. Bakara suresi 2: 82. 5. Sonuçlar Graz Üniversitesinin kültürel, bilimsel dergisi Kuckuck ve Sigmund Freud Özel Üniversitesi, IFIME kurumuna ait dergide yayınlanmaktadır. 6. Bu ve diğer sorular, araştırma projesinin bir parçası olarak ve eko-cihad araştırması sırasında görüşmeciler tarafından gündeme getirilmiştir (Kowanda-Yassin, Ursula, Salzburg-Wien: Residenzverlag, 2018). 7. Eko-cihat üzerine yapılan röportajlarda bundan bahsedilmiştir (Kowanda-Yassin, 2018).

SAYI 296 • ARALIK 2020

33


D O S YA

© zhengzaishuru/shutterstock.com

34

SAYI 296 • ARALIK 2020


İklim Hareketini Sömürgeci Anlayıştan Temizlemek İklim hareketleri, zaman zaman bu hareketlerin “beyaz” ve “orta sınıf” hareketler olduğu eleştirisi ile karşılaşıyor. Peki yerli halklar ve “beyaz olmayan” topluluklar iklim değişikliğiyle mücadelenin neresinde? S u z a n n e D h awa i l *

*Yerli hakları ve madencilik konularında çalışan bir aktivist ve kampanya organizatörü olan Suzanne Dhawail, Birleşik Krallık Katran Kumları Ağı’nın (UK Tar Sands Network) kurucu ortağı ve yöneticisidir. Dhawail ayrıca Brighton Üniversitesi Mekânsal, Çevresel ve Kültürel Politikalar Araştırma Merkezinde araştırma görevlisidir.

SAYI 296 • ARALIK 2020

35


D O S YA

A

lberta katran kumları projesi, Boreal Ormanı’nda ekosistemlerin yok olmasına sebep olan tarihin en büyük endüstriyel projelerinden biri. Ayrıca burası önemli bir karbon yutağı ve Kuzey Amerika’nın yenilenebilir enerjiye geçmeyerek ağır petrol rezervlerine bağımlı kalmasına sebep oldu. 2009 yılından beri Birleşik Krallık Katran Kumları Ağı’nın yöneticiliğini yürütüyor, Kanada’daki Alberta katran kumlarının çıkarılışına karşı direnen yerli kadınlarla birlikte çalışıyorum. Yerli topluluklar, Alberta katran kumlarının üretiminde ortaya çıkan zehirli killerin sebep olduğu yoğun nehir ve ekosistem kirliliğinden zarar gördü. Bu durumun sonucunda geleneksel balıkçılık ve avlanma yolları tükendi, otoimün hastalıklarla kanser vakaları arttı ve geleneksel araziler de tahribata uğradı. Bu hususta Boreal Ormanı zemininden ağır petrol çıkarılmasına karışan bankalara, şirketlere ve hükûmetlere karşı eylemler yapılıyor. Bunlar arasında petrol istasyonlarının ve rafinerilerinin kapatılmasının yanı sıra küresel tasfiye hareketinde (İng. “global divestment movement”) katalizör rolü gören BP (British Petroleum) ve Shell’in kurumsal toplantılarının ele geçirilmesi de bulunuyor. Bu işin en zor tarafı ise, yerel iklim adaleti hareketlerinin merkezinde yer alan ve iklim kargaşasını engellemek adına verilen mücadeleleri ve stratejileri geliştirmek için iklim hareketinin kendi içinde var olan ırkçılık ve sömürgecilikle mücadele etmek. Hem Birleşmiş Milletler hem de bilim insanları, yerli halkın egemenliğinin, Alberta katran kumları, Kuzey Kutbu, Körfez ve Nijerya gibi yerlerde ormanları ve ekosistemleri korumanın yanı sıra fosil yakıtlarının çıkarılmasına karşı iklim adaleti adına verilen küresel mücadelelerde oynadığı merkezî rolü kabul ediyor. Ne var ki yerli halkın bu büyük savaşta oynadığı hayati role dair iklim adaleti anlatılarımızda da bu konudaki literatürde de yeterli derecede hukuki destek, takdir, müttefiklik ve egemenlik çabası görmüyoruz. Bu konudaki yetersizlik insanların hem entelektüel olarak hem de kaynak sağlama, destekleme ve tanıma anlamında yanında olduğu çözüm önerilerinde de karşımıza çıkıyor.

36

SAYI 296 • ARALIK 2020

İklim Hareketlerinde Yerel Seslere Saygı Duymak Yerli haklarının ve topraklarının korunması, iklim hareketinde merkezî bir yer tutuyor. Fosil yakıtlar yerin altında kalmaz ve biyoçeşitlilik korunmazsa iklimimizin ve dünya üzerindeki kolektif yaşamın geleceği için üretilen tüm teknolojik çözümler ve iklim müzakereleri boşa gidecek. Son on beş yılımı hafriyat (İng. “extractivism”) çalışmalarının yerli haklarının ihlaliyle buluştuğu işlerin ön saflarında mücadele ederek geçirdim. Birleşik Krallık Katran Kumları Ağı’nın CEO’su olarak Alberta katran kumları cephesini Birleşik Krallık’ta bulunan iklim hareketleriyle bitiştiren ve yerel topraklarda ağır petrol çıkarma faaliyetleri yürüten kurumsal ve idari güçleri karşısına alan bir hareket oluşturmaya çalıştım. Kuruluşumuz, ekolojik soykırıma, su kirliliğine ve hak ihlallerine yol açan projeleri yürüten paydaşlar ve sigorta şirketleriyle yüzleşmenin yanı sıra iklimin kendini düzenlediğini savunan kültürü değiştirmeye çalıştı. Bu noktada hedefimiz yerel seslerin, stratejilerin ve kaynak gereksinimlerinin genişletilmesini, bunlara saygı duyulmasını ve bunların merkeze taşınmasını sağlamaktı. Ne var ki ömrümü gezegeni korumaya adamama rağmen kapitalizmin özüyle yüzleşme stratejileri geliştirmek için yerli halklarla yürüttüğümüz çalışmalar ve bu dayanışmayı BIPoC’nin (İng. “Siyahiler, Yerliler ve Beyaz Olmayan İnsanlar”) sınırlı bütçesiyle Nijerya’ya ve Kuzey Kutbu’na genişletmemiz medyada ve 2020 yılında iklim eylemciliğine ayrılan zengin fonlarda neredeyse hiç yer almadı. Tam da bundan dolayı, iklim hareketinin karşı karşıya olduğumuz zorlukların üzerine gidilmesi noktasında bir imkâna sahip olmasını istiyorsak bu hareketi sömürgecilikten de kurtarmamız gerekiyor. İklim Hareketini Sömürgecilikten Kurtarmak Nedir? Bu ifade ırksal çeşitlilikle neredeyse eşanlamlı bir hâle gelse de, “sömürgecilikten kurtulmaktan” söz ederken aslında topraktan ve kendilerini kültürel, siyasi ve idari olarak bir yörenin yerlileri olarak addeden insanlardan bahsetmemiz gerekiyor. Sömürgecilikten kurtarmak, yerli halkların mücadelelerini


sosyal adalet hareketlerimizin ve medyanın merkezine koymakla başlıyor. Bunun yanı sıra ataerkillik, beyaz ırkın üstünlüğü ve sömürgecilik mirası gibi iklim değişikliğine yol açan problemleri kavrayışımızın merkezine koymakla da devam ediyor. Bu tarihi ve iklim adaleti çalışmalarını düzenleyen çevresel adalet mirasını öğrenmek yerel hareketlerin iyi bir müttefiki olmak için büyük önem taşıyor. İklim krizinin insanların sebep olduğu ve Batılı kapitalist anlayışın doğaya yaklaşımının daha da yoğunlaştırdığı bir kriz olduğunu biliyoruz. Bu yaklaşım doğayı, beyaz olmayan yerli bedenlerin, toprakların ve toplulukların zararına ve onların soykırımı pahasına Batılı tüketim için sömürülebilir ayrı bir meta olarak görüyor. Sömürgecilikle ve beyaz ırkın üstünlüğüyle savaşmak ve bu doğa görüşünü değiştirmek için yerlilerin sömürgeciliğe direniş tarihiyle geçmişte ve halihazırda yaşanan toprak mücadelelerini öğrenmek için zaman ayırın. Beyaz ırkın üstünlüğü, sömürgecilik ve bugün karşı karşıya olduğumuz iklim krizi ortamında çevre hareketlerimiz için zaten bir kılavuz oluşturmuş bu muazzam işleri, mirasları ve hareketleri anlamak için bu zamanı ayırmak gerekiyor. İnsanları topraktan ayrı ele alan eski STK modeli bize ileri götürmeyecek. Yerli haklarını ihlal etmenin yanı sıra iklim karmaşasını daha da yoğunlaştıran projelerle bağlantılı kuruluşların bir haritasını çıkarmamız ve bu kuruluşların tasfiye edilmesi için değişim faaliyetlerinde bulunmamız önemli. Bu tasfiye kampanyalarını desteklemek ve öncü hareketlerden ön saflarda mücadele eden grupların eş zamanlı ihtiyaçları hakkında bilgi edinmek da önemli. İnternet sayesinde çok büyük uluslararası dayanışma kampanyaları organize etmek mümkün. Her şeye sıfırdan başlamadan önce olup bitenler hakkında bilgi edinilmesi şart. Hâlihazırda yürütülen ve sesinin duyurulmasına ihtiyaç duyan yerel bir kampanya varken tekerleği yeniden icat etmenin anlamı yok. Bireyler olarak sömürgeciliğin tarihini öğrendikten ve nasıl harekete geçeceğinizi düşündükten sonra bir müttefik hâline gelerek yerli insanların kendileri adına konuşacağı mekânları ve biçimleri artırma ve yoğunlaştırma yolları bulabilirsiniz. Yerli halkların yönettiği sosyal medya içeriklerini paylaşabilir, etkinliklerinize beyaz olmayan yerli konuşmacıları davet edebilir ve bu kuruluşlar için para toplayabilirsiniz.

İklim Değişikliğiyle Mücadelede Yerli Hareketleri Yerli hareketleri, uzun zamandır iklim konusundaki müzakerelere katılıyor ve iklim üzerine düzenlenen konferanslarda da sağduyunun sesini dillendiriyor. Bu konularda önerilen karbon yakalama ve depolama tesisleri ve belli karbon ticareti projeleri gibi yanlış çözümler hakkında daha derin araştırmalar yapılabilir. Bu çözüm önerilerinin kömür çıkarılmasını ve katran kumlarının kaynakları yoğun olarak kirletmesini engelleme noktasında meselenin gerçekten özüyle mi uğraştığını yoksa kirletmeyi sürdürmek için sadece geçici birer çözüm mü olduğunu sormak gerekiyor. Bu noktalarda iklim değişikliğinin etkilerini hisseden yerli toplulukların kendilerinin önerdiği çözümler nelerdir? Önerilen çözümler arasında kendi bölgelerinde yer altı kaynağı çıkarılıp çıkarılmamasına karar verme hakkı ve Alberta katran kumları gibi girişimlere onay verme ya da vermeme hakkı gibi örnekler bulunuyor. Ormanların ve suların yok edilmesini ve fosil yakıtların çıkarılmasını durdurmanın yanı sıra inşa etmek istediğimiz dünyayı da hayal ediyoruz. Geçiş stratejileri beyaz olmayan yerli paydaşları ve onların seslerini merkeze almalı. Yaşadığımız küresel pandemiyi ve karşı karşıya olduğumuz birden fazla krizi göz önüne aldığımızda bu işin merkezinde ciddi bir özen ve karşılıklı yardımlaşma altyapısının geliştirilmesi olmalı. Zira yaşadığımız iklim krizlerinin birçoğu, çoğunlukla Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği merkezli olan kâr amacı gütmeyen hareketlerin radarına girmiyor. Bunlar, yine aynı bölgelerde bulunan halk tabanlı hareketlerin radarından da büyük oranda kaçıyor. İşin aslına bakacak olursak iklim hareketleri fazla beyaz değil. İklim hareketlerimiz, toprak egemenliği ve toprakların korunması hareketleri, yerli hakları için verilen küresel mücadele ve beyaz olmayan toplulukların direnişiyle süregiden ve öngörülemeyen krize tepkileri üzerine inşa edilmiştir. Hareketin kendisi içinde dahi var olan beyazların üstünlüğü ortasında topluluklarımızın yaptığı bu işleri dillendirmek, desteklemek ve bunlara kaynak sağlamak bugün karşı karşıya olduğumuz mücadele içindeki en büyük zorluklardan biri.

SAYI 296 • ARALIK 2020

37


D O S YA

Her Caminin Gereken Farklı “

Avrupa’daki camilerde sürdürülebilirlik adına neler yapılıyor? Camilerin çevre hassasiyetini Almanya, Avusturya, Hollanda ve Belçika’dan Müslüman temsilcilerle konuştuk. Kübra Zorlu*

*Duisburg-Essen Üniversitesi’nde Medya Bilimleri alanında yüksek lisans eğitimini tamamlayan Zorlu, Perspektif redaktörüdür.

38

SAYI 296 • ARALIK 2020


Dikkate Alması ” Koşullar Var

© drshahrinmdayob/shutterstock.com

SAYI 296 • ARALIK 2020

39


D O S YA

A

vrupa Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği (EMUG) Avrupa’da cami cemaati için kullanılan binalar satın alma ve bunların bakım ve inşasında yardımcı olma amacıyla 1985 yılında kuruldu. İslami cemiyetlerin faaliyetlerini sürdürebilmeleri için cami binaları ve eğitim kurumları geliştirmelerine yardımcı olan dernek, son 30 yılda özellikle Almanya olmak üzere Avrupa’da cami veya eğitim ve kültür merkezi olarak kullanılan yüzlerce bina satın aldı. Dernek müdürü İbrahim Yazıcı, hâlihazırda yüzlerce şubeye yardımcı olunduğunu, temel görevlerinin cami binalarının korunması ve yenilenmesi olduğunu söylüyor. “Müslümanlar arasında temsili binalar inşa etmeye güçlü bir ilgi var. Bu nedenle cami mimarisi alanında hem iç hem dış mimari açısından İslami sanatı destekliyoruz.” EMUG bünyesinde geniş bir ekip, onlarca yeni inşaat ve yenileme projesi üzerinde çalışıyor, camilerin onaylanma sürecinde inşa edilişine kadarki sürece eşlik ediyor. “Sürdürülebilirliğe Daha Geniş Bir Perspektiften Bakıyoruz” Bu yoğun cami inşa sürecinde sürdürülebilirlik konusunda çeşitli projelerinin olduğunu anlatan Yazıcı, mümkün olduğunca çevre için duyarlı olmaya çalıştıklarını vurguluyor. Bazı camilerde fotovoltaik sistemin olduğunu ve abdesthanelerde az su gelmesi için basınç düşürücü bir yöntem kullanıldığını anlatan Yazıcı, ziyaretçilerine kağıt havlu yerine kumaş havlu sunan camilerin de bulunduğunu söylüyor. EMUG camilere LED döşemeler ve yerden ısıtma sistemi öneriyor. Bunun yanı sıra abdest suyunu filtreden geçirilip çiçek sulama için kullanıldığı veya yağmur suyunun değerlendirildiği cami projelerinin de olduğunu anlatan Yazıcı, tüm bunlara rağmen çevre duyarlılığı konusunda uygulanan standart bir konseptin olmadığını ekliyor: “Sadece bir tane fotovoltaik sistemi kurmakla camilerimizi çevre dostu hâle getirmek mümkün değil. Bu yüzden sürdürülebilirliğe daha büyük bir çerçeveden bakıyoruz. Öncelikli amacımız, kişi başı tüketimi düşürmek. Biz eğitim ve duyarlı olunması için uğraşıyoruz. Pratikte çevre dostu prensiplerin uygulanmasında ise cami yönetimlerine iş düşüyor.”

40

SAYI 296 • ARALIK 2020

Sürdürülebilir enerjilerin sorunsuz işlemediğini anlayan Yazıcı, bazı sistemlerin uzun ömürlü olmadığı kanaatinde. “Hamburg’da marketi de olan bir camide fotovoltaik sistem mevcut. Sistemin arızaları, bakımı var. Ayrıca sistemin 20 sene sonra yenilenmesi gerekiyor. Yani sistem sonunda çöp olup yine çevreyi kirletebiliyor." Camilerin bu masrafı karşılamakta zorlandığını söyleyen Yazıcı, Almanya’da kredi kuruluşu olan KFW bankasının belirli standartlar kapsamında, örneğin sürdürülebilir yenileme projelerine finansman yardımı yaptığını, bazı projelerde bu desteğin alındığını hatırlatıyor. Yazıcı sürdürülebilirlik konusunda tek bir standardın olmadığını ekliyor: “Bazı güneş sistemlerinin masrafı yüksek olduğu için sürdürülebilirlik konusunda zorluk doğuruyor. Bu nedenle biz EMUG olarak şu an enerji tasarrufu anlamında daha kolay uygulanabilir alanlara yöneliyoruz. Örneğin abdesthanelerde su ve ışık sistemlerinde sürdürülebilirlik sağlamak ve en çok da ısı yalıtımıyla enerji kaybını önlemek konusunda çalışmalarımız var. Cami inşaatlarında enerji ve çevre dostu olma konusunda tüm fikirler konuşuluyor. Masraflar ve idealler arasında bir orta yol bulmaya çalışıyoruz.” “Camilerde Sürdürülebilirlik Mümkün” Avusturya İslam Cemaati (IGGÖ) Çevre Görevlisi (Alm. "Umweltbeauftragter") Enis Buzar, cami ve kurumlarla iletişime geçerek onları çevre konusunda bilgilendiriyor. İftar ve büyük etkinlikler kapsamında bazı cami ve dernekler için atık ayırma konseptleri oluşturulduğunu söyleyen Buzar, özellikle cuma günleri yüksek olan su tüketiminin teknik ama aynı zamanda basit çözümlerle azaltıldığını, yenilenebilir enerji kullanan camilerin de bulunduğunu anlatıyor. “Cami mensuplarının bilgi birikiminin genişletilmesi, şu anda gerçekleştirmeye çalıştığımız ilk temel adım. Bunun için atölyeler düzenliyoruz. Cemiyetler, çevre duyarlılığının Müslümanlar açısından yeni bir şey olmadığını, bunun her Müslüman’ın görevi olduğunu anlamalı. Ancak o zaman sürdürülebilir projeler uygulanabilir.” Sürdürülebilir konseptlerin mutlaka yüksek


masraf anlamına gelmediğine değinen Buzar, güneş enerjisi ve Fotovoltaik sistemlerin ilk başta belli bir miktar yatırım gerektirdiğini, fakat bunun yıllar sonra kârlı olduğunu söylüyor. Çoğu uygulamanın masraflı olmadığını ve en baştan daha ekonomik olduğuna değinen Buzar, “sürdürülebilirlik pahalıdır” düşüncesinden sıyrılmak gerektiği düşüncesinde: “Söz konusu güvenlik olduğunda masrafa bakmıyoruz. Çevre korumasında ise aciliyeti yokmuş gibi hesap yapmaya başlıyoruz. Bu doğru değil.” Avrupa’da camilerin bazı engelleri aşması gerektiğini anlatan Buzar, bu engellerin camiler açısından değişken olduğunu vurguluyor: “Eski bir binada kiracı olan, mazotlu kalorifer kullanan bir camiyle, kendi arsasında yeni inşa edilmiş bir cami arasında büyük fark var. Her caminin dikkate alınması gereken farklı koşulları var.” Avrupa’da camilerin tamamen çevre dostu olma olasılığını kısa ve orta vadede düşük gören Buzar, uzun vadede iyi eğitim çalışmaları ve yeni teknolojilerle büyük mesafelerin kat edileceği kanaatinde. “Camilerimizi Çevre Dostu Yeşil Cami Yapmayı Amaçlıyoruz” Hollanda’da Devlet İle Müslümanlar Arasında İletişim Organı (CMO) Başkanı Muhsin Göktaş

çevre konusunda duyarlı olunduğunu, bu konuyla ilgili CMO üyelerine danışmanlık hizmetleri sunduklarını açıklıyor. Ayrıca yeni yapılan camilerin malzemelerinin çevre dostu ve uzun ömürlü malzemelerden seçilmesine özen gösterildiğini anlatan Göktaş, birçok camide enerji tasarrufu sağlamak amacıyla güneş panellerini tavsiye ettiklerini aktarıyor. “Yeşil cami projelerimiz var. Bu proje camide enerji tasarrufu ve sıfır atık sağlamayı amaçlıyor.” şeklinde konuşan Göktaş, Hollanda hükûmetinin 2035 yılında CO2 atığını sıfırlamayı amaçladığından bahsediyor: “Bu çerçeve içerisinde biz de camilerimizi çevre dostu ve sıfır atıklı ‘yeşil camiler’ yapmayı amaçlamaktayız. Bu konuyla ilgili ileride ortaklarımızla çalışmalarımız olacak.” Belçika’nın resmî İslam temsil kurumu Executief Başkanı Mehmet Üstün ise Belçika’da sürdürülebilirlik alanında henüz çalışmalarının olmadığını bildiriyor. Camilerde cam, plastik ve kağıt için üç ayrı konteynerin mevcut olduğundan bahseden Üstün, özel bir çalışmanın daha ağır konular sebebiyle başlatılmadığını ekliyor: “Özellikle son yıllarda popülist politikalar ve terör saldırıları sebebiyle Müslümanlar üzerinde yürütülen kampanyalar işlerimizi zorlaştırdı. Çevresel konulara zaman ayırma imkânımız bu sebeplerden dolayı yok.”

“Her nefis ölümü tadacaktır.” (Enbiyâ suresi, 21:35)

CIMG FRANCE | CENAZE FONU CIMG France - Confédération Islamique Millî Görüş | İslam Toplumu Millî Görüş 64 rue du Faubourg Saint-Denis | 75010 Paris | T 01 45 23 41 55 | F 01 47 70 34 96 info@cenazefonu.fr | www.cenazefonu.fr

SAYI 296 • ARALIK 2020

41


D O S YA

Sürdürülebilir Yaşamın/Tüke İzinde

*Bochum Ruhr Üniversitesinde hukuk eğitimi gören Yılmaz, Perspektif’in yayın kurulu üyesidir.

42

SAYI 296 • ARALIK 2020


r Bir etimin

Sürdürülebilirlik nedir ve karbon ayak izini azaltmaya ve sürdürülebilir yaşamaya yönelik bilinçli bir tüketim nasıl gerçekleştirilebilir? Günlük alışverişte birçok ürünün ambalajında bulunan onay damgaları ne anlama geliyor? Çevre krizini bertaraf etmek için duyarlılık kazanılması gereken kavramları açıkladık. E n i s e Yı l m a z *

© Jonas Rothe/ shutterstock.com

SAYI 296 • ARALIK 2020

43


D O S YA

S

ürdürülebilir ve karbon ayak izini azaltmaya yönelik bir tüketim bilinci, içinde yaşadığımız tüketim toplumuna rağmen giderek gelişmekte. Küresel ısınma, kıtlık ve enerji bunalımı gibi birçok etken tüketicilerin alışkanlıklarını ve hayat standartlarını yeniden gözden geçirmesine yol açtı ve sürdürebilir yaşamla ilgili konulara dair farkındalığın gelişmesine neden oldu. Bu farkındalık ile beraber sürdürülebilirlik kavramı daha çok gündeme gelmeye başladı. Peki sürdürebilirlik kavramının anlamı nedir? Sürdürülebilirlik Nedir? Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Çevre Kalkınma Komisyonu (Brundtland-Komisyonu), sürdürülebilirlik kavramını 1987 yılında “insanların mevcut ihtiyaçlarını, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılayabilecek kaynakların miktarını ve şeklini etkilemeden karşılayabilmesi ve tatmin edebilmesi” olarak tanımlamıştır. Bu kavram yalnız çevresel değil, ekonomik ve sosyal meseleleri de konu eder. Esasen tüketicinin ihtiyaçları dışında onu harcamaya yönelten, mal ve hizmetlerin çeşitliliği, reklam, tasarruf eğilimi, sosyal konum, eğitim düzeyi gibi birçok etken, bu kavram altında tartışılmaktadır. Üretimin ve buna bağlı olarak tüketimin hızla artması 18. yüzyılda sanayileşme ile başlamıştır. Günümüze dek uzanan bu süreçte ekonomik gelişme sonucu doğal kaynaklar kayıtsızca kullanılmış ve refah düzeyini yükseltme çabası odak noktası hâline gelmiştir. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra gerçekleşen hızlı nüfus artışı, enerji ve maddeler hâlindeki doğal kaynakların kullanımını artırmış ve toplam tüketimin hızlı bir artış göstermesine neden olmuştur. Buna bağlı olarak kaynaklar büyük ölçüde azalmaya başlamıştır.

1970’li yılların başında çevre konusunda başlayan bilinçlenme, 1972 yılında Roma Kulübünün “Büyümenin Sınırları” adlı raporun yayınlanmasına yol açmış ve “sürdürülebilirlik” fikri etrafında yeni tartışmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 1970’lere kadar ekonomik büyümeye ve bireylerin refah seviyesine odaklanan insanoğlu böylelikle yeni bir sürece girmiştir. 1987 yılında “sürdürebilirlik” kavramı literatüre girmiş ve Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından masaya yatırılmıştır. Giderek önem kazanan bu

44

SAYI 296 • ARALIK 2020

kavram, Brundtland raporunda “bugünkü neslin ihtiyaçlarının, gelecek nesillerin ihtiyaçlarından ödün verilmeksizin karşılanması” şeklinde tanımlanmış ve sürdürülebilirliğin amaç olarak benimsenmesine yönelik bir hareket doğurmuştur. Sürdürülebilirlik kavramı ile beraber gelecek kuşakların ihtiyaçlarının tehlikeye girmemesi için ekolojik dengenin sağlanması, doğal kaynakların etkin kullanılması ve çevrenin korunması gibi hedefler benimsenmiştir. Bu kavram etrafında ortaya çıkan sürdürülebilir tüketim düşüncesi sürdürülebilir üretimi de içermektedir. Tüketici Yaşamı ve Sürdürülebilir Tüketim Ekonomik gelişme ve endüstrileşmenin doğurduğu tüketim eğilimi, harcanabilir gelir düzeyi yükseldikçe bireylerin tüketim için ayırdığı bütçenin artmasını sağlar. Tüketim toplumunda tüketimden elde edilen tatmin ve “mutluluk” bireylerin yaşamında önemli hâle gelir. Bireyler yaşam biçimini sahip olduğu ürünlerle ifade eder. Toplumdaki yapısal değişliklere bağlı olarak gerçekleşen bu dönüşümü özellikle bireyselleşme olgusu etkilemektedir. Bu olgunun ortaya çıkardığı bireyselleşmiş yerleşim alışkanlıkları bir evin içinde birden fazla neslin bir arada yaşama alışkanlığına nazaran, bireyin yalnız yaşamayı tercih etmesine sebep olur. Böylelikle eşyanın ortak kullanımı artık söz konusu değildir. Eşya kullanımı da bireyselleşir. Bu süreç bireysel otomobil kullanımını ve eşyaların sürekli kısa zamanda yenileme ihtiyacını kapsar. Endüstriyel üretim sonucundaki fiyat düşüşleri ve teknolojik gelişmelerin hızı bireyselleşme sürecini destekler. Reklam endüstrisi ve çeşitli psikolojik yöntemlere dayanan pazarlama faaliyetleri belirli bir tüketim alışkanlığını da empoze eder. Fakat günümüzde çevresel ve ekolojik sorunların git gide belirginleşmesi ve ciddileşmesi ile ortaya çıkan kaygıların tüketimi sadeleştirmeye yönelik akımları ortaya çıkardığını gözlemlemek mümkündür. Özellikle gençlerin gelecekle ilgili kaygılı olduklarını Greta Thunberg adında çevreci bir öğrencinin, 2018 yılında başlattığı “Fridays for Future” hareketine duydukları yoğun ilgi göstermiştir. Bilhassa çevre duyarlılığı, ekolojik, yerel, organik ürünleri destekleme gibi konularda artan


bilinç düzeyi çoğu zaman gündelik alışkanlıklara yansıyamayabiliyor. Mevcut durumda bilinç ve davranış arasında bir tutarsızlığın olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu tutarsızlığı asgariye indirmek adına, tüketim toplumu içerisinde sürdürebilir ve duyarlı bir tüketimi pratikte nasıl gerçekleştirilebiliriz? Bu soruya birçok alanda sayısız cevabın olduğunun altını çizerek, bazı maddeleri sıralamakta fayda var: - Organik ürünler satın almak - Yerel üretimi desteklemek - Plastik gibi çevreye zararlı olan ürünlerden kaçınmak - Geri dönüşümü yapılmış maddelerden üretilmiş ürünleri (kağıt ve plastik) tercih etmek ve çöp ayrımına dikkat ederek geri dönüşüm alışkanlıklarını benimsemek - Ambalajı olmayan ürünleri tercih etmek - Enerji kaynaklarını tasarruflu kullanmak Sürdürebilir

tüketim

alanında

bireylere

önerilebilecek iki önemli hususun da altını çizmek gerek: 1. Bireyler tüketim alışkanlıkları ve davranışlarını sürdürülebilir tüketime yönelik değiştirmeli, 2. Toplam tüketim düzeyini azaltmalıdır. Ürünlerdeki “Organik” ve “fair trade” Damgaları Ne Anlama Geliyor? Doğayı ve doğadaki kaynakları korumaya yönelik, daha sürdürülebilir bir hayat tarzı için tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirme ve özellikle alışverişte yaptığımız tercihleri bilinçli yapma durumunda olduğumuzu anlamış olduk. Peki bu tercihleri, mevcut ürünleri dikkate alarak neye göre yapmalı? Artık alışverişte elimize aldığımız ürünü satın almak istediğimize karar vermeden önce özellikle ambalajını daha detaylı bir incelmeye tabi tutabiliyoruz. Bu inceleme sırasında ürünün nereden geldiğine, hangi şartlar altında üretildiğine, üretim sürecinde hangi maddelerin kullanıldığına dair bilgi ediniyor, ona göre tercihimizi yapabiliyoruz.

SAYI 296 • ARALIK 2020

45


D O S YA

Ürün ambalajların üzerindeki değişik damgalar da bu incelemeyi kapsayabiliyor. Peki bu damgalar ne anlama geliyor? Avrupa Birliği Organik Logosu 2010 yılının temmuz ayından bu yanda, Avrupa Birliği (AB) içinde üretilen tüm paketlenmiş organik gıdalar AB Organik Logosunu (EU-BIO-LOGO) taşımaktadır. Logo, AB’nin organik yönetmeliğine uyumlu, yani GDO’suz, türe uygun hayvancılığı, kimyasal-sentetik böcek ilacı ve gübrelerin kullanılmadığını garanti eder. Logo ile beraber sorumlu organik muayene kuruluşu belirtilir. Malzemelerinin en az yüzde 95’i organik tarımdan gelen bir ürün bu logoyu temin edebilir. AB logosuyla birlikte gıdalarda tüm bileşenlerin menşei “AB tarımı”, “AB dışı tarım”, “AB/AB Dışı Tarım” şeklinde belirtilmelidir. Bir ürünün birleşenlerinin yüzde 98’i bir üye ülkeden, örneğin Almanya’dan geliyorsa, “Alman tarımı” olarak nitelendirilir.

46

yılında

AB

SAYI 296 • ARALIK 2020

Organik olarak üretilen ürünler için ayriyeten sertifika veren Alman Organik Tarım Dernekleri: Bioland, Naturland, Biokreis, Eco vin, Biopark, Demeter, Gäa, Ecoland, Verbund Okohofe. Almanya dünya çapında organik ürünler için en büyük ikinci satış pazarı olarak kabul edilir. Ancak Alman çiftçilerin yalnızca yaklaşık yüzde 12’si AB Organik Yönetmeliği’ne uygun olarak üretim gerçekleşmektedir. Bu, marketlerde sunulan birçok organik gıdanın Almanya’dan gelmediği anlamına gelir. Özellikle meyve ve sebzeler genellikle yurt dışından gelmektedir. Bu durumda tüketici organik yiyecekleri yerel olduğuna dikkat ederek temin etmelidir. Organik Tarım Nedir?

Alman Organik Logosu 2010

kullanılmasından önce Almanya altıgen “Alman Organik Mührü”ne sahipti. İki mührün gereksinimleri birbirine benzer olsa da AB Organik Logosu’na nazaran Alman Organik Mührü organik bir etikettir.

Organik

Logosu’nun

Tarım ürünlerini mantar ve böceklerden


korumak için kimyasal-sentetik böcek ilaçları kullanılır. Fakat bu ilaçlar toprağa zarar vererek çevre kirliliğine yol açtığı için organik tarımda bu gibi ilaçlardan ve kimyasal gübrelerden vazgeçilir. Organik tarıma türe uygun hayvancılık da dâhildir. Hayvanlara ahırlarda ve meralarda daha fazla yaşam alanı tanınır ve ekolojik yem verilir. GDO’lu müdahalelere izin verilmez. Çevreci ve doğal kaynak dostu olan organik tarım şeklinde ahır ve meralarda az hayvan tutulur. Dolayısıyla daha az yumurta, et ve süt üretilir. Bitkisel ürünlerin yetiştirilmesinde de verim kimyasal-sentetik ilaç ve gübrelere kıyasla daha düşüktür. Bu ürünler organik tarımdaki yöntemler dışında üretilen meyve ve sebzelere göre önemli ölçüde daha az kimyevi kalıntıya sahiptir. “Kontrollü Ziraat” (Alm. “Kontrollierter Anbau”) Nedir? “Bio” (biyolojik) ve “öko” (ekolojik) terimlerin kullanımı AB hukuku tarafından korunmaktadır. Organik yönetmeliğe uygun tüm ürünler “organik”,

“ekolojik” veya benzeri kavramlarda etiketlenebilir. “Organik-biyolojik” veya “kontrollü organik yetiştirme” gibi terimler de yönetmelik kapsamındadır. Ancak “çevre dostu”, “doğal yollarla gübrelenmiş”, “işlenmemiş” veya “kontrollü ziraat” gibi terimler hakiki organik üretimi belgelemez. Adil Ticaret Mührü (İng. “FAIRTRADE”) FLO (Fairtrade Labelling Organizations International) adında bir çatı kuruluşuna ait olan bu mühür, TransFair gibi ulusal üye kuruluşlar tarafından pazarlanmaktadır. Adil Ticaret Mührü daha gelişmekte olan ülkelerdeki dezavantajlı üreticiler ve çalışanlar için ticaret koşullarını iyileştirmeyi hedeflemektedir. Üreticiler adil fiyatlardan ve uzun vadeli ticaret ilişkilerinin kurulmasından yararlanmaktadır. Adil Ticaret Mührü örneğin muz, kakao, kahve, çay ve çiçeklerde bulunur. Sürdürülebilir pamuk ve tekstil üretimi için Adil Ticaret Sertifikalı Pamuk Mührü (Fairtrade Certified Cotton Siegel) ve Adil Ticaret Tekstil Üretim Mührü (Fairtrade Textile Production Siegel) gibi ek sertifikalar da vardır.

SAYI 296 • ARALIK 2020

47


D O S YA

Ekolojik Kalbin Se

Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesinden mezun olan Özel, köşe yazarlığı ve danışmanlık yapmış, sivil toplum çalışmalarının içerisinde yer almıştır.

48

SAYI 296 • ARALIK 2020


Kriz ve Sesi

İnsan ile tabiat arasındaki denge bozuldu. Ekolojik krizi aşabilmenin yolu, kalbin sesini dinlemekten geçiyor. Mustafa Özel*

SAYI 296 • ARALIK 2020

49


D O S YA

İ

orman örtülerinden temizlenen tropikal toprakların tükenmesinden ötürü çöktü. Kısacası, sanayi-öncesi medeniyetler ya kaynakların azalmasından dolayı üretkenliğin düşmesi veya nüfusun “kaynakların besleme kapasitesinin çok üstünde” artmasından ötürü varlıklarını sürdüremediler.

Doğal kaynakları hoyratça kirletip tüketmemizden kaynaklanan çevre sorunları ne zaman gündeme gelse, aklım hep Yûnus suresi 44. ayete gider: “Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”

İnsanlığın ilk romanı sayabileceğimiz Gılgamış destanında, iki ana kahramanımız olan Gılgamış ile Enkidu’nun ilk önemli derdi “canavar” Humbaba’yı yok etmektir. Kimdir Humbaba? Sedir ormanlarının yok edilmesine engel olmaya çalışan bir bekçi! Yani tabiatı korumaya çalışıyor. Gılgamış’ın bütün derdiyse, medeniyete yeni adım atmış olan dostu Enkidu’ya “bir Uruk çocuğunun ne yaman olduğunu” göstermektir. “Sedir ağaçlarını devirmeye gidip / Ölümsüz bir ad bırakmak isterim ardımda!” İkisinin güç birliği etmesinin neticesinde, Humbaba’yı öldürür ve sedir ormanlarını inletirler.

nsanoğlunun, içinde yaşadığı tabiatı bu denli tahrip etmesini anlamakta zorlananlar Ahzâb suresi 72. ayete bakıversinler. “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” Bu “zalim ve cahil” yaratık sonunda Kapitalizm adını verdiğimiz, kazancı hiç durmaksızın çoğaltmaya çalışan bir sosyo-ekonomik sistem geliştirdi. Oysa “sınırsız kazanç ve sermaye birikimi” arayışı, kaynakları sınırlı bir dünyaya uygun değildir. Her şeyi kirletip tüketeceğimiz ve sonunda topyekûn tükeneceğimiz gün gibi ortadadır.

Bugün dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun insan-tabiat dengesinin bozulduğunu herkes fark ediyor. Farkına varılmayan husus, bu dengesizliğin insanla Yaratıcısı arasındaki uyumun bozulmasından kaynaklandığıdır. Hemen hemen bütün dinî öğretiler, kozmosu “din” ile aynı kaynaktan gelen bir “ayet” (işaret) kabul edegelmişlerdir. Dinler tarihçisi Mircea Eliade bunu şöyle dile getirir: “Kozmosun yapısının, yüce semavî varlığın hatırasını canlı tutacak nitelikte olduğu söylenebilir. Yüksekliği (dikey boyutu) olmayan bir dünya mümkün değildir ve sadece bu boyut bile, bize aşkınlığı düşündürmeye yeter.” Farkına varılmayan diğer bir husus, insan-tabiat dengesindeki bozulmanın sadece modern zamanlara özgü olmadığıdır. Evet, sanayi devrimiyle beraber insanın tabiat üzerinde sınırsız hakimiyet kurma şehveti kabardı. Fakat insan bir yönüyle her zaman aynıydı; hesapsız davranışları nice medeniyetlerin yok olmasına yol açmıştı. Babil ve Mezopotamya’nın büyük şehirleri, geniş sulama ağları “büyük ölçekli üretim” yapmayı mümkün kıldığı için serpilip gelişebildiler. Fakat teknik bilgi ve becerilerindeki ileriliğe rağmen çöküşten kurtulamadılar. Sebep basit: Toprak erozyonu, sulama kanallarındaki çökelme, toprağın artan tuzluluk derecesinin yol açtığı verim azalması ve bütün bunların sonucunda yiyecek üretiminde baş gösteren daralma yaşama imkânlarını yok etti. Orta Amerika’da ileri bir gelişme derecesine ulaşan Maya İmparatorluğu da

50

SAYI 296 • ARALIK 2020

Humbaba’yı yere serdi Gılgamış, iki konak ötede inledi sedir ağaçları. Orman gözcüsünü yere serdi Enkidu, böğürtüsünden titredi Hermon ve Lübnan, dağlar sarsıldı, doruklar titredi. Aydınlanma ve Modern Özyıkım İnsanoğlu başına gelecekleri bile bile niçin tabiatla savaşa tutuşuyor? Bu soruya verilecek cevap bugün bizi genellikle Aydınlanma felsefesine götürüyor. Oysa biraz daha geriye gitmek gerek. Batı kültüründeki en büyük psişik devrim, Hristiyanlığın paganizm üzerindeki zaferidir. Ortalama Batılı’nın gündelik davranış ve alışkanlıkları bugünkü Post-Hristiyanlık çağında bile esas olarak Hristiyanlık inancının eksenindedir. Batılı insan en az 18. yüzyıldan bu yana “sürekli ilerleme” (progress) fikrinin egemenliği altındadır ve bu fikrin ne Grek-Roma antik dünyasında, ne de Asya'da tam bir muadili yoktur. İlerleme inancının kökleri Yahudi-Hristiyan teleolojisindedir. Antik dünyada her ağacın, her pınarın, her akarsunun, her tepenin kendi “koruyucu ruhu” vardı: İnsan başlı atlar, yarısı keçi yarısı insan tanrılar, denizkızları... Bir ağacı kesmeden, bir dağı kazmadan, bir ırmağın önüne bent açmadan önce, söz konusu durumdan sorumlu ruhu yatıştırmak, onu teskin etmek gerekiyordu. Hristiyanlık işte bu pagan animizmini yıkmak ve yerine aynı kuvvetle tabiatı koruyacak bir ilke koymamak suretiyle,


tabiatı “doğal nesnelerin duygularına kayıtsız” bir ruh hâli içinde kullanmayı mümkün kıldı. Nesnelerin ruhları uçup gittiler. Rene Guenon bu anlayışın Batı insanını “ilkesiz” bir eylem anlayışına götürdüğünü söylüyor: “Batı (Hristiyan) dünyası, eylem güçlerinin aşırı gelişmesi sonucu entelektüalitelerini yitirme noktasına gelmişlerdir. Bu yüzden, eylemi her şeyden üstün tutan kavramlar uydurarak kendilerini avutmaya çalışmakta ve hatta daha ileri giderek işi, eylemden başka her şeyin değersiz olduğunu iddia etmeye kadar vardırmaktadırlar. Oysa varlığın geçici bir değişikliğe uğratılmasından başka bir şey olmayan eylem, kendi ilkesini ve yeterli nedenini kendi içinde taşıyamaz: Eğer eylem kendini kuşatan çevreden bir ilkeye dayanmıyorsa o zaman bütünüyle bir yanılsamadan ibarettir.” 20. yüzyılın ünlü felsefecilerinden A.N. Whitehead bu dinî/felsefi ilkesizliğin modern bilimin gelişimi üzerinde derin izler bıraktığını söylüyor. “Yeni zihniyet, yeni bilim ve teknolojiden bile çok önemlidir, çünkü aklımızın metafizik varsayımlarını ve tahayyüli (imaginative) muhtevasını değiştirdi.” Bilim tarihçisi J. D. Bernal’e göre, Whitehead’in işaret ettiği yeni zihniyet, insan-tabiat ilişkisinde yepyeni bir dönemin başlatıcısı olmuştur. “Bu zihniyet sayesinde bilgi, insanın dünyayla uzlaşmasının bir aracı olmaktan çıkarılıp, ebedî yasalarını tanımak suretiyle tabiatı denetim altına almanın aracı hâline getirildi. Bu yeni tavır maddi zenginliğe karşı yeni bir ilginin eseriydi ve bilginlerde zanaatkârların işlerine karşı yeni bir alaka uyandırdı.” Bu iki görüşü birleştirip en baştaki iddiamızla irtibatlandırırsak: Modern felsefe ve bilim, esas olarak sınırsız kazanç peşinde koşan kapitalist girişimcilere hizmet yolunda kullanılmıştır. Tabiatın sınırsız ve sorumsuz bir şekilde tahribi, Hristiyanlık artı modern bilim ve felsefenin doğrudan ürünüdür. Bir kurtuluş reçetesi yazacaksak, başta İslamiyet olmak üzere kadim dinî/felsefi geleneklerden ilham almak ve “kalbin sesine” kulak vermek zorundayız. Kalbin Sesine Kulak Ver! Bilim insanları ekolojik krize çare ararken, şair ve romancılara büyük görev düşüyor. İnsanları kapitalizmin mantıksızlığına ikna etmede bir öykü veya sinema filminin bir iktisat kitabından daha etkili olacağını düşünüyorum. Kalbinin sesine kulak veren ender hikâyecilerden biri olan Mustafa Kutlu son

yıllarda iki kelimeyi yineleyip duruyor: Kalp ve Kanaat. Modernler gibi sadece kafasıyla değil, kalbiyle düşünüyor. Çünkü hocası Nurettin Topçu’dan vicdanın “Allah’ın kalbimizdeki sesi” olduğunu öğrenmiş. Duruşuna Kitap’tan delilleri de pek sağlam: “Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar” (A’raf suresi, 7: 179); “Akletmek için onlarda kalb yok mu?” (Hac suresi, 22: 46). Farkındayım, sayısız insan bu kutlu duruşu “romantik” sayıp küçümsüyor. Çünkü insanoğlunu özünden, yani topraktan koparan kapitalizm, kalpsiz bir aç gözler dünyası yarattı. Genelde kapitalist girişimcilerin aç göz olduğu söylenir; bu doğru değildir. Onlar sadece çılgın; sınırsız sermaye birikimi peşinde koşan “ruhu delirmiş” adamlar. Hedeflerine ulaşabilmeleri için bir “aç gözler ordusu” meydana getirmeleri lazım. Kapitalist, mal veya hizmet değil, aç göz müşteri üretir. Bireyliğini yere göğe sığdıramayan modern insan, gerçekte fabrikasyon ürünüdür. Çalış dersin çalışır, al dersin alır, ye dersin yer! Kutlu’nun hikâyeleri bu acı gerçeğe dokunduğu için kalbimizi acıtıyor. Öne sürdüğü “Kanaat Ekonomisi” göz doyurmayı değil, karın doyurmayı hedefliyor. Kapitalizm ise karnı değil, gözü doyurma peşindedir. Ve göz asla doymaz! Kutlu’yu eleştirenler genelde şunu söylüyor: İyi, güzel de, hiçbir çıkış yolu göstermiyor! Bireysel ve ulusal çıkış yolu yok da, ondan! İnsanlık çapında olmayan hiçbir hâl çaresi sonuç veremez artık. İnsanlık tarihinde belki de ilk defa olarak, meseleler de, çözüm de küreseldir. Doğa ve toplum bilimcileri çözümün aklî yönlerine, şair ve romancılar da kalbî yönüne gereğince eğilir ve kendilerini dar ulusçu/ kavmiyetçi sınırlamalardan kurtarabilirlerse, makul çözümlerin boy verdiğini görebiliriz. Kaynaklar • Rene Guenon: Modern Dünyanın Bunalımı. • A. N. Whitehead: Science and the Modern World. • J. D. Bernal: Science in History. • Lynn White: Medieval Religion and Technology. • Sait Maden: Gılgamış Destanı. • Mustafa Kutlu: Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş.

SAYI 296 • ARALIK 2020

51


D O S YA

“Sürdürülebili

İnancımızın Avrupa’da yaşayan Müslümanlar küresel ısınma, iklim krizi ve sürdürülebilirlik hakkında ne düşünüyor? Çevre dostu ve sürdürülebilir bir yaşam tarzı benimsemiş Müslüman gençlerle bu konudaki tecrübelerini ve yaklaşımlarını konuştuk. Meltem Kural*

İ

klim değişikliği, hava kirliliği, kimyasal atıklar ve modern tüketim alışkanlıklarının neden olduğu daha başka birçok felaket dünyamızı tehdit ediyor. Buna karşılık her gün daha fazla insan modern alışkanlıklarımızın doğaya verdiği zararın farkına vararak alternatif yaşam şekilleri benimsiyor. Aynı eğilim Müslüman gençler arasında da yaygın. Peki Müslüman gençler bu konudaki ilhamı nereden alıyor? Çevreye karşı farkındalıkları nasıl oluştu ve bu konuda ne gibi çözümler sunuyorlar? Elif Kalın, Cambridge Üniversitesinde Gelişim Çalışmaları alanında yüksek lisans yaptıktan sonra Birleşik Krallık Dış Ticaret Bakanlığında politika danışmanı olarak çalışmaya başlamış. Kıtalararası insani yardım projeleri yürütürken ve çeşitli uluslararası firmalarda sürdürülebilir ürünler konusunda danışman olarak çalışırken dünya düzenindeki kökleşmiş kapsamlı eşitsizlikler ve insanoğlunun evrensel düzeyde yol açtığı yıkıcı felaketler hakkında daha derin bir bakış açısı kazanmış. “Boş zamanlarımda bu konuda izlediğim belgeseller beni dehşete düşürdü ve sorumluluk alanımda olan şeyler konusunda beni harekete geçmeye itti.” diyen Elif, amacının etik

52

SAYI 296 • ARALIK 2020

ve sıfır atık içeren bir yaşam tarzını kucaklamaları için insanlarda heyecan uyandırmak olduğunu belirtiyor. Nadina Memagic de çevre duyarlılığını merkeze alan bir başka genç Müslüman. Fotoğrafçı ve piyano öğretmeni olan Nadina, eşi ve çocuğuyla Münih’te yaşıyor. Çevreye karşı duyarlılığı çok erken yaşlarda başlamış. Gerek okulda gerekse televizyonda doğayı koruma veya sürdürülebilirlik ile ilgili konuların küçüklüğünden beri hep ilgisini çektiğini belirtiyor. Henüz 5-6 yaşlarındayken bir çocuk kanalında izlediği iklim değişikliğini konu alan, eriyen buzulların üzerindeki kutup ayılarını gösteren, dişleri fırçalarken musluğu kapatmayı veya ihtiyaç olmadığında ışığı söndürmeyi hatırlatan kamu spotlarını hatırlıyor Nadina. Çocuk yaşlarda uyanan bu ilgisi ileriki yıllarda da devam etmiş. Okul hayatında geri dönüşüm ve benzeri konularda makaleler yazmış. Asmaa El Maaroufi’nin konuya ilgisi ise doğa ve hayvanlara olan yoğun sevgisiyle başlamış. “İslam’da Çevre ve Hayvan Etiği” konulu bir doktora çalışması yapan Asmaa, bir Müslüman olarak konunun kendisi için çok önemli olduğu düşüncesiyle ve aynı zamanda İslam ve sürdürülebilirlik konusunda çok


ir Yaşam Tarzı

n Bir Gereği”

*Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) yüksek lisans eğitimini tamamlayan Kural, Perspektif dergisi yayın kurulunda yer almaktadır.

SAYI 296 • ARALIK 2020

53


D O S YA

az sayıda kaynak olduğunu görerek meseleyle daha yakından ilgilenmesi gerektiğinin farkına varmış. “Tıpkı Domuz Eti Gibi, İsraf Da Haram” Gençlerin hepsi sürdürülebilir yaşam tarzının inançlarının bir gereği olduğu konusunda hemfikir. Elif, “Gıda ve diğer tüm israflar dinimizde hoş görülmüyor. Tıpkı domuz eti gibi, israf da haram. Ancak birçok Müslüman bunun farkında değil.” diyor. İsrafsız ve çevre dostu bir yaşam sürmenin hem insanlara hem de üzerinde yaşadığımız gezegene karşı birincil ve en önemli yükümlülüğümüz olduğunu belirten Elif, “Maalesef iklim değişikliğine karşı çaba gösteren yeterince Müslüman yok ve bu konu bir hippi hareketi şeklinde Batılı gençliğin öncülüğünde sürdürülüyor.” diyor. Nadina ise yaptığı her sürdürülebilir davranış ve eylemin kendisi için bir tür ibadet ve zikir anlamına geldiğini söylüyor. “Bana ulaşan her nimet için kalpten müteşekkirim.” diyen Nadina Kuzey’in yaşam tarzı ve tüketici davranışları nedeniyle temel ihtiyaçları karşılanmayan pek çok insan olduğunu ve onların yaşam alanlarını korumanın hepimizin sorumluluğu olduğunu vurguluyor. Nadina “Yaratılış da tıpkı ayetler gibi birer işaret ve Kur’an’a gösterdiğimiz özenin aynısını ona da göstermeliyiz.” diyor. Asmaa sürdürülebilirliği israfın karşıtı olarak görüyor. Kur’an’da bu konudaki ayetlerden örnekler veren Asmaa, bu anlamda sürdürülebilir bir yaşam şeklinin pek çok açıdan bir ibadet olduğuna inanıyor. “Bir yandan dengeli bir yaşam sürmemizi isteyen Allah’ın iradesine boyun eğiyorum. Diğer yandan insan olsun hayvan olsun tüm yaratılmışların yaşam alanını koruyorum.” diyen Asmaa, bu bilincin Yaratıcı, yaratılanlar ve insanın kendi nefsiyle barış içinde bir hayat sürebilmesi için önemli olduğunu vurguluyor. “Değişim, Kendi Alışkanlıklarını Geçirmekle Başlıyor”

Gözden

Kimi insanlar sürdürülebilir yaşam alışkanlıklarının herkesin gücünün yetmeyeceği bir lüks olduğuna inansa da Elif buna katılmıyor. “Üzerinde çevre dostu etiketi olan son moda pahalı eşyalara ihtiyacınız yok. Aksine elinizdeki şeyi farklı şekilde değerlendirmek için değiştirmek suretiyle daha az para harcıyorsunuz.” diyerek sanılanın aksine bu

54

SAYI 296 • ARALIK 2020

bakış açısının sayısız avantajları olduğunu savunuyor. “Bir şeyleri tamir etmekten ziyade, yenisiyle değiştiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Gelin bu zihniyeti değiştirelim.” diyen Elif, daha fazla insanın bu hayat tarzını benimsemesi önündeki en büyük zorluğun, insanları tüketime özendirmek için büyük çabalar sarf eden neoliberal tüketimci ve kapitalist dünya düzeni olduğunu ifade ediyor. Nadina için de sürdürülebilir yaşamın sağladığı pek çok imkan mevcut. Bunları, gelecek nesillere daha yaşanabilir bir gezegen bırakmak, doğa ve yaratıcı ile güçlü bağların kurulduğu ve herkes için sağlıklı ve zararlı maddelerden arınmış yüksek kaliteli bir hayat sürmek olarak sıralıyor. Ancak aynı zamanda eşitsizlik ve her türlü ayrımcılıktan bahsetmeden sürdürülebilirlik hakkında konuşulamayacağını savunuyor Nadina. Herkesin farklı bir hayat gerçeğinin olduğunu ve sürdürülebilir bir yaşam için aynı ölçüde bilgi, kaynak, zaman, bilinç ve paraya sahip olmadığını vurguluyor. Bazen de bu dönüşümü gerçekleştirmek için gerekli empatinin, değişim ve bir şeylerden feragat için yeterli iradenin olmadığına, diğer taraftan savurgan bir hayat tarzının sonuçlarından da herkesin aynı ölçüde etkilenmediğine dikkat çekiyor. “Zorluklar hayatın bir parçası.” diyen Asmaa ise önemli olanın insanın daha iyi olan hakkında bilinçlenmesi olduğunu, gerisinin kendiliğinden geldiğini belirtiyor. Bu bakımdan günlük hayatta uygulayabileceğimiz basit birkaç kuralla çevreye daha duyarlı bir hayat şeklinin belki de hepimiz için mümkün olabileceğini müjdeliyor: “Küçük düzenli adımlarla başlamalı: Örneğin etin tüketilmediği günler, daha az araba yolculukları, yerel esnaftan alışveriş, sürdürülebilir malzemelerden yapılmış giysiler, daha az plastik tüketimi gibi...” Asmaa, bir süre sonra bu şekilde davranarak daha duyarlı, bilinçli ve minimalist bir yaşam sürmeye başlayacağımızı, buradaki temel prensibin insanın kendi alışkanlıklarını gözden geçirmesi ve duyarlılık kazanması olduğunu vurguluyor. “Buna Gerçekten İhtiyacım Var Mı?” “Satın alabileceğin en uygun şey hâlihazırda sahip olduğundur.” diyen Elif ise günlük hayatta atıkların önüne geçebilmek için ikinci el ürünlerin satın alınmasını öneriyor. “Benim için sürdürülebilir


Gıda ve diğer tüm israflar dinimizde hoş görülmüyor. Tıpkı domuz eti gibi, israf da haram. Ancak birçok Müslüman bunun farkında değil.”

yaşamın yolu basit: Herhangi bir şey satın almadan önce 10 kez düşünürüm ve ancak o şeye ihtiyacım olduğu konusunda uykusuz geceler geçirirsem o şeyi satın alırım. Yeni bir şey almıyorum ve elimde hâlihazırda olan şeyleri yeniden değerlendiriyorum.” diyor. Nadina ise bu konuda insanın en önemli avantajının seçim yapabilmek olduğunu vurguluyor. Alışveriş yaparken “Buna gerçekten ihtiyacım var mı? Aynı işi görecek başka bir şeyim var mı? Bunun ikinci elini bulabilir miyim?” gibi soruları sormanın önemli olduğunu belirtiyor. Ayrıca plastik, tek kullanımlık tüketim eşyaları ve benzeri uzun ömürlü olmayan şeyleri tercih etmemeyi, hayvansal ürün tüketimini azaltmayı savunuyor. Nadina, günlük hayattaki davranışlarımızı sorgulamamız, hem kendimizi hem de başkalarını farklı şekilde düşünmeye teşvik etmemiz gerektiğini belirtiyor. Sürdürülebilirliğin ilk önce insanın günlük davranış şekilleri hakkında düşünme ve duyarlılık geliştirmesiyle başladığını düşünen Asmaa da, insanın kendisi, diğer insanlar ve canlılar ile daha bilinçli bir ilişki kurmasını ve başkalarının acıları hakkında daha duyarlı olması gerektiğini belirtiyor. “Kendisini adil olarak tanımlayan kimse bundan kaçamaz.” diyor. Pratik bir öneri olarak ise birçok farklı nedenle iklim değişikliğinin en birincil nedenlerinden biri olarak anılan aşırı et tüketimine dur demek için hayvansal ürünlerin tüketimini azaltmayı öneriyor. “Müslümanlar Adaletsizlikler Karşısında En Güçlü Duruşu Sergilemeli” Peki her Müslüman asgari düzeyde de olsa sürdürülebilir bir hayat tarzı için neler yapabilir? Müslümanların kolaylıkla uygulayabileceği şeyler konu-

sunda, Elif modayı takip etmemeyi ve sadece küçük ve yerel esnafı desteklemeyi öneriyor. “Her satın alımın paranızla yaptığınız bir nevi oylama olduğunu hatırlayın. Her durum için ayrı bir kıyafete ihtiyacınız yok, bu dogmayı ortadan kaldıralım.” diyor. Nadina ise Müslümanların yeniden “temiz” kavramına önem vermeleri gerektiğini ve şüpheli helal sertifikalarıyla yetinmemeleri gerektiğini düşünüyor. Sürdürülebilir olmayan geleneklerin ve miras olarak devraldığımız zihniyetin de sorgulanması gerektiğini ifade eden Nadina, daha aktif olmak ve sesimizi yükseltmek gerektiğini belirtiyor. Asmaa bu konuda daha temel bir yaklaşımla “adalet” olgusuna vurgu yapıyor. Müslümanların ister sosyal yapısal, ister ekolojik olaylar olsun adaletsizlikler söz konusu olduğunda en güçlü duruşu sergileyen topluluk olmaları gerektiğini belirtiyor. “Çünkü Müslümanların görevi daima adil ve sürdürülebilir davranmaktır” diyerek bunun sadece ekolojik anlamda değil, Allah’ın yarattığı her şey söz konusu olduğunda geçerli olması gerektiğini ifade ediyor. Asmaa, abartmadan ama hafife de almadan bu yoldan gidildiğinde, her türlü adaletsizliği ortadan kaldırmak için faydalı olunabileceğini savunuyor. Müslüman gençler her ne kadar farklı tecrübeler ve bireysel hayat serüvenlerinden esinlenerek çevre ve doğa dostu bir yaşam tarzını kucaklamış olsalar da, aynı zamanda Yaratıcı ve yaratılana hürmetin İslam inancının ayrılmaz bir parçası olduğu kanaatinde birleşiyorlar. Ancak sürdürülebilirlik konusunda henüz yeterli farkındalığın mevcut olmadığı Müslüman topluluklar için bu hususta kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

SAYI 296 • ARALIK 2020

55


56

SAYI 291 296 • MAYIS ARALIK2020 2020


D O S YA - S Ö Y L E Ş I

PROF. SEYYID HÜSEYIN NASR:

“ÇEVRE KRIZI, MANEVI DÜZENDEKI KRIZIN İŞARETI” İSLAM FELSEFESI, TASAVVUF VE KARŞILAŞTIRMALI DINLER ALANLARINDA DÜNYANIN ÖNDE GELEN ISIMLERINDEN PROF. SEYYID HÜSEYIN NASR, ÇEVRENIN KORUNABILMESI IÇIN DOĞAYA DINÎ BIR ANLAYIŞLA YAKLAŞMANIN ÖNEMINE DEĞINIYOR. PROFESÖR NASR ILE İSLAM, ÇEVRE KRIZI VE MÜSLÜMANLARIN BU KRIZDE KARŞISINDAKI TUTUMUNU KONUŞTUK. Yasemin Yıldız*

Çevre krizine dinî bir perspektiften bakmak niçin önemli? İlk olarak dinin, çevre krizinin üzerine eğilmek noktasında çok önemli bir görevi olduğunu düşünüyorum. Çünkü tüm bu çevre krizi din sorusundan ve insanların niçin dinî inançlarını yaşadıkları sorusundan ayrı anlaşılamaz. Bu sadece İslam için değil; dünyadaki diğer dinler için de geçerli. Dindarlar için din, harekete geçmeden önce onlara ne yapmaları gerektiğini gösteren bir yoldur. Bu tabii ki doğaya karşı davranışları da kapsar.

Hâlihazırda yaşadığımız ekolojik krizin modern insanlar için aynı zamanda manevi bir kriz de olduğunu söylüyorsunuz. Burada nasıl bir manevi kriz söz konusu ve sizce bunun üstesinden nasıl gelinebilir? Bu ilginç bir soru; çünkü çevre krizi manevi düzendeki bir krize işaret ediyor. Arabanız bozulduğu zaman bu arabanızın fiziksel olarak bozulduğu maddi bir krizdir. Çevre krizi ise maddi bir semptomla kendini gösteren, fakat her şeyden önce manevi bir krizdir; çünkü bu krizin temel sebebi bizim

*Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tamamlayan Yasemin Yıldız, Bielefeld Üniversitesinde Sosyoloji yüksek lisans eğitimini sürdürmektedir. Ağırlıklı çalışma alanı göç sosyolojisi olan Yıldız, Perspektif redaktörlerindendir.

SAYI 296 • ARALIK 2020

57


D O S YA - S Ö Y L E Ş I

Allah’a ve onun yarattıklarına karşı tavrımızdır ve bu tavır yanlıştır.

Özellikle de genç kadınlar bu meseleyle yakından ilgileniyor.

Doğaya karşı yaklaşımımızda geleneksel dinî anlayışa geri dönmeliyiz. Bu tavır, Allah’ın yarattığı, kendi ritmi ve güzelliği olan, uyum içinde var olan bir doğa ve bizim de onun yarattıklarının emanetçileri olarak Allah’a karşı sorumlu olduğumuz anlayışına dayanır. Kur’an’da, İncil’de ve dünya üzerindeki tüm büyük dinlerde bu sorumluluktan bahsedilir ve sadece insan türünü değil, çevremizdeki her şeyi kapsar.

Çevre konusunda tüm İslam dünyası için geçerli olacak tek bir örnekten bahsetmek mümkün değil. Suudi Arabistan mesela tam bir felakettir. Mekke’ye, Medine’ye, klasik mimariye yaptıkları tam bir felakettir. İslam dünyasında Karaçi, Tahran ve Kahire gibi şehirler çevrenin bozulmasından çok etkilendi. Yani durum tek bir örneği tüm İslam dünyası için genelleyemeyeceğimiz kadar karmaşık.

Müslümanlar iklim değişikliği ve daha genel olarak da çevre krizi konusunda bahsettiğiniz bu ideal tavrın neresinde sizce?

Teoride baktığımız zaman İslam’ın “yeşil” bir din olduğunu görüyoruz. Müslümanların hayatına baktığımız zaman ise teoriyle pratik arasında büyük bir uçurum var. Bu uçurumun sebebi sizce nedir?

Çevre krizinin başladığı yer modern endüstrileşmiş Batı’ydı. Bu kriz aslında 18. yüzyılda başladı; ancak o zamanlar “kriz” olarak değerlendirilmedi. Endüstrileşme ve modern teknoloji yayıldıkça, çevre krizi de Batı’nın geneline yayıldı. Batı dünyanın geri kalanını sömürgeleştirdikçe ve etkiledikçe de bu kriz dünyanın diğer kısımlarına ulaştı. Çevre krizini Doğu’daki insanlar başlatmadı; ama Batılı düşünce biçimini, yaşam tarzını, üretme ve tüketme biçimlerini o kadar taklit ettiler ki, bunun bir parçası oldular. Bunu bugün her yerde görebiliyoruz. İslam dünyası çevre krizinin farkına ancak Batı bu krizin farkına vardıktan sonra vardı. Yani çevre felaketinin farkındalığı krizin başladığı yerde başladı. İslam ülkelerinde çevre krizine gösterilen ilgi de esas olarak 90’larda başladı ve bu farkındalık o zamandan beri büyüdü. Batı, doğa noktasındaki mirasını Rönesans döneminde yitirdi. İslam dünyasında ise bu daha geçtiğimiz yüzyılda oldu. Burada miras derken Kur’an’ın, hadislerin ve tüm geleneğimizin tabiata karşı sorumluluklarımız hakkında söylediklerinden, denklemin neresinde durduğundan bahsediyorum. Fakat bu durum da şimdi değişti. Mısır’da, İran’da, Pakistan’da, Endonezya’da çok kuvvetli çevre hareketleri var. Burada bahsedilmesi gereken önemli bir nokta bu hareketlerin hepsinde kadınların çok önemli bir rol üstlenmesi. Bu ülkelerin neredeyse hepsinde çevre hareketinin öncülerinin çoğunu kadınlar oluşturuyor.

58

SAYI 296 • ARALIK 2020

Yakın geçmişe kadar bu bir sorun değildi. Mesela Müslümanlar çöplerini evlerinin önüne koyardı. Nüfus da bu kadar kalabalık olmadığı için bu durum o kadar büyük bir sorun oluşturmuyordu. Bir sürü bitki ekilirdi, Müslümanlar tarımla oldukça ilişkiliydi. İnsan nüfusu, tarım yapılan arazilerle bir uyum içerisindeydi. İnsanların büyük bir çevre bilincine sahip olmamasına rağmen bu bir sıkıntı oluşturmuyordu. Kur’an’da doğa, vahye dâhildir. Allah Güneş’in ve Ay’ın üstüne yemin eder. Güneş ve Ay, İslam evreninin bir parçasıdır. Kur’an moleküllerden bahseder; doğanın, ağaçların, hayvanların üstüne yemin edilir; hayatın kutsiyeti vurgulanır. Buradan baktığımızda İslam yeşil bir dindir. Teoriyle pratik arasındaki niçin uçurum olduğu sorusuna gelecek olursak modern zamanlara kadar pratiğe ihtiyaç olmadığını söylememiz gerek. Mesela Osmanlı döneminde o zamanın büyük şehirlerinden İstanbul’da, Bursa’da ya da İzmir’de yaşadığımızı düşünelim. Onların “çevre” diye bir sorunları yoktu. Teoriyle pratik arasındaki uçurumun sebebi budur. İslam dünyasında güçlü bir doğa düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünce geçmişte pratikte hiç sınanmadı. Son otuz yıldır dünyanın geri kalanında olduğu gibi İslam dünyasında da çevre kriziyle ilgili büyük bir farkındalıktan bahsedebiliriz.


Çevre krizi, kapitalizm ve küreselleşme arasındaki ilişki hakkında neler söylersiniz?

Çevre sorunu hem makro hem mikro bir sorun. Los Angeles’ta havayı kirleten bir milyon araç varsa bu makro düzeyde tüm şehir için bir sorundur; ama buna yol açan tekil sebeplerdir. Bundan dolayı da sorunu mikro bir bakış açısıyla çalışmak gerekir.

Çevre krizinin tek sebebinin kapitalizm olduğu fikri yanlış bir fikir. Bu fikir de aslında Sovyetler Birliği tarafından desteklendi; ama komünizm de kapitalizm kadar zarar verdi çevreye. Bir anımı anlatayım: 1971 yılında Stockholm’de ilk Dünya Günü kutlandı. Ben de açılış konuşmacısıydım. Dünyanın dört bir yanından delegeler vardı. Çin’den ve Sovyetler Birliği’nden gelen Çevre krizini delegeler de gözlemci olarak oradaydı. Onlar çevresel sorunlara Doğu’daki kapitalizmin yol açtığını söylüinsanlar başyorlardı. Konuşmam sırasında şakayla karışık olarak Hazar Delatmadı; ama nizi’ne dökülen Rusya’daki Volga Nehri’nden bahsettim. Hazar DeBatılı düşünce nizi kuzeyinden güneyine, Basra Körfezi’ne kadar kirliydi ve bu biçimini, yakirlilik bilimsel olarak ölçülebişam tarzını, lirdi. Konuşmamda, “Volga Nehri’nden daha komünist bir lağım bilmiyorum.” dedim. Volga Nehri atıkla doluydu ve balıklar bundan o kadar etkilenmişti ki Basra Körfezi’ne inmişlerdi. Hazar Denizi’ni kirleten Batı’nın kapitalizmi değildi.

üretme ve tüketme biçimlerini o kadar taklit ettiler ki, bunun bir parçası oldular.

Kapitalizmin çevre kriziyle elbette çok ilgisi vardır; ama komünizm için de öyledir. Burada mesele ekonomik ve endüstriyel bir sistem değil; bunların altında yatan doğa anlayışıdır. Batı’da gelişen Marksist ekonomi, liberal ekonomi ya da kapitalist ekonomi gibi modern ekonomi modellerinin hepsi doğanın niteliksel boyutunu tamamen göz ardı eder. Yani burada suçlu olan tek bir sistem değil, bu sistemlerin hepsidir. Küresel çevre krizinin aşılması noktasında çok uluslu şirketlerin hasarı karşısında şahsi çabalar naif mi kalıyor sizce?

Başbakan, bakan ya da kral olmayan biz sıradan insanların kendi muhasebemizi yapmamız gerek. Ben sadece kendi çevremdeki şeyler hakkında; ne yediğim, ne içtiğim, ne giydiğim, hangi arabaya bindiğim hakkında bir şeyler yapabilirim. Mesele ya/ya da meselesi değildir. “Küresel düşün, yerel davran” sözü çevre meseleleri söz konusu olduğunda çok güzel bir öğretidir. İnsanın doğa ile ilişkisinin İslam düşüncesi içinde kadim bir yere sahip olduğundan bahsettiniz. Bu düşünceyi bugün canlandırmak için nelere ihtiyaç var?

Bu hususta tek yapmamız gereken şey günümüz Müslüman neslinin Kur’an’dan şiire kadar İslami geleneğin öğrettiklerinin daha fazla farkına varmasını sağlamak. Türk şiirinin en meşhur mutasavvıf şairi Yunus Emre’nin doğayla ilgili şiirlerine bir bakın. “Şol Cennet’in ırmakları, Akar Allah deyu deyu, Çıkmış İslam bülbülleri, Öter Allah deyu deyu.” Bu çok güzel bir sufi şiiridir; ama doğanın çağrısını duyması anlamında çevreyle ilgili de bir şiirdir. Her şeyden önce yapmamız gereken şey uyanmaktır. Kendimize yeni hakikatler icat etmemize gerek yok, tüm hakikat orada. Modern zamanlarda ülkelerimizde yapıldığı gibi Fransız romanlarını taklit etmek yerine doğayla dolu kendi edebiyatımıza dönmeliyiz.

Koronavirüs salgınıyla birlikte birçok ülkede insanlar evlerine çekildi, üretim faaliyetleri

SAYI 296 • ARALIK 2020

59


D O S YA - S Ö Y L E Ş I

yavaşladı ve doğa bir süre kendiyle baş başa kaldı. Bu salgının insanların doğaya karşı tavırlarında bir değişikliğe yol açacağını düşünüyor musunuz? Umarım öyle olur. Burada iki husus var: İlk olarak akleden herkes modern bilimin zannedildiği gibi bir “tanrı” olmadığının, o büyük teknolojilerin bile ne kadar güçsüz olduğunun farkına varmalı. Küçücük bir virüs dünyayı karmaşaya sürükledi ve bir yıldan az bir sürede ABD’de 230 bin ve dünya genelinde de 1 milyondan fazla can aldı. Bu bize mütevazı olmayı öğütlüyor. İkincisi de salgın bize içsel bir yapı kazandırmalı ve mutlu olmak için dış uyaranlara aşırı bağlanmamayı öğretmeli. Bu kolay bir iş değil; zira çoğu insan için mutluluk denilen şey sadece türlü dış uyaranlar demek. Şimdi bunların bir kısmı azaldı ve insanlar içlerine bakmak zorunda kaldı.

mustarip. Ama bu kriz her şeyi kapsayan bir kriz değil. Çoğu Müslüman hâlâ geleneksel bir dünyada yaşıyor. Hâlâ namaz kılıyor, zekât veriyor, aile ve sosyal ilişkilerini İslam temelinde düzenlemeye çalışıyor. Bugün doğa karşıtlığı noktasında el ele veren modernizm ve fundamentalizm de İslam dünyasındaki tek güçler değil. Müslüman fundamentalistlerin hepsi de doğaya karşı kayıtsızdır, İslami fundadoğayla ilgili hiçbir şey söylementalistlerin mezler. Bugün bunların yaratılan kriz karşısında bu kadar çaresiz hepsi doğaya olmasının geleneksel İslam’ın en üst entelektüel noktadan gündekarşı kayıtlik hayata kadar kendini yeniden sızdır. Fakat sunması için iyi bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

bugün doğa karşıtlığı noktasında el ele veren modernizm ve fundamentalizm İslam dünyasındaki tek güçler değil.

Şunu da söylemek zorundayız: Birçok ölüm, trajedi ve üzücü anlar yaşanıyor; ama koronavirüs krizinin doğaya çok yardımı oldu. İnsanların doğa üzerindeki etkisini azalttı. Vahşi hayvanların şehirlerin çeperlerinde, kasabaların içlerinde dolaştığına şahit oluyoruz. Bu da ölüp gittiğimizde doğanın her şeyi devralacağını ve doğanın gücünü gösteriyor. Allah bize O’nun kudreti karşısında kim olduğumuzu, ne kadar zayıf olduğumuzu hatırlatıyor.

Bugün birçok İslam ülkesinin savaş ve açlık gibi büyük sorunlarla boğuştuğunu görüyoruz. Çevre krizi de eklenince olumlu bir gelecek hayali zorlaşıyor. Siz bu karartıcı atmosferden çıkış konusunda nasıl bir duruşa sahipsiniz? İslam dünyasının büyük kısmı bir krizden

60

SAYI 296 • ARALIK 2020

Bir yer ne kadar gelenekselse krizlerin yaşanma tehlikesi de o kadar azdır. Mesela Butan örneği oldukça önemlidir. Butan Müslüman değil, Budist bir ülke. Güneylerindeki Hindistan’da milyonlarca insan hasta ve inanılmaz bir yıkım yaşanırken Butan’da sadece bir koronavirüs vakası çıktı. Orada herkes geleneksel bir şekilde yaşıyor, modern teknoloji yok. Bu hepimiz için önemli bir ders.

Sorunuzda da bahsettiğiniz gibi İslam dünyasında her dinin karşı çıktığı birçok sorun var ve iyi bir Müslüman bunlara direnmeli. Tüm dış savaşlar içimizde olan çatışmaların sonucudur. Doğayla olan savaş da kendi iç doğamızla olan savaşımızın bir sonucudur. Bundan dolayı İnsan ve Tabiat’tan ve Modern İnsanın Manevi Krizi’nden bahsediyoruz, sosyal ya da ekonomik bir krizden değil. Bunlar dışsal belirtilerdir. Yaşanan felaketlerin içsel sebebi manevi rahatsızlıktır. Bu rahatsızlık da modern insanın kim olduğunu, bu kimlik temelinde de kendine, doğaya ve Allah’a karşı olan sorumluluklarını unutmasıdır.


Helal Kesim Sağlıklı Besin Herkes Yesin

SAYI 296 • ARALIK 2020

Selam Food GmbH | Heinrich-Lübke-Str. 1 | 50374 Erftstadt | T. +49 2235 986 40 |

/ selamfood

61


D Ü N YA

Joe Biden’ın Ba Doğu İçin Ne An Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni başkanı seçilen Joe Biden’ın Orta Doğu stratejisi her ne kadar hâlâ netleşmiş olmasa da, kimi uzmanlar yeni başkanın Orta Doğu’da takip edeceği siyasetin bir önceki yönetimin izlediği siyasetin muhtemelen devamı olacağını belirtiyor. Alessandra Bajec*

A

BD’de geçtiğimiz ay yapılan seçimler sonrasında başkan seçilen Joe Biden’ı oldukça yoğun bir gündem bekliyor. Bunların en başında ise koronavirüs pandemisi ve bu pandeminin Amerikan ekonomisine verdiği zarar gibi ülke içindeki acil meseleler geliyor. Orta Doğu’nun haricinde de düşünecek birçok meselesi bulunan yeni başkan, ABD’nin savaş girişimlerinin mal olduğu kaynaklar ve güç noktasında ihtiyatlı biri olarak selefi gibi ABD’nin bölgedeki askerî varlığının boyutunu küçültmeyi planlıyor. Bunlar arasında fonlamaların ve bölgedeki birlik sayısının düşürülmesi de var. Birçok kişi Joe Biden’ın dış siyasette Donald Trump’ın izlediği siyasetten belirgin olarak farklı bir yaklaşım takip etmesini, özellikle de ABD’nin müttefikleri ve muhalifleriyle kurulan iletişimde bariz bir stil değişikliğine gidilmesini bekliyor. Ancak bazı analistler yeni başkanın Trump’ın Orta Doğu’da izlediği politikaların hepsinde önemli bir değişikliğe gitmeyeceğini düşünüyor. Daha Diplomatik ve Çok Taraflı Hareket Biçimi

Joe Biden, Trump’ın tecritçi “Önce Amerika” mesajının yanı sıra, zarar gören diplomatik ilişkileri onarmak adına eski başkanın yabancı ülke liderlerine yönelik dar ve iş merkezli yaklaşımından da uzaklaşmayı planlıyor. İş ABD dış ilişkilerine geldiğinde Joe Biden’ın, ABD’nin küresel sahnedeki rolünü arttırmak için çok taraflılığı savunan liberal bir realist gibi hareket etmesi bekleniyor. Onlarca yıllık dış siyaset tecrübesi olan, başkan yardımcılığı ve Senato’da Dış İlişkiler Komitesi başkanlığı dönemlerinde de siyasi incelik kazanan biri olarak agresif bir dil yerine daha dostane bir ton kullanarak Amerika’nın rakipleriyle arasında köprüler kurabilir. Eski başkan yardımcısı NATO’ya diplomatik desteği artıracağını, dışişleri bakanlığının diplomatik nüfuzunu yeniden inşa edeceğini, Tahran’ın uyum göstermesi hâlinde İran’la nükleer anlaşmaya yeniden dâhil olacağını, ABD’nin Suudi Arabistan’a yönelik siyasetini yeniden değerlendireceğini ve pandemiye küresel bir yanıt verilmesi de dâhil bir dizi uluslararası girişime öncülük edeceğini açıkladı.

*Kahire merkezli serbest gazeteci. 2010-2011 yılları arasında Filistin’de yaşadı. Metinleri rt.com, CounterPunch ve Avrupa Gazetecilik Merkezi dergisinde yayımlandı.

62

SAYI 291 296 • MAYIS ARALIK2020 2020


aşkanlığı Orta nlama Geliyor?

© Stratos Brilakis/.shutterstock.com

SAYI 296 • ARALIK 2020

63


D Ü N YA

Birçok gözlemci, dünyada Amerikan öncülüğünün yeniden inşa edilmesi hedefinin muhakkak daha müdahaleci bir yaklaşım ve askerî güç kullanımı anlamına gelmeyeceğini söylüyor. Yeni başkan döneminde, ABD’nin itibarını ve yurt dışındaki ittifaklarını yeniden inşa etmeye odaklı merkez sol bir vizyonun yönlendirdiği daha geleneksel bir dış siyasete geri dönülecek; ABD çıkarlarını artırmak için askerî müdahalelerin karşısında diplomasi vurgulanacak. ABD dış siyasetine odaklanan bir siyasi risk danışmanı olan Kerry Boyd Anderson, yeni yönetimin önceliğinin pandemiyi kontrol altına alma ve yıpranmış bir ekonomiyi yeniden canlandırmanın yanı sıra, geleneksel ittifakları yeniden inşa etmek olacağını vurguladı. Diğer meselelerinse “arka koltukta” bekleyeceğini belirtti. Öbür yandan Trump’ın birkaç hafta daha başkanlık koltuğunda olduğunu ifade ederek Trump’ın, “gelecek Biden yönetiminin karşılaşacağı dış siyaseti şekillendirme noktasında yapabileceği birçok şey olduğunun” altını çizdi. Aşikâr olan şeyse ABD’nin, daha önceki başkanların sonuç alma noktasında sistematik olarak zorlandığı Orta Doğu’dan çekilme arzusu. Ülke içindeki acil konularla ilgilenmenin yanı sıra ABD, bölgedeki askerî varlığına rağmen geniş Orta Doğu coğrafyasındaki gelişmelerde nüfuzunu kullanma noktasında her zamankinden daha âciz durumda. Bu durum Libya, Yemen ve Suriye’deki ya da Suudi Arabistan-İran çatışmasındaki dinamikleri etkilese de etkilemese de böyle. Büyük Soru İşareti: ABD’nin Suudi Arabistan’a Karşı Tutumu Nasıl Olacak? Washington’un Riyad’la onlarca yıldır sürdürdüğü yakın ilişki de yeni yönetim döneminde güvence altında olmayacak. Biden başkanlık kampanyası sırasında yaptığı konuşmalarda Suudi Arabistan’ı “parya bir devlet” olarak adlandırdı, ülke idaresini insan hakları kayıtlarından dolayı ağır biçimde eleştirdi ve ABD’nin Suudi Arabistan’la olan ilişkilerini gözden geçirme sözü verdi. Konuşmasında Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ı ismen zikrederek ve kendisini gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın vahşice öldürülmesiyle ilişkilendirerek Körfez monarşilerine de güçlü bir mesaj gönderdi. Uzun süredir devam eden ve iki tarafın da çıkarına olan ittifak, silah satışlarının, insan hakları meselelerinin ve Muhammed bin Selman’ın

64

SAYI 296 • ARALIK 2020

Yemen’deki yıkıcı savaşına verilen desteğin yeniden ele alınmasıyla sıfırlanabilir. ABD-Suud askerî ilişkileri değişmeyecek olsa da yeni gelen yönetim insan hakları meselelerini masaya yatırarak bunları daha görünür kılabilir. ABD Dışişleri Bakanlığında eski bir diplomat olan ve Atlantik Konseyinde geçici olarak görev yapan Qamar-ul Huda, “Gözle görülür neticeleri olacak mı bilmiyorum ama Biden’ın koltuğa oturmasıyla birlikte insan hakları meselelerine daha fazla önem verileceğini ve bunlara daha çok kaynak sağlanacağını düşünüyorum.” diye konuştu. Bundan dolayı, böyle bir dış siyaset değişimi savaşı durdurması için veliaht prens üzerinde daha fazla baskı uygulanmasına ve ABD’nin Suudilerin İran’a karşı daha agresif olmaları için yaptığı çağrıları göz ardı etmesine yol açabilir. İran’a karşı daha yumuşak bir tavır alınması ve Suudiler öncülüğünde Yemen’e yapılan müdahaleye verilen desteğin sona erdirilmesi ABD’nin geleneksel taahhütlerini uzun vadede azaltma stratejisinin de işareti olacaktır. Ne var ki bu Washington’un en önemli askerî ekipman alıcısını terk edeceği anlamına gelmez. James Madison Üniversitesinde Siyaset Bilimi Profesörü olan Bernd Kaussler, The New Arab’a verdiği söyleşide İran’la görüşmelerin devam etmesi hâlinde Biden’ın “İran’la azalan gerilim yüzünden oluşacak Suudi endişesini yatıştırmak üzere ABD askerî donanımını Riyad’a aktarabileceğini” ifade etti. İran’la Belirsiz Uzlaşma Yeni başkan, Tahran’ın uranyum zenginleştirme parametrelerine tamamen uyması hâlinde Obama yönetimi tarafından hazırlanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’na (JCPOA) yeniden dâhil olma sözü verdi. 2015 yılında imzalan ve Trump’ın 2018 yılında tek taraflı olarak çıktığı JCPOA’yı yeniden hayata geçirmek, İran’ın nükleer programını sözleşme şartlarının geçerlilik süresinin dolduğu 2025 yılına kadar yeni sınırlar içinde tutması karşılığında ülkeye yapılan yaptırımların kaldırılması anlamına geliyor. Tahran yönetimi ABD yaptırımları hâlâ yürürlükteyken müzakere yürütmeyi reddetti. Trump’ın İran rejimine karşı azami baskı kampanyası olan yaptırımlar milyonlarca İranlının ekonomik zorluklar yaşamasına sebep oldu. Washington’la Tahran


arasındaki gerilim ABD’nin dönüm noktası kabul edilen anlaşmadan “şimdiye kadarki en kötü anlaşma” diyerek çekilmesi sonrasında daha da arttı. Biden’ın dış siyaset ekibinin İran’ı yeniden yükümlülüklerine tam olarak uymaya ikna edip edemeyeceği henüz meçhul. Aynı şekilde Biden’ın ABD’nin nükleer anlaşma şartlarını sadece tekrar yürürlüğe mi sokacağı yoksa anlaşmayı yeniden müzakere mi edeceği de belli değil. İran’ın taviz vermeye ne kadar gönüllü olduğu da belirsizliğini koruyor. Ancak İran’a karşı ılımlı bir yaklaşım Tahran’ı öncelikli tehditleri olarak gören Körfez Arap ülkeleri için bir risk oluşturabilir. Öte yandan, İran üzerindeki baskı yeni seçilen başkan döneminde de muhtemelen devam edecek. ABD’nin İran özel temsilcisi Elliott Abrams, İran’a nükleer programı ve bölgesel eylemleri sebebiyle uygulanan yaptırımların, Biden nükleer anlaşmaya yeniden dâhil olmayı taahhüt etmiş olsa bile devam edeceğini iddia etti. BM gözlemcilerinin ve onların Orta Doğu’daki Amerikalı ortaklarının sürekli incelemelerinin de aynı şekilde baskıyı sürdüreceğini ifade etti. Gelecek yönetim, yaptırımları yumuşatarak JCPOA’ya dâhil olmaya ya da yeni bir anlaşmaya varmaya çalışabilir. İsrail-Filistin Cephesinde Değişiklik Yok Çeşitli Orta Doğu uzmanları, yeni başkan Biden’in, Trump’ın İsrail-Filistin politikalarının bazılarını devam ettirmesini bekliyor. Kıdemli bir İsrail destekçisi olan Biden’ın Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini kabul etmesi ya da ABD büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması gibi siyasi hamlelerinden herhangi birini değiştirme ihtimali pek bulunmuyor. Biden’ın, İsrail destekçisi bir demokrat olarak, Filistinli liderleri İsrail’le işbirliğini yenilemeye teşvik etmesi ama İsrail’in Filistinlilerin haklarını ihlal etmesini çok da eleştirmemesi daha muhtemel görünüyor. Yeni başkan ABD’nin İsrail-Filistin çatışması için geleneksel olarak onayladığı “iki devletli çözüm” anlayışını yeniden ortaya atacak ve yerleşim faaliyetlerini reddederek İsrail’in Trump’ın teşvik ettiği Batı Şeria’yı ilhakına karşı çıkacak. İsrail’in ilhak planlarını uygulamaya devam etmesi durumunda başkanın Tel Aviv’i nasıl cezalandıracağı sorusu ise yanıt bekliyor.

Kendisi ayrıca Filistin liderleriyle ilişkileri düzeltmeye ve Filistinlilere yapılan ve şu anki yönetim tarafından durdurulan yardımları sürdürmeye de söz verdi. Bu yardımlar arasında mültecilere verilen ekonomik ve insani desteğin sürdürülmesi, Gazze’de devam eden insani krizin ele alınması, Doğu Kudüs’teki ABD konsolosluğunun yeniden açılması ve Filistin Kurtuluş Örgütünün Washington’daki elçiliğinin yeniden açılması için çalışma yürütülmesi bulunuyor. Biden ve Demokratların çoğu İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasındaki ilişkilerin “normalleşmesini” sevinçle karşıladı. Bu nedenle İsrail’le Arap ülkeleri arasındaki bu normalleşme sürecinin bölgedeki diğer ülkelere de yayılmasını talep edebilirler. ABD’nin Bölgeden Sürüncemeli Çekilmesi Biden yönetimi ülke içindeki zorluklarla uğraşırken yabancı ülkelerdeki maceralar için pek de istekli olmayabilir ve ABD’nin Orta Doğu’nun bazı kısımlarındaki müdahalelerini azaltma yoluna gidebilir. Senatörken 2001 yılında Afganistan’ın ve 2003 yılında da Irak’ın işgalini destekleyen Joe Biden, başkan yardımcılığı zamanında Afganistan ve Irak’taki birliklerin azaltılması için çalıştı. Suriye’deki savaş ve yaşanan insani kriz için eleştirel bir pozisyonda bulunan Biden, 2018 yılında bu savaşı ABD’nin “en büyük açmazlarından” biri olarak tanımladı. Bununla beraber seçilmiş başkan daha önce Orta Doğu’daki mevcut birliklerin tamamının çekilmemesi, bölgede küçük bir askerî varlığın bulundurulması niyetinden de bahsetmişti. ABD’nin yeni başkanı sonu gelmez bölgesel savaşları bitirmek adına ABD birliklerinin sayısını azaltmaya devam etse de ABD güçlerinin bölgeden tamamen çıkmasını istemiyor gibi gözüküyor. Biden ayrıca Orta Doğu’da selefinin açtığı, Rusya, İran ve Türkiye’nin doldurduğu boşluğu daha da derinleştirmekten kaçınmaya çalışabilir. Qamar-ul Huda’ya göre yeni yönetim bölgedeki ABD mevcudiyetini diplomatik ve çok taraflı bir biçimde yeniden kurmaya yatkın olacak. Huda, “Biden karada daha az müdahale olmasını ve asker bulundurulmasını kabul edebilir ama bunu stratejik olarak anlamlı bulduğu sürece yapacaktır.” diyerek yeni ABD başkanının bölgede istikrarsızlık yaratmama noktasında dikkatli olacağını ifade etti.

SAYI 296 • ARALIK 2020

65


K I TA P

Tabiat Düzeni ve Din

Çevre krizini, insanın manevi krizinin bir yansıması olarak gören Seyyid Hüseyin Nasr, bu nedenle çevre krizinin sadece kozmetik çözümlerle bertaraf edilemeyeceğini iddia eden Müslüman bir düşünür. İnsanın yer ile gök arasında köprü olarak kendisinin farkına varmasının ve geleneksel düşünceye geri dönmesinin çözümlerden biri olduğunu belirten Nasr bu kitapta dünya, Yaratıcı ve insan arasındaki dengenin nasıl yeniden tesis edilebileceğiyle ilgili görüşlerini sunuyor. Yazar: Seyyid Hüseyin Nasr Yayınevi: İnsan Yayınları Dili: Türkçe

Öko-Dschihad – Der grüne Islam – Beginn einer globalen Umweltbewegung (Ekolojik Chad – Yeşil İslam – Küresel Bir Çevre Hareketinin Başlangıcı)

“Ekolojik cihad” kavramı etrafında dönen kitapta, bu kavram Müslümanların çevre ve tabiat için mücadele etmesi, zararlı alışkanlıklarla mücadele ederken aynı zamanda mevcut yapılara ve kaynakların israf edilmesine karşı çıkmaları olarak tanımlıyor. Aynı zamanda Müslüman dünyanın ekoloji konusuna bakışı, “ekolojik İslam” kavramıyla neyin kastedildiği, bu kavramı ilk kullananlar ve bu bilince sahip olan Müslümanların günlük hayatı da kitapta konu ediliyor. Yazar: Ursula Kowanda-Yassin Yayınevi: Residenz Dili: Almanca

İnsanın Anlam Arayışı

20. yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından Frankl, otuzun üzerinde yabancı dile çevrilen ve bütün dünyada 12 milyondan fazla satan bu kitapta, kurucusu olduğu logoterapinin ilkelerini, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde anlatmaktadır. Savaş esnasında içinde Ausschwitz’in de bulunduğu dört farklı toplama kampında tutuklu bulunan Frankl, bu kitapta varoluşun çetin koşullarında insanın anlam arayışına dair acı gözlemlerini okuyucuyla paylaşıyor. Yazar: Viktor Emil Frankl Yayınevi: Okuyan Us Yayın Dili: Türkçe

PERSPEKTIF’I SOSYAL MEDYADA TAKIP EDEBILIRSINIZ

perspektifeu


HASENE International e. V. Colonia-Allee 3 | D-51067 Köln T +49 221 942240-441 | F +49 221 942240-401 haseneorg www.hasene.org | sukuyusu@hasene.org | — Havale için banka bilgileri: Hesap Sahibi: HASENE International e. V. Banka: Kreissparkasse Köln IBAN: DE29 3705 0299 0149 2900 69 | BIC: COKSDE33XX Amaç: Adresiniz, 0000013

KISMİ YARDIM

500€

**

5.000 DKK | 5.500 NOK | 5.000 SEK 600 CHF | 850 AUD 750 CAD | 500 £

SU KUYUSU PROJESİ

Su hayattır, hayat kurtarır... *Not: Su kuyusu projesine 500 € ve üzerinde destek olanlar kuyuya isim verebilirler. **Meblağın %5’i partner kurumların tüzüklerinde öngörülen diğer amaçlar için kullanılacaktır. Veri koruması ve haklarınıza dair detaylı bilgiyi şu adresten okuyabilirsiniz: www.hasene.org/veri-koruma. Ayrıca veri koruması ile ilgili sorularınız için bizimle irtibata geçebilirsiniz. Proje Hasene International e. V. ve www.hasene.org/partner listesinde yer alan partner kurumlar tarafından ortaklaşa düzenlenmektedir.

SU KUYUSU PROJESİ

SAYI 296 • ARALIK 2020

67


EMUG e.V. Colonia-Allee 3 | 51067 Köln | +49 221 942240500 www.emugev.de | infak@emugev.de --Havale için banka bilgileri: Hesap Sahibi: EMUG e.V | Banka: KT Bank AG IBAN: DE09 5023 4500 0107 8000 08 BIC: KTAG DEFF XXX | Amaç: Infak 2020

KAMPANYASI

TERTİP EDEN KURUMLAR EMUG Avrupa Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği | +49 221 942240500 JİBKM Japonya İslam Birliği Kültür Merkezi | +81 0567 69 7551 UEPM Avrupa Müslüman Özel Eğitim Birliği | +33 1 42460444 IGMG Recklinghausen Şubesi | +49 2361 341 86 VAKIF İslam Vakfı | +49 30 50344896

IGMÖ Avusturya Müslümanları Mülkiyetler Topluluğu | +43 1 403336675 SHOH Sancak İnsani Yardım Organizasyonu | +381 62 813 93 86 SIG İsviçre İslam Toplumu | +41 44 8432030 IGMG Nagold Şubesi | +49 7452 605 11 80

Bağışların %10’u EMUG e.V. tarafından tüzükteki aynı amaçlar doğrultusunda değerlendirilir. Herhangi bir proje akamete uğradığında bu pay aynı amaçlı başka projeye aktarılabilir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.