10 minute read
Duyular, Duyulurlar Ve Adları
from Sabah Ülkesi 66
by un-it
DUYULAR, DUYULURLAR VE ADLARI
E. Burak Şaman*
Advertisement
uyularımız olmasaydı dildeki sıfatlarımız da olmayacaktı, benzetmelerimiz de. Fuzûlî’nin Leylâ ve Mecnûn mesnevisinde Leylâ’nın saçlarının kıvrılarak hazin Mecnûn’un boynuna zincir olarak vurulduğunu okuyamayacaktık.1 Ya da Jacques Brel’in popüler şarkısındaki kasvetli Amsterdam limanında, sahil boyunca rüzgârda savrulmayı bekleyen flamalar gibi uyuyan denizcilerden haberimiz olmayacaktı.2 Hatta duyularımız olmasaydı herhangi bir adlandırmadan da bahsetmek mümkün görünmüyor. Leylâ’nın saçlarının veya denizcilerin uykularının nasıl olduğunu bırakalım, Leylâ’nın veya denizcilerin adları dahi olmayacaktı. Zira Aristoteles’in belirttiği üzere ad (onoma), uzlaşımsal olarak anlamlı (semantikê) bir ses, seste olanlar ruhtaki etkilenimlerin (pathêmata) simgeleri (symbolon); yazdıklarımız ise sestekilerin simgeleridir.3 Burada “etkilenim” ile neyin kastedildiğini anlamaya çalışmak bizi duyulara götürecek, buna biraz daha yakından bakalım.
Klasik psikolojide ya da nefs (psykhê) kuramında duyumsama (aisthesis) bir tür hareket ettirilme (kinesthai) ve etkilenmedir (paskhein).4 Dış dünyadaki “mevcudat” bizleri etkiler. Bu bakımdan duyumsama bizim “dış” ile irtibatımızdır. Dışımızdaki âlemle olan bütün bağımız ya da ona dair bilgimiz dünyadaki hissedilir suretleri almakla başlar. Taş değil, taşın sureti bizdedir; geminin kendisi değil duyulur ve akledilir kısmıdır bizde olan. Geminin Boğaz’ı geçerken oluşturduğu dalgalar havayı titreştirerek kulağımıza çarpar, işitme organlarını hareket ettirir; geminin rengi görme organında iz bırakarak bir etkilenime veya izlenime sebep olur. Nihayet gemiye dair beş duyumuzla elde ettiğimiz farklı farklı duyumları birleştirir ve ruhta meydana getirdiği etkilenimi seste ifade ederek ona farklı dillerde uzlaşımsal bir ad veririz: gemi, ship, bateau, vb.
Klasik felsefe yukarıdaki süreci “soyutlama” (Yun. aphairesis, Ar. tecrîd) ile açıklar. Beş duyudan başlayıp, hayalgücü ve akla kadar yapılan soyutlama işlemi aslında mevcudatı kaba maddesinden soymak, maddenin karşısında konumlanan surete ulaşmak işlemidir. Sahilde dokunduğumuz sert taşlar, hayalgücümüzde sertliklerini yitirir ve maddilikten bir mertebe uzaklaşırlar ama renk ve boyut gibi duyulur içeriğe hâlâ sahiptirler. Oysa “taş” kavramı ya da taşın akledilir formu, renk ve büyüklük gibi duyulur içerikten bağımsız olan; çakıl taşı, çakmaktaşı, akik taşı gibi farklı türlerin taşıdığı maddi niteliklerin hiçbirine sahip olmayan akledilir (noeton) surettir. Balmumunun altın bir mührün altınını değil maddesiz suretini alması gibi ruh da duyulurların suretini alır.5
Duyumsama
Duyuların neler olduğunu ve nasıl işlediğini tanımlamak kolay iş değil. Klasik psikolojinin kurucusu Aristoteles bu noktada duyulur (aistheton), duyu (aisthesis) ve duyu organı (aisthetherion) ayrımlarını vazeder. Taş bilfiil serttir ve biz dışımızdaki taşa dokunduğumuz elimizle taşın sertliğini hissederiz. Bir nevi taşta olan bizde olur hâle gelir, duyular tam da bu mucizevi şeyi sağlar. Taş bilfiil serttir, onu duyumsayan kimsede ise sertlik bilkuvve hâlde vardır. Duyumsayan, taşa dokunduğu anda taşın bilfiil olduğu şeye benzer hâle gelir.6 Bunun gardırobumuza yerleştirdiğimiz lavantanın kazağımıza sinmesinden veya duvarın krem rengi boyayı almasından bir farkı var. Kazağımız lavantanın kokusunu duyumsamaz veya duvar krem rengi boyanın rengini hissedemez; kokuyu kazağın sahibi ve duvardaki boyayı boyayan alır, rengi duvara bakan görür. Duyumsama kokudan veya renkten etkilenebilme kuvvesine sahip canlılara özgü bir ayrıcalıktır. Taşın sertliğinin dokunma organıyla (ten) dokunma duyumuzu etkilemesinin ve duyumsamanın bir tür etkilenme olarak tanımlanmasının anlamı budur. Gelenek, canlıların sahip olduğu bu duyuların beş olduğunda karar kılmıştır: görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma. Ne var ki bu yazıda duyumlamanın mekanizmasından çok, duyu ile duyulurlar arasındaki ilişki ve duyulurlara verdiğimiz adlar üzerinde duracağız. Öncelikle Aristoteles’in ortaya koyduğu hâliyle tek tek duyuları ve duyulurları yazının sınırları el verdiğince ele alalım.
Renkler
Duyu ve duyulur ilişkisini görme duyusuna uyarladığımızda görme (opsis) ve görülür olan (oraton) ikilisi karşımıza çıkar. Aristoteles’e göre görülür olan, renk7; şeylerin renginin görülme koşulu ise ışıktır.8 Işık olmadan renklerin görülmemesini temel almış olmalıyız ki renkleri tarif ederken ışığı baz alarak “açık” ve “koyu” olarak sınıflandırırız. Bunun bir başka nedeni ise duyunun tek bir karşıt ikilisine yönelik olmasıdır, örneğin görme siyah ve beyaza yöneliktir.9 Siyah en koyu, beyaz ise en açık renk gibi düşünülür ve diğer renkler bu karşıtlar arasında sıralanır. Açık ve koyu adlandırmalarımızın dışında, yumuşak renklerden, hareketli ve canlı renklerden de bahsederiz.
Sesler
İşitme (akoê) ve işitilir olan (psophêtikon) ikilisinde işitilir olan sestir (psophos). Aristoteles seslerin karşıtlar çiftinin ise ince ve kalın olduğunu belirttikten sonra incelik ve kalınlığın dokunma
üzerinden anlaşılabileceğini belirtir: “Ancak dokunulur (haptos) şeylere benzeterek seslere de ‘ince’ ve ‘kalın’ denir; çünkü ince olan, duyu organını kısa süre içinde pek çok kez hareket ettirir, kalın olan ise uzun bir zamanda az. […] Dokunma duyusunda ince uçlu ve kalın uçlunun durumuyla bir benzerlik var gibi görünüyor burada: İnce uçlu olan batar gibidir, kalın uçlu olansa bastırır gibi. Çünkü ilki kısa sürede, ikincisi uzun sürede harekete yol açar, işte bundan dolayı ilki hızla, ikincisi yavaşlıkla ilişkilendirilir.”10 Aristoteles’in yaptığı ayrım aslında sesi frekans üzerinden düşünen modern fizikle tutarlıdır. Buna göre titreşim hızı anlamına gelen frekans arttığında ses tizdir; titreşimi düşük, yani daha “yavaş” olan ses sinyali ise kalındır.
Ses konusunda Aristoteles anlamsız ses/gürültü (psophos) ve anlamlı ses/ötme (phonê) ayrımına gider. Böylece duvara vurduğumuzda çıkan ses ile insanın konuşmasını ayırt etmiş oluruz. “Ötme ruh taşıyan bir şeyin sesidir.”11, ama benzerlik yoluyla kaval veya lir gibi şeylerin de öttüğü söylenebilir, der Aristoteles. Herhangi bir müzisyen enstrümanını çok iyi çaldığı zaman “öttürüyor” ile enstrümanını “konuşturuyor” gibi ifadeleri kullanmamız tesadüfi olmasa gerek. Zira klarnetçi klarnetini o kadar iyi çalar ki insana özgü olan konuşmayı klarnet için kullanır ve tıpkı ruh sahibi insan gibi klarnetin “dile geldiğini” söylemiş oluruz. Çünkü ötme (phonê) Aristoteles’e göre anlamlı sestir (semantikos psophos)12; anlamı işaret etmek (semainein) üzerinden düşündüğümüzde iyi çalınan klarnetin bir şeyleri işaret ettiğini, bize bir şeyler söylediğini düşünebiliriz.
Kokular
Sürekli emin olamayıp kendimizi “Ne kokuyor burası?” diye sorarken yakalamamız doğal. Aristoteles koku duyusu (osmê) ve kokulu olan (osphrantos) konusunda konuşmanın zor olduğunu zira kokunun, ses, ışık ve renk kadar açık olmadığını söyler.13 Sesleri adlandırırken ise ses ile dokunma arasındaki ilişkinin benzeri filozofa göre koklama ve tatma arasında bulunur: “Nasıl tatlardan bazıları tatlı, bazıları acıdır, kokular da böyle. Bazı şeylerin kokusuyla tadı arasında bir orantı vardır, yani örneğin tadı tatlı olduğu gibi kokusu da tatlıdır; fakat bazı şeylerde tersi geçerli. Benzer şekilde koku da tat gibi kekremsi, ekşi, keskin ve yağlı olur. Ancak, söylediğimiz gibi, kokuları tatlar kadar ayrıştıramadığımız için, aralarındaki benzerlikten yola çıkarak kokulara tatların adını veririz: Safran ve bal tatlı kokar, kekik ve benzeri şeyler kekremsi kokar. Başka kokular da böyle.”14
Tatlar
Tat alma (geusis) ve tadılır olan (geuston) ayrımında ise tadılır olan tattır (khumos).15 Uzaktan bakarak besinlerin tadını alamadığımız aşikâr, manavda bundan dolayı çoğunlukla tatsız domatesleri seçiyoruz. Tam da bu nedenle Aristoteles tat almayı bir tür dokunma gibi düşünür.16 İyi karpuzu anlamak için dilimiz karpuza değmeli yani dokunmalıdır. Tat türlerindeki karşıtlar ise tatlıyla acı olup geri kalanlar bunlar arasındadır: “Tat türleri renklerdeki gibidir. Yalın tatlar karşıtlardır: Tatlıyla acı. Bunları izleyen yağlı ve tuzlu. Aralarında da kekre, ekşi, buruk ve keskin.”17
Dokunuş
Dokunma (haphê) ve dokunulur olana (hapton) geldiğimizde işler karmaşıklaşır. Zira dokunulur olanın ne olduğu açık değildir:18 “Her bir duyu tek bir karşıt ikilisine yönelik görünüyor. […] Oysa dokunulurlarda karşıtlar birçok: Sıcakla soğuk, kuruyla ıslak, sertle yumuşak ve benzerleri.”19 Gerçi bu sorunu çözmenin bir yolu olarak Aristoteles diğer duyular için de birden fazla karşıttan bahsedebileceğimizi hatırlatarak, dokunmanın nesnesinin bir karşıt olmaması sorununu anlaşılır kılmaya çalışır: “Öbür duyularda da karşıtlar birden çok, örneğin ötmede incelik ve kalınlığın yanında, yükseklik ve alçaklık, pürüzsüzlük ve tırmalayıcılık ve benzerleri var. Renkte de bunlar gibi başka başka farklar (diaphorai) var.”20 Sonunda ise şuna varır: “O hâlde dokunulur olanlar, cismin cisim olarak farklarıdır, yani öğeleri birbirinden ayrıştıran farklardır: Sıcakla soğuk, kuruyla ıslak.”21 Aristoteles’e göre cisimleri meydana getiren doğal öğeler bu iki nitelik çiftinin çaprazlanmasıyla meydana gelir. Bu açıdan dokunulur olanlar doğrudan cismin cisim olması bakımından farklarıdır. Aristoteles’te dokunmanın temel duyu olarak görülmesinin sebeplerinden biri de bu olsa gerek. Diğer duyular hava veya su gibi bir ortam, yani aracı üzerinden gerçekleşirken dokunmanın hem ortamı hem de organı tendir ve cismin cisim olması bakımından farklarını duyumsarlar.
Duyu ve duyulurların adları
Beş duyumuzu adlı adınca saydık. Aristoteles’in duyu ile duyulur arasında etkilenme üzerinden kurduğu
ilişkiyi kuvve (güç) ve fiillik (işlerlik) üzerinden açıklayışına geri dönelim. Etkileyenin fiili etkilenende ortaya çıkar22, yani bilfiil ses çıkaran geminin sesi onu işitenin işitme duyusundadır, dokunulan taşın etkinliği ona bilfiil dokunanın dokunma duyusundadır. Bu noktada zihin felsefesinde karşımıza çıkan malum soruyu anımsayabiliriz: Kimsenin olmadığı yerde devrilen ağaç ses çıkarır mı? Aristoteles’in bu soruya cevabı şu satırlarında yazdıkları olabilir: “Duyulur olanın ve duyunun işlerliği bir ve aynı olsa bile, onların olmaklıkları aynı değildir. Yani işler hâldeki sesle işler hâldeki işitmeyi ele alalım örneğin: İşitme duyusuna sahip olan işitmiyor olabilir, sesi olan da her an ses çıkarmıyor olabilir; ancak işitme gücü olan işler hâle gelince ve ses çıkarma gücü olan da işler hâlde ses çıkarınca, işitme ve işler hâlde ses işte o zaman aynı anda ortaya çıkar — ilki için “işitiyor”, ikincisi içinse “ses çıkarıyor” denebilir.”23 Dolayısıyla kimsenin olmadığı bir ormanda devrilen ağacın “ses çıkarma”sından ne anladığımız belirginleştirilmelidir. Aristoteles şöyle devam eder: “…Dolayısıyla ses çıkarma gücü olanın işlemi sestir ya da ses çıkarmadır; işitme gücü olanınki de işitme duyusudur ya da işitmedir; çünkü işitme iki anlama gelir, ses de öyle”24. Ses çıkarma da işitme de iki anlama gelebilir, tıpkı doğuştan sağır olan yavru kedisini kontrole götüren kimsenin veterinere “İşitiyor mu?” diye sormasındaki “işitme” ile telefonda “Evet, söylediklerini işittim.” diyen arkadaşınızın cümlesindeki işitme arasındaki fark gibi.
Buradan varmaya çalıştığım ayrıma gelelim, geminin Boğaz’dan geçerken çıkardığı ses ile onu işitenin duyusu bilfiil hâlde aynıdır. İlkine ses çıkarma, ikincisine işitme denir. Ne var ki bütün duyular için aynısını söyleyemiyoruz. Aristoteles bu olguya şu cümlelerle dikkatimizi çeker: “Bazı durumlarda iki tarafın da ismi varken (örneğin “ses çıkarma” ve “işitme”), bazı durumlarda taraflardan biri isimsizdir. Görme duyusunun işlerliğine “görmek” denir, fakat rengin işlerliğine denk düşen bir isim yok; tat duyusunun işlerliğine “tat alma” denir, fakat tadın işlerliği için bir sözcük yok”25 . Gemi “ses çıkarır” ve onu “işitirim”. Buna karşın kuşun rengini “görürüm”, oysa kuş “renk vermez”, ya da “renklemez”, dilde de böyle bir fiil yok. Kimsenin bal “tatladığı” için balın tadını aldığı görülmemiştir. Taşa dokunurum ama taş “dokumaz” ya da “sertlemez”.
Duyu ile onun karşılık geldiği şey/nesnesi arasındaki bu simetrisizlik bizi bu yazının sonucuna getiriyor: adlandırmalarımızın temelinde mevzubahis simetrisizliğin yattığını düşünüyorum. Duyumsamanın ruhta bir etkilenme meydana getirdiğini, bu etkilenimin duyulurlardan geldiğini ama duyumsayanda etki ettiğini belirtmiştim. Duyulurun da duyumsayanın da bilfiil olduğu duyumsamada, duyulurla duyumsayanın fiili arasında bir örtüşmeme hâli söz konusu. Rengi duyumsarız ve bu duyudaki fiilin tek bir adı bulunur: görmek. Ama duyulurun yani rengin fiilinin tek bir adı yok; renkler parlar, uçuşur, silikleşir, canlanır… Hatta dilde o kadar belirsizdir ki duyulurların adları, onları başka duyular cinsinden ifade edip dururuz. Sergide gördüğüm fotoğraf çok dokunaklıdır, acıdır, tatlıdır, ağırdır… Dinlediğim şarkıcının sesi pürüzsüzdür, buruktur, yumuşaktır. Kelimelere döktüklerim ruhtaki etkilenimlerden ibaret olduğu için duyulurları diğer duyularımla bildiğim bütün sıfatlarla seslendirip onlara uzlaşımsal olarak anlamlı bir ad veririm. Leylâ’nın saçları kalbe dokunur, kirpikleri ok gibi keskindir; Amsterdam limanındaki gemicilerin sesleri boğuk, bakışları serttir. İyi ki duyulurların fiilinin duyular gibi tek bir adı yok; iyi ki duyulurların etkisi duyumsayanda ortaya çıkıyor da onları seste ve yazıda türlü adlarla, türlü sıfatlarla işaret edebiliyoruz, şiirler ve şarkılar bu sayede varlar.
* Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Felsefe Bölümü. 1 “Ey neş’et-i hüsni aşka te’sîr kılan Aşkıyla binâ-yı kevni ta’mîr kılan Leylî ser-i zülfini girih-gîr kılan Mecnûn-ı hazîn boynına zencîr kılan” Bkz. Fuzûlî, Leylî ve Mecnûn, haz. Muhammet Nur Doğan, YKY, 2000, s. 24. 2 “Dans le port d’Amsterdam Y’a des marins qui dorment Comme des oriflammes Le long des berges mornes” Bkz. Jacques Brel, “Amsterdam”, Olympia, 1964. 3 Aristoteles, Yorum Üzerine, çev. Saffet Babür, İmge Kitabevi, 2018, 16a20 ve 16a3, s. 7. 4 Aristoteles, Ruh Üzerine, çev. Ömer Aygün-Gurur Sev, Pinhan, 2018, 416b33, s. 115. (Bundan böyle bu eser Ruh Üzerine olarak anılacaktır). 5 Ruh Üzerine, 424a18, s. 159. 6 Ruh Üzerine 418a3-6, s. 121. 7 Ruh Üzerine 418a26, s.123. 8 Ruh Üzerine 418b3, s. 125. 9 Ruh Üzerine 422b24, s.149 10 Ruh Üzerine 420a29-420b4, s. 13-137 11 Ruh Üzerine 420b4, s. 137. 12 Ruh Üzerine 420b32, s. 139. 13 Ruh Üzerine 421a7, s. 139. 14 Ruh Üzerine 421a27-421b3, s.141 15 Ruh Üzerine 422a17, s. 145. 16 Ruh Üzerine 421a17, s. 141. 17 Ruh Üzerine 422b11-14, s. 149. 18 Ruh Üzerine 422b34, s. 151. 19 Ruh Üzerine 422b23-27, s.149-151. 20 Ruh Üzerine 422b29-32, s.151. 21 Ruh Üzerin 423b26-28, s. 157. 22 Ruh Üzerine 426a2, s.169. 23 Ruh Üzerine 425b26-426a2, s. 169. 24 Ruh Üzerine 426a6-8, s. 169. 25 Ruh Üzerine 426a12-15, s. 170.