9 minute read

Bakıştan Dokunmaya: Antik Düşüncede Beş Duyunun Tarihine İlişkin Düşünceler

Next Article
Nedenler Kitabı

Nedenler Kitabı

BAKIŞTAN DOKUNMAYA: ANTİK DÜŞÜNCEDE BEŞ DUYUNUN TARİHİNE İLİŞKİN DÜŞÜNCELER

M. Michela Sassi*

Advertisement

izyolojik açıdan baktığımızda, Antik Yunanların duyuları da tıpkı bizimki gibi işliyordu. Aslında, modern bilim, insan türünün kökeninden bu yana, bize duyumun fizyolojisinin zaman ve mekânda değişmeden kaldığını taahhüt eder. Bununla birlikte, algısal süreçlerin mekanizmaları evrensel olsa da duyularımızı kullanma şeklimiz öyle değildir. Dünyadaki şeylere verdiğimiz anlamlar büyük ölçüde duyular yoluyla bize aktarılır, ancak duyular, içine daldığımız kültürel varsayımların mercekleri aracılığıyla dünyayı bize sunarlar.

Yirminci yüzyılın ilk yarısından beri antropolojik araştırmalarla bu temel nokta vurgulanmıştır. Ancak bu keşif uzun dönemde tarihsel araştırma alanına yetki verdi ve böylece bu alanda yüzyılın sonlarına doğru “duyusal tarih” (sensory history) adı verilen, algısal deneyimin kültürel çeşitliliği sorununu merkezine koyan yeni bir çalışma alanını ortaya çıkardı. Tarih yöntemlerinin genellikle antropolojinin yöntemleriyle birleştirildiği bu yaklaşımda, duyular belirli bir zaman ve mekânın ürünü olarak incelenir. Alain Corbin’in 1982 yılında yayınlanan öncü çalışması Le miasme et la jonquille’den (Kötü Hava ve Fulya) en azından örnek vererek bahsetmek yerinde olacaktır. Çalışmada Fransa’da on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında gerçekleşen bir “koku devrimi” yeniden inşa edilmektedir. Halk sağlığına yönelik yeni bir ilgi ile karakterize edilen bu aşamada, şehirleri zararlı kötü havalardan (miazma) arındırmak ve kötü kokuları özel alanlarla sınırlamak için duyulan ivedi ihtiyaç, diğer şeylerin yanı sıra, “iyi” ve “kötü” koku taşıyıcıları arasında tamamen yeni bir toplumsal ayrımın kurulmasına da katkıda bulunmuştur.

Dahası, Yunanların duyusal deneyiminin, özellikle görme duyusuna ilişkin tuhaflığı, kültürel antropoloji doğmadan çok önce antik dünya üzerine çalışan bilim insanlarının dikkatini çekmişti. Zaten Goethe, Renk Teorisi [Farbenlehre] (1810) adlı eserinde, antik çağlarda görsel süreç hakkında geliştirilen bilimsel teorilerin çoğunun, bazen gözden çıkan ve nesnelere dokunan bir ışın şeklinde, dış ışıkla etkileşimli olarak hareket eden, gözün kendisinde bulunan ışığa ayrıcalıklı bir rol atfettiğini coşkuyla anmıştır. Bu izah temelinde teoriler, renk çeşitliliğini en parlak rengin uçları arasında mümkün olan farklı parlaklık geçişlerine indirgemiştir, beyaz (leukos terimi hem “beyaz” hem de “açık” anlamına gelebilir) ve ışıktan en fazla yoksun olan (melas hem “siyah” hem de “koyu” olarak nitelendirilir).

Goethe bu teorik paradigmayı, ortak renk deneyimine daha yakın bir şekilde, Newton tarafından ışığın prizma yoluyla ayrıştırılmasına ilişkin ünlü deney temelinde geliştirilen teoriye karşıt olarak savunmuştur. Bu şekilde, Goethe’ye göre Newton, renklerin algılanmasını insanlığa ait bir deneyim olmaktan çıkarıp onları bir ortamdaki ışığın kırılma açısıyla matematiksel olarak belirlenen bir ızgaraya hapsetmiştir. Ancak Yunan filozofları, kültürlerindeki ortak bir deneyime basitçe teorik görünüm vermişlerdi.

Goethe’nin sezgilerinden başlayarak antik bilim alanında bugüne kadar yapılan çok sayıda çalışma, Yunanların ışık ve gölgenin etkilerine karşı güçlü hassasiyetini teyit etmeye yardımcı olmuştur. Ayrıca renklerin çeşitliliğinin tonlar ve tonların da kromatik gölgeler açısından değerlendirilmesini de onaylamıştır. (En nihayetinde bugün Newton spektrumunun farklı tonlarını doğru bir şekilde ayırt etme yeteneği, pazarlama ihtiyaçlarının gerektirdiği yapay renklerin üretimindeki artışa paralel olarak teknolojik dünyamızda olgunlaştı.) Burada, arkaik çağdan geç antik çağlara kadar Yunan kültürünü şekillendiren etik ve bilişsel modellerin çizildiği Homeros’un İlyada ve Odysseia eserinden bazı temsilî örnekler seçebiliriz.

Öncelikle, Homerik kromatik kelime dağarcığı (lirik şairlerin hemen kendilerini modelleyeceği), belirtildiği gibi, kesin bir renk ayrımından ziyade affektif tonlara olan ilgiyi yansıtan belirli bir akışkanlığa sahiptir. Örneğin, xanthos terimi, tanrıların ve kahramanların parlak sarı saçlarından altın bal, kehribar, ateşin kırmızımsı alevine kadar çok çeşitli sarı tonlarını kapsar; chloros (bitkinin Yunanca adı chloe ile yakından ilgili bir terim), sadece bitki örtüsünün yeşilini çağrıştırmaz (tazelik ve parlaklık çağrışımlarıyla), aynı zamanda bir yandan canlı bir sarıyı (bala genellikle chloron denir), diğer yandan korku veya kıskançlık (Sappho’nun ünlü bir şiirinde olduğu gibi, aşktan hasta olduğu için kendini “bitkilerden daha yeşil” olarak tanımlayan kişi) gibi güçlü duygular tarafından dikte edilen solgunluğu da işaret eder.

Homeros’ta görme eylemini çeşitli affektif çağrışımlarla tanımlayan sayısız fiil arasında en azından derkesthai’den bahsetmek gerekir. Bu sözcük gözün faaliyetini, başka bir kişi tarafından korkunç veya delici olarak algılanan bir bakışın “parıldaması” kadar göstermez. Bu nedenle oldukça ifade edici bir işleve sahiptir, ancak temelinde,

Dünyadaki şeylere verdiğimiz anlamlar büyük ölçüde duyular yoluyla bize aktarılır, ancak duyular, içine daldığımız kültürel varsayımların mercekleri aracılığıyla dünyayı bize sunarlar.

gözlerden çıkan yangın kavramına somut biçimde atıfta bulunur. Daha genel olarak, gözün, gözlemlenen bireyin düşüncelerini ve duygularını ortaya çıkardığı düşüncesi çok uzun bir ömre sahiptir. Özellikle antik çağa baktığımızda, ruhun en iyi “aynası” olarak, gözleri diğer fiziksel özelliklerin üzerinde ayrıcalıklı kılan (MÖ 4. yüzyıldan itibaren) fizyonomik incelemelerin serpilip çoğaldığını hatırlıyoruz. Bunlar eski toplumlarda göz teması ve yüz yüze etkileşimin önemini kanıtlıyorlar. Öte yandan eski Yunan kültüründe ve küresel düzeyde sayısız kültürde, yaygın olan “nazar” kavramı, lanetin kurbanına somut zarar verebildiği, gözbebeğinden çıkabilen, güçlü kıskançlık duygusuyla harekete geçen, negatif güçlerin olduğu fikrini varsayar.

Görsel deneyimin kendine özgü özellikleri, antik dünyanın bilginlerinin aşikâr olduğu Yunan kültürünün bir başka özelliği ile aynıdır. Ünlü Alman filolog ve Yunan bilim insanı Ulrich von Wilamowitz-Moellendorff, öldüğü yıl olan 1931’de yayınlanan Yunanların İnancı [Der Glaube der Hellenen] adlı kitabında ortaya koyduğu üzere, Yunan medeniyeti bir görme medeniyetiydi. Yunanların inancı gizli tanrıları tasavvur etmez: tanrılar kendilerini yeryüzündeki fanilere insan biçiminde gösterirler ve onların tanrısal doğaları, ortaya çıkardıkları ihtişamla, en yükseklerin yükseği olarak ve görünüşüyle (idea) tezahür eder; görünmez olan ölülerin krallığıdır (Hades kelimenin tam anlamıyla “görünmeyen”dir). Görmenin diğer duyular üzerindeki üstünlüğü, dil düzeyinde en net karşılığını bulur. Bilme durumu (oida, “bilme”; eidenai, “öğrenme”, “tanıma”) dilbilimsel ve kavramsal olarak görme eyleminden (idein) ayrılamaz. Ve çoğu Batı dilinde “teori” kavramının türetildiği ve rasyonel düşüncelerin soyut bir kompleksi olarak anlaşılan Yunanca theoria terimi, aynı zamanda theatron, “tiyatroda” türetilen ve başlangıçta “düşünceli bir bakış” anlamına gelen theaomai fiili (“izlemek”) ile aynı kökten türemiştir. Bilgiye yönelik duyuların güvenilirliği sorununun ortaya çıktığı bağlamlarda bile, her durumda (Yunan felsefesinin sabitine göre) aklın incelemesine tabi tutulsa bile, görme en bilgilendirici olanıdır ve bunu işitme takip eder. Örneğin Sokrates öncesi filozof Efesli Herakleitos, “gözlerin kulaklardan daha güvenilir tanıklar” olduğunu yazar. Duyusal görüş ve düşünsel görüş arasındaki ilişki, nihayet Platon’un çalışmasında da karşımıza çıkar. O, duyuların anlaşılır gerçekliğe göre aldatıcılığı konusunda ısrar ederken, şeylerin varlığının anlaşılır temelini, bilginin yüce nesnesini, eidos veya idea dediği şey olarak, yani duyusal varlıkların kelimenin tam anlamıyla “görünümü” ve “biçimi” olarak tanımlar (her iki terim de yukarıda ele alınan görme ile aynı kökten oluşturulmuştur). Dahası, Phaedrus’un güzel bir pasajında, görme, sahip olduğumuz hislerin en “berrak” ve “keskin”i olarak ilan edilir. Aslında bu, ideal güzellikten yansıyan duyusal güzelliğin bir yansımasını, dünyada bir an için görülebilen tek Form’u kavramamızı sağlar.

Yakın zamandaki “duyusal tarih” perspektifinde, Yunan kültürünün görme-merkezciliği kültürel yapı açısından düşünülmüştür ve hatta bazen Batı dünyasındaki duyular üzerindeki yansımanın gelişimini diğer duyuların aleyhine koşullandırdığı için “kınanmıştır” (örneğin Corbin tarafından “tekrardan hayat buluncaya” kadar kokuların dışlanması gibi). Bu pozisyonun destekçilerinin bile bu “yapısökümcü” önyargıdan hareket etmelerine itiraz edilebilir, çünkü görmenin birey ile dünya arasındaki en doğrudan ve etkili iletişim kanalı olduğunu inkâr etmek zordur. Ancak Batı dünyasında geleneksel olan beş duyunun hiyerarşik sınıflandırmasının aslında bir geleneğin meyvesi olduğu ve bunun Yunan düşüncesi bağlamında ilk kez detaylandırılmış ve düzenlenmiş bir modelden geliştiği de inkâr edilemez. Diğer kültürlerde ise farklı modeller geliştirilmiştir. Örneğin, klasik Çin düşüncesinde, bedenin beş duyusu olduğu konusunda fikir birliği bulunmaktayken bu duyuların ne olduğu konusunda uzlaşma yoktu. Aristoteles'ten sonra Batı'daki duyu listeleri dokunuşla biterken, Çince metinlerde bulunanlar genellikle bedenin veya zihnin (organı kalp olan) “biçimi” olarak karşımıza çıkar. Dahası, kalp-zihin duyusal bir işleve özümsenme eğilimindeyken, Yunanlardan itibaren Batı felsefesi, aklın bilişsel önceliğini belirleyerek duyular ve akıl arasına net bir karşıtlık koymuştur. Ayrıca Pali Derlemesi’nde temsil edilen Budist düşüncede, duyusal deneyim gerçekliğin tek bilgi kaynağı olarak kabul edilir ve ruh gibi algılanamayan varlıkların varlığı yapılandırılmamıştır; ancak duyu kabiliyetleri, dış nesnelerine uygun olarak altı boyutta kurulmuştur: göz / görünür nesneler, kulak / sesler, burun / kokular, dil / tatlar, beden / dokunsal nitelikler, zihin / zihinsel nesneler (yani kavramlar).

Bu birkaç karşılaştırmadan iki önemli nokta ortaya çıkıyor. İlk nokta, en deneyci versiyonlarında bile Yunan felsefesinin kendine özgü ve değişmez bir özelliği olan

duyular ve akıl arasındaki karşıtlık sorunuyla ilgilidir. Ancak bu tematik diziyi takip etmek bizi, duyuların tarihî resminden çok uzağa götürecektir ki duyuların tarihini merkeze almak yerine ikinci noktayı düşünerek sonuca varırsak. Yani, beş duyudan oluşan sistemin gelişmesi ve nihayetinde Yunan bilgisine kendini yerleştirmesine paralel olarak dokunmaya yönelik bir dikkatin ortaya çıkması gerçeği. Aristoteles ile, dokunmanın kendisi, niteliksel olarak ondan farklı olsa bile, görme gücünden daha az olmamak üzere bilişsel güce sahip olan özerk bir duyarlı işlev olarak kabul edilir.

Her şeyden önce, algısal süreçlerle daha derinlemesine ilgilenen Sokrates öncesi yazarlara göre (Empedokles ve Demokritos) görme, duyma, koku alma, tat alma, belirli maddi (görünmez) yayılımların nesnelerden ayrıldığında ve ilgili organların kurucu unsurları ile (benzerler arasındaki temas prensibi sayesinde) etkileşime girdiğinde aktif hâle gelir ve içsel bir ruhsal ilkeye (aynı zamanda maddi) aktarılır. Sesler için kulak içindeki havaya yayılan havanın yer değiştirmeleri, kokulu parçacıkların burun deliklerine girmesi ve tatların dil tarafından tadılması gibi, renkli ışık demetleri de göz ışığıyla temas etmektedir. Temasa dayalı bir modelin benimsenmesi muhtemelen bu yazarlarda dokunsal işlevin anlaşılmasını engellemiştir ve buna dokunsal nitelikleri kavramak için özel olarak şekillendirilmiş bir organdan yoksun olunduğu gerçeği de eklenebilir. Platon’un kozmosun ve insan bedeninin oluşumuna adadığı diyalogu Timaeus’da bir adım ileri öne atılır: Burada duyusal süreçleri nesnelerden maddi yayılımlar yoluyla açıklayan Sokrates öncesi modeli benimser, fakat sıcak-soğuk, nemli-kuru, sert-yumuşak, pürüzlü-pürüzsüz gibi duyumsamalara özel bir bölüm ayırarak “tüm bedeni içeren” bir model benimser. Platon’un, M.Ö. beşinci yüzyılın sonlarından dördüncü yüzyılın başlangıcına kadar Yunan tıbbındaki gelişmelerden etkilendiği ve genellikle dikkatli bir gözlemci olduğu hipotezine girilebilir. Uzman hekimlere yönelik, Hipokrat adıyla aktarılan bu dönemin birçok tıbbi yazısında, hastanın klinik profilini oluşturmak için yararlı olan çeşitli yöntemler önerilmektedir: Hastanın vücuduna dokunmak ve onu kabaca ellemek, burada hastalığın ciltteki ilerlemesinin belirtilerini gözlemlemek veya kendisi ve ailesi tarafından sağlanan anamnestik (geçmiş) bilgileri dinlemek kadar önemlidir (ve diğer şeylerin yanı sıra koku ve tat, hasta bedenden atılan sorunların doğasını test etmek için yararlıdır).

Ancak beş duyudan oluşan dizinin kesin düzenlemesi Aristoteles’e aittir. Phaedrus’un Platon’u ile neredeyse doğrudan bir çizgide olan Aristoteles, görmenin zihinsel bilgi düzeyinde önceliğini korur: Metafizik’in ünlü başlangıcında, tüm insanların doğal olarak bilgiye (eidenai) talip olduğunu beyan eder ve bunun da duyumsamanın faydası için değil, kendileri için sevdiğimizden dolayıdır ve her şeyden önce duyumsama, “gözlerden gelen” duyumun olgusudur. Ancak Aristoteles’in bir bilim insanı olarak doğanın duyusal algısı üzerine düşündüğü çalışmalardan (Ruh Üzerine ve Parva Naturalia, insan ve hayvan fizyolojisine adanmış doğa felsefesi üzerine kısa yazılardan oluşan çalışmalardır) çok daha karmaşık bir tablo ortaya çıkıyor.

Burada Aristoteles, Sokrates öncesi “mekanik temas” modelini reddeder ve duyu organın nesnenin biçimsel belirlemelerini veya onun duyusal niteliğini madde olmadan üstlendiğini savunur: bu, ona “uzaktan” çalışan duyuları (görme, duyma, koku alma) ve hissedebilen beden ile nesne arasında somut ve görünür bir temasın gerçekleştiği duyuları net bir şekilde ayırt etmesini sağlar. Bu, sıcak-soğuk, nemli-kuru, sert-yumuşak, pürüzlü-pürüzsüz niteliklerle ilgili bir tür dokunuş ve aslında tam olarak dokunma olarak kabul edilen bir tat meselesidir. Bu çiftler arasında ilk ikisi temeldir çünkü sıcak, soğuk, nemli ve kuru dört nitelik, tüm duyusal bedenlerin (ateş, hava, su ve toprak) kurucu unsurlarını karakterize eder. Bu teori, dokunuşu duyu hiyerarşisinin tepesine simetrik ve görme ile eşit bir konumda yerleştirmeyi mümkün kılar. Aslında, bir yandan görme “nesneler arasındaki en büyük farklılığı” kavrayabiliyorsa, dokunma, bizi dünya ile birincil irtibata sokan duyudur, çünkü bize doğal bedenlerin temelde kurucu niteliklerini kavramamızı sağlar ve bu anlamda, özellikle insanda “en hassas” duyumdur. Hayvan, bitkiden duyu sahibi olmasıyla ayrılır ve farklı hayvan türleri (zoolog Aristoteles’in iyi bildiği gibi) çeşitli duyulara sahiptir: Hayvan olan hiçbir organizma dokunmadan mahrum değildir çünkü bu onun yaşaması için çok önemlidir. Dahası, Hayvanların Bölümleri Üzerine [De Partibus Animalium] adlı zoolojik incelemede Aristoteles, insanın en zeki canlı olduğunu beyan eder çünkü ele sahiptir. İnsan en karmaşık canlıların içinde eliyle birçok işlevi yerine getirebilme yeteneğinden dolayı, yani dokunmanın mükemmel bir enstrümanı ele sahip olduğu için scala naturae’nin (büyük varlık zincirinin) tepesindedir.

Nitekim, bu nedenle, beş duyu dizisi bir yapının meyvesidir. Ancak bu yapının yazarı, Aristoteles gibi bir filozof ve bilim insanıdır ve ampirik gerçekliği gözlemleme ve analiz etme konusunda benzersiz bir yeteneğe sahiptir. Dokunma ve görmenin önceliği, tam da dünyanın yakın, dakik, sadık bir gözlemine işaret eder.

*Prof. Dr., Pisa Üniversitesi, Antik Felsefe Tarihi.

This article is from: