DOSYA
BAKIŞTAN DOKUNMAYA: ANTİK DÜŞÜNCEDE BEŞ DUYUNUN TARİHİNE İLİŞKİN DÜŞÜNCELER M. Michela Sassi* izyolojik açıdan baktığımızda, Antik Yunanların duyuları da tıpkı bizimki gibi işliyordu. Aslında, modern bilim, insan türünün kökeninden bu yana, bize duyumun fizyolojisinin zaman ve mekânda değişmeden kaldığını taahhüt eder. Bununla birlikte, algısal süreçlerin mekanizmaları evrensel olsa da duyularımızı kullanma şeklimiz öyle değildir. Dünyadaki şeylere verdiğimiz anlamlar büyük ölçüde duyular yoluyla bize aktarılır, ancak duyular, içine daldığımız kültürel varsayımların mercekleri aracılığıyla dünyayı bize sunarlar. Yirminci yüzyılın ilk yarısından beri antropolojik araştırmalarla bu temel nokta vurgulanmıştır. Ancak bu keşif uzun dönemde tarihsel araştırma alanına yetki verdi ve böylece bu alanda yüzyılın sonlarına doğru “duyusal tarih” (sensory history) adı verilen, algısal deneyimin kültürel çeşitliliği sorununu merkezine koyan yeni bir çalışma alanını ortaya çıkardı. Tarih yöntemlerinin genellikle antropolojinin yöntemleriyle birleştirildiği bu yaklaşımda, duyular belirli bir zaman ve mekânın ürünü olarak incelenir. Alain Corbin’in 1982 yılında yayınlanan öncü çalışması Le miasme et la jonquille’den (Kötü Hava ve Fulya) en azından örnek vererek bahsetmek yerinde olacaktır. Çalışmada Fransa’da on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında gerçekleşen bir “koku devrimi” yeniden inşa edilmektedir. Halk sağlığına yönelik yeni bir ilgi ile karakterize edilen bu aşamada, şehirleri zararlı kötü havalardan (miazma) arındırmak ve kötü kokuları özel alanlarla sınırlamak için duyulan ivedi ihtiyaç, diğer şeylerin yanı sıra, “iyi” ve “kötü” koku taşıyıcıları arasında tamamen yeni bir toplumsal ayrımın kurulmasına da katkıda bulunmuştur. Dahası, Yunanların duyusal deneyiminin, özellikle görme duyusuna ilişkin tuhaflığı, kültürel antropoloji doğmadan çok önce antik dünya üzerine çalışan bilim insanlarının dikkatini çekmişti. Zaten Goethe, Renk Teorisi [Farbenlehre] (1810) adlı eserinde, antik çağlarda görsel süreç hakkında geliştirilen bilimsel teorilerin çoğunun, bazen gözden çıkan ve nesnelere dokunan bir ışın şeklinde, dış ışıkla etkileşimli olarak hareket eden, gözün kendisinde bulunan ışığa ayrıcalıklı bir rol atfettiğini coşkuyla anmıştır. Bu izah temelinde teoriler, renk çeşitliliğini en parlak rengin uçları arasında mümkün olan farklı parlaklık geçişlerine indirgemiştir, beyaz (leukos terimi hem “beyaz” hem de “açık” anlamına gelebilir) ve ışıktan en fazla yoksun olan (melas hem “siyah” hem de “koyu” olarak nitelendirilir).
90 sayı 66 01 | 2021
sabah ülkesi