XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 142 < EYLÜL 2015 < ANONİM.İSTANBUL < BAKIRKÜRE MİMARLIK < BLOCK ARCHITECTS < EYUSTA < MUUM < TECE MİMARLIK < BİNA ELEŞTİRİSİ
Yİ R M İ B İ R M İM A R L IK TASA R IM M E KA N SAY I 14 2 E YLÜ L 2 0 15 11
Bina eleştirisi nasıl yapılır?
Derin Sularda Yüzmek Aslıhan Şenel, Celal Abdi Güzer, Funda Uz, Gökhan Karakuş ve Ömer Kanıpak ile konuştuk.
Ford Otosan Ar-Ge Merkezi
BOUN Kampüs Peyzajı
TECE MİMARLIK
ANONİM.İSTANBUL
BAKIRKÜRE MİMARLIK
BLOCK ARCHITECTS
YAZILARIYLA
KORHAN GÜMÜŞ LEV ENT ŞENTÜRK OTTO VON BUSCH SİNAN LOGIE
EYUSTA TASARIM VE MİMARLIK ATÖLYESİ
MUUM
Yirmibir Mimarlık, Tasarım, Mekan Puna Yayın adına sahibi ve genel yayın yönetmeni yazı işleri müdürü (sorumlu) Hülya Ertaş hulya@xxi.com.tr
MİMARLIĞI YAZMAK
editörler Güzin Öztok guzin@xxi.com.tr Arzu Türk arzu@xxi.com.tr Ezgi Tezcan ezgi@xxi.com.tr yardımcı editör Ece Konuk reklam sorumlusu Tuğba Demirci tugba@xxi.com.tr dijital reklam Buğra Çelik bugra@xxi.com.tr italya reklam işbirliği Sandra A. Arizabalo, Studio Chopinet okuyucu ilişkileri Duygu Erdem duygu@xxi.com.tr kapak tasarımı Emre Çıkınoğlu sayfa tasarım ve uygulama Doğukan Bilgin web tasarımı Turgay Tuğsuz basım yeri Ofset Yapımevi Yahya Kemal Mah, Şair Sok No: 4 Kağıthane, İstanbul yönetim yeri Puna Yayın Asmalımescit Mah., Oteller Sok. 6/4 Beyoğlu, İstanbul 34430 0212 227 1317 bilgi@xxi.com.tr genel dağıtım Dünya Süper Veb Ofset A.Ş. Yerel süreli yayın. Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü, Puna Yayıncılık’ın yazılı izni olmadan kullanılamaz. www.xxi.com.tr
XXI’in bu sayısında bina eleştirisini konuştuk. Türkiye’deki eksikliğinden ziyade, nasıl yapılabileceğini araştırmaya çalıştık. Biraz daha bilimsel bir perspektiften bakmaya çalışarak eleştiri metnini yazmak için takip edilebilecek birtakım yöntemler olup olmadığını araştırdık. Örneğin geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Alexandra Lange’in Writing About Architecture (Mimarlık Hakkında Yazmak) adlı kitabı dört ana yöntem öneriyor. Bunlardan ilki binayı görsel verilerle, neredeyse bir nesne gibi ele alarak yapılan biçimsel eleştiridir. Diğerleriyse yapının verdiği hisse odaklanan deneyimsel eleştiri, mimarın o güne dek yapmış olduğu işler perspektifinden bakarak yapıyı okuyan tarihi eleştiri ve de kendini kentin ve kentlilerin savunucusu olarak görerek yapının ardındaki ekonomik, sosyal vs ilişkileri araştıran akvitist eleştiri. Bu dört farklı yaklaşım, kitapta daha çok New York odaklı eleştiri metinleriyle ele alınıyor olsa da eleştiriye metodolojik olarak yaklaşma fikrini gündeme getirdiği için önemli.
Dosya toplantısına katılan Aslıhan Şenel, Celal Abdi Güzer, Funda Uz, Gökhan Karakuş ve Ömer Kanıpak ile konuştuğumuz ana mesele kendi bağlamımızda benzer bir yaklaşım benimseyip benimseyemeyeceğimizdi. Bu mesele üzerine Aslıhan Şener ve Funda Uz’un sözünü ettiği “mimarlık hakkında yazmak” yerine “mimarlığı yazmak” kavramını düşünmek önemli. Zira Türkiye’deki genel kanının aksine mimarlık eleştirmeni bir yapı üzerine söz söyleyerek meseleyi kapatmaz, daha geniş bir alana açar, yani mimarlığı yazarak yeni bir üretimde bulunur ki bu da tekrar üzerine bir şeyler üretilebilecek, gerek yazıyla ve görsellikle gerekse mimarlıkla yeniden yaratıcı sürece dahil edilebilecek bir uğraşıdır. Bunların birikmesi ve üst üste binmesi de mimarlık tarihi yazımını var eden tartışmalar silsilesini meydana getirir. Konuyu eleştirmenin otoritesinden uzaklaştırıp da üzerine yeni şeyler üretilebilecek bir alan açmak olarak okuyunca mimarlık eleştirisinin ne kadar gerekli olduğu iyice gözler önüne seriliyor. XXI
GÜNCEL
DOSYA
6 KORHAN GÜMÜŞ / SORU IŞARETI
20 DERIN SULARDA YÜZMEK
Mimarlık Da (Tıpkı Diğer Sembolik Faaliyetler Gibi) Sekülerleşmek Zorunda
8 PROJEYE ÖZGÜ MOBILYA TASARIMI
Bina eleştirisinin nasıl yapılabileceğini Aslıhan Şenel, Celal Abdi Güzer, Funda Uz, Gökhan Karakuş ve Ömer Kanıpak ile konuştuk.
Atilla Kuzu ve Levent Çırpıcı, projeye özgü mobilya ve tasarım ürünlerini gerçekleştirmek için Ozon Design'ı kurdu.
10 OTTO VON BUSCH / KÜÇÜK MÜDAHALELER
Tasarımda Çürümüş Bir Şeyler Var
12 GELECEĞIN SAĞLIKLI YAPILARI
LÖSEV Çerkeş Doğal Yaşam Merkezi Ulusal Fikir Proje Yarışması'nda mansiyon alan MuuM tasarımı proje, tedavi sürecini arınma olarak ele alan bir yaklaşımla kurgulanmış. Proje, insanı doğayla buluşturan bütüncül bir süreç hedeflerken bölge ekonomisini canlandırmayı da amaçlıyor.
PROJE
İÇİNDEKİLER
30 HATIRALAR, DAVRANIŞLAR VE KAMUSALLIK
14 LEVENT ŞENTÜRK / DÖNME DOLAP
Anonim.İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’te kullanıcıların da dahil olduğu bir tasarım süreciyle kampüsün açık alan iyileştirme projesini gerçekleştirdi. Tasarlanan kamusal alanlar, mevcut malzeme ve kullanım alışkanlıklarını da dikkate alarak gelişiyor.
Eylemle Üretim Arasında: “Piyasaya Karşı Stratejiler” İçin Bir Giriş
EYLÜL 2015 - XXI 2
16 CEMAL EMDEN / FOTO-ALTI
Uçan Payandaların Huzuru
18 SINAN LOGIE / ZINCIRLEME REAKSIYONLAR
TOKİ - MOKİ
34 DIŞI MASIF IÇI SAYDAM
Sancaktepe’de konumlanan Ford Otosan Ar-Ge Merkezi, TEM Otoyolu'na bakan masif kütlesiyle kendini tanımlarken iç avlulara bakan cepheleriyle şeffaflaşarak içine dönüyor.
40 MÜŞTEREK EVIMIZ
Vietnam’ın Ho Chi Minh kentindeki Vegan Evi, eski ve yeni nesnelerin bir araya geldiği, 1960’lı yılların Vietnam mimarisini modern bir yorumla yansıtıyor. kültür merkezi içine sızan avlulu bahçesi ve cephesini saran renkli panjurlarıyla kullanıcıların kendilerini evindeymiş gibi hissedebilecekleri bir kamusallık sunuyor.
SEKTÖR 56 SEKTÖR HABERLERI 62 DENEYIMIN SINIRLARINI AŞMAK
İtalyan Alfa Scale firması özel tasarım merdivenler üretiyor.
46 IZLERI TAKIP ETMEK
Gülsuyu halkının inşa etmeye başladığı cemevi inşaatının yarım kalması üzerine açılan cemevi ve kültür merkezi yarışması'nı İbrahim Eyüp kazandı. Tasarlanan cemevi, mevcut inşaatın izlerini takip ederek Alevilik inancındaki değerleri farklı meydanlar ve akslar üzerinden kurguluyor.
64 ÇELIK ÖRGÜ
EYLÜL 2015 - XXI 4
İÇİNDEKİLER
İzmir Adnan Menderes Havalimanı İç Hatlar Terminali'nin enerji etkin cepheleri Çuhadaroğlu Alüminyum profilleriyle hayata geçirildi.
50 AZALAN HIYERARŞI
Bakırküre Mimarlık, Roche’un Uniq Plaza’daki açık ofis konseptine sahip yeni çalışma mekanını, hiyerarşinin azaltıldığı bir kurguya göre planlamış.
66 CIFF ŞANGHAY’DA
Uluslararası Çin Mobilya Fuarı CIFF’in eylül ayağı bu yıldan itibaren Şanghay’da düzenlenecek. 8-12 Eylül tarihleri arasındaki fuarın uluslararası katılımının yüksek olması bekleniyor.
68 REFERANS PROJE – YEŞIL ÜRÜN
84 AJANDA
Eryap Grup Jansen Kalebodur Kastamonu Entegre Klassis Nurus Trimline Interiors Unigen Yapı Malzemeleri
Mimarlık Da (Tıpkı Diğer Sembolik Faaliyetler Gibi) Sekülerleşmek Zorunda Temsil tekniklerinin mimarlığın profesyonel alanında oynadığı rolün önemi tartışılamaz. Modern olmayan mekanda temsilin böylesine bir rolü yok, metaforlar aralarında bir hiyerarşi olmadan, asimetrik olmayan bir ilişki içinde yer alıyorlar. Modern mekanda ise temsil tekniklerindeki sabitleyici düzenlemeler olmadan mimarlığı tanımlamak mümkün değil. Ancak kimi (ya da çoğu) zaman mimarlık faaliyeti öylesine bu temsil teknikleri içine sıkıştırılıyor ki, sanki yalnızca bunlardan ibaretmiş gibi algılanıyor. Oysa modern mimarlığın entelektüel arka planı, bu temsil tekniklerinin hem farkındalığını, hem de sorunsallaştırılmasını içeriyor. Ancak piyasa mekanizmaları içinde bu entelektüel arka planın üzerinin örtüldüğünü gözlemlemek mümkün.
SORU İŞARETİ
Hatta yalnızca iktidara veya piyasaya bağımlı mimarlar değil, şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıkan sonuçlarına itiraz edenler arasında bile bu temsil tekniklerini doğallaştıranlar ve bu eşitsiz işleyişi meşrulaştıranlar oluyor. Böyle olunca da mekanın, şehrin, ya da temsil edilenin “asimetrik” konumu değişmiyor. Bir bakıma bu entelektüel arka planı görmezden gelen uzmanların "muhalefet" ederken bile "elinden oyuncakları alınmış çocuklar" gibi davrandıkları oluyor.
EYLÜL 2015 - XXI 6
Oysa yalnızca günümüzde değil, modernleşme sürecinin başından beri (hatta bildiğimiz tarihinin modern ve demokratik sayılabilecek bütün veçhelerinde) bu temsil ve tekabüliyet ilişkisinin sorunsallaştırılma çabasında olduğu gözlemleniyor. Bu nedenle modern mimarlığı bu "örtüyü kaldırma" ya da "görüneni değil, görünmeyeni gösterme" çabası olarak da yorumlayanlar var. Bu meseleyi daha anlaşılır kılmak için başka bir bağlamdan ödünç alınmış olsa da, sekülerleşme kavramını kullanmakta yarar görüyorum. Belki bu kavramı tartışmak için 19. yüzyılın ünlü eğitimcisi ve mimarlık düşünürü Viollet-le-Duc’ün ortaya attığı şu soruda olduğu gibi değerlendirmenin mümkün olabileceğini düşünüyorum: “Her dönemin kendisine ait bir mimari anlayışı olduğu halde, neden teknolojinin, yeni endüstriyel malzemelerin, çelik ve camın ortaya çıktığı 19. yüzyılın bir mimarlığı yok?” Bu sorunun hangi bağlamda ve hangi amaçla dile getirildiğini söylemeye bile gerek yok. Bu sorunsallaştırma sayesinde neoklasik tarzda bir "güzel sanatlar" modeli bir eğitiminden mimarlığın düşünsel yapısını güçlendiren üniversite modeli bir eğitime geçildiğini varsayabiliriz.
KORHAN GÜMÜŞ
Ancak yalnızca mimarlık eğitimindeki gelişmeye değinmek yeterli değil. Piyasa mekanizmaları içinde eğitimdeki bu gelişme bir anlam taşımıyor. Mimar sanki işi her şey olup bittikten sonra kendisine görev
verilen, işi "bina resmi çizmek" olan bir kişi gibi algılanabiliyor. Bu profesyonellik biçiminin mekanı fiziksel bir nesne gibi gösteren iktidara ve piyasaya bağımlı bir mimarlık anlayışı ile ilişkili olduğunu düşünüyorum. Belki bütün uzmanlık alanları için de aynı tespit yapılabilir: Mesleki kimlikler, edinilmiş konumlar, simgesel işlevler iki yönde de çalışabiliyor: Kimisi sinik bir şekilde bu kimliği kendisine ayrıcalık sağlamak için kullanıyor. Kimisi de kritik bir düşünce alanına ve daha ilişkisel bir zemine taşımaya gayret ediyor. Elbette ki bu iki konum, profesyonellik biçimi arasında dağlar kadar fark var. Örneğin şehirdeki ihya çalışmalarını yapan mimarların düştükleri durum bu. Diyeceksiniz ki günümüzdeki ihale sistemleri, piyasa işleyişi içinde modern mimarlığın en kritik konularından biri olan kültür mirasının korunması sorunsalının bir anlamı mı kaldı? Bu koşullarda “restorasyon” olarak adlandırılan ne yapılıyorsa, yalnızca neredeyse “ihya” yapılıyor. Çünkü restorasyon gibi deneysel çalışmalara açık olması gereken bir mimarlık faaliyeti bile “kim daha iyi taklit yapıyor” yarışmasına dönüşmüş durumda! Belki de sorun şurada: Yaşanan fragmantasyonun zorunlu bir sonucu olarak mimarlar (ya da genel olarak uzmanlar, sembolik sınıfı oluşturan topluluklar) bu durumun sorumlusu olarak mesleki alanın dışındaki sorunları görüyorlar ve kendilerinin ayrı bir iş yaptıklarını zannediyorlar. Bu durumda profesyonellik biçimi ile piyasanın işleyişinin ve iktidarların yönetim pratikleri arasında bir etkileşim, bir ilişki olduğu gözden kaçıyor. Örneğin yıllardır Taksim’i bir otoyol kavşağına çevirmeyi amaçlayan uzmanlar “bu işin teknik bir konu olduğunu, tartışılamayacağını” söyleyip durmuyorlar mıydı? Evet, ilk bakışta bu tür projelere siyasetçiler karar veriyor gibi gözüküyor. Ama bu görüntü yanıltıcı. Onların kararlarının içeriğini de çoğu zaman yaptıkları işi tartışmasız kılarak iktidar bloğunun bir parçası haline gelen uzmanlar oluşturuyor. Bu koşullarda mimari temsil teknikleri ile mekan, şehir, insan bir temsil-edilmeyene dönüşüyor. Mekan, doğa, şehir insanla iç içe, yaşayan; keşfedilmesi, karşılıklı diyalog kurulması gereken bir özne olarak değil, bir malzeme gibi algılanıyor. Eğitimle edinilmiş olan kimlikler mekanı fragmanlara ayırıyor: Ulaşım, imar, istihdam… Şehir aynı zamanda bu edinilmiş kimliklerin de kendilerini
Örneğin İstanbul'un planlarını yapan uzmanların 3. Köprü’ye karşı çıkarken söyledikleri tamı tamamına buydu. Neden böyle düşünüyorsunuz diye sorsanız, “halk nankör, onlara bıraksanız 3. Köprü’yü destekleyeceklerdi” diyorlardı. Ancak bu doğru değil. Köprü üzerine yapılan bir araştırma bunun böyle olmadığını gösterdi. Yapılan bir araştırma halkın büyük bir çoğunluğunun, yüzde altmışının 3. Köprü projesinin gözden geçirilmesini istediğini ortaya koydu. Kabataş herhalde şehrin en önemli transfer merkezlerinden birine dönüştü. Burada bir yeni düzenlemeye ihtiyaç var. Ama bu yapılması gerekenler nasıl olmalı? Buradaki proje ihtiyacına cevap verenler kıyının doldurulmasını ve bir inek memesi gibi denize taşmasını öngörüyorlar. Çünkü şehrin merkezinden otoyollar geçiriliyor, bu durumda denizi doldurmaktan başka çare akla gelmiyor. Burada mimarın rolü ne olmalı? Kararlar verildikten sonra kendi işlevini oraya kondurulacak yeni ulaşım yapılarını tasarlamak mı? Kabataş’tan söz açılmışken Yenikapı’dan söz etmemek olmaz. Şehrin bu yeni transfer merkezi için Büyükşehir’den proje işleri alan bir takım ayrıcalıklı mimarlar uyduruktan dev bir AVM tasarlamışlardı. Bu
Tarlabaşı, Fener-Balat gibi kentsel dönüşüm projelerinde mimarlar bir şirket tarafından kendilerine verilen işi yapmaya çalıştılar. Burada yaşayan insanları hiç dikkate almadan. Mimarlık yalnızca piyasa mekanizmalarına bağımlı bir iş olabilir mi? Şimdi tersaneler için de aynı durum söz konusu. Uzmanlığın kamusal boyutu geliştirilmeden, kamusal nitelik üretilmeden mimarlık yapmak mümkün mü? Bu gelişmeler yanında Kartal-Pendik projesinin geldiği durum da koskoca mimarların, yarışmaların bile nasıl bir oyunun içinde yer aldığını kanıtlayacak bir sefaleti sergilemekten başka bir işe yaramıyor. Mimari düşünceler, fikirler böylesine büyük çaplı bir gayrımenkul geliştirme operasyonunun içinde çok naif gayretler olarak kalıyor. Sonuçta üretilen metaforların anlamsız kaldığı bir durumda yetersiz bir profesyonellik ile yaşanan gelişmeler arasında bir intibak sorunu ortaya çıkıyor. Hangi siyasal parti iktidara gelirse gelsin sembolik sınıfın intibak sorunu değişmiyor. Elbette ki birbirlerinden pek farkları yok ama dikkat edilirse en köktenci (radikal) müdahalelerin gerçekleştiği dönemler daha çok “muhafazakar” partilerin yönetimde olduğu zamanlar. Tıpkı bir sarkaç gibi: Mücadele bir tarafta bilim, planlama adına kendi kamu yararı kavramını dikte etmeye çalışan, normlar koymaya çalışan bir sembolik seçkinler topluluğu, diğer tarafta bilinen normları çiğneyen, çıkar grupları ile birlikte şehri alt üst eden bir siyaset seçkinleri arasında geçiyor. Çünkü bilimin kutsallığına şehirdeki imar hareketlilği üzerinden elde edilen kazançlarla gözü dönmüş bugünkü siyasetçileri ve toplulukları inandırmak çok zor. Biz bilmiyormuş gibi yapıp yıllardır Boğaz köprülerini “İstanbul’un ulaşım sorunun çözer mi çözmez mi” diye tartışıyoruz. Oysa köprü ulaşım için yapılmıyor ki... Bir köprü kararı örneğin şehrin bir bölgesindeki arazi fiyatlarında binlerce kat artış sağlıyor. O bölgede yaşayan, çalışan insanların hayatında ve şehrin bütününde çok köklü değişimlere neden oluyor. Bırakalım siyasetçileri, herkes bunun farkında. Ama bildiğimiz sekülerleşmemiş uzmanlıklar bu işleyişi bilinçaltına itme işlevi görüyor. Eğer planlama temsil ettiğini yalnızca temsil edene dahil etmekle yetinince, bir kenarda bir takım kişilerin kendi kamu yararı anlayışı olarak kalıyor, hayat başka bir şekilde akıyor.
Aynı örnekten hareketle şunları söyleyebilirim: Bilim adına kapalı kapılar ardında kararlar almanın, arkasına tekelci kurumsal yapıları, oluşumları alarak bilgi üretmenin bir işe yaramadığı ortada. İstanbul halkına 3. Köprü’yü iyi anlatmak lazım. Bu proje İstanbul halkına karşıdır. İstanbul halkını yoksullaştıracak. Güzergahını daha hiç kimse bilmezken bilen, arazi kapatan yatırımcılar haksız kar sağlayacak. İstanbul’un ulaşım sorununu çözmek için yapılmadığı zaten herkesin malumu. Şehrin yaşamsal kaynaklarını yok edeceği gibi, şehirde adil olmayan bir durum, haksız gelir transferi yaratacak. Merkezi yönetimin şehri büsbütün ele geçirmesine, siyasal patronajını güçlendirmeye hizmet edecek. Buna karşılık yaşanan sorunları iktidarların yarattığını söylemek meseleyi örtmekten başka bir işe yaramıyor. Sonuçta deneyselliğe, kritik düşünceye kapalı olan bütün alanlar kamusal niteliğini kaybediyor ve özel güçler tarafından ele geçiriliyor. Araç Tüneli (Avrasya Tüneli), 3. Havalimanı gibi projeleri iktidarın değil, çıkar gruplarının geliştirip onun önüne koyduğunu fark ettiğimizde sorunun bu asimetrik işleyişin bir sonucu olduğunu görebiliriz. Sonuçta iktidar ve çıkar grupları ile şehir arasındaki bu asimetrik ilişkiyi sorun etmeden yaşam alanlarında, şehirde adaletin ve demokratik bir gelişmenin sağlanması mümkün değil. Mekanı ve insanları yalnızca despotların tasallutundan değil aynı zamanda ona bu imkanları sağlayan, şehrin imkanlarını, zenginliklerini yağmalayan, halkına zarar veren çıkar çevrelerinin tasallutundan da kurtarmak gerekiyor. Hala çok geç değil.
7 XXI - EYLÜL 2015
Birkaç örnek vereyim: Geçmişte İstanbul için planlar hazırlayan uzmanlar aslında ne demek istiyorlardı? Söylemek istedikleri şey şuydu: Halkın nasıl mutlu olacağını biz halktan, kendisinden daha iyi biliyoruz. Halk, cahilliği nedeniyle kendisinin nasıl mutlu olacağını bilemez!
proje güç bela iptal edildi. Yerine programı yeniden ele alacak kapsamlı bir çalışma başlatıldı. Ama gene olmadı. Burada mimarların tek sorumluluğu bin bir emekle bu saçma proje iptal edildikten sonra yalnızca açılan yarışmaya ya da seçici kurula katılmak olabilir mi? Siyasetçiler ve ayrıcalıklı konumlara sahip kişiler sonuçta öyle bir işe giriştiler ki, bütün çabalar boşa gitti. Sorunu anlamaya çalışmadan, yalnızca yarışmaya veya yukarıdan belirlenen seçici kurula katılarak mimarlık yapmak mümkün mü? Bu tür durumlarda mimarlar sahnenin bir bölümünde kendilerine verilen meşrulaştırma görevini yerine getiren kullanışlı aptallara dönüşmüyorlar mı?
SORU İŞARETİ
inşa ettikleri bir alan. Mimar, mühendis, sosyolog… Şehrin bir fiziksel varlık, bir nesne gibi algılanması, işlenmesi kendi başına bir tahakküm biçimi. İktidarların gözüyle bakıldığında hepsi ayrı konular. Oysa şehir bu bilgiyle değil, farklı bir mantıkla kendisini yeniden üretiyor. Kamusal niteliğin oluşması için temsil mekanizmalarının görünür kılınması ve şiddetten arındırılması zorunlu. Ben bütün kimliklerin sekülerleşmesi koşulunun olduğunu düşünüyorum. Belediyeler, kurullar, uzmanlıklar, bürokrasi ve siyaset… tıpkı din ile devlet ilişkilerinde olduğu gibi gibi sekülerleşmek zorunda. Bu konuda profesyonellerin donanımlı olması zorunlu. Bu mekanizmalar askeri bir mantıkla çalışıyor. Sekülerleşmemiş uzmanlık alanları askeri modernleşmenin sivil alanlara dal budak salmış uzantısı. Oysa mesleki alandaki düşünce üretimi de tıpkı inanç özgürlüğü gibi kapalı uçlu olamayacak bir alan. Ama öyle olmuyor. Uzmanların sekülerleşmemesi nedeniyle mekan, şehir, insanlar iktidar ve piyasa güçleri tarafından biçim verilecek ya da bir “hamur” gibi üzerinde “çalışılabilecek” bir yumuşaklık kazanıyor. 19. yüzyıldan miras kalan bu çerçevenin çöpe atılmadan onarılmasını gerektiriyor. Günümüzdeki soru şu: Uzmanlık üst-dilleri acaba nasıl yaratıcı bir işlev görebilirler, sabitlenmek ve mesafe, ayrıcalık üretmek yerine? İşte burada uzmanlıkların da tıpkı din-devlet ilişkilerinde olduğu gibi sekülerleşmesi gündeme geliyor.
Projeye Özgü Mobilya Tasarımı ATILLA KUZU VE LEVENT ÇIRPICI, PROJEYE ÖZGÜ MOBILYA VE TASARIM ÜRÜNLERINI GERÇEKLEŞTIRMEK IÇIN OZON DESIGN'I KURDU. Ozon Design, her projede aynı mobilya ve tasarım ürünlerini kullanma zorunluluğu ve zamana yenilmeyen tasarım ürünlerin azlığından ortaya çıkmış. “Projeye uygun özel tasarım” mottosuyla hareket eden markanın ilk koleksiyonuysa form ve malzeme uyumunu birleştiren detay arayışıyla şekillenmiş.
EYLÜL 2015 - XXI 8
GÜNCEL
Henüz üretim süreci devam eden ürünlerini Red Dot Design Concept yarışmasına mobilya kategorisi
altında gönderen Ozon Design, sundukları 11 üründen dokuzuyla finale kaldı. Atilla Kuzu’nun Mantis mobilya seti, Tela oturma grubu ve Alfalfa sehpa seti; Levent Çırpıcı’nın T50 ve T80 çalışma masaları; Deniz Üner’in Aeroplano aydınlatması, Angle Magic masası ve Bendy sallanan sandalyesiyle Yunus Emre Kara’nın Spin sehpa seti finale kalan ürünlerden. Kazananların Haziran ayında açıklandığı yarışmada, Atilla Kuzu’ya ait Mantis seti, mobilya kategorisinde ödüle layık görüldü.
Tasarımda Çürümüş Bir Şeyler Var Tasarımda çürümüş bir şeyler var. Mesleğimizin merkezinde yozlaşmış bir şey var: bir hile. Tasarım okullarında bizlere soyut fikirlerin değeri öğretiliyor. Daha sonra çalışma hayatında bu soyutlamalar etrafında hareket ediyoruz. İşlevsellik, ergonomi, yenilik, katılımcılık, demokratikleşme, sosyal değişim gibi kelimeler bizim aynı dilden konuşmamızı sağlıyor ve bize iş getiriyor. Mesleki pratiğimizi bu idealler doğrultusunda ilerletiyoruz, bunları üretim sürecimize ve ürünlerimize uygulamaya çalışıyoruz. Soyut kavramlara dair gördüğüm sorun, bizi tasarımın gerçek etkilerinden, çevremizle kurduğumuz güç ve egemenlik gibi ilişkilerin temelinden uzaklaştırma ihtimalleri. Bizler yüzeye dahi zar zor müdahale ederken idealler bizi dünyayı kökten değiştirebileceğimize inandırıyor.
KÜÇÜK MÜDAHALELER
Kontrolden ve hakimiyetten uzak, bu hileli oyalamaca gündelik hayatın demokratik politikalarıyla üretilen sistemli umarsızlıkla çakışıyor. Vatandaşlar olarak, gündelik yaşamımızdaki esas gücün onun politik yönünde, yani planlama, hayata geçirme ve yaşamlarımızı biçimlendirmede olduğunu görmeyi başaramıyoruz. Tasarımın vatandaşların yetilerinin yönetimin, uygulamaların ve seçimlerin nasıl bir parçası olduğunu eleştirel bir şekilde incelemekte başarısız olmamız kendi tasarım yetimizin hemen hemen tümünü tam teşekküllü güce sahip piyasaya seve seve sunmamızla örtüşüyor. İktidar ve piyasa kendini devasa ve dokunulmaz, hatta neredeyse ilahi bir şekilde sunuyor. Her şey bilinçli olarak bizim kendimizi daha küçük hissetmemiz için ayarlanıyor.
EYLÜL 2015 - XXI 10
Politik filozof Bernard Crick’in belirttiği gibi, hükümet “demokratik” değildir. Bu önerme salt bir propagandadan ibarettir. Seçim sistemi, vatandaşların oy verme haklarının olması gibi demokratik unsurlar içeriyor olabilir. Ancak bu, basın özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü gibi daha temel meselelerin varlığını garanti etmeye yetmez. Crick’in altını çizdiği gibi, seçim süreci demokratik olsa da her zaman bir yönetim sürecine dönüşür. Kazanan politik fraksiyon bir bürokrasi süreci başlatır, bu da politik kararların kendini göstermesiyle sonuçlanır. Yönetim demokrasiden çok uzaktadır; güç uygulamadır; çoğunlukla opaktır; yanlış tercüme, aldatma ve yalanın altında gizlidir. Tasarımcılar olarak katılımcı ve demokratik tasarım süreçlerini desteklesek bile demokratik olmaktan çok uzak, operasyonel ve bürokratik bir çevreyle sarılmış durumdayız. Projede, planlama ofisinde, servis sektöründe ya da yarı kamusal ortaklıklardaki kamu “ortağımız” genellikle ne demokratik bir yöntemle seçilmiş ne de kamuya karşı şeffaf bir politika gütmekte oluyor.
OTTO VON BUSCH TASARIMCI
Tasarımcılar olarak bürokrasi ya da iktidarla birlikte sosyal konular ve süreçlerde çalışarak iktidarın en yozlaşmış kesimindeki gündelik çıkar ilişkilerinin derinliklerine fırlatılıyoruz. Ve genellikle bu güçle
mücadele ederek projelerimizi şekillendirebilecek çok az araca sahibiz. Tasarımın vaadi, sivil çatışmalara doğru yavaşça geçişimizi iyi kötü gizleyen asil gözbağlarıdır. Tasarım okullarında öğrenciler genellikle gerçek tasarımdan ziyade biçimsel tasarım üzerine eğitiliyorlar. Bu, tıpkı biçimsel ve gerçek politikanın birbirinden ayrılmak zorunda olması gibi, yapmamız gereken önemli bir ayrım. Bizler biçimsel tasarım öğrendik ve tasarım dergilerimiz de kusursuz üretim imajlarıyla dolup taşıyor: ideal piyasa ve ideal kullanıcılar için ideal senaryolar ya da ideal marjinalleştirilmiş toplum için ideal “iyi tasarım” projeleri. Ancak profesyoneller olarak acilen tasarımdaki gerçek gücü takip etmeli ve onu yapıbozumuna uğratmalıyız. Daha önce bunu “Realdesign” (Gerçektasarım) olarak adlandırmıştım, “Realpolitik” kavramına paralel olarak. “Gerçektasarım” konusunda kabul etmeliyiz ki tasarım soyut idealler çerçevesinde gerçekleştirilmiyor. Ancak bu soyut kavramlar güç etrafında bükülüyor, nedenler ve rasyonellik perdesi ardında kontrol ve zorlamaya boyun eğiyor. Tüm kavramlar, duyularımızı şekillendirmek için idealleştirilmiş yansıtmalar. Güç uygulanmaktadır; zor ve gerçektir. Gerçeklik, uzlaşmanın ve barışın demokratik ideallerinden oldukça uzak, bizi yıkacak ve birbirimize karşı kışkırtacak güce sahiptir. Tasarım öğreticisinin “Yapılması gereken için gerçekten yapılanı ihmal eden kişi kendini yok etmenin yolunu öğrenir.” diyen Machiavelli gibi davranması önemli. “Gerçektasarım” tasarım koşullarını olması gerektiği gibi değil olduğu gibi görür. Tasarımcılar üretimlerini olması gereken doğrultusunda değil, mükemmellikten uzak dünya gerçeklikleri doğrultusunda şekillendirmeliler. İdealler, katılımcılık, ortaklaşa-tasarım yeterli değil. Tasarımın gündelik hayatı nasıl yönettiğini radikal bir şekilde değiştirmeliyiz. Niyetlere ya da uzak yapılara değil gerçek davranışlara etki etmeliyiz. Hedefimiz yeni teşvik edicilere ikna olmak ya da insanların durumu fark etmelerini sağlamak yerine ortamdaki gerçek davranışları ve koşulları kökten değiştirmek olmalı. Bu söylenenler bu alanda çalışanlar, bürokrasinin yozlaşmış tarafıyla yüz yüze gelip hayal kırıklığına uğramış olanlar için yeni şeyler olmayabilir. Ancak tasarımın demokratikleşmesinden bahsederken yönetimin antidemokratik tutumunu aklımızda bulundurmalıyız. Demokrasi arada sırada oy kullanmaktan ibaret değil. Mesele, adanmışlık ve dayanıklılık meselesi. Bu, tasarımda, hiçbir devlette ya da demokraside öylesine elde ettiğimiz bir şey değil; uğruna mücadele ettiğimiz ve her gün yeniden kazandığımız bir şey. Herkes elini taşın altına koymalı. İktidarın yozlaşmış doğasıyla ve eleştirel sinizmin uysallığıyla mücadele devam etmeli. Çünkü mücadeleyi sürdürmediğimiz sürece demokrasiye sahip olamayız. Tasarım esasen ideale doğru yönelen bir jest olabilir. Ticaretin naif doğası da olabilir. Fakat tasarımda çürümüş bir şeyler var; hile ve yolsuzluğun kötü kokusu üzerine sinmiş. Eğer değişim istiyorsak tasarım, gerçeği yeniden kazanmalı. Ve tıpkı demokrasi gibi, her yeni gün yeniden elde edilmeli.
Geleceğin Sağlıklı Yapıları
EYLÜL 2015 - XXI 12
GÜNCEL
LÖSEV ÇERKEŞ DOĞAL YAŞAM MERKEZI ULUSAL FIKIR PROJE YARIŞMASI'NDA MANSIYON ALAN MUUM TASARIMI PROJE, TEDAVI SÜRECINI ARINMA OLARAK ELE ALAN BIR YAKLAŞIMLA KURGULANMIŞ. PROJE, INSANI DOĞAYLA BULUŞTURAN BÜTÜNCÜL BIR SÜREÇ HEDEFLERKEN BÖLGE EKONOMISINI CANLANDIRMAYI DA AMAÇLIYOR.
MuuM, tasarımda bütüncül bir arınmayı içerecek ve bölgedeki ardılları için öncü sayılabilecek bir sağlıklı yaşam merkezi kurgulamayı hedefliyor. Proje; kullanıcıların ve ziyaretçilerin birbirleriyle iletişim içinde, sağlıklı koşullarda arınma süreçlerini tamamlayacakları ve kentin rutininden sıyrılıp gündelik yaşamın olumsuz etkilerinden uzaklaşacakları ve daha sağlıklı yaşama potansiyelinin farkına varacakları bir mekanı hedefliyor. LÖSEV Çerkeş Doğal Yaşam ve Terapi/Arınma Merkezi, doğaya özgü
anlayışlarla biçimlenen bir kurgu üzerinde şekilleniyor. Modern bir dille, kendi içine dönük olarak tasarlanan merkez, arınma yolculuğuna çıkan bireylere kendilerini keşfetme olanağı sunuyor. Çankırı’nın Çerkeş ilçesinde uygulanacak arınma merkezi, yoğun bitki örtülü ve içinde dört adet yapay göletin bulunduğu bir bölgede yer alıyor. Merkezin, dört mevsim boyunca terapi, eğitim, dinlenme, çalışma, eğlenme, sosyalleşme gibi ihtiyaçlara cevap vermesi hedeflenmiş. Tasarım, çoklu ve esnek kullanıma olanak
tanıyan bir altyapıyla kurgulanmış. Programda, doğal çevrede biyolojik çeşitliliğin korunması, organik tarım yapılması, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelinmesi, atıkların geri dönüştürülmesi ve doğal yaşamın sürdürülebilmesi üzerine bir yaşantı öngörülmüş. Merkezde aynı zamanda çiftlik hayatının yaşam döngülerinin bire bir deneyimlenmesi amaçlanmış. Proje kapsamındaki tarım alanlarında, çevresel zararı en aza indirmeye yönelik atık yönetimi mekanizmaları desteklenmiş. Merkeze, tüketilen her
şeyin geri dönüştürülerek yeniden kullanılmasına olanak tanıyacak birimler yerleştirilmiş; çevre dostu elektrikli araç ve bisiklet rotaları geliştirilmiş. LÖSEV Çerkeş Doğal Yaşam ve Terapi/Arınma Merkezi; hem Ankara, İstanbul, Karabük ve Zonguldak gibi kentlere sürekli göç veren ilçenin ekonomisi için bir fırsat hem de bölgesel ölçekte ekoloji, organik tarım, hayvan yetiştirme, ilaçsız tedavi, atık yönetimi, sürdürülebilirlik gibi kavramları ön plana çıkaracak bir doğal yaşam seçeneği sunuyor.
GÜNCEL 13 XXI - EYLÜL 2015
Eylemle Üretim Arasında: “Piyasaya Karşı Stratejiler” İçin Bir Giriş Her eylem bir üretimdir, her üretim de bir eylem... Bu yazıda, “üretim” geçen her yere “eylem” yazılabilir. Tarihsel olarak, bireyin üretici gücü üzerinde kurulan tahakkümü ele alalım: Bu, muktedirler için kendi güçlerini üretmelerinin başlıca koşulu olmuştur. Modern bireyin kişisel üretimiyle eylemi ayrı düşünülemez. Mütehakkim olmayan/muhalif üretici gücü diri tutabilmek her zamankinden önemlidir. Sistemin egemen güçlerinin kendi etraflarında seferber ettikleri “üretken” kuvvetler statükodaki konumları için bir araya gelirken, böyle düşünmeyenlerin oluşturduğu toplum, un ufak edilme ve hezimete uğramış olma hissiyle dolar. Bu, post-apokaliptik bir tarihsel uğrakta bulunma, durağanlığın süreklilik kazandığı biçimindeki tespitlerde kendini gösterir. Sistem karşıtı güçler un ufak haldeyse, yapacak ne kalmıştır ve hezimet patolojisinden bir adım ötede ne vardır? Kum tanelerini artırmak -birkaç kum tanesine dönüşmüş gibi hissedenler, onlarca, yüzlerce, sonra da binlerce kum tanesine dönüşmenin yollarını arar. Toplumu saran ve tüm özgürlük yollarını tıkayan güç toplaşması veya bloğu karşısında, bireysel üretken güçleri maksimize etmek iyi bir yol.
EYLÜL 2015 - XXI 14
DÖNME DOLAP
Eylemi dışarıda bırakmayan, eylemsizlik önermeyen; eyleme arka çıkan ve aslında eylemin altlığını oluşturan bireysel üretimlere ihtiyaç vardır. Bu cümleyi, kelimesi kelimesine şöyle de kurabilirdik: Üretimi dışarıda bırakmayan, üretimsizlik önermeyen; üretime arka çıkan ve aslında üretimin altlığını oluşturan bireysel eylemlere ihtiyaç vardır. Eylemin değiştirici gücünü arkasına alan, eylemden bir bellek kaldıracı çıkaran bir üretim patlamasına ihtiyaç vardır. “Eylemden sonra üretim gelir” veya “üretimden sonra eylem gelir” demek, akıl/ beden ikiliğine dayanan ahlakçılığı geri getirir. Kısaca, entelektüel muhalif güçleri, direnci sağlamlaştıran bütün içsel enerjiler, üretimin hammaddesidir. (Nasıl ki eylemin hammaddesidir, üretimin de hammaddesidir.) Bu hammadde, özgürleşmekte kullanılabilecek bütün biçimleri kapsadığı ölçüde, bütüncül bir “üretim” kavramsallaştırması yapılabilir. (Ve de bütüncül bir “eylem”.) Üretkenliği, cinsiyetçi çağrışımlarından da, heteroseksist çağrışımlarından da arındırmak kolay değildir. (Ama kentsel eylemlerde bu gayet iyi başarılabilmektedir.) Egemen üretim ideolojileri, neyin üretim olmadığını, hangi emek biçimlerinin dışlanacağını tanımlar. Tıpkı polis devletinin tanımladığı gibi. Her egemen söyleme, üretici sayılmayan unsurlar içkindir.
LEVENT ŞENTÜRK
Heterosantrik olmayan üretimin bu anlamda iki veçhesi vardır: Potansiyel ve kinetik üretim. (Eylem için de bu ayrım konabilir belki: Potansiyel eylem ve kinetik eylem.)
Bedenlerin potansiyeli çok çeşitli ve ölçüye gelmez olduğu için, potansiyel üretimin kinetiğe dönüşeceği eşik için yasalar koymak isabetsizdir. Örneğin, bir kitap yazabilmek için kaç kitap okumuş olmak gerektiği hem bilinemez, hem de bu yolla üretilen kurallar insanlara genellenemez; biri için geçerli yasa diğeri için anlamsızdır. Potansiyel üretimin hangi yönde kinetik kazanacağı da bilinemez; bir yönden birikenler bambaşka bir yönden yaratıcı enerjilerin oluşmasına sebebiyet verebilir. Zihinsel birikimin psiko-kinetiği öngörülmezliğini korur. Kuvveden fiile “çileci” bir denklem öngörmek alışılmış bir yol olsa da, fiilin bambaşka kuvvelerin oluşumuna etkisi olacağı gerçektir. Dahası “çile” eril ritüellerin en koyu ve sofu olanlarından biridir; dolayısıyla çile çeken bedenin temsili, aldatıcı bir görünümdür. Üretimle eylemin eşitlendiği bir kavramsallaştırmada kuir olan devreye girer. Bireyin içsel yaratıcı pratiklerinin sayısı sınırlıdır ve bunlar genellikle gevşek dokulu bir bellek oluşturur. Zayıf içsel pratiklere inançla ve çaresizlikle tutunulur; birey nasıl üreteceğine, büyük oranda içsel yaratıcı pratiklerle istemeden karar vermiş olur. Üretimler kısırlıkla, umutsuzluklarla, çıkmazlarla doludur. Çoğu kimse inadı bırakır ve üretebileceği ihtimalinden, umut etmekten vazgeçer. (Tıpkı eylemden vazgeçer gibi.) Ama kendi kusurlu ve sapkın hazlarına tutunan yığınla yaratıcı ruh da vardır. Boşa çabalamış olmayı göze alamayan kırılganlık halinden çıkarak, cevval ve azgın üreticilere dönüşmeyi göze almak zorunludur. Sistem ve piyasa mantığı, üretken olamayanların, üretkenlik sihrini elinde bulundurduğunu iddia edenlerce güdülmesine dayanır. Üretimi kendi içine doğru patlatarak bireyin özgül, benzersiz gücünü kuşatır. Onu bayat, gösterişçi, derinliksiz malların zorunlu ve itaatkar bir tüketicisi kılmak ister. Piyasa, ayağa düşürdüğü yetileri kullanarak pespaye malları allayıp pullar, bunlara türlü esanslar zerk eder. Böyle bir ortamda üretememek olağan sayılır ve beklenen bir şeydir. Kitleler, boş gösteriyi zevkle izlemeye zorlanır. Bu sayede, birileri çıkıp üretebilir hale geçmenize yaradığı iddiasıyla sizin üretiminiz üzerinde tahakküm kurabilir. Eylemi tüketmek mümkün değildir, eylemle üretim eşanlamlıdır çünkü. Bu yüzden eylemi tüketim kılığında pazarlayan yeni sektörler gelişmekte ve ideoloji tüketicilerine seslenmektedir. Piyasa koşullarında üretebilenler, gitgide, kendinden menkul bir gücün sahibi oldukları yanılsamasını güçlendirerek bir zümre oluşturur. Oysa piyasa koşullarına uygun “eylem” bir oksimorondur; çünkü özerklik nasıl ki tanımı gereği başta devletten ve diğer bütün güçlerden özgürleşmekse, eylem de başta piyasadan ve ona abananlardan özgürleşmektir. Üretir görünüp itaatkar olmak, eyler görünüp boyun eğmek, muktedirlerle blok haline gelebilmenin sihirli formülüdür. Muktedir güçlerle kutsal ittifakın tohumları böylece atılır. Bazen önce para gelir, sonra zorunlu ittifak ya da tersi, ittifak parayı getirir. Karmaşık zihinsel nesneler, toplumsal fikirler ve işlevsel eserler üretebilen kanaat önderleri, sanatçılar, entelektüeller vb. muktedir
piyasalarla ittifaklarını korumak için “var güçleriyle” çalışır: Gerçek bir içeriksizlik üretmeyi başaranlar ise yıldız olur. Üretimleri üretimden sayılmayanların tehlikeli yükselişi, içeriksizlik piyasasına aykırı düşen bölgeden gelecektir -çünkü her yeni üretim, piyasanın sahteliğine yönelmiştir; piyasanın bekçi köpeklerine ve efendilerine yönelik bir göz dikme ve bir ataktır. Piyasaya aldırışsız üretimin spesifik bir amaca yönelmemişliği, tehdit algısını ortadan kaldırabilir veya üretken bir aylağa kısmi bir korunma sağlayabilir.
Hem üretim hem de eylem olarak kitap örneğine dönelim. Konvansiyonel kitap üretiminin araçları nelerdir? Harfler mi? O halde işe en yaygın biçimde kullanılan fontu, Times New Roman karakterini sorgulayarak başlamalı. Akademisinden pembe dizi yayınevine, neden tekmili birden Times karakterini kullanır? (Baskerville, Bodoni, Centaur, Garamond, Goudy, Palatino gibi başka serifli karakterler için benzer şeyler söylenebilir.) Devrede olan operasyonel ilkelere hızla bakmaya çalışalım: İlki, kanonikliği, evrenselliğidir; niye iyi çalışan bir makinayı hurdaya çıkaralım ki, diye düşünülür. Geçerliliğinin bilimsel dayanakları vardır elbette: Harf biçimlerinin benzemezliği ve harflerin birbirine bağlamasının okumayı akıcı hale getirişi, güçlü bir gerekçedir. Tarihsel olarak, Batı uygarlığında matbu harf mimarisinin antik Yunan mimarisiyle geometrik köken itibariyle ortaklıkları, kültürün ideolojik bilinçaltını besler. İkincisi, kanıksanmışlıktır veya pratik nedendir. (Ama açık kaynaklı binlerce fontun pratik nedenlerle tercih edilebileceği gerçeği göz ardı edilmektedir.) Kimse bu yazı karakteriyle dizilmiş bir metni/metayı, yalnızca biçimsel niteliği nedeniyle yadırgamayacağı için Times’ı seçmek adet olmuştur. Kanıksama üretim mekanizmasının yansızlık kisvesine bürünmesine zemin hazırlar. Yazılı kültürün kendine güç devşirdiği
Yukarıda açıkladığım birkaç gerekçeden Times gibi hazır ve kanıksanmış fontlardan vazgeçilmesi gerektiği anlaşılabilir. Bu kez karşımıza sayfa çıkar ki beş buçuk yüzyıldan eski olan basılı kitap geleneği, sayfanın belirlenmesi yetkisini, en azından yüz yıldır uzmanlara devretmiştir. Grafik tasarımcı, kitabın bütün organları üzerinde, metnin orijinal dizgisi hariç tam yetkilidir. Kimi kere bu yetke, kendini yazardan öncelikli görmeye de varabilir. Ünlü grafikerler böyle çalışır. Kitabın esas görsel nitelikleri onun erkine/uzmanlığına devredilmiştir. Böylece yazar, fiziksel üretim ve eylem alanını, yaratıcı olabileceği bir bölgeyi yok sayarak, araya sistemin kodlarının girerek üretimi alt üst ettiği bir teknisyenler takımına teslim olur. Yazarlar için birle çok arasında aşılmaz, mitolojik bir sınır bulunur. Yazar özgün ve hakiki eseri yazandır; onu çoğaltma gücü ise aynı anda elinden alınmış gibidir. Bir mucizeyi yaratırken, ötekisinden sürgün edilmiştir adeta -yani çoğaltabilme mucizesinden. Nasıl üretmeli? “Ne pahasına olursa olsun.” Üreticilik vasfını mülk edinmeye eğilim gösteren zümreye karşı, onlara bilerek veya bilmeyerek yağdanlık yapanlara karşı üretmeli. Üretimin paylaşılma koşullarını da üreticiler belirlemeli. (Eylemin paylaşılma koşullarını da eylemciler.) Blog yazarlığı, kurumsallaşmış yayıncılığa kıyasla özgürlükçü görünmesine karşın, burada da “ortam sağlayıcıların” sunduğu şablonlarla sınırlı bir görsel kompartmanlaşma hüküm sürer. Bloglaşma ile reklamcılık arasındaki bağ ise her geçen gün interneti kuşatmaya devam ediyor. Mecradan mecraya geçiş yapan üretimin, her geçişte yaratıcı bir müdahaleye açık ve muhtaç hale geldiği sıklıkla unutulur. Mecradan mecraya geçişleri öngörerek, üretici gücün hazırlıklı olması gerekir. Maksimalist bir anlayışla üretmeli. İçsel yaratıcı güçlerini mecradan mecraya aktarma yetisi kazanmış üreticiler, bu becerilerini niceliksel olarak katlamanın yollarını bulmalı. Bir dergi çıkartan biri, ikincisini çıkarmanın yollarını aramalı -bugün “Gezi sonrası” Türkiye’de seçeneksizliği ve sisteme yamanmış üretici güçlerin ezici etkisini azaltacak panzehirlerden biri bu olabilir: Seçenekleri
Bir mecraya, birkaç mecraya, sabırlı ve uzun erimli girdiler sağlayarak, o mecranın metamorfoz geçirmesi mümkündür. Kişiye uygun bir mecra yoksa, o zaman kişi mecrayı yaratmalı: Bu kadar basit. (Olmuyorsa da, olmayacağına kani oluncaya kadar, uzun bir süre orada kalmalıdır.) Çabaların istikrarı önemlidir. Girişilen bir iş yarıda bırakılırsa, kişisel hayal kırıklığının birkaç katını, kişi, yokluğunu fark ederek gücü kırılacak olanlarda yaratmış ve bu kötümserlik mirasını devretmiş olur. Ama üretmeye didinirken, bile bile sömürülmeye rıza göstermek kabul edilemez. Çığırından çıkmış bir enerjiyle, yılgınlık bilmeden, “dört koldan” üretmeli. Üretimin şekle kavuşmaya başladığında yaratacağı güçlü etkiyi hayal ederek ve bu anın kıymetini bilerek, bu anı küçümsemeden, bu ana her an yaklaşarak üretmeli, eylemeli. Kimsenin varlığından haberdar olmadığı bir canavar yarattığının tehditkar zekasıyla üretmeli! Üretimin doğasında her zaman kırılganlık ve kader, korku ve zamanını bekleme vardır. Üretimde sağlama alma güdüsünü paranoyaya dönüştürmemeli. Ne olursa olsun, tek bir kanalda kalmamalı -mutlaka birkaç alanda birden kalarak üretmeli. Tek bir yere bütün üretici enerjiyi bağlamak, sık sık elektriğin kesildiği bir şehirde çok pahalı bir elektrikli cihazı jeneratörsüz çalıştırmaya benzer: Yanma kaçınılmazdır. Üretici güç, “monogam” olamaz; üreten insanlar böyle olsalar bile. Kurumsal erk tepişmesinden daima üretici güçlerin yaratıcılığı ve enerjisi zarar görür. Gerçek bir üretken güç, birçok yere birden yetişebilir ve bunu yaparken de kimseyi kandırmış, incitmiş olmaz. Ama sahtekar ve parazit bir yarı-üretici güç bunu yapamaz, sadece yapar görünür; çoğul aktörlü bir ağda öznelleşip ego tesis eder. Parazitler, gerçek üreticilerin çevresinde dolanıp onların aurasından beslenen, piyasalarını genişletmekten başka iş yapmayanlardır. Cazip tekliflerle, vaatlerle, projelerle çıkagelirler. Bildik mecraların, bilinmedik kullanımlarını üretmeli. Bu, sistemleri sorgulayan, eleştirel bir gözlem çabasının sürekliliğine bağlıdır büyük ölçüde. Sistem kum tanelerine saldırmaz ama kum fırtınası sisteme saldırabilir ve onu durdurabilir. Kum tanesi olarak kalmaya devam etmek önemlidir çünkü cama dönüşmek iyi fikir değildir. Sistem, kırmak için harekete geçecektir. Tekil, pahalı bir projedense, düşük bütçeli birçok projeyle üretimler “otokatalitik” biçimde katlanabilir. Bunu “vasatlıkta istikrar” diye anlamamalı. Üretimlerde yüksek nitelik yönünde çabaları arttırmak haz verici ve yetkin yaratımlara yol açabilir. Çıtayı yüksek nitelikli üretime kadar getirmeyi başaranlar, sınıfsal bir konformizmle, güç bloğuna eklemlenir. Ne üretmemeli? Kendi yaratıcı dünyanızın ortamını, laboratuvarını, mekanını, hammaddesini, çevresini, teknolojisini, yöntem ve pratiğini mükemmelleştirin; “sistem” kazanacağına, yaratıcı üretkenlik kazansın.
15 XXI - EYLÜL 2015
Bu çelişkili bir süreç olacağa benzer. Çünkü başlangıçta ancak sistemik/yaygın kodları kullanarak bir üretimde bulunulabilir, “bir şey söylenebilir”. En yaygın kodların kurucu unsurlar oldukları kadar, engelleyici unsurlar da oldukları açıktır. Kabul görmek, anlaşılmak (ve sevilmek) için bu kodlar kullanılır ama aynı motivasyon nedeniyle kodların gücü pekiştirilmiş olur: Üzerime tam oturan, ideolojinin eski püskü giysisi! (Slavoj Zizek)
Yazar açısından, metnini Times karakterinde yayıncısına teslim etmesinde benzer motivasyonlar vardır. Yazar da kendini aynı mitolojik niteliklerle donanmış gösterebilir. Times, yazılımın standart fontu, bir norm olarak, doğallık efekti haline gelir. Aslında bir metnin a priori biçimsizliği, doğal ve kendiliğinden hali demek olmasa da, Times, yazarın “cevherini pürüzsüzce gösteren mercek” kabul edilir. Yazar, “saf bir nitelik” olan yazısını, yani “has edebi yaratım”ını, üretimini sanki Times ile iletmektedir. Tabii bu kandırmacadır. Yazarlar metinlerini ne kadar “biçimsiz” olarak yayıncılarına iletirlerse, o kadar “gerçek” yazardırlar; sayfa üstünde her türlü kişisel biçimselleştirme yazarın “pür bir kelam” üreticisi olma vasfına gölge düşürür.
çoğaltmak. Piyasacı optimizmle değil de, yeni olanakların mevcut olduğu umudunu yaymak. Umut tacirlerinin değil, iflah olmazların dünyasıdır söz konusu olan.
DÖNME DOLAP
Sistemin “zinde gücü”, sahtelik üretiminin amaçlılığında yatar. Bu nedenle sahte üretimin başlıca kaygı konusu verimliliktir (para kazandırmak). Sistemin, verimliliğini artıracak gönüllü teknisyenler bulmakta zorlandığı söylenemez. Oysa piyasaya göz kırpmayan, vasatlığı kerteriz almaktan imtina eden üretimin yolu, oto-katalitik/kendi ısısını yaratan bir fazlalık ortaya koymaktan geçer. Üretimlerin öz nitelikleri arasında, çoğaltılmaya uygunluk varsa ve örneğin bu dijital bir kitapsa, onu “sistemin yaygın kodlarından arındırmak” gibi, son derece incelikli bir eleştirel araştırma neticesinde ortaya çıkarmaya çalışmalı.
tarihsellik, prestij, bilgelik; kısacası yazı uygarlığının bütün manevi güçlerinden kendine pay çıkarır.
EYLÜL 2015 - XXI 16
FOTO-ALTI
Uçan Payandaların Huzuru
Paris’in leydisi Notre-Dame, Sen Nehri’nin ortasındaki adalardan birinden şehre bakıyor, uçan payandalarıyla. 1163’te başlayıp aşama aşama inşa edilen katedral 1345’te tamamlandığında Paris’in hem gururu hem de hüznü bir arada yaşadığını hayal etmek zor değil. 180 yıldan uzun süren bir inşaatın tamamlanması o zamanın bir Ortaçağ kenti için epey anlamlı olsa gerek. Bugünün sürekli ve apansızca değişen kentlerinin hızının yanında 180 yıllık bir yapım öyküsü nasıl da huzur veriyor, tıpkı Cemal’in bu fotoğrafına bakarken aldığımız huzur gibi. fotoğraf: Cemal Emden yazı: Hülya Ertaş
TOKİ - MOKİ
sektörle olan bağlarını kuvvetli tuttu. Ancak, sonuç pek çok açıdan eleştirilebilir yanlar içeriyor. Her şeyden önce, önerilen konutlar düşük gelirlilerin alım gücüyle uyuşmuyor; TOKİ, bu anlamda orta ve alt-orta sınıfa hitap ediyor. Sosyal adalet sorunu, uygulamada göz ardı ediliyor. Diğer yandan askeri zihniyetten miras kalan mekansal kurgu Türkiye’deki kentsel ve kırsal yerleşimin yaşam biçimine zıt düşüyor. TOKİ, basitçe her türlü sosyal dayanışma ve kaynaşmayı imkansız hale getirerek insanları birbirinden ayırıyor. Bu yalıtım, sokak hayatının yokluğuyla ve fraktal olmayan kentsel doku uygulamasıyla gerçekleşiyor.
"Bizden konut alan vatandaşlarımız ödemelerini düzenli yapıyor. Onun dışında elimizde 4.5-5 milyar YTL’lik satışa hazır konut stoku var. Yani, aslında TOKİ olarak elimize geçecek kaynağın büyüklüğü 10 milyar dolar dolayında bulunuyor." Erdoğan Bayraktar (Bir zamanların TOKİ Başkanı)
ZİNCİRLEME REAKSİYONLAR
İstanbul’un çeperlerinde gezinmek bugünlerde özel bir deneyim sunuyor. Özellikle bu peyzajı yürüyerek dolaşmayı göze alanlar şehirin içinde veya dışında olmaya dair alışıldık hissin artık geçerli olmadığını fark ederler. Kentin (ya da kırsalın) ve doğanın her bir küçük parçasının herhangi bir rasyonel örüntünün ötesinde rastlantısal olarak bir arada olduğu bu yerleri deneyimlemek daha çok bir girdapta sıkışıp kalmışlık hissi yaratıyor. Bunun en net şekilde algılandığı çevre ise kesinlikle TOKİ yerleşmeleri. Bunlar arasında ise Başakşehir’deki Kayabaşı uydu kenti ise muhtemelen en etkileyici örnek.
EYLÜL 2015 - XXI 18
1980 askeri darbesini gerçekleştiren siyasal güç tarafından 1984 yılında, gecekondu olarak bilinen enformel yerleşimlerin çoğalmasını önlemek amacıyla kurulan TOKİ, otoriter kentsel vizyonun saygın mirasçısı haline geldi. Güç odakları sıklıkla, bu yerel yerleşmeleri solcu grupların kalesi olarak gösterdi. 2000’e kadar TOKİ esas olarak inşaat kooperatiflerine düşük faizli kredi sağlayıcısı olarak işliyordu. Ancak halihazırda, konut problemine kötü mimari ve sosyal çözümler ortaya koyan projeler gerçekleştirilmişti. Bunun yanı sıra TOKİ’nin çevreyle ve kentsel dokuyla kurulacak herhangi bir kavramsal bağı hiçe sayan askeri plan nizamını üniversitelere, okullara ve diğer kamusal yapılara uygulanmıştı.
SINAN LOGIE
Tabi ki, TOKİ’nin işletim gücü olağanüstü bir şekilde arttı. Recep Tayyip Erdoğan iktidarı tarafından yeniden yapılandırılan sosyal konut ajansı, Türkiye’nin en güçlü gayrimenkul aktörü haline geldi. AKP’nin 2002 seçimlerindeki en etkili vaatlerinden biri geniş kitlelerin gayrimenkul sahibi olma hakkına kavuşmasıydı. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde (1994-1998), KİPTAŞ sürecinden elde ettiği deneyimden faydalanılarak TOKİ, son on yılda 500.000 civarında konut inşa eden bir makineye dönüştürüldü. Buna paralel olarak kuruluş, özel
Christopher Alexander’ın (Nature of Order) araştırması ya da Nikos Salingaros’un örüntü hakkındaki teorileri sayesinde, bizi TOKİ hakkında neyin rahatsız ettiğine ulaşabiliriz. Her iki teorisyen de konuyu araba ulaşımının neden olduğu yıkıcı kentsel planlama üzerinden işliyor, tabi ki. Ancak bunun da ötesinde yatan neden, modern planlamada fraktallığın eksikliği ve TOKİ’nin mekanı insansızlaştırmaya yönelik çalışmaları. İnsanlar doğayla bütünleşmeye programlıdır, yani fraktallığın mevcut olduğu yerle. Ölçek ve doku uyumunu bağdaştıran bu geometrik ve mekansal kurgu, beynimize derinlemesine kök salmıştır. Örneğin, son dönemde yapılan araştırmalar doğayla yeterince ilişki kurmayan çocukların empati yetilerinin de gelişmediğini gösteriyor. Bu da çevremizdeki fraktalların önemi hakkında ipucu veriyor. Yine de, fraktallar kentsel dokuda da bulunabilir ve özellikle de “gecekondu” gibi gayriresmi yerleşimlerde ya da geleneksel Osmanlı mimarisinde mevcuttur. Böyle bir yapılanma, farklı ölçekler arasında bir derecelenme ile yapılı çevre ve boşluk arasında yumuşak bir geçiş sağlar. Bu, muhtemelen TOKİ’nin en büyük başarısızlığıydı. Bugünlerde, Süleymaniye Camisi’ni ve onu çevreleyen dokuyla bütünleşmesini gözlemlemek geçmişteki yapıcıların derin bilgisi hakkında fikir verebilir. İslam mimarlığı fraktal geometride zirveye ulaşmıştı. Bu konudaki gelişmişlik, tabi ki dünyanın dini yaklaşımlarla temsil edilme çabasıyla doğrudan ilişkili bir durum. İbnü'I Heysem’in Bağdat’ta yazdığı optik, ışık ve geometri hakkındaki teorisi on birinci yüzyılda coğrafyamızdaki mekan ve mimarlık kavrayışını derinden etkiledi. Araştırmaları, on üçüncü yüzyılda Endülüs’te “Perspektiva” adıyla Latince’ye çevrildi ve İtalyan perspektifinin köklerinin de atıldığı Avrupa’ya yayıldı. İbnü'I Heysem’in araştırmaları matematikçiler tarafından fraktal geometrinin temeli olarak sayılıyor ve kimi zaman yalnızca parametrik tasarım aracılığıyla tekrarlanabiliyor. Mimarlık, o zamanlarda, bu ilkelerin yerel koşullarla birlikte ele alınarak üçüncü boyutta uygulanmasıydı. Tabi ki TOKİ’den böylesine bir titizlik beklemiyorduk… Doğal olarak, TOKİ’nin gerçekleştirdiği mekansal izolasyon ve insansızlaştırma çalışmaları konutların etrafındaki kullanılamayan yeşil alanlarla somutlaştırılıyor. Bu askeri hijyenik yaklaşım, “sokak”
kavramını reddediyor. Yine Alexander ve Salingaros’a (ya da Leon Krier’e) göre sokak, tarihsel süreçte insan etkileşimlerinin gerçekleştiği yer olarak ortaya çıkıyor. Bu, tıpkı kimyasal reaksiyonlardaki gibi kentsel yaşamda bir katalizör görevi görüyor. Ne yazık ki TOKİ Le Corbusier’nin otoyol ağını tercih ediyor…
Sonuç olarak Kayabaşı ve diğer pek çok TOKİ yerleşiminin geleceğini tartışmak için ilk adımı attıklarını düşünüyorum. karşı sayfada Kayabaşı TOKİ Evleri; fotoğraf: Sinan Logie bu sayfada Jeanne Lamour, Malak Hamamsi ve Alexandra Huynh-Lenhardt'ın Kayabaşı için projesi
19 XXI - EYLÜL 2015
Geçtiğimiz akademik dönemde Ecole Nationale Supérieure d’Architecture de Versailles'daki Ido Advissar, Djamel Klouche ve Gaëtan Brunet yürütücülüğündeki stüdyoda olan Jeanne Lamour, Malak Hamamsi, Alexandra HuynhLenhardt isimli öğrencilerin işlerini izleme şansım oldu. Öğrenciler, İstanbul'da 2500 konutluk bir yerleşim geliştirmekle yükümlüydü. Kayabaşı’ndaki mevcut yerleşim yoğunluğunun az katlı yapılarla artırıldığı bir senaryo tarif ediliyordu. Yeni konut birimleri ve mevcut kuleler arasında kurgulanan yaya bağlantılarıyla yeni kamusal ilişkiler tanımlamak hedefleniyordu. Projenin sosyal hibritliği ve hacimsel varyasyonları, ilişkiler ağının akışkanlığını garantiler nitelikte. Mevcut altyapının varlığını reddetmeyen yaklaşım, çevredeki bakir alanlara yayılmadan Kayabaşı'nın fraktallığını geliştirme potansiyelini öneriyor. Özellikle alanın önümüzdeki yıllarda nüfusunun artacağını kabul edersek.
ZİNCİRLEME REAKSİYONLAR
TOKİ'nin önemi göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye'nin akademik ortamında buna tezat projeler üretilmemesini şaşırtıcı buluyorum. Zaman zaman mimarlık bloglarında ya da web sitelerinde bu yerleşimlere noktasal eklentiler gibi denemeleri görmenin dışında, TOKİ’nin ve geleceğinin gerçek sorgusu profesyoneller tarafından mimari bir soru olarak ele alınmıyor. Ancak geleceği biraz olsun hayal edersek, yakın zamanda bu bölgelerin önemli sosyal çalkantı merkezlerine dönüşeceğini görebiliriz. Avrupa'daki benzer ayrıştırılmış kentsel doku örnekleri, potansiyel tehlikelerin apaçık göstergeleri.
EYLÜL 2015 - XXI 20
BİNA ELEŞTİRİSİ
Derin Sularda Yüzmek “Türkiye’de zaten genel olarak eleştiri kültürü yok.” “Mimarlık camiası zaten bir avuç, herkes bir diğerini kırmaktan çekiniyor.” “Yapılan işler arasında eleştirilecek tarafı olanlar çok az, zaten mimar sözünü geçiremiyor ki işverene.” Vesaire vesaire... Bugüne kadar pek çok vesileyle hepimiz bu cümlelerin en az birini duyduk, mimarlık eleştirisinin neden var olmadığı üzerine çok sayıda toplantı düzenledik ve katıldık. Biz ise bu sayıda mimarlık eleştirisinin nasıl yapılabileceğini konuşmak istedik. Bunu biraz sınırlandırmak için ve içinde bulunduğumuz üretim-fazlası binalar döneminin anlamlı bir şekilde okunabilmesi açısından önemli gördüğüm binalar üzerine yazılıp çizilen eleştiriye odaklanmaya çalıştık. Yapıyı fikirlerin somutlaşması için kullanan genel mimarlık eleştirisi metinlerinden ziyade bir yapıdan hareket ederek onu eleştiren, bunu yaparken de mimarlığa bir nesne değil, bir olgu olarak bakan bina eleştirisi metinleri, tartışmamızın ana konusu. Aslıhan Şenel, Celal Abdi Güzer, Funda Uz, Gökhan Karakuş ve Ömer Kanıpak ile eleştiri metinlerinin nasıl kaleme alınabileceğini ve eleştirmenin günümüzdeki konumunu masaya yatırdık. Hazırlayan: Hülya Ertaş
fotoğraflar: Onur Doğman
Gökhan Karakuş: Ben bu kitabı akademik boyutuyla değerlendirince, tamamen New York üzerinden ilerlemesini biraz naif buldum. O nedenle bunu bir çıkış noktası olarak almamız mümkün görünmüyor. Sadece New York incelemesi yapıp buradan evrensel bir yaklaşım geliştirmek pek sağlıklı gelmiyor. Farklı yapı tipolojilerinden bahsetmesi anlamlı, yine de kapsamına aldığı tüm yapılar mimar elinden çıkmış ürünler; oysa bina ise daha büyük bir öğe hayatta. Mimarsız mimarlık anlayışına bakacak olursak, onu eleştirme biçiminin de çok farklı olduğunu görüyoruz. Yerel mimarlığı değerlendirirken, onun elindeki imkanları göze alınca, tanımladığı bu tarihi, biçimsel, deneyimsel, aktivist yaklaşımlarının dışına çıkmak lazım. Batıya ve New York’a baktığımız zaman, genelde kent içindeki yapılara odaklandığını görüyoruz. Yalnızca kentte mi olur mimarlık? New York verilerini evrensel tezler olarak sunmayı ve bu verileri referans olarak baz almayı kısıtlı bir yaklaşım olarak değerlendiriyorum.
Funda Uz: "Writing About Architecture" yerine "Writing Architecture" gibi bir ifade kullanmamızın sebebi bu. Anlatının ve eleştirinin bütün kanallarını açmayı ve farklı temsillerde de üretimler yapılmasını sağlamayı hedefliyoruz. Ben Hülya'nın sorusunu karşılayan bir yanıt gibi görüyorum bu kitabı. Belki soruyu da tartışmamız lazım; eleştirinin kapsamını "bina eleştirisi" olarak sınırlamamızın sebebi nedir?
Ömer Kanıpak: Ben evrenselleştirme çabası var yok mu çok emin değilim ama eleştirmenin önce kendi çerçevesini tanımlaması gerektiğine inanıyorum. Lange’in kitabının da eleştirmenin önce hangi çerçevede oynayacağını tanımlaması sonra eleştirisini geliştirmesi gerektiği fikrinden hareketle yazıldığını düşünüyorum. Dolayısıyla, Lange’ın kurduğu bu dört çerçeve dışında başka çerçeveler de tanımlanabilir. Mesela Lange Amerikalı eleştirmenler dışında Bruno Zevi, Sigfried Giedion, Manfredo Tafuri gibi çok aşina olduğumuz pek çok Avrupalı eleştirmenden bahsetmemeyi seçmiş. Çerçeveyi bu doğrultuda tanımladığı için kitabın geçerliliği var bence. Aslıhan Şenel: Ön yazısında bir ders kapsamında yapıldığından söz ediliyor. Ders kapsamında farklı yöntemler ele alınıyor. Kurulan çerçeveler çok katı tanımlandıklarında durumu sınırlandırabiliyor, fakat yine de bunun bahsi geçen dersin kuruluşu açısından olumlu ve tutarlı olduğunu düşünüyorum. Biz de "Mimari
Gökhan Karakuş: Dersin Türkçe yapılması önemli. Türkçe’nin imkanlarıyla eleştirme konusuna da değiniyor musunuz? Aslıhan Şenel: Muhakkak. Funda’nın da benim de bu konu hakkında ayrı araştırmalarımız var. Araştırmalarımızı konuya dahil etmeye çalışıyoruz. Edebiyat işin içine girebiliyor. Özellikle Türkçe’nin kullanımı ve yazı şeklinin üretim aracı olarak kullanılmasının önemini vurguluyoruz. Bina hakkında yazmayı değil, binayı yazmayı amaçlıyoruz.
Hülya Ertaş: Bina olarak sınırlamamızın sebebi, mimari eleştirinin kapsamının çok geniş olması. Bina eleştirisine odaklanırsak daha net bir çerçeve içinde konuşacağımızı düşünüyorum. Mimari metin ve bina eleştirisi olarak kategorize ettiğimiz zaman ikisi hakkında da çalışmaların eksik olduğunu görüyoruz, fakat bu iki kategoriden bina eleştirisi metinlerinin eksikliği daha çok hissediliyor. Funda Uz: Mimarlığı var eden şeyin; tek başına mimarın kendi erki olmaktan çıkan, kentle bağlanan, bulunduğu bağlamla ilişki kuran, mimarlık tarihi içinde kendine bir yer ya da aralık açan, farklı ağlar örgüsü olduğundan söz edebiliriz. Bu ağlar örgüsü tanımlanırsa bunun içinden eleştirilecek olan seçilerek bunun üzerine gidilebilir. Bu, binanın kendi fizikselliği olabileceği gibi çok farklı açılardan geliştirilen bir eleştiri de olabilir. Baştan bu örüntüyü kurmadan, sadece binanın üzerine odaklanmanın eksik bir bakış açısı olabileceğini düşünüyorum. Bunu yapan ve bunu yapmanın gerektiğini savunan eleştirmenlere katılmıyorum. Bu durumda birtakım noktaların gözden kaçırılabileceğine inanıyorum. Hülya Ertaş: Kaçırdıklarımız, bir bina eleştirisi yaparken sadece binadan bahsetmekten mi kaynaklanıyor? Funda Uz: Basit bir örnek vermek gerekirse Demirören Alışveriş Merkezi’nin önünden geçen insanlara yapının güzel mi çirkin mi olduğunu sorsak, çok daraltılmış
21 XXI - EYLÜL 2015
Tasarımda Eleştiri" diye bir ders veriyoruz. Bu ders ile karşılaştırdığımda, bizim dersin bundan oldukça farklı olduğunu gözlemliyorum. Burada eleştirinin nasıl yapılacağı ve yöntemleri temel bir bilgi olarak veriliyor. Biz dersi çok daha deneysel bir şekilde yürütüyoruz. Eleştiri kurallarına dair sınırlamalar yapmamaya çalışıyoruz. Öğrencinin değişik ve yeni yöntemler geliştirmesini önemli buluyoruz ve bunu teşvik ediyoruz. Türkiye’de mimari eleştirinin neden yapılmadığı ve nasıl yapılacağı tartışılırken bunu yapacaksak yeni bir dil oluşturmak gerektiğine inanıyorum. Mevcut kuralları tanımlayıp bunların içine hapsolursak ilerleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Bu yüzden eleştirel ve deneysel yöntemin önemini vurguluyoruz.
BİNA ELEŞTİRİSİ
Hülya Ertaş: Bugüne kadar "Mimarlık eleştirisi Türkiye'de niye yok?" konulu çok sayıda toplantı yapıldı. Bense bunun nasıl yapılabileceği, yöntemi ve araçlarının neler olduğu üzerine tartışmak istiyorum. Mimarlık eleştirisinin denenmediği sürece hiçbir zaman yapılamayacağını düşündüğümden neden yapılmadığını tartıştıkça da bir yere varamayız. Bu sohbet kapsamında daha çok bina eleştirisine odaklanmak istiyorum. Mimarlık tarihi yazımından ya da binanın/projenin kendisinin bir mimari kuramı ispat için kullanıldığı metinlerden değil, doğrudan yapılı çevremizi etkileyen binalar ya da etkilemeyi planlayan projeler üzerine geliştirilen eleştiriyi kast ediyorum bina eleştirisi derken. Bir bina eleştirisi yazısı nasıl yazılır, yöntemleri nelerdir, nereden yola çıkar, nasıl yaklaşımları takip edebilir gibi daha pragmatik bir yönden konuya yaklaşarak başlayabiliriz. Belki sonra gerçek anlamda bir bina eleştirisi yazılabilmesi için gerekli koşulları konuşarak konuyu genişletebiliriz. Öncelikle, bir kişinin bina eleştirisi yazmaya başlamadan önce ne tür yaklaşımlar geliştirebileceğini, nereden başlayabileceğini konuşabiliriz. Mesela Alexandra Lange’in “Writing About Architecture” kitabında dört ana yaklaşımdan bahsediliyor; biçimsel, deneyimsel, tarihi ve aktivist yaklaşımlar. Bunlara benzer birtakım yaklaşımlar da biz tarifleyebilir miyiz? Bir kişi bina eleştirisi yazmak için bilgisayarın ya da kağıdın kalemin başına geçtiğinde nereden başlayabilir?
celal abdi güzer
ömer kanıpak
yanıtlarla karşılaşırız. Halbuki buradaki yasal ve yasadışı karşılaşmalar, olanaklar, olanaksızlıklar üzerinden gidildiğinde başka bir tablo ortaya çıkacaktır. Bu, belki de binanın fiziksel niteliği yerine başka konuları tartışmamıza imkan verecektir.
EYLÜL 2015 - XXI 22
BİNA ELEŞTİRİSİ
Hülya Ertaş: Bina eleştirisinin bunu kapsadığını düşünüyorum. Binanın bağlamından koparılarak estetiğinden söz edilmesi değil bina eleştirisi. İyi bir bina eleştirisi her ne kadar tekil bir bina üzerine yazılmış olsa da sözünü ettiğin tüm bu yönleri kapsayacaktır zaten. Ömer Kanıpak: Bir süredir, binalara nasıl baktığımı analiz ederken bir sistematik oluşturmaya başladım. Kendimi formüle etmediğim zaman karşıdan gelen eleştirilere de yanıt veremiyorum. Bir sistem olması gerektiğine inanıyorum. Eleştirinin bir de değerlendirme tarafı var, bir yapıyı eleştirirken bir yandan da değerlendiriyoruz. Buna sadece mimarlık olarak bakmak yerine, insan olarak nasıl değer biçtiğimize baktığımız zaman (bir kişiye, bir nesneye, bir etkinliğe ya da fiziksel olmayan herhangi bir şeye) üçlü bir sistem içinde hareket ettiğimizi iddia edebiliriz. Dikotomiden farklı olarak trikotomi üzerinden, iyi-kötü ve güzel-çirkin okuması yerine üçlü bir değerlendirme sistemi ya da parametre kurgusu üzerinden gidebiliriz. Søren Kierkegaard dünya algılama sistemini üçlü olarak kurgular ve her şeyi estetik, etik ve dini açılardan değerlendirir. İncelediği, eleştirdiği şeyin dini değerler bağlamında geçerli olup olmadığını sorgular. Pragmatizmin kurucusu olan Charles Sanders Peirce bunu biraz değiştirmiş. Estetik ve etik aynı kalıyor ama “dini” “mantık”la değiştiriyor. Biz de artık karşılaştığımız nesne ve olayları etik, estetik ve mantık (veya bilimsellik) parametreleri üzerinden değerlendiriyoruz. Bir şey iyi ya da kötüyse etik, güzel ya da çirkinse estetik çerçeveden bakıyoruz. Bilimsel çerçeveden bakmaya çalıştığımız zamansa doğru veya yanlış mı diye sorguluyoruz. Bu üç parametrenin eleştirilmek istenen herhangi bir binaya uygulanabileceğini düşünüyorum, çünkü iyi ya da kötü olması onun aslında hukuksal olarak birtakım hataları olup olmadığını ortaya çıkarıyor. Sosyal olarak yarar veya zarar sağlıyor mu, kamusal olarak binayı kullananların dışında başka insanlara da hizmet edebiliyor mu? Bu çerçevelerde bakıldığında da binanın etik olarak ne kadar iyi veya kötü olduğunu değerlendirebiliyoruz. Estetik çerçeveden baktığımız zaman ise işin içine mimari terminoloji giriyor. Bu biraz daha mimarlık alanının içinde kalan bir değerlendirme. Doğrusu ve yanlışı ise işverenlerin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığına bağlı bir değerlendirme. Bir bina iyi işliyor mu? İşlev, havalandırma, sirkülasyon çözümleri gibi meseleler tamamen bilimle açıklanabilecek parametreler. Bu üç eksene oturtabiliyorsak bir binayı, bütün çerçeveleri ile doğru bir şekilde analiz edebiliriz. Her zaman her eleştiri bu üç başlığa değinmeyebilir, çünkü bazen birtakım konular daha ağırlıklı olarak ön plana çıkabilir. Örnek vermek gerekirse, bir binanın estetiği çok iyi olabilir, ama tamamen yanlış bir yerde inşa edildiyse eleştiri etik tarafa doğru kaymak zorunda kalabilir. Bir binanın formu çok etkileyiciyse ya da mimari olarak bize daha fazla söz söylüyorsa, o zaman diğer parametreleri biraz daha göz ardı edebiliriz, ki bu da bir kayıp olabilir. Bir bina estetik açıdan ne kadar yeni alan açabiliyor ya da üzerinde konuşulmaya değer ne kadar malzeme sağlıyor, bir iddiası var mı, bazı
aslıhan şener
gökhan karakuş
sınırları zorluyor mu? Yapı ancak bunları sağladığı zaman güzel ve çirkin dışında birtakım konuları konuşmaya başlayabiliyoruz mimari eleştiri anlamında. Celal Abdi Güzer: Bina eleştirisi ile mimarlık eleştirisi ayrımının nasıl yapılabileceğinden pek emin değilim. Tekil binaya bakarak ne öğrenebiliriz? Elbette o binayla ilgili bir şeyler öğrenebiliriz. Binaların yapılma koşulları, öncelikleri, bağlamsal duruşları farklılıklar barındırıyor. Dolayısıyla mimarlık eleştirisi, tekil binaların ötesinde bir mimarlığı anlamaya, tekil binaları anlamak için örnek bir zemin oluşturmaya yöneliktir. Benim açımdan tekil binalar için söylenenler sadece o binayı tarifler. Mimarlık ortamını geri beslemek açısından, eğer başka bir bilgi yumağıyla birlikte bir yere oturmuyorsa çok anlamlı olmayabilir. Günümüzde bina yapma şekilleri, öncelikler ve mimarın rolü değişti. Mimarlığın toplumsal algısı değişti. Bütün bu değişimler içerisinde aslında mimari eleştiri geleneği de değişiyor. Bazıları mimarlık eleştirisinin yok olduğunu, bazılarıysa önemsiz olduğunu söylüyor. Eğitim hayatımızı Le Corbusier'ler, Wright'lar gibi prenslerin ve pelerinli kurtarıcı mimarların olduğu bir dünyanın çizdiği değerler üzerinden oluşturup kendimizi başka bir denizde bulduk. Bu denizde de onların yüzdüğü gibi yüzemiyorsunuz. Sanat tarihi kitaplarına, mimarlık tarihi kitaplarına baktığımızda, mimarlık tarihinin 300-500 yapı üzerinden bütün dünyayı anlamaya çalıştığını görebiliriz. Bu yapıların hepsi, cımbızla seçilmiş, bazen tesadüfen, biraz da Batı hegemonyası altında, biraz belirli bir grubun öncelikleri içinde seçilmiş yapılar. Tipik bir mimarlık öğrencisini ele alsanız onun gündeminde Le Corbusier ve Wright'tan başlayıp, belki ikinci kuşak olarak Rogers'lara, Foster'lara varan, son dönemdeyse Big, Rem Koolhaas gibi mimarlara yer veren, kendiliğinden oluşan ve belli değerleri dayatan bir ana eksen görebilirsiniz. İçinde olduğumuz ortamda mimarlık eleştirisinin asıl meselesinin kendiliğinden masaya konulanın altına bakmak olduğunu düşünüyorum. Bunun dışındaki durumu anlamak, bunlarla aramıza bir mesafe koymak, bize tepeden sunulan bütün eleştirel değerler sistemini sorgulayan bir pozisyona doğru geri çekilmek çok önemli. Bu, ancak bu coğrafyalarda daha doğru yapılabilecek bir iş. Başta Gökhan’ın söylediği gibi, bu işe New York'tan bakıldığında görülenin farklı olması meselesine katılıyorum. Çünkü ayrıcalıklı üretim süreçleri sonucunda oluşmuş yapıları anlamak ve değerlendirmekle, gündelik bir yapım pratiği içindeki mimarlığı anlamak ve değerlendirmek arasında farklar var. Hepimiz, mimarlık öykülerini okuduk. Frank Lloyd Wright'a baktığımızda, bir evi üç buçuk senede çizdiğini, evin sahibi olan arkadaşı ile kavga ederek iki - iki buçuk senede inşa edildiğini, inşa edilirken de beş altı kez yıkıldığını biliyoruz. Öte yandan, İstanbul'da 1.500 konutlu bir site altı ayda masaya yatırılıyor, iki sene sonra da bitmiş olarak teslim ediliyor. Bu ikisini birbirinin benzeri ya da alternatifiymiş gibi masaya yatırıp, aynı şekilde anlamaya ve tartışmaya çalışırsanız, faydasız bir iş yaparsınız. Dolayısıyla batıda geliştirilmiş bir yöntem, yaklaşım ve eleştiri alışkanlığı ve öğretisiyle doğudaki duruma bakmak çok kolay değil. Buradaki durum, zaman zaman mimarı da yok sayan ve pek çok dinamiği içeren farklı bir süreç tanımlıyor. O süreci anlamak, en az yapıyı anlamak kadar önemli. Bu yüzden bir bağlam içinde değerlendirme yapmak gerekiyor. Hep konuşuluyor diye söylüyorum, Zorlu Center'ın ne kadar "yakışıklı" bir bina olduğu beni ilgilendirmiyor. Ama İstanbul bağlamı içinde nereye oturduğu ve neyi temsil
BİNA ELEŞTİRİSİ
funda uz
Eleştiri kelimesinin kökeni, "critisism" sözcüğünden, yani "ayırt etmek” meselesinden gelir. Eleştiri, değerlendirmekten ziyade anlamaya yönelik bir süreçtir. Sadece Türkiye’de değil, pek çok ortamda mimarlık tarihi, mimarlık eleştirisi ve mimarlık teorisi birbirine karıştırılıyor. Karıştırılabilir elbette, bunlar geçirgen kavramlardır, ama bunlar birbirinin yerine geçebilecek şekilde de kullanılabiliyor. Mimarlık değerlendirmesi ise daha akademik bir çalışma. Bir binanın değerlendirilmesi ölçülebilir kavramlar üzerinden gidebilir. Hangi zamanda yapılmış, nasıl yapılmış, kolay uygulanabilir mi, iyi ısınıyor mu, çevreye zarar vermiş mi, insanlar mutlu mu gibi sosyal-fiziksel-psikolojik-kimyasal çeşitli durumlar karşılaştırılıp değerlendirme yapılabilir. Bu, mimarlığı bilimsel olarak denetlenebilir ve ölçülebilir bir duruma sokma çabasının ürünüdür. Tarih hep böyle bir gerilimin içinde mimarlığı ortaya koyar. Mimarinin de mühendislik gibi elle tutulur, kontrol edilebilir değerlendirmeler yapılabilir bir alan olması çabası vardır. Tasarıma ve sanata çok girdili, karmaşık, geçirgen, birbiriyle çatışan bir sürü meselenin bir arada olduğu durumlar arasında önceliklere karar verme meselesi olarak bakabiliriz. Bizim de eleştirip tartışabileceğimiz durum, öncelikler meselesidir. Ben bir binayı eleştirirken öncelikle bütün çatışan ve çelişen bağlamsal değerler içinden hangilerinin öne çıkarıldığına, hangilerinin geri planda tutulduğuna bakarım. Öne çıkarılan değerlerle toplumun çıkarları ve mimarlığın güncel beklentilerinin çakışıp çakışmadığını önemserim. Çakışıyorsa, orada bir potansiyel görebiliyorum. Çakışmıyorsa, bir aykırılık varsa, ki bu kasıtlı da yapılmış olabilir, bunun bilinçli bir aykırılık mı, yoksa basit çıkarlar üzerine kurulu bir aykırılık mı olduğuna bakarım. Zaten bizi rahatsız eden yenilikçi olan aykırılıklar değil, basit ve gündelik çıkarlar üzerine kurulu olan aykırılıklardır. Bunun içinde imar da vardır, rant da vardır, ekonomi de vardır. Eleştirinin kime anlatılmaya çalışıldığı da çok önemli. Bu da aslında "Bilgisayarın başına geçtiğimde ne yazacağım?" meselesini doğrudan etkiliyor çünkü mimarlık bilgisi gündelik hayatı ve sokaktan geçen insanı ilgilendiriyor. Mimarlık yayınları arasında popüler, profesyonel ve akademik olmak üzere üç ayrı kültür var. Bunlar arasında bir geçirgenlik var ama medyatik ortam, yazının yazıldığı ortam ve hitap ettiği kesim hem dili hem öncelikleri hem de yöntemi etkiliyor. Bazen bunlar arasında süreklilik olurken bazen olmuyor. Sırf bu nedenle, üretilen yargı da değişebiliyor.
Sonuçta bir yapıyı akademik gözle yorumlamakla, sokaktan geçen bir insanın bakış açısıyla yorumlamak arasında fark var. İnsanların beğendikleri mekanlar genellikle hayatlarını kolaylaştıran ve anlık ilişkilerinde mutlu oldukları ortamlardır. Bunu Boğaz Köprüsü'nde de yaşıyoruz. Trafikte saatlerce bekleyen biri için, köprü yapılması gündelik hayatı oldukça kolaylaştıran bir durum, başka bir sorgulamaya gerek duymayabiliyor. Fakat ekoloji, biyoloji, gelişme gibi tezleri kafasında taşıyan biri başka bir dünyadan bakıyor. O zaman o direksiyonun başında bekleyen kişi, diğerini bir yabancı gibi görmeye başlıyor, diğeri ise onu gündelik çıkarları adına doğayı katletmekle suçlamaya başlıyor. Çatışma bir türlü çözülmüyor. Bu sorun mimarlıkta da var. Mimarlık dünyasının dışından biri, bir yapıyı dolaşımın rahatlıkla sağlanması ve ortak kullanım alanlarının varlığı üzerinden değerlendirebilir. Bunlar mimarlık ölçeğinde de tartışılacak konular ama bunları yazarken kime hitap edildiğine dikkat etmek gerek. Özellikle gündelik yaşama yönelik yazıları çok önemsiyorum. Mimarlık ve kültür arasındaki derin ilişkide talebi oluşturan ve denetleyen kesim kültürel anlamda ne kadar gelişmişse çevrenin kalitesi de o kadar artıyor. Nitelikli mekanların eğitimli ve gelişmiş çevrelerde olması, tıpkı batıda kent merkezlerinin korunması fakat doğuda sürekli karar değişikliği olması gibi, tesadüf değil. Ömer Kanıpak: Bir yazıya başlarken kime hitap ettiğinizi belirlemek çerçevenizi çizmenizi sağlıyor. Gündelik bir yayın aracı için yazıyorsanız başka şekilde yola çıkıyorsunuz; mesleki bir yayında yer alacaksa ağırlığı mesleki konulara veriyorsunuz. Ama bizim tartıştığımız kanuni sorunlar, imar sorunları, toplum ve hükümetlerin baskısı, sadece Türkiye'de değil başka ülkelerde de yaşanıyor. Sadece biz oradaki süreçleri takip edemediğimiz için ancak varsayımda bulunabiliyoruz, yoksa aynı tartışmalar dünyanın her yerinde yaşanıyor. Ama esas konu bina tamamlandıktan sonra neden tektoniğini, malzemesini, sirkülasyonunu ve formunu tartışamadığımız. Gökhan Karakuş: Bina eleştirisi yapmak 2015 Türkiye’sinde yapılması gereken bir iş. Bu dönemde üretimlere farklı dinamikler dahil oluyor, kimi zaman süreç mimarların dışında gelişiyor. Sosyal, hukuki ve toplumsal durumları bütün olarak ele almak, bunu yaparken de sektörel faktörleri gözden kaçırmamak gerekiyor. Mimarlık kültürü salt mimarlar arasında gerçekleşiyor ama mimarlık tarihi, mimarlık teorisi, mimarlık eleştirisi çok daha büyük bir çerçeveyi içine alıyor. Sahiplenmemiz gereken konuların bunlar olduğuna inanıyorum. Bence ileriye gitmek istiyorsak binaları sadece kapı ve duvarları üzerinden değil de daha farklı konular üzerinden okuyarak, mimarlığa dair daha spesifik birtakım çalışmalar yapmamız gerekiyor. Ancak ekoloji, yasadışı imar hareketleri dönemin başlıca sorunları olarak karşımıza çıktığı için öncelikli olarak onları ele almak gerekiyor. Celal Abdi Güzer: Mimarlık, mimarlar tarafından şekillendirilmekten hızla çıkıyor. Sürece iş geliştiriciler, pazarlamacılar, gayrimenkulcüler, bankerler gibi pek çok baskın aktör dahil oluyor ve çoğu konuda da karar verici rol oynuyorlar. Mimar çok kısıtlı bir çerçevede hareket etmek zorunda kalıyor. Bu gerilimler içinde radikal, dönüştürücü, kırılma noktalarını temsil eden birtakım araçlara zaman zaman yer açılamıyor. Hal böyle olunca ortaya iyi sonuçlar yerine farklı detaylar çıkıyor. Müthiş
23 XXI - EYLÜL 2015
ettiği, onunla birlikte nelerin kırıldığı, ölçeğin nasıl değiştiği, yeni getirdiği bağlamsal ilişkiler sistemi ilgilendiriyor. Mesela, Ömer’in yazısı yapıyı böyle bir çerçeveden ele almaya çalışıyor. Yapılar iyi bir teknoloji ile yapılmaları, kaliteli malzemelerin kullanılması, oran – ölçek kavramlarının iyi çözülmüş olması gibi temel gereklilikler üzerinden incelenebilir. Fakat asıl mesele bu değil. Dolayısıyla “pelerinli” mimarların kapı sövesinden ya da iki taş üst üste koyarak tasarladıkları yapılar üzerinden yola çıkarak mimarlığı anlamak ve anlatmak çabası ile, kentin dinamiklerini bastırıp kenti dönüştüren yapıları anlama süreci arasında belirli farklar olacaktır. Bunları atladığımız zaman, kendimizi tekil bir analiz yöntemine mahkum edebiliriz. Bu da eksik ve yanlış olacaktır.
EYLÜL 2015 - XXI 24
BİNA ELEŞTİRİSİ
bir sanayi var, çok kısa sürede binlerce öneri üretmek mümkün. Hızlı bir dönüşüm ve değişim gerçekleşiyor. Çok önemli bir nokta öne çıkıyor: pozisyon. Eleştirmenin de süreçte, açık ya da üstü kapalı bir pozisyonu var. Masa başına geçildiğinde eleştirmenin pozisyonunu da açıklaması gerektiğini düşünüyorum. Neyi nasıl yaptığımı açıkça söylemesem bile dünyaya nereden baktığımı belirtmek zorundayım. Pozisyonumuzu evde bırakarak mimarlık eleştirisi yapamayız. Funda Uz: Edebiyat alanından örneklemek gerekirse, bir zamanlar örneğin Fethi Naci, Doğan Hızlan gibi eleştirmenlerin, bir romanı “beğendiyse o roman iyidir, beğenmediyse kötüdür” şeklinde neredeyse bütün kamu algısını yönlendirecek güçlü bir pozisyonları vardı. Edebi üretimler yazarın birincil üretimidir. Kurgunun içine yazardan başka kimse dahil olmadığı için eleştirmen tanrılaştırılmaya uzun süre devam edilmiştir. Ancak bu alanda da büyük değişimler var. Karşılaştırmalı edebiyat alanında, bir metni başka bir metinle birlikte tartışmak mümkün ve bu durum başka imkanlar açıyor. Günümüzde eleştirmenin pozisyonunu daha güvenilir bir konuma getirecek olan, karşılaştırmalı bakış açısına imkan sağlayan eleştiri biçimi. Bu başarılırsa eleştiri de daha sağlıklı bir zemine oturur. Mimar figürünün tahtının sarsıldığını, mimarı etkileyen pek çok faktör olduğunu söylediğimiz gibi, eleştirmeni de etkileyen pek çok faktör olduğunu, onun da tahtının sarsıldığını kabul etmemiz gerekiyor. Yapılması gerekenin, eleştirinin binayı iyi ya da kötü gibi kriterlerle değerlendirmek yerine başka insanların onun üzerinden yeni fikirler oluşturmasına olanak sağlayacak bir üretim olarak sunulması olduğunu düşünüyorum. Eleştiri yazı da olabilir başka medyalar da olabilir. Biz derste başka yöntemler deniyoruz. Foto-kolajlar ya da eleştirinin eleştirisi olacak kısa fragmanlar üretiyoruz. Yapılar hakkında popüler medyada ya da gazetelerde çıkan birtakım yazıları öğrencilerle tartışmaya açıyoruz. Hangi bina olduğunu söylemeden, metinler üzerinden öğrencilerin binayı tahmin etmeye çalıştıkları egzersizlere yer veriyoruz. Sonra da eleştiri üzerine tekrar bir eleştiri yazısı yazdırıyoruz. Öğrenciler, popüler kültürün dilinden ve o söylemin yarattığı farklı ortamın üzerinden kendi mimar kimlikleriyle meseleye baktıklarında başka durumları görmeye başlıyorlar. Karşılaştırmadan kastettiğim çoklu okumalar gerçekleştirebilmek. Hülya Ertaş: Peki, biraz farklı bir açıdan bakmak gerekirse, mimari eleştirinin kapsamı dışında kalan, eleştirilemeyecek bir bina var mıdır? Mesela Ağaoğlu'nun binalarını çok tartışmıyoruz, adeta binaları mimarlığın dışındaymış gibi algılıyoruz. Ya da kendi arkadaşının binası bir eleştiri yazısı yazamayacağın iş olabilir mi? Aslıhan Şenel: Kişisel ilişkiler devreye girebilir, bunda bir sakınca görmüyorum ama gerçek bir eleştiri yazmak için pozisyonunuzu ortaya koymanız lazım. "Bu benim arkadaşım, bu süreç boyunca şunlardan haberdar oldum, şunlardan olmadım." şeklinde belirtmek gerekiyor. Yani aslında bunları açıkça yazdığınızda, o samimiyeti sağlayabiliyorsanız, kıymetli bir eleştiri yapma olanağı var. Ama bunu yapmak oldukça zor. Eleştirmeni hala çok üst bir konumda tartışıyoruz. Ortaya koyulmuş bir yapının içindeki ilişkileri görebilen bir yüce insanı tartışıyoruz aslında. Güncel
birtakım durumlar eleştiri üretimine katılabiliyor mu? Bence bunlar da önemli. Mimarlıkta eleştirme şekillerinin değiştiğini söylüyoruz, ama hala aynı şeylerden bahsediyoruz gibi geliyor. Halbuki yeni eleştirme tarzları da var. Otobiyografisini, duygulanımını ortaya koyanlar var; bunları da mimarlık eleştirisi olarak tanımlayan ve yorumlayanlar var. Bunlar da eleştirmenin konumuyla ilgili. Eleştirmen hala bir üst merci ise ortada bir problem var diye düşünüyorum. Eleştirmen genelde bir üst bakışla her şeyi görebildiğini iddia ediyor. Böyle bir iddiası olmasa da durum bu hale geliyor. Veya farklı insanların baktığı yerden bakabildiğimizi iddia ediyor olabiliriz. Feminist kuram bunu fazlaca tartışıyor. Nerede duruyorsam, oradan bilebiliyorum diyebiliyoruz artık. Yani bir miktar bilebiliyorum sadece. Ömer Kanıpak: O yüce pozisyonundaki eleştirmenler bu coğrafyalarda pek gördüğümüz bir durum değil. Senin bahsettiğin eleştirmenlerin hepsi zaten hayatını eleştiri üzerine kuran, profesyonel eleştirmenler. Aslıhan Şenel: Bu coğrafyada da var bence. Bu kişilerin illa bütün dünyaca tanınır olmasına gerek yok. Önemli olan, onun bir otorite sağlaması. Bence senin de konumun oraya doğru gidiyor olabilir. Çünkü biliniyorsun, bir süre sonra tabii bu bir saygı getirecek ve bir miktar önyargı oluşmaya başlayacak. Sen öyle yazıyorsun demiyorum ama böyle bir önyargı oluşturmaya başlıyor bu eleştirmen konumu. Ömer Kanıpak: Hiçbir zaman tam objektif bir eleştiride bulunmak mümkün değildir. Aslıhan Şenel: Elbette, değil, ben bundan söz etmedim zaten. Sadece konumunu ortaya koymaktan bahsediyorum. Sen eğer o konumunu ortaya koyabiliyorsan, örneğin, proje süreci boyunca eleştirdiğin projenin müellifi olan arkadaşınla tartıştığın gibi özel bir bilgiyi de ortaya koyman lazım. Celal Abdi Güzer: Eleştiri bir grup yapıyı konu ediniyor ya da hedefine alıyor, bir kısmıyla da ilgilenmiyor gibi görünüyor. Ancak bu tam olarak doğru değil. Mesela Türkiye'de toplu konut olgusu, Ağaoğlu'nun yaptığı türdeki konutlar, çokça tartışılıyor ve konuşuluyor. Orada yöntem değişmeye başlıyor ve bir üretim biçimi ya da tipoloji olarak bu tür yapılar tartışılıyor. Ama onun dışında birebir bir tartışma yapılmıyor. Çünkü biliniyor ki bu yapılarda mimari girdi çok geride kalıyor. Birinci öncelik hiçbir zaman mimari değil artık. Kendileri de bunu bu şekilde yansıtıyor. Yatırımı kim yaparsa kararı da onun verdiği mesajı iletiliyor bu yapılar aracılığıyla. Ancak mimarlık eleştirisi bunları önemsemiyor değil, aksine çok önemsiyor. Türkiye gibi coğrafyalarda bunu önemseyenlerin olması çok önemli, aksi takdirde bunun yeri yatırımcı, otorite, devlet tarafından dolduruluyor. Vali ya da bakan çıkıp nasıl bir bina yapılacağına karar verebiliyor ya da bir mimarlık tarzını milli ideoloji gibi sunup pazarlayabiliyor. Eleştirel anlamda buna “dur” diyen mekanizmalar olmadığı zaman bu iş konuşulup tartışılamıyor bile. Garip bir duruma gelinmeye başlanıyor. Türkiye'de de aslında o ağırlığı gösteren dergiler, yayınlar var ama tartışmalar mimarlar arasında kalıyor. Tekil bina meselesine gelince, çok öne çıkıp da ihmal edilen, eleştirmenlerin görmezden geldiği yapılara pek de rastlamıyoruz. Mimarlık ortamını dönüştürücü,
değiştirici, kırılma noktalarını temsil eden, yenilikçi bir felsefeyle yapılmış böyle yapılar var da görmezden geliniyor değil. Aksine, mimarlık eleştirmeni Türkiye'de iğneyle kuyu kazarak uluslararası üretimlere denk olacak bazı yapıları ortaya çıkarıp sanki onlar da o yarışın içindeymiş gibi göstermeye çalışıyor. İyi fotoğraflar çekiliyor, bazı kusurlar saklanıyor. Ana eksenin simülasyonu olan yapılar öne çıkarılmaya çalışılıyor çünkü kendi üretiminde böyle bir dinamik olmayan bir ülkeden bahsediyoruz. Elbette çok iyi yapılar da var.
Aslıhan Şenel: Öğrencilerin ve gençlerin daha aktif olmasını sağlamaya ve kurulu eleştirmenlik kurumunun yanında eleştiri yapma cesaretsizliği meselesini aşmaya çalışıyoruz. Yazının ve mimarlık eleştirisinin belli kurallar çerçevesinde yapılması çekingenlik yaratıyor. Başka eleştiri yolları araştırıyoruz. Özellikle bina eleştirisine vurgu yapılıyor bu dosyada ama ben onu “mekansal eleştiri” olarak algılıyorum. Mekansal eleştiri başka şekillerde de gerçekleştirilebilir. Mimari tasarım yoluyla, fotoğraflarla ya da başka medyalarla eleştiri yapmak da mümkün. Farklı yöntemlerin desteklenmesi gerekiyor. Eleştiriyi yeni bir üretim olarak ele almak daha farklı yönleri doğuruyor ve gençlerin daha cesur davranmalarını sağlıyor. Yapılmamışı denemek konusunda daha istekli oluyorlar. Celal Abdi Güzer: Bir de atladığımız çok önemli bir nokta var. Üretim yapan mimarların yazma, anlatma, derleme ve arşivleme alışkanlığı yok. Halbuki Batı kaynaklı ana eksenin nasıl oluştuğuna baktığınızda oradaki insanların hepsinin çok ciddi not alma, biriktirme, arşivleme ilgileri olduğunu görürsünüz. Bütün yapının öyküsünü anlatan, tekil yapılar üzerine yazılmış pek çok kitap var. Burada konuşma, yazma tutukluğu ve arşivleme eksikliği var. Yeni yeni oluşuyor bu alışkanlık. Ömer Kanıpak: Söz ettiğiniz, mimarlık üretiminin karakteriyle ilgili bir durum. Bir yapı için harcanan zaman çok kısıtlı. Batıyla karşılaştırdığınız zaman, metrekare bazında ne kadar zaman harcandığına bakarsanız ortaya inanılmaz bir uçurum çıkar. Türkiye'deki üretim ortamında mimarın geriye bakma fırsatı olmuyor. Celal Abdi Güzer: Bir diğer önemli konu da eğitim ile pratik arasındaki iç içelik. Eleştiriyi en fazla geliştiren şeylerden biri o. Çok önemli mimarların büyük bir kısmı aynı zamanda ya eğitimci, ya eğitime destek veriyor ya da o ortamdan geri besleniyor. Bernard Tschumi dekanlık yapıyor; Rem Koolhaas kitap yazıyor, aynı zamanda hoca, Eric Owen Moss yıllarca dekanlık yapmış, Zaha Hadid'in bir AA geçmişi var. Batıda akademi ile pratik arasında bir geçirgenlik var ama Türkiye'deki bu ilişki oldukça zayıf. Mimarlar ancak son zamanlarda yarı zamanlı olarak özel üniversitelerde ders vermeye başladı. Genellikle mimarın akademiyle ilişkisi jürilerle sınırlı kalıyor. Asıl işi akademi olup mimarlık yapan insan da az, tersi de az. Bu geçirgenliğin zayıf olmasının, eleştirinin gelişmesindeki temel engellerden biri olduğunu düşünüyorum. Peter Eisenmann akademisyen midir, mimar mıdır diye sorsak bunun yanıtını vermek
Ömer Kanıpak: Ben Radikal Gazetesi için yazdığım zaman bu şekilde araştırmalar yapmaya çalıştım. Odakule’nin yıkılacağını duyduğumda buna dair bir yazı yazmak istedim. Detaylı araştırma yapmaya vaktim yok çünkü arka plandaki bilgiyi toplamak istesem belki birkaç sene harcamak gerekecekti. Belki de bu bilgilere hiç erişemeyecektim. Dolayısıyla sadece binaya bakarak yazmam gerekti. İlk sorduğum “Bu binanın değeri nedir?” oldu. Cevaplar, altından geçen pasajın bağlamında, cam giydirme cephenin ilk defa uygulandığı binalardan biri olmasında, iyi-kötü formel bir kaygıya sahip olmasında saklıydı. Bina üzerine yazmak istediğinizde araştırma yapılacak belge olmasa dahi, nesne ortada duruyor. Bunun üzerine gidildiği zaman bile üretim yapılabilir. Neyi vurgulamak istiyorsanız, o tarafa yönelerek üretim yapmak mümkün. Aynısını Milli Reasürans için de yaptım. Orada belki daha çok bilgi toplanabilirdi, ama günlük bir gazete için önemli olan o binanın değeri ve hemen ilerideki City’s Alışveriş Merkezi ile karşılaştırılmasıydı. O kadar zaman sonra, mimar binayı o zaman tasarlarken neleri ıskalamış, neyi amaçlamış, bunları okumak farklı ve anlamlı sonuçlar doğuruyor. Geçen gün, New York'taki neredeyse 80 tane önemli binayı yapmış olan ve çok az bilinen bir mimar hakkında bir belgesel izledim. Belki bilirsiniz, Costas Kondylis. Hemen hemen hiçbir mimarlık tarihi kitabında ismi geçmiyor. Hala yaşıyor. New York’taki pek çok apartmanı, yüksek rezidansı, gökdeleni yapmış. Yunan asıllı ama New York’a yerleşip ofis açıyor. Esas yaptığı, müşterinin ihtiyaç duyduğu binayı hızlı, temiz bir şekilde bitirmek. Manhattan’ın göbeğinde yaklaşık seksen tane yapısı var ve mimarlık tarihinde hiçbir şekilde yer almıyor. Benim en başta bahsettiğim üçlü parametrelerin bilimsel olanına kendini adamış belki de. Bina iyi çalışsın, işlevsel olsun, hızlı bitsin, ekonomik olsun, bakıma çok ihtiyaç duymasın gibi değerleri öne çıkartmış bir mimar olduğu için müşteriler daha çok onu tercih etmiş. Öte yandansa üzerinde konuşabileceğimiz herhangi bir mimarlık bilgisi üretebilmiş değil. Türkiye’deki son dönem mimarlık ortamını buna benzetiyorum. Yavaş yavaş mimarlar salt işverenin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük üretimler ortaya koymaya başladılar. Biraz da bu yüzden mimarlık eleştirisi yazmakta zorlanıyoruz. Benden yurtdışından da istiyorlar mesela “hangi binayı önerirsiniz” diye sorduklarında gerçekten zorlanıyorum. Mimarlık bilgisi üzerine metin üretilebilecek, söz söyleyebileceğimiz, sınırları zorlamış, bazı iddiaları olan binaları çok daha az görmeye başladık. Celal Abdi Güzer: Medyatik iletişim öyle bir noktaya geldi ki, kendiliğinden oluşan birtakım değerler sistemi var. Yeni, güncel, geçerli gibi kavramlar sürdürülebilir değil ve kendilerini sorgulanamaz halde sunuyorlar. Bunun dışında
25 XXI - EYLÜL 2015
Funda Uz: "Eleştirmen diye birisi var, o eleştirir biz de okuruz." fikrinden bu üretimin içinde olan herkesin sıyrılması gerektiğini düşünüyorum. Öğrencilerden yazmalarını istediğimizde bir tutulma anı yaşanıyor. "Bunu yazsam kim okuyacak, nasıl okuyacak, kime nasıl ulaşacak?" fikirlerinden sıyrılamadıklarından, eleştiri yazısı yazmak istemiyorlar. Zaten biz de özellikle konuşulmamış, tartışılmamış, mimarlık gündeminin ıskaladığı çok ilginç örnekler varsa bunları daha çok ortaya çıkarabileceğimiz üretimler yapmaya çalışıyoruz. Onların da yayılabileceği ve tartışılabileceği kaynakları araştırıyoruz. Bence asıl meselelerden biri de bu. Dergilere bu misyonu yüklemek çok doğru olmayabilir. Dergiler okuyucu köşesi açsın orada da eleştiriler yayınlansın gibi bir yöntem yerine, daha fazla bloğun daha aktif olmasını, fanzinlerin çıkmasını, öğrencilerin kendi aralarındaki tartışmalarının yayınlanmasını ve paylaşım ortamlarının çeşitlenip çoğalmasını çok önemli buluyorum.
BİNA ELEŞTİRİSİ
Ödül mekanizmaları, onların raporları ve değerlendirilmeleri de çok önemli. Çok sayıda ödül veriliyor. Öne çıkan yapılar sunuluyor, bir jüri değerlendirmesi ve sonucunda bir kitap ortaya çıkıyor. Onun arka planında da tekil binalarla ilgili yazılar yazılıyor. Yarışmalarda da gerçekleşmemiş yapılarla ilgili raporlar hazırlanıyor. Gökhan Karakuş: Ödül mekanizması, mimarlık eleştirisi Türkiye'de belirsiz durumda olduğu için bir değerlendirme sistemi olarak ciddiye alınmaya başlandı. “İyi bina nedir?” sorusunun tartışılması, bu tür boşlukların doldurulması gerek.
kolay değil. Türkiye'de ve başka doğu coğrafyalarda böyle bir iç içelik yok. Hindistan'da biraz var, o da batılı bir model üzerine kurulduğu için var. Bizde akademi ve pratik çok ayrık iki alan gibi duruyor. O zaman akademinin derdi, konuştukları ve öncelikleri başka bir durumu, mimarlık ortamının kendisi başka bir durumu tarifliyor. Biri ona çok pragmatik ve çok piyasaya esir olmuş bir alan olarak gibi bakıyor; öbürü de ayakları yere basmayan, havada, gerçeklerden habersiz bir meseleymiş gibi bakıyor. Karşılıklı birbirini anlamamaya yönelik bir ayrım var. Funda Uz: Ülkemizdeki üretimin hızından ve durup da yazmaya, biriktirmeye çok vakit olmadığından bahsettik. Geriye dönüp bakmak, yapıyı yeniden ziyaret etmek önemli olmaya başlıyor. Bunu yapabilmek için de oranın belleğine ihtiyaç var. Bir akademisyen olarak, bir mimarla ya da yapıyla ilgili araştırma yapmaya başladığınızda tıkanıyorsunuz çünkü hiçbir şey saklanmamış, hiçbir şey arşivlenmemiş. Ancak var olana büyük bir heyecanla bakıyorsunuz, buradan kim bilir neler çıkar diye düşünüyorsunuz. Bu anlamda Salt’a kazandırılan “Çinici Arşivi” çok etkileyici. Bütün belgeleri en ince detayına kadar saklamış olmaları, üzerine tekrar birtakım notlar alarak, yorum yaparak Behruz Çinici’nin onları korumuş olması müthiş bir durum. Ben bir araştırmacı olarak çok heyecanlandım. Keşke daha çok insan heyecanlansa, bir sürü araştırma yapılsa, geriye dönülüp bakılsa, tekrar yazılabilse. Belki araya giren zamansal mesafe de iyi bir şeydir. Bir şey üretilirken onun üzerine bir söz söylemek elbette çok ilginç ama aradan geçen bu kadar zamandan sonra değişen verilerle ona yeniden bakmak çok kıymetli geliyor bana. Mimarlık bizimle birlikte yaşayan bir olgu olduğuna göre onu zamanla tekrar tekrar yorumlamak da başka ufuklar açacaktır.
hiçbir şey dikkat çekmiyor, önemsenmiyor, konuşulmuyor. Bunu dönüp eski yapılara bakalım diye söylemiyorum. Köşede kalmış yapılar anlamında söylüyorum. Birkaç tipoloji, "yeni" olmak adına sürekli tekrarlanıyor. Konut dediğinde kaydırılan cam cepheler, altında birtakım bantlar görüyoruz. Kirişler kolonlar spiral şeklinde dolaşıyor, katlar ileri geri çıkıyor, çapraz hareketler yapıyor, sanki çağdaş ve güncel mimarlık anlayışı buymuş gibi. Bunun dışında kalan her şey de eski kafalı gibi algılanmaya başlıyor. Eleştirel olarak bakmamanın getirdiği bir durum bu. O yüzden, bununla baş etmek de hiç kolay değil. Bir sürü genç mimar da bu “doğrular” dışında kalan örnekleri okumuyor. Funda Uz: "Twenty Something" adlı bir etkinlik kapsamında, 20’li yaşların sonundaki mimarlarla üniversite öğrencilerini bir araya getirdik. Öğrenciler kendilerinden bir az daha önce mezun olmuş, belki yurtdışına gidip gelmiş, kendine mimarlık içinde yeni bir alan, bir rota seçip onda ilerleyen mimarlarla bir araya geldiler. Bu sayede, son dönemde yapılar yapmaya başlamış, yarışmalar kazanmış pek çok mimarı tanıma fırsatım oldu. Arka arkaya her hafta onları izleyince oldukça şaşırdım. Her biri çok yetenekli, öğrenciyken tasarladıkları cesur ve özgün iken yarışma projeleri için ürettikleri projeler birbirine benziyor. O kadar çok birbirinin aynısı mimarlıklar üretiliyor ve hiç deneysel bir işe girişmiyorlar ki, çok endişe verici. Celal Abdi Güzer: Türkiye'de bütün politikacılar Osmanlı-Selçuklu mimarlığı meselesini konuşuyorlar. Böyle yapılan binaların üzerine bir söz söyleniyor mu? Görmezlikten geliniyor. Bütün bunlar hakkında konuşulup tartışılması lazım. Bu coğrafya Birinci Milli, İkinci Milli akımlarını geçirmiş. Sedad Hakkı'lar, Kemalettin Bey’ler gelmiş geçmiş bu topraklardan. Tartışmaların süzülerek geldiği noktada ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Bir sürü bina yapılıyor ve bunun üzerine kimse bir söz söylemiyor.
EYLÜL 2015 - XXI 26
BİNA ELEŞTİRİSİ
Tersten gidince değişik bir tablo ortaya çıkıyor. Bütün bu referansları kötülüyoruz da bir yandan. Geleneksel olan, bir yerinde taş veya hafif bir kemer olan bütün yapılar da kötüymüş gibi algılanmaya başlanıyor, taraf tutulmak zorundaymışçasına. Ömer Kanıpak: Yarışmadan çıkan sonuçların birbirine benzemesi biraz Türkiye'deki atmosferle de ilgili. Politik atmosfer, gündelik hayatın baskıcı ortamı, nefes alamıyor hale gelmemiz buna etki ediyor. Artık insanlar hayallerden biraz uzaklaşmış durumdalar. Dert, işi bir an önce bitirip para kazanmaya dönmüş durumda belki de. Kimse yaptığı işten keyif almıyor gibi. Artık insanlar oyun oynamayı da biraz unutmuş gibiler. Yarışmayı kazanmayacağınızı bilseniz bile elinizde çok büyük bir fırsat var, orada çok farklı bir şey denenebilir, biraz fanteziye vurulabilir, oyun haline getirilebilir ama olmuyor. Celal Abdi Güzer: "Ana akım" kavramı bu kadar güçlü ve tekil olarak şablon gibi ortaya konunca, onu değerlendiren jüri de değişikliğe açık olmamaya başlıyor. “Çağdaş bir şey seçmiyor muyum?” paniği yaşanıyor. Gökhan Karakuş: Bence biz altı kişi "mimarlık böyle olmalıdır" diye yayınlasak bu etkili olur. Yıllar önce İhsan Bilgin’le tartışırken Türkiye’de mimari dil sorunu olduğunu söylemiştim ve o da dil diye bir şeyin hiç olmaması gerektiğini söylemişti. Tüm bu araştırmalar “Kiç (kitsch) iyi mi kötü mü?” sorusunu doğurabilir. Türkiye’de eleştiri konusunda büyük bir boşluk var ve o boşluk kolay doldurulabilecek gibi değil. Mimarlık kültürü genişletilerek ancak bu boşluk doldurulabilir. Hülya Ertaş: "Mimarın eleştirisinin ölümü" hakkında son senelerde çok yazı yazılıyor, tartışılıyor. Bunu mimarın hizmet sağlayıcısına dönüşmüş olmasına bağlayabilir miyiz? Ortaya çıkan yapı üzerine eleştirmenin söyleyecek çok fazla sözünün olmaması sebebiyle, söylenen sözlerin bir şey değiştirmeyeceği varsayımlarından hareket edebilir miyiz? Mimarın ana karar verici mekanizma olmamasının, yapılar üzerine söyleyecek sözün erimesinde etkisi var mı? Celal Abdi Güzer: Kalebodur’la Mimarlar Konuşuyor kapsamında Massimiliano Fuksas "Her 5-10 senede bir biri çıkar, 'Yazar öldü, edebiyat öldü, mimarlık eleştirisi öldü' diye savunur, sonra ölmediği anlaşılır, konu unutulur, yıllar sonra aynısını söyleyen biri tekrar çıkar." demişti. Biraz haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Artık pelerinli mimar anlayışının güçlü etkisi kalmadığı gibi,
mimarlık eleştirisinin de tepeden bakan rolü yavaş yavaş kayboluyor. Üretimdeki sayısal çokluğu da göz önüne almak gerekiyor. Eskiden, yeni bir bina beş yılda bir yapılıp konuşulurken şimdi her köşe başında yeni binalar inşa ediliyor. Bu durum sadece Türkiye’ye de özgü değil, tüm dünyada aynı durum söz konusu. Üstüne üstlük Dubai modelleri türedi. Dubai’de bir hayal dünyasında mimarlar her istediklerini yaptılar ama sonunda ipin ucu kaçtı. Hiçbir kriter olmaksızın fantezinin en uç noktalarına gidildi. Bütün bunlar birleşik bir etki yapıyor. Fakat eleştiri, anlamaya dair bir eylemse, nasıl ölebilir? Biz her zaman bir şeyleri anlamak ve anlatmak zorundayız. Eleştirinin toplumsal işlevi eskisi kadar güçlü değil ya da aksine çok daha güçlü diyebiliriz belki, ama özünde sadece yöntemleri değişiyor. Belki ana eksen medya tarafından daha çok kontrol edilebilir hale geliyor. Medyatik ortam bombardıman halinde öyle şeyler sunuyor ki, çok kez tekrarlanmaktan ötürü bir biçim ya da yapı meşruiyet kazanıyor. Sanki yeniymiş, çok iyiymiş, değerliymiş gibi, tekrar edildikçe akıllarda kalmaya başlıyor. Ömer Kanıpak: Üzerine konuşulabilecek çok sayıda üretim var, ama üretmiyoruz diyoruz. Mesela ben Emre Arolat'ın Zorlu Center binasını yer seçiminden bağımsız, yasal sıkıntılarının farkında olarak ama bitmiş bir mimari nesne olarak incelemeye çalıştım. Arolat çok farklı bir ölçek, çok farklı bir yaklaşım ile Sancaklar Camii'ni de yaptı. Bu yapı yurtdışında dahi çok yayınlandı, ben gezme şansı bulamadım hala, ancak Türkiye’de Sancaklar Camisi üzerine sadece Burak Altınışık’ın kısa bir değerlendirmesi var bildiğim kadarıyla. Üzerine konuşulacak malzeme hiç üretilmiyor değil, ama yazacak kişi de çıkmayabiliyor. Aslıhan Şenel: Bir de hep aynı isimlerden bahsediyoruz. Sadece o kişiler üretebiliyormuş gibi, hep onlar ortalıktalar. Bana doygunluk geliyor. Cami belki çok ilginç, gidip görmedim ama ne kadar ilginç olursa olsun yazmak istemiyorum. Yine aynı isimler, benzer konuların gündemde olması beni bıktırıyor. Başka araştırmalar yapma ihtiyacı duyuyorum. Belki de mimarlığın değişmesi gibi eleştiri de değişti, ama onu hala eskisi gibi yapmaya çalışıyoruz. O yüzden üretmiyoruz, üretemiyoruz. Celal Abdi Güzer: Tıpkı çağdaş mimarlık tipolojisinin oluştuğu gibi, ödüle değer, ilginç, sanatla bütünleşik yapıların tipolojisinin oluşmasından ötürü yazmıyor olabilir misin? Mesela, Ağa Han ödülüne aday olacak yapıların belirli bir dili var. Bir mimar, çok üretirken, senede bir tane de ödüle aday gösterilebilecek bir ürün üretilebilir mi? Caminin o kapsamda olup olmadığı tartışılır, ama öyle görülebilir mi? Buna dair bir tipoloji de oluşmaya başladı. Seri üretimin yanında bir de mütevazi bir ölçekte, kendini saklayan, ham malzemelerle üretilen butik yapılar yapılıyor. Bu durum bir çeşit arada kalmışlığı doğuruyor. Sonuçta da ışığa, ölçeğe, gölgeye, malzemeye gönderme yaparak işin içinden çıkmaya çalışılıyor. Aslıhan Şenel: Bir insanın bir yaptığı öteki yaptığıyla tutarlı değilse, o bütün içinde bir tane iyi iş yapması bana kıymetli gelmiyor. O iyi iş üzerine yazılması da onun diğer yaptıklarını meşrulaştırıyor diye düşünüyorum. Hülya Ertaş: Ben özellikle Gezi'den sonra bir kırılma yaşadığımızı düşünüyorum: Bir insanın politik varlığı ile yaptıkları arasındaki bağı daha kuvvetli kılmaya başladık. Benim için Zorlu Center'dan sonra Sancaklar Camisi’nin varlığının kıymeti pek yok. Ben onu tekil bir bina olarak değil, ancak faili ile birlikte düşünebiliyorum. Aşırı politikleşmeyle birlikte kendi görüşlerimizi nesnesiyle değil, daha çok öznesiyle belirler olduk. Gökhan Karakuş: Eleştiride politik ve ideolojik yönü tartışmak da gerek. Belki tekrarlanmış olacak ama mimarın ve mimarlığın yapısal anlamda "bina dışı" kapsamına odaklanarak kademeli bir şekilde ilerleyebileceğimizi düşünüyorum. Camilerden söz ettik mesela. Ben henüz yayınlanmamış bir kitap hazırladım, "Çağdaş Türk Mimarisinde Doğal Taş" adıyla. Hilmi Güner ve Hüseyin Bütüner tarafından tasarlanmış bir cami hakkında araştırma yaptım. Kimsenin üzerinde çalışmadığı, çok bilinmeyen bir camiydi. Emre Arolat’ın Sancaklar Camisi de kitapta yer alıyor. Bu yapılar üzerinden binalar ölçeğinde konuşulması gereken arkitektonik durumları inceledim. Biri taş ile katman katman inşa edilen bir tasarımken öbürü taş duvarlardan oluşan bir tasarım. Mimarlık öğrencileri için birtakım değerlendirme sınırları tanımlamadığımız zaman; etik, estetik, bilimsel sınırlandırmasına katılıyor
Ömer Kanıpak: İstense olmayacak bir iş değil aslında. Gazeteler bunun için bir köşe ayırabilirler. Aslıhan Şenel: Yapılmayana değinmekten öte yapılana karşılık yeni bir şey daha üretilecek, ona karşı yeni bir şey üretilecek katmanlı bir süreç tanımlamak gerek. Birbirini tetikleyen, sürdürülebilir bir ortam oluşturan çalışmalar gerçekleştirilmeli. Celal Abdi Güzer: Önemli olan, bunun sürdürülebilir bir ortam olup olmadığı. Yoksa tekil olarak yazılar yazan pek çok yazar bulabilirsiniz. Ömer Kanıpak: Sosyal medya da çok etkili bir ortam, bazı yazıları sadece bloğuma koymama rağmen bir anda çok sık paylaşılabiliyor. Mekanizma biraz tersine döndü. Gökhan Karakuş: Hedef kitle ve okunabilirlik de önemli noktalar. Son dört yılda Natura dergisinin editörü olarak ve Architectural Review gibi uluslararası mimarlık dergilerine çok sayıda bina eleştirisi yazdım. Bazı binaları görerek, yurtdışındaki görmediğim binaları bazen görmeden eleştirdim. Bir noktadan sonra, bunu kişisel olarak söylüyorum, yazdıklarım çok fazla dile getirilmedi. Bu kadar çok sayıda eleştiri yazısı üretiyorsam ve çok karşılık almıyorsa, nasıl devam edebilirim? Gündelik hayatı daha iyi anlayabilmek için, Abdi Bey'in dediği gibi, belki biraz kiç konulara girip işin daha fantastik, daha komik taraflarıyla mı ilgilenmek lazım? Celal Abdi Güzer: Aslında bunun Türkiye'deki en iyi örneklerinden biri XXI dergisi. İlk çıktığı zaman bir bina eleştirisi bölümü vardı. Onda biz mutlaka Fatih Öz ile birlikte eleştireceğimiz binayı görmeye gidiyorduk. Mimarı ve kullanıcısı ile konuşuyorduk. Ben bir eleştiri yazısı yazıyordum, Fatih de kullanıcı memnuniyeti, performansı gibi konularda bir değerlendirme yazısı yazıyordu. Böyle bir ikili durum ile yapıları analiz ediyorduk. Bu çok maliyetli bir iş olduğundan sürdürülebilir bir durum haline gelemedi. Bence bu dergiler için de yapılması zor bir iş. Birini New York'a gönderip, mimarından randevu alıp, yapıları gezmesini ve ardından yazmasını istemek bir dergi sayısının bütçesine ulaşacak hale geliyor. Funda Uz: Onlar benim kütüphanemdeki dergiler içinde en değerli 10 sayıdır. Öte yandan bu tarz bir çalışma Türkiye'deki binalar için daha az maliyetle yapılabilecek olmasına rağmen, yapılmıyor.
Funda Uz: O senin genel düşünce biçimin aslında. Derste o kadar bunun üzerine gidiyoruz ki, bu eleştirel düşüncenin oluşmasıyla ilgili bir durum. Sen, öyle düşündüğün için öyle yazıyorsun. İnsanın kendi anlama dünyasının bir ürünü olarak yazı veya eleştiri var. Hülya Ertaş: Eleştiri meselesinin tıkandığı noktalardan birinin maddiyat olması önemli. Çünkü siz dergi olarak birinin projesini basacaksanız, mimarlık ofisinin çektirdiği fotoğrafları alıyorsunuz genelde; bu da sizin eleştirel gözünüzle değil, mimarın gözüyle yapıyı yayınladığınız anlamına geliyor. Ya da Zaha Hadid’in ofisi yeni tamamlanmış bir yapı için basın turu düzenlediğinde ve ona katılan herkesin masraflarını karşıladığında gerçek bir eleştiri yazısı yazılma olasılığı çok düşük oluyor. Celal Abdi Güzer: XXI'deki seride fotoğrafları Fatih çekiyordu, ne yazacağımız fotoğrafların nasıl çekileceğini belirliyordu. Zaman zaman ofislerin hoşuna gitmiyordu bu durum. "Biz görebilir miyiz önceden basacağınız fotoğrafları?" diye bir talep geliyordu ve bu, bir gerilime sebep oluyordu. Gökhan Karakuş: Kişisel çıkar ilişkiniz olmaması ancak çok idealist bir amacınız olduğunda mümkün. Bu iş bir hayır işi olursa ve kişisel bir iş olursa, ne kadar anlamlı? Bunu talep eden daha hızlı bir mekanizma olması gerekmiyor mu? Mimarlık kültürü içinde eleştiri için finansal bir destek yoksa, o zaman tamamen idealist, hafif ütopik değerler ile nereye kadar bina eleştirisi yapılabilir? Birkaç yıl önce "Looking at European Architecture: A Critical Review" diye bir kitap aldım. Okullar, Avrupa Birliği ve birtakım kişiler bu kitabı talep etmişler ve mimarlık eleştirileri yazmışlar. Yaklaşık 40 ülke bunu talep etmiş. Demek ki birileri bunu önemsiyor ki yapılıyor. Talep edilmediği takdirde yapılması oldukça zor. Özellikle bina eleştirisi anlamında. Sohbetimizin en önemli meselesi, binaların konuşulması. Günlük hayatımızı etkileyecek olanlar bu tartışmalardır. Bu tartışmalar da ancak Abdi Bey’in de dediği gibi kuram ile birlikte yapıldığı zaman anlam kazanır. Değer sistemlerini tanımlamamız gerekli. Bence bizim yapacağımız en önemli işlerden biri bu olmalı. Diğer ideolojik ve yasal konular da elbette tartışılmalı ama bir değerler sistemi olmadığı vakit büyük eksiklikler olacaktır. Celal Abdi Güzer: Bugün yaptığımız tartışmanın, iyi bir başlangıç noktası olduğunu ve XXI’de sürdürülebilir bir hale gelebileceğini umuyorum. Derginin ilk formu ile şu an sürdürülen formu arasındaki sürekliliği okumak zor ama XXI'in ilk çıkış ideallerinden birinin bina eleştirisini öne çıkarmak olduğu düşünülünce belki böyle bir şeyi sürdürülebilir kılarak mevcut mimarlık ortamında bir köşe başını tutabileceğini düşünüyorum. Yazma ve konuşmanın biraz teşvik edilmesini gerek. Birdenbire üzerinde konuşmayı unutabiliyoruz. Her şey o kadar hızlı gidiyor ki, yetişemiyorsun. Arka oda siz bakana kadar eskimiş olabiliyor.
27 XXI - EYLÜL 2015
Hülya Ertaş: Gündelik gazetelerimizde de mimarlık köşe yazarı hiç yok. The Guardian'da ya da New York Times'taki mimari eleştiri yazıları bizim günlük gazetelerimizin sabit bir parçası değil.
Ömer Kanıpak: Genelde bir konuyu ya çok kızdığım için, ya da gerçekten anlayabilmek, düşüncelerimi toparlayabilmek için yazıyorum.
BİNA ELEŞTİRİSİ
olsam da, enerjimizi tüketen bir durum ile karşılaşabiliriz. Çalışma alanımızda ortaya bir değer koymadığımız zaman, Selçuk-Osmanlı süper kiç bir şekilde etrafı kaplayıveriyor. Bizim de bu boşluğu doldurmamız lazım ki, gerek öğrenci arkadaşlarımıza, gerek genç mimarlara değerlendirme sistemi olarak bir parametre oluşsun.
PEYZAJ - KAMPÜS - İSTANBUL EYLÜL 2015 - XXI 30
fotoğraflar: Yerçekim
Hatıralar, Davranışlar ve Kamusallık ANONIM.İSTANBUL, BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI GÜNEY KAMPÜS’TE KULLANICILARIN DA DAHIL OLDUĞU BIR TASARIM SÜRECIYLE KAMPÜSÜN AÇIK ALAN IYILEŞTIRME PROJESINI GERÇEKLEŞTIRDI. TASARLANAN KAMUSAL ALANLAR, MEVCUT MALZEME VE KULLANIM ALIŞKANLIKLARINI DA DIKKATE ALARAK GELIŞIYOR. Güzin Öztok
BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI GÜNEY KAMPÜS
anonim.istanbul
gö: Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’te devam eden açık alanlar iyileştirme projesi nasıl başladı ve ilerledi? İsterseniz konuşurken yürüyelim. burcu serdar köknar: 2012'nin Mart ayında başladı süreç. Hem mimari hem de peyzaj ile ilgili bir grup aradıklarını söylediler. Görüşmeler başladı. Rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu ve tarih bölümü hocalarından, mimar Ahmet Ersoy ile görüştük öncelikle. O zamana kadar Güney Kampüs parça parça gözden geçirilmiş, birçok şey yapılmış ama kampüsün uzun bir süre boyunca bütüncül bir bakış ile pek düşünülmemiş olduğunu anladık. Kampüsün girişindeki tam kamusal alanla birlikte binaların dışındaki alanların yani akademik alanlar dışında kalan açık alanların tekrar düşünülmesiyle ilgili ihtiyaçları olduğunu söylediler, özellikle engelli öğrencilerin ve kullanıcıların çektiği zorluklar konu oldu. Biz öncelikle Güney Kampüs'e dışarıdan bir gözle bakarak kampüsün kullanıcılarıyla konuştuk, kampüsteki hikayelerini öğrenmemiz gerekiyordu.
aslı şener: Aslında kampüsün açık alanları için bir tür master plan ile başladık çalışmaya. Hem gözlemler hem görüşmeler ile biçimlendi fikirler. Sunumlara paralel olarak olabildiğince kullanıcılar ile yüzyüze görüşmeler ile de sürdürmeye çalışıyoruz süreci. bsk: Kampüsün çok sıkışık ve bir o kadar da yaşayan bir mekan olduğunu fark ettik. Bu nedenle bir anda her yerin şantiyeye dönüşmemesi gerekiyordu, bunu anlattık, parça parça ve gündelik hayatı çok etkilemeyecek şekilde yapılması gerektiğini konuşarak, fikirleri olabildiğince çok alarak, çeşitli gruplara sunumlar yaparak ilerledik. hande kalender: Girişten meydana kadar olan yürüme yolu ve diğer kullanım sorunları olan yerler için bütüne dair öneriler düşündük. bsk: Bir tür restorasyon yaklaşımında olmalıydı tasarım, kampüsün çok kuvvetli bir mekansal hafıza yarattığını biliyoruz. hk: İlk yapım aşamasının yol olmasına karar verildi. En büyük ihtiyaç buradaydı ve en zorlu olan süreç yolun yapılmasıydı. Yayaların, özellikle görme engelli yayaların güvenli bir şekilde aşağı inebilmesi için yeni bir yürüme
PEYZAJ - KAMPÜS - İSTANBUL 31 XXI - EYLÜL 2015
giriş sayfasında "Manzara"da bir çıkma önceki sayfada üstte: Yürüme yoluna eklenen "Balkon" altta solda: Mevcut rampa yerine yapılan geniş basamaklı merdivenler altta ortada: Psikoloji-sosyoloji binası arka bahçesi bitkilendirme altta sağda: Yeşil alanları birbirine bağlayan yol ve aydınlatma bu sayfada sağda: Psikoloji-sosyoloji binası arka bahçesi yürüme yolu altta: Ön bahçe altta sağda: "Manzara"dan psikoloji-sosyoloji binasına inen merdivenler
EYLÜL 2015 - XXI 32
PEYZAJ - KAMPÜS - İSTANBUL
karşı sayfada üstte solda: Yeşil alan ve sert zemin ilişkisi üstte sağda: Aydınlatma tasarımı altta solda: Psikoloji-sosyoloji binası ön bahçe aydınlatması altta sağda: Yenilenen rektörlük güvenlik kulübesi
yolu gerekliydi, çoğu zaman araç yoluna çıkmaları gerekiyordu çünkü.
hk: Mevcut durumu göz önüne alıp oradaki parçaları düşünerek eklemlendik.
aş: Üzerinde yürüdüğümüz yol, kampüste yaptığımız ilk iş oldu bu şekilde. Her gün binlerce öğrencinin yürüdüğü önemli bir sirkülasyon var bu yolda; ama yetersiz kalıyordu. İlk tasarımlar bu yolun biçimlendirilmesi ve belirli bir genişlikte sürekliliğinin sağlanması için yapıldı. Topoğrafyaya dokunmadan kazı, dolgu yapmadan yolun yapılmasına ve tüm malzemeleri ve detayları ile hep oradaymış gibi bir etki oluşturmasına gayret ettik. Giriş kapısının çevresi sonraki aşamalardan birinin konusuydu. Girişe yeni oturma elemanları eklenmesi, durak, kapı ve mevcut giriş kulübelerinin yenilemesi sürüyor. Yolun sonunda, yol çalışmalarının ardından meydandaki rektörlük binası güvenlik yapısını da yeniden tasarladık.
aş: “Petek”e geldik. Bu yolun üzerinde manzaranın en etkileyici olduğu, insanların zaman geçirdiği bir yer, her zaman öyle olmuş. Biçimini değiştirmeyip biraz daha rahat kullanılabilir hale getirdik. Hatta kaybolmuş bir parçasını da tekrar ortaya çıkardık. Döşeme kaplaması aslına uygun şekilde yeniden üretildi.
gö: Bir süre daha buradasınız o zaman. bsk: Bilmiyoruz. Üniversite yönetiminin programına uyacak şekilde ve master plan çerçevesinde parça parça ilerliyoruz. Önce yürüme yolu ile başladık, psikolojisosyoloji binasının çevresi, rektörlük binası güvenlik yapısı, giriş “Etiler Kapı” şeklinde ilerledik şu ana dek. Master planın bir tür açık alan restorasyonu master planı olduğunu söyleyebiliriz.
manzara görülüyor, ilkbaharda ise erguvanlar ortaya çıkıyor. Bu noktada genişleyen duraklanabilinen bir alan olmalıydı. Böylece ismi “Balkon” olan bir noktaya dönüştü. aş: Binalara ve mekanlara isim verme geleneği varmış Boğaziçi Üniversitesi’nde; Balkon ismini kendileri verdi. Bir gün geldiğimizde üzerinde renkli ve uğraşılmış bir el yazısıyla Balkon yazıyordu.
aş: Restorasyon, uygulamanın uzaktan takip edilebileceği bir iş olamıyor, özellikle kamusal alan ise restore edilen yer.
bsk: Bu yeni çıkmayı bir sunumumuzda önerdiğimizde ahşap ve çelik malzeme daha önce burada olmadığı için oldukça çekindiler. Biz de yeni bir ekleme yaptığımız için yeni bir malzeme kullanma tercihimizi anlattık. Uzun tartışmalar ardından kabul gördü. Aslında başlamadan önce biz de tedirgindik, her şeyin sahiplenilmesi konusunda. Kamusal alan tasarlarken ve yenilerken sosyal olarak anlamanız gereken ve bazen farketmesi zor olan çok fazla ilişki oluyor ortamda. Bu durumun yükünü hissediyorsunuz üzerinizde.
hk: Daha sürece başlamadan önce farklı mevsimlerde sürekli ziyaret ettik kampüsü. Burası da benim bu şekilde farkettiğim bir nokta; Petek’ten sonraki iyi bir manzara noktası. Yazın at kestaneleri gölge yapıyor bu alanda, kışın yapraklar dökülünce önü açılıyor daha çok
gö: Üniversiteyi ikna etmek zor oluyor mu? bsk: Tasarımları anlatmamız gereken çok kişi olduğu için süreç çok kolay değil; çünkü kocaman bir hafıza ve alışkanlıklar var burada. Ama aynı zamanda anlamamız gereken de çok hikaye var. Hikayeleri önemsiyoruz çok.
bsk: 500 metrelik yaya yolunun imalatı sırasında kullanıcıların Petek’e dair hatıralarının olduğunu ve bunların çok önemli olduğunu anladık. Bu nedenle petek biçimini korumaya devam ettik. Bunu görebilmenin tek yolu sahada olup sürekli konuşmak ve anlaşmaktı.
işveren: Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü Yapı İşleri ve Teknik Daire Başkanlığı tasarım ekibi: Aslı Şener, Burcu Serdar Köknar, Merve Toptaş, Hande Kalender, Artun Agbulut uygulama ekibi: Cumrat İnşaat, Alba Peyzaj proje uygulama tarihi: 2013-
PEYZAJ - KAMPÜS - İSTANBUL
anonim.istanbul 2010 yılında çok disiplinli bir tasarım platformu olarak kuruldu. Farklı ölçeklerde ve alanlarda tasarımı hem profesyonel hem akademik olarak ele alan, farklı işbirliklerine ortam hazırlayan bir yapı olmayı hedef ediniyor. Profesyonel anlamda çalışmalarını mimari tasarım, peyzaj tasarımı, iç mekan tasarımı alanlarında sürdürüyor, ekip elemanları akademik ortamda da çalışmalarına devam ediyorlar. Kamusal alanda tasarım, katılımcı tasarım süreçleri ekibin özel çalışma alanlarındandır.
33 XXI - EYLÜL 2015
hk: Alışkanlıklarını kolayca değiştirebilen bir yer değil Boğaziçi Üniversitesi. Herhangi bir değişime karşı durulabiliyor.
aş: Kullanacağımız malzemeleri belirlerken kampüste zaten olanları yorumlayıp başka bir arayışla, bugüne ait bir dille kullanmak üzere hareket ettik.
aş: Sadece buraya da özgü bir durum değil bence bu. Kamusal alan tasarladığınızda kullanım alışkanlıklarını doğru gözlemleyip hareket etmek, değişiklikleri çok özenli yapmak gerekiyor. Bir de sonunda elde edeceğiniz duyguyu önceden anlatabilmek kolay değil. Bu açıdan mimari tasarımı görselleştirmek biraz daha kolay, ama açık alan tasarımı mimariye göre daha çok duyuları, yerinde deneyimi, değişkenliği içeriyor. Duygusunu kağıt üzerinde kullanıcıya aktarabilmek zor bir iş. Yapılana dek soru işaretleri oluşabiliyor; insanlar alışkanlıklara çok bağlı olmalarına rağmen çok hızlı değiştirebiliyorlar diğer taraftan alışkanlıklarını, bu süreç içinde onu da gözlemledik.
gö: Tasarımlarınızda bitkiyi nasıl kullandığınızı da anlatır mısınız? hk: Boğaziçi peyzajının ve orman altı bitki türlerinin devamını sağlayacak şekilde ve mevcut bitkisel dokuyu inceleyerek başladık çalışmaya. Bitki türlerini bu şekilde belirledik.
bsk: Her koşulda buranın hafızasını önde tutmaya çalıştık. Bu konuyu önümüze ilk kez koyduğumuzda yapılacak işin duygusu ne olmalı diye tartıştık sürekli ve hep buradaymış gibi davranan yeni şeyler olması gerektiğine karar verdik. Bazen tasarımı biraz geri çekerek, bazen malzemesiyle az iddialı durarak, insanları dinleyerek geliştirdik tasarımları.
bsk: Buranın kendine ait bir karakteri var. Bitkiyi sonradan getirilmiş bir katman gibi ele almadık. Belirlediğimiz türlerin mevcut türlerle nasıl entegre edileceğini düşününce daha zengin bir doku elde ettik. Mevsimlik ve bu coğrafyaya ait olmayan bitki türlerinden kaçındık. aş: Kampüs uzun süredir özellikle dış alanlar konusunda el sürülmemiş bir durumda olduğu için, öncelikler de en problemli noktalara verildi. Güvenlik sorunu olan ve kullanım sıkıntısı olan yerlere eğilerek başladık. Örneğin Sosyoloji-Psikoloji Binası’na inen dik ve kışın tehlikeli olan bir rampa vardı. Güvenlik açısından bu rampanın merdivene dönüşmesi kaçınılmazdı ama çok tartışmalı geçti o karar süreci.
Şimdi o yol merdivenli bir şekilde çok rahat ve yoğun olarak kullanılıyor. Bu tip değişikliklerin yaratacağı farkı önden gösteremediğiniz için soru işareti yaratabiliyor, insanlar ancak yapılıp kullanıma geçtikten sonra ikna oluyor. Öte yandan kamusal alanda iş yapmanın çok yararlı tarafları var. Yaptığınız bir işin nasıl kullanıldığını sonradan gözlemleme ve bu gözlemlerden öğrenme şansınız oluyor. bsk: Kamu işi olduğu için üretim mekanizmaları da kolay değil. Kullanıcıya erişmek tasarımcı olarak ancak siz isterseniz gerçekleşiyor. Dengeyi kollamak lazım; çünkü yapılan işlerin hiç sahiplenilmeme riski var her zaman. Kamusal alan yapım sürecinin bir sahiplendirme süreci olduğuna inanıyorum. hk: Yapım sürecinde de çok tartışıyoruz ve pek çok kararı da değiştiriyoruz. Kullanıcının etkin olarak katılması, geri dönüşlerin alınması, karşılıklı konuşmamız sayesinde buradaki değişimler de sahiplenilmiş oluyor diye düşünüyoruz. Kullanıcıyı sürece ne kadar dahil edebilirseniz işinizin gücü o denli artıyor. Bu güç görsel olarak orada olmayan bir güç oluyor. Bunu başarmaya gayret ediyoruz, elimizden geldiğince.
YAPI - AR-GE MERKEZİ - İSTANBUL EYLÜL 2015 - XXI 34
fotoğraflar: Murat Germen
Dışı Masif İçi Saydam SANCAKTEPE’DE KONUMLANAN FORD OTOSAN AR-GE MERKEZI, TEM OTOYOLU'NA BAKAN MASIF KÜTLESIYLE KENDINI TANIMLARKEN IÇ AVLULARA BAKAN CEPHELERIYLE ŞEFFAFLAŞARAK IÇINE DÖNÜYOR. Hülya Ertaş
FORD OTOSAN AR-GE MERKEZI
tece mimarlık
he: Bir tipoloji olarak Ar-Ge binası yeni bir kavram, öte yandan Ford Otosan Ar-Ge Merkezi’nin konumlandığı yer de kent ile otoban arasında tanımsız bir arazi. Bu belirsizlikler içinde yapı nasıl şekil aldı? Cem İlhan: Ar-Ge binasına, genel ofis tipolojisinin bir türevi ya da alt açılımlarından biri olarak bakılabilir. Ford Otosan da otomotiv sektörü içinde ciddi Ar-Ge yatırımı yapan köklü firmalardan biri ve bu ölçekte bir Ar-Ge yatırımını yapan ilk kuruluş. Bugüne dek Ford Otosan’ın ofisleri farklı konumlardaki yapılara dağılmış haldeydi. Bunları bir Ar-Ge merkezinde bir araya getirme fikri oluşunca önceden firmanın araç stok alanı olarak kullandığı Sancaktepe’deki arazi gündeme geldi. Burası hem TEM Otoyolu bitişiğinde, hem de İstanbul’a olabildiğince yakın konumuyla çalışanların işlerine odaklanmasını kolaylaştıracak bir
mesafedeydi. TEM Otoyolu çok farklı ve dağınık ölçekte, irili ufaklı kütlelerin bir araya geldiği, zaman zaman çözülüp kaybolduğu, zaman zaman yasadışı yerleşimlerin baş gösterdiği çok uzun, kilometrelerce giden bir yol. Bizim için en büyük zorluk böylesi bir yerde binanın kendini göstermesi talebine yanıt vermekti. İşveren Ar-Ge merkezinin Ford Otosan’ın sektör içindeki konumunu, prestijini de vurgular bir dile sahip olmasını istiyordu. Böyle bir bağlamsızlık içinde kendini oraya oturtacak, referanslarını genel anlamda kuracak bir şekilde tasarımı nasıl yönlendirebileceğimizi uzun süre düşündük. Algısal olarak yapıyı görünür kılarken bir yandan da Ar-Ge yoğunluklu, dikkat gerektiren çalışma alanlarını barındıracak bir binada kişilerin kendi etkinliklerine odaklanmasını istedik. Bir anlamda içe dönük olmalıydı bina, içinde konumlandığı çevreden belirli bir oranda ayrışmalıydı. Öte yandan program da oldukça büyüktü; burada şu anda 1500 kişiyi bulacak sayıda Ar-Ge çalışanını barındıran ve yaklaşık 37 bin metrekarelik kapalı inşaat alanına sahip bir büyüklük
YAPI - AR-GE MERKEZİ - İSTANBUL
bu sayfada solda: Giriş meydanı altta: Otoyola bakan kütlenin giriş cephesi
35 XXI - EYLÜL 2015
karşı sayfada Yapıya genel bakış
bu sayfada sağda: İki blok arasındaki yükseltilmiş iç bahçe altta: Kafeteryaya ve ortak alanlara inen merdiven karşı sayfa İki blok arasındaki sirkülasyon alanları ve ortak alanlar
EYLÜL 2015 - XXI 36
YAPI - AR-GE MERKEZİ - İSTANBUL
son sayfada Avlunun gece görünüşü
var. Bütün bu tanımlar, çerçeveler ve beklentiler içinde biz programı biraz parçalamaya ve bölmeye başladık. Kabaca aslında ikiye ayırdık diyebiliriz. Bu ayrılma biraz da arsanın geometrisinin tanımladığı şekilde oldu. Alanın geometrisi, farklı açıların bir araya geldiği bir kompozisyona götürüyor. Tesadüfi gibi görünen ama arsanın açılarından, konturlarından çıkan belli açılar var. Bu ana yapılardan biri olan A Blok, TEM’e yüz vererek ona koşut bir şekilde konumlanan ofis kütlesi. B Blok ise onun arkasında kalarak çok algılanmıyor ve doğrudan yapının içine girdiğimiz zaman kendini açıyor. Bu bölünmenin sonucunda ortak yaşam alanının da kalbi olarak işleyen iç avlu ortaya çıktı. Bu ortak alan korunaklı olmalıydı ve TEM’in kendine has koşulları nedeniyle bu iç avlu uzaktan algılanmıyor. Bunu bir adım daha öteye götürüp topoğrafya ile oynamak tasarımdaki ikinci önemli kararımız. Dümdüz otopark alanını ciddi bir biçimde 5-6 metreye varan farklı kotlara ulaştıracak şekilde yeniden yorumladık. Programın büyük bir kısmı, yaklaşık yarısı sıfır kotunun altında çözülüyor.
Buralarda ağırlıklı olarak kapalı otopark, laboratuvar, tasarım stüdyosu gibi özelleşmiş mekanlar dışında kafeterya, teras, buluşma mekanı, iç bahçe gibi ortak mekanlar da bulunuyor. Üçüncü tasarım kararımız ise programın ikiye ayrılması sırasında başvurduğumuz metafor. Bir elmayı ortadan ikiye kestiğimiz zaman dışındaki kabuk ile birbirine bakan yüzlerin, yani kendi kesitinin ayrıştığını görürüz. Bu bina da bu metaforu izliyor: Dışarıdan yapıyı tarifleyen beyaz mesh ve meshin tanımladığı kabuğu görürken kütleyi ortadan ayırdığımız zaman tamamen şeffaflaşan ve içe bakan yüzlerle karşılaşıyoruz. Kabuk fikrinin dıştaki ve içteki algıları birbiriyle tezat oluşturuyor. Tamamen şeffaflaşarak hem doğal ışığı içeri alıyorsunuz hem de çalışma sırasındaki bu iç bahçelere sürekli bakma, ulaşma imkanınız oluyor. Dış kabuktaki meshin seçilmesinin nedeni, bu malzemenin bir yandan ofislere gün ışığını alırken öte yandan yapı formunun masif bir etki yaratmasına olanak tanımasıydı. Çift cidarlı böylesi bir çözümle, içeriden
neredeyse tül gibi algılanan bu mesh sayesinde iç mekanın dış dünyayla ilişkisi de koparılmamış oldu. he: Binaya dışarıdan bakıldığında kaç katlı olduğu gibi bazı yapısal detaylar anlaşılamıyor. Bu masiflik etkisinin ardında yatan nedenler neler? ci: Doğru. Kat algısı neredeyse yok. Yekpare, oturaklı, ağırlığı olan bir yapı ama bir yandan da peyzajın üstünde yüzer gibi duruyor. Ben o yüzden ilk başta, büyüklüğünü de göz önünde bulundurunca yapının adeta bir balinaya benzediğini düşünmüştüm. Kat algısını hiçbir şekilde tam çözemediğimiz 120 metre boyunda 15-20 metre yüksekliğinde iki tane iri kitle mevcut peyzajın üzerinde adeta ona değmeden yüzüyor. Bu da bizi o dinamizm kriterine getiriyor. İlk başta arabanın aerodinamik unsurları, otomobilin özünde olan o hareketin, devinimin bir şekilde bu yapıya yansıtılması yönünde işverenin bir beklentisi vardı. Bunu onlarla yaptığımız toplantılarda açık ya da örtük olarak okuyorduk. Dinamizmi veren cephelerdeki bu yatıklık, açılanmalar sadece kabukla bitmiyor, iç
YAPI - AR-GE MERKEZİ - İSTANBUL 37 XXI - EYLÜL 2015
mekanın bazı düşey taşıyıcı elemanlarında, birbirine dik olmayan açılar çizen köprülerle de devam ediyor ve bina kesitlerinde ve görünüşlerinde de algılanıyor. Mesela bu açılar nedeniyle bazı köprülerin yarım kot eğimli olduğu sanılabiliyor. Bu optik oyunların hepsi aslında maksatlı ve algıyı her noktada farklı kılan, istenerek yapılmış şeyler. O sürprizler, farklı perspektifler bunun kendini yavaş yavaş açan bir yapı olmasını sağladı. Bunlar hep peşinde olduğumuz temalardı ve çoğunu da hayata geçirdiğimizi düşünüyorum. he: İşlevsel olarak çok da ayrışmayan, birbirine benzer departmanların bulunduğu bu iki kol aşağıdaki ortak alanlarda birleşiyor. ci: Evet, altta onları bağlayan bir baza var, bu bağlantıyı kuvvetli bir şekilde kuran mekan ise kafeterya. Çünkü orası tam da herkesin en çok bir araya gelebileceği yer, doğal bir işlevsel fırsat. İki ayrı ofisin alta inip özellikle öğle tatilinde 500-600’er kişilik grubun altta birbirine kavuştuğu, herkesin birbirini gördüğü, merhabalaştığı ortak alanlar tam da zemin ve zeminin bir altında
gerçekleşiyor. Kafeteryanın açıldığı bu çökük avlu, mevcuttaki düzlüğü, monotonluğu, buranın aslında olamayan topoğrafyasını manipüle etme düşüncesinden ortaya çıktı. Bunu gerçekleştirdiğimizi sanıyorum çünkü aynı zamanda bu çökük avlu devamlı gölgelikli bir ortamda oturup rahat rahat sohbet edilmesini de sağlıyor. Turnikelerden geçtikten sonra göz çarpan cam köprü, aslen zemin kotta iki kolu birbirine bağlıyor. Ona doğru yüründüğündeyse merdivenlerle ulaşılan bu çökük avlunun varlığı fark ediliyor. Bu, daha önce de sözünü ettiğim binanın yavaş yavaş kendini açması fikrimizin bir uzantısı. Bir diğer avlu ise peyzajını DS Mimarlık’ın yaptığı, kafeteryanın üzerinde zemin kottaki bahçe. Ancak orası ya idari nedenlerle ya da başka sebeplerden hayal ettiğimiz kadar çok kullanılmıyordu. O iç avlu ilk başta seyredilen, çalışma ortamını görsel anlamda zenginleştiren, mekansal sürekliliği sağlayan bir unsur
olarak kaldı, bire bir yaşanan, kullanılan bir düzeye henüz geldi. Daha canlı ve kalabalık bir yer haline gelmesini umuyoruz. he: Yapılar asıl mekansal değerlerini bu avlular, bahçeler gibi boşluklarla kazanıyorlar. ci: Kayıp gibi gözüken büyük zenginlikler diyebiliriz bunlara bence de. Aynı fikirdeyim. Mesela bu yapının sirkülasyon alanları, açık ve kapalı dolaşım alanları normal bir ofisin yüzdesinden biraz yukarıdadır. O konuda da işverenin hakkını vermek lazım. Hiçbir şekilde o ilk tasarımın, ana fikrin üstüne çok gidip de onu bozacak, onun saflığını yitirecek bir tutum sergilemediler. Hiçbir şekilde ana kurguya, içindeki çok özel tanımlar içeren belli hacimler dışında müdahaleleri olmadı. Tasarım stüdyosu, onun laboratuvarları, birtakım test odaları gibi ihtisaslaşmış mekanlara özgü özel donanım, ışık ihtiyaçları, konfor şartları gibi meselelerde tabi ki müdahil oldular ama bunlar hiçbir şekilde binanın kendi dilini, ana fikrini bozmadı.
işveren: Ford Otosan yer: Sancaktepe, İstanbul inşaat alanı: 38.000 m2 mimari tasarım: TeCe Mimarlık statik: Arup mekanik: Enar elektrik: Erke Tasarım peyzaj: DS Mimarlık ana yüklenici: Ark İnşaat mimari proje ekibi: Sezin Beldağ, Fabio Ribeiro, AydoğanÖzsoy, Sedef Zorbozan, Keriman Afyonlu Tülin Hadi, Cem İlhan proje ve uygulama tarihi: 2012-2015
YAPI - AR-GE MERKEZİ - İSTANBUL
cem ilhan 1966’da Diyarbakır’da doğdu. 1987’de İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu. 1989 yılında Londra AA’de yüksek lisans yaptı. 1996 yılında Marmara Üniversitesi Resim Bölümü’nde ikinci yüksek lisans eğitimini, 2008'de Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde doktora eğitimini tamamladı. 1992 yılında kendi bürosunu kurdu. 1994 yılında Tülin Hadi ile ortak çalışmaya başladı. 2006 yılında Genç Mimar Ödülü’nü aldı.
EYLÜL 2015 - XXI 38
tülin hadi 1969 yılında İstanbul’da doğdu. 1993 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun oldu. Mezuniyetine kadar geçen dönemde Sevinç Hadi ile Teşvikiye Milli Reasürans Kompleksi uygulama aşamalarında, Ergün Aksel ile çeşitli yarışma projelerinde ve Mehmet Tataroğlu-Ömer Bortaçina-Mesut İşcan ofisinde uygulama projelerinde çalıştı. 1992-1994 yılında Turgut Cansever’in bürosunda çalıştığı dönemden bu yana, mesleki faaliyetini Cem İlhan ile birlikte TeCe Mimarlık çatısı altında sürdürüyor. 2003-2006 yılları arasında CNNTürk’te yayınlanan Design360 programının yapımcı/sunuculuğunu üstlendi.
vaziyet planı
güney görünüşü
batı görünüşü
kuzey görünüşü
doğu görünüşü
1. kat planı
2. kat planı
39 XXI - EYLÜL 2015
zemin kat planı
YAPI - AR-GE MERKEZİ - İSTANBUL
1. bodrum kat planı
kesitler
YAPI - RENOVASYON - HO CHI MINH EYLÜL 2015 - XXI 40
fotoğraflar: Quang Tran
Müşterek Evimiz VIETNAM’IN HO CHI MINH KENTINDEKI VEGAN EVI, ESKI VE YENI NESNELERIN BIR ARAYA GELDIĞI, 1960’LI YILLARIN VIETNAM MIMARISINI MODERN BIR YORUMLA YANSITIYOR. KÜLTÜR MERKEZI IÇINE SIZAN AVLULU BAHÇESI VE CEPHESINI SARAN RENKLI PANJURLARIYLA KULLANICILARIN KENDILERINI EVINDEYMIŞ GIBI HISSEDEBILECEKLERI BIR KAMUSALLIK SUNUYOR. Vegan Evi, 1965 yılında inşa edilmiş bir apartmana bitişik konumlanıyor. Projeyi hayata geçiren kişi turizm işiyle uğraştığı için burayı kiralayarak bir kültür merkezine dönüştürmeyi planladı. İnsanların buluşup paylaşım yapabildikleri, Vietnam’ın özellikle geleneksel vegan yemeklerinin piştiği bir yer hayal ediyordu. Kullanıcılar aynı zamanda yapıda konaklayabilecekti de.
VEGAN EVI
block archıtects
Farklı kültürden ziyaretçileri bir araya getiren yeni bir mekan yaratmak istedik. Bunu yaparken de eski nesneleri yeni yöntemlerle tekrar kurguladık; çünkü eski ve yeninin bir arada bulunup birbirini destekleyeceğini düşünüyoruz. Yapı sahibi, projeden
önce arkadaşlarının kullanmadıkları bütün eşyaları toplamış. Masa, sandalye, gardırop, pencere ve abajur gibi pek çok mobilya vardı. Kısıtlı bir bütçeyle yapının ilk halindeki gelenekselliği korumak için tüm bu ürünlerden yararlanmak ve ferah mekanlar için de yeni ürünler kullanmak istedik. Eski pencereleri yapının özgün karakterini yaratması için ana malzeme olarak kullandık. Bu tip pencereler, Vietnam’da uzun yıllardır doğal havalandırma için kullanılıyor. Eski cepheyi kapatacak yeni bir kabuk oluşturmak için eski pencereler farklı renklerde yeniden yan yana getirildi, cepheden başlayarak terasa kadar çıkartıldı ve yapının “eski” dokusuyla uyumlu hale getirildi. Çatıda yaratılan açıklıklar ağaçların büyümesine imkan verirken doğal ışığın iç mekana girmesini sağlıyor. Bu durum; büyümeyi, geleceğe dair umutları ve geleneksel kökeni sembolize ediyor. Eski pencereler iç mekanda da güneş kırıcı ve ayırıcı işlevlerle kullanılıyor. Zemin katta, uzun ve eğrisel
karşı sayfada İçeriden bakış bu sayfada solda: Yapıya genel bakış altta: Cepheye karşıdan bakış en altta: Sokak siluetinde yapı
sonraki sayfada üstte solda: Yemek alanı üstte ortada: Avlu üstte sağda: Çatı terası altta: İç bahçe
YAPI - RENOVASYON - HO CHI MINH 41 XXI - EYLÜL 2015
bir mutfak tezgahı bulunuyor. Kullanıcılar bu büyük mutfakta bir yandan yemek pişirip sohbet ederken bir yandan da arka taraftaki bölümde birlikte yemek pişirip yiyebiliyorlar. Birinci kata çıkan eski merdiven ve avlulu bahçe bu iki mekan arasında konumlanıyor. Birinci katta yatak odasıyla dinlenme ve çalışma için bir oda bulunuyor. Önceden kullanılmayan ikinci kata çıkmak için yeni çelik merdivenler inşa edildi. Terasta fazla ısınmayı önlemek için mevcut çelik levhaları üst örtü olarak kullanarak yapının ana çatısıyla arada boşluk kalacak şekilde yeni bir yatak odası tasarladık. Bu odanın önündeyse bir bahçe yer alıyor. Birinci katta yer alan avlulu bahçe, iç mekanda karşılıklı havalandırma oluşturmak ve kapalı mekanlara doğal ışık sağlamak için çatıya kadar yükseltildi. Duvar ve zemin malzemeleri ise mevcut haliyle korundu. Ham beton yüzeyler, panjurlar ve bambu çitler modern ve antik bir mekan yaratarak Vietnam’ın 1960’lı, 70’li yıllardaki mimarisini yeniden canlandırıyor.
EYLÜL 2015 - XXI 42
YAPI - RENOVASYON - HO CHI MINH
teras kat planı (uygulama öncesi) proje mimarı: Block Architects yetkili mimar: Duc Hoa Dang proje tipi: Yenileme proje yılı: 2014 proje alanı: 60 m2
hoa dang duc Vietnam kökenli mimar Hoa Dang Duc, 2007 yılında Ho Chi Minh Üniversitesi'nde mimarlık lisans, 2012 yılında ise aynı üniversitede yüksek lisans derecesi aldı. 2005-2008 yılları arasında tasarım yöntemleri geliştirme, mimari detay tasarımı, yerel kültürler gibi çeşitli alanlarda araştırmalar ve çalışmalar yaptı. 2012 yılından beri kurucusu olduğu Block Architects'te mimari çalışmalarını sürdürüyor.
çatı katı planı
EYLÜL 2015 - XXI 44
YAPI - RENOVASYON - HO CHI MINH
teras kat planı (uygulama sonrası)
3 boyutlu çizim
aksonometrik diyagram
GÜLSUYU HALKININ INŞA ETMEYE BAŞLADIĞI CEMEVI INŞAATININ YARIM KALMASI ÜZERINE AÇILAN CEMEVI VE KÜLTÜR MERKEZI YARIŞMASI'NI İBRAHIM EYÜP KAZANDI. TASARLANAN CEMEVI, MEVCUT INŞAATIN IZLERINI TAKIP EDEREK ALEVILIK INANCINDAKI DEĞERLERI FARKLI MEYDANLAR VE AKSLAR ÜZERINDEN KURGULUYOR.
EYLÜL 2015 - XXI 46
YARIŞMA - CEMEVİ - İSTANBUL
İzleri Takip Etmek Aleviliğin tarih boyunca verdiği mücadele sebebiyle, yıllar içinde "cemevi tipolojisi"nin oluşmadığını görüyoruz. Farklılıklara izin veren, demokratik bir anlayışa sahip Alevilik inancının yansıtılması için yerine özgü, sürekli gelişime ve değişime açık tasarımlar sunmamız gerekiyor. Biçimselliklerden ve tipolojilerden uzak, yerin istediği şekilde tasarlanan yapıların Alevi inancını daha iyi yansıtacağını düşünüyoruz. Cemevinin Alevi’lerin dünya görüşünü yansıtan, sembolizme ve simgeselliğe dikkatle yaklaşan, mütevazi, doğaya ve çevreye saygılı yapılar olması gerektiğine inanıyoruz.
GÜLSUYU CEMEVI VE KÜLTÜR MERKEZI
ibrahim eyüp/eyusta tasarım ve mimarlık atölyesi
GÜLSUYU'NDAN BIR CEMEVI ÖYKÜSÜ Devrimci-sosyalist bir mahalle olan Gülsuyu, devlet yardımı olmadan kendi mücadelesiyle üretim yapabilen bir yerleşim. Mahallelinin kolektif çalışmalarının sonucunda, Gülsuyu mezarlığının üst parselinde bir cem kültür evi inşaatı başlamıştı; fakat
yapının kaba inşaatı bittikten sonra, birtakım tasarım problemlerinin çözülemediği, masif yapının uzun vadede işletilmesinin oldukça maliyetli ve zor olacağı fark edildi. Maltepe Belediyesi, mahalleli için oldukça kıymetli olan bu yapının yeniden tasarlanması için tek kademeli bir ulusal mimarlık yarışması açtı. Çıkış noktamız, mahallelinin oldukça değer verdiği yapının tümünü yıkmak yerine, çevre ve manzara ile ilişki kurarak kısmi yıkımlar ile tekrar düzenlemekti. Bu yaklaşımın hızlıca inşa edilen ya da mevcut yapılar dönüştürülerek kurulan cemevi geleneğine de gönderme yaptığını düşünüyoruz. Bugünün mimarlığının vurguladığı tüketme anlayışı yerine, mevcut olanı değerlendirmenin daha hümanist ve çevreci bir üretim olduğuna inanıyoruz. MEYDANLAR VE AKSLAR Cem ayinlerinde meydanlar oldukça önemli bir yer tutuyor. Cem törenlerinde temel amaç bireylerin toplumla, doğayla ve kendileriyle birliğe varmasıdır. Bu sebeple doğal çevrede, açık alanda cem olabilmek Aleviler için önem taşıyor. Dolayısıyla tasarımda kot ayrımı doğrultusunda, alanın merkezine doğru yoğunlaşan ve alanın genişleyen kısımlarına yayılan dört adet meydan tanımladık. Birincisi ana ibadet alanı olan cem meydanı. İkincisi bütün
YARIŞMA - CEMEVİ - İSTANBUL 47 XXI - EYLÜL 2015
toplanma-cenaze ritüellerinin yapıldığı, cemevi birimlerinin etrafına yerleşen meydan. Üçüncüsü, kötü hava şartlarında cenazeyi içine alabilen aşevi meydanı. Dördüncüsü ise kültür evinin etkinliklerini barındıran kamusal meydan. Meydanları kullanan birimleri meydanın çeperine yerleştirirken yoğunluğu yüksek, içe dönük alanlar elde ettik. Birimlerin ve meydanların hem içe dönük olması, hem de dışarıyla olan kuvvetli bağını koruması önemli bir tasarım prensibimiz oldu. Çeperdeki yapılarda birtakım yırtılmalar yaparak dış çevre ile kurulan ilişkiyi güçlendirdik. Alevilikte yön yoktur: Yaradılışın bir ışıktan fışkırdığı, yıldızlar ve gezegenler oluşurken dünyanın ve insanların da oluştuğuna ve bunların arasındaki sürekli bir dönüşüme inanılır. Cem ayinlerinde de dönme hareketini temsil eden semah törenleri yapılır. Semah, insanı doğa ve evrenle birleştirirken yaratıldıkları kaynağa ve birliğe dönüşü simgeler. Bu inanışa bağlı olarak cemevindeki bütün kapalı hacimler, onların etrafında semaha durmuşçasına dönüyor, her yönde doğa ve çevre ile ilişki kuruluyor. Yaptığımız incelemeler sonucunda, arazide ve çevresinde iki tane önemli aks görüyoruz: Birincisi
alanın deniz kıyısı ile oluşturduğu manzara aksı, ikincisi ise arazi ve çevre eğim yönünün aksı. Alanın en verimli kullanım şemasının bu akslar üzerinden tanımlanabileceğini düşünüyoruz. Alanı bu akslar doğrultusunda, mevcut yapı ve yol ilişkisini de gözeterek ikiye böldük. Üst kottaki alan cemevi ve onun yan birimlerinden oluşurken alt kot, kültür evini barındırıyor. CEMEVI Cemevi, arazinin kuzeybatısında genişleyen kısmına yerleşiyor. Mevcut yapının karesel izi, arazi eğim akslarının karesel iziyle üst üste çakıştığında, her yöne dönük bir cem töreni yapılabiliyor. Plan şeması aynı zamanda Anadolu'daki cemevlerinde sıklıkla kullanılan kırlangıç kubbeye referans veriyor. Cem meydanının girişi, doğu tarafındaki dış meydanda yer alıyor. İlk olarak bir giriş mekanıyla karşılaşıyoruz. Bu mekandan kuzeydeki yan birimlere bağlantılar bulunuyor. Girişte dar bir aralıktan geçilerek ön avluya ulaşılıyor. Ön avluda bulunan eşikten cem meydanına giriliyor. Eşiğin tam karşısında post makamı, arkasında ise pano mevcut. Bu pano, cemevlerinin vazgeçilmezi olan fotoğrafların ve resimlerin asıldığı yer. Kapalı hacimler dışında, dış köşe duvarları arasında yer alan su havuzunun bir
tarafında hiç sönmeyen ocak diğer tarafında ise selvi ağacı bulunuyor. Cemevleri yüzyıllardır yapılan baskılar ve saldırılar sebebiyle dışarıya kapalı, gizli yapılar olarak inşa ediliyor. Alevilik inancında güçlü bir şekilde temsil edilen doğa-insan ilişkinin güçlendirilmesi için zamanla daha dışa dönük cemevi tasarımları gerçekleşmesini ön görüyoruz. Fakat bu değişiklik zamanla gerçekleşeceğinden öncelikle ara durumlar yaratarak ana meydanın etrafında bulunan iki kareyi bu ana meydanı hem dışarıya kapatacak hem de açılacak şekilde oluşturmak için duvarlarla parçaladık. Cemevlerinde tarih boyunca sembolizmin hassas ve dikkatli bir şekilde çalışıldığını görebiliriz. Dini semboller, mimari öğelerle sıklıkla temsil edilmiştir. Tasarımımızda (düşünsel olarak) köşeleri tutan duvarlar ibadethanenin dış dünya ile temas ederek ana cem meydanının etrafında semaha durmuş gibi algılanabilir. Ana cem meydanın köşelerindeki dört duvar dört kapıyı temsil ediyor. Bu dört duvar ve etrafında dönen sekiz duvarla oluşan toplam 12 duvar ise 12 imamı temsil ediyor. Ana meydan etrafında doğramaların dikmelerinden oluşan 40 bölünme ise 40 makamı temsil ediyor. Cem meydanının tam ortasında ise gökyüzünü temsil eden tepe ışıklığı bulunuyor.
YARIŞMA - CEMEVİ - İSTANBUL EYLÜL 2015 - XXI 48
post makamı ve cerağ
ocak-ateş-su
kapı - eşik
su-toprak-doğa
JÜRI RAPORU
mekan kullanımına olanak veren kurgusu
Mevcut yapı strüktürünün kısmen kullanılmış
beğenilmiştir.
olması olumlu bulunmuştur. Açık, yarı-açık ve Farklı kullanımların avlularının ayrıştırılmış olmasına
kurduğu ilişki olumludur. İçeride oluşturulan
rağmen mekansal bütünlüğün sağlanabilmiş olması
avlunun kuzey rüzgarına karşı korunaklı olması
başarılı bulunmuştur. Abartısız kitlelere rağmen
olumludur. Kültür ve ibadet işlevlerinin net bir
simgesel bir kutsal mekana ulaşılması başarılıdır.
şekilde ayrılması ve Cemevi mekanının
Cemevi’nin külliyenin bütünlüğünün bir parçası
vurgulanması başarılıdır. Aşevi’nin iç mekan ve dış
olmasına rağmen görünür olması olumludur.
YARIŞMA - CEMEVİ - İSTANBUL
kapalı mekan kurgusu başarılıdır. Topoğrafya ile
müellif: İbrahim Eyüp danışman: Hakan Çatalkaya (inşaat mühendisi), Berrin Yavuz (elektrik mühendisi), Ahmet Bayboda (makine mühendisi), Diana Ohanesyan (peyzaj mimarı) yardımcı: Olcay Ovalı Eyüp danışman jüri üyeleri: Leyla Ünver, Şükrü Aslan, Ulaş Özdemir, Mahir Polat, Ömer Yılmaz asli jüri üyeleri: H.Günkut Akın, Adnan Demir, Nevzat Sayın (jüri başkanı), Bülent Tarım, Jale Yağcı yedek jüri üyeleri: Mehmet Kütükçüoğlu, İpek Akpınar Aksugür, Çiğdem Alkan
49 XXI - EYLÜL 2015
kütle gelişim şeması
kesitler
+131.90 kotu planı
mekan kurgusu şeması
+127.50 kotu planı
+120.5 kotu planı
İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL EYLÜL 2015 - XXI 50
fotoğraflar: Gürkan Akay
Azalan Hiyerarşi BAKIRKÜRE MIMARLIK, ROCHE’UN UNIQ PLAZA’DAKI AÇIK OFIS KONSEPTINE SAHIP YENI ÇALIŞMA MEKANINI, HIYERARŞININ AZALTILDIĞI BIR KURGUYA GÖRE PLANLANMIŞ. Güzin Öztok
ROCHE OFISI
bakırküre mimarlık
gö: Projenin genel tasarım kriterlerinden başlayabiliriz. Brezilyalı mimar Moema Wertheimer ile ortak ilerleyen bir projeydi sanırım. Süreç nasıl ilerledi? gürhan bakırküre: Aslında bizim bir ortaklığımız yok. Moema daha evvel Roche ofislerinin konsept tasarımlarını yapmış. Bu projede de Moema konsept tasarımı gerçekleştirdi, yerleşim planı bize Brezilya’dan geldi. Bizim projeye dahil olmamız üç firmayla yapılan görüşmeler sonrasında gerçekleşti. Roche ve Moema yerel ortakları olarak bizi seçti. Onlar yerleşim planını ve ön projelendirmeyi yaparken biz de projenin Türkiye standartlarına uyarlanması, detayların çözülmesi, uygulama projesinin çizilmesi ve uygulamanın yapılmasından sorumlu olduk. Böyle bir işbirliği gerçekleştirdik. gö: Ofisin ihtiyaçlarıyla mekan kurgusunu nasıl örtüştürdünüz? Yerleşim kararlarını nasıl aldınız?
gb: Roche Ofisi, Uniq Plaza’da D bloğun dört katına yerleşiyor. Ofise giriş AVM’den sağlanıyor. Her katın yaklaşık olarak iki bin metrekare olduğunu düşünürsek ofis, toplam altı bin metrekarelik bir alana yayılıyor. Uniq Plaza, yapının her katını başka bir ofise göre tasarlamaya yönelik bir kurguyla inşa edilmiş. Dolayısıyla Roche’un tasarım konsepti bu üç katı içeriden bütünleştirmek üzerine kuruldu. Bu bağlamda ortada projenin de kalbi haline gelen bir iç avlu yarattık. Avluyu saran merdivenlerle de düşey sirkülasyonu sağladık. Avlu sadece ofis içi dolaşımı kolaylaştırmakla kalmadı aynı zamanda ortak kullanılan bir mekan yaratarak tasarıma önemli bir katma değer sağladı. Doğrudan gün ışığını alan merdivenler ile etrafına yerleştirilen kafe ve kitchenetteler sayesinde avlu yaşayan bir mekan haline geldi. Projeyi genel hatlarıyla anlatırsam, AVM katında hem misafirlerin hem de çalışanların kullandığı giriş yer alıyor. Ofisin birinci katında toplantı odaları, eğitim ve seminer salonları mevcut. Üçüncü kişilerle yapılacak görüşmeler bu katta gerçekleşiyor; misafirler burada
İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL 51 XXI - EYLÜL 2015
ağırlanıyor, müşteriler ya da tedarikçilerle toplantılar bu katta yapılıyor. Üst katlarsa tamamen çalışma amacına hizmet ediyor. Her katta ofis içi toplantı salonları ayrıca yer alıyor. Ofiste esnek bir çalışma ortamı kurguladık. Toplantı odaları, sosyal mekanlar, çalışmayı destekleyici mekanların kurgusu bu anlamda önem kazanıyor. Esnek çalışma ortamı için gerekli olan altyapıda kablosuz sistemler ve data hizmetleri tercih edildi. Tüm toplantı odaları ve bazı odalar ihtiyaca göre bölünüp birleştirilebilir olarak tasarlandı. Uluslararası bir şirket olan Roche’un ofis tasarımında beklentisi uluslararası bir ortam yaratırken yerel kimliğin de yansıtılması oldu. Moema ile birlikte yerelliği birtakım detaylarda yansıtmayı amaçladık. Aydınlatma elemanları, İznik çinilerinden oluşan paneller yerel kimlik göz önünde tutularak seçildi. Bunun yanı sıra döşeme kaplaması olarak da Marmara mermeri kullandık. Bu sayede dünyanın herhangi bir yerinden gelen Roche çalışanına Türkiye’de olduğunu hissettirecek bir tasarım benimsedik. Tabi bunun yanında tüm
ofislerde uygulanan hareketlilik, esneklik gibi kavramlar bu ofiste de ön planda tutuldu. Rahatlama mekanları, toplantı odaları, insanların bir araya gelip ufak görüşmeler yapabileceği alanlar oluşturuldu. Ofiste aynı zamanda bir oyun odası, dinlenme odası, sağlık odaları, emzirme odaları ve masaj odası gibi mekanlar bulunuyor. Normal çalışma ortamı dışında, tüm bu mekanlar insanlar için önemli kriterler olarak ofiste yerini aldı. gö: Ofis içinde genel müdür odası yok. Türkiye’de oldukça yeni bir uygulama bu çünkü genel olarak hiyerarşiyi seven bir yapımız var. Bu nedenle hiyerarşinin kaybolması durumu ne gibi sonuçlar doğuruyor? gb: Ofis çözümleri üzerine kurulu markamız “Big Working Culture Solutions”la birlikte yeni ofis tasarımları üzerine birçok araştırma gerçekleştirdik. Benim de daha önceden Yapı Endüstri Merkezi’nde “Y Kuşağı Ofisler” başlıklı bir konuşmam olmuştu. Orada da üzerine basarak durduğum bir algı vardı. Bundan 27 yıl önce ofis tasarlarken kurumsal bir şirketse CEO ya da genel müdürle, aile şirketiyse
doğrudan sahibi ile görüşürdük ve o ne istiyorsa tasarımı o doğrultuda gerçekleştirirdik. Şimdiki anlayış, özellik son beş-altı yıl içinde çok değişti. Türkiye sürece kurumsal ve uluslararası şirketler sayesinde çok iyi uyum sağlıyor. Şimdi artık patron da üst düzey yöneticiler de fark etti ki işin verimliliği çalışanın mutluluğundan geçiyor. Kendi isteklerini değil çalışanının isteklerini ön planda tutmak ve ona iyi mekanlar sunmak doğrudan verimlilik olarak geri dönüyor. Hiyerarşi de bu anlamda ciddi şekilde kırılmaya başladı. Üst düzey yöneticiler de bu duruma katkı sağlıyorlar. İnsanlar iyi tasarlanmış ofislerde daha çok zaman geçirmek istiyor. Dolayısıyla açık ofis konsepti hem çalışanın mutluluğuna hem de hiyerarşinin kırılmasına yönelik bir olgu olarak günümüz ofis tasarımlarına dahil oluyor. Hiyerarşik durumu ben bir döngü olarak görüyorum. Şimdi bu hiyerarşi kırılıyor; odalar yok, müdürler, genel müdürler çalışanlarla birlikte. Ancak eminim ki bir süre sonra çalışanlar da bu iç içelikten sıkılacaktır.
gürhan bakırküre 1989’da Mimar Sinan Üniversitesi mimarlık bölümünden mezun oldu. 1990’da Kurtul Erkmen ile KG Mimarlık şirketini kurdu. 2011’de gayrimenkul geliştirme ve inşaat amaçlı Bakırküre İnşaat ve Gayrimenkul Geliştirme şirketini (BiGG Yapı) kurdu. Şirket faal olarak gayrimenkul yatırımı ile uğraşıyor ve projeler geliştiriyor. 2013 yılında KG Mimarlık’tan ayrıldıktan sonra kurduğu Bakırküre Mimarlık’ta mimari, iç mimari ve uygulama alanlarında hizmet vermeye devam ediyor.
EYLÜL 2015 - XXI 52
İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL
kesitler
zemin kat planı
SANTORİNİ Son yılların sıkça tercih edilen dokularından olan taş, doğallığın ön planda olduğu serileriyle dikkat çeken Yurtbay Seramik'in yeni serisi Santorini'de hayat buluyor. Modern taş görünümlü, doğal ve güçlü bir dokusu olan Santorini, zemin ve duvarlara farklılık katıyor. Gri, bej ve vizon renk seçenekleriyle tasarlanan seri, 45x90 cm ve 15x90 cm boyutlarıyla sunuluyor. Seri, doğal ve sağlam yüzeyi sayesinde konutların yanı sıra ticari alanlarda da tercih ediliyor.
EYLÜL 2015 - XXI 56
SEKTÖR HABERLERİ
www.yurtbay.com.tr
KALE İKAZ SİLİNDİRİ
TARKETT IQ GRANIT
Kale Kilit, yeni ürünü Kale İkaz Silindiri ile anahtarların dışarıda unutulması sorununa çözüm getiriyor. Kale İkaz Silindiri, anahtar kapı üzerinde unutulduğunda 8 ya da opsiyonel 12 saniye sonra 100 dBA şiddetinde sesle kullanıcıyı uyarıyor. Bu sayede mekana girerken ve çıkarken anahtar unutmak mümkün olmazken, anahtar unutulmaya bağlı hırsızlık vakalarının da önüne geçilmiş oluyor. Farklı renk tonlarında özel anahtarları olan Kale İkaz Silindiri, girişte ya da çıkışta anahtar kapıda unutulduğunda 30 dakika sesle uyarıyor. Bir adet değiştirilebilir 9V alkalin pil ile çalışan ürünün uyarı sesi ise anahtar silindirden çıktığında sona eriyor. Kale İkaz Silindiri tüm kilit satış noktaları ve yapı marketlerde satış sunuluyor.
Tarkett'in tüm dünyada 300 milyon metrekareden fazla alanda iQ Granit serisi yenilendi. 62 yeni, doğal ve canlı rengin bulunduğu seri, mimarlara zemin tasarımında özgürlük sunuyor. Son kulllanıcılar ise ftalat içermeyen, Avrupa standartlarınca kabul edilenden 10 kat daha düşük VOC emisyon değerine sahip iQ Granit'le kapalı mekanlarda daha temiz bir hava soluyor. PUR yüzey koruması ile ömür boyu cila gerektirmeyen ve kendini yenileme özelliğine sahip iQ Granit, temizlik maliyetini düşürüyor ve üç sene içinde kendini amorti edebiliyor. Esnekliği ile uygulama kolaylığı sağlayan ürün, kompakt ve akustik seçenekleri ile başta hastane olmak üzere okul ve ofis projelerinde de tercih ediliyor.
www.kisnedir.com
www.tarkett.com.tr
TEPTA'DAN LASVIT CAM PANELLER Mekanları birbirinden ayıran sistem olan duvarların zaman içinde değişen algısı farklı amaçlarla kullanılabilecek cam panellerle kendini gösteriyor. Farklı tasarımlara sahip cam paneller, Tepta Aydınlatma'nın temsilciliğini yaptığı Lasvit tarafından Çek Cumhuriyeti'nin dünyaca ünlü cam işçiliği ile büyük bir titizlikle üretilmeye başlandı. Lasvit’in Crystal, Hydrogene ve Liquidkristal serileri, cam panel
ihtiyacı için lüks görünümlü ve işlevsel çözümler sunuyor. Bazıları hem iç hem de dış mekanlar için tasarlanmış olan ürünler, konutların dışında ofis, mağaza, otel ve restoranlarda da kullanılabiliyor. Lasvit cam paneller istenen renk ve boyutlarda özel sipariş üzerine, mekanın ihtiyaçlarına göre üretiliyor. www.tepta.com
SEREL HYGIENE PLUS Hygiene Plus, klozet, lavabo, pisuvar, duş teknesi gibi seramik ürünlerde bulunan bakterilere karşı etkin koruma sağlıyor. Serel’in tüm seramik sağlık gereçlerinde ekstra ücret talep etmeden sunduğu Hygiene Plus teknolojisi, yapılan testlerde aşılanmış bakterilerin bile 24 saat sonra yok olmasını sağlarken, kir tutmuyor ve kolay temizleniyor. Seramik yüzeylerde oluşan ve gözle görülmeyen gözenekler; kir, leke ve kirecin yüzeylere sabit şekilde tutunmasına sebep olurken, Serel, Hygiene Plus teknolojisi ile gözenekleri ortadan kaldırararak
camsı ve pürüzsüz bir yüzey ile bu soruna çözüm buluyor. Özel pişirme tekniğinin kullanıldığı yenilik, bu sayede minimum enerji kullanımı ve karbon salınımıyla üretiliyor. Normal ürünlerle karşılaştırıldığında daha az temizlik malzemesi ve suyla temizlenebilen Serel Hygiene Plus, kullanıcılarına da önemli oranda tasarruf sağlıyor. Böylece üretim aşamasında sağlanılan doğa dostu süreç, su arıtma sistemlerinde de daha az enerji kullanımı ile tamamlanıyor. www.serel.com.tr
EYLÜL 2015 - XXI 58
SEKTÖR HABERLERİ
BETONART FRESH Türkiye'de ilk kez Kalekim tarafından geliştirilen brüt beton görünümlü dekoratif sıva Betonart Fresh, özel formülü sayesinde uygulandığı mekandaki kötü kokuları ve zararlı gazları yok ediyor. Dekoratif kaplamanın en doğal duruşu ile öze dönüşü simgeleyen ürün, mağazalardan evlere kadar pek çok alanda uygulanabiliyor. Betonart Fresh, kullanıma hazır olarak kova ambalajlarda satışa sunuluyor. Ortamın nem dengesini sağlayan ve içerideki nemi dışarıya atabilme kabiliyetiyle
FORBO FLOORING, ACIBADEM ZEKERİYAKÖY HASTANESİNE RENK KATIYOR Acıbadem Zekeriyaköy Hastanesi hastalarına daha iyi bir hizmet sunabilmek için Forbo Zemin Sistemleri’ni tercih etti. Forbo firması hijyenik zemin çözümleri sayesinde bir ortamda ince taneli tozların kontrol altında tutulmasını sağlarken, ürünlerini alerjileri önleyen ve kolay temizlenebilir özelliklerle tasarlıyor. Acıbadem Zekeriyaköy Hastanesi'nde kullanılan Eternal ve Sarlon serileri ile güvenli iç mekan zeminleri toksik olmayan, düşük emisyonlu ve tüm uluslararası standartlara uyumlu malzemelerden oluşuyor. Bu sayede Eternal ve Sarlon serilerindeki ürünler hem sektör standartlarının çok üzerinde bir sessizlik sunuyor, hem de
tamamen doğal hammadde yapısıyla hasta sağlığını koruyorlar. Eternal'ın kir tutmayan "PUR Pearl" yüzey koruması ile Sarlon'un kir barındırmayan "Overclean XL" yüzey korumaları sayesinde hastane zeminlerinin bakımı kolaylaşıyor. Böylelikle doğacak cilalama ve sprey ile yenileme ihtiyaçları ortadan kalkıyor ve hastanelerin yaşam ömrü maliyeti en aza iniyor. Yasaklanmış hiç bir madde (phthalate, formaldehit, pentaklorofenol, ağır metaller, CMR 1A ve 1B) içermeyen bu iki seriye ait ürünler geri dönüştürülerek ya da enerji geri kazanımı ile yenilenebiliyor. www.forbo.com/flooring/tr-tr
yapılara nefes aldıran ürün, hiçbir katkı maddesine ihtiyaç duyulmadan, mala ile uygulanabiliyor. Akrilik emülsiyon esaslı ürün, çimento içermediği için uygulama sırasında ve sonrasında tozuma gibi bir problem yaratmıyor. Solvent içermeyen su bazlı, son kat dekoratif sıva Betonart Fresh, kara sıva, beton, çimento levha gibi mineral yüzeylerin yanı sıra, alçı sıva, alçıpan, sabitlenmiş kontrplak ve eski boyalı yüzeylere uygulanabiliyor. www.kalekim.com
ASPEN BÖLME DUVAR SİSTEMLERİ İZMİR MİMARLIK MERKEZİ'NDE İzmir Mimarlık Merkezi; Avrupa Mimarlık, Sanat, Tasarım ve Kentsel Araştırmalar Merkezi'nin (The European Centre for Architecture, Art Design and Urban Studies) düzenlediği "Uluslararası Mimarlık Ödülleri 2015"te ödüle layık görüldü. Kentin tarihi dokusu içindeki eski Tekel Deposu'nun dönüştürüldüğü İzmir Mimarlık Merkezi'nde Aspen'in Sinova Modüler Bölme Duvar Sistemleri tercih edildi. Ofislere ışık
katan Sinova Modüler Bölme Duvar Sistemleri ile yapıda doğal ışıktan maksimum fayda sağlandı. 2015 jüri toplantısı Münih'te gerçekleşen Uluslararası Mimarlık Ödülleri'nde 22 ülkeden 60 proje seçildi. Ödül verilen projelerde kurumları ve toplumu pozitif etkilemesi, toplulukları pekiştirmesi, sürdürülebilir ve esnek olması gibi özellikler arandı. www.aspen.com.tr
EYLÜL 2015 - XXI 60
SEKTÖR HABERLERİ
ALBAYRAK AÇIK HAVADA GEÇİRİLEN ZAMANI UZATIYOR Açılır kapanır pergola, kış bahçesi ve tente sistemlerinde geliştirdiği modern teknolojilerle üretim kapasitesini artıran Albayrak, hareketli güneş kırıcılı bioklimatik panelleri ile açık havada yaşamı konforla buluşturuyor. Albayrak, uluslararası standartlarda ürettiği açılırkapanır pergola, tavan, kış bahçesi ve tente sistemlerini Vera ve Suntech markaları ile sunuyor. Suntech markasıyla ürün ağını daha da genişleten marka, ürettiği dünyanın ilk hareketli, bioklimatik pergola ve tavan
VIESSMANN VITOCLIMA 200-S/HE HIGH SEASONAL SERİSİ Viessmann, Avrupa Birliği sezonsal verimlilik yönetmeliklerine uygun Vitoclima 200-S/HE High Seasonal serisi DC Inverter duvar tipi split klimaları Türkiye pazarına sunuyor. Yüksek SEER/SCOP ile işletim giderleri (A++ enerji sınıfı) düşüyor ve stand by modunda minimum (0,5 W) güç tüketiyor. Uykudaki metabolizma değişim hızına uyumlu şekilde set değeri artırılıp (soğutma modunda), azaltılarak (ısıtma modunda) konforlu bir uyku sağlıyor. Sadece gerekli olduğunda defrosta geçerek tasarruflu ısınmayı mümkün kılıyor. İşletim sonrası fan çalıştırılarak bakteri oluşumuna yol açabilecek nemi kurutuyor. 3D otomatik salınım ve geniş kanat açıları ile homojen hava dağılımı sağlıyor. Vitoclima 200-S/HE High Seasonal serisi klimalarda
bulunan filtrelerin anti-mikrobik özelliği sayesinde iç ortam havasında bulunan mikroorganizmaların emilmesi sağlanıyor ve büyümeleri engelleniyor. İç ünite bataryası içerisindeki gaz sıcaklığı ayar sıcaklığına gelmeden önce iç ortama soğuk hava üflemesini engelliyor. Kışın evde kimse yokken de ortam sıcaklığını sıfır derecenin o üzerinde sabit tutabilmesi "8 C’de Heating" ile mümkün. Konforlu iklimlendirme sağlayan özel uzaktan kumanda sensörü ile ayar sıcaklığını kullanıcının bulunduğu ortam sıcaklığına göre otomatik ayarlıyor. Elektrik kesintisinden sonra binadaki klimalar sıralı çalıştırılarak oluşabilecek zararların önlenmesi "akıllı otomatik re-start" özelliği ile mümkün. www.viessmann.com.tr
sistemleriyle dikkat çekiyor. Geliştirdiği yeni sistemler sayesinde özellikle açık havada tercih edilen Albayrak tente, güneş, yağmur gibi hava koşullarında dış mekanda geçirilen zamanı uzatıyor. Opsiyonel LED aydınlatma seçeneği ve gizli aydınlatmalardaki renk dönüşümleriyle villa, restoran, otel ve kafelerde kullanılan sistemin dimmer opsiyonu sayesinde ortama göre ışık yoğunluğu ayarlanabiliyor. www.albayrak.com
EYLÜL 2015 - XXI 62
UYGULAMA - MERDİVENLER
sağda: İtalya'da bir villa için Alfa Scale tarafından üretilen, mimar Diego Perusko tasarımı merdivenler altta: İtalyan firması Alfa Scale'in Corian merdiveni Vania Prestige (www.alfascale.it)
Deneyimin Sınırlarını Aşmak İTALYAN ALFA SCALE FIRMASI ÖZEL TASARIM MERDIVENLER ÜRETIYOR. Sandra A. Arizabalo
Bir evin girişi misafirlere ilk izlenimi veren mekan olmasına rağmen sıklıkla göz ardı edilir. Bununla birlikte gerekli olmadığı halde fuayeye çok fazla bütçe ayırmak yerine iyi tasarlanmış merdivenler, evin geri kalanını temsil etmek için oldukça önemlidir. Özellikle kurallara ve çevreye uygun olarak müşteriler için tasarlanmış ve kişiselleştirilmiş ise yüksek kaliteli, lüks merdivenlerin tasarımı ve üretimi kolay değildir. Tüm
bunlar ancak, uzun deneyimler ve düzenli eğitimlerle gelişen teknoloji alanındaki yeni formlar ve evrimler üzerine yapılan çalışmalarla birleştirilmiş yeni çözümler ve malzemeleri hergün araştırarak mümkün. Merdivenlerin kıvrımlı, sarmal ya da düz olması, kullanıcının karakterini, fikirlerini ve ihtiyaçlarını yansıtır. Beyaz, dayanıklı, şık ve minimal bir merdiven isteyenler için Corian doğru bir seçim olabilir. Tercihi klasikten yana olanlar için ise doğru malzemeler olarak modern merdivenlerde cam, paslanmaz çelik
ve demir ile beraber kullanılan ahşap, taş ve seramik sayılabilir. Büyük başyapıtlar ortaya koyan İtalyan üretiminin dünya çapındaki bilinirliği işçilik, tasarım, araştırma ve yüksek teknolojiyi bir araya getirmesi sayesindedir. Fakat her şeyden önce, İtalyan ürünleri mimarlarla proje sürecinin başlangıcından sonuna dek başarı ve kullanıcı memnuniyeti için işbirliği içindedir. İtalya uzun yıllardır mimarlara projelerinde, son kullanıcılara ise yeni evlerinde ilham veren lüks merdivenler üretiyor ve tüm dünyaya ihraç ediyor.
UYGULAMA - CEPHE - İZMİR EYLÜL 2015 - XXI 64
fotoğraflar: Zerrin Yasa - ZM Yasa Fotoğraf
Çelik Örgü İZMİR ADNAN MENDERES HAVALİMANI İÇ HATLAR TERMİNALİ'NİN ENERJİ ETKİN CEPHELERİ ÇUHADAROĞLU ALÜMİNYUM PROFİLLERİYLE HAYATA GEÇİRİLDİ. Yapımına 2012 yılında başlanarak 2014 yılında tamamlanan İzmir Adnan Menderes Havalimanı İç Hatlar Terminali, Türkiye'nin en büyük iç hatlar terminali olma özelliği taşıyor. Yakup Hazan Mimarlık'tan Y. Mim. Rest. Uz. Yakup Hazan tarafından tasarlanan yapının ana tasarım fikri açık mekanlar üzerine kuruldu. Kara tarafı ile hava tarafı arasındaki tüm görsel engeller kaldırılarak her iki taraftan bir diğerinin görünmesi sağlandı. Kara ve hava tarafı arasına galeri ve asma bahçeler yerleştirildi ve bu bahçeler doğrudan açık hava ile ilişkilendirildi. VIP'ten başlayan ve
dış hatlar bölümüne kadar uzanan galeri içinde devam eden bir uçan yol önerildi. Kullanıcılar bu yolda golf araçlarıyla bir taraftan diğer tarafa zaman kaybetmeden ulaşıyorlar. Tasarım formunu oluşturan tonoz, dört adet fil ayağı ile desteklendi. Fil ayaklarının içi ticari mekanları barındırıyor, aynı zamanda check-in holüne ışık ve havalandırma sağlıyor. Eski İç Hatlar Terminali'nin 2012 yılının ilk yarısında yıkılmasının ardından betonarme yapı 2013'ün ilk yarısında tamamlanarak çelik işlerine başlandı. Çatı çelikleri sekiz aylık bir süreçte tamamlandı. Projede tonoz, origami, iskele, teras ve yelken olmak üzere beş çeşit yapı çeliği bulunuyor. İzmir Adnan Menderes Havalimanı İç Hatlar Terminali'nde kullanılan ısı
pompaları, yağmur hasat sistemleri, gri su kullanım sistemi, güneş kolektörleri ve trijenerasyon santrali ve enerji etkin cephe sistemi ile enerji tüketimi ve su harcaması en aza indirilirken, atık yönetiminin de verimli şekilde yapılması sağlandı. Tüm bu özellikleri ile Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik (LEED) sertifikasyonu başvurusu Aralık 2012'de yapılan bina, Türkiye'de LEED sertifikası alan ilk havalimanı terminal binası olacak. Eski terminalin yıkımı sırasında hayata geçirilen "Atık Yönetimi Uygulaması"yla ortaya çıkan atıkların %99'u yeniden kullanıldı ya da geri dönüştürüldü. Uygulama Sürdürülebilir Kalkınma Derneği (SKD) tarfından "İnovatif Sürdürülebilirlik Uygulama Ödülü"ne layık görüldü.
UYGULAMA - CEPHE - İZMİR
İzmir Adnan Menderes Havalimanı İç Hatlar Terminali projesi aynı zamanda Türk Yapısal Çelik Derneği tarafından verilen "Ulusal Çelik Yapı Tasarımı" ödülünü de aldı. Ege Bölgesi'nde yılın önemli bir bölümünün güneşli geçmesi, soğutma yüklerini azaltacak enerji etkin bir cephe tasarımını öne çıkardı. Cepheye eklemlenen ikinci cidar ile güneş kontrolü sağlandı. İkinci cidarda kullanılan genişletilmiş metal güneş kontrol elemanları gözenekli yapıları ile güneşin ısı etkilerini kontrol ederken doğal aydınlatmaya da imkan veriyor. İkincil çelik konstrüksiyon ve katlardaki yürüme yollarıyla oluşturulan bu ikinci kabuk aynı zamanda yapım sonrası bakım ve gerekli onarım ihtiyaçlarının kolaylıkla sürdürülebilmesini sağlıyor.
65 XXI - EYLÜL 2015
mimari tasarım: Hazan Mimarlık, Yakup Hazan işveren: Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü ana yüklenici: TAV Tepe Akfen Yatırım İnşaat ve İşletme inşaat alanı: 329.625 m2
SEKTÖR - FUAR - ŞANGHAY EYLÜL 2015 - XXI 66
CIFF Şanghay’da ULUSLARARASI ÇIN MOBILYA FUARI CIFF’IN EYLÜL AYAĞI BU YILDAN ITIBAREN ŞANGHAY’DA DÜZENLENECEK. 8-12 EYLÜL TARIHLERI ARASINDAKI FUARIN ULUSLARARASI KATILIMININ YÜKSEK OLMASI BEKLENIYOR. Hülya Ertaş
18 yıldır aralıksız olarak yılda iki kez düzenlenen Çin’in kapsamlı mobilya fuarı CIFF’in (China International Furniture Fair – Uluslararası Çin Mobilya Fuarı) eylül ayağı artık Şanghay’da olacak. Mart ayında Guangzhou’da düzenlenen fuar, yeni fuar binasının açılmasıyla birlikte Eylül aylarında Şanghay’da gerçekleştirilecek. Guangzhou’dan Şanghay’a bu kaymanın ana nedeni, Şanghay’ın küresel rekabet gücünün çok daha yüksek olması ve bu sayede CIFF’e gerçek anlamda uluslararası bir fuar niteliğini kazandırma potansiyeli. Tabi Hongqiao’da inşa edilmiş olan devasa fuar alanının da bunda etkisi var. 1,47 milyon metrekarelik
inşaat alanına sahip yapının, 400 bin metrekaresi iç mekan fuar alanı, 100 bin metrekaresi ise dış mekan fuarları için ayrılmış durumda. 1998’de ilk yapılmaya başlamasının ardından bugüne dek 35 fuarı geride bırakmış olan CIFF, sadece Çin’in değil, Amerika, İtalya, Fransa, İngiltere, Almanya, Belçika, Portekiz, İspanya, Avustralya, Singapur ve Türkiye gibi ülkelerden markaların da kendilerini gösterdikleri bir alan.
ERYAP GRUP
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
Türk yapı sektörünün dış cephe ve yalıtım alanında öncü ve yenilikçi kimliğiyle dikkat çeken, büyüme ivmesini sürekli artıran, ürettiği lider markalar ile katma değer sağlayan güçlü kuruluşu Eryap'ın son ürünü Wooler, prestijli projelerin tercihi olmaya devam ediyor. Yapı sektörünün öncü şirketlerinden Eryap'ın uzmanlığının yüksek teknolojiyle birleşmesinden doğan Wooler taş yünü, her aşamada karbon ayak izini azaltmaya yönelik çevresel bakış açısı ile üretiliyor. Eryap'ın son ürünü olan Wooler taş yünü; ısı, ses ve yangın yalıtımının üçünü birden sağlayarak diğer yalıtım ürünleri arasında fark yaratıyor. Wooler ısı yalıtımı özelliği sayesinde; ısıtma ve soğutma masraflarında %50'ye varan tasarrufun yanı sıra yaşam alanlarındaki konfor ve hijyeni artırıyor. Ses yalıtımı özelliği sayesinde, kentleşmenin doğal bir sonucu olan gürültünün özellikle hastane, okul, ofis vb ortamlarda günlük hayatta sağlık ve konforu tehdit eden boyutlarını en aza indiriyor. Yangın yalıtımı özelliği ile yangının yapı içinde ve komşu binalara yayılmasını engelleyen Wooler, kişilerin yangın alanından güvenle ayrılmasına yardımcı oluyor. Üretim teknolojisi ile rakiplerinden ayrılan yeni nesil taş yünü Wooler, birçok prestijli projenin ortak seçimi oluyor. Wooler, cephe danışman firmalarının ve proje yönetimlerinin güvenini kazanarak projelerde yerini almaya devam ediyor.
bursa büyükşehir belediyesi-timsah arena
toros tarım sanayi-toros gübre tesisleri
eren holding-modern karton
ege yapı-batışehir
dumankaya-horizon
EYLÜL 2015 - XXI 68
www.wooler.com.tr • And Plaza, İstanbul • Antteras, İstanbul • Batışehir, İstanbul • Enpark, Ankara • İstwest, İstanbul • Korman Sitesi, Ankara • Kuleli Askeri Lisesi, İstanbul • Mai Residence, İstanbul • Mermerler Plaza, İstanbul • MSB Etimesgut Hava Lojmanları, Ankara • Next Level, Ankara • Newista, İstanbul • Rönesansbiz Küçükyalı Ofispark, İstanbul • Uptown İncek, Ankara • Vaditepe Bahçeşehir, İstanbul • West Gate, Ankara • Zaim Üniversitesi, İstanbul
zorlu gyo-zorlu center
JANSEN
EYLÜL 2015 - XXI 70
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
Yapılarda enerji tasarrufu ve verimliliği son zamanlarda geleceğin trendi olarak gündeme geliyor. Ekolojik standartları içeren temel yapı gereksinimleri özellikle çelik sistemlerde yalıtım, pencere ve kapı profillerinde önemli rol oynuyor. Jansen kaliteli, sıkıştırılmış fiberglas takviyeli bariyer kullanımı ve yüksek ısı yalıtımlı çelik Janisol sistemi ile uygulamalarda enerji verimliliği sağlayan pencere ve kapılar üretiyor. İsviçreli çelik üreticisi bina cephelerinde yer alan cam alanlarda plastik köpük yalıtım çekirdeği kullanımı sayesinde oldukça yalıtılmış profil çözümleri sunuyor. Buna ek olarak, tüm sistem profillerinde dar ön görünüm genişliklerinin kullanılması ile mekan içi doğal ışık kullanımını artırmış, yapay aydınlatma kullanımını azaltmıştır. Bu nedenle tüm dünyada mimarlar yeni bina çözümleri ile beraber restorasyon projelerinde de kendini kanıtlamış Jansen çelik sistemlerini tercih ediyor. Eşsiz dayanıklılık ve yüksek geri dönüşüm potansiyeline sahip olan ekolojik çelik malzeme, sürdürülebilir inşaatlarda ısı yalıtımlı pencere ve kapı uygulamaları ile yüksek enerji verimlilği sağlayarak binaların değerini artırıyor. Janisol Pencere ve Kapılar; VISS HI Cepheler uygulama derinliği kapılarda 60 mm, pencerelerde 60/64 mm’dir, pencere kanat ağırlığı 180 kg’a kadardır. Isı yalıtım değeri pencerelerde; Uw > 1.3 W/m2K, kapılarda; UD > 1.5 W/m2K'dır. Cephe yalıtım profil sistemi; 50/60 mm mulyon - transom uygulaması ve cam 30-70 mm‘dir: Uf = 1.0 - 0.74 W/m2K.
chına development bank
cacaofabrık helmond
alte post
www.jansen.com/turkey • Alte Post, Pirmasens/Almanya • Cacaofabrik Helmond, Hollanda • China Development Bank, Pekin/Çin • Erasmus Studenten-Pavillion, Rotterdam/Hollanda • Geschäftshaus Zürcherstrasse, St.Gallen/İsviçre • Kantonsschule am Burggraben, St.Gallen/İsviçre
kantonsschule am burggraben
erasmus studenten-pavıllıon
geschäftshaus zürcherstrasse
KALEBODUR
EYLÜL 2015 - XXI 72
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
Küçükçekmece Belediyesi Yeni Hizmet Binası, Mutlu Çilingiroğlu MİAR Mimarlık tarafından tasarlandı. Türkiye’nin ilk BREEAM sertifikalı kamu binası olacak yapının cephesinde Kalebodur'un Kalesinterflex ürününün Innovation serisinden beyaz renk kullanıldı, iç mekanların zeminlerinde ise koyu gri tercih edildi. Çift cephe sistemine sahip cephe uygulamasının ilk cephesinde Kalesinterflex uygulandı, ikinci cephe ise binayı çepeçevre dolaşan eğrisel camdan oluşuyor. Pasif iklimlendirme ve doğal aydınlatma imkanı sağlayan çift cidar ve galerileşme, ekonomik su kullanımı, geri dönüşebilir malzeme seçimleri, yeşil çatı ve uyumlu ortam bitkileri gibi sürdürülebilir öğelerin genel mimari form ve işlev anlayışı dahilinde bir bütünün parçaları şeklinde işlenmiş olması, son ürünü eklektik bir yapıdan çok daha tutarlı bir örnek yapı haline getirdi.
küçükçekmece belediyesi yeni hizmet binası (fotoğraflar: cemal emden)
Kreatif Mimarlık'ın tasarladığı Piri Reis Üniversitesi Kampüsü de en güncel sürdürülebilirlik ilkelerine göre tasarlanarak BREEAM'in "çok iyi" sertifikasını almaya hak kazandı. Kalebodur'un Kalesinterflex ürünü kampüsün ıslak hacimlerinin zemin ve duvarlarında kullanıldı. Yemekhane ana mutfağında Kalebodur 10x10 cm duvar seramikleri tercih edilirken teknik alanlarda 20x20 cm duvar seramikleri kullanıldı. Kapalı yüzme havuzunun çevre zemini ile soyunma ve duş alanlarının zemin kaplaması olarak Kalebodur 5x5 cm kaymaz seramikler, duvar kaplaması olaraksa 5x5 cm duvar seramikleri uygulandı. Kampüs elektrik ihtiyacının %45'ini kendi sağlıyor ve elektrik üretimi sırasında açığa çıkan enerji binaların soğutması ve ısıtmasında kullanılıyor. Tüm kampüsün kullanım suyu deniz suyunun tatlı suya çevrilmesi ile elde ediliyor. Yağmur suyu ve gri sular ise tuvalet sifonlarında ve peyzaj sulamasında kullanılıyor. Güneşin ultraviyole ışınlarının emilmesi ve iç mekandaki mekanik soğutma yüklerinin düşürülmesi amacıyla içinde cıva olmayan, %100 geri dönüşümlü perfore korten saç levhalar kullanılmış. Sürdürülebilirliğe ilişkin alınan tüm bu ve diğer önlemler, Piri Reis Üniversitesi'nin Türkiye'nin ilk yeşil kampüsü olmasını sağlıyor. www.kale.com.tr
piri reis üniversitesi kampüsü (fotoğraflar: cemal emden, koleksiyon mimarlık arşivi)
KASTAMONU ENTEGRE
EYLÜL 2015 - XXI 74
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
Çevre ve sürdürülebilirlik yaklaşımları ile artık iyice sınırlı olan kaynakların üretim ve tüketimde daha etkin ve yararlı kullanılması konusu, bir tercihten öte bir zorunluluğu da ifade ediyor. Üretim ve tüketim hızının getirdiği sonuçlar; tedarikten üretime, tüketimden geri dönüşüme kadar çevre, sürdürülebilirlik ve verimlilik kavramlarını gündeme getiriyor. Bugün sürdürülebilirlik; yalnızca hammadde girişi ile ürün çıkışı arasındaki süreçleri değil, bu süreçlerin çevreye etkilerini ve verimliliği de kapsayan bir kavram olarak öne çıkıyor. Üretimden tüketime çevre ve sürdürülebilirlik döngüsünde en büyük görev ise sektör liderlerine düşüyor. Sektörünün lider kuruluşu olarak Kastamonu Entegre; çevre ve sürdürülebilirlik yaklaşımlarını, yatırım ve büyüme politikalarında temel bir kriter olarak görüyor. 1969 yılından bu yana ağaç ve orman ürünleri sektöründe faaliyet göstererek, bugün 71 ülkeye ihracat yapan, 5 bin 300 kişiye istihdam sağlayan, yurtiçi ve yurtdışında 10 farklı konumdaki 13 ayrı tesisiyle sektöründe Türkiye’nin küresel oyuncusu olma niteliği kazanan Kastamonu Entegre, çevreye ve doğaya saygılı, sosyal sorumlulukların bilincinde üretim yapıyor. Kastamonu Entegre için doğal kaynaklara zarar vermeden üretim yapmak, şirketin temel prensiplerinden birini oluşturuyor. Üretimde kullandığı odun hammaddesi, %100 sürdürülebilir ve yenilenebilir, sertifikalı kaynaklardan geliyor. Bugün Kastamonu Entegre’nin ürettiği ahşap ürünlerin tamamı (MDF, Yonga Levha, Lif Levha) FSC (Orman Yönetim Konseyi) sertifikasına sahiptir.
floorpan
artfloor
glossmax
technotop
evogloss
glossplus
medepan fr
Kastamonu Entegre, çevre ve sürdürülebilirlik konularına bütüncül bir yaklaşım göstererek, her tesisinde bu yaklaşımına uygun düzenlemeler ve iyileştirmeler de yapıyor. www.keas.com.tr
KLASSİS
EYLÜL 2015 - XXI 76
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
Yapı sektöründe faaliyet göstermek üzere 1989 yılında kurulan Klassis'in faaliyet alanları karo halı, ofis mobilyaları, arşiv ve depo sistemleri, iç ve dış mekan yükseltilmiş döşeme sistemleri ile sinema, tiyatro, konferans ve oditoryum koltuklarının proje, satış, uygulama ve servis hizmetlerinden oluşuyor. Konularında lider firmaları temsil eden Klassis, Türkiye ve bölge ülkelerde önemli referanslara sahiptir.
amgen
Klassis’in temsil ettiği karo halı tasarımcısı ve üreticisi olan Interface, ürünlerini üretirken yenilenebilir elektrik enerjisi kullanıyor. Interface, “sürdürülebilirlik” konusunda özel firmalardan biri. Yeni ürünlerin yapımı için hammadde haline getirilmiş geri dönüşüm ürünlerinden ve kullanılmış karo halılardan kapalı bir döngü kurmayı hedefliyor. Interface’in ürünleri, yeşil binaların önemli unsurlarından biri olan “iç hava kalitesi”ne de ciddi bir katkı sağlıyor. Bilindiği gibi halı, sert zeminlerle kıyasladığında tozu tutma özelliğine sahip. Dolayısıyla havada dolaşan partikülleri kendi bünyesinde tutuyor ve insanların toz partiküllerini solumasını engelliyor. Bir diğer önemli detay da, halının yapıştırılmasında geleneksel yöntem olarak genellikle kimyasal tutkal kullanılıyor olması. Bunun önüne geçmek adına Interface çok özel, kimyasal barındırmayan bir yapıştırma sistemi geliştirmiş. Halının dört köşesine tutturulan, kokusuz ve zemine yapıştırılmayan 7,5x7,5 cm’lik bir etiket sayesinde, halı uygulama yapıldıktan 10 dakika sonra kullanılabiliyor.
ıntertek
bankalar arası kart merkezi
www.klassis.com • Akbank • Allianz Sigorta • Borusan Mannesmann • BSH Ev Aletleri Sanayi ve Ticaret • Citibank • Denizbank Genel Müdürlük • Erciyas Holding • Ersa Mobilya • Google • Halkbank • IBM • Koçkaya Holding • Türk Telekom
pepsico
erciyas holding
roche
NURUS Nitelikli tasarımları ile dünyanın lider mobilya üreticileri arasında yer alan Nurus, dünyanın en iyi sürdürülebilir yeşil tasarım ürünlerini belirlemek amacıyla bu sene altıncısı düzenlenen Green Good Design Awards 2015'te Stefan Brodbeck tasarımı Alava çalışma koltuğu ile Green 100 listesine girerek ödül almaya hak kazandı ve en iyi ürün tasarımları arasında yerini aldı.
EYLÜL 2015 - XXI 78
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
Her yıl ekoloji ve sürdürülebilirlik konusunda dünyadaki önemli tasarımların ödüllendirildiği Green Good Design Awards, "Chicago Athenaeum: Mimarlık ve Tasarım Müzesi" ve "Avrupa Mimarlık, Sanat, Tasarım ve Kentsel Araştırmalar Merkezi" ortaklığında düzenleniyor. Green Good Design, tasarımcıları, eko-inovasyon, ekolojik tasarım, doğal kaynakları koruma, yeşil teknolojiler, yenilenebilir enerji, daha iyi bir yaşam ve çevre kalitesi için sürdürülebilirlik konularında teşvik ediyor. Toplum ve insan yaşantısını zenginleştirmenin ödüle layık görülmedeki en önemli faktör olduğu yarışmanın bu seneki teması ise "Şimdi Daha İyi Bir Dünya İnşa Et" (Build A Better World Now). Binden fazla tasarımcının Green 100 listesine en yenilikçi ve inovatif yeşil tasarımları ile girmek için yarıştığı ödüllerin jüri üyeliğini Uluslararası Danışmalık Komitesi Avrupa Merkezi'nin mimari tasarım profesyonelleri ve lider üreticileri yaptı. Yılın en iyi ve inovatif yeşil tasarımlarının seçildiği yarışmada Green 100 listesine 24 farklı ülkeden tasarımlar layık görüldü. Nurus, tedarikten üretime, paketlemeden teslimata kadar her aşamada çevre üzerindeki olumsuz etkileri en aza indirmeyi hedefliyor. Çevreyi önemseyerek üretilen Alava, farklı renk seçenekleri ve kabuğu andıran tasarımı ile modern bir görünüme sahip olmasının yanı sıra yüzde 100 geri dönüştürülebilen malzemeden üretilmesi ile sürdürülebilirliğe dikkat çekerek Green 100 listesine girdi. Nurus, Green Good Design Awards'dan ilk kez ödüle layık görülürken, kazandığı bu ödül ile uluslararası yarışmalardan aldığı ödül sayısını 45'e çıkardı. www.nurus.com
TRIMLINE INTERIORS
EYLÜL 2015 - XXI 80
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
1997 yılında mimarlık hizmetleri amacıyla kurulan ve TRIMline markası altında modüler bölme duvar sistemleri üretimine odaklanan şirket, ürün geliştirme, tasarım, üretim ve montaj ile hizmet vermeye başladı. Ahşap üretim tesisi yatırımıyla beraber özel kurumsal projeler, akustik malzeme çözümleri konusunda sektördeki lider kuruluşlar arasında yerini aldı. TRIMline sistemleri, esnek tasarımları sayesinde kolayca monte edilebilir, değiştirilebilir ve adapte edilebilir yapılarıyla farklı gereklilikleri yerine getirirken sürdürülebilir binaların önemli bileşenlerinden birini oluşturuyor. Kullanılan malzemelerin yüksek kalitesi, uzun ömürlü olmalarının garantisini verirken, bileşenlerin tamamına yakını geri dönüştürülebilir veya yeniden kullanılabilir ürünlerdir. TRIMline sürdürülebilirlik odaklı anlayışı ile atık maddeleri yeniden değerlendiriyor, ambalaj malzemesi olarak geri dönüşümlü ürünleri kullanıyor ve enerji verimliliğini en üst seviyeye çıkarmak amacıyla üretim programında düzenlemeler yapıyor. TRIMline interiors, dünya çevresindeki doğal ormanların ve diğer habitatların değişimini engellemek bilinci ile edindiği FSC-CoC sertifikası ile kullandığı ahşap ürünlerin, ormandan başlayarak üretim, dönüşüm ve dağıtım süreçlerinden tüketiciye kadar ulaştığı yolda sürdürülebilir bir biçimde yönetildiğini garanti ediyor.
piri reis üniversitesi
özyeğin üniversitesi
acıbadem üniversitesi
TRIMline interiors, Türkiye'nin önemli mimar ve tasarımcıları tarafından çözüm ortağı olarak tercih ediliyor ve çevre dostu ürünleri ve sahip olduğu sertifikalar ile yurtiçi ve yurtdışında yeşil bina sertifikalı projelerde yer alıyor. www.trimline.com.tr • Acıbadem Üniversitesi • Birleşim Mühendislik Fabrikası • CarrefourSA Maltepe Park • Google Türkiye Ofisleri • Medine Havalimanı • Özyeğin Üniversitesi • Piri Reis Üniversitesi • Schneider Electric • Siemens Gebze Tesisleri • VDF - Tekfen Kağıthane Ofisleri • Workinn Hotel • Zorlu Levent Ofisleri
medine prınce mohammed bın abdulaziz havalimanı
UNIGEN YAPI MALZEMELERİ
EYLÜL 2015 - XXI 82
• REFERANS PROJE - YEŞİL ÜRÜN
UNIGEN Yapı Malzemeleri, yenilikçi ve müşteri odaklı hizmet anlayışı ile ticari tip zemin kaplamalarında karo halı, ticari tip pvc zemin kaplamaları ve yükseltilmiş döşeme sistemleri konularında yapı sektöründe faaliyet gösteriyor. İthalatını yapmakta olduğu ürünlerde ve üretim yaptığı yükseltilmiş döşeme sistemlerinde özellikle kaliteli ve çevreye duyarlı ürünler tercih ediyor. Yükseltilmiş döşeme sistemlerinde Onto markası ile sunta özlü ve kalsiyum sülfat özlü panel üretiminin yanında, ürün gamına yeni eklemiş oldukları ONTO&Maru %100 geri dönüştürülebilir galvaniz çelik panel bulunuyor. Özel olarak tasarlanmış patentli bir ürün olan ONTO&Maru, üç farklı çelik katmanın robot sistem ile perçin ve kaynak kullanmadan özel bir metot ile birleştirilmesinden oluşuyor. UNIGEN Yapı'nın, modulyss® karo halı ürün grubunda en yeni serilerden PURE AIR 100, kullanıldığı ortamın hava kalitesini artıran özelliği ile karo halı kullanımına yeni bir soluk getiriyor. Sağlıklı bir çalışma ortamı oluşturan modulyss® PURE AIR 100 Avrupa’da astım hastalarının olduğu mekanlarda bile tavsiye edilmesi sayesinde GUI GOLD sertifikasını da almaya hak kazanmış. modulyss® karo halıların üretiminde, geri dönüştürülmüş balık ağları ve pet şişelerden elde edilen malzemeler kullanıyor, bu sayede karo halı atıkları enerjiye dönüştürülerek tasarruf sağlanıyor. modulyss® karo halı BRE, CRI, LEED, DIBT kurumlarının kimyasal madde salınımına dair kriterlerine de uygunluk gösteriyor.
aeropuerto punta arenas (shıne up serisi)
brıstol myers (gradıent-metallıc serileri)
chıcago o'hare havaalanı (fırst absolute 50x50)
www.unigen.com.tr • Airport Terminal Wroclaw, Wroclaw/ Polonya • British Airports Glasgow West Pier, Glaskov/İngiltere • Brussels Airport Pier A, Zaventem/ Belçika • Brussels Airport Pier B, Zaventem/ Belçika • Brussels Airport, Jetairport, Zaventem/ Belçika • Calcutta Airport, Kalküta/Hindistan • Capodichino Airport, Napoli/İtalya • Chicago O’Hare International Airport, Şikago/ABD • Geneva International Airport, Cenevre/ İsviçre • ICF Airports Ofis Alanları, Antalya
medıa hub (color& serisi)
chıcago o'hare havaalanı (fırst absolute 25x100)
chıcago o'hare havaalanı (fırst absolute 50x50)
brıstol myers (decorıa loose lay)
EYLÜL AJANDASI 1 - 11 Eylül
Sivil Mimari Bellek Ankara: 1930 - 1980
Araştırma ve belgeleme çalışması olarak ele alınan sergi, dönemin barınma pratiklerini yansıtan konut yapılarına poster
Mimarlar Odası İstanbul Şubesi, İstanbul
www.mimarist.org
Bilecik
www.bebka.org.tr
İstanbul
www.bienal.iksv.org/tr
Tallinn, Estonya
www.tab.ee
TSMD Mimarlık Merkezi, Ankara
www.tsmd.org.tr
Kopenhag, Danimarka
www.rising-architecture.com
TSMD Mimarlık Merkezi, Ankara
www.tsmd.org.tr
Filibe, Bulgaristan
www.edno.bg
Londra
www.londondesignfestival.com
Bologna Fuar Merkezi, İtalya
www.cersaie.it
ODTÜ Mimarlık Fakültesi Kubbe Altı Salonu, Ankara
www.saltonline.org}
TMMOB Mimarlar Odası, Eskişehir
www.mo.org.tr
İstanbul Modern, Karaköy
www.istanbulmodern.org
ve kartpostallar gibi farklı sunum teknikleriyle dikkat çekiyor.
2 - 13 Eylül
Şehir, Mermer ve Nesneler
Öğrenci grupları, akademisyenler, heykeltıraşlar ve tasarımcıların yer alacağı etkinlikte, düzenlenecek atölyeler kapsamında Bilecik mermeri kullanarak şehir mobilyaları ve objeler tasarlanması amaçlanıyor.
5 Eylül - 1 Kasım
14. İstanbul Bienali
Bu seneki küratörlüğünü Carolyn Christov Bakargiev’in üstlendiği bienal, Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori başlığıyla düzenleniyor.
9 Eylül - 18 Ekim
Tallinn Mimarlık Bienali
Yerel mimarlık kültürünü, mimarlık gündemini ve geleceğin mimarisini tartışacak bienalin küratörlüğünü bu yıl, şehir plancısı Marten Kaevats üstleniyor.
10 - 11 Eylül
Yapı Sektörü Buluşması
TSMD’nin bu yıl 10.’sunu düzenlediği etkinlik, kamu ve özel sektör yatırımcı kuruluşları ve mimarlık ofisleriyle görüşme imkanı sunuyor.
14 - 18 Eylül
Rising Mimarlık Haftası
Bu yıl ilk kez düzenlenecek Rising Mimarlık Haftası, şehri araştırmayı, bilgi edinmeyi ve alışılmış mimari algılarımıza meydan okumayı amaçlıyor. Teması, “Büyüyen Şehirler” olarak belirlenen etkinlikte mimari stüdyo ziyaretleri, etkinlikler ve atölyeler yer alacak.
17 Eylül
Türkiye Projeleri 1: Eğitim Yapıları
TSMD tarafından düzenlenen panel serilerinin ilki “eğitim yapıları” temasıyla düzenleniyor. Panelde, Uygur Mimarlık’ın İstanbul’daki okul projelerinin mimarlar, işverenler ve mühendisler tarafından tartışılması planlanıyor.
18 - 27 Eylül
Mimarlık Haftası 2015
Her yıl yeni küratör ekibiyle bir tema bağlamında
EYLÜL 2015 - XXI 84
AJANDA
gerçekleştirilen festival, bu yıl Merve Bedir küratörlüğünde “un-common river” temasıyla Maritsa Nehri’ni odağına alıyor.
19 - 27 Eylül
Londra Tasarım Festivali
İlk kez 2003 yılında düzenlenen ve pek çok konferans, atölye, sergi, tasarım rotası ve etkinliğin yer alacağı festivali bu yıl 350.000 kişinin ziyaret etmesi bekleniyor.
28 Eylül - 2 Ekim
29 Eylül
Cersaie Uluslararası Seramik Fuarı
Uluslararası düzenlenen Cersaie Seramik ve Banyo Fuarı, bu
Çinici Arşivi, ODTÜ’ye Bakış
Kalebodur desteğiyle düzenlenecek konferansta Altuğ-Behruz
yıl İtalya’nın Bologna kentinde ziyaretçilere kapısını açıyor.
Çinici’nin ODTÜ projesi, mimar ve akademisyenler tarafından üniversite arşivi ve bağımsız çalışmalar üzerinden tartışılacak.
2- 3 Ekim
3. Ulusal Mimari ve Koruma Uygulamaları Sempozyumu
Mimarlar Odası tarafından düzenlenecek olan sempozyumda; koruma projeleri, arkeolojik alanlar için üretilen projeler, Koruma Kurulu kararları ve KUDEB uygulamaları tartışılacak.
15 Kasım (son başvuru)
YAP İstanbul Modern
İstanbul Modern’in iki yılda bir genç mimarlara geçici bir yapı tasarlama fırsatı sunduğu etkinlik, kentlilere sosyal alanlar yaratmayı ve bu yaratımı en uygun mali ve mimari çözümlerle gerçekleştirmeyi amaçlıyor.
■■■■ Fotograf : Cemal Emden / Kalebodur Mimarlik Ar~ivi
Ford Otosan Ar-Ge 0ssi..i Binalan'nda Kale ve Kalebodur i..iri..inleritercih edilmi~tir.
Bizi tercih eden TeCe Mimarhk'a sonsuz te~ekkurlerimizle ...
• Kalebodur kale.com .tr I facebook .com / kalebodur
I
ford otosan 265x305 XXI mimarlik.indd
1
yaral,c,l1gm1Z1n yap,la~,
21,oa,15
14:12
I