XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 146 < ŞUBAT 2016 < CM MİMARLIK < DÜZCE UMUT ATÖLYESİ < PAB MİMARLIK < PEI COBB FREED & PARTNERS < SANCHEZ < ŞANALARC < TEKELİ SİSA
Yİ R M İ B İ R M İM A R L IK TASA R IM M E KA N SAY I 14 6 Ş U B AT 2 0 16 13
Urko Sanchez Architects tasarımı SOS Çocuk Köyü
Çöl Sokakları
Bomontiada
Kristal Kule
ŞANALARC
Pei Cobb Freed & Partners
CM MİMARLIK
DÜZCE UMUT ATÖLYESİ
PAB MİMARLIK
YAZILARIYLA
KORHAN GÜMÜŞ LEV ENT ŞENTÜRK OTTO VON BUSCH SİNAN LOGIE
TEKELİ SİSA MİMARLIK ORTAKLIĞI
Yirmibir Mimarlık, Tasarım, Mekan Puna Yayın adına sahibi ve genel yayın yönetmeni yazı işleri müdürü (sorumlu) Hülya Ertaş
BULAMADIĞIMIZ YANITLAR
editörler Deniz Çınar Dirim Dinçer Ezgi Tezcan reklam sorumlusu Tuğba Demirci tugba@xxi.com.tr dijital reklam Buğra Çelik bugra@xxi.com.tr italya reklam işbirliği Sandra A. Arizabalo, Studio Chopinet okuyucu ilişkileri Damla Yiğit damla@xxi.com.tr kapak tasarımı Emre Çıkınoğlu kapak fotoğrafı SOS Çocuk Köyü, Cibuti / © Javier Callejas sayfa tasarım ve uygulama Doğukan Bilgin web tasarımı Turgay Tuğsuz basım yeri Uniprint Basım San. Tic. A.Ş Ömerli Mah. Hadımköy - İstanbul Cad. No: 159, Arnavutköy, İstanbul Sertifika No: 12196 yönetim yeri Puna Yayın Asmalımescit Mah., Oteller Sok. 6/4 Beyoğlu, İstanbul 34430 0212 227 1317 bilgi@xxi.com.tr genel dağıtım Dünya Süper Veb Ofset A.Ş. Yerel süreli yayın. Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü, Puna Yayıncılık’ın yazılı izni olmadan kullanılamaz. www.xxi.com.tr
XXI’in bu sayısında da epeydir yanıtlarını bulamadığımız, mimarlık ortamının da arayış içinde olduğu meseleler yer alıyor. Faruk Malhan’ın kurucusu olduğu Karya Akademi üzerine yaptığımız söyleşide tasarım, zanaat ilişkisiyle yerel olanların güncel üretim pratiklerine nasıl entegre edilebileceğini, bunun kentsel ölçekte olası etkilerini konuştuk. Karya Akademi zanaat tasarım ilişkisinde gerçek anlamda karşılıklılığı nasıl sağlayabileceğini araştırıyor: Tasarımcıların zanaat yöntemlerini alıp kendi işlerine geldiği gibi dönüştürmelerinden ya da zanaatkarların tasarım fikirleriyle beslenmelerinden ziyade birlikte çalışma ve birlikte üretmenin yollarını araştırmayı kendisine şiar ediniyor. Bunu yaparken de bulunduğumuz coğrafyanın geçmişini hatırlıyor, oradaki değerlerden yeni öyküler kurmaya çalışıyor. Belki bu nedenle de İstanbul gibi gerek program olarak gerek de politik olarak yoğun bir yerdense akademinin Bodrum’da yer alması çok daha yerinde bir karar. Bu ay yerel ile ilişkilerini sorgulayan diğer projeler ise Urko Sanchez Architects tasarımı SOS Çocuk Köyü ve Düzce Umut Evleri. İlkinde güçlü bir Alman kurumun yatırımıyla Doğu Afrika’da küçük bir ülke olan Cibuti’de öksüz kalmış çocuklar için inşa edilen evlerde yerel iklim koşullarının ve renk paletinin nasıl mekansallaştığını görüyoruz. Bunu yaparken yerel teknikler ve malzemelere değil de
aslen yerel alışkanlıklara ve mekan düzenlerine odaklanıyor mimar. Sonuçta ortaya çıkan ise bir avlular sistemi içinde çöl renklerinde sokaklarla birbirine bağlanan eklemlemeli bir mekan kurgusu oluyor. Düzce Umut Evleri’nde ise durum farklı. Bu, kiracıların kendi evlerini inşa etmeye giriştikleri, ekonomik ve politik olarak zorlu bir süreç. Çok sayıda paydaşın dahil olmasıyla evleri kullanacak kişilerin tasarım süreçlerine aktif katılımıyla gerçek bir örgütlenme öyküsü. Mekanların tasarımı gelecekteki kullanıcıların isteklerine göre biçimlendiği için mevcut yaşam alışkanlıklarını sürdürecek, hatta ortak alanlarıyla bunları zenginleştirebilecek potansiyellere sahip. Yine de bu sayının ardından halen yanıtını bilmediğimiz sorular öylece karşımızda duruyor. Bugünün dünyasında mimaride yerel olan ne? Mimarlar ve tasarımcılar dahil oldukları süreçlere gerçekten bir fayda sağlıyorlar mı, yoksa kendilerini beslemenin ötesine geçemiyorlar mı? Mevcut alışkanlıkların sürekliliğini sağlamak, zaten hiç de iyi olmayan bir dünya düzeni içinde yine de iyi bir fikir mi? Modernizmden öğrendiğimiz kalkınma fikrinden vazgeçmenin vakti hala gelmedi mi?
XXI
GÜNCEL 8 SANAT, TASARIM VE ZANAAT ARASI GEÇIŞLER
Sanat, tasarım ve zanaatı atölye çalışmalarıyla bir araya getiren, malzemenin ve üretimin geleneksel nüvelerini yeniden hatırlatmaya çalışan Karya Akademi'yi, tasarımın etki alanı ve gücünü Tasarım Vakfı'nın başkanı ve akademinin kurucusu Faruk Malhan'la konuştuk.
28 DÜNYANIN EN GÜZEL ŞEHRINI AVRUPA’NIN EN GÜZEL ŞEHRINE GÖTÜRÜYORUZ
Sinan Logie / Zincirleme Reaksiyonlar
30 PRAG’DA ON FIGÜR, ÜÇ ANTI-FIGÜR
Levent Şentürk / Dönme Dolap
34 KATLANARAK YAYILAN
Salon Architects kurucu ortağı Alper Derinboğaz’ın Volkswagen Arena’nın lobisi için gerçekleştirdiği Tri-Fold, asma tavan, duvar ve oturma birimi işlevlerini kendi içinde eritip birleştiriyor.
PROJE 38 KENTE AÇILMAK ISTEYEN SAHNE
Tarihi Bomonti Bira Fabrikası, Bomontiada adıyla dönüşüyor. Mahalle ve şehirle doğrudan etkileşim içinde olan projenin ortaya çıkış sürecini Alexis Şanal ile konuştuk.
14 TASARIM VE DENETIM ODAĞI
Otto Von Busch / Küçük Müdahaleler
16 BIT PAZARININ ÜZERINDEKI NUR BULUTU: ALOIS RIEGL’IN “MODERN ANIT KÜLTÜ”
Erdem Ceylan
20 ÇOCUKLAR BILE GÜLER BU OYUNA
Korhan Gümüş / Soru İşareti
22 IÇ ÖĞRENIM
ŞUBAT 2016 - XXI 2
İÇİNDEKİLER
Cemal Emden / Fotoaltı
24 KENDINI YUTAN YILAN: ISTANBUL
Roma’daki MAXXI’de 11 Aralık’ta açılan ve 30 Nisan’a dek görülebilecek olan İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke sergisi, Hou Hanru, Ceren Erdem, Elena Motisi ve Donatella Saroli küratörlüğünde kentin son yıllardaki dönüşümünü ve gelinen noktadaki açmazlarını sanat ve mimari perspektifinden irdeliyor.
44 DOLULAR, BOŞLAR VE YARI GEÇIRGENLER
PAB Mimarlık’ın Senegal’deki kent pazarları projesi, birim tasarımından yola çıkarak kamusal mekanın nasıl düzenlenebileceğine uzanan bir ölçekte yerel verilerin yorumlanmasıyla tasarlanmış.
48 BARINMA HAKKININ INŞASI
1999 Depremi'nin ardından kiracı olarak konut haklarını elde etmek için bir araya gelen Düzcelilerle birlikte planlama ve mimari tasarımı geliştiren Düzce Umut Atölyesi, kooperatif, proje ve inşaat süreçlerini anlattı.
52 ÇÖL SOKAKLARI
1949'dan bu yana kurulan SOS Çocuk Köyleri, çocukların temel haklarının mekanlarını inşa ediyor. Geçtiğimiz yıl tamamlanan Cibuti'deki çocuk köyünü Urko Sanchez tasarladı.
SEKTÖR 68 SEKTÖR HABERLERI
56 SIRADANLIĞI KIRMANIN IKILI DILI
İÇİNDEKİLER
Küreselleşmenin kent mekanındaki yansımalarının bir aks- prototipi olan Büyükdere Caddesi, panoramasına eklediği kristal formlu yapısıyla görünürlüğünü perçinliyor. Yapıysa; tasarımı, yapım tekniği, yerleşimi ve mekan kurgusuyla yerel ve küresel ikileminin altını çiziyor.
62 BEREKETLI TOPRAKLAR IÇINDE
76 DOĞALIN ZENGINLIĞI
Vinero Şarap Fabrikası, üretimle mimarlığı bir araya getiren tasarımıyla fabrika mekanını ziyaretçilerin içinde dolaşabildiği seyirlik bir deneyime dönüştürüyor.
Sandra A. Arizabalo, iç mekan tasarımında doğal taş ve ahşabın etkilerini İtalya'nın önde gelen iki markasından örneklerle anlattı.
78 REFERANS PROJE - SERAMIK ŞUBAT 2016 - XXI 4
90 AJANDA
66 ÜRETIMIN DOĞASI
Vinero Şarap Fabrikası’nın iç mekan tasarımı, üretim mekanlarının hammadde ve malzemeyle kurduğu organik ilişki ve farklı konukevi kurgusuyla fabrikayı yaşayan bir mekana dönüştürüyor.
Akdo Baumit Ege Seramik Kalebodur Kibrid Material Yurtbay Seramik
Sanat, Tasarım ve Zanaat Arası Geçişler
ŞUBAT 2016 - XXI 8
GÜNCEL
SANAT, TASARIM VE ZANAATİ ATÖLYE ÇALIŞMALARIYLA BIR ARAYA GETIREN, MALZEMENIN VE ÜRETIMIN GELENEKSEL NÜVELERINI YENIDEN HATIRLATMAYA ÇALIŞAN KARYA AKADEMI'YI, TASARIMIN ETKI ALANI VE GÜCÜNÜ TASARIM VAKFI'NIN BAŞKANI VE AKADEMININ KURUCUSU FARUK MALHAN'LA KONUŞTUK.
Dirim Dinçer: Koleksiyon binasında, Karya Akademi Tasarım Atölyeleri başlığı altında bir serginiz var. Sergi ürünlerinin ortaya çıktığı atölye çalışmalarının kuramsal altyapısının çok değerli olduğunu düşünüyorum. O yüzden "Karya Akademi nedir? Neyin eksikliğini hissettiniz ve Karya Akademi'yi kurmaya karar verdiniz?" sorularıyla başlayalım istiyorum. Faruk Malhan: Koleksiyon Mobilya'da misyonumu tamamladıktan sonra, tasarımcılarla birlikte olabileceğim atölye çalışmaları yapmak üzere Bodrum'da, yedi dönümlük bir arazide bir tasarım köyü kurmaya karar verdim. Bodrum'u seçtim çünkü pek çok tasarımcı, sanatçı ve mimar Fethiye köylerinde, Milas'ta, Gökova'da yaşıyorlar. Böylece üretim yapabilecek aktörlere yakın olma imkanı oldu. Bu çalışmanın gerisinde yaptığım gezilerin de çok etkisi var. Ege, Anadolu, Diyarbakır, Mardin, Midyat, Hasankeyf, Havran, Halep, Şiraz, Fas, Marakeş gezilerim beni çok etkiledi. Ben Bauhaus ekolüyle yetişmiş bir
öğrenciydim. ODTÜ'de temel tasarım dersini Bauhaus'un sıkı bir temsilcisi, Gropius'un da arkadaşı olan Fritz Janneba'dan almıştım. Ancak buraları görünce işin, az önce belirttiğim başka boyutları da olduğunu anladım. İlk çizgilerin, formların buralarda yeşerdiğini hatta dünyaya buradan yayıldığını, ilk buğdayın, şarabın burada yetiştirildiğini gördüm. Gördüklerim, tasarımcının da mimarın da bir coğrafyası olması gerektiğini düşündürttü. Belli bir çizgin olabilir, Kenzo Tange ya da Zaha Hadid olabilirsin ama enternasyonalist mimarlık olmaz, her yere kendini inşa edemezsin. İnsanların gittiği yeri fark etmesi ve oranın tarihsel coğrafyasını çalışması lazım. Bunların yanı sıra zanaatla sanat, zanaatla tasarım arasındaki köprüleri de yavaş yavaş hissetmeye başladım. Burada bir üçlü görüyorum: sanat, zanaat ve tasarım. Zanaatkarla sanatçı arasında çok hassas bir geçiş var, bu sorgulamayı yaparken farklılıkları gördüm. Her birinin birbirleriyle olan ilişkilerini
Mesela, sanayi toplumuyla beraber yavaş yavaş ezilen, tehdit ve çökme altında olan zanaatkarlıkta öğrenim süreci çok pasif ve yavaştır, insanların içinde sinsi sinsi gelişir. Zanaatkar zaten küçükken büyükbabasından görmüştür, sonra babası onun ensesine bir tokat vurmuş, kulağını çekmiş, şekillendirmiştir. Zanaat, bir şeyleri güzelce yapabilme becerisidir ve daha da önemlisi kazanabilen bir beceridir. Zanaatkarların teknikleri vardır ve bu teknik ne akılsız ne de akıllı bir süreçle değil, genetik bir süreçle edinilir.
işlerken farkında olmadan yaşattığı ve yavaş yavaş evirdiği, çok eskiden gelen ve kendi yapısına sinmiş, malzemenin niteliğini de içeren bir tekniktir. Örneğin, bir porselen ustası çamurunu oğluna kullandırmaz, torununa ayırır çünkü oğlu da zaten büyükbabasınınkini kullanıyordur. Çamur bile aktarmalar içinden gelir; çünkü kendi kendine mayalanma süresi vardır. Zanaatkarın eksikliğiyse onların küçük bir özrü olan "bilmişlik". Mimarla, sanatçıyla, tasarımcılarla iletişim kurarken sıkıntı çekiyorlar. Onların kendilerinden iyi bilemeyeceğine eminler. Bu bilmişliğin ileri safhaya gidip arıza haline gelmesinin, oldukça önemli olan iletişimi tamamen koparma tehlikesi var.
Akılsız teknik ifadesini, endüstri süreçlerinin tekniği için, ilerlerken kendi kendisini yenilemeyen, eviremeyen, başka bir özne tarafından değiştirilen teknik için kullanıyorum. Fakat zanaatın tekniğine akıllı bir teknik de diyemeyiz; genetiktir. Testiyi sıvarken, deriyi
dd: Peki çalışmalarınızın mekansal çeşitliliğini bahsettiğiniz gezilerinize göre mi belirlediniz ya da neye göre belirliyorsunuz? Çünkü Bodrum Tasarım köyü haricinde, Mardin ve Yesemek'te de çalışmalarınız var. Bu çeşitliliği artırmayı planlıyor musunuz?
sekteye uğratan eksikliklerini belirledim ve nasıl bir araya gelebileceğimizi düşündüm.
fotoğraflar: Karya Akademi
GÜNCEL 9 XXI - ŞUBAT 2016
fm: Coğrafyanın her zaman için "tarihsel coğrafya" olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bunu yaparken tarih ile tasarım arasındaki ilişkiyi de düşünmemiz lazım. Medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışları ortak yollardan geçmiş. Bu ortaklık ve orada bulunan teknik, o toplumun içinde bulunduğu alet, edevat, icat paketi; tarihsel devrimlere, yani bir çağı kapatan bir çağı açan devrimlere bakmayı zorunlu kılıyor. Bunun arkasında toplumu götüren itici güç olan kültür var. Bu parametrelerin hepsi birden içinde bulunduğu coğrafyayla birlikte insanın evrilmesinde işe yarıyor. Antropolojik açıklamaya girmeden; Orta Asya kuraklığı, Hunları Orta Asya'dan ötelere götürdü, örgütlü toplum yapısı geldikleri coğrafyadaki niteliği dönüştürdü ve içinde bulundukları tekniği bir evreden bir başka evreye taşıdı. Benim de tarihsel yerlere karşı bir eğilimim var. Özellikle bu coğrafyada tarihin çok büyük bir hazineyi, çeşitliği barındırdığını ve evrilen, çeşitlenen medeniyetleri
içerdiğini gördüm. Oralar toplumun döl yatağı, üretimin en fazla olduğu yerler. Mesela Midyat; medeniyetler beşiğidir, birbirinden farklı renkler bir arada durur. Mesela Yesemek, Göbeklitepe, Karya bölgesi... Bu çeşitliliği arttırmak için gözünüzü kapayıp seçebilir, arttırabilirsiniz, Amasya'ya da gider, Karadeniz'e de. Buraların seçilme sebepleri bu ortaklık, ama aynı zamanda birbirlerinden çok farklı yerler. Göbeklitepe'nin bulunmasından sonra tarihin yeniden yazılması gerekti mesela, Mezopotamya farklı, Yesemek, Karya çok farklı bölgeler. Karya'yı seçmemin nedeni dediğim gibi, orada toplumu değiştirici başka aktörlerle sık karşılaşma ve rahatlıkla üretim yapabilme imkanımdır. Orada yaratacaklarımız diğerlerine emsal olacak. dd: Bu aktörlerle mekanları, coğrafyayı birlikte düşünürsek; çalışma yaptığınız yerlerde bir fark yaratabildiğinize inanıyor musunuz? Bulunduğu alana katkısından ya da katılımcılarda hem
kendi üretim pratiklerine hem de coğrafyaya karşı bir farkındalık yaratmasından söz edebiliyor musunuz? fm: Bundan sonuç aldığımı söyleyemem açıkçası. Ancak benim sıkı bir yapım var, işin ucunu bırakmam. Midyat'ta yerel yönetimi, merkezi yönetimi, belediyeyi, kaymakamlığı, valiliği ve Ankara'yı, hepsini birden ikna edip yol almamız gerekiyordu; bu iki buçuk yılımı aldı ve henüz elde bir şey yok. Ama biz yolculuğa devam ediyoruz. Oradan Artuklular, Urartular, Osmanlı, Süryaniler, Roma geçmiş; bu kadar büyük medeniyetlerin kuruluşları ve yıkılışlarının bir sürü etkileri var coğrafyada. Orada gezerken nesneleri, binaları görmüyorum ben; bir ruh halini, o değişen ruhları görüyorum. Sokak aralarında, taşıdığı değerlerin hepsi gözüküyor, ruhlar oradan oraya kaçışıyorlar. Bu değerleri ortaya çıkarmak istiyoruz. dd: Midyat, ekonomik kalkınmaya da ihtiyaç duyan, oldukça göç veren bir
yer. Bunun genellikle para akışını sağlayacak büyük firmaların yerel piyasaya girişiyle yapıldığını, sistemin bu şekilde işletildiğini biliyoruz. Oysa Midyatlıların sermayenin gelişinden ziyade yerel üretim olanaklarının arttırılmasını talep ettiklerini, "biz ne yapabiliriz?" diye sorduklarını belirtmiştiniz daha önce. Kültürün içinde var olan üretim gücünün arttırılması ya da bu yaklaşımı yaymak, içinde bulunduğumuz ekonomik sistem içinde ne kadar rasyonel? Yapılabilir mi? fm: Doğru. Yapılabilir, en azından yapılacağına inanıyorum. Yerelliğe inanıyorum. Yerelliği yıkan şeyler var evet; dıştan gelen akımlar, işgaller çok baskınsa orayı öldürebiliyor, medeniyetlerde de bunu gördük. Bunun bir örneği de Bodrum. Eski Bodrum şimdikiyle ilgisi olmayan, balıkçısıyla, mandalinacısıyla, güzel kent dokusuyla yaşayan Bodrumdu. Eğer Simni adasına gider, manzarayı görürseniz eski halini düşleyebilirsiniz. İstanbullularla, Ankaralılarla birlikte gelen yapılaşma
GÜNCEL ŞUBAT 2016 - XXI 10
dokuyu, politikayı, ekonomiyi, imar planlarını değiştirip modern Bodrum'u üretti. Bu değişimin arkasında turistik yatırımlar, büyük marka oteller var ve oraya hala yatırım gelsin diyoruz. Ama Midyatlı, Yesemekli yatırımın gelmesini istemiyor. Çok haklılar çünkü öldürüyoruz onları. Biz tasarımı aynı zamanda kentsel tasarım, sosyal ve ekonomik yenilik olarak da düşünüyoruz ve Midyat için yapmaya çalıştığımız sosyal dönüşüm projesi de var. Dolayısıyla ben onları, onlar da beni yakaladılar; yerel halk tarafından isteniyoruz, "gelin" diyorlar. Ve o kadar da güzel söylüyorlar ki "elimizi tutun" değil, "biz elimizi verelim" diyorlar. Bu çok farklı bir şey, "size el vereceğiz" diyorlar. Dolayısıyla böyle düşünen yerel insanlarla beraber başarabileceğimize inanıyorum. Midyat'ta; özellikle Süryaniler gibi, etnik ve mezhep nedenleriyle evlerini terk edenlerden geriye kalan metruk yapılar var. Sahiplerini geri getirmek kolay olur mu bilmiyorum ama mülkiyetleri hala
kendilerinde ve orada yaşayan komşularına, akrabalarına satma ihtimalleri var. Eğer biz oranın kentsel tasarımında da devreye girebilirsek imarda büyük yatırımlara olanak vermeme, küçük parçaları küçük işletmeler halinde yürütebilme imkanımız olur. Oranın insanları, zanaatlarıyla yaşayan aziz insanlar. Küçük aile işletmeciliği yapıyorlar ki bu kendine yetme işidir. Kendine yetmek peynirini kendin üretmek, evini kendin inşa etmek, taş ocağını taştan yapmak, çömleğini çamurdan yapıp pişirip kullanmak demek. Ege bölgesini ailemden biliyorum. Annem, annesinden kalan, kendi yetiştirdiği ipek böceğinden çektiği ipekle dokuduğu kumaştan yaptığı bir elbise giyerdi. Bu Anadolu'da da vardır. Bu insanlarda el sanatı, tasarım geleneği var. Dolayısıyla Midyat’ın kendi yapısı içinde iki yüz civarında pansiyon-ev düşünsek, kültür turizmini tetikleyebiliriz. Bu şartlara lüks turizm gelmez, ben de gelmesini istemem zaten. Ama kültür insanları ve muhtelif dinler nedeniyle inanç turizmi
olabilir. Ayrıca zanaatkarların, bakırcıların, dokumacıların olacağı bir sanayi mahallesi de planlıyoruz. Bir de sanatçı misafirhanelerini çok önemsiyorum. Sanatçılar bir toplumda dinamiği sağlayan esas aktörler, onların olmadığı bir toplum hiçbir şeye benzemiyor ve o insanlar da yalnız binalara gelmiyorlar. Bugün Zaha Hadid'in Haydar Aliyev Kültür Merkezi binası bana göre boştur, o toplumla hiçbir alakası yoktur, onun içini dolduramıyorlar. Ama mesela Berlin'de kentsel mekanlar gerçekten kullanılır, toplumun içi doludur ve kentin içinde çok güzel yaşarlar. Dolayısıyla bunu, insanlığın geleceği diye varsayıyorum. Projelerin altyapısını Karya Akademi'de kuruyoruz. Kısacası dört başı mamur planlı bir iş yapmaya çalışıyoruz. Aktörlerden olumlu işaret alıyorum, planlamayı da böyle yapıyorum. Biz kırsal kalkınmayı planlamazsak ve yenilikçi teknikler getirmezsek kentsel dönüşümü kavrayamayız. Kentsel dönüşümün hazırlığı sırasında yerel yönetime, merkezi yönetime, GAP
idaresine sundum bunu. Onlar da buna inanıyorlar. Şimdi bürokrasiyi aşmaya çalışıyoruz. dd: Zanaatı yeniden merkeze koymanın, değerini hatırlatmanın altını çiziyorsunuz. Ancak sonuç ürünleri, tam da bahsettiğiniz kıymetten ötürü belli bir alım gücünün üzerinde olan insanlara hitap eder hale geliyor, mekansal ya da maddi erişilebilirlikleri oldukça az. Karya Akademi'de bu erişilebilirliği ve sürekliliği sağlama yöntemlerini düşünüyor musunuz? fm: Haklısın. Tasarım, endüstri devrimiyle beraber ortaya çıktığında, endüstrinin kullandığı, üretimle tüketim arasına gelen bir aktördü. Daha sonra kopya ve iletişim teknolojileriyle beraber tasarımcının bayrağı biraz düştü, ardından da tasarımları kullananlar onları seçmeye başladılar. Tasarım, beyaz insanlara ait, seçkin bir öğe olmaya başladı ve bu da fiyatları yükseltti. Ama örneğin biz, Koleksiyon'da hacimli bir iş yapıyoruz. Üç beş kişiye değil, binlerce
GÜNCEL ŞUBAT 2016 - XXI 12
insana ulaşıyoruz. Daha önce yaptığımız çalışmalardan biliyoruz ki halkla ilişki kurabiliyoruz. Çünkü girdiğimiz fabrikanın güvenlik odasına da mobilya veriyoruz, genel müdürünün odasına da. Bizim Karya Akademi'deki üslubumuz da bu: Ulaşılabilir olacak ve kullanabileceğimiz malzemenin seçkinliğiyle maliyeti dengeli olacak. Ama elbette şalda, yumuşaklık için kaşmir ya da merinos kullanacağız, orlondan bir şal yapamam. Doğal malzeme kullanmak zorundayız. Fakat ticari zinciri örgütlerken aradaki bazı aktörleri kaldırırsak, daha basit bir biçimde, web üzerinden ve doğrudan üreticiden ya da kooperatiften satabilirsek yükü hafifletebiliriz. Mesela halı ve kilimde büyük toptancılar ürünleri yaptırır, depolar ve mağazalara satar, mağazalar da halka satar. Zincir bu denli büyük olmak zorunda değil. Ayrıca biz bir vakıfız ve vakıf kar merkezli değildir, dolayısıyla bunu
kırabileceğimizi tahmin ediyorum. Tasarımcı için ayrılan telif hakkı da küçük bir maliyet getirecek ama orada da bir dengeyi bulacağımızı tahmin ediyorum. dd: İleride bir akademiye bağlanarak eğitim programı olmak da planlarınız arasında. Meslek pratiği ile akademi arasında bir kopukluk var zaten, siz bunu bir de üretim ve zanaat odaklı olarak kurgulamak istiyorsunuz, bunun sistemini nasıl kuracaksınız? fm: Bunun sistemi herhalde benim genlerimden gelecek çünkü ben bir dikiş makinesinin çağanozunu söküp takabilirim, bir kalınlık makinesinin bıçaklarını takabilir, ayar yapabilirim. Böyle yetiştim, üretimle ilişki kurmuş bir insanım. İnsanların da üretimle ilişki kurmalarına yardımcı olabilirim. Üretimle ilişki kuran insanların başarılarına inanırım. Ülkemizde sanat okulları vardı, köy enstitüleri vardı, Almanya'da Wiemar, Bauhaus okulu vardı, kapanmış olsalar da bunların hepsi başarılıydı. Bu örneklere de
bakınca bunun başarısına inanıyorum ve disiplinlerarası olması konusunda da içim rahat. Çünkü gördüğüm kadarıyla bir camcı seramiğe, bir ressam ya da heykeltıraş keçeye çok yakın; olayın doğası buna müsait. Bizim tüm yapacağımız doğasını serbest bırakmak. Kendi deneyimlerimden bir örnek vereyim; ata binmeyi seviyordum fakat hocam belli bir kalitede binebilmem için eğer ve koşumlarla çalıştırıyordu. Öğrenme süresinde ben o noktaya gelemeyince eğeri kaldırdı, eğersiz bindim; başlığı kaldırdı, "saçından tut" dedi, sadece gemi verdi. O zaman at da ben de disipline girdik. Bunu neden örnek verdim; tasarımcıların, zanaatkarların ve sanatçıların sahip olduğu bir koşum var, atın üstündeki eğer, dizginler, gem, üzengi gibi. Bunlar kalktığı zaman, başka türlü bir geçiş oluyor. Disiplinlerarasından disiplinlerüstüne geçmek yaratıcılığı tetikliyor. Frank Gehry, Bilbao Müzesi'nin tasarım sürecinde birtakım şeyleri buruşturup karıştırıp bir şekle ulaştırdığını anlatır.
Önce yapıyor, üretiyor sonra bakıp yerleşiyor. Buna mimarlık eğitiminde izin verilmez, ama bu kısıtlama ne kadar doğru bilmiyorum. Alfa nümerik eğitimde, 150 metrekare büyük salon, 800 kişilik konferans salonu, şu kadar fuaye diye bir program verilir; araziniz bir dönüm, %30 imar hakkı var, TAKS ve KAKS şudur denir. Bu kadar sayısaldan başladığınız zaman yapılacak şeyin yaratıcı olma şansı azalır. Hele buna bir de karlılık, yararlılık, işlev öğeleri geldiğinde iyice çöker, anlamını yitirmeye başlar. Oysa bu anlamlar büyük anlamlardır. Bugün Türkiye'de bir yapının biçimindeki anlamını konuşuyoruz halbuki bir yapının manası önemlidir, nesnesi değil. Var olduğu değil, bıraktığı alan önemlidir ve kenti, dokuyu oluşturan onlardır. Benim de zaten peşinde koştuğum şey bu, işin doğası. Dolayısıyla onun doğası ile beraberken kendiliğinden ortaya çıkma potansiyeli olduğunu biliyorum, bu anlamda sıkıntı çekeceğimi zannetmiyorum. Peki kolay olacak mı? Elbette hayır.
KÜÇÜK MÜDAHALELER
Tasarım ve Denetim Odağı Bizi birçok yolla “güçlendirdiği” söylenen tasarımla çevrili haldeyiz ve Kendin Yap (DIY) akımının ana fikri bireyin gündelik yaşamında ürünlerle etkileşiminde doğrudan denetimi elinde tutması üzerine kurulu. Ama bence, bu “yapmanın” ne anlama geldiğine dair ana sorulardan biri tartışmaya dahil olamamış halde: Kim neyi yapıyor ve kim neyin denetimini elinde tutuyor?
çalışabilir ama aynı zamanda kuralları ve sınırları avantajlarına çevirerek dışsal sistemin içinde hala içsel denetimlerini koruyarak hareket edebilirler.
Halen bireysel düzeyde meseleye yaklaştığımıza göre, yapan kendinsin. Bu noktada kişilik araştırmalarına bir göz atacak olursak denetim odağı kavramının bir yardımı olabilir. Denetim odağı (locus of control) bireylerin hangi noktaya dek kendilerini etkileyen olayları denetim altında tutabileceklerine referans verir. Buradaki odak (locus, yani Latince yere dair kişisel kavrayış) içsel ya da dışsal olabilir. İçsel olması halinde kişi kendi yaşamının kontrolüne sahip olma deneyimini yaşar. Diğer durumdaysa kişi yaşamının dışarıdan, sistemli, çevresel ya da politik etkenlerce kontrol edildiğini, bunları etkileyemediğini ya da değiştiremediğini deneyimler. Bu etkenler kader ya da şans olabileceği gibi devlet, piyasa ya da kültür gibi seküler güçler de olabilir.
Oldukça pratik bir örnek olarak Ikea mobilyalarını ele alabiliriz. Mobilyayı kurdukça ona çaba harcıyorum ama sistem pek de doğaçlamaya izin vermiyor ve her ne kadar sinirlensem de montaj süreci beni Ikea bileşenleri ve talimatlarının insafına bırakıyor. Kontrol parametreleri benim için oldukça kısıtlı ve montajda en iyi çabamı sergilesem dahi denetim odağı halen dışsal. Benzer şekilde neredeyse tüm online platformlar bir dışsal denetim odağı hissi yayıyor: Yapabileceklerim ve yapamayacaklarımın sınırları katı bir şekilde belirli ve tıklayınca açılan menüler olası cevaplarımla önceden yapılandırılmış halde. Sistem içinde bir sürü şey “yap”abiliyorum ama denetim odağı yine de dışsal ve ben güçsüzleştirilmiş bir halde kalıyorum.
İçsel bir denetim odağına sahip olan birey sorgulayabilir, eleştirel bir pozisyon alabilir, kendi performansını artırmada beceriler yaratmak ve geliştirmek için kişisel çabasını ve kapasitesini değiştirebilir. Dahası yaşanmış deneyimlerinin bağlamını ele alabilir ve değiştirebilir. Dışsal bir denetim odağına sahip olan birey içinse yüceltme de aşağılama da dışsallaştırılmıştır, birey bağışıklıdır ve aynı zamanda olan biteni değiştirme becerisine sahip değildir: Her zaman başkasının suçudur, kaderin bir oyunudur ya da birey her ne yaparsa yapsın sistem zaten her şeye karşıdır.
Moda, denetim odağının dışsallaştırılmasına en iyi örnek olarak gösterilebilir. Sosyal bir olgu olarak moda her zaman oradadır, dergilerde, moda başkentlerinde ve diğerlerinin yargı ve onay mekanizmalarındadır. Her zaman dışsal güçlerin insafına kalırım, görünümüme ne kadar çaba göstersem de az.
ŞUBAT 2016 - XXI 14
Bu bakış açısı aynı zamanda etrafımızdaki değişim kültürlerini nasıl deneyimlediğimizi de etkiler: Etrafımızdaki değişikliklerin nedeni bizim bunun için çaba göstermemizden mi kaynaklanıyor yoksa sistemli ya da doğaüstü nedenlerden mi? Değişim kültürünün dışsal olduğu bir yerde tıkılı kalmışsam tüm sosyal çevrem değişimin olması için bekliyor ve harekete geçip de mevcut güce karşı meydan okumuyorsa? Peki ya etrafımdaki dünyayı etkileme yeteneğim bana “gökten” iniyor ya da “şansla” bahşediliyorsa? Bu durumda yapabileceğimiz pek bir şey yok ve eğer yapmaya girişsek de olaylar istediğimiz gibi gitmez ve kendimize saygımızı ve denetim odağımızı kaybetmemize yol açabilir.
OTTO VON BUSCH TASARIMCI
Öte yandan içsel ve dışsal denetim odaklarını harmanlamak bireyin neyin değiştirilip neyin değiştirilemeyeceğine dair muhakemesini güçlendirerek bu ikisi arasındaki ayrıştırmayı yaparak bilgeleşmesini sağlayabilir. Bu bireyler kendi kişisel sorumluluklarını üstlenirken verili durumlar içinde
Öyleyse tasarımın ana sorularından birine geri dönelim: Kendin Yap aslen Kendin Kontrol Et anlamına geliyor mu? Ve tüketimcilik bana dünyayı değiştirme olasılığım hakkında ne öğretiyor?
Tüketici toplumunda denetim hissim aynı zamanda beni demokrasi içinde yaşayan bir vatandaş olmaya teşvik eder. Neredeyse “paramla oy kullanabileceğime” inanacak noktaya gelebilirim ve aslen piyasanın yönlendirdiği bireysel seçimlerimle dünyanın değiştirilebileceğini düşünebilirim. Yakın zamanda “etik” alışverişle merdiven altında düşük ücretlerle işçi çalıştırılan işletmelerin yok olacağını sanan bir tüketici nesli görürsek şaşmayın. Bu görüşün tarihi versiyonu şu olabilirdi: Köleliğin Amerika’da sona ermesinin nedeni, tüketicilerin “kölesiz koton” alışverişine yönelmiş olmalarıdır. Yapmakla kontrol etmek aynı şey değil. Eğer piyasa size bir şey “yapmanızı” önerirse aslen sizi güçsüzleştirilmiş bir etkinliğe doğru yönlendirdiğine emin olabilirsiniz. Hiç kimsenin, ne devletin ne de piyasanın gücü kendi istekleriyle teslim etmelerini beklememeliyiz. Kendin Yap, boş bir jest. Bizim peşine düşmemiz gereken Kendin Kontrol Et.
Bit Pazarının Üzerindeki Nur Bulutu: Alois Riegl’ın “Modern Anıt Kültü” YAZI: ERDEM CEYLAN
ŞUBAT 2016 - XXI 16
EX LIBRIS
ATALARIMIZIN GÖMÜTLERI
Korumamız gerekiyordu ölülerimizi ve güçlerini, bir gün hasımlarımız topraktan çıkarıp onları birlikte götürmesinler diye. Ama o zaman onların koruyucu güçlerinden yoksun kalıp iki kat tehlikede olurduk. Nasıl yaşardık sonra, evsiz, eşyasız, tarlasız, hele hele gömütleri olmaksızın savaşçı ya da bilge atalarımızın? Ansıyalım bir Ispartalıların Orestes’in kemiklerini nasıl çaldıklarını Tegea’dan. Düşmanlarımız hiç bilmemeliydi onları gömdüğümüz yeri. Ama nasıl bilebilirdik kimdir düşmanlarımız ya da ne zaman, nereden görünecekler? Öyleyse görkemli gömütler gerekmez, ne de gösterişli süslemeler - bunlar dikkat çeker, kıskançlık uyandırır. Ölülerimizin gereksinmesi yok bunlara - azla yetinirler, ağırbaşlı ve sessizler şimdi, umursamıyorlar bal şerbetini, sunguları, boş ünleri. En iyisi sade bir taş ve sardunya saksısı, gizli bir işaret, ya da hiçbir şey. Daha güvenlisi içimizde taşımak onları, elimizden gelirse, ve daha iyisi, bizim bile bilmememiz yattıkları yeri. Günümüzde öyle oldu ki durum, - kim bilir belki de biz çıkarırız onları topraktan, fırlatıp atarız, bir gün. Yannis Ritsos1 PROLOG
Ritsos’un birkaç dizeyle veciz bir biçimde dile getirdiği kritik meseleyi Avusturyalı sanat tarihçisi Alois Riegl (1858-1905) 20. yüzyılın başında kaleme aldığı “Modern Anıt Kültü: Doğası ve Kökeni” (1903, Viyana) adlı makalede etraflıca ele almıştı: İnsanın geçmiş, tarih, tarihi miras ve anıtlarla kurduğu ilişkinin modern zamanlardaki dönüşümü. Riegl bu dönüşümü sorunsallaştırmakla kalmamış, bu gelişmenin tarihi eserler kuramında 20. yüzyılda, önceki yüzyılın tarihselci ve restorasyoncu yaklaşımlarından modernist ve korumacı bir anlayışa doğru bir kaymaya neden olacağına
dair bir öngörüde bulunmuş, dahası modern insanın -bireysel ve toplumsal olarak kutsal ve/ya dini olandan giderek uzaklaşmasına rağmen- geçmişe ve anıtlara yönelik ilgisine, ona neredeyse bir tapınma niteliği verecek güçte, adeta dinsel bir duygulanımın hakim olacağını iddia etmişti. Daimon Yayınları, Riegl’ın sanat ve mimarlık tarihi ile koruma ve restorasyon kuramının kesişim noktasında yer alan, 1980’li yıllardan itibaren kült mertebesine ulaşmış bu makalesini kapsamlı bir giriş yazısı ve bir kavram sözlüğü ekiyle geçtiğimiz yılın Nisan ayında kitaplaştırdı. AURADAN İZE
“İz ve aura. İz ancak nesnenin ardında bırakabileceği kadar uzaktaki bir yakınlığın görüntüsüyken aura nesnenin izin verdiği ölçüde yaklaşılabilen bir uzaklığın görüntüsüdür. İzle nesneyi ele geçirebiliriz; oysa aurayla nesne bizi ele geçirir.” Walter Benjamin2 Benjamin, modern öncesi çağlarda sanat nesnesinin biricikliğine bitişik olan auranın yeniden üretim çağında sanat nesnesinden uzaklaştığına dikkat çekerken işaret ettiği aura ve iz arasındaki ayrımda Riegl’ın “eskilik değeri” (Alterswert) kavramından yola çıkar. Riegl’a göre sanat tarihinin akışı, anıt olmaları önceden amaçlanmış eserler kültünden anıt olarak yapılmamış, ancak sonradan “tarihi değer” (historischer Wert) ve “eskilik değeri” gibi çeşitli anıt değerleri kazanmak yoluyla anıt seviyesine yükselmiş nesneler kültüne doğrudur. Belli bir kişi veya olaya atıfta bulunması, söz konusu kişi veya olayı anımsatması için bilinçli olarak tasarlanıp yapılmış bir anıttaki “amaçlanmış anımsatma değeri” (gewollter Erinnerungswert) o anıtın aurasının, üzerimizdeki duygulanım yaratma kapasitesinin yüksekliğine işaret eder. Ancak tarihin belli bir anını mutlak anlamda kalıcı kılmayı isteyen, ölümsüzlük talep eden böylesi bir anıt doğal yaşlanma ve eskime süreçlerinin eserin üstünde bırakacağı izlere tahammül edemez.
Oysa, doğanın yıpratıcı, parçalayıcı, yıkıcı, çözücü ve yok edici yönü de hayatın kaçınılmaz yenilenme sürecinin bir parçasıdır. Riegl’a göre, doğanın bu yönü, herhangi bir esere bile yapıldığı andan itibaren bıraktığı izler ve/ya o eserde neden olduğu kayıplar aracılığıyla bir eskilik değeri katarak onu bir anıta dönüştürür. Öte yandan, insan ancak zamanın geçişinin nesnenin üstünde bıraktığı izler sayesinde nesnenin içine nüfuz edebilir. Bu nedenle, yok oluş süreci yaratmayla önlenmemeli, doğanın süregiden etkisi insan eliyle durdurulmamalıdır. Eskilik değerinin, gerek hayat ve ölüm arasındaki döngünün mekanizması hakkında daha çok bilgi sahibi olan, gerekse zamanın
bir daha deneyimlenememek üzere geçip gittiğinin farkında olduğu için her zamankinden daha çok anımsama ve bu süreç üzerine düşünme ihtiyacı hisseden modern insanın üstündeki etkisi öylesine fazladır ki, Riegl’ın öngörüsüne göre, anıtların korunması, bakımı ve onarımı alanında Rönesans’tan beri hakim olan tarihi değer 20. yüzyılla birlikte tahtını geçiciliğin ve ölüm(lülüğ)ün temsili olan eskilik değerine bırakacaktır. Modern anıt kültüne karakterini verecek olan da amaçlanmış anımsatma değerinden başlayıp tarihi değer üzerinden eskilik değerine ulaşan, auradaki soyutluktan izdeki somutluğa doğru olan bu dönüşümdür.
HARABE VE MATEM
“… yapıyı meydana getiren doğa ve akıl arasındaki eşitlik, doğanın lehine bozulmaya başlar. Bu kayma bizi her harabeyi matem kavramı çerçevesinde ele almaya iten kozmik bir trajediye neden olur. Harabedeki yıkılmışlık, doğanın aklın kendi düşgücüyle biçimlendirdiği şiddetten öç almasıdır.” Georg Simmel, “Harabeler”3
TARİHİN “FİZİK” ANALİZİ
Huyssen, modernliğin bir yandan zaman ve mekanı sıkıştırırken öte yandan zaman ve mekanın yerel olandaki sınırlarını genişlettiğini vurgular.9 Yüzyıl dönümünün Viyana modernistlerinden ikisinin çalışmaları zaman ve mekan/yer, chronos ve topos, tarih ve coğrafya arasındaki geçişkenliğin arkeoloji ve tarihi eserler kuramı üzerinden yoğunlaştırılması bağlamında değerlendirilmeye açıktır. Modern insanın ruhsal topoğrafyasının derinliklerini, bilinçaltının katmanlarını keşfetme işlemi olarak adeta seküler bir dine dönüşecek psikanalizin kurucusu Freud, psikiyatrik inceleme hakkında yazarken kazı, yıkıntıların içine girme, eksik kısımların zihinde tamamlanması, yüzeydeki kalıntılardan yola çıkılarak gömülü eserlerin keşfedilmesi gibi arkeolojik metaforlara başvurmuştu.10 Aslında yaptığı, bireyin ruhunu, onun geçmişini (tarih) mekansallaştırmak, bilinçaltını katmanlar arasında (arkeolojik) kazı yapılabilir hale getirerek çözümlemekti. Bu analojik yapı içerisinde, bireyin hafızasında istiflenen anılar (tarih) ile -tasarım sürecinde insanlığın ortak hafızasındaki imgeler repertuvarı ve kendi anılarıyla iş gören Rossi’nin “tarihle olan ilişkilerinin üstesinden gelerek coğrafyaya dönüştükleri”ni11 belirttiğianıtlar birbirleriyle örtüşürler. Riegl’ın
TRAVMA VEYA KESİĞİN ACISI
“Nasıl ki travma geçiren insanlar hareketsizlikleri ve sessizlikleri içinde tuhaf bir biçimde anıtsal görünürler, anıtlar da dilsizlikleri ve hareketsizlikleri içinde tuhaf bir biçimde insani görünürler.” Krzysztof Wodiczko13 Yüzyıl dönümünde zaman ve mekan arasında yeni geçişkenlikler icad eden Freud ve Riegl’ın yolundan ilerleyenlerden Foucault da tarihi, içinde arkeolojik kazı yapılabilir bir arşiv olarak ele almakla mekansallaştırır. Böylelikle tarih “hayatın ve doğanın güvence altına alıcı kararlılığını sarsmayı, bu sabitlenmenin geleneksel temellerini kökünden sökmeyi, kendisinde var olduğunu iddia ettiği sürekliliği kesintiye uğratmayı amaçlayan ‘gerçek’ tarih”14 tarafından kesilebilir hale gelir. Foucault kesiği, içinde bütünsellik iddiasındaki hakim
tarihin görmezden geldiği “başka” bir epistemin ele geçirilebileceği bir entelektüel kazının gerçekleştirilebileceği bir ara mekan olarak olumlar. Öte yandan, her kesilmede bir şeyler sonsuza dek kaybolur. Dolayısıyla kesik hem kaybın göstergesi ve anımsatıcısı -Nietzsche’nin dediği gibi, “ancak acı veren kalır bellekte…”-, hem de kaybın neden olduğu travmanın belirtisidir. Bizi, öldükten sonra yitip giden şey hakkında düşünmeye sevk eder. Bu bağlamda, kesiğin kendisi de (ölüme adanmış) bir anıttır. Sanatsa -modern bakışa göre- ancak bu kesiğin etrafında hayat bulur. Öyle ki, bir başka Viyana modernisti Loos’a göre, “mimarlığın sadece küçük bir kısmının sanatsal değeri vardır, mezar ve anıt; ve bunların dışında olup bir amaca hizmet eden her şey sanat alanından dışlanmalıdır.”15 Bir sanat tarihçisi olarak modern insanın sanat anlayışının ontolojik temellerinin inşasını sorunsallaştıran Riegl, önce çağdaş anıt koruma anlayışının geçmiş zamanla ilgili “anımsatma değerleri” (Erinnerungswert) ile şimdiki zamanla ilgili “güncel değerler” (Gegenwartswert) arasındaki dikotomi bağlamında ele alınacağını belirtir. Ardından modern insanın seküler dinine dönüşecek anıt tapınmasının temelinde yatan ruh halinin giderek -zamanın geçişi, yıpranma, yıkılma, çözülme ve ölüme işaret eden- eskilik değerinin hakimiyeti altına gireceğini tespit eder. Bu şüphesiz, modernizmin üretiminin ve kendisine yönelik inancın en üst seviyede olduğu 20. yüzyıl dönümü için oldukça radikal bir öngörüdür. Rossi, “modernizmin tükenişinin, kendisinin sürekli bir şey değil, ama bir kesinti yaratmış olduğu gerçeğinin sonucu olduğu”nu16 ileri sürmüştü. Dolayısıyla tükeniş veya ölüm, kesintiden doğan, kesinti yaratan modernizme içkindir. Bir travma hali olarak modernizmin de kendisinin anıt(-ı) ve/ya mezar(-ı) olması kaçınılmazdır. ANITLARIN ÖLÜMÜNDEN GEÇİCİLİĞİN ANITSALLIĞINA
“Modern ne zaman sona ermiştir ya da erecektir? Sanat eserlerinin dayanımlarından söz etmek daha kolay görünüyor. Piramitler gibi uzun yaşayan eserlerin, sahneye konan parçalar, performanslar, video-klipler, eğlence mimarisi ya da havai fişekler gibi kısa yaşaması düşünülenlerden farklı bir yapısı vardır. Gottfried Semper’in görüşüne
17 XXI - ŞUBAT 2016
“Yapılandırma ya da yeniden yapılandırma çalışması, yıkılmış ve gömülü kalmış bir binayı ya da geçmişe ait bir anıtı toprak altından çıkaran arkeoloğun çalışmasına çok benzer. Hatta temelde aynıdır, tek fark analistin çalışma ortamlarının daha iyi olmasıdır.” Sigmund Freud, “Analizde Yapılandırma Çalışması”8
“Modern Anıt Kültü” çalışmasıysa anıtlar aracılığıyla mekansallaşan tarihin kendisini temsil eden arkitektonik nesnenin fiziksel çözümlemesi sırasında hangi değerlere başvurulacağını sorunsallaştırır. Dahası, insanın anıtlarla kurduğu ilişkinin modern zamanlarda bürüneceği karakterin ana hatlarının ruhsal tetikleyicilerini tespit etmeye girişir. Katı bir pozitivist olmasına rağmen, anlamı dikkate almayan Semperyen materyalist sanat tarihi modeline karşı farklı bir sanat ontolojisi önerirken düşüncesini bireyin duygulanımı ve onu etkileyen durumlar arasındaki bağıntıya atıfta bulunan “ruh hali” (Stimmung) kavramı üzerinde temellendirir. Riegl’a göre, “bireyin ruh halini doğal veya toplumsal çevrenin atmosferiyle birleştirme yetisi”12 olarak ruh hali, bir yandan modern bireyin sanat üretiminde zamanın ruhunu yakalamasını, öte yandan anıtlara, harabelere, zamanın geçişinin izlerine tapınarak(!) bir tür dinsel duygulanım deneyimlemesini mümkün kılma gücüne sahiptir. Freud ruh çözümlemesi sırasında bireyin tarihini (zaman) anılar ve anıtlar, bilinçaltının katmanlarına inme ve arkeoloji arasındaki analojik meşrulaştırmalardan hareketle mekana dönüştürüyor, ruhsal olandan fiziksel, bedensel, cinsel olana doğru ilerliyordu. Geçmiş nesillerin tarihinin mekansal izdüşümleri olarak anıtlara odaklanan Riegl ise, fiziksel, mekansal, arkitektonik olandan ruhsal olana (modern insanın ruh hali) varıyordu.
EX LIBRIS
Bir anıttaki eskilik değeri -ki kendi yıkımına katkıda bulunur- arttıkça, nesnenin ölüme doğru kaçınılmaz yolculuğu da hızlanır. Fakat bir harabeye baktığında insanın gördüğü sadece anıtın değil, kendisinin de ölümüdür. Riegl da, Ricoeur’ün ifadesiyle “bitmiş olanın üzüntüsünü seven”, melankolik Viyana modernistlerinden biri olarak eskime, aşınma, çürüme, çözülme ve yok olma süreçleriyle büyülenmiştir. Dolayısıyla dekadan bir imparatorluğun mensubu olarak Riegl’ın modernleşmekte ve kapitalistleşmekte olan bir toplumdaki bireyin tarihi mirasla ilişkisindeki paradigmatik kaymaları sorunsallaştırması kaçınılmazdır. Her ne kadar Riegl çağdaş koruma anlayışını yeni olan karşısındaki büyülenmeyle eski eserlerdeki yaşlanmaya karşı gelişen duyarlılık arasındaki dikotominin belirleyeceğini ileri sürmüşse de, yeni yüzyılın anıt kültünün eskilik değerini hesaba katmadan iş göremeyeceğini de vurgulamıştı. Çünkü aslında, Rossi’nin işaret ettiği üzere, “sadece harabeler bir gerçekliği tamamıyla ifade edebilir”di.4 Harabeler, gerçek anlamda bir telafinin mümkün olmadığının da arkitektonik göstergeleridir. Aksi takdirde 19. yüzyıl tarihselciliğinin karakteristik uygulamalarından rekonstrüksiyonun tümüyle sahtekarlık olduğunu henüz yüzyılın ortalarında sezen Ruskin, Venedik’in sadece belli başlı mimari eserlerini değil, ama tamamını bir anıt olarak değerlendirirken şehrin çürümekte olan fiziksel gerçekliğiyle yansıması arasındaki sınırı giderek bulanıklaştıran lagünün şehrin taşlarına vurdukça matem çanlarının çınlamasını andıran sesler çıkaran dalgalarının şehrin sonsuza dek kaybolmakta olduğu yönündeki uyarısından hareket etmezdi. Riegl için anıt, sadece “geçmiş kuşakların kişiliği ve uygarlığına ilişkin genel bilgi veren” “fosilleşmiş bir kabuk”tan5 daha fazlasıdır. Kendisiyle veya kendisi üzerine düşünülen bir işaret olarak anıt, geçmişi, anıları kişiye anımsatma yoluyla gerçek kılarken
geleceği, kişinin sonunun da harabeler gibi olacağını bildirir. Anıttaki eskilik değeri sadece yapılıştan itibaren geçen niceliksel, ölçülebilir, soyut Newtonyen zamanın izlerini taşımaz, anıtı niteliksel, ölçülemez, deneyimlenmiş Bergsonyen “süre”nin parçası kılacak izin kendisine dönüştürür. Bu nedenle harabeler “danışmasını bilenlere yararlı dersler, acıklı ya da derin düşünceler verir”, hatta onların matemini tutan kişiyi “insanları anılara dayanarak sevme”ye6 sevk eder. Unutulmamalıdır ki, anıtların harabelere dönüşmesi onlara değer kaybettirmez, aksine kazandırır, çünkü, Freud’un ifadesiyle, “haz alma olasılığının sınırlanması hazzın değerini arttırır.”7
ŞUBAT 2016 - XXI 18
EX LIBRIS
göre, güncel bir işleve hizmet etmek için oluşturulmuş geçici strüktürler mimarlık sanatının sınırında yer alır.” Akos Moravánszky, “İzler ve Aura: Mimarlığın Eskilik Değeri, Yenilik Değeri ve Geçicilik”17 Modernizmin kesici doğasının anıt kültünü de kesmesi kaçınılmazdır. Nitekim Riegl’ın modern -ancak paradoksal biçimde eskilik değerinin etkisindeki- bir görünümle de olsa hayatta kalacağını belirttiği anıt kültünün sürekliliğindeki en derin kesik Mumford’tan gelecektir: “Modern anıt düşüncesi çelişkilidir; bir eser anıtsa modern değildir, bir eser modernse anıt olamaz.”18 Anıtların -başka deyişle, ölümün- ölümünü ilan ettiği makalesinde radikal modernist Mumford, anıtların artık esetik ve toplumsal meşruiyetlerini kaybettiklerini, sadece ölüme yönelmiş uygarlıklar için anlamlı olan anıtların modern insan için herhangi bir anlam ifade etmeyeceklerini, giderek göçebeleşen çağdaş uygarlığın yeni anıtlara ihtiyacı olmayacağını iddia ediyordu. Ancak modernizm çok geçmeden kendi bünyesinde de bir kesik açarak temsilsel olan üzerinde temellenen geleneksel anıttan farklılaşacak, biçimsel dilini henüz inşa etmekte olan modernizmin gelişim sürecine eklemlenebilecek, giderek disiplinlerarası bir karaktere bürünen modern estetiğin toplum için ortak bir anlam ifade edebilecek müstakbel sembolik içeriğine atıfta bulunacak yeni bir anıtsallık anlayışının arayışına girecekti. Binaların artık çevrelerinden yalıtılmış olarak ele alınamayacağını düşünen Sert, Léger ve Giedion’a göre, modern mimarlığa duygusal boyutu
katacak yeni anıtsallık toplumsal hayatın şehir merkezleri, karmaşık işlevli yapılar ve geçici kamusal gösteriler aracılığıyla yeniden örgütlenmesine hizmet edecekti. Çağdaş anıtsallığın estetik etkisinin mekansal değil, simgesel öğelerde olduğunu ileri süren Venturi, Brown ve Izenour ise, geçmişin anıtlarında kalıcılığın üstlendiği ölümlülüğü temsil etme görevini artık geçici mimarlıkların üstlendiğine dikkat çekecekti. 20. yüzyılın ortasından itibaren modern anıt kültünde eskinin kalıcı, dayanıklı, anlamını fiziksel bağlamdan yalıtılmışlığında bulan, yüce idealleri temsil eden, içine kapalı olduğu için aura sahibi olan anıtından, gerek didaktiklikten kaçınan, pasif ziyaretçiyi aktif katılımcıya dönüştüren “karşıanıt”ları, gerek anıtsallığın ilk duyuşta çağrıştırdığı törensellikten uzak duran, dışa dönük, toplumsal deneyime açık, anlamını zamanın geçişinin, doğanın işleyişinin izlerine açıklığından ve rekreatif peyzaj düzenlemeleri aracılığıyla bulunduğu yerle etkileşime geçebilmekten alan “yaşay(-n)an anıtları”, gerekse belli bir süreliğine var olup ardından yitip giden geçici yapı(-t) ları da içeren dünyevi, demokratikleşmiş bir anıtsallığa doğru kesin bir paradigmatik kayma söz konusudur. EPİLOG
Bachmann’a göre, tarih, içinden dirilmenin mümkün olmadığı bir gömüttür19, başka deyişle, bir anıttır. Bu bağlamda, tarih boyunca yaşayan tüm kişiler ve cereyan eden tüm olaylar tek defalıktır, bir kez daha var olmaları ve deneyimlenmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla tarih asla tekerrür etmez;
ancak, Twain’in işaret ettiği üzere, uyaklıdır. Nasıl ki uyaklar şiirin akılda kalmasını ve/ya anımsanmasını kolaylaştırır, benzer biçimde tarihin arkitektonik uyakları olarak yorumlanabilecek anıtlar da geçmişin anımsanmasını, tarihin belli anlarındaki yoğunlaşmaların şimdiki zamanda cereyan ediyormuşçasına hafızada yaşatılmasını, geçmişteki kişiler ve/ya olaylar, hayat ve ölüm üzerine düşünmeyi sağlar. Anıtla kurulan ilişkinin belirleyicisi dinsel insanda olduğu gibi, modern insanda da bilinçli düşünme değil, kaotik haldeki şeyleri belli bir uyum ve düzen içinde bağıntılandıran, bütünüyle kavranamayan, bir tür nesnelerarası soyut çekim gücü olarak ruh halidir. Bu bağlamda, modern insanı bile kült sahibi kılabilen bu ruh halinin giderek eskilik değerinin hakimiyeti altına girmesinde en büyük pay bit pazarının üzerindeki nur bulutunda olsa gerek…
Eskilik Değeri, Yenilik Değeri ve Geçicilik”, çev. Ebru Omay, Arredamento Mimarlık 9, 2001, s. 91-93. - Aldo Rossi, A Scientific Autobiography, Lawrence Venuti (trans.), The MIT Press / Oppositions Books, Cambridge, Mass., 1981. - Alois Riegl, Der Moderne Denkmalkultus: Sein Wesen und Seine Entstehung, Verlage von W. Braumüller, Wien, Leipzig, 1903. - Alois Riegl, “The Modern Cult of Monuments: Its Character and Its Origin”, Kurt W. Forster, Diane Ghirardo (trans.), içinde Oppositions - Selected Readings from A Journal for Ideas and Criticism in Architecture 1973-1984, K. Michael Hays (ed.), Princeton Architectural Press, New York, 1998, s. 621-651. - Alois Riegl, Modern Anıt Kültü: Doğası ve Kökeni, çev. Erdem Ceylan, Daimon Yayınları, İstanbul, 2015. - Andreas Huyssen, Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory, Stanford University Press, Stanford, 2003. - Andrew Butterfield, “Monuments and Memories”, The New Republic 3, 2003, s. 27-32. Aron Vinegar, I am a Monument: On Learning
AYNALI ODA
from Las Vegas, The MIT Press, Cambridge, Mass.
… Tarihin ders verdiğini düşünün; tekrarlar durmadan; sayfalar boyunca, bir şiirdir, mükemmel uyaklı çalar yankılanan çanları sayfaların her iki yanından doğumlar ve cenazeler için, anlatarak zamanını büyümeyen Alice’in, Hamlet’in hilelerinin ve son nurunu kaybolup giden galaksilerin. Harold Witt20
and London, England., 2008. - Bernard Huet, “A Conversation with Aldo Rossi”, içinde Aldo Rossi: Architect, Helmut Geisert (org.), Academy Editions, Academy Group Ltd., London, 1994, s. 15-27. - Christiane C. Collins, George R. Collins, “Monumentality: A Critical Matter in Modern Architecture”, Harward Architectural Review 4, Cambridge, Mass., 1984, s. 14-35. - Constantin François de Chasseboeuf (Comte de Volney), Yıkıntılar ya da İmparatorluklardaki Derin Değişiklikler Konusunda Düşünceler (Les Ruines (1791), Harabeler (1949)), cilt I, çev. Samim Kazım
KAYNAKÇA
Akses, Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık, 1999.
- Aisling Campbell, “Psychoanalysis and
- Erdem Ceylan, “Hoca’nın ‘Divan’ında… Ya da Bir
Architecture (Introduction)”, Psychoanalysis and
Yerin Fizikanalizi”, Tasarım+Kuram - MSGSÜ
Space 4, 2008, s. 1-13.
Mimarlık Fakültesi Dergisi, Muammer Onat Özel
- Akos Moravánszky, “İzler ve Aura: Mimarlığın
Sayısı, cilt 7, özel sayı 2, 2011, s. 73-78.
- Mario Carpo, “The Postmodern Cult of
5 Gottfried Semper, Mimarlığın Dört Öğesi ve İki
Public Space, Monuments, and Memorials”,
Monuments”, Future Anterior 4/2, 2007, s. 51-60.
Konferans, çev. Alp Tümertekin, Nihat Ülner, Janus
- Mechtild Widrich, “The Willed and Unwilled
Places 21, 2009, s. 69. 14 Michel Foucault’dan aktaran, Stan Allen,
Monument: Judenplatz Vienna and Riegl’s
Yayınları, İstanbul, 2015, s. 134 ve 155. 6 Constantin François de Chasseboeuf (Comte de
Denkmalpflege”, Journal of the Society of
Volney), Yıkıntılar ya da İmparatorluklardaki Derin
Modern” (Foreword), Ten Canonical Buildings
Architectural Historians 72/3, 2013, s. 382-398.
Değişiklikler Konusunda Düşünceler (Les Ruines
- Peggy Deamer, “Adrian Stokes: The Architecture
(1791), Harabeler (1949)), cilt I, çev. Samim Kazım
1950-2000, Rizzoli, New York, 2008, s. 9. 15 Adolf Loos, Trotzdem: Gesammelte Aufsätze
of Phantasy and the Phantasy of Architecture”,
Akses, Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık, 1999, s. 11 ve
1900-1930, Brenner, Innsbruck, 1931, s. 107;
Annual of Psychoanalysis: Architecture and
aktaran Aldo Rossi, “Invisible Distances”, içinde
Psychoanalysis, 2004, s. 1-9.
12. 7 Sigmund Freud, “Geçicilik Üzerine”
- Robert Smithson, “Entropy and the New
(“Vergänglichkeit”, 1915), içinde “Freud’un Ağıdı”,
Academy Editions, Academy Group Ltd., London,
Monuments”, içinde Robert Smithson: The
çev. Şeyda Öztürk, Cogito (Freud ve Kültür) 49,
Collected Writings, Jack Flam (ed.), University of
1994, s. 220. 16 Aldo Rossi’den aktaran Bernard Huet, “A
California Press, Berkeley and Los Angeles,
2006, s. 14. 8 Sigmund Freud, Résultats, idées, problemes,
California, London, England, 1996, s. 10-23.
Vol. II, PUF, 1984, s. 271, aktaran Lydia Flem,
Architect, Helmut Geisert (org.), Academy
- Robert Venturi, Denise Scott Brown, Steven
“Freud: Arkeolog”, Cogito (Arkeoloji: Bir Bilimin
Editions, Academy Group Ltd., London, 1994, s.
Izenour, Las Vegas’ın Öğrettikleri: Mimari Biçimin Unutulan Simgeselliği, çev. Serpil Merzi Özaloğlu,
Katmanları) 28, 2001, s. 28-29. 9 Andreas Huyssen, “Introduction”, Present Pasts:
17. 17 Akos Moravánszky, “İzler ve Aura: Mimarlığın
Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, Ankara, 1993.
Urban Palimpsests and the Politics of Memory,
Eskilik Değeri, Yenilik Değeri ve Geçicilik”, çev.
- Sigfried Giedion, “The Need for a New - Erdem Ceylan, “Anıt Değerlerinde Dönüşüm:
Monumentality”, içinde New Architecture and City
Stanford University Press, Stanford, 2003, s. 4. 10 Freud, “Nedenbilim ve Histeri” üzerine verdiği
Ebru Omay, Arredamento Mimarlık 9, 2001, s. 93. 18 Lewis Mumford, “The Death of the
Alois Riegl ve Modern Anıt Kültü Üzerine”, içinde
Planning: A Symposium, Paul Zucker (ed.),
konferansta psikiyatrik çözümleme ve arkeolojik
Monument”, The Culture of Cities, Harcourt,
Modern Anıt Kültü: Doğası ve Kökeni, Alois Riegl,
Philosophical Library, New York, 1971, s. 549-568.
kazı arasında bağlantı kuruyor, anıtların geçmiş
çev. Erdem Ceylan, Daimon Yayınları, İstanbul,
- Sigfried Giedion, José Luis Sert, Fernand Léger,
nesillerin hafızalarının görünen kısmı olduğunu
Brace, Jovanovich, New York, 1938, s. 433. 19 Bachmann’ın 1953 tarihli “Ulakla Gelen” adlı
2015, s. 7-45.
“Nine Points on Monumentality”, içinde
ima ediyor: “Bir araştırmacının, büyük yıkıntılara,
şiiri şu dizelerle biter: “… Tarih / tanrısallığımız
- Erdem Ceylan, “Tabula Rasa Değil, Palimpsest:
Architecture Culture 1943-1968: A Documentary
duvar kalıntılarına, silinmiş ve okunamayan
bizim, bize bir gömüt bırakmıştır, / içinden dirilip
Çizgisel Olmayan Bir Mimarlık Tarihi Düşünmek”,
Anthology, Joan Ockman (ed.), Columbia Books of
harflerle bezenmiş tablet ve sütun parçalarına
de kalkmanın olmadığı.” Ingeborg Bachmann, Dar
içinde Kuram, Yaşantı ve Tasarım Bağlamında
Architecture, Rizzoli International Publications,
duyduğu ilgi sonucu pek bilinmeyen bir bölgeye
Zaman, çev. Mustafa Ziyalan, Artshop Yayıncılık,
Mimarlık ve Özerklik, Erdem Ceylan, Efe Duyan
New York, 1993, s. 29-30.
geldiğini düşünelim. Bu keşfedilmiş güzellikleri
(der.), DAKAM Yayınları, İstanbul, 2015, s. 151-233.
- Sigmund Freud, “Geçicilik Üzerine”
incelemekle yetinebilir, daha sonra, belki de biraz
İstanbul, 2007, s. 45. 20 Harold Witt, “Suite of Mirrors”, Contact: The
- Erdem Ceylan, “Modern Mimarın Anıt/-sallık
(“Vergänglichkeit”, 1915), içinde “Freud’un Ağıdı”,
barbar çevre halkıyla konuşur, gelenek sayesinde
San Francisco Collection of New Writing, Art and
Rehberine Giriş”, Arredamento Mimarlık 296,
çev. Şeyda Öztürk, Cogito (Freud ve Kültür) 49,
onlara aktarılanları ve bu anıtsal kalıntıların
Ideas 3/3, Angel Island Publications, Sausalito,
2015, s. 69-78.
2006, s. 14-15.
anlamını öğrenir. Edindiği bilgileri kağıda döker ve
California, 1962, s. 21. Witt’in çevirisi E. Ceylan’a
- Eugene J. Johnson, “What Remains of Man: Aldo
- Stan Allen, “Eisenman’s Canon: A Counter-
yolculuğuna devam eder. Ama farklı da olabilir;
ait olan “Suite of Mirrors” adlı şiirinin beşinci
Rossi’s Modena Cemetery”, Journal of the Society
Memory of the Modern” (Foreword), Ten
yanında kazma, kürek ve bel getirmiştir, burada
kıtasının orijinali şöyledir: “… You might think
of Architectural Historians 41/1, 1982, s. 38-54.
Canonical Buildings 1950-2000, Rizzoli, New York,
oturanları bu araçlarla çalışmaya ikna eder, onlarla
history teaches; it repeats; / page after page, a
- François Claessens, “Reinventing Architectural
2008.
beraber yıkıntıların içine girer, yıkıntı parçalarını
poem in perfect rhyme / tolls echoing bells from
Monumentality”, OASE 71, s. 100-113.
- Thordis Arrhenius, “The Cult of Age in Mass-
çıkarır ve görünen kalıntılara bakarak gömülü
both sides of the sheets / for births and funerals,
- Georg Simmel, Philosophische Kultur:
Society: Alois Riegl’s Theory of Conservation”,
kalanları keşfeder. Çalışması başarıya ulaşırsa,
tells the time / of ageless Alice, Hamlet’s fallacies
Gesammelte Essais (1911), içinde Georg Simmel,
Future Anterior, 1/1, 2004, s. 74-80.
keşfettikleri kendilerini anlatmaya başlar; duvarlar
/ the latest light from vanished galaxies.”
Hauptprobleme der Philosophie, Philosophische
- Walter Benjamin, The Arcades Project, Howard
bir saray salonundan kalmadır, sütun kalıntıları bir
Kultur, Gesamtausgabe Bd. 14, Rüdiger Kramme,
Eiland et al. (trans.), Harvard University Press,
tapınak oluşturur, keşfedilen onca yazıt bir alfabe
Otthein Rammstedt (Hg.), Suhrkamp, Frankfurt a.
Cambridge, Mass., 1999.
oluşturur ve çözümlenip çevrilmeleriyle geçmiş
M., 1996.
- Yannis Ritsos, Şiirler: Taşlar, Yinelemeler,
üzerine hiç umulmadık bilgiler edinilir, bu anıtlar
- Gottfried Semper, Mimarlığın Dört Öğesi ve İki
Parmaklıklar / Boyun Eğmeyen Ülke / Tanık Şiirler,
onların bellekleri üzerine kurulmuştur.” Névrose,
Konferans, çev. Alp Tümertekin, Nihat Ülner, Janus
çev. Özdemir İnce, Varlık Yayınları, İstanbul, 1983.
psychose et perversion başlıklı yapıtın içinde, PUF,
1994, s. 220-224.
Parmaklıklar / Boyun Eğmeyen Ülke / Tanık Şiirler,
s. 88. 11 Aldo Rossi, “Introduzione a Boullée”, Scritti
- Ingeborg Bachmann, Dar Zaman, çev. Mustafa
çev. Özdemir İnce, Varlık Yayınları, İstanbul, 1983,
scelti sull’architettura e la cittá 1956-1972, Cittá
Ziyalan, Artshop Yayıncılık, İstanbul, 2007.
Studi, Milan, 1991, s. 360; aktaran Eugene J.
- Julian Bonder, “On Memory, Trauma, Public
s. 62-63. 2 Walter Benjamin, The Arcades Project, Howard
Space, Monuments, and Memorials”, Places 21,
Eiland et al. (trans.), Harvard University Press,
Modena Cemetery”, Journal of the Society of
2009, s. 62-69. - Lewis Mumford, “The Death of the Monument”,
Cambridge, Mass., 1999, s. 447. 3 Georg Simmel, Philosophische Kultur:
Architectural Historians 41/1, 1982, s. 54. 12 Margaret Olin, Forms of Representation in Alois
The Culture of Cities, Harcourt, Brace, Jovanovich,
Gesammelte Essais (1911), içinde Georg Simmel,
Riegl’s Theory of Art, Penn State University Press,
New York, 1938, s. 433-440.
Hauptprobleme der Philosophie, Philosophische
University Park, 1992, s. 122; aktaran Mechtild
- Louis I. Kahn, “Monumentality”, içinde Louis
Kultur, Gesamtausgabe Bd. 14, Rüdiger Kramme,
Widrich, “The Willed and Unwilled Monument:
Kahn: Essential Texts, Robert Twombly (ed.), W.
Otthein Rammstedt (Hg.), Suhrkamp, Frankfurt a.
Judenplatz Vienna and Riegl’s Denkmalpflege”,
W. Norton & Company, New York, London, 2003,
Journal of the Society of Architectural Historians
s. 21-31.
M., 1996, s. 132. 4 Aldo Rossi, A Scientific Autobiography, Lawrence
- Lydia Flem, “Freud: Arkeolog”, Cogito (Arkeoloji:
Venuti (trans.), The MIT Press / Oppositions
72/3, 2013, s. 389. 13 Krzysztof Wodiczko ile yapılan söyleşiden
Bir Bilimin Katmanları) 28, 2001, s. 84-104.
Books, Cambridge, Mass., 1981, s. 8.
aktaran, Julian Bonder, “On Memory, Trauma,
Johnson, “What Remains of Man: Aldo Rossi’s
Conversation with Aldo Rossi”, içinde Aldo Rossi:
karşı sayfada solda: Traianus Sütunu ortada: San Marco Bazilikası'nın çan kulesi Campanella'nın yıkılışı sağda: Campanella'nın rekonstrüksiyonu bu sayfada Daimon'dan çıkan Modern Anıt Kültü kitabının kapağı
19 XXI - ŞUBAT 2016
Cogito (Arkeoloji: Bir Bilimin Katmanları) 28, 2001,
Academy Editions, Academy Group Ltd., London,
NOTLAR 1 Yannis Ritsos, Şiirler: Taşlar, Yinelemeler,
- Helmut Geisert (org.), Aldo Rossi: Architect,
Aldo Rossi: Architect, Helmut Geisert (org.),
EX LIBRIS
1978, s. 84, aktaran Lydia Flem, “Freud: Arkeolog”,
Yayınları, İstanbul, 2015.
“Eisenman’s Canon: A Counter-Memory of the
Çocuklar Bile Güler Bu Oyuna Evet, çocuklar bile güler bu oyuna. Belki haberiniz olmuştur: İstanbul’un Çevre Düzeni Uygulama Planları yapılıyor. İhaleyi (gene) İBB’nin bir şirketi olan Bimtaş (İMP-İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu) almış. Bu kuruluş daha önce hazırlanan planlarda yer almayan 3. Köprü, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul gibi yatırımcılar tarafından önlerine konan projeleri yenisine işliyormuş. Yani işin hülasasını söylemek gerekirse, İMP yatırımcılar tarafından hazırlanan ve merkezi yönetime onaylatılan projeleri "plana işlemek" üzere görevlendirilmiş. Bir daha tekrarlayayım: Yapılan işin adı “şehrin geleceği ile ilgili en önemli kararların yer aldığı yönlendirici (master) planlama çalışması.” İhaleyle yaptırılan iş ise şu anda uygulama projeleri değil, neredeyse fiilen "inşaatı tamamlanmış uygulamaların işlenmesi” biçiminde.
ŞUBAT 2016 - XXI 20
SORU İŞARETİ
Oksimoron yani birbiriyle çelişen (zıt) iki şeyi bir arada kullandığımın farkındayım: Mantıklı durumlarda planlar gelecekte yapılacakları kurgulamak için hazırlanır. Uygulamalar da hazırlanan planlara göre yapılır. Mimari projeler için bile öyle değil mi? Önce projeler hazırlanır, sonra uygulamalar yapılır. Benim gibi düşünüp, “Hayır, böyle bir şey mümkün değil. Planlama faaliyeti geçmişi değil, geleceği ilgilendirir. Böyle bir şey olamaz” demeyin, lütfen. Eğer plan ve proje hizmetlerini "kereste satın alır" gibi ihale ile satın alıyorsanız, bal gibi olur. (Ayrıca kereste bile satın alıyor olsanız, evsafını, miktarını bilmeniz gerekir.) Peki bu oksimoron ilişki nasıl kuruluyor derseniz, cevabı basit: İhale ile gerçekleştirilen bir belgeye gerçekte plan demek mümkün değildir de ondan!
KORHAN GÜMÜŞ
Bu tür belgeler kendi kamu yararı anlayışını "bilim" adına savunan bir çıkar grubunun görüşlerini temsil eder. İstediğiniz kadar bilginin inanç gibi bir şey olmadığını, itaat edilmesi gerekmediğini, temsil ettiğini nesne değil, özne olarak deneyimlemesi gerektiğini, yoksa planlama denen bir faaliyet halini alamayacağını anlatmaya çalışın, Türkiye’de planlamanın "bilim"in icazeti altında ihale ile yaptırılması, bu işi görür. Devletin “sol” eli sözde kuralları koyar, halkı şiddetle hizaya getirmeye çalışır, “sağ” eli ise kuralları halkın desteğini alarak keyfi bir biçimde değiştirir. Popülist siyasal iktidarlarla devlet seçkinleri arasındaki ilişki, işleyiş böyledir. Nitekim (daha alt ölçekte) hazırlanan imar planlarının da zaten yüzde doksanının değiştirilmesi rutin bir uygulamadır. Her ne kadar iktidarın siyaset aracılığıyla düzenlendiği varsayılırsa da Türkiye’de çoğu zaman bürokrasi ve onun ürettiği kompartımanlaşmış "akıl" her zaman belirleyicidir. Devlet örgütlenmesi, bakanlıklar bunun üzerine kurulur. Siyasetçiler bu yapıya sızan ve asimile olan ve güya halkı temsil ettiklerini zanneden kişilerdir. Bu yüzden siyasetçiler her zaman onlara alan açmak zorundadır. Bu sistemin sorgulanmamasındaki
asıl neden siyasetçilerin bağımsız olması gereken bilgi üretimini denetim altına alarak şehri denetim altına alması ve merkeziyetçi bir rejimi inşa etmek için kullanmasıdır. Tepebaşı gibi şehrin modern belediyesinin (6. Daire) gerçekleştirdiği ilk parkın, en değerli meydanının, itirazlara rağmen buradaki uzmanlar tarafından otopark olarak kullanılması bile şehircilik anlayışlarının bir göstergesi değil mi? (Ofis olarak kullandıkları yeri saymıyorum.) Ancak bu defa uzmanlık alanını tekelci mekanizmalarla kurutan (hem onaylayan, hem yapan şirket olarak) ihaleyle iş almak dışında, zannedersem İMP (İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu) dünya şehircilik tarihinde bir ilki gerçekleştiriyor: Planlar geleceği değil, şu anda çoktan karar verilmiş ve başlamış uygulamaları, yani geçmişi temsil ediyor! Sözde İstanbul’un Anayasası olduğu söylenen “Nazım Plan” yeniden hazırlanıyor. Daha doğrusu yatırımcı şirketlerin kararları doğrultusunda önlerine konan projeler işleniyor. Büyükşehir Belediye Başkanı’nın “İstanbul’un Anayasası” olacağını, “onlara bakmadan çivi çakılamaz” dediği planlar yeniden ele alınıyor. Planlara bakılmadan merkezi yönetim tarafından bir dolu proje uygulamaya konuyor... Biliyorum bu oksimoron ilişkiyi görünce sizin de aklınıza şu soru geliyor: "Madem dikkate alınmıyor, o zaman plan yaptırmak için neden bu kadar zahmet ediliyor? Bu kadar büyük bütçeler neden boş yere harcanıyor? Belki şehrimizin yöneticileri bir dahaki sefere daha tutumlu davranırlar. Boş yere bütçe harcayıp plan yaptırmak yerine önce projeleri, hatta uygulamaları bitirirler. Sonra şimdi yaptıkları gibi önce uygulama yapar, sonra bunları bire bir olarak planlara işletirler." Hayır, bu da mümkün değil. Mekan siyaseti, bu açıdan rejimin nasıl işlediğini gözler önüne seren bir icraat alanı. Önce oyunun kurallarına göre planlar yapılıyor, sonra değiştiriliyor. Çünkü herkesin güç alanı farklı. Uzmanların, bürokratların görevi planları hazırlamak. Siyasetçilerin görevi ise değiştirmek. Bu oksimoron ilişkiden Türkiye’ye özgü neo-liberal şehirciliğin (birbirine zıt işliyor gibi gözüken) iki temel matrisi olduğunu teşhis etmek mümkün: Birincisi hala askeri modernleşmenin temsil etkinliklerini kullanan ve kendi kamu yararını temsil eden bürokrasi ve ayrıcalıklı uzmanlar eliti. Bu elit tekelci mekanizmalar kendi içinde ve kapalı kapılar ardında kararlar üretiyor ve şehri deneyselliğe kapatarak bağımsız bilgi üretimini engelleyerek piyasa güçleri tarafından kolayca işgal edilebilecek (şehirsel olmayan / non-urban) bir boşluk haline getiriyor. Onlar bu görevlerini gerçekleştirdikten sonra, sıra bu koalisyonun diğer ortağına geliyor. Ayrıcalıklı piyasa aktörleri ise boşluğu yalnızca kar amaçlı olan yatırım projeleriyle dolduruyorlar. Merkezi yönetim ise ipleri elinden kaçırmamak, siyasal patronajını korumak için bu yağmayı yukardan düzenliyor. Oyunun kuralı böyle. Şehir, insan, çevre araçsallaştırıldığı için her şey yapılabilir hale geliyor. Siyasal mücadele ise bu yağmadan kimin ne kadar pay alacağı üzerine.
SORU İŞARETİ 21 XXI - ŞUBAT 2016
imp tarafından 2006'da yapılan istanbul çevre düzeni planı
Planı hazırlayan 500 kişilik ekibin başındaki kişiye “şehir planlamanın böyle bir iş olamayacağını” söylediğimizde “Bizi neden AKP iktidarı ile işbirliği yaptığımız için eleştiriyorsunuz? Biz bilim adına oturuyoruz bu koltuğa. Her dönem, Dalan zamanında, Sözen zamanında da çalıştık” demişti, bizi yanlış anlayarak. Oysa herhalde en son eleştirilebilecek vasıflarıydı, siyasal parti ayrımı yapmadan çalışmaları. Ancak kamu adına ürettikleri bilgiyi kamuya tekrar tekrar satmaları anlamına gelmiyor olmalı. (Örnek çok: 90’lı yılların başında Taksim için hazırladıkları tünelli otoyol kavşağı projesini “Bu bilimsel bir konudur, tartışılmaz” diyerek bize dayatmaları. Ya da buraya metro yapımını finanse edecek dedikleri bir AVM yapmaya kalkışmaları...) Bizzat planı hazırlayan ekibin başının söylediği gibi “Bilim adına koltuğa oturuyorlar”, bürokrasiyi ve kamu gücünü kullanan bu ayrıcalıklı eliti, bürokrasiyi bir kenara koymak mümkün değil. Onlara da iktidardan pay vermek lazım! Sonuçta neo-liberal sistem tek taraflı çalışan bir iktidar mekanizması değil. Birbirini etkileyen, güçlendiren farklı iktidar alanları arasında bir koalisyona dayanıyor. Bunlardan en önemlisi de kararların içeriğini oluşturan plan ve proje işlerini gerçekleştiren sembolik sınıf ile siyasal iktidarın koalisyonu. Birincisi kendi kamu yararı kavramını teknik bir görüntü altında temsil ederek kamusal alanı “şehirsel olmayan boşluk” haline getiriyor. İkincisi ise bu boşluğu piyasa güçlerinin istilasına açıyor, kolayca işgal edilmesini sağlıyor. Bildiğimiz devlet iktidarı geçmişte bu iki iktidar alanını birbirine kısmen rakip haline getiriyordu. Şimdi güçler birleşmiş vaziyette. Üniversiteler ise şu anda Kanal İstanbul projeleri için iş kapma telaşında!
BU KARAGÖZ-HACIVAT OYUNUNDAN ÇIKARILACAK DERSLER
Aşağıdaki üç bölümü İBB’nin Nazım Planı (Çevre Düzeni Planı Raporu)’ndan aldım. Bu cümleleri bakalım nasıl yutacaklar? Soralım: Bu plan oybirliği ile onaylandı mı? Onaylandı. Yürürlükte mi? Yürürlükte. İstanbul’un Anayasası dendi mi? Dendi. Nazım (yönlendirici adı üstünde) Plan’a bakılmadan çivi çakılmayacak dendi mi? Dendi. Kusura bakmayın ama bu sözleri biz mi söyledik? Hayır! Bunları şehrin yöneticileri söyledi. Demek ki bunların söylenmiş olması yetmiyor. Ancak söylenenler kadar söylenmeyenler de önemli. Uygulanmayan planlara plan diyebilir miyiz? Peki, eksik olan ne? Neden planlar kendi kamu yararını temsil eden, iktidardan pay talep eden bir çıkar grubunun görüşü olarak algılanıyor? Öyleyse bilim sürekli bağımsız bir deneyim üretme meselesi olduğu halde neden planların ihale ile yapılmasına kimse itiraz etmiyor? İnsanlar, canlılar, cansızlar planlara katılım sürecinde neden özne yerine nesne oluyor? Teknik şartnameler yeterli olabilir mi, son derece yaratıcı bir konu olan planlama işinde? Neden bunu sormuyoruz? Neden yerel siyasetin pratiklerini konuşmak yerine sorun tercihlermiş gibi gösteriyoruz? Birlikte okuyalım: “1.Üst ölçekli planlama sürecinin ortaya koyduğu temel ilke, TEM’in kuzeyinin sanayi alanlarından arındırılması ve kentin doğal kaynaklarının yoğunlaştığı kuzey bölgesine kentsel gelişme baskısını önlenmesidir.”
Yani 3. Köprü, 3. Havalimanı, Uydu Şehir gibi bugün yapılmakta olan inşaatlar asla yapılamaz. “2. Metropoliten Alan’daki karayolu ulaşım şebekesinden ayrıştırılarak; demiryolu ve raylı sisteme yönlendirilmesi esastır… Bu ilkenin ortaya konmasında; TEM’in inşası sonrası İstanbul’un hem doğusu hem batısında yol boyu oluşan niteliksiz, olası bir depremde hasar görebilirliği yüksek ve büyük bir çoğunluğu yasa dışı gelişen yerleşmelerin deneyimlenmiş olması etkin olmuştur.” Yani şehir içi otoyollar yerine raylı sisteme geçilmeli ve etrafında plansız yapılaşma olmamalı… “3. Belirtilen güzergah, Merkezi Hükümet’in 3. Boğaz Köprüsü için geliştirmiş olduğu bir hattır. Bu güzergah, İstanbul’a 3. Boğaz Köprüsü için ortaya konan gerekçelerin geçerli olduğu tek yer olup, köprü inşasına gerek kalmadan da ihtiyacın karşılanması mümkün olmaktadır. İstanbul’un doğusu ile batısı arasında sürekliliği karayolu ile sağlanmış bir Boğaz geçişinin İstanbul’un kentsel gelişimi açısından olumsuz sonuçları, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü geçişi sonrasında ortaya çıkan kentsel gelişme deseni ile deneyimlenmiştir. TEM boyunca Metropol’ün doğusu ile batısı arasında uzanan, yağ lekesi şeklinde büyüyerek doğal yapıyı tahrip eden, niteliksiz bir yapı stoku ve Sultanbeyli gibi yerleşmeleri oluşturan süreçlerin tekrarlanmasına neden olacak gelişmelerin önüne geçilmesi hazırlanan Plan’da esas alınmıştır.” Yani artık bu gidişten ders çıkarmalı, 2. Köprü’de olanlar tekrarlanmamalı… Vs, vs... Sonuçta daha nicesi güzel masallar, ninniler olarak uykularımızı süslüyor.
ŞUBAT 2016 - XXI 22
FOTO-ALTI
İç Öğrenim
Nedense ODTÜ’ye ilk gidişim çok geç oldu, 2013’te soğuk bir Nisan günüydü. Kampüsün yarışmayla yapıldığını ve tek bir mimarın elinden çıkma olduğunu biliyordum ama ne fotoğraflarını görmüş ne de üzerine iki satır okumuştum. Belki de o nedenle o kadar büyüleyici bir karşılaşma olmuştu benimkisi. Yapıların içeriklerine bağlı olarak zeminle, topoğrafyayla kurdukları binbir çeşit ilişki, alana serpilmeleri, toplaşmaları, kendi aralarında konuşmaları... Hep Çinicilerin mimarlık fakültesini ayrı bir özenle tasarladığı söylenir, Cemal’in bu fotoğrafı da oradan. Yapının kendisi birçok dersi aynı anda veriyor: detay, simetri/asimetri ilişkisi, oran/orantı, malzeme birlikteliği, ölçek, boşluk/doluluk. fotoğraf: Cemal Emden yazı: Hülya Ertaş
Kendini Yutan Yılan: İstanbul
fotoğraflar: Musacchio Ianniello
ROMA’DAKI MAXXI’DE 11 ARALIK’TA AÇILAN VE 30 NISAN’A DEK GÖRÜLEBILECEK OLAN İSTANBUL. TUTKU, NEŞE, ÖFKE SERGISI, HOU HANRU, CEREN ERDEM, ELENA MOTISI VE DONATELLA SAROLI KÜRATÖRLÜĞÜNDE KENTIN SON YILLARDAKI DÖNÜŞÜMÜNÜ VE GELINEN NOKTADAKI AÇMAZLARINI SANAT VE MIMARI PERSPEKTIFINDEN IRDELIYOR.
ŞUBAT 2016 - XXI 24
GÜNCEL
raınbow, sarkis
Mehmet Sinan Bermek Çoğu zaman için Türkiye’de üretilen sanatın başka bir dile çevrilemeyişi, farklı bir algıya dogrudan hitap edemeyişi sanki gizli bir dilin koruyucularıymışçasına biraz hayıflanarak biraz da buruk bir gururla yaşanır. Bu iletişim kopukluğundan kurtulmak için kimi uluslararası planda yapılmakta olan işleri kendi çapında yineler ve sanat çevresi gözünde vasat bir varoluşa esir olur, kimi de sanatçının özgerçekliğinde bulduğu, sınırötesi sanat kitlesinin “egzotik” eser arayışlarına oyuncak olur ve anlamdan sıyrılmış bir meta halinde butik sergilerde sunulur. MAXXI’deki İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke sergisi ise bu alışılmışlığın beslediği beklentileri adeta yerle yeksan ediyor. Ülke genelinde cereyan eden habis hava, baskılar, yersizlik, kendi özümüze dahi yaşadığımız yabancılaşma ve bize bırakılan o küçük kaya çatlağında hayatta kalabilmek için kendimizin oluşturmak zorunda kaldığı mizahi lingoları ön plana
çıkarıyor bu sergi. Üstelik benzer örneklerin aksine, o çok yakından tanıdığımız İstanbul’un o puslu ruh halini ve bilenmiş sinizmimizi izleyiciye sirayet ettiriyor. Belki de çoğumuzun geçmiş sergiler ve İstanbul bienallerinden gayet iyi hatırladığı eserlerden yapılmış homojen bir seçki bu. Sırta yüklediği bütün çelişkiler ve yaşantılarla, insanı ve sanatçıyı hırpalayan İstanbul, betonla ve kanla örtülen suçların bütün Akdeniz coğrafyasında sessiz bıraktıklarının, yaşam alanlarından sürülen, bedenini bile mekan tutması engellenenlerin sesi oluyor bu sergiyle. İstanbul’dan yükselen ses, “tuzu kuru” hamilerin suskunluğa mahkum ettiği İtalyan sanat ve mimarlık topluluğuna vekaleten haykırıyor. Eserlerin artık ayyuka çıkmış baskı ve şiddet ortamını ihbar etmek için toplumsal gerçekçiliğe, hatta bazı noktalarda akademik çalışmaların
görsel sunumları olmaya kaydığı bir içeriği olan serginin kendisi ise seçim ve yerleşiminde incelikle, net ama abartısız bir sembolizm barındırıyor. MAXXI Müzesi'nin normalde süreli sergilere ayırdığı alanın dışına taşarak bizi karşılayan İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke, bir Ouroboros gibi önce kuyruk acısını paylaşıyor ziyaretçisiyle. İlk karşılaşmamızın anlamının tamamıyla değişeceğini bilmeden, bu mahremiyete teğet geçeceğimizi belki de hesap ederek. Halil Altındere’nin sergi boyunca bizi yalnız bırakmayacak mikro-realist çalışmalarından ilki Guard’ın kontrolünden geçip yeni bir karşılaşmanın tüm tedirginliğiyle, PATTU’nun ortak zemine yeniden kazandırılmış dinlenme alanları Space Inventor ile sergiyle ilk buluşmamızı gerçekleştiriyoruz. Böyle bir giriş bizim aşina olduğumuz bir mekanizma olsa da bir İtalyan için halka açık bir mekana girerken ilk olarak güvenlik
görevlisiyle karşılaşmak akıl almaz bir durum. Space Inventor gergilerin uzayda çizdiği düz yüzeylerle sınırlanmış; kırgınlıklarımızın kurduğu şeffaf engellerimizle çevreli bu korunaklar sanki ziyaretçiye yoğun bir duygulanım maratonu öncesinde hazırlanmak için fırsat vermeye çalışıyor. Sonrasında ise yedi bölümlük macera başlıyor. Tıpkı serginin ziyaretçiyi sürüklediği gibi sorulardan mürekkep isimlere sahip yedi bölüm. A ROSE GARDEN?
Serginin grafik kimliğini de kurgulayan Extramücadele’nin “J’accuse!” animasyonu Rose Garden with the Epilogue ile başlıyor sergi. Farklı bağlamlardan imgelerin çatışma yerine uyum içerisinde kurgulandığı bir özet. Belki de ne ile karşı karşıya geleceğini ilk defa anlatıyor ziyaretçiye. Bu perdeyi aştıktan sonra, Zeyno Pekünlü’nün içten ve dürüstlükle
GÜNCEL
rose garden wıth the epılogue, extrastruggle
25 XXI - ŞUBAT 2016
space ınventor, pattu
herkesi sarmalayan Gezi Direnişi tanıklıklarını paylaştığı At the Edge of all Possibilities performansının çıplak gerçekliği, Herkes İçin Mimarlık’ın Occupy Gezi Architecture rölöveleri ile Osman Bozkurt’un hepimizin aşina olduğu gri boya sessizliğini ifşa ettiği Post-Resistance çalışması ortasında kalıyoruz. Bu, sergi boyunca birden fazla eserin birbiriyle etkileştiği mekanlardan sadece biri. Gezi Parkı Direnişi ve çevresinde gelişen olaylara dair belki de Türkiye merkez medyasının paylaştığından da az haberi olan insanların “ağır” bir deneyim yaşadıkları ve yine medya filtreleri üzerinden “Arap Baharı” diye geçiştirdikleri bir toplumsal hareketin daha doğru ve kendilerine sandıklarından yakın olan konumunu idrak ettikleri nokta oluveriyor bu dikenli gülistan. READY FOR CHANGE?
Bu bölüm geçtiğimiz onyıllarda İstanbul’u şekillendiren düzensiz ama
sürekli kentsel büyümenin 20. yüzyıl sonunda yarattığı kontrol edilemez kültürel ardışım ve sosyo-ekonomik katmanlanmanın detaylı bir okumasını barındırıyor. Küreselleşme, ideoloji, din ve sermaye kıskacındaki İstanbul’da çoğulculuğa ve insanlığa ne kadar yer bırakıldığının ve hayatta kalmak adına neler yapılabileceğinin cevaplarını, müştereklerimiz üzerinden, çokdilli çözümlerle tartışan sergi; TOKİ, özel sektör ve kaçak yapılaşmanın ne kadar vahim bir azgınlıkla kentin suretini değiştirdiğini de ifade ediyor.
dear ıstanbul, volkan aslan
Cosentino’nun Tin City’siyle artık sadece hayal dünyamızda var olmasına izin verilen o oyunsu dokuya ilişiyor. Bir detay olarak, serginin Romanların İstanbul’da yaşadıkları baskı ve sürgünün fenomenolojisini Sulukule Kentsel Dönüşüm Projesi üzerinden altını çizerek sunuyor olması, İtalyan kültürünün ve özelinde kentsel politikalarıyla Roma’nın hala kendi iç hesaplaşmasını yaşa(ya)madığı bir konuyu ön plana çıkararak önemli bir sosyal yükümlülüğü de yerine getiriyor. CAN WE FIGHT BACK?
Emrah Altınok, Logie ve Morvan, Superpool, Atelier Istanbul: Arnavutköy ve bir diğer çok katılımcılı proje olan Mülksüzleştirme Ağları ile nadir bulunur bir titizlik ve derinlikle kentsel ölçekte başlayan eserler, yine aynı bölümde Nilbar Güreş ve Güneş Terkol’un çalışmaları ile bedenimize kadar yaklaşıyor ve belki de
Gün be gün yaşamak zorunda olduğumuz travmalar ve ötesindeki hayal kırıklıklarının derinliği gözler önüne seriliyor bu noktada. Bir yanda Sarkis’in kendine özgü tarzındaki eseri Two Rainbows, öte yanda ise Mario Rizzi’nin Haziran, Temmuz, Ağustos’unda, aynı eserin ilham kaynağının yıkılmış görüntüsü. Her ikisi de Suruç katliamının
anısı ve Ankara vahşetinin sesleriyle karışarak ziyaretçinin bu sürece The Outsider kaldığını yüzüne vuruyor. Burak Delier’in Tersyön Shop içinde konumlanan Parkalinç (2007) afişi aslında direniş kültürünün eskiden beri yabancısı olmadığımızı hatırlatırken eser seçiminin ne kadar geniş bir zaman aralığından yapıldığının da altını çiziyor. Benzer şekilde Nasan Tur’un Preparation video serisinde olduğu gibi içinde bulunduğumuz sürekli tetikte halin başı sonu karışmış halde. Cem Dinlenmiş’in Her Şey Olur’u, işin açıkça gözler önüne serdiği gibi farkındalık düzeyimizin belki hiç olmadığı kadar yüksek olmasına karşın içimize yerleşmiş çıkışsızlık ve çaresizlik duygusunun etkisinde ölçeğimizi yeniden belirlememiz gerektiğini hatırlatıyor. SHOULD WE WORK HARD?
Bu bölümde İstanbul’un kırılma noktalarından biri olan ekonomik
drıft / nothıng surprısıng, ali taptık
ŞUBAT 2016 - XXI 26
GÜNCEL
lost barrıer, so
küreselleşmenin eşiğinde kimliksizleşen üretim süreçleri ve haklarını gün geçtikçe yitiren beyaz yakalı emekçilerin yaşama olan yabancılaşması ele alınıyor. Günümüzün güvencesiz iş ortamında, belki de artık arkaik bir ayrım olarak kalan, “mavi yakalı” olmanın örgütlenme geleneğinin örneklenen zaferleri ile aslında sanat üretiminin iç dinamiklerine de ciddi eleştiriler getiren çalışmalarıyla Ali Kazma ve yine Osman Bozkurt, Burak Delier ve Halil Altındere’nin işlerine yer verilmiş. HOME FOR ALL?
Başlı başına günlerce sürecek tartışmalara yol açacak ev konusunda ise, kentte sanayileşme ile palazlanan, ya kabul ya da ret yaklaşımının çok kimlikli bir toplumda temel yaşam haklarının herkese sağlanması önünde nasıl bir engel oluşturduğunun altı çiziliyor ve bunu toplumun var olan her kesiminin yaşadıklarının salt belgelenmesi üzerinden irdeliyor. Can Altay ve Jeremiah Day’in You Don’t Go
Slumming ile Şener Özmen’in çalışmaları ise bu süreçte sanat topluluğunun da ayrışmış olduğu sosyal katmanlar arasındaki kopuk diyaloğun mizahi bir eleştirisini sunuyor. TOMORROW, REALLY?
Tarafsızlığın da ötesine geçen bir mesafeyle çizilen bu tablonun karanlık sonucunda geleceğe yönelik olarak ne düşünebileceğimizi irdelerken bu sefer kentten dışarı doğru bir bakışa sığınıyor sergi. Aslında sürekli yaşadığımız çalkantıları duygusal bir yaklaşımın aksine birer atölye olarak algıladığımız takdirde parçalı ve muhtemelen cılız olsa da bazı cevapların farkına varabileceğimizi özetlerken piyasa dinamikleri yerine sanatsal üretimin göstergelerini geleceğe dair daha güvenilir ve eşitlikçi bir nirengi olarak sunuyor. Ufukta Volkan Aslan’ın Dear İstanbul’u somutlaştırdığı çelişik gündem kırıntıları ile Ha Za Vu Zu’nun cisme
post resıstance, osman bozkurt
atlas of ınterruptıons, ceren oykut
anısıyla sabitlediği hareket bizi mekansal algımızı da bir okuma aracı olarak kullanmağa itiyor. TO BUILD OR NOT TO BUILD?
Bu noktada başa dönerken PATTU, SO? ve Herkes İçin Mimarlık’ın işleri, çağdaş toplumsal algının metalaştırmak için etiketleyerek endüstri ile sanat arasına sıkıştırdığı mimarlığın anlık, katılımcı ve esnek olduğu oranda dayanıklı ve uygulanabilir çözümlerin filizlendiği bir alan olduğunu gösteriyor. Şiddet ile kurtarma arasında sıkışmışlığımızın sızısını da aktarıyor bize. Unutulmaması gereken bir nokta da bu eserlerin aslında onları taçlandıran diğer eserlerin aksine bu üç atölyenin sergiye davet üstüne gerçekleştirdiği çalışmalar olması. Özellikle SO?’nun çalışması Lost Barrier, yaşam alanlarımızı gittikçe daha çekincesiz bir şekilde işgal eden şiddet mimarisinin, itibar edilmediği halde derin bir acz içinde çatırdayışını
resmederek içimizi bürüyen o duygulanıma bir çıkış yolu gösteriyor. Bu sergi, İstanbul sanat ve mimarlık topluluklarının ne kadar girift ve zor bir yerden üretim yapmaya uğraştığını ziyaretçiyi sarsarak ve bunca duygulanım sonunda empatiye yönlendirerek aktarabiliyor ve İstanbul’da teknolojinin sunduğu olanaklarla gerçekten bütünleşik bir dil kuran, olgun ama geçkin olmayan bir üretimin olduğunu tescilliyor. Son tahlilde İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke, Yankı’dan Kazova Zaferi’ne, Hera Büyüktaşçıyan’ın In Situ’sunun da dikkat çekmek istediği gibi toplumca içselimizde aşina olduğumuz kıymeti bilinmeyenlerimizin, güncel bir “arkeolojik” inceleme ile İtalyan sanat izleyicisine hem bir ayna olabildiğinin hem de İstanbul’un yaşanmazlığının gerekli empati kurulduğunda aslında anlatılır olabildiğini nadir erişilebilir bir saydamlıkla kanıtlıyor.
Dünyanın En Güzel Şehrini Avrupa’nın En Güzel Şehrine Götürüyoruz
tarafından yürütülen iki aşamalı, övgü dolu ve beklemeli seçim sürecinin meyveleri oldu. İKSV'nin Türkiye Pavyonu küratörünü belirlemek için cesur bir seçimle açık çağrı yapması ile bienalin ana küratörü Alejandro Aravena'nın genel yaklaşımı bir araya gelince ülkemizin depresif genç mimarlık sahnesi için umut kaynağı doğmuş oldu. Murat Tabanlıoğlu tarafından küratörlüğü üstlenilmiş olan 2014'teki Türkiye Pavyonu'nun Tabanlıoğlu Mimarlık’ın monografının lansmanı için düzenlenen bir etkinliği andırmasının ardından 2016 pavyonunun, doğal olarak binealin ana konsepti olan "Reporting from Front" (Cepheden Bildirmek) ile uyumlu olmasını bekledik. Ne yazık ki Türkiye'yi temsil edecek projenin duyurulmasıyla Toskana Vadileri ve Venedik lagünlerinden gelen koku yeniden yayıldı. Bu rahatsız edici parfüm elbette seçilen mimarlardan kaynaklanmıyordu. Aksine Teğet Mimarlık, Türkiye'nin belki de en yenilikçi mimari pratiğini üreten, zorlayıcı mimari yarışmalara katılarak kendini en üst seviyeye çıkarmış bir ofis. Bu kötü parfüm daha çok, projeyle ilgili bilgi eksikliğinden geliyordu.
ZİNCİRLEME REAKSİYONLAR
İKSV'nin web sitesinde ve diğer mimarlık platformlarında Darzana projesinin içeriğiyle ilgili belirsiz bilgiler, seçim komitesinin ifadesini yansıtan genel bir not eşliğinde paylaşıldı. Seçilen proje Venedik'teki Arsenale ile şu anda Teğet Mimarlık, Tabanlıoğlu Mimarlık, NSMH ve Boran Ekinci'nin katkısıyla yürütülen bir dönüşüm projesi geçiren İstanbul'un Haliç Tersaneleri arasında bağlantı kuruyor gibi görünüyor.
İfade özgürlüğümüzün otorite tarafından sınırlandığı bu karanlık günlerde, küçük mimarlık dünyamızın ufak kederlerinden dert yanmak biraz anlamsız. Ama yine de Gaziosmanpaşa'daki ViaPort Venezia projesiyle Venedik Mimarlık Bienali arasında mantıksal bir bağlantı kurmaktan kendimi alıkoyamıyorum.
ŞUBAT 2016 - XXI 28
Dome+Partners tarafından tasarlanan muhteşem ViaPort Venezia projesinin televizyon reklamlarını hatırlarsak Avrupa'nın en güzel şehrini (Venedik), dünyanın en güzel şehrine (İstanbul) getirdiklerini iddia ediyorlardı. Sahiden de artık tamamlanmış projenin merkezi, içinde gerçek Türk gondolları olan nefis Venedik kanalları kopyalarına ev sahipliği yapıyor. Esasen İstanbul’daki son gayrimenkul geliştirme projeleri çerçevesinden olaya bakacak olursak böylesi yersiz yurtsuzlaştırılmış konseptlere oldukça alışkınız, misal İstanbul’un sağına soluna serpiştirilen Toskana Vadileri. Tabi ki bu alanda Türk mimarların ve gayrimenkul geliştiricilerinin hayal dünyası sınır tanımıyor.
SINAN LOGIE
Sırf bu nedenle bile, yani kapalı sitelerimizin ve büyük ölçekli projelerimizin adlarını koymada bize verdiği ilham için Türk mimarlık dünyasının İtalya'ya teşekkür etmesi gereken zaman geldi. Neyse ki İKSV, 15. Venedik Mimarlık Bienali sayesinde dünyanın en güzel şehrini Avrupa'nın en güzel şehrine gönderme fırsatını yakaladı. İtalyan ilham kaynağımıza yönelik bu sembolik karşılık, saygıdeğer Türk akademisyenlerden oluşan jüri
Haliç Tersaneleri'nin özelleştirmesi 2013 yılında duyurulmuştu. Siyasi düzenlemelerle ve gayrimenkul piyasasının baskısıyla yapılan bu duyuru, İstanbul'un kamusal mekanlarında artan kontrole karşı bir tepki olan Gezi protestolarından birkaç gün sonraya denk geldi. Haliç Tersaneleri dönüşüm projesi, bu şekilde başladığı ve neredeyse gizli bir planlama süreci yürütüldüğü için Haliç Dayanışması gibi kentsel aktivist gruplar tarafından protesto edildi. Bu sebeple Haliç Dayanışması’nın çoktan belirttiği gibi, eğer İKSV ya da küratörler Türkiye mimarlık ortamıyla şunları paylaşabilirlerse mutluluk duyacağız: - Pavyon projesinin daha detaylı içeriği - Seçim komitesinin dünyanın en güzel şehrinin tersanelerini Avrupa'nın en güzel şehrinin tersanelerine göndermesine sebep olan gerekçeleri içeren tam rapor. Bu iki noktanın açıklığa kavuşması, Venedik Bienali'ndeki Türkiye Pavyonu’nun Cannes'daki MIPIM'ın uzantısı olduğu gibi şizofrenik düşüncelerimizden bizi arındıracaktır. Yazıyı bitirmeden önce, İKSV'yi, Venedik Mimarlık Bineali'ndeki Türkiye pavyonları için açık çağrı yapmaya devam ederken seçim komitesini de küçük yerel mimarlık ortamımızın tartışmalarını genişletebilecek daha genç akademisyenlere açmaya teşvik etmek isterim. Bu haftasonu dikkatli olun, kar nedeniyle Gaziosmanpaşa'da gondol hizmeti olmayacak.
Prag’da On Figür, Üç Anti-Figür -Zafer Aracagök için-
FIGÜR 1
Prag’ın kent merkezinde sadece binalarda değil, her yerde yüz figürleri karşımıza çıkar. Batı heykel sanatında ilk yüz ifadesinin 1200’lü yıllarda, gotik ortaçağ heykellerinde ortaya çıktığı söylenir. Bugün Prag’da sadece heykellerin değil, sıradan nesnelerin de bakışları var. Bu durum, ayrıntıya aç birine bile havlu attırabilir. Geceleyin perukçu dükkanlarının, ahşap oyuncak ve kuklaların satıldığı dükkanların vitrinlerinde sayısız hayalet kol gezer. Prag bir imge dünyasıdır.
FIGÜR 2
Vltava’nın menderesi, coğrafi barok kıvrımsa, Vlatava’nın üzerinde yer alan, güneyden kuzeye Zeleznicni, Palackeho, Jiraskuv, Legii, Karl, Manesuv ve Checuv köprüleri, kentin parçalarını birbirine bağlayan dikiş çizgileridir denebilir. Özellikle de Karl Köprüsü, eski kentle küçük meydanı birbirine bağlayan bir yaya köprüsü işlevi taşır bugün. Oysa yüzyıllar boyunca araç trafiğini taşımıştır. Orijinalleri müzeye taşınmış replika taş heykel grupları, Prag’ın figürsel imgesinin en güçlü kurucularından biridir. 1709 tarihli Meryem ve Aziz Bernard heykelinde istifli figür fragmanları, köprü üzerinde karşılaşılabileceklerin küçük bir bölümüdür yalnızca. Bu barok heykellerde figürler içe mi dışa mı itilmiştir? Kimi kere, yüzlerin gövdelerinden ayıklanarak birbirlerine doğru çekildiklerini, tek bir kaynaşık bedene doğru toplandıklarını hissederiz. Bu, heykeltıraşın iradesinin tecellisidir. Şayet bu vektör dışa doğru itiyorsa, bu kez de taşın bütüncül gövdesinden sökün eden, oradan buradan fırlayan, öngörülmedik çokluğun, organsız bedenin canavarsılığıdır söz konusu olan. Bir güç, bedenlerin taştan dışa doğru fışkırmasına neden olmaktadır; bunlar, taşlaşmış görünümler olmalarına karşın gerçekte sadece anlık belirmelerdir.
ŞUBAT 2016 - XXI 30
DÖNME DOLAP
Prada’nın, Gucci’nin, Dior’un vitrin düzeni, üst sınıfın gösteri düzenini aşarak lükse dini anlamını bahşeder Prag’da: Lüks, şatafat, gösteriş, başka hiçbir yerde bu kadar inandırıcı ve sahici gözükmez. Bunlar, gezmenin gözünde, Aziz Mikolaj kilisesindeki ahşap figürlü İncil tasvirlerin Noel pırıltısıyla aynı kökene aittir.
FIGÜR 3
LEVENT ŞENTÜRK
Aziz Jacub Kilisesi’nin girişindeki barok yüksek kabartma grubu, kentin figürler aracılığıyla bakışını sonsuzlaştırmakla yetinmediğini, bakışları üzerine toplayan birçok evrene yataklık ettiğini de gösterir. Bu grubun sanki sayılmayacak kadar çok üyesi, unsuru vardır. Burada söz konusu olan, tüm bu çokluğun göksel/teolojik birlik etkisi yaratmasıdır. Bütün varlıkların bakışında permütatif belirişiyle tanrı. Diğer yandan, bu evrene dalan, sayısız ayrıntıya odaklanan “bizim” bakışlarımız. Bu heykele yüzyıllardır bakanların tümünün bakışlarını (yüzlerini) tek bir
“Marginalia” işlevsel olandan taşmanın üst sınırını temsil eder binalarda. Cephelerdeki oranda ve orantı unsurlarında dolaylanan anlam, beden temsilleriyle bir kez daha dolaylanır; sonra bu beden temsillerinin de aslında birer sembol olduklarını (sözgelimi güzel sanatlardan her biri ya da bir erdem) gördüğümüzde, bu dolaylamaya eklenen bir eksponensiyeldir (ya da üstel sayı: “a üzeri 2” = “a kare”). “Marginalia”ların da bir kodlar sistemine ait oldukları muhakkak; ne var ki bunların da kimi kere kastını aşan bir yaratıcılığa eriştikleri olur: Mesela bir “Atlas”, kendi gibi taştan yapılma başka bir erkek figürünü, bir büstü taşırken tam bir oksimorona dönüşür. Heykel sanatını temsil eden, elinde heykel taşıyan bir heykel de bu kategoride yer alabilir.
31 XXI - ŞUBAT 2016
Aziz İgnatius Kilisesi’nin ilk mimarı Carlo Lurago 1665’e kadar, Paul İgnaz Bayer 1687’e kadar barok yapının inşasıyla uğraşır. Artık Karl Üniversitesi’ne ait olan yapının cephesindeki önemsiz ikiz paye başlıklarından birinde yine yüzler var. Ama burada bitmiyor: Çünkü göz hizasının çok yukarısında, ancak bir teleobjektifle yakından incelenebilecek mesafede yer alan bu neorönesans süslemelerinde, dikkate değer ne bulabiliriz ki? Sandığımızdan çok daha fazlasını. Prag’ı bunca ürpertici kılan şey belki de bu ikiz volütte saklı. Çünkü bu önemsiz başlık gerçekte asimetrik. Hiçbir şey tamı tamına tekrar etmiyor. Her unsurda nüanslar, küçük değişkenler var. Yapraklar, üzüm demetleri, yumurtalar, çiçekler, bebeklerin saç kıvrımları bile birbirinden farklı. İstiflenen figürlerin birbirine mesafeleri, kıvrılma tarzları, şu ya da bu nedenle, tam tamına aynı değil. Kötü bir rastlantı da olabilir. Kentin neo-klasik imajını, cephelerde bol miktarda kullanılan taş görünümlü alçı panellere borçlu olduğu bir gerçek. Ama tersini gösteren sayısız detay da var. Büyübozumu, büyüyü yeniden oluşturan sayısız ayrıntı nedeniyle yeniden büyüye dönüşüyor.
“marginalia”ya kastını aşan anlamlar yüklediği söylenebilir.
DÖNME DOLAP
FIGÜR 4
herhalde “eşeğin sırtındaki kılları saymak” çok daha insaflı bir şakadır. Ortaçağda mimariye dahil olan, mimari elemanlarla birleşen heykellere “marginalia” denirdi. Prag kentinde, görkemli iç mekanları heykellerle bezenmiş müzeler, kamu yapıları, saraylar, galeriler hariç, sadece sokakları arşınlayarak karşılaşılabilecek “marginalia” örneklerini arşivlemek için birkaç ay sürecek kapsamlı bir çalışma yapmak gerekir herhalde.
fotoğraflar: Levent Şentürk
uzamda toplayacak heterotopik bir ayna icat edilecek olursa günün birinde, bu neo-barok hayalgücünün yeni bir evresi olacaktır.
FIGÜR 9 FIGÜR 7, 8
FIGÜR 5, 6
Türkiye’de bir mimarlık sınıfına bir hafta içinde kentteki tüm heykelleri sayarak haritada işaretleme gibi bir görev verilecek olsa, öğrenciler son gün birkaç saate bu işi halledebilirlerdi. Kimi Avrupa başkentleri için de bunun uzun uzadıya sorun olmayacağını düşünebiliriz. Ama aynı görevi Prag’da başarabilecek bir insan evladı bulunabilir mi? Bunun yanında
Prag’da “marginalia” örnekleri, sözcüğün vaat ettiği üzere, yapıların cephelerinin sınırlarında belirir: Bir balkonun payandalarında, bir alınlığın payelerinin yerinde, bir nişin içinde, bir balkon korkuluğunun köşesinde, bir saçağın kenarında. Büyük ölçekte, yapı kütlesinin kompozisyonunu tamamlayacak şekilde işaretleyici nitelik de kazanabilir. Bu durumda, birçok heykelin düşey biçimde kullanıldığı görülür. Parthenon’dakine benzer şekilde, alınlığın içine yerleşen grup heykeller de söz konusu olabilir; sözgelimi 1890 tarihli, mimar Joseph Schulz’un eseri olan ulusal müzede böyledir. Çıplak kadın ve erkek bedeni, kentin her yerindedir; devlet imajıyla ve resmi kurumlarla bütünleşen anıtsal, cömert, dinç, doğurgan ve haz dolu bedenlerdir bunlar. Dolgun göğüslerini ve çıplak bedenlerini sere serpe sergileyen devasa kadın heykelleri, kentin en görünür yerlerine, bugüne meydan okurcasına yerleşmiş, dünyayı ve bizleri pervasızca seyreder. Aynısı erkek bedenleri için de geçerlidir. Eprimiş “marginalia”lar, gotik ve karanlık kent imgesini pekiştirir. Patinenin, yıpranmanın, yüzey deformasyonunun da
Prag’da yapı cephelerinde sadece heykeller ya da geometrik süslemeler değil, resimlemeler de çeşitlilik gösterir. Freskler, duvar resimleri, seramik ve cam panellerden daha şaşırtıcı olan bir şey varsa, o da “sgraffito” kullanımıdır. XXI’de geçtiğimiz sayıda, Sakız adasındaki Pirgi köyünde (Yunanistan) kullanılan bu geleneksel bezeme tekniğinden söz etmiştim. Pirgi’deki sgraffito uygulamaları, farklı renkte iki katman sıvanın, ıslakken kazınması yöntemiyle elde edilir. Prag’da da aynı yöntemin kullanıldığı görülür. Ancak Prag’da sgraffito’nun daha modern ve sistematik, dolayısıyla daha büyük ölçekte ve homojen şekilde kullanıldığına şahit oluruz. Vltava Nehri’nin kuzeybatı yamacındaki kale bölgesinde yer alan Swarzenberg sarayı, sgraffito’nun kapsamlı ve modern denebilecek kullanımına dair önemli bir örnektir. Yapının tüm dış yüzeyleri, kesintisiz şekilde, çeşitli ölçeklerde geometrik görünümler sunan sgraffito’larla bezelidir. Mimarı Agostio Galli’nin 16. yüzyılın ortalarında inşa ettiği bu yapı (1545-1576) bugün sanat merkezi olarak kullanılmakta. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra onarılan ve 2007’de yenilenen yapının cepheleri, iç avlusu, avlu duvarı, çatı duvarları ve hatta bacaları, incelikli sgraffito’larla kaplıdır.
yüzyıl sonra, 1970’lerin sonuyla 1980’lerin başlarında inşa ettiği, ulusal tiyatronun ekindeki yeni oditoryum ise, modern Prag mimarisindeki radikal örneklerden biri olsa gerek. Tüm yüzeyleri modüler cam bloklarla örtülü yapı zeminle de bağını neredeyse tamamen kesmiştir. Kentsel bağlama tavır alışı, sadece yüzsüzleştirilmiş kitlesinden ibaret değildir; Narodni bulvarını kevgire çeviren bina, arkasında bıraktığı avluyla da tarihselci doluluğun ortasına koca bir oyuk yerleştirir. Camın şeffaflık yerine opaklık üretmesi, cam tuğla bloklarının eğriselliği ve cephede kendini minör bir dalgalanma biçiminde hissettiren barok, zamanının hayli ötesinde bir yorum gibi de okunabilir mi? Prager’in yapısını 21. yüzyıla, Gehry’ninkini ise postmodernizme yaklaştırmak akla daha mı yatkın? ANTI-FIGÜR 1
Prag’ın tarihselci dekorundan hazcı bir parodi çıkartan “dans eden bina”, tüm bu figürler evrenine nasıl katılıyor? Gehry’nin 90’ların başlarında Vlado Milunic ile beraber tasarladığı Fred & Ginger binası, Vltava’yı dik kesen Resslova Bulvarı’nın Jiraska Köprüsü’yle buluştuğu köşede, görsel açıdan hayli anıtsal bir konumda yer alır. Gehry’nin yapısökümcülüğü, güçlü cephe ritmi sürekliliklerini kırmakla pek ilgilenmez; hatta bir hesaplaşmadan dahi bahsetmek pek mümkün görünmüyor. “Olanaksız” eğrisel strüktüre sahip ikinci kule ise, bu barok evrenle gabari ölçüsünde yeniden buluşur; taş bir heykeldeki bir kıvrım, bina ölçeğine sıçramıştır sanki.
ŞUBAT 2016 - XXI 32
DÖNME DOLAP
FIGÜR 10
Prag’da sgraffito’lar birçok yerde karşımıza çıkar: Ulusal müze yakınında konut bloklarında silinmeye yüz tutmuş pencere bordürlerinde belirdiği olur. Prag sgraffito’larının, Pirgi’dekilerden ayrıldığı nokta, pitoresk niteliğidir. Pirgi’de sgraffito geometrisi heterojendir, kısmi kullanıma ve soyutlamaya dayanır. Buna karşın Prag’da üçüncü boyut etkisi ve resimsellik ön plana çıkar. Karl Köprüsü’nün güneydoğu köşesinde yer alan Smetana Müzesi’nde söz konusu olan budur. Chlamovski Sarayı, 19. yüzyıl kompozitörlerinden Smetana’ya adanmış bir müzeye dönüşmüştür. Vltava’nın kıyısındaki yapının çatı seviyesindeki son katında sgraffito’lar, kemerli niş içinde “marginalia” etkisi yaratacak şekilde kullanılmıştır. Bu da, yapının karşı kıyıdan ve nehir seviyesinden algılanmasına dair bir çalışma yapıldığını gözler önüne sermekte. Yapının köprüye bakan dar cephesindeki geniş dikdörtgensel alan, mimari gravür denebilecek bir kullanımla, 1925 tarihli bir sgraffito tablo ile bezelidir.
ANTI-FIGÜR 2
Çekoslovakya’nın öncü mimarlarından Karel Prager’in iki yapısı, figürle hesaplaşmak konusunda çok daha radikaldir. Prager’in 1960’ların sonuyla 70’lerin başları arasında inşa edilen ulusal meclis binası; gar ve opera ile ulusal müze arasında konumlanır. Ulusal müze, 1890’da Joseph Schulz tarafından tasarlanmıştır. Prager’in meclis binası, 1990’larda radyoevine, 2000’lerde de müzeye dönüşmüştür. Prager’in çelik konstrüksiyonlu yükseltilmiş kitlesi, doluluk, yeğinlik ve oylum üzerine kurulu Prag imgesine boşluğu getirmesiyle bugün bile benzersizdir. Tschumi’nin Akropol Müzesi’nden neredeyse yarım asır önce, Prager ulusal müzenin ve Prag vistasının yükseltilmiş hacme dolmasını sağlar. ANTI-FIGÜR 3
Bununla da kalmaz; kent merkezinde Mustek metro durağına bakan bir yapıda ve 1896 tarihli Wiehl Evi’nde renkli örnekleri görülebilir. Daha birçok yerde, Prag sgraffito’ları peşimizi bırakmaz.
1868’de mimar Josef Schulz’un tasarımıyla inşa edilmeye başlanan ulusal tiyatro binası, 1881’de açılışına kısa bir süre kala trajik biçimde yanarak harap olur. İki yıl sonra yeniden açılır. Karel Prager’in
Katlanarak Yayılan SALON ARCHITECTS KURUCU ORTAĞI ALPER DERINBOĞAZ’IN VOLKSWAGEN ARENA’NIN LOBISI IÇIN GERÇEKLEŞTIRDIĞI TRIFOLD, ASMA TAVAN, DUVAR VE OTURMA BIRIMI IŞLEVLERINI KENDI IÇINDE ERITIP BIRLEŞTIRIYOR. bütünleşen Tri-Fold’a, Antilop Medya Tasarım Ajansı’yla işbirliği içerisinde hazırlanan Volkswagen Arena için özel içeriklerin yer aldığı ekranlarla birlikte, etkileşimli bir yerleştirme olma özelliği eklenmiş. Tri-Fold’un çevresinde yer alan ekranlar, nesnenin üç temel hareketine referans verecek şekilde konumlandırılmış ve kompozisyonunun kendi içerisinde de bağ kurması güçlendirilmiş. Kamil Kaplan tarafından gerçekleştirilen strüktürel uygulama, kontrplakların waffle tekniğiyle bir araya getirilmesiyle hayata geçirilmiş.
ŞUBAT 2016 - XXI 34
GÜNCEL
Tri-Fold, lobinin tavanından başlayarak iç duvar yüzeyine ve zeminine inen dinamik kurgusuyla bulunduğu noktayı tanımlı hale getirirken aynı zamanda da kullanıcıları etkileşimli ve akışkan bir etkiyle yönlendirerek mekan deneyimini kuvvetlendiriyor. Mekandaki hareketleri yönlendiren dinamik formuyla Tri-Fold, ziyaretçilerin etkileşimli olarak kullanacakları multi-touch ekranların yer aldığı, etkinlik öncesi ve sonrası zaman geçirilebilen bir lounge/stand tasarımı olarak kurgulanmış. Çevresindeki üç adet ekranla
fotoğraflar: Büşra Yeltekin
KENTSEL TASARIM - İSTANBUL ŞUBAT 2016 - XXI 38
çizimler: Burak Saatçioğlu
Kente Açılmak İsteyen Sahne TARIHI BOMONTI BIRA FABRIKASI, BOMONTIADA ADIYLA DÖNÜŞÜYOR. MAHALLE VE ŞEHIRLE DOĞRUDAN ETKILEŞIM IÇINDE OLAN PROJENIN ORTAYA ÇIKIŞ SÜRECINI ALEXIS ŞANAL ILE KONUŞTUK. Hülya Ertaş
BOMONTIADA
şanalarc
he: Bomontiada, farklı bir kentsel fikirle konumlandığı alana yerleşmeyi planlıyor. Burada yapmaya çalıştığınız şeyin ana fikrini anlatabilir misin? Alexıs Şanal: Üç yıl önce Efes, Pozitif'i Tarihi Bira Fabrikası'nda Babylon açma fikriyle davet ediyor, Cem Yegül'ün girişimi ve Doğuş Grubu'nun sürece dahil olması ile birlikte projenin tohumları atılmış oluyor. Öncelikle Babylon gibi iyi eğlence ve iyi yemek sunan, enerjiyi bir arada tutabileceği ve olumlu etkisi olacağı kesin olan aktörlere gidiyorlar. Pozitif’in ortaklarından Cem Yegül'ün girişimi ise, bu potansiyeli diğer şeyler için bir düşünme alanı olarak kullanmak üzerine oluyor. Temelde mahalle için bir çeşit lokomotif olarak işleyen ve yaratıcı kültürü besleyen bir gayrimenkul geliştirme işi gibi düşünmüşlerdi. Bunu bir deneyim alanı olmaktan çıkararak mekana dönüştürüp, şekillendirici bir
nitelik kazandırmaya yöneldiler. Bana göre bu, ileri görüşlü bir karardı çünkü bizi kentin ihtiyaçlarının ne olduğunu yeniden düşünmeye itti. Vasıf Kortun'un, en başından bu yana sürecin içinde yer alması ise modern sanat mekanları kültür altyapısını oluştururken bu sinerjinin nasıl yaratılabileceği ve bir metropolün bunu nasıl üretebileceği sorularının sürecin ilk evrelerinden itibaren sorulmasına sebep oluyor. Vasıf Kortun'un rehberliğinde, yeni kültürel pratiklere tarafsızca bakabilen bir oluşum olması hedeflenen Alt da Bomontiada'nın bir birimi olarak kampüsteki yerini alacak. Yine Vasıf Kortun'un önerisiyle biz de Ahmet Uluğ ve Cem Yegül ile tanışıp, aynı dili konuştuğumuzu fark edince birlikte çalışmaya başladık. Bir yıl önce bu işin içine girdiğimde, şık bir mekansal tasarımla başlamak zorunda olmadığımızı düşündüm. Başka bir başlangıç noktamız olmalıydı. Bu nedenle burayı mahallenin çekirdeği olarak düşünmekle işe başladık. Feriköy İstanbul’un içinde çok derin bir tarih ve kültür barındırıyor. Bomonti
kentsel miras
tarihi miras
PARK + TÜNEK Eğilmis ahsap platform ve kendi haline bırakılmıs çimlikten olusan yumuşak zeminli kamusal alan.
ÖN CEPHE YOLU + CEP PARK Geliş, gidiş yollarının yayalaştırılması ve trafiğin durdurulması; büyük, küçük ölçekte sokak hayatı ve kültüründe insanın öne çıkarılması.
PAZAR YERİ + AVLU Avlu için özel kurgulanmış kamusal katılım.
çekirdekte meraklanma
semtin değil, aslında orada bira fabrikasını kuran Bomonti kardeşlerin yarattığı “bir araya gelme” kültüründen doğan buluşma noktasının adı. Semtin adı Feriköy. Esasında Bomontiada projesinin çıkış noktası da bu oldu. Önümüzdeki beş yıl içinde çevredeki yapıların tamamı tahminen yüksek katlı yapılara dönüşecek. Bunu olumlu anlamda şekillendirebileceğimiz paradigmaları aradık. Kişisel olarak bu binaların hayranı değilim ama Vancouver, Montreal, Şikago gibi yüksek katlı binalarıyla birlikte iyi işleyebilen kentler de var. Asıl mesele, yapıların yükselmelerinden ziyade kentle nasıl bir birliktelik kurdukları. Ve Bomontiada temelinde, semt eşikleri, canlı sokaklar, "wedgetopia", yenilikçi altyapılar, ekolojik koridorlar ve bir ofis olarak şehir diye adlandırdığımız altı başlık üzerinden süreçle biriktirdiğimiz kentsel fikirlere odaklandık. he: Özellikle de sokak kotunda, zemin katlarda. aş: Evet, büyük mülk sahiplerinin nasıl bir sinerji yarattıklarını, neyi geliştirdiklerini sorgulamaları ve daha büyük bir alanın parçası olduklarını kabul
etmeleri oldukça önemli. Burada yaratıcı endüstri için büyük bir kazanç olarak görülebilecek eski tekstil fabrikaları mevcut ve arka tarafımızda çeşitli gelir gruplarından oluşan konut bölgesi var. Kurtuluş ve Şişli, etnik çeşitliliğe sahip bir karakterde, yüksek orta sınıfın konut alanlarını içeriyor. Konut dokusunun yanı sıra çalışan sınıfı buraya taşıyan yapılar da var. Tüm bunlar orta sınıfın varlığını tanımlıyor. Eğer sorun doğru tanımlanırsa buradaki oluşum, potansiyel yaratıcı endüstrinin ve kaynağının geleceğini oluşturacak. Bu yüzden projeyi uzun vadeli düşündük. Soyut fikirlere göre şekillenebilen bir mekana sahip olmanın yanı sıra "Kentin bu bölgesini yeniden üretmek için elimizdeki ağı, yeni işbirlikleri kurmakta nasıl kullanabiliriz?" diye sorduk. Üretimin yeniden gündeme gelmesi için elimizdeki en iyi şey kentin ekolojisiydi. Üzerinde olduğumuz bu küçük tepe ve etrafımızdaki şehir, büyük bir vadinin içinde. Farklı mülk sahipleriyle bu ekolojik niteliği yeniden yapılandırmak istiyoruz. Bu doğrultuda üç farklı katmanı aynı anda gözetiyoruz. Birinci katmanda çevresiyle ve şehirle birlikte çalışan bir alan yaratmak var. İkincisi, yeni ağ toplumunu besleyecek bir
ekolojik miras
topoğrafik miras okumaları
program geliştirmek. Üçüncü katman ise aslında ilk adıma benzer şekilde somut bir prova rolü üstlenen bir mekan programı oluşturmak. Bu katmanların ötesine de geçmek istiyoruz. Yeni ve geçici girişimlerde bulunarak bilindik metotlarla kendi yaratıcı endüstrimizi de desteklemeye çalışıyoruz. he: Hilton gibi diğer mülk sahipleriyle nasıl çalışıyorsunuz? aş: Hilton cesur öncülerden, onu bir kent geliştiricisi olarak görüyorum. Burada diğer mülk sahipleriyle ilişki kurulmasına aracılık ettiği için bizim en önemli ortağımız diyebilirim. Üzerinde anlaştığımız konulardan biri buradaki ticari işlevleri tanımlamak; çünkü bu tarz programların geliştirilmesi yeni işbirliği yöntemleri doğurabilir. he: Çoğunlukla program düzeyinde mi bu, yoksa mesela mimari müdahaleler yapılarak her yerin daha erişilebilir kılınması da sağlanacak mı? aş: Bununla ilgili belli bir yaklaşımımız var. Mesela buradaki tüm kapıları ortadan kaldırarak alanı büyük bir parka dönüştürüyoruz. Hilton'a uzanan yol, bir
39 XXI - ŞUBAT 2016
PATİKA+PERFORMANS Sokak hayatını iç mekandaki performans, sahne, bahçe ve kamusal sanat aktivitelerine bağlayan işlenmiş sert zemin kurgusu.
KENTSEL TASARIM - İSTANBUL
işveren: Bomontiada ortak alanlar ve kentsel tasarım: Şanalarc mimarlar: Alexis Şanal, Murat Şanal proje yürütücüleri: Didem Sağlam, Begüm Öner mimari ekip: Ulufer Çelik, Burak Saatçıoğlu, Bassil Taleb, Matyas Skardelli peyzaj tasarımı: Arzu Nuhoğlu Peyzaj Tasarım aydınlatma tasarımı: ZKLD statik tasarım: YBT hareketli mimari tasarım: Trak parametrik tasarım: Perse müteahhit: Siska + Işık Peyzaj bomonti bira fabrikası restorasyon ve yeniden işlevlendirme: Mimarlar, Han Tümertekin
bağlanabilirlik
ŞUBAT 2016 - XXI 40
KENTSEL TASARIM - İSTANBUL
bölgesel işlevler
günümüzdeki yapı yoğunlugu
canlı sokaklar ve eşik durumları
sokak hissi vermeye başlıyor. Eğer bir yapı, Bomontiada'nın bir parçası olmak istiyorsa bizim değerlerimizi de benimsemeli. Çalıştığımız diğer mülk sahipleriyle bizden biri olmak için imza attıkları kabulüyle belli bir düzeyde prensipte anlaşıyoruz. Bomontiada sakinleri tek başına marka değerleri, duruşları ve varlıklarıyla değil, aralarındaki sinerji ve programa katkıda bulunmaları nedeniyle önemliler. Bu yüzden kendilerine mekan veya kiracı gözüyle bakmıyoruz ve onlara “sakin“ diyoruz. Nasıl Bomonti'de ikamet edenlere Bomonti sakini diyorsak, kampüste keyifli vakit geçirmek için gelen de, Bomontiada'da bulunan tüm bu ortaklar da “sakin“. Çünkü biz burada bu sinerjiyi oluşturmak ve “bir araya gelme” kültürünü devam ettirmeyi amaçlıyoruz. Her şeyin tek, büyük bir sosyal mekan olarak algılanmasını istiyoruz. Önemli ölçütlerimiz, rekreasyon ve sokak kotu kurgusu. Konut blokları kendi alanını tanımlamak için duvar inşa eder, biz burada tersini yapmaya çalışıyoruz. Hepimiz biliyoruz ki burada başka bir alışveriş merkezine ihtiyacımız yok. Biz Bomontiada'ya yaratıcı kültür kampüsü diyoruz. Kompleks, yalnızca bir yaşam
alanı, kafe ve restoran noktası olarak değil; semtin şu anki yaşayanları ve çalışanlarının katılımıyla şehrin kültür ve yaşam döngüsünü değiştirecek bir program olarak tasarlandı. Öte yandan bunun da ilerisine gidip buradaki kültürel etkinliklerin içerik ve programlarıyla ilgili yenilikçi olmamız gerek. Bir ağın parçası olmakla herkes tarafından tüketilebilir olmak birbirinden oldukça farklı şeyler. Bu oldukça sıkı çalıştığımız, zorlu bir süreç. he: Bomonti son beş yıl içinde çok radikal bir şekilde dönüştü. Planlarınızı duydukça keşke beş yıl önce başlasaymışsınız, belki buradaki dönüşüm için farklı bir rota çizilmesini sağlayabilirdiniz diye düşünmeden edemiyorum. aş: Burada oldukça farklı bir modeli deniyoruz; içinde bulunduğumuz mahalleye bakıyoruz, kentsel park boşlukçukları bulup onları canlandırmak istiyoruz; yeni mülk sahiplerine, işyerlerine, lokantalara vs nasıl danışmanlık sağlayacağımızın yollarını araştırıyoruz. Ve bu dönüşümü gerçekten
bölgesel canlılık yerleşimleri
sağlıklı bir biçimde yapmaya çalışıyoruz. Binanın avlusunu bir buluşma alanı olarak tasarlıyoruz. Bomontiada'da sakinlerin üzerinde beraber çalışacağı gösterimler, konserler, görsel sanat performansları ve yemek festivalleriyle kültürel aktivite programı oluşacak. Bomontiada’nın programı ilk üç ay için çevrede yaşayanların ve çalışanların Bomontiada'ya katkısıyla şekillenecek. Yani Bomontiada'nın ilk programını Mehmet Uluğ'un da hayal ettikleri üzerinden Babylon felsefesine uygun olarak Bomonti “sakin“leri başlatıyor. İleri safhalarda Bomontiada'da gerçekleştirilecek programa tüm şehrin katkısı olacak. Ayrıca, buradaki avluyu yeniden bir sahne olarak inşa edeceğiz. Daha sonra bunu söküp mahalleye dağıtarak bu parçaları nasıl yeniden inşa ettiğimizi göstereceğiz. Bu paletleri, şehrin yeniden canlandırabileceğimiz mekanlarıyla ilgili öneriler geliştirebilmek için kullanacağız. Bunu şu açıdan ilginç buluyorum: Bir mekan hoş, bilinen, uyarlanabilir yeniden kullanım yöntemleriyle
KENTSEL TASARIM - İSTANBUL 41 XXI - ŞUBAT 2016
üretildiğinde güzel olabilir; ama bu, mekanın öyküsünü ilginç kılmaz. Tüm kiracılar Mart 2016’da kapıları açtığında mekan ilginç bir yer haline gelebilir, ilginç bir öyküye sahip olmaya başlayabilir. Elimizde neler düşündüğümüzü anlatan büyük bir alan haritamız var. Girişler için neler öngördüğümüzü, kimin mülkünün dönüştürüldüğü, kaç kişinin geleceği gibi düşüncelerimizi iletmek, bunları tartışmaya açmak ve insanları farklı biçimlerde sürece dahil etmek istiyoruz. Burada kendi kendini idame ettirebilen sağlıklı çalışan bir sistem yaratmak istiyoruz. Bunu yaparken belirleyici değil, etkinleştirici olmak istiyoruz. Burada nesillerdir yaşayan insanlar da hikayelerini anlatmak istiyorlar ve biz de bu öyküleri yakalamak istiyoruz; çünkü burada yaptığımız sıfırdan bir üretim değil. Tasarım ekiplerinin, sivil kuruluşların işlerini kolaylaştırmak için parametreler üzerinde tartışmaya devam ediyoruz hala. Atölye İstanbul, Pozitif, Doğuş gibi kurumların hepsinin kendilerine ait nitelikleri var, bu bağlamda mekanın nasıl kullanılacağı, mevcut özelliklerin mekanla nasıl bir arada düşünüleceği de önemli hale geliyor. Birçok açıdan düşünüldüğünde
gelecek yaza kadar tam olarak açılmış olamayacak burası. Süreç deney yapmayı, bolca prova yapmayı gerektiriyor. he: Mekanlar etkinlik odaklı üretildiğinde, insanların sadece doldurup boşalttığı alanlara dönüşebilir. aş: Evet, bu halletmemiz gereken bir mesele. Nasıl benim kadın bir mimar oluşumu inkar edemezsen, biz de buranın bir etkinlik alanı olduğunu inkar edemeyiz. Ana işlevimiz etkinlik ve biz yaratıcılığın lokomotifi olmak istiyoruz. Bir etkinlik mekanını anlamlı kılan şeyin ticari boyutu olduğunun da farkındayız. Mesela böyle bir mekanda bir moda haftasının anlamlı olacağını biliyoruz. Zaten konseptin temelini moda tasarımı, sanat, yemek, müzik oluşturuyor. Ama bunlar bizim için ticari etkinlikler, onları bu başlıkla tanımlıyoruz. Bu projenin temel beklentilerinden biri sakinlerin ya da yeni dahil olan başka bir binanın katılımcı olması. Yani yorum ve eleştirilerinizle katkı sağlayabileceğiniz bir mekandan bahsediyoruz, bunun bir toplantı salonu olmasına gerek yok. Üretilebileceği bir kaynak gerekli sadece. Yapıyı
öylece ortaya koyan biri olmaktansa bir mekan, program ve hizmet bütünü olarak ortaya koyan bir aktör olmak yapılan işi yeniden düşünmeyi de heyecanlı hale sokuyor. he: Bence söz ettiğin anlamda bir açıklık ve katılım için en önemli mesele, tuhaf güvenlik endişelerinden mekanları arındırmak. Bugün herhangi bir üniversiteye girerken bile güvenlik kontrolünden geçmek, kimliğini bırakmak zorundasın ki bu mekanları oldukça öldüren bir uygulama. aş: Kendi aramızda güvenlik meselesini farklı boyutlarıyla çokça tartıştık. Bunlardan ilki fiziksel güvenlik, evinize yürürken soyulmuyor olmanız gibi. Diğeri ise toplumsal güvenlik. Sadece eğlence amacıyla buradaysanız mahalle sakinlerini rahatsız etmemelisiniz ki onlar da kendilerini güvende hissetsinler. Diğer tarafta ise yaratıcı düşünme sürecinin sonuç ürünlerinin güvenliği, yani telif hakları meselesi var. Bunların kötüye kullanılmadığından emin olunması, burada kurmaya çalıştığımız ortamın belirleyici yanını meydana getiriyor. Buraya gelebilir, tartışma başlatabilir,
önceki sayfada Bomonti Bira Fabrikası'ndaki eski yapı stoğu ile yeni eklentilerin ilişkisi; fotoğraf: Larissa Araz
ŞUBAT 2016 - XXI 42
KENTSEL TASARIM - İSTANBUL
bu sayfada sağda: Babylon ve Alt'ın yer aldığı kütleye bakış; fotoğraf: FPS Production altta: Kamusal sahne; fotoğraf: Bomontiada altta sağda: Sahneyi oluşturan paletler; fotoğraf: Sinem Serap Duran
fikirlerinizi paylaşma heyecanını hissedebilirsiniz çünkü entelektüel bir çevrenin içinde olacaksınız, her aşamada kendinizi güvende hissedebilirsiniz. Güvenliğin olduğu bir kapıdan geçtikten sonra tamamen güvende olduğunuza dair yanlış bir kanı var. Bu kesinlikle doğru değil. İstanbul'un en güvenli yerleri meydanlarıdır çünkü herkes sizi gözler, iyi ve güvende olduğunuzdan emin olur. Bir güvenlik sistemiyle sınır oluşturmak yerine buna benzer bir ağ kurmak gerekli. Bu, insanların sizi gözleyebildiği bir mahallede çok daha yumuşak ve işe yarar bir yöntem olur. he: Bir güven inşa etme meselesinden bahsediyorsun aslında. aş: Kesinlikle. Yapacağımız ilk şey bu kampüs alanını tamamen açmak. Kapıları şu an açarsak burası büyük bir inşaat alanı olduğu için biri düşüp kendini yaralayabilir, o nedenle henüz tam açık değil. Açtıktan sonra güvenliğin yerine danışma ya da gazoz, çay, meyve suyu satan bir yer koymayı düşünüyoruz. Buradaki ana fikir ise eğer başınıza bir şey gelirse gidebileceğiniz birinin varlığı.
Eğer burada kuralları birlikte koyabildiğimiz, işbirliği içeren başka türlü bir güvenlik formu oluşturabilirsek güvenliğin yanlış yönlendirilmiş algısından ve katı profil tanımlarından uzaklaşmış oluruz. Böylece kafedeki sesten rahatsız olan mahalle sakinleri kafeyi arayıp “yine gürültü oluyor, bir şeyler yapabilir misiniz?“ diye sorabilir, bu iletişimi kurabilirler. Bu arada, şunu da söyleyeyim, konut bölgesinde olan bir kafede gürültü yapmak yanlış bir davranış biçimidir. Sanırım şehirden bu belirlemeleri uzaklaştırmak da önümüzdeki süre içinde öğrenmemiz gereken şeylerden biri. Herkes burayı ortak bir oda, bir tartışma mekanı olarak algılamalı. Buraya gelip fikrinizi tartışabilirsiniz. Bunu nasıl işlevlendireceğimiz kesin değil ama Cem Yegül ve Vasıf Kortun’un böyle şeyleri deneyebilmek için burayı bir think-tank olarak hayal etmeleri beni heyecanlandırıyor. Yani böyle bir yolu bulmaya ve bunu birlikte yapmaya niyetliyiz. Zorlu meselelerden biri de şehrin ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı, etkinlik mekanlarıyla kamusal-yarı kamusal mekanların dengesinin sağlanması. Ben de ilaç almak için eczaneye gitmesi gereken ve öğle yemeğini parkta yiyen biriyim. Bu mekanların arasında
dolanırken "Şimdi kamusal alandayım, şimdi yarı kamusalda" demiyorum. Önemli olan bunun farkında olmak değil, mekanların hepsinin toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde davranıyor olması. Önemsediğimiz belirgin altı temel prensibimiz var; ekoloji, rekreasyon, ortaklık, yaratıcı endüstri, yerleşim yaşamının çeşitliliği ve yerel bağlamda küresel aktörler. Şu soruyu soruyoruz; "İstanbul'a kendine özgü bir güven kazandırabilecek altyapı, hizmet ve destek verebilirsek şehir sadece pek çok şeyi yapabilme imkanı sunduğu için değil, yeni ve hakiki bir içeriğe öncü olabildiği için ilginç bir yer olabilir mi?" Bu gerçekleşirse büyük bir adım olur. Ne yapıyor olursak olalım hakiki ve zeki olmak gerekiyor. Bu izole etmekten, bireyselleştirmekten ve bireysel eylemlerden öte kültür oluşturmakla, yeni pozisyonlar önermekle ilgili bir durum. Bunu iletebiliyor olmak istiyorum; çünkü bunun hakiki yapılması gerektiğine inanıyorum. Galiba biz kendimizi küçük jestlere adadık. Alışveriş merkezi tepelerinden dağ yapmak istemiyorum; çünkü mütevazı olmak gerekiyor. Bu jesti bu doğrultuda devam ettirmek istiyorum. Bu bizim tartışmalarımızla, gelecek yıl içinde gelişecek bir süreç.
PROJE – PAZARYERİ – SENEGAL ŞUBAT 2016 - XXI 44
Dolular, Boşlar ve Yarı Geçirgenler PAB MIMARLIK’IN SENEGAL’DEKI KENT PAZARLARI PROJESI, BIRIM TASARIMINDAN YOLA ÇIKARAK KAMUSAL MEKANIN NASIL DÜZENLENEBILECEĞINE UZANAN BIR ÖLÇEKTE YEREL VERILERIN YORUMLANMASIYLA TASARLANMIŞ. Pınar Gökbayrak, Ali Eray, Burçin Yıldırım
SENEGAL KENT PAZARI
pab mimarlık
Senegal Hükümeti’nin talebi üzerine hazırladığımız Senegal Kent Pazarı projesi çoğunlukla sokak satıcıları olmak üzere kentlerdeki dağınık ticari faaliyetleri bir kent pazarında daha düzenli bir şekilde bir araya getirmeyi amaçlıyor. Halihazırda gerek başkent Dakar’da gerek diğer kentlerde günlük ticaret çoğunlukla sokaklarda, araç yolunun iki yanına sıralanmış tezgahlarda gerçekleşiyor. Bu düzensiz ortamlar, satıcı için mal güvenliğinden, alıcı içinse hijyen koşullarından uzak bir karaktere sahip. Aynı zamanda gayriresmi ticaretin önünü açıyor ve vergilendirme sistemini sekteye uğratıyor.
Tüm bu olumsuz koşulların önüne geçmek üzere Senegal Ticaret Bakanlığı’nın önayak olduğu projeyle sokak satıcıları ağırlıklı olmak üzere günlük ticaretin toplandığı kent pazarları projesini tasarladık. Devletin ve toplumun ekonomik ve sosyal koşullarını da göz önünde bulundurarak ekonomik, yerel iklim ve malzemenin bilincinde modüler ve esnek bir tasarımla kent pazarlarının farklı kentlerin farklı ihtiyaçlarına adapte olabilmesi hedeflendi. Senegal Hükümeti’nin öncelikli hedefi ise yangın geçirmiş olan Kaolack Pazarı’nı yeni yerine taşımak, ardından da toplam 13 farklı noktada farklı ölçeklerde kent pazarlarını kullanıma açabilmekti. Birim modülün 5x7 metrelik bir dükkan ünitesinden oluştuğu pazar yerinin, arazinin ihtiyaçlarına göre kat sayısı, malzeme seçimi ve bir araya geliş biçimi kolayca adapte edilebiliyor. Hızlı ve yerinde kolay
PROJE – PAZARYERİ – SENEGAL 45 XXI - ŞUBAT 2016
bu sayfada Pazar alanına bakış sonraki sayfada üstte: İçe dönük pazar alanı altta solda: İki katlı ve sabit tezgahlı dükkan modülleri altta sağda: Avlu ve gölgeli açık alanlar en altta: Avludan modüllere bakış
imalat için çelik taşıyıcı sistem önerdik; bunu da zemine minimum müdahalede bulunacak şekilde detaylandırdık. Kaplama malzemesi olarak sık kullanılan tuğla ya da kuru duvar sistemi tercih ettik. Dükkan cephesini de yine farklı ihtiyaçlara göre şekillenecek şekilde; cam vitrinli, tamamen açılabilir metal ya da bambu kepenkli ya da cephede sabit tezgahlı ve yarı açılır kepenkli olmak üzere farklı ürün ve ticaret alışkanlıklarına uyarlanabilir şekilde tasarladık. Dükkanlar tek cepheli olup sırt sırta yerleşebilecekleri gibi, tek modüle çift cepheden giriş de sağlanabiliyor. Dükkan modülleri, arazinin boyutu, araç yolu ile ilişkisi ve hizmet edeceği nüfus göz önünde bulundurularak yerin kendine has ihtiyaçlarına göre farklı varyasyonlar ve sayılarda bir araya getirilebiliyor. Modüller temel olarak iki ana
düzende gruplandı: Avlulu düzen ortadaki açık alanda asma-germe sistemli daha esnek tezgahlara ya da çeşitli sosyal etkinliklere evsahipliği yapabilirken, sokak düzeni ise karşılıklı dükkanlarıyla daha yoğun alanlar oluşturmaya elverişli. Senegal’de iklimin de uygun olması nedeniyle pek çok sosyal faaliyet ve eğlence sokaklarda yapılıyor. Biz de bu geleneğin kent pazarına entegre edilmesini önerdik; kent pazarı içinde oluşturulacak açık alanların farklı faaliyetlere evsahipliği yapmasını öngördük. Pazar yerleşimlerindeki temel tasarım ilkelerinden biri de içedönük pazar alanları elde ederek, kentleşmenin henüz tamamlanmadığı alanlarda mekanı sınırlandırıp tanımlayabilmek, pazar alanına giriş çıkışları birkaç noktaya indirip geceleri güvenliği kolayca sağlayabilmek oldu. Modüllerin bir araya gelişinde aynı zamanda gölgeli açık alanlar
elde edecek, doğal hava sirkülasyonuna elverecek şekilde iklim verilerini de dikkate aldık. Ülke çapında kolayca uygulanabilmesi için yerel, mütevazı ve ekonomik malzeme seçkisi ile tasarlanmış olmakla birlikte Dakar kent merkezi gibi daha prestijli alanlarda kapalı çarşı alanlarının eklenebilmesini, farklı malzeme seçimleriyle aynı strüktür ve kurgunun kolayca uyarlanabilmesini öngördük.
mimari tasarım: PAB Mimarlık proje ekibi: Pınar Gökbayrak, Ali Eray, Burçin Yıldırım, Çağlar Yılmaz işveren: Senegal Devleti Ticaret Bakanlığı proje Tarihi: 2014
ŞUBAT 2016 - XXI 46
PROJE – PAZARYERİ – SENEGAL
modül
PROJE – PAZARYERİ – SENEGAL
pab mimari tasarım PAB, 2007 yılında Pınar Gökbayrak (Y. Mimar, İTÜ), Ali Eray (Y. Mimar, İTÜ, TU Delft), ve Burçin Yıldırım (Y. Mimar, İTÜ) tarafından İstanbul’da kuruldu. Farklı deneyimlerini bir araya getiren ofis ortakları, kısa sürede mimari tasarım, uygulama, araştırma ve mimari yayın gibi çeşitli alanlarda ve yapı ölçeğinden kentsel tasarım projelerine kadar pek çok ölçekte üretim yaptı. PAB çeşitli ulusal yarışmalarda ödüller aldı. Projeleriyle ulusal ve uluslararası yayınlarda yer alan PAB, 1. İstanbul Tasarım Bienali’ne ve VÇMD Mutluluk Fabrikaları sergilerine işleriyle katıldı. Ulusal ve uluslararası çeşitli mesleki etkinliklere katılan PAB üyeleri mesleki çalışmalarının yanı sıra, halen çeşitli üniversitelerde proje yürütücülüğü ve jüri üyelikleri yapmaya devam etmektedir.
47 XXI - ŞUBAT 2016
alternatif yerleşimler
modül tipleri
mevcut pazar tezgahları
Barınma Hakkının İnşası 1999 DEPREMI'NIN ARDINDAN KIRACI OLARAK KONUT HAKLARINI ELDE ETMEK IÇIN BIR ARAYA GELEN DÜZCELILERLE BIRLIKTE PLANLAMA VE MIMARI TASARIMI GELIŞTIREN DÜZCE UMUT ATÖLYESI, KOOPERATIF, PROJE VE INŞAAT SÜREÇLERINI ANLATTI. 1999’da gerçekleşen 17 Ağustos Gölcük ve 12 Kasım Düzce depremleri yaklaşık 20 bin insanın ölümüne, 600 bin insanın da evsiz kalmasına neden oldu. Depremlerden sonra oluşan güvencesiz kargaşa ortamında kurulan depremzede dernekleri hasar tespiti, inşaat, planlama, yardımların takibi gibi pek çok konuda "herkes depremzede, herkes hak sahibi" ilkesiyle çalıştılar. Ancak depremde yıkılan ya da ağır hasar alan konutlarda yapılan hak sahipliği tespiti sürecinde sadece ev sahiplerinin konut ihtiyaçları karşılanırken kiracılara yönelik herhangi bir çözüm üretilmedi.
ŞUBAT 2016 - XXI 48
PROJE – KONUT - DÜZCE
görseller: Düzce Umut Atölyesi
DÜZCE UMUT EVLERI
düzce umut atölyesi
Hak sahiplerinin konutlarını teslim almasının ardından kiracıların bulundukları konutlarda yaşamalarının daha da zorlaş(tırıl)masıyla birlikte kiracı depremzedeler, Anayasa’nın 56. ve 57. maddelerine dayanarak depreme dayanıklı, sağlıklı ve güvenli konutlar için hak mücadelesine başladı. İzmit ve Düzce’de toplantılar, mitingler yaptı ve 20 bin imza topladı. Haklarını aramak adına 2003’te S:S Evsiz Depremzedeler Dayanışma Konut/Yapı Kooperatifi’ni kurdu. 650 kooperatif üyesi siyasilerle konuşmak için 240 km yürüyerek Ankara’ya vardı,
Abdi İpekçi Parkı’nda 214 gün nöbet tuttu. Dava süreçlerini de içeren 14 yıllık mücadelenin sonunda, 7269 sayılı kanuna dayanan "Artan Gayrimenkullerin Değerlendirilmesi Hakkındaki Yönetmelik" ve 775 sayılı kanun dahilinde bu gayrimenkullerin "dar gelirlilerin konut ihtiyacını karşılamak üzere" kullanılmasının sağlanmasıyla Düzceli kiracı depremzedeler arsalarına hak kazandı. Deprem gibi fiziksel ve toplumsal bir travma, Düzceli kiracı depremzedeler için dayanışmanın başladığı an oldu. Şimdi, Düzce Beyköy’de projeleri şekillenmeye başlayan yeni bir mahalle başka yaşamların, ekonomilerin, dünyaların var edilebileceğine dair inancı artırıyor KOOPERATIF SÜRECI Depremden doğan kiracı dayanışması ilk müşterek zeminini kooperatifle oluşturdu. Kooperatif, sağlıklı ve güvenli konut hakkının somutlaştığı bir modele dönüştü; hem hak arayışında hem konut üretiminde birleştirici ve bağlayıcı oldu. Kooperatif üyeliğinin temel iki koşulu, bölgede depremi yaşamış ve mülksüz olmaktı. Kuruluş aşamasında kooperatif, yeni üyeler için deprem bölgesinde ikamet etmek ve Türkiye’nin herhangi bir yerinde kendisi ve ailesinin üzerine kayıtlı ev ve ev yapmaya müsait planlı arsa sahibi olmamak şartlarını koydu. Kooperatif üyeleri (veya bir
arka sayfada üstte en solda: Düzce'deki 8 Şubat atölyesi; kiracılarla birlikte yapılan vaziyet planı çalışmaları üstte solda: MSGÜ'deki atölye çalışmaları; atölye, evlerin inşasından sonra da kiracıların üretim yapmasına destek olmak üzere çalışmalara devam edecek. proje adı: Düzce Umut Evleri proje yeri: Beyköy, Düzce proje tarihi: Ocak 2015 tapu alanı: 42.000 m2 toplam inşaat alanı: 31.700 m2 proje: Düzce Umut Atölyesi
yakınları) haftada bir gün inşaattaki vasıfsız işlerde ücretsiz çalışmak durumundaydı. Elbette bu çalışma işçi ve iş güvenliği düşünüldüğünde inşaatta bilfiil çalışmak anlamına gelmeyecek. Yeni üye olacak kişilerin kabulündeyse üyelerin birlikte karar vermesi ilkesi benimsendi. Depremi, kiracılığı ayrı ayrı yaşamış bir topluluk bir araya gelerek barınma ve yaşama alanı sorununu birlikte tartışır ve çözüm arar oldu. Kooperatifin işleyişini ve genel kurul süreçlerini daha temsili ve kapsayıcı kılmak üzere kooperatif tüzüğü değiştirildi. Sağlıklı ve güvenli konut hakkını bir mülkiyet sorununun ötesinde gören hukukçular da sürece destek verdi. Gelinen noktada kooperatifin, mülkiyet meselesini birlikte yaşamanın kurallarına göre düzenlemesi mümkün olacak; inşaat bittikten sonra da kooperatif başka biçimlere bürünerek yaşama alanını sosyal ve ekonomik anlamda destekleyebilecek. DÜZCE UMUT ATÖLYESI Ekim 2014’te bedeli TOKİ’ye 10 taksitte ödenecek 42.000 m2’lik arsanın tahsisiyle Düzce Beyköy’de bir mahalle kurmak için kollar sıvandı. Kooperatif, tasarım sürecinden itibaren her aşamada kapsayıcı ve katılımcı olarak ve süreci birlikte yürüterek 234 hak sahibine konut inşa etmeyi hedefledi. Ocak 2015’te S:S Evsiz Depremzedeler Dayanışma Konut/Yapı Kooperatifi öncülüğünde Düzceli kiracı
depremzedeler için bir tasarım atölyesi çağrısı yapıldı. Mimar, mühendis, şehir plancısı, peyzaj mimarı, çevre mühendisi, psikolog, hukukçu, sosyolog vb uzmanlarla Düzce Umut Atölyesi kuruldu. Bu atölye sürecin, kavramların ve yapılabileceklerin tartışılmasından sonra, planlama ve mimari tasarımı depremzede kiracıların katılımıyla geliştirmeye gönüllü oldu. Mimar Sinan Üniversitesi Şehircilik ve Bölge Planlama Bölümü sürece kurumsal destek sunarken, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi'nden akademisyenler de atölye çalışmalarına dahil oldu. Düzce Umut Atölyesi kullanıcı katılımı odaklı bir tasarım süreci oluşturmak üzere üç kriter belirledi: birlikte tasarım, ekonomik ödenebilirlik ve doğal çevreyle barışık olmak. Birlikte tasarım fikrinin ön planda olduğu atölye, 8 Şubat 2015'te Düzce'ye ilk ziyaretini yaptı. İlk atölyede 25 kişilik küçük gruplarla maket üzerine birimler yerleştirilmesine bağlı bir oyun kurgusuyla, araziye yerleşim ve arazi kullanımına yönelik tartışmalar yapıldı. Mahallenin ortak alanlarının neler ve nerelerde olabileceği ve bunların gerçekleştirilebilirliği hakkında görüşler toplandı. Odak grup çalışmalarıyla özelleşen grupların (kadınlar, gençler, yaşlılar, çocuklar, erkekler) talepleri ve ihtiyaçları belirlendi. 15 Mart'ta yeniden yapılan Düzce ziyaretinde mahalle sakinlerine, bir önceki ziyaret sonuçlarından çıkan
beş adet yerleşim önerisiyle gidildi. Evlerin içine dair beklentilerini anlamak için farklı mekan büyüklüklerinden maket birimleriyle yine bir oyun oynatıldı. Bu oyunun yanı sıra bir anketle yaşam alışkanlıkları, yaşadıkları evlerdeki düzenleri ve yaşayacakları evlerden beklentilerine dair bilgiler alındı. Her Düzce ziyaretinden sonra ve her cumartesi yapılan atölye çalışmalarında Düzce'den gelen veriler değerlendirilip dökümleri yapıldı. Böylece yerleşim kararları, ortak alan tasarımları, evlerin konumlanışı ve iç mekan tasarımları tasarıma aktarıldı ve artık inşa edilecek bugünkü tasarım haline geldi. Tasarım süreci hala devam ediyor ve mahalle inşa edilirken ve inşaat bittikten sonra da Düzce Umut Atölyesi gönülleri süreçte yer almaya devam edecek. Sürecin katılımcı yürütülmesinin başka bir ayağı olarak Beyköy Belediyesi de sürece dahil edildi. Hazırlanan proje belediye başkanı ve belediye görevlilerine birkaç kez sunuldu. BIRLIKTE MÜCADELE, BIRLIKTE TASARIM, BIRLIKTE İNŞAAT! Düzce Umut Atölyesi bir yaşını doldurdu bugünlerde. Şimdiye kadar "Birlikte mücadele, birlikte tasarım" diyen atölye şimdi de “Birlikte inşaat!” diyor. 775 sayılı Gecekondu Kanunu'na tabi olan kazanılmış hak gereğince inşaatın bütün subasmanlarını Eylül 2016'ya kadar bitirmek
49 XXI - ŞUBAT 2016
bu sayfada üstte: Katılımcıların mekansal istekleriyle şekillenen yerleşim modeli alternatifleri; binalarda mutlaka bulunmasını istedikleri balkondan güvenli oyun alanları tanımlayan avlulara, çocuk oyun alanlarının yerinden sosyal yapıların niteliğine kadar tüm mekansal kararlar kiracılarla birlikte verildi. altta: Yapı ve bahçe ilişkileri
PROJE – KONUT - DÜZCE
karşı sayfada Projeye bakış
ŞUBAT 2016 - XXI 50
PROJE – KONUT - DÜZCE
vaziyet planı
gerekiyor. Bu yüzden 20 Kasım 2015'te bir kampanya başlatıldı. İnşaatın devam edip bütün subasmanların bitirilmesi gereken zamanda tamamlanabilmesi için destek bekleniyor. #harcımızaUMUTkat etkinliğinde ve devamında da sürece destek veren birçok insana ulaşıldı. Daha sonra başka işlevlere de dönüşebilecek şantiye binası tasarımı bu etkinlik sonrasında destek olan Plankton Mimarlık'la birlikte yürütülüyor. Atölye büyümeye ve çoğalmaya devam ediyor.
kütle yerleşim çalışmaları
SAĞLIKLI, GÜVENLI KONUT HAKKININ MÜŞTEREKLEŞMESI VE KOLEKTIF EMEK S:S Evsiz Depremzedeler Dayanışma Konut/Yapı Kooperatifi ve Düzce Umut Atölyesi bir sosyal sorumluluk görevi üstlenmedi. Sahip çıktığı bir hak arama mücadelesinde, birlikte karar alma ve aktif gönüllülük ilkelerine dayanarak hem hepimizin ait olduğu hem hiçbirimize ait olmayan bir fikri, Düzce’deki bu mahalle etrafında bir müşterek zemine çevirdi. Düzceli Evsiz Kiracı Depremzedeler Konut-Yapı Dayanışma Kooperatifi ve Düzce Umut Atölyesi, sağlıklı ve güvenli konut hakkı kavramı üzerinden hakim konut üretim anlayışını kırmak, başka bir sürecin, başka bir ev, yaşam ve mahalle tahayyülü çerçevesinde mümkün olduğunu göstermek yönünde bir eylem.
kat planları
YAPI - SOSYAL - CIBUTI ŞUBAT 2016 - XXI 52
fotoğraflar: Javier Callejas
Çöl Sokakları 1949'DAN BU YANA KURULAN SOS ÇOCUK KÖYLERI, ÇOCUKLARIN TEMEL HAKLARININ MEKANLARINI INŞA EDIYOR. GEÇTIĞIMIZ YIL TAMAMLANAN CIBUTI'DEKI ÇOCUK KÖYÜNÜ URKO SANCHEZ TASARLADI. Doğu Afrika'da yer alan, sürekli susuzluk ve şiddetli kıtlıkla mücadele eden Cibuti'deki SOS Çocuk Köyü projesine SOS Kinderdorf'un çağrısıyla, aile güçlendirme programı kapsamında 15 adet konut tasarlamak üzere dahil olduk.
SOS ÇOCUK KÖYÜ
urko sanchez archıtects
Dünya üzerinde 73.000'den fazla çocuk ve genç, 491 SOS Çocuk Köyü ve SOS Gençlik Evleri'nde yaşıyorlar. Bunu sağlayan uluslararası bir organizasyon olan SOS Kinderdorf, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından ihtiyaç duyan çocukların temel haklarını sağlayabilmek adına 1949'ta Hermann Gmeiner tarafından Imst, Avusturya'da kurulan ilk çocuk köyü ile ortaya çıktı. Afrika'da 1970'lerin başında kurulmaya başlayan SOS Çocuk Köyleri, 1980'den sonra Latin Amerika ve
Asya'ya da yayıldı. Cibuti'de dahil olduğumuz SOS Çocuk Köyü'nde on ailenin sağladığı sevgi dolu evler 100 çocuğa barınma imkanı veriyor. Buraya gelen Tadjourahlı çocuklar, kendi ailelerinden ayrılarak kardeşleriyle birlikte SOS anneleri tarafından yetiştiriliyorlar. Burada sağlıklı gelişmelerini sağlayacak beslenme, psikolojik destek ve temel sağlık hizmetlerini alıyorlar. Bu süreçte biz de SOS sistemini, projenin yapılacağı yeri ve orada yaşayan halkı, onların göçmen geleneklerini ve bölgenin iklim koşullarını öğrendik. Benzer kültür ve iklim çevrelerindeki geleneksel konut üretim teknikleri üzerine yaptığımız araştırmanın ardından çocukların güvenli bir şekilde gelişmesine imkan verecek; yeşil ve açık alanlarla bütünleşmiş bir Medine (kent) tasarlamaya karar verdik. Burada, çocukların trafiksiz dar sokaklar ve meydanlarda oynayabilmesi, özel alanların içinde de dış mekanları kullanabilmeleri, halkın bitki yetiştirme ve
YAPI - SOSYAL - CIBUTI 53 XXI - ŞUBAT 2016
YAPI - SOSYAL - CIBUTI ŞUBAT 2016 - XXI 54
giriş sayfasında Cephe duvarı önceki sayfada üstte solda: Çatı kullanımı üstte sağda: Sokak altta: Meydan ve cephe duvarı en altta: Oyun alanı meydanı bu sayfada Meydan, sokak ve yapı ilişkileri
kullanmasının sağlanması tasarımın temel kararlarındandı. Yerleşim kararlarını verirken doğal havalandırma ve gölgelendirme oldukça önemliydi; doğal yollardan havalandırma yapmanın zor olduğu noktalardaysa havalandırma kuleleri yerleştirdik. Hepsi aynı plan şemasına sahip olan evleri, aralarında yürüyüş yolları oluşturacak ve birbirlerine gölge sağlayacak şekilde yerleştirdik; geleneksel mimarinin dar sokakları ve benzer iklimli yerleşimlerde de görülebilecek kafesleri, doğal havalandırma ve güneş etkisinden korunmak için kullandık. Tasarımın bütününde kullandığımız çöl rengi; bir yandan mekanı ufukla bütünleştirirken diğer yandan yerleşim sakinlerinin canlı kıyafetleriyle, bitki ve çiçeklerle renkleniyor. Yapım malzemelerinin çoğunun ithal edilmesi gerekti ancak yine de yerel üreticilere mümkün olduğu kadar destek vermeye çalıştık. Güney Afrika firmasından
aldığımız betonarme strüktür, çimento bloğu, renkli çimento bazlı kaplama ve çatıdaki çakıl taşları gereksinim duyduğumuz temel malzemelerdi. Bunlar dışında kapılar kalastan, pencereler de alüminyumdan üretildi. Projeyi gerçekleştirmek için gerekli maddi kaynak Alman kurumun yardımlarından sağlandı. Projenin yapımını gerçekleştiren, dünyanın çeşitli yerlerinden gelerek Kenya ve Cibuti'de üretimlerine devam eden aktörlerin varlığıyla çok sesli bir takım olduk. Cibuti'de iş yapan Çinli müteahhit Dji Fu ve Ugandalı mimar John Andrews; Kenya'da iş yapan Avusturyalı Proje Yöneticisi Fritz Bachlechner, İspanyol mimar Estrella de Andres, Kenyalı mühendis Oliver Kabure ve elbette şantiyede çalışan Cibutililer bu uluslararası takımı oluşturdular. Bu çalışma biçiminin de her projeyi zenginleştirici bir deneyim haline getiren meslek pratiğimizin deviniminin ve çok aktörlülüğünün göstergesi olduğunu düşünüyoruz.
YAPI - SOSYAL - CIBUTI
1. kat planı
havalandırma bacası kesiti
detay kesit
55 XXI - ŞUBAT 2016
zemin kat planı
urko sanchez Urko Sanchez Madrid’te doğdu. 1988 yılında mimarlık eğitimine başladı. Seyahat etmeye karşı olan büyük tutkusundan dolayı eğitim süreci on yıl sürdü. Kenya’ya taşındıktan sonra kurduğu Urko Sanchez Architects pek çok ödül aldı. Sanchez, 2014 Afrika Genç Mimar Ödülü’nün sahibi oldu. Projeleri, Afrika’daki Genç Mimarlar sergisi kapsamında 14. Uluslararası Venedik Mimarlık Bienali’nde sergilendi. proje yeri: Tadjourah, Cibuti proje yılı: 2011-2014 tasarım: Urko Sanchez Architects katkıda bulunanlar: Estrella de Andrés, John Andrews işveren: SOS The Children, International ödüller: Architecture for Social Gain 2015 Merit Certicifate
cephe görünüşleri
YAPI - OFİS - İSTANBUL ŞUBAT 2016 - XXI 56
Sıradanlığı Kırmanın İkili Dili KÜRESELLEŞMENIN KENT MEKANINDAKI YANSIMALARININ BIR AKS-PROTOTIPI OLAN BÜYÜKDERE CADDESI, PANORAMASINA EKLEDIĞI KRISTAL FORMLU YAPISIYLA GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜ PERÇINLIYOR. YAPIYSA; TASARIMI, YAPIM TEKNIĞI, YERLEŞIMI VE MEKAN KURGUSUYLA YEREL VE KÜRESEL IKILEMININ ALTINI ÇIZIYOR. Dirim Dinçer
KRISTAL KULE FINANSBANK GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
peı cobb freed & partners
Kapitalizm, gücünü yaratıcısı olduğu küresel ağın kent mekanındaki görünürlüğüyle beslerken; İstanbul gibi pek çok kente yaptığı müdahaleler de mimarlık ve kent üretiminin asıl pratiği haline geldi. Burada Büyükdere'yi türünün tek örneği olarak görmemek gerekiyor, Londra'nın Canary Wharf'ı da benzer pratiklerle üretilmişti. Büyükdere de bu aksın İstanbul'daki ana tanımlayıcısı olarak yaklaşık 40 yıldır eklemelerle ve eksiltmelerle dönüşmeye devam ediyor. Kentsel kullanım kalitesi düşük, kent içinde ama kentten bağımsız bir karakter yaratan, kent ve kullanıcıyla sadece biçimsel bir ilişki kurmaya izin veren kent parçaları üreten bu pratik, (her müdahalenin müellifleri, kentle kurulan "güçlü" ilişkilinin altını çizse de) mimarlarını da eleştirilerin hedefi haline getiriyor.
Kısa süre önce 3. Havalimanı Hava Trafik Kontrol Kulesi Yarışması sayesinde deneyimlediğimiz yabancı mimarların "yerel hassasiyetleri" bir tarafta dururken diğer yanda aynı proje için tek günde beş defa ruhsat çizimi üretilen bir ülkede, dışarıdan birinin prosedürleri nasıl bulduğu sorusu var. Bu soruyu da dünyanın her tarafında mimarının imzasını taşıyan "heykelsi" binalar yapanlara sormanın pek anlamı olmuyor. Dünya onların oyun alanlarıyken ve yaptıkları da prestij uğruna kabul edilirken gerçekçi süreç paylaşımı yapmalarını bekleyemiyorsunuz. Geçtiğimiz Aralık ayı başında, Büyükdere dönüşümünün son ürünlerinden biri olan Finansbank Kristalkule'nin mimarları, tasarım ve proje süreçlerini kendi binalarında anlatmaya geldiklerinde bakış açılarını da ilk ağızdan duyma olanağı bulundu. Üretim alanları Büyükdere'nin üretilme pratiğiyle oldukça benzeşen; tıpkı onun gibi küresel üretim yapan mimarların sunumunu, yaptıkları bina içinde ve soru sorma, tartışma, anlama, eleştirme imkanı bulan öğrencilerle birlikte dinledik. Ekonomisi küresel, kendi
YAPI - OFİS - İSTANBUL 57 XXI - ŞUBAT 2016
içe dönük ve tek tipleşmiş mimarlık pratiğine henüz dahil olmamış öğrencilerin katılımının oldukça önemli olduğunun da altını çizmek gerekiyor. İsimlerini çokça duyduğumuz I.M.Pei, Eason H.Leonard ve Henry N. Cobb tarafından 1955 yılında kurulan Pei Cobb Freed & Partners, altmış yılı aşkın süredir mimarlık pratiğinin içinde, yaklaşık 250 yapı üretmiş New Yorklu bir mimarlık firması. Berlin'in Friedrichstraße'sinden Londra'nın Canary Wharf'ına, Singapur'dan Suudi Arabistan'a yüksek yapı üreten Pei Cobb Freed & Partners; sekiz ortağı ve 100'den fazla çalışanıyla kurumsal bir yapı tanımlıyor. Türkiye'deki ilk işleri olan Kristalkule'nin ortaya çıkış süreci, projenin ilk işvereni ve geliştiricisi Soyak'ın New York'taki ofislerine gidip bir ofis binası istemesiyle başlamış. İstanbul'un kent ölçeğindeki karmaşasının farkında olan mimarlar, işverenle yaptıkları oldukça uzun süren ilk görüşmeyle proje alanının özelliklerini de öğrenmiş. Dünyanın pek çok yerinde proje yaptıklarını, ancak buranın öteki yerlere olan
benzerliğinin Büyükdere aksı ile sınırlı olduğunu belirtiyorlar. Onlara göre yeri özel ve farklı kılan; kentin merkezi iş alanıyla kendiliğinden örgütlenerek üretilmiş bir mahalle arasında olması. Bu yer bilgisi, bir analiz olarak eskiz kağıtlarında kalmamış; tasarımın karar verme sürecinde en az işlev kadar ön planda tutulmuş; yapının yerleşme kararı buna göre verilmiş. İstanbul gibi bir kentte proje ürettikleri alanın nitelikleri karşısında kendilerinin de heyecanlandıklarını belirten Henry Cobb, tasarım aşamasında görmezden gelmedikleri mahalleyle ilgili düşünceleri sorulduğundaysa şöyle cevaplıyor: "Çeliktepe mahallesinin dönüşümüyle ilgili bir öngörümüz asla olmadı; onunla ilişki kurduğumuz yapıya benzemesi gibi bir niyetimiz de yok. Farklılıklarla var olmayı teşvik etmek istedik, her şeyin zamanla ve kendiliğinden ortaya çıkmasına ve doğasıyla gelişmesine izin verilmeli". Evrensel tasarım adı altında, dünyanın her yerine uyarlanabilir bir yaklaşımın varlığına inanmadığını belirten Cobb, mimarlığın yerin kimliğinden bağımsız düşünülemeyeceğini söylüyor. Kente yapılan her müdahalenin onun karakterini
biçimlendirdiğini ve İstanbul gibi farklılıkları yoğun bir biçimde bir arada bulunduran bir kentte çalışmanın çok heyecan verici olduğunu da ekleyerek. Pek çok kişinin yere ait kimliğin altını çizdiğini biliyoruz; üretimde bunu görmekse pek mümkün olmuyor. Ancak Pei Cobb Freed & Partners çalıştığı her ülkede yerel bir mimarlık ofisiyle çalışmayı, ki bu projedeki ortakları da Has Mimarlık, kendine prensip edinmesiyle bu niyetin nüvelerini taşıyor. Yerel işbirliğinin üretim aşamasında sağladığı kolaylıkların yanı sıra kamuyla bağlantılı süreci de hafiflettiğini belirten Bruguera'ya göre yerel sistemi öğrenmek, inşaat tekniklerini bilenlerle çalışmak sürecin en öğretici yanlarından oluyor. Doğu batı doğrultusunda parseline yerleşen yapı, Büyükdere sınırına genel müdürlük kulesini konumluyor. Podyum adını verdikleri; konferans salonu, çarşı, spor alanı ve eğitim birimlerini içeren işlevlere sahip sürekli mekanlarsa, doğuda malzeme ve hacim kurgusuyla mahalleyle ilişki kurmaya çalışan 12 katlı ofis yapısıyla son buluyor. Tanımladığı mekan sürekliliğiyle kendi içine dönük bir gökdelen
giriş sayfasında Projeye bakış, fotoğraf: Ali Kabaş önceki sayfada üstte: Kristalkule formunun farklı açılardan görünüşü, fotoğraflar: Ali Kabaş altta solda: İç bahçe altta sağda: İç bahçe yansıma, fotoğraflar: Fernando Guerra bu sayfada sağda: Çeliktepe mahallesi-batı kulesi ilişkisi altta: Podyum altta solda: Strüktür, cephe ve mekan ilişkisi altta sağda: Asansör bekleme alanı, fotoğraflar: Fernando Guerra
ŞUBAT 2016 - XXI 58
YAPI - OFİS - İSTANBUL
karşı sayfada solda: Avluya bakış sağda üstte: Yönetim katı sağda altta: Toplantı odası sağda en altta: Konferans salonu, fotoğraflar: Fernando Guerra
sınırlandırmasından kurtulsa da işlevinin kaçınılmaz parçası olan aşırı güvenlikli girişi, çevresini saran yüksek duvarlarıyla kamusal mekan sorununa alternatif üretemiyor. Mimarlarından Jose Bruguera'nın bu sorumuza verdiği cevap da bir ikilemi işaret ediyordu: Modern güvenlik önlemleriyle geçirgen bir yapı üretmenin mümkün olmadığını belirten Bruguera'nın konuşmasını dinlemek için üç kere x-ray cihazlarından geçmiş olmak. Farklı geometrisiyle dikkat çeken kulenin tasarım sürecinin başlangıcında elde edilmiş ve aynen uygulanmış olan formu; soyut bir dikdörtgenler prizması hacminin farklı katlarına yerleştirilmiş, yatay paralelkenar yüzeylerinin düşeyde farklı noktalardan birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Altı yüzeyli ve köşegeninden simetrik kesik kristal form; Henry Cobb'un sözleriyle, kendilerinin altmış yılı aşkın yüksek katlı yapı yapma bilgisinden geliyor. Kuzey ve güney cepheleri paralel, doğu ve batı cepheleri parametrik geometri değişikliğiyle
oluşturulan form; giriş katında güneydoğu-kuzeybatı yönünde paralelkenarken üst katlarda kuzeydoğugüneybatı yönü paralelkenara dönüyor ve 168 metrede kuzey-güney doğrultusunda düz bir çizgi ile sonlanıyor. Bu farklı formla kentin ilişki kurulabildiği noktalardan biri Büyükdere'nin alışılmış pratiğindeki sıradanlığı, imge ve hareketle farklılaşmasını sağlayarak kırmak. Yapı, kent yüzeyindeki doğrusal hareketimizle bile değişken bir imgeyle karşı karşıya gelebilme potansiyelini taşıyor. Tabi Büyükdere yürüyerek deneyimleyebildiğimiz, bir kent mekanı gibi kullanabildiğimiz bir yer olsaydı ve farklı kulelerin yüksek katlarından ya da helikopterden çekilmiş fotoğraflarına bakmak zorunda olmasaydık. Diğer ilişkiyse; bulunduğu yerin niteliklerinin farkındalığı. Kentin farklı noktalarından farklı pozlar veren Kristalkule'nin mimarları, kent ve yapıların görünürlüğü üzerinde çarpıcı bir etkisi olan topoğrafyanın da farkındalar ve bunu bilinçli bir fırsata dönüştürmüşler.
Kristalkule kuvvetli imgesini, cephesini taşıyıcı strüktüründen ayırarak mümkün kılıyor. Döşeme ve kolonlardan oluşan betonarme taşıyıcı sistemin oluşturduğu ana omurgası, çelik strüktürden oluşan "olmayan" çatısı ve bir deriye benzettikleri cephesiyle birbirinden bağımsız sistemler bir araya gelerek bir bütünü tanımlıyor. Hem form hem de onun destekleyicisi olan cephe sistemi, geleneksel cephe adlandırmalarına da izin vermiyor. Yapıya yüklenmek istenen karakteri vermek için katlanma (folding) üzerine çokça düşünen mimarlar, yüzey birleşimlerini de bu anlayışla çözmüşler. Yüzeyin yön değiştirdiği yerlerde "v" şeklinde, üretim aşamasında birleştirilmiş cam yüzeyler kullanılmış. Böylece birbirinden ayrı ama detayla birleştirilmiş yüzeyler değil, sürekliliği sekteye uğramamış, katlanma düsturuna uygun bir hacim elde edebilmişler. Ancak cepheyle strüktürün birbirinden ayrı çalışması, uzun süredir yüksek katlı yapılar üreten mimarların sık yaptığı bir seçim değil. Nedenini sorduğumuzda yapıya karşı takındıkları tutumun bunu gerektirdiğini söylüyorlar; "Kulenin kılıfının şarkısını söylemesine bu şekilde izin verebilirdik." diyerek.
YAPI - OFİS - İSTANBUL 59 XXI - ŞUBAT 2016
Üretim pratiklerinde pek sık rastlanmasa da Kristalkule ilk de değil; mimarlarının "Metamorfoz Gökdelenleri" adını verdikleri üçlüye dahil. Amerika Birleşik Devletleri, Texas'ta yer alan 1986 tarihli Allied Bank ve İspanya, Madrid'deki 2008 tarihli Torre Espacio yapılarından edinilen bilgi birikiminin de Kristalkule'nin tasarımına katıldığını belirtiyorlar. İki yapı da Kristalkule gibi, formundan gelen ve her biri birbirinden farklı katlara, kat planı çözümlerine ve farklı bakış açılarına göre değişen imgeye sahipler. Ancak Kristalkule'yi öncüllerinden farklı kılan ve mimarları tarafından çok önemsenen bir niteliği var; yapının tamamının tek bir kullanıcıya ait olması. Bu, iç mekanı da tasarlama imkanı vermiş. Henry Cobb şöyle özetliyor: "Bir mimar için en tatmin edici şey; bir yapıyı bütünüyle tasarlamaktır. Burada bu imkanı bulduk." Çalışma mekanlarının fiziksel olarak da dönüşüm geçirdiği bir zamanda tasarlanmış "ofis" mekanı olarak kule; büyük taşıyıcı kolonlarının imkan verdiği ölçüde serbest planla kurgulanmış. Ofis katları içindeki kapalı mekan ihtiyaçları da yine strüktür ve cepheyi takip eden
çözümlerle üretilmiş. Kat planlarındaki işlevlendirme; bankanın farklı bölümlerinin ihtiyaçları göz önünde tutularak yapılmış. Her katın farklı bir geometrisi olduğu düşünüldüğünde ofis işlevi bir meydan okuma olarak görülüyor ki bu New Yorklu mimarların kendi ülkelerinde yapamadığı bir üretim biçimi. Kuzey Amerika'nın pazar stratejilerinde alışılmıştan şaşılmadığının altını çiziyorlar ve Dallas'taki metamorfoz gökdelenlerinin nadir örneklerden biri olduğunu belirtiyorlar. Bunun kültürel olduğunu söyleyen Cobb, fikirlerinin işveren tarafından heyecanla kabul edilmesini buna bağlıyor. Mekansal olarak standartlaşma sebeplerinin cesaretle ilişkisi tartışılır ama onlara göre dünyanın geri kalanı bu anlamda daha cesur. Yapının işlevini hakkıyla yerine getirip getirmediğini kullanıcılarından dinlemek gerekir ve mutlaka her ürün tartışmaya açıktır; ancak değişen mimarlık pratiğinin içerisinde yapı dilinin mimarlarının ya da işverenlerinin canı istediği için değil, sahip olunan birikimi kullanarak ve kente dair bir farkındalıkla kurulmuş olması da büyük önem taşıyor.
proje adı: Kristal Kule Finansbank Genel Müdürlüğü proje yeri: Levent, İstanbul proje tarihi: 2008-2014 arsa alanı: 11,850 m2 toplam inşaat alanı: 96,622 m2 tasarım ekibi: Pei Cobb Freed & Partners; Henry N. Cobb, Jose Bruguera Has Mimarlık; Ayşe Hasol Erktin işveren: Soyak İnşaat ve Ticaret (ana yapı), Finansbank (iç mekan) peyzaj tasarım: DS Mimarlık statik projesi: Thorton - Tomasetti Group, Balkar Mühendislik mekanik proje: Jaros Baum & Bolles, Dinamik Proje Mühendislik elektrik proje: Jaros Baum & Bolles, Enmar Mühendislik akustik danışmanı: Sey Danışmanlık
kesit
ŞUBAT 2016 - XXI 60
YAPI - OFİS - İSTANBUL
henry n. cobb Phillips Exeter Academy, Harvard College ve Harvard Graduate School of Design'da mimarlık eğitimi alan Amerikalı mimar Henry Cobb, kariyeri boyunca meslek pratiğiyle eğitimi bir arada devam ettirdi. 1980-85 yılları arasında Harvard Graduate School of Design'ın yürütücülüğünü yapan Cobb, konuk öğretim görevlisi olarak ders vermeye devam ediyor. 250'den fazla projede katkısı bulunan mimar, 1955'ten beri I.M.Pei ile kurduğu ofisiyle mimarlık üretimi yapıyor.
josé bruguera Meksika ve New York'ta mimarlık eğitimini tamamlayan Jose Bruguera, kariyerine başladığı Meksika ve İspanya'nın ardından 1989'da Pei Cobb Freed & Partners ekibine katıldı. Ofisin çoğu projesinde etkin rol oynayan mimar, 2009 yılından beri ofisin ortağı olarak pek çok projenin baş tasarımcılığını ve proje yöneticiliğini yapmaya devam ediyor.
vaziyet planı
diyagramlar
YAPI - FABRİKA - ÇANAKKALE ŞUBAT 2016 - XXI 62
fotoğraflar: Cemal Emden
Bereketli Topraklar İçinde VINERO ŞARAP FABRIKASI, ÜRETIMLE MIMARLIĞI BIR ARAYA GETIREN TASARIMIYLA FABRIKA MEKANINI ZIYARETÇILERIN IÇINDE DOLAŞABILDIĞI SEYIRLIK BIR DENEYIME DÖNÜŞTÜRÜYOR.
Vinero Şarap Fabrikası, Eceabat’ta Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı içinde yapılaşma izni olan alanda, geniş üzüm bağları arasında yer alan bir şarap üretim tesisi olarak tasarladık ve uyguladık. Projede, topoğrafyadan ve üretimin gerçeklerinden doğan doğal, çağdaş ve özgün bir mimari amaçladık.
VINERO ŞARAP ÜRETIM TESISI VE MISAFIRHANE BINASI
tekeli sisa mimarlık ortaklığı
Yapı, üretim ve misafirhane olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Üretim bloğuyla 25 odalı misafirhane yapısını bağlayan üzeri örtülü iç sokaktan girilen üretim bloğunu, bağlardan toplanan üzümün tesise getirilişinden şişelenip sevkine kadar olan aşamalar, doğal akış ve düşey dolaşım ilkeleri göz önünde tutarak düzenledik. İki bodrum ve bir zemin kattan oluşan blokta, ana giriş holünden başlayarak
kurgulanan dolaşım senaryosu ve nitelikli üretim mekanı tasarımıyla fabrikaya gelen ziyaretçilere üretim süreci tanıtılıyor. Ziyaretçinin bütün mekanı kavrayabileceği şekilde dairesel formda tasarlanan fermantasyon tankları bölümü ve ana fıçı kavı bu yaklaşımı gösteriyor. Üretim bloğunun batısına yerleştirdiğimiz geniş yansıma havuzunun arkasındaki kavisli cephedeki şarap tadım balkonu; tesisteki ziyaretçi dolaşımının son noktası olarak, şarap deneyimini karşısındaki üzüm bağlarıyla iç içe hissettirip zihinlerde iz bıraktırma kurgusunun bir parçası. İşveren, aile bireylerinin ve özel ziyaretçilerin zaman zaman kalabileceği bir misafirhane yapısı istemiş ve bu yapının Güney Fransa’daki geleneksel şaraphane şatolarına gönderme yapması talep etmişti. Bu doğrultuda, şatoların doğrudan benzerini yapmak yerine günümüz mimarisi içinde çağdaş bir şekilde yorumlamayı tercih ettik.
YAPI - FABRİKA - ÇANAKKALE 63 XXI - ŞUBAT 2016
YAPI - FABRİKA - ÇANAKKALE ŞUBAT 2016 - XXI 64
giriş sayfasında Üretim bloğu ve tadım balkonu bu sayfada en üstte: Üretim bloğu güney cephesi üstte solda: Üretim bloğu üstte sağda: Üretim bloğu iç mekan sağda: Misafirhane en sağda: Üretim bloğu
proje adı: Vinero Şarap Fabrikası proje yeri: Eceabat - Çanakkale mimari proje: Tekeli- Sisa Mimarlık Ortaklığı proje mimarı: Dilgün Saklar (Ekip Lideri) mimari proje ekibi: Alper Gürtekin, Aydın Bilgi, Ceren Erman, Ceylan Cöbek, Hüsne Cavlak, Nazlı Melis Kocamanoğlu, Neslihan Can, Zeynep Betül Çelikel
işveren: Sanset Gıda A.Ş. iç mekan tasarımı: CM Mimarlık peyzaj projesi: DS Mimarlık statik proje: MPI Mühendislik tesisat proje: Prokem Mekanik elektrik proje: Enkom Mühendislik proje başlangıç ve bitiş tarihi: 2012 - 2015 toplam inşaat alanı: 16.000 m2
vaziyet planı
zemin kat planı
1. kat planı
batı cephesi görünüşü
güney cephesi - üretim bloğu görünüşü
güney cephesi - misafirhane ve lojman bloğu görünüşü
65 XXI - ŞUBAT 2016
mehmet emin çakırkaya 1991'de İTÜ Mimarlık Bölümü'nü, 1993'te aynı bölümde yüksek lisansını bitirdi. Eğitimi sırasında Emin Onat Mimarlık Ödülü ve YEM Başarılı Mimarlık Öğrencisi Ödülü'nü aldı. 1995'de Doğan Tekeli - Sami Sisa Mimarlık'ta proje yöneticisi olarak çalışmaya başladı. 2004'te şirketin Tekeli - Sisa Mimarlık Ortaklığı olarak yapılanmasıyla ortaklığa katıldı.
YAPI - FABRİKA - ÇANAKKALE
dilgün saklar 1979 yılında İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü'nden mezun oldu. Mezuniyetinden bir yıl sonra Doğan Tekeli - Sami Sisa mimarlık bürosunda çalışmaya başladı. 2004 yılına kadar aralıksız olarak firmada proje yöneticisi olarak çalıştı. 2004 yılında şirketin Tekeli - Sisa Mimarlık Ortaklığı olarak yapılanmasıyla ortaklığa katıldı.
Üretimin Doğası VINERO ŞARAP FABRIKASI'NIN IÇ MEKAN TASARIMI, ÜRETIM MEKANLARININ HAMMADDE VE MALZEMEYLE KURDUĞU ORGANIK ILIŞKI VE FARKLI KONUKEVI KURGUSUYLA FABRIKAYI YAŞAYAN BIR MEKANA DÖNÜŞTÜRÜYOR.
Çanakkale ili, Eceabat ilçesi, Gelibolu yarımadası içinde üzüm bağları ve bir şarap imalathanesi. Mimari tasarımı ve müellifiyeti ülkemizin köklü ofislerinden Tekeli-Sisa Mimarlık Ortaklığı’na ait olan yapının inşaatının başlamasıyla CM Mimarlık olarak biz de iç mimari projesine başlamış olduk. Dolayısıyla iki şansımız vardı: Tekeli-Sisa Ofisi dahilinde sevgili Dilgün Saklar ve Mehmet Emin Çakırkaya’nın varlığı ve projeyi göreceli olarak vakitlice çalışmaya başlamış olmak. CM Mimarlık olarak böyle bir yapının içerisinde çalışmak bizim için hem güç, hem de heyecan vericiydi.
ŞUBAT 2016 - XXI 66
İÇ MEKAN - FABRİKA - ÇANAKKALE
fotoğraflar: Cemal Emden
VINERO ŞARAP ÜRETIM TESISI VE MISAFIRHANE BINASI İÇ MIMARI TASARIMI
cm mimarlık
Bir şarap üretim tesisi, tüm imalathaneler ve fabrikalar gibi var oluşunu en iyi ve doğru şekilde karşılamak üzere tasarlanmalı. Bize düşen görev, söz konusu imalata dayalı organik işleyişi aksatmayacak biçimde tasarlamaya gayret etmekti. Yaklaşık 16.000 metrekarelik yapı, imalat ve depolama kısımlarının yanı sıra buna servis veren laboratuarlar, ofisler gibi yan programları da barındırıyor. İlaveten 25 odalı bir konukevi ve buna hizmet veren yeme-içme de dahil
muhtelif servisler ile spesifik bir spa programı da bulunuyor. İmalat kısmında betonarme strüktürü olabildiğince çıplak görüp, sıvıya ve hareketli modüllerin darbesine dayanıklı malzemelerle ihtiyaç duyulan noktalarda ve gerektiği kadar kaplamaya çalıştık. Ham metali endüstriyel kaba bağlantı detayları ile, ahşabı masif olarak işledik. Bu tür şaraphaneler yılın belli ve pek de uzun olmayan dönemlerinde yoğun, diğer zamanlarındaysa daha pasif faaliyet gösterirler. Fakat muhtelif ziyaretler, tadımlar ve konukevinin varlığı imalathanenin dışa dönük yüzünü oluşturur. Bu nedenle, ziyaretleri karşılayacak imalathane içi salon, amfi-sunum mahali kurduk. Ofisler, konukevi ve imalathane için ana giriş aksını karşılayan bu ortak alanı, biraz da mecazi, 3 boyutlu kurguladık. İmalathanenin depolama, yıllandırma kısımları dahil tüm diğer mekanları, bütünde belli malzeme ve ilişkiler dahilinde üretmeye gayret ettik. Konukevi, her biri birbirinden farklı odalardan oluşuyor. Yatma mahalleri, kurguları, malzemeleri, ıslak hacimleri odadan odaya farklılaştırmakla beraber, her odayı ekleri, servisleri ve malzemeleriyle ilişki içinde kurguladık.
İÇ MEKAN - FABRİKA - ÇANAKKALE 67 XXI - ŞUBAT 2016
cem sorguç 1986'da Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde başladığı mimarlık eğitimini 1993 yılında tamamladı.1987-2000 arasında proje ve şantiye mimarlığı yaptı. 2000'de beri kurucusu olduğu CM Mimarlık Ltd. bünyesinde mimarlık yapıyor. MSGÜ ve İTÜ mimari proje atölyelerinde davetli öğretim görevlisi olan Cem Sorguç, Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri 2014 yılı Yapı Dalı Başarı Ödülü’nün sahibidir. proje adı: Vinero Şarap Üretim Tesisi ve Misafirhane Binası proje yeri: Eceabat, Çanakkale iç mimari tasarım: CM Mimarlık tasarım ekibi: Cem Sorguç, Elvan Çakıt, Özlem Yılmaz, Gizem Candemir, Deniz Gezgin, Amina Rezoug işveren: Sanovel proje tarihi: 2012-2015 toplam inşaat alanı: 16.000 m2
ASPEN BÖLME DUVAR SİSTEMLERİ, EPD İLE TESCİLLENDİ Aspen Bölme Duvar Sistemleri grubuna ait MBD, Sinova, Diversa, Vetrona, Sepera ürünleri yetkili kuruluş Alman İnşaat ve Çevre Birliği (IBU) tarafından EPD (Environmental Product Declaration - Çevresel Ürün Beyanı) belgesine layık görüldü. Tüm süreçlerinde çevresel kaygıları önceliklendiren Aspen, Türkiye’de üretilen Bölme Duvar Sistemleri arasında EPD Belgesi’ne sahip ilk kuruluş olma özelliğini de kazanmış oldu. Bir ürünün hammaddesinin doğadan elde edilmesi, üretimi ve yaşam sonu bertarafına kadar olan tüm süreçlerini şeffaf ve nicel olarak
bilimsel bir yaklaşımla değerlendirilerek, çevre performansını gösteren EPD belgesi, çevreye olumsuz etkileri daha az olan ürün ve hizmetlerin teşvik edilmesini hedefliyor. EPD belgesine sahip ürünler LEED, BREEAM gibi yeşil bina sertifikasyon sistemlerinde ek kredi puanları kazanılmasını sağlarken çevre bilinci ile yaşama katkı, Avrupa Birliği yasal mevzuatına uyum, yeşil bina sertifikasyonu, uluslararası bilinirliği artırma gibi bir çok avantajı da beraberinde getiriyor. www.aspen.com.tr
Surfloor, patentli özel alaşımlı PVC malzeme arasında renkli sıvı ile kullanıcı etkileşimi sunan teknolojik bir karodur. Surfloor Sıvı Karo, 50x50 cm ile 30x30 cm boyutlarında, projeye özel olarak farklı boyutlarda ve özel şekillerde üretilebiliyor. Opak ve transparan olmak üzere iki farklı kullanım seçeneğiyle sunuluyor. Kalınlığı 5,5 mm, ağırlığı 1,8 kg olan ürün nakliye ve statik açısından avantaj sağlıyor. Surfloor düzgün yüzeylerde bilinen yapıştırıcılarla kolaylıkla uygulanabiliyor ve özel ustalık
gerektirmiyor. %100 sızdırmazlığı kanıtlanmış olan ürünün tabanı 1,5 mm kaydırmazlık özelliğine sahip. Anti bakteriyel olan ve leke tutmayan Surfloor 3 mm'ye kadar aşınma ve çizilmelere karşı dayanıklılık gösteriyor. Uygulandığı tüm mekanlarda deneyimin bir parçası olan karolar özellikle anaokulu, spor salonu gibi kullanıcı etkileşimli alanlarda tercih ediliyor. Hamarart Design Studio tarafından satışa sunuluyor. www.hamarart.com
BLANCO KÖŞE EVİYELER
ŞUBAT 2016 - XXI 68
SEKTÖR HABERLERİ
SURFLOOR
blanco tıpo 9e
Öztiryakiler Grup güvencesiyle sunulan Blanco, yeni eviye tasarımlarıyla mutfak tezgahlarındaki köşeleri değerlendirerek mutfakların daha verimli kullanılmasını sağlıyor. SilgranitTM PuraDurTM II teknolojisi ile üretilen yeni Blanco Tipo 9E, Blanco Metra 9E ve Blanco Zia 9E modelleri, solmaya, lekelere, ısıya ve çizilmeye karşı dayanıklılığının yanı sıra uzun ömürlü yapısı ile de öne çıkıyor. Yeni modeller modern tasarımları, geniş hazneleri ve detayları ile mutfaklarda rahatlık ve işlevsellik sağlıyor. Kesme tahtası ve paslanmaz çelik elek gibi pratik aksesuarları, meyve ve sebzeleri kolayca yıkayabilmek için düşünülen ekstra bölümleri ise ürünleri diğerleri
arasında öne çıkarıyor. Blanco'nun SilgranitTM PuraDurTM II malzemesini kullanarak ürettiği modeller, sudaki kirecin yol açtığı lekelere ve sert cisimlerin neden olduğu çizilmelere karşı direnç gösteriyor. Ayrıca 280 santigrat dereceye kadar olan sıcaklıklardan da etkilenmiyor. Bileşimlerindeki kaliteli akrilik, ürünlerin formunu ve güzelliğini yıllarca korumasını sağlıyor. Blanco köşe eviyelerin alumetalic, beyaz, jasmin, champagne, sand, cognac, kahve, ipek gri, antrasit gibi doğal ve sıcak renklerden oluşan alternatifleri dikkat çekiyor. www.blanco.com.tr
NURUS ÜRÜNLERİ İSMOB'DA Nurus, 12-17 Ocak tarihleri arasında düzenlenen dünyanın en büyük mobilya fuarlarından İstanbul Mobilya Fuarı'nda ürün ve çözümlerini tanıttı. Yerli ve yabancı birçok ziyaretçiyi ağırlayan İSMOB'da Red Dot Design Award, German Design Awards ve Good Design Awards sahibi Uneo, kabuğu andıran zarif formu ve %100 geri dönüştürülebilen malzemeden üretilen Green Good Design, Good Design ve German Design Nominee ödüllü, hem ev hem de ofislere uyumlu Alava, ortak
kullanım alanlarından evlere ve çalışma alanlarına kadar pek çok mekanda kullanım olanağı sunan Good Design ve German Design ödüllü Greta gibi birçok ürün ziyaretçilerin beğenisine sunuldu. Fuarda düzenlenen İSMOB Tasarım Yarışmasında ise Alava, Tamamlayıcı Mobilya ve Aksesuar kategorisinde birinci olurken Oturma Grubu kategorisinde de Greta birincilik ödülünün sahibi oldu. www.nurus.com.tr
ŞUBAT 2016 - XXI 70
SEKTÖR HABERLERİ
BANYODA IŞIKLA TASARIM Temel aydınlatma banyoda ihtiyaç duyulan aydınlığı sağlar ve banyo mobilyalarına dikkat çeker. Bölgesel aydınlatma ise atmosfer yaratır, gözü bir yere yönlendirir ve odağı belirtir. Bölgesel ışık kaynakları ana ışık kaynağına ek olarak kolayca açılıp kapatılabilmelidir. Christian Werner'in tasarladığı yeni seri L-Cube'daki aynanın dört kenarında da göz kamaştırmayan, 480 lükse kadar LED aydınlatma kullanıldı. Işık çerçevesini yalnızca basit bir el hareketiyle kısmak ya da açıp kapatmak için bir sensör bulunuyor. Tasarımcı Kurt Merk Jr. ise banyoda yumuşak bir bölgesel aydınlatma yarattı. Vero banyo mobilyası koleksiyonunun yıkama alanının altında yer alan ortam aydınlatması, serinin ahşap yüzeyleriyle birlikte mekana doğal bir his veriyor. Banyoda üçüncü ışık kaynağı olarak planlanan ambiyans ışığına Philippe Starck'ın tasarladığı yeni seri Cape
Cod'daki ayna örnek verilebilir. Delos, Happy D.2 ve X-Large serilerindeki ayna üzeri filigran ışık da kişisel ihtiyaçlara göre kısılabiliyor. Darling New küvetin kenarının altında istendiğinde yumuşak, atmosferik bir LED ışık yanıyor. Asılı küvet Nahho of EOOS'un direkt olmayan aydınlatması konforu artırıyor ve rahatlama sağlıyor. L-Cube aynanın daha küçük versiyonundaki ayna ışığı, 300 lux aydınlatmasıyla aynı derecede parlak ve sıcak ışık sağlayarak banyoyu görsel olarak zenginleştiriyor. Duravit'in tüm aynalarında olduğu gibi Delos'ta da ışık sensörü düğmesi dikkat çekmeyecek şekilde gövdeyle birleşiyor. Entegre LED gece ışığı işlevi olan SensoWash duş-tuvalet ise, vücudun dinlenme halini bozmadan gerekli aydınlatmayı sağlıyor. www.duravit.com.tr
THEA ULTIMA AHŞAP KOLEKSİYONU Ev dekorasyonunda mobilya ve zeminlerde olduğu kadar aksesuar ve duvar sistemlerinde de kullanılan ahşap, Viko'nun Thea Ultima serisinin ahşap koleksiyonuyla dekorasyondaki yerini alıyor. Ultima'nın ahşap koleksiyonu içinde bulunan bambu, venge ve ceviz renkleri, doğal tasarımı yaşam alanlarına taşıyor. Viko, Thea Ultima için her çerçevede 2M, 3M, 4M, 7M, 2x2M, 3x2M ve 4x2M olmak üzere farklı alternatifler sunuyor. www.viko.com.tr
vero
TRENDLINE VINTAGE Franke Trendline Vintage serisi, buzdolabı, ocak, fırın ve davlumbazdan oluşuyor. Seri, krem ve bordo olmak üzere iki farklı renk seçeneği ile sunuluyor. 60 cm genişliği ile küçük mekanlarda rahatlıkla kullanılabilen Trendline soğutucular A++ sınıfı enerji tüketimi ile A sınıfı ürünlerden %40 daha fazla tasarruf sağlıyor. Aynı serinin tamamlayıcısı 90 cm Trendline Vintage davlumbazlar ise 140w motor gücü ve 530 m3 yüksek emiş gücü ile yemek kokularının yok edilmesine yardımcı oluyor. Izgara, buz çözme gibi yedi farklı pişirme programına sahip 60 cm
Trendline Vintage serisi fırınların tasarımı analog saatler ile tamamlanmış. Fırınlar, 59 litrelik iç hacmi sayesinde rahat pişirme imkanı sağlıyor. Seride yer alan 75 cm genişliğindeki beş gözlü Trandline Vintage ile ocaklarda daha rahat tencere hareketi sağlanıyor. Ayrıca döküm ızgaraları ile mutfakta profesyonel görünüm kazandıran ocaklardaki gaz emniyet ventili, ateşin sönmesi durumunda otomatik olarak gazı kesiyor ve elektronik ateşleme özelliği ile düğmeden kolaylıkla kontrol edilebiliyor. www.franke.com
ŞUBAT 2016 - XXI 72
SEKTÖR HABERLERİ
TEKNOKLİMA İSVEÇLİ FLAKT WOODS İLE ÜRETİM ANLAŞMASI YAPTI
Türkiye'de 20 yıllık merkezi klima sistemleri distribütörü olarak hizmet veren Teknoklima, dünyanın önde gelen İsveçli klima cihazları imalatçısı Flakt Woods ile klima santrali üretim anlaşması imzaladı. Flakt Woods, Eurovent belgesi ile yüksek standartlı ürün ve üretim kalitesi nedeniyle
Teknoklima'nın Boreas marka klima santralini seçti. Yapılan anlaşma kapsamında Eurovent TB1/L1/T2/D1/ F9 sınıfı Boreas marka klima santralleri, Flakt Woods markası ile dünyaya satılacak. Teknoklima'nın sekiz kişilik Ar-Ge ekibinin bir yıllık çalışma sonucu tasarladığı Boreas'ın tüm üretim aşamaları Beylikdüzü'ndeki tesiste tamamlandı. www.teknoklima.net
BTM "MİMARİ YAPILARDA SU YALITIMI" KİTABI YAYIMLADI BTM'nin kuruluşunun 40. yılı anısına hazırlanan Mimari Yapılarda Su Yalıtımı kitabı, yapıların su etkilerine karşı korunabilmeleri için hangi durumlarda neler yapılması gerektiği konusunda bir başvuru kaynağı niteliği taşıyor. Öncelikle sıvı suyun ve rutubetin yapıya etki ettiği bölgeler, etki etme şiddetleri ve biçimleri, bu etkilerin yapı elemanları ve malzemeleri üzerindeki zararlı sonuçları açıklanıyor. Yapıların kullanım ömürleri boyunca suyun etkilerinden korunabilmeleri için yapılacak farklı su yalıtım uygulaması türleri hakkında da bilgiler veriliyor. Kitapta su yalıtımı uygulamaları öncesi incelemeler,
verilerin toplanması, ön hazırlıklar, sistem ve malzeme seçimi, boyutlandırması, uygun ortamın hazırlanması ve uygulamanın başlangıcından sona ermesine kadar geçen süreç içerisinde izlenmesi gereken sıra, uyulması gereken prensipler ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Doç. Dr. Çiğdem Tekin, Yrd. Doç. Dr. Ahmet Cüneyt Diri ve BTM Teknik Danışmanı İnşaat Mühendisi Jozef Bonfil'den oluşan kurul, hazırlık aşaması yaklaşık bir yıl süren kitabın ortaya çıkmasını sağladılar. www.btm.co
TÜRKİYE İNOVASYON HAFTASI'NDA TARKETT'E ÖDÜL
Tarkett, Türkiye İnovasyon Haftası kapsamında büyük şirketler kategorisinde verilen International IMP3rove Award ödülüne layık görüldü. Tüm zemin malzemeleri %100 geri dönüştürülebilen Tarkett, sürdürülebilir kapalı üretim modelini benimseyerek ekolojik dengeyi korumak adına, üç yıl içinde su kullanımını %13, atık madde miktarını ise
%22 azaltmayı taahhüt ediyor ve ürünlerinden geri dönüştürülmüş madde içeriğini artırmak adına atık malzeme toplama merkezleri kuruyor. Tarkett, insan sağlığı ve çevreyi tehdit eden ftalat maddesini ürün içeriğinden tamamen çıkarmış durumda. Üretiminde ftalata yer vermeyen firma aynı zamanda PVC zemin malzemesi üreticilerini bu konuda özendirmeyi hedefliyor. www.tarkett.com.tr
TRIMLINE MW HAREKETLİ BÖLME DUVAR SİSTEMLERİ TRIMline MW Hareketli Bölme Duvar Sistemi; oteller, ofisler, eğitim yapıları ve konferans salonlarında, iç mekan tasarımının bütünleyici parçası ve mekanın istenilen işleve göre bölünmesi için sınırsız tasarım olanağı sunuyor.
TRIMline MW, sadece iki mekanı birbirinden ayıran bir bölme duvar sistemi değil. Üç boyutlu bir eleman olarak tek başına bir tasarım objesi. Ahşap kaplamadan tekstile kadar farklı yüzey kaplama seçenekleri sunuyor. Mekanda diğer duvarlarla birebir entegre oluyor ya da bilinçli bir kontrast yaratılabiliyor. Sistem bütününde uygulanan detaylar, üstün ses yalıtımı değerlerini sağlamak üzere tasarlanmış. Modern mimaride, her zamankinden daha fazla kullanılmaya başlanan cam cepheler, ham beton veya karo duvarlar, taş zeminler gibi sert yüzeyler mekanın ses
kalitesini olumsuz etkiliyor. Hareketli bölmelere adapte edilen akustik paneller ile mekanlarda ses konforu ve kontrolü sağlanıyor. Akustik paneller ile ses konforu sağlamanın yanında, farklı yüzey seçenekleri ile mekanlara görsel zenginlik de katıyor. Akustik panellerin kullanıldığı tasarımlarda, yüksek ses yalıtımı ihtiyacı duyulduğunda, sistem detayları duruma özel olarak tasarlanıyor. 57 dB`e varan ses yalıtım değerine ulaşılabiliyor. TRIMline MW ile mekan tasarımları yapılırken, en önemli hedef maksimum kullanıcı konforunu sağlamak. TRIMline teknik desteği, projelerin tasarım aşamasından, satış sonrası hizmetlerine kadar sürüyor.
"Ölçülerin özgür dünyası" felsefesi ile sınırsız tasarım özgürlüğü sunan TRIMline, mimari tasarım kriterleri doğrultusunda geliştirdiği inovatif ürünler ile prestijli projelerde yerini almaya devam ediyor. Özellikleri: • Manuel ve yarı otomatik toplanma, • Farklı kenar koruma detayları, esnek kombinasyonlar, • 100 mm duvar kalınlığı, • Projeye özel panel ve yükseklik ölçüleri, • Teleskobik son ayarlama paneli, sabit dişi - erkek panel geçişleri, • Tek ya da çift kanatlı kapı seçenekleri, • DIN 18095 Smoke - Proof özelliği, • 57 dB'ye varan ses izolasyonu ve akustik kontrol.
ŞUBAT 2016 - XXI 74
SEKTÖR HABERLERİ
TRIMline MW ile panel stok alanları istek ve ihtiyaçlara göre planlanıyor. Paneller, tamamen gizlenebildiği gibi, üst üste istiflenerek, oda içerisinde tasarımın diğer elemanları ile kombine edilebiliyor. TRIMline MW toplandığında yer kaybını en aza indirerek, mekanda ihtiyaç duyulan maksimum alanı kazandırıyor. Tavandan gizli bir ray ile asılan paneller, zeminde herhangi bir kılavuz rayına ihtiyaç duymuyor. Paneller, manuel olarak kolayca hareket
ettirilebiliyor ve park alanına götürülebiliyor.
deloıtte türkiye (fotoğraflar: gürkan akay)
trımlıne (fotoğraflar: yerçekim fotoğraf - ömer kanıpak, orhan kolukısa)
Pietra di Matraia ile yapılmış yüzme havuzu
ŞUBAT 2016 - XXI 76
UYGULAMA - TAŞ VE AHŞAP
Taş merdiven
"Biolinea" parke, eski zamanların atmosferini yaşam alanlarına getiriyor.
Beyaz mobilya ile kullanılan ahşap zemin beyaz rengi yumaşatıyor, odanın keskin ve soğuk görünmesinin önüne geçiyor.
Doğalın Zenginliği SANDRA A. ARIZABALO, İÇ MEKAN TASARIMINDA DOĞAL TAŞ VE AHŞABIN ETKİLERİNİ İTALYA'NIN ÖNDE GELEN İKİ MARKASINDAN ÖRNEKLERLE ANLATTI. Sandra A. Arizabalo
Yüzyıllardır mimari ve dekorasyonda kullanılan ahşap ve doğal taş, yaşam alanlarına konfor ve görsellik kazandırmaya devam ediyor. Doğada pek çok katı yüzeyi şekillendiren bu malzemeler, farklı etkiler yaratmak için düzenlenebiliyor. Ahşap zeminler uygulandıkları alanlara rahatlatıcı bir görüntü kazandırırken taş duvarlar ise mekanı sıkıcılıktan kurtaran büyük bir görsel etkiye sahip. Kısacası, ahşap ve taş iç mekan
tasarımında temel elemanlar olarak öne çıkıyor. Bu iki malzeme çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Örneğin cam, çelik ya da farklı renklerle kusursuz uyum sağlayarak zarif ve göz alıcı iç mekanlar oluşturulmasına katkı sağlıyor. Mugnani ailesi 17. yüzyılın ortalarından bu yana, gelenek ile inovasyonu bir araya getiren sistemlerle, sahip oldukları taş ocağından Matraia taşını çıkarıyor. Matraia taşının özellikleri onu başta dış mekan elemanları (banklar, çeşmeler, kaldırımlar) olmak üzere iç mekanlar için de uygun kılıyor. Mimarlık ve tasarım stüdyolarıyla yapılan işbirlikleri sayesinde Pietra di
Matraia ile incelikli banyolar, modern mutfaklar ya da sıcak otel lobileri yaratılabiliyor. Doğal gri renge sahip bu taş yüksek fiziksel ve mekanik performansının yanı sıra değişimlere de dayanıklı olmasıyla dikkat çekiyor. İtalyan firması Friulparchet ise üç kuşaktır parke üretimi yapıyor. Detaylara dikkat eden ve en iyi bitirme malzemeleri için araştırmalar yapan firma üretimde kullanacağı ağaçları dikkatle seçerek yeryüzünün doğal mirasını korumaya gayret ediyor. Friulparchet, ahşabın tüm doğal güzelliğini ve sıcaklığını yansıtmak için mimarlar, tasarımcılar ve İtalya'nın en iyi zanaatkarlarıyla çalışıyor.
AKDO Silkar Madencilik markası olan AKDO, mimarinin tarih boyunca temel malzemelerinden olan doğal taşta Türkiye'den dünyaya açılan en önemli markalardan biridir. Granit, mermer ve mozaik üretimini bir arada yöneten ender firmalardan biri olan Silkar, özmal ocaklarından çıkarttıklarının yanı sıra Türkiye'nin ve dünyanın dört bir tarafından getirip kendi fabrikalarında işlediği doğal taşları AKDO markası ile global olarak dağıtıyor.
ŞUBAT 2016 - XXI 78
REFERANS PROJE - SERAMİK
Mimari ve tasarımda gelişen trendleri uluslararası kapsamda takip eden AKDO edindiği tecrübe ile dünya trendlerini Türkiye'ye getiriyor ve WOW seramiklerini profesyoneller ile buluşturuyor. Tasarım odaklı bir ithal seramik firması olan WOW, rakiplerinden farklı olarak küçük ebatlı ürünlerde profesyonelleşmiş olup 2000 yılından beri sektörün içinde yer alıyor. Çağdaş bir tat ve sade çizgiler ile hazırlanmış koleksiyon, kullanıcılarına zamansız mekanlar vaat ediyor. www.akdo.com • Candy Graphite Matt • Hexa Ice White Matt • Moon L Ice White Matt
BAUMIT Baumit’in kaliteli ve güvenli çalışma felsefesi ile geliştirilen Baumit karo yapıştırıcıları her çeşit alt yüzey ve fayans boyutu için profesyonel çözümler sunuyor. Harmonize Avrupa Standardı olarak Türkiye’de de yürürlükte olan (TS) EN 12004 standardına göre ürünler performanslarına göre sınıflandırılıyor. Baumit’in iç mekanlarda tercih edilebilecek C1 sınıfı ürünleri Basic, Pro ve Bianco olarak ürün gamında yer alıyor. Baumit C2 sınıfı ürünleri ise Flex grubu olarak FlexUni, Flextop ve FlexMarmor olarak sunuluyor.
ŞUBAT 2016 - XXI 80
• REFERANS PROJE - SERAMİK
C1 sınıfı yapıştırıcı olan Baumit Basic, yer karolarının döşenmesinde; Pro, seramiklerin iç mekanda zemine ve duvara yapıştırılmasında kullanılıyor. Pro’nun çalışma süresi uzatıldığı için uygulama esnasında ustaların işini son derece kolaylaştırıyor. Özel modifiyeli katkılar içeren Baumit C2 sınıfı yüksek mukavemetli ve esnek karo yapıştırıcıları, zor alt yüzeylerde, ağır ve düşük su emiciliğe sahip karolarda, yüzey gerilimi oluşturmaksızın güvenli ve uzun ömürlü bir tutunma sağlıyor. Flex grubu ürünler, polimer modifiye dolguları içeren, su geçirimsizlik ve donmama özelliği geliştirilmiş ve düşeyde tutunma özelliği artırılmış olarak sunuluyor. Bu grup içerisinde bulunan granit, taş, fayans ve seramik yapıştırma harcı FlexUni, özellikle renovasyonlarda mevcut fayansı kırmadan, fayans üstü fayans uygulamasında kullanılıyor. CG2 WA sınıfı yüksek mukavemetli derz dolgu harcı olan PremiumFuge ise farklı renklerde seramikleri tamamlayacak derz dolgu renk alternatifleri sunuyor. www.baumit.com.tr • 3. Havalimanı Mobilizasyon • Axis İstanbul Kağıthane ve Bayrampaşa, İstanbul • Garanti Koza KozaPark, İstanbul • Göl Panorama Evleri, İstanbul • Medical Park Bahçeşehir, İstanbul • Resim İstanbul, İstanbul • Sinpaş Altınoran, Ankara • Sinpaş Aquacity, İstanbul • Sinpaş İncek Life, Ankara • Sinpaş Liva, İstanbul
EGE SERAMİK Yoğun kullanım alanlarında kullanılacak zemin malzemeleri seçiminde, ürünlerin aşınmaya karşı dayanıklılığı ve mekanın tasarımı ile bütünlük sağlayan farklı tasarıma sahip ürün arayışları önemli unsurlar olmaya devam ediyor. Ege Seramik, bu alandaki ihtiyaçları hedef alarak geliştirdiği ürünleri ile birbirinden farklı konseptlerde sınırsız alternatifler sunuyor. "Doğa kadar gerçek doğa kadar dayanıklı" sloganı ile doğal görünümlü ürünler tasarlamaya ve geliştirmeye devam eden Ege Seramik ürün portföyünde, sürekli güncellenen, zengin ebat ve tasarım seçenekleri olan ürünler geliştirmeye devam ediyor.
ŞUBAT 2016 - XXI 82
• REFERANS PROJE - SERAMİK
Ege Seramik portföyünde yer alan ahşap görünümlü seramikler, estetik, dekoratif bir anlayışla ahşap görüntüsü ve sırlı granit malzemenin dayanıklılığını bir arada sunuyor. Kullanıldığı mekana doğanın zengin dokularını taşıyan ürünler minimalist, modern ve vintage gibi birçok tarzla bütünleşiyor. Ege Seramik sırlı granit ürünleri alışveriş merkezleri, oteller, hastaneler, kafeler gibi birçok alanda, 60x120, 80x80, 60x60, 45x90 boyut seçenekleri, mat, rölyef yüzeyli, yarı parlak ve tam parlak yüzey alternatifleri ile zemin kaplamalarında en çok tercih edilen çözümler olmaya devam ediyor. www.egeseramik.com
KALEBODUR
ŞUBAT 2016 - XXI 84
• REFERANS PROJE - SERAMİK
Küçükçekmece Belediyesi Yeni Hizmet Binası, Mutlu Çilingiroğlu MİAR Mimarlık tarafından tasarlandı. Türkiye’nin ilk BREEAM sertifikalı kamu binası olacak yapının cephesinde Kalebodur'un Kalesinterflex ürününün Innovation serisinden beyaz renk kullanıldı, iç mekanların zeminlerinde ise koyu gri tercih edildi. Çift cephe sistemine sahip cephe uygulamasının ilk cephesinde Kalesinterflex uygulandı, ikinci cephe ise binayı çepeçevre dolaşan eğrisel camdan oluşuyor. Pasif iklimlendirme ve doğal aydınlatma imkanı sağlayan çift cidar ve galerileşme, ekonomik su kullanımı, geri dönüşebilir malzeme seçimleri, yeşil çatı ve uyumlu ortam bitkileri gibi sürdürülebilir öğelerin genel mimari form ve işlev anlayışı dahilinde bir bütünün parçaları şeklinde işlenmiş olması, son ürünü eklektik bir yapıdan çok daha tutarlı bir örnek yapı haline getirdi.
küçükçekmece belediyesi yeni hizmet binası (fotoğraflar: cemal emden)
Kreatif Mimarlık'ın tasarladığı Piri Reis Üniversitesi Kampüsü de en güncel sürdürülebilirlik ilkelerine göre tasarlanarak BREEAM'in "çok iyi" sertifikasını almaya hak kazandı. Kalebodur'un Kalesinterflex ürünü kampüsün ıslak hacimlerinin zemin ve duvarlarında kullanıldı. Yemekhane ana mutfağında Kalebodur 10x10 cm duvar seramikleri tercih edilirken teknik alanlarda 20x20 cm duvar seramikleri kullanıldı. Kapalı yüzme havuzunun çevre zemini ile soyunma ve duş alanlarının zemin kaplaması olarak Kalebodur 5x5 cm kaymaz seramikler, duvar kaplaması olaraksa 5x5 cm duvar seramikleri uygulandı. Kampüs elektrik ihtiyacının %45'ini kendi sağlıyor ve elektrik üretimi sırasında açığa çıkan enerji binaların soğutması ve ısıtmasında kullanılıyor. Tüm kampüsün kullanım suyu deniz suyunun tatlı suya çevrilmesi ile elde ediliyor. Yağmur suyu ve gri sular ise tuvalet sifonlarında ve peyzaj sulamasında kullanılıyor. Güneşin ultraviyole ışınlarının emilmesi ve iç mekandaki mekanik soğutma yüklerinin düşürülmesi amacıyla içinde cıva olmayan, %100 geri dönüşümlü perfore korten saç levhalar kullanılmış. Sürdürülebilirliğe ilişkin alınan tüm bu ve diğer önlemler, Piri Reis Üniversitesi'nin Türkiye'nin ilk yeşil kampüsü olmasını sağlıyor. www.kale.com.tr
piri reis üniversitesi kampüsü (fotoğraflar: cemal emden, koleksiyon mimarlık arşivi)
KIBRID MATERIAL
kibrID MATERIAL, görsel ve teknik özellikleri ile uluslararası alanda dikkat çekmiş ve kendini kabul ettirmiş birçok markayı temsil ediyor. Tasarımcılara cephe, zemin, duvar ve tavan kaplama ürünleri sunan kibrID MATERIAL'da çok amaçlı dekoratif paneller, alüminyum zincir perdeler, üç boyutlu beton karolar, işlenmiş doğal taşlar ile farklı aydınlatma çözümleri de bulmak mümkün.
ŞUBAT 2016 - XXI 86
• REFERANS PROJE - SERAMİK
kibrID MATERIAL temsilciliğindeki, yüksek kaliteli porselen teknolojisini konsept tasarımlarıyla birleştiren İspanyol porselen karo üreticisi Apavisa geniş bir beğeni kitlesine sahip. Koleksiyonlarındaki zengin çeşitlilik, farklı yüzey opsiyonları, üç boyutlu karo alternatifleri ile cephe, duvar ve zeminde farklılıklar yaratan Apavisa porselen karolar üstün teknik özellikleri ile iç ve dış mekanlarda tercih ediliyor.
eureko sigorta gm
istinye park avm
www.kibrid.com • Bursa Gaz GM, Bursa (Sistema Teknolojik Yapı) • Cafe Swiss/Swiss Hotel Maçka, İstanbul (KCA/UK) • Conrad Hotel, İstanbul (Has+Koen Mimarlık) • DO&CO İkram Hizmetleri, İstanbul (AKS Zemin) • Fantasia De Luxe Hotel Kemer, Antalya (Koçak Dizayn) • Faruk Medical Centre, Süleymaniye/ Irak (Zoom TPU) • MAC Mağazaları • Manema Fresh Esentepe, İstanbul (Koçak Dizayn) • NU Textile Capitol AVM&Akbatı AVYM, İstanbul (Konuralp Mimarlık) • Odea Bank GM Maslak, İstanbul (Sistema Teknolojik Yapı) • Plot4 Hotel, Moskova/Rusya (ENKA) • Radisson Blu Hotel Ataköy, İstanbul (Toner Mimarlık) • Ramada İstanbul Old City Fındıkzade, İstanbul (3RDF) • Ramada Plaza İstanbul Asia Airport, Kocaeli (BS Mimarlık)
kent hotel
atakule gyo ofis
haydar aliyev müzesi
YURTBAY SERAMİK Ahşabın verdiği doğallığı ve pozitif enerjiyi Yurtbay Seramik ahşap serileri ile tüm yaşam alanlarına taşımak mümkün. "Doğaya dönüş" ve "doğal temalı" iç dekorasyonun son zamanlarda oldukça popüler olmasından yola çıkan Yurtbay Seramik, şehir hayatı karmaşası ve yoğunluğundan uzak, özlenen doğal etkiyi ahşap serileriyle tüm yaşam alanlarında hissettiriyor. İç ve dış mekanda kullanmaya uygun seriler, alanına göre zemin ve duvarda tercih edilebiliyor. Yurtbay Seramik’in eskitme ahşap dokusunda Meltdown, klasik ahşapta ise Selvas, Samba, Antik Wood, Edra ve Roof Serileri dikkat çekiyor.
antik wood
edra
Yaşam alanlarını saracak doğal bir sıcaklık hissi uyandıran renkli ahşap dokuları da seramiğin avantajlarıyla birlikte sunuluyor. Renkli ahşapta da özellikle Gusto ve Vintage Serileri öne çıkıyor.
roof
selvas
meltdown
vıntage
ŞUBAT 2016 - XXI 88
• REFERANS PROJE - SERAMİK
www.yurtbay.com.tr
samba
gusto
ŞUBAT 2016 AJANDASI ... - 13 Şubat
... - 13 Şubat
Monochrome
İmgeyle
Akbank Sanat, Beyoğlu, İstanbul
www.akbanksanat.com
estetik ve geometriyi bir araya getiriyor. Fotoğraf ve video arasındaki sınırları bulanıklaştıran işleri bir
Mixer, Beyoğlu, İstanbul
mixerarts.com
Dijital sanatın en saf haline odaklanan sergi, siyah beyaz
araya getiren sergi, mecraların geçirdiği evrimi inceliyor.
... - 27 Şubat
Üç Şehir Bir Kahve: Kahire, İstanbul, Viyana
Kahvenin kültürlerarası ortak dili, üç şehrin kahve anlatıları üzerinden fotoğraflar, videolar ve hikayelerle aktarılıyor. Sergi
Milli Reasürans Sanat Galerisi, www.3sehir1kahve.org Şişli, İstanbul
süresince her Cumartesi "Kahve Bahane, Sohbet Şahane" başlıklı sohbetler gerçekleştiriliyor.
... - 27 Şubat
Görsen Kesin Tanırsın
Cem Dinlenmiş'in üçüncü sergisi, hayali bir inşaat firması
x-ist, Nişantaşı, İstanbul
www.artxist.com
Studio-X, Fındıklı, İstanbul
www.studio-xistanbul.org
ANAMED, Beyoğlu, İstanbul
rcac.ku.edu.tr
İstanbul Modern, Beyoğlu, İstanbul
www.istanbulmodern.org
İstanbul Modern, Beyoğlu, İstanbul
www.istanbulmodern.org
InterContinental Otel, Beyoğlu, İstanbul
yesilbinalarzirvesi2016.org
İzmir Mimarlık Merkezi, Alsancak, İzmir
www.izmimod.org.tr
Stockholm, İsveç
www.stockholmfurniturelightfair.se
Frankfurt, Almanya
ambiente.messefrankfurt.com
Kirazhan TAÇ Vakfı, Eminönü, İstanbul
www.tacvakfi.org.tr
Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi, İstanbul
www.unicera.com.tr
İstanbul Kongre Merkezi, Harbiye, İstanbul
sesa-build.com
olan Akarca İnşaat'ın hikayesinden yola çıkarak, şehirde yaşanan değişimi ironik bir bakış açısıyla irdeliyor.
… - 4 Mart
Mikrokozmos | Öncesinden Bugüne DS Mimarlık'ın 30 yılı
Deniz Aslan ve Sevim Aslan’ın DS Mimarlık çatısı altında geçirdikleri yıllar, belgeler ve röportajlar eşliğinde Mikrokozmos sergisinde bir araya geliyor.
... - 20 Mart
Günlük Sesler
Sergi, gündelik yaşam içinde kentin seslerine dikkat çekiyor. Yerleştirmelerle ziyaretçilere mekan, sokak ve kent gibi farklı ölçeklerde bir ses alanı deneyimi sunuluyor.
... - 22 Mayıs
Habitat
Yaşam alanları üzerine farklı bakış açılarını bir araya getirerek mekan kavramının izini süren sergi,13 sanatçının üretimlerine ev sahipliği yapıyor.
… - 5 Haziran
Yok Olmadan
Sergi, doğa ve ekolojik meseleleri sanatsal pratiğinin temeline alan sanatçılardan bir seçki sunuyor. Çalışmalar, insanın ekosistemle etkileşimine dair farklı yorum ve öngörüler içeriyor.
ŞUBAT 2016 - XXI 90
AJANDA
4 - 5 Şubat
Uluslararası Yeşil Binalar Zirvesi
Sekiz oturumda 40'a yakın konuşmacının yer alacağı kongre, Paris İklim Zirvesi'nin ardından yapı sektörüne düşen görevleri tartışma ortamı da sunuyor.
3 - 13 Şubat
Kent / 3
Karma resim sergisi, mimarlar Rafet Utku ve Işın Can ve şehir plancısı İrem İnce'nin kente bakarak ortaya koydukları ürünlerle görünenleri çoğaltmayı öngörüyor.
8 - 14 Şubat
Stockholm Tasarım Haftası ve Stockholm Mobilya ve Aydınlatma Fuarı
İskandinav tasarımının en büyük buluşma alanı olan tasarım haftası ve fuar, pek çok etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Bu yıl tasarım konuşmacıları arasında OMA ve Snohetta mimarlık ofisleri de yer alıyor.
12 - 16 Şubat
Ambiente Mobilya Fuarı
Dünyanın pek çok yerinden katılımcı ve ziyaretçiye ev sahipliği yapan fuar, uluslararası mobilya sektörünü bir araya getiriyor.
18 Şubat
TAÇ Vakfı Konferans Dizisi
TAÇ Vakfı'nın Ocak-Mayıs ayları arasında düzenlediği konferans dizisinin ikincisi, "19. Yüzyıldan Üsküdar'daki Ahşap Konut Tipleri ve Üsküdar'dan Bir Konak" başlığıyla Zeynep Emel Ekim'i ağırlıyor.
23 - 27 Şubat
25 - 27 Şubat
UNICERA Uluslararası Seramik Banyo Mutfak Fuarı
Seramik, banyo ve mutfak sektörlerini 28. kez bir araya getiren
Sesa Build
Yapı malzemeleri ve teknolojilerini, sürdürülebilirlik, tasarım,
fuara, yurtiçi ve yurtdışından 360'a yakın firma katılıyor.
yeşil teknolojiler ve enerji verimliliğiyle bir araya getiren Sesa Build, konferanslara ve sektörden başarı öykülerine de ev sahipliği yapıyor.