xxi.com.tr
XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 120 < HAZİRAN 2013 < ALATAŞ ARCHITECTURE < KARAN < SEKİZ ARTI MİMARLIK < SİSTEMA TEKNOLOJİK YAPI < SPDO < ZKLD < EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Yİ R M İ B İ R M İ M A R L IK TASA R IM M E KA N SAY I 12 0 H A Z İ R A N 2 0 13 1 1 ( KIB R IS 1 2 )
Entegre Eğitim Tesisleri Kent dışında inşa edilecek, on bin öğrencilik eğitim kampüslerinin olası etkilerini Boğaçhan Dündaralp, Haydar Karabey, Hikmet Gökmen ve Kerem Erginoğlu ile birlikte konuştuk.
Başyazıcıoğlu Ofis Binası
Önen Holding Yönetim Binası
SPDO
ALATAŞ ARCHITECTURE
BİLGİ KARAN
SEKİZ ARTI MİMARLIK
YAZILARIYLA
OSMAN ŞİŞMAN KORHAN GÜMÜŞ OTTO VON BUSCH AYKUT KÖKSAL
SİSTEMA TEKNOLOJİK YAPI
ZKLD
Yirmibir Mimarlık, Tasarım, Mekan Depo Yayıncılık adına sahibi ve yayın yönetmeni Kuyaş Örs
Eğitim kampüsleri, kimin için?
yazı işleri müdürü (sorumlu) Hülya Ertaş hulya@depo.com.tr editör Beste Sabır beste@depo.com.tr sektör editörü Tuğba Demirci tugba@depo.com.tr reklam müdürü Burcu Hinginar Akıncı burcu@depo.com.tr okuyucu ilişkileri sorumlusu Gülçin Kurt gulcin@depo.com.tr kurumsal iletişim yönetmeni Mürüvvet Can muruvvet@depo.com.tr kapak tasarımı Emre Çıkınoğlu sayfa tasarım ve uygulama Doğukan Bilgin web tasarımı Anıl Dönmez Turgay Tuğsuz basım yeri Ofset Yapımevi Yahya Kemal Mahallesi Şair Sokak No: 4 Kağıthane, İstanbul yönetim yeri Depo Yayıncılık Hacı İzzet Paşa Sokak Rota 1 Apartmanı 12/2 34427 Gümüşsuyu İstanbul 0212 251 1811 xxi@depo.com.tr genel dağıtım DPP Yerel süreli yayın. Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü, Depo Yayıncılık’ın yazılı izni olmadan kullanılamaz.
facebook.com/xxidergisi twitter.com/xxi_dergisi
Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni eğitim sistemiyle birlikte eksik kalan 40 bin derslik için benimsediği model eğitim kampüsü. Kent dışında geniş arazilerde 10 bine dek varan lise öğrencisine hizmet etmesi öngörülen bu yapılar için de bir ön seçmeli proje yarışması açıldı bakanlık tarafından. 10 bin lise öğrencisini bir araya getirme fikrini sorgulamak için bir pilot uygulama yapılmasına bile gerek duyulmaksızın harekete geçiliyor. Eğitim sisteminin son 10-20 yıldır bir deneme tahtası olduğunu düşününce bu eğitim kampüsleri önerisi pek de şaşırtıcı gelmiyor. Eğitimle ilgili alınan tüm kararlar gibi bu da yerel durumlar tamamen göz ardı edilerek tüm Türkiye çapında geçerli tek bir model olarak öne sürülüyor. 15 milyon nüfuslu bir kent olan İstanbul’da bir gencin bu büyüklükte bir yapıyla karşılamasıyla 850 bin nüfuslu Muğla’da yaşayan bir gencin karşılaşmasının aynı olacağı varsayımından hareketle tüm gençliğin eğitime tabi tutulacağı varsayılıyor. Eğitime tabi tutulmak herhalde burada doğru bir tamlama olarak kabul edilmeli, zira gençlerin nasıl bir eğitim istediğinin araştırıldığına dair bir bulguyla karşılaşmıyoruz yarışma sürecinde. Gençlerin bu modelde de öncekinde olduğu gibi eğitimin öznesi değil, nesnesi olarak tutulduğu aşikar. "10 bin arkadaşınla tek bir alanda kentten uzakta mı, yoksa kent içinde mekan kalitesi düşük mevcut okullarda mı okumak
istersin?" sorusuna verecekleri yanıtlardan oysa yeni tipolojiler dahi üretilebilirdi. Peki, eğitim modelinin değişmediği, derslik sayısından ve OECD standartlarından başka kriterlerin gözetilmediği bu koşullar içinde üretilen yapılar yeni bir söz üretebilir mi? Bu sayıda eğitim kampüslerini, sürecin ilk aşamalarındaki en önemli aktörlerden Haydar Karabey, yarışmaya katılmama kararı alan Boğaçhan Dündaralp, yıllardır mimarlık ve çocuk üzerine akademik çalışmalar yürütmekte olan Hikmet Gökmen ve eğitim yapıları konusunda deneyime sahip Kerem Erginoğlu ile birlikte konuştuk. Herkesin üzerinde ortaklaşa durduğu konulardan biri 10 bin öğrenci için yapılacağından ötürü yaşanacak ölçek sorunuysa bir diğeri de Türkiye’de eğitim yapıları üzerine tartışmaların zayıflığı. Tasarlanmış eğitim yapılarının azlığı bir yana, bu konunun mimarlık ortamında konuşulmasının seyrekliği de aşikar. Bu yarışma ile üretilecek 150 tane eğitim kampüsünün en azından bu konuları konuşmaya başlamamız için bir vesile olması mümkün, tabi bunun için de bakanlığın bu projelerin paylaşılması ve görünürlüğünün sağlanması konusunda çaba göstermesi şart. XXI
güncel
DOSYA
8 güncel
38 entegre eğitim tesisleri
Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı eğitim kampüsleri yarışmasının öğrencileri ve eğitimcileri, kenti ve yaşamı nasıl etkileyeceğini Boğaçhan Dündaralp, Haydar Karabey, Hikmet Gökmen ve Kerem Erginoğlu ile birlikte tartıştık.
proje 40 darlığın içindeki sınırsızlık Tarabya'da bir yol yalısı olarak inşa edilen ve yapısal birçok problemi de içerisinde barındıran bina, Alataş Architecture tarafından yeniden tasarlandı.
İçİndekİler
HAZİRAN 2013 - XXI 2
44 bütünleşik parçalar
10 sapkın tasarım sözlükçesi / osman şişman
Doğa - Kültür
14 soru işareti / korhan gümüş
Mesleki Kamusal Alan Üzerindeki Örtüyü Kaldırmak
22 küçük müdahaleler / otto von busch
Çatışma Yönetimi ve Konserve Açacakları
26 defter / aykut köksal
"Akademide İç Huzur Yoktur."
Bir renovasyon projesi olan Sigorta Genel Müdürlük Binası, çalışanların sahiplenme duygusunu ön plana çıkarmak adına katılımcı tasarım karaları paralelinde tasarlanmış.
48 çatıdaki cephe
60 yeni düşünce biçimini aramak
2007’de Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı Dicle Vadisi yarışmasında kazanan Sekiz Artı Mimarlık’ın master planı bünyesindeki ilk yapı uygulandı.
52 cephede çevreyi yansıtan
HAZİRAN 2013 - XXI 4
İçİndekİler
SPDO tarafından tasarlanan Başyazıcıoğlu Ofis Binası, şeffaf mekanlar yaratarak iç mekan ve dış çevrenin bir bütün olarak algılanmasını sağlıyor.
Sony Ericsson tasarım ekibinde yer aldığı dönemde tasarladığı W350 walkman ve telefonu, tasarım, geliştirme, üretim sürecini ve deneyimlerini Bilgi Karan aktarıyor.
SEKTÖR 64 ürün 68 kentle uyumlu
Kalebodur’un tamamen projeye özel renk ve formlarda ürettiği seramik serilerinden Rainbow Plus, mimari tasarımı Piray Mimarlık'a ait Bursa Çarşamba Pazarı'nda kullanıldı.
56 kullanıcı ve kent için aydınlatma
Tabanlıoğlu Mimarlık tarafından tasarlanan, içerisinde konser salonu, haber ve kayıt stüdyoları gibi işlevleri barındıran yapının aydınlatma tasarımı ZKLD tarafından bütüncül bir yaklaşımla gerçekleştirildi.
70 bahçe ve peyzaj referans dosyası
84 ajanda
ACO AGT Modern Elektronik Palmiye Gölge Sistemleri Prolux Schüco Tepta Aydınlatma
Londra Olimpiyatları Üzerine
HAZİRAN 2013 - XXI 8
güncel
2012 Londra Olimpiyatları Tasarım ve Kentsel Dönüşüm projesini yöneten Jerome Frost (ARUP), Kadir Has Üniversitesi Salı Seminerleri'nde Londra deneyimini ve kentin devam eden planlama sürecini paylaştı, sorularımızı yanıtladı.
fotoğraflar: ODA, Richard Davies, Arup
Beste Sabır: 2012 Londra Olimpiyat Parkı tasarım ve planlama süreci paralelinde alanı nasıl ele aldınız? Jerome Frost: Üniversitelerden akademisyenler, danışmanlar ve ekonomistler gibi farklı aktörlerle işbirliği yaptık, sürecin hepsini uzun vadeli faydalar sağlayabileceğimiz şekilde planladık. Olimpiyatlar gibi büyük ölçekli etkinliklerle birlikte, gelecekte kentinizi nerede konumlandırdığınızı dünyaya gösterme şansınız oluyor, bu paralelde alanı ve yatırımları esnek bir şekilde düşünmek önemli. Sadece etkinlik dönemi için değil, sonraki sürecin de planlanması gerekiyor. Londra’da 1908 yılında ilk kez gerçekleşen olimpiyatların ardından bölge, kulanımsız ve tanımsız bir alan haline geldi, sonrasındaysa alışveriş merkezine dönüştürüldü. Olimpiyatları kentin çok boyutlu dönüşümü paralelinde kullanmak bir
diğer önemli konu. Bu büyük etkinlik önemli bir dönüşüm aracı. bs: Planlama yaklaşımınızdan ve bu paralelde geliştirdiğiniz tekniklerden bahsedebilir misiniz? jf: Olimpiyat alanı kentin eski sanayi bölgesinde konumlanıyor. Bölgenin kentle ve kendi içindeki bağlantı kopukluğunu gidermek için yaptığımız şeylerden ilki, doğru işlevleri alanda yerleştirmek oldu, bu işlevler değişmez ve keskin değil, birçoğu esnek ve geçici şekilde ele alındı. Ayrıca bölgedeki mahallelerin dönüşümünü sağladık, farklı kullanımları ve kullanım biçimlerini alana enjekte ettik. Bu uzun vadeli bir plan çalışmasıydı, süreci devam eden bir süreç olarak ele aldık, katı ve değişmez bir master plan olarak değil. Bu paralelde plan içinde hem geçici hem de kalıcı kullanımlara yönelik alanlar bulunuyor. Örneğin
yarış pisti kalıcı şekilde tasarlandı ve uygulandı, basketbol alanı ise geçici. Bütçemizin %25’ini geçici, %75’ini ise kalıcı yatırımlar için kullandık. Keskin ve değişmez kriterlere ve değişkenlere takılıp kalmak yerine özellikle altyapı planlamasında, standartların gelecekte değişebileceği varsayımı üzerine planı kurguladık. Altyapı çalışmaları uzun vadeli planlarımızı destekleyecek şekilde gerçekleştirildi. bs: Sizce olimpiyatlar gibi büyük ölçekli etkinliklerin kent içindeki konum kararları nasıl alınmalı? Bu paralelde Londra özelinde yer seçim kararlarınızdan ve ulaşım planlama anlayışınızdan bahsedebilir misiniz? jf: Olimpik Park'ın Londra'da yer seçtiği alan, kentin dışında kalan bir sanayi bölgesiydi. Bu paralelde bölgeye ulaşım bağlantısını kuvvetlendirdik. Ana hedefimiz insanların kafasındaki
mesafe algısını değiştirmek oldu. Yani bu mekanın ulaşım bağlantıları kuvvetlenince, insanların mesafe algısı ve kentin coğrafyası konusundaki algısı da değişti. Bununla birlikte kent içindeki yolculuk süresi de dönüşüm gösterdi. Ve olimpik alan kentin bir altbölgesi değil, merkezin rahatça ulaşılabilir bir parçası haline geldi. İstanbul ve Londra gibi büyük şehirlerin merkezleri, alan açısından sınırlı. Bu yüzden büyük ölçekli etkinlikler için bence kentten uzakta ama ulaşım bağlantıları uzun vadede geliştirilebilir bir alan seçmek en mantıklı çözüm. bs: Konuşmanızda en çok etkilendiğim bölüm sürecin devam eden yapısı. Bu devam eden hala süregelen planlama süreci, bana Archigram’ın kent senaryolarını hatırlattı. Değişime açık ve esnek düşünce metodlarından ve
güncel 9 XXI - HAZİRAN 2013
sürecinize bunu entegre etme yöntemlerinizden bahsedebilir misiniz? jf: Olimpiyatlar Londra'da normal koşullarda çok zor olarak gerçekleşecek ya da hiç gerçekleşmeyecek etkinliklerin kentte yer almasına olanak sağladı. Gayrimenkul sektörü paralelinde değerlendirecek olduğumuzda, büyük etkinlikler gayrimenkul geliştiricileri için önemli bir ilgi alanı. Bu paralelde bu etkinlikler kentin geleceği için değerliler, bunları nasıl, hangi amaçla kullandığınız ise ana konu. Londra'nın hala sürmekte olan konut ihtiyacına rağmen, başlangıçta hiçbir geliştirici olimpik alanın içinde konut üretmek, satmak yani böyle bir risk almak istemedi. Kentin bu bölgesinde konut inşa etmenin bir riski vardı, bunun sorumluluğunu üzerimize aldık: Süreci yarıda bırakmak yerine konut üretimine devam ettik. Bu noktada
kendine güven önemli bir konu. Gerçekleştirdiğimiz konut projesinin %50'sini satmayı başardık, diğer bölümü de sonrasında özel sektör üstlendi. Böylelikle insanların Londra'nın bu bölgesi hakkındaki algılarını değiştirdik. bs: Bu tasarım ve dönüşüm sürecinde birçok aktör yer alıyor. Ve siz bu büyük etkinliği kent için bir dönüşüm aracı olarak kullandınız. Ulaşım, sosyal konular, eğitim gibi başlıklar planın içine dahil edilmiş. Sizce kentlerdeki gayrimenkul açlığı kamusal refahla nasıl dengelenebilir? Bunun için nasıl bir mekanizma ve örgütlenme gerekiyor? jf: Aslında kenti bu büyük etkinlik paralelinde satıyor ve pazarlıyorsunuz. Dünya çapında bir yatırım yapılıyor ve bu tarz büyük ölçekli etkinlikler, geliştiriciler için çok büyük öneme sahip. Tabi bu
durumu yönetebilmek, aktörler arasında dengeyi sağlayabilmek çok daha önemli. Londra özelinde iyi bir kentsel yönetim modeli geliştirdiğimize inanıyorum. Olimpik Park alanı hala dönüşüme ve gelişime açık, oyunlardan bir yıl sonra hala büyüyüp gelişmeye devam ediyor. İstanbul ve Londra'nın benzer özelliklere sahip olduğunu düşünüyorum. İkisi de dünya tarafından bilinen ve tanınan kentler, yani bir anlamda büyük ölçekli satış politikalarına ihtiyaç duymuyorlar, ama güçlendirmelere gerek var. Çünkü aynı zamanda diğer küresel kentlerle yarışıyorlar. Bu yüzden büyük ölçekli etkinliklerin nasıl yönetildiği, aslında o kentin nasıl yönetildiğini de gösteriyor. Böylesine uzun vadeli ve esnek bir plan, detaylı bir süreci gerektiriyor. Esneklik için çok fazla para harcayabilirsiniz de, her zaman bir denge arayışı içinde olmak gerekiyor, zaman ve maliyet de çok önemli.
İngiltere'deki gayrimenkul gelişim sürecimize tarihsel olarak bakınca büyük bir değişiklikle karşılaşıyorum. Önceleri alanı satın alıp ya da sadece inşa edip sattıktan sonra, başka bir alanda çalışmaya başlayan müteahhitler çoğunluktaydı. Alana ilgileri kısa süreliydi yani sadece o alanda inşa edip satmaya odaklıydı, satışın ardından gelen süreç onlar için önemli değildi. Başarı; alana ve mekana bağlılık ve sahiplenme olmadan satışla doğru orantılı olarak ölçülüyordu. Ama bu durum gittikçe değişiyor. Gayrimenkul geliştiricileri artık uzun yıllar boyunca bir alanı, projeyi sahipleniyor, onu işletiyor ve yönetiyor. Bu süreç boyunca da projeyi ve çevreyi sahipleniyorlar, sorumluluk almaktan kaçınmıyorlar. Bence bu model gerçekten farklı ve tasarım yaklaşımlarını da değiştirebilecek güce sahip.
Doğa - Kültür
HAZİRAN 2013 - XXI 10
Sapkın Tasarım Sözlükçesİ
doğa Tabiatın kendisiyle olmasa da fikriyle ne çok uğraşıyor, değil mi tasarımcı? Bir buçuk asır önce Sanatlar ve Zanaatlar taifesinin has adamı William Morris, Londra köprülerinin üzerinden, bok rengi akan Thames’e bakarken sanayi inkılabının korkunç yüzüyle karşılaşmıştı. Ah, ne ağrılı bir Narcissus uyarlaması! Tam da bu sayede hem doğacı hem de ütopyacı sosyalist tasarım fikirleri doğdu. Tabiatın kendisi şehirli proleteryanın ve dahi orta sınıfın gündelik hayatından ağır ağır çekilirken tabiat imgeleri koltuk döşemelerinde, duvar bezemelerinde, kitapların bez ciltlerinde, yemek takımlarının parlak tuvalinde arz-ı endam etmeye başlamıştı. Aynı zamanların aykırı çocuğu Christopher Dresser, "güzel"e erişmek için tabiatın temsillerini değil, oranlarını kullanmayı öneriyordu ya, özellikle Fransa’da infilak eden Art Nouveau, Ada’dan yükselen bu sesi duymuyordu. Paris’te hala önünde turistlerin fotoğraf çektirdiği döküm metro girişleri, üretildikleri malzemenin tabiatına gösterdikleri saygısızlığı, dallı güllü strüktürleriyle örtmekte pek mahirdiler. Yeşili, ekosu, sürdürülebiliri derken, endüstriyel tasarım tarihinin son yarım asrı da tasarımcının timsah gözyaşlarıyla sulandı, sulanıyor hala. Dünya bir hayli değiştiğinden tabiat imgesi de değişti elbet. Moleküler örgütlenmeyi örnek alıp oturma birimlerinde soyutlayanından tutun, suyun akışını pet su şişesinde yakalamaya çalışanına, binlerce yıl deniz suyunun imtihanıyla biçimlenmiş çakılların ilhamıyla cep telefonu tasarlayanından elektrikli süpürgeleri asma yapraklarıyla süsleyenine dek cümle tasarımcı (ve dahi üretici) tabiata saygıda kusur etmediğini duyurmak için kendini yırtıyor. Kadim bilgidir: Hayatımızda mevcut olmayan şeyler, bir aşırılıkla dile vurur, lafta var eder kendini. Tasarımın tabiata ilişkin söylemi de sanki böyle. Eğitim ve çalışma hayatında atölyeden, üretimden, malzemenin kendisinden günden güne uzaklaşan, üç boyutlu modelleme yazılımlarının sanal aleminde dönenip duran tasarımcıya varıp sorsanız, malzemenin tabiatına saygıdan bahsederken mangalda kül bırakmayacaktır gene de. Nedir bu malzemenin tabiatı, kuzum? Sadece uzun envanterlerden ve pantonelerden ibaret bir üretim evreninde, "techne"den bu kadar uzaklaşmış; ahşapla, metalle, çeşit çeşit plastikle müzakereye girmekten bihaber, hayli yabancılaşmış tasarım emekçisi, nasıl oluyor da malzemenin tabiatından bu kadar aşkla ve sadakatle bahsedebiliyor? Ve daha mühimi, neden?
Osman Şişman
Malzemenin tabiatıyla kastedilen, kullanılan malzemenin kendisinden çok, üretim biçiminin, üretim gereçlerinin tabiatı olsa gerek: Ahşabın suyundan çok, ahşap üzerinde müthiş bir şiddet uygulayarak onu doğrayan hızarın gücü; plastiğin yapısına dair bilgiden ziyade ona çeşitli sıcaklıklarda yaptırabileceklerimiz, maliyeti en aza indirmek için onu ne kadar inceltebileceğimiz -inceltince de nereye nasıl kayıt atmamız gerektiği- değil midir
asıl soru? Elimizdeki tekniklerle her şeyi her biçime sokma olanağımız varsa, bunun da hesabını, kitabını malzemeye dokunan zihin-elimizin deneyimi değil, yazılımlar gerçekleştiriyorsa, neden hala malzemeyle dostmuşuz gibi davranıyoruz? Foucault okuduğumdan beri, birileri tabiattan, tabiatın bilgisinden filan bahsedince, biraz tırsıyorum, ne yalan söylemeli. Tabiata dair bir bilgiye haiz olduğunu iddia ediyorsa biri, mutlaka o iddiayı kendi iktidarı için kullanacakmış gibi geliyor. İşte, burada da aynı şey: Tasarımcı, malzemenin tabiatından bahsediyorsa, mutlaka kendi alanına dair bir durumu mutlaklaştırmaya, sorgusualden münezzeh kılmaya uğraşıyordur. Tasarıma dair bir türlü bulunamayan, bulunsa da riayet edilmeyen bir sıfır noktası, bir ahlaki zemin! Hasılı tasarımcı -ve üretici- tabiatı bu kadar seviyorsa, bir an önce tasarlamayı -ve üretmeyi- bırakmalı! kültür Tasarım kültürü adıyla maruf araştırma alanı, merkeze tasarımı, çepere de kadim bilgi alanlarını yerleştiredursun; biz de dönüp akademinin dinozorlarından tasarımcıya ne menem medet mümkün, ona bakalım: Makro-iktisat: Tasarımın Türkiye’deki halini dünyanın geri kalanındaki -yani, elbette Batı’daki- haliyle karşılaştırmaktan çok hoşlandığınızı biliyoruz. Yaratıcı zihinlere fazlaca karmaşık gelse de biraz iktisat bilgisi faidelidir. Mikro-iktisat: Çalıştığınız şirketteki varlığınızı meşrulaştırmak mı istiyorsunuz? Mühendislerin ve pazarlamacıların zulmünden ve baskın oluşlarından bıktınız mı? Neo-liberal zihniyetin en mühim silahı olan "rekabet"ten payınızı alamıyor musunuz? Buyurun, günde birkaç saat mikro-iktisat dersi almaya. Retorik: Öğrenciyken jüri üyeleriyle, iş yaşamında işverenle karşı karşıyayken lafazanlığınızla göz doldurmak, kafa karıştırıp parayı kapmak istemez misiniz? En eski bilimlerden retorik, Antik Yunan’dan beridir hizmetinizde. Organizasyonel Teori: Önceki ikisi elbet işinize yarar ya, yine de üstleriniz ve astlarınızla konuşurken yerinizi bilmenin faidesinin yerini tutmaz. Hukuk: Fikri mülkiyet yasalarını öğrenmezseniz ettiğinizi bulursunuz; gün gelir sizin projenizi de çalarlar, maazallah. Sanat: Daha iyi pafta düzeni ve görseller için klasik resim bilgisi şart. Ölü Diller ve Etimoloji: Projelerinize iyi isimler bulmak için online sözlüklerden daha fazlasını arıyorsanız, üniversitelerin ve kütüphanelerin bu en sakin bölümlerine düzenli ziyaretler işinizi görür. Doğu Dinleri: Tasarımın hem öğrenciliği, hem mesleki pratiği stresli, malum. Biraz yoga, biraz meditasyon, biraz bengi dönüş sizi rahatlatır; blumik rutininizi katlanılır kılar. Dünyanın en agresif ve rekabetçi şirketi olan Apple’ın başında Zen Budisti olduğunu iddia eden bir adam vardı. Şimdi umarız bir koalanın vücudunda reenkarne olmuş, bir sonraki tura kadar rahata ermiştir. Baş tasarımcısı Jonathan Ive da o yolda. Kulübe katılmak istemez misiniz? Hem derine inmeye lüzum yok: Tembelliğinizi bir ermişlik minimalizmi olarak satabilirsiniz.
Formüle Edilemeyen Kültür
HAZİRAN 2013 - XXI 12
güncel
TUNA OFİS'İN DÜZENLEDİĞİ 'HIZ VE DEĞİŞİM ÇAĞINDA MİMARİDE ESNEKLİK VE ÖTESİ' BAŞLIKLI ETKİNLİĞİN KATILIMCILARI ÜNAL KARAMUK VE JEANETTE KUO İLE KONU PARALELİNDE SOHBET ETTİK.
Beste Sabır: Konuşmanızda da bahsettiğiniz gibi esneklik sıklıkla konuşulan bir konu. Fakat bazen sürdürülebilirlik, esneklik gibi konular sadece bir etiket olarak kullanılıyor. Esnekliği nasıl algılıyorsunuz? Projeleriniz paralelinde lokal, kültürel değerlerle nasıl ilişkilendiriyorsunuz? Ünal Karamuk: Belirli bir kültürle belirli bir ilişki kurmak istiyorsanız, o çevreyi çok iyi analiz etmeniz gerekiyor. Bu yüzden formüllerle, keskin kurallarla ilerlenemeyeceğini düşünüyoruz. Bir bölgede yapılanı bir başka bölgeye uygulamak çok sağlıksız. Jeanette Kuo: Kültür mekandan mekana değişiyor ve bunu anlamak, analiz etmek çok önemli. Mesela İsviçre'de evler; iki oda, bir salon, bir yemek odası şeklinde işlevlerine göre ayrılıp isimlendiriliyor. Fakat Almanya'da
bu böyle değil, sadece oda sayısı kullanılıyor, odalar işlevleriyle paralel olarak isimlendirilmiyor. Ve nasıl istenirse o şekilde kullanılıyor. Bu belki basit ama önemli bir örnek. İnsanların mekanları nasıl algılayıp kullandığını, kültürler arası değişen noktaları anlamamıza yardımcı oluyor. bs: İnsanların mekan algıları da zamanla değişim gösteriyor. Ama bu ancak belirli köklü değişimlerle, gereksinimlerle gerçekleşiyor sanırım. Sizce mimarlık ve tasarım, insanların mekan algısını ve mekansal alışkanlıklarını değiştirebilir mi? jk: Aslında bu, tarihi ve gelenekleri unuttuğumuz, keskin bir değişim şeklinde gerçekleşmemeli. Önemli olan ihtiyaçlar karşısında neler sunabildiğimiz. Yani kültürle, gereksinimlerle bağlantısı olmayan bir
tasarımı bir bölgeye uygulamak bir dayatma olacaktır. Kültürü, mekansal algıyı zorla değiştirebileceğimizi sanmıyorum. Bence güncel ihtiyaçlar anlaşılmalı ve tasarımla dengeli bir ilişki kurulmalı. Bir örnek verecek olursam; Japonya'da insanların ışığı ve ışık kullanımını algılayışları batı kültürlerinden çok farklı. Batı kültürleri bol güneşli, aydınlık mekanların hayalini kurup bu şekilde tasarlarken Japonya'da çoğu mekan hatta kamusal mekanlarda çok az aydınlatma kullanılır. Dışarıdan görünmek istemezler, bir tür mahremiyet bu duruma sebep olur. Mesela bu örnekte, orada tamamiyle alışkanlıklardan ve kültürden kopuk bir kullanım dayattığımızda, sağlıklı olmayacaktır. bs: Bu durum formun değil işlevin paralelinde tasarımı getiriyor.
jk: Ya da insanlar birbiriyle nasıl ilişki kurar, mekanlarla nasıl ilişki kurar, bunlar üzerine yapılan gözlemlerle yapılan tasarımı. ük: Bunu bir sistem yaklaşımı olarak adlandırıyoruz. Örneğin konut projelerinde onları sistemlerin parçaları olarak görüyoruz. Bu parçaların her birini, içinde belirli büyüklükte mekan barındırması gereken birimler değil de, kişisel birimler olarak yorumluyoruz. Bu tür sistemsel bir yaklaşımın, kullanıcılarla bağ kurmak, ihtiyaçları anlamak bakımından iyi bir yol olduğunu düşünüyoruz. bs: İsviçre'de tasarladığınız anaokulu projenizden ve tasarım süreci boyunca esneklikle kurduğunuz bağdan bahsedelim isterim. ük: Şu anda inşaatı devam eden
projenin başlangıcında işveren bizden dört birimlik bir anaokulu tasarlamamızı talep etti. Temel tasarım kriteri olarak ise, mekanları dışarıyla direkt olarak bağlamamız istendi. Çocuklar için dışarıyla kurulan hızlı bağlantı çok önemli. Bu paralelde her biri 100 m2 olan bu dört birim ve ayrıca bir de çok amaçlı kullanlabilecek bir hacim, dışarıyla bağlantılı olacak şekilde bina içinde yerleştirildi. Bu da tasarımımızın başlangıç noktası oldu. Ardından bu ilişkilerle neler yapacağımızı düşünmeye başladık. Ortada bulunan, sirkülasyon, koridor gibi kullanımların dışında
toplanma alanı olarak da kullanılabilecek esnek zonun çevresinde konumlanan bu beş birimin böylelikle dışarıyla bağlantısı sağlanmış oldu. Yangın çıkışı önemli bir noktaydı ama her birimin dışarıyla direkt teması olduğu için böyle bir kaçış mekanına da gerek kalmadı. Bahsettiğim bu esnek zon, eğitim birimlerine ek bir mekan olarak hizmet edebiliyor, esnek bir şekilde ihtiyaç paralelinde kullanımlara imkan veriyor. Sınıflarla birlikte değişik şekillerde ve methotlarla kullanılabilecek enformel bir eğitim mekanı sunuyor.
jk: Bu yaklaşımın bir de pedagojik arka planı var. Bugün deneyimlediğimiz öğrenme ve eğitim şekli önceki gibi değil. Bu paralelde eğitim mekanları da evriliyor. Önceleri çok daha formel eğitim ortamları vardı. Anaokulunda bile sıralar halinde oturan öğrenciler, hepsinin yüzü öğretmene dönük olacak şekilde mekansal kurgular kullanılıyordu. Sınıflar yan yana diziliyor ve birbirinden izole şekildeydi. Bu proje paralelinde yeni bir çeşit yaşam çevresi oluşturmayı amaçladık. Proje yeni eğitim methotlarına ve yöntemlerine olanak veriyor, enformel çevreler yaratıyor.
proje adı: Kindergarten Aadorf mimari tasarım: Karamuk*Kuo Architects; Jeannette Kuo, Ünal Karamuk tasarım ekibi: Michael Stirnemann, Daniel Gerber, Veronica Pizzi proje tasarım tarihi: 2010 inşaat bitiş tarihi: Eylül 2013
güncel 13 XXI - HAZİRAN 2013
vaziyet planı
diyagramlar
batı kesiti
Mesleki Kamusal Alan Üzerindeki Örtüyü Kaldırmak İstanbul'da kente yapılan kamusal müdahaleler baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Merkezi otorite demokrasinin sanki neredeyse yalnızca bir seçim sandığından ibaret olduğuna inanıyor ve kenti kendi tercihlerini gerçekleştirebileceği bir sahne olarak algılıyor. Buna karşı çıkanları ise "eski siyasal rejimin kalıntıları", hatta daha da ileri giderek "kendi tercihlerini demokratik olmayan bir şekilde halka dayatmaya kalkışan bir zümre" olarak tanıtıyor. İktidar bu rejim anlayışını somutlayacak şekilde adımlar atıyor ve engellemelere karşı neredeyse yalnızca yürütmeden ibaret hale getirecek yasal düzenlemeler yapıyor.
SORU İŞARETİ
İktidarlara "bilim" ya da "uzmanlık" adına yapılan muhalefet ise çoğu zaman bir kesimin kendi kamu yararı anlayışlarını, "statükoyu temsil eden bir takım çevrelerin demokratik olmayan bir biçimde kendi değerlerini halka dikte etmeye çalışması" olarak algılanıyor. Çünkü otoriter/popülist iktidarlar alt sınıf dinamizmini temsil ediyor ve ondan güç alıyor. Neoliberal iktidarların da arkasında demokratik olmayan kamusal müdahaleleri meşrulaştıran, sınıfsal meselelerin telafi yöntemiyle gizlenmesini, üzerinin örtülmesini sağlayan bir "kutsal bagaj" bulunuyor. Bu nedenle meslek insanlarının, uzmanların "bilim" adına kendi kamu yararı anlayışlarını temsil etmesi iktidarların müdahalelerinin meşruiyetini sorgulamaya yetmiyor. Etkili olabilecek bir muhalefet ise mesleki alanda iktidar amaçlı olmayan, farklı görüşlere açık demokratik bir kamusal alanın oluşturulması ve meslek insanlarının, mimarların, sanatçıların ifade özgürlüklerinin kendilerini değil başkalarını, sivil toplumun özgürlüklerini, barış ve eşitlikçi ilişkiler içinde yaşamasını ilgilendirdiğinin gösterilmesi.
HAZİRAN 2013 - XXI 14
Demek ki bu noktada iki muhalefet biçimi (kamusal alanı ele geçirmeye çalışan, kendi iktidarını savunan muhalefet ile kamusal alanda özgürlükleri savunan, topluluklar açısından değişim amaçlayan muhalefet) arasında bir çelişki var: Mesleki alanın yalnızca siyasal tercihler ve iktidar paylaşımı açısından okunması, üzerinin örtülmesiyle eş anlamlı. Muhalefet açısından bu müdahaleleri yalnızca siyasal niyetler, tercihler düzeyinde okumak, kamusal işleyişin üzerini örten, arka plana iten, temsil kabiliyeti zayıf olanları, sivil toplumu savunmasız bırakan bir paradoks. Bu paradoksun mimarlık alanındaki tezahürü ise mesleğin piyasa mekanizmalarına bağımlı bir uğraş olarak özel alana itilmesi ya da resmi alanda (icazetle ve siparişle yaptırılan ihya, restorasyon işlerinde, yeni kamu yapılarında) iktidarların tercihine bağımlı, anonim bir müteahhitlik hizmeti olarak biçimlenmesi.
KORHAN GÜMÜŞ
Uzmanlık açısından bakarak projenin "doğru" olmadığını ispatlamaya çalışmak, alternatifler ve görüşler üretmek, yapılan uygulamalara karşı çıkmak elbette ki STK’lar açısından çok önemli. Ancak mesleki açıdan bakıldığında, başta da söylediğim nedenlerle, demokratik
bir kamusal alanın oluşumu için yeterli değil. Çünkü mesleki faaliyetler kamusal işleyişin, kamusal kararların önemli bölümünü oluşturuyor. Kamusal alanda niyetlerden, tercihlerden çok yapılanlara, olan bitenlere biçim veren bu mekanizmaları (dispozitifleri) dikkate almak, tartışmaya açmak gerekiyor. Projelerin zaten (onlarca yıl önce değil de) uygulama aşamasında tartışılması ve her projenin (Emek, Taksim, Sulukule, Tarlabaşı...) ancak tekil olarak, sanki ilk defa karşılaşılan bir sorunmuş gibi "yapılmak istenenler" olarak tartışılması da zaten kamusal işleyişi dikkate almayan, iktidar amaçlı bir zihniyetin göstergesi. Böylece mesleki alandaki yapısal sorunlar yalnızca iktidarın yüzeysel tercihlerine, rant elde etme niyetlerine bağlı kalıyor, çözüm de iktidarın değişmesine. (Mesleki alanı siyasetsizleştirmeye de "siyaset yapmak" deniyor!) Belki çoğumuz, meslek kuruluşu, "bir STK olarak" görevini yapıyor, tepeden inmeci rant projelere itiraz ediyor diye seviniyor ve rahatlıyoruz. Ama meslek kuruluşunun yapması gereken iş yalnızca itiraz etmekten ibaret olabilir mi? Meslek kuruluşlarının amacı önce mesleki alanda kamusal bir işlev görmek, kamusal alanı kapsayıcı, katılımcı ve demokratik hale getirmek değil midir? Şu anda Emek Sineması'nda yıkım ve hafriyat çalışmaları başlamış durumda. İşi alan müteahhit kendi mantığına göre bu değerli kamu kültür varlığını kendi amaçları ve mantığı doğrultusunda yok ediyor. Tepem attığı için ben de arkadaşlarımla yürüyüşlere, protestolara katılıyorum. Son olarak da 22 Mayıs'ta Mimarlar Odası'nda Emek Sineması ile ilgili toplantıya katıldım. Yönetimin bu konudaki görüşü (ya da diğer sorunlu konulardaki yaklaşımı) anladığım kadarıyla projenin neden "yanlış" olduğunu "uzmanlık bakışı" ile kanıtlamaya dayanıyor. (Zaten "uzmanlar olarak" programdaki konuşmacıların görüşleri de yapılan projenin neden bir restorasyon projesi olmadığı hakkındaydı.) Bu çerçeve de meslek kuruluşunun tıpkı Taksim'deki tüneller ve kışla projesi için olan yaklaşımına benziyor: Yani "uzmanlık" açısından bakarak projenin "doğru" olmadığını ispatlamaya çalışmak. Buna karşılık projenin yatırımcı tarafından geliştirilmesine, bir kamu kültür yapısının geleceği hakkında bir gayrimenkul şirketinin karar vermesine dair bir cümle söylendiğini duymadım. Meslek kuruluşunun sorun etmesi gereken konulara (örneğin projenin karar mekanizmalarına, kamusal niteliğini oluşturan koşullardaki sorunlara) dikkat çekilmedi. Üniversite adını kullanarak birtakım kişilerin nasıl rapor verebildiği de tartışılmadı. Yalnızca müteahhit-yatırımcı kuruluşun talebi ve parasıyla hazırlanan raporun içeriğine ve raporu veren kişinin projenin danışma kurulunda olmasına değinildi. Eğri oturalım, doğru konuşalım: Birçok konuda olduğu gibi Emek Sineması’nın yıkılmasına, Taksim’deki projeye, Haydarpaşa’nın özelleştirilmesine, Sulukule, Ayazma, Tarlabaşı, Ayvansaray gibi temsil gücü zayıf insanların yaşadığı bölgelerdeki halkın yerinden edilmesine, kentsel dönüşüm için uygulanan yöntemlere karşı Mimarlar Odası İstanbul yönetimi önemli bir direniş sergiliyor. Meslek kuruluşunun bu konuda desteklenmesi ve
Emek Sineması yıkımı, 2013
yanında durulması gerekir. Ancak mesleki alandaki kamusal sorumlulukların yalnızca dava açmakla sınırlı kalmaması, meslek kuruluşunun bu alanda etkili bir işlev görmesi de beklenmeli.
Bu yüzden projeler yalnızca uygulama aşamasında tartışılıyor. Meslek kuruluşu kendisini bir taraf gibi konumlandırıyor, proje sahipleri de karşı taraf. Oysa pekala bir mimar yıkılmış bir yapının "ihya" edilmesini hayal edebilir, bu konuda bir görüş sergileyebilir. Hiç hoşlanmasak da bu konuda kendi görüşünü özgürce sergileme hakkını savunmamız gerekir. (Sormaya bile gerek yok: Fikir sergilemenin doğrusu, yanlışı olabilir mi?) Ama "Benim fikrim geçerlidir" diyor ve iktidar gücünü arkasına alarak "Başka görüş olamaz" diye diretiyorsa o zaman bu yaptığı "kamusal alanda düşünceyi ifade özgürlüğü" anlamına gelebilir mi? Başka bir örnek vereyim: Geçmişte Sütlüce Mezbahası’nın yıkılmadan korunabileceğimi söylediğimde bana bu projeyi yapan "uzman", "Sen yanlış biliyorsun, restorasyon budur" diyerek üstüme gelmişti. Ben de "Fikirleriniz benimkilerden daha değerlidir mutlaka, ancak tek görüş sizinki olamaz" diye cevap vermiştim. (Ama ne yazık ki mesleki alanda böyle bir tartışma yaşanmadı, çünkü bu "uzman" kişi aynı zamanda hem koruma kurulu üyesi, hem üniversitede öğretim üyesi, hem de meslek odası yöneticisiydi.) Bu örnekte de görüldüğü gibi asıl sorun mesleki alanda iktidar gücünün kullanımının kamusal nitelikli bir müdahalenin koşullarıyla ilgili olduğunu göstermek. Mesleki alanda demokratik bir kamusal alan bulunmadığı
Denebilir ki bu kadrolar siyasete adım attıkları anda bu deneyimi öğreniyorlar, bu ikili yapıyı çok iyi deneyimliyorlar (amiyane tabirle, siyasal kişiliklerini bu deneyimle pişiyorlar) ve meslek kuruluşunun ve bazı bilim çevrelerinin bu direnişini aşılması gereken, mücadele edilmesi gereken bir engel olarak algılıyorlar. Dirençli bir muhalefet için bu deneyimi küçümsemek, dışlamak yerine arkasındaki sınıfsal meseleyi iyi anlamak, gözlemlemek ve mesleki kamusal alanı farklı görüşlere, inisiyatiflere açmak, kamusal alanı genişletmek gerekli. Mimarlar Odası (genellikle meslek kuruluşu böyle adlandırılıyor, ama birçok farklı bağımsız birimi ve yönetimi var) mimarlar olarak belki çoğumuzun hayatında önemli yer tutuyor. Kimimiz öğrencilik zamanından itibaren meslek kuruluşunun ortamında yer aldık, yayın faaliyetlerine, yönetim toplantılarına katıldık. Emek verdik, hayatımızın önemli bir bölümünü oluşturdu. Bu ortam bir okul gibi çoğumuzun profesyonel sorumluluğunun gelişmesinde, kamusal sorunlarla tanışmasında çok önemli bir yer tuttu. Kimi zaman aramızda tartışmalar, ayrılıklar, kırgınlıklar oldu. Bazen de yönetimdeki insanlarla çok anlaşamadık, uzak durduk. Ancak bu anlaşmazlıkların çoğu kez ilkelerden,
Kamusal alanın yalnızca belli görüşteki bireylere açık bir alan olmaması gerekir. Kamusal alanda bir siyasal partinin, ya da kamu örgütünün yöneticilerinin kendilerine destek veren, yakın olan üyelerine açık etkinlikler düzenlemesi de mümkün değildir. Yöneticilerin kamusal alana katılan üyelerin, seçmenlerin görüşlerini temsil etme hakkı vardır ama kamusal görev üstlenen yöneticilerinin böyle bir hakkı yoktur. Onların kamu hizmetlerinden yalnızca kendi çevrelerini yararlandırma, kararları kendi başlarına alma, kamusal alanı kapatma hakları yoktur. Çünkü kamu işlevi temsilden öte bir şeydir. Kamu kuruluşu hüviyeti taşıyan meslek kuruluşları için de durum böyledir. Bu kuruluşlar sivil kuruluşlar gibi belli bir kesimi, belli bir görüşü temsil edemezler. Ettikleri takdirde tıpkı kamu işlevlerini kendi tabanına sunan kamu yöneticileri gibi davranmış olurlar. Ayrıca meslek kuruluşunun kamusal işleyiş üzerinde etkili olması, kamusal müdahalelerin sorgusuz sualsiz gerçekleşmemesi için bir gerekliliktir. Yoksa kamusal alanlar iktidarlar, güç sahipleri tarafından biçimlendirilir, "muhalefet" dediğimiz oluşumlar da iktidarla aynı işleyişe sahip kurumlar halini alır. Bugün mimarlık mesleğinin, uzmanlıklar alanındaki çalışmaların kente yapılan müdahalelerde kamusal niteliğin oluşumunda eksiklikler olduğuna, kamusal boyutun eksik kalmasının ve bugünkü gelişmeler karşısındaki suskunluğun yalnızca meslek insanlarının düşünce özgürlükleri açısından değil, topluma yönelik ciddi bir sorun olduğuna işaret etmek istiyorum. Kentlerdeki ayrımcılığa, haksızlıklara yol açan şiddetin üretildiği alan, kamusal işleyişte gizli. Araştırma, proje, danışmanlık işlerinin kapalı ve bağımlı ilişkiler içinde gerçekleşmesinde gizli. Açıkça söylemem gerekirse bu açıdan iktidar ve güç odaklarının işbirliği sonucu ortaya çıkan hukuksuzluk ortamında Mimarlar Odası’nın açtığı davaların önem taşıdığını düşünüyorum ve “iyi ki sesini çıkaran birileri var” diye çok seviniyorum. Ama meslek kuruluşunun hukuk mücadelesi elbette ki bizleri rahatlatmamalı, kamusal sorumluluklarımızı ortadan kaldırmamalı. Şimdilik bu kadarını yazabildim, önerim meslek politikalarının tartışılması için meslek kuruluşu tarafından, geniş bir katılımla ve aciliyetle bir çalıştay düzenlenmesi...
15 XXI - HAZİRAN 2013
Sonuçta meslek kuruluşu değerli uzmanların da görüşünü ve desteğini alarak projelerin güncel koruma ilkeleri açısından "yanlış" olduğunu dile getiriyor, Taksim’deki tünel ve kışla inşaatı projesine karşı çıkıyor, Tarlabaşı'ndaki kentsel dönüşüm uygulamasının nasıl bir rant elde etme mantığı üzerine kurulduğunu gösteriyor, Emek Sineması'nın yıkımındaki sorunları tartışmaya açıyor, kamuoyunu uzmanlık bakışı ile aydınlatıyor. Ancak bu karşı çıkış, itiraz biçimi kararların kamusal açıdan sorunlu niteliğini değiştirmeye yetmiyor. Hatta çoğu zaman mesleki alandaki krizi siyasal tercihlerden kaynaklanıyormuş gibi göstermeye ve örtmeye yarıyor. Çünkü kamusal işleyişi sorun etmediği için yalnızca bir siyasal bakışı temsil ediyor, mesleki alandaki kamu politikalarını etkilemiyor, sorun etmiyor. Çoğu zaman da sorunları, tartışılacak konuları mesleki alanının dışına taşıyor.
için karşı çıkışlar iktidarların, güç odaklarının beklediği, önceden bildiği "muhalif" bir davranış olarak kolayca savuşturuluyor. Bu çevreler bu "muhalefet" biçimine karşı kuralların etrafından dolaşmayı, gerekirse kuralları değiştirmeyi çok iyi öğrendikleri, bu konuda deneyim kazandıkları için artık bu tür bir muhalefetin bir etkisi olmuyor. Türkiye’de popülist siyasetçiler bilim ve uzmanlık adına savunulan bu değerleri, normları küçük bir aydın kesiminin kendi kamu yararı anlayışını temsil etmesi, demokratik olmayan yöntemlerle iktidardan pay talebi olarak algıladıkları için bu itirazlara kulaklarını tıkıyorlar. Bu karşı çıkışları halka kendi değerlerini benimsetmek isteyen "ceberrüt" aydın kesiminin, elit çevrelerin karşı çıkışları olarak gösteriyorlar ve kolayca etkisizleştirmeyi başarıyorlar. Karşı çıkışın yüzeyselliğinin, demokratik standartlarının olmamasının onlara sunmuş olduğu konfordan istifade ediyorlar. Bu kesime karşı küçük esnaf zihniyetinin, yükselmek isteyen alt sınıfların dinamizmini temsil ediyorlar ve desteğini alıyorlar. Çoğu zaman zaten Türkiye’nin otoriter ve merkezci siyasal rejimi bu yarılma üzerinden iş görüyor, gelişiyor. Yerel alandan yetişen siyasetçilerin de başarısı zaten bu kural ile kuraldışını ilişkilendiren siyasal deneyim üzerine kurulu.
SORU İŞARETİ
amaçlardan değil, bir kamusal alanda olması gereken çoğulculuktan, alternatif yaklaşımlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Çoğu zaman da yanlış anlamalardan. Çünkü hepimizin eleştiride bulunma, farklı yaklaşım sergileyenleri hemen karşı tarafa koyma, itham etme alışkanlığı var. Bu yüzden çoğu zaman bu kamusal alan tartışma dışı tutuldu, meslek kuruluşunun yönetimi çoğulcu, fikri çerçeveyi zenginleştirici, güçlendirici bir ortamdan mahrum bırakıldı. Oysa bugün meslek kuruluşunun özellikle mimarlığın kamusal boyutu ile ilgili sorunların çözümünde hayati bir rol oynaması gerekiyor ve bu rolün imkansızlıklar içinde yüzen bağımsız STK’lar ya da ister istemez piyasa ilişkilerine doğru yönelen mimarlık ofisleri tarafından ikame edilmesi mümkün değil.
XXI Serbest Atış: Absürd Fikirlere Çağrı II TAKSİM MEYDANI PROJESİNE ALTERNATİF OLARAK ABSÜRD FİKİRLERİ DAVET ETTİĞİMİZ YARIŞMAMIZIN KATILIMCI PROJELERİNİ PAYLAŞIYORUZ. Alternatif Taksim Meydanı Yarışması
Yaşasın! Yüz bin metrekarelik yayalaştırılmış alana kavuşuyoruz. Taksim, Tiananmen Meydanı kadar olmasa da (bir gün o da olur inşallah) heybetli bir görünüme sahip olacak.
vıa archıtects: cennetin vaadi
önder duman: tullip kent
nazmiye rasimoglu: lale uzay aracı otopark alanı
HAZİRAN 2013 - XXI 16
güncel
XXI Serbest Atış: Absürd Fikirlere Çağrı II, bu kez Alternatif Taksim Meydanı projeleri için start verdi. Belediyenin yayınladığı temsili projeyi, sert zeminlerin yetersizliği ve lalelere gereğince vurgu yapılmadığı için protesto ediyoruz!
Yarışmamızı, daha insansız, daha az demokratik, daha kontrollü, daha az yaşanabilir bir Taksim Meydanı için açtık! Yüz bin metrekarelik yayalaştırılmış alanda neler yapılmaz ki! Bildiğimiz ve hayal edebileceğimiz tüm kentsel ve mimari yaklaşımlara ters düşen, insanları değil de güç gösterilerini önemseyen, kamusal alanı kendi evinin bahçesi sanan absürd fikirlerinizi davet ettik. Ödül ise; er ya da geç kat etmek zorunda kalacağımız devasa alanın kendisi! XXI Facebook sayfamızda paylaştığınız projeler için tüm yarışma katılımcılarına teşekkür ediyoruz.
osman ural: prome-taksim
yuvacan atmaca: tarihi taksim helası
yasemin yılmaz: taksim korku tünelleri projesi
yuvacan atmaca: modern taksim helası
Sosyal Boyutuyla Spor NORM MİMARLIK TARAFINDAN TASARLANAN MARDİN ARTUKLU ÜNİVERSİTESİ KAPALI SPOR SALONU VE AÇIK SPOR ALANLARI, SAHİP OLDUĞU PROGRAMIN SOSYAL BOYUTUNU ÖNE ÇIKARMAYI AMAÇLIYOR.
HAZİRAN 2013 - XXI 18
güncel
Mardin Artuklu Üniversitesi içinde yer alan spor alanları, bölgesel öneme sahip bir yükseköğretim kurumunda, programın sosyal boyutunu öne çıkaran bir 'spor ve aktivite merkezi' olarak tasarlandı. Yaya ve araç yaklaşım yönlerinde programın yorumlanması ile elde edilen farklı
kütleler ve gölgelikli mekanlarla kontrollü bir ölçek ve parçalı kütlesel etki elde edildi. Bina programı öğrencilerinin buluşacağı, farklı gruplar halinde sosyalleşebileceği özellikte ve mekansal esneklikte ele alındı. Kapalı spor salonlarının güneyinde tasarlanan açık spor
alanlarının, farklı kotlara yerleştirilmesiyle arazi ile uyumları sağlandı, kotlar arasında öngörülen gölgelikli mekanlarla denetimli ölçek etkisi sürdürüldü. Ekolojik tasarım ve enerji verimliliği önemli bir tasarım verisi olarak tanımlandı. Yönlenme, cephe tasarımı, güneş kontrolü, çatı
yalıtımı, su ve aydınlatma yönetimi, kullanılan yerel ve geri dönüşümlü malzemeler, sistemler ve çevre dostu uygulamalar tasarımı belirledi. Doğal havalandırma önceliği ve özel yerel ve geri dönüşümlü cephe panelleri ile HVAC sistemlerinin enerji yükü ve işletme bakım maliyetleri azaltıldı.
güncel
zemin kat planı
vaziyet planı
19 XXI - HAZİRAN 2013
proje adı: Mardin Artuklu Üniversitesi, Kapalı Spor Salonu ve Açık Spor Alanları mimari tasarım: Norm Mimarlık işveren: Mardin Artuklu Üniversitesi proje yeri: Mardin, Türkiye proje alanı: 16.000 m2 mimari tasarım: Ahmet Tercan, Nedim Erdal Özyurt, Esin Tercan mimari tasarım ekibi: Bahadır Sargın, Aslıhan Kemer, Sinem Serhatlı proje tarihi: 2010-2011 proje yapım tarihi: Devam ediyor
Huzursuz Tasarımlar
HAZİRAN 2013 - XXI 20
güncel
24 ŞUBAT'A DEK İZLENEBİLEN MUSEE DES ARTS DECORATıFS'TEKİ BAROCCO ROCOCO SERGİSİ, CAMPANA KARDEŞLER'İN KıTSCH'TEN ÜRKMEDEN, İTALYAN VE BREZİLYA BAROKLARINI HARMANLADIKLARI TASARIMLARINA YER VERDİ.
Şölen Kipöz* - Dilek Himam** Fernando ve Humberto Campana, Brezilya’dan çıkan, evrensel tasarım literatürüne “latin tasarım” deyimini kazandıran, şok edici üretimleri ile tasarımın anlamını ve duruşunu sorgulayan müthiş bir ikili. Campanalar Brezilya’nın tropik ikliminden, vahşi doğasından, yerel zanaattan, “kıtlık sanatı”nı yaratan geri dönüşüm kültüründen besleniyorlar. Özellikle oturma birimleriyle Brezilya kültüründeki toplumsal dinamiklerin, yerel malzemelerin, maddi kültüre ait duyusal objelerin ve malzemelerin farklı tasarım teknikleriyle insanla nasıl buluşabileceğini yeniden keşfediyorlar. Yaşsız, zamansız, “işlevsiz”, “yapısız” ve “yersiz” tasarımlarla sonuçlanan yolculukları beklenmedik şekilde bir araya gelen gündelik nesneler ve onların sosyal deneyimleriyle yön
buluyor. Bu serüvenin durakları kah bir boa yılanının kendi kendine dolanarak insan bedeninin biçimini alan bir kadife koltukta; kah bir çelik yapının etrafında sarmal olarak bükülen ipten bir oturma yüzeyinde son buluyor. Laboratuvar borularının yığılmasından oluşan esnek bir yapı; mikado çöplerinin dağılmasını andıran heykelsi bir form; oyun makinelerinden kazanılan pelüş hayvan oyuncakların üst üste yığılmasından oluşan bir sandalye; Brezilya kantonlarından toplanan eskici arabalarının da yapıldığı ahşap parçaların sıkıştırılmasından oluşan sandalye yüzeyi; sokaklardaki kanalizasyon kapaklarının delikli yüzeylerinden esinlenerek tasarlanan mobilya yüzeylerindeki dövme desenleri; sushi gibi sarılan eski döşemelik kumaş katmanlarından oluşan koltuk yüzeyleri Campanaların
gündelik yaşam nesnelerini oyun oynarcasına yeniden tasarlamasının örnekleri… Sıradışı tasarım çözümlerinde sembolik ve kültürel göndermelere de yer veren tasarımcılar, örneğin Lacoste t-shirtün sembolü olan timsahı tüm bedeni kontrolsüzce çoğalarak sarmalayan görsel bir dokuya dönüştürebiliyorlar. Paris’teki Musée des Arts Décoratifs’te açtıkları son sergileri Barocco Rococo ile ikili, Brezilya kültürünü Barok sanatla harmanlayarak tasarım ve sanat arasındaki direnci sürrealist tavırlarıyla zorluyor. Her ne kadar hammaddeleri olarak gündelik ve sıradan nesneleri ele alsalar da Campana kardeşlerin tasarımları dünyanın en önemli galerilerinde sanat nesneleri arasında yerini almış bile. Üstelik “gerçek lüks, endüstrinin beklentilerini karşılamaksızın modeller üretebileceğiniz
projeler üzerinde çalışmaktır” diyen ikili bu seçkin tavırdan hoşlanıyor gibiler. Öyle ki, üretici sponsorları olan İtalyan mobilya sektörünün devleri Edra ve Alessi gibi firmalar, Campanalara özgürce hayallerini gerçekleştirebilmeleri için neredeyse bir oyun alanı oluşturuyorlar. Yüksek bir zanaat ve lüks duygusu ile 11 farklı mobilya ve ev aksesuarını içeren Barocco Rocco tam da böyle bir özgürlüğün temsili. Bronz ve mermer işçiliğinde uzmanlaşmış Romalı zanaatkarlar tarafından üretilen koleksiyonda Campanalar, Barok mimarinin temsilcisi Francesco Borromini’nin yapılarındaki, Gian Lorenzo Bernini’nin heykellerindeki ve Pietro da Cortona’nın fresklerindeki etkileri Brezilya kültüründeki Barok göndermeler ile harmanlamış. Tasarımlarda telkari tarzı yaldızlı bronz
güncel 21 XXI - HAZİRAN 2013
motiflerin bambu, hindistancevizi, koyun postu gibi malzemelerle eklektik buluşmasıyla, tasarımlara “kitch”e yakın, “kusurlu” bir estetik hakim oluyor. Özel olarak tasarlanmış mobilyalar, aynalar ve çeşitli iç mekan objeleri, doğal malzemelerin düşündürdüklerinin aksine kullanışsız ve konforsuz bir etki bırakıyor. Örneğin, sadece bambudan yapılanan sandalyeler, belki de barok sanatın görkemi uğruna oturma işlevinden ödün vermeyi göze alıyorlar. Diğer taraftan, Brezilya'nın tropik ikliminde yaşayan hayvanların vahşi hayatına göndermelerle yüklü tasarımlarda, Brezilya tasarım kültürünün belkemiğini oluşturan “sürdürebilirlik” de, fakir sanatın enkazdan çıkmış objelerini andıran sanatsal bir üslup içinde kendini hissettiriyor. Sergi mekanında loş bir ortamda sergilenen
nesneleri adeta takip ışığı ile aydınlatan sunum biçimi, biraz gotik ve biraz da dramatik bir etki yaratıyor. Belki de bu yüzden onların brütal ve gelişigüzel nesneler mi, yoksa klasik bir zarafetin atıkları mı olduğunu anlamakta zorlanıyoruz. Bu ortamda beklenmedik biçimde karşımıza çıkarak ittifak kuran tasarımların poetik etkisini tariflemek mümkün olabilirse eğer, onların bizi geçmişle gelecek arasında belirsiz bir yere sürüklediğini ve dramatik varlıkları ile bizi büyülerken, vahşi dürtülerimize dokunarak bizi bir parça huzursuz ettiklerini söyleyebiliriz. *İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Moda ve Tekstil Tasarımı Öğr. Üyesi ** İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Moda ve Tekstil Tasarımı Öğr. Üyesi Fotoğraflar: www.designboom.com
Çatışma Yönetimi ve Konserve Açacakları Bugün tasarımda çok konuşulan meselelerden biri "sürdürülebilirlik". Yalnızca tüketici toplumumuz değil, aynı zamanda temiz su ve yiyeceğe erişimizden, atık yönetimine ve kimyasalların kullanımına dek birçok yönde basit yaşam koşullarımız da sürdürülebilirlikten çok uzakta. Değişmesi gereken çok şey var ve tasarım bu çabaların içinde merkezi bir rol üstlenmeli.
KÜÇÜK MÜDAHALELER
Ama yaşadıkça göreceğiz ki bir çıkar çatışması var. Mevcut sürdürülebilir olmayan siteme adanmış çok sayıda iktidar ve para var ve bu çıkarlar kendi güçlerini ve devamlılıklarını sağlamak istiyorlar. Bizlerin sürdürülebilir şekilde alışveriş yapmamızı istediklerinde bunu ancak kendi mevcut tüketici uzlaşması modellerini olduğu yerde tutabilmek adına yapıyorlar. Genel çerçevede sürdürülebilirlik mevcut tüketici sisteme sadece küçük ve barışsever bir ek olarak görülse de bizler şirketlerin çıkarlarıyla vatandaşların kontrolü arasında bir çatışma olduğunu kabullenmeliyiz. Bu çıkar çatışmasındaki aktörleri çatışan güdüleri, ideolojileri ve kültürleriyle birbirinden ayrıştırma konusunda kendimizi geliştirmeliyiz. Birbiriyle anlaşamayan iki taraf arasında uzlaşma sağlanırken ilk bilinmesi gereken kişiyle eylemi birbirinden ayrıştırmaktır. Birinin yaptığı bir eylemden kesinlikle hoşlanmayabilirsiniz ama en nihayetinde o eylemi yapan insanla anlaşmaya varmanız gerekebilir. Uzlaşmacı olmayan "Senden haz etmiyorum!" cümlesini daha müzakereci olan "Senin yaptığından haz etmiyorum!" cümlesine dönüştürmeyi öğrenmelisiniz ve ardından üzerinde anlaşmaya varmak için bu eylemleri tartışmalı ve olası bir arabulma sürecini başlatıp yönetmelisiniz.
HAZİRAN 2013 - XXI 22
Peki, tasarlanmış bir ürünün yaptıklarını nasıl ayrıştırabiliriz? Yaptığı şeyi nasıl yapıyor? Tasarım bize şeyleri belli yöntemlerle yaptırır, davranışımızı tanımlar. Tipik bir konserve açacağını ele alın mesela. Geniş dağıtım ağına sahip, belirli bir tipteki teneke konserve kutusunu açmak için kullanılır. Açacak konserve kutusuyla ve onun gıda üretimi ve tüketimi döngüsüyle simbiyotik bir ilişki içindedir, kutu da açacak olmadan çok zor açılır. Açacak belirli tipte, belirli kuvvete sahip bir el için üretilmiştir ve onu kullanmak için belirli bir teknik gerekmektedir ve bir kullanım kılavuzu da bulunmamaktadır. Sağlaklar için yapılmıştır, tüm solakları yok sayarak.
OTTO VON BUSCH TASARIMCI
Konserve açacağı aynı zamanda belirli bir üretim sürecinden geçer. Bu küreselleşmiş ekonomik düzende tüm malzemeler dünyanın dört köşesinden gelir: Madenlerden metal, petrolden plastik, Çin’den işgücü, termik santrallerden enerji, küresel dağıtımla paketlenir. Aynı zamanda çok sayıda soyut ve görünmez sistem
içinde –vergiler, ekonomik anlaşmalar, iş hakları, enerji faturaları vs- hareket eder. Konserve açacağı tüm bu sektörleri ve soyut sistemleri faaliyete geçirir. Her ne kadar küçük olsa da bir şey yapar ve bu konserve açacağının üretimindeki tüm paydaşların yatırım yaptıkları çıkarları bulunur. Konserve açacağıyla işim bittiğinde hala dünyada bir işlev yerine getirebilir. Yeniden kullanılabilir ya da geri dönüştürülebilir ya da ayrıştıkça zehirli kimyasallar salabilir. Böylelikle kendi işlevsel amacını yitirse dahi bir şeyler yapmaya devam eder. Benzer şekilde yaşam döngüsü esnasında faaliyete geçirdiği sistemler nesnenin kendisinden öte zararlara yol açabilir. Konserve açacağı, belirli üretim, dağıtım, pişirme ve atık yaratma modellerine sahip gıda iktidarının konserve gıda sistemini destekler. Eğer bu eylemlerin bazı kısımlarının doğru olduğunu düşünmüyorsak bir nesne olarak konserve açacağına suçu yüklemektense onun neden olduğu eylemlerin bir kısmıyla ilgilenmeliyiz ve bunların hangileri olduğunu bilmeliyiz. Eğer konserve açacağının sağlak tiranlığından haz etmiyorsak solaklar için ya da yaşlı, genç veya zayıf eller için de kullanımı daha kolay olabilecek açacaklar yapmalıyız. Malzemeleri beğenmiyorsak çevresel etkisini en aza indirir, hatta beşikten beşiğe yöntemlere uygun şekilde geliştiririz. Konserve açacağı tarafından faaliyete geçirilen küresel sistemlere karşı çıkmak için onu stratejik bir nesne olarak yeniden tasarlamalıyız, sırf sürdürülebilirlik perspektifinin ötesine geçecek ve desteklediğimiz beceriler ve değerleri ortaya serecek bir şekilde yapmalıyız bunu. Yalnızca konserve açacağının vereceği zararı en aza indirmekle kalmamalı, aynı zamanda dünyaya sistematik bir şekilde olumlu etkilerinin olması için çalışmalıyız. Açacağımızı başka türden kutuları da açacak şekilde yapabiliriz, bunlar da dezavantajlı kişileri dahil eden, yerel ekonomileri ve üretim sistemlerini destekleyen, gıda adaletini ve sosyal eşitliği sağlayan bir formatta olabilir. Yerel sürdürülebilir pratik ekolojileriyle simbiyotik bir ilişki içinde bulunabilir, küreselleşmiş şirket iktidarı yerine. Konserve açacağı iktidarı devredebilir, vatandaş kontrolünü destekleyebilir ve öz yönetimi (self-governance) olanaklı kılabilir. Mücadele burada başlıyor.
Günümüze Değen Sovyet Uzantıları
HAZİRAN 2013 - XXI 24
güncel
SALT GALATA'DA YER ALAN 'YERELDE MODERNLER' SERGİSİNİN KÜRATÖRÜ GEORG SCHÖLLHAMMER İLE POLİTİK PEYZAJLAR VE SAVAŞ SONRASI SOVYET MİMARLIĞI ARA KESİTİNDE KONUŞTUK.
Beste Sabır Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) modern mimarlığın mirasına odaklanan sergide, bir zamanlar birliği oluşturan 15 ülkeden derlenen örnekler yer alıyor. Yerel mimarların 1960 ve 1970’lerdeki sıra dışı uygulamalarından, 1980’lerdeki kağıt mimarlığı hareketinin eleştirel yaklaşımına, geniş bir dönemin ürünlerini inceleyip belgelemenin yanı sıra, serginin bu yapı stokuna ne olacağını sorgulatması da kritik bir nokta. Özetle Yerelde Modernler, “Şimdiki haliyle, değişen koşullara cevap veremeyen, sanki zamanda asılı kalmış bu mimari uzantıları nereye ve nasıl bir politikayla kondurmalıyız?” sorusunun cevabını arıyor. Beste Sabır: Siz aynı zamanda bir eleştirmen ve editörsünüz, mimari ve sanatsal alanda sergiler yapıyorsunuz. Bu ikisinin arasında ne gibi farklar var? Georg Schöllhammer: Bir sanat sergisinin içinde birçok sanat parçası var, herbiri kendine has bir dile, değere ve tarihe sahip ve sanatsal bir hikayenin içine yerleştirilmiş durumdalar, referans veren objeler değiller, kendi başlarına
bir bütünler. Mimari bir obje ise her zaman daha geniş bir bağlama referans verir; bir fikir, stil ya da sosyo ekonomik bir koşulun içine yerleşmiştir. Sanatsal bir sergide her zaman objenin sanatsal değeriyle meşgul oluyorsunuz, ama mimari bir objeden farklı bir dili var. Çünkü kullanım amaçlı üretilmemiş. Mimari bir sergide ise, her zaman bu pratiği bağlamsallaştıracak, mimarinin toplumdaki yerini öyküselleştirecek bir form arayışı içinde oluyorsunuz. bs: Sergi paralelinde konuyu nasıl ele aldınız? Döneme nasıl bir yaklaşımınız oldu, bahsedebilir misiniz? gs: Henüz bahsedilmemiş, derinlemesine incelenmemiş bir karanın ve dönemin mimarisini göstermek ana hedefimizdi. Aynı zamanda, sergide yer alan dönemin önemli mimari örneklerini sadece ortaya çıkarmak değil, bu yapıların neden ve nasıl önemli olduklarından ve hangi koşullarda ortaya çıktıklarından bahsetmek de bizim için önemliydi. Bu örnekler, batı kültüründen, demokratik ya da otoriter bir sistemden uzak, tamamıyla farklı bir toplum yapısının olduğu bir dönemde ortaya çıktı.
Özel mülk kavramının olmadığı, tamamı devletin mülkü olan yapılı çevre, bir diğer yandan yeni bir toplum, modernizm ve sıradan insanlara mekan yaratmak fikirlerini gözeterek inşa ediliyordu, bu anlamda dönemi ve üretilenleri 'jenerik' olarak tarifleyebiliriz. Binaların bazıları batı kültürünü kopyalamaya çalışırken bazıları da Stalinvari metaforlarla üretilmiş. İşte tam da bu yüzden sergi önem taşıyor, çünkü bahsettiğimiz dönemin mimari ürünleri tehlikede. Sovyetler'in dağılmasının ardından her bir ülke kendi yapısını tanımladı, kimisi daha otoriter, kimisi neo-liberal vb. Kapitalist bir topluma değil de, daha farklı bir ideolojik yapıya hizmet etmek için tasarlanmış olan bu yapılarla ne yapılacağı bir muamma. Şu anda yapı endüstrisinde farklı güçler yer alıyor, kamusal alanlar çok parçalı şekilde ve kapitalist ekonominin öncülüğünde planlanıyorlar. Yani bahsettiğimiz binaların güncel kullanışlar, mevcut sosyo ekonomik ve ideolojik yapı karşısında ayakta kalması imkansız. bs: Bildiğim kadarıyla serginin ana fikirleri, önceki Viyana sergisinde temellendi. Politika ve mimari
arasındaki önemli bağ, Sovyet kentleri üzerinden ‘politik peyzajlar’ başlığı paralelinde yapılabilecek okumaların kapısını açıyor. Bu anlamda dönemi ve bölgeyi nasıl yorumluyorsunuz? gs: Viyana'daki sergi aslında daha çok mimari tipolojiler üzerine temelleniyordu. Fakat buradaki sergi Sovyet sisteminin nasıl mekanlar ürettiğini gösterip, dönemin üretimlerini organize etmeye çabalıyor. Lenin müzeleri, parti binaları, ikonik ve büyük ölçekli yapılarla dolu olan sovyet mekanı, aslında komünist partinin gücünün bir göstergesi. Bir diğer taraftan 60'ların başından itibaren bu merkezi planlama sistemine toplum, bir karşı hareket gösteriyor. Ve ayrılan ülkelerin, kendi kültürel menüleri doğrultusunda kendilerine özel mimari stiller geliştirdiğini görüyoruz. Mesela önemli bir mimari geleneğe sahip olan Estonya'ya baktığımızda, Moskova’ya oranla Finlandiya’dan daha çok esinlendiğini görüyoruz. Bir diğer yandan, mesela güneyde Ermenistan, Stalin’le birlikte ilk kez bir kimlik kazandı. Aniden bir eve kavuşan bu ülkenin bir taraftan da özerklik kazanmasına izin verilmiyordu, çünkü
karşı sayfada solda: Romaşka Kulesi (Kişinev, Moldova) Mimar: O. Vronsky, 1978. Fotoğraf: Pavel Braila sağda: Turist Oteli (Bakü, Azerbaycan) Mimarlar: Vadim Shulgin, E. Melkhisedekov (Bakgibrogor),1974. Fotoğraf: Markus Weisbeck bu sayfada solda: Sanat Sarayı (Taşkent, Özbekistan) Mimarlar: Vladimir Berezin, Sergo Sutyagin, Yury Khaldeyev, Dmitry Shuvayev, 1964. Sutyagin Arşivi solda altta: Yazarlar Sendikası Dinlenme Tesisi, yemek salonu (Sevan Yarımadası, Ermenistan) Mimar: Gevorg Kochar (Yerevanproekt),1965-1969. Yerevanproject CJSC izniyle altta: Konut bloğu (Almatı, Kazakistan) Fotoğraf: Markus Weisbeck
güncel 25 XXI - HAZİRAN 2013
Sovyetlerin bir parçasıydı. Bu paralelde baktığımızda Ermenistan mimarisinin Baltık ülkelerinden tamamıyla farklı olduğunu görüyoruz. Bahsettiğim kentleşme modelleri, aslında modernizme karşı olan ilk meydan okumalardı. Bu ülkeler kendi lokalitelerini yaratmak istiyorlardı ve bu paralelde her biri kendi mimarlık okulunu kurdu. Yani Sovyet modernizmi moderniteyi getirdi ama aynı zamanda onunla savaştı. Burada gelişen başka türlü bir mimari dil de var. Bu paralelde aynı zamanda bir homojenleşme de yaşandı ve batıdan doğuya, kuzeyden güneye gittiğinizde Sovyet kentlerinin çoğunda benzer özelliklerle karşılaşabiliyorsunuz. bs: 1920’lerden önce, kostrüktivistler, sosyal ütopistler, avangardistlerden oluşan bir dönem var. Birçok sosyal ütopist bu bölgeye geliyor projelerini hayata geçirmek için. Ama sonrasında çok şey değişti, o döneme dair üretilenleri koruyup koruyamadıklarından emin değilim. gs: Sovyetler Birliği'nin ilk 15 yılı yenilikçi, renkli, kolektivist bir dönemdi. Deneysellik tam olarak merkezdeydi. Ama hiçbir anlamda bu
ütopik kolektivist üretimleri koruyamadılar. Yani bu ütopik modernizm, eklektik klasizme dönüşerek bürokratik sistemin içine gömüldü. 1500 kişilik çalışanları olan planlama ofisleri, homojenleştirilmiş mekanlar tasarlamaya başladı. 1920’lerdeki batı modernizminin etkileri, bürokratik bir sistem içinde gelişim gösterdi. Dönemin mimarları bürokratik sistemle savaşırken kendi öz dillerini ve stillerini geliştirmek istiyorlardı. Ama standardizasyonla yüzleştiler. Bir diğer yandan, postmodernizmin batıda başlamasıyla toplumun 'devlet'e dair fikirleri dramatik olarak dönüşüm göstermeye başladı. Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde -yani 75’ten 89’a kadarki dönemde- post-modernizmin buraya ulaşmasıyla insanlar tamamıyla mimari çevreye yabancılaştılar. Onlar da artık batıdaki gibi kendi yaşam tarzlarını sergileyebilecekleri ve tüketebilecekleri mekanlar istiyordu. Ama sistem onlara kendi hayat tarzlarını tasarlayabilecekleri mekanlar sunmuyordu. İnsanlar artık yerli bir Levi’s değil, gerçek bir Levi’s pantolon istiyordu. Yani toplumun bağ kuramadığı bir sistem söz konusuydu.
bs: Buradan şöyle bir çıkarım yapabilir miyiz: Eğer bir devlet toplumla temellenmiyorsa, mimari üretim de toplumun mimarisi olamıyor? gs: Evet mimari aniden toplumla bağlantısını kaybediveriyor, tıpkı günümüzde batıda yaşandığı gibi. Çünkü kapitalizmin gücü diretiliyor, mekanlar, kamusal alanlar özelleşiyor, neredeyse her yatırımdan rant sağlanıyor. Sembolik ve parlak mimarlığın uygulanması aslında kapitalist gücü göstermenin bir başka yolu. bs: Eğer toplum diretilen politik gücü kabul etmiyorsa, mimarlık da kabul edemiyor ve bu paralelde geleneksel ve lokal üretimler yapamıyorsunuz. Editörlüğünü yaptığınız dergide geçtiğimiz yıllarda 'politik tasarım' başlıklı bir konu yayınlamıştınız. Günümüz kentleri paralelinde bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? gs: Bu önemli bir konu çünkü şu anda medya tarafından yönlendirilen bir dönemdeyiz, politikayı algılayışımız da tamamen bu paralelde gelişiyor. Yani politik tasarım medya tarafından formüle ediliyor. Günümüzde politika -en azından batı toplumlarında-
kesinlikle tasarlanıyor ve politik tasarım değil ama tasarım genellikle politikanın merkezinde yer alıyor. bs: Sergideki örnekleri nasıl seçtiğinizden ve hazırlık sürecinden bahsedebilir misiniz? Arşivdekiler bundan sonraki süreçte ne olacak? gs: Araştırmalarımız 2002 yılında başladı. Elimizdeki arşivi devletten ya da müzelerden değil, tamamıyla özel arşivlerden, mimarlardan temin ettik. Planlama enstitülerinin çoğu artık bulunmuyor, dönemin mimarlarının birçoğu hayatta değil. Gerçekten birçok belge yok olmuş durumda. Biz yüzyüze yaptığımız görüşmeler sonucu verilere ulaştık, tamamıyla bir alan araştırması yaptık. Devletlerin bu mirasla ne yapacakları konusunda hiçbir politikaları yok, arşivimizdeki belgeler bu yüzden çok önemli ve değerliler. Mesela üçüncü katta yer alan belgeler daha önce hiçbir yerde sergilenmedi. Bu belgelerin toplanabileceği son yıllar belki de. Bizim için genç mimarları bölge ve tarihsel süreç konusunda bilgilendirmek büyük önem taşıyor. Sonraki dönemde ise, sergiyi başka kentlere de götürmeyi planlıyoruz.
"Akademide İç Huzur Yoktur."1 Güzel Sanatlar Akademisi'nin tarihçi hocalarından Mustafa Cezar, "Akademi kurulduğu günden beri bina bakımından pek şanslı olmamıştır."2 diyor. Cezar bu sözleri 30 yıl önce söylemiş, ama son bir yıl içinde "Akademi" binasının başına gelenlere bakılırsa, Cezar'ın saptaması adeta bir yazgının dile getirilişi gibi. Akademi, 1883'te, Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla, şimdi Eski Şark Eserleri Müzesi olan Alexandre Vallaury'nin binasında kurulduktan sonra, bugünkü yerine taşınana dek beş kez bina değiştiriyor. İlk binasını terkettikten sonra, sırasıyla, Cağaloğlu Lisan Mektebi binasında (1916-1919), Şehzadebaşı'nda küçük bir evde (1919-1920), Divanyolu Gedikler Kâtibi Salih Efendi Konağı'nda (1920-1921), ikinci kez Cağaloğlu Lisan Mektebi binasında (1921-1926) eğitimi sürdürmeye çalışıyor ve en sonunda, 1926'da, Fındıklı'daki eski Meclis-i Meb'usan binasına, en eski adıyla Cemile Sultan Sarayı'na taşınıyor.3 Bugün, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin Fındıklı yerleşkesinin kuzey binası olan bu yapıyı, Sultan Abdülmecid, kızı Cemile Sultan için 1856-1859 arasında inşa ettirmiş.4 Cemile Sultan Sarayı'nın görkemli bahçesinin ve iç mekânlarının ne denli etkileyici olduğunu, eski öğrencilerin anılarından ve yaptıkları ayrıntılı betimlemelerden öğreniyoruz.5 Ne var ki, döşeme ve tavanları ahşap olan bu etkileyici saray yapısı, 1 Nisan 1948'de çıkan bir yangınla kül oluyor,6 geriye binanın kâgir beden duvarları kalıyor. Yangından sonra eğitim, okulun bahçesinde harap olmadan kurtarılabilmiş binalarda, Fındıklı İlkokulu'nda ve Yıldız'daki Sağır ve Dilsizler Okulu'nda sürdürülüyor.7
HAZİRAN 2013 - XXI 26
defter
Bina, uzun süre, harabe halinde, terkedilmiş bir durumda kalmış; Eldem ve Handan'ın deyişleriyle "muktedir ellerden hiçbiri Akademiye uzanmamış".8 Sedat Çetintaş, 30 Haziran 1948'de, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısında, bu ilgisizliğin gerisinde başka bir niyet arıyor ve "Prost'un Galata rıhtımını buralara kadar uzatmak istediği hakkında" gazetelerde çıkan haberlere dikkat çekiyor.9 Gerek Eldem ve Handan'ın, gerekse de Çetintaş'ın sözlerinden, Akademi binasının onarımı için, hükümetin -bilemediğimiz bir nedenle- pek de aceleci davranmadığı anlaşılıyor. Çetintaş, 1 Aralık 1958'de Havadis gazetesinde yer alan yazısında, 1950'deki iktidar değişiminin ardından, "seçilen üçüncü Cumhurreisi (...) emir verdi de bugünkü Akademi kurulmuş" oldu diyor.10 Eldem ve Handan da, Cumhurreisi'nin "motörle yanık Akademi'nin önünden geçerken bu hazin duruma son verilmesi için gereken emirleri vermiş" olduğunu aktarıyorlar.11
Aykut Köksal
Yenileme çalışması için atölye hocaları grubu görevlendiriliyor,12 bir komisyon kurularak binanın programı hazırlanıyor ve komisyonda bulunan Sedad Hakkı Eldem ve Mehmet Ali Handan ortak bir proje, Arif Hikmet Holtay ise ayrı bir proje hazırlayıp sunuyorlar.13 Sonuçta Eldem ve Handan'ın projeleri komisyonda
çoğunlukla kabul ediliyor.14 Yenileme çalışmasının tamamlanmasının ardından da, 23 Nisan 1953'te Akademi yeniden kendi binasında eğitime başlıyor.15 Ne var ki inşaat ve yerleşme süreci son derece tartışmalı geçiyor, okul yönetimi başlangıçta mimarların öngördüğü yerleşim programına uymuyor, bu yüzden özgün program ve yerleşimin gerektirmediği bir köprü, girişten rıhtıma uzanan perspektifi kesme pahasına okul yönetimi tarafından yaptırılıyor ve tüm bu yaşananlar Eldem ve Handan'a şu sözleri söyletiyor: "Akademi binası dağdağalı ve münakaşalı geçen bir inşaat safhasından sonra nihayet eski binasına taşınmıştır. Ancak binası yapılan Akademide iç huzur yoktur."16 Yaşanan sıkıntılı sürece karşın ortaya çıkan mimari sonuç şaşırtıcı düzeyde parlaktır. Çalışma mekânlarını, sınıfları, atölyeleri içeren ana yığma gövde aynen korunmuş, ağırlıklı olarak sirkülasyon öğelerinin, koridorların ve içeriyi ışığa boğan aydınlıkların yer aldığı orta mekân, son derece hafif ve çıplak bir betonarme strüktürle ve alabildiğine saydam bir kurguyla çözülmüştür. Binanın rastlaşma mekânlarının geçirgen ve uçucu hafifliğiyle, kapalı hacimlerin kunt yapısı arasındaki karşıtlık yenilemenin ana kavramını oluşturur. Asıl başarı ise başta sofa olmak üzere eski saray mekânının yapı kurucu öğelerinin yeni binada soyutlanarak yorumlanmasıdır.17 Bu soyutlamanın doruk noktasına çıktığı yer, binanın yüksek tavanlı giriş holüdür. Haçvari bir plana sahip olan holün ana ekseni girişten denize yönelerek olağanüstü bir perspektif sunar; buna dik olan, rıhtıma paralel ikinci eksen ise her iki yönde, son derece saydam bir çözümle, binanın aydınlıkları ve merdivenleri içeren orta mekânına eklemlenir. Akademi yenilemesi, Sedad Hakkı Eldem'in üretiminde en parlak dönemi oluşturan 50'ler modernizminin ilk önemli çalışmasıdır. Nitekim Eldem, 1970'de Akademi'ye devredilen Münire Sultan Sarayı'nın yenilemesinde de aynı yaklaşımı sürdürür. Bu kez, yangın sonrasında çırılçıplak kalmış bir bina değil, korunabilmiş bir saray yapısı söz konusudur, beklenen
de genelgeçer normlara uygun bir restorasyon çalışması olacaktır. Ne var ki, yapılan ağır eleştirilere karşın,18 Eldem mimari kaygıları öne çıkartır ve bir "restorasyon" çalışması yerine, Cemile Sultan Sarayı'ndaki yenilemeye koşut, aynı ilkelere sahip bir projeyi Münire Sultan Sarayı'nda da uygular.19 İkinci yenileme çalışması da en az birincisi kadar başarılıdır, özellikle binanın güney kesiminde yer alan kapalı avlu, kimi kez geçirgen, kimi kez yarı geçirgen katmanlarla düşeyde ve yatayda gelişirken, denetlenmiş ışığın mekânı anlamlandırmasına olanak verir. Bu avluya ilerideki yıllarda yerleştirilen asansör bile -belki saydam bir strüktür içine konduğu için- avlunun sağlam mekânsal kurgusunu zedelemeyecektir.
karşı sayfada MSGSÜ güney binası (Münire Sultan Sarayı), kapalı avludan görüntü, 2008. Fotoğraf: Aykut Köksal bu sayfada
Peki -binanın koruma değeri bir yana- bu proje, mühendislik açısından doğru ve zorunlu muydu? Bünyesinde mimarlık fakültesi olan bir kurumda bu sorunun sorulmamış olmasını düşünmek güç. Nitekim, uygulamadan kısa bir süre önce projeden haberdar olan birkaç duyarlı öğretim üyesi meselenin peşine düşer ve Mimarlık Fakültesi, aralarında İTÜ'den bir
güçlendirme öncesi ve güçlendirme sonrası zemin kat planları. Çizim: Nezih R. Aysel
öğretim üyesinin de danışman olarak yer aldığı bir mühendislik grubundan rapor ister. Raporda, yığma ve betonarme bölümlerin bir bütün olarak, tek bir yapı gibi davrandığı, bu yüzden -binanın tescilli bir kültür varlığı olduğu da hesaba katılarak22- hiçbir mekânsal müdahale yapmadan, basit iyileştirmelerle, zayıf kolonların sökülüp aynı boyutlarda inşa edilmesiyle güçlendirmenin gerçekleştirilebileceği belirtilir. Değerlendirme güney kanadı üzerinden yapılmıştır, ama ilkesel olarak kuzey kanadı için de geçerli olduğu sözlü olarak dile getirilir. Bu raporun ardından yapılan görüşmelerde, uygulanan güçlendirme projesini yapanların, neden betonarme strüktüre müdahaleyi en aza indirgeyen böyle bir sonuca ulaşmadıkları anlaşılır: Betonarme strüktürün yığma bölümle birlikte davrandığı hesaba katılmamış, tek başına ayakta durduğu varsayılarak modellenmiş, güçlendirme projesi de sadece betonarme strüktür için yapılmıştır... Gerekçeleri ise son derece çarpıcıdır: Bilgisayar programları karma yapılar için modelleme yapmaya elverişli değildir...
7 Cezar, "Güzel Sanatlar Akademisi'nden 100. Yılda Mimar Sinan Üniversitesi'ne", s. 15 8 Eldem - Handan, s. 9 9 Sedat Çetintaş, İstanbul ve Mimari Yazıları, Ankara, 2011, s. 356. Galataport projesinin yeniden gündeme geldiği bugünlerde, yine "Akademi binası"nı konuşmakta oluşumuz yalnızca bir rastlantı mıdır? 10 Çetintaş, s. 517 11 Eldem - Handan, s. 9 12 Muhlis Türkmen, "Tasarım ve Kenarda Kalan Düşünceler", Tasarım + Kuram Dergisi, Mayıs 1999, sayı 1, s. 2 13 Eldem - Handan, s. 9 14 Türkmen, s. 2 15 Cezar, "Güzel Sanatlar Akademisi'nden 100. Yılda Mimar Sinan Üniversitesi'ne", s. 15 16 Eldem - Handan, s. 13 17 Bu yorumlamanın titiz bir okuması için bkz. Nezih R. Aysel, "Konferans Salonu: Sanayi-î Nefise Mektebi'nden Üniversiteye Bir Mekânın Tasarımı ve Değişimi", Tasarım + Kuram Dergisi, Mayıs 2012, sayı 13, ss. 11-33 18 Turing'in başında yönettiği çalışmalarda restorasyon ilkeleriyle arası pek de hoş olmayan Çelik Gülersoy, Münire Sultan Sarayı yenilemesinde yapılanların, "restorasyon işlerinin en ilkel prensipleri ile
Bu durumun açık bir biçimde ortaya çıkmasına karşın, ilk güçlendirme projesinden vazgeçilmedi ve 2012 yılının yaz aylarında "Akademi'nin mimarlığı" geriye dönüşsüz olarak yok edildi. 23 Şimdi güney kanadı, yani Münire Sultan Sarayı sırasını bekliyor...
bile bağdaşmayacak" değişiklikler olduğunu söylüyor ve "İstanbul'un elde kalan son birkaç sarayının böyle keyfi operasyonlara" uğramasını eleştiriyor. Bkz. Çelik Gülersoy, "Son 400 Yılda Tophane Semti - III. Bölüm", Arkeoloji ve Sanat, sayı 20/21 [1983], s. 18 19 Münire Sultan Sarayı'nın Akademi'nin "II. kısım inşaatı" olarak yenilenmesi için bkz. Sedad Hakkı Eldem, 50 Yıllık Meslek Jübilesi,
1 Sedad Hakkı Eldem - Mehmet Ali Handan, "Güzel Sanatlar Akademisi", Arkitekt, 1954/1-2, s.13 2 Mustafa Cezar, "Güzel Sanatlar Akademisi'nden 100. Yılda Mimar Sinan Üniversitesi'ne", Güzel Sanatlar Eğitiminde 100 Yıl, İstanbul, 1983, s.14 3 Mustafa Cezar, "Kuruluşundan Bugüne Akademi", Devlet Güzel Sanatlar Akademisi 90. Yıl, İstanbul, 1973, s.17 4 Aynı tarihte inşa edilen ve yerleşkenin güney binası olan Münire Sultan
İstanbul, 1983, ss. 213-222 20 Aykut Köksal, "Tanıklıklar Üzerinden Bir Okulun Mimarlığı", Karşı Notlar / Mimarlık, Kent ve Sanat Yazıları 2, İstanbul, 2009, ss. 238-243 21 Güçlendirme öncesiyle güçlendirme sonrasını karşılaştıran modellemeler için bkz. Nezih R. Aysel, "Akademi'ye Dokunmak: Notlar, Düşünceler", Mimarlık, Mayıs - Haziran 2013 / 371, s. 33 22 2007 tarihli Afet Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik'in 7.1.4. maddesine göre "tarihi ve kültürel değeri olan
Sarayı'nda ise bir süre Kolordu Kumandanlığı yer alıyor; bina 1943-1952
tescilli yapıların ve anıtların değerlendirilmesi ve güçlendirilmesi bu
arasında Edebiyat Fakültesi'ne, sonra Atatürk Kız Lisesi'ne veriliyor, en sonunda, 1970'te Güzel Sanatlar Akademisi'ne devrediliyor. Bkz.
yönetmelik kapsamı dışındadır". 23 Tescilli bir bina olan Cemile Sultan Sarayı için yapılan bu
Mustafa Cezar, Sanatta Batı'ya Açılış ve Osman Hamdi (genişletilmiş 2.
güçlendirme çalışmasında Koruma Kurulu'ndan izin alınmadı. Kurul
basım), Cilt I, İstanbul, 1995, s. 171 5 Bkz. Ahmet Öner Gezgin (editör), Akademi'ye Tanıklık / Güzel Sanatlar
üyeleri yapılan çalışmaları 22 Kasım 2012'de yerinde izledi ve Koruma
Akademisi'ne Bakışlar, 3 cilt, İstanbul, 2003 6 Yangının tüm seyrinin ayrıntılı anlatımı için bkz. Tarık Özavcı, İstanbul
çalışmalara ilişkin rapor ve açıklamanın bir ay içinde Üniversite
Yangınları 1923-1965, İstanbul, 1965, ss. 43-51
karar verildi.
Kurulu'nun, 11 Aralık 2012 tarihinde gerçekleştirdiği toplantıda, tarafından kurula iletilmesine, aksi halde yasal işlem yapılacağına
27 XXI - HAZİRAN 2013
Depremin Türkiye'nin gündeminde baş köşeye oturduğu günden beri, dolgu alan üzerinde olduğu bilinen Çifte Saraylar'ın depreme karşı güçlendirilmesi gerektiğinden söz ediliyordu. Ancak, hem eski saray yapıları olarak tescilli olan, hem de modernist mimarlığın önemli örnekleri olarak koruma değeri taşıyan binaların güçlendirilmesi için, konunun uzmanı mimarların yönetiminde bir proje oluşturulmalıydı. Ama böyle olmadı, herhangi sıradan bir bina için izlenebilecek süreç Çifte Saraylar için izlendi; üstelik mühendislik açısından son derece tartışmalı bir projeyle Çifte Saraylar'ın kuzey kanadı, yani Cemile Sultan Sarayı güçlendirildi. Yapılan güçlendirme çalışması sonunda, Eldem ve Handan'ın binanın yığma kabuğunun içine yerleştirdikleri hafif betonarme strüktürün narin kolonları hantal fil ayaklarına dönüştürüldü, saydam ya da yarı geçirgen yüzeyler betonarme perdelerle kapatıldı, mekânın yukarıda tanımlamaya çalıştığımız bütün nitelikleri ortadan kaldırıldı.21
MSGSÜ kuzey binası (Cemile Sultan Sarayı),
defter
İkinci yenileme çalışması da gerçekleştirildikten sonra, Çifte Saraylar, belirli bir bütünsellik içinde, Güzel Sanatlar Akademisi yerleşkesinin iki ana binasını oluşturur. Ancak birkaç yıl sonra YÖK çıkacak, Güzel Sanatlar Akademisi, Mimar Sinan Üniversitesi'ne dönüşecek, artan öğrenci sayısıyla birlikte binaların mevcut mekânları yetersiz kalacaktır. Yöneticiler çözümü, binalara karakterini veren öğeler arasında yer alan aydınlıkları kapatmakta, avlulara asmakatlar eklemekte bulurlar. Eski Akademi binalarının mimari karakterini yitirmesi, neredeyse tüm hocaların ana yakınma konusudur.20 Tüm yakınmalara karşın herkes bir gün bu eklerin kaldırılacağına inanmaktadır, çünkü binaya yapılan müdahaleler geri dönüşsüz müdahaleler değildir; nitekim son yıllarda bu bağlamda kimi çalışmalar da planlanır, eklentiler kaldırılmaya başlanır. Ne var ki, 2012 yılında "Akademi binası" öyle sert bir müdahaleye uğrar ki, artık ne Eldem ve Handan'ın, 50'ler modernizminin parlak bir örneği olan Akademi yenilemesinden söz etmeye olanak vardır, ne de geriye dönüş olasılığından.
Mecrasına Göre Font Tasarlamak
HAZİRAN 2013 - XXI 28
güncel
13-16 Haziran tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen ISTYPE 2013’ün ön etkinliği olarak 7 Mayıs’ta Salt Galata’da bir konuşma yapan Arjantinli font tasarımcısı Alejandro Paul ile Doruk Türkmen ve Onur Yazıcıgil konuştu.
Doruk Türkmen: Arjantin’deki ilk dijital harf dökümhanesi olan Sudtipos’u kurdunuz. Sizce bu, genel olarak Arjantin’deki marka tasarımlarını ve tipografiyi etkiledi mi? Alejandro Paul: Aslında ilk kolektif dökümhane demek daha doğru. Sudtipos, yazı karakteri tasarımıyla ilgilenen grafik tasarımcıların oluşturduğu bir kolektif dökümhane. Ben font tasarlamaya başladığımda bu fontlar önce başka ülkelerde tanıtılmaya ve kullanılmaya başladı. Yurtdışındaki bazı büyük markaların kullandıkları fontlarıma, Arjantin’deki grafik tasarım toplumu bir anda büyük ilgi gösterdi. Bugünse Sudtipos fontlarını Arjantin’in her yerinde görebilirsiniz.
dt: Piel Script’i dövmeyi ve insan derisini düşünerek mi tasarladınız? İlk taslaklardan dijitalleşip font haline gelmesine kadarki tasarım süreci bu ana fikir üzerinden mi gelişti? ap: Bir dönem bana, tasarladığım fontlarla dövme yaptıran insanlardan çok sayıda fotoğraf geldi. Ve açıkçası çok çirkinlerdi. Fontlarımın o halde oluşunu hiç sevmedim. Dövmedeki ana problem, insan derisine yapıldığından hataların geri döndürülemiyor olması. Kağıdın insan, yazıcının da dövme sanatçısı olduğunu düşünün. Dövme daima üzerinizde kalır. Poster tasarlarken onu istediğiniz zaman değiştirebilirsiniz fakat dövmeyi değiştiremezsiniz. Bazı insanlar benden dövmelerini tasarlamamı istediler ama öyle bir vaktim yok tabi ki. Ben de
dövmeye özel olmasa da, dövme odaklı bir font tasarlamaya karar verdim. Piel Script böyle ortaya çıktı ama tabi farklı durumlar için de kullanılabilir. Her insanın derisi farklı, her deri tipinde denemedim tabi ki ama fontu dövme sanatçısının deri üzerinde o aletlerle nasıl hareket ettiğini ve kendi tasarlamadığı fakat tekrardan üretmesi gereken bir yazı karakterini kullanırken nasıl hissedeceğini düşünerek tasarladım. dt: Piel Script ve Fan Script gibi fontlarınızda, gerçek hayatta karşılaştığınız durumlardan ilham alıyorsunuz, insan derisi ya da beyzbol gibi. ap: Bir font tasarlamaya başlamadan önce bir ilhama ihtiyacım var.
Konsept demek istemiyorum ama kendim için tasarlarken bile talimatlara ihtiyacım var. Mesela, deri için ya da çikolata için bir font tasarlamaya karar verdim. Fontun sadece bu durumlar için kullanılmayacağını bilsem de ne yapmak istediğime dair bir odağım olması gerekiyor. Örneğin Business Penmanship’i tasarlarken ince, kontrastı düşük ve birbirine iyi bağlanan bir yapı düşündüm. Affair’deyse duvarda büyüyen ağaçlardan ilham aldım, ligatürlerin kullanımı onlara benziyor. Böylesi küçük fikirlere ihtiyacım var. Fans Script’de ise şöyle bir durum var: Birçok farklı spor dalında farklı takımlar bu tip el yazısı fontlarını kullanıyorlar. O fontu benim gibi
güncel
hıpster fontu
çocuğu okula giden grafik tasarımcılar için tasarladım, çocukları onlardan kendi oynadıkları takımlar için logo tasarlamalarını istediklerinde kullanmaları için. dt: Hipster Script gibi çoğu fontunuzda OpenType özelliklerini fazlasıyla kullanıyorsunuz. OpenType özelliklerini düşünerek mi eskiz yapıyorsunuz? Eskizden dijitale ve font üretimine kadar bütün aşamaları tek başınıza mı yapıyorsunuz? ap: Paralel bir şekilde çalışıyorum. Bir yandan tasarlarken bir yandan OpenType kodlarını yazıyorum. Bazen bir kod yazıyorum ve aynı anda tasarımdaki bağlantıların şekillerini düşünüyorum. Çizimden koda ilerigeri düşünerek çalışıyorum.
Onur Yazıcıgil: Hiç metinler için yazı karakteri tasarlamayı düşündünüz mu? ap: Öğretmenlik yapmaya başladığımdan beri, kendi okulumdaki yüksek lisans programında okuyan öğrencilerin font tasarlamalarını izliyorum. Metin fontu tasarlayanların düzeltmeleri ve detayları göz önünde bulundurmak zorunda olduklarını gördükçe pek de istemiyorum açıkçası. Ben daha çok oyuncu ve tutkulu tasarımlar yapmayı seviyorum. oy: Peki kendi tasarladığınız yazı karakterleri için bir kılavuz hazırlamayı aklınızdan geçirdiniz mi? Örneğin “Bu fontu bu şekilde kullanmayın, çünkü bu şekilde
affaır fontu
kullanılmak için tasarlanmadı ve iyi gözükmüyor” gibi, teknikten çok görselliği gözeten bir kılavuz. ap: En başta OpenType karakterleri yaparken, kılavuz hazırlamayı düşündüm. Fakat birkaç yıl geçince, fontlarımın daha önce hiç düşünmediğim şekillerde kullanıldığını gördüm ve çok şaşırdım. O hallerini daha çok sevdim. Her kullanım şekli için bir kılavuz hazırlasam da orada anlatmam mümkün değil. En büyük isteğim, bir grafik tasarımcının veya o fontu kullananın, onunla iyi şeyler yapması. Ama kötü sonuçlar da çıkabilir, bu fontun kötü olmasından değil, sadece kullanıldığı projeye uygun olmamasından kaynaklanabilir.
Ben sadece fontu tasarlıyorum, bir sanat yönetmeni değilim ki herkese fontlarımın nasıl kullanılması gerektiğini anlatayım. Yeni bir font tasarladıktan sonra, o fontu kullanarak farklı grafik fikirler üretip bir dosya halinde yayınlıyorum. Bunu o fontu kullananların zihinlerini açmak için yapıyorum fakat o şekilde kullanmak zorunda da değiller. Not: Bu sene üçüncüsü gerçekleşen ISTYPE, Onur Yazıcıgil ve Alessandro Segalini tarafından İstanbul'da düzenleniyor. Dünyaca ünlü grafik ve yazı karakteri tasarımcılarının konuşmacı olarak katıldığı ISTYPE’da aynı zamanda atölye çalışmaları da düzenleniyor. Bu yıl 13-16 Haziran tarihleri arasında Salt Galata'da düzenlenen ISTYPE hakkında daha fazla bilgi için www.istype.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
29 XXI - HAZİRAN 2013
pıel fontu
Entegre Eğitim Tesisleri
HAZİRAN 2013 - XXI 30
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
milli eğitim Bakanlığı, eğitim kampüsleri için ön seçimli bir mimari proje yarışması açtı. 4+4+4 olarak tanımlanan yeni eğitim sistemi nedeniyle ortaya çıkan 10 binlik derslik açığını kapamak öncelikli hedef. Kent içindeki arsa yetersizliği nedeniyle kent dışında inşa edilecek bu kampüslerin her birinde 13-17 yaş grubu arasında 8-10 bin öğrenciye eğitim verilecek. toplamda 40 konumda üç etaplı olarak yapılacak yarışmada, yeterlik alan 150 mimari grup sırayla yarışacak. yarışmanın ilk etabının sonuçları geçtiğimiz gün yayınlandı, kolokyum da dergi matbaada basılırken gerçekleştiriliyor olacak. Sürecin kısa bir özetine baktığımızda dahi çok sayıda soru önümüzde beliriveriyor. 10 bin öğrenciyle birlikte bir kampüse taşınmanın, dahası orada eğitim görmenin nasıl bir şey olabileceğini hayal etmek dahi zor. Kent yaşamından kopuk bir lise eğitiminin olası sonuçları da kent içindeki yapıların akıbeti de bilinmezken tek doğru varmışçasına bu eğitim kampüsleri, tüm Türkiye sathında inşa edilecek. Yarışma sürecini ve eğitim kampüslerinin olası etkilerini sürecin en başında bakanlıkla görüşmeler yapan Haydar Karabey, yarışmaya katılmama kararı alan Boğaçhan Dündaralp, yıllardır mimarlık ve çocuk üzerine çalışan akademisyen Hikmet Gökmen ve eğitim yapıları konusunda deneyimi bulunan Kerem Erginoğlu ile birlikte konuştuk. Hazırlayan: Hülya Ertaş
Biraz tartışmalı tarafları vardı onların ortaya koyduğu biçimin. Yavaş yavaş ortaya çıktı, baştan anlayamadık. Kent içindeki ilköğretimlere lise de eklendiği zaman zaten artan nüfus nedeniyle yeni sistemde müthiş bir sıkışıklık olduğunu, kent
Boğaçhan Dündaralp: Belki ben de neden bu yarışmaya katılmadığımızdan bahsederek devam edebilirim. Konu gündeme geldiğinde biz hem "Başka Bir Okul Mümkün" oluşumuyla birlikte sürdürdüğümüz çalışmayla, hem de daha önceki projelerimizle bağlantılı olarak ‘eğitim’ konusu odaklı bir çalışma süreci içindeydik. Meseleyi önce anlamaya çalıştık ve Haydar Bey'in anlattığı süreçte konunun zaman içinde katman katman açıldığını, tepki alması muhtemel konuların ayıklandığını gördük. Bu yarışma açılmadan önce Mili Eğitim Bakanlığı’nın sitesinde, eğitim kampüsleri adı altında önceden hazırlanmış avan projeler ve eğitim kampüslerinin nasıl yerler olduklarını anlatan birtakım imajlar ve başlıklar yer alıyordu. Öncelikle neden böyle bir şeye ihtiyaç olduğunu anlamaya çalıştık. Yarışmalar gündeme geldiğinde onun 4+4+4 eğitim politikasıyla yakından bağlantılı olduğunu fark ettik. Yaş sınırının aşağıya çekilmesiyle birlikte öğrenci sayısının
fotoğraflar: Emre Kapçak
Aradan bir yıl geçtikten sonra, böyle bir yarışmalar dizisi açıyoruz dedikleri zaman tabi benim için çok sevindirici oldu, çünkü her zaman peşinde koştuğum bir konuydu. Başıma gelebilecekleri de kısmen tahmin ederek katılacağımı söyledim. Arkadaşlarım bu sistem içinde katılmamamın daha doğru olduğunu söylediler ama ben yararım olabileceğini düşündüm. Yeni entegre eğitim sistemine inanıyorum. Bu, dünyada K12 olarak adlandırılan ve anaokulundan 12. sınıfa dek süren bir sistem. Ama sadece 4+4+4 sistemi değil, onun ayrıca kendi içinde sorunlarını tartışarak bir bütün olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Spor tesisleri ve yurtlar gibi yapıları büyük yeşillikler içinde içine alan, 1.500 - 2.000 öğrenciye yönelik, mekan standartları gözden geçirilmiş, ciddi yapılar olmasını hep bekliyorduk. Yetkililer süreci bu yönde geliştireceklerini bize anlattılar.
31 XXI - HAZİRAN 2013
Haydar Karabey: Şimdi en azından yarışmanın birinci aşaması sonuçlandığına göre kendime koyduğum konuşmama ambargosunu kaldırıp birkaç şey söyleyebilirim. Gerek gerçekleştirmiş olduğum yapılar, bu konu üzerine yazılarımın yayınlamış olması, gerekse de artık biraz eskimiş olan kitabım “Eğitim Yapıları: Geleceğin Okullarını Planlamak ve Tasarlamak” nedeniyle Milli Eğitim Bakanlığı Tesisler Dairesi benimle epeyce bir süre önce iletişime geçti. Gittim ve onlara kendi meşhur hikayemi anlattım: Savaş sonrasında Avrupa ülkeleri kentlerini yenilerken eğitim tesislerine yönelik olarak da çok ciddi birçok yarışma açtılar. 1972'de ben İsviçre'de stajdayken çalıştığım büroda da böyle bir yarışmaya girmiştik ve bu konu çok ilgimi çekmişti. Çok düşük ödüller koyarak ama neredeyse bütün mimarlık camiasını seferber ederek sürekli yeni eğitim tesisleri yapıyorlardı. Bu, belki oradaki eğitim sisteminin yenileşmesinden kaynaklanıyordu, belki de savaş sonrası yıkımı dengelemek için seçilmiş hamleydi. Her halükarda Türkiye'de kendi küçük okullarımızda yaşadığımız için burada öylesi bir yöntemin nasıl işleyeceğini düşünürdüm. Milli Eğitim Bakanlığı'na işte bunları anlattım. Birçok nedenle bizim sefaletimizi, eğitim yapılarına ne kadar az önem verildiğini, ne kadar kötü parsellerde yer ayrıldığını anlattım. Hatta konuşmamı biraz daha etkili kılmak için Google'da görsel aramada “okul” yazınca ne çıktığını, "school"ya da "schule" yazınca neler çıktığını gösterdim, epey irkiltici oldu onlar için. Parsel büyüklüklerinin ne kadar düşük olduğunu, yeni eğitim sistemine geçildiğine göre artık kampüs anlayışının gündeme gelmesi gerektiğini vs anlattım. Bütün dünya neredeyse karbon ayak izinden, su ayak izinden ve sürdürülebilir çevreden bahsederken Türkiye’deki Osmanlı ya da Selçuklu referansları arayışının ne kadar çağdışı kaldığını ve bu tartışmanın artık bitmesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Ve her aşamada da sürekli olarak artık yeni kuşak eğitim tesislerinin projelerinin yarışmayla yapılması gerekli olduğunu vurguladım.
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Hülya Ertaş: 21. yüzyılın eğitim binaları nasıl olmalı sorusundan yola çıkarak eğitim kampüslerini ve olası etkilerini konuşmak için bir aradayız. Bu konuşma için de en uygun yöntem Haydar Bey'in süreci anlatmasıyla başlamak olacaktır.
içindeki bütün eğitim tesislerinin ilköğretime ayrılacağını açıkladılar. Liselilerin ise, yaş itibariyle daha uzaklara gidebilecekleri için yapılacak lise komplekslerinin daha büyük arsalarda, dolayısıyla ancak kent çeperlerinde yapılabileceğini söylediler. Tabi bu öneri bile bir sürü tedirgin edici noktayı barındırıyordu. Sonra malum yerel referanslardan tutun da gereksiz işlevler, aşırı yüklü programlar ortaya dökülmeye başlayınca tedirginliğim arttı, hatta Mimarlar Odası da o dönemde bir bildirge yayınlayarak bunun tehlikelerini göz önüne serdi. Tüm meslek çevrelerinin bu konularda rahatlatılması ricamıza, Bakanlıktaki Tesisler Daire Başkanlığı olumlu yaklaştılar. Hatta bürokratlardan beklenmeyecek bir çaba göstererek, neredeyse tamamını benim yazdığım ve oldukça da radikal olan metni bir bildirge olarak yayınladılar. Örneğin "Kent içinde, liselerin boşaltacağı eğitim tesisleri kesinlikle başka işlevlere tahsis edilmeyecektir" tarzında bir cümle kurdular ki bu siyaseten çok zordur. Aynı bağlamda, “Kent çeperindeki bu yeni kampüslere toplu taşımanın sağlanacağını, konumlarının çok titizlikle inceleneceğini, programların çok esnek bırakılacağını” belirttiler. Böyle gelişmeler olurken ve biz de her toplantıda işi biraz daha yoluna koyduğumuzu sanırken bizler, yani jüri üyeleri görmeden bir anda şartnamenin ve arsaların yarışmacılara gidiverdiğini duyduk. Ben jüri başkanı sıfatıyla bir değerlendirme yapıp sonuçların altına imza atacak konumdayım ama soruyu ben sormuyorum. Bu kabul edilebilir bir durum değil. Bürokrasinin birtakım iç sorunları olabilir, onları bilemiyorum. Örneğin, sürekli olarak çok acele etmemiz gerektiğinden, Bakanlığın çok baskı yaptığından söz ediyorlardı. Onlar “makam” diyorlar kendi içlerinde, herhalde Bakanı kastediyorlardı. Ben de getirebildiğim yere kadar getirdiğimi düşündüğüm bu süreci artık terk etmemin doğru olacağını düşündüm. Eğer dikkat edilirse en azından bazı metinlerde artık Osmanlı-Selçuklu lafının geçmediği, çağdaş mimariye referanslar veren ya da dünyaya örnek olabilecek gibi sulandırılmış tariflere yönelindiği de görülür. Tabi bu süreçte en vahim şey, kendilerine göre yaptıkları yer seçimleri. Bu sorunu derhal "O büyüklükte yer yok" diyerek yanıtlıyorlar. Şartnamedeki veriler yetersiz, bunu neredeyse iki aşamalı bir çalışma olarak görerek böylesi sorunları ileride uygulama projeleri aşamasında çözeceklerini öne sürüyorlar. Dahası yoğunluklar çok yüksek: 10.000 öğrencilik eğitim kampüsleri olacak bunlar. Yani her biri Bilkent Üniversitesi yoğunluğunda olacak. Bir yerden sonra erişilemeyen birtakım noktalar ortaya çıktığı için ben süreçten çekildim. Hikaye budur.
“Otelcilik, imam hatip, fen lisesi, düz lise, endüstri meslek lisesi vs hepsi bir arada olacak. Bunların kimyası nasıl uyuşacak?” Haydar Karabey inanılmaz artmasıyla okullara yığılma olduğunu ve bunun işi çok aceleye getirmelerinin bir sebebi olduğunu gördük. Tabi ki geçtiğimiz bir sene içerisinde biraz da ortamı dengelemek açısından eğitim kampüslerinin Haydar Bey'in bahsettiği çabalarla, o ilk başta talep edilene göre pek çok açıdan ayıklandığı söylenebilir.
HAZİRAN 2013 - XXI 32
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Ama görünen o ki, yarışmanın geldiği noktada eğitim kampüslerinin eğitim yapıları elde etmekten çok, hedeflenen eğitim politikalarına araçlık edeceğini görmemiz gerek. Dahası bu yarışma kesinlikle kentsel politikalarla da ilişkili; her ne kadar bu süreçte kent içinden çıkartılacak mevcut eğitim yapılarının, binalarının ve alanlarının eğitim dışında hiçbir amaçla kullanılmayacağının sözü verilse de, hiçbir şekilde bu konuda güven telkin edici bir ortam olmadığını görüyoruz. Çünkü biliyoruz ki bir şekilde bu eğitim alanları rahatlıkla TOKİ'ye devredilip başka amaçlarla kullanılabiliyor, dönüştürülebiliyor. Bunun örneklerini yakın zamanlı kentsel müdahalelerde gördük. Diğer yandan da yaşadığımız yakın çevrede çok fazla sayıda mevcut okul boşaltılarak imam hatiplere dönüştürüldü ve bu da devlet okulları ile özel okular arasındaki ayrımın iyice açılmasına neden oldu. Kentte boşaltılacak bu okul alanlarının ve mekanlarının güncel kentsel politikalar çerçevesinde suistimal edebilecek pek çok olanağı da yaratacağı oldukça aşikar. Bir diğer konuysa Haydar Bey’in de dile getirdiği ölçek konusu. İnanılmaz büyük bir ölçekte 10.000 öğrenci için 120.000 metrekareye kadar çıkan programlar söz konusuydu. Literatürü taradığımda dünyada bu ölçeklerde yapılmış hiçbir örneğe rastlamadım. Hele de bunun sadece liselilere yönelik olacağı düşünülürse sorun iyice açığa çıkıyor. Ve bütün bu sürece bakıldığında, bu ölçeğin karşısında yarışmada tasarım için ayrılan süre ve sunulan proje tanımı, konunun araştırılmamış olduğunu gösteriyor. Ve yarışmanın ardındaki niyetlerin yalnızca eğitimden kaynaklanmaması, bunları sadece birer yapıya, niceliksel kabuğa dönüştürüyor. Bu yapıların OECD'nin mekan standartlarına uygun olması gibi beklentiler; sadece niceliksel tarifler ve bunlar eğitimin niteliğini belirleyen ana belirleyiciler değiller. Çok basit, birkaç saatlik araştırmayla görülebilir ki okul ölçeklerinin hangi sayıda öğrenci sınırında kaldığında en verimli olduğuna yönelik çalışmalar var. Mesela bu sayılar 1940'lardaki araştırmalarda 217 ile 2650 öğrenci arasındayken 1994 yılındaki araştırmada 200-650 öğrenci arasında en ideal okul boyutlarına ulaşmış. Uluslararası güncel pek çok araştırma ve tezde bilimsel olarak ölçütleri karşılanmış yapılarda öğrenci sayısı 600-1000’i aştıktan sonra hiçbir şekilde kontrolün sağlanamadığı çok ciddi sorunlara yol açtığı pek çok parametre ile açıklanıyor. Bir sene içerisindeki apar topar hazırlıklar, beş aylık yarışma süresi ve çok hızlı bir değerlendirme süreci, bu konunun eğitim temelli ve eğitimi destekleyen bir durum olmaktan çok, eğitim ve kentsel politikaların bir şekilde onaylanması ve meşru kılınmasında mimarlığın, daha doğrusu mimarlık ortamının bir araç olarak kullanıldığını görebiliyoruz. Tıpkı TOKİ Kayabaşı yarışmasında ve benzer pekçok yarışmada olduğu gibi. Mimarlık ortamına baktığımız zaman, mimarlarımızın mimarlığı bütün bu sorunları çözebilecek bir şeymiş ya da her şey mimarlık içinden çözülebilirmiş gibi görmesi de ayrı bir tartışma konusu. Bu yarışmada, mimarlık ortamının görünen deneyimli, genç, potansiyeli yüksek ve bilinir ne kadar mimar varsa hepsinin ismini, hem jüride hem ödüllerde görmüş olmak yarışmanın taşıdığı araçsallığın ve açılımlarının farkında olunmadığını gösteriyor. Yarışma şartnamesinde en az 10 bin metrekarelik mimari uygulama projesi çizmek, eğitim amaçlı bir yapının mimari projesini çizmek, herhangi bir proje yarışmasında ödül almak ve eğitim konusunda herhangi bir yayında, dokümantasyonda bulunmak gibi katılım için birtakım ön yeterlilik şartları vardı. Seçim kriterlerindeyse mimarların bunlardan en az birini karşılaması yeterli olarak
haydar karabey
belirtiliyordu, yani birinin sadece herhangi bir yarışmada ödül almış olması, bu kadar büyük ölçekli bir eğitim yapısını yapabilecek olduğu önkabulunü içeriyor. Bu da en kritik noktalardan biri. Bu arada herhangi bir danışmanlığın zorunlu olmamasının yanısıra eğitim anlayışının tasarım parametreleri ile değerlendirileceği bir hazırlık çalışmasının ortada olmadığını belirtelim. Birinci grup yarışma projelerine ve sonuçlarına baktığımızda birer eğitim yapısından çok fiziksel altyapı eksikliğine yönelik belirli mekan büyüklüklerini barındıran belirli bir matematikte, anlayışta araziye göre organize olan yapılar görmekteyiz. Eğitim yapıları içeriği sadece mimarlar tarafından doldurulabilecek yapılar değiller. Eğitim modelleri, materyalleri, pedegoji, yaş gruplarına bağlı sosyal yapılanmalar, okulun fiziki ve sosyal dokusunun kent yaşamı ile kurduğu ilişkiler gibi o kadar çok açılımı var ki; bunlar mekanlara sonradan doldurulacak şeyler değiller. Şartnamenin başındaki metinde artık okul yapılarının eğitimin bir parçası olduğuyla ilgili bir bölüm var, çağdaş eğitim yapılarının da benzer şekilde ele alınması gerektiği anlatılıyor orada. Ve talep ediliyor. Geçmişte davranışçı yaklaşıma hizmet eden öğretmenin aktif olduğu bir eğitim modeli varken, bugün bireysel farklılıkları dikkate alan esnek bir sistem var. Bu sistem yapıyı da eğitimin bir parçası kılıyor. Ancak şöyle önemli bir nokta var: Eğer bu kampüsler eğitim programları temelli üretilmemişse, yapıyı da eğitime katacak bir bakış ile kullanılmıyorsa eninde sonunda yapı, geçmişteki öğretmen merkezli kullanımdan farklı bir özellik taşıyamayacaktır. Yarışmanın programına ve ele alınışına baktığımızda eğitimin matematikselleştirilip şemalaştırılmış yaklaşımlarla büyüklükler ve fonksiyonlara indirgendiğini görüyoruz. Halbuki eğitim yapılarının farklı programlar üretebilme becerisi olmalıdır. Örneğin Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 13. maddesine göre her çocuğun kendi eğitimiyle ilgili her şeye katılım hakkı vardır. Bu 10 bin öğrencilik kampüste çocukların katkısının nasıl olduğuyla ilgili hiçbir bilgi programda olmadığı gibi, çocuğun bağımsız vakitlerini geliştirecek herhangi bir işlev de programda yok. Bu yerlerin üniversite kampüsü gibi ele alındığı görülüyor ama üniversite çağındaki kişinin artık belli bir yetişkinlikte, vaktini istediği gibi ayarlayabilen, farklı sosyalleşme mekanlarını kullanan biri olduğunu biliyoruz. Buradaysa 13-17 yaş arasındaki yaş grubunun son derece sistematik ve programlı bir şekilde kontrol edildiği, zamansallık üzerine mekanik bir sisteme göre bu yapıların işleyeceğini biliyoruz. Buradan da, bunları eğitim endüstrisine hizmet eden; sisteme sürekli aynı pakette insan yetiştirme modeli sunacak dev eğitim fabrikaları olarak görebiliriz.
“Eğitim kampüsleri yarışmasında mimarlarımızın mimarlığı bütün bu sorunları çözebilecek bir şeymiş ya da her şey mimarlık içinden çözülebilirmiş gibi görmesi de ayrı bir tartışma konusu.” Boğaçhan Dündaralp
boğaçhan dündaralp
Peki bu eğitim politikasından kaynaklı durumlar süreç içinde düzeltilebilir miydi? Bu kampüsler yarışmayla yapılacak; tektipleştirilmiş bu ve benzeri yarışmaların müellif seçme konusunda birtakım sorunları çözdüğünü bilsek de nitelikli mimarlık ve yapı üretim anlamında pek bir şey çözdüğünü şu ana kadar görmedik. Çünkü yarışma süreçleri iyi kurulamıyor. Yarışma yönetmelikleri, çalışılmamış şartnameler, sorumluluk almayan jürilerle, yarışmalar kendi tuhaf gerçekliğini üretiyor. Bu yapıların da nasıl yapılacağına baktığımızda yap-kirala-devret modelinin önerildiğini görüyoruz. Ön projeyle yapım ihalesine çıkılacakmış ve yapım ihalesini alan yüklenici, mimarla anlaşıp uygulama projelerini çizdirecekmiş. Yani bütün sistem tersyüz oluyor. Şartnamede mimarın bu projelerin hazırlanması konusunda danışman, eğitimci gibi herhangi bir profesyonelden destek alacağına yönelik bir madde yok. Sadece ödül alanın öylesi bir destek alacağı belirtilmiş ama ihaleyi alan yüklenicinin bünyesinde çalışan mimarların bu modeli nasıl üreteceklerine yönelik hiçbir bilgi, yöntem, güvence de yok. Başından sonuna kadar karma karışık ve elle tutulamaz bir durum var. Hikmet Gökmen: Aslında Türkiye’yi düşündüğümüzde, bizim ne çocuklar üzerine, ne çocuk kültürü ve çocuk oyun kültürü üzerine, ne de eğitim sistemi üzerine geliştirilmiş, net politikalarımız var. Bunlar tabi ki çocuklar adına ürettiğimiz mekanların niteliğinde, oluşumunda da sıkıntı yaratıyor. Ülke olarak baktığımızda da çocuklar adına üretilen tek mekan tipinin eğitim yapıları yani okullar olduğunu görüyoruz. Nitelikli ya da değil, sadece eğitim yapısı var çocuğa yönelik düzenlenmiş. Çocuk müzesi, çocuk tiyatrosu ya da çocuk aktivite merkezi gibi mekanların çok fazla yapılmadığı bir yer Türkiye. Yani çocuğu gündeme alıp ona yönelik belirli mekanlar üreten bir ülke değiliz. Bunun en önemli nedenlerinden biri de, aslında çocuk ve onun gelişimi ve eğitimi üzerine de çok fazla düşünmüş olmamamız. 50 sene öncesinde öğretmen nasıl kürsüde bana ders anlattıysa, on sene önce oğluma da aynı düzende anlattı. Hiçbir şey değişmedi. Çoklu Zeka Kuramı, Montessori, Waldorf ve ReggioEmilia yöntemleri gibi alternatif eğitim yaklaşımlarına, birtakım kavramlara başvurabilecek, bunları da eğitim modelimize dahil edebilecekken okullarımızda hala klasik eğitim sistemiyle çocuklarımızı eğitiyoruz, mekanları da bu düzeyde oluşturuyoruz. Ayrıca bütün bunların yanı sıra, eğitim politikamızın ve sistemimizin olmaması nedeniyle çocuklar saçma sapan bir sınav sistemine esirler. Zaten okulda başka hiçbir aktiviteyi yapamadıkları gibi ders-teneffüs şeklinde geçen bir sürece mahkumlar. Okul, öğrenciler için çok da sevimli bir yapı değil aslında. Eve gitmek için, bir an önce zilin çalmasını istiyorlar.
Kerem Erginoğlu: 10.000 öğrencinin 25 kişilik ideal sınıflarda okuyacağını düşünürseniz; 400 tane sınıf gerekiyor. Şubeler de lise 1, 2, 3, 4 olduğuna göre; bölseniz 100’er tane şube çıkıyor. 11 AA, 11 AB, 11BB yapsanız dahi alfabe yetmezken, bu sınıfları nasıl isimlendirecekler? İşin matrak tarafı bir yana, kendi deneyimlerimizden ilerleyecek olursak; bizim Hasan'la (Çalışlar) birlikte yaptığımız ilk yapı, bir ilköğretim yapısıydı. Özel bir okuldu, imar durumuna göre de okul için ayrılmış bir parsel değildi, biz beş katlı bir okul yapısı çizdik ve uygulandı. Süreç içinde başka nitelikli yapılar yapma şansımız da oldu ama en büyük sıkıntı, aslında devletin de çektiği gibi, bunun için gerekli arsayı yaratamamakta. Bu yapıdan sonra birkaç tane daha okul yaptık, her birinin en büyük sıkıntısı buydu, yani doğru yeri bulamamak. Örneğin; Koç Lisesi iyi bir okul, neden gitti de bir ilköğretim yapısını ta Kurtköy'e kurdu? Ben daha yakın mesafelerde, şehirle iç içe olmasını daha uygun buluyorum. Bizim imar planı dediğimiz şeyin bir kent planı haline gelmesi, şehirlerin nasıl şekilleneceğini baştan bilerek, onları tasarlamamız gerekiyor. Cetveli koyup; 45’lik, 60’lık gönyeyle yapılan parsellerden kurtulup, gerçek ihtiyaç programlarını, oralarda yaşayacak olanları, yoğunlukları gözden geçirmek ve gerçek anlamda bir planlama yapmak lazım. Şu anda Bakanlığın bulduğu en akılcı yöntem, herhalde liseleri şehirlerin dışına atmak ama 10 bin öğrencilik bir kampüs, yapılması ve çalışması muhtemel olmayan bir konu gibi geliyor. Eğitim konusunda uzman arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla ne yaparsak yapalım, çok sıkı bir şekilde denetlenen milli eğitim müfredatına uyulması zorunlu, bu özel okullarda da geçerli. Sunmanız gerekenleri zaten yapıyorsunuz da, ancak onun üzerine eklemeler yapabiliyorsanız, farklı çözümler ortaya koyabiliyorsunuz. Tüm bu kurgunun baştan düzenlenip; yeniden yapılması lazım. Tahmin ediyorum ki; şu anda o kurguyu yapıyorlar ve bizim uygun görmediğimiz bir yöntemle, beğenmediğimiz bir yöne doğru gelişiyor bu. Başlı başına yeni bir sorun yaratıyorlar gibi geliyorlar. Her şeyde olduğu gibi bunda da önce yapıp, sonra olmadığını görüp bir kenara bırakacaklarını düşünüyorum. Bu kampüslerin kaç yıl içinde yapılacağını da bilmiyoruz, bir hedef yok şu an. Ben eğitim yapılarının daha ufak programlarla kent içinde çözülebileceğini düşünüyorum. Ama Haydar Bey’in de söylediği gibi, o gerekli mekanların kent içinde temin edilmesi çok zor. Örneğin; yaptığımız özel okullarda bilfiil inşaat alanı olarak en az 6.000-7.000 metrekarelik alanlara ihtiyaç var, ilköğretim için. Tiyatro, yüzme havuzu, oditoryumun olduğu okulların en az bu kadar kapalı programa ihtiyacı olduğuna göre, bunların üretileceği arsaların en az 12.000 – 15.000 metrekare civarında olması gerek. Şehir içindeki arsaların değeri o kadar artmış durumda ki, liseleri kent dışına taşımayı planlıyorlar. Ben, açıkçası mevcut liselerin eğitim amacıyla kullanılacağına inanmıyorum, her şeyi adım adım gerçekleştiriyorlar. Dolayısıyla, boğaz hattı boyunca konumlanan hiç bir okulun
33 XXI - HAZİRAN 2013
Yarışma üzerinden baktığımızda 10 bin öğrencinin tek bir kampüste, biraz önce Boğaçhan'ın söylediği gibi, sadece 13-17 yaş grubu olarak toplanması büyük sorunlara yol açacaktır. Anaokulundan lise sona kadar öğrenci alan eğitim kampüslerinin yurtdışında çok sayıda örneği var, ama bunların çoğu daha az öğrenci kapasitesine sahip. Aynı bölgede yaşayan, benzer nitelikteki çocuklar için kurgulanmış. Siz bu kampüslere hem Anadolu Lisesi'ni, Endüstri Meslek Lisesi'ni, hem İmam Hatip Lisesi'ni, hem de onun uygulama sahası olarak mescidi taşıdığınız zaman, kentin içindeki farklı nitelikteki çocuklar üzerinde farklı etkiler oluşacaktır.
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Okulu keyifle kullanan çocuk sayısı, özel okullar üzerinden baktığımızda bile çok az Türkiye'de. Yapıyla temas eden çocuk çok az, bir tanesi -yeğenim orada okuduğundan biliyorum- Haydar Bey'in tasarladığı İzmir'deki Işıkkent İlköğretim Okulu.
“Türkiye’yi düşündüğümüzde, bizim ne çocuklar üzerine, ne çocuk kültürü ve çocuk oyun kültürü üzerine, ne de eğitim sistemi üzerine geliştirilmiş, net politikalarımız var.” Hikmet Gökmen yakında yerinde kalacağını zannetmiyorum. Bu da bence programın bir parçası. "Yenilerini, daha iyisini burada yaptık, buraya geçin" denecektir gibi geliyor. Hatta bu durumu finansman yaratmak açısından da kullanacaklardır, mevcut liseleri satıp; o bütçeyle kampüsleri yapacak ve "500 kişi kötü koşullarda okuyordu, bakın biz onun karşılığında 10 bin kişilik okul yaptık" diyeceklerdir. Hikmet Gökmen: Bence kent içindeki lise yapılarının hepsini okul olarak kurgulamayacaklar, dediklerini yapmayacaklar.
HAZİRAN 2013 - XXI 34
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Kerem Erginoğlu: Olabilir, şimdi yapmasalar da bir seçim olup; yönetim değiştiğinde yapılabilir. Niye şimdi yapılmıyor? Liseleri taşıyabileceği yeri yok diye. Yeri de yarattıktan sonra bunun için hiçbir engel kalmayacak. Haydar Karabey: Yarışmanın süreci ve tekniğiyle ilgili bir sürü sorun olduğunu algıladık hepimiz. Kamu İhale Kanunu’na dayanarak yapacaklar ve işletme modelinin de yap-işlet-devret mantığına yakın bir tarafı olsa da galiba tam öyle değil. Yapan firma, akşamları ve hafta sonları kullanım hakkını alıyor, sonra aynı temizlikte teslim ediyor okul yönetimine. Kendilerine göre böyle bir model geliştirmişler, bu bizim mimarlar olarak pek tartışabileceğimiz bir konu değil. Ama karışık bir işleyiş olacağını öngörmek mümkün. Diğer yandan tüm Türkiye düzleminde müthiş bir yapı stokundan bahsediyoruz. Benim hesaplarıma göre Türkiye’de eğitim tesisi dendiği zaman en az 100-120 bin yapıdan bahsediyoruz. Üç-dört ay kapalı kalıyor bunlar, akşamları da kapalı oluyor ve nüfusumuzun üçte biri kullanıyor bu mekanları. Sadece liseleri değil, üniversite harici tümünü düşünürsek 25 milyon öğrenci var. Nüfusumuz 75 milyonsa üçte birimizin zorunlu olarak hayatının altıda birinde kullandığı mekanlardan bahsediyoruz. Burada tabi ki özellikle Boğaçhan'ın değindiği gibi eğitimin niteliğine de kafa yormak lazım. Depremi vs düşündüğünüzde Türkiye’deki yapıların niteliksizliği de bezdirici vaziyette. Bir diğer yandan Kerem'in de söylediği gibi özellikle konumlanmalarında müthiş bir plan sorunu var. Bugüne kadar benim karşılaştığım bütün eğitim parselleri, ya üzerinden havai hat geçtiği için az kat veriliyor diye orada planlanır, ya yol kenarıdır, ya da düzgün bir geometriye sahip olmayan bir parseldedir. Kendi önceki deneyimlerimden de biliyorum ki, 35.000 metrekareye sığamıyorlar; ihtiyaç 50 bin, belki 100 bin metrekare. Ama o büyüklüğü bulmuşken de tamamını okul ile dolduralım dememek lazım.
hikmet gökmen
biçimde gerçekleşmesine bile belki çok sıcak bakmayacaktır, yapılarda Osmanlı Selçuklu motiflerinin nerede olduğunu sorabilirler. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde milli mimariyle yapılmış bir dizi okul var, o gün bugündür ilk defa bu konu ciddi olarak tartışılmaya başlandı. Bundan bir şey çıkabileceğini ümit ediyorum. Eğitim yapıları konusunun 150 mimarlık bürosuna yayılması da o açıdan bir avantaj. Katılmayanlar bile tartıştığına göre, katılanlar kim bilir neler söyleyecek? Bu önemli bence. Dinlemek de lazım. Bir sürü kusuru olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. 10 bin tane 16 yaşında insanı bir arada düşünemiyorum ben. Örneğin cinsiyet ayrımcılığının önüne geçen bir problem seti tanımlanmamış, bu okullarda kızların durumunun ne olacağını merak ediyorum. Bu gibi durumları ancak sonuçlar üzerinden, daha görünür şeyler üzerinden tartışabiliriz. Hülya Ertaş: Benim senaryolarımdan biri, bu kampüslerle yeni uydu kentler üreyeceği yönünde. 10 bin kişiyi bir yere götürdüğünüz an zaten neredeyse yeni bir kent kurmuş oluyorsunuz. İstanbul için çok olağandışı bir durum olmasa da Anadolu kentleri için yeni bir kentleşme biçiminin zorla kabul ettirilmesi riski var.
Bu eğitim kampüslerinde beş-altı lisenin bir arada olması düşünülüyor. Otelcilik, imam hatip, fen lisesi, düz lise, endüstri meslek lisesi vs hepsi bir arada olacak. Bunların kimyası nasıl uyuşacak? Bilemiyorum. Ne oluyor diğer yanda? Yüzme havuzu, spor salonu, yurt yapılıyor ki bunların bir eğitim yapısına eklemlendirilmesi zaten Bakanlığın görevi olmalı. Diğer yandan eğitim modelinin tartışılacak çok önemli bir tarafı var, Türkçe, sosyal, matematiğin dışına çıkamıyor Türkiye’deki eğitim anlayışı. Sanat, spor gibi eğitimin diğer yönleri nerede bu sistem içinde? İlla ki öğrencileri belirli bir mesleğe yönelik eğitiyor. Bir yandan yedi yıl sonra olimpiyatların İstanbul’da yapılması için ellerinden geleni yapıyorlar. Yedi yılda sporcu nesil yetiştirmemiz lazım ama özellikle okullarla eklemlenen doğru düzgün spor tesisi çok az. Sayısına bakıldığında arttığını görüyoruz ama sporun seyircisiyle, eğitimiyle, basınıyla birlikte yapılması lazım. Altı boş bu isteklerin.
Hikmet Gökmen: Siz onun çeperine başka şeyler taşınacak diyorsunuz. Ama kampüsler çok kapalı, öğrenci onun dışına çıkıp bir şey yapamayacak . Niyetleri yurtdışındaki okulların sosyal merkez (community center) gibi, 365 gün, 7/24 çalışması mantığını bu yeni sisteme taşımak. Hafta sonları da yakın çevredekiler gelsin ya da yaz okulları kurulsun, konferans salonları senede sadece üç-beş tane kutlama için kullanılmasın, derslikleri destekleyen bütün bu birimler toplum tarafından kullanılsın istiyorlar. Yarışmanın amaçlarında bunu tanımlamışlardı. Ama bu ne kadar gerçekleşecek? Bu kampüsleri kentten uzaklaştırdığınızda orayı boş zamanlarda kullanacak insanlar nasıl ulaşacak? Bir sürü soru işareti var. Makul öğrenci kapasitesindeki bir sistem belki olumlu olabilirdi ama 10 bin öğrenci çok ürkütücü bir rakam, Türkiye ölçeğinde gerçekçi değil.
Şimdi belki bu mimari kalitesizliği aşmak, belki de mimarları oyalamak için 150 tane proje üretiliyor. Ben baktım yayınlanan projelere, hiç de kötü değiller, ciddi bir mimari ve mekansal kalite tutturulmuş. Devletin yaptırdığı tek tip projelerden birkaç gömlek üstün. En azından mimarlar da bu konuyu tartışmaya başlıyorlar, ilginç olan o. Eğitim modeli olarak kent, kent modeli olarak eğitim tesisi, kamusal alanda buluşma mekanı, koridorun eğitimin parçası olması gibi konuları mimarlar da zorluyor belli ki, o bildik sınırlar içinde kalmıyorlar. Bakanlık bunların bu
Haydar Karabey: 1970'li yıllarda bize hocalarımız eskiden mahallenin merkezinin cami, şimdiyse modern cumhuriyet toplumunda artık okul olduğunu anlatırlardı. Okul nüfusuna göre mahalleler planlanırdı. 10 bin kişinin getirdiği 40-50 binlik nüfus da bir kasabaya denk geliyor. O insanların gerçekten orada oturabileceğini sanmıyorum. Olsa olsa, gerçekten iyi manipüle edilirse bazı yerlerde konumu doğruysa bu yapılar bir kaldıraç işlevi görebilir. Tekrarlıyorum, biz konumları görmedik, en önemli tartışma konularından biri bu bence. Konumlar hazır denildi
“Eğitim kampüslerinden 48 tane yapılacaksa, toplamda 480 bin öğrenciye hizmet veriyor olacak ki bu da toplam lise öğrencilerinin %10’unun hayatının değişeceğini öngörüyor. Geri kalan %90’a ne olacak?” Kerem Erginoğlu
ve yarışmacılara gönderildi. Oysa doğru düzgün bir eğitim tesisi bir çekirdek olarak herhangi bir sosyal dokunun içine entegre edilebilirse bunun olumlu taraflarını görebiliyoruz,hatta mimari kalite bakımından bile etkileyebiliyor. Fiziksel bir değer artışı getirdiği gibi sosyal bir değer artışı da getirebiliyor. Ama tabi bunun nasıl kullanıldığı ve yönetildiği çok önemli. Boğaçhan Dündaralp: İyimser bir bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz ama bir taraftan da bu iyimserlik birtakım şeyleri görmememize, atlamamıza neden olabilir. Çünkü aynı mekanı farklı perspektifteki kişiler bambaşka biçimlerde kullanabilirler. Sürece bakınca görüyoruz ki böyle bir umuda dair bir iz olmadığı gibi sürekli şüphe uyandıran konular da ortaya çıkmış. Kitabınızda 500 öğrenci için 20 servis gerektiğini, bunun da 300 metre kuyruğa denk geldiğini, toplamda 5.000 metrekarelik bir alana gereksinim olduğunu belirtiyorsunuz. 500 öğrencilik bir yerleşmede bile 20 servisin ne kadar başa bela olacağını bilirken 10 bin öğrencilik bir kampüste yaşanacakları hayal etmek hiç zor değil. Hikmet Gökmen: Biz o kadar zengin bir ülke değiliz. Çocuklar her gün servisle kilometrelerce öteye taşınacak. Üniversite öğrencisi değil ki toplu taşımayla gitsin. Bunun çevreye, aileye ve topluma, dahası ülke ekonomisine çok ciddi zararları var. Çocuk kent yaşantısından uzaklaşıyor ve topluma ciddi ekonomik maliyet yaratılıyor. Her aracın çevrede yarattığı bir kirlilik var. Dünya yaya ya da bisikletli olarak bunu çözmeye çalışırken niye biz 10.000 öğrenciyi kent dışına servislerle taşıyoruz? Boğaçhan Dündaralp: Ben de iyimser bir yandan bakıp lise çağındaki gibi belli yaş gruplarını belli bir yerde, belli bir uzaklıkta toplamak üzerine kurulmuş birtakım sistemler olup olmadığını araştırdım. Aslında Reggio Emillia yönteminde buna benzer bir şeyin olduğunu gördüm. Fakat bu yaklaşımda hayata dair her şeyin, tüm yaşamın orada yapılandırıldığı görülüyor. Örneğin orada öğrenciler kendileri ekip biçiyor, pişiriyor. Sosyal etkileşim ve üretim ortamları eğitimin temel bir parçası oluyor. Oysa burada yapılandırılmış bir sisteme ‘kontrol’ mekanları üretiliyor. Hem de giderek toplumsal ayrışmanın artırıldığı, hayata temas ettiğimiz yüzeylerin azaltıldığı bugünkü ortamda, kendini keşfetme yaşında olan bir grubu belli bir kontrol mekanizması içerisinde, çeşitlilikten arındırılmış bir şekilde, belli periyotlarla çakışmaması için gerekli mekanların kurulması isteniyor. Şartnamede özellikle 10 bin kişinin bir arada olacağı bir yerin tasarlanmasının istenmediğine
Boğaçhan Dündaralp: Kendi üretmediğimiz bir problemin ayrıntılarını konuşuyoruz. Halbuki bu konuyu zaten başka düzlemlerde konuşuyor olmamız gerekirdi. Bu tartışmalar alternatif birtakım kurumların, durumların, yapılanmaların oluşmasına aracılık edecekse ne iyi. Bu çerçevede çok çeşitli kurumların ya da yapılanmaların eğitim meselesine başka türlü yaklaşarak tartışmaya dahil olması lazım. Şimdi önümüzdeki öğretim yılında oğlum ilkokula başlayacak ve her defasında biz okula yürüyerek gidebilmesini sağlayamıyoruz. Sosyal ve kamusal olanakları benzerlerine göre çok iyi bir mahallede yaşamamıza rağmen, spor alanı, kamusal alan eksikliğini sürekli olarak yaşıyoruz. Eğitimin herkesin eşit bir şekilde alması gereken bir hak olduğu söylense de bunun hiç bir hukuki zemine oturmadığı ortada. Bunlar bütün kurumlara, zihniyetlere sirayet eden tartışmalara dönüşmeli. Aksi takdirde, o iyimser bakışın enerji olarak bir yerlere yönlendirilebileceğini düşünmüyorum. Şartnamede bu mekanların olabildiğince esnek, dönüşebilir bırakılması üzerine notlar var. Bir taraftan bakınca mimari açıdan çok hoş çözümler üretilebileceği izlenimi bırakıyor olabilir bizde ama aynı zamanda okulların başka şeylere dönüşme potansiyelini de beraberinde getiriyor. İnanılmaz senaryolara olanak sağlayabilecek bir yapı stoku üretiliyor olabilir. Bir şeyi olanaklı kıldığınızda onu kullanabilecek birileri varsa, bu gerçekleşecektir. Bu eğitim kampüsleri ne ölçeksel
35 XXI - HAZİRAN 2013
kerem erginoğlu
Haydar Karabey: Bakanlığa bakılacak olursa çok büyük bir derslik açığı var ve acilen kapatılması gerekiyor. Öyle bir mesele var. Akil insanların bunu çoktan tartışıyor olmaları lazımdı. Tek iyimser olduğum nokta bu. Konuyu bu vesileyle XXI'de tartışabildiğimize göre en azından bir adım atılıyor. Şunu da teslim etmek lazım, ben mahallemin ilkokuluna yürüyerek giderdim. Erik çalardım, arsada top oynardım, haytalık yapardım, kulağım çekilirdi... Bunun çağımız kentlerinde yaşanamayacağını kabul edebiliyor muyuz? Bir kere yapmaya kalksak bile artık böyle arsa yok, mahalle yok. Bir yerleri yıkarsak, ancak mümkün olabilir. 10.00040.000 kişilik konutlar yapıyorum diye iftihar eden TOKİ, mahalle ölçeğinden konuya yaklaşarak eğitim tesisini doğru yere koyuyor mu? Hayır. Böyle bir soru geldi mi karşımıza? Hayır. Bu soruyu biz sormalıyız o zaman. Bu kadar sıkışmış, hatta kimi yerde patlamış kent dokusunun içinde sözünü ettiğim nitelikli eğitimi nasıl yeniden konumlandırabileceğiz? En değerli soru bence bu. Nasılsa mimari kalite sonradan gelir çünkü bu soruyu soran, o mimari kalite kapasitesini de üretmeyi ister ve onun yöntemlerini bulur. Bakanlığı bir kenara bırakarak bir an önce hem eğitimcilerin hem de biz mimarların bu konuyu tartışmaya başlamamız lazım. Yeni kentin içinde okulların yeni durumları ne olacaktır? Bugün kentsel dönüşüm gündemde, dönüştürülen yerlerde ya da yeni gelişen kentsel bölgelerde okullar imar planlarına göre nasıl konumlanmalılar? Plan anlayışımızın da gözden geçirilmesi lazım.
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
yönelik bir not var. Böyle bakınca hayattan, ilişkilerden hatta birbirlerinden kopuk bir neslin yetiştirileceğini görüyoruz. İlk etapta sekiz il vardı, toplamda 48 tane yapılacağına göre 480 bin gencin böyle bir ortamda bu şekilde eğitim göreceği ortaya çıkıyor. Dünya çapında eğitim mekanlarının komünite halinde küçültülmesi, etken hayata ve doğaya daha çok entegrasyonu üzerine bu kadar çalışma varken, eğitim kampüsleri modeli tam tersini öneriyor. Bu anlamda yalnızca OECD standartlarına göre belli mekansal beklentileri karşılayan, iyi ya da kötü çözümler üretiyor olmamızın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Bir sınıfta öğrencinin ne tür ‘öğrenme modelleri’ ile karşılaşacağının değil de; salt öğrenci başına düşen metrekareye odaklanılması, eğitimin niteliğini değil konforunu artırır olsa olsa. Errol Morris’in Mr.Death diye bir belgeseli var. Ölüm cezasına çaptırılanların insani bir şekilde ölmesi üzerine çalışan bir adamın çalışmaları üzerine. Nasıl olur da daha az çekerek ölürler sorusuna kafa yorma durumu. Şu anki durumda yarışmaya katılan mimarların konumuna çok uygun düşüyor.
ne pedagojik ne de sosyolojik olarak eğitim odaklı bir yaklaşıma aracılık etmiyor. Bu yapılar yalnızca birtakım politikaların aracı haline dönüşecek belli ki çünkü öyle bir izlenim uyandırıyor.
Dersi orada yapıyorlar. Orada başlayıp bitirdiğinde, zaten öğreniyorsun. Londra’daki Natural History Museum’da benim lisede öğrenemediğim biyoloji bilgisinin tümünü iki günde alabilirsiniz.
Haydar Karabey: Ama bu söylediğin her çağda yok mu? Köy enstitüleri için de geçerli değil miydi? Her zaman vardır bu. Bir şey yaparsın ve bir aşamada başkası ona el koyabilir de. Bu yaklaşımla mı gitmek lazım tekrar?
Haydar Karabey: Karşı eğitim üzerine metinler var tabi ki. Ama bence biz şu anda maalesef en başta söylediğim gibi Avrupa’nın 1950’lerini yaşıyoruz. Böyle bir sıçramayı yapabilmek için en parlak dönemimizde değiliz. Bunları bilerek baktığımız zaman işte çocuklara okul yaptık, gittiler, okudular yaklaşımındalar. Ben 40 bin dersliği önce inşa edeyim de sonra düzene sokarız bu okulları görüşü hakim.
HAZİRAN 2013 - XXI 36
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Boğaçhan Dündaralp: Ben aynı yoldan giderek bir çözüme ulaşacağımızı düşünmediğim için bu yarışmaya girmiyorum zaten. Bunun çözümünün o yarışmaya girmekte, o binayı çizmekte olduğunu düşünmüyorum. Haydar Karabey: O zaman yapı yapmayalım, başkaları el koyacak diye. "Bunların arkasında bir şey vardır, o halde okul da yapmayalım" eleştirisini kabul edemiyorum. Boğaçhan Dündaralp: Geçen gün başka bir eğitim yapısı yarışmasının kolokyumundaydık. Herkes mevcut durumu kabullenmiş durumda, kimse çok fazla sorgulamıyor. Yapılsın da görelim, deniyor. Bu o kadar çok sıklıkta duyduğumuz bir şey ki. Biz de kendi ipuçlarımızı hep buradan bulmaya çalıştık, umudumuzu üretimlerimlerimizi bunun üzerine inşa etmeye çalıştık, kabul ediyorum. Fakat esas sıkıntı oradaki deneyimi tekrar bu bilgi alanına döndürecek bir arayüz ya da mecraların olmamasında. O gerçekten deneyimlendiğinde, o deneyimin kendisi başka bir şekilde bu ortama geri girebiliyor olsa ve biz ondan bir şeyler çıkarabiliyor olsak o, bizim başka türlü evrimleşmemizi sağlayacak. Bunun mekanizmalarının olmaması, bu deneyimlerin örtülüyor ve görünmüyor oluşu, dahası çok dikkate alınmaması nedeniyle böyle bir yansıma gerçekleşmiyor. Bütün bu deneyimler nereye gidiyor? Ben onların bizim hayatımıza nasıl döndüğünü bir türlü göremediğim için o açıdan bir iyimserlik besleyemiyorum. Belki de uğraşılması gereken, oradan bir şey çıkarmak değil de bu deneyimlerin kendi bilgi alanımıza akmasını sağlayacak arayüzlerin oluşturulmasını sağlamak olmalı. Kerem Erginoğlu: Mesela, bu çalışmaları 2050 için yapmalıyız. 10-12 sene evvelki çalışma biçimiyle şu anki arasında inanılmaz bir fark var. Bir şeyler sürekli değişiyor, örneğin iki yıl sonra neyi konuşuyor olacağımızı şimdiden düşünmek lazım. Onun için belli ki esnekliği öne çıkarmışlar, iyimser olarak konuya yaklaşmak gerekirse; bunu söyleyebiliriz. Bir yandan eğitim de değişiyor. Geçenlerde Essen’e gittik, Duisburg’da endüstriyel yapıları müzeye dönüştürmüşler. Hafta içinde bir gün müzeye gittik, gördük ki bütün sınıflar orada. Çocuklar dünyanın oluşumundan bugüne kadarki gelişimini öğreniyor, önündeki 320 milyon yıllık fosilleri inceliyor.
Kerem Erginoğlu: Türkiye’de üniversiteye gidenler haricinde 14 milyon 115 bin öğrenci varmış. Bunu üçe bölsek, beş milyon civarında lise öğrencisinin olduğu tahminini yapabiliriz. Bunlardan 48 tane yapılacaksa, toplamda 480 bin öğrenciye hizmet veriyor olacak ki; bu da toplam lise öğrencilerinin %10’unun hayatının değişeceğini öngörüyor. Geri kalan %90’a ne olacak? Onlarla ilgili de bir planlama yapmak lazım. Haydar Karabey: İşte onları da yerinde yenileyeceklerinin, yerine otel yapmayacaklarının sözünü verdiler. Üniversitelerde kent içi kampüs de var kent dışı kampüs de var, İTÜ Taşkışla ve Maslak gibi. Yurdun, spor salonunun vs kent dışında, dersliklerin kent içinde konumlandığı bir çözüm liseler için de düşünülemez mi? Hikmet Gökmen: Lise öğrencisinin zamanı zillerle tanımlanmış, önünde bir zaman çizelgesi var, ona uymak zorunda. Üniversite öğrencisinin öyle değil ki, zaman onun elinde. Biz İzmir’de bunu yaşadık. Dokuz Eylül Mimarlık Fakültesi uzun yıllar Alsancak’ta bir binadayken Buca’ya, Tınaztepe’ye taşındı. Mimarlık öğrencisine bunun çok zarar verdiğini sekiz yıldan beri görüyorum. Yeni yapılacak eğitim kampüsleri için 10 bin kişiden söz ediliyor. Şartnameden okuduğum kadarıyla bir de dersliklerin sabit, öğrencilerin hareket edecekleri bir sistem kurulması planlanıyor. Bu hareket, şartnameye bunu yazmak kadar kolay olamaz kampüste, hele de bu sayılarla. Öğrencinin kent dışına belirli konseptlerle taşınmasına karşı değilim. Bir endüstri meslek lisesini ya da bir güzel sanatlar lisesini kendi başına bütün donatısıyla bir arada yapabilirsiniz, yatakhanesi, eğitimi destekleyen müze yapısı, kütüphanesiyle. Çocuğa bir kampüs hayatı yaşatılabilir. Ama ilgi alanları bu kadar farklı olan çocukların bir arada yaşayabileceklerine kişisel olarak inanmıyorum. En azından iki günden beri web ortamında paylaşılan projeler kaygılarımı biraz azalttı, mimarlık adına bazı şemalar ve yaklaşımlar hoşuma gitti, hepsi için diyemem ama iyi çözümlenmiş yaklaşımlar var. Ama yarışmayla uygulama başka
şeyler bizim ülkemizde. Yarışmayla elde edilen bütün projelerin uygulandıklarında sonuçların aynı nitelikte olmadığını da görüyoruz. Boğaçhan Dündaralp: Yarışmanın formatı gereği sonuçların ilanından sonra yarışmayı kazanan ekip için doğru ilerleyen bir süreç olması mümkün değil. O ölçekteki bir yapıyı olması gereken sürece oturtmasıyla ilgili zaman, yetki, gerekli danışmanlıklar, gerekli ilişkiler, hukuki zemin ve haklar gibi birçok konudan mahrum kalacağını doğrudan şartnameden görebiliyoruz.
Haydar Karabey: Amerikan kaynaklarına bakarsan çok ciddi cevaplar bulabilirsin. Özellikle taciz, baskı, şiddet nedenleriyle olmayacağı belirtiliyor. O nedenle okul kapandıktan sonraki kullanımlara olanak veriliyor sadece. Örneğin kimi okullar akşamları yüzme havuzunu kulvar kulvar misal bir banka genel müdürlüğüne kiraya veriyor. Ama bu, nasıl bir ilişki kurulmasına aracılık ediyor? Zaten bir ilişki değil, sadece ekonomik nedenler üzerinden kurulan böyle bir durumda bir sosyal merkez yaratılamaz, bu ancak bir ticarethane olur. Ana-çocuk sağlık merkezi, tiyatro, konser alanı, bahçede kermes gibi bizim kumaşımıza uygun işlevler ancak burada işler.
Hülya Ertaş: Yeni bir eğitim modeli kurulması gerekli mi, öyleyse nasıl yapılmalı gibi soruların hiçbiri gündeme gelmeden bu yarışma açıldı. Bu noktada tersten bakarak mimarlığın yeni bir eğitim modeli önerme potansiyeli olabilir mi diye sormak istiyorum. Hikmet Gökmen: Okul öncesi eğitim kurumlarında çocuğa kent yaşantısındaki belirli kavramları göstermek için kenti, sokağı vs taşıyan örnekler çok sayıda var. Örneğin bir postane cephesi iç mekana taşınıyor, koridor bir kent sokağına dönüştürülüyor, bahçede trafik eğitimi veriliyor. Böylelikle çocuğun gündelik hayatta karşılaştığı mekanlar okul içine taşınıyor. Ama daha sonraki eğitim kademeleri için böyle şeylerle pek karşılaşmıyoruz. Bu ancak şöyle olabilir, siz güzel sanatlar lisesi yapıyorsanız, yarattığınız iç mekanlarda sergileme alanları, performans mekanları vs gibi alanları binaya dahil edebilirsiniz. Yapıların birer "textbook" olarak okunması üzerine de bazı örnekler var. Mevcut örneklerin bir kısmı da yalnızca tesisatların açıkta bırakılması ve onun da insan vücuduyla ilişkilendirilmesi gibi uygulamalarla sınırlı. Boğaçhan Dündaralp: Başka Bir Okul Mümkün ile çalışırken eğitimle ilgili mekan araştırmalarına girdiğimizde fark ettiğimiz durum şu oldu: Gerçekten bu işin pedagojik yanı, eğitim araştırmaları ve modellerine bakıldığında, bir bütün olarak ele alındığında ve ana konunun çocuk, bunun amacının da eğitim değil, öğrenme olduğu bilindiğinde mimari asla tek başına yeterli olamıyor. Aksine ne kadar nötr, ne kadar yok olursa hatta ne kadar müdahaleye açık olursa o kadar iyi oluyor. Çünkü mimarlık bir ortama olanak sağlama potansiyelini taşısa da o ortamı kuran çok önemli bir öğe değil. O ortamın ancak olanaklarını yaratabilir, parçası olabilir ama kendisini yaratamaz diye düşünüyorum.
37 XXI - HAZİRAN 2013
Boğaçhan Dündaralp: Kullanımlara ilişkin öneriler var fakat bunlar okul zamanı dışında olup biten şeyler. Madem bu eğitim kampüsleri ileriye dönük birtakım öngörülerde de bulunuyor, gerçekten eğitimin içine kentlinin ya da yakın çevrenin katılımını mümkün kılan çözümler geliştirilemez mi, çarpışmalar ve çakışmalar yaratılamaz mı? Okul saatinde öğrencilerin, kapandıktan sonra başkalarının kullanmasından ziyade eşzamanlı kullanım önerilemez mi?
Haydar Karabey: ENKA Okullarında inanılmaz bir veli takibi vardır, gelip katılıyorlar eğitime. Daha genele bakacak olursak bizde biraz da yaşama mücadelemizden dolayı böyle bir eğilim yok. Kaldı ki bu okullar şehrin dışına atıldığı zaman hangi veli pratik olarak gidip de oradaki eğitime katılacak, oradaki yaşamı daha fazla sürdürülebilir kılacak?
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Haydar Karabey: En iyi durumda değiliz bunları konuşmak için. Bir yandan dünyanın en büyük üçüncü havalimanını dünyanın en büyük 21. ekonomisi yapacak. Bunun için iki milyon ağaç taşıyacak. İki tane nükleer santrali aynı anda yapıyoruz vs. 10 bin öğrenciyi de alıp bu kampüslere koymak istemelerine şaşmamak gerekiyor. Bu modelin eğitime etkisinin irdelenmesi için nefes alacak zamanları bile olmadığını söylediler. Bir deneme dahi yapmadılar. İmam hatipliyle güzel sanatlar öğrencisi aynı bahçede buluştuğu zaman ortaya nasıl bir elektrik çıkıyor? Bu bir sinerji de olabilir, felaket de. Büyük ihtimalle tatsız durumlar ortaya çıkacaktır, hepimiz bunu tahmin edebiliyoruz. Hem eğitimciler açısından hem işletme modeli olarak işleyip işlemeyeceğini test etmek gerek. İşletme modeli olarak sabahları temiz mekanlar olarak bırakılacağından söz ediliyor. Bunun irdelenmesi lazım. O kadar çok nokta var ki. Tuvaletler temiz görünebilir de hijyenik olmaz, yemekhaneler ne hale gelecek? O yatakhaneler kullanıldıktan sonra nasıl öğrencilere teslim edilecek? Bunu işletecek dahi yöneticiler kimlerdir? Onları kim denetleyecek?
Hikmet Gökmen: Batıda bunu uygulayan birçok örnek var. Okullar, çok yoğun bir şekilde mahalleliler tarafından kullanılıyor, diğer kentliler tarafından kullanılmıyor. Mahalledeki çocuklardan birinin doğum günü yapılabiliyor, yazın atölyeler, yaz okulları gibi farklı etkinlikler için kullanılabiliyor, daha az gelişmiş bir bölgedeyse annelere eğitim veriliyor ya da o gün ülkede yaşanan bir sıkıntı ya da sorun varsa onunla ilgili bir eğitim veriliyor. Küçük ölçekte bunları yapmak çok kolay.
HAZİRAN 2013 - XXI 38
EĞİTİM KAMPÜSLERİ
Haydar Karabey: Devletle değil de, özel sektörle çalışırken yaşadığımız deneyimleri aktarabilirim ben de. Yapı programındaki birtakım işlevlerle oynadığınız zaman bazı farklılıklar üretebiliyorsunuz. Birkaç okulda biz çok ciddi sanat merkezleri yaptık; bazılarında tasarladığımız havuzlar sayesinde çocuklara yüzmeyi öğretmek zorunda kaldılar. Program geliştirme aşamasında mimarlığın eğitime etkisi var. Sürdürülebilirlik yaklaşımlarına paralel çözümler geliştiren okullar var. Her duvarda örneğin o duvardaki malzemeleri belirtip onun ne kadarlık bir enerjiye mal olduğunu ne kadar karbon saldığını anlatıyorlar küçük notlarla. "Bu kalorifer ortamı x kadarlık enerjiyle ısıtmaktadır", "Bu klima x kadar karbon salmaktadır", "Tuvaletlerde gri su kullanılmaktadır" şeklinde küçücük notlar var. Bunlar binanın kendisini okunabilir kılıyor. Yapılabilecek bir sürü şey var. Minicik laboratuvar kurup bunları anlatmaya çalışmaktansa, herkesin sürekli görebileceği interaktif panolarda binanın harcadığı enerji miktarı, dışarıda yağan yağmuru toplasak kaç litre su edeceği gibi bilgileri paylaşmak mümkün. Tekrarlayayım, herkes karbon ayak izinden, sürdürülebilirlikten söz ederken biz Osmanlı mı Selçuklu mu tartışması yapıyor, kent içine mi dışına mı bu liseleri yapmalıyız diye konuşuyor, yaparsak kim el koyar diye dert ediyoruz. Kerem Erginoğlu: Kullanıcı faktörü burada çok önemli. Ne kadar mimari bir çözüm üretirsen üret, kullanıcı onun farkında değilse ve onu kullanmak istemiyorsa ya da kullanmayı bilmiyorsa, bir anlamı yok. Zaten tüm bu anlattığımız hikayeler için, illa yeni bir bina tasarlamaya da gerek yok. Haydar Karabey: Öğrencilerden ziyade yöneticiler çok önemli bir rol oynuyor bu konularda. Yönetici-eğitim ilişkisine bir örnek: ENKA’nın bahçesine yazdan çanak çömlek gömüyorlar, çocuklar arkeoloji çalışıyor kışın. Buna hayran olmuştum, mimarlıkla hiç ilişkisi yok, bir avuç toprakla da bunu yapabilirsin. Bir diğer örnek de bina-eğitim ilişkisine yönelik: Yine ENKA’da zil çalmıyor. Çünkü akustiği çok iyi ayarladığın zaman, son derece saydam, aydınlık bir yapı yapabiliyorsun. Ders saatinde ortam aniden sessizleşiyor, öğrenciler her yerde bulunan saatlere bakıp giriyorlar derse. Binanın saydam ve aydınlık yapısı sayesinde de ortada dolaşan çocuğu hemen görüp sınıfına gitmesini söyleyebiliyorlar. Boğaçhan Dündaralp: Mimarinin böyle bir eğitim kuramayacağını söylerken bu tür faktörlerin hep bir bütünlük içerisinde ele alınması gerektiğini vurgulamaya çalışmıştım. Gerçekten o gözle bakan ve onu o şekilde kullanacak insanlar olduğunda gerçekleşiyor, kendiliğinden olacak şeyler değil.
Haydar Karabey: Ama programları da zorlamak gerek. MEB’in açtığı yarışma kapsamında programları da görmediğimizin altını bir kez daha çizmem lazım. Böylesi vahim bir olaydan ötürü de kendilerini affetmiyorum. Hikmet Gökmen: Türkiye coğrafyası aslında çok geniş bir coğrafya, biz buradan İstanbul ve İzmir’i iyi bilen gözler olarak bakıyoruz. Her yere bunların inşa edileceğini aklımızda tutmamız lazım. Henüz birçok şeyin farkında olmayan ebeveyn grubu ve öğrenci grubu var. Belki onlar adına iyi bir şeyler yakalanabilir bu eğitim kampüslerinde. Bu binaların İzmir’de elde edildiği gibi Erzurum’da da, başka yerlerde de yapılacağını görünce, kentler arasındaki eşitsizliğin aşılmasını sağlayacak modeller olmalarını umdum. Bu tabi ki müfredatla da ilişkili. Yarışmacıların acaba lise müfredatından haberleri var mı? Müfredatta çok şey, iyi bir şekilde tanımlanmış durumda. Açık hava etkinliklerinden, kültürel gezileri kadar birçok etkinlik çok net bir şekilde tanımlanmış, ama biz onların uygulamasını yapacak alanlara, mekanlara ne okul içinde ne de okul dışında sahip değiliz şu anda. Bir umut, yarışma sonucu elde edilecek binaların, gençlerin ufkunu açarak, onları daha eleştirel ve sorgulayıcı bireylere dönüştürmesidir. Umut işte… Boğaçhan Dündaralp: Haydar Bey de ne arazileri gördüklerinden, ne de kendilerine danışıldıklarından zaten söz etti. Erzurum’daki yapı programıyla İzmir’deki, Ankara’daki programın sadece niceliksel olarak farklılaştırıldığı çok çarpıcı olarak görülüyor. Oysa program aslında okulun kendi bağlamıyla kurduğu ilişkiyle oluşur. Haydar Karabey: Arsaları görmedik, arsanın kente göre ilişkilerini, hangi yönde konumlandıklarını ya da ne kadar uzaklıkta bulunduklarını da görmedik. Tamamen Bakanlığın kendi belirlediği arsalar yarışmaya açıldı. Boğaçhan Dündaralp: Biz birinci grupta yarışan projelerde de görmüyoruz arsaların nerede olduğunu, kentle ilişkilerini de görmüyoruz. Kerem Erginoğlu: O zaman, tip proje gibi bir şey çıkar zaten ortaya. Boğaçhan Dündaralp: Aynen öyle olmuş. Standart bir şartname var, eğitim kampüsünün programı için belirtilen büyüklükler ayrı olarak, yer bilgileri de ayrı olarak gidiyor. Program standart, o yerin ihtiyacına göre matematiksel olarak oranlanmış sadece: Arazi büyüklüklerine göre kaç öğrenci olacağı, ona bağlı olarak da sınıf sayıları değişiyor. Temel olarak oranlamayla niceliksel olarak program kurulmuş ama bağlamla, yakınında ya da uzağında olduğu kentle hiçbir ilişkisi yok.
Darlığın İçindeki Sınırsızlık TARABYA'DA BİR YOL YALISI OLARAK İNŞA EDİLEN VE YAPISAL BİRÇOK PROBLEMİ DE İÇERİSİNDE BARINDIRAN BİNA, ALATAŞ ARCHıTECTURE TARAFINDAN YENİDEN TASARLANDI.
HAZİRAN 2013 - XXI 40
Yapı - Ofİs - İstanbul
fotoğraflar: Cemal Emden, Tamer Haltevioğlu, Gürkan Akay
Önen Holding Yönetim Binası
alataş archıtecture & consultıng
19. yüzyılda Tarabya'da bir yol yalısı olarak inşa edilen bina, 80'li yıllarda orijinal halinden oldukça uzaklaşarak tarihi değeri gözetilmeden gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları sırasında betonarme olarak yeni baştan konut amaçlı olarak inşa edilmiş. Yapısal birçok problemi de içerisinde barındıran bina, Önen Holding tarafından satın alındıktan sonra, iç mekanları ofis amaçlı kullanılmak üzere Alataş Architecture & Consulting tarafından yeniden tasarlandı. Binanın ön cephesi, niteliksiz restorasyon çalışmaları sırasında orijinaline ait olmayan 'yapıştırılmış' süslemelerden aslına uygun şekilde sadeleştirilirken, aslından tamamen uzaklaşmış olan arka cephe açılarak yapı içerisindeki ofis katlarının batı kısımda yer alan bahçe ile bütünleşmeleri sağlandı. Tüm katlarda yaklaşık beş metre olan bina genişliğinin yarattığı 'darlık' hissi, beyaz renkli duvar kaplamalarıyla özel olarak imal edilen akustik asma tavan arasına yerleştirilen aynaların, hacimleri sınırlayan yapı elemanlarını
birbirlerinden koparmasıyla iç mekanlarda sınırsızlık hissine dönüşüyor. Giriş katı ve zemindeki asma katın eni beş buçuk metre derinliği ise 28 metre olan yapının giriş katında karşılama, ıslak hacimler, bilgi merkezi ve bilgi işlem merkezi, asma katta ise büyük toplantı odası ve kafeterya yer alıyor. Cam bir tüpün içerisinden geçen merdiven ile bu kattan bahçeye ulaşılıyor. Genel ofis katında 24 kişinin altışar kişilik çalışma gurupları halinde çalışabileceği ortak açık ofisler bulunuyor. Toprak altındaki asma katta yer alan büyük toplantı odasının cam tavanı, çalışanlar için ofis katının batı cephesinde bahçe vazifesi görüyor. Çatı katı ve bodrum katı dahil olmak üzere yedi kata sahip olan binada 35 kişi çalışıyor. Brüt beton elemanları yaran ışık bantları ile tasarlanmış batı cephesindeki bahçe ise çalışanlar için rekreasyon alanı vazifesi görüyor. Deprem güçlendirmesi yapabilmek ve yapı içerisindeki iletişimi artırabilmek için binanın merkezindeki mevcut çekirdek boşaltılarak içerisine çelik güçlendirme elemanları yerleştirildi, düşey sirkülasyonu sağlayan
karşı sayfada Yapının sokak ve bahçe cephesinden kareler. bu sayfada solda: Cephe ve iç mekanın ilişkisi altta ve en altta: Bahçe cephesinin şeffaf ve geçirgen yüzeyleri, bahçenin iç mekanla ilişkisini kuvvetlendiriyor. altta solda: Toplantı salonundan bahçeyle ilişki kuruluyor. Bu cam tavan, çalışanlar için bahçe vazifesi görüyor. en altta solda: Sadelik ön planda olacak şekilde tasarlanan ofis katları
Yapı - Ofİs - İstanbul 41 XXI - HAZİRAN 2013
bu sayfada sağda ve altta: Sadelik ön planda olacak şekilde tasarlanan ofis katları ve aydınlatma bantları altta solda: Geçirgen yapıda tasarlanmış merdivenler altta sağda: Üzerinde yürünebilir olan cam kabuk en altta: Geçirgen olarak tasarlanan düşey sirkülasyon alanı katın içinde adeta kayboluyor
HAZİRAN 2013 - XXI 42
Yapı - Ofİs - İstanbul
karşı sayfada Binanın taşıyıcısı sistemi ve kesitinin ilişkisi
asansör ve merdivenler ise tamamıyla geçirgen bir yapıda tasarlandı. Bodrum katlarda bulunan çalışma birimi, toplantı odası ve data merkezi gibi mekanların doğal ışık ve temiz hava alabilmesi için gerekli önlemler alınırken üç katmanlı olarak tasarlanan bu kısmın tamamıyla cam olan üst kabuğu, üzerinde yürünebilir şekilde bahçeye katıldı. Binaya gelen misafirleri ağırlama vazifesini üstlenen girişin üzerindeki asma katta yer alan büyük toplantı odası ve kafeterya, toplantı odasını delerek geçen cam tüpün içerisindeki merdiven ile batı cephesindeki bahçeye açılıyor. Yöneticiler dahil olmak üzere çalışma mekanlarının tamamı açık ofis olarak tasarlandı. Ses izolasyonuna ihtiyaç duyulan (ses geçişinin engellenmesinin istendiği) hacimlerde, bölme duvarlar tamamen şeffaf cam duvarlar ile oluşturulurken, mekanların bütünlüğünün bozulmamasına dikkat edildi. Çatı katında, doğu ve batı cephesinden bir miktar geri çekilerek yaratılan teraslar daha fazla gün ışığı alınmasını sağlıyor. Çatı içerisinde kalan sınırlı mevcut hacim, baş yüksekliğinin kurtarmadığı kısımlarda en verimli şekilde kullanılarak, özel tasarlanan arşiv dolapları ve aydınlatma elemanları ile mekanın farklı bir şekilde algılanması sağlandı.
proje adı: Önen Holding Yönetim Binası mimari tasarım: Ahmet Alataş, Emre Açar tasarım ekibi: Özge Güngör, Dilan Yüksel, Merve Kahraman, Sinan Bayrak, Şaban Uzun, Burcu Çekli proje tarihi: 2009 inşaat tarihi: 2010-2011 arsa alanı: 300 m2 kapalı alan: 1.080 m2
Yapı - Ofİs - İstanbul
zemin kat planı
1. kat planı
3. kat planı
çatı kat planı
vaziyet planı
dikey kesit
43 XXI - HAZİRAN 2013
ahmet alataş Lisans ve Yüksek Lisans eğitimini 1996 yılında Viyana Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nde tamamlayan Alataş, 1993-1994 yılları arasında Hans Hollein ile, 1996-1999 yılları arasında; Viyana'da Helmut Richter'ın ofisinde, 1999'da Korkut Akkalay, Peter Bauer-Jan Rossie ortaklığında çalıştı. Ardından 2000 yılında Viyana'da kendi ofisi Alataş Architecture&Consulting'i kurdu, 2001 yılında ise ofisi İstanbul'a taşıdı. Ofisin tamamladığı çalışmalar ve kazandığı yarışmalar arasında; Önen Holding Yönetim Binası ve Şişli Lisesi Yarışma Projesi 3.'lük Ödülü gibi projeler bulunuyor.
Yapı - OFİS - İstanbul HAZİRAN 2013 - XXI 44
fotoğraflar: Gürkan Akay
Bütünleşik Parçalar BİR RENOVASYON PROJESİ OLAN SİGORTA GENEL MÜDÜRLÜK BİNASI, ÇALIŞANLARIN SAHİPLENME DUYGUSUNU ÖN PLANA ÇIKARMAK ADINA KATILIMCI TASARIM KARALARI PARALELİNDE TASARLANMIŞ. Eureko Sigorta'nın yeni merkezi olan Genel Müdürlük Binası, şirketin 400’den fazla çalışanının ihtiyaçlarına yönelik olarak tasarlanmış. Altunizade - Koşuyolu ana arterinde bulunan yapı, eski Nippon Sigorta Genel Merkez Binası’nın ana taşıyıcı sistemi haricinde, kalan tüm elemanlarının sökülerek güçlendirilmesi ile yeniden kurgulanmış bir renovasyon projesi.
Eureko Sigorta Genel Müdürlük Binası
sistema teknolojik yapı
Proje, ofis fonksiyonlarından bağımsız 100 kişilik açık ve kapalı toplantı alanı, 150 kişilik çok amaçlı konferans salonu, eğitim odaları, fitness salonu, 200 kişilik yemekhane, 50 kişilik lounge alanı, kat dinlenme alanları, misafir odaları, kapalı ve açık araç otopark gibi fonksiyonları içerisinde barındıran, 24 saat çalışıp birçok gereksinimi karşılayacak bir
kompleks olarak düşünüldü. Binanın ana karakterini ortaya koyan şeffaf kütle ve iki binadan oluşan bütünleşik yapı, Eureko Sigortanın yansıtmak istediği kurumsal kimliğin önemli bir yansıması olarak şekillendirildi. Binanın peyzajı, araç ve insan akışını iki blok arasına çekecek biçimde tasarlandı, hacim algısı ise yapıları birleştiren yüksek atrium ve saçak ile güçlendirildi. İki ana bloktan oluşan yapının ana girişi ve dağıtım noktasını oluşturan atrium, aynı zamanda resepsiyon alanının bütünlüğü içerisinde, blokları birleştirici bir fonksiyona sahip. Hem düşey hem yatayda merdivenler ve köprülerle çözümlenen sirkülasyon aksları, bina içerisinde dinamizmi ve fonksiyonlar arasındaki iletişimi sağlıyor, bu paralelde bazı ortak hacimler de sirkülasyonlar içerisine yerleştirildi. Tipik kat planlarında, çalışanların gün ışığından en yüksek seviyede fayda sağlayabilmesi için çalışma alanları cephe boyunca yerleştirildi. Yardımcı
Yapı - OFİS - İstanbul 45 XXI - HAZİRAN 2013
fonksiyonlar ise, doğal ışığın nispeten daha az olduğu çekirdek çevresinde konumlanıyor. Açık ofis düzeni esas alınarak tasarlanan yerleşim planında, kurum yapısı gereği genel müdür ve yardımcılarına da odasız düzende yer verildi. Binanın mevcut betonarme yapısından kaynaklı düşük tavan kotunun getirdiği zorluklar lokal çözümlerle aşıldı. Mekanik altyapıların gizlenmesini sağlayan kısmi asma tavan kapamaları yapıldı, bu hatlar dışında kalan kısımlarda kaset döşeme açık bırakılarak tavan yüksekliğinden yüksek seviyede fayda sağlanmaya çalışıldı. Akıllı bina olarak tasarlanan ofiste tüm aydınlatma ve mekanik sistem senaryoları otomasyon sistemleriyle kontrol edilebiliyor. Kurumsal yapıyı vurgulamak için Eureko Sigorta’nın hem global hem de lokal değerleri ve ilkeleri, tasarımda göz önünde bulunduruldu. Malzeme seçim ve renk konularında Eureko Sigorta içerisinde yapılan toplantılarda, çalışanların eğilim ve istekleri azami oranda yerine getirilmeye çalışıldı.
sistema teknolojik yapı 2001 yılına kadar edinilen birçok farklı disiplin tecrübesi sonrasında İhsan Kendirli tarafından kurulan Sistema Teknolojik Yapı'nın hizmetleri arasında, mimari tasarım, elektrik-mekanik tasarım ve sistem çözümleri, mimari - elektrik - mekanik uygulama, sektörel danışmanlık ve kontrolörlük hizmetleri yer alıyor. Projelerin, uygulamaya yönelik olarak tasarımından detaya, bütüncül bir yaklaşımla ele alındığı Sistema Teknolojik Yapı bünyesinde yaklaşık 75 kişi yer alıyor.
Yapı - ofİs - İstanbul
proje adı: Eureko Sigorta Genel Müdürlük Binası konum: Altunizade, İstanbul mimari tasarım: Sistema Teknolojik Yapı tasarım ekibi: Murat Metin, Derya Ünlütürk, Esin Poyraz, Gül Alan, Kürşat Giray Koçak, Miray Ferzan Aydın yardımcı mimarlar: Ezgi Aktaş, Şeyma Merve Cencik işveren: Eureko Sigorta proje tarihi: Şubat - Mayıs 2011 proje inşaat tarihi: Mayıs - Ekim 2011 proje arsa alanı: 3.155 m2 toplam inşaat alanı: 9.100 m2 statik projesi: Ülker Mühendislik elektrik ve mekanik proje: Ka Mühendislik aydınlatma projesi: Optimum Aydınlatma akustik proje: Sistema Teknolojik Yapı ana yüklenici: Sistema Teknolojik Yapı
zemin kat planı
1. kat planı
HAZİRAN 2013 - XXI 46
kesit
giriş sayfasında Yapının hareketli cephesinden bir kare önceki sayfada üstte solda: Yapının yol ile ilişkisi üstte sağda: Cephe detayı ortada solda: Geçiş ve sirkülasyon mekanından bir kare ortada sağda: Ortak alan, sirkülasyon alanları Kullanılan malzeme ve renk çeşitliliği canlı bir mekan ortaya koyuyor altta: Giriş mekanı
yapı - rekreasyon - dİyarbakır HAZİRAN 2013 - XXI 48
fotoğraflar: Devrim Çimen, Arzu Eralp
Çatıdaki Cephe 2007’de Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı Dicle Vadisi yarışmasında kazanan Sekiz Artı Mimarlık’ın master planı bünyesindeki ilk yapı uygulandı. Hülya Ertaş
Kültür Park Fiskaya Kafe ve Pompa Binası
sekiz artı mimarlık
he: Diyarbakır’da konumlanan bu yapı, coğrafyasından nasıl etkileniyor? Devrim Çimen: Bağlamın kendisiyle oluşan ciddi farklılıklar var tabi. Binayı yaptığımız yer çok karakteristik bir noktaydı. Diyarbakır surlarının üzerine oturduğu volkanik bir platonun hemen altında konumlanıyor ve üst tarafında da Fiskaya diye anılan, eskiden doğal olarak suyun aşağıya aktığı bir yer var. 35-40 metrelik bir kot farkından kaynaklı, ciddi bir kesit farklılaşması vardı ve bu da tasarımı yönlendirdi. Proje aslen, bizim tasarladığımız üst ölçekteki Kültür Park’ın bir parçasıydı. İlk olarak bu binayı yaptıkları için şimdilik o bütünden kopuk durduğu noktalar olabilir. Çevreden tasarımı yönlendirecek çok fazla girdi vardı, bunlar hangi kentte bulunduğundan öte daha çok yerle ilişkiliydi. Bulunduğu kent de kültürel değerlerin dahil olmasıyla yapıyı etkiliyor tabi. Diyarbakır’da olmasının farklılığı bulunduğu yerle değil de, o yerin sosyokültürel boyutlarıyla alakalı.
Coğrafyayı daha genel bir kavram olarak kullanırsak, yapının yerin özellikleriyle kurduğu ilişki bizi hem zorladı hem de belli potansiyelleri ortaya çıkardı. he: O sosyokültürel durum, Diyarbakır’da nasıl bir mekansal karşılığa ya da senaryoya yol açtı? Yapının bununla ilişkili olduğunu düşündüğüm açık ve yarı-açık alan kullanımlarından söz edebilir misin? dç: Aslında bu, yapıyı tasarlama süreciyle başladı. Orada bir yapı tasarlıyor olmak, oradaki aktörlerle bir ilişki içine girmeyi gerektiriyor. Mesela belediyenin iş yapma ve sizinle ilişki kurma biçimleri dolaylı yoldan tasarım sürecini etkiliyor. Ama biz tasarım sürecinde yeterince bağımsız olduğumuzu düşünüyoruz. Belediyeden gelen ya da Diyarbakır’ın sosyokültürel ilişkilerinden gelen taleplerden ziyade bizim yönlendirmelerimiz sonucunda mekansal kurgu oluştu. Yapının tektoniğini bulunduğu yerle ilişkilendirmeye çalıştık. Oranın iklimini, atmosfer koşullarını göz önünde bulundurarak bir kabuk strüktür tasarladık. O, alttaki kütleye gölge sağlıyordu ve ısıtmasoğutma maliyetlerinde belli oranlarda azalma sağlayacağını öngörmüştük. Bir yandan da kamusal bir yapı olduğu için yarı-açık ve açık alanları en yüksek düzeyde kullanmak istedik. Yapının kota oturduğu
yapı - rekreasyon - dİyarbakır
proje adı: Dicle Vadisi Kültür Park Fiskaya Kafe ve Pompa Binası proje yeri: Diyarbakır tasarım ekibi: Devrim Çimen yardımcı mimarlar: Sevil Alkan, Türker Kesiktaş, M.Kemal Aydoğmuş mimarlık ofisi: Sekiz Artı Mimarlık ve Kentsel Tasarım işveren: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi proje tarihi: 2008 - 2009 yapım tarihi: 2010 - 2011 arsa alanı: 12.100 m2 toplam inşaat alanı: 1.095 m2 statik projesi: Kenan Özbek elektrik projesi: Kemal Güravşar mekanik projesi: Ethem Özbakır şehircilik projesi: Sekiz Artı Mimarlık ve Kentsel Tasarım peyzaj projesi: Sekiz Artı Mimarlık ve Kentsel Tasarım proje tipi: Rekreasyon, restaurant, kafe ve bar yapım türü: Betonarme
49 XXI - HAZİRAN 2013
noktalarda açık alanlara açılmalar var, hem de yapının kendi üzerinde açık alanlar var. Kapalı ve açık alanları oranladığımızda açık alan lehine bir denge olduğunu söyleyebiliriz. he: Restorana gitmeyen kişiler de o terasları kullanabiliyorlar mı? Kamusal alanla ticari alan ayrımını nasıl kurguladınız? dç: Sınırları çok net aslında. Dışarıdan gelirken yapıya yaklaştığınız kot olan üstteki alan tamamen kamusal. Alt kotta ise yapıyla entegre tasarladığımız bir göletten faydalanmak isteyenlerin insanların kullanabileceği bir amfi var, yapı onunla bütünleşmiş durumda olsa da o iç mekanla ilişki kurmuyor. Yapı kendisine saplanıp biten bir amfi ve ahşap bir döşemeyle son buluyor. Sınırları çok net çizdiğimizi düşünüyoruz. Yapının kamusal alana tecavüz etmesini en aza indirecek önlemleri aldık. Yapının gölet kotundaki zemin kotunu biraz yükselterek o terası kamusal açık alandan kopardık. Yine de bir şekilde ilişki halindeler, birbirlerine geçişleri çok kolay. he: Proje metninde cepheyle ilgili “Diyarbakır’ın geleneksel cephe düzeninin üçüncü boyutta
soyutlaması” şeklinde bir tarifiniz var. O soyutlamanın yöntemini anlatır mısın? dç: Diyarbakır’daki geleneksel mimaride iki tür taş kullanıyorlar. Biri koyu renkli olan bazalt; diğeri de kırık beyaza yakın açık renkli Diyarbakır taşı. Onları cephede sıra sıra yatay şeritler oluşturacak şekilde bir düzenle kullanıyorlar ve genellikle iki boyutlu bir mantığı var. Onu kabuk yapıda dikey bir hale çevirip kabuğu dolu-boş şekilde tasarlayarak gönderme yapmak gibi bir fikrimiz vardı. Dediğim gibi Diyarbakır yukarı kota oturduğu için yapıyı aslen üstünden algılanıyor. O nedenle yapının üstten görüntüsü sizin için daha anlamlı oluyor. Üstten baktığınızda da o iki farklı türdeki taşın yan yana gelip oluşturdukları ritmi kabuk strüktürde okuyabiliyorsunuz. he: O kabuk strüktür aynı zamanda bütün gölgelemeyi sağlıyor. Bir de bu daha görünür olan binanın ve amfinin yanı sıra, yeraltında teknik bir hacim var. dç: Evet, Fiskaya Şelalesi’nin su devrini sağlayan 110 m2 büyüklüğünde tek katlı pompa binası var. Onu kafe binasından kopardık. Birbirlerini titreşim anlamında etkilemeyen, birbirine değmeyen iki ayrı
yapı var şu anda. Yapıyı gömdük ve üzerini yeşil çatıyla kapladık ama servis için iniş merdivenleri, yük makinelerinin inebilmesi için büyük bir boşluk da var. Bu yapay şelaleyi çalıştırması gereken teknik birimleri biliyorduk, dört tane büyük pompa olması gerekiyordu. Onların hacim ihtiyacını hesaplayarak, yapıyı gereğinden fazla hacim yaratmayacak şekilde tutmaya çalıştık. Dışarıdan çok algılanan bir yapı değil aslında. Sadece merdiveni ve onun parapetiyle havalandırma bacaları biraz görünüyor. he: Yapı bir yandan vadiye oturuyor ama etrafında da mevcut bir kent dokusu var ki o da temizlenmesi düşünülen bir gecekondu dokusu. Bu yapının orayı nasıl dönüştüreceği varsayılıyor? Ya da yarışmayla kazandığınız Dicle Vadisi projesinin bütününü göz önünde bulundurursak, o alan için planlanan senaryoda bu yapı nerede duruyor? dç: Bu süreç 2007 yılında kazandığımız Dicle Vadisi yarışmasıyla başladı. Diyarbakır’da genç bir nüfus olduğu için yarışmada spor temasını önermiştik. Kentin rekreatif kullanımları için kaynaklar çok sınırlı. Dicle Vadisi’nin bu anlamda kullanılma potansiyelini değerlendirdik ve kentin Dicle Vadisi’yle hemhal
yapı - rekreasyon - dİyarbakır
giriş kat planı
HAZİRAN 2013 - XXI 50
1.kat planı
kesitler
olmasını sağlayacak bir master plan hazırladık. Bu anlamda sosyal ve kültürel tesisleri, oranın ekolojik değerlerini zedelemeyecek noktalarda odaklayarak bir program bütünü önerdik, Kültür Park da bunun bir alt parçasıydı. Bir sosyokültürel aktivite merkezi gibi, kentin yüzünü Dicle Vadisi’ne döndüren üst bir çerçeveydi Kültür Park projesi. İçerisinde büyük bir amfitiyatronun olduğu, belli yapı gruplarının, kültürel yapıların olduğu bir kompleksti. Bu restoran ve Fiskaya binası da aslında onun hem başlangıç hem de bitiş noktasını tarifleyen ikonik bir yapı gibi duruyordu. Tek başına bu yapı, dönüştürücü gücünden ziyade biraz uzaydan düşmüş etkisi yarattı orada, kendi bütünlüğünden koparılarak uygulandığı için. Bizim çok tercih etmediğimiz bir şeydi o durum. Kültür Park’ın tamamının ihaleye çıkarılıp uygulanması gerekirken belli gerekçelerden ötürü onu parçaladılar ve diğer kısmıyla ilgili net bir süreç yok. Yapılıp yapılmayacağından emin değiliz. Şu andaki etkisinin yabancı bir durumu var çünkü bulunduğu konum itibariyle çevresinden kopuk durumda. İnsanların oraya ulaşması konusunda da bazı sıkıntıları olabilir ama yapı zaten şu anda kullanılmıyor. İşletmeye verildiği zaman yapının kentle kurduğu ilişki belki farklılaşabilir.
sertaç erten 1977 yılında İzmir'de doğdu. ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden 1998’de lisans, 2000’de yüksek lisans diplomasını aldı. Aynı bölümde altı yıl boyunca araştırma görevlisi olarak çalıştı. 2008 yılında ODTÜ'den doktor ünvanı alan Sertaç Erten'in ulusal ve uluslararası yarışmalara katılımı ve birçok ödülü var. Profesyonel iş yaşamına kurucu ortağı olduğu Sekiz Artı Mimarlık’ta devam etmekte.
devrim çimen 1975 yılında Afyon’da doğdu. 1993 yılında Bornova Anadolu Lisesi’nden, 1998 yılında ise ODTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. 2001’de ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Kentsel Tasarım Yüksek Lisans Programı’dan mezun oldu, aynı okuldan 2010 yılında doktor ünvanını aldı. Ulusal ve uluslararası çok sayıda yarışmaya katılıp birçok ödüle layık görülen Çimen, iş yaşamına kurucu ortağı olduğu Sekiz Artı Mimarlık’ta devam etmekte.
he: Biz XXI'de yarışmalar üzerine bir dosya yaptık, o zaman zorluklarını başka mimarlarla da konuşmuştuk. Projeyi kazanmanızla yapının inşa edilmesi arasında geçen süre beş yıl. Çok yarışma çizen biri olarak bu süreçleri hızlandırmak için aklınızda bir yöntem var mı? dç: Beş yıl sürmesi bizim öznel durumumuzla da alakalı, çünkü çok büyük ölçekli bir yarışmaydı. Yarışmayı kazandıktan sonra bütün yarışma alanını etaplara böldük, belli bir öncelik sırası oluşturmaya çalıştık. Bunun için sunumlar hazırladık, belediye başkanı ve genel sekreteriyle konuştuk. İdareyi bir şekilde motive ettik çünkü onlar da ne yapacaklarını çok net bilmiyorlardı. Hedefi biraz küçültünce ikna etmek kolaylaşıyor. Bütün enerji daha küçük bir alana kanalize edilebilirse proje daha gerçekleşebilir bir noktaya gelebiliyor. Mesela bizim durumumuzla alakalı olarak belediyenin hem fiziki hem de kurumsal kaynakları sınırlıydı. O yüzden ilk etapta yapılması gerekenleri olabildiğince azaltmaya, programı hafif tutmaya çalıştık. Onların da aklına yattı. Diğer yandan kamuyla çalışırken olabildiğince maliyeti gözeten tasarımlar yapmak önemli. Pahalı imalatları göz ardı edip daha makul ama tasarım yönü kuvvetli çözümleri öne çıkarmak uygulama sürecini kolaylaştırıyor. Çünkü siz çizseniz bile o proje uygulanmayabiliyor.
Yapı - İş merkezİ - Kayserİ HAZİRAN 2013 - XXI 52
fotoğraflar: Sena Özfiliz
Cephede Çevreyi Yansıtan SPDO TARAFINDAN TASARLANAN BAŞYAZICIOĞLU OFİS BİNASI, ŞEFFAF MEKANLAR YARATARAK İÇ MEKAN VE DIŞ ÇEVRENİN BİR BÜTÜN OLARAK ALGILANmasını sağlıyor. Başyazıcıoğlu Ofis Binası, şirketin bütün idari bölümlerinin toplanacağı bir merkez ofis binası olarak tasarlandı. Bodrum, zemin kat ve dört ofis katından oluşan binanın tasarımında modern bir anlayış esas alındı. Bodrum katta ihtiyaca göre planlanmış kapalı bir otopark ve teknik alanlar yer alıyor. Üç cepheye sahip binanın ön ve arkadan olmak üzere iki adet girişi zemin kattan sağlanıyor. Bu katta ayrıca giriş holü, resepsiyon, market, sergi alanları bekleme holü ve çocuk oyun alanı bulunuyor. Başyazıcıoğlu Ofis Binası
sabri paşayiğit desıgn offıce (spdo)
Birinci ve ikinci katta yer alan ofisler açık ofis şeklinde tasarlanarak ilk kat tekstil ikinci kat ise
inşaat bölümüne hizmet edecek şekilde planlandı. Ofis katlarında satış ve danışma, toplantı odası ve müdür odaları mevcut. Üçüncü kat ise VIP bölümü olarak planlandı, müdür odaları ve arşiv odaları da bu bölümde çözüldü, son kat ise yemekhane olarak tasarlandı. Binanın özellikle cephe tasarımında hareketli ve modern bir anlayış esas alındı. Tüm mekanlarda yere kadar şeffaf camlar kullanılarak iç mekan ile dış çevrenin bir bütün olarak algılanabilirliğine önem verildi. Binanın uzun yan cephesindeki sağır yüzeyler, alüminyum profil ızgaralarla kaplanarak hareketlendirildi. İki kat yüksekliğindeki silikon cephe, modern ve sade bir saçakla taçlandırılmış olan ana giriş ve renkli cam panellerle hareket kazandırılmış olan ön cephenin sağır kısımları, açık renk Kalesinterflex ile kaplandı. Cephede kullanılan diğer malzemeler ise; şeffaf cam, alüminyum kompozit panel, mermer ve renkli cam paneller.
karşı sayfada Binanın cephesi, malzeme detayları ve konumlandığı yoğun yapılı çevrenin cepheye yansıması bu sayfada solda: Yapının çevreyle ilişkisi altta: Cephe detayı altta solda: Binanın giriş holü
altta sağda: Ofis katlarının doğrama, mobilya ve malzeme detayları arka sayfada Teras kattan kurulan çevre ilişkisi ve kullanılan malzeme detayı
Yapı - İş merkezİ - Kayserİ 53 XXI - HAZİRAN 2013
proje adı: Başyazıcıoğlu Ofis Binası konum: Melikgazi, Kayseri mimari tasarım: SPDO; Sabri Paşayiğit, Ertuğ Yenidemir, Özge Pehlivan tasarım ekibi: Fulya Altan, Pınar Karaman, Diden Bebek işveren, ana yüklenici: Almer Tekstil proje tasarım tarihi: Ocak-Nisan 2011 inşaat tarihi: Nisan - Temmuz 2011 arsa alanı: 300 m2 toplam inşaat alanı: 1.500 m2
HAZİRAN 2013 - XXI 54
Yapı - İş merkezİ - Kayserİ
sabri paşayiğit 2001 yılında MSGSÜ Mimarlık Bölümü'nden mezun oldu. Öğrenim süreci boyunca büyük şantiyelerde ve tasarım ofislerinde sürdürdüğü beş yıllık çalışmanın ardından Zafer Murat ile birlikte REM Mimarlık Ofisini kurdu. 2011 yılında ise ofisin ismi Sabri Paşayiğit Design Office olarak değişti.
görünüş
zemin kat planı
1.kat planı
Aydınlatma Tasarımı – Medya Merkezİ HAZİRAN 2013 - XXI 56
fotoğraflar: Emre Dörter
Kullanıcı ve Kent İçin Aydınlatma TABANLIOĞLU MİMARLIK TARAFINDAN TASARLANAN, İÇERİSİNDE KONSER SALONU, HABER VE KAYIT STÜDYOLARI GİBİ işlevleri BARINDIRAN YAPININ AYDINLATMA TASARIMI ZKLD TARAFINDAN BÜTÜNCÜL BİR YAKLAŞIMLA GERÇEKLEŞTİRİLDİ. Beste Sabır
Astana Medya Merkezi Aydınlatma Tasarımı
zkld
Beste Sabır: Ana kararlarınız ve konseptiniz nedir? Şebnem Gemalmaz: Bina hem işlevi hem de özgün mimarisiyle kent için önem taşıyor ve nirengi niteliğine sahip. Aydınlatma tüm bu işlevsel ve fiziksel özellikleri bütünleştirirken; bir yandan da kentin gece yüzüne artı bir değer katmayı hedefliyor. Mimarinin yalınlığını ve şeffaflığını vurgulamak amacıyla, yapıya entegre bir aydınlatma tasarımı öngördük. Cephe aydınlatmasını media mesh ve lineer ışık bantları ile tanımladık. Medya duvarları (media screen) yapının işlevini vurguluyor. Kule kaburgasını ise her katta cephe yüzeyinde bırakılmış yarıklara yerleştirilen lineer LED armatürler ile ön plana çıkardık. İç mekanlarda işlevselliği ön planda tuttuk. Kullanıcıların sirkülasyonunun güvenli bir şekilde sağlanması için
mimariden gelen mekanlar arası akışkanlığı, yapay aydınlatma ile destekledik. Alışılagelmişin dışında, mekanları yatay düzleme ek olarak dikey düzlemde de vurgulayarak üç boyutlu mekan algısını kuvvetlendirmeyi hedefledik. Genellikle 3000K ışık sıcaklığında ışık kaynakları kullanarak iç mekanlarda sakin ve huzur verici bir atmosfer oluşturduk. Ancak medya merkezi gibi oldukça dinamik bir işlevi yüklenmiş olan kütlede, farklı ışık renklerini de aydınlatmanın bir parçası olarak -özellikle dikey düzlemde- sıklıkla kullandık. Böylelikle yapının işlevinin getirdiği dinamik, canlı hava geceye de taşınmış oldu. bs: Konseptiniz nasıl gelişti? İşveren ve mimarın bu anlamda sizden ne gibi beklentileri oldu? şg: Aydınlatma konsepti, kent ve sokak ölçeğinde olmak üzere yapıya iki farklı noktadan yaklaşarak hem kullanıcı ile bütünleştirmeyi hem de kent içindeki nirengi niteliğini desteklemeyi amaçlıyor. Proje sürecinde mimari ekip ile paralel şekilde ilerledik. Mimaride ön plana çıkartılması istenen nitelikleri, aydınlatma tasarımının da ana konusu
bu sayfada solda ve altta solda: Sahne ve aydınlatma detayları altta: Geçiş mekanlarında doğal ve yapay aydınlatmanın birlikte kullanımı arka sayfada Gece ve dış mekan aydınlatması
Aydınlatma Tasarımı – Medya Merkezİ
karşı sayfada İç mekandan bir kare
57 XXI - HAZİRAN 2013
olarak değerlendirdik. Yapının sadeliğini bozmayacak aynı zamanda simgesel özelliğini de vurgulayacak bir aydınlatma tasarımı anlayışını benimsedik. bs: Bir aydınlatma tasarım sürecinin ilerleyişini anlatabilir misiniz? Hangi meslek gruplarıyla ortaklık içinde çalışıyorsunuz? şg: Aslında çokdisiplinli bir yapı içinde çalışıyoruz. Öncelikle tabi ki mimar ve/veya işveren ile bir araya geliyor ve projeyi onlardan dinliyoruz. Sonra biz kendi tasarım ekibimiz ile tüm verileri yorumlayıp, nasıl bir proje ortaya koymak istediğimize karar veriyoruz. Aydınlatma tasarımı kapsamında; konsept tasarım, şematik tasarım, detaylı uygulama projesi, ihale danışmanlığı ve saha montaj kontrolörlüğü (opsiyonel) fazları yer alıyor. Konsept aşamasında mimari ekip ile hemfikir olduktan sonra mimarlar, ilerleyen fazlarda iç mimarlar, üretici firmalar, elektrik mühendisleri, ürün tasarımcıları gibi projeye dahil olan her meslek grubu ile ortaklık içinde çalışıp, detayları birlikte çözmeye çalışıyoruz.
bs: Mekanın aydınlatma tasarımı anlamında gereksinimleri ne oldu? İşlevin aydınlatma tasarım açısından getirdiği özellikler neler? Bunlar nasıl bir tasarım yaklaşımıyla çözüldü? şg: Medya merkezi içindeki stüdyo ve sahne aydınlatması teknik bilgi gerektiren mekanlar. Bu mekanlarda konu üzerinde uzmanlaşmış ekipler çalıştı. Konferans salonunda sahne aydınlatmasına ek olarak mekanı kullanacak olan kişilerin konforu ön planda tutuldu. Gerekli aydınlık düzeyleri sağlandı. Tüm bunlara ek olarak yine konferans salonunda duvarda uygulanmış olan Kazak motiflerinin ön plana çıkartılması için RGB ışık kaynakları ile dinamik bir aydınlatma elde edildi. Yani genel aydınlatmaya ek olarak bir de 'festive lighting' oluşturuldu. Duvardaki farklı ışık renkleri, özel günlerde kutlamaları destekleyecek mekansal alternatifler oluşturulmasına olanak sağladı. Genel mekanlarda ise estetik ve konfora önem veren bir yaklaşımla, mimari ile entegre çözümlere gidildi. Ofislerde çalışma koşullarının optimum düzeyde sağlanması için Avrupa (EN) standartlarına uygun gerekli aydınlık düzeyleri sağlandı.
Kullanıcının güvenli sirkülasyonu ön planda tutuldu. Bekleme ve dinlenme alanlarında ise rahat, konforlu bir mekan sunmak amaçlandı bs: Ana tasarım kriterleriniz ve kısıtlar, engeller nelerdi? şg: Aydınlatma tasarımı mekan tanımlar, amaç armatürü değil mekanı ortaya çıkarmaktır. Bu doğrultuda mimari detaylar hem yardımcımız hem de kısıtlayıcımız olabiliyor. Bir armatürü gizlemek için mimariye müdahale etmemiz ve birlikte yeni bir detay geliştirmemiz gerekebiliyor. İşleve uygun ışık sıcaklıklarının seçimi, kamaşma faktörünün minimum düzeyde tutulması, çalışma düzleminde düzgün yayılmış aydınlık düzeyleri elde edilirken, fuaye vb mekanlarda daha dramatik, vurgulanmak isteneni ön plana çıkaran bir aydınlatma oluşturulması önemli kriterler oldu. bs: Mobilyalar, kullanıcı, mekan, iç mekan tasarımı gibi noktalarla nasıl bağ kurdunuz?
Aydınlatma Tasarımı – Medya Merkezİ HAZİRAN 2013 - XXI 58
şebnem gemalmaz YTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki lisans eğitimini 2005 yılında tamamladı. Aynı üniversitenin Kentsel Mekan Organizasyonu ve Tasarım Bölümü'nde 'Kentsel İmaj ve Aydınlatma Tasarımı' üzerine ilk yüksek lisansını yaptı. Aydınlatma tasarımı üzerine çalışmalarına, İsveç Kraliyet Üniversitesi’nde 'Mimari Aydınlatma Tasarımı' üzerine yaptığı ikinci yüksek lisans süresince devam etti. 2009-2010 yılları arasında Stokholm Belediyesi, Aydınlatma ve Trafik Departmanı için 'Kent Merkezindeki Nirengilerin Aydınlatma Master Planı' ile ilgili çalışmaları içeren iki projenin yürütücülüğünü üstlendi. 2010 yılında ise ZKLD Aydınlatma Tasarım stüdyosuna katıldı. proje adı: Astana Medya Merkezi konum: Astana, Kazakistan proje tarihi: 2011 - 2012 işveren: Sembol İnşaat mimari ve iç mimari tasarım: Tabanlıoğlu Mimarlık; Melkan Gürsel, Murat Tabanlıoğlu proje alanı: 83.288 m2 aydınlatma tasarım ekibi: ZKLD; Zeki Kadirbeyoğlu, Seda Kaçel, Şebnem Gemalmaz, Suzi Levi
Renklerin geri veriminin doğru olması, kullanıcının mekandaki renk ve malzemeyi doğru algılamasını sağlarken, kamaşmanın engellenmesini mekansal konfor açısından en önemli unsurlardan biri olarak değerlendiriyoruz.
bs: Proje ve tasarım süreci nasıl gelişti? Proje mekanı içinde kullandığınız farklı aydınlatma türleri neler? Nasıl programladınız? şg: Etkin enerji kullanımı göz önünde bulundurularak bina genelinde LED ışık kaynaklı armatürler kullanıldı. Mekanların günışığı ile olan ilişkisi de göz önünde bulundurularak farklı mahaller için farklı ışık senaryoları geliştirildi. Kullanılan tüm armatürlerin dim edilebilir özellikte olması ile gerektiğinde mekanlardaki aydınlık düzeylerinin azaltılması ile enerji tasarrufu sağlanırken; aynı zamanda kullanıcılara da farklı seçenekler sunulmuş oldu.
Her malzemenin ışığa karşı gösterdiği tepki farklıdır, özellikle ilgili mekanın aydınlık düzeyi hesaplamaları yapılırken o mekanda seçilmiş olan malzemelerin özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır ki o mekan da doğru armatürler kullanılabilsin. Bu doğrultuda da mobilyaların renk ve malzemesi de en az mekanda kullanılan diğer malzemeler ve renkler kadar aydınlatma tasarımının yönlendirici öğeleri olarak değerlendiriliyor.
Cephe aydınlatması LED ışık kaynaklı armatürler ile sağlandı. Kule kaburgası her katta cephe yüzeyinde bırakılmış kovlara yerleştirilen lineer LED armatürler ile ön plana çıkartıldı. ‘Shadow box’ aydınlatması, çelik taşıyıcıya monte edilecek profil içine yukarı ve aşağı olmak üzere iki farklı yöne ışık veren led linelar yerleştirilerek, shadow box içinde homojen bir aydınlık düzeyi sağlanması amaçlandı. Arka cephede
şg: İç mekana yönelik tüm yaklaşımımız kullanıcı odaklı oluyor. Kullanıcının mekanları gündüz olduğu gibi geceleri de optimum düzeyde kullanabilmesi, tasarımın ana çıkış noktası oluyor. Örneğin koridordan geçen birinin duvar aydınlatmak üzere yere gömülmüş olan bir armatürden ne denli etkileneceği üzerine birebir tesler yapıp doğru ürün ve doğru yerleşime karar veriyoruz.
ve kulede de RGB LED modüller ile dinamik bir cephe imajı yaratılması hedeflendi. İç mekanlarda ise, genel aydınlatma kirişlere monte edilen sıvaüstü armatürler ile sağlanırken,tavanda ışık çizgilerinin sürekliliği ile ritmik bir yapı oluşturuldu. Ofis vb alanlarda gömme armatürlere ek olarak sarkıt tipi armatürlerle çalışma alanlarında homojen aydınlatılmış yüzeyler elde edildi. Ana lobi, kullanıcıları üç farklı işlev alanına yönlendirmek üzere toplandığı bir mekan; bu mekanda da tavandaki mesh arkası aydınlatması yapıldı ve resepsiyon üstünde daha yoğun bir aydınlık düzeyi sağlandı. Stüdyo sokağında köprü altı aydınlatması için milky cam arkasına SMD LED Line’lar yerleştirilerek ışıklı yüzeyler oluşturuldu. Renkli stüdyo camları arkasına üst ve alt kota LED Line’lar yerleştirildi. Böylelikle mekan sınırları vurgulanırken dikey düzlemde görsel bir hareketlilik oluşturuldu.
ADVERTORYAL 59 XXI - HAZİRAN 2013
Mimari Yapılar ve Kentsel Alanlar Sanatla Buluşuyor ALAN PROJECT SANAT, MİMARLIK, PEYZAJ GİBİ FARKLI DİSİPLİNLERİ KAPSAYAN ÇALIŞMA ALANLARI PARALELİNDE SANATSAL VE YAPILI ÇEVRENİN KALİTESİNİ ARTIRMAYI AMAÇLIYOR.
alan project
asmalı mescit caddesi atlas apt no:5/2 tünel - beyoğlu / istanbul t +90 212 252 94 53 ınfo@alanproject.com
Sanat eserleriyle mimari yapıların ve kentsel alanların değerlerini ve kalitelerini artırma düşüncesinden yola çıkan ALAN Project, yatırımcı ve tasarımcı ekipler ile birlikte çalışarak mimari ve kentsel projeler için sanatsal çözümler sunuyor. Mimarinin ve peyzajın sanat eserleri ile desteklenmesi, hatta birlikte anlamlı bir bütün oluşturmaları sayesinde hem mekanların değerleri yükseliyor hem de kullanıcılar seçkin ve hatırda kalan mekanlar ile buluşuyor. ALAN Project tasarımcı ekibinde yerli ve yabancı, farklı disiplinlerden resim,
heykel, grafik, seramik ve fotoğraf sanatçıları yer alıyor. Bu sanatçılara mimarlar ve sanat tarihi uzmanları eşlik ediyor. Mimari ve kentsel projeler için, proje konseptleri ile örtüşen, iç mekanlara ve peyzaj alanlarına yönelik sanatsal uygulama fikirleri oluşturuluyor. Projelere özel yaratıcı ve yenilikçi sanat uygulaması çözümleri sunuluyor. İç Mekan Uygulamaları Modern, Post-Modern, Avangart gibi farklı tarzlarda resim, heykel, seramik, karışık teknik, enstalasyon (yerleştirme) ve video art çalışmalarının fonksiyonel seçkisiyle iç mekanı dönüştürme projelerini kapsıyor. Peyzaj (Dış Mekan) Uygulamaları Proje bazlı heykel, rölyef ve çağdaş sanat çalışmalarının bütçe bazlı
dış mekan koşullarıyla bütünleşik uygulamalarını içeriyor. Sanat Koleksiyonları Piyasa değeri artmakta olan sanatçıların imzalı çalışmalarının butik mimari uygulamaları gerçekleştiriliyor. Bu bağlamda, iç mekanın mimari dönüşümüyle birlikte yatırım değeri yüksek sanat koleksiyonu da oluşturuluyor. Ayrıca talep edildiği takdirde, ulusal ve uluslararası sanat üretimi gerçekleştiren sanatçıların çalışmaları projeye yönelik olarak bir araya getiriliyor.
Detaylı Bilgi İçin Hande İlkbay hande@alanistanbul.com
SONY ERıCSSON TASARIM EKİBİNDE YER ALDIĞI DÖNEMDE TASARLADIĞI W350 WALKMAN VE TELEFONU, TASARIM, GELİŞTİRME, ÜRETİM SÜRECİNİ VE DENEYİMLERİNİ BİLGİ KARAN AKTARIYOR. Bilgi Karan
HAZİRAN 2013 - XXI 60
Ürün Tasarımı - Elektronİk
Yeni Düşünce Biçimini Aramak
Sony W350 Walkman ve Telefon
bilgi karan - sony erıcsson
Tasarımın hikayesi aslında ürünün kendisinden çok daha geriye gidiyor. Walkman, Sony’ye ait en önemli markalardan birisi olmuş, sevilen ve aranan bir değerdi. Ama her ne kadar güçlü olsa da gençler arasında çok iyi tanınmıyordu. 2004-2005 yıllarında Sony Ericsson olarak elimize önemli bir fırsat geçti: Walkman markasını cep telefonu ile bir araya getirmek. Bu fırsat aynı zamanda zorlu ve engebeli bir yol oldu. 2005-2006 yılları arasında Walkman ürün gamının tasarım stratejisini kurma görevini ben üstlendim, ekipteki tasarımcı arkadaşlarımla onlarca workshop ve beyin fırtınası düzenledik. Birçok arkadaşımın halihazırda o zaman için güçlü ve becerikli telefonları vardı, çoğu Sony Ericsson çalışanı bile Walkman telefonlarının yanında ayrıca bir MP3 çalar kullanıyorlardı. Bunun sebebini merak ettik ve araştırdık. Temelde yatan problemler şöyleydi: Walkman telefonların müzik modundan telefon moduna geçişleri ne elegant ne de kolaydı. Başka bir problem ise elinizde olan bir albümü telefona aktarmak istediğinizde ortaya çıkıyordu: Bu süreç yavaş, güvensiz ve el yordamına dayanan bir sistemdi. Yaklaşımımızda bu problemlerden kurtulmak ya da en aza indirmek en önemli unsurlardan oldu. Bu kararı aldığımızda üst yönetimin desteğini almak çok da kolay olmadı, bu yüzden biz de yaklaşımımızı destekleyen birçok konsept geliştirip
sunduk. Pazarlama, ürün yönetimi bölümlerinin ardından mühendislik ve ürün geliştirme bölümlerine sunumlar yaptık. Burada karşılaşacağımız direncin daha güçlü olacağını önceden kestirmiştik, bu yüzden yeni bir strateji ile ürün geliştirme bölümlerinin karşısına çıktık. 'Walkman First' (önce Walkman) söylemesi basit ama yapması zor, yeni bir düşünce biçimiydi. Anlatması şöyle kolay: Bir kase hayal edin, bunun kase olduğu herkes için aşikardır. Ta ki kasenin kenarına birkaç yuvarlak kesik atana kadar. Bir anda o kase, bakanın gözüne kase değil kül tablası olarak görünür. Bu çok basit detay bir anda kasenin algılanış biçimini değiştirir. Şimdi de sadece üzerine küllüktür yazarak yeni işlevini açıklamaya çalıştığınızı düşünün, çok daha zor bir durum. Çünkü bu yazı işlevsel değil ve kullanıcıyı belli bir işlevi yapmaya davet etmek yerine onu zorluyor. İşte biz de Walkman First sloganıyla bunu yapmaya çalıştık, yani her telefonun işlevini, müzik aygıtı olarak yerine getirmesini sağlayan bir işlevsel ayrıntı, yenilik yaratmak istedik. Projeye başlarken ilk yaptığımız, çeşitli şekillere (form factor) bakmak oldu ve bu sayede kompakt bir hacim kullanabildik. Bir süre sonra iki ana form ile uğraşmaya başladık, biri neredeyse bir fare gibi kuyruğu olan bir formdu. Bunun avantajı bazı detayları (örneğin müzik kontrolleri) kuyruğa kaydırarak daha fazla hacim kazanmaktı. Diğer form ise flip kapaklı biraz retro görünümlü yeni bir biçimdi. Uzun tartışmalar ve kullanıcı araştırmaları sonucu kapaklı formun üstün olduğunu gördük.
karşı sayfada Walkman ailesi ürünleri bu sayfada altta: Yapısal detay en altta: Ayrıntılı form eskizleri
Ürün Tasarımı - Elektronİk 61 XXI - HAZİRAN 2013
İlk aylarda üzerinde çalıştığımız bir başka alan da kullanıcı arayüzü oldu. Bu sıralarda UX (user experience) çok yaygın bir kavram değildi. Hatta endüstriyel tasarım arayüz tasarımından o kadar kopuktu ki, ayrı binalarda çalışıyorduk. Ama ürün, aramızda yepyeni bir süreci başlattı. Arayüz tasarımcılarıyla birlikte ürünün 'hem Walkman, hem telefon' olan kişiliğini, arayüz tasarımına nasıl yansıtacağımızı tartıştık. Başlangıçta ön kapakta çok fazla düğme vardı, zamanla bunları azaltıp ürünü basitleştirmeyi başardık. İlerleyen safhalarda daha detay çözümlere yoğunlaştık. En önemli detaylardan biri ön kapaktı: Çok basit ve tek cidarlı olmalıydı çünkü artık W350'nin ürün kalitesi önem kazanıyordu. En zorlu engellerden biri ise kapağın arka yüzünü temiz yapmak oldu. Çünkü kapağın içinde hiçbir elektronik yoktu, kapandığında Walkman, açıldığında telefon olması ürünün özetiydi ve kapağın üzerindeki tuşların görevi, kapak kapandığında içerideki tuş takımına basıp müzik fonksiyonlarını kontrol etmekti. Bunun tek yolu -mühendislere göre- kapağın arka yüzeyine küçük çıkıntılar koymaktı. Zorlu deneyler sonrasında bunlara ihtiyaç olmadığını kanıtladık. Diğer zorluk ise bu yüzeyin, kapağın bir parçasıymış gibi görünmesini sağlamaktı, denediğimiz birçok malzemenin sonunda özel bir makrofol ile bu efekti sağladık. Bu ürün sayesinde çok şey öğrendim, en önemlisi tasarımın gücü. Dar bütçeli de, arada kalmış da olsa her projenin çok büyük potansiyeli var ve bazen tasarımcının, tüm bir organizasyonu ikna etmesi gerekse de, gizli fırsatlar her zaman arayanı bulur.
bilgi karan Çocukken evdeki her türlü makine ve elektronik ürünü parçalarına ayırdıktan sonra ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı'na kabul edildi. 1999 yılında stajını yaptığı DemirDöküm'de çalışmaya başladı. Ardından kısa bir süre Can Yalman ile yeni stüdyosunda çalışan Karan, 2002 yılında İsveç'e taşındı. Yüksek lisansını Umea'da yaptıktan sonra ise o zaman yeni kurulmuş olan Sony Ericsson'un İsveç'teki merkezinde Endüstriyel Tasarımcı olarak calışmaya başladı. Yaklaşik sekiz yıl mobil telefonlar ve aksesuarları ile calıştıktan sonra tamamen ölçek ve coğrafya değiştirip Seattle'a taşındı. Burada halen köklu tasarım danışmanlık şirketi Teague'de (Senior) Endüstriyel Tasarımcı olarak Boeing için çalışıyor.
Ürün Tasarımı - Elektronİk
form ve arayüz çalışmaları
HAZİRAN 2013 - XXI 62
müzik kullanıcı deneyimi eskizi
üretim süreci tasalk modelleri
ROOMY
KNAUF CLEANEO AKUSTİK ALÇIPAN Yüksek akustik performans gösteren Knauf Cleaneo Akustik Alçıpan, yüksek ses yutum değeri sayesinde uygulama yapılacak yerin mimari akustik taleplerini yerine getirmek amacıyla tasarlandı. İçerdiği zeolit ile kapalı mekanlardaki havanın kalitesini iyileştiriyor ve kötü kokuları yok ediyor. Dairesel ve kare delikli veya blok halde dairesel, kare ve çizgisel delikli olarak çok çeşitli yüzey perforasyon seçeneklerine sahip ürün, geniş bir tasarım özgürlüğü sunarak görsel akıcılığa sahip estetik yüzeyler elde edilmesini sağlıyor. Tüm kalabalık ve kapalı mekanlarda kullanılabilen ürün mekansal akustiği sağlarken, kötü kokuları ortadan kaldırarak ferah ortamlar sunuyor. Ürün ayrıca LEED kriterlerine uygunluk deklarasyonu ile doğaya verdiği değeri ispatlıyor.
Vitra, ergonomik duş ünitesi Roomy ile ailenin yeni üyesi bebeklerin uzun yıllar kullanabileceği bir alternatif sunuyor. Bebek küvetleri Roomy'nin basamağına yerleştirilerek kullanılabiliyor. Çocuklar büyüdüğünde Roomy'nin basamağına oturarak kayma tehlikesi olmadan güvenle banyo yapabiliyor. Aynı zamanda
büyük ve derin çekmeceli bir saklama ünitesi olarak görev yapan oturma alanı, deterjan, kova ve temizlik bezi gibi malzemeleri saklamaya yarıyor. Ürünün termostatik bataryası ise suyun sıcaklığının istenilen dereceye ayarlanmasını sağlıyor, emniyet kilidiyle çocukların aşırı soğuk ya da sıcak suya maruz kalmasını engelliyor. www.vitra.com.tr
www.knauf.com.tr
HAZİRAN 2013 - XXI 64
YENİ - ÜRÜN
PIGMENTO 2005'te ilk pigmentli çinkoyu Pigmento markasıyla piyasaya sunan VMZINC, bu seriye Pigmento ağaç kabuğu (kahverengi bakır oksit) rengini de kattı. Toprak kırmızı, kül mavi ve yosun yeşilden sonra üretilen bu özel renk, bakırın doğal kahverengi tonunda okside dokusunu incelikle yansıtıyor. Pigmento ağaç kabuğu, 12 rengin sunulduğu bir
araştırmada Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinden 350 mimar tarafından oy birliğiyle seçildi. Doğadan esinlenilerek yaratılan bu %100 doğal renkli ürün, tabiat tonlarına yönelen mevcut renk trendi ve özgün tasarım beklentilerini karşılıyor. Pigmento kahverengi, taş, ahşap, beton ve cam gibi diğer yapı malzemeleriyle ve serideki diğer ürünlerle de uyum sağlıyor. www.vmzinc.com.tr
HI-MACS LG Hausys'un sunduğu Hi-Macs, akrilik masif yüzey ürün yelpazesi, yüksek kapasiteli ve çok işlevli. Konut ve ticari girişimlerle uyumlu olan ürün, özel yarısaydam yapı, farklı dokular, geniş renk seçenekleri, lekelere karşı dayanıklılık ve yüksek hijyen gibi pek çok özelliğe sahip. Özellikle mutfak tezgahlarında tercih edilen Hi-Macs,
banyo, karşılama bankosu, bar, duvar kaplama, dış cephe kaplama gibi alanlarda da kullanılabiliyor. Hastane, otel, restoran, laboratuvar gibi mekanlarda hijyenik ortamlar yaratan ürün, Volcanics, Lucent, Galaxy, Marmo olarak dört farklı seçenek sunarken, su tekneleri, duş, lavobo, evyeler ve mutfak mobilyalarında da tercih ediliyor. www.lghausys.com
THEA BLU LED teknolojisi kullanılarak geliştirilen Viko'nun Thea Blu serisi, Red Dot ödüllü tasarımcı Mirzat Koç tarafından tasarlandı. Serideki elektrik anahtarları ve prizlerin her iki yanlarından yaydıkları kadifemsi mavi ışık duvara yandıyor ve kelebek kanatlarına benzeyen bir figür oluşturuyor. Thea Blu'nun mavi ışığı karanlıkta elektrik anahtarının yerini bulmayı
www.intemamutfak.com.tr
HOTPOINT DAVLUMBAZ İtalyan tasarımı ile üstün teknolojiyi buluşturan yeni Hotpoint davlumbaz, tasarımcı Makio Hasuike imzası taşıyor. Ürün, standart davlumbazlara oranla 16 kat daha sessiz çalışıyor. Üç aşamalı etkin filtreleme sistemine sahip yeni Hotpoint davlumbaz, çift katmanlı yağ filtresi, silindirik filtre ve koku
MARSHALL TURUNCULAR
SHABBY CHIC
AkzoNobel Marshall 2013 Renk Ailesi’nde bulunan turuncular mekanlara modern bir görünüm kazandırırken, canlı pembeler ve kırmızılarla da uyum sağlıyor. Gün ışığının göz alıcı etkisiyle en küçük mekanları bile genişleten sarılar, turuncularla birlikte kullanıldığında uyumlu bir ikili oluşturuyor. Marshall sarılar ve turuncularda, tek başına ve farklı kombinasyonlarla kullanılabilecek 12 farklı iç cephe duvar rengi bulunuyor. Mum ışığı, ayışığı, yaz güneşi, fildişi, Venedik sarısı, bal peteği, şeftali aroma, şampanya, ayçiçeği, vanilya çiçeği, karamela, turunç renkleri mat ve parlak seçenekleriyle sunulurken mum ışığı, altın sarısı, vanilya çiçeği, krem ve oksit sarı olmak üzere beş farklı ahşap-metal rengi de mevcut.
Son dönemin en dikkat çekici dekorasyon akımlarından shabby chic, pastel tonlarla birlikte kullanılan çiçek desenleri ve eski ya da eskitilmiş görünümlü yuvarlak hatlı mobilyalarla kendisini gösteriyor. Bu akımla aynı ismi taşıyan Serra'nın yeni karo serisi, Versace ve Impronta gibi markalara özel proje tasarlayan İtalyan tasarım grubu Depaan ortaklığıyla yaratıldı. Shabby Chic, açık tonlar üzerinde ince ve şık çiçek desenlerinin uyumlu birlikteliğiyle zarif mekanlar yaratılmasını sağlıyor. Serra, 30X90 cm boyutlarında duvar karoları ve 60x60 cm boyutlarında sırlı porselen yer karoları ile dekor, bordür, bitirme elemanları ve süpürgelikleriyle tüm detayları düşünülen yeni modeller sunuyor.
www.marshallboya.com
www.seranit.com.tr
filtreleriyle yüksek performans sunuyor. Üründeki çift katmanlı yağ filtresi %91'e varan oranlarda daha etkili filtreleme sağlıyor. Yenilenen koku filtresi ise yemek kokularını %96 oranında yok ediyor. www.hotpoint.com.tr
65 XXI - HAZİRAN 2013
İntema Mutfak, işlevsel, ergonomik ve farklı depolama alanları sunan akılcı mutfak çözümleriyle de dikkat çekiyor. Lignum modelindeki üç boyutlu doğal ahşap kaplama kapaklar ile yeni bir mutfak konsepti sunuluyor. Dalgalı ve hasır desenlerinde, meşe, çikolata ve venge renk seçenekleri olan doğal ahşap
yüzeyler, mat lakenin şık ve pastel tonlarıyla tamamlanıyor. Eviye dolabındaki çöp kutusu işlevi kullanıcıların malzemeye göre atık ayrıştırması yapmasına olanak sağlıyor. Yüzlerce renk alternatifli kalın lake rafları ise mutfakta alışılan işlevlerin dışında kitaplık olarak kullanılabiliyor.
www.viko.com.tr
YENİ - ÜRÜN
LİGNUM
kolaylaştırıyor. Farklı renk alternatifleri ve zamak 5 malzemeden üretilen sağlam çerçeve seçeneklerine sahip ürünün özel çubuk bağlantılı altlığı sayesinde montajı kolaylıkla yapılabiliyor. Serideki tüm ürünlerde çocuk koruma işlevi standart olarak yer alıyor. Seride yedi farklı çerçeve ve dört farklı düğme/ kapak rengi kombinasyonundan oluşan 28 çeşit renk bulunuyor.
BUROTIME PAZARLAMA ÜSSÜ AÇILDI
Kuruluşundan bu yana Konya'da faaliyet gösteren Bürotime’ın 3.600 m2 sergi alanı ve 600 m2 çalışma alanı olmak üzere 4.200 m2 alanda tasarlanan Pazarlama Üssü İstanbul'da hizmete girdi. Türkiye’nin en büyük ikinci 500 sanayi kuruluşu sıralamasında yükselerek ilk 500 şirket arasına girmeyi
hedefleyen Bürotime, çıtayı yüksek tutarak mobilya sektöründe dünyanın ilk on markasından biri olmayı amaçlıyor. Yurtiçi ve yurtdışı paydaşlarına hizmet verirken geniş ürün yelpazesini de sergileyeceği bir merkez olarak konumlandırılan Pazarlama Üssü'nün firmayı dünya markası olma hedefine ulaştırmada önemli rol oynaması bekleniyor. www.burotime.com.tr
TROX GELECEĞİN MİMARLARIYLA BULUŞTU
TROX ve Bilkent Üniversitesi işbirliğiyle 2012'den itibaren devma eden proje, iç mimarlık öğrencilerini havalandırma sistemleri hakkında bilinçlendirmeyi amaçlıyor. Proje kapsamında TROX İş Geliştirme Mühendisi Barış Salman mimarların sektördeki önemine dikkat çekti ve tasarım yapılırken hangi
ürünlerin seçilmesi gerektiğiyle ilgili bilgi verdi. Eğitimdeki başlıca konular optimum havalandırma sisteminin seçimi, menfezler, difüzör tipleri ve akustik oldu. Öğrenciler eğitimlerin son aşamasında TROX Kolay Seçim Programı'nı kullanarak geliştirecekleri bir mimari tasarım için hava difüzörleri seçerek edindikleri bilgileri uygulamaya geçiriyorlar. www.trox.com.tr
DERİN DESIGN'A IDA'DAN DÖRT ÖDÜL
Albiente ünlü markaları türkiye'ye getiriyor
Derin Design, tasarım kültürünü uluslararası arenada ödüllendiren dünyanın sayılı organizasyonlarından Uluslararası Tasarım Ödülleri (International Design Awards-IDA 2012) yarışmasında dört ödülün sahibi oldu. Aziz Sarıyer tasarımı Dolphin birincilik ödülünü alırken, Derin Sarıyer'in tasarladığı Nas Small Table üçüncülük ödülüne, Aziz Sarıyer'in
Albiente Home Concept, müşterilerine farklı ve kaliteli hizmet verebilmek için ürünlerini dünyaca ünlü markalar arasından seçiyor. Ürün çeşitleri içinde duvar kağıdı, üç boyutlu duvar paneli, parke ve perde bulunuyor. Ürünleri müşterilerine hızlı ve sorunsuz bir şekilde teslim
Three ve Defne Koz'un Spessore isimli tasarımları mansiyon (honorable mention) ödülüne layık görüldü. IDA'da kazanan eserler, 2012 Uluslararası Tasarım Ödülleri’nin dünya çapında dağıtımı yapılacak olan International Design Awards Book of Designs'da yayınlandı.
etmeyi ilke edinen Albiente Home Concept, müşteri beklentilerini tam olarak karşılamak için tasarım sürecinden uygulama sürecine kadar her aşamada sektöründeki profosyonel ekipleriyle hizmet veriyor. www.albiente.com
HAZİRAN 2013 - XXI 66
FİRMA HABERLERİ
www.derindesign.com
SERANOVA SERAMİK ATLANTA FUARI'NDAYDI Seranova, bayilik sisteminden bayi konseptine, modern tasarım anlayışından yenilikçi ürün gruplarına kadar kurumsal olarak tümüyle yenilenen yapısıyla Atlanta'da düzenlenen Coverings 2013 (Seramik, Mermer, Doğal Taş ve Ahşap) Fuarı'na katıldı. Bu fuarla birlikte ABD ve
Kanada pazarlarında firmanın marka bilinirliğini ve pazar payını artırmayı hedeflediklerini belirten Seranova Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Hilmi Alper, ihracata yönelik büyüme stratejisi doğrultusunda üretimin %35'ini ihracata yönelik gerçekleştirirken bu oranı 2013 yılı itibariyle %50'ye çıkarmayı hedeflediklerine vurgu yaptı. www.serinova.com.tr
AUTODESK BIM SEMİNERİ ANKARA'DA
Autodesk’in yeni binaların planlama, tasarım ve yapım süreçlerinde kullanılan Yapı Bilgi Modellemesi (BIM) sisteminin uygulamasına yönelik gerçekleştirdiği seminer İstanbul'un ardından ikinci kez Ankara'da düzenleniyor. 'Şimdi Türkiye'de BIM Zamanı' başlığıyla gerçekleşecek seminer, katılımcılara ilk
elden deneyim paylaşımı ve bilgi alışverişi imkanı sunarken, hem mimari hem de mühendislik çalışmalarındaki verimliliğin ve sürdürülebilirliğin artırılmasını hedefliyor. Seminer, Autodesk Türkiye Müdürü Taylan Dedeoğlu ve Autodesk Satış Müdürü Sevda Koçak’ın katılımıyla 4 Haziran'da Ankara JW Marriott Otel’de gerçekleşiyor. www.autodesk.com.tr
uygulama - cephe - bursa HAZİRAN 2013 - XXI 68
Kentle Uyumlu Kalebodur’un tamamen projeye özel renk ve formlarda ürettiği seramik serilerinden Raınbow Plus, mimari tasarımı Piray Mimarlık'a ait Bursa Çarşamba Pazarı'nda kullanıldı. Kalebodur’un, mimarların yaratıcı fikirlerini gerçekleştirmelerine destek olmak amacıyla sürdürdüğü çalışmaların son örneği Bursa Çarşamba Pazarı projesi oldu. Bursa’nın en büyük semt pazarlarından biri olan Çarşamba Pazarı kompleksi, Kalebodur’un tamamen bu projeye özel ürettiği, petek görünümlü altıgen porselen seramik Rainbow Plus ile kaplandı ve projenin mimarlarına malzeme renkleriyle ortak bir dil oluşturma imkanı sunuldu. Modüler
karo sistem serisi Rainbow Plus’ın etkili çözümleriyle 8.000 m2'lik alan kaplanırken, renk geçişlerinin yarattığı ahenk, tasarımın çevreye uyumlu olmasını sağladı. Ürünün tercih edilme nedenlerinden biri de dona karşı dayanıklı olması. Yaklaşık 72 bin metrekarelik alanda, 400 araçlık kapalı otopark ve 250 pazarcının yer aldığı bir yapıyı kapsayan projenin mimarları Ufuk Toktaş ve Oğuzhan Telci şunları söyledi: “Yapının en keskin ana fikri Kalebodur ile birlikte çalıştığımız ‘rengarenk’ teması oldu. Pazar yerinin kabuğunun rengarenk olması fikri, kaplamasının ne olması gerektiği sorusunun cevabını bulmakla gerçekleştirilebilecekti.
Barselona’ya yaptığımız seyahatle, Santa Cruz hal binasının yeni tasarımına şahitlik etmemiz de bu tasarımı gerçekleştirmekte etkili oldu. Sonrasında ise hem düşey hem de yatayda dairesel formda devam eden çatı kabuğunun kaplamasının rengarenk olmasının yanı sıra projede ısı, ses ve su yalıtımına imkan veren altıgen (futbol topu yüzeyi) porselen seramik kullanılmasına karar verildi. Bu fikir, Kalebodur markasının sadece bu projeye özel, bizim yaratıcılığımızı destekleyen yeni bir yatırım yapmasıyla gerçekleşti. Tasarım sürecinde ilk olarak 28 renk tonu seçtik ve Kalebodur ile ilk numune çalışmalarını tamamladık. Sonrasında bu sayıyı düşürerek uygulamaya geçtik.”
uygulama - cephe - bursa 69 XXI - HAZİRAN 2013
HAZİRAN 2013 - XXI 70
REFERANS PROJE - bahçe ve peyzaj
ACO Josef-Severin Ahlmann’ın 1946’da temelini attığı ACO’nun uzun köklü geçmişi, 1780’de Kaptan Otto Friedrich Ahlmann’ın kurduğu başarılı demir çelik işletmesine dayanıyor. Kalitesinden ödün vermeden müşterilerine yenilikçi çözümler sunan ACO, uzmanlık alanı olan su yönetimi konusunda dünyada pazar lideri konumunda. ACO, altyapı projelerinde, çevre düzenlemelerinde, bina iç/dış su drenaj sistemlerinde atık suyun toplanmasında, ayrıca suyun yağ, petrol, gıda atıklarından ayrılması ve tekrar sisteme geri verilmesinde çözümler sunuyor. Ürünler konutlarda, alışveriş merkezlerinde, otoparklarda, otellerde, havaalanlarında, limanlarda, tünellerde, spor tesislerinde, benzin istasyonlarında, peyzaj çalışmalarında, kısacası yaşama dair her alanda kullanılıyor. ACO, yeni ürünü Hexaline ile pahalı drenaj sistemlerine alternatif olarak hem ekonomik hem de estetik bir çözüm sunuyor. Polietilen malzemeden üretilen yeni ACO Hexaline drenaj kanallarını ister bahçe ister havuz etrafına kullanıcılar tarafından da döşenebiliyor. Hexaline drenaj sisteminin bal peteği şeklindeki altıgen yapısı sayesinde kanal duvarları dinamik ve statik yüklere son derece mukavemet gösterirken, EN 1433 standardına göre A15 yük sınıfına dayanabilecek kapasiteye sahip. Ürünler geri dönüşümlü ve kolay kullanıma imkan sağlıyor. Kolay montaj için tasarlanan kanallar gerektiğinde testereyle kolayca kesilebiliyor. Kullanıcıların teknik problemlerini çözmeye yönelik dizayn edilen ürünler villa çevreleri, havuz kenarları, garaj girişleri ve bahçelerde uygulanıyor. www.acoturkiye.com • Amburan Beach, Bakü, 2013 • Cumhurbaşkanlığı Köşkü, İstanbul, 2013 • Erke Tasarım Akıllı Bina, İstanbul, 2013 • Haydar Aliyev Parkı, Bakü, 2013 • Maltepe Carrefour, İstanbul, 2013 • Ormanada, İstanbul, 2013 • Sahngri-La, İstanbul, 2013 • Selimiye Cami, Edirne, 2013 • IC Bomonti, İstanbul, 2012 • Petek Wyndam Otel, İstanbul, 2012 • Ukra City, İstanbul, 2012 • Zorlu Center, İstanbul, 2012
AGT
REFERANS PROJE - bahçe ve peyzaj
1984 yılında Antalya’da kurulan, 400.000 m2 üretim tesisi ve 800 çalışanı ile AGT, üretiminin %50’sini yurtiçi %50’sini yurtdışı pazarına sunuyor ve ürünlerini üretici firmalar, inşaat firmaları, mimar, iç mimar ve tasarımcılarla buluşturuyor. AGT, tüm endüstriyel firmalar için çözümler üretirken, tasarımlarıyla nasıl fark katabileceklerini düşünerek onlara kazanç sağlayacak yollar gösteriyor. Bu amaçla bünyesindeki Ar-Ge ekibi, endüstriyel tasarımcı ve mimarları, tasarım danışmanlığı hizmeti aldığı Türkiye’nin önde gelen tasarımcıları ile çalışmalarını hızla sürdürüyor. Bu anlamda yapılmış olan önemli çalışmalardan biri olan, tasarımcı Hakan Gürsu’nun AGT Deck ile tasarladığı AGT Bench, dünya çapında önemli bir yere sahip olan 2011-2012 A’Design Award & Competiton’da aldığı ödül ile dikkat çekiyor. AGT’nin kurşun içermeyen Deck ürünü %100 geri dönüştürülebilme özelliğiyle mimarlık dünyasında fark yaratıyor. 2012 yılı Avrupa Birliği Çevre Ödülleri finalisti olan Deck, açık ve kapalı yüzme havuzları, iskele üzerleri, güneşlenme terasları, balkonlar, soyunma odaları, oyun bahçeleri, plaj ve bahçe yürüme yolları, çardak ve pergola zeminleri ile tüm ıslak zeminlerde kullanılabiliyor. Sundeck, AGT’nin yaklaşık beş yıl süren TÜBİTAK destekli bir Ar-Ge projesinin sonucu olarak piyasaya sunuldu. Aynı zamanda cephe kaplama malzemesi olarak da kullanılabilen bir ürün gamına sahip olan Sundeck serisiyle pek çok alanda farklı uygulamalar yapılabiliyor.
HAZİRAN 2013 - XXI 72
www.agt.com.tr • Acarlar Fenerbahçe Villası, İstanbul • Acıbadem Maslak ve Ataşehir Hastaneleri, İstanbul • Akmerkez AVM Terası, İstanbul • Buyaka, İstanbul • Dumankaya Vizyon ve Gizlibahçe, İstanbul • Fenerbahçe Belvu Cafe, İstanbul • Helenium Twins, İstanbul • Holiday Inn İstanbul Airport Baltalimanı Oteli, İstanbul • Limak Otel, Antalya • Mercedes Mengerler, İstanbul • Milenyum Egel Konakları Kuşadası, Aydın • Palladium AVM Polonez Cafe, İstanbul • Suadiye Göl Evleri, İstanbul • T Mall Alışveriş Merkezi, Antalya • Terrace Fulya, İstanbul
t mall alışveriş merkezi
MODERN ELEKTRONİK 27 yıllık Bose tecrübesine sahip Modern Elektronik'in teknik ekibi, mimari projelerde kullanıcılarına en iyi hizmeti vermek için çalışıyor. Kaliteli sesin önem taşıdığı ticari, şahsi, iç ve dış mekan, küçük ve büyük çaplı tüm projelerde kullanılmak için uygun Bose ürünleri bulunuyor. Konsept kısıtlaması olmadan, ihtiyaç duyulan ses sistemlerini yeni tasarlanan projelerde ya da mevcut olan bir mekanda yapılacak yenileme işlemlerinde, keşif hizmetinden başlayarak kablolama sistemini oluşturmaya, ürün montajından devreye alınmasına kadar tüm aşamalarda Modern Elektronik'in uzman teknik ekibi kullanıcıların sorularını cevaplamak ve sistemleri sorunsuz bir şekilde kullanılabilir hale getirmek için çalışıyor.
HAZİRAN 2013 - XXI 74
REFERANS PROJE - BAHÇE VE PEYZAJ
www.modern.com.tr/bose • Faros Otel ve Restoranları, 2006-2013 • D-Otel Maris, Marmaris, 2012 • Emporio Armani Caffe, Istanbul, 2012 • LVZZ Hotel, Muğla, 2011 • Şans Restaurant, 2010 • Kırıntı Restaurant Bebek, İstanbul, 2007 • Angelblue Balık Restoranı, Istanbul, 2007 • Maçakızı Otel, Muğla, 2006 • Sabancı Üniversitesi, Istanbul, 2005 • Zanzibar, Istanbul, 2005
PALMİYE GÖLGE SİSTEMLERİ
aquarıum avm florya
www.palmiye.eu
ataköy marina
özel konut norveç
özel konut norveç
trump towers
HAZİRAN 2013 - XXI 76
REFERANS PROJE - BAHÇE VE PEYZAJ
1998 yılında yapı sektöründe faaliyet göstermeye başlayan Palmiye Gölge Sistemleri, ağırlıklı olarak İskandinavya, Avrupa ve Ortadoğu bölgelerinde faaliyet gösteriyor. Firma, sektörde kazandığı saygınlık ve güvenle 2002 yılında Norveç'te yapılan dünyanın en büyük tente projesi ihalesini alarak gölge sistemleri sektörüne Palmiye markasıyla giriş yaptı. Palmiye, uluslararası ağı ve dünya çapındaki organizasyonuyla birçok ülkede temsil ediliyor. 2004 yılında ilk motorlu pergolayı üreten firma, 2006 yılında dört mevsim kullanılabilir özelliğe sahip pergolayı üretti. Açık görüşlü ve yenilikçi Palmiye, hassas bir şekilde çalışarak dünyaca ünlü, başarılı mimarların ve tasarımcıların düşünce ve hislerini hayata geçirdikleri farklı ve eşsiz ürünler biçimlendiriyor. Palmiye bugün dünyanın dört bir tarafına satış yapan dünyanın en geniş pergola tasarım ve çözümlerine, aynı anda gölge sistemlerine sahip firma konumunda.
PROLUX Teknik ve dekoratif aydınlatma çözümleri sunan Prolux, aydınlatma sektöründeki 36 yıllık tecrübe ve birikimiyle tasarım ve üretim odaklı bir firma olarak çalışmayı sürdürüyor. Aydınlatma armatürü tasarımı ve üretiminin yanı sıra bünyesinde bulunan mimar ve aydınlatma tasarımcılarıyla aydınlatma projeleri hazırlıyor, mimarlığın dördüncü boyutu olan aydınlatmayı farklı bir bakış açısıyla ele alıyor. Geniş ürün yelpazesi ve ihtiyaca yönelik özel üretimleriyle iç ve dış mekan aydınlatmasında ürün kalitesini önceliği olarak belirleyen firma, proje bazında yaptığı çalışmalarda mimari tasarım süreciyle birlikte yürütülen, mimariyle bütünleşik aydınlatma çözümleri üretiyor.
HAZİRAN 2013 - XXI 78
REFERANS PROJE - BAHÇE VE PEYZAJ
www.prolux.com.tr • Acıbadem Hastanesi, İstanbul • Arçelik, Tüm Mağazalar • Beko, Tüm Mağazalar • Doğuş Oto, İstanbul • Emaar İnşaat, İstanbul • Gap, Tüm Mağazalar • Garanti Bankası, Tüm Şubeler • Kale, Tüm Mağazalar • Koton, Tüm Mağazalar • Lacoste, Tüm Mağazalar • Memorial Sağlık Grubu, İstanbul • Mövenpick Hotel, İzmir • Radisson Hotel, İzmir • The Savoy Hotel, Kıbrıs • Yeşil İnşaat, İstanbul
SCHÜCO Bir kış bahçesi birçok elementten oluşuyor ve sahip olunan kış bahçesinden tam anlamıyla memnun kalmak için bu elementlerin birbirine mükemmel biçimde uyması gerekiyor. Akıllı Schüco sistem çözümleri sayesinde kullanıcılar bu konuda hiç sorun yaşamıyor. Dizayn çeşitliliği ve montaj hızı bir arada sunulurken, Schüco sistemleri sayesinde yaratıcılığa ve tasarıma herhangi bir sınır koyulmuyor ve biçim, boyut konusunda tasarımcıya birçok alternatif sunuluyor.
HAZİRAN 2013 - XXI 80
REFERANS PROJE - BAHÇE VE PEYZAJ
Schüco’nun sistem uzmanlığı ve teknik profesyonelliğiyle geliştirilen kış bahçesi sistemlerinin konstrüksiyon kurulumunda cephede ve çatıda daha az sayıda yatay ve düşey profil kullanımı sayesinde daha geniş açıklıklarda daha şeffaf mekanlar yaratılabiliyor. İçten uygulanan yapısal bileşenlerle kırma çatılar elde edilebiliyor. Schüco sistemlerinde kış bahçeleri için 7-45 derece arasında değişebilen geniş bir çatı eğimi yelpazesi söz konusu.
almanya şahıs evi
almanya şahıs evi
Schüco sistemlerinde kullanılan yatay ve düşey profillerin birleştirilirken oluşturulan özel su tahliye prensibiyle yüksek düzeyde su yalıtımı ve kontrollü drenaj sağlanıyor. Saçak detaylarında kullanılan PVC-U profilleri sayesinde sistemin ısı yalıtım değeri iyileştirilmiştir ve bu profiller ile saçak noktalarında minimum izotermik akış sağlanabiliyor. Schüco kış bahçesi sistemleri sonsuz olanaklar sağlıyor. Bu da renk, mimari form ve talep edilen işlevsellik konularında kesinlikle en ideal seçeneğe ulaşma garantisi veriyor. En basit tek eğimli çatı şeklinden, şık, çokgen Pavilyon modellere kadar her türlü form uygulanabiliyor. Schüco uzmanlığı yalnızca aydınlık mekanlar yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda gölgeleme ve havalandırma gibi uzmanlık isteyen konularda kullanıcıya özel çözümler sunuyor.
kayseri şahıs evi
www.schueco.com.tr • Ankara Ramada Otel, Ankara • Ankara Sheraton Otel, Ankara • Base Club Spor Merkezi, Ankara • Beykoz Şahıs Evi, İstanbul • Kaya İnşaat, Ankara • Özcan Villası, Ankara • Şahıs evi, Almanya • Ter Elektronik, Ankara beykoz şahıs evi
ankara ramada otel
TEPTA AYDINLATMA
HAZİRAN 2013 - XXI 82
REFERANS PROJE - BAHÇE VE PEYZAJ
Tepta Aydınlatma 1991’den beri mimar, elektrik mühendisi ve nihai kullanıcılara ışık hizmeti sunuyor. Bu hizmet aydınlatma projelendirilmesiyle başlıyor, ürün seçimi, proje gerçekleşmesinin denetimi ve aydınlatma ürünlerinin bakımı olarak devam ediyor. Tepta, estetik başarının çok önemli olduğu projelerde daha da çok öne çıkıyor. Tepta’nın aydınlatma ürünlerinin alanı, sergilenen küçük bir mücevherin aydınlatılmasından büyük sergi alanı olan bir mağazanın aydınlatılmasına, tüm bir konutun arzulanan estetik kavram vurgulanarak aydınlatılması, ofis, bina dış cephesi ve oldukça sübjektif bir aydınlatma olan ve demo ile isteğe uygunluğu gerçekleştirilen bahçe aydınlatması gibi çeşitli iç ve dış mekan aydınlatmalarını kapsıyor. İşte böylesine geniş bir ürün ve hizmet yelpazesini Tepta, alanında önde gelen 30’dan fazla Avrupa menşeli aydınlatma ürünleri üreten şirketin Türkiye temsilcisi olarak gerçekleştiriyor. 30.000’den fazla ürün çeşidine sahip olan şirketin 1. Levent’teki dört katlı showroomunda bu yelpazenin çarpıcı örnekleri sergileniyor. 30 kişilik kadrosu ve 22 yıllık deneyimi ile Tepta Aydınlatma, ithal ürünlerin yanı sıra mimar-elektrik mühendisi-kullanıcı üçgeninin istekleri doğrultusunda teknik, estetik ve ekonominin birleştikleri en uygun noktada özel üretim de yapıyor. www.tepta.com
datça cumhuriyet meydanı
sheraton ataköy
mıdpoınt etiler
mugam evi bakü
lokma restaurant rumelihisarı
• III. Ahmet Çeşmesi, İstanbul • Albaraka Türk Genel Müdürlük, İstanbul • Datça Cumhuriyet Meydanı, Muğla • Dolmabahçe Sarayı Saltanat Kapısı, İstanbul • İKSV, İstanbul • İtalyan Konsolosluğu, İstanbul • Kanyon, İstanbul • Lokma Restaurant Rumelihisarı, İstanbul • Mardan Palace, Antalya • Midpoint Etiler, İstanbul • Mugam Evi, Bakü/Azerbaycan • Sheraton Ataköy, İstanbul • Sun Plaza Maslak, İstanbul • Torium AVM, İstanbul • Trablus Uluslararası Kongre Merkezi, Ticon/Libya
dolmabahçe sarayı saltanat kapısı
HAZİRAN 2013 ajandası 1 - 30 Haziran
Londra Mimarlık Festivali
Kent genelinde ve yıllık olarak düzenlenecek festivalde
Londra, İngiltere
www.londonfestivalofarchitecture.org
Özyeğin Üniversitesi, Reşat Aytaç Oditoryumu, Çekmeköy, İstanbul
www.ozyegin.edu.tr
MoMA, New York
www.moma.org
Koleksiyon Merkez, Kavaklıdere, Ankara
www.tsmd.org.tr
Sabancı Üniversitesi ve Salt Galata, İstanbul
www.istype.com
TMMOB Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi, İstanbul
www.mimarist.org
MSGSÜ, Fındıklı, İstanbul
ecoweekistanbul.org
İTÜ Taşkışla, İstanbul
www.xatelier.com
Koç Üniversitesi
designlab@ku.edu.tr
İTÜ Taşkışla, İstanbul
sayisaltasarim@itu.edu.tr
Londra'nın yapılı çevresini deneyimlemek amaçlanıyor.
5 Haziran
Eğitim Mimarisine Çevreci Yaklaşımlar Paneli
Özyeğin Üniversitesi paneli, elde ettiği çevreye duyarlı eğitim yerleşkesi deneyimlerini diğer eğitim kurumlarıyla paylaşmak ve eğitim yerleşkesine yatırım yapmayı planlayan eğitimcilere yol göstermek için düzenliyor.
9 Haziran - 23 Eylül
12 Haziran 8 Temmuz
13 - 16 Haziran
Le Corbusier: An Atlas of Modern Landscapes
Sergi, Le Corbusier'nin mimar, iç mimar, sanatçı, şehir plancısı,
Koleksiyon/TSMD Mimarları Ağırlıyor: Yazgan Tasarım Mimarlık
TSMD ve Koleksiyon Mobilya işbirliğiyle gerçekleşen etkinlik
ISType 2013
Türkiye'de tipografik literatürü geliştirmeye yönelik bir etkinlik
yazar ve fotoğrafçı olarak tüm işlerini kapsıyor.
dizisinin 24.'sü Yazgan Tasarım Mimarlık/Begüm Yazgan, Kerem Yazgan Bürosü mimari proje sergisiyle devam ediyor.
olan ISType üçüncü kez düzenleniyor.
15 Haziran (son başvuru)
Kent Düşleri Atölyesi VIII: Kamusal Alanlar
1 - 31 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek atölyeler, mimarlık öğrencilerinin kent ve kamusal alan kavramı üzerinde düşünmelerini teşvik etmeyi amaçlıyor.
17 - 21 Haziran
2013 Ecoweek İstanbul
MSGSÜ Mimarlık Fakültesi ve Ecoweek işbirliğiyle gerçekleşen etkinlik, çevresel meselelere farkındalığı artırmayı hedefliyor.
17 - 28 Haziran
X|Prothesis Yaz Atölyesi
Öğrenciler, mimarlar, sanatçılar ve yeni tasarım teknikleriyle yeni yapım teknolojilerine ilgi duyanlar için X|A tarafından bir yaz atölyesi düzenleniyor.
17 Haziran - 13 Eylül
Tasarımcılar için Jestlere Dayalı Etkileşim Eğitimi
Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü bünyesinde faaliyet gösteren Design Lab tarafından düzenlenen eğitim programı üç dönem sürüyor.
HAZİRAN 2013 - XXI 84
ajanda
27-28 Haziran
VII. Mimarlıkta Sayısal Tasarım Ulusal Sempozyumu
İstanbul Teknik Üniversitesi Bilişim Anabilim Dalı Mimari Tasarımda Bilişim Lisansüstü Programı tarafından yedincisi düzenlenen sempozyum sayısal tasarım, entropi, yaratıcılık temalarına odaklanıyor.
30 Haziran (son başvuru)
1 Temmuz - 20 Eylül
Autodesk DesignNext 2013 Ulusal Öğrenci Tasarım Yarışması
Yarışma, mimarlık, makine ve endüstriyel tasarım öğrencilerinin
Domus Academy 2013 Yaz Programları
Domus Academy'nin üniversite son sınıf öğrencileri ve genç
www.designnext.org
Autodesk çözümlerini kullanarak dijital tasarım yetkinliklerini geliştirmelerini ve özgün tasarımlar üretmelerini amaçlıyor.
Milano, İtalya
art.wayout.com.tr/domus-academy2013-yaz-programlari
İstanbul Modern, İstanbul
www.thinkingtheedge.com
profesyonellerin katılabileceği yaz okullarında spesifik konulara yönelik eğitimler veriliyor.
2 - 9 Temmuz
Thinking the Edge
Konusu “Su ve Kültür” olan etkinlik atölyeler, dersler, sergiler ve yarışmalardan oluşuyor.