te, yeni bir ülke
ni bir üniversi ni bir Kültür, ye
Ye
için...
ayı: 7 • Nisan 2014
• 3 TL
syonu Yayınıdır S
Fikir Kulüpleri Federa
AKP Nasıl Gider?
s.4
Hazirandan Seçimlere Notlar
s.6
Bir Takvim Yaprağından Fazlası: 1 Mayıs
s.10
Genç Gazeteciler Gazeteciliği Tartışıyor Yuvarlak Masa’da bu ay Genç Gazeteciler buluştu. Gazeteciliğin bugününü s.29 ve yarınını tartıştı.
Bir adım geri çekilmek yok!
Mücadeleye
devam!
Edebiyat Ödülleri Ne Yana Düşer?
Akın Art, unutulan/unutturulan bir tartışmayı yeniden açıyor: Meydana Gel s.35 Bakalım
Alperen Bal, tarihe mal olmuş s.12 bir okulu, Bauhaus’u yazdı.
Lars von Trier’e İki Farklı Bakış Trier, Pan’a ağıt yakan bir ozan mı yoksa umutsuzluk makinisti mi?
İnsan doğas ı bencil midir? s. 38 Umut Can Yıldız yazdı.
s.22
Ayrıntılı bilgi ve başvuru için:
http://biyogen.metu.edu.tr/8akek/
Bu sayıda...
Seçimden Sonra Mayıs’tan Önce
AKP Nasıl Gider? Erçin Fırat Hazirandan Seçimlere Notlar Erkin Bulut Bir Takvim Yaprağından Fazlası: 1 Mayıs Ercan Bölükbaşı
10
Kendisi Tarih Olmuş Bir Okul, Tarihe Mal Olmuş Bir Düşünce: Bauhaus Alperen Bal
Modern Zamanların Üvey Evladı: Brasilia
15
Melih Fırat Ayaz
Sorduk Soruşturduk:“Kurt Seyit ve Şura” Dizisinin Sonu Nasıl Olur? Derleme: Uğur Gözcü
19
Sokağın Melodisi Onur Avcı - Mustafa Öcalan
Lars von Trier Sineması: Pan’a Veda
T. Seçkin Serpil Kalpsiz Dünyanın Umutsuzluk Makinisti Trier’in Eleştirisi Onur Avcı
Meydana Gel Bakalım Akın Art
26 35
Genç Gazeteciler Gazeteciliği Tartışıyor Yuvarlak Masa
İnsan Doğası Saldırgan ve Bencil Midir? Umut Can Yıldız
12 18 22
29 38
Yeni bir Kültür, yeni bir üniversite, yeni bir ülke için...
Aylık Öğrenci Dergisi • Nisan 2014 • Sayı 7 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin • Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art • Yayın Kurulu: Akın Art, Alperen Bal, Merve Umutlu, Mustafa Öcalan • Tasarım: Ali Erkan Tenbel, Özgün Sağlam, Yiğit Berker Evrim Adam İllüstrasyonu: Cem Eren Güven • Tashih: Uğur Gözcü • Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 • Baskı: İhlas Gazetecilik A.Ş Entegre Baskı Tesisleri, Merkez mah. 29 Ekim Cd. İhlas Plaza No: 11 A41 34197 Yenibosna / İSTANBUL Tel: 0212 454 32 90 - Gsm: 0549 870 52 90
www.fkf.org.tr • fkf@fkf.org.tr YeniYazilarDergi
30 Mart seçimleri geride kaldı. Yerel miydi “geneell geneeelll” miydi? Kim kazandı kim kaybetti? Çok tartışıldı. Süren itirazlar, belli yerelliklerde iptal edilen seçimler; dolayısıyla aslında hala tam olarak “sonuçlanmamış” olan yerel seçimlerin gençlik açısından sonucunun oldukça net olduğunu düşünüyoruz: Bir adım geri çekilmek yok, mücadeleye devam! Gençliğin seçim sonucu bu ay dergimizin siyasi gündemini oluşturuyor. AKP’nin seçim stratejisi, sokakta kaybettiği meşruiyeti sandıkta kazanmaktı. Haziran İsyanı, Berkin Elvan cenazesi ve daha nicesi AKP’yi toplumsal muhalefet karşısında çaresiz bıraktı. AKP, her zaman olduğu gibi, bu sefer de çare olarak sandığı gösterdi. Ancak seçimin en büyük etkisi, kendisinin ve sandığa sıkışan muhalefetin meşruiyetini kökünden sarsmasıdır. AKP için sonuçların en azından olumsuz sayılamayacağını söylemek mümkün. Lakin başka birçok açıdan AKP geçtiğimiz yılın kaybedeni olmaya devam etmiştir. AKP’nin seçim stratejisi ve gençliğin önümüzdeki dönem hedefleri dergimizin siyasi yazılarında ayrıntılarıyla tartışılıyor. Ancak bir konuyu vurgulamadan geçmeyelim: AKP sandıkta aldığı oya rağmen hala toplumsal direnişin karşısında çaresizdir. Bu ülkenin başbakanı hala üniversitelerimize ayak basamıyor. Seçimlere ve Türkiye siyasetine biraz da buradan bakılmalı diye düşünüyoruz. **** Yoğun siyasi gündeme rağmen sanatı ve bilimi de sayfalarımızdan eksik etmiyoruz. Geçtiğimiz aylarda son filmi Nymphomaniac ile yeniden gündeme gelen sansasyonel yönetmen Lars von Trier bu ay sayfalarımızda iki farklı bakış açısıyla yer alıyor. Yuvarlak Masa’da ise geçtiğimiz Ocak ayında gerçekleştirdiğimiz “Genç Gazeteciler Gazeteciliği Tartışıyor” oturumunu katılımcıların güncel görüşlerini ekleyerek sizlerle paylaşıyoruz. Geçtiğimiz sayıda seçim gündemi dolayısıyla bu sayıya devrettiğimiz Yuvarlak Masa’mızı yine ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Tarihe mal olmuş bir okul olan Bauhaus’tan, edebiyat ödüllerinin niteliğine dair tartışmaları içeren pek çok konu bu sayımızda yer alıyor. Bilim sayfalarımızda ise Evrim Adam köşemiz ile birlikte “İnsan Doğası Bencil midir?” sorusunun cevabını arıyoruz. Mayıs ayında; önce alanlarda, ardından yeni sayımızda görüşmek üzere…!
@Yeni_Yazilar
Yeni Yazılar Yayın Kurulu
4
Gündem
AKP Nasıl gider? Erçin Fırat
AKP’nin karşısında her alanda barikat kurmaya devam edecek ama kurduğumuz barikatlardan sadece bir tanesine değil; hepsine güveneceğiz. Haziran’da tek bir noktaya barikat kurmadık ülkenin her yerinde barikatlar kurulmuş arkasına yüzbinler, milyonlar yığılmıştı.
İstanbul Üniversitesi
U
zun süredir hepimiz bunu tartışıyor, bunu düşünüyor, kendimizce buna yanıtlar vermeye çalışıyoruz. Bazılarımız cevabı “tatava yapma bas geç” diye veriyor. Bazılarımız sokağa çağırıyor. Sokağa çağıranlarla sokağa çağırmayanlar tartışıyor. Tartışmanın sebebi yine AKP nasıl gider sorusuna verilen cevaplar. ‘’Sokağa çıkanlar AKP’nin ekmeğine yağ sürer’’ diyenler, ‘’Çıkmayarak AKP’ye kazandırıyoruz’’ diyenler… Başa dönelim, soru; AKP nasıl gider? Ortaklaştığımız düzlem de AKP’yi götürmek. AKP’yi derken; mahvettiği eğitim sistemini, kadın düşmanı uygulamalarını, ülkemizde tek referansın din haline getirilme çabasını, özgürlüğe dair ne varsa hepsinin karşısında konumlanan diktatörlüğünü ve daha sayılabilecek onlarcasını... Derdimiz, tasamız, mücadelemiz buna odaklandı. Sokaktaki küfür, sosyal medyanın gündemi, kahve sohbetleri, üniversite kantinleri, futbol tribünleri buna odaklandı. Önce bu odaklanmayı güçlendirmek gerek. Güçlendirmenin yolu sadece günlük, hızlı, çabuk çıkışlar tarif etmek değil; gerçek stratejilerde ortaklaşmaktan geçiyor. Gerçek strateji, bu tek soruya odaklanmış halkı örgütlemektir. Neye mi örgütleyeceğiz? Bu sorunun cevabı artık çok çetrefilli değil. Açık ki Haziran halkı neye örgütlediyse biz de ona örgütleyecek, örgütleneceğiz.
AKP’nin karşısında her alanda barikat kurmaya devam edecek ama kurduğumuz barikatlardan sadece bir tanesine değil; hepsine güveneceğiz. Haziran’da tek bir noktaya barikat kurmadık ülkenin her yerinde barikatlar kurulmuş arkasına yüzbinler, milyonlar yığılmıştı. Yapacağımız budur. Barikatın nasıl kurulacağı da açık, AKP karşısında duran herkes kurulmaya başlanan barikatların arkasına gelip dikildi. Herkes yanındakine güvendi. Bugün yapılacak olan, her alanda bu barikatı güçlendirmektir. Seçim halk açısından bir barikattı, yıkıldı. O halde herkes oturup bu barikatın neden yıkıldığını düşünmeli. Elverişsiz koşullarda, bir anlamda karşı takımın sahasında, hileci hakemlerle hazırlanmış bir oyunda barikat kurmaya zorlandık. İnananlarımız oldu, baştan umut bağlamayanlar da. Şimdi her şeyi bir kenara bırakıp, bizim “mahallenin” barikatlarına odaklanmak lazım.
seliyor. Yoksullar, işçiler, emekçiler; AKP’nin yalanlarını bozuyor. 1 Mayıs, bu barikatın yükseleceği, her koldan bu barikata güç taşınacak, bu barikatın arkasına durulacak gün olacak.
Bizim mahallenin barikatları açık. Üniversitede kuruldu, yaklaşık bir yıldır hiçbir AKP’li bakan, milletvekili üniversitelere giremiyor. Bu barikat daha da güçlenecek, üniversiteleri biz yöneteceğiz.
Fazlası; öğrencilerin üniversitelerde yükselttikleri ve başarıya ulaşan bu direnişin, Haziran’la birlikte toplumun tüm kesimlerine yayılması ve öğrencilerin neredeyse tamamında rol oynamasıdır. Bu rol, dayanışmayı süreklileştirmek için de sürdürüldü ve etkili oldu.
Basında bir barikat kuruluyor. Gerçekleri göstermekten vazgeçmeyen muhalif medya ayakta. RTÜK yasak koyuyor, ertesi gün gerçekler manşetlerden inmiyor. Bu barikat kuvvetlendirilmeli. Kendi kanallarımız güçlenmeli. Sınıf, barikatını kuruyor. İşçi direnişleri yük-
Halk, barikatını kuruyor. Mahallelerde, parklarda toplantılar bitmiyor. Her yerde en geniş cepheleri yaratmanın uğraşı sürüyor. AKP'yi Götürmek İçin Gençlik Ne Yapacak? Üniversitelerin, en genel anlamda Türkiye mücadele tarihinde ve bugünündeki rolüne dair çokça şey yazdık, söyledik. Halka umut olmak, güç vermek, harekete geçirmek, herkes geri çekilmişken dahi mücadeleyi yükseltmek en başa yazılabilir. Bunun en yakın örnekleri tabii ki Haziran direnişinin ilk kıvılcımı sayılabilecek ODTÜ’de başlayıp tüm üniversitelere yayılan öğrenci direnişiydi. Ama bugün için fazlası var.
Gençliğin mücadeledeki etkisinden bahsederken aklıma yakın dönemden birkaç örnek geliyor. Bir tanesi, yeni yıla Vanlı depremzedelerle birlikte girdikten sonra İstanbul’a döndüğümüzde Vanlı bir abiden aldığım telefon; “Burada
5
Güdem artık herkes Fekefeli, siz olmasanız direniş bitme noktasına gelmişti. Hepimiz tekrar inandık, moral bulduk. Küçük çocuklar bile Fekefeli oldu. “diyordu. ‘‘Orada, birlikte eylem yaparken de, çadırda sohbet ederken de duyduğumuz buydu. Buraya gelen yardımlardan çok sizin gelişiniz bize moral verdi, güç verdi…’’ Ankara Kurtuluş parkındaki nöbette ziyaret ettiğimiz yatağan işçileri; gençlik yanımızdayken bizim direniş bitmez diyordu. Bir de FKF’ye üye olmak isteyen bir işçi abimiz. ‘‘Ama üyelik öyle formalite olmasın’’ diyordu. ‘‘Ben öyle her yere gelip gidemem Muğla şubesine kaydolacam, Nacilerin oraya.” Naci kadrolu Yatağan işçisi diyorlardı, Muğla üniversitesinden arkadaşımız için… Gençliğin topluma etkisini, mücadele edenler üzerindeki etkisini, mücadeleye güç vermekteki büyük etkisini yazıp geçmek yerine bu örnekleri aktarmanın nedeni yaşadığımda, duyduğumda bana güç ve görev veriyor olmasındadır. Tekrar tekrar bu basit doğruyu onaylıyor, kol kola girdiğimizdeki gücü hissettiriyor olmasındandır. Gençlik mücadelesinin önemini tekrar tekrar kavratıyor ve üniversitelerde büyüyen mücadelenin diktatörlüğün yıkılmasında, yeni bir ülkenin kurulmasında ne kadar önemli bir role sahip olduğunu gösterip; sorumluluğumuzu, görevlerimizi arttırıyor… Geçmişten farklı olarak üniversitelilerin bir
başka önemli durumu ise bugün iş gücüne sundukları katkı ve toplumun daha fazla katmanıyla geçişken olmalarıdır. Bir dönem, yarı aydın konumuyla topluma seslenen yön gösteren üniversiteliler bu özelliklerini büyük oranda korumakla birlikte büyük bir çoğunluğuyla; dışarıdan değil, doğrudan onun içinde mücadele veriyorlar. Hizmet işçilerinin içerisinde çok büyük bir öğrenci ağırlığı olması buna örnek gösterilebilir. Ağırlık, hizmet işçiliğinde olmakla birlikte diğer iş kollarında da çalışan öğrenci sayısı geçmişe oranla çok fazla. Çalışma yaşamı dışında, toplumsal muhalafetin en göz önünde olan alanlarında da üniversite ağırlığı oldukça fazla. Tribünlerden, kentsel dönüşüme karşı direnişe kadar her noktada üniversiteliler mücadelenin merkezinde durabiliyor. Gazetelerde çalışan, haber gönderen üniversiteli sayısı ve ağırlığı da artmış durumda. Özellikle sosyal medya ve haber ağlarının yaratılabildiği çeşitli portallar, internet haberciliği “bizim” diyebiliriz. Bizim olan bu alanda üniversitelilerin sadece gelecekteki rolünü değil, bugünkü rolünü de önemsememiz gerektiğini gösteriyor. Bu cepheleri, barikatları güçlendirmek her gün biraz daha büyütmek temel stratejimizdir. Bizleri oyalamaktan, kandırmaktan başka çözümü olmayanlar ‘‘tatava yapmasın’’ barikatlara gelsin. Bizim barikatlar belli. Üniversitelerin bunlara hangi alanlarda müdahale ettiği ve edebileceği
mücadelesiyle buluşacaktır. Her 1 Mayıs’ta 1 Mayıs değil 2 Mayıs gününe devrettikleri önemlidir bizim için denir. 2 Mayıs’a gerçek anlamda önemli bir şey devredecek bu 1 Mayıs bizim için. Hemen yola çıkacağız ve Türkiye’nin her yerinden Hatay’a, sınıra yürüyeceğiz. 6 Mayıs günü Türkiye’nin her yanından üniversiteliler Hatay’da buluşacak. Haziran bu kez bağımsızlık mücadelesiyle buluşacak, savaşa karşı Önümüzde 1 Mayıs var. En güçlü gençlik kalkan olacak. 6 Mayıs’ta üç fidan Deniz, kortejleriyle 1 Mayıs’a çıkıyoruz. Kulüp, Yusuf, Hüseyin, topluluk pankartları. Taraftar gruplarının üni- Hatay’ın üç fidanı versite temsilcilikleri. Birçok siyasi partinin Abdocan, Ahmet, gençlik kollarına çağrı yapıyoruz; Gelin hep Ali İsmail şahbirlikte en geniş gençlik kortejleriyle topluma sında Haziran’da gençliğin nasıl bir güçle ayakta olduğunu kaybettiğimiz gösterelim. Hep birlikte büyük gençlik fidanlarla buluşakortejlerini kuralım diyoruz. Şimdiden olumlu cak. FKF’liler 1-6 yanıtlar alıyoruz. 1 Mayıs sloganımız “ÖzMayıs yürüyüşü gürlük emek ister”… Hem özgürlüğü kasırasında geçtikzanmanın emek isteyeceğini biliyoruz hem leri tüm kentlerde de emek mücadelesi olmadan özgürlüğün etkinlikler yapagelmeyeceğini, bu 1 Mayıs’ı bunun için de cak, nasıl kirli bir çok önemsiyoruz. Haziran’da büyüyen ve savaşa sürüklenaylardır süren özgürlük mücadelesi, emek
Eşitlik, Özgürlük, Bağımsızlık için; Yürüyelim!
de... O halde sabırla yükseltelim yapıyı; Yapıcılar türkü söylüyor Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor ama. Bu iş biraz zor. Yapıcıların yüreği bayram yeri gibi cıvıl cıvıl ama yapı yeri bayram yeri değil. yapı yeri toz toprak. Çamur, kar. Yapı yerinde ayağın burkulur ellerin kanar. Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli her zaman sıcak, ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak ne herkes kahraman ne dostlar vefalı her zaman. Türkü söyler gibi yapılmıyor yapı bu iş biraz zor, zor ama yapı yükseliyor, yükseliyor. Saksılar konuldu pencerelere alt katlarında. İlk balkonlara güneş taşıyor kuşlar kanatlarında. Bir yürek çarpıntısı var her putrelinde her tuğlasında her kerpicinde. Yükseliyor, yükseliyor yapı Kan-ter içinde. diğimiz her yerde anlatılacak. Büyük özgürlük direnişi olan Haziran’ın emek ve bağımsızlık mücadelesiyle birleştiğinde karşısında durulamayacağını biliyoruz. 1-6 Mayıs haftasında yapacaklarımız bunun kıvılcımı olsun diye yollara çıkıyoruz. Yollara çıktığımız bugünler ise FKF’nin birinci yılını tamamladığı günler olacak. FKF’miz bir yılı mücadeleyle tamamlayacak. Yeni bir ülke için yola çıkan kuşağımızla mücadele dolu yıllara.
6
Gündem
Hazirandan Seçimlere Notlar Kendisini radikal bir biçimde “milli irade” ile tanımlayan bir iktidarın elinden sandık kozunun alınması çok önemlidir, doğru. Ancak bu yine tekrar edeyim: Rejim karşıtı bir siyasal mücadele ile mümkündür. Amerikan tipi bir siyasi reklamcılık örneğiyle ve ara ara bizim tarafa dönük yapılan sakin olun edebiyatıyla olmaz. Hiçbir rejim sakin sakin devrilmemiştir. Sandığa yapılan bu vurgu sandığa dahi yansımayan bir sonuç ortaya çıkarmıştır.
Erkin Bulut Ankara Üniversitesi
Haziran'ın Avantajı ve Tıkanma Değerlendirmelere başlamadan önce bazı köşeleri belirlemekte yarar var. Ben siyaseti en üst soyutlama düzeyinde "temsiliyet sorunu" olarak tanımlıyorum. Burada temsiliyeti kitlelere doğrudan önderliğin dışında yine bununla ilişkili olduğu ölçüde anlamlı olan fakat kendi özgül ağırlığından da bahsedilebilecek kavramlara ya da olgulara ilişkin temsiliyet olarak da algılamak gerekiyor. Yine ortaklaşılması gereken bir diğer mesele; siyaset yalnızca hedeflenen kitleye yönelik yapılmaz. Siyaset aynı zamanda düşman görülenin kitlesel konsolidasyonunu bozmak için yapılır. Daha açık bir şekilde yazarsak: Siyasal mücadele hem kendi mevzilerini genişletmeyi ve güçlendirmeyi hem de karşı tarafın mevzilerini geriletmeyi ve dağıtmayı amaçlamalıdır. Bu siyaset yapılan zeminin bütününe ilişkin bir iddiayı gerektirir. Bu iddia karşı tarafa doğrudan seslenerek değil Karşı tarafın gerilemesi, iç konsolidasyonunun zayıflamasının haziran direnişi kitlesinin örgütlü ve mücadelede aktif kılınması dolayımıyla olacağını bilerek gerçekleşir. Haziran Direnişi bu iki başlıkta da çok başarılı olmuştur. Direniş, milyonlarca insanın doğrudan temsiliyetini almanın dışında özgürlük kavramını liberal goygoyculuğun alanından çekip almıştır. Direniş,
uzun yıllardır "elit, devletli ve yasakçı" laiklik argümanını laikliği halklaştırarak ezmiştir. AKP'nin yıllardır anlattığı, zulme karşı isyan edenlerin, yoksulların, "ötekileştirilenlerin", ezilenlerin vs... aslında en genel anlamıyla büyük harfle Halk'ın Erdoğan'ın ya da AKP'nin küçük harfle halkı olmadığını göstermiştir. "Küçük harfle halk" kavramının seçilmesinden AKP'ye oy veren geniş toplamı aşağılamak değil, seçimlerde temsilcilerini belirlemek haricinde siyasal bir kategoriye dönüşememesini anlamak gerekiyor. Halk direnişle beraber siyasete aktığı ölçüde sağ popülizmden özgürleşmiştir. Haziran Direnişi'nin bir diğer başarısı ise önderlik ve örgütsüzlük sorununun yarat-
Xisor Tasarım Grubu
tığı tüm olumsuzluklara rağmen isyan eden toplumsal kesimlerle birlikte halk temsiliyetini kazanmış olmasıdır. Asla kendi alanına sıkışmamış, karşı tarafın siyasi temsilcilerinin kullanabileceği hiç açık vermemiş ve tüm liberal basınca ve medyanın bilinçli/bilinçsiz daraltma çabalarına rağmen "Ben Türkiye'yim" diyebileceği olanakları boş geçmemiş, değerlendirmiştir. Özellikle saydığım bu iki başlık bence Haziran'ın en büyük avantajlarını oluşturuyor. Burayı biraz açmak gerekiyor. Haziran
olayları, belki de en fazla gündelik yaşamın günden güne daha fazla dini kurallara göre belirlenmesi gerçeğine karşı toplumda biriken tepkinin ürünüdür. Erdoğan bunu görmüş ve kendi tabanını konsolide edecek bazı provokasyonlar denemiştir. Eylemler sırasında İstanbul'da türbanlı bir kadının dövüldüğü ve insanlık dışı bazı durumlara maruz kaldığı iddia edilmiştir. Ancak eylemler süresince böyle bir olay devletin resmi verilerine göre dahi yaşanmamıştır. "Camide içki içtiler" yalanı, bazı fotoğraflar eliyle yandaş medyaya servis edilmiştir. Eylemciler buna "İnançlara saygılıyız" diyerek yanıt vermiş, provokasyonu boşa çıkarmışlardır. İstanbul'da "Karakola saldırıldı" denmemesi için eylemcilerin karakol önünde kurdukları insan zinciri de bu örnekler arasında sayılabilir. Ortaya çıkan denemeleri beğenirsiniz beğenmezsiniz ancak Haziran olayları, AKP tabanını paralize ettiği ölçüde Erdoğan'ı çok terletmiştir.
7
Gündem Bütün bu başarılarına rağmen Haziran, önderlik ve örgütsüzlük sorununun doğal sonucu olduğunu düşündüğüm bir daralmaya gitmiştir. Haziran, bir post modern kimliğe dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı ölçüde daralmış ve sarsıcı etkisini görece yitirmiştir. Bahsedilen daralma insan sayısı bağlamında değil, yukarıda açmaya çalıştığım kavramlar ve politik avantajlar eksenindedir. Yani Haziran son dönemde "Ben halkım, ben Türkiye'yim" demeyi eksik bırakmış, seçimlerin belirlediği atmosfere doğru gidildikçe sürekli "biz" demeye ve kendi içine seslenmeye başlamıştır. Yine yukarıda önemli gördüğümü söylediğim avantajlar bu durumla beraber ortadan kalkmaya başlamıştır. Bir Fransız komünistinin Nazilerin verdiği infaz kararı sonucu kurşuna dizilmek üzereyken söylediği anlatılan sözler beni çok etkilemişti. Emri uygulayan genç Alman askerlerinin gözlerine bakarak "Sizin için de ölüyorum aptallar!" diye bağırdığı söylenir. Onlar için de mücadele ettiğini onların elinden ölürken bile haykıran bir mücadelecilik... İlerici mücadelenin tarihsel gücünün burada olduğunu düşünüyorum. Gericilik, uğruna mücadele ettiğimiz insanları karşımıza çıkarabilmektedir. Bu ikilemi aşmak, mücadelenin meşruiyetiyle ve gücüyle mümkündür. Seçim sonrası artık bir klasik olarak açılan "karşı tarafı anlamak gerek" tezini ise ciddiye almamak gerekiyor. AKP tabanını halk olarak görüp halka inilemediğini iddia eden anlayış, Haziran
Direnişini hafife almaktadır. Türkiye'de sol düşüncenin halkla barışık olmadığı iddiası, sol düşüncenin sağ ile barışık olması gerektiğini savunmakta ve bunu propaganda etmektedir. Bu tartışma bir yanıyla samimi bir saflığı, diğer yanıyla AKP'nin "muhalefeti yeniden dizayn etme" hamlesini içermektedir. Bu değerlendirmeler tümüyle reddedilmelidir. Bugünün ihtiyacı sandık aritmetiğinin diğer yanından nasıl insan devşiririz sorusuna verilecek yanıtlarda aranmamalıdır. Yeni bir ülke mücadelesini zafere ulaştırmak için ihtiyacımız, Türkiye'nin bütününe müdahale eden bir siyaseti güçlendirmektir. Seçim Öncesi ve Sonuçlar Seçimlere gidilirken memleketin başından geçen en önemli olay herhalde herkesin hak vereceği şekilde 17 Aralık operasyonudur. 17 Aralık operasyonu ve uzun bir süre n ve boyunca yayımlaTayyip Erdoğa beri nan ses kayıtları an AKP Haziran’d içimde Türkiye'nin AKP bir b eliyle nasıl toplumu köklü kendi soyulduğunu, ayrıştırarak etme memleketin nini konsolide r. e m ç e s gerçekten bir rmüştü çabasını sürdü lar mafya eliyle yönetiliyor “Tüm düşman olitikası oluşunu ortaya oğan’a karşı” p lesine rd E koydu, tekrar böy tutmuş ve AKP oylarını etmeye gerek en yok. büyük bir krizd r.
yarak çıkmıştı
koru Bu boyutlardaki bir yolsuzluk, hükümetin düşmesiyle - düşürülmesiyle sonuçlanmalıydı. Türkiye dan biridir. Ancak AKP çok siyasi tarihinde yolsuzluğun özel sarsılmasına, korkmasına rağmen bir anlamı da vardır ve yolsuzdüşmemiştir. luk gerçekten halkın ciddi tepki verdiği önde gelen başlıklar- Tayyip Erdoğan ve AKP Haziran'dan beri toplumu köklü bir biçimde ayrıştırarak kendi seçmenini konsolide etme çabasını sürdürmüştür. "Tüm düşmanlar Erdoğan'a karşı" politikası tutmuş ve AKP böylesine
büyük bir krizden oylarını koruyarak çıkmıştır. Seçim çalışması tamamen Erdoğan'ın konuşmalarına ve söylemlerine gömülmüş, "dış mihrak", "paralel devlet", "darbe girişimi" ve "cehape" gibi çeşitli korku mottolarıyla seçim sath-ı mahali AKP lehine kutuplaştırılmıştır. AKP aynı zamanda ikili bir politika uygulamış, kendi yarattığı ekonomik alanları "hizmet" kavramı üzerinden başka siyasi girdilere neredeyse kapatmış, karşıtlarının bulunduğu konumda kemikleşmesi pahasına saldırgan söylemini sürdürmüştür. Bu durum en genel anlamıyla bizim cenahta da bir içe kapanma doğurmuş, aslında seçim sandıktan önce kazanılmıştır. CHP ise Erdoğan'ın bu toplumu bölen söylemine karşı kapsayıcı bir dil tutturmaya çalışmış ancak aslolarak iktidarın anahtarı olarak gördüğü sağ seçmene, batıya, cemaatlere, liberal aydınlara seslenmeyi hedeflemiştir. Sağ seçmenin oylarını alabilecek sağ adaylar bulunması için çalışılmış, AKP'nin bayağı siyasi taktikçiliği taklit edilmeye çalışılmış ve memleket siyaseti basit bir sandık hesaplamasına heba edilmiştir. CHP, umudunu arkasına aldığı
8
Gündem
halkın kimi kalkışmalarını ise bu hedeflediği unsurları korkutmamak amacıyla törpülemeye çalışmış yetmediğinde topluma provokasyon korkusu yaymaktan da çekinmemiştir. CHP kendisini, tarihsel ve Haziranla beraber konjonktürel olarak üstlenmek zorunda bırakıldığı değerlerden bağımsız kavramaya çalışmış ve bu yüzden basit bazı hamlelerle sağa oy veren ve "CHP düşmanı" diyebileceğimiz kesimlerle ilişkilenebileceğini düşünmüştür. Ancak böyle olmamıştır. CHP Türkiye'de öyle veya böyle solda görülen bir partidir ve AKP'nin üzerine bindiği seçim aritmetiği, Türkiye'yi sokmaya çalıştığı siyasal atmosferle gerçek bir kavga verilmeksizin değiştirilemez. Nitekim böyle de olmuştur. Merkezlerinde gerçek bir yakınlığın kurulduğu CHP - MHP ikilisi için bile Ankara hariç önemsenecek bir oy CHP'ye akmamıştır. Yani sağ seçmen "CeHaPe"ye oy vermemiştir. Bir Pratik Aklın Eleştirisi Üyesi olmadığım bir siyasi partinin stratejisini tartışmak bir yerden sonra gerçekten anlamsızdır. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi'nin seçimlere giderken etkisini artırdığı siyasetin arka planındaki akla geniş kesimleri de ikna ettiği açıktır. Yani en genel anlamıyla bizim cenahta bir "CHP sorunu" olduğu açıktır*. Bu ikna edilen toplam seçim sırasında ve sonrasında sandıklara yansıyan dayanışmanın da mimarları başta gençlik olmak üzere Haziran insanlarıdır. Beraber mücadele ettiğim ve etmeye devam edeceğim insanlarla doğru yolu bulabilmek için bu siyasi aklın eleştirisinin yapılması gerektiğini düşünüyorum. "Biz yenilmedik, Almanya yenildi!" psikolojisinde olanlar için de gerekli bir tartışma olduğunu belirteyim. Başa şunu yazmakta fayda var: Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye Cumhuriyeti tarihini incelediğinizde içine rahatça yerleştirebileceğiniz sıradan bir parti ya da sıradan bir iktidar değildir. AKP bu toplumun, rejimin ve devletin ayarlarıyla fazlaca oynamış, kim-
YGS eylemlerinden senin yapamadıklarını arkasına "milli iradeyi" alarak yapmış bir partidir. Böyle bir partiyle mücadele etmenin aynı zamanda bir rejim karşıtı mücadele olduğunu unutmamak gerekiyor. Rejim karşıtlığı diyerek bir üst kategoriye çıkarmamın sebebi, bu mücadelenin ancak rejimin üzerine oturduğu belirli ayakların ve zayıf noktaların önceliğe koyulacağı, ancak bunların toplum nezdinde de mahkum edileceği bir siyasi anlayışla yürütülebilecek olmasıdır. Yani AKP sıradışı, güzel, eğlenceli ve maliyetinden kaçınılmamış seçim çalışmalarıyla yenilmez. Kendisini radikal bir biçimde "milli irade" ile tanımlayan bir iktidarın elinden sandık kozunun alınması çok önemlidir, doğru. Ancak bu yine tekrar edeyim: Rejim karşıtı bir siyasal mücadele ile mümkündür. Amerikan tipi bir siyasi reklamcılık örneğiyle ve ara ara bizim tarafa dönük yapılan sakin olun edebiyatıyla olmaz. Hiçbir rejim sakin sakin devrilmemiştir. Sandığa yapılan bu vurgu sandığa dahi yansımayan bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Diğer taraftan şahıslara indirge-
nen bir siyasi başarı da mümkün değildir. Kadir Topbaş'a karşı Sarıgül, Gökçek'e karşı Yavaş çıkarılmış ve kapışma parti merkezlerine kurulan dev ekranlarda izlenmiştir. Yani seçimlerde bir nevi iddia oynanmıştır. Toplum "kuponun iyi olduğuna" , "bu sefer sistem yapıldığına" filan inandırılmıştır. Uzun zamandır yenilmeyen, yıldız oyuncusu fazla şahsi oynayan ancak halen takım oyununu kaybetmemiş bir "şampiyona" karşı karma- toplama bir takım çıkarılmış ve maç tribünlerden izlenmiştir. Peki, siyaset zar atılarak yapılabilir mi? Evet, sonuçların bir kısmı insanların öngöremeyecekleri kadar karmaşık olacağı için şansa bağlıdır denebilir. Öyle veya böyle söz gelimi Ankara'da Gökçek gitseydi iyi olmayacak mıydı? Kesinlikle iyi olacaktı. Ancak mesele daha büyüktür. CHP, hükümeti sarsan bir hareket-
Tekel Direnişi’nden
liliği, devirme ihtimali herkes tarafından teslim edilen bir hareketliliği arkasına almış ve sonra kumar oynamıştır. Aynı benzetmeyle devam edersek; yalnızca seçmen olmaktan çıkan ve karşı takımın oyun düzenini de bozan yeni oyuncu halk takıma alınmış ancak maç boyunca yedek kulübesinde oturtulmuştur. CHP seçim süreci boyunca, halkın Haziran'da yaptığının onda birini yapamamıştır. Eğer ortada bir başarısızlık ve kayıp varsa tam da bu pratik aklın başarısızlığı ve kaybıdır. Direniş, bu yenilgiden dersler çıkarmalıdır.
AKP Nasıl Yenilir? AKP'nin nasıl yenilebileceğine ilişkin aslında yepyeni şeyler önermeyeceğim. Zaten elde birikmiş çokça deneyimimiz var. Bunların aklımızı açacak bir toparlamasının yeterli olduğunu düşünüyorum. Gerisi mücadelenin işi.
9
Gündem "Herkes için Pyrus Zaferi" diyor Çandar. Yani seçimlere giren dört büyük partinin hepsi kazandı, ancak bu zaferlerin herkes için ağır bedelleri olacak. Yaygın olan ve benim de katıldığım bir diğer değerlendirme ise seçimlerin AKP açısından muharebe kazanımı olduğu ancak savaşın sürdüğü tespiti. Fotoğrafa bakmak genelde yanıltıcıdır. %43.5'in fotoğrafı bir şeyler anlatmaktadır ve gerçektir, evet. Ancak Haziran'dan bugüne çekilen bir filmi izlediğinizde AKP için işlerin "%43.5" ya da il belediyleri haritasındaki o ezici sarı yoğunluk olmadığını görürsünüz. TEKEL eylemlerinin sonrasındaydı zannediyorum hali hazırdaki Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç çok samimi bir laf etmişti. Gerçek bir alıntı yapamayacağım ama şu minvalde bir şeydi: "Onun, bunun eylem yapması çok önemli değil. Ancak annelerimiz, kız kardeşlerimiz, işçimiz, gencimiz sokağa iniyorsa bunu ciddiye almak lazım. Ben bundan korkarım." Bülent Arınç'ın sözlerinden yaptığım "alıntımsı" bence çok şey anlatıyor. Aslında siyasi iktidarla mücadelenin gereklerinin de altını çiziyor. Kendisini rejim olarak, devlet olarak, sermaye olarak ve ortadoğu fatihi olarak kuran bir iktidarın koruması gereken çok mevzisi olması onun gücünü göstermekle beraber en büyük dezavantajını da ortaya çıkarmaktadır. AKP, kavgayı daralttığı ve tekleştirdiği ölçüde kazanmakta, yaydığı ve genişlettiği ölçüde kaybetmektedir. Seçimler ve sandığa kilitlenmiş siyasi anlayış bana kalırsa bu yüzden de sıkışmış ve hadi kaybetmemiş olsun, kazanamamıştır. Burada ülkenin yaşadığı bir kaç deneyimi yardıma çağıracağım. Bunlardan biri TEKEL direnişidir. TEKEL direnişi, özelleştirme sonrası neredeyse tüm hakları ellerinden alınan ve ücretleri radikal bir biçimde düşürülen işçilerin Erdoğan ile görüşme taleplerinin sonuç vermemesi, üstüne üstlük bir de azar yemeleri üzerine ortaya çıkmıştı. İşçiler Ankara'nın
merkezi Kızılay'a çadır kurmuşlar üç aya yakın bir süre orada, kışın soğuğunda hakları için mücadele etmişlerdi. O dönem işçilerle vicdani bir bağ kurmayan çok az yurttaşımız vardır. İşçilerin haklılığı ve mücadeleleri çok gerçekti. Ülkenin dört bir yanında işçilere destek kampanyaları düzenlendi. İşçiler veya destekçileri ülkenin her yanında gezerek haklılıklarını anlattılar ve AKP hariç kimseden olumsuz tepki almadılar. AKP ile işçinin kavgasında AKP'nin tüm argümanları boşa çıktı. AKP gardını düşürmek zorunda kaldı. Yükseköğretime Giriş Sınavlarında yapılan yolsuzluk sonrasında onbinlerce liselinin sokaklara döküldüğü eylemleri hatırlayalım**. AKP'yi kitleyen başlıklardan biri de buydu. Herkes liselilere haklılığını teslim ediyordu. Bu hilebazlık AKP'nin hanesine yazıldı. AKP kaybetmiş görüntüsü vermek için kırk takla atmak zorunda kaldı. Ya da Başbakan'ın ODTÜ'ye gelişiyle başlayan ve bugün Haziran eylemlerinin tetikleyicisi olarak görülen üniversite eylemlerini düşünelim. Ülkenin geleceğine, gençliğine saldıran bir iktidara yardakçılarından başka sahip çıkan olmadı. Siyasi kibiri, ODTÜ gibi ülkenin aydınlık geleceği için olduğu kadar ekonomisi için de oldukça önemli üniversitelerini kapatma tartışması açacak kadar artmış bir iktidar başta bu ülke halkının vicdanında mahkum edildi. AKP ile gençliğin kavgası
sonrasında AKP üniversitelere gelemez oldu. Üniversitelerin kapıları bugün AKP'ye kapalıdır. Haziran'ın başarısına ilişkin ise yazının başında yaptığım vurgulara tekrar bakılabilir. Örnekler genişletilebilir. AKP'nin durakladığı ya da geri çekildiği başlıkların, onun bir bütün olarak "milli irade" çuvalına atıp temsil ettiğini pompaladığı toplumsal kategorilerin mücadele alanına çekildiği başlıklar olduğunu görmemiz gerekiyor. AKP, işçiyle karşı karşıya kaldığında ne yapacağını şaşırıyor. AKP, karşısında gençliği gördüğünde eli ayağı titriyor. AKP karşısında kadınları, anneleri görünce tek bir laf edemiyor. AKP karşısında Halkı görünce ilk fırsatta Fas'a uçuyor. O zaman ısrarla karşısına işçi, gençlik, kadın, halk olarak çıkmalı ki, bu iktidar halk eliyle devrilebilsin. Bu noktada ısrar edilmeli, Haziran seçim döneminin öncesinde başlayan ve seçim sonuçlarının perçinlediği daralma ve içe kapanma halinden kurtarılmalıdır. Yakın Geleceğe Bakarken Seçim sonuçlarına ilişkin çok değerlendirme okudum. Bugün AKP'nin gitmesini isteyen ancak hiçbir zaman kendimi onunla aynı tarafta göremeyeceğim Cengiz Çandar'ın seçim sonuçları için yaptığı bir değerlendirmeye katıldığımı söylemek durumundayım.
Türkiye'deki olumlu politik taraflaşma kimi özgüven kayıpları yaşasa dahi ortadan kalkmadı. AKP'ye olan öfke ise yakın vadede "normalleşecek" gibi görünmüyor. Sandık aritmetiği tersini gösterse de, AKP'nin son kalesi sandık haricinde bütün alanlarda AKP'ye karşı bir üstünlüğümüz olduğunu bilmek gerekiyor. Toplumsal etkisi yüksek tüm alanlarda AKP'nin bir krizle karşı karşıya olduğu açıktır. Seçimler, bu durumu AKP lehine değiştirmeye yetmemiştir. Bu da AKP'nin yenilgisidir. Türkiye gençliği ve halkı AKP'yi yenecek gücü ve iradeyi kendinde bulmuştur. En başa yazılması gereken budur. Bu gücün örgütlenmesi, AKP'nin halk lehine gidişinin tek koşuludur. Gençlik bu koşulu gerçeğe dönüştürecek örnekleri en kısa zamanda yaratmasını bilecektir. * MHP'nin oylarını görece artırdığını görmek mümkün. AKP'ye çeşitli başlıklarda öfkelenen belirli bir sağ seçmenin MHP'ye oy verdiği söylenebilir. Ancak MHP'nin durumunun ciddi bir değerlendirmeye ihtiyaç duyduğunu düşünmüyorum. BDP ise, bu yazıya baskın çıkacak bir değerlendirmeyi gerektireceği ve yakın geleceği benim ortaya koymaya çalıştığım siyasi zeminin dışından etkileyeceği için bir başka yazıya ihtiyaç duyuyor. **Bugün o eylemleri yapan liseli arkadaşlarımızın çoğu üniversitelerde, eminim bir kısmı bu yazıyı
okuyordur
10
Gündem
1 Mayıs Bir Takvim Yaprağından Fazlası
Ercan Bölükbaşı
Yeniden halk olmaya ve mücadelede kendi öz gücümüzden başka bir odağa güvenmeden yol almaya ihtiyacımız olduğu açık... Böyle bir gün kuşkusuz ne anlama geldiği, neyin kutlandığı belli olmayan “İşçi Bayramı”ndan da, bir takvim yaprağından da çok daha fazlasını ifade edecektir.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
M
aarif Takvimi ülkemizde yaygın olan bir takvim tipi. Hem günlerin hicri takvimdeki karşılığını gösterir hem de, dini açıdan özel bir günse, o günün anlam ve önemine ilişkin bilgiler içerir bu takvimler. Eğer solcular için de böyle bir takvim oluşturulmak istense idi kuşkusuz ilk sıraya 1 Mayıs yazılırdı. Bu açıdan Türkiye’de ve Dünya’da solun ABC’sine aşina olan herkesin mutlaka fikir sahibi olduğu bir gün 1 Mayıs. Nereden çıktı bu 1 Mayıs diyenler hala kaldıysa da sorunun cevabına ulaşmak artık oldukça kolay hale geldi. Önemsiz olduğundan değil, tam da bu yüzden, anlamlı yanıtları bugünden türetmek zorunda olduğumuz için Şikago’yu, 1886’yı falan anlatmayacağız. Yazıya konu olan 1 Mayıs, 2014 Türkiye’sine ve ülkemizin geleceğinde mutlaka yazılacak olan şanlı mücadele tarihimize ait.
Malum yerel seçimlerden yeni çıktık. Türkiye tarihinin belki de en şaibeli seçimlerinden, Türkiye tarihinin açık ara en şaibeli iktidarı zaferini ilan ederek çıkmış oldu. Seçim süreci, aday tercihleri, AKP’nin oy oranının anlamı yazımızın konusu değil. Ancak kaba bir bakışla çıkartılabilecek bir sonuç şu: Diktatörlüğe karşı mücadele edenlerin bir bölümünde oluşan, AKP’den kolayca kurtulunabileceği beklentisi boşa çıkmış gözüküyor. Bunun sonucu olarak Haziran öncesine dönmek söz konusu olmasa da halkta bir miktar atalet ve yenilgi hissi, diktatörlük katında ise kibirli ve saldırgan bir tavır göze çarpıyor. 2014 1 Mayısı’nın en önemli özelliği de 2014 yerel seçimlerini “sıfırlaması” olmalıdır. Tıpkı 2013 Haziran ayının daha önceki seçimleri sıfırladığı gibi... 2011 seçimlerinden sonra ‘‘bu ülkede
Taksim Meydanı, 1 Mayıs 2011
artık yaşanmaz’’ fikrinin nasıl da etkili olduğunu hatırlayalım. Bugün çok daha düşük profil gösterse de Uruguay geyiklerine ne kadar da benziyor değil mi? O halde 1 Mayıs için bir numaralı hedefimiz AKP’ye işlerin o kadar da kolay olmadığını gösterecek güce ve iradeye sahip olduğumuzu kanıtlamak olmalıdır. İşçi Sınıfı Varsa Umut Var Emek eksenli bir mücadelenin bu ülkede başarılı olma yeteneğinin olduğunu görmek için ille de 1516 Haziran 1970’e kadar gitmemize gerek yok. Yakın tarihimizde Tekel Direnişi var. Ankara’nın ayazını ısıtan, AKP’ye o tarihe kadar atılmış belki de en büyük tokadı atan Tekel İşçileri’nden ilham alıyoruz. Diktatörün elini ayağına dolaştıran Tekel İşçileri’nden... Çoğu AKP’li olan işçiler
üye kartlarını kameralar önünde kırdı. O zamana kadar abonesi olduğu cemaat gazetesinin yalan haberlerini gördü, aboneliğini iptal ettirdi. Bu iktidar bizi zorla komünist yaptı diye haykırdı. Kırılan kart, iptal edilen abonelik, “ölmek var dönmek yok” sloganları emekçilerin bu düzene mahkum olmadığının ilanı olduğu gibi AKP’den kurtulmak için gereken enerji kaynaklarından belki de en önemlisinin hala diri olduğunu kanıtlamış oldu. Daha yakına gelirsek, halen sürmekte olan onlarca işçi direnişinin arasından sıyrılan bir Yatağan Direnişi’miz var. AKP’nin özelleştirme çabasına karşı direniş başlatan işçiler kısmi geri adım olan özelleştirmeyi süresiz erteleme kararı ile yetinmedi ve mücadeleye devam kararı aldı.
11
Gündem AKP’nin işçi korkusu yine ken-
disini gösterdi, Ankara işçilere kanunsuz bir biçimde yasaklandı. Bu korku önemlidir. AKP meclis muhalefetinden korkmadığı kadar emeği ve ülkesi için mücadele eden işçilerden korkmaktadır. Tam da özelleştirmeye, yağmaya, talana dayanan bir iktidardan haklı olarak beklenmesi gereken bir korkudur bu. Bu satırlar yazılırken Ankara bir kez daha ısınıyor; Yatağan’dan gelen enerji Ankara’da umudu ve mücadele azmini yeniden yeşertiyor.
günü ülkemizde bu arayışın taşıyıcısı olan herkes için olduğu gibi gençlik için de anlamlıdır.
Bu anlam, bugün yalnızca öznel bir tercihi temel almıyor. Durum oldukça nesnel. Geride bıraktığımız son aylar AKP’den nasıl kurtulamayacağımızı bir anlamda kanıtladı. Oysaki toplumsal muhalefet AKP’den kurtulmanın yoluna ve yöntemine dair kimi ipuçlarını çok yakın dönemde elde etmişti. Yeniden halk olmaya ve mücadelede kendi öz gücümüzden başka bir odağa güvenmeden yol almaya ihtiyacımız İşçi Bayramı'nda olduğu açık. İşte 2014 1 Mayısı Gençlik Ne Arıyor? bu ihtiyacın somut karEşitlik ve Özgürlük şılıklarının ortaya arıyoruz. ‘‘Emri çıktığı bir gün ben verdim’’ olmalıdır. diyen katilŞimdi deveyi Böyle bir lerin başta ardan iy d u b , gün kuşle k e tm gü olduğu, a d ın s kusuz ne ra a k gitme tapelerin anlama ı gündemi bir yol ayrım geldiği, belirlee dayatılıyor. iz b neyin diği, eski ız. s m la n a r la kutlana Dayatm dostların dığı belli Çünkü gençlik paralel olmayan r. çiyo olduğu AKP mücadeleyi se “İşçi BayraTürkiye’sinde mı”ndan da, diktatörlüğe bir takvim yapkarşı eşit ve özgür rağından da çok daha bir gelecek kurmanın fazlasını ifade edecektir. yollarını arıyoruz. İşçi sınıfının, birlik, mücadele ve dayanışma
Gençlik bu eksende güçlü
Uğursuz iktidarın zulmü altında İçimiz içimize sığmayarak Kulak veriyoruz yurdun çağrısına Umudun azabıyla beklemekteyiz Kutsal özgürlük dakikalarını Puşkin adımlarla yürümekte ve başkaldıran onurlu bir halkın parçası olarak kendisini kanıtlamakta kararlıdır. Umutsuzluk ve karanlık ülkemizi boğmak için yeni bir hamle yaptıysa gençlik her alanda bunun karşısında durmak zorunda olduğunun farkındadır. Diktatörlüğün önüne daha güçlü bir set çekilmesi gerekiyorsa burada üstlenmesi gereken rolün bilincindedir. Türkiye Halkı’nın bir işarete ihtiyacı varsa gereğini yapmasını bilecektir. İhtiyacımız daha fazla cesaret ise gençlik bir adım dahi geriye çekilmediğini gösterecektir. Tüm Türkiye’de alanların dolup taşması, özgürlük arayışının güçlü olduğunun bir kez daha hatırlanması gerekiyorsa gereği yapılacaktır. Taksim’e aydınlanma bayrağının yeniden dikilmesi bir ihtiyaçsa, hiç kimsenin şüphesi olmasın, bu kuşak geçmişine ve gelece-
ğine layık olduğunu kanıtlama gününün bugün olduğunu çok iyi bilmektedir. Biz, bu iktidarın yarattığı bir kuşağız. Çoğumuz AKP’den başka iktidar görmedi. Belki annemizden babamızdan çok televizyonda diktatörün azarlarını işittik. Aynı diktatör ülkeyi yağmalarken büyüdük. Sınav yolsuzluklarına rağmen üniversiteye girdik. Haziran’da artık yeter dedik. Bitmiş bir iktidarın ülkeyi daha fazla felakete sürüklemesine karşı vücudumuzu siper ettik. Şimdi deveyi gütmekle, bu diyardan gitmek arasında bir yol ayrımı bize dayatılıyor. Dayatmalar anlamsız. Çünkü gençlik mücadeleyi seçiyor. Bu mücadele mutlaka zafere ulaşacak. Hangi yoldan mı? Tabii ki işçi sınıfının yolundan...
Yolumuz işçi sınıfının yoludur!
Yatağan İşçileri, Emek ve Bağımsızlık Mitingi, Milas, 29 Mart 2013
12
Sosyal Bilimler
Kendisi Tarih Olmuş Bir Okul, Tarihe Mal Olmuş Bir Düşünce:
Bauhaus, üzerine sıkça yazılan ve konuşulan bir ekol. Biz de bu ekolün ortaya çıkışını ve kendi özgün yanlarını, bulunduğu tarihteki koşullarla ele almak istedik. Bu koşulları atlamak Bauhaus’u anlamamak olacaktır. Bu yazı Bauhaus’un tasarıma getirdiği yenilikleri ıskalamadan, ekolün politik okumasını yapmayı amaçlıyor.
Alperen Bal Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
H
ep birlikte oturup sanat-siyaset ilişkisini tartışabiliriz. Modernizmin sanata yansımalarını konuşabiliriz. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kalkınma çabası hakkında araştırma yapıyor olabiliriz. Nazilerin sanata ve aydına karşı tutumlarını lanetleyebiliriz. Hatta pedagoji üzerine düşünüyor ve tarihteki bazı örnekleri inceliyoruzdur. Bu beş benzemezin birbiriyle olan bağlantısı nedir? Bir okulun bahsidir açılan… Beş benzemez bir sürü konu üzerinde anlaşılası miraslar bırakmış bir okul. Bütün bu saydığımız ilgisiz başlıkları düşünürken değinmezseniz eksik kalacak bir okul. Bir okul ve bir düşünce… Kendisi tarih olmuş bir okul, ancak tarihe mal olmuş bir düşünce: Bauhaus. Deutscher Werkbud Deutscher Werkbund (Alman İş Derneği) Bauhaus’un kurucusu Walter Gropius da dahil dönemin önemli mimar ve sanatçılarını barındıran bir dernekti. 1907 yılında kurulan dernek ayrıca içinde dönemin hafif sanayi üreticilerini
de barındırmaktaydı. Aralarından bazılarını bugünden tanıdığımız şirketler de var: Bayer, Bosch, Benz gibi. Derneğin kuruluşuna giden süreçte adını anmamız gereken bir isim daha var: “William Morris.” Morris, endüstriyel ilerlemeyle birlikte sanatçıların endüstriyel tasarım alanına eğilmeleri gerektiğini düşünüyor ve herkesin her zaman göremeyeceği, çoğu zaman da anlamayacağı bir eser yerine, iyi üretilmiş bir kap daha yararlıdır diye aktarıyordu.(1) Bu İngiliz’in fikirleri kısa zamanda Almanya da dahil Avrupa’da karşılık buldu. Werkbund’ un kuruluşunda da etkili olduğunu varsaymanın yanlış olmadığı kanaatindeyiz.
Muthesius, kaleme aldığı on kılavuz ilkeyi kongrede sundu. İlkeler Werkbund’a ve üyelerine yeni bir yön tarif ediyordu: “Artık mimaride, endüstride ve uygulamalı sanatlarda oluşturulacak standartlaştırılmış ‘tipler’, Alman imalatçılarının tüketim ve ihraç malları üretiminde ciddi bir artış sağlatacaktı… Bu, Almanya’nın ekonomik refah düzeyini yükseltip uluslararası alandaki gücünü artırmakla kalmayacak; küresel ticaret sahasında bütünleşmiş, kendi bilincinde olan ve niteliksel olarak üstün bir “Alman stili” de yaratacaktı.”(2)
Werkbund’un 1914 kongresini tarihsel olarak ayıran önemli olaylar yaşandı. Kongre, sonrasında belki de 20. Yüzyılın Alman mimarisi ve tasarımına büyük bir etki bıraktı.
Muthesius, derneğin genel başkan yardımcısıydı. Aynı zamanda dönemin son derece önemli üç bakanlığı ve kimi politikacılarıyla da yakın ilişkileri vardı. Aslında bu kılavuz ilkeler ve kongre, dönemin politik gerilimlerini üzerinde barındırıyordu. Bu yönüyle tarihsel bir öneme sahiptir.
Kongrede iki grup karşı karşıya geldi. Berlinli mimar Hermann Muthesius’un başını çektiği bir grup ve Belçikalı mimar Henry van de Velde’nin grubu.
“Tarihsel açıdan bakıldığında, Muthesius’un Werkbund bildirisi ve “kılavuz ilkeleri” , özel sektörün geniş kesimlerini ve küresel ticari dağıtımı devlet güdümünde yeniden
düzenleme amacı taşıyan yeni ulusal politikaların, estetik çerçevesinde ifade edilmiş olmakla birlikte en önemli boyutunu oluşturuyordu.”(3) Bu, mimarların ve tasarımcıların sanat alanının dışına taşıp, ulusal politika hakkındaki tartışmaların merkezine oturduğu ve tarih yapmaya giriştikleri tarihi bir andı.(4) Muthesius ve yandaşlarının Werkbund’a kabul ettirmeye çalıştıkları yöne karşı Henry van de Velde ve ona destek veren Walter Gropius ve müze yöneticisi Karl Ernst Osthaus gibi güçlü üyeler Werkbund sanatçılarının mutlak özgürlüğünü savunuyorlardı. Kılavuz ilkeler sanatçıları endüstriye bağlayacaktı ve bu özgürlük ortadan kalkacaktı. Henry van de Velde Muthesius’un on kılavuz ilkesine karşılık on karşı ilke yayınladı ve kongreye sundu. Kongre oldukça gergin tartışmalara sahne oldu. Deutscher Werkbund’un yedinci kongresi sanat ve siyaset ilişkisi açısından da oldukça değerli. Dönemin Almanya’sı belki de bu kongreye bakılmaksızın anlaşılamaz.
13
Sosyal Bilimler Tarihin ilginç tesadüfü: Weimar Dük Karl August, 1775’te Goethe’yi, Weimar’a davet ederken, 6000 nüfuslu bu sıradan Ortaçağ şehrine canlılık getirmesini umuyordu. Kültürel bir hareket ve sonrasında birikim kazanacak şehir, sonraları II.Wilheim’in bürokratik baskısından kaçan ve tinsel bir münzeviliğe çekilmeyi planlayan herkesin akla gelen ilk yeri olacaktı. Henry van de Velde işte böyle bir ortamda geldi Weimar’a. Tarih tekerrür etmez elbette. Ancak hoş tesadüflere yer var. Zamanın ruhu… 1700’lerde bir şair Weimar’ın çehresine etkiledi. 1900’lerin başında dönemin deyimiyle bir “uygulamalı sanatçı”. Henry van de Velde 1907’de inşa ettiği komplekste Tatbiki Sanat Okulu’nu kurdu. Bu kompleks sonraları -1919 ve 1925 yılları arasında- Bauhaus tarafından kullanılacaktı. Okulda metal, halı, seramik, dokuma gibi atölyelerin pratik faaliyetleriyle birlikte resim, perspektif, iç mimari, konstrüksiyon derslerini bünyesinde barındırıyordu. Elbette bu atölyeler sonrasında Grandük tarafından desteklenen oldukça karlı işletmeler olacaktı. Dönemi anlamak adına önemli bir veri bu. Endüstrileşmenin yarattığı atmosferde uygulamalı sanat okulları ekonomiyle ve sanayi ile oldukça yakın ilişkiler içerisinde. Hatta bir çeşit simbiyotik ilişki. Bu ilişki göz önünde bulundurulduğunda okulun 1914’te başlayan 1.Paylaşım Savaşı’ndan etkilenmemesinin imkansızlığı açıkça görülecektir. Nitekim öyle de oldu ve dönemin koşulları 1915’te okulun kapanmasına ve 1917’de Van de Velde’nin İsviçre’ye taşınmasına neden oldu. “Van de Velde’nin hayal kırıklığına uğramasında, sanat, zanaat ve sanayi arasındaki engebeli bölgelerde sessiz ve dikkatli bir zarafetle hareket etmeye çalışırken, bu çelişkileri olabilecekleri en doktriner yerlere çekmeye çalışarak Werkbund’un 1914 Köln kongresini kamplaşmaya zorlayan Mutheisus’un da payı olmuştu.”(5)
Bauhaus... 1916’da Tatbiki Sanat Okulu’na direktör olan Gropius, Van de Velde’nin izini sürmenin yollarını arıyor, sanatçılarla teknikerleri ve tüccarları okul çatısı altında bir araya getirecek “Bauhütte”(şantiye) tarzı bir örgütlenme modelini denemek istiyordu.”Şantiye, ‘praxis’ in bir araya getiriciliğine vurgu yapan bir mecazdı. 1919’da Tatbiki Sanat Okulu ile Sanat Yüksek Okulu’nu birleştirerek kurduğu okula “Bauhaus” adını koyması da tamamen bu vurgu nedeniyleydi.”(6) Bauhaus’un tasarım tarihinde yarattığı yenilikleri birkaç başlıkta toparlayıp, bu başlıkları açarak ilerlemekte fayda olacağı kanaatindeyim. Bauhaus’un özgün yanları, hakkındaki efsaneler ve yorumlamalarla birleştiğinde hayli hacimli bir külliyat oluşturuyor ve bu ölçekte bir makalede hepsine hakkıyla değinmenin zor olması bizi böyle bir yönteme itiyor. Gropius’un kaleme aldığı Bauhaus Manifestosu’nda bazı özgün tezler sıralanır. Bunlardan ilki giriş cümlesi olan “Tüm görsel sanatların en büyük amacı yapı bütünüdür!”(7) tezi. Bauhaus ekolü mimarlığı bütün görsel sanatların üzerinde bir yerde tutar. ‘‘Üzerinde’’ ifadesi bir tehlikeyi barındırıyor. Burada kasıt görsel sanatlar arasındaki bir kasıt değil, mimarlığın(yapının) en kapsayıcı sanat olduğu iddiasıdır. Zira manifestonun ikinci cümlesine dönmekte fayda var: “Yapıları süslemek, bir zamanlar güzel sanatların en soylu işleviydi; bunlar anıtsal mimarlığın zorunlu öğeleri sayılıyordu.” Bu yönüyle ekol, sanat alanları arasında bir birleşme ve ortaklık sağlamayı amaçlıyordu. Bu ortaklığın kendi özgünlüklerinden tavizler
vererek olduğu algısına kapılmamak gerek. “Mimarlar, ressamlar ve heykeltıraşlar bir yapının birleşik niteliğini hem bir bütün olarak, hem de ayrı ayrı parçalarıyla yeniden tanımalı ve kavramaya çalışmalıdır. Yapıtları ancak o zaman ‘salon sanatı’ iken yitirdikleri arkitektonik ruhu yeniden kazanacaktır.”(8) Bauhaus, sanat dallarını birleştirmekle kalmamış sanatla zanaat arasındaki ayrımı da ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Şimdi uzunca bir alıntı yapalım: “Mimarlar, ressamlar, heykeltıraşlar, hep birlikte zanaatlara geri dönmeliyiz! Çünkü sanat bir meslek değildir. Sanatçı ve zanaatçı arasında önemli bir ayrım yoktur. Sanatçı yüceltilmiş bir zanaatçıdır. İstencinin bilincini aşan o ender esinlenme anlarında, ilahi bir güç yaptıklarının sanata dönüşmesine neden olabilir. Öte yandan, her sanatçının bir zanaatta becerisinin olması zorunludur. Yaratıcı hayal gücünün temel kaynağı burada yatar. O halde, zanaatçı ve sanatçı arasındaki kibir engelleri yükselten sınıf ayrımının olmadığı yeni bir zanaatçı loncası kuralım! Mimarlık, heykel ve resmi tek bir bütün olarak kucaklayacak ve bir gün, bir milyon işçinin ellerinde yeni bir inancın kristal simgesi gibi göğe doğru uzanacak olan, geleceğin yeni yapısını hep birlikte arzulayalım, kavrayalım ve yaratalım.”(9) Bauhaus’da her öğrenci zanaat öğrenmek zorundadır ve bu Bauhaus’daki tüm eğitimin de temelini oluşturur. Marangozluk, demircilik, ağaç oymacılığı gibi bir çok zanaat eğitimi verilmekteydi okulda. Zanaatın ve lonca tipi örgütlenmenin bir diğer yansıması da bizdeki
tabirle usta-çırak tipi eğitim modeli. Çırak, kalfa ve genç usta diye üç kademeye ayrılan bir eğitim biçimi izleniyordu. Sebebi Bauhaus’un ilkelerinde açıklanıyor: “Okul, işliğin hizmetindedir ve bir gün onun içinde eriyecektir. Bu nedenle Bauhaus’ta öğretmenler ya da öğrenciler yerine ustalar, kalfalar ve çıraklar olacaktır.”(10) Bauhaus’ta eğitimin kuramsal yanından çok pratik yanı ön plana çıkarılıyordu. Bu da usta-çırak tipi eğitimin hem nedeni hem sonucudur. Bu okula, bugünki biçimiyle bir eğitim kurumu olarak bakarsak bunun nedenini anlamakta güçlük çekeriz. Ancak özgün yanlarından biri de okulu, bir eğitim mekanı olmasının yanı sıra -en az bunun kadar ağır basan bir şekilde- bir üretim mekanı olarak da algılamaları. Burada eğitmenler ve öğrenciler hep birlikte yeni bir tasarımın özünü arıyorlardı. Bir avangart yaratma heyecanı değildi söz konusu olan. Aksine Bauhaus dönemin toy avangart çıkışlarına mesafeli durmuş, kendini korumayı başarmış ve bir “kendilik” bilincini yaratmıştır. Bu da kendi içinde hem neden hem sonuçtur. Yeniyi aramaktan söz açılmışken Vorkurs’ a değinmek gerek. Ülkemizdeki kullanımı Temel Tasarım dersi. Vorkurs, Bauhaus’ un beklide hakkında en çok söylenti üretilen yanıdır. Joseph Rykwert’e göre Bauhaus’un karanlık tarafı… Vorkurs’un amacı öğrencinin konvansiyonel düşünce kalıplarını yıkarak özgürleşmesidir. Bu sadece düşünsel bir platformda algılanmaması gereken bir eğitim. Aynı zamanda kişinin bu süreci deneyimlemesi söz konusudur. Amaç kişinin ön yargılarından, günlük mekansal algıların yükünden ve tarihin ağırlığından sıyrılarak düşünmesidir. Kazys Varnelis’ in deyimiyle “bir çocuğun masum gözleriyle görmek.” Vorkurs hakkındaki söylentilerin ve tepkilerin bu denli kabarık olmasını Johannes Itten’ den ayrı düşünmek güç. Dersin yaratıcısı olan Itten, hakkında yazılanları okuduğumda bende Harry Porter serisinin Severus Snape’ ini çağrıştır-
14
dı. Zerdüştlükten türeyen “Mazdaizm” diye bilinen mistik bir inanca sahip olan Itten’ in verdiği derslerde bu mistizmden beslendiği yorumları oldukça yaygın. Sırası gelmişken söylemek gerek; Itten Bauhaus’daki tek mistik eğitmen değildir. Modernizmin kalesinde Vasili Kandinski, Piet Mondrian gibi kimi sanatçılar da sanatlarını mistik eğilimleriyle beslemiştir.
İşte Bunlar Hep Komünist Aklı Bauhaus hakkında çıkan söylentilerden birisi de komünizmin kalesi olduğu yönünde. Dönemin gazetelerinden Anhalter Anzeiger’de 7 Mayıs 1930’da yayımlanan bir makale komünizmin kalesi tanımlamasını kullanılıyor ve okulu Bolşevizmin kızıl yıldızıyla yakından ilişkilendiriyordu. Hatta şu komik diyalogla bu iddiayı destekliyordu yazar: Bu gençlerin amaçlarının ne olduğunu sorduğunuzda çoğunlukla şu yanıtı alırdınız: ‘‘Onlar Bauhaus öğrencileri. Ne demek istediğimi anlamışsınızdır!” Hilton Kramer “Bauhaus’ta: Sosyalizmin Katedrali’nde Sanatın Kaderi” başlıklı yazısında bu okulda güzel sanatlar eğitimi adı altında neyin yayıldığını anlamak için Vorkurs’un mistik kaynaklarına bakmamız gerektiğini savunur. Bauhaus’un komünizmin kalesi olduğunu iddia edenlerin önemli bir bölümü iddiayı Vorkurs ile ilişkilendiriyor. Vorkurs’un bir çeşit beyin yıkama olduğu kanaatinin “Soğuk Savaş” döneminde yaygınlaştığı da önemli bir veri. Bauhaus, komünizmin kalesi eleştirilerinin (!) temelinin okulun belki de en mistik ve idealist yanlarından birine dayandırılması da tarihin bir ironisi olsa gerek. Yüz gülümsetecek diğer bir ironiyle yazının bu bölümünü kapatalım. Bauhaus’daki komünist
Notlar:
Sosyal Bilimler
öğrenciler de Vorkurs dersini fazla soyut bulmuşlar ve işlevsiz olduğu üzerinden eleştirmişlerdir. Hatta “bu kümes tellerinden hiçbir işe yaramayan saçma şeyler yapmanın ne anlamı var” sorusunu soran öğrencinin de komünist olması tarihin bir başka ironisi. Bauhaus ekolünü komünist diye tanımlayamayız. Ancak bu bizi Bauhaus’un içinde komünist eğilimlerin ya da genel anlamda sol eğilimlerin olmadığı yanılgısına itmemeli. Bu eğilimler vardı ve marjinal veya zayıf değildi. Aksine manifestonun yanında göreceğimiz Bauhaus katedrali adeta yıldızlı bir sosyalizm tapınağı gibidir ve sol eğilimin açık bir dışavurumudur. Modern Zamanların Öz Evladı: Bauhaus Bauhaus, modernizmin öz evladıdır. Endüstri devriminden yoğun olarak etkilenmiştir. Tasarımda seri üretilebilir, endüstriye uyumlu, mümkün olduğunca ucuz, bütün bunların yanında estetik kaygıdan olduğunca taviz vermeyen bir biçim yakalamaya çalışmışlardır. Bauhaus, içinde barınan bir çok farklı eğilimin bulunduğu özgün ve ilginç bir karışımıdır. Bu şekilde bir “kendilik” bilinci yaratmıştır. Bu satırların yazarı piyasayla olan ilişkileri, içindeki idealistler ve bir çok başka sebebe rağmen bu okulu ve ekolünü insanlık tarihinin çarklarını ileri götüren kurumlardan biri olarak kabul etmektedir. Bu yönüyle Bauhaus’un ilerici bir kurum olduğu tezine katılmaktayım. Referansı Nazi olanın burnu hoş yerlere çıkmaz belki ama, hakeza okul 1933’te Naziler tarafından komünist entelektüel ortamın merkezi olduğu gerekçe gösterilerek kapatılmıştır. Bir dipnot düşerek devam edelim: Bauhaus tasarımlarının Sovyetler Birliği’ndeki tasarımlarla bir
-mobIG-29/YukselBingol-Sunu
g/belge/MOBB 1) http://www.mobbig.or big29.pdf Tasarımı, İletişim Bauhaus:Modernleşmenin , 09 20 n, Joh , ika ciu Ma 2) Yayınları, s.44 3) A.g.e. s.56 4) A.g.e. s.37
odernleşmenin Tasarımı,
aus:M 5) Bilgin,İhsan, 2009, Bauh Zamanı ve Yeri s.103
Bauhaus’un
paralellik ve etkileşim içinde bulunduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Bugün bile kullandığımız en basit gündelik eşyalardan, büyük mimari yapılara kadar etkisini devam ettirmekte bu ekol. Tarihin çok özgün bir uğrağından, oldukça özgün bir şekilde kendini var etti Bauhaus. Bulunduğu çağın ekonomik koşullarından, politik gerilimlerinden, ideolojilerinden etkilendi. Bir yönüyle daha bugüne uzanan bir örnek bıraktı bize. O da tasarımcının veya genel olarak sanatçının toplumsal yaşantıdan ve ideolojiden yalıtık olduğu tezinin tarihsel bir antitezi oluşu. Hatta dönemin Almanya’sı gibi özgün örneklerde sanat gündelik siyasetle de yakından etkileşir. Bu başlı başına bir yazı konusu tabii ki. Şunu söylemekle yetinelim: Sanatı sanatçı dışındaki diğer ilişkilerden yalıtık gören tezin, bugün özellikle mimarlık fakültelerinde absürt uzmanlaşma eğilimlerini beraberinde getirdiğini görüyoruz. Bu da elbette ki yaratıcılığı olumsuz etkileyen, niteliği düşüren bir olgu. Bu eğilim Bauhaus’u sadece Gropius’la açıklama çabasına girişedursun biz yazımızı provakatif bir sonla bitirelim. Oscar Niemeyer sosyalist bir mimar.
6) A.g.e. s.103 7) Bauhaus Manifestosu
Ömrü boyunca sosyalist kaldı. Bauhaus’u hiç sevmedi. Provakasyon da işin burasında. Ancak meramımızı açıklıyor usta mimar: “…Mimarlığın önemli olmadığını, ama bir fırsat sunduğunu tekrarlayıp dururum: Mimarlar ancak mesleklerini nasıl siyasi bir eyleme dönüştürebileceklerini anlarlarsa görevlerini yerine getirebilirler. Mimarların savaş alanı şehirler, kamusal alanlar, gündelik hayattır ve bunlar ortak alandır.”(12)
Kaynakça: 1) Bauhaus: Modernleşm enin Tasarımı, Der:Ali Artun, Esr a Aliçavuşoğlu, İletişim yay. 2) Walter Gropius ve Bauha us, Dizi Sor:Nuray Togay, Bo yut Yayın Grubu 3) Kentsel Planlama Sözlü ğü, Melih Ersöz, Ninova yay. 4) Dünya Adil Değil, Oscar Niemeyer, Sel yay. 5) Bauhaus, Frank Whitfo rd, Thames and Hudson yay.
8) A.g.e. 9) A.g.e.
aus, s.23 , Walter Gropius ve Bauh 10) Gropius, Walter, 2002 t in “the Cathedral of Bauhaus: The Fate of Ar 11) Kramer, Hilton, At the Socialism” l Yayınları, çev:Leyla 13, Dünya Adil Değil, Se 12) Niemeyer, Oscar, 20 Tonguç Basmacı, s.33
15
Kent
Brasilia Modern Zamanların Üvey Evladı:
“Brezilya için sembolik ve politik önemi büyük olan bu proje, yalnızca siyasal bir güç gösterisi ve ekonomik kalkınma arzusu değildi; ülkenin kolonyal geçmişinden kaynaklandığı düşünülen sınıf ve ırk ayrımı gibi, derin toplumsal sorunların çözülmesine yönelik bir girişimdi aynı zamanda…” O, bu kentin, “ırk ve toplumsal ayrımcılığa maruz kalmayacak özgür ve şanslı insanlar”dan oluşacağını düşlüyordu.
Melih Fırat Ayaz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Ç
atı katındaki mütevazı mimarlık bürosu, ünlü Rio plajları ardında uzanan engin bir okyanus manzaralıydı. Bu manzara, mimari anlayışını derinden etkilemişti. Dik açılar, düz çizgiler sıkıcıydı. Betonarmenin imkan verdiği esnekliğe, eğriye, sıra dışılığa olan aşkı, büro manzarasından gözlediği bulutların, okyanus dalgalarının ve diğer doğal yapıların şekline olan hayranlığından gelmekteydi. (1) Oscar Niemeyer’den bahsediyoruz. Modernist ama bir o kadar da sürrealist, mesleğini burjuva estetik kaygılardan kurtarıp, eşitlikçi bir düzenin kurulması yolunda kullanan devrimci bir mimar… Küçüklüğünden beri çizgilere hayran olduğunu söyleyen Niemeyer, 105 yıllık koca ömründe son hadde kadar hiç bırakmamıştır çizmeyi, üretmeyi… Lucio Costa adlı ünlü bir mimar ve şehir plancısının
yanında başlamış olduğu meslek kariyerine birçok özgün eser sığdırmıştır. Toplumcu bir mimar olduğundan olsa gerek, hemen hemen her eserinin kamusal bir işlevi olmuştur. Eserlerinin kamusal niteliği ve estetik formu nedeniyle ‘anıtsal yapıların heykeltraşı’ olarak ünlenmiştir. Niemeyer’in ilk büyük eseri, 1940 yılında tanıştığı Belo Horizonte kentinin belediye başkanı Juscelino Kubitschek’in isteği üzerine, kentin kuzeyinde kurulacak bir banliyö yerleşim yeri olan ‘Pampulha Kompleksi’ olmuştur. Bu komplekste yer alan birçok yapıyı tasarlayan Niemeyer’in en dikkat çekici eserleri işçilerin eğlenmesi için inşa edildiği söylenen bir gazino ve rahipler tarafından, klasik kilise mimarisine aykırı olduğu için çokça eleştirilen Aziz Assisili Francesco Kilisesi olmuştur. Niemeyer ise tasarladığı kilise ile
ilgili şunları söylemişti; “Eğri biçimlere karşı ilgi duyuyorum. Gelişmekte olan modern teknoloji sayesinde gerçekleşebilen özgür ve hassas eğrileri, eski ve saygın Barok tarzı kiliselere tercih ederim (…) Doksan dereceli köşeleri ve rasyonel mimarlığın cetvel ve gönyeyle oluşturulan anlayışını özellikle göz ardı ettim ve de dökme betonunun bana sunduğu eğrilerin ve düz çizgilerin dünyasına girdim (…) Bu kasıtlı protestoyu gerçekleştirebilmek için, yaşadığım ülkemin ortamından, beyaz kumsallarından, kocaman dağlarından, eski Barok tarzı kiliselerinden ve çekici esmer kadınlarından ilham aldım.” (2) Niemeyer, daha sonra ise aralarında New York’taki BM Genel Merkezi, Caracas’taki Caracas Modern Sanat Müzesi gibi önemli yapıların olduğu birçok çalışmaya katıldı. Her ne kadar ‘en güzel eserim, en son eserimdir’ dese de baş mimar olarak görev yaptığı Brasilia kentinin
inşasıyla birlikte dünyaca ünlü bir mimar haline geldi. Kubitschek Döneminin Ekonomi Politiği 1956 yılında Brezilya Devlet Başkanı seçilen Juscelino Kubitschek, seçilir seçilmez daha önce Belo Horizonte kentinde beraber çalıştığı Niemeyer’e ülkenin yeni başkentinin inşası görevini teklif etti. Niemeyer de bu teklifi, tüm düşlerini gerçekleştirebileceği bir kent kurma hayaliyle kabul etti. Başkentin iç kesimlere taşınması fikri, güvenlik gerekçesiyle 18. Yüzyılın sonlarında Portekiz’e karşı verilen bağımsızlık mücadelesi sırasında ortaya atılmıştı. (3) Yaklaşık iki yüzyıl sonra Kubitschek’in başkenti taşıma fikri ise daha çok ekonomik sebeplere dayanmaktaydı. 2. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada ortaya çıkan içe dönük ekonomi modelleri ile birlikte özellikle
16
az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kalkınma hedefli atılan adımlar, bu ülkelerde kapitalist sistemin hızla yayılmasına yol açmaktaydı, tabii bu durum kentleşmeye de hız kazandırmıştı. Kubitschek de ‘5 Yılda 50 Yıllık Değişim’ vaadiyle atıldığı başkanlık döneminde, bir bir popülist uygulamalara girişmiş, ulusal pazarın birliği, ulusal kalkınma gibi söylemler ön plana çıkartılmıştı. Bu süreçte Brezilya’nın, Portekiz sömürgesi olduğu dönemde daha çok kıyı kentlerinde etkili olan kentleşme ve sanayileşme faaliyetleri, kırsal kalan iç kesimlere yayılarak kırsal kesimde de kalkınma sağlanması hedeflendi. Başkentin Rio’dan iç kesimlere taşınması fikrinin temelinde de, özellikle iç kesimlerdeki yer altı ve yer üstü doğal kaynakların ve önemli bir insan kaynağının ekonomiye kazandırılması yani; kapitalist sömürü ilişkilerinin iç kesimlere uzanmasını sağlamak vardı. Bir Garip Başkent Brasilia, yapımına 1956 yılında başlanan ve 41 ay gibi kısa bir sürede inşa edilen bir kent. Savana adı verilen bir, kurak ve düz bir toprak parçası üzerinde kurulan Brasilia; kamu binaları, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren firma ofisleri, kültürel tesisler ve yerleşim yerlerinden oluşmaktadır. Brasilia, geniş bulvarları, engin gökyüzü manzarası, anıtsal yapılarıyla tam bir modern kent görünümü vermesine rağmen, başta 500 bin olarak planlanan ancak şu anda 3 milyona dayanan kent nüfusu, çarpık yapılaşmaya ve beraberinde bir dizi kentsel soruna sebebiyet vermektedir. Bu haliyle diğer Latin Amerika metropollerine benzemeye başlayan Brasilia’yı farklı kılan ise Niemeyer’in düşleri ve tasarıları… Niemeyer, kentte yer alacak yapıları, toplumsal ayrımların en aza indirgeneceği bir şekilde tasarladığını söylemekteydi. Yerleşim birimlerinde, patronlar ve işçi sınıfı aynı yapı içerisinde yaşayacaktı mesela… Brasilia için ise şunları söylemekteydi; “Brezilya için sembolik ve
politik önemi büyük olan bu proje, yalnızca siyasal bir güç gösterisi ve ekonomik kalkınma arzusu değildi; ülkenin kolonyal geçmişinden kaynaklandığı düşünülen sınıf ve ırk ayrımı gibi, derin toplumsal sorunların çözülmesine yönelik bir girişimdi aynı zamanda…” O, bu kentin, “ırk ve toplumsal ayrımcılığa maruz kalmayacak özgür ve şanslı insanlar”dan oluşacağını düşlüyordu. (4) Ayrıca mesleğe yanında başladığı ve kentin inşasında beraber görev yaptığı Lucio Costa da Niemeyer ile aynı düşü paylaşmakta, evlerin mimari dokusunun toplumsal ayrılıkları azaltmada etkin bir rol oynayacağına inanmaktaydı. (5) Ancak Niemeyer, tek başına bu tasarımların, toplumsal ya da sınıfsal ayrımları ortadan kaldıramayacağının da bilincinde olarak; “Mimarlık zenginlere mahsustur. Diğerleri gecekondulara mahkûm edilmişlerdir. Mimarlık yoksulları ancak şaşırtabilir” demişti. Bu yüzden de tasarladığı yapıların hemen hemen hepsinin ilginç bir formu vardır. O tasarımlarını “Çok sevdiği baldırı çıplakların dâhil olamadıkları mekânlara bakarken duyacakları heyecanın” düşüyle yarattı. “Eğrisel, organik formlarını yapıların inşa edileceği arazinin sınırlarına, engebelerine uydururken yapıların oluşturacağı mekânsal boşlukların görsel ilişkisini ve binalarıyla karşılaşan insanların duyacakları görsel ve mekânsal hazzın coşkusunu kurguladı.” (6) Kentte yer alan Brezilya
İllüstrasyon: Ferhat Akbaba Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Kent Ulusal Kongre Binası, Brasilia Katedrali, Ulusal Kütüphane ve Ulusal Cumhuriyet Müzesi gibi önemli yapıları Niemeyer tasarlamıştı. Ağırlıklı olarak Niemeyer tarafından tasarlanan yapıların yer alması, kentte bir bütünlüğünün sağlanabilmesine olanak vermiş, ayrıca bu bütünlük değerlendirilerek yapılan ulaşım planlamasında, kentin erişilebilir bir kent olması sağlanmıştır. Ancak kentin geniş ve düz bulvarlarla örülü olması dolayısıyla tek ulaşım aracı otomobil olmuş, bu durum kentte sınıf farklılıklarının derinleşmesine, alt gelir gruplarının ulaşım konusunda dezavantajlı bir konumda kalmasına yol açmıştır. Niemeyer’in kent için öne sürdüğü, tüm yapıların mülkiyetinin devlete ait olması ve sadece devlet tarafından kiraya verilecek olması ilkesi, Niemeyer’in toplumcu bakış açısının bir ürünü olarak kısa bir süre kentte etkili olsa da, daha sonra gelen devlet başkanları tarafından kent özel mülkiyete açılmış, zamanla kentteki kamusal nitelikli yapı oranı azalmıştır.
Brasilia, kurulduğu zaman en yakın yola 100 km, en yakın yerleşim yerine ise 700 km uzaklıktaydı. Pazara ve ulaşım noktalarına olan bu uzaklık, kentte, birçok ürünün fahiş fiyatlara ulaşmasına yol açmış ve özellikle ilk zamanlar, kent ticareti kaçak mallarla döndürülmüştü. Kente yönelik eleştirilerin en önemlilerinden biri ise, yapı mimarilerinin insani boyutların çok uzağında olması ve bu durumunun, kent insanında bir yabancılaşmaya neden olmasıydı. Ayrıca yapımında ağırlıklı olarak cam kullanılan Katedral gibi bazı yapılar, kentin sıcak iklimi göz önüne alındığında çok büyük sıkıntılara yol açmaktaydı. Kent yönetimi bu sıkıntıyı aşmak için son yıllarda kentteki yapılarda bir dönüşüm yaparak, binaları kentin sıcak ve nemli iklimine uygun havalandırma sistemleriyle donatmak zorunda kaldı. Hem kentin coğrafi konumu ve özellikleri nedeniyle hem de Niemeyer’in mimari formu öne çıkaran tasarımları nedeniyle dönemin özellikle işlevselci mimarları ve bazı modernist entelektüellerince ağır eleştiriler alan Brasilia, hep Rio’nun gölgesinde kalan bir kent olmuş ve sonraki yıllarda geçirdiği neoliberal dönüşümlerle de Niemeyer’in kenti olmaktan çıkmıştı. Sıra Dışı Bir Mimar, Devrime Adanmış Bir Ömür 1964’te Brezilya’da Amerikan güdümlü bir darbe yapılmasının ardından,
Niemeyer ve üyesi olduğu Brezilya Komünist Partisi, büyük bir baskı altında kaldı. Niemeyer ve arkadaşlarının
17
Kent çıkardığı dergi kapatıldı, matbaası basılıp yakıldı. Ayrıca Niemeyer’in ofisi de sık sık baskınlara uğradı. Üreterek var olan, çizmeyi mücadelesinin bir aracı haline getiren, mesleğini toplumsal problemleri çözmeye adayan bir mimar olarak Niemeyer, bu baskı altında eli kolu bağlı kalmaktansa yurt dışına çıkıp üretmeyi sürdürmeye karar verdi. Fransa’ya geçen ve kendine burada bir ofis açan Niemeyer, Paris’te Fransız Komünist Partisi Genel Merkezi’ni, Cezayir’de yer alan Huari Bumedyen Fen ve Teknoloji Üniversitesi’ni, Lübnan’ın Trablusşam kentindeki Uluslararası Sergi Merkezi’ni ve daha birçok ülkede birçok yapıyı tasarladı. Burada sadece bina tasarlamayan Niemeyer, mobilya tasarımları da gerçekleştirdi. 1985 yılında darbe döneminin bitmesinin ardından ülkesine döndü ve tasarımlarına burada 105 yaşına kadar devam etti. Modernizmin olumsuz bir etkisi olarak birbirini tekrar eden basmakalıp tasarımlara karşı özgün bir mimar olmasında, çağının malzemesi betonarmenin her kalıba giren doğasını, yaratıcı kıvrımlara dönüştürmesinin payı büyük. Binalarını modern mimarlığın katı geometrik biçimleri yerine serbest, eğri formlar olarak tasarlıyor. Bazı çevrelerce Niemeyer’in binalarını tasarlarken kadın vücudundan esinlendiği iddia edilse de, Niemeyer dünya üzerindeki birçok şeyin eğrilerden oluştuğunu ve eğrisel formların insana coşku ve heye-
can verdiğini söylüyor. (7)
diene çizdiğim planları görünce ‘ama bu cami çok değişik, devrimci’ diye haykırdı. Ben de ona ‘ama başkan devrim her yerde olmalı’ diye cevap verdim.“ (9)
Aslında Niemeyer’in tasarımlarındaki bu özgün fikirler, içinde yaşadığı toplumun etkisiyle ortaya çıkmaktaydı. O üretirken hep Brezilya’yı, Brezilya’daki ve dünyadaki Niemeyer’in en önemli özellikletoplumsal ayrımları ve bu ayrımrinden birisi ise mimarlığı, burjuları nasıl ortadan kaldırabilecevazinin oyun alanından kurtarıp, ğini düşünüyor. Zaten ona göre; toplumsallaştırması, üstelik este“Mimar, sadece mimarlığı değil tik özelliklerini daha da mimarlığın dünyanın geliştirerek. Hatta problemlerini burjuvazinin nasıl çözeestetiği bir bileceğini en in r’ e y e m kenara ie N düşünn e d n ri bırakıp le ik melidir.” mli özell e n ö para(8) ı, irisi ise mimarlığ b sına Ürettin u y o in in z a v bakburju ği her , p rı a rt maya u k n a eserle alanınd başlaı, s a tasaallaştırm s m lu p to dığınrım da bile üstelik estetik düna d a h a onlarla d yasında özelliklerini dalga estetik geliştirerek... bir devrim geçmesiyapıyordu ni bilmişti: ve bu eserlerin “Walter Gropius, en güzel tarafı da Rio’nun üzerinde, bu güzelliklerden toplumun Canoas’taki evimde beni ziyarete sadece kalburüstü bir kesiminin geldi. Evi var olan peyzajın içine değil, tümünün faydalanabiliyor ve dışına akacak şekilde bir dizi olmasıydı. Örneğin Cezayir’den doğal eğriyle tasarlamıştım. Groaktardığı şu anektod çok ilginçtir; pius evin güzel olduğunu fakat “Bir gece, Cezayir’de kendimden seri üretim yapılamayacağını geçerek deliler gibi çalıştım otel söyledi. Sanki böyle bir amacım odamda. Sonuç: Liman yakınvardı. Ne salak ama!” (10) larında, plajın dibinde, karaya bir üstyapıyla bağlanmış denizin Niemeyer, eserleri kadar siyasal üstünde askıda bir cami. Boume-
alanda verdiği mücadelesiyle de hep ön planda oldu. 90’ların başlarında, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu tüm dünyada solun yaşadığı savrulmaya ve üyesi olduğu Brezilya Komünist Partisi’nin siyasetiyle birlikte adını da ‘yumuşatarak’ Sosyalist Halk Partisi’ne dönüşmesine karşı çıkmış, ‘Socialismo Vive!’ (Sosyalizm Yaşıyor) adlı meşhur kongreye öncülük ederek Komünist Parti’nin yaşatılmasını ve günümüz Brezilya’sının güçlü siyasal odaklarından biri olmasını sağlamıştır. Özellikle hayatının son döneminde siyasi mücadelenin önemini daha fazla vurgulayan Niemeyer; “kapitalizm ilerletilemez çünkü dünyadaki en kötü olaylardan kapitalizm sorumludur. Genç insanlar mücadelede yer almalılar.” demiştir. Belki de, bir zamanlar büyük umutlarla ve devrimci düşlerle meydana getirdikleri Brasilia’nın, bugün aynen Caracas, Mexico City gibi sınıfsal ayrışmanın mekânsal ifadesini en keskin biçimde bulduğu, milyonlarca yoksulun yaşadığı varoşların zenginlerin güvenlikli sitelerinin yanı başında durduğu ama onlardan kalın duvarlarla ayrıldığı bir kent haline gelmesine duyduğu üzüntüden böyle konuşmaktaydı. (11) Niemeyer haklıydı; “Mimarlık en önemli şey değildir; önemli olan hayat, arkadaşlar ve değiştirmek zorunda olduğumuz adaletsiz dünyadır.” (12)
0, Sıla Karataş, Haziran 201 marı, soL Haber Portalı, Mi rin eşle iem Dü i r-n mc sca vri ri-o De (7) erin-mima imamerika/devrimci-dusl http://haber.sol.org.tr/biz r: 4 tla 201 No 21.01. yer-29621 Erişim Tarihi: lık 2007, http://bianet. Haziran 2010, r, Bianet, Arif Şentek, Ara ma Mi inış yas anm 00Ad r-1 a ğın eye Haber Portalı, Sıla Karataş, Ça iem soL (1) r-n rı, sca ma r-o Mi rin ima şle is-m Dü i nm agina-ada imari-oscar-nieme(8) Devrimc org/bianet/bianet/103757-c merika/devrimci-duslerin-m ima /biz g.tr l.or r.so abe http://h da Erişim: 21.01. 2014 21.01.2014 i/Oscar_Niemeyer wik yer-29621 Erişim Tarihi: rg/ a.o edi kip ik: .wi ://tr http a, edi kip Wi , yer kaybettik, başımızı öne eğd me (2) Oscar Nie mimarı Oscar Niemeyer’ı :// ım http 2, nâz in 201 rin lık Eğ Ara , (9) Deniz Şahin Erişim: 21.01. 2014 R !, Radikal Blog, Kenan CA şim sım OS Eri Ka O , 45 SE nol -75 S Şe iye EU lin r-n AD Gü eye a, Tartışma Konusu, Arkiter grinin-mimari-oscar-niem 2 (3) Oscar Niemeyer Yine blog.radikal.com.tr/Sayfa/e =displayNewsItem&ID=578 ion act hp? s.p new m/ .co 2005, http://v3.arkitera Tarihi: 21.01.2014 riyor” Arkitera, Dila Sel, Erişim: 21.01. 2014 ve Bir Bina Ortaya Çıkıve um yor Alı rsu elie Nu i, Elim i erg lem E-D “Ka (10) E-Skop .com/haber_19473_kalemimeyer’in Brasilia Vakası, nie- Şebnem Şoher, Ağustos 2007, http://v3.arkitera ar4 osc 201 nt01. -ke 21. eel (4) Sürreel Kent: Oscar Nie ihi: urr Tar n/s şim ww.e-skop.com/skopbulte rtaya-cikiveriyor.html Eri Örge, Aralık 2012, http://w me-aliyorum-ve-bir-bina-o 4 201 01. 21. : Haziran 2010, şim Eri 001 ber Portalı, Sıla Karataş, Ha soL meyerin-brasilia-vakasi/1 rı, ma Mi rin şle rsu Dü Nu kop Dergi, imari-oscar-nieme(11) Devrimci yer’in Brasilia Vakası, E-S rika/devrimci-duslerin-m me me Nie ima car /biz nie Os g.tr arnt: l.or osc Ke el ntr.so rre -ke (5) Sü http://habe n/surreel ww.e-skop.com/skopbulte 21.01.2014 Örge, Aralık 2012, http://w yer-29621 Erişim Tarihi: 4 201 01. 21. : şim Eri 001 Karataş, Haziran 2010, si/1 aka a-v meyerin-brasili rı, soL Haber Portalı, Sıla ma Mi 0, rin eşle 201 n Dü i zira mc Ha vri aş, De ) (12 Sıla Karat uslerin-mimari-oscar-niem marı, soL Haber Portalı, /bizimamerika/devrimci-d eg.tr iem l.or r-n r.so sca abe ri-o ://h ima (6) Devrimci Düşlerin Mi http n-m eri imamerika/devrimci-dusl 21.01.2014 http://haber.sol.org.tr/biz yer-29621 Erişim Tarihi: 4 201 01. 21. yer-29621 Erişim Tarihi:
18
SOKAĞIN
Yaşam
MELODİSİ Kamusal sanat için basitçe; tekniği, yöntemi nasıl olursa olsun, niyeti kamusal alanda sergilenmek olan sanat performansı tanımlaması yapılabilir. Galeri gibi özel teşebbüslerin kapalı alanlarından sıyrılıp sokakta sergilenen bu format ile sanat hem daha çok kimseye ulaşmıştır, hem de sanat alım aşamasında herkesin eşitlendiği bir durum söz konusu olmuştur. Örneklemek gerekirse heykel, tarihi yapılar, grafiti, sokak tiyatrosu, dans gösterileri gibi dallarla birlikte müzik de bu bağlamda sokakta kendine bir yurt edinmiştir. Bu yazıda ise sokak müziğine dair üç adımlı bir yol çizdik. İlkin meseleyi bize sinemasal ve belgesel bir boyutta anlatan bir HBO dizisini tanıttık. Ardından konu üzerine, müzik yazarı Murat Beşer’e iki soru yönelttik ve son kısımda müziğin tarihsel-mekânsal inşasına dair kısa bir okuma yaptık. Hazırlayanlar: Onur Avcı - Mustafa Öcalan
Şehrin Müziğe Tanıklığı: Treme David Simon, kent ve dizi denince akla gelen biricik isim olsa gerek. Yazarın, gazetecilikten geliyor olması ve kentin sosyolojisine bizatihi tanıklığı, sahanın etnografyasına olan hâkimiyetini yaratan dinamikler... Ve bununla beraber kurgusal anlatıların, bir tartışma alanı açtığını düşünen, bir belirli bölgeyi tasvir etmenin edebiyatta zaten var olduğunu, kendisinin ise televizyonun medyatik imkânlarıyla bunu yapmaya çalıştığını söyleyen bir yazar David Simon. Dergimizin ileriki
sayılarında etraflıca incelemeyi umduğumuz, -bir organizma olarak düşünürsek- Baltimore şehrinin nasıl yaşadığına belge niteliğinde, kült realist yapım “The Wire” ile namını sosyal bilim camiasına da duyuran Simon’un son işi, dört sezonluk bir seri olan “Treme” adlı dizi oldu. Simon bu dizide öyküyü, 2005 Katrina kasırgasının hemen üç ay sonrasından alıyor. Lokal düzeyde Amerika’nın en çok zarar gören yoksul güney şehri New Orleans’ın yaşadığı sosyal travmayı, genelde ise Bush dönemi yaşanan toplumsal/moral çöküntüyü anlatıyor. Simon’a göre New Orleans Amerika’nın metaforudur. Wall Street’in zenginliğine ve para sisteminin işlerliğine karşı; bir afet sonucu yoksulluğu beliriveren, sistemin aslında zaten bozuk olduğunun kanıtı New Orleans’ı koyar David Simon. Birincisi illüzyon ikincisi gerçek. Dizi, bu iki adanın olağanca şiddetiyle çarpışmasıdır. Kalbinde Treme gibi, afro-amerikan
müziğin en iyi temsilcilerinden müteşekkil “mükemmel bir getto” barındıran şehir, kaybolan kimliğini aramaktadır. Kasırga’nın yarattığı yıkım öyle büyüktür ki, yüzde sekseni işçi sınıfından oluşan bu şehirde yoksulluk açığa çıkmış, yaşam askıya alınmış, bürokratik adilsizlik, polisin hukuksuzluğu, asla ödenmeyen sigortalar, federal hükümetin şehri görmezden gelen ilgisizliği şehri yok-oluşun eşiğine getirmiştir. Ne ki bölge insanı yaşamı savunmaktadır, yıkıma karşı kendine özgü direnişler de mevcuttur. Örneğin, köklü bir geleneği yaşatan, şehrin adaletsizliğe asla boyun eğmeyen grubu Kızılderililer; ünlenmek, zenginleşmek gibi hiçbir sınıfsal, statüsel yükselme hırsı olmayan gerçek müzisyenler (bkz: Kermitt Ruffins, Lucia Micarelli) ve şehrin karnavalcı, isyankâr ruhunu taşıyan birçok gösterge. Şehir ve müzik ilişkisinin bu kadar keskin işlendiği Treme’de özellikle vurgulanan ise, Bush hükümetinin olağanüstü hal koşullarındaki ikircikli yönetimidir. Bütün gücünü Irak işgali için orduya aktaran, dönemin felaket kapitalizminin sorumlusu Bush, afet bölgesi üze-
rinden helikopterle geçerken şehre asla ayak basamamıştır. Mevcut olan tek şey, şehri asker ve polis yığarak güvenlileştireceğini sanan bir baskı rejiminin varlığıdır. David Simon kendisiyle yapılan bir röportajdan aktarıyor: “Orleans insanına sorsanız Katrina bizi mahvetti demez, onları yıkanın hükümet olduğunu söyleyeceklerdir.” Özetle, içinde olunan gerçeklik, birçok karakter ve mikro-öykü vasıtasıyla oldukça sade bir şekilde izleyiciye sunulmaktadır. Simon bu gerçekçi trajediye öyle ayna tutar ki, örneğin müzikli performans sahneleri gerçek zamanlıdır, o atmosfer yaşanır. Oyuncular bölge halkından kimselerdir, Amerika’da bir yerden bir yere taşınma oldukça kolay bir seçenek olmasına rağmen, felaket sonrası ilk soluğu şehrinde alan, toprağına ve kültürüne bağlı insanlardır. Treme izlerken, Balzac romanları tarzı bir edebi formasyonun ve bir belgeselin yansıtma kabiliyeti arasında, bir tanıklık konumundayızdır. Bir şehrin müzikli ruhunu hissetmek isteyenler için Treme muhtemelen tek ideal dizi.
Yaşam Müziğin sokağa çıkabilmesindeki özgürlüğü ile diğer sanat dallarına göre bir ayrıcalığı vardır diyebilir miyiz? Örneğin plastik sanatlara, sinemaya ya da edebiyata göre sokakla daha içli dışlı diyebilir miyiz? Murat Beşer: Belli süreçlerde (bale ve opera dâhil) tüm sanatlar sokağa çıkmayı tecrübe etti. Hedefleri kimi zaman son derece dar sanat içi, teorik ağırlıklı marjinal bir faaliyet olsa da, çoğunlukla eserlerini halka ve mümkün olduğunca büyük bir kalabalığa duyurmaktı. Ancak doğası gereği hiçbirisi müzik kadar sokaktaki insanın parçası olarak varlığını sürdürmeyi başaramadı. Çünkü şehrin dokusunu kendine sahne yapmış bu müzisyenler, şehri insanı gırtlaklayan havasından büyük bir hızla soyutluyor, uzaklaştırıyor ve yaşanabilir bir kardeşlik sokağına dönüştürüyorlardı. Kulaktan giren notaları hızla kalbe gönderiyor ve mutluluğa çeviriyorlardı. Özellikle de sokaktaki müzik hayatın tüm farklı ruh hallerine eşit derecede dokunabilir; acıya tatlıya aynı samimiyetle eşlik edebiliyordu. Sokak müziğinin, müziğe katkıları, sanatın toplumsallaşması ölçüsünde ne gibi katkıları olmuştur? Ya da bu bir pespayeliği de doğurur mu, yani kötü sokak müziği de var mıdır?
Murat Beşer: Sokak müziğinin ülkemizde merkezileştiği yer İstiklal Caddesi; burası ülkedeki tüm sokak müzisyenliğinin gerçekçi bir aynası. Burada her şey sadece ve sadece kuru bir harçlık çıkartmak ve bunu yeryüzü sofrasında paylaşmak isteyen patronsuz müzisyenlerle başlamıştı. Onlar kendilerini sokakta çaldığı dünyanın en büyük ailesi olan halkın özgür bir parçası gibi görüyorlardı. Karşılarında buldukları rastlantısal kalabalığa, işçi sınıfından gelen bu seçilmemiş sıradan insanlara, (hatta çoğu kez berduşlara ve evsizlere) çok kaliteli müzikler çalıyor, doğaçlamalar yapıyorlardı. Mamafih toplumsal erozyon (ve özellikle Beyoğlu Belediyesi’nin son yıllardaki uygulamaları, yasakları) sonucu, İstiklal Caddesi’ndeki sokak müzisyenliği bir çeşit dilenciliğe dönüştü. Artık çalanların (daha doğrusu çalıyormuş gibi yapanların) ezici bir çoğunluğu burada dileniyor.
Derleme: Uğur Gözcü
İstanbul Üniversitesi
“Kurt Seyit ve Şura” dizisinin sonu nasıl olur? Bilal Erdoğan: Anlamadım... Ozan Serhat (Dokuz Eylül Üniversitesi): Lenin, tüm iktidar Şuralara (sovyetlere) dedikten sonra Şuraların evi kalabalık olduğundan bizim bu Kurt Seyit Ergenekon Dağı’na geri çekilmek zorunda kalır. Kerem Çelik (Orta Doğu Teknik Üniversitesi): “Tatava yapma Kerenski’ye bas geç, çarlık mı
Murat Beşer
Müziğin Mekansal Kuruluşu Şehrin müziğe içkinliği, mekânın müzikle ilişkisi ve müzikal potansiyelin sokağa taşkınlığı aslında sosyo-politik tarihinden ayrı düşünülemez. 19.yy boyunca gayrimüslimler şarap evlerinde alafranga, avam ise kahvehanelerde alaturka; Cumhuriyet devrinde, balo salonlarında batılı, halkevlerinde folklorik müzik polifoniyi oluşturuyordu. 60’larda ise kırdan kente yoğun göç dalgası sonucu, dolmuş ve gecekondular arabesk/protest müziğe mekânsal ev sahipliği yapmıştı. 80’lerin sonuyla, belki bir blues-rock diyebileceğimiz orta sınıfsal entelektüel kültür
?? sorduk soruşturduk ?? ? ? ?
Beyoğlu’nu mekân bellerken, diğer taraftan arabesk/protest kültür; taverna ve türkü barlarda aktüelliğini koruyor idi. Sonuçta şehir her ekole yeni mekânsal imtiyazlar tanıyordu. Sokak müziğine geldiğimizde ise onun orijinlerinde, 80 darbesi sonrası sokağın politik yeniden kazanılması olduğunu görmekteyiz. Sokağın yasaklanışı delindikçe, kamusal bilinç ivmelenmiş, ticari olmayan bir müzikal tutum ve umut mekânları yaratımı söz konusu olmuştur. Görülen o ki müzik daima mekânsal bir inşa ile tanımlanmaktadır.
gelsin istiyorsun?” diyen Kurt Seyit Fem Dershanesi’nde sınav gözetmenliği yaparken görüldü... Osman Yılmaz (İstanbul Teknik Üniversitesi): Kurt Seyit’te ‘’Behlül kaçar’’ sendromu mu var? Adam her dizide arazi oluyor. Elif Yıldız (İstanbul Üniversitesi): Aslen Tatar olan Kurt Seyit, bolşevikler iktidara el koyduktan sonra Eskişehir’de çi börek işine girdi. Barış Koç (İstanbul Üniversitesi): Sovyetlerden kaçan Kurt Seyit, Diyarbakır’da lakabını Kürt Seyit olarak değiştirdi.
19
20
“Biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini, biliriz öylece yaşamasını, ölmesini.” Nâzım Hikmet Ran
zzzzzzz
İllüstrasyon: Faruk Tarınç
zzzzzzz
21
22
Kültür - Sanat
LARS VON TRİER SİNEMASI:
PAN’A VEDA T. Seçkin Serpil
Trier, Pan’ı hatırlatmak ister. Onun için bir ağıt niteliğindedir bu film. Trier İsa’nın Meryem’ini ilgi çekici ve gerçekçi bulmaz. Çocuğunun ölümünü umursamayacak kadar zevkine düşkün anneyi resmeder. Modern Meryem Joe’dur. Tam da bu açıdan Nietzsche’nin tanrının ölümünü ilan edip iktidar güç istencinin metafizik maskesini düşürmesi bizi yalnızlığa ve karanlığa mahkum etmiştir.
Bilgi Üniversitesi Satranç Kulübü
Günümüz insanını kuşatan değerleri ve ahlaki paradigmasını her filmiyle eleştiren bir yönetmen: Lars von Trier... Aşina olmadığımız, gerçek hayatta karşılaşmayacağımız karakterlerle dolu bir külliyat: Kötürüm bir kocanın mutluluğu için başkalarıyla ilişkiye giren bir kadın; engelli taklidi yaparak toplumdan intikam alan bir grup küçük burjuva, konformizme kurban edilmiş bir köye gelen bir yabancı... Dünyanın sonu geldiğinde Katharsis’e ulaşan bir melankolik... Anksiyetesini yenmeye çalışan, topluma başkaldırmış bir nemfoman... Hepsi toplum tarafından sürgün edilmiş, terk edilmiş karakterler... Kendisinin açıkça dile getirdiği gibi; film çekmek dışında her şeyden korkan bir yönetmen...
filmi bir bütün olarak okumakta fayda görüyorum; zaten son filmde ilk filme kadraj olarak referans verilmesi ve başkarakterin aynı olması (Charlotte Gainsbourg) bu tezimi güçlendirmekte. Serinin ilk filmi Antichrist(2009) bir günah sahnesiyle başlar... Cinsel tatmini için çocuğunun balkondan düşmesine seyirci kalan bir anne başkarakterimizdir. Gerçekle yüzleşilmesi zordur. Kendi tutkuları anne kimliğinden önce gelen günahkar bir kadın... Ahlaken bunu sindirmenin yanı sıra; psikolojik olarak bir çöküntüye sebebiyet verir. Filmin diğer başkarakteri (meslek olarak psikolog ve çocuğun babasıdır aynı zamanda) için kendi çocuğun ölümü bilimsel bir vakadır; yas tutma süresi bellidir. Anti depresan her şeyin ilacıdır. Modernizm, yaşam ve üretme odaklı olduğu üzere; ölümü gündelik bir mesele haline getirir. Ölümü sıradanlaştırmak uygarlığımızın temelidir.
"Gerçek bir film ayakkabıya kaçan taşa benzemelidir." Son filmi Nymphomaniac, “Depresyon” üçlemesinin son filmi. Üç
Bu açıdan modernizm ve kilise öğretileri ile uyum içersindedir. Ölüm, hayatın bir parçasıdır ve tanrının takdiridir: İsyan etme, ölümü kabullen. Ölüm karşı-
“Hem bıçağım hem de yara! Hem yanağım hem de tokat! Hem kurbanım hem de cellat, Ezen ve ezilen çarkta!” Charles Baudelaire
sında metanetli olmamız telkin edilir; tanrı bizi sınıyordur. Ölüm ritüelleri her dinde önemli bir yer tutar… Yas tutmanın da ritüeli vardır ve geçer... Kadın cinselliği üzerinden doğa ve kilise karşıtlığını gözlemleriz. Bu yönüyle kilise ahlakını yerle bir eden Nietzsche’yi anımsarız filmde. İnsan doğası ve kilise öğretilerinin çatışması... Filmde kadın/doğa şeytanı (satir/Pan) ve İncil’deki kadın figürünü sembolize ederken; erkek, (İsa) tanrı ve öğretilerini sembolize etmektedir.(Çarmıha gerilme sahnesine dikkat!) Kilise tarafından yaratılan Cadı imgelemesi ve filmdeki satir (keçi ayaklı bir tanrı) göndermeleri bu okumamızı destekler nitelikte. Filmdeki erkek psikolog ve baba fikri açıkça modern terapistleri ve rasyonel düşünceyi simgeler... Diyalogları böyle okumak bize filmi anlamak açısından bir fırsat sunar. Film birçok eleştirmen tarafından kadın düşmanı ilan edilse de ben de -Dücane Cündüoğlu gibi- Trier’in kendini kadın başkarakteri yerine koyduğu kanısındayım. Filmde başkarakter hem mağdur
hem cellattır. Filmin Tarkovski referansı da bu açıdan değerlidir. Tarkovski filmlerindeki doğa ve tanrı arayışına karşılık büyük bir başkaldırıdır. Kendini, yani kadını, Deccal ilan eder Trier ve katlini uygun görür. Serinin ikinci filmi Melancholia’deyse (2011) dünyanın sonunun geleceği varsayımı vardır. Filmin çıktığı dönemi düşünürsek maya takvimi ve dünyanın sonu söylentileri güncelken böyle bir temaya değinmesine karşın kast ettiği aslında bildiğimiz, algıladığımız dünyanın sonudur. Melankoli adlı gezegen dünyaya hızla gelmektedir ve dünyayı sıyırıp geçeceği bilim adamları tarafından varsayılmaktadır. Filmin başkarakterlerinden Justine ise bir kahin edasıyla dünyanın sonunun geleceğini hisseder. Filmin başında ay ve güneş’in yanyana gösterildiği bahçe oldukça gizemli bir dünyayı resmeder. Film iki kısımdan oluşur, bölüm adları kız kardeşlerin adlarıdır. (Justine ve Clairece) Filmin ilk yarısı gündelik burjuva hayatını bize anlatır. Büyük bir kır düğünü, sosyetik insanlar... Oysa
23
Kültür - Sanat başkarakterimiz dünyadan, gündelik hayattan sıkılmış bir masal kahramanıdır. Gereklilik ve sorumluluklar altında ezilmiştir. Film, görsellikleri ile başkarakterimizin bu dünyaya ait olmadığını bize kanıtlar. Edvard Munch tablolarını anımsarız ya da Charles Baudlaire şiirlerini. Filmin ilk yarısı Justine’in kabusudur. Burjuva bir kır düğünü, uyulması gereken normlar... Evlilik... Sıradanlık... Evet uyumsuz Justine çoğunluk tarafından kaçık gözükmektedir. Buna karşın Clairece(Charlotte Gainsbourg oynamaktadır) evli ve çocukludur. Justine’in eniştesi ona telkinlerde bulunur. Hem evlilik konusunda hem de dünyanın sonunun gelmeyeceği üzerine. Yine ilk filmde olduğu gibi erkek aklı, rasyonelliği sembolize eder (bu tezi güçlendirmek adına; melankoliyi gözlemlemek için teleskop getiren de erkektir) Justine mitolojideki Cassandra’ya referanstır. Kahin olmasına karşın dünyanın sonunun geldiğine dair kimseyi ikna edemez... Modern bir bakış açısıyla trajedi olarak adlandırsak da söz konusu olan aslında Cassandra’nın hayatıdır. Trajedi günümüzde anlamlandırdığımız bir tanımdır. Düğün ve cenaze ile adeta Şeb-i Arus karşımızdadır. Düğün gecesi... Justine’in dünyasının kıyameti... Filmin ikinci yarısı ise Justine’in ablası Clairece’in kabusudur. Çünkü melankoli adlı gezegen hızla dünyaya doğru gelmektedir. NASA gibi kurumların hesapları yanlış çıkmıştır. Gezegen hızla dünyaya gelmektedir. Artık bildiğimiz dünyanın sonu yaklaşmaktadır. Justine ise artık melankoliyi üzerinden atmıştır; varoluşçu terapi yöntemiyle gerçekle yüzleşir. Ölüm, yüzleşilmesi gereken bir gerçektir. Dünyanın son zamanlarına karşı Clairece’in çocuğunu öz çocuğu gibi telkin etmeye çalışır. Ölmek üzere olan bir şeye tanıklık etmek şiirseldir. Yani bir son... Büyük bir şans ya da mutsuzlukların en büyüğü… Filmin
sonunda rasyonel dünyanın sonu yaklaşırken aklı sembolize eden enişte intihar eder. Burada varoluşçu batı düşüncesi ve özgür irade sembolize edilir. Aslında gerçeği kabullenemeyen akıl açıkça intihar eder. İlk filmle beraber bir okuma yaparsak “büyük kuram” ve söylemler sona ermiştir. Evet, aslında metafor olarak Lars Von Trier dünyanın sonunun geldiğini haber verir. İnsana dair hiçbir şey kalmadığını anlatır. Burjuva toplumunun, alışkanlıklarının, ahlakının sonuna gelindiğini haber verir. Kiliseye göre intihar etmek büyük günahtır. İnsanla tanrı arasında bağ kopmuştur. Modern insan tanrıyı ve mucizeleri unutmuştur. Rasyonel dünyanın sonu... Akıl tutulması... Tarihin sonu... Bilimsel öngörüler ve analizler gerçeğe dair birer tahminden öteye geçmemiştir. Kesin olan’ın mümkün olmadığını anlatmaya çalışır Trier. İnsan doğası ölçülemez, tahmin edilemezdir... Bilim, modernizm, rasyonel düşünme, ortak akıl gibi kavramlar ve normlar insanı daha mutlu ve özgür kılmamıştır. Erkeğin intiharı; Stefan Zweig’in intiharını anımsatır niteliktedir.*
"Tanrı hükmetmek için varolmaya ihtiyaç duymayan tek şeydir." 3 parçadan oluşan öykünün son kısmı Nymphomaniac’ta yine Charlotte Gainsbourg başkarakterimizdir. Sokak ortasında baygın bir kadın; Seligman, ona yardım eli uzatır ve ne olduğunu sorar. Başından geçenleri anlatır Joe. Film bize anlatılan bir hikayedir. Hikaye, bize aktarılırken ne kadarı kurgu ne kadar gerçek emin olamayız. Bu noktada Joe aslında yönetmenin kendisidir; biz de seyirci olarak (Seligman) dinleriz hikayeyi. Hikayeye başlamadan önce Joe’nun uyarısına kulak vermekte fayda var: “Ama niyetin anlamaksa, tüm hikayeyi anlatmam gerekiyor. Bu da uzun sürecektir.” Film, Joe’nun ilk cinsellik tecrübesi ile başlar. Kadınlığını keşfetmesi, bekaretini kaybetmesi... İlk tecrübesi romantiklikten uzaktır ve oldukça mekaniktir. Filmde “3+5” olarak formülize edilerek ilk cinsel ilişkisinin ne kadar da duygudan ve paylaşımdan uzak olduğu seyirciye aktarılır, bir nemfomanla empati kurmamız istenir. Ardından kimliğini arayışa çıkan Joe’nun bir sonraki
macerası tekinsiz bir yolculuk hikayesidir. Baştan çıkarıcı ve kötü bir ortak B., Joe’nun hem rakibi hem de arkadaşıdır. Biletsiz olarak bindikleri trende kovulana ya da yakalanana kadar kim daha fazla kişi ile beraber olacak diye yarışacaktırlar. Kazanan bir paket bonibon kazanacaktır. B. başlarda önde götürecektir yarışı. Yine Trier burada cinselliğin ve kadın bedeninin metalaşmasını konu edinir. Aslında karikatürize ettiği bu kadınlar üzerinden toplumun değer yargılarını eleştirir. Filmde aslında kadınlar erkekleri kullanıyordur. Bekaret, kutsal kadın bedeni, çocuk sahibi olmak gibi hristiyan ahlakının izdüşümleri birer birer parçalanır film boyunca. Yarış kıyasıya giderken büyük karşılaşmaya gelinir. Şık bir beyefendi hem bu iki “yozlaşmış” kadının vagondan atılmamasını sağlar hem de onları “kullanmaz”. Kızlarla beraber olmayı reddetiği için B. Joe’ya teklifini sunar; eğer adamı yoldan çıkarırsa Joe kazanacaktır. Bu yanıyla Mephisto ve Faust hikayesini anımsatır. Adam evli olduğunu, eşine hediye aldığını vurgular, çocuk beklediklerini söyler. Yine de Joe “son silah”ını kullanır ve evet
24
Kültür - Sanat
yarışmayı kazanır. Filmin erkek karakteri söz konusu eylemi normal karşılar.
“Seligman: Başka ne söylememi istiyorsun? Joe: Yaptığımın kınanması gerektiğini. Anlattığım kadarıyla bile yaptıklarımın beni iğrenç bir insan yaptığını. Seligman: Ben olaya öyle bakmıyorum. Aksine bunu, çok hoş ve eğlenceli bir hikaye buldum.” Filmin başından beri kimin kimi kullandığı belirsizdir. Eril düşüncenin hakim olduğu ahlak paradigmasında adeta “devrimci” birer figürdür iki kadın. Neredeyse radikal feminist diye adlanrılacak kadar tabuları yıkmışlardır. Kilisenin latince sloganları ile açıkça alay ederler. Evliliğe, aileye, anneliğe; ‘‘kutsal’’ olan her şeye savaş açmışlardır. Joe, aşkın hakim olduğu bir topluma karşı mücadele etmeye kendilerini adadıklarını söyler. Burjuva ahlakında aşk kutsanmıştır ve doğal bir dürtü ve ihtiyaç olan “seks”, sadece aşk adı altında kutsal ve aşkın bir değeri olarak meşru gözükebilir. Tam da bu yüzden Trier ve Joe burjuva toplumunu riyakar bulur. Toplum ikiyüzlüdür. İnanmadığı ve asla uygulamadığı ilkeler üzerinden diğerleri üzerinde baskı kurar. Din de, cinsel tabular da sadece toplumun günah keçisi arama ihtiyacıdır. Böylece bir düşman belirlenip, mutlak bir yabancı (şeytan/pan) belirlenerek toplumsal normla-
rın kırmızı çizgileri belirlenecektir.
"POLİTİK DOĞRU VE RİYAKARLIK" Joe’ya ahlak dersi verenler ya da onu yargılayanlar ondan daha dürüst veya masum değildirler. Filmde ilk aşkı (cinsel ilişkisi) ile tekrar karşılaşır Joe. Tam bu noktada Amerikan sinemasının “tesadüf ” ağırlıklı romantik komedilerini alaya alır Trier. Joe, ilk aşkı Jerome’la karşılaşır. Jerome, Joe’nun patronu konumunda olduğu için ondan faydalanmaya çalışır. Joe ise, bu durum onun için sıradanlaştığından Jerome’i reddeder. Jerome ile sekreter patron arasında kapitalist ahlakın sıradanlaşmış ahlaksızlığını elinin tersiyle iter. Nemfoman’ın ahlakı olabilir mi? Ahlakı belirleyen kimdir? Toplum, tanrı, iktidar, yasalar? Jerome, Joe’den yüz bulamayınca sekreteriyle beraber şey kaçar. Bu eksiklik hissi Gerçek dediğimiz tılan ra ya bir özlem yaratır Joe’da. ve n la tı la de an . ır Beyaz atlı prensidir adeta ad am ls nı bir ya n Jerome. Joe Dionysus la o r va Seligman, ya da Pan’ı çağrıştırır; ı ış ay yıkılmışlığı ve ar ifade özgür bir kadın, belki rak matematiksel ola filmde de bir “amazon”… Ar-ı namus şişesini taşa eder. Seligman, , akıl, izm çalmıştır Joe. Biriyle sağduyu, modern ibi batı g birlikte olmak için zar bilgi, analiz, etik mları ra v ka atar ona göre randet ai e kültürün . er vularını belirler. Modern ed e liz sembo topluma göre ahlaksız ve
günahkardır. Ayırt etmeksizin herkesle beraber olur. En çarpıcı olan ilişkisi ise burjuva ailesi ile olan sınavıdır. Üst sınıf evli bir adamla yasak ilişki yaşarlar. Adamın adı yoktur (bknz: kadın yoktur - Lacan) Bir gün karısı bayan H. (Uma Thurman) bu ilişkiyi öğrenir ve iki çocuğuyla beraber Joe’yu basar. Joe en ufak bir utanma hissetmez. Biraz şaşkınlık vardır ama bir özür beklenmesi tuhaftır. O doğal davranmaktadır. Riyakar davranan ve aldatan o değildir. Burjuva ve kilise tarafından yüceltilen evlilik kurumu çırılçıplak karşımızdadır. Hastalıkta ve sağlıkta bir arada olacak yol arkadaşı kadın aldatılır. Burada bizi yine bir süpriz bekler; aslında Joe bu adamı da sevmez. Aldatan kocayı da aldatıyordur ve beklenmeyen misafir eve gelir. Bir başka genç adam, yani Joe’nun bir başka sevgilisi... Hep beraber yemek masasında oturur, yemek yerler. Kutsal aile sofrası tablosu zihnimize kazınmıştır. Zaten bize anlatılan bu hikayenin başlığı Bayan H.’dir. Anlatılan; aldatılan bir kadınınır hikayesidir. Üst benliğimiz bize neyi yapmamız neyi yapmamız gerektiğine dair tanım ve yasaklar koyar. Bu, yaratıcı bir gücün yasaları olarak da çıkabilir, ilkel kabilelerdeki gibi tabularla da... Üst benlik (tanrı/baba/yasa koyucu) bize
ne yapıp yapmamız gerektiğini telkin eder. Filmde Joe’nun babasının delirerek ölmesi bunu sembolize eder. Aslında rasyonel düşünce, var olan düzende çıldırmaya mahkumdur. Tanrı/ baba/yasa’nın ölmesi ile Jerome düşer... Jerome ile mucizevî şekilde yolları tekrar kesişir. Seligman itiraz eder. Bu, oldukça “kurgu” itirazında bulunur. Joe, gerçek olduğuna ikna etmeye çalışmaksızın şunu sorar: “Hikayeden nasıl yararlanabilirsin, inanarak mı, inanmayarak mı?” Bu soru şiirsel olduğu kadar postmodern teoriye kapı açar. Her şey bir anlatıdır, önemli olan inanmak ya da inanmamaktır. Gerçek dediğimiz şey de anlatılan ve yaratılan bir yanılsamadır. Seligman, var olan yıkılmışlığı ve arayışı matematiksel olarak ifade eder. Seligman, filmde sağduyu, modernizm, akıl, bilgi, analiz, etik gibi batı kültürüne ait kavramları sembolize eder. Hikaye anlatıcısı Joe, bu soğuk formülizasyonu eleştirir. Seligman’ın ve izleyicinin zayıf noktasını yakalar ve doğru tahminde bulunarak aseksüel olarak itham eder. Duvarda asılı olan Meryem ve İsa figürü üzerinden batı ve doğu kilisesi ile farkları ortaya konur. Özetle batı kilisesi çarmıha gerilen İsa figürünü ve çekilen çileyi ön plana çıkartırken der Seligman, doğu rum ortodoks kilisesi ise mutluluğu
25
Kültür - Sanat ön plana çıkarır. Ardından hikayeye geri döneriz; Joe anlatacağı hikayeye batı kilisesi ve doğu kilisesi adını koyar. Acı ve mutluluk üzerinden hikayesini anlatmaya devam eder. Bu sefer gerçek bir ilişki yürütmek isterler Jerome ile. Hatta çocuk sahibi olurlar. Ama Joe, Jerome’u sevse de tatmin olamaz; arayışını sürdürür. Bu arayış sırasında zencilerle cinsel deneyimini anlatır. Seyirci olarak bizi “zenci(negro)” sözü rahatsız eder keza seyirci adına Seligman müdahale eder. Joe/ Trier cesurca cevaplar; “Joe: Kusura bakma ama ben her zaman neyin ne olduğunu söylediğim için kendimle gurur duydum. Bir kelime ne zaman yasaklanırsa demokrasi o zaman geri saymış olur. Toplum, sorunu çözmek için dilden bir sözcük çıkarılmasını iktidarın zayıflığı olarak görür. Bence toplum, siyasi olarak yapılan bu düzenlemenin, azınlığı önemseyen demokratik bir söylem olduğunu düşünecektir. Ben de diyorum ki, toplum da içinde yer alan insanlar kadar korkaktır ve bu insanlar da demokrasi için fazla aptaldır.
Seligman: Demek istediğini anladım, ama hiç katılmıyorum. İnsanların niteliklerinden hiç şüphem yok. Joe: İnsanların nitelikleri bir kelimeyle ifade edilebilir. İkiyüzlülük… Doğru olanı söyleyip yanlış olanı düşünenleri yüceltirken yanlış olanı söyleyip doğru olanı düşünenleri alçaltıyoruz.’’ Trier, fikirlerini açıkça dile getirir. Seligman, adeta bir Haneke karakterini andırır. Soğuk ve steril bir tutum sergiler. Analitik bir şekilde iyi davranmayı savunur. Mesele politik doğruyu söylemek değildir. Kitlelere duyması gerekenler söylenmelidir; duymak istediklerini değil. Toplum ve çoğunluk, demokrasi için değil; ahlak bekçiliği için tetikte bekler. Her an bizi hedef gösterebilir PAN İÇİN BİR AĞIT “Hayır, Ama bana, benden çok uzakta olan ve keşfetmem gereken bir dünya olduğunu gösterdiler. Belki de o dünyada hayatımı geri kazanabilecektim.” Tatmin oldun mu sorusunu Joe böyle yanıtlayacaktır... Hikayeye devam ederiz. Artık Joe, hikayenin en karanlık kısmına başlar. Çocukları Marcel (adı, Mars tanrısına ithafen) olmasına karşın Joe ve Jerome arasında bağ ahlak sınırlamalarının ötesindedir. Joe arayışını hızlandırır. Sado-mazoşist fantezilerin peşine düşer. Filmin ikinci yarısı bir katharsis (arınma) sürecini anlatır. Bu açıdan aslında Pan’a ağıttır. Pan, unutulan ve öldüğü bilinen tek tanrıdır. Bedenselliğini öldüren Tanrı-İsa, Tanrı-Pan’ın ölüm fermanıdır. Çarmaha gerilen İsa figürüne bu yüzden Antichrist filminde saldırılmıştır. Evet, Tanrı-İsa çarmıha gerilerek aslında bu dünyadan çileci bir vazgeçişi över. Oysa Trier Pan’ı
hatırlatmak ister. Onun için bir ağıt niteliğindedir bu film. Trier İsa’nın Meryem’ini ilgi çekici ve gerçekçi bulmaz. Çocuğunun ölümünü umursamayacak kadar zevkine düşkün anneyi resmeder. Modern Meryem Joe’dur. Tam da bu açıdan Nietzsche’nin tanrının ölümünü ilan edip iktidar güç istencinin metafizik maskesini düşürmesi bizi yalnızlığa ve karanlığa mahkum etmiştir. Ivan Karamazov’un deyişi olan “Tanrı yoksa her şey mübahtır” söylemine Lacan karşı çıkar “Babanın adı yoksa izin verecek kimse de olmaz” Yani tanrı(üst benlik) yoksa Joe aslında günah da işlemiyordur. İçinde bulunduğumuz yüz yıl insanı karanlığa iter. Jerome ve Joe’nun bahçede tekrar karşılaşması da Adem ve Havva göndermesidir. Cenetten kovulmuş Adem ve Havva... Karşımızda bir nemfoman filmi olsaydı bu kadar rahatsız olmazdık. Bizi rahatsız eden şey Trier’in haklı olmasıdır. Nemfoman Joe’yu suçlu bulmak bizi daha az günahkar kıldığı için Joe başta uyarmıştır: Anlamak istiyorsan anlatayım… Ancak anlamak için izlersek Joe ile irtibat kurabiliriz. Birey olarak selpak satan çocuğa para verip kendimiz tatmin etmek isteriz. Kolay olan budur. Çünkü o fakirliğe sebep olan kapitalizmi ya da sistemi karşımıza almak işimize gelmez. Joe elbette günahkardır. Elbette onu suçlamak içimizi rahatlatacaktır. Yardım kuruluşlarına bağış yaparız bu bizi iyi bir insan yapar. Biz sevdiğimizle toplum önünde (belediye memuru) yasal bir evlilik yaparız ama aslında mesele mirasın çocuklarımıza geçmesidir; aile de bu yüzden kurulmuştur ve soyadı bu yüzden önemlidir. Sınanmamış iyilik, uğruna mücadele verilmemiş özgürlük kavramlarının içi boştur. Ahlak kurallarını belirleyenler bizi itham edebilir; kızlı erkekli yaşamakla, azınlık olmakla, farklı düşünmekle... Ahlak ve namusu bacak arasında aramak kolaydır. Lars von Trier tehlikeyi sez-
miştir. Biz hala birileri eşini aldatıyor diye suçlarken, bize özümüzü unutturan ahlakçı geçinen yozlaştıranlara tokat atmıyoruz. Filmin sonunda Joe, Jerome ve çocuğunu terk eder. Ardından kurgu mu gerçek mi bilmediğimiz olaylarla karşılaşırız, hikaye ne zaman bitmiştir bu muğlaktır. Lars von Trier, kötülüğün şairidir, Baudelaire ve Poe gibi karanlık hikayeler anlatır... Wagner’i anımsatacak kadar da epik bir besteyi hatırlatır filmleri... Filmin sonunda seyirci kalmanın suça ve bu yozlaşmışlığa fail olmaktan farksız olduğu anlatılır. İnsanlık adına mücadele etme zamanıdır... Yozlaşmış kurum ve iktidarla mücadele etmezsek arınamayız. Ülkemizde filmin vizyona girmediğini hatırlatmakta fayda var. Sansür, iktidarın işine gelmediği şeyleri yasaklamasıdır. Toplumun hazır olmadağını, duymak istemediğini söyleyen Zerdüşttür Lars von Trier. Bir yanıyla da gece uykusundan uyanmış, gördüğü kabusu unutmadan annesine anlatan bir çocuktur. * Stefan Zweig Erasmusla simgeleşen avrupa kültürünü ve modern avrupa düşüncesini göğe çıkartır. Çok inandığı Avrupa’nın merkezinde insanlığın en büyük karanlığı Nazilerin yükselişi yaşanmıştır. Buna dayanamaz ve hayatına kaçak olarak devam ettiği Brezilya’da “Söylenecek her şey söylendi” diyerek son verir.
Kaynakça: 1) PSİKEART 31.SAYI OC AK-ŞUBAT 2014 2) DÜCANE CÜNDÜOĞLU -Sinema ve Felsefe 3) SAFFET MURAT TURA - Şeyh ve Arzu 4) TERRY EAGLETON-Ku ramdan sonra 5) BÜLENT SOMAY: Çokbi lmiş Özne 6) STEFAN ZWEİG: Rotter damlı Erasmus‘un zaferi ve tra jedisi
26
Kalpsiz Dünyanın Umutsuzluk Makinisti
Kültür - Sanat
Lars von Trier’in
Eleştirisi Onur Avcı
Liberal dejenerasyonun entelektüel iklimi olağanca sefaletiyle kuşattığı ortamlar içerisinde ağırlıklı kanı, Trier’nin bir anti-aydın olarak kabul edilmesi ve böyleliğiyle beğenilmesi yönündedir. Anti-aydın, sosyal sorumluluklardan arınmıştır. Tarihsel yaraları ve güncel dinamikleri, içinde bulunduğu/ona atfedilen ideolojiler-üstü bir imtiyazla ele alır. Politik gerçeklikteki onulmaz yaraları estetize ederek normalleştirmekten ve dahi küçümsemekten asla imtina etmez anti-aydın.
Galatasaray Üniversitesi
K
imine göre Dogma 95 tekniğiyle bir yeniliğin, kimine göre Avrupa sinemasının dehası, onlarca ödüllü/ödülsüz kült filmin üreticisi Lars von Trier’nin bugün ne kadar popüler olduğu tartışmaya kapalı bir olgu. Onun sinemasını idealleştirmeden bir sinema okuması yapmak pek tercih edilen bir tutum değil. Peki, Trier’nin bu denli “sevilmesinin” nedenleri nelerdir? Bu yazı boyunca sıklıkla deşifre edip temellendireceğimiz şey; yarı-yetenekli post-politik bir entelektüel formasyona neden aşırı imtiyazlar verip, sanatsal ve düşünsel yaratıcılıkta orijinalitenin timsaliymişçesine yüksek itibarlar addetmekteyiz,
bu sorunu araştırmak olacak. Meseleyi doğru kavrayabilmek için Trier sineması içerisinde çok kısa bir yolculuğa çıkmamız gerekiyor.
Filmografik İnceleme: Trierolojiye Giriş 1984-1991 arası Avrupa üçlemesi olarak bilinen “Suç Unsuru”, “Epidemic” ve “Europa” ile Trier yeteneklerini alıcıya çıkarmış, sahnesi Avrupa sinemasına doğru genişlemişti. Ardından 1996’da “Dalgaları Aşmak”, 1998’de “The Idiots” (Dogme 95 ile direkt anıldığı ve teknik bir analizden kaçındığımız için değinmedik) 2000’de
“Karanlıkta Dans” ile ödüllendirilme dönemi başlayan Trier’nin; 2003 sonrası henüz tamamlanmamış Amerika üçlemesinden ilk ikisi, “Dogville” ve “Manderlay”i seyirciyle buluşmuştu. Son olarak “Anti-Christ” ve “Melancholia” ve bugün Türkiye’de dinci-gerici istibdadın sansürüne takılmış “Nymphomaniac” vitrine çıkmıştı. Tüm bu filmler birbirlerinden bağımsız veya yukarıda yapılana benzer biçimlerde birbirleriyle örgülenerek pekâlâ ilişkilendirilebilir. Örneğin Trier külliyatına bakarak, Dogville ve Manderlay’de “Trier’in toplum karşıtlığı”, Nymphomaniac’ta ve Europa’da “Trier’in öz-nefret taşımayan anti-liberal karakterleri ve politik doğruculuk karşıtlığı” ile ilgili çalışmalar yapılabilir. Yahut hemen bütün filmlerinde “Trier ve Kadın”, Dalgaları Aşmak ile “Trier ve Din”, Melancholia ile “Trier’nin ‘son’lu kurguları” gibi onlarca başlık altında analizler yapmak mümkündür. Zira Trier bir post-entelektüel dönem sanatçısı olarak kendi problematiklerini benzer yollarla defaatle sinemasına yediren bir yönetmen. Nedir peki bu tür bir kendini tekrarlama? Ne anlama gelmektedir ve nedeni nedir? Biraz bunlara bakalım. Liberal dejenerasyonun entelektüel iklimi olağanca sefaletiyle kuşattığı ortamlar
içerisinde ağırlıklı kanı, Trier’nin bir anti-aydın olarak kabul edilmesi ve böyleliğiyle beğenilmesi yönündedir. Anti-aydın, sosyal sorumluluklardan arınmıştır. Tarihsel yaraları ve güncel dinamikleri, içinde bulunduğu/ona atfedilen ideolojiler-üstü bir imtiyazla ele alır. Politik gerçeklikteki onulmaz yaraları estetize ederek normalleştirmekten ve dahi küçümsemekten asla imtina etmez anti-aydın. Epidemic’de, siyah karakterin azap içinde ölmeden evvel son sözü “bir zencinin tek dileği, kullanılmış ayakkabı, bir fahişe ve içine sıçabileceği bir evdir.” iken, bu “yavansöylem” sanatkârı, hala “demokrat” kalır. Zira kimse Suç Unsuru’nda Kahire’den, Europa’da ise Amerika’dan gelen iki farklı kültürel temsiliyeti, aynı ölü Avrupa topraklarında boğan Trier’ye kolonyalist demiyordur. Keza yine Manderley’da, Amerika’nın siyah köle sorununa Trier’ci bir skandal/şok izleğiyle değinmek onun yıkıcı-yapıcı sinemasının biçemi gibi gözükür. Trier, “Hem kendi bedenimden, hem ırkımdan, hem de ırksal arketipleriyle bende yaşayan atalarımdan sorumluydum”, “bir beyaz değildim henüz ve safkan bir zenci de sayılmazdım artık; lanetlenmiş biriydim öyleyse” diyen Fanon kadar siyahtır, öyle pazarlanır. Peki, gerçekte böyle midir? Europa’da Nazizmi kendi yöntemince eleştirirken, 2011 Cannes Film Festivalinde, “Hitler’i anlıyorum,
27
Kültür - Sanat Trier, “Hem kendi bedenimden, hem ırkımdan, hem de ırksal arketipleriyle bende yaşayan atalarımdan sorumluydum”, “bir beyaz değildim henüz ve safkan bir zenci de sayılmazdım artık; lanetlenmiş biriydim öyleyse” diyen Fanon kadar siyahtır, öyle pazarlanır. naziyim” diye demeç veren, bir tür iktidar apolojisti olan anti-aydın Trier, nasıl olur da karşıdevrimci olarak değil de, bir afili filinta suretinde entelektüel meşruiyet ve alan kazanmaktadır? Bir başka örnekle yanıtlayalım: Dalgaları Aşmak’ta, tanrı ile konuşan(dindışı), belki psişik(akıldışı) alenen erkek egemen bir şehirde yaşayan toplumdışı bir kadının; başka tür bir dinsellikle, metafizik bir kaderi mümkün kılmasından başka başardığı bir şey yoktur. Tıpkı Karanlıkta Dans’ta da olduğu üzere, başkarakter öyle bir trajedinin içindedir ki, ölmeli ve kozmos ideal dengesine kavuşmalıdır: “İyileştirdi ve öldü”. Kısacası iki kadının ardından baki kalan, öldükleri takdirde sevdiklerinin yaşayacağına duyulan tutucu bir inanç, mistik bir sezgidir. Açıklanamaza teslimiyeti dayatan böylesi estetikleştirilmiş dinsel bir politizm, sis tabakasının ardındaki bilinmezden başka bir şey vaat etmiyorsa, kanaatimizce masum değil, tehlikelidir: Zira bu basitçe, siyasallaştırılmış din sistemlerinin tipik metodolojisidir ve tekrarlayalım, pek masum değildir. Buna ek olarak, Trier yine birçok filminde mesele ettiği “kibri” bu sefer bilimin içinde sunarak reddedip, tarihi apokaliptik sonlandırmaya dahi cüret eder. Yine filmlerinden örneklerle ilerleyelim: Epidemic’de doktorlar bir diktatoryayı simgeler, dişmacunu “çürükleri ortadan kaldırdığı” için imalı “gösterilir”, filmin çiftkatmanlı anlatı mekânı salgına yenilir. Antichrist’ta kadın araştırmaları yapan sosyal bilimci, çaresizce doğadaki satanik kötülüğe ve “kadını doğanın yönettiği”
doğalcı teze teslim olur; buna göre insanın doğası kötüdür, doğal olan budur, dolayısıyla doğadaki kötülük baştan kazanandır. Melancholia’da ise dünyaya çarpmak üzere yaklaşan gezegen, ölümün yaşam üzerindeki hükmünü simgeler ve buna ilk yenilen; başta çarpışmayı inkâr eden, sonra verileri tutmadığı için intihara kaçan bir gökbilimcidir. Suç Unsuru’nda ise şöyle bir önerme geçer: “Bilim adına olabilecek en kötü şey, sistemin en önemli şeyi olmaya başlamasıdır.” Bu alıntıyı Epidemic’de yazılan film senaryosu için yapılan “Ayakkabıdaki çakıl taşlarına benzeyecek” nitelemesi ile birleştirelim. İşte karşımızdaki, umut makinesi olarak işlemeyi reddetmiş, kapitalizmin kültürel ve politik tahakkümünü bir gizemli özgünlük oyunuyla onaylayan, ütopyasız ve pesimist bir şok-estetizmidir. Son tahlilde siyasal bir gericiliği normalize eder. Fakat bunu inkar edecek birçok motto ve düşünüre sırtını güvenle dayamıştır: Örneğin, Trier pesimizmine öyle kolayca “gerici” diyemezsiniz: Nietzsche’nin, optimist bir bilimselliğin, hakikatte var olan kötümserlikmut ten bir kaçış Karşımızdaki, u k yöntemi makinesi olara , incelemek olduğunu eyi reddetmiş m gerektile iş söyleyilizmin a it ğinden p a k şi, surak ti li o p söz e v l re kültü tımıza ir etmiştik. b ü n ü çarpıtahakküm Zira bu k lü lacaktır. gizemli özgün n, sayede, laya Kötümoyunuyla onay mist Trier’nin serliğin z ve pesi sı a y zamanının p to ü aslında idir. ruhunu taşıbir şok-estetizm bir yılgınlık yan sıradan bir felsefesi olmasanatçı olduğunu, dığı, başka birçok ona atfedilen filozofik postyapısalcı teorizasderinliğin aslında bir derya-deyonla size-karşı ifade olunacaktır. niz olmadığını tespit edebileceğiBunlar olmazsa, Trier’nin filmlerinmizi tasarlamıştık. Öyleyse şimdi, de Epikür’den veya bir başka estetik burada bir argüman koyalım: Trier, figürden alıntı yapan karakterlerine post-modernist ifade teknolojileduyulan hayranlık ululanacak, Trierinden farklı bir dilselliği üretmerolojiye bir tür gizli-cemaatsel ikna yen bir sanat kişisidir. Ve şimdi süreci örgütlenecektir. Bu durumda bunu savunalım. tek yol, engele engel koymaktır. 1979’da Fransız düşünür Lyotard, Art-metin, Anti-metin ve Trierci bir “postmodern durum” tespit Melodramın Eleştirisi ediyordu: Ona göre Hıristiyanlık, Aydınlanma veya Marksizm gibi Başlarken, sanatçıyı içinde bulunduğu tarihsel şartlara bakarak ideolojiler ve üst-anlatılar, yani
kurtuluş anlatıları, bir meşruiyet krizi içindeydi. Dolayısıyla “gerçek”, evrensel niteliğini kaybetmiş ve tekil durumlar kendilikleriyle anlamlı hale gelmişti. Özne-nesne hiyerarşisi ortadan kalmıştı, bu bakış açısına göre. Dolayısıyla; artık gayrimeşrulaşmış öznenin “bilinç taşıma” nesnesi yitikti. Postmodernist teorinin psikanaliz ve Marksizm’e eşbiçimli saldırganlığı tam olarak bu determinasyondan dolayıdır: Buna göre psikanalist hastaya, entelektüel sınıflara, kilise ise halka “öğretemez” savunusu aktüeldir. Bu üç öge, Trier sinemasında fazlasıyla işlenmektedir: Antichrist’ta analist eş, eşinin atipik yasına karşı bilimsel bir kibirle yaklaşır, eşinin metafizik kaygı ve kaosa teslim olmasına itiraz eder, fakat yenilir ve cezasını çeker; Dogville’in köylülerini ve Manderlay’in kölelerini demokratize etmeye giden Grace, başarısızlığa uğrar; çünkü entelektüel ideali postmodern durumdan dolayı geçersizdir. Dalgaları Aşmak’ta Bess,
28
Tanrı ile konuşmak için kiliseye ihtiyaç duymaz, bir Protestan misali kiliseyi aradan çıkartmıştır. Trier böyle anlatmayı seçmiştir ve böyle anlatmanın teorize edilişi tipik bir Aydınlanma ve Modernite eleştirisinden ileri gelmektedir. Avrupa Aydınlanması ile derdin temellerinde ne vardır peki? Aslında bütün hikâye Descartes’ın ego-cogito’suna, yani öznenin “ben” haline gelerek nesneyi kurmasına getirilen eleştiriyle başlıyor. Zira 17. yy Aydınlanma düşüncesinin gayesi, doğayı açıklamak, ona egemen olmak ve maddeye uygulamaktı. Descartes ile birlikte, insan evrene değil, evren insanın düzenine bağlı hale gelmişti. Dünya, skolâstik kabulün reddi ve yeni düşünce kategorilerinin icadı ile dönüştürülmeye açık hale getirilmişti. Kant, Aydınlanma için “İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır” derken, bireyin metafizik çaresizliğe teslimiyetini aşmayı önermişti. İşte postmodernist teori, bunun bir insan-doğa, özne-nesne iktidar ilişkisi yarattığını savunur ve Aydınlanma düşüncesini reddeder. Trier’nin de doğa mistikifasyonla-
rına bu kadar bağlı olması bundandır. Dahası Trier, ilerlemeci tarih anlayışını da aynı “ilke” ile reddeder; yerine, post-politik karşılığı “tarihin sonu” tezleri olan, sonlanmış dünya tahayyülünü koyar. Postmodernist teori tüm bu durum analizlerine ek olarak, 20. Yüzyıl Modernitesini, akılsal vaatlere karşı savaş, soykırım ve yıkımdan başka bir şey getirmediği savıyla suçlamaya başlar. Karşılık olarak ise, gerek popüler kültürde, gerek akademik cenahta, gerekse de sanatlarda yeni ifade biçimleri bina edilir. Sonuçta Aydınlanmanın totaliter olduğu tezi ortaya atılmış, buna karşı aklı ve bilimi reddeden, anlama, bilince, dile, doğrusal zaman ve statik mekân algısına karşı bir yeni teorisizm doğmuştur. İşte tam bu nedenle sanat yeni ifade biçimleri inşa eder. Örneğin Benjamin “Modernizm, kahramanın yıkımıdır” der. Trier ise bu saiklerle sinemasını kahramansızlaştırır, anlatısızlaştırır, politik umuttan arındırır. Yerlerine anti-metin, anti-kahraman ve daimi bir yok-oluş koyar. Gerçek Yaşamda Son Yoktur Aydınlanmanın ve Modernitenin
Psikanalitik belirleme ilişkisini reddedip, Avrupa üçlemesinde psikanalitik yöntemle Avrupa’nın belleğine inen Trier; filmlerinde, Hıristiyanlığa uygun olmayan “kibrin” yerine, şeytanın doğadaki apriori kötülüğünü koydu.
Kültür - Sanat mirasını topyekûn reddetmek bir moda tavrı olarak vuku buldu. Dönem entelektüeli Nazizm yüzünden bütün bir Avrupa’yı, hatta faşizmi ezmiş bir tarihsel mirası dahi “söylem analizlerine” tabi tutup, kriminalize etme girişiminde bulunabildi. Bu nedenle Trier çekinmeden “İnsanın doğasında suç vardır” diyebilmişti. “Toplum korkaktır, eşitlik insana aykırıdır çünkü insan aptaldır” yollu düşünceler sergileyebilmişti. Burası ise, Trier’nin temsil ettiği anti-aydın tipolojisinin muazzam çelişkileri ile deşifre olduğu andır: Psikanalitik belirleme ilişkisini reddedip, Avrupa üçlemesinde psikanalitik yöntemle Avrupa’nın belleğine inen Trier; filmlerinde, Hıristiyanlığa uygun olmayan “kibrin” yerine, şeytanın doğadaki apriori kötülüğünü koydu. Dogville’de köylülük eleştirisi mi yapıldı, mafyatik iktidar mı övüldü, bu bahiste sorumluluk almadı: Çünkü her ne kadar Nymphomaniac’ta karakterler; Bach’tan Goethe’ye, Freud’dan Poe’ya üst düzey bir sosyokültürel sermayeyi gösteren bir sohbet içinde sunulsalar da her şeyi bilen tanrı-yazar ölmüştü, buna sığınıldı. Metin, yazarı, sadece bazen öldürdü. Hâlbuki biz biliyoruz, idealleştirilmiş her anti-kahraman Trier’nin ta kendisiydi. Trier asla eserinden kendini ayrıştırmış değildi. Hep gibi yaptı.
Dinci-gerici bir dikta altında yaşam mücadelesi verdiğimiz şu günlerde, anlam rejimlerinden kaçınmadan, akıl ve bilim ile bir derdi olmadan bir Trier incelemesini mümkün mertebe böyle gerçekleştirebilirdik. Dergimizin ileri sayfalarında incelediğimiz Treme adlı diziden bir alıntı ile bitirelim: “Gerçek yaşamda son yoktur.”
Okuma listesi: 1. Immanuel Kant, “Ayd ınlanma Nedir?” Sorusuna Yanıt , Toplumbilim 11- Aydınlanma Özel Sayısı, Bağlam yay., İst .–2007 2. Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çev: Cahit Koytak, Versus, İst-2009, sf: 14 0 3. Friedrich Nietzsche , Yunanlıların Trajik Çağında Fe lsefe, çev: Gürsel Aytaç, Say yay., İst.-2003 4. Herbert Marcuse, Ka rşıdevrim ve İsyan, çev: Güral Koca-Volkan Ersoy, Ayrın tı yay., İst.–1998 5. Theodor W. Adorno – Ma Horkheimer, Aydınlanma x nın Diyalektiği, çev:Nihat Üln er, Elif Öztarhan Karadoğan, Ka balcı yay., İst.-2010 6. Walter Benjamin, Pa sajlar, çev: Ahmet Cemal, YK Y, İst.– 2009 7. Tülin Bumin, Tartışıla n Modernlik: Descartes ve Spino za, YKY, İst.- 2010
29
Yuvarlak Masa
Genç Gazeteciler Gazeteciliği Tartışıyor Geçtiğimiz aylarda ülke gündemi gazetecilerin bavullarındaki belgeler üzerinden akıyordu. Aynı tarihlerde FKF “Genç Gazeteciler Bayrağı Devralıyor” etkinliğini düzenlemişti. Biz de yuvarlak masada “gazeteciliği” tartıştık. Sonrasında seçime dair bir yuvarlak masa yapmanın daha uygun olacağını düşünüp, bu yuvarlak masayı yayımlamayı ertelemiştik. Hala değerli olduğunu düşündüğümüzden bu sayıda yayımlıyoruz. Ayrıca katılımcılarımızdan gündeme dair görüşlerini de alıp yuvarlak masaya ek olarak yazının sonunda yayımladık. Alperen Bal (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi): Bu sayımızda yuvarlak masada gazeteciliği konuşacağız. Gündem gazeteciler üzerinden ilerliyor. Biz de enine boyuna tartışalım istedik. Lafı fazla uzatmadan FKF’nin geçtiğimiz günlerde düzenlediği “Genç Gazeteciler Bayrağı Devralıyor” etkinliğine gelmek istiyorum. “Genç Gazeteciler Bayrağı Devralıyor” önemli bir iddia. FKF bugün bunu niye yaptı? Gazetecilik nereye gidiyor? Gençlik burada ne tür bir rol oynayabilir? Hem genel bir değerlendirme hem de etkinliğe dair bir değerlendirme alalım. Cihat Parıltı (İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi): Türkiye’de bir şekilde gazeteciler susturulmaya baskılanmaya çalışılıyor. Biz de dedik ki madem böyle bir durum var. Buna inat cesur, sözünü esirgemeyen, mert gazeteciler yetiştirelim. Eğitimlerde gördüğümüz bir şey vardı. Gelen öğrenciler bir şekilde alternatif medyanın yaratılması gerektiğinden ve sonrasında sesinin yükseltilmesi gerektiğinden bahsediyordu. Yapmış olduğumuz eğitimler bunun ilk adımını oluşturmuş oldu. Katılım ve ilgi de oldukça yüksekti. Özgür Savaşcıoğlu (Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü - soL Haber Portalı): Buradan gençlik neden gazeteciliğe yöneliyor sorusuna geçebiliriz. AKP iktidarının özgün bir özelliği
var, diğer iktidarlardan kendisini ayıran bu kadar sene gücünü korumasını sağlayan cidden bir diktatörlük inşa ettiler. Bunu yaparken de gericiliği kullandılar. Ama bu sistemin bir zaafı var: Yalanla ayakta durmak zorunda. Halkın siyasetle ilişkilenmemesini sağlamak zorunda. İdeolojik olarak zayıf, dinci gericilik dışında tutamak noktası bulunmayan bir sistematik. AKP döneminde gazetecilerin baskılanmasının bir nedeni de bu. Siyasal olarak Tayyip Erdoğan figürü çok güçlü sarsılmaması lazım. AKP’nin kurduğu altı boş ideolojik zemine etkili ve iyi işleyen bir basın ciddi anlamda zarar verir. AKP de ülkede olan biteni görmeyen bir medya istiyor. Bu nedenle gazetecileri baskı altına alıyor. Burada gençlik için şöyle ilginç bir durum var; bu ülkede gençler hep siyasal hareketlerin içinde oldu, önemli tarihsel ilerlemelerin tümünde gençliğin güçlü bir izi var. Bu durumu Jön Türklerden ve İttihatçılardan başlatabiliriz. İttihat Terakki genç kadroların kurduğu bir harekettir ve bu kadrolar ihtiyaç neredeyse kendilerini buna göre geliştirmiştir. Bu kimi zaman roman, şiir, oyun yazmak anlamına kimi zaman gazete çıkarmaya kimi zaman da siyasi mücadelenin en ön saflarında yer almaya tekbül eder. Bugün gençlikle gazetecilik alanının kurabileceği ilişki de mücadelenin seyri içerisinde oluşan somut ihtiyaçlardan temellenebilir.
İhtiyaç, halka gerçekleri söylemek. Basın üzerinde kurulan baskı ve bu alanın kuşatılmak ve giderek tasfiye edilmek istenmesi gençliği gazeteciliğe yönlendiriyor. Ben eğitimlerin birkaç tanesine gidebildim. İlginç bir ilgi vardı. İlgi etkinliğe katılan gazetecilerin ününden çok insanların egemen medya dışı kanallara katkı koymak istemesinden kaynaklanıyordu. Burada doğru işlenirse Türkiye basınında denklemi değiştirebilecek önemli bir potansiyel yatıyor. Melike Çapan (İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi - OdaTV): Aslında gazeteciğin Türkiye’de çok da iyiye gitmediği aşikar. AKP-Cemaat kavgasından sonra yapılanlara gazetecilik demek çok da doğru olmaz. Elinde belgeler olup da bunu yıllar sonra benim tarafımı kızdırdın, Cemaat’i kızdırdın, iktidarı kızdırdın ben de şimdi senin belgeni ortaya çıkartacağım demekle olmaz. Gazeteciysen bir belge zamanında çıkar. Çünkü bizim halka doğruyu
söyleme sorumluluğumuz var. Bu sorumluluğun bilincinde olmalıyız. Şu süreçte birileri gazetecilik yapıyor diyemeyiz, gerçek anlamda gazete var da diyemeyiz. Sadece herkes bir tarafın sözcülüğünü yapıyor. Alperen: Herkes bir tarafın sözcülüğünü yapıyordan alıp, provakatif bir soru atayım ortaya. Gazetecilikteki tarafsızlık ilkesi bir tarafta gazetelerin politik duruşu diğer tarafta? Bu iki olgunun birbiriyle bağı nasıl kuruluyor veya kurulmalı? Sami Menteş (İstanbul Üniversitesi
30
İletişim Fakültesi – Karşı Gazetesi): Şimdi bakıldığı zaman çağdaş demokrasilerde tanımlanan gazetecilikle bizim yaptığımız arasında çok fark
var. Öncelikle ülkede demokrasi yok. Haliyle uluslararası tanımlamalarda bize uymuyor. Tarafsızlık tartışmalı bir şey. Ben kendi açımdan tarafım her zaman. Burada düşünülmesi gereken şey ne tarafta durmamız gerektiğidir. Bugün ya güçlünün, muktedirin -ki diktatör diyoruz ve bu tanım tam oturuyor yerine- yanında olacaksınız ya da tam tersine onun karsısında yer alıp doğrunun, haklının, gerçeğin safına geçip ona göre gazetecilik yapmanız gerekiyor. Karşı tarafın haberini veriyorsan habere takla attırmıyorsan bu bile tarafsızlıktır. Onun dışında her gazetenin bir çıkış amacı ve kendini konumlandırdığı bir yer var ve ona sadık kalmak zorunda. Az önce Melike bahsetti bir gazeteciden. -Kendini öyle tanımlıyor- Baransu’dan. O’nunla beraber bir “bavul gazeteciliği” çıktı. Bir de şantaj gazeteciliği var. Adam Twitter’dan şantaj ediyor açık açık “şunu yapmazsan belgeyi açıklarım”. Nedim Şener bunun üzerine bir şey demişti: “İyi gazetecilik, kötü gazetecilik olacak” diye. Ben buna inanıyorum gerçekten. İyi gazetecilik -özellikle bu yeni nesil- biraz daha Gezi’den sonra “Boyun Eğme” ve “Gerçeklerin sesiyiz” diyerek kötü gazetecileri kovacak. Özgür: Melike’nin bahsettiği duruma verilebilecek en ilginç örnek Koray Çalışkan’ın Sarıgül etkinliklerini haberleştirirken sergilediği militanlık. Koray Çalışkan bizim üniversitemizde Siyaset Bilimi bölümünde akademisyen. Boğaziçi’nde Koray Çalışkan’ın dahil olduğu ekol sola şu açıdan saldırır: Gazetecilikte de başka mesleklerde de siz çok militanca davranıyorsunuz, olaylara tek bir yere angaje olarak bakıyorsunuz, solcular bu yüzden gazetecilik yapamaz... Ama ben militanlığın en pespaye halini tam tersine bu akımda gördüm. Burada şöyle bir şey var: Gazetecilik halkla ilişkiler kurumu haline getirilmeye çalışılıyor. Siyasal taraflar vardır düzen içerisinde ve bu kurumların halkla ilişkiler merkezi haline getirilmeye çalışılır gazeteler. Bununla bizim taraf olmamız arasında bir fark var. Bizde tarafız onlar da taraf. Ancak halkla ilişkiler müdürlüğüyle, halka gerçekleri anlatmaya çalışmak arasında önemli bir fark var. Biz
Yuvarlak Masa
meşruiyetimizi emekçilerin, halkın çıkarlarını savunmamızdan, tarihten alıyoruz. Onlar ise kendi çıkarlarını, kariyerist hesaplarını öne çıkararak saf belirliyor, taraf oluyor. Dolayısıyla bizim taraf olmamızla onların taraf olması kategorik olarak farklı. Birincisi bunu ortaya koymamız lazım. İkinci olarak, gazete dediğimiz taraf olmadan çıkarılabilecek bir şey değil. Hele de Türkiye gibi bir ülkede hiç değil. Zaten gazeteciliğin varlığı dahi politik bir zemine dayanıyor. Gerçeklerin toplum tarafından bilinmesi, toplumun siyasal taraflaşmaların görece aktif bir parçası haline getirilmesi ihtiyaçları modernleşme süreciyle bağlantılı. Türkiye’de halktan yana gazetecilik yapmanın tarihsel olarak da güçlü bir zemini var. Genç gazeteciler etkinliğine katılanların motivasyonları da bu zeminin korunduğunu gösteriyor. Etkinlikte koyulan başlıkların haber yazımı gibi görece teknik başlıklar olmasına karşın etkinliğe gelenlerin hiçbiri “haber nasıl yazılır” diye sormuyor. Herkes “Yolsuzluk operasyonu sonrasında gelişen gerilimde nasıl bir tavır almak lazım” diye soruyor. İnsanlar gazetecilerden bunu bekliyor. Bekledikleri şey “Bana gerçekliğin saf halini sun” değil. “Benim bu gerçekliği algılamama ve nerede taraf olmam gerektiğine yardımcı ol ve bunu nesnel bir şekilde yap” diye bir beklenti var. Alperen: BBir haberin nesnel bir biçimde aktarımı boyutu var, bir de tavır aktarımı var. Bu nokta önemli. Ben Ahmet Şık’ın konuşmacı olarak katıldığı oturuma katılmıştım. Biz bir taraf olabiliriz fakat bunu politik bir tavır aktarımıyla sağlamayız. Haberi öyle bir yazarız ki yazarken taraf oluruz ama militan da olmayız demişti. Bunun somut karşılığı nedir bunu sormak istiyorum? Cihat: Haber saf ve temiz olmalıdır katılıyorum ama burada politik nokta çıkaracak olduğun haberin nerede durduğudur. Sonuçta ülke gündeminde bir şey var. Atıyorum, Akit Gazetesi bu habere yer vermezken, sen bu habere gazetende yer vererek bir şekilde tutumunu belli etmiş olursun. Nesnel yazımla politik duruşun kesiştiği noktada burasıdır. Sami: Evet. Sayfalarında hangi konuya ne kadar yer ayırabiliyorsun? İşçiler senin sayfanda ne kadar yer alabiliyor? Ya da ne kadar
devletin hışmına ve egemenlerin hışmına uğrayan insanlar senin sayfanda kendine yer bulabiliyor?
baskılarla karşılaşıyor. Nasıl bir ülkede gazetecilik yapıyoruz ve bu işin zorlukları nelerdir?
Özgür: Şimdi burada somut bir örnek vermek istiyorum. “Demokratik taleplere can feda” manşetlerini herkes hatırlar. 7 gazete birden aynı manşeti atmıştı. Tayyip Erdoğan konuşuyor ve bu manşete çekiliyor. Peki biz bunu nasıl eleştireceğiz? O metnin içinde o söz var. Ama o metin aslında onu anlatmıyor. O metinde adam halkı da tehdit ediyor.Gazetecinin görevi sadece bir olguyu sunmak değil tek başına. O olguyu işleyerek sunmak, ona bir bakış açısı katarak sunmaktır. Bu bakış açısını katmak da haberde “Bu konuşma aslında tam olarak ne anlama geliyor” sorusunu yanıtlamayı gerektiriyor. Gazetecinin burada en önemli işlevi yazımında doğru ilişkiler kurmak. Çünkü biz ilişkiler kuruyoruz. Bir hikaye anlatıyoruz. Bu hikayeyi nasıl anlattığımız önemli.
Sami: Bu topraklarda katledilen ilk gazeteci yine bir yolsuzluk haberinin peşine düşerken, adam vergi müfettişi, katlediliyor. Gerçekçi olarak baktığımızda zaten hiçbir iktidar medyayla iyi anlaşamaz. Çünkü senin verdiğin açığı direk halka anlatabilecek ve senin ipini çekebilecek bir kuvvet var karşında. Bu kötü ilişki can yakmaya başlıyorsa sıkıntı oluyor. Ülkemizde can yakmadığı bir dönem yok. Namık Kemal mesela sürgünde geçen bir hayat var orada. Cumhuriyet dönemine bakıyorsunuz, 70’lerde gazetecinin arabasına bomba koyup katlettiler. 90’larda bu ülkede Özgür Ülke diye muhalif bir gazetenin binasını bombaladılar. Devlet yaptı bunu. Başka biri de değil. 2007’de en son Hrant Dink’in katledilişi vardı. Hrant’a kadar olanlar bizi şunu gösteriyordu. Bu ülkede eğer gerçekten birilerinin damarına basacak şeyleri söylüyorsanız ölmeyi hak ediyorsunuzdur. 2007’den sonra artık altından kalkamamaya başladılar. Kurşunlamakla bitiremediler. Hrant’ı kurşunladın ya da Abdi İpekçi’yi kurşunladın. Bugün hala insanlar Abdi İpekçi gazeteciliğinin geleneğini savunduğunu iddia ediyorlar. Hala Milliyet o iddiada. Demek ki adam öyle bir gelenek yaratmış ve bitmiyor. Bu sefer
Sami: Nasıl anlattığımızdan ziyade neresinden anlattığımız daha önemli. Gidersin bir haberi izlersin, ‘burada halkı tehdit ediyordu’ diye yazarsın. Ben bu haberde “demokratik taleplere can feda”yı öne çıkarmam. Benim muhalif bir tavrım var, muhalif bir gazetede çalışıyorum ve asıl benim ilgimi çeken, okuyucumun benden istediği buysa ben bunu öne çıkarırım. Ama velev ki, burada değil de Zaman’da çalışıyorum. Zaman’ın kendi okuyucu kitlesi bellidir. Orada da bu adamı övmek gerekiyor, aklamak gerekiyor. Demokratik taleplere can feda’yı öne çıkarıyorsun. Hikayeyi nasıl anlatmaktan çok neresinden anlattığımız daha fazla öne çıkıyor. Alperen: Bütün bu nesnellik tartışmasını yaptıktan sonra sözü bugün iktidarın gazetecilere karşı saldırısına getirmek istiyorum. Burada ilk sözü Sami’ye vereceğim. Gazetecilik siyasetle iç içe. Bugün gazeteciler hem fiziki hem politik
Metin Göktepe Çizim: Gazi Çağdaş
31
Yuvarlak Masa insanların gözünü korkutmak için belki daha kötüdür, belki daha ağırdır, belki daha hafiftir bilmiyorum ama özgürlüklerini elinden alıyorsun ve bilinmezin içine atıyorsun. Mahkeme salonuna bir insanı bırakıp derdini anlatmasını istiyorsun. Suçunu açık açık söylüyorlar zaten. Uslanıyorsan çık dışarı, uslanmıyorsan daha da yatacaksın. Sadece olay seninle de kalmıyor. Sen içerdesin, susturulmak isteniyorsun ama senin üzerinden de yüzlerce insana bir gözdağı verilmek isteniyor. Türkiye’de iş biraz daha şuna döndü: Gazetecilikten ziyade yaptığın haber senin bir mücadele aracın haline dönüştü. Bir yerde okumuştum. Bir liste çıkarmışlar. En tehlikeli meslekler diye. Dünyada gazetecilik 8.sırada geliyor. Özgür: Türkiye tutuklu gazeteci sayısında AKP’nin desteklediği Suriyeli cihatçılar da gazeteci öldürmekte ilk sırada. AKP dünyada basın alanında damgasını vurmuş durumda. Sami: Devlet tarafı ne kadar biz demokratikleşiyoruz dese de o kadar geriliyoruz biz. 2010’da biz ileri demokrasiye geçtik galiba değil mi? Demokrasi o kadar ilerledi ki artık göremez olduk onu. 2009 Basın Özgürlüğü Endeksi’ne baktığımızda diplere vurmuş durumdayız. Bizim ülkemizdeki yöneticiler de nasıl oluyorsa diyorlar ki ‘basın özgür.’ Nasıl özgür? E birkaç gazete bize resmen küfür ediyor! Basın özgürlüğü küfür etmek değil ki! Basın özgürlüğü, provokatif başlık atmak değil ki. Sen bu kavramı yanlış oturtursan eğer, bu şekilde yanlış ilerliyoruz. Melike: Sami’nin söylediklerinin üzerine ne söylemek gerekir bilemiyorum. Bu baskıyı birebir yaşamış bir kişi. Bu baskının en somut örneği. Şu an 60’a yakın gazeteci içeride. Halen bunun savaşını veriyoruz. Belki de Türkiye’de olması zor bir şey istiyoruz. Bizim, en başından beri dediğimiz gibi halka karşı bir sorumluluğumuz var. Bunu en başından beri içeri giren gazeteciler çok güzel yerine getirmeye çalışıyor, içeriden başarmaya çalışıyor. İçeriden haberlerine devam ediyorlar. Kitaplar yazmaya devam ediyorlar. Susmuyorlar. Sedat Simavi’nin sözüdür: “Kalemini kır ama satma”. Bize de yeni nesil olarak, onların peşinden gelirken daha fazla özgürlük şansı vermeyecekler. Çok kavgasını vereceğiz ki vermeye başladık bile Gezi’den
bu yana. Sami bunun kavgasını verdi. O, dünyanın en genç tutuklu gazetecisi unvanını kazandı. Bu mücadeleyi vermeye devam ediyoruz. Sami: Ben bir ek yapmak istiyorum. Gazetecilik yapacaksan o mahkemenin salonundan geçeceksin. Bu herhangi bir örgüte, X’e ya da Y’ye üye olmakla da olmuyor. Bir haber yapıyorsun, bir hafta sonra bir bakıyorsun yaptığın haber doğru bile olsa tazminat davası açılıyor hakkında. Akıl almaz paralar istiyorlar. Erdoğan Bayraktar ile ilgili birkaç haber yapmıştım. Her haberin arkasından bir dava geliyordu. Birinde 50 Bin TL istiyorlardı, diğerinde 75 Bin TL istiyorlar. Ben diyorum ki ‘savcı reddedecek. Böyle dava açılmaz, açılmaması lazım.’ Savcı gitti açtı davayı. Bir yerden sonra tırsmaya başlıyorsun. O parayı nerden bulayım diye. Gittik davaya. Hakim sordu neye dayanarak yaptın bu haberi? Götürdüm belgeleri verdim. Tamam dedi, beraat. Haberi sadece gazete sayfalarında savunmaktan ziyade bir de mahkeme salonlarında kendi haberini savunmak zorunda kalıyorsun. Alperen: Özgür’ün dediği bir şey vardı. Biz doğruları anlatıyoruz. İktidar da yalana dayalı bir iktidar. Gazeteciler bu nedenle iktidarı çok sıkıştırıyorlar. Aslında bir ülkede gazeteciliği ve iktidarla ilişkilerini tartışırken sanırım biraz buradan da tartışmak lazım. Nedenini biraz açacak olursam, bir siyasi iktidar eğer yalana dayanıyorsa ve halkın siyasetle bağını kesmek istiyorsa, onun çıkarı buradaysa, gazeteciler de halka doğruyu anlattığına göre tabii ki gazetecilik çok sıkıntılı, çok “kötü” bir meslek olacak. Ama daha başka bir ülkede, halkın siyasi katılımıyla kurulan bir ülkede olduğumuzda durum değişecek. Başka bir konu açmak istiyorum. Gezi ile birlikte konuşulmaya başlanan sosyal medyanın haberle ilişkisi, habercilikle ilişkisi. İleride medyanın gücünü kaybedeceği ve sosyal medyanın etkili olacağı gibi bazı düşünceler de var. Sosyal medyanın haberle, gazetecilikle ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? Nereye evrilebilir? Melike: Öyle zaten. Artık 140 journalistler türedi. Herkes Twitter muhabiri. Olayın içinde olan anında haber veriyor ki artık biz muhabirler bile kolaycılığa kaçıyoruz. Twitter’dan bul fotoğrafı, al yorumu ekle habere. İş
buna döndü. Onlar bizden daha hızlı. Sonuçta hepimiz yarının gazetesini çıkarıyoruz, sosyal medya anında. Bu durumu yazılı medyanın bitip internet medyasına tam anlamıyla geçilmesiyle açıklayabiliriz ama bu da çok hızlı olabilecek bir şey değil. Nereden baksan 30-40 yıl daha var. Cihat: Ben yazılı basının biteceğini düşünmüyorum. Evet, yazılı basının okunurluğu günden güne tükeniyor. Ama kesinlikle internet haberciliğini besleyen bir şey. Yeri geliyor haber internette günün yoğunluğundan ötürü anında tüketilebiliyor. Sen bu haberi gazetede verdiğinde geç kalmış oluyor. Ama gazeteler sadece haber vermiyor. Beraberinde sanat ekleri oluyor, kitap ekleri oluyor ya da işledikleri özel dosyalar oluyor. Bunlar gazeteleri ayakta tutan şeyler. İnsanlar sabahları işe giderken ellerinde gazeteleri olup bakmasını seviyor. O yüzden yazılı basının bittiğini düşünmüyorum ama internet gazeteciliği ileriye dönük önemli bir yer kaplayacak. Sami: Sosyal medya haberciliğine yurttaş gazeteciliği de deniliyor. Burada haberin doğruluğuna da dikkat etmek gerekiyor. Bu yüzden medyanın bir önemi halen duruyor. Yazılı basın ve internet konusunu şöyle tartışabiliriz: Kağıt bir gün bitebilir. Bir gün sonrasının haberlerini biz gazete haline getiriyoruz ki insanlar onu tüketmiş oluyor. Asıl, medyayı ayakta tutacak olan çıkardığı özel haberlerdir. Yurttaş gazeteci bir yolsuzluğu ortaya çıkaramaz. İşi o değil çünkü. Yurttaş gazeteciliği davaları ne kadar takip eder, iddianameleri okur ve oradaki mantıksızlıkları bulur, yazar? Peki bu medya nereye evrilir? İnternet alanına evrilir. İnternet sitesi olmayan gazete de yok. Hepsi büro değiştirdi. En yakın örneği Radikal. Radikal, kağıdı bırakıp tamamen internet sitesine dönecek. Özgür: Basılı gazetenin bitebileceğini düşünmüyorum. Çünkü internette anlık olarak, yarım saatte tüketilecek haberler yazıyorsunuz. Bu haberi sizin ayrıntılandırılmış, her yönüne bakılmış şekilde yazmanız olanaklı değil. Günlük gazeteler olaylara ilişkin daha bütünsel bir perspektif sunabiliyor. Günün bütününe bakma ve daha ayrıntılı bir bakış açısı üretme konusundaki ihtiyaç hep olacak. Gazetelerin bu yönü, gazete manşet-
lerinin de siyasal gündemini şekillendirmede internet sitelerinde yer alan manşetlerden daha etkili olmasına yol açıyor. Sami: Zaten gündem yaratmak yaptığın haberle alakalı bir şey. Özel haber yapmazsan, olan biteni verirsen bir gündem oluşturamazsın ki, ona bakarsan İsmail Saymaz’ın her haberini bir anda Twitter’da binlerce insan okumaya başlıyor. Soru önergeleri veriliyor, bilmem neler oluyor. Bu sadece gazetelerin gündemi belirlemesi ya da gündeme müdahale etmesi kaç satması ya da iyi manşet atıp atmamakla ilgili değil. Bir yerden sonra referans gazete olmak diye bir şey var. Oradan sonra kaç sattığın ya da yayın politikan, kaç yıldır sen oradasın, kaç yıldır basın hayatındasın ve kaç yıldır doğru haber veriyorsun? Yurtdışında Türkiye’nin tek referans gazetesi var o da Hürriyet. Hürriyet çok mu iyi gazete çıkarıyor bugün? Hayır.İş bir noktadan sonra referans gazete olma noktasına geliyor. Referans gazete olursanız zaten gündeme direkt müdahale etmiş oluyorsunuz. Bu ülkede Hürriyet gibi bir gazete var. Amiral gemisi denir. İktidar yıktı. İSKİ yolsuzluk yaptı, sosyal demokratlar bir daha iktidara gelemedi. Koskoca Ilıcakları tek manşetle batırdı. Tercüman’ı kapattırdı. Adam kalp krizi geçirdi, vefat etti. Böyle etkili bir gazete var. Alperen: Şimdi konu biraz başka bir yere doğru da geldi. Toparlayacak olursam: İnternet medyasıyla basılı gazeteyi karşılaştırırken bir taraftan da gazeteler içinde referans gazetenin ne olduğu ve etkisini de konuşmaya başladık. İlk tartışmaya yönelik fikrimi söyleyeceğim. Hız çok önemli gazetecilik açısından. Zaten bu herkes için aşikar. Ama şu da var: Güne toplu bakmak dediği Özgür’ün. Bir diğeri de bizim tartışmamızın başı, haberin nereden yazıldığı olarak ifade edilen ve burada konum alma meselesi. Basılı gazetede bunu daha rahat yapabiliyoruz. Bir kere üzerinden bir vakit geçiyor ve o konu hakkında daha düşünülüyor, oturulup tartışılıyor vesaire sonra yazılıyor. Biz bugün gazetenin bir politik müdahale aracı olduğundan ve bu şekilde etkili bir biçimde kullanılabilindiğinden konuştuk. Gazete internetten daha etkili burada. Üzerine oturup düşünüp haberi detaylandırıp neresini öne
32
çıkaracağımız, nasıl bir kurgu geliştireceğimiz v.b. bu anlamda politik etkisi çok daha yüksek. Ayrıca insanlar kağıda daha çok güveniyor ve ciddiye alıyor. Siyaset böyle ilerlerken ben basılı medyanın süresinin ne zaman dolacağının siyasetle de bağı olduğunu düşünüyorum. Sadece teknolojik
Yuvarlak Masa
gelişimle ilgili değil. Sami: Daha derli toplu olduğunu ben de düşünüyorum. Şuan kağıdın daha etkili olduğunu düşünüyorum ama bir de insanların alışkanlıkları denen bir şey var. Genelde şudur: Metrobüse ya da herhangi bir toplu taşımaya biniyorsun sabah kaç
kişinin elinde gazete görüyorsunuz ya da kaç kişinin elinde tablet ya da telefonla haber okuduğunu görüyorsun? Bunun kıyaslamasını yapmak da önemli. Diğer türlü eskisi tamam daha etkili. Devam da edecek. Devam etmesi de gerekir ama bir talep yoksa buna karşı da
Cihat Parıltı: AKP döneminde gazetecilerin sırf muhalif kimliklerinden dolayı işlerinden atılmaları veya tutuklanmaları iktidarın medyaya olan doğrudan müdahalelerinin sonucuydu. Seçimler öncesi çıkan ses kayıtları da bu müdahaleyi gün yüzüne çıkartmış oldu. Medyayı elinde bulunduran iktidar bu sayede çıkan birçok yolsuzluk haberlerini de örtbas etmeyi başardı. Yapmış olduğu mitingleri kesintisiz yayın veren medya sayesinde mağduru oynayan Erdoğan, insanların bir kısmını buna inandırdı ve seçimlerde de karşılık bulmasını sağladı. Yine iktidarın yapmış olduğu mitingleri montajlarla milyonlar varmış gibi gösteren medya
Sami Menteş: Haziran Ayaklanmasından sonraki ilk seçimleri geride bıraktık. Bulunduğu konumun meşruiyetini tamamen kaybeden, toplumun geniş bir kesimi tarafından meydanlarda diktatör olduğu haykırılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yükselen her muhalefete “Sandıkta hesaplaşalım” çağrısında bulundu, tabi ülkenin demokrasiye sahip olduğunu hatırlatarak. Asıl işlevi kamu yararına yönelik yayın yapmak olan, çağdaş demokrasilerde yasama, yürütme, yargıdan sonra dördüncü kuvvet olarak nitelendirilen ve diğer 3 kuvvetin denetimini yapacak olan medyanın nasıl zapturapt altına alındığını 17 Aralık sürecinde yayınlanan tapelerden önce de biliyorduk. Çıkan tapeler sadece ne kadar rezil bir halde olduğumuzu gösterdi. Yurtdışından dahi altyazıya müdahale edecek kadar gözü dönmüşlük tüm çıplaklığıyla karşımıza çıktı. “Gücünü özgürlüğünden alan” Habertürk grubunun başına iktidar tarafından getirilen Fatih Saraç, gazetecilik literatürüne ‘Alo Fatih Gazeteciliğini’ soktu. Medya grubunun başında iktidar komiseri olarak yer alan Alo Fatih, Ankara’dan aldığı talimatlarla yayın akışını değiştirdi, gazetedeki haberlere müdahale etti, ‘rahatsızlık yaratan’ haberleri yapan muhabirleri, editörleri işten çıkardı. Sadece Habertürk grubunda değil, bugün kendini ana akım, merkez medya olarak tanımlayan bütün medya gruplarında ‘Alo Fatih’lerin olduğunu biliyoruz. Seçimler yaklaştıkça, haber kanalları parti bültenleri yayınlamaya başladı. Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarına göre yayın organları
evrilmesi gerekiyor ayakta kalması için. Alperen: “Son sözler” gibi bir tur daha yapmaya gerek yok sanırım. Ek yapmak isteyen yoksa bitirelim. Böylece bir yuvarlak masanın daha sonuna geldik. Gelecek sayıda görüşmek üzere…
insanların AKP'ye olan güvenini arttırdı. ve Medyanın burada insanların algıları üzerindeki etkisi aşikardır. Haziran direnişinde de etkili olan sosyal medya, çıkan tapelerle bu süreçte iktidarın hedefi haline geldi ve insanların gerçeklere ulaşma olanağı bulduğu twitter'in ve youtube'nin yasaklanmasıyla haber alma hakkı bir şekilde engellenmeye çalışıldı. Korktukça oraya buraya saldıran AKP seçimlerden sonra her ne kadar güçlü çıkmış gibi gözükse de hala korkmaya devam etmektedir. Türkiye şu an siyasi bir kriz yaşamaktadır. AKP'nin seçimleri kazanması bu siyasi krizi çözememeştir. İktidar her alanda olduğu gibi kendisine muhalif medya kuruluşlarına da saldıracak, medya aracılığıyla ideolojik saldırılarını da arttıracaktır. Bu saldırılar hiçbir şekilde AKP'yi kurtaramayacaktır. Türkiye'de sokaklara çıkan milyonlar olduğu sürece hala umut vardır. Mesele bu umudu örgütlemektir.
bütün partilere eşit ölçüde yaklaşmak zorundaydı. Kendi yasalarını uygulamak yerine, hükümetin sansür uygulama birimi olarak görev yapan RTÜK, seçim sürecinde yapılan yayınları inceledi ve “Yayın ihlali yoktur”tespitinde bulundu. Yüksek Seçim Kurulu, RTÜK’ün tespitini ciddiye almadı, 13 televizyon kanalına ceza yağdırdı. En fazla cezayı 28 kez yayın durdurma ve bir hafta içinde 43 saat belgesel yayınlama cezasıyla havuz medyasının bünyesinde bulunan Ahaber aldı. Sonuç olarak: Kamu yararından yana habercilik yapması gereken medya organları, hükümetin propaganda araçları haline döndü. Seçimlerdeki hilelerle beraber, medyanın tavrını birlikte ele alırsak sandıktan demokratik bir sonucun hiçbir zaman çıkmayacağı ortada. Yapılması gerekenler ise halkın yanında yer alan basını güçlendirmek ve kavgayı büyütmek. Onun için tekrarlamakta fayda var “Bir adım geri çekilmek
yok! Mücadeleye devam!”
33
Yuvarlak Masa Melike Çapan: Gazeteciliği diğer meslek gruplarından ayıran aklın, vicdanın ve ahlakın bir sentezi oluşudur. Bu yüzdendir ki bu mesleği icra etmek herkesin harcı değildir. Gerçek ile doğrunun farkına varabilmek ister, objektif bakabilmeyi, bağımsız olmayı ister. Akılla hareket ederken vicdanı rahatsız etmemeyi, vicdanı dinlerken akla aykırı gelmemeyi emreder. Kamuoyu denen olguya karşı sorumluluk ister.Bu sorumluluğu hafife almamak gerekir. Bir gazeteci inanırlığı ve güvenirliliği kadar vardır. Doğruyu en hızlı şekilde vermek, en doğru en tarafsız bilgiyi gerçek olanı topluma sunmak asli görevidir. Şayet birinin sesi olacaksa sadece halkın sesi olmakla mükeleftir. Lakin öyle zamanlardayız ki kendine gazeteci deyip mesleğin ilkelerinden yoksun sadece güce tamah eden ve onun sesi olan gazeteciler türedi. Öyleki her tarafı onlar kapladı. Her köşeyi, her sütunu, her manşeti. İşte ilkeli bir gazeteci dediğimizi de ya öldürdüler ya da hapsettiler. Bu ülkede adam harcamak çok kolaydır. Hele de fikren rahatsızlık duyuyorsan. Ensende bir kurşun hissetmen an meselesi ya da ellerine kelepçe… Mesleğin en pespaye zamanlarının yaşandığı şu dönemde biz genç gazetecilerin gördüklerini unutmaması elzem. İktidara kul olmuş kıl olmuş kendine gazeteci diyen koca insanların düştükleri şu acı durumu hafızalarımıza iyi kazımak gerekir. Bizler yani bu mesleğin genç nesli bu dinazorların yaptıklarından duyduğumuz utançtan aldığımız cesaretle bu satırları yazabiliyoruz. Geçe hafta yerel seçimler nihayet buldu. Seçim sonuçları herkesin yüzünü güldürmedi. Ak Parti hile ya da değil oylarını yüzde 45’e kadar çıkardı. Genel anlamda bakıldığında kazanan sadece Ak Parti gibi gözükmüyor. MHP ve BDP de geçen seçimlere göre oy oranlarını yükseltiler. Ak Parti’nin tüm Türkiye’ye yayılmış olarak görülmesinde medyanın rolü yadırganamaz. Zira seçim sırasında Anadolu Ajansı’nın manipülatif yayını çok konuşuldu. Anadolu Ajansı’na göre Ak Parti ilk başlar da açık ara önde gitti. Cihan Haber Ajansı’yla ancak son noktada buluşabildiler. Velev ki halk vardı, medyanın yarattığı algı yönetimine karşı. Demokrasi nedir bir tek o bildi, bir tek o sahip çıktı. Medya tarafından ortaya atılan haritalarda kazanan sadece Ak Parti’ydi. Çünkü haritalar sadece il bazındaki verileri gösteriyordu.
Aslında ilçe bazında bakıldığında kaybeden pek de yoktu. CHP Ak Parti’nin aldığı bir çok ilde ilçe kazandı. Keza MHP de öyle. BDP doğu bölgesinde genişlemeye başladı. Durum sanılan kadar umutsuz değildi. Algı yönetimi ile toplumun duyguları motivasyonunu etkilemek amacıyla bu yayınlar yapıldı. Aslına bakılırsa, burada tek bir kaybeden var. O da Fethullah Gülen. Ortalara dökülen ses kayıtları, 17 Aralık operasyonundan sonra cemaatin yayın organı Zaman gazetesi iktidar aleyhinde sert manşetlerle çıkmıştı. Haftalık tirajı 1 milyonu aşan gazete ki bunun ulaştığı kişi sayısı 5 milyonu aşarken bu rakam seçimlere yansımadı. Yani burada Zaman’ın tirajı biraz kafaları karıştırıyor. Öte yandan iktidara yakın gazetelerse bu konuda oldukça başarılı oldu diyebiliriz. Sabah gazetesi başta olmak üzere Yeni Şafak ve Star gazeteleri seçim öncesi boyunca Ak Parti’nin aslında Erdoğan’ın seçim kampanyasına manşetlerinden destek verdi. Seçim ve seçim öncesinde medyaya baktığımızda, gazete değil de parti bildirisi olarak çıkan kağıt parçalarını ya da iktidar emriyle yayına giren televizyon kanallarını gördük. Çıkan ses kayıtlarında medyanın düştüğü durumu, Alo Fatihlerden, ağlayan medya patronlarından, iktidarın lafıyla iş yapan genel yayın yönetmenlerinden gördük. Yani özünde pespayeleşen basını gördük. Bu mesleğin bu rezilliklerden arınması kolay olmayacak. Ama hala umut var. İnanıyorum ki bu mesleği dinazorların elinden alıp layıkıyla yapacak genç gazeteciler var.
Özgür Savaşcıoğlu: Aradan geçen üç aylık sürede basını yakından ilgilendiren çok sayıda olay yaşandı. Ancak, ben ekleme hakkımı Habertürk ses kaydından yana kullanacağım. Yaygın kanının aksine, Alo Fatih adıyla yaygınlaşan ses kaydı bize AKP’nin basını teslim aldığını değil alamadığını gösterdi. Başbakan Erdoğan medya gruplarının başına kendi adamlarını atasa da televizyonlarda geçen alt yazılardan gazetelerde çıkan en küçük habere kadar müdahale etmeye çalışsa da basın üzerinde kontrol kuramıyor. En çürümüş dediğimiz medya organlarında dahi gazetecilik yapmaya çalışanlar, mesle-
ğinin onuruna sahip çıkanlar var. Alo Fatih sürekli bunlardan yakınıyor. “Boşluk bıraktığımızda yapıyorlar efendim” diyor. Gazetecileri hakaretler eşliğinde Başbakan’a şikayet ediyor. Türkiye basınını da Fatih Saraç gibi AKP komiserleri, Fatih Altaylı gibi “Aman Başbakan bir şey demesin”ciler değil Habertürk’te Erdoğan’ı rahatsız eden Sağlık Bakanlığı haberine imza atan gazeteciler temsil ediyor. 10 seneden fazla süredir iktidarda olmaları da kurdukları abluka da gazeteciliğe boyun eğdiremiyor. Gazetecilik onuruna sahip çıkanların bir telefonla işten atılabilmesi dahi bu durumu değiştiremiyor: Türkiye basını teslim almaya çalışanların değil, boyun eğmeyen gazetecilerin ülkesi...
EĞİTİM BİLİMLERİ
KONFERANSI sonuç bİldİrgesİ
Fikir Kulüpleri Federasyonu Eğitim Bilimleri Konferansı eğitim alanına dair şu tespitleri yapar: 1- Modern eğitim anlayışı aydınlanma düşüncesi temelinde oluşturulmuş, bu algının zayıflaması eğitim sürecindeki deformasyona temel oluşturmuştur.
2- Zayıf ve eksikli bir aydınlanma süreci geçiren Türkiye, eğitim sisteminde cumhuriyetle beraber ciddi bir sıçrama yaşamış olsa da Köy Enstitüleri benzeri örnekler sınırlı kalmış, Türkiye gericiliği bu örneklere dahi tahammül edememiştir. 3- Eğitimcilerin eğitimi ve yetişme süreci bir
10- Örgün eğitimde yeri olmayan inanç temelli dersler eğitimin bilimsel niteliğini neredeyse ortadan kaldıracak denli baskın hale gelmiştir.
5- Eğitim süreçlerinin amacı aydınlanma değer-
11- Eğitimden temel beklenti, otorite sevdalısı
6- Eğiticilerin eğitilmesi başlı başına ayrı bir alan olarak değerlendirilmeli, öğretmenlik yeniden kutsal bir meslek haline getirilmelidir.
12- AKP’li yıllardaki eğitim politikası yaşanan
7- Eğitim emekçileri gerçek bir iş güvencesine sahip olmalı, eğitim sisteminin amaçlarına ulaşabilmesi için gereken hiçbir olanaktan yoksun bırakılmamalıdırlar.
ve boyun eğen bir nesil yetiştirmek çabasına dönüşmüştür.
sorunların üstüne gidileceği iddiası ile meşrulaştırmaya çalışılmış, “dindar ve kindar” nesiller yetiştirmek sloganıyla anlamlanan dönüşüm çabaları her sene değişen, neyin ne olduğunun belli olmadığı bir eğitim sistemi yaratmıştır.
13- 4+4+4 yasası ile eğitim çağındaki çocukların
lerine sahip çıkan ve onu ileri taşıma kararlılığında olan özgür bireyler yetiştirmek olmalıdır.
8- Anadilde eğitimin bir hak olduğu ve bunun da ötesinde ilerici bir eğitim sisteminin amaçlarını gerçekleştirmek doğrultusunda bir zorunluluk olduğu ilan edilmelidir.
noktadan sonra önemsizleştirilmiş, bir çok kuşak yıllar öncesine kıyaslandığında bile çok daha kalitesiz ve pedagojik açıdan yetersiz bir eğitim süreci ile karşılaşmıştır.
önemli bölümü okullarından uzaklaştırılıp eve veya işyerine itilmiş, var olan eğitim kalitesinin de ortadan kalkması pahasına eğitimin dinselleşmesi için devlet kaynakları adeta seferber edilmiştir.
4- Kutsal meslek olarak adlandırılan öğretmen-
14- AKP politikalarının bir diğer sonucu olarak
10- Üniversiteye giriş sistemi, piyasaya ve
Fikir Kulüpleri Federasyonu Eğitim Bilimleri Konferansı aşağıdaki gibi bir eğitim sistemi örgütlenmesi için herkesi mücadeleye davet eder:
11- Eğitim yalnızca okullara sıkışmamalı, birer
lik mesleği, iş güvencesizliği ile anılır olmuş, çokça üzerinde durulan “idealist öğretmen” tipi büyük ölçüde tarihe karışmıştır.
5- Eğitimin kamusal alan olmaktan çıkarılması
ve özel girişime alan açılmasıyla beraber, tüccar zihniyeti okullara hakim olmuş, emekçi çocukları kaliteli eğitim hakkından mahrum kalmıştır.
6- Sınav sistemi ve piyasacı mantık, parası olan öğrencileri okul zamanlarının dışında dershanelere hapsetmiş, eğitimin niteliğinin düşmesi dershaneye gidemeyen öğrencilerin üniversitede eğitimlerini sürdürebilmelerinin önündeki en büyük engeli oluşturmuştur. 7- Eğitim çağındaki çocukların önemli bir bölümü çalışmak zorunda kalmış, yaşamsal bir hak olan eğitim hakkından mahrum bırakılmıştır.
zaten eğitim vermekte zorlanan sistem öğretim dahi sağlayamaz olmuştur.
1- Eğitim sistemi her düzeyde ücretsiz ve ka-
musal bir niteliği temel alacak şekilde yeniden örgütlenmelidir.
2- Örgün eğitim gerçek manasıyla zorunlu ve
kesintisiz hale getirilmeli, çocukların eğitim hakkını engellemeye dönük her davranış yasalarca cezalandırılmalıdır.
arkaik toplumsal rollere uydurulmaya çalışılmış ve eğitim sürecinin büyük ölçüde dışına itilmişlerdir.
3- Çocukların eğitim süreçleri ile ilgili alanlarda gelişmesine yardımcı olacak pratikler dışında çalıştırılması kesinlikle yasaklanmalı, ihtiyacı olan her çocuğa kamusal eğitim hakkının bir gereği olarak ihtiyaç duyduğu miktarda yardım yapılmalıdır.
9- Eğitim ve gelişim sürecinin olmazsa olmazı
4- Kadınların kamusal alandan dışlanmasının
8- Kadınlar ve kız çocukları, geçmişten kalan
anadilinde eğitim hakkı yok sayılmış, insanların kendi dillerinde zihinsel gelişim süreçlerinin tamamlanmasına ket vurulmuştur.
önüne geçilmeli, kadın-erkek eşitliği eğitim sisteminin temel ideolojik motiflerinden bir tanesi olmalıdır.
9- Eğitim ve Öğretim süreci laik ve bilimsel bir niteliğe sahip olmalıdır. Bu nitelikte bir sistemde zorunlu din derslerinin yerinin olmadığı açıktır. keyfiliğe alan tanımayacak bir biçimde en baştan düzenlenmeli, gençlerin kendini gerçekleştirmesinin önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmalıdır. aydınlanma ocağı olarak yeniden yapılandırılacak olan okullar tüm toplumun eşitlikçi ve özgürlükçü bir anlayışla sürekli olarak yeniden eğitilmesinde bulundukları alanlarda birer aydınlanma ocağı rolü üstlenmelidir.
12- Gericilik dönemlerinin izleri okullardan
başlamak üzere toplumsal yapıdan bir kez daha dönmemek üzere sökülüp atılmalıdır.
Bu bağlamda Fikir Kulüpleri Federasyonu Eğitim Bilimleri Konferansı, Eğitim emekçilerini sınıf örgütlenmelerinde, Eğitim öğrencilerini FKF’de ve eğitim alanındaki topluluk ve kulüplerde, Örgütlenmeye ve yukarıdaki talepler için mücadeleyi yükseltmeye davet etmektedir. Yeni bir ülkeyi hep birlikte kuracağız! 12.04.2014
35
Kültür - Sanat
Meydana Gel Bakalım Akın Art
Ödül, başkaldırmaya çalışan edebiyat pratikerlerini kendi sahasına çekiyor. Kendi oyununun parçası kılıyor. Ödülün veriliş biçimi, nesnel ölçütler ile adil bir şekilde dağıtılıp dağıtılmadığı bu yüzden önemsizleşiyor. Ödül mefhumunun kendisine cepheden tavır almak gerekiyor.
Bilgi Üniversitesi Sosyalist Düşünce Kulübü
“Haydi şiir biriktirmeye! Çünkü şiir cellattan önce girmeli ömrümüze!” Bu cümleyi geçtiğimiz aylarda düzenleneceği ilan edilen, fakat sosyal medyadan fakat gelen yoğun tepkiler üzerine iptal edilen “Gezi Şiir Ödülü”nün duyuru metnininden aldım. Duyuru metninin son cümlesi. Hem şiir biriktirmeye, hem de tabir-i caizse “kurşun eritmeğe” çağırmış bizi “Gezi Şiir Ödülü”. Ne hoş geliyor kulağa değil mi? “Özün dışlanmasından, kitle kültürünün sığlaşmasından” yakınmış, hem bu gidişatı durdurmanın bir adımı olarak hem de “Gezi Şehitleri”ni (1) anmanın bir aracı olarak böyle bir ödül düzenlemek istemişler. Kimimiz oldukça naif ve samimi buldu duyuru metnindeki bu cümleleri. Daha “gıcık” olanlarımız ise oldukça “havalı” tınlayan, “özün dışlanması” ve “kitle kültürünün sığlaşması” ifadelerine takıldı, kavramların rastgele kullanıldığını düşündü belki de. Çoğumuz, mü-
cadele pratiği ile “yeni bir kültür” yaratan Gezi’nin bir ödüle konu edilmesini eleştirdi, karşı çıktı: Direniş “sözü aşan içerik” değil miydi ? Kimileri jürinin yaş ortalamasına takıldı: Direnişin dinamosu olan “90”lıları “Anamız babamız” yaşındaki insanların değerlendiremeyeceğini düşündü. Hepsi haklı şüpheler, hepsi haklı eleştirilerdi. Ancak pek azımız sadece “Gezi Şiir Ödülü”nün değil, ödül mefhumunun kendisinin Haziran ruhu ile çeliştiğini görebildi. Sanat pratiklerinde, özel olarak da edebiyatta ödüllerin işlevini sorgulamanın bir zorunluluk olduğunun pek azımız farkındaydı. Hala da öyle. Bu sebeple bu yazıyı geç de olsa sayfalarımıza taşıyoruz. Sanatın Ödüle İhtiyacı Var mı? Yarışma mantığı ilkokul yıllarından başlayarak hayatımızın her alanında kendine yer buluyor. Hepimiz yaşadık. Biliyoruz. Bunların bir kısmını “oyun” olarak kategorize etmek mümkün. Bu kategori içerisinde değerlendirebileceğimiz, bir kurum haline gelmeyen, piyasaya da belirleyiciliği olmayan “yarışmalar” eleştirimizden muaftır. Ancak sanat eserlerinin piyasadaki “değerini” belirleyen, söz konusu edebiyat ise metinlerin üzerini bir “hale” ile kaplayan ödül kurumunun aynı derecede masum olduğunu söylemek güç. Hatta bu refleksin burjuva rekabet mantığının bir maddi pratik olarak sanat alanına yansıması oldu-
ğunu söyleyebiliriz. Peki nasıl oluyor da solcu olduğunu söyleyen birçok çevre yarışmalar düzenliyor, ödüller veriyor? Çevresine topladığı aydınları “x ödülü sahibi” diye takdim ediyor? Bu soruyu cevaplamak için “solcu” olmak, “solu tutmak” ile “sol” bir nitelik taşıyan işler yapmanın ayrı şeyler olduğunu belirtmek, bu ayrımı birçok mecrada dillendirmek gerekiyor. Sol nitelik taşıyan bir edebiyat pratiği, daha önceki yazı ve söyleşilerimizin bir bölümünde de değindiğimiz gibi yeni bir edebiyat pratiği örgütlemeyi önüne hedef olarak koymak zorundadır. Dileyen bir önceki cümledeki “edebiyat” ifadesinin yerine başka bir sanat pratiğini de yerleştirebilir. Bu yalnızca yeni edebi ifade biçimleri bularak değil, metnin Okur ile ilişkisini de yeniden tarif ederek mümkün olur. Okur, edebi üretim sürecinin bir parçasıdır. Bir alımlayıcı olarak Okur edilgen konumda değil, alımlarken metni yeniden ürettiği için etken konumdadır. Bir yapıtın “ödül” sahibi olduğunu bilmenin okuyucunun, hatta eleştirmenlerin yapıtı alımlayışında, değerlendirilişinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu bir genç şair ise abilerden onay alınmış, şair adayımıza “devam et” mesajı verilmiş oluyor ödül yoluyla. Buradan yola çıkarak ödüllerin “iyi” metinlerin okurun karşısına çıkarılmasını kolaylaştıran bir araç olduğunu iddia edenlerin sayısı da az değil: Ödüllerin yetenekli gençlerin “meydana çıkmasını” kolaylaştırdığı, bu yüzden de edebiyat ödüllerinin gerekli olduğu kabul gören bir görüş. “Usta” şairlerimiz ise zaten belli aralıklarla birbirlerine ödül vermeyi gelenek haline getirmiş durumda. Aynı kuşağın (hadi adını da koyalım
80 kuşağı) benzer çevrelerin mensubu koca koca adamlar (evet pek az kadın var) ortadaki topu birbirlerine atmakta, durmadan paslaşmaktadır. Futbol benzetmesine kanıp bunu bir “kolektiflik” örneği olarak görmemek gerekiyor. Bu tutumu edebiyata emek vermiş isimlerin onurlandırılması olarak görmek de aynı derecede gülünç bir yere düşüyor. Neden mi? Hem gençler hem de usta şairler için ödülün bir ihtiyaç olduğu varsayılıyor bahsettiğimiz denklemlerde. Peki soruyu tersten sormak neden hiç aklımıza gelmiyor? Cihan Oğuz “Bir Ödülü Reddetmenin Manifestosu” isimli yazısında şair ve edebiyatçıların ödüle ihtiyacı olduğu önermesini düzelterek, ödüllerin şair ve edebiyatçılara ihtiyacı olduğunu belirtiyor. Bütün gündelik pratiklerimize sinen rekabet mantığı, sanat alanında da kendisini var etmek için şair ve edebiyatçıları kullanıyor. Ödüllerin Türkiye’de adil bir şekilde dağıtılıp dağıtılmadığı çok tartışıldı. “Gezi Şiir Ödülü” örneğinde olduğu gibi ödüllerin tanımlanış şekli eleştiri konusu oldu zaman zaman da. Bu tespitlerin hepsi doğru olsa da ödüllerin adil dağıtılıp dağıtılmadığı bir önem taşımıyor. Ödül başkaldırmaya çalışan edebiyat pratikerlerini kendi sahasına çekiyor. Kendi oyununun parçası kılıyor. Ödülün veriliş biçimi, nesnel ölçütler ile adil bir şekilde dağıtılıp dağıtılmadığı bu yüzden önemsizleşiyor. Ödül mefhumunun kendisine cepheden tavır almak gerekiyor. Bir yapıtın modern anlamda sanatsal bir nitelik taşımasının ilk kriterinin “özgünlük” ve “biriciklik” olduğu hepimizin malumuyken “biricik” olanların yarıştırılması, sonucunda birine ödül verilmesi nedense kimseyi rahatsız etmiyor. Ödül vermek, yarışma düzenlemek yerine sempozyumlar düzenleyerek önemli
36
sanatçıların eserlerini incelemek ya da dayanışma odaklı etkinlikler ile gençleri “meydana çıkarmak” tercih edilmiyor. “Yeni Bir Kültür”, solcu geçinenler de dahil, pek çok kişiyi korkutuyor. Bizi ise heyecanlandırıyor. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun logosunu belirlemek için bir “yarışma” değil, “dayanışma” örgütlemesini bu gözle de okumak gerekiyor. Ödülün Prestiji ya da Kavgaya Abi Çağırmak Ödül kurumunun alamet-i farikası kişilere prestij dağıtmasıdır. Ödül almanın toplumda bir mevki olarak kabul görmesi, solcu çevrelerin de toplumda kabul görmek için ödüllere katılmasına hatta ödül düzenlemesine sebep olabiliyor. Bu tarz vakaların diğer örnekler gibi doğrudan operasyonel vakalar olduğunu söylemek acımasız olacaktır. Ancak toplumdaki genel algının bu çevreleri de baskı altına alarak, bir tür popülizme
mahkum ettiğini söylemek abartı sayılmamalıdır. Bu algıyı kabul edip yeniden üretmek değil, bu algı ile hesaplaşmak devrimci olandır. Ödül, o alanda otorite olduğu varsayılan isimler tarafından verilir. Dolayısıyla, özellikle söz konusu olan genç sanat pratikerleri ise, taraflar arasında bir eşitlik ilişkisi kurulması imkansızdır. Genç sanatçı, otorite sahipleri tarafından onure edilmek beklentisindedir (2). Eğer gençliği bir biyolojik durumun tanımı olarak değil de bir politik kategori olarak görüyorsak, bu şekilde kurulan bir ilişkinin “gençlik” ile örtüşmediğini kabul etmemiz gerekir. Solcu isimleri anmak için ödül düzenlemek ise ilkesizliğin yanı sıra teorik bir yanlışı da beraberinde getiriyor. Ödülü solcuların düzenlemesi belki “mülkiyet ilişkilerini” değiştiriyor. Ancak bu örnekte aslolanın mülkiyet ilişkilerini değil,
Kültür - Sanat üretim ilişkilerini değiştirmek olduğu gözden kaçıyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin belirlenimindeki bir toplumda genel manzara bu şekilde olmak zorunda olsa da yeni bir kültürün nüvelerini örgütlenmek için de bir yandan çaba harcamak, kafa yormak gerekiyor. En azından aynı ilişkilerin yeniden üretilmesine karşı çıkmak, “düzen böyle biz ne yapalım” kolaycılığı ile kavga etmek… Ödülün bir prestij getirdiğini belirttik. Meydana (isteyen piyasa da diyebilir) çıkmak için birilerinin Notlar:
referansına, arka çıkmasına ihtiyaç duymak olarak okuyalım bu prestij ihtiyacını. Birilerinin buna ihtiyacı var. Biliyoruz ve yazarlarını yalnızca üniversite öğrencilerinden seçen, sırtını abilerimize/ ablalarımıza dayamayan bir derginin yazarları olarak soruyoruz: Ey “Gezi Şiir Ödülü”nü eleştirip yarın başka ödüllere katılacak, belki jürisinde yer alacak ahali:
Sizde abisiz meydana çıkacak cesaret var mı?
orisinin bu metinde lü çıkamayan “şehit” kateg 1-) Sözlüğümüzden bir tür . Ölümler arasına üf olmadığını düşünüyorum de yer almasının bir tesad ak? ıtları arasına mı koymayac hiyerarşi koyan, sanat yap kazandığı takdirde bir kısmı ödüllere, sadece 2-) Genç arkadaşlarımızın izmanın parçası ı söylüyor. Ödül bir mekan alacağı para için katıldığın arkadaşlarımızın esi aki kar- zarar muhaseb olmaktır. Dolayısıyla burad kendisine aittir.
37
Evrim Adam sadece dergide değil internette de sorularınızı cevaplıyor. Sorularınızı ulaştırmak ve takip etmek için: evrimadam@yahoo.com facebook.com/fkf.evrimadam twitter.com/evrimadam
Türleşme nedir? Nasıl gerçekleşir? Eğer evrim teorisi doğruysa neden yeni türler evrilmiyor?
Hücreler neden intihar eder? Programlanmış hücre ölümleri neden gerçekleşir?
Türleşme, adı üzerinde yeni türlerin ortak bir atadan evrilmesidir. Bir canlıya ait popülasyon, doğal seçilim ve genetik sürüklenme tarafından her nesilde küçük değişikliklere uğrar. Türleşme ise (eşeyli canlılar için) bir canlı türüne ait iki popülasyonun birbirinden üreme bakımından tamamen yalıtılmışsa gerçekleşir. Yalıtılan popülasyonlar birbirleriyle gen alışverişi olmadan küçük değişikliklere maruz kalmaya devam ettiği için zamanla tamamen ayrı türlere dönüşecektir. Örneğin cinsel kuru çeşitli ötüşlerle yapan kuşlar, tür içi çeşitlilik ile ayrı ötüş biçimleri kazanırlarsa üreme yalıtımı gerçekleşebilir. Ya da fazladan kromozom kazanan bir bitki hücresi aynı soydaki diğer bitkilerle tozlaşamayacaktır. Pek çok başka örnek sayılabilir ancak bunlar simpatrik (aynı yurtlu) türleşme olarak isimlendirilir. Üreme yalıtımı nehirler, dağlar, vadiler gibi yeryüzü değişikleri ile de gerçekleşebilir; bunlar ise allopatrik (ayrı yurtlu) türleşme olarak isimlendirilir. Bunun dışında parapatrik ve peripatrik mekanizmaları da vardır. Hepsinin ortak noktası insanın
Çokhücreli canlılarda hücrenin hasar görerek ölmesi (nekroz) dışında, gereksiz veya canlıya zarar vermesi olası durumlarda programlanmış hücre ölümleri de (PHÖ) gerçekleşebilir. Pek çok mekanizma tanımlanmış olmakla birlikte en yaygın olanları apoptosiz ve otofajik hücre ölümleridir. Apoptoszisde hücre, kimyasal olarak gelen bir mesajla kendini boğumlayarak küçük parçalara ayırır ve bu küçük parçalar makrofajlar tarafından yutularak sindirilir. Bir hipoteze göre küçük parçalara ayrılma bakterilerdeki sporlanma işlemine benzemektedir ve endosimbiyoz kurama göre bakteri kökenli olan mitokondrinin apoptosizde büyük işlev üstlenmesinin sebebi de budur. Bakterilerdeki mekanizma ökaryot hücrelere bir intihar biçimi olarak devşirilmiştir. (Frank, 2003)
Kaynakça: - Dietz, V. 2002. Do human bipeds use quadrupedal coordination? Trends in Neurosciences Vol.25 No.9, S. 462-267 - Dodd, D.M.B. 1989. “Reproductive isolation as a consequence of adaptive divergence in Drosophila pseudoobscura”. Evolution 43 (6). S. 1308–1311. - Frank, S. ve diğerleri (2003) Scission, spores, and apoptosis: a proposal for the evolutionary origin of mitochondria
gözlemleyemeyeceği kadar uzun sürelerde gerçekleşmesidir. Çünkü tek bir gen değişimi için bile en az bir nesil gerekliyken, o genin popülasyonda sabitlenmesi çok daha geniş zamana yayılır. Türleşme deneysel olarak gözlemlenmiştir. Örneğin, Diane Dodd Drosophila pseudoobscura türü meyve sineklerini maltozlu ve glikozlu besin bulunan iki ortama ayırmış, uzun döllerin sonrası tekrar bir araya getirdiğinde maltoz sindirmeye ve glikoz sindirmeye adapte olmuş sineklerin birbirleriyle daha az çiftleşebildiklerini, yani üreme yalıtımının oluştuğunu gözlemlemiştir. (Dodd, 1989) Aynı zamanda bir de melez bölge söz konusudur. Bugün pek çok canlının soy ayrımları ve melez bölgeleri gözlemlenmiştir, yani türleşme bitmiş değil devam etmektedir. Biz ise milyon yıllara yayılan süreçlerin en fazla 70-80 yıllık gözlemcileriyiz. Bu soru neden kıtalar hareket etmiyor sorusuna benziyor. Her şeye karşın hızlı süreçler de gözlüyoruz. 250 yıl önce Faeroe adasını keşfeden insanların getirdiği farelerde gözlenen türleşme (Stanley, 1979) gibi pek çok gözlem mevcuttur. in cell death induction. Biochemical and Biophysical Research Communications Volume 304, Issue 3, S. 481–486 - Hinrichs, R.N. 1990. Whole body movement: coordination of arms and legs in walking and running. J.M. Winters, S.L-Y. Woo (Eds.), Multiple Muscle Systems: Biomechanics and Movement Organization, S. 694–705, Springer, New York Stanley, S. 1979. Macroevolution: Pattern and Process, San Francisco, W.H. Freeman and Company. p. 41
Apoptosizin işlevlerinden bahsedersek insan embriyosunun gelişimin-
den örnek verebiliriz. Embriyonik gelişimin 6-7. haftasında yelpaze şeklindeki ellerimizin parmak aralarındaki perdelerin hücre ölümleri ile yok edilmesi ve parmakların ortaya çıkmasını örnek verilebilir. Benzer şekilde 5. haftanın oluşumu başlayan ve 16. haftaya kadar taşıdığımız kuyruk mirasımızda apoptosize uğrar. Diğer kuyruksuz primatlar gibi insanda da, kuyruğu inşa eden aktif gen bölgeleri yok olmamış, gelişim evresindeki apoptosiz ortakatada avantaj sağlamıştır. Gelişimsel önemi dışında bağışıklık sisteminde de çok önemli bir yeri vardır. Mesela tamir edilemeyen bir DNA hasarına uğramış hücreye apoptosiz mesajı iletilir, hücre kendini imha ederse sorun ortadan kalkmıştır; ancak mesaja cevap vermezse kontrolsüz büyüme ve kanserleşmeyle de sonuçlanabilir. Başka bir örnek ise virüs girmiş hücrelerin yok edilmesidir. Örnekler çoğaltılabilir.
Yürürken kollarımızı neden sallarız? Yürürken kollarımızı istemsiz olarak sallarız, sol bacağa sağ kol, sağ bacağa sol kol eşlik eder. Araştırmalar bu hareketin açısal momentumunu koruduğunu (dolayısıyla denge) ve enerji tasarrufunu artırdığını göstermiştir. (Hinrichs, 1990) Kedileri ve insanları karşılaştıran bir çalışma refleks modülasyonundan, bağlantılı çalışılan kaslara iki
ayaklı (bipedal) hareket ile dört ayaklı hareketin (quadropedal) aynı mekanizmaları kullandığını göstermiştir. (Dietz, 2002) Eğer görsel olarak incelenirse primatların adımları ile benzerlik de kolaylıkla farkedilecektir. İnsanın evriminde dik duruşa geçişle birlikte, bu evrimsel miras iki ayaklı yürüyüşteki dengeye de katkı sağlamıştır.
38
Bilim
İnsan Doğası Saldırgan ve Bencil midir? Umut Can Yıldız Boğaziçi Üniversitesi Evrimin Genleri Topluluğu
Biyolojik belirlenim ve biyolojik potansiyel İnsan doğası tartışmalarında yapılan en büyük hatalardan birisi bu olgunun kategorik olarak reddedilmesidir. İnsanın canlı bir varlık olarak elbette kalıtsal olarak taşıdığı bir doğası vardır. Örneğin insan biyolojik olarak gerekli besinleri almadan yaşayamaz ancak tavaya iki yumurta kırmak kalıtsal olabilir mi? Nefes almak kadar, yeni doğmuş bir bebeğin çektiği ilk nefesiyle ağlaması da kalıtsaldır ancak güzel kokulu bir çiçeği koklamak doğuştan gelen bir davranış mıdır? Örneklerin ilk kısımları doğrudan kalıtsal (genetik) belirlenimle oluşan davranışlarken, ikinci kısımlar biyolojik potansiyelimizle kısıtlı kültürel davranışlardır. Mesela saf haldeki karbon monoksit (CO) gazının kokusunu algılayamazsınız ve zehirlenmeniz, hatta ölmeniz mümkündür. Diğer yandan insanın evrimsel geçmişinin mirası olan zeka, hafıza, öğrenme ve kolektif çalışma yetenekleri sayesinde mümkün olan biyolojik olmayan birikimle ortaya koyduğu modern bilimle bu gazı ölçebilmekteyiz. Kimya, bu gazın yapısını ortaya çıkardı, biyoloji, zehirleme mekanizmasını çözdü; mühendisler uyarıcı dedektörleri icat etti. Bu örnek bile insanı insan yapanın tek başına biyolojik altyapı değil kültürel birikimin ve toplumların olduğunu göstermektedir. İnsan doğasının sözde bilimi: Sosyobiyoloji Ne yazık ki toplum bilimleri ve doğa bilimleri arasındaki tarihsel ayrışma, siyasi ve toplumal nedenlerle bazı “saygın” bilim insanları bu
Bazen dost meclislerinde bazen de hararetli siyasi tartışmalarda eşitlikten ve özgürlükten bahsederken sıkça duyarız değil mi? ‘Sonuçta insan doğası, hepimiz benciliz’ ya da ‘Tamam savaşlar olmasın da sonuçta insan doğasında savaşmak var’... Tarihin belli kesitlerinden örneklerle pekiştirilmeye çalışan bu anektodlar acaba gerçekten doğru mu? Yoksa bu da kapitalizmin bir oyunu mu? gerçeği görmedi ya da görmekten kaçındı. 70’li yılların soğuk savaş ortamında, ideolojik savaşta yeni bir kadercilik görüşü biyoloji adına ortaya atıldı. İlginç biçimde dinlerdeki ‘fıtrat’ ve ‘yaratılış’ kavramlarına benzer olan doğa bilimlerindeki bu akımları biyolojik determinizm olarak kategorileştirebiliriz. Biyolojik kalıtımı insana ait her türlü varoluşa uygulamaya çalışan bu görüş, Herstein’ın ekonomik sınıfların zeka farkına dayandığı iddiasından, Jensen ve Shock’un “ırklar” arası zeka farkı arayışına; Lorenz, Andrey ve Morris’in “Çıplak Maymun”undan, Dawkins’in “Bencil Gen”ine geniş bir skalayı içermektedir. Hepsinin ortak noktası, bugünki toplumsal, siyasi ve ekonomik yapıya ilişkin gerçekleri genetik kökenimize bağlamasıdır. Yani çok iyi bildiğimiz “çünkü insan böyle yaratıldı, değişemez” gerici görüşü yerine “insan böyle evrildi, değişemez” düşüncesini koymaktadır. Örneğin Morris, kadın erkek eşitsizliğinin ilkel yaşama dayandığını savu-
nurken, Dawkins gen kopyalama makinelerinden ibaret olduğumuzu söylemekte ve fedekarlığın sadece kan bağı olanlara yapılabileceğini iddia etmektedir. Bu yazıda biyolojik determinizm sadece saldırganlık ve bencillik açısından incelenecek. Kendisi bir böcek bilimci olan Edward O. Wilson, çok değerli gözlemler içeren ‘‘Sosyobiyoloji – Yeni Bir Sentez’’ kitabının insanla ilgili son bölümünde ise tam anlamıyla çuvallamıştır. Wilson, insanın bugünki tüm davranış biçimlerinin evrimsel atalarımızda kalıtımsal olarak sabitlendiğini iddia ediyordu. ‘‘Çıplak Maymun’’ ve ‘‘İnsanat Bahçesi’’ gibi popüler kitaplarında hikayeler yazan Desmond Morris ise sosyobiyolojinin tezlerini destekleyecek herhangi bir somut veri olmadan sadece sonuçlara bakıp spekülasyonlara başvurdu. Karşımıza aldığımız iddia temelde insanın ilkel klanlarında yıkıcı fenotipe (saldırganlık ve bencillik) sahip olanların diğer fenotiplere (işbirliği ve özgecilik) evrimsel olarak baskın olması sebebiyle üstün geldiği görüşü
ve bunun değişmez olarak insanda kalıtıldığı sonucudur. (Wilson, 1975) Bu karmaşık özelliklerin kısa sürelerde mutasyonla nasıl ortaya çıkabileceğini ve seçilebileceğini açıklayamamakla birlikte, evrimsel biyolojinin temel bir ilkesini ihlal etmektedir. Evrimde seçilimin temel birimi tür içi klanlar değil türün kendisidir. Dahası bugün biliyoruz ki sınırlı kalıtım bilgisi taşıyabilen DNA’larımızda bu tür karmaşık bilgilerin taşınması mümkün değildir. Bu sebeble bu araştırma kültürel evrimin konusu olmalıdır. Ancak, insanlar arasındaki çatışmanın kader olduğunu öne süren bu bakışın popüler olmasının sebebini ise biyolog ve nörobiyolog Steven Rose şöyle tespit etmektedir: “Evrim teorisi, insanın belli yönlerinin –kapitalizm, milliyetçilik, ataerkillik, yabancı düşmanlığı, saldırganlık ve rekabet– “bencil genler”imize “sabitlendiği” anlamına mı gelir? Bazı biyologlar bu soruya olumlu yanıt verdiler ve liberter monetaristlerden neo-faşistlere dek sağın büyük politik teorisyenleri bu biyologların resmi açıklamalarına kendi politik felesfelerinin “bilimsel” doğrulanışı olarak sarıldılar.” Benzeşim ve benzetişim Evrimsel olarak en yakın atalarımızdan biri olan bonobo şempanzelerinde (Pan paniscus) gruplaşmalar, gruplar arasında şiddetli kavgalar ve grup işlerinde katı bir hiyerarşi gözlenmektedir. Peki bugün sahip olduğumuz ordu hiyerarşisi ve ülkeler arası savaşlar kuzenlerimize benzetilebilir mi? Biyolojiyle haşır neşir olmuş herkes homolog ve analog yapı (benzeşim
39
Bilim ve benzetişim) ayrımına aşinadır. Örneğin; kartal ve şahinin kanatları aynı kökenden, kuş soyundan gelmektedir, diğer taraftan yarasının kanatları ise beş parmak içeren yapısıyla memeli soyunda sonradan oluşmuştur. Davranışlar için de aynı farklılık geçerlidir, karınca türlerinin tünel açma davranışlarıyla, insanın tünel inşaatı kökendeş (homolog) olabilir mi ve ya örümcekler doğuştan mükemmel mimarideki ağlarını kurabilirken hangimiz öğrenmeden balıkçı ağı örebiliriz? Aynı şekilde bonobolarla kurulan benzetişimde insandaki hali biyolojik kalıtımla değil toplumsal yapıyla ilişkilidir. Kültürel evrimi ve toplum bilimlerini dikkate almadan, hala ormanda yaşadığımız varsayımı ile hareket eden bu genetik indirgemeci bakış, diğer taraftan bolluk dönemlerinde komşu türlerle dahi yiyecek paylaşan diğer kuzen türümüz adi şempanzeleri (Pan troglodytes) görmezden geliyor. İnsanlığın aklı ve emeği ile geliştirdiği ihtiyaçtan fazla üretim koşullarında; bencilliği ve saldırganlığı tetikleyen genlerimiz değil ekonomideki eşitsiz dağılımdır. Genler bencil mi? Richard Dawkins’in ‘‘Gen Becildir’’ kitabı ile simgeleşen başka bir genetik determinizm türü ise canlı türlerinin esas biriminin DNA zincirleri olduğunu iddia etmiştir. Dawkins tüm hücre, doku, sistem ve çok hücreli bedenlerin genler tarafından kendilerini çoğaltmak amacıyla kullanılan teferruatlar olarak görür. Dawkins, evrimi, organizmaların mücadelesinin sonucu olarak değil, genlerin mücadelesinin sonucu olarak görmektir. Ne yazık ki canlılar organizma olarak ölür ya da yaşar ve ürerler. Canlı genotipi ve fenotipi birbirinden çok farklıdır. En nihayetinde polimer bir makro molekül olan DNA’da canlılığın sırrını arıyan bu akıl, genlerin ifade farklılıklarını, canlının gelişiminin, çevrenin büyük etkisini ve gen dışı bilgi birikim yollarını yadsımaktadır. Dawkins’e göre tüm bedenimizle üremek için programlanmış makinelerizdir ve soyumuzun devamı için yaşarız. Dawkins’in savı ile bakarsak kendisi çiftleşme dansı yapmak yerine neden kitap yazmayı tercih etmek-
tedir? Hayatın başka ne amacı olabilir, değil mi? Dawkins kitabında doğum kontrol yöntemlerinin veya evlat edinmenin “doğal olarak” neden yanlış olduğunu açıklayacak kadar ileri gitmiştir. Evlat edinmek aykırı gelir çünkü kendi kanından değildir. Genetik determinizm aynı zamanda insanının doğuştan bencil olduğu görüşüne de götürmektedir, çünkü tek amacı genlerinin emrettiği, genlerini çoğaltma görevi olan bireyler yarışmak zorundadır. Dawkins’in determinist görüşü yanlıştır. Özellikle insan gibi bir primat için daha da yanlış. Primatlar yaşamda kalmak için yaptıkları pek çok davranışı öğrenerek edinirler. Genellikle gruplar halinde yaşarlar; insanda ise bu sınıflı toplumlar öncesinde tam bir komün yaşama dönüşmüştür. Çünkü primatların hayatta kalma stratejisi öğrenebilen, hafıza kullanabilen, düşünebilen ve işbirliği yapabilen bir biyolojik altyapı ile şekillenmiştir. İnsanda ise son iki milyon yıldaki alet ve emek üretminin de eşlik ettiği bir kültürel birikimle bugünkü haline gelmiştir. Bu sayede insan ve insanlık üremekten fazlasını yapma potansiyeline sahiptir. İnsanları doğuştan bencil olmakla suçlayan yaygın bir düşünce deneyini inceleyelim. Arkadaşınızla birlikte yanan bir evin içinde sıkıştınız. Arkadaşınızı kurtarma şansınız var ancak arkaşınızı kurtarırsanız siz yandından sağ çıkamayacaksınız, kendinizi kurtarırsanız arkadağınız sağ çıkamayacak. Ne
yaparsınız? Böyle bir düşünce deneyinde insanın diğer hayvanlar gibi en temel güdüsü olan hayatta kalma güdüsünü açığa çıkarttınız. İnsanın biyolojik olarak bencillik potansiyeli elbette vardır, ancak bu düşünce deneyi bencillikleri aklar mı? Neden yangın içindeki bir ortamda olduğumuz sorgulanmamalı mı önce? Ya da işsizlik ve açlıkla kıvranan insanlara, “sadaka” dağıtan talancı iktidarların kamyonlarında neden izdiham çıkmaktadır. Çalınanlar rezidanslara değil halka “sıfırlansa” böyle bir yarış olur mu? Ya da metrobüste oturmak için bir birini iteleyen işinden yorgun argın çıkmış insanlar, fazladan bir otobüs daha çalışsa birbirlerini ezerler mi? Bu bize biyolojik potansiyelimizin ekonomik sistem tarafından nasıl kötüye kullanıldığını göstermektedir. Bugün, insanların bencilliğe ve saldırganlığa yatkın olduğu açık bir gerçektir. Savaş provakasyonlarının had safhada olduğu, eşitsizlikten doğan sorunların çözümünün milliyetçilik ve dinsel ayrışmalarda aranmasının propanga eden, çocukların silahlarla ve çatışmalı dijital oyunlar oynayarak büyüdüğü dünyamızda bu sonuç çok doğaldır ancak evrimsel geçmişimizden geldiğini iddia etmek safsatadır. Gerçek, doğal olduğu kadar bu gerçeğe karşı verilen mücadele de meşrudur; insanlığın bir daha savaş ve açlık çekmeyeceği bir
dünya için gerçekleştirilen direniş de. Evrimsel biyolog ve paleontolog S. J. Gould’dan bir alıntı ile bitirelim: “Savaşın ve şiddetin sorumluluğunu etçil olduğu varsayılan atalarımıza atmak ne kadar tatmin edici; içinde bulundukları durum için yoksulları ve açları suçlamak ne kadar rahatlatıcıdır. Bunu yapmazsak, herkese insanca bir yaşamı sağlamakta utanılacak derecede başarısız olan ekonomik sistemimizi ya da hükümetimizi suçlamamız gerekecektir. Hükümeti denetiminde tutanlar ve bilimin varlığını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu parayı sağlayanlar için çok uygun çözümler.”
Kaynakça ve öneriler: 1) Şenel, A. (2003), İnsan ve Evrim Gerçeği. Özgür Üniversit e, Ankara 2) Dawkins, R. (2001), Ge n Bencildir. TÜBİTAK, Ankar a 3) Gould, S. J. (2000), Da rwin ve Sonrası. TÜBİTAK, Ankar a 4) Rose, S. ve diğerleri (19 85), Not in Our Genes. Pantheon, London 5) Wilson, E. O. (1975), Sociobiology – The New Synthesis. Harvard University Press, Cambridge 6) Woods A. & Grant T. (20 11), Aklın İsyanı: Marksist Fel sefe ve Modern Bilim. Tarih Bilinci , İstanbul
Eski sahibimin vefatından sonra gözlüklü, ince bıyıklı, kısa boylu bir adama hediye edildim. Adamın arkadaş çevresi kedileri çok seviyor gözüküyordu; yanlarındaki adam, gülümsemeyi dahi beceremeyen kadınlara kedi canlarını sevdiğini söylüyordu. Fakat kendisi, eski sahibimin ona ‘sadece’ bir kedi hediye etmesine sinirlenmiş gözüküyordu. Yeni sahibime yararlı olduğumu göstermeye kararlıydım. Saltanatının, ülkeyi kaybetmeye yaklaştığı söyleniyordu ve bunun sonucu olarak yeni sahibim de şehrini kaybedecekti. Bundan dolayı çetemi topladım ve tüm şehirlerde aynı anda bir elektrik kesintisi gerçekleştirdik. Eve, güneşin altında uyumaya gelmiştim ki, sahibimin dostlarından birisinin bizi saniyesinde sattığını öğrendim. İntikamımı almak için yola çıkıyorum…