Yeni Yazılar 4. Sayı (Kasım 2013)

Page 1

i bir ülke için...

e, yen eni bir üniversit y , r ü lt ü K ir b i Yen

ayı: 4 • Kasım 2013

• 3 TL

syonu Yayınıdır S

Fikir Kulüpleri Fedara

GENÇLİK NEYDİ?

Gençlik Cüretti! Breaking Bad Yuvarlak Masa’da geçtiğimiz ay sona eren Breaking Bad’i ele aldık. Gençliğin merakla takip ettiği dizi Yeni Yazılar’da. s.24

Menemen makarna, hep aynı hava Öğrenciler “temel besin maddeleri” olan makarna ve menemen ile ne kadar süre hayatta kalabilir? Yeni Yazılar’da. s.28

Sami Menteş’in FKF’ye gönderdiği mesaj

İşte bunlar hep maymun Seval Bal ve Umut Can Yıldız’ın hazırladığı evrim yazı dizisi bu sayımızda da devam ediyor.

. Yeni Yaziılar ’da: UMUT SENSİN!

s.34 s.5


2

zzzzzzz


3 Yeni Yazilar zzzzzzz

zzzzzzz

3

Bu sayıda...

Anlamak gideni ve gelmekte olanı…

Haziran’ın Ülkesi Eylül ayında gerçekleştirdiğimiz kongremizin ardından Yeni Yazılar’ın tasarımında ve içeriğinde bir dizi değişikliğin olacağını duyurmuştuk. Kısa bir aranın ardından Yeni Yazılar’ın yenilenerek karşınıza çıkacağını söylemiştik. Zaman doldu: İşte Karşınızdayız.

Umut sensin! Sami Menteş

Haydar Şahin Gençliğin temsiliyeti ve AKP’yi sandığa gömmek Ercan Bölükbaşı

Nefes almak istiyoruz Barış Kineşçi

Gezi çok güzel: Şiş, Kebap, Raki!

Haziran, kent ve iktidar Melih Fırat Ayaz

Alperen Bal

Başka bir ulaşım mümkün! Damla Baytekin

Meraklı yazı Hasan Alper Ongan

Tiyatro: Tiyatro (yani+ımm+şey) Murat Gün

Okursuz metin eleştirisiz edebiyat Akın Art

Lovecraft’ın korku edebiyatı üzerine Arda Özel

Güney’in pastoral manzarası: kavrulan bedenler Ayça Boyacıoğlu

Makarna ve menemen yiyerek ne kadar yaşarız? Ceren Soğukpınar

Breaking Bad Yuvarlak Masa Bayram Yolculuğu Sırasında Yeni Bir Ülke Tartışması

Belgelerle İ. Melih ‘Gökçek’leri Nihat Aksoy

Güven Soner İçerik zayıf, başlık kötü

İşte bunlar hep maymun Seval Bal / Umut Can Yıldız

Rıdvan Oğuz Bilge

Yeni bir Kültür, yeni bir üniversite, yeni bir ülke için...

Yeni Bir Kültür, Yeni Bir Üniversite, Yeni Bir Ülke kuracak bütünlüklü bir üniversiteli kimliği inşa etmeyi amaçladığımızı çıktığımız günden beri söyledik. Bu doğrultuda edebiyattan müziğe, felsefeye, bilime, televizyon dizilerine varana kadar sadece üniversite öğrencilerinden oluşan yazar kadromuzla üretimlerde bulunuyoruz. Bu yapısıyla dergimizin alanında tek olduğu, bir boşluğu doldurduğu kanaatindeyiz. Tam anlamıyla bir Gençlik Dergisi çıkardığımızı düşünüyoruz. Derginin yayına verilen kısa aranın yarattığı beklentinin hakkını verebilecek nitelikte bir dergi çıkardığımızı umuyoruz. Fakat FKF’nin ve Yeni Yazılar’ın bu iddialarının arkasında dururken güvendiği tek gücün bu ülkenin “her yaştan” gençleri olduğunu da belirtmek isteriz. Bu sebeple katkıların, yorum ve eleştirilerinin daha iyi bir dergi çıkarmamız için oldukça önemli olduğunu hatırlatalım. Çok değil, bundan altı ay önce “ülkemiz karanlık günler yaşıyor” diye başlardık sözlerimize. Bugün hala bahsettiğimiz karanlığın kaynağı olan AKP iktidarı yerinde duruyor. Üstelik eskisinden de saldırgan, eskisinden pervasız… Fakat artık cümlelerimize “karanlık günler” tespitiyle başlamanın gerçekliği yansıtmadığı da ortada. Uzun bir yaz geçirdik. Bu uzun yaz gençliğin, yeni bir kuşağın “Yeni Bir Ülke” nin tohumlarını attığı yaz olarak hatırlanacak. Biliyoruz. Haziran’ın Ülkesi… Turgut Uyar “bizim haziranımız bir yıl kadar yetecektir dünyaya” demişti “Biraz Daha” adlı şiirinde. İşte o “bir yılın” içerisindeyiz. AKP’nin ODTÜ’den geçirmeyi planladığı yol örneğinde olduğu gibi, kendini hiçbir hukuki kurala bağlı hissetmeden şuursuzca saldırması bu yüzdendir. İlk tohumları atılan Haziran’ın Ülkesi’nde AKP’ye yer yoktur. Amerikancılığa, yobazlığa, piyasacılığa yer yoktur Haziran’ın Ülkesi’nde. ODTÜ FKF’nin de kurulmasına vesile olan bir “hareketliliğin” başladığı yer olmuştu. Tarihinde Türkiye’nin aydınlık tarihinden onlarca anekdot barındıran bir üniversite… Bu yüzden bitmiyor AKP ve yandaşlarının ODTÜ nefreti. En son Sabah gazetesi yazarı Hüseyin Kocabıyık “ODTÜ kapatılsa bu ülke ne kaybeder” diye sormuş. Bu ülkeden ne kastettiği belli. O ülke gençliğin, bizim değil “değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”. Onların ülkesinde ODTÜ’ye yer yok. Haziran’ın ülkesinde bilim düşmanlarına! “Bizi öldürmek isteyenler” kardeşlerimizi aldı aramızdan. “Direnerek ve akarak ölenler” : Abdocan’lar, Ali İsmail’ler, Ahmet Atakan’lar… Bir kısmımızı ise hapse attı. Utku Kalı, Reyhanlı Katliamı ile ilgili belgeleri sızdırdığı iddiasıyla tutuklandı. Ama gençliğin vicdanı oldu. Geçenlerde bir mektup yazmış hepimize. “Herkes Her Şeyi Hatırlamalı” demiş. Turgenyev’den bahsetmiş, Latife Tekin’den…

Aylık Öğrenci Dergisi • Kasım 2013 • Sayı 4 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin • Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art • Yayın Kurulu: Akın Art, Alperen Bal, Merve Umutlu, Mustafa Öcalan • Tasarım: Ali Erkan Tenbel, Özgün Sağlam, Yiğit Berker Kapak Fotoğrafı: Kyodo • Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 Baskı: Star Medya Yayıncılık A.Ş Baskı Tesisleri, Atatürk Mahallesi Bahariye Cad. No:31 K.Çekmece İstanbul 34679 Tel:(0212)478 52 00

www.fkf.org.tr • fkf@fkf.org.tr

fikirkuluplerifederasyonu

fikirkulupleri

Herkes her şeyi hatırlıyor. Örneğin hatırlıyoruz Deniz Gezmiş’in “Biz edebiyattan geldik reis” dediğini Erdal Öz’e. Ne mutlu, hala edebiyattan gelebiliyor bu ülkenin aydınlık yüzlü gençleri. Tıpkı Utku Kalı gibi. Gençlik cürettir demiştik. Diyoruz. Gençlik cüreti ile karanlığın karşısına dikilmeyi hep bildi. Turan Emeksiz oldu, Deniz Gezmiş oldu… Bugün de biliyor. 2013’ün cüretli gençleri “Yeni Bir Ülke”yi kurmaya başladı. Haziran’ın ülkesini!

Yeni Yazılar Yayın Kurulu


Gündem

BİR YILI YARILAMIŞKEN FKF!

ANLAMAK GİDENİ VE GELMEKTE OLANI…

Haydar Şahin İstanbul Üniversitesi Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü

FKF Yola Çıkıyor!

Genç olan üretir ve gençlik üretiyor. FKF yola çıkarken bunu referans almıştı ve kurulduğu günden yana bu çaba ile hareket etmeye çalışıyor. ODTÜ direnişinin ardından 15 Mart 2013’de ODTÜ’de toplanan Üniversite Kongresi’nde FKF kuruluşunu ilan ettiğimizde buna güveniyorduk. Kongreden cüretimizi, umudumuzu ve irademizi ortaklaştırarak çıkmıştık. İlk işimiz FKF’ye bir logo belirlemekti ve kolları sıvadık. Emek paylaşımı olarak ilan ettiğimiz logo üretimine onlarca arkadaşımız hazırlık yaptı ve logo önerilerini sundular. Yine onlarca logoyu hep beraber oyladık ve FKF logosunu bulmuş oldu. Yola çıkarken üretimlerimizi bir iradeye dönüştüreceğiz demiştik. Demekle kalmadık zaman yitirmeden etkinliklerimize devam ettik; yalnız bir farkla, artık her kulüp kendi logosunun yanına FKF logosunu da ekliyordu. Bu elbette ki önemliydi, çünkü Adana’da evrim atölyesi düzenleyen bir topluluk artık Ankara’da, İstanbul’da, Bolu’da da aynı derdi paylaşan arkadaşlarının olduğunu biliyordu. FKF kuruluş hazırlıkları Üniversite Kongresi Değerlendirme ve Fikir Kulüpleri Federasyonu Kuruluş Toplantıları ile devam etti. Üniversitelerde toplantılar kimi yerlerde onlarca kimi yerlerde de yüzlerce arkadaşımızın katılımı ile gerçekleşti ve FKF üniversitelerde yankı bulmaya başladı. 6 Mayıs 1971’de Deniz’leri idam ederek gençliği sindirmek istediler, başaramadıklarını 6 Mayıs 2013’de FKF’nin kuruluşu ile ilan ettik. Bir kuşağı yok etmeye çalıştılar biz bir kuşağın doğuşunu Deniz’in heykelini üniversiteye dikerek o günlerde duyurduk.

Direniş Öncesi ve Direniş Günleri

Savaş çığırtkanları yeniden peydahlanırken savaşa karşı barışın ve bağımsızlığın simgesi olduk. Hatay Reyhanlı’da patlayan bomba, gençliğin yüreğinde patlamıştı ve üniversiteliler bu defa bombayı AKP’nin

elinde patlatmaya kararlıydı. “Madem yas ilan edilmiyor o zaman biz ilan ederiz” dedik ve Bağımsızlık Haftası ile Reyhanlı’da ölen yurttaşlarımızı karanfillerle andık. Memleket sevdasını Nazım’dan öğrendik, memleketin direnişe geçişini Nazım Haftası ile karşıladık. Nazım’ın dizeleri üniversite duvarlarını süslerken memleketin duvarları Nazım mısraları ile doldu. “Haziran’da ölmek zor” derken memleket Haziran’la yaşam bulmaya başladı. Meselenin üç-beş ağaç olmadığını elbette biliyorduk ve direnişin başından bugüne kadar içinde yer aldık. Gençlik memleketi için direnirken ‘şimdi düşünme sırası onlarda’ydı. Bunun en güzel kanıtını üniversite mezuniyet töreni yürüyüşlerinde taşınan pankartlar gösterdi. Memleketin çölleşmiş topraklarında filizlenen direniş gençlikle buluşunca neleri değiştirebileceğimizi çok iyi gördük. Memlekette gaz bulutları dolaşırken GazdanAdam Festivali’nde on binlerin örgütü yüz binlerle halkın yanındaydı. Polis terörünün artarak sürdüğü temmuz günlerinde FKF üyeleri halkla birlikte barikatta mücadele ediyordu. Bir Ali* tutuklandı diye üzülürken bir Ali’nin** hayatını kaybetmesiyle kinimiz bilendi. Bu kez yitirdiğimiz kardeşlerimizin hesabını sormak için sokaklardaydık. Ölümlerle susturulmaya çalışılan gençlik tutuklamalarla bastırılmak istendi. Ali İsmail Korkmaz için yapılan eylemde gözaltına alınıp günlerce tutulan Erçin Fırat ve tutuklu bulunan Ali Can Sünnetçioğlu arkadaşlarımızı geri almasını da bildik.

Dayanışmayı Büyütürken AKP’nin planları alt üst olurken sıra onun yandaşları cemaatlerin planlarını alt üst etmekteydi. Üniversitelerin açılışı yaklaşırken FKF Kayıt ve Dayanışma Merkezi ile cemaat avına karşı gençliğin dayanışma ağını örmeye başladı. Yandaş medya bundan rahatsız olup karalama haberlerine başlayınca doğru yolda olduğumuzu ve bir şeyleri başarabildi-

ğimizi gördük.Tayyip Erdoğan’ın ardından cemaatçileri de üniversitelerinden kovan ODTÜ’lüler AKP’nin hedef tahtasına oturmuştu.Yol projesiyle ODTÜ ormanlarına saldıran AKP’ye karşı Yüzüncü Yıl Mahallesi halkı ile direnişe geçen ODTÜ’lüler FKF bayrakları ile dozerlerin önünde direndiler. Direniş memleketin dört yanında farklı biçimlerden sürerken 10 Eylül gecesi Ahmet Atakan’ın haberiyle sabahladık. Bu defa on binler Ahmet için Kadıköy sokaklarına dolmuştu. AKP kaybedişinin farkına varmış olacak ki iyice saldırganlaşıp giremediği Kadıköy sokaklarını gaza boğmaya başladı. Acıyan yüreğimizin yanında ne AKP’nin gazı ne şiddeti canımızı yakabilirdi. Elimizde FKF bayrakları dilimizde “Ahmet Atakan ölümsüzdür!” sloganları! Aydın-sanatçı-halk dayanışmasının en iyi örneklerinden Eylül’de Gel Festivaliyle direnişin dönüşünü karşıladık. Üniversiteler açılmaya başlıyorken AKP’nin gençliğe düşman uygulamalarından yurt düzenlemesine karşı çıkan İzmirli öğrenciler İzmir halkının da desteğiyle kendi yurtlarını kurdular. Hiç bir arkadaşını “yurtsuz” bırakmayacağını ilan eden FKF’liler dayanışma örneğini kendi kurdukları yurtlarla sergilemiş oldular.

Kaybedecek Vakit Yok! Memleket bir direniş yaşamışken ve üniversiteler açılıyorken gençlik mücadele programını ve örgütünü tartışmak zorundaydı. Olağanüstü bir dönemde FKF Olağanüstü Kongresi’ni tüm üniversitelerden delegelerin katılımıyla 22 Eylül’de Ankara Üniversitesi Mülkiye’de topladı. FKF’nin kuruluşunu kararlaştıran delegasyon bu defada FKF’nin kitle örgütü oluşunu ilan etti. Kaybedecek vakit yoktu ve kongrede kararlaştırılan FKF üniversite meclisleri tüm üniversitelerde toplanarak kuruldu. Yıllardır susturulan gençlik meclislerde üniversiteyi ve memleketi tartışıp üniversite temsilcilerini seçti. Üniversitelerinin sorunlarını tartışıp

Bu bir geçmişi parlatma yazısı değildir. Geçmişi parlatmak, geleceği olmayanların refleksidir. Fakat geçmişi anlamadan bugünü anlayamayacağımızı da not etmek gerekiyor. Bu yüzden yazının amacının FKF’nin geçmişine romantik bir bakış atmak olmadığını, hedeflerimizi saptarken şimdiye kadar yaptıklarımızı gözden geçirmeyi umduğunu not düşelim.

alternatif üreten FKF üniversite meclisleri, memleketine olan sorumluluğunun da bilincindeydi. FKF; muhalif kimliğinden dolayı tutuklanan dünyanın en genç gazetecisi Sami Menteş’in habercisi, Reyhanlı katliamının belgelerini açığa çıkardı diye iddia edilip hala tutuklu bulunan Utku Kalı’nın sesi, görmezden gelinen Van’lı depremzedelerin destekçisi, grevdeki enerji-maden ve Leroy Merlin AVM işçilerinin omuzdaşı oldu. Memlekette nerede bir direniş varsa oraya gençliğin sesini taşıdık. FKF’nin tek müttefikinin işçi sınıfı olduğunu kongrede söylemiştik, şimdi grevlerini kazanımla sonuçlandıran işçilerin bize bakışından tavrımızı daha net vurguluyoruz.

Yeni Bir Cumhuriyet İçin Cumhuriyet Haftası! Gençliğe düşman iktidar cumhuriyete de düşman. Haziran Direnişi, cumhuriyet kazanımları tasfiye edilmişken padişahlığını ilan etmeye hazırlanan Tayyip’in tahtını salladı. Geçmiş bize referans olduğu sürece anlam kazanır. FKF üniversite meclisleri bir hafta boyunca çeşitli etkinlik ve panellerle cumhuriyeti tartıştı. Cumhuriyet haftasına çağrı metninde kolları sıvama vakti demiştik şimdi ise yola koyulma vakti. Türkiye’de bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin açıldığı çeşitli kalemlerce yazıldı. İç politikadan dış politikaya kadar tökezleyen AKP’nin gençlikle başının dertte olduğunu şu ana kadar elde ettiğimiz deneyimler göstermiş oldu. FKF üniversite meclislerine olan ilgi, FKF’nin halkta yarattığı heyecan, yurtdışı temsilciliklerimizin giderek çoğalması bir kuşağın doğuşunu ifade ediyor. Tarihten deneyimimiz, bir kuşağı kuşak yapan yalnızca ayağa kalkış değil bir irade sergilemesidir. Bu iradenin ve temsiliyetin talibi FKF’dir. Bir kuşak yola koyuldu, artık direnme sırası onlarda! *Ali Can Sünnetçioğlu **Ali İsmail Korkmaz


Gündem

Sami Menteş’ten FKF’ye Mesaj Var! Sami Menteş

Yurt Gazeresi muhabiri ve İstanbul Üniversitesi Halkla İlişkiler bölümü öğrencisi Sami Menteş, 18 Ocak 2013’te gözaltına alındı, ardından çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklandı . Hapis yattığı sürede “Dünyadaki en genç tutuklu gazeteci” ünvanını kazandı. Dokuz aylık tutukluk süresinin ardından geçtiğimiz Ekim ayında serbest bırakılan Sami Menteş’in bizlere dergimiz aracılığıyla yolladığı mesajı sizlerle paylaşıyoruz.

Umut sensin!

K

atledildik… 68’de 6. Filo’ya direnen, emperyalizme dur diyen Vedat Demircioğlu gibi. Kimi zaman Taylan Özgür’dük polisin kurşunlarına hedef olduk. Hapishanelerle erken tanıştık. “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” dizeleri bütün haklılığıyla kazındı zihinlerimize… Ölümü yaşadık, tutsaklığı da. Her ‘Bu sefer bitti’ denildiğinde, küllerimizden doğup en güzel marşlarımızla yollara döküldük. Suskunluğun kanıksandığı, zulmün egemen olduğu bir dönemde bile hayallerimizin peşinden koşmaktan vazgeçmedik. Tutuklandık… Yüzlerce öğrenci olduk demir parmaklıkların arkasında.

‘Yansak da dokunacağız’ deyip gerçeklerin peşini bırakmadık. Sabaha karşı gelip kalemlerimizi elimizden almaya çalıştılar. ‘Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacaktır’ diye haykırdık bütün haklılığımızla. Binlerce yalanın arasından doğrulara sarılıp “Gazeteciysen Boyun Eğmeyeceksin” dedik. Kalemlerimize sarılıp susmayacağımızı gösterdik. Çoğu zaman yalnız kaldık. Korkmadık… Sokaklarda mızıka çalmaya devam ettik. Bir sabah bütün öfkemizi kuşanıp alanlara dolduk. Hayata, kavgaya can suyu vermek için. Abdullah’ı, Ethem’i vurdular. Ali İsmail’i katletti karanlı-

ğın uşakları. Aramızdan her bir canın gidişinde daha da gür çıktı sesimiz. Evet, artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak… Bir araya gelebilirsek ne kadar güçlü olabileceğimizi gördük. Düştüğümüzde bir el uzandı hemen kaldırmak için… Korkularımızdan sıyrıldık… Korktukça, susmaya devam ettikçe daha da saldırganlaştıklarını gördük. Umutların tükendiği zaman yeni bir güneş doğdu, karanlığın üstüne. Her birimiz ‘BOYUN EĞME’ şiarının sembolü olduk. Gençliğin diktatörlüğe teslim olmayacağını gösterdik. Yeni bir ülkeye merhaba dedik bir sabah.

Che “Her haksızlık karşısında öfkeleniyorsan sen de yoldaşımsın” demişti. Che’nin binlerce yoldaşını gördük tüm meydanlarda. Özgürlük şarkılarını halkın oluştuğu en güzel koroyla söyledik… Halkın haber alma hakkının, patronun ihale alma hakkının başladığı yerde bittiğini penguenlerle öğrendik! Artık yeter dediklerinde binlerce kişi “ Bu daha başlangıç “ diye haykırdı. Nihat Behram’ın dediği gibi “Tek umut ki - yaşam bitti demeye varmıyor dilim - O da çocukların sesleri… İsyan edin, isyan edin, isyan edin!” Umut sensin! Umut senin yarınlara bakan gözlerin.


Gündem

GENÇLİĞİN TEMSİLİYETİ VE

AKP’Yİ SANDIĞA GÖMMEK FKF üniversitenin sadece üniversite olmadığını bilmekte, Türkiye halkını üniversitelerin gerçek sahipleri ile tanıştırma sorumluluğu ile ÖTK’yı ele almaktadır... Gençlik halkına karşı sorumluluğunu yerine getirmek için de bu sahte temsiliyeti sonlandıracaktır. Gençlik AKP’yi sandığa gömecektir.

Ercan Bölükbaşı Orta Doğu Teknik Üniversitesi

F

KF yola çıkarken alışık olunmayan birçok iddia ile başladı. Önce üniversitelerde yapılan seçim toplantıları sonucunda seçilen yüzlerce delege ve sonrasında üniversite kongresi... Yeni bir ülke kurma iradesi ancak büyük bir toplamın iradesi olarak ortaya konulabilirse başarılı olabilecekti çünkü. Bu toplamın ise ihtiyacı olan şey temsiliyet idi. Savunduklarımızın bu temsiliyete sahip olma yeteneği ise haziran günlerinde özgürlüğünü arayan ve ülkesine sahip çıkan üniversitelilerle güçlü bir bağa sahip. Temsiliyeti hiç bir zaman basit bir biçimde oy toplamak ya da birisinin öne çıkıp kalanlar adına söz söylemesi olarak algılamadık. Bize göre gençliğin temsiliyeti, gençliğin güncel durumunu kavrayıp onun ileri çıkabilecek uçlarını bulma ve onları siyaset sahnesine taşıyabilme yeteneğidir. FKF bu yeteneğe sahip olma iddiasını nihayet gerçeğe dönüştürmekte kararlıdır. Gençlik kavramının neyi ifade ettiğine ilişkin tarifler uzun yıllardır tartışılır. En sık rastlananı gençliği bir yaş grubu üzerinden tanımlamak. Bunun hatalı ya da eksik bir tanım olduğu, yaşça genç olsa bile davranış ve fikirleri büyükleri taklitten öteye geçmeyenlere bakarak anlaşılabilir. Yaşça genç olup da genç olmayanların kimler olduğuna ilişkin somut örneklere yazının ilerleyen kısmında değineceğiz. Biz konumuza dönelim. Gençlik, ülkemiz tarihi boyunca arayışın adı

olmuştur. Dergimizin elinizdeki sayısının da kapak konusu olan cumhuriyet, kurulduğu yıllarda yaşça küçük olduğu için ama daha da önemlisi ileriye dönük bir atılımı ve arayışı simgeleyebildiği için genç cumhuriyet olarak adlandırılmıştır. Bugün de gençlik, içinde yaşadığımız karanlık ve kocamış düzeni öyle veya böyle reddetmekte olan bir toplam. Bu reddiye, kimi zaman düzen tarafından kendisine sunulana kayıtsız kalmak, onun çizdiği rotayı önemsememek olarak ortaya çıkarken; Haziran gibi özel uğraklarda fiili olarak düzeni ve iktidarı karşıya alan bir konumlanışı da ifade edebiliyor. Yani yıllarca apolitik olarak görülen gençliğin konumu hep bu reddiyeyi içerdi. Reddiyenin fiili olarak karşı çıkışa dönüştüğü nokta ise genç olan alternatifi üretme iradesine yaslanmak zorunda. Yani gençliği kabaca, var olandan etkilenmekle beraber onun kısmen dışında ve potansiyel olarak onu kendisi gibi genç olanla değiştirme, ileriye çekme enerjisi taşıyanlar olarak tarif edebiliriz. Ne mutlu ki, bugünün Türkiye’sinde bu tanım yaşça genç olanların da çok büyük bir bölümünü kapsıyor. AKP destekçisi, yaşlı fikirler gençlik içerisinde “marjinal” kalıyor. Gençliğin kim olduğuna ya da olmadığına ilişkin tartışmaların ardından kuşkusuz gençliğin okumuş ya da okumakta olan kısmına gelmemiz gerekiyor. Yani üniversite öğrencilerine... Üniversiteliler, bugünkü maddi üretim

ODTÜ ÖTK Başkanı, ODTÜ düşmanı Melih Gökçek’e plaket veriyor.

koşullarından görece bağımız ve ideoloji üretim merkezlerine yakın oldukları için insanlığın tarihsel birikimine ulaşma ve onu ileri götürme yeteneği açısından diğer yaşıtlarında göre büyük bir avantaja sahipler. Bu avantaj aynı zamanda büyük bir sorumluluk da getiriyor: Kendi geleceğine ve ülkenin geleceğine sahip çıkma sorumluluğu... Bu sorumluluğu temel alan FKF’nin önündeki görev, zaten potansiyel olarak geleceğe dönük bir arayışa sahip olan bir toplamı, yani gençliği, siyasi arenada yeniden görünür kılmak ve onun temsiliyetini sağlamak. Öyleyse elimizdeki araçlara bakmak gerekiyor. Üniversitelilerin üye olup kendilerini ifade edebilecekleri araçları saymaya kalksak aklımıza ilk olarak herhalde şunlar gelir: Öğrenci kulüp ve toplulukları, dernekler, siyasi partiler, gençlik örgütleri vb. Bunlar birbirinden farklı ölçekte iş yapan ve birbirinin yerine geçemeyecek yapılar. Her birinin üniversiteliler açısından ayrı bir değeri var. Peki bunlar mevcut olmasına rağmen “Öğrenci Temsilcileri Konseyi”(ÖTK) neden var? İlkokuldaki gibi sınıf başkanı seçmek için mi? Ya da ileride mevki makam sahibi olacak yaşı genç zihni yaşlı “şehzadeler” sancakbeyliği yaparak deneyim kazansınlar diye mi? Yoksa, gençliğe “karanlık odakların” oynadığı bir oyun mu bu? Bir önceki paragraftaki soruların cevabı hem evet hem de hayır. Kuantum ilkesinden bahsetmiyorum. Ortada gerçek bir belirsizlik var. Ve bu belirsizliğin sonucu olarak neredeyse hiçbir üniversitede ÖTK seçimleri ciddiye alınmıyor, üniversitelilerin tamamına yakını bırakın aday olmayı, oy vermeye bile gitmiyor. Soruların cevabı da Schrödinger’in kedisini öldürecek cinsten evetlerle doluyor. ÖTK, gençliğin kendi temsiliyetini almasını engelleyecek ölçüde yaşlı zihinlerin elinde karanlık bir duvar gibi duruyor. Öğrencisi olduğum ODTÜ’nün ÖTK başkanı, okulu yıkmak isteyen Melih Gökçek’e ODTÜ Öğrencileri’ni temsilen(!) plaket veriyor. Bugünkü ÖTK’nın “icraatlarını” tamamıyla anlatmaya kalkarsak yazımız yalan olur. İyisi mi biz

FKF’nin nerede durduğuna ve ne yapacağına geçelim. FKF’nin kuruluş kararının alındığı üniversite kongresinde kimi değerler ön plana çıkmıştı. Bu değerlerin ortak noktası ülkemiz için önemli oldukları kadar gençliğin çoğunluğunun da ortaklaştığı değerler olmalarıydı. Tekrar etmekte fayda var. Türkiye gençliği kamucudur. Son on yılda özelleştirme adı altında yapılan talanı bizzat yaşamaktadır. Üniversiteliler aydınlanmacıdır. Gerici iktidarın kurumsallaştırmaya çalıştığı karanlığın ülkede özgürlük namına hiç bir şey bırakmamakta olduğunu da yaşayarak öğrenmiştir. Gençlik ülkesinin bağımsızlığını savunur. İktidarın işbirlikçiliğinin ülkeyi Suriye gibi başlıklarda ateşe attığını gördüğünden ama aynı zamanda “Yeni Bir Ülke”nin bağımsızlık olmadan kurulamayacağını çok ama çok iyi bildiğinden... O zaman bu değerlerle kurulmuş bir gençlik örgütünün önüne koyacağı bir numaralı görevin aynı değerleri paylaştığı gençliği en iyi biçimde temsil etmek olması gerektiği tartışılmaz. ÖTK kurullarının ise bu sayılan değerleri temsil etmek bir yana, neredeyse tamamen bu değerlere düşman insanlardan oluşması da kısa sürede çözülmesi gereken bir çelişki olarak karşımıza çıkıyor. Gençliğin de FKF’nin de bugün en önemli görevlerinden bir tanesi iktidarın üniversitelere dönük müdahale aracı olan mevcut ÖTK yönetimlerinden acilen kurtulmaktır. FKF, mümkün olan her üniversitede gençliği kendi temsiliyetine sahip çıkmaya, o üniversitenin öğrencilerine hiç bir biçimde benzemeyen temsilcilerden kurtulmaya çağıracak, bu kurtuluş aynı zamanda ÖTK’ların gençlik mücadelesinde birer araç olarak nasıl işlevlendirebileceği tartışmaları açısından ön açıcı olacaktır. Bu arada haklı olarak bir soru yöneltilebilir. FKF’yi diğer gençlik örgütlerine göre farklı kılan en önemli özelliklerinden bir olan gençliği temsil etme iddiası ile ÖTK’yı önemsemesi çelişmiyor mu? Ya da FKF “üniversite meclisleri”ni kurarak gençliğin temsiliyetini sağlama yolunda başarılı bir şekilde ilerlerken zaten iktidarın aracı olan bir kuruma gereksiz bir önem atfetmiyor mu? Sorular


Gündem haklı ama yanıtları açık bir biçimde hayır olmalı. Yanıtı örneklerle açalım: Jaguar’lı üniversite temsilcisi okulunda önemsenmiyor olabilir. Kimse “bu arkadaş bizi ne de güzel temsil ediyor” demiyor olabilir. Sorun, bunun topluma sunuluş biçimidir. Sorun, bu şahısların toplumun karşısına üniversite temsilcisi “etiketi” ile çıkmaları, halkın gençliğe olan güvenini sarsmaları ve aynı zamanda AKP’nin gençliğe ilişkin yanıltıcı iddialarını güçlendirmeleridir. Genel olarak sorun, bir gerici üniversiteli illüzyonu yaratılmasıdır. Melih Gökçek, ODTÜ’de yol için referandum yapsak yüzde doksan

evet çıkar derken tek güvencesi bu illüzyondur. FKF üniversitenin sadece üniversite olmadığını bilmekte, Türkiye halkını üniversitelerin gerçek sahipleri ile tanıştırma sorumluluğu ile ÖTK’yı ele almaktadır. Bu hedefte yakalanacak başarı aynı zamanda AKP’nin sandıkta yenilmez olduğu görüşünü de üniversitelerde çürütmeye başlamak anlamına gelecektir. Uzun lafın kısası, gençlik halkına karşı sorumluluğunu yerine getirmek için de bu sahte temsiliyeti sonlandıracaktır. Gençlik AKP’yi sandığa gömecektir.

Fikir Kulüpleri Federasyonu ÖTK seçimlerinde ne yapacak? 1. Seçimlerin önemsenmesini istiyorsak kendimiz de önem vermeliyiz. FKF ÖTK’ların sadece üniversite olmadığını tüm üniversitelilere hissettirecek bir çalışma yürütecektir. 2. ÖTK seçimleri sadece üniversitelerde tekil gündemlerine sıkıştığı ölçüde önemsizleşmektedir. Üniversite gündemleri yakıcı olduğu ölçüde çalışmalara yansıtılacak, bunların ülke siyaseti ile bağı güçlü bir biçimde kurulacaktır. Daha da önemlisi, seçilenlerin üniversite dışında neler yaptığı, AKP’ye nasıl hizmet ettiği yoğun bir biçimde propaganda edilecek, ÖTK başkanlarının tarafsızlık yalanı açığa çıkarılacaktır. 3. FKF seçimlere yalnızca kendi üyeleri arasından belirlediği adaylarla girmeyecek, bunun yanında her bölümde her sınıfta gençliğin mücadelesini sahiplenen ÖTK adayları çıkmasını sağlayacaktır. 4. Gençliği temsil edebilecek ilkeler olan bağımsızlık, kamuculuk ve aydınlanma değerleri tüm üniversitelerde FKF’nin ÖTK adayları için vazgeçilmez ilkeler olacaktır. Bu ilkeleri savunan adaylara oy verme çağrısı yapılacaktır. 5. FKF adayları, seçildikleri takdirde neler yapacaklarını net ve gerçekçi bir biçimde anlatacaktır. Bunların alışılmış uçuk seçim vaatlerine benzemeyeceği açıktır. FKF’liler seçildikleri takdirde tüm üniversitelilerle birlikte mücadeleyi yükseltecek, ÖTK’nın mücadelenin bir aracı olarak işlevlenmesini sağlayacaklardır.

Jaguarıyla meşhur ÖTK Başkanı

İllüstrasyon: Can Tuğrul MSGSÜ Görsel Sanatlar Kulübü

6. AKP iktidarının yenilmezliği fikri ortadan kaldırılacak, hükümet ve yandaşlarının seçim yenilgileri üniversitelerden başlayacaktır.

Yağlı Boya Resim: Ömer Faruk Tokmak MSGSÜ Görsel Sanatlar Kulübü


Gündem

NEFES ALMAK İSTİYORUZ Barış Kineşçi

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi

S

por müsabakalarında, sporcu sakatlandığında iki ihtimali vardır; ya maçı terk edecektir ya da o acıya dayanarak maçı bitirecektir. Futbol ile ilgilenenler, Bülent Korkmaz’ın Arsenal maçını kırık kolla bitirdiğini hatırlar. 10 Temmuz günü, Ali İsmail’in cenazesini taşırken bizim de iki halimiz vardı. Emel Anne’ye “Ağlama anne, evlatların burada.” derken hep bir ağızdan, avaz avaz, öyle bir histi ama tam da değil, benziyor işte…

Ali İsmail hepimiz gibiydi. Heyecanla geldi Eskişehir’e. Ev baktı, yurt baktı, arkadaş baktı. Üniversitesini gezdi. Şehre dair efsaneler, öğrenci yaşamına dair hikayeler dinledi. Bol bol ucuz tantuni yedi, bizim orada daha iyi yapıyorlar diye söylendi. Barlar sokağına takıldı. Adalar’da çay içip, fotokopicilerde sıra bekledi. Vize, final haftalarında sabahlara kadar arkadaşlarıyla bir yandan geyik yapıp, bir yandan ders çalıştı. Hepimiz niyetleniriz ya hani; Türkiye’nin dört bir tarafını gezdi. Çoğumuz gibi o da severmiş, bir sürü fotoğraf çekti. Eskişehir’in havasına lanet etti, “Bizim oraların havası…” diyerek başladı cümlelerine mesela. En lazım olduğu zamanda evde suyu bitti. Eskişehir’de su faturası gelmez, bir karta TL yüklersin. O da her seferinde, tıpkı bizim gibi, otomatın önünde uzun su kuyruğu bekledi kesin. Kısacası Ali bizden biriydi, bizim gibiydi, bizdi… 2 Haziran günü ara sokakta dövüyorlar Ali İsmail’i. Bir kere değil. Ayağa kalkıp evine dönmeye çalıştığı her sokakta. O tek başınayken. Onlar çok kalabalıkken. Sonra Mavi Hastane’ye gidiyor Ali İsmail. Mavi Hastane, Yunus Emre Devlet Hastanesi’ne gönderiyor onu. Tomografisini çekiyorlar. Bir şeysi yokmuş, öyle diyor doktor. Cuma günü sınavı varmış, onu soruyor. İki-üç güne bir şeyin kalmaz diyor, ağrı kesici iğne yapıp yolluyor. Doktor, kas gevşetici yazıyor. Ortopedi uzmanını bekliyor bir süre de. O halde… sonra doktor kabul etmiyor, hastane kapısında bekletiliyor Ali İsmail. Polise git diyorlar önce, sonra tedavi ederiz diyor yetkililer. Vicdansızlar. Onu dövenlere mi gitsin? Ne yapsın, dönüyor evine. Sabah ifade veriyor. Konuşma güçlüğü çekmeye başlıyor sonra. Tekrar hastaneye gidiyor, arkadaşlarıyla beraber. Beyin kanaması teşhisi koyuyorlar. Ertesi gün ameliyata alıyorlar. 37 gün boyunca bekledik Ali İsmail’i. 37 gün… 19 yaşındaydı Ali İsmail. 37 gün bekledik biz onu. Her gün adını bağırdık sokaklarda. 37 gün bağırdık…

Bir avuç su tutacak avuçlarında kuşlar su içsin diye. Kuşlar konacak Ali’nin ellerine.

“İyi stres attık.” demişler, tanığın biri ifadesinde böyle diyor. “Çelme takıp düşürdüm.” demiş. “Devletin polisine yardım ettim.” demiş. 19 yaşında birini dövmek için polise yardım etmiş. Memleketinde O’nu anmak için toplanan arkadaşlarına kardeşlerine de saldırdılar Ali’nin. Fenerbahçeliydi Ali İsmail. Fenerbahçeli Taraftarlar, O’nun için şarkı bestelediler. Eti Park’a adını verdik biz de Ali’nin, yeter mi? Gazetelerde köşe yazarları hesap sordular kalemleriyle, Eti Park’a adını verdik biz de Ali’nin, yeter mi? İnternette bir sürü videosu var Ali’nin, Eti Park’a adını verdik biz de Ali’nin, yeter mi? İkitelli Forum Alanı’na adını verdiler, Eti Park’a adını verdik biz de Ali’nin, yeter mi? 8 kişiye dava açıldı 5’i tutuklu, Eti Park’a adını verdik biz de Ali’nin, yeter mi? 4’ünün polis olduğu açıklandı, Eti Park’a adını verdik biz de Ali’nin, yeter mi? Eskişehir Valisi: “Arkadaşları dövüp, suçu polisin üzerine atmak istemiş olabilirler “ dedi. Eskişehir Valisi, polisin yaptığı ispatlanınca telefonlara çıkmadı. Eskişehir Valisi, üzüldüğünü söylemedi. Eskişehir Valisi görevini yapmadı, hala yapmıyor. Eskişehir Valisi koltuğunu terk edecek cesarete sahip değil. Her gün o koltuğa oturuyor. Eskişehir’in orta yerine, herkesin gözünün önüne; Vali’nin, polislerin, sivillerin, unutmayalım diye bizlerin, hükümetin yakasına yapışmaktan vazgeçmesinler diye Eskişehirli herkesin, Eskişehir’e gelen herkesin gözünün önüne Ali İsmail’in olanca cesaretiyle dikilmesi için… O’nun heykelini yaptık biz de. Bir avuç su tutacak avuçlarında kuşlar su içsin diye. Kuşlar konacak Ali’nin ellerine. Baktıkça bileneceğiz biz. Ne demişti: Korkacaksın, titreyeceksin, yıkılacaksın adi hükümet! Ali’ye baktıkça nefes alacağız biz, ne demişti: Nefes almak istiyoruz.


9

Sosyal Bilimler / Kuram

Gezi çok güzel:

Şiş, Kebap, Raki! Alperen Bal Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

S

lavoj Zizek bir kez daha Türkiye’ye geldi. Zizek’in üzerine çok şey söyleniyor, yazılıyor. Kendisine yakıştırılan sıfatlardan dahi bunu anlayabiliyoruz. Can Dündar’ın sunumuyla yüzyılın filozofu, akademik rock yıldızı. Serdar Turgut’un yakıştırmasıysa felsefenin Che Guevara’sı. Kimilerine göreyse bildiği bilmediği her konu üzerine konuşan bir adam. Doğrusu, ünlü filozofumuzun yolu Türkiye’den geçmişken ona bir “veda busesi” vermemek hiç de “etik” değil. Zizek birçok konuda yazan bir düşünür. Ancak bütünlüklü bir bakışı olduğunu söylemek güç. Bir makalesinde sunduğu tezlerin başka bir makalesiyle çeliştiği sıkça görülmekte. Bu nedenle filozofun bütünlüklü bir analizini yapmamız oldukça zor. Bu yazıda da bütünlüklü bir analiz yerine Zizek’in “Cennette sıkıntı” makalesine ve yazarın bir popüler kültür ikonuna dönüşmesine odaklanacağız. Gezi Direnişi’ni de yorumladığı makalesini önce London Review of Books* yayımlandı. Sonrasında Monokl yayınevi de “Direnişi Düşünmek: 2013 Taksim Gezi Olayları” adlı kitapta makalenin çevirisini yayımladı. Cennet sıkıntı** isimli makaleye yakından bir göz atalım. “Temel ikilem basit ve kabadır: Son yıllarda ortaya çıkan protestolar adım adım ama acımasızca yaklaşan bir küresel krizi mi işaret etmektedir ya da sadece, belirli özgül müdahaleler aracılığıyla, çözülemeyecekse bile, aşılabilecek ufak engeller midir? Bu ciddi işaretlerin, sadece yeni bir gelişme dönemine yönelik küresel bir yeniden düzenlemedeki yerel sorunlar olduğunu

Zizek’in gezi hakkında yazdıkları ve Alain Badiou ile birlikte verdikleri Küreselleşme ve Yeni Sol konferansındaki değerlendirmesi bize herhangi bir Avrupalı turistten çok da farklı görünmedi. Zizek’in gezi yorumlarına dair birkaç söz de biz edelim istedik. düşünmek için haklı nedenler var.” (1) Zizek son yıllarda birçok farklı ülkede meydana gelen protestoları çözümlüyor ve bunun küresel bir krizi değil, gelişen dünya yeniden düzenlenirken ortaya çıkan bazı “yerel” sıkıntılar olduğu sonucuna varıyor. “Kaybedenler sadece Batı Avrupa ve bir dereceye kadar Birleşik Devletler. Dolayısıyla küresel bir krizden değil, sadece gelişme dinamiğinin Batı’dan uzağa kaymasından bahsediyoruz.”(2) Bu cümle “hamd olsun kriz teğet geçti”*** cümlesini hatırlatıyor. Zizek’in girizgâhı akla bazı soruları getiriyor: Acaba içinden geçtiğimiz kriz dolu süreç gerçekten de kapitalizm açısından bazı yenilenme aşamalarının bir takım ülkelerde meydana getirdiği “arızi” problemler mi? Zizek’in küresel yeniden düzenleme tanımlamasının öznesi kim? Bu “yeniden düzenleme”de emperyalizme ne gibi bir rol atfediliyor? 2008’den bu yana gündemimizde olan ve belli aralıklar kendini etkili bir biçimde hissettiren ekonomik kriz, gelişme dinamiğinin Batı’dan uzağa kaymasıyla açıklanabilir mi?

diyebiliriz. Bu gevşek kullanımları bir yana bırakalım. Fakat bu kez emperyalizmin gerçek bir kriz içinde olduğunu söyleyebiliriz.”(3) Boratav hocamız devam ediyor: “Wallerstein diyor ki; ‘kapitalizmin yirmi yıllık bir ömrü vardır ve çökecektir.’ Ama arkasından ne geleceğini öngöremeyiz, bu yirmi yıl içinde solun yapacağı işlere bağlıdır. Sol uygun bir şekilde mücadele edip örgütlenirse, çözüm arayışlarında birleşirse ondan sonra hangi rejimin geleceğini de sol belirleyecek…”(4) Peki ya “cennete” gelindiğinde durum nasıl?**** Zizek gelişme dinamiğinin Doğu’ya kaymasından bahsediyor. Ancak Doğu’ya doğru kayan gelişme dinamikleri değil kriz dinamikleri. Emperyalist ülkelerde yaşanan ekonomik krizler bir siyasi krize dönüşmüyor. “Doğu’ya” gelindiğinde ise ekonomik krize ayrıca siyasal krizler de eşlik ediyor. Türkiye’de yaşanan da bu. Düşünür burada nedenselliği gözden kaçırıyor ve tespitleri boşa düşüyor. Türkiye hakkında beslendiği kaynakların yetersizliği de burada önemli bir etken elbette.

“Küreselde Yolculuk” 2008 krizini birçoğumuz net bir biçimde hatırlıyoruz. ABD’de batan finans şirketleri ve bankalarla birlikte başlayan kriz sonrasında Avrupa’ya yayılmıştı ve etkileri bugün de sürmekte. Korkut Boratav kriz tanımının bir miktar yozlaşmasından şikâyetçi oluyor ve şöyle diyor: “Kriz sözcüğü o kadar çok kullanılıyor ki anlamını yitirebiliyor. Sovyet devrimi gerçekleştiği anda dünya sistemi, kapitalist sistem bir krize girdi tanım gereği dendi ve seksen yıl sürdü o kriz. Sistem sona erince krizde sona erdi

Türkiye’de bunlar yaşanırken dünyada olup bitene de bakalım. Ortadoğu’daki karışıklık durulmuyor. Emperyalizmin müdahaleleri sonucu Ortadoğu halkları büyük bir kaosa sürüklendi ve yine emperyalizmin tercihleri doğrultusunda kaos süreklileşiyor. Pekâlâ, dünya bu şekilde “yeniden düzenlenirken” sürecin öznesi konumunda kim bulunuyor? Sorunun cevabını makalede bulmak imkânsız. Zizek dünyadaki direnişleri değerlendirirken emperyalizm olgusunu atlayıveriyor. Nasıl ve kimin tarafından yapıldığı belli olmadan dünya değişiyor, dinamikler kayıyor, insanlık “altın

çağında cennetlerde” yaşamaya başlıyor. Kulağa hoş gelse de bana bir Marksist analizden çok, Zizek’in çekeceği yeni filminin senaryosu gibi geldi bu anlatılanlar. Ne diyelim, öyleyse MOTOR! Zizek uğraklarından ilki Mısır. “Marx kapitalizmden, açığa çıkardığı duyulmamış üretkenlikten büyülenmiştir; o yalnızca tam da bu başarının antagonizmalar yarattığı konusunda ısrar etmiştir ve biz de günümüzde küresel kapitalizmin gelişmesine aynı şekilde yaklaşmalıyız.”(5) Bu antagonizmaları Mısır’da bulmuyor, adeta üretiyor beyefendi ve diyor ki: “2011’de Mısır’da insanlar başkaldırdı, çünkü Mübarek yönetimi altında evrensel dijital kültüre dahil olan ve tamamı eğitimli genç insanlardan oluşan bir sınıfın ortaya çıkmasını sağlayan bir miktar ekonomik gelişme yaşandı.”(6) Bu yorum insana pes dedirtecek cinsten. Ciddiye alınır tarafı da yok. Ben de öyle yapacağım ve almayacağım. Belki de Mısır’daki ayaklanmanın özünde insanların twitterla tanışması yatıyordur, kim bilir! Zizek’in Mısır’ı nereden okuduğunu bilemesek de Mısır halkının sıkıntılarını biliyoruz. Yoksulluk, işsizlik, devlet kademelerinde yolsuzluk, özgürlükler alanının darlığı gibi birçok sebebi vardı. Her nedense Zizek Mısır halkının devriminin emperyalizm tarafından nasıl çalındığına ve manipüle edildiğine değinme gereğini hissetmiyor. Bu yazıda kendisini fazlasıyla yormuş olsak da tekrar Boratav hocamıza kulak kabartalım: “Emperyalizm ekonomik kriz ile debelenirken, Arap dünyasında iki önemli ayaklanma meydana geldi, bu ayaklanmaların özünde soyut demokrasi arayışının

Zizek ‘in cennet adlandı rm bu oluşturuyor. Meyda asını bir miktar ironi içeriyor gibi görünse de, ya na gelen toplumsal kalkı şmaların sebebini, protes kından baktığımızda ortaya attığı tezin temeli antogonizmalar olarak ni toların ya gösteriyor. “Yazar bu m etinde bizi ters köşeye ya şandığı ülkelerdeki ilerlemelerin yarattığı tırmak gayesinde” gibi gö rünüyor.


dışında unsurlar ağır basıyor, yani soyut serbest seçimler istiyoruz öğesi vardır, ama öte yandan esas olarak sermayenin kendi ülkelerindeki tahakkümüne karşı bir ayaklanmaydı. Şimdi emperyalizm bu problemi çözmek için olağan üstü çabalar sarf ediyor. (…)Mısır ve Tunus’ta Müslüman kardeşlerle ve onları iktidara getirenler ile temsili demokrasi modelini kullanarak kontrol etmeye çalışıyor.”(7) Son söz: “İktidardakiler “devrimin ilerletilmesinden” konuşuyor, Batılı devletler ise “devrimlerin reformlarla pekiştirilmesi” gereğinden dem vuruyorlardı. Oysa görünürlerde devrim falan yoktu.”(8)

Uçmaya Hazırlanın! “Cennetteyiz”(!) Zizek ‘in cennet adlandırmasını bir miktar ironi içeriyor gibi görünse de, yakından baktığımızda ortaya attığı tezin temelini bu oluşturuyor. Meydana gelen toplumsal kalkışmaların sebebini, protestoların yaşandığı ülkelerdeki ilerlemelerin yarattığı antogonizmalar olarak gösteriyor. “Yazar bu metinde bizi ters köşeye yatırmak gayesinde” gibi görünüyor. “Bu protestolar hakkında en anlaşılmaz ve kaygı verici şey, bunların sadece ve hatta öncelikle sistemin zayıf noktalarından değil de, şimdiye kadar başarı öyküleri olarak algılanan yerlerde patlak vermesidir. (…) fakat Cennette, müreffeh ülkelerde ya da en azından hızla gelişen Türkiye, Brezilya ve hatta İsveç gibi ülkelerde neden sorun var?”(9) “Doğrusu, tek tük kaygı verici işaretler vardı. (Ermeni Soykırımı’nın süregelen inkârı, gazetecilerin tutuklanması ve haklarında

davaların açılması, Kürtlerin çözüme kavuşturulamayan statüsü, Osmanlı İmparatorluğu geleneğinin yeniden canlandırılmasına yönelik Büyük Türkiye adına talepler, arada sırada dini düzenlemelerin yapılması…)” (10) Zizek bu yaklaşımıyla AKP tarafından halka yapılan bütünlüklü saldırıyı gözden kaçırıyor ve Haziran’ın nüvelerini ona söylenenlerde ya da takip ettiği yayınlarda baskın olan üzerinden arıyor. Sadece, arada sırada dini düzenlemeler yapıldığı cümlesi dahi, Zizek’in Türkiye’ye ne kadar yabancı olduğunu bize anlatmakta. Hâlbuki AKP, gericiliği sistemli bir şekilde topluma empoze etmeye çalışıyor ve bu gelişigüzel olan, arada sırada uygulanan bir politika değil. “Protestoları(…) İslamcı otoriter düzene karşı seküler sivil toplumun ayaklanması olarak sınırlandırmamak elzemdir.”(11) Direniş elbette ki sadece seküler sivil toplumun ayaklanması değildi. Ancak sekülerizmin direnişe damga vurmadığını söylemeden Haziran’ın analizini yapabilir miyiz? Bu mümkün değildir. En başta direnişin kendisi bizi yanlışlar. “Şerefine Tayyip!” Bu sloganın atılmadığı bir gün yoktu haziran boyunca. İlk bakışta politik görünmeyebilir birçoğumuza. Ancak bu slogan dinselleşmenin halkta ne denli büyük bir öfke uyandırdığını haykırdı haziran ayı boyunca. Bir de halkımızın bu topraklardaki seküler damara ne kadar güvendiğini gösterdi. “Sen istediğin kadar yasaklıyorum de, al ulan gözüne sokarak içiyorum bu birayı!” demekti. Tabi bir de “o son birayı yasaklamayacaktın” yazılamasını anmazsak olmaz.

Sosyal Bilimler / Kuram Ve Sen Ben Değirmenlere Karşı! Hala daha halk sokağa ne için ve kime karşı çıktı sorularının cevabını bir türlü tatmin edici bir biçimde alamadık Sayın Zizek diye geçirmiştim içimden makaleyi okurken. Hissetmiş olacak ki utangaç bir şekilde açıklıyor makalede: “(…) farklı ülkeleri farklı şekillerde etkileyen karmaşık bir süreç olan küresel kapitalizmin bütünselliği kavramı, yeniden canlandırılmalıdır ve çeşitlilikleri içinde protestoları birleştiren, bütün bu tepkilerin kapitalist küreselleşmenin farklı yönlerine karşı olmasıdır.” Devamında Wall Street’i İşgal Et hareketi üzerinden tezini bir miktar açıyor, konuştukça açılıyor, rahatlıyor ve utangaçlığından sıyrılıveriyor. Protestoların altında yatan gerçek nedenin “küresel kapitalizm” olduğunu söylüyor. Zira bunu konferansta da söylemişti. Peki, kimdir bu küresel kapitalizm, ne yer ne içer, nerede yaşar? “(…)Marksist kuram içindeki bir damar, küreselleşmeye küresel kapitalizm tezi üzerinden yaklaşır. Bu yaklaşımı benimseyenler, küreselleşme sürecinin “ulus-ötesi kapitalizm” evresi olarak anlaşılması gerektiğini söyler.”(12) Bu teze göre ulus devlet ortadan kalmıyor fakat devletin yönetimsel kademeleri ulus-ötesi sermaye tarafından ele geçiriliyor ve yeniden yapılandırılıyor. İşte bu noktada taşlar yerine oturmaya başlıyor. Makalenin sonlarında Zizek dünyanın farklı bölgelerinden hareketleri bir torbaya dolduruyor, sonra mücadele için önerdiği hattı bir miktar detaylandırıyor. Fazlasıyla muğlâk ifadeler içeriyor metnin bu kısmı. Zizek de fark etmiş olacak ki somut bir örnekte bu ne anlama geliyor sorusunu soruyor ve Türkiye ve Yunanistan’daki mücadelenin aynı mücadele olduğu sonucuna varıyor. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var. Bu iki ülkedeki hareketlerin mücadelesinin kaynağında benzer –hatta aynı- sorunlar yatıyor olabilir. -Hareketlerin çerçevesinin bütünü üst üste örtüşür demek istemiyorum. Söz gelimi iki ülkede de üniversite öğrencileri harçlar yüzünden sokağa dökülebilir.- Bu sorunlar doğrudan kapitalizmle ilişkili sorunlar da olabilir. Fakat bu hareketler netice itibariyle hali hazırda kendi sermaye sınıfı ve siyasi temsilcilerine karşı mücadele etmektedirler. İşin doğalında böyledir. Komünist manifestoda geçen bu cümleyi hepimiz biliriz: “İşçilerin vatanı yoktur.”Ancak nedense manifestonun yazarlarının şu cümlesi gözden kaçırılıyor: “Proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi, içerik açısından olmasa biçim açısından, öncelikle ulusal bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası kuşkusuz önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorundadır.” Bu iki ülkedeki direnişi ve direnişçileri birleştirip “küresel kapi-

Söz gelimi iki ülkede de üniversite öğrencileri harçlar yüzünden sokağa dökülebilir.- Bu sorunlar doğrudan kapitalizmle ilişkili sorunlar da olabilir. Fakat bu hareketler netice itibariyle hali hazırda kendi sermaye sınıfı ve siyasi temsilcilerine karşı mücadele etmektedirler. İşin doğalında böyledir. Bu iki ülkedeki direnişi ve direnişçileri birleştirip “küresel kapitalizm” denen canavarın üzerine salmak fikri bana da oldukça heyecanlı geliyor. Ancak bu gerçeklikle bağı kopuk bir tezdir. talizm” denen canavarın üzerine salmak fikri bana da oldukça heyecanlı geliyor. Ancak bu gerçeklikle bağı kopuk bir tezdir. (13) Velhasıl Voltaire’ın da dediği gibi “bunlar güzel sözler, ama bahçemize de bakmamız gerek.”

Alnına Koyarken Veda Buseni… Bir diğer soru aklımızı kurcalamaya başlıyor. Zizek Marksist bir filozof ve kendini komünist olarak tanımlıyor. Marksizm tarihi ve siyaseti sınıf mücadeleleri üzerinden kurar. Türkiye’de Haziran Direnişi’nin sınıf niteliği farklı birçok mecrada tartışıldı, bu konuda analizler yapıldı. Ancak Zizek’in “cennetinde” sınıfların esamisi okunmuyor. Bu konuda da Zizek Türkiye’nin hayli gerisinde. Toparlayacak olursak, Zizek bir kez daha her konuda konuşma tutkusunun oyununa geliyor. Artık kabak tadı vermeye başlayan bir boyutu var bu işin. Analiz doğru yapılmayınca insan çıkıyor yüzlerce kişinin geldiği panelde iktidar biraz zeki olsa sizin yanınızda olurdu diyor. Zizek’e söylememiş olacaklar ki Haziran’a damgasını vuran slogan “hükümet istifa” sloganıydı. Namluyu küresel kapitalizme doğrultunca hedef şaşıveriyor. Yoksa Zizek de taktir eder ki iktidar partisi sokaklara dökülüp hükümet istifa diye bağıramaz. Bütün bunların özünde Zizek’in özelde “doğuyu” genelde de “dünyayı” algılayış biçimindeki sorun var. Esas oğlanımızın


Sosyal Bilimler / Kuram bir şablonu var ve her olayı oraya yerleştirmeye çalışıyor. Ancak görüldüğü gibi evdeki hesap çarşıya uymuyor.

Akademik Rock Yıldızı ve Dinmeyen Çelişkisi Bütün bu hesap hatalarına rağmen Zizek ülkemizde de dünyada da oldukça sevilen ve yazdıkları ve yaptıklarıyla da sansasyonel bir filozof. Ne demek istediğimi açıklamaya kişisel izlenimimle başlayacağım. Konferansın yapılacağı salonun tamamen dolu olması dışında bahçede de 30 metrelik bir kuyruk vardı. Simultane çeviri için verilen kulaklıklarsa fi tarihinde tükenmiş zaten. İnsanlar bahçeye birikti ve dışarıya hoparlörler kuruldu vesaire. Eee ne var bunda dediğinizi duyar gibiyim? Hatta bu gayet güzel bir şey değil mi, bir sürü insan filozofları dinlemeye gitmiş dediğinizi. Gelin daha yakından bakalım tabloya. Zizek’e ilginin yoğun olacağı bilinen bir şey. Benim bildiğimi konferansı düzenleyenler de, konuşmacılar da biliyor. Önceden rezerve kayıt almadılar konferans için. Dışarıdaki kuyruk konferans öncesinden çok Sonisphere headlinerının kuyrukları gibiydi. Zizek diye çığlık atanı bile duyduk. Hala dışarıda çığlık atanların olmasının sorumlusu Zizek değil ya diyenler var biliyorum. Sorun da tam olarak burada. İnsanlar Zizek’e bir rock yıldızı algısıyla bakıyor. Günümüzde bazı düşünürlerin magazin yıldızı gibi pazarlanması dikkat çekici. Bu kişiler bazı üniversiteler, yayınevleri, dergiler tarafından bir marka haline getiriliyor. Düşünceleri fikri metalara dönüşürken, kişiler birer popüler kültür ikonu haline geliyor. Bunlardan bazıları akademik alanda değerli katkılar yapmış da olabilir. Bu zaten bir

NOTLAR: *London Review of Books

düşünür için doğal. Ancak hayatımıza artistik fotoğraflarıyla ve ünlü filozof şunu dedi gibi manşetlerle giriyorlar. İşte meselenin düğümlendiği nokta burası. Zizek hayatımıza fikirleriyle mi giriyor yoksa artistik fotoğrafları kahvaltı masamızı mı süslüyor. “Bir düşünce insanının düşünceleri, üretimleri tartışılır. Ancak bir düşünce insanı bildiği, bilmediği her konuda ileri geri konuşmaya başlarsa kendisi tartışılır. Ve onun düşünce üretmediği, düşünce sattığı söylenir.”(14) Fikirleri kadar özel yaşantısı da irdeleniyor ve kendisi bundan rahatsız gibi görünmüyor. Vice sitesine verdiği röportajdaki tavırları ve röportajın çekim üslubu “yemekteyiz” programından neredeyse farksız. Röportajdan bir bölümünde şöyle bir diyalog geçiyor: “Hakkınızda bir kitap okudum. Batıdaki en tehlikeli filozof olduğunuzu yazıyordu. Bana çok da tehlikeli gibi görünmediniz... Seni hayal kırıklığına uğrattım herhalde. Batman’daki joker gibi-

yim. Gülerim falan ama bir Stalinist de olabilirim. Bana iktidarı verirseniz nasıl kullanacağımı biliyorum. Bu yüzden nerdeyse kendimden korkarım. O yüzden güç ( ya da iktidar) istemiyorum. Çok hassasım. Aşk da bile. İlkem şu: Benim nişanlım görüşemeye geç gelemez. Çünkü geç geldiği an artık nişanlım değildir. Buluşmaya gideceğim zaman birkaç dakika önce giderim ki insanlar 2 dakika bile geç kalsalar rahatsız olsunlar.”***** Ben kendi adıma Zizek’in aşk hayatını merak etmiyorum. Bir filozofun yemekteyiz programı vari röportajlarda nişanlısıyla ilişkisini dinlemeyi saçma buluyorum. İktidar ve Stalin hakkında aldığı tavrın, aşk hayatıyla marine edilip önümüze sunulması ise iğreti. Kaldı ki Lady Gaga’yla adının anılmasından, yarı çıplak fotoğraflarına kadar bir sürü yaptığı beni hiç ilgilendirmiyor. Üstüne üstlük bir düşünce insanının böyle konularla gündeme gelmesi beni rahatsız ediyor. Aslında durumu tamamen berraklaştırmanın oldukça sıradan ve basit bir yolu var. Google’a Slavoj Zizek yazıp görsellerde aratın. Yukarıdaki önerilerde üç seçenek karşınıza çıkıyor: Slavoj Zizek kitapları, Slavoj Zizek Lady Gaga, Slavoj Zizek wife. Bence bu durumu özetliyor. Ve geliyoruz Zizek’in trajedisine. Can Dündar sizi

akademik rock yıldızı olarak tanıttım, bu sizin kulağınıza nasıl geliyor diye soruyor. Zizek ise çok kötü, sanki bu bir yandan beni övüyormuş gibi ama diğer yandan söylediklerini dikkate almayın der gibi diyor.****** Zizek bundan hoşlanıyor mu bilinmez. Ancak Bakırköy’de bir rock yıldızı gibi olması için her şey hazırdı. İşte Zizek’in çelişkisi! Bir rock yıldızı gibi olmak onu değersizleştiriyor, ama onu bu denli önemli kılanda bu!

Kaynakça: 1) Zizek, Slavoj, 2013, Dir enişi düşünmek. 2013 Taksim ge zi olayları, Monokl yayınlar s.65 2) A.g.e. s.66 3) Boratav, Korkut, 2012 , İkin cumhuriyetin düzeni, Yazıla ci ma yayınları s.71 4) A.g.e. s.74 5) Zizek, Slavoj, 2013, Dir enişi düşünmek. 2013 Taksim ge zi olayları, Monokl yayınlar s.66 6) A.g.e. s.66 7) Boratav, Korkut, 2012 , İkin cumhuriyetin düzeni, Yazıla ci ma yayınları s.74 8) Birdal, Alper- Günay, Yiğ it, 2012, “Arap Baharı” aldatmaca sı, Yazılama yayınları s.156 9) Zizek, Slavoj, 2013, Dir enişi düşünmek. 2013 Taksim ge zi olayları, Monokl yayınlar s.67 10) A.g.e. s.68 11) A.g.e. s.69 12) Güzelsarı, Selime, 20 12, Siyaset bilimi, Yordam kitap s.246 13) Özalp, Erkin, 2003, Ge lenek dergisi s.47 14) Birdal, Alper, 27 Ocak 2012, http://haber.sol.org.tr/post al/konustukca-batan-felsefeci-zizek -50979

Vol.35 No.14, 18 Temmu z 2013 http://www.lrb.co .uk/v35/n14/slavoj-zizek/tro **Monokl yayınlarının ba uble-in-paradise stığı kitapta Ebru Alp ma kalaenin başlığını “Cennett meyi uygun gördüm. e Sorun” olarak çevirmiş. Ancak makalenin kendi dili nde kelime “trouble”. Be ***Tayyip Erdoğan’ın 2008 n sıkıntı olarak çevirkrizinin Türkiye’ye olan etk isini yorumlarken söyled iği cümle. ****Dünya ve ülke ekono misinin durumu bu yazının kapsamı dışında. Ancak ay rıntılı bilgi edinmek veya 1-http://haber.sol.org.tr/y sağlamasını yapmak iste azarlar/korkut-boratav/tu yenler için şu yazıları önere rkiye-ekonomisi-2012den bilirim. -geriye- bakislar-67560 2- http://haber.sol.org.tr/y azarlar/korkut-boratav/ek onomi-nereden-nereye-60 371 3- http://haber.sol.org.tr/y azarlar/korkut-boratav/20 12de-emek-dunyasi-5474 2 4- http://haber.sol.org.tr/y azarlar/korkut-boratav/so la-salinma-zamani-geldi-4 9711 5- http://haber.sol.org.tr/y azarlar/korkut-boratav/bir -yildonumu-uzerine-8006 9 *****Bahsi geçen röportajın linki: http://www.vice.com /vice-meets/slavoj-zizek ******Bahsi geçen röport ajın linki: http://www.dailym otion.com/video/xbit1p_sl avoj-zizek-ntv-ye-konusuy Ek: Zizek’te emperyalizm or_news olgusunun neden olmadığın ı teorik olarak açamadık. önerebilirim: Yazının kapsamında değil. Ancak yazıyı besliyor. Bu konuya dair okumak iste Boratav, Korkut, 2004(Gö yenler için ek bir yazı zden geçirilmiş ve genişleti lmiş baskı 2.baskı), Yeni dünya düzeni İmge kitabe vi yayınları ss.125-128 (Kü reselleşme mi Emperyalizm mi başlıklı yazı)


Kent

Haziran, Kent ve İktidar Melih Fırat Ayaz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

Milyonlarca insanın katıldığı bu kadar kitlesel bir direnişin onca “önemli” meseleyi es geçip bir park üzerine başlaması garip durabilir ancak, Gezi Parkı ve Taksim önemlidir. Orası milyonların kendini özdeşleştirdiği ve ülkenin içinden geçtiği tarihsel sürecinin bütünüyle izlerini taşıyan bir mekândır. Dolayısıyla Haziran ‘mesele’sini ve mekânla ilişkisini anlamak için biraz da kentin dönüşümünün izlediği tarihsel sürece bakmakta fayda var.

G

eçtiğimiz yaz aylarında ülkemiz büyük bir halk ayaklanmasına sahne oldu. Direniş her ne kadar Gezi Parkı ve Taksim merkezli başlasa da; emekçi mahalleleri, kent merkezleri ve çalışma alanlarıyla İstanbul’un dört bir yanına yayıldı, ardından da tüm ülkeye...

Kuşkusuz ki milyonlarca insanı sokağa döken şey, AKP’nin on yılı aşkın iktidarı boyunca uyguladığı -aslında 12 Eylül’den bu yana ülkeyi yöneten aklın bir ürünü olanözelleştirmeci, yağmacı, piyasacı, gericiliği ve milliyetçiliği körükleyen, insanların yaşam tarzına müdahale eden politikalardı. Ancak biz bu yazı kapsamında meselenin cereyan ettiği mekâna ve mekânın bu meseledeki önemine odaklanalım.

'Kenti Değiştirmek, Hayatı Değiştirmektir.' (1) Evet, Haziran direnişinin mekânı kentlerdi. Zira kritik nokta da burasıydı. Nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı, toplumsal sistemin kendisini var ettiği ve toplumsal mücadelelerin yoğunlaştığı yerler olarak kentlerin, AKP’nin ideolojik hedefleri ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, sorgusuz sualsiz, üstelik hızlı ve köklü bir şekilde dönüştürülmesiydi. Çünkü kentlerin dönüşümü alışkanlıklarımızı, doğayla kurduğumuz ilişkiyi, kişisel düzenimizi kısacası hayatımızı da dönüştürmekte. Örneğin alışveriş için artık bakkal yerine markete gitmek kişisel bütçemizi, isteklerimizi, zevklerimizi ve dolayısıyla yaşam biçimimizi de etkilemektedir. Dönüşümün hızını ve derinliğini anlamak için, herhalde aynı nehirde iki kere yüzülmez sözünü İstanbul’un herhangi bir sokağına uyarlamak abartı olmayacaktır. Bir gün kalkıyorsunuz ve tepenize bir caminin dikildiğini görüyorsunuz. Her gün önünden geçtiğiniz şirin,tarihi bir yapının yerinde devasa bir AVM’nin yükseldiğini, yazın işten

nelik kültürel, iktisadi ve toplumsal gelişme hedeflerinin bir bir terk edilmiş olması, geri toplumsal ilişkilerin, emperyalizmle ittifak halinde yeniden üretilmesini ve bölgesel gelişme stratejisinde geri dönüşü beraberinde getirmiştir.” (3)

Bir gün kalkıyorsunuz ve tepenize bir caminin dikildiğini, her gün önünden geçtiğiniz şirin, tarihi bir yapının yerinde devasa bir AVM’nin yükseldiğini görüyorsunuz. güçten fırsat bulup yüzmeye gittiğiniz plajın köprü ayaklarının gölgesinde kaldığını, her yer inşaat her yer yol çalışması şiarıyla hareket eden belediyenin kentleri birer imar çöplüğüne dönüştürdüğünü görüyorsunuz. Sonunda iktidar, kentin en merkezi yerindeki ‘üç-beş’ ağacın yükseldiği toprağa da gözünü dikince kıyamet kopuyor. Milyonlarca insanın katıldığı bu kadar kitlesel bir direnişin onca “önemli” meseleyi es geçip bir park üzerine başlaması garip durabilir ancak, Gezi Parkı ve Taksim önemlidir.Orası milyonların kendini özdeşleştirdiği ve ülkenin içinden geçtiği tarihsel sürecin bütünüyle izlerini taşıyan bir mekândır. Dolayısıyla Haziran ‘mesele’sini ve mekânla ilişkisini anlamak için biraz da kentin dönüşümünün izlediği tarihsel sürece bakmakta fayda var.

Küreselleşen Kent Türkiye kentlerinin bugünkü yapısının temeli aslında 1950’lerde atıldı. Cumhuriyet atılımının birleşik-bütünleşik bir ulusal pazar yaratmak adına kıra yönelik giriştiği ekonomik ve toplumsal hamlelerin bir kenara bırakıldığı 1950’li yıllar aynı zamanda kırdan kente kitlesel göçlere sahne olmuştu. (2) Kırsal kesimdeki yüksek doğum oranı ve tarımda makineleşmenin yarattığı işsizlik ile sanayi ve ticaretin kentlerde yarattığı istihdam olanakları birleşince büyük kentlerde yığılmalar başladı. Kuşkusuz Demokrat Parti iktidarının böyle bir süreç yaşanmasında büyük payı var; “ (...) ticaret burjuvazisi ve feodal gerici unsurların ittifakı, kapitalist dünya ile bütünleşme olanakları olan merkezlerin gelişmesini hızlandırırken bölgesel gelişme farklarının büyük kentler lehine açılmasına yol açmıştır. Kırsal kesime ve köylülüğe yö-

Bu dönemin ayırt edici özelliği olan emperyalist-kapitalist dünya ile bütünleşme amacında kuşkusuz ülkemize biçilen rolün etkisi büyüktü. İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin tüm dünyaya kendini kanıtladığı yıllar aynı zamanda Türkiye, Yunanistan gibi ülkelerin sağcı iktidarlar tarafından ‘sosyalizm tehdidine’(4) karşı, Marshall yardımlarıyla Amerikan paketlerine sarıp sarmalandığı yıllardı. Amerika’dan gelen milyonlarca dolarlık yardımlar, Amerikan kültürünün de etkisiyle, çoğunlukla karayolu yapımına harcandı ve ‘kentlerin katili’ (5) olan otomobil kentleşmeyi belirleyen en önemli etkenlerden biri haline geldi. 60’lı ve 70’li yılların kentlerini iki dinamik şekillendirdi. Birincisi kente gelen milyonlarca emekçinin, düzenin kendilerine cevap verememesi üzerine barınma sorunlarını kendi kendilerine çözmeleri sonucu oluşan gecekondu mahalleleri, ikincisi ise kentsel yığılmanın kent merkezlerindeki konut talebini artırması sonucu oluşan yap-satçı konut üretim mekanizması ve tarihi yapıların yerinde bir bir apartmanların yükselmeye başlaması. (6) Türkiye’de ve dünyada 2. Dünya Savaşı sonrasına damgasını vuran içe dönük piyasa modelinin 1970’lerde yaşanılan krizle birlikte sürdürülemez hale gelmesi ve sosyalist bloğun içine girdiği siyasi kriz sonucu dağılması tüm dünyada yeni bir dönemin başlangıcının habercisiydi. Küreselleşme adı verilen bu yeni dönemin kritik noktası ise azalan kar oranlarını, emeğin ucuzlatılması


Kent

ve pazar alanlarının genişletilmesiyle dengelemekti. Piyasa üzerindeki kamusal denetim mekanizması kaldırılarak esnek üretim modeli denilen yeni bir ekonomik model ortaya konuldu. Bu modelde hem emekçi güvencesiz olarak daha ucuza daha uzun süre çalıştırılacak, hem de iç pazarı korumaya dönük gümrük duvarı vb. uygulamalara son verilerek uluslararası sermayenin rahatça hareket edebileceği birleşik bir dünya pazarı oluşturulacak. Böylece üretim, emeğin daha ucuz olduğu yerlere, özellikle de 3. dünya ülkelerine kaydırılabilecek. Türkiye bu döneme 12 Eylül darbesiyle girdi. Darbeden sonra iktidara gelen Özal, hızla kamunun tasfiyesine ve ülke ekonomisinin özelleştirilerek uluslararası tekellerin kontrolüne geçirilmesine girişti. Hepsi birer kamusal değer olan iktisadi kuruluşlar ve üretim tesisleri zarar ettirilerek ya özelleştirildi ya da tümüyle ortadan kaldırıldı. Küreselleşme ile birlikte ulusal planlama anlayışının terk edilerek kentlerin ön plana çıkması ve kentler arası rekabet, bölgesel eşitsizlikleri daha da derinleştirdi ve ayrıca Doğu’da uygulanan savaş politikaları da milyonlarca insanın büyük kentlere kaçmasına sebep oldu. Kamusal denetiminin ortadan kaldırılmasıyla birlikte yerel yönetimlerin güçlendirilmesi adı altında kentlerin sermaye tarafından yağmalanmasının önü açıldı. “Yerel Yönetimler Reformu kapsamındaki Belediye Kanunu Tasarısı’nın 12. maddesinde bu açıkça ifade edilmektedir; “Belediye kendisine düşen görevleri mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir”. Burada belediyenin görevleri sayılmakta, görevlerin yerine getirilmesinde hemen her fıkrada “işletmek ya da işlettirmek” ifadesi kullanılmaktadır. Böylece belediye hizmetleri zamanla ticari hale getirilerek sermayeye devredilecektir.” (7) Bugün kentler sanayisizleştirilerek işsizlik ve suçun kol gezdiği çöküntü alanları haline getirildi. Adım başı yapılan AVM’ler ve zincir mağazalar yüzünden çarşı-pazar esnafı batma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Emekçi mahalleleri ve tarihi semtler ise site ve rezidansların kıskacında bir yaşam savaşı veriyor. Bir ‘dünya kenti’ olarak tasarlanan İstanbul’da, Fikirtepe’yi rezidanslar, Tarlabaşı’nı tarihi dokuya “uyumlu” süsü verilmiş iş merkezleri, Paşabahçe’yi ise villa ve lüks otellerin süslemesi planları yapılmaktadır.

Kent ve İktidar Peki, gelinen noktada, yaşanılan dönüşümün doğal bir sürecin ürünü olduğunu söyleyebilir miyiz? Kentleşmenin kendiliğinden bir olgu olduğundan bahsedebilir miyiz? İtiraz Manuel Castells’ten geliyor; “ (...)Kent ve çevreye yönelik ideolojiler, gelişmiş kapitalizmdeki yeni çelişkileri ifade etmekle birlikte devlet teknokrasisinin ideolojik terimleriyle çarpıtılmaktadır. Değindiğimiz mekanizma şu şekilde işlemektedir; gelişmiş kapitalizmde ortaya çıkan toplumsal sorunlar, mekân ve doğanın örgütlenme biçimlerinden kaynaklanmakta, bu biçimler ise üretken teknolojilerin zorunlu evrimi sonucunda ortaya çıkmaktadır. (...) Bu ideolojilerin pratik sonuçları çok açıktır; (...) Sorunlar toplumsal olarak ayrıştırılamaz hale gelir. Sınıflar (kişiler gibi) yalnızca doğa ile ilişkileri bağlamında göz önüne alınırlar. Bu şekilde kent ve çevre ideolojileri, sınıf çelişkilerini önemsemeyip ortaya koydukları sorunun tarihsel yapısal köklerinianlaşılmaz hale getirirler. (…) Soruna bu şekilde yaklaşmanın sonucu olarak; söz edilen çelişkilerin ve karşıtlıkların çözümü siyasi olmaktan çok teknik bir mesele haline gelir. (...) Gerçekte bu yaklaşım, tarih boyunca hakim sınıfların ideolojik uygulamalarını yansıtmaktadır.”(8) Yukarıdaki alıntıda son cümlenin altınız çizmek gerek. Çünkü kentlerin hali, toplumsal mücadelenin seyrinin sermaye sınıfı lehine gitmesinin bir sonucuysa bunda sermayenin elinde tuttuğu devlet gücü kadar ideolojisinin de payı var. Çünkü bugün bize “çokuluslu sermayenin hareketinin zaman ve mekân sınırlamalarından kurtulmasından başka bir şey olmayan” (9) küreselleşmeyi fırsat olarak görmemiz gerektiğini söyleniyor. “emek-sermaye çelişkisinin yerine tarihsel tüm kategorilerden bağımsız olarak bir ‘kötü’(devlet) tanımlaması yapıyor ve yaşanılan yeri ‘sivil toplum’un bir parçası olarak görüp ‘demokratik’ ilan ediyor”(10) ve piyasa üzerindeki kamusal denetimin ortadan kalkmasını ‘yerelleşme’ adı altında kutsuyor. Aynı akıl, doğuşundan bu yana toplumsal mücadelelerin arenası olan ve üzerine yapılan her müdahalede iktidarın izini taşıyan kentleri kendi başına özne olarak ele almamız gerektiğinden ve hatta siyasetçilerin, şehircilerin, mimarların kentler üzerinde söz söyleme hakkı olmadığından, kentleşmeyi sadece o kentte yaşayanlara bırakmamız gerektiğinden bahsediyor

Cumhuriyetin ilk yıllarında, dönemin iktidarı yeni bir ülke kurmanın verdiği gücü kente yansıtmak ve kitleleri toplayabileceği bir kamusal alan yaratmak amacıyla Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı inşa ediyor ve bu mekân zamanla halk tarafından işçi sınıfının toplumsal gücünü gösterdiği, yüz binlerce kişilik mitinglerin yapıldığı bir alan haline getiriliyor. (11). Ancak bu sözler nedense sadece var olan iktidar modeline alternatif arayanlara yönelik söyleniyor ve şimdiki kapitalist model es geçiliyor. Oysa kent mekânının her metrekaresi politik bir mücadelenin eseridir ve “Mekânı denetleyebilmenin kendisi bir iktidar mücadelesi gerektirdiği gibi, her iktidar mücadelesinin de mekânı denetlemeye yönelik bir stratejisinin olması başarısının ön koşuludur.” (12) Cumhuriyetin ilk yıllarında, dönemin iktidarı yeni bir ülke kurmanın verdiği gücü kente yansıtmak ve kitleleri toplayabileceği bir kamusal alan yaratmak amacıyla Gezi Parkı’nı ve Taksim Meydanı’nı inşa etti ve bu mekân zamanla halk tarafından işçi sınıfının toplumsal gücünü gösterdiği, yüz binlerce kişilik mitinglerin yapıldığı bir alan haline getirildi. Bugün de AKP iktidarı tarafından aynı yere yapılmak istenen Cami ve AVM yapıları hem Cumhuriyet’in ve işçi sınıfının kentteki etkisini silmek, hem de kendi kültürünü kente yansıtmak amacını taşır. Bugün sermaye sınıfı varlığını sürdürebilmek adına kente birçok müdahalede bulunuyorsa, toplumun büyük

bir kesimini oluşturan emekçiler ve onların haklarını savunanlar da aynı şekilde kendi seçeneklerini yaratmak zorundadırlar. Kırın yoksullaşmasının, kentlerin büyüyerek yaşanılamayacak hale gelmesinin, ormanların ve su havzalarının yok olmasının önüne, ancak toplumun tümünün çıkarını isteyen, kamusal yarar hedefiyle hareket eden bir siyaset ve planlama anlayışıyla geçilebilir. Kapitalist üretim tarzı, üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiye dayanır. Bu nedenle planlamanın varsaydığı kamusal yararlara ancak üretiminde toplumsal olarak denetlendiği bir yapıda ulaşılabilir.(…) Piyasa mekanizması ve bunun kaçınılmaz sonucu olan yığılma ekonomilerinde, sürekli büyüyen büyük kentlerin -örnek olarak İstanbul’u alınız- büyümesini sınırlama olanağı bulunmamaktadır. Bu ancak kapitalist programın yasalarından ve kurallarından özgürleşecek kolektif bir aklın iradi bir etkinliği olarak gerçekleştirilebilir.(13)

Kaynakça - H. Çağatay Keskinok, Kentle şme Siyasaları, Kaynak Yayınları, 2006 - HenriLefebvre, Kentsel Devrim, Sel Yayıncılık, 2013 - Manuel Castells, Kent Sınıf İktidar, Bilim ve Sanat Yayınları, 1997 - Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, Ayrıntı Yayınları, 1990 - Oğuz Işık, M. Melih Pınarc ıoğlu, Nöbetleşe Yoksulluk, İletişim Yayınları,2 011 - Tumay Kurtaran, Tarihsel Süreç İçerisinde Kent, Gelenek Dergisi, Sayı 80 - İstanbul Buluşmaları 2010, İstanbul; Kültür, Başkent, 2010 Kitapçığı, İsta nbul Şehir Plancıları Odası

Dipnotlar: (1)HenriLefebvre lluk, s. 87 arcıoğlu, Nöbetleşe Yoksu (2) Oğuz Işık, M. Melih Pın 15 Kentleşme Siyasaları, s. (3) H. Çağatay Keskinok, rbaşkanı Celal Bayar ek” sözü dönemin cumhu sık sık kullanılırdı. (4) “Bu kış komünizm gelec olarak benimsetmek için dit teh bir i lizm sya So lka tarafından ha bildir.”, Doğan Kuban, r, şehirleri ketleden otomo (5) “(...) otomobil bir katildi İstanbul Buluşmaları şkent, 2010 Kitapçığı, s. 18 2010, İstanbul; Kültür, Ba arcıoğlu, a.g.e, s. 95 (6) Oğuz Işık, M. Melih Pın el Süreç İçerisinde Kent (7) Tumay Kurtaran, Tarihs Sınıf, İktidar, s. 16-17 (8) Manuel Castells, Kent a.g.e, s. 30 (9) H. Çağatay Keskinok, .e (10) Tumay Kurtaran, a.g 21 krasi Arayışında Kent, s. (11) Kürşat Bumin, Demo , a.g.e , aktaran Tumay Kurtaran (12) Lefebvre ve Poulnzas a.g.e, s. 52 (13) H. Çağatay Keskinok,


Sosyal Bilimler / Kuram

Meraklı Yazı Hasan Alper Ongan Boğaziçi Üniversitesi

G

eçtiğimiz günlerde Rusya’da iki kişi Kant tartışması sırasında birbirine girdi. İşe kuru sıkı da olsa silah karıştı. Olay her yerde haber oldu haliyle. Ancak, haberlere baktığımda aralarındaki tartışmanın ne olduğunu çıkartamadım. Herkes tarafından bilinen ancak aslında ayrıntıları konusunda olayı yaşayanlar dışında çok az kişinin bilgi sahibi olduğu bir durum vardı ortada. Hepsini yakalamamız lazım' Konu ne zaman Kant olsa başıma bu geliyor. Bizim kuşak için Kant herkes tarafından tanınan ama iş ayrıntılara gelince sessizliğe neden olan bir isim. Hatta çoğumuz sadece ayrıntılarda değil genel hatlarda bile sınıfta kalabilir. Bu durum, sadece Kant için geçerli değil. Düşünce tarihine damgasını vurmuş birçok isimle ilgili de benzer şeyler söylenebilir. Meseleyi biraz daha genişletirsek insanlık tarihindeki kritik süreçlerle ilgili bilgilerimizi de aynı kategoriye ekleyebiliriz. Meseleyi bizim kuşakta pek iş olmadığına bağlamayacağım. Zaten bu goygoy herkesten çok beni sıkıyor. Hatta bilgiye fazlasıyla aç olduğumuza işaret eden çok sayıda gösterge var. Pokemon türlerinin gelişimi alanında bile büyük bir iştaha sahip olduğumuz düşünülürse öğrenme meselesiyle sorunumuzun olmadığı söylenebilir. “Hepsini yakalamamız lazım (Gatıkeçımol)” şiarıyla diyar diyar gezen Eşkeçım’la geçirdiğimiz günler çok geride kalmadı. Konu sadece pokemonlarla kalsa neyse… En azından kendi yaşıtlarım arasında Orta Dünya tarihi konusunda uzmanlığa sahip olanların ya da ceday felsefesiyle ilgili garip ayrıntılara hakim olanların sayısı hiç azımsanamaz. Şahsen saydığım üç alanda fazlasıyla derinleştiğimi söyleyebilirim.

Çocukça bir merak Pokemonlar, cedaylar, elfler ve hobbitler çocukça meraklar gibi görülebilir. Açık konuşmak gerekirse bizim kuşak belirli bir yaşa gelinceye kadar, hep böyle çocukça merakların peşinden gitmiştir. Çocukluğun

Merak duygusu akla alan açmaya çalışan bir aydınlanma düşünürünü, etrafında gördüğü her şeyi öğrenmeye çabalayan bir çocuğu ve zorbalığa karşı direnen bir üniversiteliyi nasıl birleştiriyor?

ve olağanın sınırlarını zorlayan bir süre boyunca… Doksanlılar meraklıdır. Başlangıçta çocukça… Haziran Direnişi’nin bir kitle hareketine kıyasla çok gelişkin bir öğrenme yeteneğine sahip olmasında gözlerini yeni bir ülkeye açan gençlerin merakının katkısı büyüktür. Merak, ilk ortaya çıkışında çocukçadır. Gençleşme sürecini ise bilgiyle ve eylemle buluştuğunda yaşar. Gençleşen merak, öğrenmek için kendisine sunulan zemini ve dünyayı kurcalamaya yönelir. Öğrendiklerini hızla pratiğe aktarır. Önüne çıkan engelleri bu yolla aşar.

Kant’ın merakında bir gariplik vardı. Bu gariplik Kant’ın düşünsel zeminde verdiği kavgadan kaynaklıydı. Kant pratik faaliyete değil insan aklına alan açmaya çalışıyordu. Felsefe, Almanya toprağında hep daha gelişkin oldu. Siyasal alanın dışına itilen aydın kendisini bütüncül sistemler kurmaya adadı. Sürecin böyle ilerlemesinde Alman geriliği en büyük paya sahipti. Metin Çulhaoğlu’nun “Tarih, Türkiye, Sosyalizm” kitabında Marksizm’in gelişimine dair ortaya attığı tezler yukarıdaki cümlelerle özetlenebilir.

modelin geri Almanya’da uygulanması imkansızdı. Almanya geriydi ve Kant’ın acelesi vardı. İnsanın çevresindeki gerçekliği aklıyla düzenlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya çabalarken karşısına çıkan kapıyı bir omuz darbesiyle yere serdi. Kant ve çağdaşlarının yere serdiği bu kapı insanlığın tarihsel ilerlemesinde önemli bir sıçrama tahtası işlevi gördü. Özellikle Hegel’in müdahalesi Kant’ın sistemi içerip aşarak daha bütüncül bir noktaya taşıdı.

Bu tezler Kant’ın enerjisini neden gezip tozmaya değil de akla alan açmaya ve bütüncül bir sistem inşa etmeye ayırdığı sorusuna da yanıt olarak düşünülebilir.

Kırılan tek kapı Kant’ınki değildi. Fransız Devrimi siyasal alanda, ekonomi politiğin gelişimi ise iktisatta insanlığın önünü kapatan kapıları kırdılar.

Genç merak için edinilen her bilgi içerisinde yaşanılan dünyayı kurcalamak ve değiştirmek için kullanılacak bir araç haline gelir. Talcidin biber gazına iyi geldiği öğrendiğinde de gaz bombasının suya atılınca etkisizleşeceğini öğrendiğinde de bilgilerini kullanmakta tereddüt etmez.

Aklı dinsel düşüncenin boyunduruğundan kurtarmak Aydınlanma’nın temel ideallerindendi. Kant’ın da bu konuda acelesi vardı. Çalışmalarının en temel sonuçlarından biri insan aklına dinsel düşünceden bağımsız bir alan açılması oldu. Ancak, acelesi kurduğu sistemi ortalamacılığa ve sakatlığa mahkum etti.

Marx bu kapıların açtığı yoldan ilerledi. Yere saçılan tahtaları da toparlayarak eşit ve özgür bir geleceğe uzanan güçlü bir köprü inşa etti. Yüzünü geleceğe dönenler hala bu köprüden yürüyor.

Yaratıcıdır. Duvarlara afiş asmak yasaklandığında derdini post-itle anlatır. Onu da sökerlerse afişlerini uçan balonların kuyruğunda gezdirir.

Acelesi vardı. Çünkü, Alman geriliğinden bir an önce kurtulunması gerekiyordu.

Önündeki bütün yolları kapatsalar da etrafını duvarlarla çevirseler de bir çıkış arar ve çevresindeki gerçekliği kurcalamayı sürdürür. Haziran’dan sonra merak artık gençtir.

Kant'ın kırdığı kapı Yazımızın konusu olan Kant’ın önemli temsilcilerinden olduğu Aydınlanma düşünürleri, genç merakın mevcut gerçekliği en çok kurcaladığı dönemlerden birine damgasını vurdu. Dolayısıyla, Kant’ın da kendisini kuşatan nesnelliğe bizimkine benzer bir merakla yaklaştığını düşünebiliriz. Ancak Kant’ın merakının gezip tozmaya yol açmadığını söylemek gerekir. Hayatı boyunca doğduğu şehirden 20 kilometreden fazla uzaklaşmayan, her gün kentte aynı saatte yürüyüşe çıkacak kadar katı olan

Yeni bir ülkeye, başka bir dünyaya doğru… Merakla!

Akla bir alan açtı. Ancak, gerçekliğin bütününü geri düşüncelerin zincirlerinden kurtaramadı. Gerçekliğin sadece akıl yoluyla bilinebilen ve değiştirilebilen bir kısmı olduğunu söylese de bu kısmın gerçeğin özünü oluşturmadığını öne sürdü. Geri kalan kısım vardı. Ancak, pratikle ve bizim üzerinde eylemde bulunduğumuz alanla ilişkisizdi. Bu felsefi sistem aynı zamanda siyasal bir önermeye de işaret ediyordu. Eski rejimin temsilcisi olan kralın pratikte etkisiz ama siyaseten dokunulmaz hale getirildiği İngiliz burjuva devrimi Kant’ın sistemiyle olağanüstü bir uyum sergiliyordu. Ancak, bu eye

rini yeni bir ülk ine sahip olmasında gözle eğ ten ye me ren öğ bir in da yaşar. reketine kıyasla çok gelişk iyle ve eylemle buluştuğun an Direnişi’nin bir kitle ha bilg zir ise Ha … ini ec kça cu sür ço me ıçta leş ng nç Ge şla aya çıkışında çocukçadır. Doksanlılar meraklıdır. Ba ı büyüktür. Merak, ilk ort tkıs ka ının rak me in ler nç açan ge


Kent

Başka bir ulaşım mümkün mü? Damla Baytekin İstanbul Üniversitesi Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Kulübü

S

on zamanlarda özellikle İstanbul’un trafik problemi içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bu problemi çözmek için pek çok yatırım yapılıyor ve kaynak aktarılıyor. Yapılan her proje de “trafik sorununu çözecek” diye anlatılıyor. Yerel seçimler yaklaşırken belediyeler ulaşım alanlarına yaptıkları yatırımların daha çok reklamını yapmaya başladı. Özellikle Kadir Topbaş’ın gazetelere ilan vermesi ve İstanbul’u afişlerle donatması da çok konuşuldu. Biz de bu yazı vesilesiyle İstanbul’da ulaşım alanında neler oluyor bir göz atalım istedik. Bir tanımlama ile başlayacak olursak, ulaştırma; ekonomik, toplumsal ve kültürel etkinliklerin türevi olan bir hizmet alanıdır. [1] Dolayısıyla bilim ve teknolojinin ilerlemesi, toplumların gelişmesi, ekonominin gereksinimlerinin değişmesi, insanların alışkanlıklarının ve kültürel birikimlerinin değişmesi, ve belki bunların hepsinin üstünde politik olaylar, ulaştırmayı yönlendiren ve geliştiren çerçeveyi oluşturmaktadır. [2] Ulaştırmanın hangi etkiler sonucu geliştiğini belirlediğimize göre ulaştırmanın gelişimine kısaca bir göz atalım. Gelişmenin başlangıcı olarak buhar makinasının icadı ile birlikte ulaştırma teknolojisinin gelişmesini alabiliriz. Bu dönemde özellikle demiryolu ve denizyolu taşımacılığı yapılmaktadır. Bir kırılma dönemi olarak da İkinci Dünya Savaşı sonrasını almamız mümkün. Bu dönemde otomotiv endüstrisinin gelişimi ile birlikte karayolu ağırlıklı ulaşım başlamıştır. Türkiye’de demiryolu hikayesi 1856 yılında İngiliz bir şirkete verilen imtiyaz ile inşa edilmeye başlayan İzmir-Aydın demiryolu hattıyla başlar. Osmanlı döneminde demiryolu hatlarının çoğu yabancı şirketler tarafından inşa edilmiştir. Osmanlı Devleti sonrasında Türkiye’de kalan hatların %37’si devlet yönetimindedir. Dolayısıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında demiryolu hatları kamulaştırılmış ya da şirketlerden devralınmıştır. Sonrasında ise yeni hatlar inşa edilmeye başlanmıştır. Bu atılım İkinci Dünya Savaşı başlayana kadar devam etmiştir. 1923-1940 yılları arasında yaklaşık olarak 3210 km demiryolu hattı yapılmıştır. 1950 yılında neredeyse dengede sayılabilecek demiryolu ve karayolu oranları yıllar geçtikçe ka-

AKP yerel seçimler yaklaştıkça İstanbul’un her yanını “her yerde metro her yere metro” sloganlı afişleriyle donattı. Rakamlar havada uçuştu. Acaba bu havada uçuşan rakamların “ayakları yere basıyor mu? rayolu lehine bozulmuş ve 2002 yılında %95,4 seviyesine kadar ilerlemiştir. Bunun nedeni ise tamamen siyasidir. 1950’lerin başından itibaren Truman Doktrini ve Marshall Planı politik olarak ülkemiz ulaştırma politikasını ve sistemini tamamen değiştirmiştir. O yıllardan sonra ülkemizde üretilen rayların üzerinde ülkemiz ocaklarında çıkarılan kömürle çalışan lokomotiflerin yerini, tamamen dışarıdan alınan petrol ürünleri ile yapılan asfaltlar ve petrol ürünleri ile çalışan otomobiller almıştır. Bu değişim hem ülkemizin ulaştırma sistemini dengesiz hale getirmiş hem de daha bağımlı hale getirmiştir. [3] Bu gelişmelerin ışığında İstanbul’a baktığımızda birkaç noktaya daha dikkat etmek gerekir. İstanbul’un trafik probleminin nedenlerini daha iyi analiz edebilmek için bu şehrin sürekli göç alarak nüfusunu arttırdığını akılda tutmak gerekmektedir. Akılda tutmamız gereken diğer nokta ise İstanbul’un plansızlık sorunudur. Şimdi bu gelişme çerçevesini ve önemli noktaları aklımıza not ederek İstanbul’un günümüzdeki ulaşım sistemine ve belediyecilik anlayışına bir göz atalım. Yazının bundan sonraki kısmında yer kısıtı gereği özellikli olarak metro ulaşımı hakkında yapılan reklamlar üzerinde duracağız, önemli ve etkisi büyük olacak pek çok projeye (marmaray, 3. boğaz köprüsü, 3. havalimanı vb) değinmeyeceğiz. Amacımız ulaşım politikaları ve belediyecelik arasında bir bağlantı kurarak başka bir seçenek mümkün mü tartışması yapmaktır.

İstanbul ulaşımı; metro ekseninden kısa bir değerlendirme İstanbul’da son dönemde sürekli olarak karşılaştığımız metro reklamları ile yaklaşan yerel seçimlerin bağlantısı yadsınamaz. Marmaray’ın da inşaası tam olarak tamamlanmadan acele açılışa gidiyor olmasını aynı reklam kampanyası ile değerlendirmek mümkün. İstanbul pek çok siyasi parti için yerel seçimlerde kazanılması gereken bir belediye, dolayısıyla AKP hükümeti de İstanbul’u kaybetmemek adına çaba haramakta. İBB tarafından yapılan reklamlarda kullanılan “Her Yere Metro, Her Yerde Metro” sloganı tartışmalara neden oldu ve eleştiri aldı. Pek çok kişi bu reklamların parasının ne şekilde ödendiğini de sorguladı. Bu tartışmaları kısaca hatırlayarak asıl konumuza geçmek zorundayız. Temel sorumuz İstanbul’un trafik sorununu çözmek için nasıl bir raylı sistem ağ kurgusunun ön görüldüğü. Bunun için de istanbulunmetrosu.com sitesindeki haritaları, verileri ve İBB resmi sitesinde yazılanları ele aldık. Çıkarımlarımızı maddeler halinde sıralayalım: 1. Karşımızda uzun erimli, kamu çıkarını

gözeten yatırımlar yapmak yerine yatırımlarını seçim dönemlerine göre organize eden bir belediyecilik anlayışı vardır. Yapılacak raylı sistem yatırımları için dört dönemleme yapılmıştır. 2004 öncesi (Kadir Topbaş’ın başkanlığı öncesi dönem), 20042013 arası (Kadir Topbaş’ın başkanlık yaptığı iki dönem), 2014-2019 arası (önümüzdeki yerel seçimlerde seçilecek kişinin bir sonraki seçimlere kadar başkanlık yapacağı dönem yani 5 yıl), 2019 ve sonrası. Yani özellikli olarak seçimler sonrası dönem, 2014-2019 arası hedef gösterilmiş, buraya odaklanılmıştır. 2. Sürekli olarak metro üzerinden reklam yapılmaktadır ancak verilen rakamlar metro hattı uzunluğu değil, toplam raylı sistemdir (tramvay, teleferik vb). Örneğin 2004-2013 yılları arasını ele alalım. Bu dönem için telaffuz edilen 141 km’nin 45 km’si 2004’e kadar var olan hat, yeni yapılan hatta baktığımızda 96 km’lik hattın 66 km’si metro hattı. Bu 66 km’nin bir kısmının inşaatı devam ediyor. Metro hattı dışında tramvay, füniküler ve teleferik hattı toplamı 16,5 km. 13,5 km ise inşaatı devam eden ve 29 Ekim’de açılışı yapılacağı söylenen Marmaray hattı. 3. 2019 sonrasının haritası incelendiğinde görülüyor ki karşımızda pek çok meslek insanının itirazlarını dikkate almayan, dediğini yapmakta ısrarlı bir belediyecilik anlayışı duruyor. Bu durum yerel yönetimlerin varlık sebeibi ile de çelişiyor aslında. 2019 ve sonrası diye kodlanan dönem için oluşturulan haritayı incelediğimizde 3.köprü, 3. havalimanı ve Çamlıca’ya yapılması planlanan cami. Hatta dikkat çeken şeylerden biri harita üzerinde başka hiçbir cami gösterilmezken buradaki caminin özellikle belirtilmiş olması.

Nasıl olmalı? Mevcut durumdaki yanlışı tespit ettikten sonra aklımıza ilk bu soru geliyor. Yani nüfusu böyle artan ve özel araç sahipliliğinin yoğun olduğu bir kentte ulaşım sorunu çözülebilir mi? Bu soruya olumlu cevap verebilmenin tek yolu ulaşımı planlama ile bir bütün olarak düşünmek ve planlı bir şekilde ele almak. Ne kast ettiğimizi bazı örneklerle açıklayarak ilerleyelim. Örneğin karayolu ile ilgili eleştiri yapıyoruz, ama derdimiz tek başına karayolu ile değil. Doğru bir ulaşım planlamasında elbette karayolları da yapılacak. Her türün gerekli olduğu ölçüde hizmet sunması gözetilerek elbette. Örneğin doğru bir planlamada bir yandan marmaray yapılırken bir yandan lastik tekerlekli araçlar için tüneller yapılmaz. Halkın parası akılcı ve en verimli şekilde kullanılır. Özel araç kullanımını teşvik eden çözümler üretilmez, toplu ulaşım desteklenir. Temel kriter bütünlüklü bir sistem kurgulamaktır. Yurt dışındaki pek çok başarılı örneğin de altında bu yatar. Örneğin, doğru bir ulaşım planlamasında metrobüs de tercih edilebilir. Ancak Türkiye’deki metrobüs örneğine baktığımızda güzergah seçimi açısından yanlış planlanan bir sistemin nelere yol açtığını görüyoruz, bitmeyen kuyruklar, üst üste yolculuklar... Ulaşımın bir hak olduğunu unutmadan, en güvenli, en konforlu ve maliyet olarak en uygun çözümler üretilmelidir. Bütünlüklü planlar yapılmalı, Türkiye’nin ulaşımı önce bütünde, ekonomik sektörleri ile birlikte ele alınmalıdır. Böyle bir ulaşım mümkündür. Başka bir dünyanın mümkün olması gibi!

4. Yapılması planlanan yatırımlarda temel kaygı kesinlikle “en düşük maddi kaynağı kullanarak en uygun ulaşımı nasıl sağlarım” değildir. Özellikle havaray gibi yapım maliyeti yüksek modellerin öneriliyor olması bunun bir örneğidir. Trafik sorununa çözüm Notlar : sağlamaktan farklı kaygılar [1] Güngör Evren, Cumhuri olduğu teleferik sayısındaki yet Döneminde Ulaştırma , Türkiye Mühendislik Habe artışdan da anlaşılmaktadır. rleri sayı 442, 2006 Teleferiklerin güzergahı da [2] Ulaştırma Ana Planı Str atejisi, Ulaştırma ve incelendiğinde temel kaygıUlaşım Araçları Uyg-Ar Me nın turizmden rant sağlamak rkezi, İTÜ, 2005 olduğu görülmektedir. [3] Yağmalanan Türkiye’d e Toplumcu Seçenekler, Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi, 2013


Kültür - Sanat

Okursuz metin eleştirisiz edebiyat

Akın Art Bilgi Üniversitesi Sosyalist Düşünce Kulübü

D

ergiler edebiyat dünyasının laboratuarıdır. Sık sık söylenir. Doğrudur. Bu yüzden birer sızlanma merasimine dönen edebiyat sohbetlerinde” artık edebiyat dergileri okunmuyor” yakınması olmazsa olmazdır. Doğru bir tespit olduğu kesin. OT ve Deve gibi dergileri edebiyat dergisi saymayacaksak (ki biz sayılmaması gerektiği kanaatindeyiz) edebiyat dergilerinin en fazla 1500-2000 satabildiği bir ülkede bu yakınma gayet anlaşılır. Fakat dergilerin niteliği, nedense okur niceliği kadar sorunsallaştırılmıyor. Dergiler diğer dergilere yüklenir, yayınevleri yazarlara, yazarlar dergilere, sonra hepsi okura… Derdimiz “okur”u el üstünde tutmak değil. Bir tür “edebi popülizm” hiç değil. Edebiyat pratiğini var eden faktörlerden biri olan okurluk ( bunu Okur diye adlandıralım) yüklenilmeyi hak ediyor. Hem de fazlasıyla. Bayağılaştıkça popülerleşen edebiyat ortamında yerleşik Okur’dan hiza alarak

“Nesnel ve analitik bir yanı olması gereken, dolayısıyla edebiyat pratiğine içkin olmakla birlikte “edebiyat” yapmaması gereken eleştiri pratiği ile bugünün edebiyat ortamında ancak ve ancak rastlantısal olarak karşılaşabiliyoruz” yön bulmaya çalışmak sadece daha da kaybolmamızı sağlayacaktır. Fakat Okur yaratmanın edebiyat pratiğinin amaçlarından biri olduğunu gözden kaçırmak, Okur’a değil, okura yüklenme hatasını beraberinde getiriyor. Kavramların iç içe geçtiğinin farkındayız. Bu karmaşa edebiyat dünyasının ciddi sorunlarından birinin uzantısı: Edebiyat dünyası bir kategorizasyon krizi yaşıyor. Bu krizin sebebi ise, kavramları yerle yerine oturtması gereken “eleştiri” kurumunun eksikliği. Nesnel ve analitik bir yanı olması gereken, dolayısıyla edebiyat pratiğine içkin olmakla birlikte “edebiyat” yapmaması gereken eleştiri pratiği ile bugünün edebiyat ortamında ancak ve ancak rastlantısal olarak karşılaşabiliyoruz. Dergilerden, yani edebiyat ortamının laboratuarından, eleştiri çıkartılınca, geriye bugünkü kağıt israfı kalıyor. Peki eleştiriden ne anlamamız gerekir? “Edebiyat yapmayan” edebiyat eleştirisi ne

demektir? Bu soruların cevabını bulmak için ülkemizdeki edebi eleştiri pratiklerinin günümüze kadar olan gelişimine, uğraklarına kısaca göz atatacağız. Ardından aynı zamanda ideolojiler alanında yer tutan edebiyat dergilerine “estetize edilmiş mesajlar” olarak nasıl bakılması gerektiğine değineceğiz.

Nesnel Eleştirinin Gelişimi Edebiyat eleştirisinden ne anlamamız gerektiği bugün de önemli bir soru olarak karşımızda duruyor. Bu soruyu cevaplayabilmek için Türkiye’de edebiyat eleştirisinin tarihini iki temel eğilim üzerinden inceleyeceğiz. Bunlardan bir tanesi 30’lu ve 40’lı yılların Nurullah Ataç’ında somutlayabileceğimiz öznel eleştiri, diğeri ise 50’lerde kendini hissettirmeye başlayan, özellikle 60’ların Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci örneklerinde somutlayabileceğimiz Nesnel Eleştiri. Bu iki eğilimden öznel eleştiriyi kısaca eleştirmenin, eleştirinin nesnesi olan metnin kendi üzerinde bıraktığı izlenim üzerinden metni değerlendirmesi, eseri bahane ederek metin üzerinden bize kendiyle ilgili hikaye-

ler anlatması olarak özetleyebiliriz. Örneğin 70’lerin İstanbul’unda geçen bir romanı inceleyen eleştirmen, eğer kitaptaki İstanbul tasvirlerinin gerçekçiliğini, “sıcaklığını” çocukluğunda yaşadığı anıları anlatarak, “bizim zamanımızda da İstanbul böyleydi”, diyerek kanıtlamaya çalışıyorsa, roman üzerinden bize çocukluğunu anlatmayı dert ediniyorsa, yapılan eleştiri öznel eleştiri olarak kategorize edilebilir. Nesnel eleştiri ise bir metni ögelerine ayırmayı, örneğin kullanılan sözcüklerin neden tercih edildiğini sorgulamayı esas alır. Metnin niteliğini tartışırken çağrışımlar üzerinden değil, metnin okuyucuya sunduğu veriler bütünü üzerinden metni değerlendirir. Belli bir kavram setine, yönteme bağlı kalarak bu kavram seti ve yöntemin güdümünde metni inceler. Aynı roman örneği üzerinden değerlendirirsek; eleştirmen bize romanda İstanbul’a dair tasvirlerin kaç sayfa yer kapladığını, yazarın nasıl bir perspektiften İstanbul’a baktığını anlatıyor, bunu da bir kurama dayandırıp metinden alıntılarla örneklendiriyorsa ilgili metnin bir nesnel


Kültür - Sanat eleştiri olduğunu söyleyebiliriz. Bu örnekten anlaşılacağı gibi nesnel eleştiri tarafsız eleştiri demek değildir. Eleştirmenin metni hangi kuramın veya kuramların penceresinden incelediği eleştirmenin tarafını gösterir. Bu karşıtlığın ve tanımların kabaca yapıldığını ve basitçe kategorize edildiğinin altını çizdikten sonra bu iki eğilimin Türkiye’deki serüvenini ve nesnel eleştirinin 50’lerin ortasında bir dip dalga olarak kendini var ettikten sonra 60’larda nasıl hegemonik konuma geçtiğini inceleyeceğiz. Dönemi bu kategorizasyonlar üzerinden inceleyen kaynaklar oldukça sınırlı. Yazımızın bu kısmına bu sınırlı kaynakçanın dikkate değer metinlerinden biri olan M. Bülent Kılıç’ın Saklı Rönesans Türkiye Sol Edebiyat Hareketleri İçin Bir Hat adlı kitabı ve bu kitabın genişletilmiş ikinci baskısında yer alan, 50’lerdeki Büyük Kültürel Nebülöz ve Nesnel Eleştiriden Öznel Eleştiriye Geçiş adlı makalesi eşlik edecek. 30’lu ve 40’lı yılları Nurullah Ataç örneğinde somutlayarak bir “öznel eleştiri dönemi” olarak gören bu makale, önemli bir eklemeyle devam ediyor ve öznel eleştirinin en önemli temsilcisi olarak gösterilen Ataç’ın neden tipik bir öznel eleştirmen olarak görülmemesi gerektiğini şöyle özetliyor: “Nurullah Ataç öznel eleştiri tutumunu benimsemiş maddeci bir aydındı (....) öznelci bir eleştirmen fakat maddeci bir aydın olması bütün benzemezliklere karşı onu döneminin bu yazıda adını andığımız belli başlı pek çok eleştirmeniyle yakınlaştırıyordu. “ (A.G.E s. 15) Türkiye’deki “maddeci eleştiri” (kavramı daha sonra açmaya çalışacağız) birikiminde Ataç’ın önemli bir yeri olduğuna dair bir dipnot olarak bu alıntıyı aklımızda tutalım. Fakat öznel eleştirinin en görkemli temsilcisi olan Ataç, öznel eleştirinin meşruiyetini kaybetmeye başladığı 50’li yıllarda döneminin diğer eleştirmenlerinin hışmından doğaldır ki kurtulamadı. Her akım gibi nesnel eleştiri de karşıtı olan akımın en gelişkin temsilcisine yüklenmeliydi ve bunu yaptı. Örneğin Adnan Benk’in 1953 Ekiminde yayınlanan Tenkit Dedikleri... başlıklı yazısı Nurullah Ataç’a ve eleştiri anlayışına oldukça sert yükleniyordu: “Tenkit öznel değildir. Bu yüzden örneğin Nurullah Ataç için tenkitçidir ya da eleştirmendir diyemem. Şu veya bu eseri beğenip beğenmemekle demek isterim ki eserler hakkında bu çeşit yargılar vermekle hem esere hem kendisine eder.” 1953 tarihini taşıyan bu yazı ile birlikte Öznel Eleştiriye tepkiler gelmeye başlamıştır. Benk’in itirazı başka eleştirmenlerce de dillendirilecek ve 50’lerde nesnel eleştiri adına ciddi bir birikim elde edilecektir. Örneğin

Atilla İlhan, Ataç’ı tek parti rejiminin İnönü’süne benzetecek, Garip şiirine verdiği destekten dolayı Ataç’ı merkez edebiyatın temsilcilerinden sayıp polemiğe girişecektir. Dönemin önemli entelektüellerinden Metin And ise çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı yazılarda Avrupa’da tartışılan edebiyat eleştirisi kuramlarını tanıtacaktır. Metin And böylece edebiyat eleştirisinin yöntemine dair tartışmalar açmış kuramsal bir temele oturtmaya çalıştığı yazılarıyla nesnel eleştiriye giden yolda önemli bir katkı sunmuş olacaktır. Şimdiye kadarki isimleri birer nesnel eleştirmen olarak sayamayacağımız gibi nesnel eleştirinin yol düzleyicileri (1) olarak düşünmek yerinde olacaktır. Nesnel eleştirinin kapılarını tamamen açan ismin ise, nesnel eleştiriyi kurumsallaştırıp bir bütünlüğe oturma çabası ile Hüseyin Cöntürk olduğunu söyleyebiliriz: And’ın ve özellikle Cöntürk’ün sert darbeleriyle 55 yılında komaya giren öznel eleştiri tutumu, en büyük belki de tek temsilcisi olan Ataç’ın 1957’de ölmesiyle meşruiyetini iyice yitirdi ve yerini nesnel eleştiri tutumuna bıraktı. (A. G. E) Türkiye’de nesnel eleştirinin iki önemli isminin özellikle 60lı yıllarda yazarlıkları ve örgütçülükleri ile Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci olduğunu söyleyebiliriz. Bu cümle bahsi geçen iki isimi aynı kümenin elemanlarıymış gösterse de, aslında Cöntürk ve Bezirci arasında küçümsenemeyecek farklar olduğu not düşmeliyiz. Siyasi görüşünü liberalizm olarak tanımlayan Hüseyin Cöntürk, 60’lar boyunca New Critisizm ( Yeni Eleştiri) ekolünün etkisindeyken, sosyalist Bezirci politik görüşüyle bağlantılı başka bir eleştiri ekolünün takipçisiydi. Ancak bu iki isim nesnel eleştiri akımının temsilcileri olarak beraber çalışabilmiş ortak üretimlerde bulunabilmişlerdir. Örneğin yayın kurulunda beraber çalıştıkları Dönem dergisi ve birlikte yazdıkları Turgut Uyar- Edip Cansever incelemeleri bu ortaklığın örnekleri olarak verilebilir. 60’lar her iki eleştirmenin de en verimli yılları olacaktır. İki eleştirmeni bir araya getiren edebiyat eleştirisinde bir yöntem oturtma, bir eleştiri yordamı geliştirme çabasıdır. Bu çabanın her iki ismi de dönemi için devrimci kıldığı söylenebilir. Bugün ise edebiyatımızı çıkmaza sokan işte bu yöntem kaygısının tamamen ortadan kalkmasıdır. Edebiyatımızın bundan 60 yıl önce yaşadığı

gelişmelerden, bugünün edebiyat ortamı habersiz gözükmektedir.

Lassie Bize Bir Şey Anlatmaya Çalışıyor Türkiye’de edebiyat eleştirisinin tarihine yönelik gerçekleştirdiğimiz bu küçük kazıdan sonra edebiyatımızın bugününe birkaç örnek üzerinden göz atıp bir mukayeseye girişecek, edebiyatımızın son yirmi yılda ileriye değil geriye doğru gittiğini göstermeye çalışacağız. Geriye gidiş tespitimiz nesnel eleştirinin edebiyat eleştirisi tarihinde bir dönemeç, gerisine düşülemeyecek bir mevzi olduğu varsayımına dayanıyor. Aşılmış bir anlayışın eskisini bile mumla aratacak bir türevi ( Ataç bugünün edebiyat pratikerleriyle kıyaslanamayacak denli nitelikli bir isimdi) bugün edebiyat ortamında hüküm sürüyor. Bu geriye gidiş tezimizi günümüzün en popüler şair ve yazarlarından biri olan Haydar Ergülen üzerinden temellendireceğiz. Türkiye’deki popüler bütün mecralarda ve kitap eklerinde, yazan pek çok şiir ödülünün jürisinde yer alan Haydar Ergülen’in bir edebiyat pratikeri olarak nerede durduğunu analiz etmeye çalışacağız. Çünkü Edebiyat ortamında iktidar olan bütün kurumların içerisinde yer alan Haydar Ergülen’i incelemek, edebiyat ortamında iktidar olanın ne olduğunu da gösterecek. İlkesizlik ve yönetmesizliğin normalleştiği “Merkez Edebiyat” kendine “starlar” yaratır. Bu starlar bulundukları “mevkiler” sebebiyle haşmetli gözükseler de, üzerlerindeki haleyi kaldırınca geriye pek bir şey kalmaz. Sayısız ünvan sahibi Ergülen’in de sadece metinlerine odaklandığımızda ortaya aynı manzara çıkıyor. Merkez edebiyatın yazarları birbirlerini “şair”, “yazar” olarak parlatır. Yazdıklarına değinmez. Haydar Ergülen de

“parlatmalarıyla” bu anlayışın bir protitipi olarak yazımızın odaklanacağı “vaka” olacak. Kötü metin yazarları, kötü metinlerle, diğer kötü edebi ürünleri parlatır. Bir önceki bölümde değindiğimiz eleştiri anlayışlarının aksine, günümüzde böyle bir tanıtım/ parlatma kültürü egemendir. Ne söylediği anlaşılamayan, bir yöntem derdi olmayan, çoğunlukla eleştirinin nesnesiyle alakası olmayan metinler. Oldukça “ilginç” yazılara sahip olan Ergülen’den eleştirilecek sadece birkaç yazı seçmek hayli zor oldu. Ama sonunda evdeki Varlık Dergilerini kurcalarken iki yazı seçebildim. Bu yazılardan ilki Haydar Ergülen’in günümüzün popüler İslamcı şairlerinden biri olan Ömer Erdem’e Varlık Dergisinin Haziran 2012 sayısında Günler Geçer adlı köşesinde yazdığı yazdığı methiye (inceleme demeye dilim varmıyor) diğeri ise yine Varlık’ta aynı isimli köşesinde yazdığı Kuzey başlıklı yazı. İlkinden başlayalım: “(...) Kültür AŞ’nin bir etkinliği olarak Türk şiirinde öncü kitaplar programı kapsamında yaptığım konuşmanın metni. Ne var ki içe sızamayıp yüzeyde kaldığını kabul ve itiraf etmem gerekiyor. Peki niye yayınlıyorum. Daha sonra Ömer Erdem şiiri ile ilgili yapmak istediğim daha içli bir çalışma için önsöz niyetine okunması (...) en nihayetinde yazının içinde hadi yazarken bulduğumu da itiraf edeyim birkaç kavramın yer alması. Gördüğünüz gibi bunlardan birini başlığa da taşıdım. “ Ergülen daha sonra Ömer Erdem şiirini 10 başlıkta ele alacağını söylüyor. Başlıkların hepsi aynı düzeyde gülünç olduğu için buraya birkaçını almayı yeterli görüyoruz: 1. Herkesi olan ve hiç kimsesi olmayan bir şiir 2. Bir ve çok, birden çok olarak şiir

ülen gibi edebiyat rg E ı ar az Y si gi er D e ev şeyi olmayan özneleri D r bi ek ec ucuya müthiş buluşlar ey yl uy sö ok ın r, ın la zı as ya ny en dü t ey ya m bi de de “E öylece aslında hiçbir şey an metnin içerisinde dolaştırmak değil dışında B r. yo pı ya at iy eb ed e üzerin ucu eleştirinin nesnesi ol uy ok aç m A . or uy ul ur gibi yutt parlatmak.” tutmak ve metnin dışını


“Geriye gidiş tespitimiz nesnel eleştirinin edebiyat eleştirisi tarihinde bir dönemeç, gerisine düşülemeyecek bir mevzi olduğu varsayımına dayanıyor. Aşılmış bir anlayışın eskisini bile mumla aratacak bir türevi (Ataç bugünün edebiyat pratikerleriyle kıyaslanamayacak denli nitelikli bir isimdi) bugün edebiyat ortamında hüküm sürüyor.” 3. Dalın değil ağacın şiiri 7. Eski bir şair, sanıldığından da eski: yeni bir şair, sanıldığından da yeni 10. Üzerine uzun uzun konuşulacak değil, üzerine uzun uzun susulacak bir şiir. Edebiyat dünyasının özneleri köşe tutmayı severler. Haydar Ergülen de öyle. En son , geçtiğimiz sayılarda kısaca değindiğimiz, bir süre genel yayın yönetmenliğini Pala’cı Esra Elönü’nün yürüttüğü (Son sayıda genel yayın yönetmeni gözükmüyordu) Deve dergisinde Yüzler isimli bir köşeye başladı. Bir sağdan bir soldan köşe kapmak merkez edebiyatın olmazsa olmazıdır. Köşeyi doldurmak ise ikinci plandadır. (Ergülen son sayısında Hüseyin Akın imzalı bir yazı ile Tuzluçayır halkını ürkekçe provakatörlükle suçlayan bir yazıyı barındıran Deve’de yazıp Alevi kimliği üzerinden söz söyleme hakkını kendinde görebiliyor. Biz de bu ilkesizlik üzerine söz söylemeyi kendimizde hak görüyoruz.) Asıl konumuz olan Varlık’taki yazıya dönelim. Yazıyı niye yayımladığını; ‘ileride daha ayrıntılı bir yazı yazacağını, bu yazının ise sadece önsöz olmak gayretinde olduğunu belirterek izah ediyor. Bir de bulduğu birkaç kavramı bizimle paylaşmak istediğini belirtiyor. Ergülen’in bulduğu kavramlara başka bir yazısına bakarak geleceğiz. Ömer Erdem yazısına dönersek; ortada bir önsöz değil, pazarlama olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Daha yumuşak bir şekilde tanımlayamayacağımız bu çaba bize Ömer Erdem’in şiirine dair hiçbir veri sunmuyor. Aksine basit zıtlıkları bir araya getirerek Ömer Erdem edebiyatı üzerine edebiyat yapıyor. Ergülen’in dilinden Ömer Erdem’in şiirine dair “Çarşıdan aldım bir tane,

Notlar:

n yazıda 1-) Tespit M. Bülent Kılıç’ı alınmıştır. en nd esi kal bahsi geçen ma pitler ve ilgili Bu bölümünde geçen tes Hikmet Akamakaleler Kılıç’ın Nazım ’ları eleştiri 60 ve demisi’nde 50’lerin rsinde alınan de i diğ ele anlayışlarını inc klar üzerine notlar ve paylaşılan kayna kuruludur.

eve gelince bin tane” düzeyinde çıkarsamalar yapabiliyoruz ancak. Bir diğer yazısı Kuzey’e bakalım. Yazı Ergülen’in kuzey ve güney’in bileşiminden güz’ey diye bir sözcük üretmesi üzerine kurulu. Şairleri kuzeyli ve güneyli olarak kategorize etmeye çalışıyor. Kuzey ve güney tanımları çok uzun olduğu için buraya almıyoruz. Onca laf kalabalığından çıkarabildiğimiz sadece kuzeyin yalnızlığı temsil ettiği: (...) Güneye inmesine iner de doğuyu Anadolu’yu iç doluyu da dolaşmayı ihmal etmez sözü şiiri ve yolu uzatma bahasına Nevşehirden’de Malatyadan’da Van’dan da geçer kuş uçumu iç uçumu (...) Cansever’in şiirlerinde hep bir yolculuk hali sezilir bunu niye söylüyorum bilemedim. Tekrar düşündüm niye söylediğimi çıkaramadım. Dursun belki yazının devamında aklıma gelir saptamanın açıklaması. Yazının devamında bu saptamanın açıklaması gelmiyor. Edebiyatta yer tutmak için köşe tutulmak zorunda. Köşe tutuluyor ama doldurulamıyor. Ergülen yazıyı bu yüzden iç dökmeye çeviriyor. Döktükçe sayfanın dolacağını varsayıyor. Herhangi bir eleştiri yöntemiyle temas etmekten kaçınıyor. Edebiyat dünyasının söyleyecek bir şeyi olmayan özneleri Deve Dergisi Yazarı Ergülen gibi edebiyat üzerine edebiyat yapıyor. Böylece aslında hiçbir şey demeyen yazılar, okuyucuya müthiş buluşlar gibi yutturuluyor. Amaç okuyucu eleştirinin nesnesi olan metnin içerisinde dolaştırmak değil dışında tutmak ve metnin dışını parlatmak. Ergülen bunu kelime oyunları ile türettiği kavramlarla yapıyor. Örneğin Arkadaş Z. Özger’den bahsederken “adı arkadaş şiiri arkadaş olan bir şair” , Cahit Zarifoğlu’ndan bahsederken “şiirimizin zarif oğlu” demeyi üslup zannediyor. Son on beş yıldır şairliği için de benzer şeyler söylemek mümkün. Ancak bu yazının konusu olmadığı için bu kısmı geçiyoruz. Bir eleştirmen olmamasına rağmen Haydar Ergülen’in bu yönüyle uğraşmamız bir eleştirmen olmamasına rağmen Haydar Ergülen ‘in bu yönüyle sürekli karşımıza çıkmasıyla açıklıyoruz. Dergilerde yer alan inceleme yazılarının her zaman bu kadar gülünç olmasada benzer bir özensizlik ve yöntemsizlikle yazıldığını görüyoruz. Ne deneme, ne eleştiri/inceleme sayılacak bu tarz yazılar kimi isimleri tedavüle sokmak, kimi isimleri de tedavülden kaldırmak için kullanılıyor. Edebiyat dergilerinde bir ağırlık oluşturuyor. Dergilerin bu tarz yazıları tercih etmesini Okur’u edebiyatın dışında tutma çabasının bir parçası olarak görüyoruz:

Kültür - Sanat Edebiyat ortamı okur sayısından şikayet etse de Okur’dan korkuyor.

İdeolojiler Alanı ve Edebiyat Edebiyat gündelik hayatı, gerçekliği yansıttığı ölçüde ideolojiler alanının bir parçasıdır. Metinlerde gündelik hayatta yer kaplayan maddi pratiklerin yansıtılması, bu pratiklerin olumlanması ya da eleştirel olarak yansıtılarak kırılmasını sağlar. Buraya kadarki denklem çoğumuzun daha önce de duyduğu, bir şekilde kabul ettiği bir denklem olduğu için üzerinde uzun uzun durmuyoruz. Ancak ideolojiler alanına belli mecra( medium) aracılığı ile giren metinlerin dolaşıma hangi mecralarla girdiğinin tartışılması, son yirmi yıllık süreçte önemini yitirdi. Zaman gazetesine röportaj veren solcu sanatçılar üzerinden zaman zaman tartışılsa da, önemli olan nereye konuştuğu değil ne dediği diyerek geçiştirildi. (2) Bir kitabın aldığı ödüller üzerinden tanıtılmasının aynı zamanda ne tür bir edebiyat pratiğini olumladığının üzerinde durulmadı. Zaten sayısı az olan “ilerici” aydınları bu eleştiri süzgecinden geçirilmesinin sayıyı bir elin parmakları ile sınırlandıracağı endişesi pek çok çevrenin belli eleştirileri hasır altı etmesine yol açtı. Eleştiri bir yazarın edebiyat ortamındaki koordinatlarını belirleme aracı olarak değil, sadece birilerini parlatma birilerini batırma aracı olarak görüldü. Eleştiri sindirildi. “Sevgide tenkit aşkta şiddet” (3) ise tamamen ortadan kalktı. Ortaya çıkan bu tablo edebiyat pratiğini yeniden örgütleme cüretini gösterecek öznelerin yokluğu sayesinde kendine yer buldu. Cüret edebiyat dünyasında sadece Nazım’ın putları yıkıyoruz kampanyası ile anılan nostaljik bir tavır olarak anılır oldu. Peki bu çöplüğün dışında yeni bir edebiyat pratiği örgütlenebilir mi? Yeni bir edebiyat pratiği örgütlemek ne demek? Edebiyat pratiğini yeniden örgütlemek eleştiriyi örgütlemek, maddeci bir eleştiri (4) pratiğini örgütlemek demek. Peki maddeci eleştiri ne demek? Maddeci eleştiri metni ve metni dolaşıma sokan mecraları metnin üzerini bir haleyle kaplayan (ödüller örneğinde olduğu gibi) kurumları bir bütün olarak değerlendirme çabasındaki eleştiridir. Bu ilişkiler bütünü içe-

’ün Kolay 3-) Bu cümle “Yalçın Küçük lten Gü ce ön ha cıklar” da li dın ilgi Ay 2-) Konuyla Okuyucuyu Aşmak ve aj ort röp ne esi iştir. zet nm ga nle n esi ma en Za Akın’ın başlıklı makalesind çıkarak bir la yo an ınd kas va esi rm ve rastladığım yer e mevcut ve 4-) Bu kavramın izine ilk yazı yazmıştım. İnternett de yer alan i sin ey rgi sel de rı me u içim Edebiyat Dostla kolayca ulaşılabilir olduğ çıkışının ve rek duymabir dizi yazıdır. Kavramın burada tekrar açmaya ge inin bu dergi kavramın sistematize ediliş dım. İlgilisi için linki erken bir ha Da . ısındayım haber.php?- olduğu kan a_ m/ .co tlayamadım. bu an ras .ins da ım ww lar /w http:/ örneğine okuma nosu=1051

risinde metni değerlendiren maddeci eleştiri, edebiyat, okur gibi kavramları yeniden tanımlamak yerli yerine oturtmak zorundadır. Aksi takdirde edebiyat ortamına hakim olan bayağılık düzeysizlik ve ilkesizlik yerli yerinde duracak, yeni bir insan yaratma mücadelesinin bir parçası olan yeni bir Okur yaratma mücadelesi yerinde sayacaktır. Edebiyatın sığlığa ve ilkesizliğe mahkum edilmesi ancak ve ancak gençliğin bu alana el atması kendi edebiyat pratiğini dayatması ile durdurulabilir. Edebiyat tarihimizdeki ilerici çıkışların tamamında “evdeki hesabın” bu şekilde bozulduğu ortadadır. Ama unutulmuştur. Öyleyse hatırlatılmalıdır: Gençlik neydi? Gençlik cüretti!

Kaynakça: 1-) Ataç, Nurullah, Dergi lerde, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006 2-) Ataç, Nurullah, Günlerin Getirdiği- Sözden Söze, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2013 3-) Bezirci Asım, Sosyalizme Doğru, İstanbul, Evrensel Basım Yayın, 19 96 4-) Benk Adnan, Tenkit De dikleri, 1953 5-) Cöntürk Hüseyin, Çağın ın risi-1, İstanbul, Yapı Kredi EleştiYayınları, 2006 6-) Cöntürk Hüseyin, Çağın ın Eleştirisi- 2, İstanbul, Yapı Kre di Yayınları, 2006 7-) Kılıç, M. Bülent, Saklı Röne Türkiye Sol Edebiyat Harek sans; etleri İçin Bir Hat, Ankara, Notab ene Yayınları. 2012 8-) Varlık, Haziran-2012 9-) Varlık, Eylül 2012


Kültür - Sanat

TİYATRO: TİYATRO (Yani+Imm+Şey) Murat Gün Marmara Üniversitesi Tiyatro Kulübü -MİFTOK-

“Abimiz ağzından köpükler saçarak çıkışır ve: -Kesin lan tiyatroyu! Hanımefendimiz kadehini kaldırarak söz alır ve: -Bütün dünya bir tiyatro sahnesidir, hepimiz de bir oyuncusu değil miyiz bu ışıklı sahnenin?” Deyiverir. Deyivermiştir. Deyiverecektir. Şöyle bir gözümüzün önüne getirelim ‘abimizle’, hanımefendimizi. Hayal et, dudaklarının hareket edişini. Ağızlarından tam da bu sözler dökülüyor duyuyorum, duyuyorsun… Bırakalım bir kenara şimdi bu gördüklerimizi, duyduklarımızı. Bir de şuraya bakalım. Gel hadi. Evet, evet! Bir… Tiyatro burası. Oyunun tam da ortası, sessiz olalım… Oyuncuları görüyorsun, alnını görüyor musun şu siyahlı olanın? Nasıl da terlemiş baksana... Ve seyirciler, nasıl da çepeçevre sarmışlar sahneyi, alabildiğine uzanıyorlar ufka doğru, müthiş bir enerji var burada. Hissediyorsun değil mi? ‘Abimiz’ in dediği gibi kesmelerini mi istesek ‘tiyatroyu’, yoksa dışarıya mı çıkarsak herkesi hanımefendimizin dediği gibi, dışarıda koca bir sahne duruyor orada oynayalım diyerekten(?)… -Böylesi olur mu acaba? -Bilemiyorum. Ne diyorduk? -Imm… Tiyatro: Şeeyy… Yani… -¬Yani… -Sahi… Neydi ‘Tiyatro’? -… -… “Tiyatro nedir? “, “Tiyatro deyince aklımıza neler gelir? “ sorularına alınabilecek cevaplar halkın farklı kesimlerince zihinlerde nasıl şekillenir, merak ettiğim bir konuydu. Bu araştırma-çalışma yazısını bu doğrultuda hazırlayarak paylaştım.

Sokakta yürüyen insanları durdurduk. Onlara tiyatroyu sorduk. Tokat’tan bir lise öğrencisi, İstanbul’dan bir midye satıcısı, Diyarbakır’dan bir işçi (...) bizlere tiyatronun onlar için ne ifade ettiğini anlattı. “Sahi nedir bu ‘Tiyatro’?” ile başlayalım: “Bir sahnede, seyirciler önünde oyuncuların temsil etmesi maksadıyla yazılmış edebi eser. Yunanca ‘Theatron’ dan doğmuştur. Eskiden temsil verilen yer manasına gelirken, daha sonra temsil edilen eser olarak da kullanılmıştır. Temsil yeri ve eser, tiyatronun edebiyat ögesidir. Bu edebiyat ögesi yanında tiyatro kavramı içine oyunculuk, sahne düzeni, ışıklandırma, dekor, kostüm, müzik, dans gibi unsurları da katmak gerekir. Türkçede tiyatro yerine ‘temaşa eseri’, ‘seyirlik oyun’ terimleri de kullanılmıştır. “*(1)

alanıma girmiyor, bir maça gitmek daha cazip gelir. Bunun sebepleri çevremiz ve arkadaşlarımız olabilir. Okulda da böyle faaliyetlerin olmaması etkili olabilir. Sıkılacağımı bunalacağımı, pek zevk alamayacağımı düşünüyorum. Sinemada da öyle. Kapalı ortamlarda fazla bulunamıyorum, açık hava tiyatrosu daha iyi olabilir. Aleyna YASAR(17) -Öğrenci(Lise), Tokat: Kültürdür tiyatro. Okuldan edebiyat öğretmenim okul çıkışlarında bizleri devlet tiyatrosuna oyun izlemeye götürüyor.

Yani ‘tiyatro’ kelimesi edebi eser olarak, aynı zamanda sahneleme alanı olarak, aynı zamanda sanat dalı olarak birbirinden farklı kavramlara karşılık gelmektedir. ‘Tiyatrocu’ dediğimizde de bu çetrefile sarmamak elde değil, ‘tiyatrocu’ yazar mı, yönetir mi, oynar mı ya da daha başka bir şeyi mi ya da hepsini birden mi yapar?

Hüseyin TATAR(19) -Midye Satıcısı, Fikirtepe/İstanbul: Boş vaktini güzel bir şekilde değerlendirmesi için bir insanın bir oyundan zevk almak, çeşitli anıları hatırlamaktır tiyatro. İnsanları eski zamanlara götüren, özlem dolu hayat oyunlarıdır. Gerçek hayattan bir şeyler görmek, zevk almak vardır. Tiyatro bir oyundur.

Tiyatro algısının zihinlerde şekilleniş farklılığını, dilde yer alış biçimlerini yazının girişinde imlemiştim. Bu örnekler çoğaltılabilir: ‘Rol’ kavramı da tiyatroya ait bir kavramken; ‘rol yapmak’, ‘rol kesmek’ gibi günlük kullanımlara evrilmiştir.

Özlem EKMEN(27) -Öğretmen, Diyarbakır: Şano mirék a civatêye. Tişte em di jîn u heya me jé nine. Şano tû yî, ezim, emin. Şano şîyarkirine! Şano peyame, çuleye, trajediye, hünere, kolane. Şano hewceyîye.

Peki, ‘Tiyatro’ halk tarafından nasıl algılanıyor, tanımlanıyor? Yazı boyunca cevaplanmadan bırakılmış sorular da dâhil tüm yaklaşım ve açıklamalar için kaynak noktamız halktan aldığımız cevaplar olsun istedim. “Tiyatro nedir? “, “Tiyatro deyince aklınıza neler geliyor? “ sorularını halka sorduk ve karşımıza şöyle bir derleme çıktı: (Derleme çalışmamıza kaynaklık eden araştırmalarda emeği geçen arkadaşlarıma teşekkür ederim.) Mehmet DEĞİRMENCİ(35) -Öğretmen, Bahçelievler/İstanbul: Sanattır tiyatro. Çok fazla tiyatroya gitmiyorum, gitmedim de. O yüzden çok fazla ilgi alanıma da girmiyor. Ancak bir iki kere gidersem bir şeyler oluşabilir belki kafamda. İlgi

Tiyatro toplumun aynasıdır. Yaşayıp da farkında olduklarımız ve olmadıklarımızı gösterir. Tiyatro sendir, bendir, bizdir. Tiyatro uyanıştır! Sözdür, mimiktir, komiktir, trajedidir, sanattır, sokaktır. Tiyatro ihtiyaçtır. Seda GÜN(26) -Öğretmen, Zeytinburnu/İstanbul: İlk aklıma gelen şey özgüven. Hayatın kendisi, bir parçası gibi. Kendinden bir şeyler kattığın bir iş. Sinemadan en büyük farkı bir yaratma durumunun söz konusu olması. Kişilerin anlayışlarına göre tanımlar değişebilir. Hayatın içindendir tiyatro, gerçekçidir aşırı derecede hayalî değil her an olabilecek şeyler içerir. Mesaj içerikli, sosyallik taşıyan, ideali gösteren bir yapıdır. Çok fazla tiyatro aşığı değilim, üniversitede girmeyi istedim ama özgüven eksikliğini kendi içimde hissettiğim için geri adım

attım. Tiyatrocu olmak isteyen ve bu yolda ilerleyen kişileri takdir ediyorum. Hayattan fedakârlığın şart olduğu bir alan. Abdullah METE(32) -Öğretmen, Diyarbakır: Hayatın sahneye sığınıp sonra da mimikler sayesinde dile getiriliş biçimidir. İnsanların duygu ve düşüncelerinin bir perdeye yansımasıdır. Şükriye BALCI(37) -Esnaf, Tokat: Tiyatro gerçek hayattan kesitlerdir. Tiyatro deyince aklıma ilk gelen, tiyatro oyuncuları oluyor. Leyla SARI(24) -Öğrenci(Üniversite), Ergani/Diyarbakır: Tiyatro beni çok heyecanlandırıyor. Olayların içinde hissediyorum kendimi sinemaya on basar. Her şey birebir daha samimi ve sıcak. Ramazan ORDU(26) -İşçi, Diyarbakır: Tiyatronun farklı dalları vardır. Tiyatro bir sergidir. Hani ne bileyim, bir şeyleri, bir sahneyi ortaya koyarlar mesela yaşanan bir sahneyi. Komik sahne olsun, dramlı sahne olsun… 3-5 adam sahneye çıkar, komik bir şeyler olur, dram olur, aksiyon olur, macera olur. Furkan BALCI(17) -Öğrenci(Lise), Tokat: Saçmalıktır tiyatro, insanların sahnede para karşılığı rol yaptığı. Esra YİNİTBAŞ(32) -Makyaj Sanatçısı, Şişli/İstanbul: İnsan sanatı. Sanat ama içinde hareketin, renklerin olduğu bir sanat. Tiyatro, tiyatro yapan ile izleyenin duygu, yaşam ve psikolojisinin birleştiği yerdir. Tiyatro sahneyi, sahne üstündeki insanların içsel coşkusunu ifade eder. Firdevs UZUNOĞLU(60) -Ev Hanımı, Tokat: Vallahi ben bilmem ki, tiyatro deyince aklıma hiçbir şey gelmiyor. Nazif KOLUMAN(12) -Öğrenci(İlköğretim)/İşportacı, Fikirtepe/İstanbul: Film gibi bir şey. Komik şeyler yapılır, şarkı söylenir. 23 Nisan’ da falan çocuklar bir şeyler kutlarken yapılıyor. Tiyatro bir gösteridir. Beril BALCI(10) -Öğrenci(İlköğretim), Tokat: Tiyatro insanlar demektir. Tiyatro deyince hayalimde kuklalar canlanıyor.


Kültür - Sanat

Güney’in Pastoral Manzarası:

Kavrulan Bedenler Ayça Boyacıoğlu İstanbul Teknik Üniversitesi Sanatçıların toplumsal olaylara duyarlılıkları icralarını etkiler mi, etkilerse ne şekilde etkiler tartışılır. Ama sanatçıların duyarlılıklarının, insan olmalarını olumlu yönde etkileyeceği aşikâr. Biz bu savı sahiplensek de, icralarını “farkında olmadan” çok iyi yapan sanatçılar da vardır. Diğer yandan yalnız “farkındalıklara” yönelen icracılar sanatçı yönlerini de boşlayabilirler. “Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson / inci dişli zenci kardeşim / kartal kanatlı kanaryam”, (Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi). ...demiş Nazım , ırkçılığa karşı mücadele veren Paul Robeson’a. İnsanlık tarihinde toplumları en çok etkilemiş sanat dallarının başında gelen müzik üzerinden “protest müzik”le durumu örneklendirelim... Caz türündeki ilk örneklerinden, ırkçılığa karşı bir söylemi olan 1929 yılında sözlerini Andy Razaf ’ın yazdığı ve Louis Armstrong tarafından ölümsüzleştirilen ‘Black and Blue’ ve Ethel Waters’ın meş-

Şarkı ilk olarak ünlü caz vokal Billie Holiday tarafından Café Society adlı bir caz kulübünde seslendirildi. Kulübü sol sempatizanı olduğu söylenen eski ayakkabı satıcısı Barney Josephson işletiyordu. Kulüp o zamanlar Amerika’da beyazlar ve siyahların beraberce eğlendikleri, entelektüellerin, işçilerin, sanatçıların, öğrencilerin, solcuların yegâne yeri olmuştu.

hur ettiği Irving Berlin bestesi ‘Supper Time’ da protest söylemiyle dikkati çeken parçalardı. Daha sonra hakkında kitaplar yazılan, filmler çekilen, Amerika’yı sosyal, kültürel ve politik açıdan derinden etkileyen bir şarkı yazıldı; ‘Strange Fruit’. Müzik eleştirmenlerine göre basit bir şarkıydı, hatta tür olarak bile -ne folk geleneğine uygun yapıda, ne de caz türüne uygun bir yapıda olmadığından- net bir yerde durmuyordu.Fakat hemfikir olunan nokta etkileyici bir şiirsellikte olması ve Bilie Holiday ile bütünlük kazanmasıydı. Ajitatif ya da didaktik olma kaygısı gütmeden... Politik eylemselliğin müziğe yansımadığı zamanlarda, bu şarkı linç olaylarını tüm acımasızlığıyla gösterdi. Şarkı ilk olarak ünlü caz vokal Billie Holiday tarafından Café Society adlı bir caz kulübünde seslendirildi. Kulübü sol sempatizanı olduğu söylenen eski ayakkabı satıcısı Barney Josephson işletiyordu. Kulüp o zamanlar Amerika’da beyazlar ve siyahların beraberce eğlendikleri, entelektüellerin, işçilerin, sanatçıların, öğrencilerin, solcuların yegâne yeri olmuştu. Kulübün sahibi Josephson “Şarkı bitince Billie derhal sahneyi terk edecek ve alkışlar ne kadar güçlü olursa olsun, selam vermek için bile geri dönmeyecektir. Strange Fruit’un insanların içine işlemesini istiyorum.”* diye direktif vermiştir.

Josepshon Yanılmadı David Margolick’in kitabi “Garip Meyve: Billie Holiday Cafe Society ve Sivil Haklar İçin Erken Yakarış”ta sayısız önemli insandan yapılan alıntılarda şarkının büyüyen etkisi ve yarattığı öfkenin 50 ve 60’lardaki kitlesel sivil hareketlenmelerde karşılık bulduğunu belirtmektedir. Strange Fruit ülkedeki dengeleri o denli bozdu ki, yasaklarla, protestolarla karşılaştı. 1930’ların ortalarında yazılan bu şarkı ancak 1939 yılında türlü zahmetler sonucu Billie Holiday’ın çabalarıyla küçük bir plak şirketi olan Commodore Records tarafından kaydedildi. Plak şirketi sahibi, Milton Gabler aynı zamanda 2002 yılında

Joel Katz tarafından çekilen Strange Fruit belgeselinde de röportaj verenlerden. Linci yasak edecek bir yasa çıkarmaya çalışan sivil toplum örgütleri, şarkının sözlerinin kopyasının Amerikan Kongresi’ne yollanması için mücadele verdiler. Bir kaç sene sonra, 1944’te ise ‘Strange Fruit’, Lillian Smith’in ırk ayrımcılığı hakkında yazdığı ünlü kitabının ismi olmuştu. Billie’den sonra ve tabii şarkının yasaklı döneminden biraz olsun zaman geçtikten sonra müzik dünyasının ünlü vokalistleri bu parçayı seslendirdi. Bunlar; Abbey Lincoln, Cassandra Wilson, Carmen McRae, Nina Simone, Dee Dee Bridgewater, Shirley Verrett ve çağdaş vokalistlerden Tori Amos, Sting gibi isimlerdi. İngiliz müzik dergisi ‘Q Magazine’ geçtiğimiz yıllarda ‘Strange Fruit’u ‘Dünyayı Değiştiren 10 Şarkı’dan biri olarak seçtiğini duyurdu. ‘Time’ dergisi tarafında da “Yüzyılın En İyi Şarkısı” seçildi.

Şarkının Komünist Yazarı, Meeropol Şarkının yazarı, Abel Meeropol 1903 yılında New York doğumlu henüz genç bir yazardı. Meeropol, Amerika’nın güneyinde gerçekleşen korkunç bir linç fotoğrafını gördükten sonra ve Holiday’le tanışmadan çok önce bu şarkıyı yazmıştır. (scent of magnolias, sweet and fresh, then the sudden smell of burning flesh... / manolya kokularına, tatlı ve taze... aniden karışır bir kavrulan bedenin kokusu...) New York’un Bronx mahallesinde bir lisede İngilizce öğretmenliği yapan Abel Meeropol aynı zamanda o yıllarda Amerika Komünist Partisi üyesidir. Daha sonra aleyhlerinde bir delil olmamasına rağmen Sovyetler Birliği’ne casusluk yaptıkları gerekçesiyle için idam edilen Rosenberg çiftinin çocukları Julius ve Ethel Rosenberg’i evlatlık edinmesiyle birlikte Meeropol dikkatleri üzerine çekmiştir. Antikomünist politikacılar genellikle güneyli ırkçılarla dayanışma

içerisindeydiler çünkü ırkçılıkla mücadele sol kanatla özdeşleşmişti. 1941’de, New York eyalet yönetimi devlet okullarındaki komünist örgütlenmeyi araştırmak adına Rapp-Coudert komitesini görevlendirir. Bu kapsamda Meeropol’e Komünist Parti tarafından “garip meyve” şarkısını yazması için görev mi verildiği, ya da para alıp almadığı gibi sorular sorarlar. Bu politik atmosferde, radyodaki üstü kapalı şarkının sansürlenmesine rağmen pop listelerinde şarki 16. sıraya yerleşir. Meeropol “Strange Fruit”un yanı sıra 1945’de Frank Sinatra ile kaydedilen ve filme alınan “Yaşadığım Ev”( ‘The House I Live In’) ve Peggy Lee’nin söylediği “Apples, Peaches and Cherries” şarkılarıda protest kimlikle bilinir. Meeropol’a ırkçılığın gerçekliğini insanın yüzüne tokat gibi vuran şarkılarını yazdıran tarih hala sıcaktır. Oğluna göre ise, “son ırkçı ölene kadar ‘garip meyve’ güncel kalacaktır”.

Yükselen Irkçılık 1877’de federe birliklerin çekilmesiyle boş kalan alanı “Jim Crow” yasaları kapladı. 1896’da Yüce Divan’ın tanıdığı bu yasalar ayrımcılığı daha keskinleştirdi ve siyahları kazanmış oldukları bazı yurttaşlık haklarından mahrum bıraktı. Kuruluşu 1866 olan “Ku Klux Klan” gibi bazı örgütler şiddet eylemlerini yoğunlaştırdı ve birçok aile göç etmek zorunda kaldı.

GARİP MEYVE (Strange Fruit)

Güney’in ağaçlarında yetişi r garip bir meyve, Yapraklarında kan, kökle rinde kan, Kara bedeni güneyin me ltemiyle sallanır, Kavak ağaçlarından sarka r bir garip meyve. Gösterişli Güney’in pasto ral manzarası, Gözler şişmiş, çarpılmış ağ zı, Manolyaların parfümüne , tatlı ve taze, Aniden karışır kavrulan bir bedenin kokusu. Kargaların koparması için dir bu meyve, Yağmurun ıslatması, rüzga rın emmesi, Güneşin çürütmesi, ağaçl arın düşürmesi için, Garip olduğu kadar acıdır bu meyve.


21

Kültür - Sanat Göç eden aileler, gittikleri bölgelerde alışık olamadıkları bir yaşam biçimiyle karşılaştılar ve işsizlik, sağlıksız yaşam koşulları, suç dünyası ile birlikte yeniden ırkçılıkla karşılarına çıktı. Beyazlar siyahlarla bir arada yaşamayı kabul edemediler ve sendikacılıktan dışlanan bu yeni iş gücünün rekabetine dayanamadılar. Köylerdeki linç olaylarından sonra göçle birlikte 20.yüzyılın başlarında patlayan büyük kent ayaklanmaları ortaya çıktı. Tuskegee Institute’un arşiv kayıtlarına göre 1882- 1968 yılları arasında 3446 siyah insan linç edilmiştir. Kayda geçmeyen daha çok insanın olduğu bilinmektedir. Linç edilen insanların %90’ı Amerika’nın güneyindeki küçük ve fakir mahallerde yaşayan insanlardı. Belgelere göre linç edilen siyahlar ibret maksadıyla ağaçlara asılıp, yakılıp, cinsel organlarının tahrip edilirdi. Beyazlar açısından karnaval havasında geçen bu ayinleri taçlandırmak adına hatıra fotoğrafları için kameralara poz verilirdi. Uzun yıllar sansüre maruz kalan bu olayın çoğu belgesini, siyah ve kadın gazeteci İda B. Wells, 1890’lara ırk ayrımcılığına ve lince karşı ilk büyük kampanyalardan birini başlatarak, pek çok linç olayının belgelenmesini sağlamış. Bugün, o dönemde yaşanan kitlesel acımasızlığa karşı pek çok önemli bilgiyi İda B. Wells’in çalışmaları, hayatını riske atarak yaptığı çalışmalar sayesinde edinebiliyoruz. Ve... Dixie’de ta güneyde bir yol Kalbim yaralı paramparça Asmışlar karabiberimi Dörtyol ağzında bir ağaca...* der, Langston Hughes.

'Allahın Belası Pastoral Manzara' 1958 baharı gelmiştir, ‘Strange Fruit’ piyasaya çıkalı 19 yıl olmuştur. Amerikalı ünlü siyahî yazar Maya Angelou ‘In the Heart of a Woman’ isimli kitabından alıntıyla öğreniyoruz ki, Billie’nin Los Angeles’a yaptığı ziyaretlerinden

birinde, uyumadan önce, oğlu Guy’ın yatağına ilişip, ona ‘Strange Fruit’u söyler. Şarkı bittiğinde Guy’ın bir sorusu olacaktır ünlü şarkıcıya: “‘Pastoral manzara ne demek, Bayan Holiday?’ Billie’nin yüzünü zalim bir ifade kaplar. Sesinde bir küçümseme sezilir adeta: “Pastoral mi ne demek? Zırdelilerin zencileri öldürmesi demek. Senin gibi küçük bir zenciyi alıp, vidalarını söküp lanet gırtlağından içeri tıkmaları demek... Allahın belası pastoral manzara bu demektir işte...” (Billie Holiday, bu olayın üzerinden sadece bir yıl sonra, uyuşturucu bulundurmaktan tutuklandığı 17 Temmuz günü, kalp ve akciğer yetmezliği sebebiyle kaldırıldığı hastanede son nefesini verecektir.) Billie Holiday’in kararlı boyun eğmez bir tavırla seslendirdiği bu şarkı tüm yaşanmışlıkları gerektiği kadar bize aktarıyor. Dinleyenler ya da sözleri okuyanlar bu olaylara dair hiç bir fikre sahip olmasalar bile artık eskisi gibi hissedemiyorlar. Gerek Billie’nin yorumu, gerekse şarkı size bir hesaplaşma ve sorgulama bırakmadan gitmiyor. * Çeviren: Melih Cevdet Anday.

Kaynakça: Hobsbawm, Eric. 2009. Sıra Dışı İnsanlar; Direniş, İsyan ve Caz. Işıtan Gündüz, Çev. İstanbul: Yordam Kitap. Bergerot, Franck. 2004. Tarih Boyunca Caz. İsmail Yerguz, Çev. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Bibaşgil,Seda. Garip Meyv e. Andante Klasik Müzik Dergi si (Şubat 2004). Daniels, Peter. “Strange Fruit”: the story of a song. (08.02.20 02). www.wsws.org/en/articles/ http:// 2002/02/ frut-f08.html Katz,Joel(yön.). Strange Fruit (Belgesel film). ABD 2002.

Bu şiir Faruk Sehiç’in Vesna Stamenkovic tarafından İngilizceye Street Epistles adıyla çevrilen kitaptan alınmıştır.

İngilizce’den çeviren: Akın Art

Süperman emekli oldu aksıyor sol bacağı, yürürken tutuyor kollarını havada mesleki deformasyon uçtuğu tüm o günlerden kalma kötülük yok edilemez sonunda anladı ne zaman böyle kel kaldı hatırlamıyor adım attı ekrandan gerçek dünyaya dokunuş gerçekti acı katlanılmaz kanlı canlı bir adam olarak yürüdü sokakları herkes gibi süper güçleri olmadan

artık umursamıyor aşkı için ölümlü olmayı karısı öldü iki çocuk vermişti ona, iki süperjunior sık sık görüyor onları kuyruklu yıldızlar gibi delerken göğü korkusuzca uçarlarken tehlikenin üzerine ilerleyen yaşlarında Marx ve Lenin okudu fark etti liberal demokrasinin tam bir saçmalık olduğunu anladı Marx’ın öngördüğünü küreselleşmeyi ama yalnızdı inancında tıpkı süper kahraman olduğu günler gibi Süperman emekli oldu hizmetçisi yıkıyor çamaşırlarını tek göz odalı evinde mütevazi bir hayat pazarlari parkta, tahta bir bankta kuşları besliyor gazete okuyarak

Faruk Sehic 1970 yılında Bihac’ta doğdu. Bosanska Krupa’da büyüdü. 1992- 95 yılları arasında Bosna ordusunda görev aldı. Şiir, deneme ve edebiyat eleştirisi alanlarında ürünler verdi. Öykü ve yazılarını Bosna Hersek’te yayınlanan Start adlı dergide yayımlıyor. Metinleri şimdiye kadar İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca, Makedonca, Macarca, Slovence ve Polonyaca dillerine çevrildi. Yayınlanan toplam 12 kitabı ve derlemesi var. Saraybosna’da yaşıyor.


Kültür - Sanat

Lovecraft’ın korku edebiyatı üzerine Arda Özel İstanbul Bilgi Üniversitesi Fantastik ve Bilim Kurgu Kulübü ‘Sanırım dünya üzerindeki en merhametli şey, insan zihninin, içerdiği şeylerle bağlantı kurmadaki yetersizliğidir.’ Bu cümlenin yazarı Howard Phillips Lovecraft 1890-1937 seneleri arasında yaşamış Amerikalı bir korku edebiyatı yazarı. Kendisini yazı konusu yapmak istememizin birkaç sebebi var. Ön- celikle Lovecraft’ın

“İnsanoğlunun en eski ve güçlü duygusu korkudur, en eski ve güçlü korku ise bilinmeyenin korkusudur.” 1926’da Cthulhu’nun Çağrısı hikâyesiyle birlikte temelini attığı Lovecraft/Cthulhu Mitosu’nun korku türünde yeni bir çığır açması ve kendinden sonra gelecek çoğu sanatçıya ilham vermesi. Başka bir sebebiyse yazarın hikâyelerinde sıkça kullandığı ‘bilinmeyenin korkusu’ üzerinde durma isteğimiz. Başlangıç olarak Lovecraft’ın yarattığı bu evrenin üzerinde durmakta fayda var. Cthulhu’nun Çağrısı hikâyesine göre Dünya’da eskiden yaşamış olan Yüce Eskiler adında tanrılar vardı. Bunlar

şu an ölüydü fakat ölmeden önce, şu an denizin altındaki R’yleh şehrindeki uyuyan Cthulhu, ilk insanlara rüyalar aracılığıyla sırlarını söylemişti. İnsanlar yeni bir tarikat oluşturmuştu. Bu mezhep kuşaktan kuşağa sürecek ve ‘bir gün yıldızlar hazır olduğunda, o çağrıda bulunacak ve gizli mezhep de her zaman onu özgürlüğüne ulaştırmak için bekliyor olacaktı.’ Fakat yazarı korku edebiyatı tarihine yerleştiren şeyin sadece yarattığı mitler olduğunu söylemek kendisine haksızlık etmek olur. Yazar müthiş hayal gücüyle bir evren oturtmakla kalmıyor, aynı zamanda hızlı cümleler kurmadan, basite kaçmadan, uzun tasvirleriyle ve detaylarıyla okuyucuyu anlattığı hikâyenin içine çekebiliyor. Hikâyelerinde okuyucuyu korkutmak için bilindik figürlerin (hayalet, zombi vs.) görüntülerini kullanmaktan ziyade karakterlerin karşılaştıkları yaratıklara dair en ufak fikirlerinin olmaması ve bu gerçekle karşılaştıklarında yaşadıkları telaş ve korku üzerinden sağlıyor. Bu noktada ‘Edebiyatta Doğaüstü Korku’ başlıklı denemesinin bugün klasikleşmiş olan ilk cümlesi de yazarın güçlü olduğu yönü vurgulamada bize yardımcı oluyor. ‘İnsanoğlunun en eski ve güçlü duygusu korkudur, en eski ve güçlü korku ise bilinmeyenin korkusudur.’ Yazarın edebiyata etkisi öncelikle günümüzdeki fantastik ve korku edebiyatı yazarlarında görülebiliyor. V for Vendetta ve Watchmen ile tanıdığımız Alan Moore ve Sandman, Amerikan Tanrıları gibi eserlerin yazarı Neil Gaiman gibi yazarlar başlıca esin kaynaklarında Lovecraft’ın bulunduğunu söylüyorlar. Lovecraft’ın ‘Charles Dexter Ward Vakası’ hikâyesi ise Stephen King romanlarının öncülü sayılabilecek nitelikte. Müzikteyse İngiltere ve Amerika’da ise öncelikle ‘68 müziğine damga vuran yapısına rastlıyoruz. Black Sabbath’ın ‘Behind the Wall of Sleep’ şarkısı veya yazarın ismini taşıyan rock grubu bunlara sadece birer örnek. Daha yakın zamandaki örneklerse Metallica’nın ‘The Thing That Should Not Be’, ‘The Call of Ktulu’ şarkıları ve son zamanlarda her ülkeden türeyen Lovecraft’ın öykülerinin başlıklarını kendilerine isim seçen death metal grupları.

Buradan sonra bilinmeyenin korkusunun üzerinde durmak gerekiyor. Bunu anlatmak için sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyerek buradan açacağım. Lovecraft ırkçı bir şarkiyatçı ve bilinmeyenin korkusunu yerleştirirken de buradan güç alıyor.

Şark Dehşeti Burada şarkiyatçılık meselesini biraz daha açmak gerekiyor. Şarkiyatçılık, ya da sıkça kullanılan tabiriyle oryantalizm için, kaba tabirle batının gözünden doğuyu genellemek ve onu bunun üzerinden incelemek, doğuyu yabancılaştırarak, onun temsil ettiği değerleri başka noktalara sürüklemek, ona dair değişmeyen yargılar ortaya çıkarmak diyebiliriz. Şimdiyse yavaş yavaş Lovecraft’ın neden şarkiyatçı olduğu meselesine gelelim. Burada temel dayanak noktalarımızdan biri Innsmouth Üzerindeki Gölge hikâyesi olacak. Hikâye Arkham’a aile geçmişini araştırmak için giderken, çevre kasabalar tarafından sevilmeyen Innsmouth kasabasına uğramak zorunda kalan bir öğrenci üzerinden anlatılıyor. Robert Olmstead kasabaya gitmeden önce kasaba hakkında bir araştırma yapıyor ve anlatılanların genel olarak batıl inançlı önyargılar olduğunu düşünüyor. Innsmouth’a vardığındaysa, sonradan ‘Innsmouth görünüşlü’ adını vereceği, insanların tamamına yayılmış fiziksel özellikleri fark ediyor. Şehirdeki herkesin yassı burnu, buğulu gözleri gri-mavi renkli bir cilt teni var ve ayaklarını sürüyerek yürüyorlar. Kasabayı araştırırken Zadok Allen isimli birinden kasabanın geçmişini öğreniyor. Kasabanın ileri gelenlerinden Obed Marsh deniz canlılarına kurban veren ve onlardan karşılığında altın ve yiyecek alan bir kabileyle tanışıyor ve onların Dagon tarikatını Innsmouth’a getiriyor. İnsanlarla çiftleşebilen bu canlılar bir yerden sonra soylarını devam ettirmek için izin istiyor ve karşılığında daha çok şey vereceklerini söylüyorlar. Obed Marsh kabul ediyor ve kasabanın lanetini tamamlıyor. Zadok bunları anlatırken dinlenildiklerinin paranoyasına kapılıp dinleyicisini yolluyor. Akşam konaklayacağı otelde baskına uğrayan Robert buradan kaçmayı başarıyor fakat sonraki yıllarda ailesiyle ilgili araştırma yaparken Obed Marsh’ın bu canlılardan olan kızının


Kültür - Sanat kendi büyükannesi olduğunu öğreniyor ve onların şehrini bulmaya çalışmak üzere yemin ediyor. Şarkiyatçılık bunun neresinde? Öncelikle Dagon tarikatının batı hâkimiyeti olmayan, yerel bir kabileden gelmesi dikkat çekici. Lovecraft’ın hikâyelerinde bu mitlere tapınmayı seçen ilk kabile de değiller. Cthulhu’nun Çağrısı’nda da bu tanrılarla iletişim kurmaya çalışanların ‘aşağı ırklardan ve melez’ olmasıysa bu tezi destekler nitelikte. Benzer bir biçimde hikâyede Fenikelilerin aşk tanrısı Ashtoreth ile Yahudilikteki Altın Buzağı ve kendi yarattığı dindeki Dagon’u da aynı yere koyuyor. Din kısmını bırakıp ırk kısmında biraz daha durmam gerekirse de, ana karakterimiz Robert’ın daha Innsmouth’a giden otobüste şoförü hakkında yaptığı yorumun yeterli olacağı kanaatindeyim: ‘Hangi yabancı kanı taşıdığını tahmin bile edemiyordum. Garip özellikleri Asyalı, Polinezyalı, Levanten ya da zencilere has özelliklere benzemiyordu…’. Hikâyelerin dışında yazarın denemelerinde de aynı görüş hâkim. Birinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı ‘Yüzyılın Suçu’ başlıklı makalesinde Lovecraft İngilizlerin ve Almanların Dünya’nın medeniyet taşıyıcılarını olduklarını bundan dolayı birbirleriyle değil medeniyete düşman ırklarla savaşmalarını söylüyor ve şu cümleleri kuruyor: ‘ İngilizler ve Almanlar kan kardeşidirler (…) Farklı düşman ırkların olduğu Dünya’mızda bu güçlü ırkların diğer Töton kardeşleriyle beraber diğerlerinin saldırılarına karşı uygarlığı koruyacakları bir görev uğrunda birleşmeleri gerekmektedir. Tötonlara düşen çok iş vardır. Yükselen Slav ve Moğol güçlerinin başını ezip muazzam Avrupa kültürünü koruması gerekmektedir.’ Hikâye boyunca Hıristiyan olmamasına rağmen batılı ahlakın simgesi olan ikinci kaptan Matt, Obed Marsh’ı bu yeni dinden uzun bir süre caydırmaya çalışıyor. Benzer bir şekilde ana karakter Robert’ı da civar kasabalardaki insanlar uyarıyor. Burada Euripides’in Bakkhalar’ına kadar geri uzanabilen bir motif de var. Metni yorumlamada Said’e başvuralım. ‘… (Pentherus’u kastediyor) bir Bakkha rahibi olduğunda, Dionysos’a yenilmesinden öte, başlangıçta Dionysos’un tehdidini hafife aldığı için öldürülür. Euripides’in vermek istediği ders, Kadmos ile

Şarkiyatçılık bunun neresinde? Öncelikle Dagon tarikatının batı hâkimiyeti olmayan, yerel bir kabileden gelmesi dikkat çekici. Lovecraft’ın hikâyelerinde bu mitlere tapınmayı seçen ilk kabile de değiller. Cthulhu’nun Çağrısı’nda da bu tanrılarla iletişim kurmaya çalışanların ‘aşağı ırklardan ve melez’ olmasıysa bu tezi destekler nitelikte. Tieresias adlı iki yaşlı bilge tarafından aktarılır oyunda; bu bilgeler insanları yönetenin yalnızca “egemenlik” olmadığını, yazgıyı belirleyen yargı diye bir şeyin de var olduğunu, bunun ise yabancı güçlerin kaderini doğru tartmak ve onlarla ustalıkla uzlaşmak anlamına geldiğini söyler. Bundan böyle Şark gizemleri ciddiye alınacaktır; bunun öncelikli gerekçesi bu gizemlerin akılcı batı zihnini süregiden hırs ve gücünü yeni uygulamalarla ortaya koymada kışkırtmasıdır.’ Burada Hıristiyanlık şarkiyatçılığın temellerinden biri değil mi diyenler çıkabilir. Özellikle İslam devletlerinin yükselişiyle evet diyebiliriz. Fakat Napolyon dönemi ve sonrasında ortaya çıkan modern şarkiyatçılığın ertesinde gereğinin pek olduğunu söyleyemeyiz. Bu dönemle birlikte ön plana çıkan amaç doğuya modernizmi taşıma amacıdır. ‘Şark’ı moderniteye taşımış olan Şarkiyatçı, dünyevi bir yaratıcı olarak yöntemini ve konumunu kutsayabilirdi artık: Tanrı eski dünyayı yarattıysa, o da yeni dünyalar meydana getirmişti.’ diyor Said. Yazarımızın denemelerinde de benzer bir hava yakalayabiliyoruz yer yer: ‘Hıristiyanlığın Avrupa’yı medenileştirdiği iddia edilir. Fakat gerçek tam tersidir. Avrupa, Hıristiyanlığı medenileştirmiştir.’

Peki, şarkiyatçılık gibi kavramları çıkarmaya neden lüzum var? Neden Lovecraft’a klasik anlamıyla bir faşist demiyoruz? Faşist eğilimler taşıdığı aşikâr olmasına rağmen kendisinin tam anlamıyla bir faşist olduğunu düşünmüyorum. Büyük Buhran’ın yarattığı etkiye karşılık Franklin Roosevelt’in getirdiği nispeten sol çözüm olan, piyasanın belirli alanlarda denetimini kısıtlayan New Deal’a karşı çıkanlara yazdığı yazıya başvurmakta yarar var: “ ‘Denetim altına alınıyoruz’, ‘kolektif kölelik’, ‘Anglo-Sakson özgürlüğüne darbe’, ‘bireyin kendi kaderini çizme özgürlüğü’ çığlıklarını atanlaraysa en iyi cevabı, insanların kişisel entelektüel ve sanatçı hayatlarının, ekonomik özgürlüklerinin ve geleneksel alışkanlıklarıyla kültürleri üzerinde istedikleri gibi baskı uygulayan Hitler, Stalin ve Mustafa Kemal ve başka uç diktatörleri göstererek vermek lazım.’. Kısacası Amerika’daki politikaları sahiplenirken Nazizm’i de karşısına alıyor.

Sona Gelirken Toparlamamız gerekirse H.P. Lovecraft öykülerinin temelini (özellikle Cthulhu mitosunu içeren öykülerinde) doğuyu aşağılayarak ve yabancılaştırarak oturtan bir yazar. Bunu yapmasındaki tek sebebin ırkçı düşünceleri olduğunu söylemekse yazarın edebi aklını aşağılamak olur. Lovecraft hikâyelerinde, siyasi düşüncelerinin yanı sıra, yazının başlarında

belirttiğimiz bilinmeyene duyulan korkuyu aşılamaya çalışıyor. Bunu yaparken de doğuyu egzotikleştiriyor. Şarkiyatçılığın kültür alanına etkisini anlamak için kesinlikle okunması gereken yazarlardan biri olduğu söylenebilir Lovecraft’ın. Fakat bununla beraber korku hikâyeleri okumayan kişilerin korku hikâyelerinin gücünü görmeleri, okuyanlarınsa türün kökenlerine dair daha iyi fikirleri olması için okunmalı.

Kaynakça: • Lovecraft H.P, Toplu Ese rle Dost Kitabevi Yayınları, 20 ri 3, 04 • Lovecraft H.P, Collected Essays Volume 2: Literary Critici sm, Hippocampus Press, 2004 • Lovecraft H.P, Collected Essays Volume 5: Philosophy; Autobiography & Miscellany, Hippocampus Pres 2004 • Said Edward, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, 2012


Yuvarlak Masa

Breaking Bad Not: Dizinin tamamını izlemeyenlerin okumamaları tavsiye edilir. Spoiler içerir.

Akın Art (İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyalist Düşünce Kulübü): Bu bizim 4. Yuvarlak Masamız. Bu Yuvarlak Masa’nın da konusu gençlik içinde de çok seyredilen Breaking Bad dizisi. Şimdi bu diziyi hep beraber çözümlemeye çalışacağız. Bu çözümlemeye herhalde şöyle başlamak doğru olur. Her zaman yaptığımız gibi genel olarak bu diziyi neden sevdik neden sevmedik, diğer dizilerden neden ayrı tuttuk da yuvarlak masaya konu ettik bunu tartışalım. Asena Doğan (Marmara Üniversitesi Toplumcu Hukukçular Kulübü): Ben açıkçası karakterleri çok beğendim. Baş karakterin çatışmalarını, başladığı yerle bittiğin yerin çok farklı olmasını ve bunun normal bir insan değişimini olağanüstüleştirilmeden anlatılmasını, dizinin bize değişimi benimsetmesini beğendim. Bir de ben dizilerde bir karaktere bağlı olamamayı çok seviyorum. Karakterin her an gidebileceğini bilmeyi. Bir de Breaking Bad’de karakterin 2-3 sezon geride yaşadığı şeyle bir anda bağlantı kurabilmeyi sevdim. Ali Erkan Tenbel (İstanbul Üniversitesi Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Kulübü) : Bu dizide beni ilk çeken, diğer Amerikan dizilerine göre, Amerika’nın sosyal projesindeki bir aksaklık ile başlaması oldu. Walter bir kimya öğretmeni

ve kansere yakalanıyor, onun tedavi masrafları karşılanmadığı için ise dizi başlıyor. Dizi bu anlamıyla ben baştan farklıyım ve gerçeğim diyor bize. Ali Can Sünnetçioğlu (Marmara Üniversitesi Toplumcu Hukukçular Kulübü): Dizide benim en çok dikkatimi çekendizinin çekimleriydi. Daha önce izlediğim hiçbir diziye benzemiyordu. Sanat yönetmeninden tutun çekim kalitesine hakikaten emek harcanmış olduğu belli oluyordu. Kurgusunun yanı sıra dizinin genel olarak yaşattığı gerilimi beğendiğimi de belirtmek istiyorum. Kendimi kolaylıkla bir Hitchcock filmi seyrederkenki psikolojide bulabiliyorum. Çok az müzik kullanması,böylece önemli sahneleri karakterlerin oyunculuğuna dayanarak yansıtması dizilerde çok rastlamadığımız bir durum. Arda Özel (Bilgi Üniversitesi Fantastik ve Bilim Kurgu Kulübü): Ben de şunu ekleyeceğim: Dizideki komedi ögelerinin normal insanların yapabileceği şeyler üzerine kurulması. Jesse’nin White ailesinin masasındaki yemekte yaptığı donmuş yemek sohbeti, ya da Walter’ın Ted’in ofisine zarar vermek isterken attığı saksının duvardan sekip düşmesi. Asena: Dizide iyi-kötü ayrımı yok. Yani izlerken hem narkotik ajanı

Hank’i hem de Walter’ı sevebiliyoruz. Sevmesek de yan yana koyuyoruz. Bir siyah-beyaz yok. Klasik bir uyuşturucu çetesi hikayesi değil. Arda: Ben katılmıyorum. Belli noktalarıyla onu sağlıyor dizi. Siz ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama ben Gus Fring’in kazanmasını istemedim. Aynı şekilde Aryanlarla düşünsellik kuran da olduğunu düşünmüyorum. Akın: Skyler’la Marie’yi ya da Lydia’yı seven de yoktur sanırım. Asena: Sevmesek de endişelerini anlayabiliyoruz. Skyler’ın çocuklarını koruma çabasını, ona bu kadar yabancı olan ortama alışamamasını, ama çocukları işin içine girdiği için kara para aklamasını, ya da havuzdaki intihar çabasını anlayabiliyorsun. Skyler kendi tipolojisinin verebileceği tepkiler veriyor. Akın: Üç kadını saymamın özel bir sebebi vardı. Üçünün de tedirginliklerinin aile sebebiyle kaynaklı olduğunu görüyoruz.. Çok erkeklerin dünyası, zaten mafya dünyası. Bu yüzden kadınlar bu dünyaya ancak tedirginlikleriyle birlikte girebiliyor. Şöyle bir nokta var. Walt dizinin başlarında, davranışları sebebiyle aile içinde, amiyane bir tabirle sünepe bir görüntü çizeren, metamfetamin pişirmeye başladıktan sonra erkeklik rollerini oynamayı becermeye başlıyor. Mesela

ilk pişirmeden sonra yaptığı ilk şey karısıyla sevişmek.Bundan önceki sahnelerde cinsel olarak isteksiz olduğunu görüyoruz. Ondan sonra Hank’le, Walter Jr.’a içki içirme üzerinden bir çatışma yaşaması. O güne kadar babalık rolünü üstlenen Hank’ten rolünü geri alması. Son olarak da çalıştığı okuladaki öğretmenlerden birini öpmeye çalışması. Ekonomik statüsü yükseldikçe kendini daha çok ‘erkek’ hissediyor. Hank zaten tam bir Amerikan erkeği… Erkeklik ve aile ideolojisinin dizide ciddi belirleyiciliği var. Asena: Mesela ilk bölümde Walter Jr. kıyafet deniyor, arkadaki çocuklar Walter Jr. ile dalga geçiyor. İlk pişirmeden sonra yine Walter geliyor ve çocukları dövüyor. Skyler ve Jr. buna çok şaşırıyorlar çünkü daha önce bu davranışı görmemişler. Akın: Yine önemli olduğunu düşündüğüm bir nokta: Ana karakterler Jesse ile Walter aslında kendi alanlarında belirli bir üretkenliğe sahip insanlar. Walter bir zamanlar yakın olduğu iş arkadaşlarından kazık yiyip parasız kalan, alanında çok başarılı bir kimya öğretmeni. Jesse ise kötü öğrenci olmasına rağmen, çizim yapan, ahşap oymacılığına yetenekli bir çocuk. Asena: Jesse daha çok yönlendirilememiş bir çocuk gibi. Bunun


Yuvarlak Masa

etkilerini ailesine karşı tavırlarında da görüyoruz. Jesse’nin ailesinin dizideki yeri bu. Ailesi onunla ilgilenmemiş, yönlendirilememiş. Birazcık cesaret verilse başarılı olabilecek bir adam. Akın: Jesse girdiği tüm işleri başarıyor. Metamfetamin pişirmeyi çok kötü bir kimya bilgisi olmasına rağmen başarabiliyor. Mike ile birlikte dağıtımcılığı ve ‘sokak işlerini’ başarıyor. Çok yetenekli biri olmasına rağmen başka bir yola girmek zorunda kalıyor. Asena: Walter’ın eskiden yanında çalışan kimyacı Gale %90’ları bulamazken, Walter’ın metamfetamin yapmayı öğrettiği Todd yüzde 70’lere ulaşırken, zincire bağlı Jeese’nin 90’ı aştığı da unutulmamalı. Arda: Bence Jesse’nin karşılaştığı çocukları koruma isteği ve Walter’a bakışında da bu var. O ilgilenilmemiş çocuğun aile babası tarafından yön gösterilmesini, bakılmasını istiyor. Dizinin son sahnelerinde özellikle hissediliyor bu. Walter’ın Aryanların salonunda dururken Jesse’yi başta öldürme istemiyle çağırması, fakat sonra onun düştüğü hali görünce onu da kurtarmak istediğini hissediyor. Asena: Walter ile Jesse’nin son sahnede birbirlerini örtülü affetmeleri de var. Jesse Gale’ı vurduktan sonra tekrar anlıyoruz ki Jesse birini

öldürebilecek bir insan değil. Gale’ı vurduktan sonra kendini kaybedip tekrar uyuşturucuya başlaması buna bir örnek. Jesse bunu yapamayacak bir adamken Walter için bunu yapmaya niyetleniyor. Çünkü onların birbirlerini affettiği fark ediliyor. Ama Walter için bunu yapmayışının sebebi Walter’ı affetmemesi veya artık manipülasyondan kaçınmak istemesi değil. Silahı tutarken gözü Walter’ın karnına gidiyor, Walter’ın karnındaki yarayı gördükten sonra zaten öleceğini anlıyor ve sonrasında silahını atıyor. Aslında Walter’a bunu yapabilecek kadar onu affetmiş durumda. ‘Birbirini affetme’nin sarılma veya kendine iyi bak demeyle gösterilmemesi de bence çok güzel. Ali Erkan: Hank’in ölümünden Jessi’yi suçladığı doğru fakat hiçbir zaman Jessi’ye uzun vadeli acı çektirme niyeti olduğunu sanmıyorum Walter’ın. Jessi’yi bu işe sokan Walter belki de bu yüzden, her ne kadar Hesinberg’e dönüşmeye başlasa da, Jessi’ye karşı bir sorumluluk hissediyor. Bu kadar hesaplı bir insanın kolayca kendini ateşe atmasını başka türlü açıklamak mümkün değil. Arda: Heisenberg’i öldürme görevini de Heisenberg’e bırakıyor. Ali Can: Walter hayat amacını gerçekleştirdiğinden dolayı önceleri

Jesse’nin ölmesini isteyecek kadar ondan nefret ederken, silahı verip artık bitsin bu iş diyor. Ben zaten her halükarda öleceğim, sen de benden öcünü al diyor Asena: Walter bence orada Jesse’nin öcünü alma meselesini düşünmüyor. Walter orada Jesse’nin yarasız çıkmamasını istiyor. Jesse’nin de cezasını çekmesini istiyor. Jesse’nin birini öldürdüğünde geldiği noktayı çok iyi biliyor. Hank’in ölümünden onu suçladığı için ona bu cezayı çektirmek istiyor. Onların arasındaki ilişki yıpranmış, değişik bir ilişki. Walter Jesse’ye sinirli çünkü herkes Jesse’yi öldür derken o, meydanda yanına silah almadan Jesse’yi bekliyordu. Walter’ın onunla farklı bir duygusal bağı var. Normalde kolay affetmeyen birisi ama aynı zamanda Jesse’yi göz göre göre öldürebilecek biri de değil. Ali Can: Onların ilişkisine de baktığın zaman baba-oğul ilişkisini oturtuyorsun. Walter evden uzaklaşıp, Jesse’yle daha çok vakit geçirmeye başlıyor. Aralarındaki ilişki de çok uçlarda. Jesse bir cümlede saygılı konuşurken ötekisinde küfretmeye başlıyor. Bir ergen. Bu gerginlik özellikle ‘Sinek’ bölümünde hissediliyor. Walter inanılmaz titiz bir adam, uyuşturucusu artık sanatı olmuş ve onun laboratuarında etrafta sinir bozucu sesler çıkarıp etrafa zarar veren bir sinek

var. Bölümde kamera Jesse’nin yüzüne odaklanırken sineğin Jesse’nin suratına konması çok dikkatimi çekmişti. Walter’ın laboratuarında Jesse de aslında bir sinek. Aralarında bir baba-ergen çocuk ilişkisi var. Asena: İlişkide şöyle bir eksiklik var. Walter Jesse’nin potansiyelini gözünün önünde olmasına karşın fark edemiyor. Bu da Walter’ın kendi ailesindeki babalık rolünün tecrübesizliğine dayanıyor. Walter’ın Jesse’nin potansiyelini fark edememesi Mike’ın Jesse’ye kolay müdahale edebilmesini sağlıyor. Çünkü Mike bu eksikliği fark edip bu kanalla aralarını bozuyor. Akın: Karakterlerin değişimlerini sağlayan olaylar üzerinde de durmak gerekiyor.. Bence onları değişime sürükleyen en önemli şey ölümle karşılaştıklarında verdikleri tepkiler. Walter ilk olarak kanser olduğunu öğreniyor ve bunun üzerine uyuşturucu pişirmeye başlıyor. Ertesinde birini öldürmek zorunda kalıyor ve Walter her ölümden güçlenerek çıkan bir karakter oluyor. Jesse’nin ise tersine her ölümden sonra hayattan uzaklaştığını görüyoruz. Hank için de benzer bir durum söz konusu. Terfi aldığı yerde uğradığı saldırıdan sonra psikolojisi bozuluyor. Ölümle karşı karşıya geldiği bütün karakterleri değiştiriyor.


Ali Erkan: Buraya bir not düşmek istiyorum, belki ilk cümlemle benzer bir yanı olacak. Hank saldırıya uğradıktan sonra, Hank’in tedavi masrafları da devlet tarafından karşılanmıyor. Hank, vurulduğunda narkotik şubenin başındaki kişi. Hatırlarsınız; Hank’in tedavi masrafları Walter tarafından karşılanıyor. Örneğin, eş zamanlı izlediğim başka bir dizi olan Dexter’da, böyle sıkıntılar hiç olmuyordu. Kabaca, Miami’de bir cinayet masası etrafında dönen olaylarda hiçbir polisin (belki kaçırdığım istisnaları vardır) para ihtiyacı olmuyor, fakat gerçek olan bu değil ki. Asena: Neredeyse her karakterin kaybedeceği bir şey var. Walter’da ise tersi bir durum görülebiliyor. Her ne kadar bu işe başlangıçta ailesi için başlamışsa da son bölümdeki itirafını da göz önünde bulundurursak, bir yerden sonra kendisi için yapmaya başlıyor. 80 milyonundan kalan paranın ardına düşmesi mesela. Hep daha fazlasını istiyor çünkü bu iş onun için bir iktidar hırsına dönüşüyor. Benzer bir nokta da Walter dizi boyunca çokça ailesi üzerinden tehdit edilmiyor. Akın: Hızlı bir parantez açacağım. Gus Fring de mesela para için kandıramayıp laboratuar ile kandırıyordu Walter’ı. Walter’ın pek umrunda değildi para. Ertesinde parayla tatmin olmaya başladı. Asena: Ölümler meselesine gelirsek. Walter’ın bir süre sonra ailesi de önemsizleşiyor. Mesela Jesse için Brock kan bağları olmasa da ona yönelik bir tehdit Jesse’yi Aryanların hapishanesinde tutmaya yetebiliyor. Walter ise yalnızlaşıyor, çünkü zaten ölecek kaybedecek çok bir şeyi yok. Walter’ın para hırsıyla çocuklar da resimden silinince artık Walter’ın endişelenebileceği hiçbir şey kalmıyor. Arda: Bence iş para noktasında

Yuvarlak Masa

değil. Jesse ile ettikleri bir sohbette Jesse’nin bir sorusu vardı. ‘Uyuşturucu işinde misin para işinde misin?’ diye. Walter’ın buna cevabı ‘İkisinde de değilim, imparatorluk işindeyim.’ oluyordu. Todd’un amcası Walter’ı paranın yerini öğrenememesiyle tehdit ederken, Walter onu gözünü kırpmadan vuruyordu. Parasının peşine düşmüyor. Asena: Evet, benim kastım da para hırsı değildi. Para itibarının bir karşılığıydı ve bunun peşine düşüyordu. Bu benim itibarımın bir karşılığı, bu parayı benden kimse alamaz. Akın: Genel bir şey söyleyeceğim. Amerikan dizi ve filmlerinde genelde saf kötü karakterler Neo-Naziler oluyor. Gerizekalılar, şeytaniler, etik değerleri yok, siyasi bir mücadele içinde de değiller. Adanmış Neo-Nazi karakterler de yok. Hepsi düz serseri. Arda: Altında bir İkinci Dünya Savaşı kompleksi olabilir. Savaşı biz kazandırdık şeklinde. Ölüm konusuna ekleyeceğim şey Marie karakterinin bile kayıtsızlaşıp Walter’a intihar etmesini söylemesi veya Hank’e yakalamak için yapabileceğin her şeyi yap demesi. Çöpte beyin bulup sakin bir şekilde Hank’i aramasını düşünelim. Gayet histerik bir karakter sakince Hank’i arayıp ‘Beynin çöpte işi ne?’ diye soruyor. Marie böyle bir karakter değil. Ölüm onu da değiştiriyor. Asena: Ben burada biraz da Hank’in ölümü ve Walter üzerindeki etkileri üstüne konuşmak istiyorum. Hank ölümü daha ilginç karşılayacak bir karakter olabilirdi. Ama Heisenberg’i yakaladığı andan sonra hayat amacını tamamlamış gibi davranıyor. Bundan dolayı Marie kadar histerik davranmıyor. Akın: Hank öldükten sonra her şeyi kendi için yaptığını itiraf ediyor. Ailesinden biri ölüyor ve aileden kopuşu bundan sonra gerçekleşiyor.

Ali Can: Walter ise Hank’in ölümünde yere düşüyor. Kalktığı zamansa Heisenberg olarak kalkıyor. Bu andan sonra her şeyi kendi için yaptığını itiraf ediyor. Ailesinden biri ölüyor ve aileden kopuşu gerçekleşiyor. Yaptığı her şeyin kendisinin için olduğu bilincinde kalkıyor. Ali Erkan: Ben buna katılmıyorum. Walter, Hank öldükten sonra yeniden eski Walter’a dönüyor belki de. Çünkü kutsal saydığı ailesinden birisi ölmüştü, intikam alması ise bunun bir sonucu oldu. Hank’in katillerinin kiçbiri hayatta kalamadı. Skyler ile son konuşması ise bir itiraftan ziyade iç dökme, bu işi sevdiğini ve yapabildiği için yaptığını söylüyor. Giderken Skyler’a, Hank’in cesetinin yerini söylemesi ve bunun karşılığında polislerle pazarlık yapmasını önerdiği zaman

bile aslında her şeyi kendisi için yapmadığını anlayabiliriz. Walter’da aile kavramı çok güçlü. Akın: Kurgu meselesine gelelim. Walt her şeyi didik didik kuran bir adam. En ufak hataya yer bırakmayan, her şeyi hesaplayan bir adamken yakalanmasını başlatan süreç tuvalette bıraktığı kitap oluyor. Bence kurgudaki büyük eksiklikler


Yuvarlak Masa

den biri bu. Asena: Ama orası ebeveyn banyosu. Daha mahrem bir alan olduğunu göz önünde bulundurmak lazım. Walter’ın kanserken sabahladığı bir alan. Onu orada bırakması çok insani bir şey. Burada belki yapılabilecek eleştiri notu neden yırtmadı olabilir. Ama Walter o notu yırtamaz. Gary bir kimyager ve Walter kendini Gary’nin ona hayranlığı üzerinden tatmin ediyor. Walter, Hank ona ilk laboratuar

defterini gösterince de sadece paniği değil, panikle beraber bir gururu da yaşıyor. Akın: Sen söyleyince tekrar fark ettim. Yemek yerlerken Hank Heisenberg’ün öldüğünü düşündüğünü söylüyor, Walt ise burada formüllerin kopyalanması olduğunu, formül keşfi olmadığını belirtiyor. Kendi bacağına kurşun sıkıyor aslında böyle yaparak. Asena: Walter’ın zaafı itibarı. Bu noktada ben Walter’ın her şeyi senin de söylediğin gibi didik didik planlayan adamken tuvalette yakalanmasını, bok yoluna gitmesini çok akıllıca buldum. Kimsenin aklına gelmeyecek bir şeydi bir de. Ali Can: Bence Walter da kendi zaafının farkında. Kitabın yokluğunu hemen fark ediyor. Asena: Alt metinde Walter çok güçlü bir adam değil. Walter o gücü kazanmaya çalışan bir adam ve o gücü kazanmaya çalışan her insan gibi en büyük zaafı da kazandığı güç. Bu güçle böbürlenmek, gücü göstermek ve kendine yansıtmak zorunda çünkü bundan besleniyor. Arda: Bence dizinin güçlü olduğu noktalardan biri de sonunun belli olması. Kurgu buna göre gelişiyor ve seyirci o sonun nasıl geleceğine kilitleniyor. Akın: Scarface sahnesi de buna bir örnek. Oğluyla beraber Scarface seyrederlerken ‘Bu filmin sonun

da mutlu son yok.’ gibisinden bir diyalog geçiyor mesela. Tıpkı Scarface’in sonunda bir uyuşturucu baronunun ölümünü izlediğimiz gibi, bu dizinin sonunda da bir uyuşturucu baronunun ölümünü seyredeceğimizi biliyoruz. Ali Can: Dizideki başlangıç metaforları benim dikkatimi çekti. Uçak kazasının olduğu sezonda fazlasıyla belirgindi mesela. Gözler, iki tane üzeri gazete kâğıdıyla kapanmış kişi, oyuncak ayı başlangıçları. Yine görseller seyircinin neredeyse hiç kurgulayamayacağı yerlere bağlanmıştı. Walter’ın ölümünü seyrettiği kızın babasının Walter’ın evinin üzerinde uçak çarpışmasına sebebiyet verme metaforunu da unutmamak gerek. Akın: Biraz da filmin tekniğine geçelim öyleyse… Arda: Dizi genel olarak diğer dizilerden farklı çekimleriyle, oyunculuklarıyla veya müziğin kullanımıyla kendini öne çıkarıyor. Sezon başında gördüğümüz Walter’ın yeni gözlüğü ve siyah ceketi o sıralarda pek bir şey ifade etmiyor mesela. Sezon finalinden önceki bölümdeyse çok farklı şeyleri temsil ettiğini görüyoruz. Evinden uzak olması, evlilik yüzüğünün artık parmağına oturmaması ve oğlunun artık onu görmek istemediğini belirtmesiyle başlayan süreç, eski arkadaşlarının artık Walter White’ın öldüğünü söylemeleriyle sonuçlanıyor. Walter da o an kendini gömüyor ve Heisenberg yeniden ortaya çıkıyor. Siyah gözlük ve siyah ceket, o an Heisenberg’in geri gelişini vurgulamada anlam kazanıyor. Yüzüne yakın çekim yapıldığındaysa arka plan olarak Walter’ın mavi metamfetaminine gönderme olarak mavi tonun seçilmesi de bunu destekliyor. Bunun dışında dizide genel olarak bir fon müziği yok. Dram

genelde oyuncuların başarısı üzerinden sağlanıyor. Bunlar da hep filmin teknik başarısının hanesine yazılıyor. Asena: Sanat yönetmeninin başarısı karakterlerin evlerinin detaylarında dikkat çekiyor. Mesela Marie’nin evi aşırı takıntılı bir morken, Walter’ın evi çok sıkıcı ve monoton, o evde çok mutlu bir aile hayatının olmadığını sıkıcı olduğunu belirtiyor, Fring’in evi çok klâs… Bir de çekimde mi kurguda mı konuşulması gerek bilmiyorum ama karakterlere yapılan çok güzel dokunuşlar var. Örneğin Walter’ın evin altındaki paraları almaya gidip paraların Skyler tarafından Ted’e verildiğini öğrendiği sahnedeki gülüşü. Ya da Gus’ın kusmadan önce ceketini katlaması. Hector’un gerçekten rahatsız edici noktaya ulaşan zil sesleri veya yüz ifadelerini de ekleyebiliriz. Ya da Jesse’nin arkadaşları, Badger ile Skinny Pete. Beraberce saatlerce boş konuşmaları… Ali Can: Jesse ve arkadaşlarının Kafka bölümü aklıma geldi. Çok ulvi bir amaç taşıdığını düşündükleri ‘Kafkavari’ kelimesi üzerinden birbirlerine ahkam kesmeleri. Akın: Teknik detaylar konusunda da görüşleri aldık. Umarım dizinin tamamınını izlememiş biri bu Yuvarlak Masa’yı sonuna kadar okumamıştır. Dizinin gençlik içerisinde çok izlendiğini güvenerek böyle bir Yuvarlak Masa yaptık. Dizinin bir bölümünü izleyip de bu bölümün tamamını okuyanlar umarım bize kızmaz. Yazının başına bir uyarı koymuştuk. Kimsenin ekleyecek bir şeyi yoksa bir Yuvarlak Masa’nın daha sonuna geldik. Katılanlara teşekkür ediyoruz. Gelecek sayıda görüşmek üzere.


Yaşam

Kombisiz ve rutubetli bir odada

makarna ve menemen yiyerek ne kadar yaşarız? Ceren Soğukpınar İstanbul Üniversitesi Fikir ve Felsefe Kulübü

G

ençlerin çok sağlıklı yaşamadığı herkesin malûmu. Genel kanıya göre bu gençler hiç kendilerine bakmazlar, hep zararlı beslenirler, sırtlarına bir hırka giymezler, e meyve de yemeyince üşütüp hasta olurlar. Sağlıksız olduğumuz bir yere kadar doğru, ama bir sormak gerek, neden bu gençler kendilerine bakmıyor? Sağlığın yaşam koşullarıyla yakından ilgili olduğu bilinen ve bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek. O hâlde öğrencilerin sağlık durumunu değerlendirirken de önce yaşadıkları ortam bakmak gerekiyor. Oturduğumuz ev, yediğimiz yemek, ders gördüğümüz amfi, çalıştığımız iş... Bu yazının amacı da, sağlıksız yaşam koşullarının bize neler yaptığını çeşitli başlıklarda göstermek, buradan hareketle aslında en temel haklarımızdan ne kadar yoksun bırakıldığımızı da bir kez daha vurgulamak olacak.

Güneş girmeyen eve doktor mu girer? Yurttaki odanızın köşelerinde, ya da bodrum kattaki evinizin banyosunda duvarlarda gördüğünüz küfler ve daha apartmana girerken

Eğer kombiyi yakamıyorsak ya da sobalı odada yatamıyorsak, soğuktan korunmak için birkaç öneride bulunmakta yarar var. Çok sıkı olmayan, kuru giysiler giymek ve kat kat giyinmek ısı kaybını minimuma indirecektir. Kafa, vücutta en çok ısı kaybedilen yer olduğu için mutlaka başımızı da soğuktan korumak gerekir. burnunuza çarpan rutubet kokusu aslında sağlığınızı tehdit eden mikroorganizmalarla birlikte yaşadığınızın göstergesi olabilir. Rutubet, kötü kokması ve soğuk havada evdeki her şey ıslakmış izlenimi vermesinin yanısıra, çeşitli küf mantarları ve bakterilerin üremesi için elverişli bir ortam hazırlayarak astım, mantar enfeksiyonları, akciğer hastalıkları gibi pek çok sağlık sorununa neden olurlar. Bu hastalıklar zehirlenme, oksidatif stres, enfeksiyon ve alerji gibi yollarla ortaya çıkar. Genellikle solunum sistemine ait belirtiler görülse de, rutubetli evlerde yaşayan kişilerde baş ağrısı, yorgunluk, depresyon, sindirim sistemi bozuklukları gibi şikayetler de görülebilmektedir.[1] Elbette bu hastalıkların çeşitli tedavileri olsa da, önemli olan bu zararlı etkenlere maruz kalmamaktır. Bodrum kattan yüksek girişe taşınmak, ya da insani yaşam koşulları sunan bir yurda geçmek maddi olarak bizi zorlayacağından, çamaşır suyu en ulaşılabilir koruyucu yöntem olacaktır. Ayrıca sokaklarda kullanmaya alıştığımız eldiven ve maskeleri, ev içindeki zararlılarla doğrudan temas edeceğimiz zaman da kullanmakta fayda var.

Bodrum katta yaşayan öğrencilerin yaşayabileceği bir başka sıkıntı da – yeterince güneş görmemeleri nedeniyle – D vitamini eksikliğidir. D vitamini güneş ışığı yardımıyla vücudumuzda sentezlendiği için ve Türkiye, coğrafi konumu gereği güneş ışınlarını yaz aylarında bile dik almadığı için, güneşlenmek şarttır. Uzun süreli D vitamini eksikliği çocukluk yaşında olursa raşitizm, erişkin yaşta olursa osteomalazi denilen hastalık ortaya çıkar. Bunun dışında daha erken safhada yorgunluk, halsizlik, kas ağrıları gibi belirtiler görülebilir. D vitaminin bağışıklık sistemini güçlendirdiği de ayrıca söylenmektedir. Yani güneş girmeyen eve gerçekten de doktor girer (diyebilirdik eğer düzgün bir sağlık takip sistemimiz olsaydı). Öğrencilerin barınma koşullarındaki bir başka sorun kuşkusuz ki ısınmadır. Dünya Sağlık Örgütü iç mekan sıcaklığını 18 – 24 derece arasında tutmayı önermektedir. [2] Ancak, öğrencilerin çoğu ya doğalgaz sobalı evde oturmakta, ya da yüksek gelen faturalar nedeniyle kombiyi yakmaya çekinmektedir. Bu koşullarda hem ev içi sıcaklığı 18’in üstünde tutmak zorlaşır, hem

de sobalı evlerde odalar arası sıcaklık farkı çok artar. Soğukta kalınca daha kolay hasta olduğumuz, ninelerimizden annelerimize kadar herkesin bildiği bir gerçektir. Islaklık ve rüzgar soğuğun etkisini arttırır ve vücudun çok dahahızlı ısı kaybetmesine neden olur, rutubetli evler bu nedenle daha da risklidir. Eğer kombiyi yakamıyorsak ya da sobalı odada yatamıyorsak, soğuktan korunmak için birkaç öneride bulunmakta yarar var. Çok sıkı olmayan, kuru giysiler giymek ve kat kat giyinmek ısı kaybını minimuma indirecektir. Kafa, vücutta en çok ısı kaybedilen yer olduğu için mutlaka başımızı da soğuktan korumak gerekir. Soğukta bazı belirtileri tanımak işe yarayabilir. Titremek; vücudun kendi sıcaklığını arttırmak için yaptığı bir eylemdir. Titremeyle karşılaşınca ısı kaybını önlemek için harekete geçmek gerekir. Ayrıca, vücut sıcaklığının tehlikeli ölçüde düşmesine hipotermi denir. Normal vücut sıcaklığı ortalama 36.5 derecedir, bu 33’e düştüğünde unutkanlık, 28’e düştüğünde ise bilinç kaybı görülebilir, bunun devam etmesi tehlikeli ve ölümcül olabilecek bir durumdur.[3] Bunun yanında, soğuk, kalp hastalığı olanlar için fazladan risk faktörüdür. Son olarak da, sobalı evlerde yaşayanlar için karbonmonoksit zehirlenmesi tehlikesini unutmamak gerekir. Düşük dozlarda maruz kalındığında baş ağrısı, sersemlik gibi belirtilere


Yaşam yol açan karbonmonoksit, yüksek dozlarda doğrudan bilinç kaybına ve ölüme neden olabilir.

Ne kadar kötü besleniyoruz? Kötü besleniyoruz ve bu artık bilimsel olarak da kanıtlanmış durumda. Ankara’daki beş üniversiteden gönüllü öğrencilerin katıldığı bir çalışma sonucunda öğrencilerin yaklaşık yarısının kahvaltıyı, dörtte birinin de öğlen yemeğini atladığı görülmüş. Akşam yemeği çoğu öğrenci için ana öğün ve temel enerji kaynağı olurken, erkeklerin %78.4’ünün, kadınların %81.1’inin günlük alması gereken enerjinin %67’sinden azını aldığı tespit edilmiş. Ayrıca, erkeklerde yüksek oranda lif, kalsiyum ve folat alımında eksiklik, kadınlarda iselif yerine demir eksikliği (%80’inde) gösterilmiş. [4] Çalışmanın sonuçlarına genel olarak bakıldığında öğrencilerin pek çok vitamin ve minerali önerilen miktardan daha az aldığını ve yetersiz beslendiğini söylemek mümkün. Peki, neden biz gençler sağlıksız besleniyoruz? Öncelikle, sağlıklı beslenmek için tüketilmesi gereken gıdalar diğerlerine göre çok daha pahalı. Mecburen dışarıda yarım ekmek arası tavuk döner, evde de makarna ile yıllar geçiyor bir şekilde. O zaman görece ucuz olan yemekhaneyi kullansak? Ne yazık ki yetmiyor. İstanbul Üniversitesi’nin Ekim ayı kahvaltı menüsüne bakınca, patates kızartması ve poğaça gibi ne kadar zararlı olduğu herkesçe bilinen gıdaların gün aşırı kendine yer bulduğunu görüyoruz.[5] Kısacası, biz gençler için sağlıklı beslenmek biraz zor. Ne olmuş yani sağlıksız besleniyorsak? Ne zararı var? Öğrencilik hayatı boyunca makarna ve menemen yiyerek yaşayan birine neler olur? Öncelikle, rafine gıdalardan zengin beslenme, ülkemizde ve dünyada birinci ölüm sebebi olan kalp damar hastalıklarına – en popüler tabirle – davetiye çıkarır. Ayrıca, et ve baklagillerden fakir bir diyet sonucunda demir eksikliği anemisi (çocuklar ve genç kadınlarda sık görülen bir sağlık sorunudur) ortaya çıkar, solukluk, halsizlik, üşüme gibi belirtileri vardır. Liften yoksun bir beslenme pek çok sindirim sorununa yol açacaktır. Hali hazırda zaten olması gerekenden çok daha fazla tükettiğimiz (ve hazır gıdalarda da bol miktarda bulu-

nan) tuz ise yüksek tansiyona ve tüm vücutta buna bağlı sorunlara neden olabilir. Sağlıksız beslenme, ilerleyen yaşlarda kemik erimesi ve kanser riskini de arttırır. Beslenme konusunda yapılacak öneriler buraya sığmayacak kadar fazla ancak rafine gıdalar ve klasik olarak beyaz un, beyaz şeker ve tuzdan uzak durmak gerektiğini de söylemeden olmuyor.

Ve diğer sağlıksızlık yaşam unsurlarımız Barınma ve beslenme gibi iki temel başlıktan sonra, diğer bazı etkenlere geçebiliriz. Sağlıklı yaşam deyince genelde hemen akla spor ve egzersiz gelir. Peki, öğrencilerin yaşamında bunun ne kadar yeri var? Öğrencilerin eğitimleri nedeniyle sürekli bulundukları yerlerin (oturdukları sıralar, kalabalık amfiler vb) hiç ortopedik olmamasının yanısıra, sağlığın bu önemli bileşeni için kimse zaman ve mekan ayırma zahmetine katlanmamış gibidir. Yirmili yaşlarında kronik bel ve sırt ağrıları çeken gençlerin olması bu sorunun en açık göstergesidir. Son olarak, bütün bu anlatılanlarla doğrudan ilişkili bir konudan bahsetmek gerekir: Çalışan öğrenciler. Harçlığını çıkarmak, ailesine katkıda bulunmak, geçimini sağlayabilmek amacıyla çalışan pek çok üniversite öğrencisi hem güvencesiz çalışma koşulları, hem de eğitimine, kişisel ve sosyal gelişimine ayırması gereken zamanı çalışmaya ayırması nedeniyle doğrudan sağlıksızlığa mahkum edilmektedir. Çalışma sonucunda yorgunluk, psikolojik stres, ve hareketsizliğin ya da uzun çalışma saatlerinin getirdiği sorunlardan iş cinayetlerine kurban gitmeye kadar geniş bir risk havuzu bu öğrencilerin hayatının bir parçasıdır. Güvencesiz çalışma koşulları yüzünden hayatını kaybeden öğrencilerin olduğu bir ülkede genç olmak zaten başlı başına bir toplumsal sağlık sorunun parçası olmaktır. Görüldüğü gibi üniversite öğrencisi olmak zor iş. Yaşam koşullarımız, biz farkında olalım ya da olmayalım, sağlığımızı pek çok şekilde gaspediyor. Ancak bu yazı her şeyin ne kadar kötü olduğunu göstermek için değil, neyle savaştığımızı bilmemiz için yazıldı. Bu da demek oluyor ki daha kavga edecek çok şeyimiz var. Sağlığımızı, gençliğimizi bizi hayatın kenarına atmaya çalışanlara kurban edecek değiliz. Sağlığımız için de, mücadeleye devam.

Dipnotlar: aches for illness injury and treatment appro of m nis cha me the of mycotoxins. Scientifi1- Hope, J. A review ged buildings, mold, and ma -da ter wa to re osu exp resulting from 2013. cWorldJournal. April 18, .health.ny.gov/environalth Department http://www He S NY – s” Tip er ath 2- “Cold We .htm er/cold/cold_weather_tips mental/emergency/weath 07, 2010. http://www.liveseze to Death?”. January Fre n rso Pe a n “Ca R. 3- Rettner, reeze-death.html cience.com/6008-person-f ke and food patterns E. Energy and nutrient inta ctice Journal; April 5, , dız Yıl al Ak d an N lu, 4- Rakıcıoğ rch and Pra students. Nutrition Resea among Turkish university 2011. r/?p=6426 5- http://sks.istanbul.edu.t

Gençlik Kongresini Topladı! FKF Olağanüstü Kongre metinleri ve ayrıntılar www.fkf.org.tr adresinde...


Yaşam

Bayram Yolculuğu Sırasında Yeni Bir Ülke Tartışması Güven Soner Hacettepe Üniversitesi

O

tobüs yolculukları yaşamımızda uzun bir zamandır yer edinmiş durumda. Herhalde günümüzde hiç otobüs yolculuğu yapmamış ya da hayatının her hangi bir anında yapmayacak olanımız yoktur. Öyle ya iş gezileri, aile ziyaretleri, bayram gezmeleri, biraz kafa dinlemek için tatil kaçamakları vb. derken kendimizi bulunduğumuz ilin terminalinde yılda en az bir iki kez buluveriyoruz. Hava yollarının, demir yollarının, özel araç kullanımlarının yaygınlaşmaya başlaması da bu durumu değiştirmiyor üstelik. İnsanların çoğu ucuz ve erişimi sürekli oluşundan dolayı kolay kolay çıkarmıyor hayatlarından bu ulaşım biçimini. Hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmuş bu yer değiştirme türü kendi kültürünü de yaratıyor doğal olarak. Bir gözünüz saatte kalkış vaktini beklerken sizi uğurlayanlarla yaptığınız kısa sohbetin tadı hiçbir şeye değişilmez örneğin. Yahut cam kenarında otururken, hele bir de gündüz vakti ise, yol kenarlarında izlediğiniz sıradan hatta bayağı ancak her zaman görmediğiniz ya da göremediğiniz için size doyulmaz gelen dağ, ırmak, ova manzaralarının ardından gelen, sadece güzergâhtaki kısmına göz atabildiğiniz şehirler insanda ‘yaşıyorum ve başkaları da yaşıyor’ hissini uyandırır. Mekanınız bir otobüsün içindeki her hangi bir

Bayramlarda tüm firmalar aralarında anlaşır ve yoğunluktan dolayı biletler için maksimum ücreti belirlerler. Nasıl olsa tüm otobüsler dolacaktır, rekabete ne gerek vardır? Baptiste Say’in dediği “arz kendi talebini yaratır” ya da Necibe Hala’nın söylediği ‘fazla demleyim ya içilir’ sözü içinde yaşadığımız sistem için doğrudur. koltuk ise eğerdinlediğiniz müzik ya da izlediğiniz film size daha bir güzel gelir. Ya da yolculuğunuzda elinizdeki kitabı bitirebilme şansını yakalamışsınızdır. Karşı terminalde artık inme vakti geldiği zaman sanki birisi kulağınıza şunu fısıldıyormuş gibi hissedersiniz ister istemez; ‘Evet, belki de boş geçecek bu zamanını sen kitap okumaya ayırdın, aferin sana.’ Kapitalizmin akıldışılığı Daha ne kadar sayılabilir bilmiyorum ancak benim bunların yanına eklemek istediğim çok önemli bir otobüs yolculuğu aktivitesi vardır ki, o da; otobüs bileti alma sürecidir. Genelimiz nasıldır tahmin edemiyorum ama bilet alma eylemi bana okuduğum tüm sosyoloji, felsefe, iktisat kitaplarının söylediklerini pratikte görme fırsatı verir hep. Beş saatlik kısa Ankara-Kayseri yolculuğum öncesi iktisattaki arz-talep ilişkisini, kapitalistin rekabetçi- “dayanışmacı” hallerini somut olarak gözlemleyebilirim. Şöyle ki; yılda birkaç kez gittiğim memleketim Kayseri’nin toplamda beş tane otobüs firması var. Bunlardan bir tanesi kalite bakımından en iyisi, bundan ötürü de çoğunluğun ilk tercihidir. Diğer dördü rekabetten düşmemek için kıyasıya bir yarışa girerler bu firma ile ve tabi ki birbirleri ile de. Mesela en iyi otobüs firması saat başı Ankara-Kayseri arası sefer başlatmışsa, diğerleri de rekabetten düşmemek

adına aynısını yaparlar. Ancak eğer bayram seyran durumları yoksa yolcuların az olmasından kaynaklı otobüsler çoğu zaman boş gelip giderler ve firmalar ciddi zarara uğrarlar. Firmaların bu duruma çözümleri şudur; hem rekabetten düşmemek hem de zarara uğramamak için “ne gelirse kardır” mantığı ile fiyatları düşürdükçe düşürürler. Kayseri’ye 10 TL’ye gittiğimi bilirim örneğin. Bu duruma istisna zaman dilimi yalnızca bayramlardır. Çünkü bayramlarda tüm firmalar aralarında anlaşır ve yoğunluktan dolayı biletler için maksimum ücreti belirlerler. Nasıl olsa tüm otobüsler dolacaktır, rekabete ne gerek vardır? Baptiste Say’in dediği “arz kendi talebini yaratır” ya da Necibe Hala’nın söylediği ‘fazla demleyim ya içilir’ sözü içinde yaşadığımız sistem için doğrudur. Anlattığım örnek “Kayserili kurnazlığı”na indirgenemez elbette. Çoğu zaman ucuza gidildiği için ‘olumlanabilecek’ ancak firmaların anlaştığı zamanlarda insanları, yani yolcuları zora sokan bu örnek kapitalizmin ne kadar akıl dışı olduğunun kanıtıdır. Öyle ya rekabetin ‘güzelliği’ insanları çoğu zaman daha az ödeme yapmalarına neden olmaktadır ancak bu anlarda boş ya da bir kaç kişi ile giden saat başı seferlerde litrelerce mazot boşa gitmektedir. Bunun yanında bayram vakti geldiğinde ise insanlar firmaların

anlaşmasından dolayı ödemesi gereken gerçek fiyattan daha fazlasını öderler. Bundan daha akla mantığa sığmayan bir şey olabilir mi? Akıldışı bir Çalışma Bakanı İncelediğimiz örnek kapitalizmin ulaşım sektöründeki hallerini gösteriyor ve şu an için çoğu insanda ciddi bir yük oluşturmuyor kuşkusuz. Ancak siz bir de bunun sağlık sektöründe yapıldığını düşünün, sonuç ne olurdu? Düşünmesi bile fena gerçekten… Ancak düşünmesini bırakalım yakın zamanda bu durumun acı sonuçlarını göreceğiz ya da yaşayacağız gibi duruyor. Çünkü özel hastanelerin aldıkları ilave ücret miktarını daha öncesinde yüzde 70’ten yüzde 90’a çıkarmışlardı. Bayram öncesi yapılan bir değişiklik ile de tam yüzde 200’e çıkardılar. Yapılan bu değişiklikle ilgili çalışma bakanının açıklamaları ise sağlık sistemini ulaşım sistemi, hastaneleri ise otobüs firmaları olarak gördüğünün bilinçaltındaki yansımasını bize sunuyordu. Şöyle diyordu Bakan, “Gelişen süreçler içerisinde sürdürülebilirliği açısından özel hastanelerin olmasını istiyoruz. İstiyorsanız, bu yatırımın artısını görmeniz gerekiyor. Özel hastanelerde binanın yapılması, işlenmesine kadar tüm maliyetlerin yatırımcıya ait olması durumu


Yaşam var. Kamuyla özel hastaneyi maliyetler açısından eşit tutmak maliyetler açısından mümkün değil. Onun için bir fark uygulaması var. Daha adil olma adına yapılan bir düzenlemedir.” ve ekliyordu; “Burada bir rekabet ortamı oluşacak, büyük ölçüde çok önemli branşlarda fark alınmama noktasına da gelinecek. Daha önceki uygulamalarda, 7-8 branşta fark alınmıyordu. Üç katına kadar fark alma imkânı varken rekabet ortamı içerisinde fark alma oranları çok düşüyordu. Artık iki katına kadar fark alınabiliyor. Yani siz diyelim ki bir doğum ameliyatını 400 liraya yapıyorsunuz. Bunu özel hastane 800 liraya kadar yapabilecek. Rekabet ortamında kaç liradan oluşur, onu süreç içerisinde göreceğiz.” Akıldışılığın sağlığa etkisi Şimdi Bakan’ın söyledikleri doğrultusunda sağlık sisteminin varacağı noktaya, ulaşım sisteminin mevcut durumunu gözeterek “rekabetin faydaları” üzerinden bakalım. Özel hastaneler de otobüs firmaları gibi hizmetlerinin gerçek ücreti ile değil talebe göre belirledikleri miktar ile sunumda bulunacaklardır. Bunu kestirmek mümkün… Buna günümüzde de şahit oluyoruz üstelik. En basit cerrahi işlemler dahi talep fazlalığından dolayı maliyetinin üzerinde fiyatlar ile sunuluyor insanlara. Ayrıcasağlık sistemi, ulaşım sektörü gibi değil ki sadece bayramlarda hastalanalım. Öyle ya, sağlık; her insanın vazgeçilmezi ve sürekli hasta olsa da olmasa da alması gereken bir hak… Bu yüzden talep her zaman var. Böylesine “açık bir pazar” da zaman zaman fiyatlar çok düşük ücretlerde sunulsa da çoğu durumda fiyatları tekel haline gelen ‘en iyi’ hastanenin ya da tüm hastanelerin ortak belirlediği durumlar görülür. Böylesine bir sistemde insanların çoğunun gerekli sağlık hizmetini alamayacağı ise çok açık… Üstelik tekrar vurgulayalım bahsettiğimiz şey sağlık. Ulaşımda biletlerin aşırı fiyatlarından dolayı en fazla ailemizi o bayramda göremeyiz ancak bu durum sağlık sisteminde olunca yaşamımızı çok basitçe kaybedebiliriz.

Buna bir örnek verirsek, Acil Sağlık Hizmetleri sağlık sisteminde yoğunluk bakımından süreklik gösteren alanlardandır. Bu yüzden genellikle özel hastanelere ait olan özel ambulans şirketlerinin sayısı yıldan yıla sürekli bir artış gösteriyor. Çünkü onlara göre bu alan ‘müşterisi’ bol olduğu için tam da girilmesi gereken bir ‘sektör’. Acil hizmetlere talep sürekli olduğu için de ambulans ücretlerini sürekli fahiş fiyatlarda tutuyorlar. Bu yüksek ücretleri bir taraf ödeyebilirken, ödeyemeyen yoksul kesim ise devlet hastanelerinde bulunan az sayıdaki ambulansları beklerken hayatını kaybedebiliyor. Başka bir örneğimizi de ilaç firmalarının tutumundan verebiliriz. Domuz gribi patlak verdiği sırada, öncesinde salgın durumlarına karşı hiçbir önlem alınmadığı için aralarında ülkemiz insanlarının da olduğu birçok kişi yaşamını kaybetmişti. Herkes de bir korku var, her haber bülteninde domuz gribi vakaları ilk haberler arasında yer alıyordu. Sonrasında bu durumu fırsat bilen, grip virüsüne karşı aşı geliştiren ilaç firmaları, aşıları birçok ülkeyeyüksek fiyatlar ile satmışlardı. Üretim maliyeti fazla olduğu için mi dersiniz? Kesinlikle böyle değildi, fazla olan şey vardı. O da talepti. Çoğu yerde aşılar halka ücretsiz sunulsa da devletlerin kasasının önemli bir kısmı bu firmaların kasasına havale olmuştu, talebe göre düzenlenen fiyatlar yüzünden. Devletlerin kasasını dolduran halkın vergileri olduğu için de olan yine halka olmuştu elbette. Ancak bundan daha kötü durumda olan insanlar da vardı. Yeterli paraları olmadığı için aşıları temin edemeyen ülkelerinde domuz gribine yakalanan birçok kişi yaşamını kaybetti. Mantıklı olan Bunun yerine eğer sağlık sisteminin hizmet sunumunda bulunan unsurların tamamı (hastaneler, ilaç şirketleri, eczaneler vb.) kamuya ait olsaydı ve bunlar tamamen halkın vergileri ile ücretsiz ve

eşit bir şekilde sağlansaydı -yazımızın mütevazı olma iddiasından kaynaklı basitçe ifade etmemiz gerekirse- durum aynen şu şekilde olurdu: İnsanlar parası olmadığı için sağlık hizmetinden mahrum kalmaz, birçok hastalık ortaya çıkmadan yok edilir, sağlık toplumsal alanın bir parçası haline getirilir, sağlık hizmetleri sadece hastalık durumlarında başvurulan yapılar olmaktan çıkartılırdı. Salgınların ise, toplumcu tıp anlayışı doğrultusunda yapılacak bağışıklama programları, sanitasyon işlemleri, toplum katılımlı hijyen eğitimleri, beslenme ve egzersiz düzenlemeleri ile ortaya çıkmasına asla izin verilmezdi. Çünkü akla, mantığa uygun olan budur. Mantıklı olan üzerine daha fazla düşünmemizin gerekliliği Görüldüğü üzere, rekabetin ne kadar akıldışı, özellikle de sağlık alanında yapıldığı zaman ne kadar acı sonuçlara yol açtığı ortada. Çalışma Bakanı’nın açıklamalarından bunun daha fazlasının da kapıda olduğu görülüyor. Peki, tüm bunlar ortadayken Çalışma Bakanı bu çok basit denklemi anlamıyor mu? Bunları anlayıp anlamadığı, bilip bilmediği bir yerden sonra önemsiz kalıyor şüphesiz. Gerçek şu ki, çalışma bakanı sınıfsal konumunun gerektirdiği gibi konuşuyor ve eylemde bulunuyor. O konuşmaya devam etsin, hepsi konuşmaya devam etsin. FKF’liler de konuşmaya devam etsin ancak… Otobüse ödeme yapmaksızın binildiği, sağlık hizmetinin ücretsiz sunulduğu ülkeyi kuracağız kuşkusuz, bunu sürekli vurguluyoruz. Madem bu kadar iddialıyız, ‘yeni bir ülke’nin altını doldurmaya da başlamalıyız artık. ‘Yeni’den kastımızın aynı zamanda mantıklı olan olduğu kesin. Mantıklı olanı

En basit cerrahi işlemler dahi talep fazlalığından dolayı maliyetinin üzerinde fiyatlar ile sunuluyor insanlara. Ayrıca sağlık sistemi ulaşım sektörü gibi değil ki sadece bayramlarda hastalanalım. Öyle ya, sağlık her insanın vaz geçilmezi ve sürekli hasta olsa da olmasa da alması gereken bir hak. ise daha fazla açığa çıkarmamız önemli. Bu yüzden içimizden yaşadığımız sistemin ve onun temsilcisi AKP’nin çelişkilerini daha fazla oranda deşifre etmeli, bunların karşısına koyacağımız ‘yeni’ üzerinde de daha fazla durmalıyız. Üniversitelerin durumu ortada, peki bizim üniversitemiz nasıl olacak? Eğitim sisteminin hali belli, sağlık, yargı ve daha nicesinin de öyle. Peki, kuracağımız yeni ülkede bunlar nasıl olmalı? Bu yazı ile önem verdiğim bu konuya mütevazı bir giriş yapmak istedim. FKF’li dostlarımın da bu konuya eğilip, hakkında daha kapsamlı metinleri beraber geliştirmemiz dileğimle.


Yaşam

Belgelerle

İ. Melih ‘Gökçek’leri Nihat AKSOY Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyalist Düşünce Topluluğu

A

nkaralılar iyi bilir Melih Gökçek’i. Gayet iyi bilirler, çok ama çok iyi bilirler. Yaklaşık 5 milyon nüfusu olan bir şehri Twitter’dan yöneterek çağ atlamış bir insanı tanımayan, Ankaralı’yım dememeli zaten. Tanımayan sanşsızlara ise anlatmak zor olsa gerek.

Who the flaky is Melih Gokcek? Yamalı yollar, çukurlar, ‘fışkiyeler’, sel sebebi olan kat kat asfaltlar deyince akla hemen onun adı gelir. Ama bence en temelinde, üst geçidin asgari düzeyde kullanıldığı hatta kullananın yalnızlığa terk edildiği bir şehirde, gereğinden fazla üst geçit, köprü yapan belediye başkanına Köprülü Melih Gökçek denir. Özellikle Kızılay’da mühendislik harikası bir üst geçit vardır ki, Ankaralılar arasında ‘Şifalı Merdiven’ olarak bilinir. Melih Gökçek vs Twitter

‘Hey twit alemi’ diyerek Twitter’ı sarsan yöneticilerden birisidir. Kimi zaman bazı kelimeleri doğru yazamasa da, takipçileri onu anlayabilmekte ve cevap yazabilmektedirler. Tabi her cevabın bir karşılığı vardır: “Sen şu okulda okumuyor musun, seni mahkemeye vericem.”, “Evinin nerde olduğunu biliyorum, mahkemede görüşürüz” gibi. Bununla birlikte, kimi zaman ‘Acaba hesabı mı hacklendi yoksa başka bir yeri mi’ diye düşündüren tweetleri de olmuyor değil. “Twit alemi Ahmet’i sizce kaç sefer öptüm”den tutun da “Hüseyin Aygün sen gay mısın”a, “Ahmet sana kına değil yanında nışadırda gönderiyorum:)”dan “Bentderesinde mi çalışıyorsun? Yanlış anlama lütfen dönüp Dönüp bentderesini soruyorsun.”a kadar bir sürü gönderi aslında Ankara halkının bu seviyedeki bir insan tarafından

Dersten çıktın. Acilen bilgisayarın başına üşüştün son dakika haberlerine bakmak için. Birkaç internet sitesi gezdin. Aradığın haberi bulamadın ne yazık ki. Twitter’a göz atmak istedin bir umut. O da ne! Beklediğin yazı o değildi ama arkadaşın tarafından ‘rt’ edilmiş bir tweet gördün. Hem de caps lock açık! ‘Kim bu ya’ derken Melih çıkmasın mı; İ. Melih... yaklaştığı bir dönemde çözüm olmayacağı yönetilmemesi gerektiğini gözler önüne açıkça ortada olan bir projeye dair bir kaç sermektedir. Çünkü Melih Gökçek’in dediği gibi ‘Ankaralı her şeyin en iyisine la- asılsız iddiayı sanki izafiyet teorisini bulmuş yıktır.’ Öte yandan bu ‘planlı bir operasyon’ edasıyla sunarak yapılan hataya bir haklılık sağlamak. Aynı zamanda ‘İspatlamazsan da olabilir. Şöyle ki: Bir gün bir tweet atıp şerefsizsin’, ‘Göstermezsen şerefsizsin’ “Ya zaten koca vilayeti burdan gibi mottolarla karşısındakileri idare ediyorum. Belediye : 6 binasını yıkıp yerine bi Süreci- inde alt etmeye çalıştığını düşüe j o r P nen zat-ı muhteremin, bu üst geçit mi yapsak” ahı üzer sü g r e z ü g tarz broşürler bastırıp dese kim karşı Yol itki örtü de b n la a metroda, otobüste n çıkabilir ki? Bir de yer imlerde el s e r i k a dağıttırmasını içgübunların hepsini aşağıd eği üzere gen a c düsel bir davranış caps lock açık görüle undalık aland i f k olarak yorumluyoe şekilde yazdığını itibari il den yetişen ma k rum. düşünün! dilece ndiliğin

kle ke olup, na n ilk 400 i r e il k it b Malum Doküman çlar yolu olan ağa tresinde yer Broşürü derinlemesine me . ır d a incelemeyeceğim ama almakt

Bizim şu 'yol meselesi' İ. Melih o kadar neşe kaynağı bir insan ki az kalsın bizim okuldan geçirmeye çalıştığı yolu unutuyordum. Günlerdir 100. Yıl mahallesinde bölünmüş yol yapım çalışması sürmekte. Çalışmalarla birlikte haklı gerekçelerle yapılan eylemler de... ‘Yapılan eylemler ise tamamen marjinal gruplar tarafından gerçekleştirilmekte olup, 250-300 kadar kişinin katıldığı eylemlerin bünyesinde sadece 15-20 kadar ODTÜ öğrencisi yer almaktadır’ gibi çocukların dahi inanmayacağı yalanların bulunduğu adı ‘Belgelerle ODTÜ YOLU GERÇEKLERİ’ (caps lock yine açık) olan broşür bastırılmış. Peki, nerede bu broşürler? Yol inşaatının devam ettiği mahalleyle alakası olmayan yerlerde. Metro girişinde, metronun içinde, egolarda yani kısacası Ankara’da yaşayanların kolayca ulaşabileceği noktalarda. Burada araya girip şunları söylemek istiyorum: Konuya dair konuşan şehir planlamacıların, mühendislerin açıklamalarında belirtildiği gibi yapılacak yol trafik sorununu çözemeyecektir. Bununla birlikte binlerce ağacın kesilmesine sebep olacak; mahallenin ve okulun ekolojik dokusunu bozacaktır. Gökçekgiller için kamu malları yine bir kaç şirketin kasasını doldurmaktan öteye bir anlam ifade etmeyecektir. Dolayısıyla broşürlerin basılması açıkça şu durumun dile gelmiş halidir: Seçimlerin

değinmek istediğim belli başlı noktalar var:

‘Kendiliğinden yetişen’ ve ‘nakledilecek olan ağaçlar’ sözleri nasıl bir fikirsel arkaplanın olduğunun göstergesidir. Burada yolun yapılmasını istemeyenlere “Sanki kendiniz diktiniz. Zaten onlar kendiliğinden çıkmış siz ne karışıyorsunuz? Ayrıca aynısını alıp başka yere dikeceğiz” denilerek adeta insanlarla dalga geçilmektedir. İ. Melih, canlı ağaç işini fışkiye söküp takmakla karıştırıyor olabilir. ‘3-5 ağaç meselesi’ deyip asıl meselenin bir kaç odun olduğunu görmek istemeyen başbakanının yolunda şaşmadan ilerliyor anlaşılan. Proje 8’de o kadar çok köprü ve alt-üst geçit yapılacağından bahsediyor ki Köprülü Melih Paşa unvanını sonuna kadar hakediyor.

'Yolun Geçtiği Bölgedeki Gayri Menkuller Değer Kazanacak' Söz konusu yerlerde oturanlar insanların ödediği kiraların artacağını; ev, arsa almak istediklerinde ise şu anki miktarın daha fazlasını ödeyeceklerini açıkça itiraf ettiği için Gökçek, bir teşekkürü hakediyor. Bu bölgeler zamanında işçilerin kooperatifle kurdukları evler ve birkaç yıl öncesine kadar kullanımda olan merkezi

ısıtma sisteminden oluşmaktadır. Yolun geçecek olmasıyla birlikte artan fiyatlarla orada oturan emekçiler, mahalle sakinleri, öğrenciler zor durumda kalacaktır.

'Ankara Halkı Kuzey Güney Doğrultusunda Yeni Bir Bulvar Kazanacak' Ne büyük incelik cidden. Bir bulvarımız eksikti o da tam oldu. Kültür başkenti olduk resmen. Hani paket açıklandığında demokratikleşirken bir rahatlama gelmişti ya ona benzer bir titreme geldi. Oyhşş.. Yapılacak yolun mahalleyi ikiye böleceğini tahmin etmiş olacak ki Melih Bey, ona da bir çözüm bulmuş: Alt geçit ve üst geçit. Şaşırdık mı? Hayır. Bilinçaltında ne yatıyor bilmiyorum ama köprü işlemcinin gözünün yaşına bakmıyor. Köprü teknik bir gereklilikmiş, köprü yapılmazsa uygun olmayan arazi topografyası yüzünden yol konforsuz, güvensiz ve mahalle geçişlerine cevap veremeyecek nitelikte olacakmış.


Yaşam Yersen. Kesin çocuklukta bir olay yaşamış. Kesin.

sağlama düşüncesi fikirsel olarak zehirleyemediği ODTÜ’yü, AVM’lerle, benzinliklerle, camilerle alt etmeye, sindirmeye AVM'li, camili, ağaçsız, çalışıyor. Okulun karşısında iki tane Yolun koca AVM yeteri kadar fazlalık üstgeçitli ve bir de ge yapmıyordu zaten, birkaç tane altgeçitli bir ODTÜ Yüzün çeceği Karak cüyıl, daha okulun içine yapılsın Yazıyı dergiye gönBalgat usunlar, ve da öğrenciler boştan yere dermek üzereyken gayrı m bölgesindek okuldan çıkmak zorunda bir haber gördüm: çok se enkuller p i kalmasın, deODTÜ’ye AVM ve mtte o ek la ğil mi? Ne cami yapılabilecek! n kolaylı ğı nede ulaşım büyük Çevre ve Şehircilik değer kazan niyle hizBakanlığı üniversite acak. met! Bu yönetiminden habersiz insanlarda bir değişiklik yapıyor ve tarih algısı Ankara Büyükşehir Belediyeyok sanırım. Çok geri si’nin ODTÜ Ormanı’na ve arazisine gitmeyeceğim. Henüz 5 AVM, benzinlik gibi ticari işletmelerin ay önce Gezi Parkı, AVM yanında cami yapabileceği “Düzenleme olmasın diye milyonlarca Ortaklık Payı” (DOP) seçeneğini koyuyor. insan sokağa dökülmüş, iktidarın Hem ibadet hem ticaret denilen bu olsa politikalarına artık yeter degerek. Camilerin altındaki dükkanlar gibi mişti. Direnmenin, mücadele aynı. Her şeyden piyasaya-patronlara rant etmenin nefes almak kadar doğal olduğu ODTÜ’den daha geçen sene bir savaş çığırtkanı kovulmuş ve ‘ODTÜ AYAKTA’ denmişti. Melih Gökçek yol için ‘Bu yolu yapmazsak vicdanım rahatsız olur.’ diyor. Zat-ı muhteremin vicdanını raylarına oturtamadığımız için ayaktaki ODTÜ’lüler olarak vicdanımız rahat.

Tamam, belki 20 yıldır bir metroyu bitirememiş olabilir, belki Ankara’ya deniz getirememiş olabilir ama her şeye rağmen İ. Melih tam bir fenomendir. Parkın tekinde bir tabela vardı; ‘Çocuklar Melih amcanız sizi çok seviyor’ yazıyor kocaman bir resimle birlikte. Bu adam sevilmez mi şimdi?

ü t ö k k ı l ş a b , f ı y a İçerik z

Rıdvan Oğuz Bilge

tesi Orta Doğu Teknik Üniversi u Sosyalist Düşünce Topluluğ u vurgulamak ursuz haysiyetsiz olduğum on m zsa ma ki elim kendisinin. da ayrı mesele. Ha, diy kaydıyla. Bu konuda karar ğunu düşünmüyorum. O . k, nın ara şka çık ba y la ba yo n m da rdi nu ve ko p va önemHepinizin malumu olan bir tüm iddialarına tek tek ce spekülasyonları kendimi bu , e im rin ey lirt üze “ be n am me “ad He bir n tanımazlığıki; bay yine hepinizin malumu ola bahsi geçen kişinin kural m ortaya ve yine diyelim k ktü ğil, me de dö lirt k be en yo da md ne u iği r va şun sed n Ne rke ak için yapıyorum. dediklerimi ve beni muha yazıyorum bu yazıyı. Başla nı, asi ruhunu ortaya koym şkan da bir şekilde duydu r’ın bu sayısına bir ba zıla Ya da ni sın Ye rşı di ka r ha , kle Bu : rçe istiyorum k olan ge e aldığıma. tap aldı. Kanıtlanmış ve açı zılmış bir yazı değil. “Bu konuyu neden benim kalem olurdu? bu m ne leli ce Ge siz p va yazı da sen yaz diyerek ya ce i eğ arec ort n hemen her saGökçek’in bana ve bunu sen yaz.” diye çıkardığımız derginin heme ’de TÜ OD rı konuda bir yazı yazılacak, nla bu len, ge y’i bahsetmeden yazı lih Be nedenine daha sonra çizgisini hiç bozmayan Me bir şekilde, bay başkandan a da nu ınd ko yıs Bu ya çıkan bir yazı. Bunun p va . ce niz bir rsi gibi oluyor. Onca şerefsizsinden öte zı olacak emin olabili rum ve hepsi de bu yazı ıyo zam ya kanıtlayamazsan onursuz lceğim fakat samimi bir ya be Ha sı. nda, sonra bir bakıiyor açıkça zıyorum muhteremin hakkı eğine hayal gücüm yetm TÜ’den ya ilec OD ır teb m. sat leli üre ige eğ ya ec nu ey ko rm an eye ve Bu “adam “ anca bu Neyse, uzatmad r dilersem beni mahkem en belki de ki bir şey söylediğim yok. özü urk de rum ok rı yo bir ki ırla ek sat rm bu ste (siz gö n u remiyorum bu işi uğun geçmesi planlana ve çok ilir, ne kadar babacan old yazılır, yoksa ben mi bece eb rın mı r ed nla da at bu ka va ni tüm siz da he ğın şüp ptı ve mesem de, nefret riler ya geçmiş olan) yol Gökçek verin. Ben istesem de iste ler benle ilgili yaratıcı esp lih nç siz ı Ge Me . rar İ. ka ına yın ad Sa n r he ola rı or ma ruy bir numara olan r diyip du daha fazlasının mi düklerimi dile rim listesinde tartışmasız yuyorum, hoşuma gidiyo du şün ikle gı dü ett say rak ola ı ne lad i ev im ler an dik a düşündüklerimi hakkında, bir ins olsa. İbrahim Efendi, söyle asırlık belediyeci hakkınd kirliliği var, de i ne rek bilg a çey rde ad ye ort lur da bu ni sun be nu n ko im. ez, belki twitterda getireceğim. Yol söylemeye devam edeceğ kadar yaratıcı bulur bilinm pinizin malumu dememe it atıp tw bir ış zılm ya rle rfle Gökçek’in iddiaları var, he ha k vaş yavaş ve bana tamamı büyük la konudan habersiz birço benim fazla kişiselleştirmeden ya da ha tı da i çık ey kli sel ren Me bir ’e A3 rağmen ODTÜ’de bile ha n Yeni Yagururumu okşar. Belki de o halde, gençliğin sesi ola r. Kam bili leli kim ge na na mı nu so gra pro TV insan var. y’e daha için alıp çıkar bir sonraki lu k için bile olsa, Melih Be belki. Yo me llar TÜ ştir yo ele OD na a le ba r’d ler da zıla lge kı ‘Be şar an bir nd de selam meranın karşısına geçip Son olarak Gökçek tarafı ek adına. Bitirmeden bir broem bir rm i ve r iles ye sils la lar faz lan ya öğ an yapılacak yola karşı çıkan Gerçekleri’ adıyla yayınlan ak istiyorum. Kendisine göre ODTÜ’ye üzerinde durulmaması r nla Bu r. va şu ediğinden (burada yollam r, va çm o ge r, ali rjin şür va ma ya -20 15 bu a ısı utmak olmaz elbet. rencilerin say dan değil elbet am ilirim) ODTÜ’lü kçek diyince RedHack’i un eb Gö ey em gir gereken mevzular olduğun , ’ye 20 ası ilk ıkç , Aç ırlı . ın kanıtını, belgekontenjan sın s geçmek istiyorum olsun bay başkana kanıtlar la karşı olduğum lam yo f Se sır , ilir zıda bunları tamamen pa eb o ed ia yır ha idd , cker’lara. olmadığımı bile ialarını muhattap alıp okuduğumu kanıtla- lerin belgesini isteten Kızıl Ha ’de TÜ OD e bir noktada, Gökçek’in idd uyin old an lı nd da ası için. Tabi ark demenin çok da fay iş aslında öyle değil böyle


Bilim

İŞTE BUNLAR HEP MAYMUN

Primatların genel özellikleri ve insanın evrimine bıraktıkları miras Seval Bal İstanbul Üniversitesi Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü Evrim Atölyesi

P

rimatlar memeli sınıfında bulunan birçok takımdan yalnızca bir tanesidir. 250’ye yakın farklı türü tanımlanan bu takımın insan dışındaki tüm üyelerine günlük hayatta “maymun” denilip geçildiğine şahit oluruz ve genellikle akıllara evrimsel olarak en yakın akrabamız olan şempanze gelir. Bu yanlışı gidermek için primat takımının ortak özelliklerini ve evrim sürecini inceleyelim. Bu evrim sürecinden insana miras kalan biyolojik ve davranışsal özelliklere bakalım. Ardından bizlerin de içinde bulunduğu hominidae(insansılar) ailesine odaklanacağız. Böylece bu yazıda primatların diğer memeli soylarından ayrıldığı 60 milyon yıl öncesinden (myö) insan soyunun yaşayan en yakın akrabaları olan şempanzelerden ayrılışına yani 6 myö’ye kadar insanın evriminin izlerini takip etmiş olacağız. Her insan ya da biz dediğimizde ise bugünkü modern insan türü olan Homo sapiens’i kastettiğimizi şimdiden belirtelim.

Memeli sınıfındaki canlıların kökeni yaklaşık 200 myö’sine dayanmaktadır. Primatlar ise 60-80 myö bu sınıf içerisindeki soylardan biri olarak ortaya çıkmıştır. Mesozoik dönemde(250-65 myö) dinozorların hakim olduğu bir dünya vardı. Ta ki mesozoik dönemini kapatan “kratesae- tersiyer” yok oluşuna kadar. K/T yok oluşu ile birlikte dinozorlar – geride kuşlara uzanan bir dal bırakarak - dünya sahnesinden silinmiş ve egemenliklerini yitirmişlerdir. Dinozorlar döneminde yeteri kadar olan bulamayan memeliler bundan sonra ge-

Umut Can Yıldız Boğaziçi Üniversitesi Evrimin Genleri Topluluğu niş bir yelpazede çeşitlenme yaşayacaklardır ve zamanla yeryüzündeki baskın türleri oluşturacaklardır. Dinozorlar döneminde memeliler yavrularını sütle besleyen, sıcakkanlı canlılardı. Bu vahşi dünyada çoğunluğu sularda bulunan memelilerin karada yaşayanları ise küçük vücut yapısına sahiptiler ve tehlikelerden kaçınmasına yardımcı olan gececi bir yaşamları vardı. Kökenleri 160myö’sine uzanan plesentalı (Eteneli) memeliler ise yavrularının gelişimini vücut içine alarak korumanın başka bir yolunu bulmuşlardı. İşte primatlar bu eteneli soydan gelmektedir ve dinozorların tarih sahnesinden silinmesinin ardından türeyen soylardan birisidir.

Ağaçlarda yaşamak En eski primat fosili 55 myö’ye aittir, ancak filogenetik çalışmalar 80 myö’sini işaret etmektedir. Büyük ihtimalle bugünkü ağaç sivri faresine benzeyen atalarımız avcılardan korunmak ve besin kaynağı bulabilmek için ağaç yaşamına adapte olmuşlardır. Ağaç yaşamı primatların evrimini belirleyen en önemli unsurlardan biridir. Bugün soyunu devam ettiren primat türlerinin %80’i hala yağmur ormanlarında yaşamaktadır. Ağaç yaşamındaki en büyük tehdit düşmektir, bu büyük bir seçilim kaynağıdır çünkü düşüşlerin ölümle sonlanma olasılığı yüksektir. Diğer yandan ağaçlar meyve ve böceklerle zengin bir yiyecek kaynağıdır.

Primat türlerinde oluşan genetik ve kültürel çeşitlilik ya onları yavru verebilecek kadar uzun yaşatacaktır ya da bu özellikler yeni bir yavruya aktarılamadan canlı ölecektir. Ağaç yaşamıyla ortaya çıkan özelliklerden birine Yeni Yazıların Eylül sayısında aynı ara başlığı atmış ve primatların ağaç yaşamında gruplar halinde yaşayışına geçişine dair bir hipoteze değinmiştik. Önceden de yazdığımız gibi, hayatta kalmayı ağaçlarda yaşayarak başaran bu soylarda gözler oldukça önemli bir yer tutar. Avcı türler olmamalarına karşın gözler arasındaki açı azalarak 3 boyutlu görüş sağlanmıştır. Öne dönmüş gözler ile ağaçlar ve dallar arasındaki mesafeyi ölçmek mümkün hale gelmiştir. Bir türü örnek vermek gerekirse insanda(Homo sapiens) azami görülebilen açı 180 dereceye, tek seferde görülebilen görüntü ise 120 dereceye kadar düşmüştür. Bu durum arka kısmın savunmasız kalmasına yol açtığı için primatlardaki grup yaşamına geçişin en büyük etkilerinden birisi olduğu düşünülmektedir. Ağaç yaşamında işitmenin de önemi artmaktadır. Hem cansız doğanın seslerini duymak için, hem de ağaçlar arasında birbirini göremeyen bireylerin iletişimi için, örneğin gelen bir tehlikeyi bağırışlarla diğer üyelere iletmek. Görme ve işitme duyularının öneminin artması ile birlikte, koku duyusunun önemi azalmıştır. Ağaçlarda yapılan hızlı hareketler, yavaş yayılan kimyasallara dayalı iletişimi önemsizleştirmektedir. Bugün insanda görme duyusunun %80 etkisinin olması

ve %15’inin sese dayalı olması da bu kökenden gelmektedir. Dış kulağımız da atalarımızın izlerini taşımaktadır. İnsanların yaklaşık %10’nunda belirgin halde bulunmaya devam eden Darwin çıkıntısı bunlardan birisidir. Aynı zamanda diğer pek çok primatda kullanılmaya devam eden dış kulak kasları da insanda işlevsiz hale gelmiştir. Bu kaslar dış kulağı hareket ettirerek sese odaklanmaya ve ses yönünü tayin etmeye yardım eder. Pek azımız kulaklarımızı sadece sınırlı bir miktarda hareket ettirebiliriz, ancak bu kaslar bulunmaya devam etmektedir.

Az yavru, çok yaşam şansı Memelilerin neredeyse hepsinin yavrusunu süt ile beslediğine değinmiştik. Plasentalı memelilerde ise yavrunun fiziksel gelişiminin büyük bir kısmının vücut içine alındığını biliyoruz. Bu yönelim ağaç yaşamında daha önemli olduğunu görürüz. Çünkü ağaçlardan düşüp düşmemenin, bir ya hep ya hiç durumu olduğunu biliyoruz. Ağaçlarda tutunacak fiziksel gelişkinliğe veya onu kontrol edecek sinirsel gelişkinliğe sahip olmayan yavrular yaşayamayacakları için büyük ihtimalle gelişip yeni yavrular sağlayamayacaklardır. Bu durum yavrunun gelişkin doğması yönünde çok güçlü bir seçilimsel baskı uygular. Gelişkinliğin sağlanmasının pek çok yolu evrim sürecinde keşfedilmiştir. Rahimde geçirilen sürenin uzaması ve bir döldeki yavru sayısının azalması bunun en etkili yollarıdır. Bunun dışında yavru bakımının arttığını ve yaşama şansını arttırıcı alet kullanımı gibi çeşitli kültürlerin de primatlarda gelişkin olduğunu gözleriz. Tek döldeki yavru sayısının azalması bu kültürün daha etkili aktarılmasını sağladığı için seçilimsel olarak avantajlıdır, çünkü dişinin tek seferde az sayıda yavruyu koruması ve eğitmesi daha kolaydır. Tüm bu sebepler sonucu bugünkü primatların genellikle bir dölde tek yavru verdiği gözlenmektedir. Tek yavru avantajı ile birlikte kültür geçişi kolaylık kazanmış ve seçilim bu yönde baskınlanmıştır. Yavru


Bilim sayısının azalmasıyla birlikte çok sayıda memeye olan ihtiyaç ortadan kalkmaktadır. İhtiyacın ortadan kalkması memelerin azalması yönündeki mutasyonlar(değişimlerin) zararsız olmak bir yana, bu organların oluşumuna ve devamlılığına sağlanacak enerjiden tasarruf ettiği için avantajlıdır. Bu sebeple primat soyunda meme sayısının bir çifte düştüğünü gözlemleriz. Ancak bu mutasyonlar memeyi oluşturan tüm yapılar ile ilişkili gen parçalarını tamamen ortadan kaldırmamıştır, pasif durumda saklanırlar. Gen parçalarının yeniden bir mutasyon geçirmesi sonucu bazı durumlarda bu yapılar yeniden canlıda belirebilir. Bu duruma bir örnek insanda ortaya çıkan çok meme başlılık (politelia) atavizmidir(soya çekim). Dahası kimi örneklerde sadece meme başları değil, memenin ve süt bezlerinin de ikiden fazla oluşabildiği (polimasti ve süper polimasti) gözlenmiştir. Bu yeniden beliren yapılar rastgele noktalarda ortaya çıkmamaktadır. Tam da pasifleşmiş ve yeniden beliren bir organda olması gerektiği gibi eskiden bulundukları noktalarda ortaya çıkar. Bu noktalar tüm memeliler tarafından paylaşılan ve memelerin bulunduğu konumları ifade eden süt çizgileri üzerinde bulunması yine tesadüf değildir.

Beyin hacmi ve sinirsel esneklik Ağaçlarda dolaşmayı ve tutunmayı sağlayacak hünerli kol ve ellerin kontrol edilmesi, üç boyutlu bakışın işlenebilmesi ve sosyal yaşamın düzenlenmesi gelişmiş bir sinir sistemi gerektirir. Paralel gelişen bir özellik olarak gelişmiş sinir sistemi bu sebeple seçilimsel bir avantaja dönüşmüştür. Kasları kontrol eden motor bölgelerinin ve düşünme ile karar verme işlevini yerine getiren frontal lob geliştiği döller bu yüzden bu evrim sürecinde daha başarılı olmuştur. Primat takımı diğer memeli sınıfı üyelerine göre daha büyük bir beyin hacmine sahiptir. Bu büyüklük vücuda oranla beyin hacmi büyüklüğünün kıyaslanmasıdır. Sadece basit bir hacim artışı değil, primat takımının başka bir özelliği de sinirsel esnekliğinin atmış olmasıdır. Yani öğrenme kabiliyeti gelişmiştir ve hayatta kalmaya yardımcı pek çok bilgi öğrenilebilir hale gelmiştir. Bu değişimin kökeninde büyük ihtimalle yine ağaç yaşamı olduğu düşünülmektedir. Ekvatoral bölgede bulunmanın ve yarattığı çeşitliliğin bir sonucu olabilir. Ağaçlarda hangi yaprağın, meyvenin veya böceğin yeneceğini bilmek, hangi dalın sağlam olduğu ya da nerede hangi ağaçlar olduğu gibi bilgiler kalıtımsal bilgi ile aktarılamayacağı için içinde yaşanılan bu büyük çeşitliliğin öğrenmeyi kolaylaştırıcı bir kalıtımı seçmesi muhtemeldir. Tutunma Ağaçlarda yaşamak dallara iyi tutunmayı da gerektirir. Primat türlerinde bu değişik şekillerde sağlanmaktadır. Makigillerde(lemurs) ve cadı makigillerde(tarsiers) sivri tırnaklar ağaca saplanarak tutunmanın kolaylaştırdığını, bazen sağladığını gözleriz. Bu ortak atamızın muhtemel tutunma biçimine yakın

bir tutunma biçimi olabilir. Yeni dünya maymunlarında ise sivri tırnaklar yardımcı rolüne devam eder. Ancak asıl işlevi ağaçları kavramaya başlamış olan eller almıştır. Aynı zamanda yüksek ağaçlarda yaşayan bu soyda kuyruk beşinci bir tutunma uzvu olarak kullanılır ve diğer primatlara göre önemi çok daha büyüktür. Eski dünya maymunlarında ise başparmağın diğer dört parmağa karşılık gelecek şekildeki biçimin güçlendiği gözlenir. Adı üzerinde olan bu iki soy yaklaşık 35 myö Afrika ile Güney Amerika kıtalarında bulunarak birbirinde ayrılmıştır. Kıtalar arası geçişin nasıl sağlandığı ise tartışmalıdır. İnsansı maymunlarda ise eller daha da hünerlileşmiş ve alet kullanımı miktarı artmıştır.

İnsansı Maymunlar İnsan bu büyük primat takımı içerisinde insansı maymunlar(Hominidae) ailesindedir. Orangutan, goril ve şempanzeleri de kapsayan bu aile gibonlara uzanan soydan 15-19 myö ayrılmıştır. Tahminlere göre iklim değişikliği sonucu yaşanan bu ayrılış ağaçlardaki besinin azalması ve ağaçların seyrekleşmesiyle birlikte besin ortamı ağaçların alt dalları ile yere(toprağa) taşınarak soyunu devam ettiren bir soydan gelmektedir. Zor koşullar zekânın ve alet kullanımının önemini arttırmış, yiyecek azlığı şempanzelere ve insanlara giden soyda işbirliği ve avcılığı desteklemiştir. Ayağa kalkışın aşamaları ve kuyruğu kaybetme Beslenme ortamının aşağı inmesinin etkilerinden bir tanesi de yerde hareket etme ihtiyacıdır. Seyrelmiş ağaçlarda birinden diğerine geçmek, yerdeki yiyeceklere ulaşmak için, herhangi bir tehditte kaçabilmek veya uzaklara bakabilmek için zaman zaman ayağa kalkmak gerekmektedir. Daha doğrusu evrim sürecinde yer hareketine de adapte olanlar baskın geleceklerdir. İnsansı maymunlarda iki ayaklı hareket(bipedalizm) farklı biçimlerde açığa çıkar. Orangutanlar yaşamlarının çoğunu ağaçlarda geçirmeye devam etmektedirler ve nadiren yer hareketi gözlenir. Asya’da bulunan orangutanların, Afrika’dan şu an bulundukları ormanlara göç ettikten sonra yer yaşamından tekrar ağaçlara geçiş yaptığı düşünülmektedir. Goriller ise zamanlarının çoğunu yerde geçirirler ve zaman zaman iki ayak üzerine kalkabilirler. Şempanzelerde bu durum daha da rahattır, örneğin suya girmek zorunda kalan şempanzelerde uzun süreli ayakta duruşlar gözlenmiştir. İnsan türlerinde ise(Homo cinsi) ise fosiller zorunlu bir ayağa kalkış olduğunu göstermektedir. Bugün halen dört ayaklı hareket etmemiz doğal değildir ve insanda bu iki ayaklılığa geçişin getirdiği büyük bir değişim zinciri gözlenmiştir. Ağaç yaşamında dengeyi koruma, savunma, avlanma, beslenme veya zaman zaman kur yapmak için kullanılan kuyruk, yer yaşamında eski işlevini kaybetmiştir. Dahası yer hareketinde ve iki ayaklı harekette sorun çıkartmaktadır. Kullanımı sonradan

kesilen organlarda sık gördüğümüz bir yok olma gerçekleşmiştir. Gebelik sürecinde uzamaya başlayan kuyruk, kontrollü hücre ölümü ile yok edecek genler ortaya çıkmıştır. Bu kalıtım hem ortaya çıkan sorunu ortadan kaldırdığı, hem de artık işlevsiz olan bir organa harcanacak enerjiyi engellediği için seçilmiş olması muhtemeldir. Kuyruk ortadan kalkmıştır ancak kuyruğun başlangıcı olan üç kemiklik parça ortadan kalkmamıştır. Bu kemiklere kuyruk sokumu kemiği ismi verildiğini çoğumuz önceden Biyolojik özelliklerimiz kalıtişitmişizdir. İnsanda da, içe kıvrılarak lar yada genler dediğimiz DNA parçaları bir destek yapısı olarak işlevi değişen aracılığı ile (bizim gibi eşeyli üreyen bu organ kuyruklu atalarımızdan bize canlılarda bu parçalar kromozomlar mirastır. Ama işler her zaman yolunda halinde gruplaşmıştır.) olarak nesilden gitmez, eğer kontrollü hücre ölümünü nesile kalıtılır. Evrim sürecinde canlı pek gerçekleştirecek genler pasifleşirse, çok özellik kazandığı gibi, aynı zamangeç veya eksik çalışırsa fazladan bir da rastgelelik veya enerji korunumunun kuyrukla doğum gerçekleşebilir ve avantajlı olması sebebiyle kullanılmaya geçmişin izleri açığa çıkabilir. özellikleri de kaybedebilir. Bazı durumlarda

Atavizm ya da ata soya çekim nedir?

ise bu DNA parçalarının tamamen ortadan Bu yazımızda primatların genel kalkmadığını sadece pasif hale geçtiğini gözözelliklerini ve insanın biyolojik leriz. Yeniden bir mutasyon(değişim) soncunevrimine nasıl bir miras bıraktıda bu özellikler tekrar ortaya çıkabilir ve bu ğını ele almaya çalıştık. Biliyoruz ata soya çekim olarak isimlendirilir. Bu duruma ki insanın primat kökeni yeni deniz yaşamına karadan geçmiş bir memeli çevre koşulları ve kültürel olan balinaların bazılarında arka bacağın beden evrimle etkileşimi ile insanın içerisinde işlevsiz bir kemik olarak bulunması insan yapan sürecin başlangıörnek verilebilir. Balinaların bir kısmı bu bacakla cını hazırlamıştır. Bu konuyu doğamaya devam ederler. başka yazılara bırakalım. Yazımızı İslam felsefesinin klasik çağında yaşamış düşünür Ahmed bin Muhammed Miskeveyh’in (940-1030) incelemelerine dayalı olarak yaptığı çağının biyoloji bilgisinin ötesinde büyük bir kestirimi alınEvrim kuramı türeyişi birbirinden ayrılan ve paralel tılayarak tamamlayalım. işleyen süreçler olarak yorumlar. Yani bir popülasyon “Bu da maymun ve farklı yada aynı ortamda oluşan ayrılık sonucu popülasinsana benzeyen diğer yonların içindeki küçük dönüşümler zamanla birikir ve hayvanların mertebezamanla tamamen ayrı türler olacak kadar farklılaşır. Hiç sidir. Maymunla insan birimizin dedesi maymun değildi çünkü evrimsel açıdan arasında azıcık bir 60-80 yıl önemsenmeyecek kadar kısadır. Ancak bugün mesafe kalır. Azıcık filogenetik çalışmalar ve insansı fosilleri gösteriyor ki bu daha ileri gidilse, bu sayının 100.000 katı kadar yıl önce (yaklaşık 6-7 myö) insan olur. Vücut şempanze cinsi ile ortak atamız yaşamıştır. Evrim bize tüm dikleşir, nesneleri canlıların aynı kökenden geldiğini ve bu da bize diğer tüm ayırt etme kuvveti türlerin kuzenlerimiz olduğunu söyler. Yani 6-7 myö’den geaçığa çıkar. Bu riye doğru gitmeye devam edersek tüm canlılarla birleşerek kuvvetle bilmek 3.7 milyar yıl öncesine kökenlendiğimizi görürüz. ve anlamak başlar.”

Senin deden maymun mu?

Kaynaklar ve okuma ön erileri: • Martin, R.D. “Primate s, Evolution of”. tes. Sp ringer, 2010 International Encycloped ia of the Social & Behavioral Sciences, 2 001, s. 12032- • Burdick, Anne E. ve diğerleri. “Axil12038 lary polymastia”. Journa l of the American Academy of Dermato • Ankel-Simons, Friderun logy, 49-6, . Primate 2003, s. 1154–1156 Anatomy : An Introduction . Academic Press, Burlington, 2006, • Özbek, Metin (2010), 50 So İnsanın Tarih Öncesi Evrim ruda • Ravosa, Matthew J. & i, Bilim ve Ravosa, Mari- Gelecek an. PRIMATE ORIGINS: Adaptations and Evolution Springer, 2007 • Aydın, Hasan. “İslamın Klasik Çağında Varlık ve Oluş Sorununa • Burrows, Anne M. & Farklı YaklaşımNash, Leanne T. lar”. Bil im İnsanlarımız Darwin’i The Evolution of Exudativ Selamory in Prima- larken, Yazılama Yayınevi


Saklanıyordum Dagobah’ın bataklıklarında Luke benden ayrıldıktan sonra. İndi bir uzay aracı. İçerisinden çıkanlar başladılar kesmeye buldukları tüm ağaçları. Yanlarına gelip izliyordum. Çıktı kısa bıyıklı gözlüklü bir tanesi. Geçirecekmiş inter galaktik yol buradan, Tatooine’de köprü yapmış kimse etmiyormuş itiraz. Güc’ü kullanıp değiştirmeye çalışıyordum fikrini fakat geçmiyordu kafasının kalınlığından. Tutturdu sonra, iddia etti aldığımı para birilerinden kafasına bir şeyler fırlatmak için. Bir arkadaşı çıktı yanından. Kapatıyorum bu parkı dedi, benziyordu eski öğrencim Dooku’ya. Yaydılar askerlerini. Diyordu içlerinden biri “Yoda’ysa Yoda’lığını bilsin”. Duydum kürek denen bir cisim. Kısa bıyıklı dinletmek istedi şarkı. Sürekli sordu fışkiye adında bir cisim. Karanlık taraf kazanmış türünü tanıyamadığım bir müttefik.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.