te, yeni bir ülke
ni bir üniversi ni bir Kültür, ye
Ye
için...
ayı: 5 • Aralık 2013
• 3 TL
syonu Yayınıdır S
Fikir Kulüpleri Federa
Oğlan bizim kız bizim çatlasın faşizm Yuvarlak Masa: Behzat Ç.
Barış Bıçakçı ve Tükenmeyen İnsan
Bir Sims İncelemesi
Yuvarlak Masa’da Ankaralılar, Behzat Ç. Ankara Yanıyor filmini tartıştı.
Akın Art, “anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret eden”, sıradanlığı olağanüstüleştiren yazar Barış Bıçakçı’yı anlattı.
Onur Avcı, 90’lıların kült oyunu Sims’te eylemsizliğin eleştirisini yazdı.
s.22
s.32
Yiğit Özatalay ile Kurt Weill ve günümüz müziği üzerine söyleşi s.28
s.16
"Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek" Ece Ayhan - Meçhul Öğrenci Anıtı
Bu sayıda...
Biz Seçimimizi Yaptık Kızlı Erkekli Yeni Bir Ülke Kuruyoruz
Seçimimizi yaptık: Oyumuz Haziran’a Erçin Fırat
Şaşırtmalı soruda doğru yanıtı bulmak: Dershane tartışmaları Ercan Bölükbaşı
Kangrenleşen Bir Tartışma: Türban Zozan Baran
Bir Soylulaştırma Hikayesi
Yanlış Bir Ölüm Kültürü Üzerine Düşünceler
Melih Fırat Ayaz
Alperen Bal İçinde sukuşları geçen şiir Yusuf Turhallı Kuğulu Park’a AVM yakışır mı? Arda Örkin / Tuğba Özer
15 18
Nasıl olur da üniversitelerde “zânu be zânu” oturulur? Mustafa Öcalan Behzat Ç’nin Kültür Endüstrisi ile İmtihanı ve Haziran’dan Sonra Sinema
A. Sinan Günçe / T. Seçkin Serpil
26
Barış Bıçakçı ve Tükenmeyen İnsan Akın Art “Hepimiz yıldız tozuyuz...” AMA NASIL? Okan Tağ / Cem Oran
38
10
Bir Başarı Hikayesi Hasan Alper Ongan
Haziran’dan sonra gençlik, memleket ile ilgili hiçbir konuda seyirci konumuna razı olmayacağını gösterdi. Fakat gençliğin ezeli düşmanlarından birinden yana taraf olmak da bizden uzak olmalı. Olacak da. Gençlik “düş ile, tırnak ile, diş ile” büyüttüğü direnişi yedirtmemeye kararlı. Birileri “Amerika’ya giden seçimi kazanır “ tespitleri yapadursun. Bazı “solcu”lar ülkenin gördüğü en kitlesel sol ayaklanmaladan sonra sağda birlik arayışına hız veredursun. Biz seçimimizi çoktan yaptık. Oylar “Yeni Bir Ülke”ye
Bir Sims İncelemesi: Oyunda Eylemsizliğin Eleştirisi Onur Avcı Sorduk soruşturduk: Kavas nedir? Uğur Gözcü Behzat Ç. Ankara Yanıyor Yuvarlak Masa Yiğit Özatalay ile Kurt Weill ve Günümüz Müziği Üzerine Görüşme: Ayça Boyacıoğlu Çay, Kahve Molası Umut Can Yıldız
36
Yeni bir Kültür, yeni bir üniversite, yeni bir ülke için...
Aylık Öğrenci Dergisi • Aralık 2013 • Sayı 5 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin • Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art • Yayın Kurulu: Akın Art, Alperen Bal, Merve Umutlu, Mustafa Öcalan • Tasarım: Ali Erkan Tenbel, Özgün Sağlam, Yiğit Berker Kapak İllüstrasyonu: Ferhat Akbaba, Cem Eren Güven • Evrim Adam İllüstrasyonu: Cem Eren Güven Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 • Baskı: Star Medya Yayıncılık A.Ş Baskı Tesisleri, Atatürk Mahallesi Bahariye Cad. No:31 K.Çekmece İstanbul 34679 Tel:(0212)478 52 00
www.fkf.org.tr • fkf@fkf.org.tr YeniYazilarDergi
Haziran’da Koç gibi önemli sermaye gruplarının ve Murat Belge gibi kimi “entelektüel” AKP kalemşörlerinin direnişin yanında saf tuttuğunu görmüştük. Ya da karşısında yer alamadığını. Memleketin “sınıf bilinci” en yüksek sermaye grubunun direnişi karşısına almaması, daha büyük çatlakların da habercisiydi. Öyle de oldu. Her devrin adamları ve kadınları birer birer gemiyi terk etmeye başladı. Ardından Cemaat- AKP gerilimi…
@Yeni_Yazilar
Fikir Kulüpleri Federasyonu direnişin sembol isimlerinden biri olan Ali İsmail Korkmaz’ın heykelini bu kararlılığın da sembolu olarak dikti Eskişehir’e. Haziran’da kaybettiğimiz diğer kardeşlerimizin ailelerinin de katılımıyla… Ali İsmail’in gülümseyen yüzü Eskişehir sokaklarından silinmesin diye. Çünkü “gülmek devrimci bir eylemdir” biliyoruz. Tutukladıkları, gözaltına aldıkları arkadaşlarımızın yüzünden çalamadılar gülüşlerini. Ali İsmail’den de çalamayacaklar. “Yıkılacaksın Adi Hükümet” demişti. Evet hükümet yıkılacak. Ama Ali İsmail hep Eskişehir’de kalacak. Gülümseyerek. “Hem acıya hem umuda benzer” bir yıl oldu 2013. Bir yanda tarihimizin en trajik olaylarından biri olan Reyhanlı Katliamı, bir yanda direniş boyunca yitirdiğimiz dostlarımız, bir yanda ise bu düzenin yıkılacağını müjdeleyen Haziran! Hatırlıyoruz. “Biz yaşarken oldu hepsi”. Kendi tarihimize tanıklık ediyoruz. Bu sayımızda yine hem “gündem” olanı, hem de gündem olması gerektiğini düşündüğümüz farklı disiplinlerden pek çok yazıyı da sizlerle paylaşıyoruz. Yeni yılda “Yeni Yazılar” ile görüşmek dileğiyle…
Yeni Yazılar Yayın Kurulu
Gündem
Seçimimizi Yaptık:
Oyumuz Haziran’a Erçin Fırat İstanbul Üniversitesi
T
ürkiye tarihinin en karakterli direnişinin ardından karaktersizlik tüm gücüyle tekrar siyaset sahnesine çıktı.
Konuşmaların, açıklamaların tamamından neye karşı olduklarını da anlayamıyoruz, neyi istediklerini de.
Karakter ne yaptığını, neden sokakta olduğunu bilmekten geliyordu. Kime karşı olduğu, kime saygı duyduğu, ne istediği belli olan.
Ya da birileri bir kavga veriyor ve kimse neyin kavgası olduğunu anlamıyor. Açıkça bize ait olmayan tartışmalar, vaatler, kavgalar var ortada.
Şimdi ise her gün her şeye ve herkese saygı duyanları izliyoruz.
Oysa çok yakın zamanda neyin kavgasını verdiğimizi bilerek
sokaktaydık. En yakıcı kavganın özneleriydik. Özgürlüğümüzü istiyorduk. Hiç sakınmadan “Korkacaksın, titreyeceksin, yıkılacaksın adi hükümet” diyordu Ali İsmail. Bizim sözümüzü söylüyordu. Meydanlardaki sloganlar, duvarlara yazılanlar herkesin anlayacağı kadar net, hepimizin ortaklaşaca-
ğı kadar ilkeliydi. Şimdi ise duvara yazılan bir cümle kadar net olamayan onlarca köşe yazısı var. Başladığımız yere geri mi döndük? Öz itibariyle bir kuşak Hakan Vreskala’nın şarkı sözlerinde söylediği gibi her gün televizyonlarda konuşanlara, senelerdir niye sahip oldukları belli olmayan köşelerde
Gündem yazanlara, gençliğin sesini, sözünü kısanlara “dağılın lan” dedi. Ve hemen ardından ne istediğini halkla birlikte söyledi. Şimdi bu söylenen sözü birleştirmenin, büyütmenin, üzerine katmanın zamanı. Başa döndürecek tüm çabaların ise karşısında durma zamanı. O halde ne yaptığımızı, ne istediğimizi tarif edelim: Biz seçimimizi yaptık! Seçimimizi merak edenler, ODTÜ’de Tayyip Erdoğan’ı karşılayan öğrencilerin eylemlerine bakabilirler. ODTÜ ayakta eylemine, birçok üniversitedeki yandaş rektör protestolarına bakabilirler. Gezi Parkı’na, Haziran ve Temmuz ayı boyunca sokaklarda neler olduğuna bakabilirler. Açıkça söylemek gerekir; bizi ODTÜ doğurmuş, Haziran isyanı
büyütmüştür. Şimdi bu birlikteliği, üniversitelerde meclislerde toplanan birikimi, halkla birlikte yaratılan dayanışma örneklerini ilkesizliğe heba etme niyetinde değiliz. Bunu yaparsak biliyoruz ki, Eskişehir’e diktiğimiz Ali İsmail’in heykelinin yanına dahi bir daha yaklaşamaz, kafamızı kaldırıp bakamayız. Çünkü biz biliyoruz ki arkadaşlarımızı bizim olmayan kavgalar için kaybetmedik. Yeni bir ülkenin inancıyla yaşamlarını verdiler; yeni bir ülkenin inancını taşımak, büyütmek ve o ülkeyi kurmak zorundayız. Türkiye tarihinin en büyük direnişini yedirmeyiz! FKF bunun için var.
Yolumuz açık; Yürüyelim! Türkiye gençlik tarihinin nasıl bir yoldan ilerlediğini ve bizim hangi mirası devraldığımızı 3. Sayımızda yazmaya çalışmıştım. Bu tarihte gençliğin yolu sürekli kesilmiş, engellenmiştir. 2013 yılında ise gençlik ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız demiş ve yolunu yeniden açmıştır. Kim daha çok Amerika’ya giderse o kazanır zannedenler, nasıl daha fazla dincilik yaparım diye yarışa girenler* bu yolun yakınında bile değildir. Kim Yatağan işçilerinin yolundan gidiyorsa, kim Vanlı depremzedelerin sesi oluyorsa, kim Utku Kalı’yı unutmadıysa, onlar bizim yolumuzun parçasıdır, öncüsüdür, yoldaşıdır. O halde yolumuzun yakınında bile olmayanlarla vakit harcamaya da on-
ların bizi sıtmaya razı etmelerine de “acaba” demeye gerek yok, harcayacak enerjimiz de yok. Söylediklerimiz, kararlarımız tabii ki gençlik heyecanıyla söylenmiştir. Ama arkasında yalnızca heyecan değil, akıl vardır. Bu akıl Milli Şef iktidarından kurtulmak için Demokrat Parti’ye verilen desteği bilmektedir. Milliyetçi Cephe’yi devirmek için CHP’de saf tutulduğunu, 12 Eylül’den kurtulmak için Özal’ın desteklendiğini, Erbakan’ın karşısında milli görüş gömleğini çıkarmış Erdoğan’dan, Erdoğan’ın karşısında da ordudan medet umanları bilmektedir. Tamamının sonuçsuz kaldığını da. Özellikle son 30 yıl için saydıklarımızın hepsi, birbirini doğurmuştur. Gericiliğin farklı biçimlerde yeniden doğması için değil, yeni bir ülke için mücadelede ısrarımız bundandır. * Zozan Baran, bu sayımızdaki yazısında konuya ayrıntılarıyla değiniyor.
Gündem
Şaşırtmalı Soruda Doğru Yanıtı Bulmak:
Dershane Tartışmaları Ercan Bölükbaşı
Bir kilo demirin mi yoksa bir kilo pamuğun mu daha ağır olduğu sorusuna yanıt vermek zorunda değiliz. Şaşırtmalı soruya yanıtımız, gençliğin sırtından beslenen bu bir kilodan ne olursa olsun kurtulmak olmalıdır.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
B
ir toplantı dönüşü İstanbul-Ankara otobüs yolculuğum Cemaat ile AKP'nin kavgasının alevlendiği döneme rastladı. Artık otobüslerde canlı TV yayını "hizmet"i veriliyor ya, fırsat bu fırsat Samanyolu’nu seyre daldım. Samanyolu dediysem, uçsuz bucaksız Samanyolu Galaksisi’nden söz etmiyorum. Çok daha sığ, "hizmet" aşkı ile yanıp tutuşanların gayriresmi yayın organından bahsediyorum. Eğer burada doğup büyümüş olmasaydım, Türkçe'yi çat pat biliyor olsaydım haberden çıkaracağım sonuç ancak şu olurdu: Eyvah, kimsesizler yurtlarını kapatıyorlar. Çarpıtmanın ayarının kaçması, hedeflenenin Türkiye kadar kendilerine ev sahipliği yapan okyanus ötesi odaklara seslenme ihtiyacından olsa gerek. Gerçekten de Cemaat’in yayın organlarının tekmili birden öyle bir propaganda bombardımanına başladılar ki, insan acaba ben yanlış mı biliyorum demekten kendini alamıyor. Örgütlü bir gücün ise böyle bir kafa karışıklığına sahip olma lüksü yok. Hele ki, ülkenin umudu olan gençliğin hiç yok! Akılları netleştirmek Aklımızı netleştirmemiz gerekiyor. Ülkedeki her tartışmada olduğu gibi eğitim sistemi konusunda da gençliğin net bir sözü ve programı olmalı. Bu söz güncel bir anlam
taşımak zorunda olduğu gibi, güncelliği aşan hedefler de içermek durumunda. O halde bu yöntem ile gündemdeki tartışmalara bir değinmekte ve gençliğin hedefleri konusunda bazı ipuçları ile devam etmekte yarar var. Öncelikle görünenin ne olduğuna bakalım. Kılıçlar çekilmiş durumda. AKP, Cemaat’in en büyük gelir ve örgütlenme kapısına, dershanelere kilit vurma telaşında. Cemaat ise en iyi savunma saldırıdır mantığı ile elinde AKP'yi iktidardan edecek kozlar olduğunu hissettirmenin yanı sıra “mazlum edebiyatını en biz yaparız” dercesine vicdani bir savunma mevzi oluşturmayı da unutmadı. Cemaat'in sevgi pıtırcığı olmadığını bilmiyor olsaydık bile "Dershaneler olmazsa gençler üniversiteye giremez" sözlerine hepimizin bildiği bir gerçekle yanıt üretebilirdik: Üniversitelere yerleşme puan hesabına göre değil, kontenjan ve sıralamaya göre yapılıyor. Yani eğer eşitlik ve adalet tartışmasını kabaca yapacak olsak bile, dershanelerin varlığı maddi durumu kötü olan gençleri, halkın çocuklarını sıralamada geriye itiyor, üniversiteye girmelerini büsbütün imkansızlaştırıyor diyebilirdik. Savunma mevzisinden biraz daha ileriye gidip muharebe alanına uğradığımızda ise, havada uçuşan pislikleri, gençliğe ahlak dersi verenlerin birbirlerinin özel hayatları ile ahlaksızca atıp tutması-
na şahit oluyoruz. Öyle ki, Amerikancılıkta, gericilikte, piyasacılıkta ittifak halinde medeniyet elçiliğine soyunanlar; iş çıkar çatışmasına geldiğinde vahşilikte sınır tanımıyor. Bu çatışmaya müdahale etmek ise burada bir taraf tutarak, ya da tarafsızlık ilan ederek yapılamaz. Gençlik, kendisini doğrudan ilgilendiren bu meseleyi sadece Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen arasındaki gerilim olarak göremez. Bir kilo demirin mi yoksa bir kilo pamuğun mu daha ağır olduğu sorusuna yanıt vermek zorunda değiliz. Şaşırtmalı soruya yanıtımız, gençliğin sırtından beslenen bu bir kilodan ne olursa olsun kurtulmak olmalıdır. Gençliğin üreteceği söz, çatışmanın taraflarını siyaset sahnesinden silip atmayı hedeflemedir. Cemaat: Gericilik ve dershane aşkına... Cemaat ile ilgili olarak kayıt döneminde epeyce yazdık. Kısa bir tekrara girecek olursak, gizli kapaklı işler çeviren, devletin tüm kademelerinde kadrolaşan, bir yandan ülkeye dair sürekli söz söylerken bir yandan da biz siyaset yapmıyoruz diyerek hiçbir sorumluluk kabul etmeyen gerici bir çıkar örgütü Cemaat. Kimileri için ise bu tanımı yapmak bile gereksiz: Haziran'da sokağa çıkan biz gençliğe hakaret yağdırmaktan geri durmaması Cemaat’i tarihin
çöplüğüne göndermek için gerekli ve yeterli bir sebep. Konumuzla ilgili olan kısmı ise Cemaat’in arkaik yapısının gençliğe seslenme yeteneğine sahip olmaması. Belirli bir olgunluğa erişmiş ve yaşamsal ihtiyaçlarını bir şekilde kendisi karşılayabilecek duruma gelmiş herhangi bir gencin cemaatin ağına takılması imkansız denebilecek kadar zor. Lise de ve üniversite hazırlık döneminde ise durum farklı. Cemaat dershaneleri, öğrencileri sınava hazırlama işlerinin ötesinde, zorunlu tuttukları "sohbet" oturumları ve izlettikleri videolar ile anılıyorlar. Bunlar ve tabii ki maklube, gençliğin çoğunluğu için alay konusu olsa da Cemaat için çekirdek bir örgütlenme alanı. Bunun dışında sistemin yarattığı ve bireyler için yaşamsal önemi olan maddi sorunlara getirdikleri "çözüm"ler ise ömür boyu kölelik sözleşmesi niteliği taşıyor. Neye elini atsa batıran usta AKP'nin eğitimle imtihanı Bir diğer taraf olan iktidar partisi için ise söylenebilecek sözler ise çoktan diktatöre karşı bir halk isyanı içerisinde anlamlanmayı ve maddi yaşamla buluşmayı başardı bile. En azından bu yazı için bunları tekrar etmeye gerek yok. İyisi mi biz bu aktörün neler yaptığına değinirken kendimizi şimdilik
Gündem eğitim alanı ile sınırlandıralım. AKP'nin eğitim politikalarını özetleyen üç şey var: Birincisi piyasacılık. İkincisi beceriksizlik. Üçüncüsü de Tayyip Erdoğan tarafından söylenen "dininin, namusunun, kininin davacısı bir gençlik istiyoruz" sözü. Bu özetin sonuçları bir çırpıda sayılabilir: Okulların çoğunda vahim boyutlarda öğretmen açığı olmasına rağmen ataması yapılmayarak ücretli köleliğe, işsizliğe ya da ölüme terk edilen öğretmenler... Neredeyse tüm yönetici kadroların din kültürü öğretmenlerine ve imamlara teslim edilmesi... Her sene değişen okul ve sınav sistemi... 4+4+4 ile çocuk işçiliğinin ve gerici eğitimin kurumsallaştırılması... Ortaokul öğrencilerine yapılan son sınavda Türkçe ve Matematik soruları ile aslında olmaması gereken Din sorularının aynı ağırlıkta olmakta kalmayıp, soruların zorluğu nedeniyle anadolu lisesi kazanmak için bir mezhebin inançlarının tüm detayları ile bilmenin gerekli hale gelmesi... Türkiye'nin her tarafında kadro ve eğitimci birikimine bakılmaksızın açılan üniversitelerdeki taciz ve tecavüz olayları... Bugünkü tartışmalarla ironi içerecek bir biçimde dershane sektörünün inanılmaz boyutlarda büyümesi, yani
Üniversiteliler mümkün olan her şehirde liseli arkadaşlarımıza ders verecek sınıflar açacak. Bu dersler yalnızca sınav kazandırmaya yönelik kurslar olarak değil, aynı zamanda nasıl bir eğitim istediğimiz sorusunu somut olarak yanıtlayan ve arkadaşlarımızın her yönüyle gelişebilmelerini sağlayan dayanışma örnekleri olarak önem kazanacaktır.
paranın eğitimde de geçer akçe haline getirilmesi... Televizyonlarda özel dershane sahipleri boy gösterip pişkin pişkin ben eğitimci değil tüccarım, ticaret özgürlüğüm var diyebiliyorsa; burada yalnızca dershanelerin kapatılmak istenmesini değil AKP'nin eğitime yerleştirdiği piyasacı mantığın sonuçlarını da açıkça görebiliyoruz. Bu öyle bir mantık ki, dershaneleri karşısına alırken alternatif olarak özel okulları gösterebiliyor. AKP, tartışmanın sonucunda gericiliğine, piyasacılığına ve eğitim sistemi ile kafasına göre oynama serbestliğine zeval getirmemek niyetinde. Yeni bir ülke için yeni bir eğitim Rahatça görüleceği üzere bu iki aktör bugün çatışma halinde olsa bile gençliğe düşmanlıkta ortaklaşıyorlar. Zaten Cemaat dershanelerinin bir diğer hizmeti olan şifre skandalını ve AKP'nin bu meseledeki ikiyüzlü tutumunu da gençliğin unutması mümkün değil. Taraf diye bize sunulanların hali üç aşağı beş yukarı böyleyken, tartışmanın gerçek tarafı olan gençliğin söyleyeceği ise ayrı bir önem kazanıyor. Peki, biz nasıl bir eğitim istiyoruz? Çoktandır sloganlaşmış eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talepleri-
ni dillendirmek yeterli mi? Ya da bugün eğitim tartışması hangi ana eksende ilerlemeli? Eğitim ve öğretim tartışması açıldığında, çoğunlukla öğretmenlerimiz tarafından eğitim ve öğretimin ayrı şey olduğu, eğitimin daha önemli olduğu, eğitim sisteminin ise öğretim üzerine işlediği söylenirdi. Doğrular hanesine bunu da ekleyebiliriz, yalnız bir farkla: Bugünkü eğitim sistemi öğretimi de büyük ölçüde boşlamış, eğitimden ise yalnızca sünni inanç eğitimini anlar hale gelmiştir. Bilimsel eğitim ve aydınlanma mücadelesi bugün eskisine göre daha yakıcıdır. Dershanelerde ise ne eğitimden ne de öğretimden söz edilebilir. Öğrettiği tek şey, optik formda doğru noktayı karalamak olan kurumlara gençliğin de ülkemizin de ihtiyacı yoktur. Karşısına çıkarılan özel okullar ise devletin yerine getirmek zorunda olduğu bir görevden kaçış olduğu gibi paralı eğitim sorununu derinleştirmek anlamına da gelecektir. Nitelikli ve parasız bir eğitim imkanı, üniversiteleri de kapsayacak şekilde her düzeyde ve tüm vatandaşlara eşit olarak sunulmalıdır. Özel eğitim kurumları kamulaştırılmalı, eğitim sistemi aydınlık nesiller yetiştirmek için en
baştan kurulmalıdır. Bu mücadele ancak bugün gençliğin geleceğini paylaşmak için kapışan leş kargalarını cepheden karşıya almak ile, yani yeni bir ülke arayışı içerisinde zafere ulaşabilir. Gençlik kendi sınıflarını açıyor Güncel yol haritamızı netleştirmek için ise Fikir Kulüpleri Federasyonu kurulurken söylediklerimizi yeniden ve yeniden hatırlamak zorundayız. Bir yandan gençliğe düşman AKP ve Cemaat ile hesaplaşırken, bir yandan da nasıl bir eğitim istediğimizi anlatmak, bunu gerçeğe dönüştüren kimi örnekler yaratmak zorundayız. Son açıklamamızdaki çağrımız bu noktaya işaret ediyor. Üniversiteliler, mümkün olan her şehirde liseli arkadaşlarımıza ders verecek sınıflar açacak. Bu dersler yalnızca sınav kazandırmaya yönelik kurslar olarak değil, aynı zamanda nasıl bir eğitim istediğimiz sorusunu somut olarak yanıtlayan ve arkadaşlarımızın her yönüyle gelişebilmelerini sağlayan dayanışma örnekleri olarak önem kazanacaktır. Gençlik, AKP'den kurtuluşun da gerçek bir eğitimin nasıl olacağını da bizzat kendisi yaparak gösterecektir. Eşitlik ve özgürlük davacısı gençliğin, daha güçlü bir siyasi özne haline gelmesi için...
Dayanışmayı yükseltİyor, lİselİler İçİn sınıflar kuruyoruz!
çlik geleceğini kuruyor!
Gerici ve paralı eğitiminizi başınıza çalın! Gen
Eğitmen ve öğrenci başvuruları için: fikirkuluplerifederasyonu@gmail.com
FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU
Gündem
Kangrenleşen Bir Tartışma:
Türban
Kimileri için türban tartışması ve yukarıda saydığımız gelişmeler birbirinden ayrılmalı. Biz bu kanıda değiliz. Ancak daha da önemlisi AKP’nin de böyle bir niyeti olduğunu sanmıyoruz. Tarihlerin ve açıklamaların bu kadar çakışıyor olması tesadüflerle ya da komplo teorileriyle açıklanmaya mahkum değil.
Zozan Baran Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü
T
ürban tartışmaları, önce yeni “demokrasi paketiyle” birlikte türbanın kamusal alanda kullanımının serbest olacağı haberleriyle, daha sonra 31 Ekim günü AKP’li 4 kadın milletvekilinin Meclis’e türbanla girmesiyle tekrar gündeme geldi. Tartışmanın son gelişmelerle sınırlı olmayan tarihsel bir yönü olduğunu biliyoruz. Ancak önünüzde duran bu yazı, türban tartışmasında bugün gelinen aşamayı ve son gelişmeleri merkezine alacak. Her ne kadar tartışma eski olsa da AKP iktidarının son adımlarıyla birlikte tartışmanın yeni bir boyuta taşındığı kanaatindeyiz.
AKP’li milletvekilleri, türbanla Meclis’e girme kararı almadan önce parti tarafından hacca gönderilmiş ve yaptıkları açıklamalarda hacca gittikten sonra adeta “yeniden formatlandıklarını”(1) söyleyerek türbanla Meclis’e girme isteklerini dile getirmişlerdi. Bu açıklamaların bizce anlamı türban adımının çok önceden planlandığıdır. Yani hac ziyaretinin de bu adımın planlanmış bir parçası olduğunu düşünmemizin önünde bir engel bulunmuyor. Bu noktayı tartışmaların seyri açısından aklımızda bulundurmamız önemli, yazının devamında buraya tekrar döneceğiz. Şimdi gelelim “demokrasimiz”in diğer yüzüne: Türban tartışmalarının alevlendiği günlerde Tayyip Erdoğan, yaptığı bir açıklamada kadın ve erkek öğrencilerin aynı
evde yaşamasından rahatsız olduğunu, valilerine talimat verdiğini ifade ediyordu. Açıklamanın tarihi 4 Kasım. Bu tarihten biraz daha öncesine gidersek Hüseyin Çelik’in programına katıldığı ve kıyafetini fazla dekolte bulduğu sunucu Gözde Kansu’nun işten atıldığını hatırlarız. Daha gerilerde içki yasakları gibi düzenlemelere kadar gidebiliriz. Ama o kadar geri gitmeden son bir ay içerisinde yaşananları düşünürsek; liselerde kız ve erkek öğrencilerin aynı kantine girmesinin yasaklanması, Meclis Başkanı’nın yaptığı karma eğitimi kaldıracağız açıklaması, Tayyip Erdoğan’ın dilinden düşürmediği muhafazakar değerleri… Kimileri için türban tartışması ve yukarıda saydığımız gelişmeler birbirinden ayrılmalı. Biz bu kanıda değiliz. Ancak daha da önemlisi AKP’nin de böyle bir niyeti olduğunu sanmıyoruz. Tarihlerin ve açıklamaların bu kadar çakışıyor olması tesadüflerle ya da komplo teorileriyle açıklanmaya mahkum değil. AKP toplumda muhafazakar değerlerin meşruiyetini artırma ve bu değerlerin dışında tuttuğu kesimlerin gözünü korkutma derdindedir. Bu nedenle haddini bilmez AKP’li siyasetçilerin açıklamaları ardı ardına gelmektedir. AKP’den hâlâ özgürlük adına beklentisi olanlarsa üç maymunu oynamaya devam edecek gibi görünüyor.
Özgürlük mü serbesti mi? Türban tartışmalarının bizim açımızdan iki boyutu var. Bu iki boyutun açığa kavuşması ise başlıktaki sorunun büyük bir netlikle cevaplanmasını gerektiriyor. Bizce türban takmak, kadının özgürleşmesinin bir parçası olamaz. Dolayısıyla türban özgürlüğü gibi bir şeyden söz etmemiz mümkün değil (2). O zaman bu tartışmanın birinci boyutu özgürlüğü nasıl tanımladığımız, ikincisi ise serbesti diyeceksek dahi türbanın kamusal alandaki varlığını nasıl değerlendirdiğimizdir. Yazının çerçevesi dahilinde özgürlüğün ne olduğuna dair teorik bir tartışma yapmayı amaçlamıyoruz. Kavramlara dair büyük bir karmaşanın var olduğu ülkemizde bunun büyük bir ihtiyaç olduğu kesin. Ancak yazımız, böylesi kapsamlı bir tartışma yapacak zemine sahip değil. Biz burada daha çok özgürlüğü türban tartışması ve kadın haklarıyla sınırlayarak, siyasi boyutuyla ele alacağız. Kadınların nasıl toplumsal hayata özgürce katılabileceğini tartışıyoruz. Özgürlüğe dair yapacağımız tartışmanın bir ucunun eşitliğe varması ise kaçınılmaz görünüyor. Bizim için özgürlüğün eşitlik olmadan sağlanamayacağı ortada. Aynı ilke kadınlar nasıl daha özgür olur tartışması için de geçerli. Kadınların erkeklerle eşit olduğunu kabul etmeyen, bu eşitlik
üzerine hayata geçmeyen herhangi bir uygulamanın; kadınları daha özgür hale getirebileceğine inanmıyoruz. Peki, türbanın bu anlamda özgürlük olduğu savunulabilir mi? Tartışmayı bu noktayı görmezden gelerek sürdürmek muhafazakarlar tarafından bize sunulan çerçeveyi kabul etmek anlamına gelir. Ancak Türkiye’de artık dinsel pratiklere yönelik herhangi bir eleştirinizin hakaret olarak algılanması hiç de zor değil. Şafak Pavey’den alıntılayarak söyleyelim; “kronik mağduriyet” artık bu kesimi tanımlayan en önemli sıfat niteliğinde. Dile getirdiğiniz herhangi bir eleştiriden hakaret sonucu çıkarmamaları neredeyse imkansız. Ancak buna rağmen doğruları söylemek için gençliğin cüretine ihtiyaç var sanırım. FKF ise zaten bunun için var. Bırakalım yapsınlar mı? Tartışmamızın ikinci boyutu ise kadını özgürleştiren bir pratik olmasa dahi türbanın toplumsal hayatta yeri olup olmadığının tartışmasıdır. Sonuç olarak türban takmak ve bu haliyle toplumsal hayatta yer almak isteyen, çalışan, okuyan kadınlar var. Özgürlük adına selamlamayacaksak bile, en azından kamusal alandaki kullanımı desteklenemez mi? Soruya tarihsel bağlamından kopuk bir cevap vermek mümkün değil diye düşünüyorum. Yani eğer bu güncel
Gündem bir soruysa; o zaman günümüzde türban tartışmalarının anlamını, iktidar partisinin bu serbestlikle neyi amaçladığını, türban serbestisinin türban takmayan kadınlar için neler getirdiği gibi meselelere bakmak gerekir. Aslında soruların toplamından, dinin toplumda hegemonik güç olup olmadığı sorusu ortaya çıkıyor.
muhafazakar politikaları tam boy karşıya alınmışken anti-kapitalist Müslümanların direnişteki varlığı hiçbirimizi rahatsız etmedi. Ancak direnişin tüm “esprisi” dinsel birtakım ritüellere indirgendiğinde (3) meselenin boyutu değişir. Bu noktadan itibaren bu ritüellere karşı soğukkanlı bir tavır geliştirmek gerekiyor düşüncesindeyiz.
Dolayısıyla sorumuza şu şekilde cevap verebiliriz: Türban ve diğer dini semboller, dinsel anlayış toplumda hegemonik güç haline gelmeye çalışmadığı sürece kamusal alanda kendine yer bulabilir. Yukarıda sözünü ettik; son yaşanan gelişmeler toplumsal hayatın tamamının dinsel referanslarla yeniden düzenlenmesi anlamını taşıyor. Hegemonik hale gelmek bir yana, kabul edilebilir tek anlayışın muhafazakarlık olduğu görüşü Tayyip Erdoğan tarafından ifade ediliyor. Böyle bir durumda türban vb. uygulamaların bırakalım yapsınlar basitliğiyle ele alınamayacağı ortadadır. Hegemonik güç olmama durumunu ise Gezi Parkı’nda yaşadık. Direnişin karakteri inkar edilemeyecek ölçüde sekülerken, iktidarın
Şekilcilik eleştirisi Türban tartışmalarının meseleyi şekilciliğe indirgediği eleştirisi çokça yapıldı. Bir yere kadar haklı bir eleştiri olduğu da söylenebilir. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının ve onların devamcısı sayılabilecek olanların dinsel bağnazlıkla mücadeleyi toplumsal hayatın tamamına yaymaya cesaret edemedikleri, bunun yerine devlet kurumlarıyla sınırlı korumacı bir refleks geliştirdikleri bir gerçektir. Bu durum cumhuriyetin kuruluşundan itibaren cemaatlerin, tarikatların ve dinsel kurumların egemenliğini kıracak bir mücadelenin yürütülememesine sebep olmuştur. Kemalist kadrolar, muhafazakarlık devlet kurumlarına bulaşmadığı sürece izlemeyi tercih etmişlerdir. Türban tartışmalarının böylesi bir şekilciliğe hapsolmasında bu reflekslerin de etkisi vardır. Ayrıca bugün gelinen aşamanın sorumluluğunu bir ölçüde bu kesimlerin de taşıdığını söyleyebiliriz. Toplumsal bir mücadele vermeye cesaret edemeyenler, devleti toplumun dışında tarifleyen ve bunun dışında kendine bir misyon biçmeyenler, türbanın devletin tüm kurumlarında meşrulaşması sürecini cılız itirazlarla çaresizce izlemişlerdir. Solun büyük bir kısmının tartışmanın buraya sıkışmasından rahatsız olduğunu görebiliyoruz. Anlaşılır bir durum olduğunu söylemek lazım. Ancak bu rahatsızlığın türban serbestisini destekleme noktasına gelmesi acıklıdır. Yapmamız gereken Kemalist kadroların da gerisine
düşerek türbanın resmi kurumlardaki serbestisini alkışlamak değil, mücadeleyi toplumsal hayatın tamamına yaymaktır. Şekilcilikten kurtulmanın yolu buradan geçer. Türban tartışmasına dair değinmek istediğimiz son bir nokta var. Birçok kesimde tartışmanın kadınları ilgilendirdiği, kadınların özgür iradeleriyle karar vermesi gerektiği dillendiriliyor. Tartışmanın bu basitlikte yürütülemeyeceği kanaatindeyim. Evet, kadınların bedenini ilgilendiren ve kadınların karar vermesi gereken bir durum var ortada. Ancak AKP’li milletvekilleri de kendi kararlarıyla meclise türbanla girdiler diyebilir miyiz? Tayyip Erdoğan’ın parti üzerinde büyük bir hakimiyete sahip olduğu göz önünde bulundurulduğunda, milletvekillerinin kadın ya da erkek özgür iradeleriyle karar verdiğine inanmak komik kaçıyor. Ayrıca yazının başında belirttiğimiz gibi bu adımdan önce vekillerin hacca gönderilmesi ve türban takma isteklerini dile getirirken sık sık bu hac yolculuğuna değinmeleri bunun çok önceden planlandığı ve kadın vekillerin özgür iradesiyle değil parti kararıyla hayata geçtiğini gösteriyor. Sadece türbanlı milletvekilleri için değil aslında tartışmanın tamamı için geçerli bir nokta olduğunu düşünüyorum. Erkeklik ideolojisinin sadece erkekler değil hatta belki onlardan daha fazla sistemin kurallarını kabul eden kadınlar tarafından taşındığı bir gerçek. Gündelik hayatta bunun örnekleriyle sık sık karşılaşıyoruz. Türban meselesi söz konusu olduğunda da
Türkiye’de artık dinsel pratiklere yönelik herhangi bir eleştirinizin hakaret olarak algılanması hiç de zor değil. Şafak Pavey’den alıntılayarak söyleyelim; “kronik mağduriyet” artık bu kesimi tanımlayan en önemli sıfat niteliğinde. Dile getirdiğiniz herhangi bir eleştiriden hakaret sonucu çıkarmamaları neredeyse imkansız. Ancak buna rağmen doğruları söylemek için gençliğin cüretine ihtiyaç var sanırım. FKF ise zaten bunun için var. kadınların özgür iradesinden söz etmeden önce bu iradenin hangi ideolojilerden etkilendiğine bakmak gerekir. Gerçek anlamda bir özgür iradeden söz edebilmek için öncelikle kadınların bu ideolojik etkilerle mücadele etmesi gerektiği kanaatindeyim. Türkiye’de daha uzunca bir süre kadınlar üzerinden dönen tartışmaların gündemde kalacağı belli oluyor. Muhafazakarlaşmanın önemli adımlarından biri de muhakkak kadınların tutsak edilmesi olacak. Bunun mücadelenin en önemli boyutlarından biri olduğu unutulmamalı.
Notlar: 1. http://www.internetha ber.com/turbanli-vekille r-meclise-geliyor-neler-olacak--601474h.htm, Kahramanmaraş milletve kili Sevde Bayazıt Kaçar’ın açıklaması: “Hac ’da söz verdik, tövbe ett ik, sözümüzü yerine getiriyoruz. Orada bizi tek rar formatlıyorlar. Geçm işi hatırlamıyorsun, silmişsin, bitmiş” 2. Türban kelimesini ter cih ettiğimiz için taraflı olmakla suçlandığımızı duyar gibiyiz. Bu “suçla maya” verilecek en açık yanıt, türban tartışmasında taraf olduğumuz u kabul etmek olacak sa nırım. Tartışmanın diğer boyutu ise kavram lar üzerinden de bir ideolo jik mücadele verildiği gerçeğidir. İslamcıların uzun zamandır tartışma yı kendi kavramlarıyla yürütme çabası içerisind e olduğunu görüyoruz. Ke ndi kavramlarınızı kabul ettirdiğinizde karşı tarafı deplasmanda müca deleye çağırdığınız gerçeğinin kendileri de farkında elbette ki. Bu ne denle türban dememiz aynı zamanda bilinçli ve ideolojik bir tercihtir. 3. Ramazan ayının başla masıyla birlikte her yerd e kurulan “yeryüzü sofralarını”, bunlara katılm ak için birbirleriyle yarış an “direnişçileri” hatırlayın.
Kent
Bir Soylulaştırma Hikayesi Sanayi Devrimi sonucu kentlerde oluşan nüfus yığılması, fabrikaların yarattığı kirlilik, kanalizasyon yokluğunda atıklarla ve çamurlarla dolu sokaklar kentleri birer çöküntü alanları haline getirmişti. Burjuva iktidarlar, kentlerin sağlıksız yaşam koşulları ve sık sık salgın hastalıkların yaşanması sonucu artık kent yaşamının kendileri için de bir tehlike haline geldiğini gördüklerinde kent planlamasını 'keşfettiler'.
Melih Fırat Ayaz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Y
üksek bir binadan hafif ekşimsi bir surat ifadesiyle, biraz da ağzı sulanarak kenti süzüyordu. Karşısında sokakları çamurdan çöpten geçilmeyen, kanalizasyon yokluğunda her türlü hastalığın kol gezdiği, harabe evlerde onlarca kişinin yaşadığı bir kent manzarası vardı. Dünyanın sayılı imparatorluklarından birinin başkentinin anahtarı artık ondaydı. Çıkıpta kentte şöyle bir tur atmamıştır emin olun ama bu kenti adam etmenin yolunu bulmuştur: Tarihi, kültürü, insanları hiç umursamadan yıkmak. Zaten kendisine 'yıkıcı sanatçı' (1) adını takması boşuna değildir... Bahsettiğimiz şahsiyet Baron Eugène Haussmann, nam-ı diğer 'Haussmann Paşa'... (2) Karşısındaki manzara ise dünyada aşk, şarap, barikat ve sınıf mücadelesi denilince akla ilk gelen kent: Paris...
Fransız Devrimi Aslında hikâyemiz burjuvazi öncülüğünde harekete geçen işçi sınıfının, imparatorluğu yerle bir ettiği ve Cumhuriyet'in ilan edildiği 1789 yılında başlıyor. Dünyanın dört bir yanındaki zenginlikleri talan ederek semiren Fransız burjuvazisine, imparatorluğun iktisadi yapısı dar gelmeye başlamıştı. Getirilen hammadde ve madenlerin hızlıca işlenip yeniden dünya pazarına sürülmesi gerekmekteydi. Malum, Almanlarla ve İngilizlerle büyük bir rekabet içindeydiler. İngiltere'de geliştirilen buharlı makine teknolojisi sayesinde üretimi hızlandırmanın yolu bulunmuştu ancak nüfusun büyük bir kısmı hala kırsalda feodal ağaların sıkı kontrolleri altında kölelik şartlarında çalışmaktaydı. İmparatorluğun sunduğu
zeminde yükselen bu geri ve hantal ekonomik düzen bir an önce yıkılmalıydı ve burjuvazinin önünü tıkayan tüm engeller ortadan kalkmalıydı. Zaten feodal beylerin zulmünden kurtulmak isteyen ve özgürce bir yaşam için kentlere kaçmaya hazır köylü kitleler uzun bir süredir isyandaydı. Bunun yanına burjuvazinin eşitlik, özgürlük, kardeşlik bayrağı arkasına sıralanan kentli emekçi kitleler de eklenince imparatorluk yerle bir edildi. Uluslararası ticaretin artan hacmi üretim faaliyetlerinin yoğunlaşmasına, bu durum da 17-18 saatlik gibi insanlık dışı çalışma koşulları olarak işçi sınıfına yansıyordu. Bu da yetmezmiş gibi mevcut konutların, kentlere yığılan emekçilere yetmemesi üzerine oluşan çarpık kentleşme ve sağlıksız konutlar işçi sınıfını isyan noktasına getirmişti.
Böylece Fransa 1848 yılına kadar süren devrimci bir süreç geçirmişti. Tarihte ilk defa bağımsız bir şekilde siyaset sahnesine çıkan işçi sınıfı, burjuvaziyi korkutmuştu. Burjuvazi, 'denize düşen yılana sarılır' misali imparatorluk yanlılarıyla birlik oldu ve 1848 ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastırıldı. Ancak bu durumu fırsat bilen Louis Napolyon Bonaparte, zaten ayakta zor duran Cumhuriyet'e son tekmeyi indirdi ve 1852 yılında imparatorluk Fransa'ya geri döndü.
Haussmann Operasyonları Paris kentine bir 'çeki düzen' verilmesi acil ihtiyaç olarak yeni imparatorluk yönetiminin önünde bulunmaktaydı. Çünkü kırdan kente kitlesel göçler sonucu oluşan yoğun kent nüfusu ve bu nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilecek kentsel ve sosyal hizmetlerin yokluğu, Paris kentini adeta bir çöküntü haline getirmişti. Tuva
Kent letlerinde bile insanların yaşadığı bir kentte salgın hastalıkların yayılması kaçınılmazdı, üstelik kanalizasyon sistemi bile olmayan bir kentte. Paris o dönemde sadece işçi sınıfı için değil burjuvazi için de yaşanılmayacak bir kentti. Ayrıca Paris'in kent merkezinin mimarisi ve dar yolları, yaşam koşulları ve insan hakları için sık sık ayaklanan işçi sınıfına büyük avantaj sağlamaktaydı. Hem sokakların darlığından hem de dar sokaklarda kolayca kurulan barikatlardan dolayı askeri birlikler isyana müdahale edememekteydi. Üstelik pasaj vb. yapılarla birbirine geçişli yapıdaki binalardan kolayca kaçan isyancıların yakalanması da pek mümkün değildi. Paris'in nasıl bir dönüşüme sokulacağının ipuçlarını ise imparatorluğun genel siyasi karakterinden çıkarabilmek mümkün. Almanya'nın da dünyanın dört bir yanında süren emperyalist talana dâhil olmasıyla birlikte artan rekabet koşulları, Fransa'nın dış politikada daha saldırgan bir tutum almasına yol açmaktaydı. Bu durum ülke yönetiminde militarist, otoriter bir anlayışın egemen olmasına neden oldu. Zaten dışarıda sıkıntılı bir durumda olan ve sık sık Almanya ile savaş gündemi yaşayan Fransa yönetimi, içeride de Cumhuriyet'in ilanından sonra özgüven kazanan işçi sınıfının mücadelesini bastırmak için Cumhuriyet'i ortadan kaldırmış ve baskıcı bir yönetim anlayışı benimsemişti. Bu genel siyasi hattın kent mekânına yansıması ise, kentin en merkezi yerlerinde kışlaların yer alması şeklinde gerçekleşmişti. Böylece sık sık çıkan ayaklanmalara iktidar kolayca müdahale olanağı bulmaktaydı.(3) Pasajlarıyla, dar sokaklarıyla, birbiriyle bütünleşmiş bir kent dokusuyla ünlü Paris, Haussmann'ın gaddarca planları çerçevesinde yok edilmişti.
Haussmann çalışmalarının asıl amacı, kentin iç savaşa karşı güvence altına alınmasıydı. Haussmann, Paris'te barikatların kurulmasını bütün bir gelecek için olanaksız kılmak istiyordu. (4) Artık Paris'te dar sokaklar değil geniş ve düz bulvarlar bulunmaktaydı. Bunun açıklaması ise çok basitti: "Kurşun köşeyi dönemez." Pasajların, irili ufaklı binaların yerini büyük görkemli modern binalar almıştı. Ve tüm bunlar tarihi ve kültürel dokunun yok edilmesi pahasına gerçekleştirilmişti. Buna en çarpıcı örnek belki de Haussmann'ın kendi adını taşıyacak bir bulvarın inşası için doğduğu evi yıktırmasıdır. (5) Kuşkusuz ki Haussmann operasyonunun temelinde, Paris kentinin çöküntü halinin sorumlusu olarak görülen işçi sınıfının kentten uzaklaştırılmasını sağlamak yatmaktadır. Dünya'da kentsel soylulaştırmanın belki de ilk örneği yaşanan Paris'te yaşanan dönüşüm sonucu ev kiraları artmış, günlük yaşam pahalı bir hale gelmişti. Bunun sonucunda kentte tutunamayan işçi sınıfı ise banliyölere kaymıştı. İşçi sınıfının kent merkezini boşaltmasıyla rahat bir nefes alan burjuvazi, Haussmann'ın planlarıyla birlikte kendine adeta bir cennet yaratmıştı. Paris, artık çamurlu sokakları, salgın hastalıkları ile değil, geniş bulvarları, görkemli binaları, parkları, meydanları, aydınlatılmış ve kanalizasyon sistemi döşenmiş yolları ile modernitenin başkenti olarak anılmaktaydı. (6)
Sonuç Yerine Sanayi Devrimi sonucu kentlerde oluşan nüfus yığılması, fabrikaların yarattığı kirlilik, kanalizasyon
İşçi sınıfının kent merkezini boşaltmasıyla rahat bir nefes alan burjuvazi, Haussmann'ın planlarıyla birlikte kendine adeta bir cennet yaratmıştı. Paris, artık çamurlu sokakları, salgın hastalıkları ile değil, geniş bulvarları, görkemli binaları, parkları, meydanları, aydınlatılmış ve kanalizasyon sistemi döşenmiş yolları ile modernitenin başkenti olarak anılmaktaydı.
yokluğunda atıklarla ve çamurlarla dolu sokaklar kentleri birer çöküntü alanları haline getirmişti. Burjuva iktidarlar, kentlerin sağlıksız yaşam koşulları ve sık sık salgın hastalıkların yaşanması sonucu artık kent yaşamının kendileri için de bir tehlike haline geldiğini gördüklerinde kent planlamasını 'keşfettiler'. Hazırlanan kent planları çerçevesinde başta Paris olmak üzere bir çok Avrupa kentindeki çöküntü alanlar temizlendi ve yerine modern bir kent dokusu inşa edildi.
Haussmann, Paris'te barikatların kurulmasını bütün bir gelecek için olanaksız kılmak istiyordu. Artık Paris'te dar sokaklar değil geniş ve düz bulvarlar bulunmaktaydı. Bunun açıklaması ise çok basitti: "Kurşun köşeyi dönemez."
Ancak Paris örneğinde, yaşanan modernleşme hamlesi sonucu kent merkezinde sadece burjuvazi tarafından kullanılabilecek bir 'cennet' yaratılmasından öteye geçilemedi. Uygulanan kasıtlı politikalar, fabrikaların kent dışına taşınması ve kentlerin modernizasyonu Kaynaklar ve no tlar• sonucunda oluşan fiyat (1) Walter Benja min, Pasajlar, artışları işçi sınıfının kent YKY, 1992, s. 90 merkezinde tutunama(2) http://www.m masına yol açtı. İşçi sınıfı uraterginoz.com haussman.htm Erişim Tarihi 20 / artık banliyö denilen kent .11.2013 (3) http://v3.ark çeperlerinde yaşamaya itera.com/h4101 7paris-nasil-tem izlendi.html Eriş başladı. Banliyölerin im Tarihi 20.11.2013 durumu ise kent mer(4) Walter Benja kezinin önceki halini min, a. g. e, s. 90 (5 ) http://www.m aratmayacak durumuraterginoz.com ha / us sman.htm Erişim daydı ve sonuç olarak Tarihi 20.11.20 13 (6) David Harve emekçiler için değişen y, Paris Moder ni B te aş nin kenti, Sel Yayınc bir şey olmadı... ılık, 2012
Sosyal Bilim
Yanlış Bir Ölüm Kültürü Üzerine Düşünceler Haziran Direnişi hepimizin hafızasına ve tarihe kazındı. Gençlik direnişin en önemli odaklarındandı ve direnişe rengini çaldı. Haziran’da kaybettiğimiz arkadaşlarımızla beraber bir tartışma da tekrar alevlendi. Ölüme, yaşama ve birbirleriyle olan ilişkisine nasıl bakıyoruz?
Alperen Bal Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Ö
lüm ve yaşam insanlık tarihinde en çok tartışılan ve insanı en çok etkileyen olgulardandır. Bu iki önemli olgunun siyaset ve ideolojiler alanına da yansıması kaçınılmazdı. Zira ölüm ve yaşam diyalektiği üzerine birçok farklı bakış şekillenmiş ve kimi kültürler yaratılmış, kimi kültürlere eklemlenilmiştir.
Haziran Direnişi hepimizin hafızasına ve tarihe kazındı. Gençlik direnişin en önemli odaklarındandı ve direnişe rengini çaldı. Haziran’da kaybettiğimiz arkadaşlarımızla beraber bir tartışma da tekrar alevlendi. Ölüme, yaşama ve birbirleriyle olan ilişkisine nasıl bakıyoruz? Bu sorunun cevabını hepimiz birbirimize pratik olarak defalarca verdik. Bu yazı gerek bu cevaplardan, gerekse daha bütünlüklü bir tablodan hareketle sorumuza cevap arayacak. Haziran’da kaybettiğimiz ve birlikte mücadele ettiğimiz tüm dostlara saygıyla… Haziran'da ölenler değerlidir, çünkü;… Haziran’ın en hareketli günleriydi. Bir arkadaşımla sohbet ederken, belki biraz da olayın sıcaklığıyla bana şöyle demişti: “Abdocan öldüğünde ben de onunla ölmek istedim, onunla ölemediğim için utanıyorum.” Kelimesi kelimesine hatırlayamıyorum ancak ifadenin anlamı bununla eşdeğerdi. Bence oldukça çarpıcı olduğundan aklımda yer etmiş. Bu tür örneklere sosyal medyada, internet ortamında veya arkadaş sohbetlerinde sıkça rastlıyoruz.
Bazı olaylar anlatılıyor ve “yüce” ölümlerden bahsediliyor. Ülkemizin en aydınlık, en güzel insanlarında dahi bu eğilimi görüyoruz. İnsan ölmeyi isteyebilir mi? Ölümü yüceltebilir mi? Haziran’da çok değerli arkadaşlarımızı kaybettik. Peki, neydi onları bizim için bu kadar değerli kılan? Eğer, bir önceki paragraftaki sorulara cevabımız evet ise, onları değerli kılan sebep daha güzel bir ülke uğruna canlarını “feda etmeleri” diyebiliriz. İnsanın aydınlık yarınlar için canı pahasına mücadele etmesi elbette değerlidir. 19 yaşında bir genci kaybetmek bizi gururlandırmaz, canımızı yakar. Burada sorguladığımız olgu, kişinin mücadelesinin ölümle sonuçlanmasının hem mücadeleyi hem kişiyi daha değerli bir konuma getirmesi. İnsanı değerli kılan ölümü olamaz. Ali İsmail’i düşünelim. Eskişehir’de adice öldürülen arkadaşımızı. Ali İsmail bu memleket için, gençlik için çok değerlidir. Değerlidir çünkü bu memlekette başı dik gençler olduğunu bize
tekrar göstermiştir. Değerlidir çünkü; hiç çekinmeden omuz omuza mücadele edeceğiniz bir dosttur Ali İsmail. Değerlidir! Bize, güzel yarınlara taşımak için mücadele ettiğimiz memleketimizin ne güzel insanlarla dolu olduğunu bir kere daha göstermiştir. Ali İsmail bize bir kere daha, bu memleket için yaşanır, bu memleket için mücadele edilir dedirtmiştir! Kendisi de bu mücadeleyi sürdürürken öldürüldü. Ali İsmail değerlidir. Öldüğü için değil, ona her bakışımızda, onu her hatırlayışımızda bizi mücadeleye ve yaşama biraz daha fazla bağladığı için değerlidir! Biz onun ölümüyle değil, mücadelesiyle gururlanırız! Ölüm ve yaşam: İki olgu, iki perspektif Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir! Necip Fazıl Kısakürek
1961’de yazmış şiiri Necip Fazıl. Kendisi cezaevinde, şiirini yazarken. Şiirin genelinde oldukça karamsar bir hava var. Biraz yenik bir adam görüyorsunuz. Ancak bu dizelerinin şiirin geneline göre daha umut dolu olduğunu söyleyebiliriz. Ölümü anlattığından mı umutlanmakta bilmiyorum. Bu yaklaşım biraz uç veya zorlama görünebilir ancak bana kalırsa ölümle umudun şiirin yükseldiği bu noktada kesişmesi tesadüf değil. “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!” dizesini okuduğumuzda mücadeleye umutla bakan birini görüyoruz sanki. Ancak sonraki dize bize meramı açıklıyor: “Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” Küçüklüğümde babam bu şiiri okurdu bana. Benim aklımda elbet bizimdir diye kalmış. Yıllar sonra tekrar okurken fark ettim. Öyle olsaydı mücadeleye umutla bakan bir yerde olurdu Necip Fazıl. Ancak o ölümden sonrası için umutlu. Ebed, yani sonsuzluk, yani ölümden sonrası… Zira ölüme de seviniyor
Şiiri yazarken on beş senedir cezaevindedir Nâzım Hikmet ve hükmünün dolmasına da on sekiz sene vardır. Bütün bu koşullara rağmen büyük bir ustalıkla ve sadelikle “yaşamı” haykırıyor Nazım ve yüceltiyor. Yaşayacağız; kavgayla, sevinçle, azimle, insanca… İllüstrasyon: Okan Bülbül
İllüstrasyon: Okan Bülbül
Sosyal Bilim yüceltir. Burada başlı başına ölüm yüceltilirken, kişi de ölümü üzerinden yüceltilmektedir. Bizim böyle bir kategorimiz olmamalıdır.
İllüstrasyon: Okan Bülbül
Yıl 1948… Nâzım cezaevinde. Dediği gibi çıkmasına da on sekiz sene. Ancak hala yaşama hırsıyla, azmiyle ve sevinciyle dolu. Bu karşılaştırma solun ve sağın yaşama ve ölüme nasıl baktığı konusunda çok aydınlatıcı. Şiiri yazarken on beş senedir cezaevindedir Nâzım Hikmet ve hükmünün dolmasına da on sekiz sene vardır. Bütün bu koşullara rağmen büyük bir ustalıkla ve sadelikle “yaşamı” haykırıyor Nâzım ve yüceltiyor. Yaşayacağız; kavgayla, sevinçle, azimle, insanca…
Ali İsmail değerlidir. Öldüğü için değil, ona her bakışımızda, onu her hatırlayışımızda bizi mücadeleye ve yaşama biraz daha fazla bağladığı için değerlidir! Biz onun ölümüyle değil, mücadelesiyle gururlanırız! kendisi. Ölüm yüce bir kurtuluş, ölmek yüce bir eylem oluyor. En azından ödenen bir bedel… (...) Diyelim ki hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, duvarın ardındaki dışarıyla. Yani, nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... Nâzım Hikmet Ran
İllüstrasyon: Okan Bülbül
Kendi mahallemiz Sağ ve sol arasındaki ayrımı yukarıda belirgin bir şekilde çizdik. Ancak arkadaşımın söylediklerinin ideolojik kökenini açıklamakta bu ayrım bize yetmiyor. Şimdi kendi mahallemize girmek ve kimi ince hatları şekillendirmek gerek. Egemen ideoloji yapıcılık-üreticilik anlamında öznesi olmayan, ama taşıyıcılık anlamında tüm toplumu saran ideolojik yapıdır. Bu anlamda bütün bireyler ve sınıflar egemen ideolojinin hem üreticileri hem de tüketiciler - alıcıları, etkilenenlerikonumundadır. Buradan hareketle burjuva iktidarların yönetimde olduğu ülkelerde, egemen ideolojinin belirleyeninin salt burjuva ideolojisi olmadığını ve etki alanının toplumun tüm kesimlerini kapsayan en geniş skala olduğunu saptamak gerek.(1) 70’ler Türkiye’de kırdan kente göçün yoğun olarak yaşandığı yıllardı. Göç dalgası beraberinde kentlerde gecekondu mahallelerini getirdi. Gecekondu mahalleleri zamanla kendi kültürlerini oluşturdu. Aynı yıllarda yeni yeni filizlenen arabesk müzik, bu kültürün önemli bir harcı, yönlendiricisi ve belirleyeni olmuştur. Arabesk kültür elbette ki müzikle sınırlı kalmadı ve sanatın birçok dalına ve topluma etki etti. “Kent yaşamının güvensizliği ve kaosu karşısında feodal değerlerine sıkı sıkıya bağlanan, mertliği, dürüstlüğü, haksızlıklara karşı gelmeyi, namusunu canı pahasına korumayı, aileye bağlılığı, sevdiği insanlar için kendini feda etmeyi düstur edinen bu mutsuz film kahramanlarında kitleler kendilerini buluyordu.”(2) Bu kültürün kitleler gibi sola da
Tekrar Nâzım’a kulak verelim: (...) Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. etkileri oldu. Arabesk kültürden etkilenen sola aynı düsturun kimi yönleri sirayet etti. 12 Eylül 1980 darbesinin fiziksel şiddeti solcuları ölümle sık sık karşıya getirdi. Ancak daha önemli bir etken darbenin ideolojik şiddetiydi. Darbe kimi ideolojik savrulmalar yarattı. Elbette ölüm yaşam ilişkisine bakışta da. Özellikle darbeden sonra, 80’lerin ikinci yarısında sol arabesk bir tarz doğmuştu artık. Bu savrulmanın sola bazı pratikleri soyutlayıp mistikleştirme ve ölümü kimi bağlamlarda “metafizikleştirme” gibi etkileri de oldu. Nihayetinde bir kültür ortaya çıktı ve bugün sınırlı da olsa etkileri sürmekte. Ölümü metafizikleştirmekten bahsetmişken bir noktanın altını çizmekte fayda var: Şehit kategorisi… Şehit kelimesi insanın “yüce” bir amaç uğruna kendini feda etmesi anlamına gelir. Bu yönüyle kişinin ölümü bir rütbeye erişir. Daha basit ifade edersek: Kişinin şehit olarak ölmesi, hem kişiyi hem ölümünü
Yaşamak: Dün, bugün, yarın… Yaşamı yüceltmekten bahsettik şimdiye kadar. Burası tamam. Pekâlâ, ölü ozanlar derneği misali Carpe Diem diyip duracak mıyız? Şimdiye takılıp kalmak ve “şimdinin” yarınla bağını kopartmak insanın birey olmasının önünde bir engeldir. Birey olmanın önemli koşullarından biri de dünle bugünün bağını kurabilmek, aralarındaki diyalektiği kavrayabilmektir. Daha basit bir ifadeyle tarihsel bilince sahip olmaktır. Yarından kopuk bir şimdi içinde hapsolmak bizi güncelin mutlaklığına inandırır. Güncelin mutlaklığına inanan insan tarihin akışını kavrayamaz ve bu akışa müdahale edemez. Mücadele eden insanlara yöneltilen en büyük eleştirilerden birisi de soyut bir yarın uğruna, hali hazırda yaşanan somut bugünü feda ettikleridir. Oysa bugün somut yarın soyuttur diyen insan birey olarak tarih sahnesinde yerini alamaz. Tarihin akışında rol oynayacak olan birey bugünü soyutlayarak, yarını somut bir şekilde öngörmelidir. Tarih bilinci dün, bugün ve yarın arasında bağlayıcı bir işlev görür. Siyasette ise bugünün mutlaklığına takılmak, mevcut konjonktürün değişmezliğine inandırır. Yeni bir ülke için kolları sıvamış gençlik kendini bu dar kalıba sokamaz. Aksi yeni bir ülkeye veda etmek demektir.
NOTLAR: (1) Çulhaoğlu, Metin, 19 98, İdeolojiler alanı ve Türkiye örneği, Öteki yayınevi, s. 36 İllüstrasyon: Okan Bülbül
(2)Yücel, Kerem, Aralık 1996, Gelenek dergisi
Yaşam
Bir Başarı Hikayesi Hasan Alper Ongan
Boğaziçi Üniversitesi
Ö
zel okul denildiğinde ilk olarak aklıma Özel Çamlıca Lisesi ve onun bana hep Turgut Özal’ı andıran şişman kısa boylu müdürü gelir. Çıktığı her sahnede izleyenlerin nefretini toplayan bu paragöz karakter, yine de şimdinin özel okul ve dershane yöneticilerinden daha samimidir. En azından parası yok diye okutmak istemediği, Hababam’ın yegâne çalışkan öğrencisi Ahmet’in başarısının üzerine yatmaya çalışmamış, diploma töreninde boy göstermemiştir. Bugünlerde moda olan ise birilerinden başarı satın alıp diğerlerinin parasını almak. Dershaneler derece şansı yüksek okulların öğrencilerini üzerine para verip kaydederken, özel okullar iyi okulları kazanan öğrencileri burs bağlayarak kendisine çekmeye çalışıyor. Bu durumla ilk olarak fen lisesi kazandığımda karşılaştım. İzmir’in cemaat okulları olarak bilinen yamanlar ve malhun hatun evlere kadar gelerek kalacak yer, yemek, kitap, kıyafet ve “Holosko artı bir miktar para” karşılığında liselere giriş sınavında derece yapanları renklerine bağlamaya çalışıyordu. Meselenin bir tarafında kadrolaşma kaygısı diğer tarafında ise 3- 4 yıl sonrası reklam olarak geri dönecek dereceli öğrenciler duruyordu. Sadece cemaat okulları değil şehirdeki diğer özel okullar da benzer bir strateji izliyordu. Cemaat okulunda okumayı zaten hiç düşünmemiştim. Özel okullardan gelen teklifleri de daha iyi eğitim alma kaygısıyla geri çevirdim. Liseye başladığımda cemaatten uzak durma ve daha iyi eğitim alma kaygımın da anlamsız olduğunu fark ettim.
Bilim adamı yetiştirme iddiasıyla kurulmuş olan okul, AKP dönemindeki kadrolaşmayla alanında yetersiz ve cemaatçi hocaların eline bırakılmıştı. Proje yarışmalarında ve bilim olimpiyatlarında okulun isminin ayakta kalmasını ise öğrencilerin kurduğu dayanışma ve sergilediği olağanüstü çaba sağlıyordu. Üst dönemler alt dönemlere bilimsel araştırma projelerinde yol gösteriyor, ulusal bilim olimpiyatlarına hazırlık dersleri veriyordu. Üniversiteye hazırlanırken ise bu sefer dershaneciler başarı satın alma işine girmişti. Son sınıfa gelmeden hemen önce bizim okuldaki öğrencilerle dershaneler arasında bir pazarlık başlatılıyordu. Dershanelerin tamamı fen lisesinde okuyanları seviye tespit sınavı yapmadan ücretsiz alıyor, bazıları farklı ek hizmetler de sunuyordu. Yemek, yol ve test kitapları dershaneler tarafından karşılanıyor, bunun yanında aylık garanti ücret veya girilen deneme sonucuna göre para karşılığında anlaşma sağlanıyordu. Başarıyı sene başında garantileyen dershanecilere ise derecelerle
övünmek kalıyordu. Dershaneler Kızılcahamam, hangır geyms karşımı atmosferlere sahip olan kamplar da düzenliyorlardı. Üniversite sınavına girmeden önceki iki haftayı Kuşadası’nda bir tatil köyünde benzer bir kampta geçirmiştim. Her sabah bir denemeye girip günün geri kalanında
da test çözmemiz bekleniyordu. Turizm sezonu tam açılmadığı için tatil köyünde bizim dışımızda birkaç Alman turist dışında kimse yoktu. Bütün gün Almanca pop şarkıları dinliyorlardı. Almancanın felsefeye sağladığı olanakları müzikten esirgemiş olduğunu o günlerde fark etmiştim. Ancak, bizim tayfa kampı itlik serserilik yaparak geçirdiği için kampın her günü yapılan denemelerde derecelerimiz hızla düşüyordu. Başlarda kampa götürülen 50 kişi arasında sürekli ilk onda yer alan ekibimiz son güne gelindiğinde düşme hattına demir atmıştı. Dershane, başımıza bir şey gelirse derece yapamayız diye denize girmeyi yasaklamıştı. Biz de sabah yapılan deneme sınavından çıkar çıkmaz önce açık büfedeki yemeklere abanıyor sonra havuza gidiyorduk.
pa katılmaya hak kazanamayan iki arkadaşımız Türkiye 2.’si oldu. İlk üçe başka kimse giremedi. Dershanelerin ve özel okulların kurduğu başarı modeli, başka takımların altyapısında yetişen oyuncuları parası neyse verip transfer ederek ilerlemeye çalışan Real Madrid’i andırıyor. Yine de dershaneler kendilerini Barcelona gibi göstermeye çalışıyor. Türkiye’de Barcelona yok. Özel okullar ve dershaneleri bırakın devlet okulları dahi öğrencilerinin başarısının kaynağı durumunda değil. Ortada bir altyapı yok. Zaten çok yetenekli olan ve ailesinin ekonomik durumu eğitim hayatını sağlıklı şekilde sürdürmesine engel oluşturmayan gençler kendini bir ölçüde geliştiriyor. Kitlesel başarı içinse daha fazlası gerekiyor…
Sınav sonucunda bizim dershaneden kam-
İzmir’in cemaat okulları olarak bilinen yamanlar ve malhun hatun evlere kadar gelerek kalacak yer, yemek, kitap, kıyafet ve “Holosko artı bir miktar para” karşılığında liselere giriş sınavında derece yapanları renklerine bağlamaya çalışıyordu...
Kültür Sanat
İçinde sukuşları geçen şiir Yusuf Turhallı Galatasaray Üniversitesi
sukuşlarının öneminden bahseden bir şiirden geliyorum ya da satırın sonuna yetişen bir dizenin imkânsızlık yüzünden sırf burayı uzatmak için mecbur kırıldığı başka birinden uzun bıyıklarımla alabildiğine, oturmuşum çay içerek dostlarımla belki milyon kişi senden mi açılıyor bahis, yokluğundan mı yükseltiyorum sen beni öpünce öyle, dağılır gibi şu toz duman dağılsın. belki de sukuşlarını içeren bir belgeselden geliyorum çocukların ölü uykuları, herkes uyumaya korkar masaya siyasi bir şiir ilişmiş, yazıyoruz siyasi mi siyasi ilktir gök böyle tenha, yer kalabalık alabildiğine beni öyle güzel öpüyorsun ki… büyüyorum ellerim büyüyor, saçlarım sonra bıyıklarım yağmura sığmıyor gövdem sukuşlarının buzlu suya girince neden ölmediğini biliyorum sınırlardan kuş ölüsü getirip akşam gazeteleri satır bittiği için utanca düşen kırık dize yasıyla çocuklardan bahsediyor oysa ölülerin de saçları uzar, tırnakları… parça parça sen beni öyle güzel öpünce upuzun bıyıklarım söz kesiyorum bir daha bileklerime bakmamakla rüzgarın duvağı çözülüyor sukuşlarının neyle beslendiğinden habersiz değilim her çocuğun rızkını vermişler yalnızlıktan yana şu kuşsuz gök tenhalığı her sokağa iki polis düşüyor babam kandırmış beni, anne katiliyim masalarda siyasi şiirler, kaçak çaylar, sigaralar… bıyıklarım uzamış dudaklarına ulaşmak için masalarda yaz kapsülleri, önümüz kış beni nasıl öpüyorsan, her yanım sırılsıklam yalnızlığa bir beden büyüğüm sukuşlarının nasıl seviştiğini öğrenerek geliyorum buğulu deniz gözlüklerim, bakmaya korkak duman arasından yol, yol değil başka bir şey hangi çocuğu şiire iliştirsem, öbürlerinin hatrı boynumda oysa onların da uzuyor saçları, tırnakları yüreği ağzında atıyor annelerin bu bozbulanık mavi artığı tenha gök! beni öpüyorsun dilimden bir ağıt çözülüyor ağzım kağıt para buruşukluğu kaçarken sukuşlarının neden uçamadığını bildiriyorum damlarda yatmanın korkusundan açılmış bahis annemin kalbi kırılmasın diye kırık dizeler ağzımda yirmi beşine gelmeden ölen çocukların… eli nasıl tutulur aşkı bilmeden gidenin, yası nasıl? bu öfkeyi nasıl, bu korkuyu, nefreti nasıl? göğsüme doğarken açılmış yara kapanır mı dersin ölünce? aşktan utanan, öldüren çocukları, denizi, baharı… sukuşlarının öneminden bahsediyorum. 14.09.2013
Yaşam
Bir Sims İncelemesi: Oyunda Eylemsizliğin Eleştirisi Onur Avcı Galatasaray Üniversitesi
B
ilgisayar-video oyun şirketlerinden Electronic Arts’ın 2000li yıllardan bu yana piyasaya sürdüğü ve dünyanın en çok tüketilen oyunlarından olan Sims, kuvvetle muhtemel birçoğumuzun da uğrağı olmuştur. Zira Sims pazarlaması beceriyle yapılan bir endüstri ürünü ve bununla bağlantılı olarak da popüler kitle kültürünün gençlik adına vazgeçilmez tüketim nesnelerinden birisi. Dünyada milyonlarca Sims tüketicisinden biri olmamız bu açıdan bir tesadüf değildir. Bütün popüler kültür endüstrisi ürünlerinde olduğu gibi, Sims de sistemik bir tekno-politikanın kültürel ve medyatik stratejisi sonucunda odalarımıza girmiştir. Tüketim toplumu ağı içerisinde, ona olan aşinalığımız bir dayatmanın sonucu değildir, bilakis reel yaşamda tecrübe etmediğimiz olasılıklar zenginliğine erişebileceğimize dair bir imgelem yaratmasından ileri gelir. Başka bir deyişle; Sims arzu nesnelerimizin gerçekleşme mekânı olmuştur. Tikel oyuncuya büyülü bir gerçeklik bahşeder ve oyuncu ona duyduğu yanılsamalı inanca tutun-
Sims’in ahlaki ceza mekanizmasına bakalım: Normatif kuralların dışına çıkan bir sim, belli toplumsal yaptırımlara maruz kalmaktadır (faturasını ödemeyen simin kapısına dayanan tahsilâtçılar bunun en çarpıcı örneği olsa gerek). Benzer şekilde birden fazla kişiyle duygusal münasebet içinde olan bir sim, ahlakçı nefret oklarının hedefi olmaktadır.
muş, oyunun akımına kapılmıştır. Artık Sims sayesinde arzu depolarımızdaki işlenmemiş potansiyel gerçekleşir. Bundan böyle her anlamda ve olmayan bir hareket yasası ile oyunun içindeyizdir. Bu metin ise, Sims’in teknik içeriğini anlatmaktan ziyade, sosyal bilimsel analizini yaparak bir karşı teklif sunmayı amaçlamıştır. Başka bir deyişle, oyun olarak Sims bu metnin sahasıdır, metnin ereği ise oyuncuları hayata çağırmaktır. Yazının planı ise şu şekildedir: İlk kısımda çağımızın anlamsal prototipi olarak oyun alanlarının ve sanal teknolojilerinin ne anlama geldikleri ele alınmış, ikinci kısımda Sims’deki göstergelerin sembolik anlamı üzerinde durulmuş, son kısımda ise eleştirel bir refleks gözetilmiştir.
Oyun kuramı ve Yırtılan Gerçeklik Oyunun toplumsal niteliği ve işlemselliği üzerine olan çalışmasında Johan Huizinga, oyunun insanlık tarihi içerisinde başat bir rolü olduğunu şu ifadelerle dile getiriyor: “Kültür oyun biçiminde
doğar, kültür başlangıçtan itibaren oynanan bir şeydir.”(2013:70). İnsan da, bu anlamda oynayan insandır ve kurucu özne misyonu da oyundaki karşılıklı ve çoklu ilişkiselliklerinden ileri gelir. Kişi oyun ile yaşama katılır, başkası ile ilişkiye geçer, düşününde var olan soyutlukları sahneleyerek gerçekleştirir ve bunun sonucunda kendiliğini tekrar kurar. Oyuncu, toplumsalın paylaştığı ortak kodlar, erek ve görev bilincini terk etmeksizin bir paralel evrendedir. Dolayısıyla oyuncu aynı zamanda bir toplumsal inşaa işçisidir. Zira oyun, ben ile ben olmayanın, tikel ile bütünün, özne ile nesnenin birbirlerine aktararak kuruldukları bir alanda oynanır. Yani oyun bir başkasına-karşı veya başkası-için olmanın ötesinde, saf bir diğerleri-ile-olma-hali yaratır. Bu tanımı sadeleştirirsek oyun, bir biz yaratır. Ne ki buraya kadar bahsettiğimiz oyunsal nitelik bilgisayarın oyun mantığı ile tam olarak ilişkilendirilemiyor. Zira yaşamı taklit ederek yeniden sahneler ve temsil ederken başkalarıyla iletişime geçtiğimiz, bir kamusallığın parçası olduğumuz, bedenimizin ve zihnimizin gerçek bir hareket içinde devindiği toplumsal
oyun ile, bilgisayarın sunduğu bir simülasyon içindeki atomize bireyin kaskatı bedeninin oyunu arasındaki makas açıktır. Bir oyunda özne olarak gerçekten koşarken, diğer oyunda koşulacak noktaya tıklanır: Birinde aktüel bir edim söz konusu iken, diğerinde gerçekle ilişki görsel/dijital boyuttadır. Özne ve nesne, arzu ile irade, şeyler ve manaları arasındaki ilişkiler artık yalnızca ekran ve göz arasındaki mesafede kurulur. Neticede Sims’in sunduğu simülakrlar evreni, gerçeğe çok yakın olma hali ile övünmekte, bunu bir başarı kriteri olarak sunup, pazarlama stratejisini buna göre yapmaktadır. Milyonlarca oyuncu bu oyunu tüketirken aslında bir hayali cemaatin de mensubu olurlar. Ancak yine de bu sanallığın sosyalizasyonu aktüel oyun ile kıyaslanamaz derecede niteliksizdir. Gerçeği simülasyon ile büken mekanizma yaşamın özündeki anlamı önce öldürmüş, ardından diriltmiş ve CD formatında bilincimize yerleştirmiştir. Fakat bu bir yanılsama da değildir. Zira gerçeğin ve aktüel hayalgücünün işler olmadığı bir simülasyonda illüzyon da yoktur. Sims
Yaşam oynarken oyuncu değil, sim rüya görür, sim hayal kurar. Siz sakatsınızdır, avatarınız koşar(Avatar); siz koşu bandında puan toplarsınız, avatarınız yaşar(Black Mirror); siz yalnızsınızdır avatarınız aşka düşer (Ben X). Dolayısıyla, Sims’e geri dönersek, oyun esnasında muhayyilemiz hapsolduğu gerçeğin çölünde, oyunun zaten-programlamış olduğu beklentileri deneyimler. Sims içersinde oyuncu, Matrix içersindeki Neo gibidir. Ancak bir farkla: Sims’te gerçeklik kurtarılmaz, olmayan gerçek tecrübe edilir. Bu noktada toplum kuramcısı Jean Baudrillard’ın Disneyland üzerine söylediklerini Sims’e de uyarlayabiliriz: “Disneyland ‘gerçek’ ülkenin, ‘gerçek’ Amerika’nın bir Disneyland’a benzediğini gizlemeye yaramaktadır. Bu durum sıradan gündelik yaşantısının bir hapishaneyi andırmadığını gizlemeye çalışan toplumsal bir yapının hapishaneler inşa etmesine benzemektedir.” (2011:30). Özetle Sims’in sanal evreni, aktüel hayatlarımızda vuku bulan bir ideal-gerçeklik paradoksu (ideal ancak soyut değil) ile açıklanabilir. Zira Sims kendini gerçeğin tercümanı olarak sunmaktadır, ana kaygısı ise özniteliğini sanaldan gerçeğe aktarabilme kaygısıdır. İşte bu nedenledir ki Sims toplumsal sembollere gömülmek zorundadır.
Ve Sims Sims’i sosyolojik bir analizin konusu yapan şey yerleşmiş ahlaki kodları, geleneksel aktarımları, ekonomik ilişkileri, sosyal bağları yeniden üretiyor olmasıdır diyebiliriz. Örneğin Sims’in ahlaki ceza mekanizmasına bakalım: Normatif kuralların dışına çıkan bir sim, belli toplumsal yaptırımlara maruz kalmaktadır (faturasını ödemeyen simin kapısına dayanan tahsilâtçılar bunun en çarpıcı örneği olsa gerek). Benzer şekilde birden fazla kişiyle duygusal münasebet içinde olan bir sim ahlakçı nefret oklarının hedefi olmaktadır.
Bu meseleyi genişletebilmek adına bir soruyla devam edelim: Sims bir tüketim toplumu apolojisi midir, yoksa aynı zamanda kurulu düzene karşı gelme platformu mudur? Bu tip bir soruyu yanıtlayabilmek için, Sims’in en nihayetinde gündelik Amerikan tipi yaşamın mikro bir uygulaması olduğunu anımsayalım. Kaldı ki simlerin nihai amacı profesyonel iş hayatında, aşk-sevgi ilişkilerinde, sosyal etkileşimde kusursuz başarıyı ve “doğru”yu yakalamaktır. Bununla birlikte Sims, simlerin şüphesiz şikayetsiz, sürprizsiz, daimi bir sürerlik ve doğrusal ilerleyen bir zaman içinde işlevsel, mutlu ve üretken olarak yaşadıkları bir ideal toplum fikrini de dile getirmektedir. Ne var ki bu bir ütopya değildir. Zira kapitalist ütopyalar yakından bakıldığında, kapkaradır. Dolayısıyla başlarken sorduğumuz soruyu şöyle yanıtlayalım: Sims özünde kapitalistik bir tüketim toplumu güzellemesidir. Ve şimdi bu savımızı savunalım. Oyunda yapılan ilk şey bir sim yaratmaktır. Yaratılan sim’i ise ya kendi suretimizde (tanrısal) ya da arzuladığımız biçimde (libidinal) yaratırız. “Denetimsiz” arzuların içini boşaltıp disipline edebilmek için mantıklı bir yöntem. Sonra, sosyal devlet var değildir Sims’te; tam anlamıyla pür bir liberal ekonomi hâkimdir: Barınma hakkı mevcut sermayeniz kadardır, ulaşım hızınız paranızın aldığı hızlı araba kadardır. Riskli değil güvenlikli bir toplumdur Simville: Hırsız evinize girdiği anda polis de gelir, yangın çıktığı anda itfaiye yanınızdadır. Sağlıktan ileri gelen sorunlar veya katastrofik yıkımlar ise oyunun olumsallığına gölge etmez. Yoksulluk mu? Her an aşılabilir bir eşiktir. Sınıfsal atlama, belki de Sims’in mümkünlerinin en çarpıcısıdır: Hızlı biçimde mesleki terfi alarak zenginleşme, evlenerek zenginleşme, alternatif üretim biçimleri ile (çiftçilik, ressamlık, sokak müzisyenliği, balıkçılık…) zenginleşme her daim olasıdır. Bir diğer çarpıcı
Simülakr: Latinceden gelen, kopyalama ile temsil etme anlamına gelen kelime. Jean Bau drillard’’a göre ise kaynak ola n gerçeklikle ilişkisi hakikati gizlem ek üzerine kurulu olan, kendis i “bir gerçeklik olarak algılanma k istenen görünüm.” Bu yazıda negatif bir karşılığı vardır.
örnek ise, Sims toplumsal ayrışmayı reddeder: Herkes herkesle iletişim kurabilir. Belediye başkanı işçiyle, sinema yıldızı banliyöden bir sim ile, siyah beyaz ile vs. Oysa burada idealize edilmiş karşılaşmalar gerçekte gergindir. Ortak alanlarda herkesin eşit olduğu birarada olma hali gerçek toplumsal yapınım bize sunduğu bir şey değildir ve hatta mücadelesiz kazanılmazlar. Kimliksel özgürlük de tartışılırdır. Örnekse eşcinsel ilişkiye imkan tanıması Sims’i bir özgürlükler adası yapmaz, aksine tekbiçimci evliliği yeniden ürettiği için Sims bir ahlaki epistemeyi örtük formlar aracılığıyla dayatır. Kısacası Sims’in teknopolitik kaideleri bir tür toplumsal kontrol yaratır: Gerek gerçeği simüle ederken, gerekse de mevcut sistemik yapıyı evetlerken tüketim toplumunda denetimsiz politik, duygusal veya ekonomik arzuları denetleyen bir işleve bürünür.
Sonuçta Sims ve türdeşi oyunları ele alırken bu tip oyunların aslında üretimi, çoğaltımı, dolaşımı, dağıtımı ve tüketimi olan birer endüstriyel pazar ürünü olduklarını asla unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla oyunun sunduğu virtüel zenginliğe duyulan ihtiyacı yaratanın, reel dünyanın ekonomik rasyonalite koşulları olduğunu es geçemiyoruz. Sonuç olarak da kurucu özne yerine elektronik sinyalizasyona bağımlı, makineleşmiş müşteri tipi bir oyunculuk tesis olmuştur. Burada hipnotik bir uyuşmayla ekrana esir olmuş makine-müşteri birey, gerçeğin simülasyonuna kapılmış
bir bilinçle vakit öldürmektedir. Oyunla kurulan ilişki, saf teknolojiden tamamen kopmuş modernitenin tekno-kültürel hipnozuna bağımlılık ilişkisidir. Sims tutkusu, bilinçli bir şekilde makinenin komutası altına giren, bedenini bir sandalyeye oturtarak terbiye eden oyuncunun dünyaya yabancılaşmasından ve toplumsal yaşamı bir süre askıya almasından başka bir sonuca varmamaktadır. Topluma akamayan uyuşmuş beden ve zihin, bir bitkisel tepkisizliğe ikna olmaktadır. Amaçsız bir oyun içerisinde parçalanma, farkına varılamayan süreklileşmiş bir hoşnutsuzluğun da kaynağıdır. Tüm bu rutini yıkacak olan biricik şeyin ise, Haziran 2013’te öğrendiğimiz gerçeğin pür hali, yaşamı olumlayan eylemselliğin sokaktaki hali olduğunu biliyoruz. Kaldı ki duvar yazılarında da onlarca örneğine tanıklık ettiğimiz bilgisayar oyunu referansları, evden dışarıya, sanaldan gerçeğe taşınan bir politizmi de belgeliyordu. Sims asla kapitalist kuraldan kaçış alanları yaratmayan, geleneksel toplum mekaniğini her anlamda yeniden üreten, yaratıcı imgelemi donduran bir darbedir. Evet, gerçek yaşamı temsil etme bayrağıyla yola çıkmış bir oyundur Sims. Yalnız onun aynalığı, oyuncunun kamusal yaşama duyarsızlığından başka bir şeyi deşifre etmez: Bu ayna yalnızca kişinin hayaletinin tanıklığıdır. Peki, eğlencelik boş zaman aktivitesi olarak Sims, hiç mi iyi niyetli bir yaklaşımı hak etmez? Bunun yanıtını da oynayarak veriyoruz zaten.
Kaynaklar ve okuma ön erileri: • Baudrillard, J. (2011) Simülakrlar ve Simülasyon, Çe v: Oğuz Adanır, Ankara, Do ğu Batı Yayınları. • Huizinga, J. (2013) Ho mo Ludens, çev:Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul, Ayrıntı Yayın ları
Yaşam
Kuğulu Park'a AVM Arda Örkin Gazi Üniversitesi
Tuğba Özer
Gezi direnişi hakkında bir çok şey konuştuk bugüne kadar. Hiç şüphe yok ki uzun süre daha konuşacağız. Ancak bu sefer boyun eğmeyen milyonlar, direnmenin heyecanı, kentsel dönüşüm ya da rant yerine; parkları, parkın kendisini konuştuk. Güneşli bir Ankara haftasonunda, Kuğulu Park sakinleriyle söyleştik.
Gazi Üniversitesi
ÖZGE Araştırma görevlisi/25 Parklar sizin için ne anlam ifade ediyor? Huzur. Ne sıklıkla parka gidersiniz? Yani, yolum geçtiği için sürekli Kuğulu Park’a uğruyorum. Ama muhakkak, en azından iki haftada bir gidip vakit geçirmek istiyorum. Gezi direnişi sonrasında parklar hakkındaki görüşlerinizde ne gibi değişiklikler olmuştur? Gezi direnişinden sonra insanlar parkların değerini daha çok anladılar, daha çok sahip çıkmaya başladılar. Mesela Kuğulu Park’ın otopark olması fikri çoğu insanı rahatsız etmezken, aklını kurcalamazken, bu gezi direnişinden sonra, “Ya evet, bir dakika, ne oluyor bu parkta?” fikri gerçekten insanların kafasını
ENDİ öğrenci/17 Parklar sizin için ne anlam ifade ediyor? Parklar bizim için arkadaşlarımızla gezebileceğimiz, buluşacağımız özellikle, hava almak için, gezmek için iyi yerler. Olaylardan sonra biraz sıkıntı olmaya başladı ama şimdi yavaş yavaş düzeliyor. Ne sıklıkla parka gidersiniz? Genellikle haftada bir, ya da arkadaşlarımla buluşacağım zaman. Gezi direnişi sonrasında parklar hakkındaki görüşlerinizde ne gibi değişiklikler olmuştur? Gezi olayları hoşuma gitti, katıldım da zaten. Parklar kötü durumdaydı baya, şimdi yavaş yavaş düzeldi, güzelleştirilmeye başlandı. Bence, barınma yeri gibi bir şey parklar. AVM mi, park mı? Park. Her tarafta AVM, her tarafta mağazalar var. Gerek yok artık bu kadar. Yeterinden fazla zaten. Park.
kurcalar oldu, daha sahip çıkar oldular. Bunda da herhalde Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun da etkisi var diye düşünüyorum. AVM mi, park mı? Herhalde park. (gülüyor) Çünkü AVM’ler bizim tıkılmak istendiğimiz yerler, sosyal yapı algısının değiştirilmeye çalışıldığı yerler. İnsanlar AVM’lere gittiği zaman alım gücünün orada gördüklerini karşılayabildiğini zannediyorlar. Dolayısıyla ne gelir düzeyinden şikayet edebilir hale gelebiliyor ne de farklı şeylerin farkına varabiliyor. O yüzden ki, parklarda nasıl vakit geçireceğini bile bilmiyor insanlar, çocuklarıyla yapabilecekleri tek şeyin AVM’lere gitmek olduğunu düşünüyorlar. Fakat AVM gerçekten insanı hapseden bir zihniyetin ürünü sadece. O yüzden, tabi ki küçük esnaf, tabi ki park. Tabi ki AVM karşıtıyım yani.
ÖZCAN Memur/33 Parklar sizin için ne anlam ifade ediyor? Parklar özellikle orta gelirli insanların sosyal olabildikleri yegane yerlerden bir tanesidir. Çocuklarıyla bir araya gelebildikleri, komşularıyla sosyalleşebildikleri nadir yerlerdendir diye düşünüyoruz. Ne sıklıkla parka gidersiniz? Biz sosyal bir aile değiliz, çocuğumuz da yok, hani pek parka ihtiyaç duymuyoruz. Ama olması gerektiğini düşünüyoruz elbette, yani bulunduğumuz her semtte olması gerekiyor.
Gezi direnişi sonrasında parklar hakkındaki görüşlerinizde ne gibi değişiklikler olmuştur? Tabi bir farkındalık yaratmıştı Gezi Direnişi. Parklar konusundan ziyade, baskıcı rejime karşı yapılan sağlam bir direniş diyebiliriz. Tabi park da bunun getirisi oldu, parkların korunması diyelim. AVM mi, park mı? (Keyifle Gülüyor) AVM diyormuşum. (gülmeye devam ediyor) Park tabi ki canım. Zaten adım atacak yer kalmadı. Bizim şu an Gökçek sayesinde sosyal ortamlarımız AVM’lerden oluşuyor. AVM’ler dışında bir araya gelemiyoruz. Bir tane daha yaparsa daha çok sosyal oluruz herhalde! (gülüyor)
Yaşam
yakışır mı? Tunalı Tayfa’dan ATA Abi Sokak müzisyeni/53
?
??
?
sorduk soruşturduk ?? ? ? Uğur Gözcü
İstanbul Üniversitesi
Kavas nedir? Alper Önsu (Sabancı Üniversitesi) Eski dilde kavisin çoğuludur.
Ali Can Kaya (İstanbul Üniversitesi) Bir tür alçak bordalı Viking gemisidir. Bu gemiyle yapılan çıkarmaya “kavaslama” denir. Parklar sizin için ne anlam ifade ediyor? Parklar bizim için ne anlam ifade ediyor? Bir kere özgürlüklerin en güzel yaşandığı yer diye düşünüyorum. Parklar sağlığımız açısından, insanların kaynaşması açısından, iletişim açısından, rahat ettiğimiz yerler. Huzur buluyoruz. Tabi, arkadaş başka soru gelir mi tam olarak bilemiyorum ama bağlantılı olaraktan hemen söyleyeyim, mutlaka gelir öyle bir soru; başka sıkıntılarımız da oluyor tabi bizim, parkla ilgili sorunlar. Yani parklara gelince, hani bu söylediklerimizi yaşıyoruz ama onunla beraber birtakım sıkıntılar da görüyoruz. Yani parklar gerçek anlamda insanlığın hizmetinde mi gerçekten? Yoksa birileri “ben yaptım, oldu” mantığıyla mı parkları yönetiyor, bu konuda açıkçası çok rahat değiliz. Bir takım sıkıntılar oluyor. Ne sıklıkla parka gidersiniz? Her gün! Benim için her gün en azından. Ama tabi bu soru benimle bağlantılı olarak şöyle sorulsun: Ben aslında insanların daha, aslında geçen gün bu konuyu düşündüm, insanların ellerinde olsa, çok çalışıyoruz,
insanlar çok çalışıyorlar bu yüzden hani, ben zaman bulabildiklerini düşünmüyorum. Ancak işte ev hanımları, çoluk çocuklarını getirip burada anca nefes alabiliyorlar. Herkesin şahsen, eşlerin birlikte, aileleriyle gelmesini çok arz ederim ama böyle bir şey mümkün görünmüyor şu anda. Gezi direnişi sonrasında parklar hakkındaki görüşlerinizde ne gibi değişiklikler olmuştur? Ben parkların canlandığını düşünüyorum Gezi’den sonra. Ama tabi burada çok da konuyu siyasallaştırmayalım, gerçi her şey sonuçta siyasal ama... Amacına uygun olmayan şeyler de oldu, bu yanlış kullanıldı diye düşünüyorum ben. Daha güzel organize edebilirdik parklarımızı. Ama genel olarak ben iyi olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye genelinde parkların iyi kullanıldığını düşünüyorum Gezi eylemleri sırasında. Daha bir sahiplenildi parklar. AVM mi, park mı? Kesinlikle park. (gülüyor). Kesinlikle park. Hatta sıfır AVM, sıfır AVM ve esnaf dayanışması. Yani, eski günler, küçük esnaf... Biz, tabi ki böyle düşünüyoruz.
Sesil Aydın (Marmara Üniversitesi) Bir tür Bulgar içkisidir, düğünlerde içilir. Doğacan Ertuğrul (Katip Çelebi Üniversitesi) Bir tatlı su balığıdır, rakıyla da çok iyi gider. Barış Koç (İstanbul Üniversitesi) Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin bir köyüdür. Başlıca geliri Almanyada’ki akrabalardır. Mehti Mert Özdemir (Arel Üniversitesi) Eski dilde kavuşmak anlamına gelir. Türkülerde sık sık rastlarız. Sevgi Saklamaz (İstanbul Üniversitesi) Urfa Haçlı Kontu’nun sağ koludur. Hasret Kılıçkaya (Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi) Eve gelen misafire bozuk atari kolu vermektir. Şerefsizliktir! Ertan Gülsever (ODTÜ) Bir tür halk oyunudur. 5 kişiyle oynanılır, 3 de yedek vardır.
Celil Akyıldız (İstanbul Teknik Üniversitesi) Bir ada ülkesidir. Başlıca gelir kaynağı çakma Rolex’tir. Bağımsızlığını 1972’de Erzincan’dan kazanmıştır.
Şafak Yüksek (Doğuş Üniversitesi) Malatya yöresinde sarışın çocuklara denir. “Getirin o kavası.” Çok meşhur bir sözdür. Ufuk Çavdar (İstanbul Teknik Üniversitesi Tropik bir meyvedir. Cana can, kana kan katar. Yeni evli çiftlere yedirilir. Alper Buz (Gazi Üniversitesi) Counter’da bir silah. Aslında Kanas ama zamanla halk dilinde Kavas’a dönüşmüş olabilir. Okan Cem Erdem (Orta Doğu Teknik Üniversitesi) Kaval bile olabilir. Neticede ülkemizde sanata verilen değer malum. Getirin o kavalı buraya. Can Kaderoğlu (Ankara Üniversitesi) Bir yerlerden duyduğuma göre; aslında Kavas demedi, bir Adana Lavaş dedi. Hatta yanına da bir ayran istedi.
Yaşam
NASIL OLUR DA ÜNİVERSİTELERDE “ZÂNU be ZÂNU” OTURULUR? Mustafa Öcalan
“Kızlarla erkekler aynı odada zânu be zânu (diz dize) oturarak güya ders görüyorlar. Bu hal ahlaka mugayirdir.” Bu sözün altına, sağına, soluna ya da dibine bir dipnot düşme gereği duymadım. Nitekim bu söz öyle herhangi birisine de ait sayılmaz. 1920’li yılların basınında tartışılan bu konu, bugün hala sağımızda, solumuzda, toprak altında, aklın dibinde bir yerlerde dillendiriliyor…
Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü
K
imse endişelenmesin. Bu yazının iskeleti, o çokça konuşulan “tarihte tekerrür” üzerinde şekillenmeyecek. Ancak üniversite tarihinde karşılaştıklarımız, bugüne o kadar çok benziyor ki; aslında yazının sonuna ayırdıklarımı, büyük bir sabırsızlıkla ilk kısma, hatta başlığa kadar taşıdım. 1920’lerden 1950’lere geçelim. Bir diğer benzerlik de 1950’li yılların üniversitesine ait: “Demokrat Parti’nin ilk dönemlerinde üniversite ile ilişkilerinde önemli bir sorun yaşanmamıştır. Dahası, iktidara gelirken özgürlükçü bir söylemi olan DP, akademiden de önemli bir destek bulmuştur. Ancak 1950’li yılların ikinci yarısına doğru bu ilişki bozulmuş ve üniversite ile siyasi iktidar tekrar karşı
karşıya gelmiştir.”(s.100)
bir okumaya girişelim.
Bu sefer de, 1950’li yılların üniversite ve siyasi iktidar ilişkisi ile 2000’lerin ikinci yarısındaki benzerlik göze çarpıyor.
Üniversite≠Univers+Cite Kitabımız, üniversite kavramına dair bir etimolojik incelemeyle başlıyor. Gerçi benim burada özetleyemeyeceğim kadar karışmış etimoloji tartışması. Ama sakın ha, kitaba yönelik bir eleştiri olarak canlanmasın bu karışıklık akıllarda. İşin özü, üniversite kavramının etimolojisine dair bugüne kadar benim beslemiş olduğum basit yaklaşımla ilişkili.
Ama söz konusu kitapta daha da fazlasını bulmak mümkün. Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. İzge Günal’ın kaleme aldığı, üniversite üzerine çeşitli sorular etrafında dönen tartışmalardan oluşan ve Bilim ve Gelecek Kitaplığı tarafından 2013 Nisan’ında basılan 50 Soruda Üniversite kitabından bahsediyorum. Bir yanıyla kampüslerde her gün ‘okuma’ya devam ettiğimiz şu üniversite hakkında, bir de bu kitap aracılığıyla yeni
Bu basit yaklaşım, üniversite yıllarımın ilk yıllarına ait. (Sonuçta öyle sadece dört yıllık bir üniversite hayatım olmadığı için; bu hayatı giriş, gelişme ve son demler şeklinde bölümlere ayırabiliyorum.) Üç-beş
arkadaş, bir fanzin heyecanındayız. Bir arkadaşın yazısı da üniversite kavramı üzerine. Uzun uzun oturup tartışmışız. Yapabildiğimiz en derinlikli etimolojik arkeoloji kazısı şu: Üniversite=Univers+cite. Elbette yanlış sayılmaz. Ancak sadece bu denkleme yaslanarak, sanki ilk kez biz bulmuşuz gibi; “Üniversite evrenseldir, herkes okumalıdır. Şehir gibidir, herkes girmelidir.” de demeseymişiz iyi edermişiz. Sonuçta, İzge hocanın kitabında daha ne detaylar öğreniyoruz bu kavramın etimolojisi üzerine. Universe/kosmos, universitas/lonca, unus-versus, universitas magistrorum et scholarium gibi kelimelere yer verildiğini de söyleyerek gelişkin bir etimoloji
Kızlarla erkekler aynı am
ayir bir halde ders fide diz dize, ahlaka mug
a. görmeden önce ve sonr
Yaşam
an Orta Anadolu’da rastlan zeni ilk kızlı-erkekli oturma dü
yanda egemen ideolojinin yeniden üretimi işlevi. İktidarda hangi sınıf veya güç olursa olsun toplumu şekillendirebilmek için bu ikinci işlev kullanılır.” Ve hatta hemen sonrasında bu çelişkinin çözümüne de yer verilmiş: “Bu yargı tüm sınıflı toplumlar için geçerlidir. Ancak sınıfların ve devletin ortadan kalkmasıyla beraber bu işlev ortadan kalkabilir.”(s.16) Peki, ne yani devletin ortadan kalkmasını mı bekleyeceğiz illa, sorusu bile kitapta cevaplanmış.
incelemesinde hangi kelimelerin kullanıldığına dair bir fikir oluşturulabilir.
Maalesef her radikal, biliminsanı olamıyor Kitap üzerinde biraz daha yol aldığımızda, hepimizin bir şekilde ortak olduğu bir tartışmayla karşılaşıyoruz. “Bilimde sorgulayan insanın yaşamda sorgulamaması beklenilen bir durum değildir; biliminsanlarının zamanla siyasi anlamda radikalleşmesi sık rastlanılan bir durumdur. Hatta en iyi çalışmaların ideolojik olarak bağlanmış biliminsanlarından geldiği düşünülür. Hangi ideolojiye bağlanmış olduğu önemli değildir.” (s.17) Ancak İzge hocamızın burada bir uyarıyı eksik bıraktığını düşünüyorum. Sonuçta radikal fikirler içerisinde ancak final sınavı kağıtları dışarısında dolaşarak biliminsanı olunabileceğine dair de geniş bir kanı var. Elbette radikal fikirlerin uzağında yer alarak final sınavlarına gömülmek de biz öğrencileri biliminsanı yapmıyor. Dolayısıyla söz konusu çelişkiyi açıklığa kavuşturmak için İzge hocamıza bir kez daha ihtiyacımız var. Radikal siyasi fikirlerden ve o hep eleştirilen ideolojik yaklaşımlardan vazgeçmeden, aynı zamanda üniversitedeki derslerimizi takip ederek biliminsanı olmak için kolay bir yol da tarif edilse hiç fena olmaz. Şöyle bir “10 Adımda Radikal Bir Biliminsanı Nasıl Olunur?” başlığını taşıyan kitap bir işe yarayabilir. Çünkü bugünlerde üniversitelerden, biliminsanı yerine ortalama bir barmen olarak mezun olmak çok daha muhtemel.
Beşeri sermaye olarak öğrenciler “Üniversite gerek altyapı-üstyapı kurumları ilişkileri bağlamında, gerekse özel olarak üretim ilişkileri boyutunda toplumla doğrudan ve belirleyici bir ilişki içerisindedir. Bunların dışında, en yüksek eğitimi vermesi nedeniyle üniversitelerin ‘beşeri sermaye’ ürettiği bilinmektedir.” (s.51) Ancak burada anılan ‘en yüksek eğitim’i biraz daha açımlamak gerekiyor. Çünkü genel hatlarıyla İzge hocanın kitabı, mevcut olan yerine olması gereken ideal yapı üzerinden hareket ediyor. Gerçi mevcut üniversitelerin de en yüksek eğitimi veren kurumlar olduğunu yadsıyamayız. Yine de şu eğitim konusunu biraz daha açmak şart. Çünkü üniversite yaşantısı bugün itibarıyla fatura yatırma işlerini, babalara nazaran çok daha başarılı bir şekilde öğretiyor bizlere. Ya da kampüs içerisinde çoklu ortamların sosyallik pekiştiricisi o çok sevilen çocuk olma heveslisi arkadaşımız, üniversite hayatında öğreniyor çatlak bir tepside 12 çay birden taşımayı. Bu da yetmiyor, part-time işleri bulma-çalışma-zorla da olsa parasını alma konularında da eğitim alıyor. Ya da özellikle büyükşehirlerdeki üniversitelerin en temel uygulamalı eğitim alanı: Garsonluk-barmenlik.
Barmen olarak öğrenciler Beşeri sermaye başlığıyla birlikte ele alabileceğimiz ve yine hepimizin aşina olduğu bir çelişki de yer alıyor kitapta. İzge hocanın bahsettiği bu çelişki biliminsanı-barmen olmak denklemine de yansıtılabilir. “Bir yanda bilgi üretme işlevi, diğer
“Kısacası, üniversitelerde bilimin var olabilmesi için toplumu bilimi talep eden sınıfların yönetmesi gerekir.” (s.52) İşte kitap üzerinde çok yakışıklı bir tespit olsa da, üniversite yaşantısı içerisinde bu çelişkinin üstünü örtecek ve bizlere bu çelişkiyle bir arada yaşamayı öğretecek birçok araç söz konusu. Örneğin hepimiz isteriz sabah erken saatte kalkıp güzel güzel derslere girip bilgi üretme işlevinde üstümüze düşen görevi yapmayı. Buna rağmen egemen ideolojinin örneğin eğlence başlığında kendini yeniden üretmesine katkı koymamıza sebep olacak, en basitinden geceleri barmenlik yaparak bilim üretme işlevini erteletecek onlarca dayanak noktası bulunabilir. Yani bir öğrencinin söz konusu beşeri sermaye olarak değerlendirilme sahası, bar veya kafeye dönüşmüş durumda. Hatta ve hatta beşeri sermayenin iki bütünleyeni olarak çalışan ve çalıştıran ayrımı kampüslere kadar yansımış durumda. Örneğin çalıştığı mekanda “üstü” konumunda olan sınıf arkadaşlarına ders aralarında çay ısmarlamakla yükümlü öğrenciler de var artık. Ya da çalıştığı barın, şirketin sahiplerinden biriyle aynı bölümde okuyan bir öğrenci-çalışan, o öğrenci-çalıştıran arkadaşının selamını karşılıksız bırakmamakla yükümlü.
Üniversitelerde örgütlenmenin en altın formülü Bütün bunların yanında, üniversite içerisinde çeşitli örgütlenme kanalları yaratanlar da unutulmamış kitapta. Elbette matematiksel bir formül şekilde ifade edilmiyor “Abi şu işi nasıl yaparsak kotarırız?” sorusu. Bu bölüm daha çok, tarihte yer alan değerli tecrübelerin derlenip
toplanmasından oluşuyor. Konuyla ilgili özet bile geçilmiş! “Öğrencilerin enerjisi ve kitleselleştirici etkisi olmadan, öğretim elemanlarının bilgi birikimi ve meşrulaştırıcı etkisi olmadan, emekçi sınıfın bilinci ve mücadele deneyimi olmadan üniversiteyi dönüştürücü bir örgütlenme olası durmamaktadır.” (s.116) Gerçi kitap üzerinde bunları da okuduktan sonra, İzge hocanın: “Artık tamam, bu ders burada bitmiştir arkadaşlar, haftaya tekrar görüşmek üzere.” dediğini duymuş gibiydim. Nitekim, bu konuda bu lafın üstüne söz söylemeye gerek yok. Bu başlığın devamında ilginç bir dernekleşme tecrübesi de yer alıyor. Daha fazla uzun uzun kitaptan alıntılara yer vererek kitap hakkında haddimi aşan “spoiler”lara da bulaşmak istemem. Ancak 1950’lerin Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) tecrübesi, daha detaylı bir incelemeyi hak ediyor. Meraklılarına duyurulur. Araştırmaya değer bir tecrübe. Bu dersin ardından, sıkıcı bir konu geliyor; özerklik. Ardından da Bologna Süreci inceleniyor. İlgililerine duyrulur. Ha, çok lazımsa bu iki bölümün atlaya atlaya da okunabildiğini söyleyebilirim. Az biraz atlamacalı okumanın ardından, sayfalar 164’e vardığında, bir eksiklik çarpıyor gözümüze. İzge hocamız, yerleşke planlamasının kabaca üç şekilde incelendiğini söylemektedir. Ancak bir noktayı atlamaktadır. İzge hocamızın tarif ettiği Kompozisyonel, Megastrukturel ve grup biçimi olarak tanımladığı üç şekil yerleşke planlamasında eksik olan: Apartkondusal-kampüssüz üniversitelerdir. Dershanelerden bozma bu yeni tür üniversiteler de, açıkçası artık yeni bir kategori olarak literatürde yer almayı hak ediyor. Ama yine dayanamayarak o en keyifli başlıklardan birine geri dönüyorum son olarak. “Öğrenci örgütlenmeleri ise çok farklı bir yön izlemiştir. Genel olarak çok başarılı olduğu, hatta kendi kulvarını aşıp genel siyasi örgütlenmelere kaynaklık ettiği söylenebilir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden günümüzün siyasi hareketlerine dek, pek çok siyasi örgütlenmenin temelinde öğrenci örgütlenmeleri olduğu söylenebilir.” (s.110) Bu alıntıyı ise üzerine uzun uzun laf söylemek için paylaşmıyorum. FKF’nin bir üyesi olarak, gururlandım.
Yuvarlak Masa
… - Aslında filmde anılan bağ konusuna dönersek… - Hangi bağ? - Papazınbağı mı? - Or-An’daki bağ.
Mustafa Öcalan (Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü): Behzat’ın son filmini, Ankara Yanıyor’u konuşmak üzere, FKF’nin Ankara bürosunun terasında, Ankara manzarasını arkamıza almış bir halde toplanmış bulunmaktayız. Çeşitli başlıklar var, Behzat üzerine konuşacaklarımız. Örneğin Gezi Direnişi ve film arasındaki ilişki tartışıldı. Filmin Ankaralılığı tartışıldı. Filmin Hollywood’vari öğeler içerip içermediği tartışıldı. Bunların yanında uzun süredir Behzat’ın ne kadar halktan yana bir komiser olup olmadığı konuşuluyor. Kahraman-anti kahraman analizleri yapıldı. Hala, Behzat üzerinden cemaat tartışmaları dönüyor. Film içerisindeki cemaati simgeleyen karakterler konuşuldu. Bizler de bütün bu konuları Yeni Yazılar’ın bu sayısındaki yuvarlak masasında ele alalım diyoruz.
Öncelikle filmin Hollywood’vari öğeler içerip içermediği üzerindeki tartışmalara değinmek taraftarıyım. Filmin Hollywood’vari özellikler içeriğine yönelik eleştirilerde bulunan insanlar dahil olmak üzere herkes, Behzat Ç.’nin bir yanıyla Ankara’ya tutunduğu konusunda hem fikir. Öyleyse şöyle bir denklem de çıkıyor karşımıza: Ankara içerisinde de Hollywood’vari öğelerin yer alması mümkündür. Ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Yani ne Behzat’ın Hollywood’vari öğeler taşıdığını düşünüyorum, ne de Ankara’nın Hollywood’la bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. İsterseniz filmin bu yanıyla başlayalım tartışmaya. Bir: Film ne kadar Ankaralı? Behzat karakteri ve dizisiyle beraber... İki: Filmin içerisinde sizi rahatsız eden, sizi Hollywood’a götüren öğeler var mıydı? Buradan başlayalım tartışmaya. ... (Büyük bir suskunluk) … Mustafa: Öyleyse boşver filmin Hollywood halini. Gardaş film ne güzel olmuş la? Can Kaderoğlu (Ankara Üniversitesi DTCF Bilim ve Sanat Topluluğu): Valla filmin ben de iyi olduğunu düşünenlerdenim. Ama etrafımda filmin bu polisiye yanlarının abartılı olduğunu
söyleyen çok arkadaşımla karşılaştım. Zelal Karataş (Ankara Üniversitesi DTCF Bilim ve Sanat Topluluğu): Ancak mesela polisiye açısından kastettiğimiz eğer bu patlamalar, gemilerle silah sevkiyatı, işte böyle ajanlar işin içine giriyor öyle şeylerse; bu eleştirilere hak verilebilir. Ama burada bir yanıyla abartı falan olduğunu düşünmüyorum. Mesela o dönem şöyle bir durum var: 12 Eylül dönemi ve Ulrike’nin babası (sendika temsilcisi) bakkalın ihbarı üzerine bir piknik yerinde ailesinin gözü önünde infaz ediliyor. Ben kendi adıma, Ankara’da doğup büyüyen biri olarak 12 Eylül ve Ankara ile ilişkili buna benzer o kadar çok hikaye dinlenmişimdir ki. Bana çok gerçekçi geldi o açıdan. İçişleri Bakanı öldürülmüş ve katil bulunamıyor. Katili bulamıyorsak, bir katil bulup getirin bana diyor mesela. Bu ve buna benzer şeyler Türkiye’nin geçmişinde o kadar çok var ki; bence çok gerçekçi ve hatta biraz minimalize edilerek bile anlatılmış olabilir diye düşünüyorum. Can: Bununla birlikte “Bir katil bulunamıyorsa, o katil devlettir.” simgesinin o an orda, o katilin aslında bakanın kendisi olmasıyla örtüşmesi gibi bir mevzu da var. Katil bulunamıyor uzun yıllar ve katil devletin başındaki adam çıkıyor.
Not: Spoiler içerir. Zelal: Bir simge bırakıyor ya, bir cinayet sembolü bırakıyor kadın. Kiraza da benziyor biraz, benzetemiyorlar bir şeye. Bu simgeyi görür görmez terör örgütü amblemi falan demeleri de aslında ülkedeki terörle mücadele algısını çok net ortaya koyuyor. Mert Deringöz (Hacettepe Üniversitesi Kitap Topluluğu): Bir türlü araya girmeme izin vermediniz ama ben Hollywood’vari eleştirilerine değineceğim. Dizideki Behzat Ç. daha çok cinayetler peşinde koşan, şüphelileri döverek sorgulayan, büyük ölçekli aksiyon sahnelerinde, kovalamacalarda, çatışmalarda görmediğimiz bir karakter. Dizi ile bu film arasında böyle bir fark vardı. Çatışma ve aksiyon sahneleri boldu. Akbabuş’un dizideki meşhur repliğine gönderme olarak filmde “Biz olduk cinayet!” repliği vardı. Türkiye’nin son dönemde içinde bulunduğu duruma bakarsak silah kaçakçılığı, gerici çeteler, kimyasal silah üretimi, istihbarat savaşları, herkesin terörist ilan edilmesi ülkemizin gerçeği haline gelmiş durumda. Özellikle Behzat amirimin “Ne yavru vatanı, ülke burası!” dediği Kıbrıs’ta yaşanan sahneler Hollywood sahnelerine benzemekle eleştiriliyor. Türkiye’nin haline baktığımızda; Türkiye olmuş Hollywood. Gezi’de insanlar sokaklara dökülmüşken, muhalif insanların evini tem
Yuvarlak Masa kara’ya dönüşünü seviyorum ben de. Mert: Kıbrıs, Behzat karakterinin ve ‘Angaralılığın’ kendini tam olarak var edebileceği veya gösterebileceği bir yer değil.
polisleri basıyorken, ajanlar cirit atıyorken Behzat Ç’nin bunları ele almaması, Hollywood senaryolarını andıran sahnelerin yaşanmaması olmazdı. Biz girer miyiz bilmiyorum ama, belki burada film her konuya değinmek zorunda mıydı sorusu tartışılabilir. Bence bu durum ayrı bir sıkışmanın yansıması.
sonra polislere kızıp bir şekliyle bu eylemleri haklı bulduğunu dışa vurmasıydı aslında. Bu şekilde birkaç nokta var. Benim kaçırdığım yerler olmuştur mutlaka.
Zelal: Ama Behzat Ç. zaten dizisinde de kendine böyle bir misyon biçiyor. Örnek veriyorum; Cumartesi Anneleri’ne değindiği bir bölüm vardı ya da son bölümler bazı spesifik başlıklar üzerinden duyarlı olmaya çağıran bölümlerdi. Her şeye değinmesi bu kültürle ilgili olabilir. Behzat Ç, Türkiye’de şu an çekilmekte olan tek diziydi. Ülkenin gerçek gündemlerine vuran, insanların gördüğü, insanların söylerken bağlarını kuramadığı şeylerin bağlarını kurarak ifade eden ve görsel boyuta taşıyan tek yapıttı.
Mustafa: E güzel, Behzat’ı karakterini son tahlilde bizden bir dost ilan etmenin rahatlığıyla yeniden şu Hollywood tartışmasına dönmek istiyorum. Çünkü filme dair tartışmaların bu noktada düğümlendiğini düşünüyorum. Açıkçası filmin arasından önceki ve sonraki kısımlar arasında önemli bir fark var. Aradan önce gerçekten diziden alışık olduğumuz bir Behzat tadı alıyoruz. Ama bununla birlikte ara sonrası bu insanlar Kıbrıs’a gidiyor. Kıbrıs’tan biz bu keyfi alamayız bir kere. Bir tartışma da dönüyor ya senin söylediğin gibi yavru vatan mı? Bir: Ankara yok Kıbrıs’ta. Bu büyük bir eksiklik Kıbrıs açısından. İki: Kıbrıs, bir yanıyla silah ticaretinin, kumarhanelerin, mafyatik ilişkilerin merkezi haline getirilmiş zorla.
Mustafa: Peki, Behzat’ın dizisinin bu özelliği, filmde de devam ediyor mu? Yani bu yanıyla Behzat’ın halkçı bir karakter taşıdığını söyleyen, bir komiser olarak halktan yana durduğuna dair yönelik okumalar da söz konusu. En azından şunu hepimiz söyleyebiliriz; devletin karşısında bir polis Behzat. Filmde de devam ediyor mu bu? Can: Filmde dikkat çeken sahnelerden biri; Behzat’ın antrenörü olduğu takımdaki çocuklardan birinin babasının polislerin attığı gaz bombası sonucu öldüğünü duyunca ağlaması. İnsani yanının hala var olduğunu göstermesi açısından önemliydi. Bir de gene evde otururken biber gazı ile gözlerinin yaşarmasından
Zelal: Bence sadece bunlar da değil filmin sonunda Behzat’ın katile hak vermesi ya da en azından anlayış göstermesi de önemli.
Mert: Kıbrıs’ta Ankara olmamasından öte Ankara ile bir karşıtlığı veya ilişkisi olmayan da bir yer. Dizinin ilk sezonunda, Behzat ve ekibi İstanbul’a gidiyor. Ama bu bölüm ayrı bir keyif vermişti. Orada ‘Angaralılık’ yapabiliyorlardı. İstanbul Ankara düşmanlığı da var, örneğin dönüşte İstanbul tabelasını önünde de araba ile durup tabelaya işiyorlar (İstanbul’a sevgilerini gösteriyorlar da diyebiliriz). Can: İstanbul’un en çok An
Mustafa: Daha doğru bir şekilde şöyle ifade edilebilir; Ankara’da silah kaçakçılığı tırlarla bu şekilde, en azından gemiye bindirerek yapılamaz. Bununla birlikte büyük tankerler, tırlar bu şekilde patlamaz. Yolu yoktur, yordamı yoktur, teknik teçhizatı yoktur... Gerçi fışkiyesi vardır. Can: Hem resmi kaçakçılık yapar Ankara. Kağıt üzerinde... Mustafa: Prosedürel teknik detaylar ise Kıbrıs’ta şekilleniyor. Bu yanıyla Kıbrıs’ta olan bitenlerin Hollywood’vari bulunmasının bir önemi yok. Can: Bununla birlikte polis içindeki departmanlaşmanın yarattığı durum da dikkatimi çekti. Orada silah sevkiyatı diğer birimlere falan bildirelim falan yok. O sadece Ahmet’i arıyor. Öyle bir enteresanlık gördüm ben. Zelal: Zaten bir yerde bunlar bizi aşar tarzında bir replik de geçiyor filmde. Mustafa: Barış ve Savaş karakterleri üzerinden bir gönderme mi yapılıyor peki? Yoksa metaforlu-göndermeli-sanatlı muhabbetler mi bunlar? … (yeniden büyük bir suskunluk) … Mustafa: Tamam la bunu geçelim. Can: Hah bak tam aklıma gelmişken söyleyeyim. ‘Angaralı’ adam o kadar çok ‘la’ demez. Bu konuda filme dair küçük bir eleştirim var. Filmin polisiye yanları fazla abartılı değildi bence. Bu ev baskınları, şunlar, bunlar... Muhtemelen polisin zorbalıkları buraya doğru bir şekilde evrilmiştir ama Ankaralılık tipolojisi açısından bir ‘Angaralı’ olarak beni rahatsız eden bazı şeyler var. İşte bu ‘la’
kelimesinin karakterize ettiğini düşünüyorum ben de, ama abartılı olmasının kimseyi daha fazla Ankaralı yapmayacağını düşünüyorum. O açıdan biraz abartılı buldum ‘la’ları. Mustafa: Bunun bir ölçümü falan da mı var? Can: Bir raconu da var, da... Bir kuralı yok ama hepimizin bildiği bazı şeyler vardır. Anlam bütünlüğünü de bozar aslında. ‘La’ bizim için bir vurgudur. Tamam mı? Başta kullanıyorsan daha hiddetli olduğunu gösterir. Ama sona doğru kullanılan la olağan la’dır. ‘La gardaş’ diye girersen mesela şiddetli ise ‘la oğlum’ şöyle oluyor... Ama sona doğru ya da cümlenin ortasında kullandığın la biraz daha sıradandır. Mustafa: Yani bu ‘la’ muhabbeti seni pek sarmadı? Can: Abartılı buldum biraz. Hatta dizide de böyleydi. Zelal: Bence çok abartılı değil. Sincan otobüsüne binersen, göreceksin ki aslında o kadar abartılı kullanılmamış. Can: Bak, ben her gün Çubuk otobüsüne binerim! … (FKF bürosunda gergin anlar) … (Her nasıl olduysa konu değişti.) … Zelal: Ulrike’nin ailesinin öldürüldüğü yer olarak Dikmen’in seçilmesi tesadüfi değil mesela. Dikmen’dir, Tuzluçayır’dır… Bunlar Ankara için simge yerlerdir. 12 Eylül öncesi mücadelenin de yoğun olduğu, tabiri caizse gettolaşmayı da tarif ediyor buralar. O yüzden, bana soracak olursanız filmdeki yer seçimleri tesadüfi değil. Can: 80 sonrası da buralar aynı şekilde mücadele açısından daha diri yerler. … (Can ve Zelal arasında öngörülemez bir tartışma çıktı ve konu dağıldı. İradi bir zorlamayla
Yuvarlak Masa konuya geri dönüyoruz.) … Mustafa: Gezi’ye dair de motifler var. Biraz da bunun üzerine konuşabiliriz. Zelal: Ilgın var. Cüretkar bir gazeteci. Gece yayındayken yaptığı haberlere izin verilmese de... Mustafa: Pek cüretkar bir gazeteci değil aslında. İlk başta sinmiş. Cezaevi tecrübesi sonrasında bir şekilde medyada kendisini gösteriyor ama Hayalet’in zorlamasıyla o cüretkar yan... Zelal: Ama az da olsa cüretkar. Gece haberlerine alınmasının nedeni neydi? Yayın yasağına tepki gösterince, gece pandaları anlatmak zorunda kalıyor. Bunun yanında yaptığı eylem: haberler sırasında cinayet bürosunun bakan cinayeti ile ilgili bulduğu delilleri sununca ne oluyordu? Can: Ülkenin gidişatına göre kesin sonuç: Ya işten çıkartılır ya da hukuki bir yaptırımla karşı karşıya gelir. Filmin güzel bir yanı da şu: filmin sonunda bütün iyi karakterler, iyiyi burada en geniş anlamıyla söylüyorum, mutlu oluyor. Mert: Ercüment dahil mi yani? Mustafa: Ercüment dahil. Can: Ercüment de öteki kötülere göre, gerçek kötülere göre... (kahkahalar) Mert: Aslında daha konuşacak çok şey var da, bizdeki penguen filmdeki panda medyasının farkı şu ya; Gezi’de olan bir şey var, tüm medyanın bildiği bir şey var işte. İnsanların sürekli paylaştığı bir şey var. Ama medya kendi halinde takılıyor. Mustafa: Hatta Kıbrıs’ta bile bir toplumsal hareketlilik var. Mert: Gezi’yle başka benzerlikler de var. Tayyip Erdoğan ülkeye döndükten sonra polis saldırıları daha da artıyor. Faiz lobisi ve terör örgütü iddiaları üzerinden filmde bakanın öldürülmesi sonrası yaşanan siyasi ranta benzer şekilde gezicilerin evleri basılıyor. Yine cemaatin emniyetteki yapılanması ve polis şiddeti ile bağı... Can: Ya burda Himmet karakteri ile ortaya konan şeylerden biri devletin bir şekliyle bir yerlerden birileri tarafından ele geçirilmeye çalışıldığı ve ama bu kadroların bir yandan da iki türlü de niteliksiz olduğu. Bir insani yandan niteliksiz olduğu... Mert: Cemaatçi komiser kadınlarla göz göze gelemiyor. Can: İkinci yan da iş bakımından da niteliksiz olduğu. Adam cinayet büro ama hiçbir şekilde cinayetle uğraşmıyor. Daha çok yükselmeye çalışıyor.
Yuvarlak Masa Zelal: Orada göz göze gelmemesinin nedeni Eda ve Harun’un aynı evde kalmasına tavır takınıyor.
ilgimizi çeker halde olabilirdi. Ama dediğine şöyle katılıyorum: Dizideki polisiye atmosferin dozu bu sefer biraz daha düşüktü.
Mert: Ulrike’ye de bakamıyor ama.
Mert: Ama ben bir Behzat Ç. izleyicisi olarak filme giderken beklediğim bir polisiye değildi. Tam tersi Sakarya’da dizi finalini elimde bira, büyük bir kalabalıkla açık havaya kurulan perde ile sesli yorumlar alkışlarla izledikten sonra tekrar benzer bir tadı almak için gittim filme. Polisiye çözmekten öte Behzat, Harun, Akbaba, Hayalet’le tekrar buluşmaktı amacım. Bence birçok insan da benim gibi gitti. Behzat amirim gerçek bir karakter. Mükemmel bir polis değil, bir kahraman değil, adeta emniyet içindeki bir çapulcu. Ekip de öyle. Ve emniyet içindeki korkusuz, başının dikine giden bizden birilerini görmek bizdeki bir eksikliği de kapatıyor. Gerçek bir karakter olmasıyla gözümüzde yüceltmiyoruz ama bağrımıza da basıyoruz amirimi. Bence olay burada bitiyor. Polisiye tadı alamadık, Hollywood tarzı olmuş gibi eleştirilerle gelenler, işin edebiyatında. Film eleştirilecekse kadrajda göremediğimiz Şevket abi, Memduh Başgan, geveze Cem gibi karakterler yüzünden eleştirilebilir.
Mustafa: Buradan gollük bir soru geldi aklıma. Çok mutluyum. Tam bir kapanış sorusu olur bundan. Senin tarif ettiğin ve az önce konuştuğumuz film içerisinde Gezi direnişi, sosyal mesajlar, şunlar bunlar... Behzat ve ekibi bütün bu dönüşüme karşı çatışıyor mu, direniyor mu? Can: Son tahlilde direniyorlar ama benim nazarımda direniş yenilginin ideolojisi olduğu için keşke direnmeselerdi diyorum. Babamın bir lafı benzetmesi vardır keçiboynuzu diye. Bazı şeyler için iki gram bal için bir kilo odun yedik der. Keçiboynuzu benzetmesi yapar. Filmde de birkaç mesaj alabilmek için iki saat izlemişsin gibi bir hava var mı acaba? Mert: Filmde bal ne, odun ne? Neyi izlemek istiyorduk, bunu izleyebilmek için yediğimiz odunlar ne? Bana biraz ağır bir eleştiri gibi geldi. Can: Filmi bu kadar ağır eleştirmek istemiyorum ama siyasal mesajların, şunların bunların çok derli toplu olmadığını düşünüyorum aslında. Bir yandan da direniş, mevzi savaşları şunlar bunlar gündeme geldiği zaman da insanın aklına şey geliyor: bu kadar derli toplu bir direnişin üstüne bu kadar dağınık mesajlar vermesi doğru mudur bilmiyorum. Mustafa: Biraz daha derleyip toplasa ortaya Marksizm çıkabilirdi her an. soL gazetesinde çıkan eleştirilerden birinin ara başlığı işi yeterince özetliyordu: An itibariyle oldukça cesur! Zelal: Ancak açık olarak söyleyebileceğin bazı şeyleri örtük verdiğinde irite etmez insanları. Can: Ama bazı şeyleri de çok bodoz, doğrudan vermiş yani. Dediğin doğru sanat her şeyi böyle direk vermemeli. Belki topluma biraz açıktan mesaj verme ihtiyacı duyuyor. Belki polis şiddetini falan bu kadar çok işlemeyebilirdi daha çok mesaj vermek istiyorsa. Bir denge tutturmaya çalışmış diye düşünüyorum. Mert: Keçiboynuzu benzetmesine ve başka yerlerde de yapılan bu tür eleştirilere bir yönü ile katılabilirim. Dizideki polisiye havasının filme daha az yansıdığını söyleyebilirim. Dizide katil bulmak, ipuçlarını çözmek daha fazla gündemimiz olabiliyordu bizim. Behzat bizim de şüphelendiğimiz başka birilerini de sorgulayabiliyordu. Ters köşe olabiliyorduk. Ama filmde daha çok verilen mesajlar ve vurgulara odaklandık. Hatta filmde katili gizleme, bizim için hedef şaşırtma hiç yoktu. Filmin başında Behzat’ların yakalamaya gittiği torbacının katil olmadığı çok belliydi. Alman konsolosluk görevlisinin öldürülmesinin Barış’ın günlüğünde yazanlarla ilgisinin olmaması Ulrike konusunda bu kadında bir iş var dedirtiyordu. Ben kendi adıma katil Barış Ulrike diyemedim ama Alman istihbaratı ve silah kaçakçılığı ile ilgili bir bağlantıya odaklanmıştım. Ama polisiye tadı arka planda kaldı bende. Mustafa: Dediğine şöyle katılıyorum bir polisiye değil de siyasal içeriği daha ağır bir polisiye izliyor gibiydik. Belki yanlış bir tarih yorumu olabilir ama Gezi olmasaydı, bu kadar siyasal bir polisiye izlemeyebilirdik. Çünkü çıkacak olan film, Gezi ile anılır haldeydi. İster istemez bu denklik kurulmak zorundaydı. Ama Gezi olmasaydı, filmin senaryosu benzer toplumsallıkları içerecekti ancak belki o zaman polisiye kısmı daha çok
Mustafa: Sonuçta amirimizi ‘yedirmeyeceğimizi’ ilan edebiliriz buradan. Yine de bütün konuştuklarımıza rağmen, Yuvarlak Masa’nın genişletilmiş halinde, amirimizi ‘yemek’ isteyen herkesin karşı argümanlarını da yeniyazilargergi@gmail.com adresine bekliyoruz.
Yuvarlak Masa'yı Genişletiyoruz Yeni Yazılar çıktığı günden beri gençliğin üretimlerini buluşturduğu mecra olmak iddiasında. Bir yandan üniversite öğrencilerinin kendi alanlarına dair üretimlerini sayfalarına taşımak derdinde olan dergimiz, bir yandan da farklı disiplinler arasındaki temas noktalarını belirginleştirmeye, ortak üretimleri teşvik etmeye çalışıyor. Bu kaygının bir parçası olarak da, ilk sayısından itibaren düzenli olarak sürdürdüğü Yuvarlak Masa'da farklı disiplinlerden gelen öğrencileri aynı konu üzerinde tartıştırmayı hedefledik. Yuvarlak Masa'ya dair her sayımızda Yeni Yazılar okurlarından çeşitli yorumlar alıyoruz. Genellikle bir moderatör ile üç veya dört katılımcıdan oluşan Yuvarlak Masa'daki tartışmaların kimi noktaları es geçmesi yapısı itibariyle kaçınılmaz. Bu sebeple Yuvarlak Masa'yı genişletmeye karar verdik. Her sayımızda, bir önceki sayıda yer alan Yuvarlak Masa ile ilgili sizlerden gelen yorumlarından derlenmesinden oluşan bir bölüm hazırlamaya karar verdik. Gönderilen yorumlardan seçtiklerimizi (birbiriyle aynı şeyleri söyleyen yorumlardan sadece birini almak durumda olacağız.) Ocak sayısından itibaren her ay, sayfalarımıza taşıyacağız. Bu köşeye katkı koymak isteyen dostlarımız yorumlarını yeniyazilardergi@gmail. com adresine gönderebillirler. Hep beraber düşünmek, üretmek ve paylaşmak için...
Kültür - Sanat
Behzat Ç’nin Kültür Endüstrisi ile İmtihanı ve Haziran’dan Sonra Sinema A. Sinan Günçe İstanbul Üniversitesi
Turgay Seçkin Serpil
Behzat Ç.’nin izleyici kitlesinin ezici bir çoğunluğu Behzat Ç.’yi polisiye kurgusundan ötürü değil, dramatik kurgusundan dolayı sevdi. “İyiler ilk görüşte tanınmaz” diyen, iyi ile kötü, katil ile polis, yaşam ile cinayet arasındaki çizgileri silikleştiren, derinlikli karakterler bu filmde yok. Polisiye kurgunun da açık bulunabilecek çok fazla yanı olsa da, asıl eksikliğin filmde dramatik öğelerin neredeyse olmamasından kaynaklandığını düşünüyoruz.
İstanbul Bilgi Üniversitesi
2
010 yılında Star Tv’de Emrah Serbes’in aynı adlı romanından diziye uyarlanan, 3 sezon ve 96 bölüme sığmayan Behzat Ç. son filmiyle karşımızda. İçişleri Bakanı’nın bir tören sırasında öldürülmesi ile başlayan film, ardından, buna paralel olarak Alman Konsolosluğu’nda çalışan bir bürokratın öldürülmesiyle devam ediyor. Her iki olaydan sonra da, maktülün üzerinde aynı resim bulunuyor. Ankara Cinayet büro şüphelilerin peşine düşüyor. Bu kez Behzat Komiser olmadan; fonda Haziran İsyanı motifleriyle soruşturma başlıyor. Cinayet araştırılmaya başlayınca da, iş “derin devlet”e, Suriye’deki iç savaşa kadar ilerliyor... Hatırlayacağımız gibi Behzat Ç. dizi olarak devam ederken yayından kaldırılması gündeme gelmiş, sosyal medya desteği ile üzerindeki baskıdan bir nebze olsun kurtulmuş, yayına devam etmeyi
başarmıştı. Her bölümü gündem olan, örneğin başkarakterinin evli olmaması mecliste kriz yaratan bir fenomene dönüşmüştü Behzat Ç. Kadın cinayetlerinden Hrant Dink’e, Ergenekon’dan Red Hack’e, trans cinayetlerinden Cumartesi Anneleri’ne kadar birçok siyasi konu kendine yer bulmuştu dizide. Behzat Ç. Türkiye’deki en politik dizisiydi. Sonra Haziran geldi. İzleyici de, Behzat Ç’nin yaratıcısı Emrah Serbes de ; Behzat’ı oynayan Erdal Beşikçioğlu da sokaklara çıktı. Tüm bunlar birleşince “siyasi” bir film ile karşılaşacağımızdan emindik. Bir senedir görmediğimiz Behzat’ı beyazperdede görecek olmanın heyecanı da cabası... Ancak beklentilerimizin havada kaldığını söylesek abartmış olmayız diye düşünüyoruz. Arka plan olarak Haziran İsyanı’nı konu alan, Hollywood estetiğine bir tutam yerellik katan ucuz bir aksiyon filmi vardı karşımızda.
006 Behzat Ç. Kıbrıs'ta Ankara Cinayet Büro bıraktığımız gibi değildi:
bir kadınla dolaşır. Kitaplardan ve diziden hatırladığımız Behzat’tan oldukça uzaktır.
- Dizinin en önemli karakterlerinden biri olan Harun, kültür endüstirisinden nasibini almış; komiğe indirgenmiş.
Son zamanlarda rastladığımız en özgün kötü adamlardan biri olan Ercüment Çözer de dönüşmüştür elbette. Elinde viski kadehi, kıyafet ile havuza giren, havuzda kadınlarla alem yapan “baş kötü”... Tek eksik kötü adamların siyah giymesi...
- Hayalet; Ilgın karşısında romantikten ziyade “toy” - “Aga ben olmuşum cinayet” diyen Akbaba narkotikte kafa bulmaya razı... - Eda iktidarın istediği “kadıncağız”... Hamile olması ve ağlaması dışında filmde varlığı söz konusu değil. Komiser Behzat da nasibini almıştır “Ana akım” kaygısından. Çalıştırdığı futbol takımındaki çocuklara yaptığı anlamlı konuşma dışında, tipik bir aksiyon filmi karakteridir: Behzat komiser aynı James Bond gibi kumar salonuna girer. Aynı James Bond gibi güzel
Filmin en önemli kahramanı Barış ilk filmdeki ana karakterimiz Red Kit gibi dertlidir. Devlet’in yarattığı bir başka mağdurdur. Kendisine Ulrike Meinhof (1) ismini seçmiştir: Fakat Barış babası gibi solcu mudur? Filmde geçen “kaos geliştirir “ sözü hangi bağlama oturmaktadır? Barış kişisel bir intikam peşinde midir; yoksa “anarşist” bir militan mıdır? Bu soruların hepsi havada kalmıştır. Karakterlerin hiçbiri derinlemesine işlenmemiş, aksine “tip”leştirilmiştir. Behzat Ç.’nin izleyici kitlesinin ezici
Kültür - Sanat bir çoğunluğu Behzat Ç.’yi polisiye kurgusundan ötürü değil, dramatik kurgusundan dolayı sevdi. “İyiler ilk görüşte tanınmaz” diyen, iyi ile kötü, katil ile polis, yaşam ile cinayet arasındaki çizgileri silikleştiren, derinlikli karakterler bu filmde yok. Polisiye kurgunun da açık bulunabilecek çok fazla yanı olsa da, asıl eksikliğin filmde dramatik öğelerin neredeyse olmamasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Film endüstrisinin belli kalıpları vardır. Örneğin başrolün yanında mutlaka bir güzel kadın olmalı, mümkünse ikisi arasında bir ilişki yaşanmalıdır. Bu ilk filmde (Seni Kalbime Gömdüm) Cansu Dere’nin karakterine denk düşmektedir: Baş karakterin karşısına güzel kadın çıkma zorunluluğu... Karakterimizin görkemli, mümkünse patlamalı bir çatışmaya girme zorunluluğu: Bu Behzat’ın Kıbrıs’ta ortasında kaldığı istihbarat çatışmasına denk düşüyor. Kurguya hiçbir şey katmadığı halde karakterlerimizin yolunun Kıbrıs’a düşmesi bununla ilgilidir. “Piyasanın sanata müdahalesi” lafını soyut bulan dostlarımıza, eğer somut örnek arıyorlarsa Behzat Ç.’nin filmlerini izlemelerini tavsiye ederiz. Yalnızca tek mekanda geçen, sadece diyalog üzerine kurulu bir bölüm çekebilecek denli yaratıcı, cesur bir ekip, nasıl bu kadar kolay tüketilebilen bir filme
imza atabilmiştir incelemek gerekir. Böylece kültür endüstrisinin sanat pratiklerini nasıl biçimlediği de anlaşılabilir. Dünyanın ekseni kaydı Behzat... Haziran İsyanı’nın filmin kurgusuna sonradan eklendiği açık. “Barış” süreci, Suriye’ye yönelik olası müdahale derken ülkemiz oldukça yoğun bir yıl yaşadı. Behzat Ç.’de hep (iyi ki) bu tarz gündemleri ekrana taşıdı yayınlandığı dönem boyunca. Fakat karşımızda bir dizi bölümü değil; çekim planları, çıkış tarihi çok önceden belirlenmiş bir yapım olduğu hatırlanmalı. Haziran’dan sonra özellikle sinema alanında kimi değişiklikler olacağı daha önce dergimizde de başka mecralarda da yazıldı, çizildi. Taşra sıkıntısına odaklanan, oldukça uzun sekanslar üzerine kurulan durağan filmlerin ülkedeki “gerçekliğin” değişmesi ile birlikte azalacağı, Haziran’ın dinamizmini yansıtacak başka ifade biçimlerinin öne çıkacağına yönelik tahminler yapıldı. Fakat Haziran’dan sonra sinemalarda, Haziran İsyanı temalı yayınlanan bir diğer film olan “Benimle oynar mısın?” da, “Behzat Ç: Ankara Yanıyor”da bu beklentileri karşılayacak nitelikte (Benimle oynar mısın çok daha vahim bir örnek) filmler değiller. Bu sebeple eski “sıkıcı” filmlerin karşısına “Yeni Türkiye”nin yeni gerçekliğini yansıtan bu “action”
filmleri öne sürersek büyük bir hata yapmış oluruz. Haziran’ın sanat pratiklerine yansımasına da böyle bir bağlamda bakmak gerekiyor. Haziran eylemlerini yansıtma kaygısı güden ürünlere sempatiyle bakmak oldukça doğal bir refleks. Ancak bu tarz yapıtları hızlıca, Haziran’ın sıcağı soğumadan piyasaya sürme çabasının da bir o kadar zararlı olduğunun altını çizmek gerek. Sanatsal nitelik kaygısını ya hiç duymayan, ya da fazlaca arka plana atan pek çok sanat ürünü ortaya çıktı şimdiye dek. Ortadaki niceliği düşününce, yalnızca çok küçük bir kısmının işlevsel olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bunların azımsanmayacak bir kısmının, kendince bir “piyasa”sı olan Haziran’ın “kaymağını yemek” derdinde olan ürünler olduğunu söylemek hiç de abartı sayılmamalıdır. Haziran İsyanı, AKP’nin organik aydınları dışında kalan herkesin gözünde meşrudur. Savcı Esra’nın dizinin bir bölümünde Behzat’a dediği gibi “Dünyanın ekseni kaymıştır” artık. Bu kitle zaten toplumun okuyan yazan, film izleyen, konsere giden kesiminin ezici bir çoğunluğunu oluşturmaktadır. AKP’nin zor aygıtlarıyla Haziran’a dair söylemleri sindirmeye çalıştığını gördük. Direnişi destekleyen sanatçılar üzerinden baskı kurduğunu da hatırlamalıyız. Behzat Ç.’yi yaratan isim olan Emrah Serbes’in de bu baskılardan payını aldığını biliyoruz. Bu sebeple Emrah Ser-
Haziran’dan sonra sinemalarda, Haziran İsyanı temalı yayınlanan bir diğer film olan “Benimle oynar mısın?” da, “Behzat Ç: Ankara Yanıyor”da bu beklentileri karşılayacak nitelikte (Benimle oynar mısın çok daha vahim bir örnek) filmler değiller. Bu sebeple eski “sıkıcı” filmlerin karşısına “Yeni Türkiye”nin yeni gerçekliğini yansıtan bu “action” filmleri öne sürersek büyük bir hata yapmış oluruz. bes’e “Haziran’ın kaymağını yemek” gibi ağır bir ithamda bulunmak niyetinde değiliz. Bunun hem haksızlık hem de ayıp olacağı kanaatindeyiz. Ancak bahsettiğimiz büyük meşruiyetin “kültür endüstrisi” içerisinde de bir talep yarattığını hatırlamalı, genel olarak Haziran’ı anlatan sanat ürünlerine bu gözle de bakmalıyız. Sonuç olarak biz, Behzat Ç. dizisinin vasat bir bölümünü izlediğimizi düşünerek kendimizi avutuyoruz. Bunu saymayız. Bir daha bekliyoruz.
Söyleşi
Yiğit Özatalay ile Kurt Weill ve Günümüz Müziği Üzerine Görüşme: Ayça Boyacıoğlu
Yiğit Özatalay ile Kurt Weill - BertoltBrecht ilişkisine ve yakın dönem müzik tartışmaları üzerine söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.
İstanbul Teknik Üniversitesi
-Bertolt Brecht ve Kurt Weill’ın birliktelikleri ve eserleri günümüzde güncelliğini korumakta mıdır? Hakim sistem aynı eleştirileri hak ediyor mu? Kesinlikle güncelliğini korumakta. Çünkü hakim sistem dediğimiz yani piyasanın egemenliği, kapitalizm.... Yine krizler, işsizlik, savaş var. Brecht ve Weill’ın 1920’lerin ikinci yarısında kaleme aldıkları büyük eserlerin dayandığı o temalar günümüzde devam etmekte. Bu nedenle, müzikal olmanın dışında metin olarak da güncelliklerini korumakta. Hakim sistem aynı eleştirileri tabii ki hak ediyor. 1920’lerin ikinci yarısında Weimar Cumhuriyeti’nde, yani Nazi iktidarını hazırlayan dönemde, kapitalizmin krizinin en uç noktalara geldiği yıllardı. Brecht ve Weill bunu aslında kendi sanatlarıyla ortaya koymayı bir proje olarak sürdürdüler. Sanatlarını işlevsel bir sanat olarak tanımladılar. Brecht ve Weill’ın dayandığı dünya görüşü, tabii ki sosyalist görüştü. Onlar daha eşit ve özgür bir dünyanın ha-
yalini kuruyorlardı. Ve sanatlarını bunun üzerinden tanımlıyorlardı. Kendilerine karşı dürüst oldukları için. Sosyalizmin eleştirisi bugün de sürmekte, dolayısıyla sanata yansıması o dönemki kadar olmasa da bugün de devam etmekte. - Sizce Brecht ve Weill’ın sanat pratiklerine bıraktığı miras nedir? Bence bıraktıları en önemli miras, bahsettiğim ‘İşlevsel Sanat’ kavramı olmuştur. Brecht, kendi açısından yeni bir tiyatro anlayışı arıyordu. Weill da kendi bakışı açısından yeni bir sahne müziği anlayışı arıyordu. Belki yeni bir opera anlayışı da diyebiliriz buna. İkisi beraber bu ‘yeni’ sıfatını toplumun ihtiyaçlarına göre yönlenen sanat anlayışında buldular. Çünkü onların yaşadığı döneme kadar genelde kemikleşmiş bir klasik müzik anlayışı vardı. Bu anlayış kendi içinde uzmanlaşmaya dayanan ve müzik dışı referanslardan olabildiğince bağımsız, içinde bulunduğu sosyo ekonomik bulgulardan, toplumsal koşullardan da soyutlanmış bir müzik anlayışıy-
dı. Dolayısıyla Brecht’in ve Weill’ın yaptığı şey, bulunduğu ortamdan kopuk olmayan, onu anlatmaya çalışan, onu irdeleyen ve onun parodisini yapan bir sanattı. Bu anlamda 19. yüzyılın ilk yarısındaki en önemli kilometre taşlarından biri oldu. O dönemde tabii ki başka çabalar da olmuştu. Mesela Schönberg’ın müzik içerisinde yaptığı devrim, yani kompozisyona getirdikleri çok önemli bir adımdı. Stravinsky’nin yaptığı da aynı şekilde. Ama yine müzik içinde yapılan çalışmalar bunlar. İçinde bulundukları toplumla etkileşime geçmekte zorlanan çalışmalar. Stravinsky’nin belki bir açıdan biraz daha önde olduğunu düşünebiliriz. Çünkü yola çıktığı temalar, Rusya’nın eski pagan ayinlerinden ilham alan çalışmalar. Schönberg daha çok müziğin içinde kalıyordu ve bu kemikleşmiş sanat anlayışını devam ettiren bir besteciydi. Weill işte bu noktada ayrılıyordu. Dolayısıyla bugüne bıraktıkları miras, ‘İşlevsel Sanat’ anlayışı olarak özetlenebilir.
? ir d im k y la ta a z Ö it iğ Y bul Bilgi isyen Yiğit Özatalay; İstan
adem Genç piyanist, besteci, ak emisi(Polonya), Giuseppe ad Ak ik üz M ow ak Kr , M almış, Üniverisitesi, İTÜ MİA müzik okullarında eğitim li em ön i gib ) no ila r (M ı ar Verdi Konservatu imar Sinan Güzel Sanatla M ını as m lış ça lik rli te ye tta dir. devam etmekte olan sana bölümünde sürdürmekte n yo zis po m Ko ı ar tu va er Üniversitesi Devlet Kons a Uzunyol ste çalışmalarının yanı sır be ki da nın ala ik üz ist; m tik Çağdaş akus mpanya’da besteci - piyan Ku zım Nâ ve t te ar Qu li da da Üçlüsü, Mercedes Casa lt Brecht” adlı müzikli oyun rto Be en “B ı dığ na oy tip Genco Erkal’ın yöne aktadır. piyanist olarak sahne alm
- “Ben Kurt Weill” başlıklı yazınızda, “Son iki aydır Kurt Weill’ın müzikal dünyasını ve onun modern müzik anlayışını daha yakından tanıyorum. Bunu, Türkiye tiyatrosunun en önemli isimlerinden Genco Erkal ile usta oyuncu Tülay Günal’ın sahne aldıkları ‘Ben Bertolt Brecht’ adlı oyunda piyanist olarak yer almama borçluyum.” ifadelerini kullanmışsınız. Genel olarak Weill ve Brecht’in hayata bakışınızda, özel olarak da kendi üretimleriniz üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Weill’ı tanımam, içine girmem, derinlemesine onun müziğiyle uğraşıyor olmam belki iki senelik bir süre içerisinde gerçekleşti. Öncesinde de kompozisyon (bestecilik) alanında da üretimlerim vardı, kendimce müzikler yapıyordum. Brecht’in doğrudan etkisinin belki olduğunu söyleyemem. Ama daha çok teorik ve fikirsel olarak ortaya koydukları ve yaptıkları, özellikle tiyatro ile müziğin disiplinler arası bir çalışmada bulunmuş olması
Söyleşi beni en çok etkileyen şeyler oldu. Açıkcası müzik ve tiyatro birlikteliğinden aldığım zevk kadar hayatımdaki başka hiçbir işten bu kadar zevk almadım. Besteciliğe olan yaklaşımımda da müziğin bir araç olması gerektiğini düşünüyorum. Hayata dair bir şeyi anlatmak istediğim zaman müziğe başvuruyorum. Müziğin bir ihtiyaçtan yola çıkması gerektiğini düşünüyorum. Üretilen müzikten bahsediyorum, yani yazılan, bestelenen müzik... Bunu üreten kişinin, ürettiği ortama karşı dürüstlüğü olarak tanımlıyorum. Hiçbir şey yoktan var olmaz denir ya, bizi de yazmaya iten bir şeyler olmalı. Anlatacak yeni bir şeylerimiz olmalı, tabii ki bir derdi olan bir şeyler olmalı. Sadece zevk almak için ya da sadece eğlendirmek için beste yapılması gerektiğini düşünmüyorum. Weill’ın da yaptığı bundan çok farklı değildi. Weill, ilk besteciliğe başladığı zamanlarda o da Schönberg’in düşüncesinden etkilenmişti. Romantik akımdan kurtulmak için, bahsettiğimiz kemikleşmiş müzik akımlarından kurtulmak için, modernist yaklaşımların içine girmişti ve tonaliteden olabildiğince bağımsızlaşmaya çalışmıştı. Ancak sonrasında, dünya görüşündeki olgunlaşma süreci onu başka düşüncelere itti. Çevresindeki gerçekleri görmeye başladı. Sonuçta sanatın halkla olan bağının tekrar kurulması gerektiğini, kaybettiği işlevselliği kazanması gerektiğini görmeye başladı. Ben kendi üretimlerimde, kendimi bir besteci olarak tanımlamak için şu anda olgun bir dönemimde olduğumu düşünmüyorum. Ben de bu işi öğreniyorum. Ama yaptığım şeylerde yeni bir şey söylemek istiyorsam yazmayı tercih ediyorum. Belli bir formül üzerinden eser üretmemek gerektiğini düşünüyorum. Sürekli yenilenmek, tabii ki yenilendikçe de o getirdiğiniz birikimle beraber yenilenmek. Yani bir diyalektik süreç içerisinde yol almanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunların hepsi Weill ile koşut düşünülebilen konular. Benim müzisyen olarak sahneden piyanoyla oyunculara eşlik etmem konusuna gelirsek, belki de en çok etkisi ve bana kattığı şey bu oldu diyebilirim. Çünkü bunun başka bir disiplin, başka bir bütünlük ve doygunluk olduğunu gördüm. Tiyatro, hayatın daha da içinde olan bir sanat. Müzik için belki en soyut sanat dalı diyebiliriz. Çünkü kendine ait bir dünyası var. Yaşadıklarımızdan soyut düşünmek çok kolay, ama tiyatro doğrudan sözcükler, olaylar ve durumlar üzerine kurulu. Günlük yaşantımıza dair bir çok malzeme içeriyor. Benim açıkcası ‘Ben Bertolt Brecht’ oyununda kendime kattığım en önemli şeylerden bir tanesi, aslında kendi yaşantılarımızın anlatıldığı konulara doğrudan müzikle katkıda bulunabilmek ve böyle bir sanatsal üretimin içinde kendime yer bulmak oldu. Tabii ki bunun kendine has ilkelerini görmeye başladım. Oyuncularla birliktelik, onlarla birlikte nefes alma gerekliliği
ve kolektif bilincin oluşması gibi kendine has ilkelerdi bunlar. -20. yüzyıldan itibaren, modernizmin sanatı halktan kopardığı düşünülüyor. Sizce modern müzik halktan kopuk bir müzik midir?
Kurt Weill kimdir?
Kurt Weill 20.yüzyılın başında 2 Mart 1900 (Dessau) de doğmuş, Alman besteci ve müzisyen. İlk bestecilik eğitmini 15 yaşında almaya başlayan Weill,bu yıllarda (I.Dünya Savaşı) Modernizmin kavram olarak çıkışına dönemin Almanyası’nın siyasi ve ekonomik durubakarsak, aslında halktan kopuk olmamundan oldukça etkilenmiştir. Bestecilik alanında dığını yani fikir olarak devrimci bir üretimlerine 1920’lerin başlarında başlayıp, hayaanlayış içerisinde olduğu görürüz. Şöyle tının sonuna kadar müzisyen ve besteci kimliğini ki, modernizmin karakterini oluşturan aktif olarak sürdürmüştür. İlk bestecilik yıllarında kavramlardan bir tanesi ilericiliktir, modernist bir besteci olarak anılırken, eserlerinde tarihselliğe dayanır, birikime inanır yani 19. yüzyıl romantizminden ve klasik müzik anlayıtarihin birikimle ilerlediğine inanır. şından sıyrılma çabası gütmüştür. Sanat yaşamının Paradigmalarla ilerlemediğini, doğruilk yıllarında tek perdelik operalar, müzikaller ve şarsal olduğunu ve insanlığın da aslında kılar yazmıştır. Eserleri Alban Berg, Alexander von bu şekilde ileriye gideceğine inanır. Zemlinsky, Darius Milhaud ve Stravinsky gibi besteci20. yüzyılın ilk yarısından ilk akla geler tarafından beğeni ve ilgi görmüştür. Sanat hayatılenler Schönberg, Webern, Berg ve nın belirli dönemlerinde, Mozart, Mahler ve Shönberg gibi önemli bestecilerden etkilendiği bilinmektir. Lou onların ortaya attıkları ''post temel Reed, Ute Lemper, Tom Waits gibi yeni dönem müziteori'' oluyor -bu tabii ki kulakların yenlerini de etkileyen isim olmuştur.1927’de solcu oyun alışmış olduğu o tonal sistemden yazarı ve şair Brecht’le birlikte çalışmaya başlamıştır. bağımsızlığı gerektiren bir sistemBrecht’in “Epik Tiyatro” anlayışının yanında “Yeni Opera” di-. Bunu anlamanın, bizim halk anlayışını ortaya atmıştır. Brecht ile birlikte çalışmalrından diye tabir ettiğimiz sıradan insan en çok tanınlar; “Der Dreigroschenoper” (Üç Kuruşluk açısından kolay bir şey olduğunu Opera, 1928) ve “Aufstieg Und Fall Der Stadt Mahagonsöyleyemeyiz. Dolayısıyla bu ny” (Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Çöküşü, 1927-1929) anlaşılabilirlik ve ulaşılabilirlik eserleridir.Tiyatro adına zamanının önde gelen bir besteciilkesi bir anda zarar gördü. Şu lerinden biri olmuştur.Nazi Partisi’nin iktidara geldiği yıllarda da var, şimdi bestecinin bu (1933) Almanya’dan Fransa’ya konuda ne kadar çabası var bu gitmiştir. Bu dönemda önemli. Mesela II. Viyana de Brecht’le olan Okulu’nun bir şeyler anlatçalışmaları sona mak, toplumsal dönüşümermek durumlere bir yanıt vermek gibi da kalmıştır. bir çabasının olduğunu da Hayatının söyleyemeyiz. Mesela Wesonuna kadar ill'in verdiği örneklerden Amerika’ya bir tanesi Mozart'tır, hatta yerleşmiş ve etkilendiği iki müzikçi Broadway olarak Mozart ve Mahmüzikalleler'i söylüyor . Mozart'ın rinin aranan Sihirli Flüt operasını topbestecisi haline lumun o anki sorularına gelmiştir. 3 Mart yanıt olan, bu eserle an1950 de New laşılma kaygısı güden, York’da ölmüştür. ama aynı zamanda da Kaynaklar: yüksek sanat doygun- Onay, Yılmaz. 2006. luğu karakteri taşıyan “Müziğin, Epik Tiyatro bir ürün olarak çok İçin Kullanılışı Üstüne”. önemli bir yere Müzik Üzerine Tartışmalar. koyuyor. Kendisini s. 86-87.Evrensel Basım Yayın, de aslında bunun Ekim 2006. bir takipçisi olarak görmek istiyor. - Özatalay, Yiğit. “Ben KURT WEİLL” Yani o günün inhttp://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/ sanı için üretimi ben-kurt-weill-haberi-55136 (26 Mayıs değerli görüyor. 2012)
Oysa o günlerdeki Schönberg, elli yıl sonrası
- Çalışlar, Aziz. 1995. Tiyatro Ansiklopedisi.Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
nın insanı için üretmeyi düşünüyor. O zaman buna anlaşılmak ve alımlanmak diyelim, Schömberg bunun kaygısını taşımıyor ki. Weill zaten bunu eleştiriyor. Aynı şekilde Mahler de böyle. Mesela Mahler'in müziklerinde de o çoğulluğu, parodiyi ve aynı zamanda saydamlığı (anlaşılabilirlik) bulmak mümkün, popüler müziğe bir atıf da var aslında. Popüler müzik zaten halkın müziği. Bu anlamda gene içinde yaşadığı toplumla etkileşim kurma isteği bu iki bestecide de var. Schönberg'de ise o saf müzik anlayışının bir devamını görüyoruz. Strauss’ta, Bruckner’de, Wagner’de 19. yüzyıl burjuva romantizminin bir ürünü olan, fildişi kulesine çekilmiş bir müzik anlaşıyı var. Modernizmi nasıl değerlendireceğimiz de bizim elimizde. Weill de modern bir müzisyen ve besteci, o modernizmi böyle algılamıyor. Halktan kopmuyor, ters düşmüyor. Burada sizin seçtiğiniz temaları nasıl ele aldığınız önemli ve tabii ki ulaşılabilirlik kaygınız var. Ulaşma kaygısı güderken kolay tüketilebilecek üretimlerden
kaçınmak lazım. Karmaşık bir hayatta yaşıyoruz ve yaşam aslında o zaman da karmaşıktı. Ama müziği nasıl işlediğimizi, müzik içindeki kavramlarla konuşmak gerekiyor. Bunun tiyatroyla ve görsellikle birlikte olması onun ulaşılabilirliğini etkiliyor. Weill'ın avantajlarından birisi de buydu belki de. Genelde sahne müziği bestecisi olarak kalmayı tercih etti, çünkü bunu iyi yapabildiğini düşünüyordu, ki yaptı da. -Bu bağlamda sol mücadele içinde modern müzik nasıl konumlandırılabilir? Siyaset ve müzik arasında bir bağ olduğunu düşünüyor musunuz? Müzik bir üst yapı elemanıdır. Yani herhangi bir müziği dinlediğimizde bunun oluşum aşamaları, üretim koşulları, bu müziği yazan kişinin bulunduğu ekonomik koşullar ve tabii ki altyapısının bulunduğu sınıf, aldığı eğitim, ailesi ve yetiştiği ortam üretimine yansıyor. As-
Söyleşi lında siyaseti de eğer dünya duruşu üzerine düşünme sistemi olarak tanımlarsak, müziğin doğrudan bir ilişki halinde olduğunu söyleyebiliriz, ki müzik tarihinde de hep böyledir. Müziğin üretim koşullarının değişmesi müzikteki stillerin de değişmesiyle dönemlerin ortaya çıkmasına neden olmuş. Biz bu bütün rönesans, barok, klasik, romantik dönemlerdeki üretim koşullarını karşılaştırarak bir sonuca varabiliriz. Bir aristokratın yaşadığı bohem hayattan beslenerek yaptığı müzikle, toplumsal olaylardan etkilenip müzik yapan insan arasındaki üretim başka olur. Bu anlamda sol mücadele içinde müziğin kesinlikle çok büyük önemi var. Modern müzik için az önce bahsettiğimiz farkın irdelenmesi gerekiyor. Modernizmi nasıl anlıyoruz, ilericilik ama nereye doğru ilericilik, neye göre, kime göre? Aslında her şey
için geçerli bu. Mesela sol mücadele de modern müzik deyince aklıma şu isimler geliyor; Hans Werner Henze ve Luigi Nono bunlar kendi müzikal fikirlerini çağdaş estetik anlayıştan ödün vermeden sol mücadele içinde yer almayı seçmiş besteciler. Bu anlamda eser üretip paylaşmışlar bunun mümkün olduğunu göstermişler . Weill de böyleydi. Weill anlaşılabilirlik kıstasını kaybetmemeye çalışıyordu. Kolaycılığa kaçmadan yapılması gerekeni yapıyordu. Ama bunun bir orta yolu olması gerektiğini de düşünüyorum. Başta söyledigim gibi sanat bir ihtiyaçtan yola çıkar ve bir 'şey' için üretilir. Bedri Rahmi Eyüboğlu diyor ya; ''Ben arıya arı demem, arının balı olmalı.'' Müziğin bir işlevi olması gerekiyor. Bu işlevi eğer göremezse o üretilen müzik, modernizmin anlamlı bir sonuca varmıyor . Eğer bir şeyleri harekete geçirmiyorsa, soru sordurmuyorsa, hayatın kanıksanmış değerleri konusunda sorgulamaya itmiyorsa insanı, ben bunun modernizm olarak değerlendirilebileceğini düşünmüyorum. Aksine izole, hayattan kopuk, sıkışmış bir modernizm olarak tarif edebiliriz. Modernizme olan bakış bence sol mücadele içerisinde kesinlikle değerlendirilebilir ve zaten solla parallelik içinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü sol dediğimiz şey nedir, farklı bir dünyanın mümkün olduğunu savunmaktır. Bu farklı dünyanın, yeni dünyanın eşit ve özgür temelleri üzerine kurulmasından yanadır. Çürümüş alışkanlıkları geride bırakmaktır ve paylaşımcılığını büyütmesini, aklına güvenmesini gerektiren bir düşüncedir sol düşünce. Modernizimle aslında çok koşut tarafları vardır. Çünkü modernizm de ilericidir. Yeni olanı savunur, dolayısıyla hiyerarşinin, kabullenilmiş değerlerin hep sorgulanması gerektiğini düşündürür. Modernizmi de bir burjuva gözünden değil üreten gözünden görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Şu an içinde bulunduğumuz dünyayı da bu şekilde yorumlamamız ve tüm sanatçılar olarak bu yeni dünyanın sesleriyle güncel sanatı üretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bugünkü insana ulaşmak için bugünün değerlerini ve içinde yaşadığımız
Söyleşi toplumun koşullarını bilmemiz ve aslında bizi yönlendiren şeyin bu olması gerektiğin düşünüyorum. -Besteci elindeki metni veya şiiri bestelerken bir siyasi kaygı güder mi? Siz de Aziz Nesin'in "Çocuklarıma" adlı şiirini ve Gezi Direnişi'nde sıra neferi olanlara ithafen bestelediğiniz, Nazım Hikmet'in "Sıradaki" ve "Sıradakinin Ölümü" şiirlerini bestelerken böyle bir kaygı güttüğünüzü söyleyebilir miyiz? Evet ben böyle bir kaygı güdüyorum. Bu kaygıyı gütmemin nedeni, öncelikle kendime dürüst olmak. Yaşamadığım şeyleri yazmamak, veya görmediğim şeyleri ifade etmemek, aslında kendi hayatım içerisinde bir bütünlük kurma isteğim. Çünkü hayatımda sadece müzik yok, ben müzisyenden önce sıradan bir insanım ve herkesin olduğu gibi başka kaygılarla -toplumsal kaygılarla- bir güncel hayat içerisindeyim. Bunu belki müzik yoluyla ve benim durumumda üzerinde çalıştığım, iyi- kötü bilgi sahibi olduğum alan olan müzik içerisinde ifade etme şansım var. Aslında seninde bahsettiğin Aziz Nesin ‘Çocuklarıma’ şiiri, bu tavırdan ortaya çıkan ve benimde güvendiğim parçalardan bir tanesiydi. Düşünce şuydu; şiirin son dörtlüğü “Bütün işe yarayanlar, işe yaramaz sanılanlardan çıkar.” cümlesidir. Dolayısıyla, müzikte de işe yaramayan ya da ifadesi mekanik ve tek düze malzemelerden yola çıkarak bir anlamlı bütüne varma, müzikal formunu düşünerek yazmıştım. Daha sonra bu müzik benim için düşünce olarak ve besteleme süreci olarak temel oluşturdu. Bir formül demiyorum. Müzik dışında, sıradan hayatta bir konuyu belki programatik bir şekilde, belki sadece göndermeler de bulunarak ya da metin vasıtasıyla müzikal dünyalar yaratmaya çalışmak. Bu benim biraz da ulaşılabilirlik ve müzisyen olmayanlarla da paylaşabilme kaygımdan ortaya çıkan bir durum. Çünkü müziğin somut bir şey olarak sadece müzisyenler tarafından değil, bir marangoz, bir şoför veya bir temizlikçi tarafından da anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu açıdan Aziz Nesin önemli bir
isim. Aziz Nesin’in ürettiği kompozisyonlar, farklı sınıflardan bir çok kişiye ulaşabiliyor, herkesin hayatında yer edinebiliyorsa o biraz da yeteneğe bağlı bir şey. Ben aslında gerçek sanatçının bu olduğunu düşünüyorum. Yani o alanın dışındakilere de ulaşabilmek, onları da kapsayabilmek ve gündelik hayatı anlaşılabilir bir şekilde, herhangi bir sistemde ve tabii ki karar verilebilen bir mesaj içerisinde aktarabilmek. Sıradaki’nde de aynı şey geçerli. Haziran Direniş’i üzerindeki durum bir açıdan daha farklı, bence Weill’le ortaklaşan bir tarafı da var. Neden dersen, hani dedik ya ‘Kurt Weill dönemi için, o gün için besteliyordu’ ve bunu poetikası olarak açığa vuruyordu. Benim en çok bu düşünceyi hissedebildiğim ve uygulayabildiğim dönem Haziran Direniş’i olmuştu. Çünkü ‘Boyun Eğmeyenler’, ‘Sıradaki’ gibi parçalar bu dönemde, o zamanki toplumda yaşananlar üzerinden ortaya çıktı. Gerçekten kendimi ‘yararlı’, tam olarak bu sıfatla düşünme şansına eriştiğimi gördüm. İçinde yaşadığımız gündelik hayata katkıda bulunabilen onuniçin bi şey söyleyebilen ve ona kendince destek olabilen, somut olarak bi anlamda kendimi var edebilme fırsatını yakaladım. - Sizce Gezi Direnişi ülkemizde, (hatta belki dünyada) sanatsal üretimleri etkiledi mi? Genelde Dünya’daki yenilikçi sanat üretimlerinin gerçekleştiği dönemlere baktığımızda, hepsinin o toplumsal dönüşümlere koşut yaşandığını görüyoruz. Mesela Fransız Devrimi’nin olduğu yıllarda yani, 18.yüzyılın sonlarında inanılmaz bir entelektüel devrim de oldu. Bu anlamda birçok sanat üretimi; -edebiyat, müzik alan-
larında- Bethoven’ın 3. Senfosi’ni Fransız Devrimi ideallerine adaması. Aynı şekilde Rusya’da 1917 Ekim Devrimin’den sonra o modernist, çağdaş sanat anlayışındaki patlama bir anda kapıların ardına kadar açılması ve kafaların açılması hep bu toplumsal dönüşümlerle bağlantılı. Gezi Direnişi de her ne kadar bir devrim olmasa da bu aklın açlışına ve sorgulamaya çok önemli fırsatlar sağladı. Bu kesinlikle sanat üretimi için belki de en önemli ortamlardan bir tanesi. Sorgulamak. Belki de sanatı sanat yapan, onun orjinalliğini veren en önemli şeylerden bir tanesi bu. Çünkü, sıradanı ve alışkanlıklara karşı koyan, başkaldıran bir yapısı vardır sanatın. Öbür türlü zanaat diyebiliriz. Yani yapılan bir şeyi sürdüren, onu taklit eden yeni bir şey söylemeyen üretimlere belki zanaat diyebiliriz. Dolayısıyla Haziran Direniş’i bizim kendi topluluğumuza olan sorumluluğumuzu güçlendirdi. Toplum için sanat üretmek ya da toplumcu sanat dediğimiz anlayışın yeniden canlanmasına ve belki de kendi yerini bulmasına, kendini çok daha fazla hatırlatmasına sebep oldu. Dünyadaki sanat üretimlerini nasıl etkilediği hakkında pek bir bilgim yok. Ama Türkiye için somut örneklerden bahsetmek gerekir-
se, biz geçen ay ‘Resistanbul’ adı altında bir etkinlik gerçekleştirdik Milano’da. Çeşitli sanat alanlarında, fotoğraf, enstalasyon, video, müzik, grafik gibi bir çok alanda 16 kişi bir araya gelip ortak bir proje hazırlamaya çalıştık. Biz de Mercedes Casali ile birlikte müzikal yapıyı üstlendik. Bu tip bir çok oluşumun da olduğunun farkındayım. Bir kere Gezi Parkı’nın olduğu alan halk tarafından işgal edilmişti. Bu aslında hükümetin temsil ettiği bir çok fikri kabul etmemek ve bu alan bizim demekti. Bu alandan biz sorumluyuz, burayı güzelleştirmeyi biz iyi biliriz demekti. Bunun aynı şekilde sanat için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Yani insanlar sanatı, çok da karşılaştığımız bir terimle sokaklara taşıdı. Bir anlamda bu söz sanatlarıyla gelişti, duvar yazılarıyla, grafiklerle ve tabii ki sokak müzisyenleriyle. Bu sanatın Apollon’cu değil de Dionysos’cu bakış açısı biraz daha gelişmeye başladı. Aslında bu terimi de geçenlerde soL Pazar’da çıkan Onur Türkmen’in yazısından çaldım. Bence doğru bir analiz. Modernizmin, yani yenilikçi düşüncenin ilericiliği kendine yer bulduğu ve somut anlamda güç kazandığı bir ortam verdi bize Gezi Direnişi.
Kültür - Sanat
Barış Bıçakçı ve Tükenmeyen İnsan Bilgi Üniversitesi Sosyalist Düşünce Kulübü
Günümüz edebiyat ortamından pek çoğumuz şikayet ediyoruz. Anlaşılabilir. Fakat mesele durup durup “nerede o eski edebiyatçılar” yakınmasına dönüyorsa ortada bir sorun var demektir. Şimdiye kadar edebiyat yazılarımızın çoğu, edebiyat ortamındaki nitelik sorununa, kirli ilişkiler ağına, ilkesizliğe, yöntemsizliğe değindi. Fakat bugün de kitaplarını keyifle okuduğumuz, bir sonraki kitabını beklediğimiz yazarlar olduğunu dü-
şünüyoruz. Bu sebeple o isimlerden birini, Barış Bıçakçı’yı sayfalarımıza taşımaya karar verdik. Barış Bıçakçı’nın sırasıyla “Herkes Herkesle Dostmuş Gibi”, “Veciz Sözler”, “Aramızdaki En Kısa Mesafe”, “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”, “Baharda Yine Geliriz”, “Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra” ve “Sinek Isırıklarının Müellifi” olmak üzere 7 kitabı mevcut. Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte çıkardığı iki de şiir kitabı... (Maalesef şiir kitaplarından yalnızca bir tanesine ulaşabildim.) “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” kitabı yakın zamanda hayatını kaybeden Seyfi Teoman tarafından filme de çekilen Bıçakçı, bildiğimiz anlamda bir “popüler” yazar olmasa da, kitapları 5-6 baskı yapan, günümüz ölçeğine göre iyi okunan isimlerden. Bir arkadaşım Barış Bıçakçı kitap-
larına dair sohbet ederken şöyle demişti: “En sevdiğim Barış Bıçakçı kitabı en son okuduğum Barış Bıçakçı kitabıdır.” Karakter inşası, kitapların geçtiği mekanlar, kitap içerisindeki psikolojik gerilimler Barış Bıçakçı’nın hemen hemen tüm kitaplarında aynıdır. Seveni bu yüzden sever, sevmeyeni de aynı sebeple uzak durur. Yedi kitabının yedisi de benzer bir tat verir. Bu yüzden en sevilen Barış Bıçakçı kitabı genellikle hafızamızda en taze olan Barış Bıçakçı kitabı, yani en son okuduğumuz Barış Bıçakçı kitabıdır. Kitapları arka arkaya okunduğunda bütünlük oluşturan bir yazar Barış Bıçakçı. Peki nedir bu bütünlüğü oluşturan unsurlar? Bu soruyu cevaplama çabası Barış Bıçakçı kitaplarının, kurduğu “edebi evren”in
haritasını çıkartmamızı sağlayacak. Bıçakçı’nın neden günümüzün okunmayı hak eden yazarlarından biri olduğunu bizlere gösterecek. Sorumuzu cevaplamaya çalışırken Barış Bıçakçı külliyatını; dili ve anlatım teknikleri, konu seçimleri - karakter inşası ve bir tavır olarak Barış Bıçakçı olmak üzere üç başlık üzerinden değerlendireceğiz. Barış Bıçakçı'nın Dili Barış Bıçakçı’nın kitaplarından herhangi birini okumuş ortalama bir okura “kitapta en çok dikkatinizi çeken ne oldu” diye sorsak, alacağımız cevap büyük ihtimalle “yazarının kullandığı sade ve akıcı dil” olacaktır. Gerçekten de Barış Bıçakçı’nın en dikkat çeken yanı “sade ve akıcı dili”dir. Bu dilin Bıçakçı kitaplarını “samimi” kılan özelliklerden biri oldu
Çizim: Kübra Teber Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Akın Art
“Barış Bıçakçı karakterleri hayatı “olağanüstü olaylarla” dolu kişiler değildir. Sıradan bir hayatı kendi köşesinde sessizce yaşayan, ya da yaşamaya çalışan insanlardır. Fakat “Anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret eden” bir yazar olan Bıçakçı’nın metinleri, bu sıradanlığı “olağanüstüleştirir”. İnsanların birbiriyle kurduğu ilişkiler bütününün, insan hayatının “olağanüstülüğünü” gösterir bizlere.”
Kültür - Sanat ğunu söyleyebiliriz. Bu samimiyeti oluşturan bir diğer özellik ise, bu yazı içerisinde “küçültme” diye adlandıracağımız “tekniğidir”. Bıçakçı metinlerinde kullandığı “büyük”, “afili” cümlelerin arkasına genelde o cümlenin vuruculuğunu azaltan, bazen de mizah katan başka bir cümleyi yerleştirir: “‘Güneş Saydam Caddesi’nin üzerinde kimsenin gülmediği bir şaka gibiydi” dedi ağabeyim her zamanki neşeli haliyle. Hakan gülümsedi. Ben ağabeyimin ileride büyük bir yazar olacağını düşündüm yine. (Aramızdaki En Kısa Mesafe, s. 23) “Evde, koltuğuna oturmuş akşam olmasını beklerken birkaç bira içti ve saatçinin tezgahı üzerinde gördüklerinin kendi iç organları olduğunu anlayıverdi. Evet, tezgahın üzerinde parçalanmış dağılmış yatan şey, Cemil’in kendisinden başka bir şey değildi. İşte bu da toplu konutlarda yaşayan birinin payına düşen felsefe. Üç gram. İlaç niyetine” (Sinek Isırıklarının Müellifi, S. 57) “Rene Char’ın seçme şiirlerinde geçen şu cümleyi unutamıyordu: “ Kırk Yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz” Böyle bir cümleyi okuyup yıllarca aklınızda tutuyorsanız zaten ölüyorsunuz demektir. Silaha gerek yok (Sinek Isırıklarının Müellifi, S. 65) Yukarıda üç tanesini seçtiğimiz “küçültme” tekniği ile Barış Bıçakçı, oldukça “büyük”, dramatik ya da “afili” bir cümlenin altına, bir önceki cümlenin ağırlığını boşa düşüren, çoğunlukla da gülümseten başka bir cümle ekleyerek okuyucuyu ters köşeye yatırır. Zaman zaman fazla aforizmavari cümleler kurduğu eleştirisine de peşinen, kendisiyle de alay ederek cevap vermiş olur böylelikle. Yine “Sinek Isırıklarının Müellifi”nde Cemil ile “editör hanım”ın “monologları”, Bıçakçı’nın kendi yazınına dair kaygılarını da görmemizi sağlar: “Aforizma belki bilmek demek değildir ama bilmek çabasıdır, ona en azından bir başlangıç önermesine verilen değeri vermek gerekir (...) Bolca aforizma içerdiğinden roman dosyamı büyük ihtimalle beğen-
meyeceksiniz. Aforizmaların ucuz olduğunu, üstelik birbiriyle çeliştiğini düşüneceksiniz. Bu konuda daha sonra sizinle tekrar konuşmak isterim. “ (A.G.E, S. 36) Yine editörle yaşadığı şu monolog, Bıçakçı’nın sade dilinin ve konu seçiminin özeti gibidir: “Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylece anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir” (A.G.E, S. 159) Barış Bıçakçı'da Zaman-Mekan ve Dostluk “Çoğu zaman her şey önceden bellidir. Mucize evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir. “ (Sinek Isırıklarının Müellifi, s. 5) Yukarıda alıntıladığımız cümle “Sinek Isırıklarının Müellifi”nden alınmış olsa da, tüm Barış Bıçakçı kitaplarında var olan durağan havanın özeti olarak düşünülebilir. Ankara Barış Bıçakçı anlatılarının ortak mekanıdır. Kentli, entellektüel, çoğunlukla bir şekilde edebiyat ile ilişkili karakterlerle dolu olan Barış Bıçakçı kitaplarının Ankara’da geçmesi, basitçe Bıçakçı’nın Ankara’da yaşamasıyla açıklanabilir. Fakat “sıradan” bir kentin, “sıradan” ve durağan bir yerinde yaşayan karakterler (örneğin toplu konutlarda) yaratan Bıçakçı, bu karakterler için “her şeyin önceden belli olduğu” bir mekan yaratmak ister. Ortak mekanın Ankara olmasının böyle bir resmi de tamamladığı unutulmamalıdır. “Baharda Yine Geliriz” kitabında yer alan “Şehir Rehberi” isimli bölümde yer alan şu cümleler, Ankara’nın anlatıların mekanı olarak işlevini oldukça iyi anlatır: “Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması saçma ya da gülünç değil mi? Değil!
İnsana özgü bir yavaşlığı, sakarlığı hatırlatan tek şey bu yıkıntı çünkü.” (A.G.E, S. 15) Şikayetten çok sevecenlik vardır Ankara’ya karşı. Daha sonra değineceğimiz arkadaşlıklara da mekan olan Ankara, “insana özgü yavaşlığın ve sakarlığın” da somutlandığı mekandır. Ve elbette iyi arkadaşlıkların... Barış Bıçakçı karakterleri hayatı “olağanüstü olaylarla” dolu kişiler değildir. Sıradan bir hayatı kendi köşesinde sessizce yaşayan, ya da yaşamaya çalışan insanlardır. Fakat “Anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret eden” bir yazar olan Bıçakçı’nın metinleri, bu sıradanlığı “olağanüstüleştirir”. İnsanların birbiriyle kurduğu ilişkiler bütününün, insan hayatının “olağanüstülüğünü” gösterir bizlere. Kitaplarında çoğunlukla, hayatı kitaplarla dolu karakterler vardır. Oldukça durağan bir hayat ve bu hayatın üzerinde gökyüzü gibi duran, hiçbir yere gitmeyen (1) ölüm olgusu kitaptaki ritmin belirleyici unsurlarıdır. Ritmi aksatan ya da hızlandıran şey ise çoğunlukla aşktır. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”de Ender ve Çetin’in hayatlarına Nihal’in girmesi iki arkadaşın gündelik hayatlarını değiştirir. Ya da “Veciz Sözler”de Nesteren’e aşık olan Sulhi’nin yaşamı o andan itibaren daha hareketli, daha gerilimlidir. Kimi karakterinin futbol ilgisi ya da halı sahaya gitme alışkanlığı da yine
aynı durağanlık ile ilgilidir. Kitaplarının arasında yaşayan, aşkları için verdikleri “kavga”da bile sık sık tereddüt eden karakterler için futbol, “kavga”nın, mücadelenin en çıplak halidir, oldukça da somuttur. Bu yüzden futbol, kentli, “orta sınıf ”, entelektüel karakterlerimizin hayatlarında yer kaplamaktadır. Hayat yavaş yavaş ilerlemektedir. “Aynı gökyüzü aynı keder” (2) yerinde durmakta, karakterler de kitapların sonlarında kendilerini hayatın olağan akışına bırakmaktadır. Zaten yaşadığı çağa uyum
Romanlarında ve öykülerinde olayları erkeklerin gözünden anlatsa da, “Erkeklik İdeolojisi”nden olabildiğince uzak karakterler inşa eder Barış Bıçakçı. Kadınlarla ilişki kurarken çekingen, kırılgan ve acemidirler. Sevdikleri kadınların kendilerine aşık olmasını dilerler. Genelde de hayal kırıklığına uğrarlar... Sadece kadınlarla ilişki kurarken değil, her konuda “insana özgü o sakarlığın”, acemiliğin izleri vardır davranışlarında
sağlamakta zorlanan karakterler, zamanın geçmesinden tedirgin olsa da, kanıksamıştır bu durumu. Ender’in “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”in sonunda söyledikleri bu huzurlu kanıksamayı gösterir: “Bir gün biz de yaşlanacağız Çetin (...) Şehirde yapamayacağız artık Çetin, binalardan ve otomobillerden sıkılacağız. Ankara’dan ayrılacağız. Şehrimizden (...) Hırkalarımıza sarınacağız. Bedenlerimiz, olan biteni kabullenmemize olanak tanıyacak bir hızla çevikliğini, gücünü, dayanıklılığını yitirmiş olacak(...) Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.” (A.G.E, S.166-167) “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”in filme uyarlanmış halini izledikten sonra, internetten film ile ilgili yorumları okuduğumu hatırlıyorum. Ekşi Sözlük’te azımsanmayacak bir toplam Ender ve Çetin’in aslında eşcinsel olduğu konusunda hemfikir olmuştu. Birbirlerine olan bağlılıklarının sebebi buydu. Bu teze itiraz edenler ise homofobik olmakla suçlanıyordu. Hatta bir “entry”, kitapta da Ender ve Çetin’in eşcinsel aşıklar olarak kurgulandığını iddia ediyordu. Psikanalitik çözümlemelere pek meraklı çağımız okurlarının önemli bir bölümü, iki heteroseksüel erkek arasında böyle bir ilişkinin var olabileceğini kabul edemiyordu. Ama filmde de kitapta da karakterlerimiz eşcinsel değildi: “Kahramanlarından birinin, otoparktan bir türlü çıkamayan bir otomobilin içindeyken “şimdi kuşlar bizi nasıl görüyordur Al? “ diye sorduğu, ikimizin de baş tacı ettiği filmi “Eşcinselliğin sınırında dolaşan bir dostluğun hikayesi” diye yorumlayan sinema eleştirmeni beyefendi
ikimizin sonunda, en sonunda haritada bir nokta olduğunu görseydi ne derdi? Eşcinselliğin kordon boyunda dolaştığımızı mı söylerdi? (...) ilişkiler için gerçekten bir sınır var mı? Varsa da ikinci sınıf sinema eleştirmenlerinin göremeyeceği bir sınır bu. İnsan severken basit sınırlandırmaların sınırlarını değil, kendi sınırlarını görür, kendi sınırında dolaşır, kendi sınırlarına değer. Benim bildiğim tek sınır bu.” (A. G. E, S. 83) Bu uzun alıntı Ender ve Çetin’in eşcinsel karakterler olarak kurgulanmadığını gösteriyor. Peki niye Barış Bıçakçı karakterleri bir kısmımız için bu kadar anlaşılmaz? Bu soruya cevap büyük önem taşıyor. Romanlarında ve öykülerinde olayları erkeklerin gözünden anlatsa da, “Erkeklik İdeolojisi”nden olabildiğince uzak karakterler inşa eder Barış Bıçakçı. Kadınlarla ilişki kurarken çekingen, kırılgan ve acemidirler. Sevdikleri kadınların kendilerine aşık olmasını dilerler. Genelde de hayal kırıklığına uğrarlar... Sadece kadınlarla ilişki kurarken değil, her konuda “insana özgü o sakarlığın”, acemiliğin izleri vardır davranışlarında. Kitaplarda İnsan bir çelişkiler bütünüdür. “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”de Ender, sürekli kendisi ve geçmişi ile didişir. Aynı zamanda romandaki anlatıcı ses olan Ender’in, anlattığı geçmişi anlama çabaları, çelişkilerini gözler önüne serer. “Sinek Isırıklarının Müellifi”nde Cemil, “orta sınıf ”, küçük burjuva yanlarıyla dalga geçer. Kendi ile tatlı bir hesaplaşma halindedir. Bunu yaparken bize geçmişini döker. Salinger’dan, Cortazar’dan, Rene Char’dan, Turgut Uyar’dan, Oktay Rıfat’tan, Edebiyat Dostları dergisinden,
”sı ile de bilinen bir isim Yazdıkları kadar “inziva rçok kişi tarafından bi Barış Bıçakçı. Bu yüzden rlık hayatını yaza yaşadığı süre boyunca linger’a benzetilir. inzivada geçiren J. D. Sa biyografisine önem rın Edebiyat ortamı yazarla sine sahip olamadığı afi verir. Bu sebeple biyogr yazarın, inzivasını satar.
Kültür - Sanat
Ezginin Günlüğü’nün “Bahçedeki Sandal” albümünden söz açar. Gönderme yapar. Böylece yazarın edebi olarak beslendiği kaynakları da görürüz. Acemiliklerin sakarlıkların yanı sıra, Barış Bıçakçı kitaplarında insan, zengin bir kültür mirasından oluşur. Günümüz okurlarının bir kısmına Barış Bıçakçı karakterlerinin bu kadar “anlaşılmaz” gelmesi, İnsan’a yabancılaşmanın sonucudur. Anlaşılmazdır. Çünkü İnsan çırılçıplak karşımızdadır. Bir Tavır Olarak Barış Bıçakçı Yazdıkları kadar “inziva”sı ile de bilinen bir isim Barış Bıçakçı. Bu yüzden birçok kişi tarafından yaşadığı süre boyunca yazarlık hayatını inzivada geçiren J. D. Salinger’a benzetilir. Edebiyat ortamı yazarların biyografisine önem verir. Bu sebeple biyografisine sahip olamadığı yazarın, inzivasını satar. Örneğin İzafi dergisinin, MayısHaziran sayısında Barış Bıçakçı’dan izin almadan yazarın fotoğrafını kullandığını, hazırladıkları dosyanın da reklamını bunun üzerinden yaptığını hatırlayalım. Barış Bıçakçı’nın biyografisine dair temel bilgiler dışında (Ne zaman doğdu, başka hangi kitapları var) bir bilgiye sahip değiliz. Edebiyat ödülleri, imza günleri gibi yazarları “starlaştıran” kurumlardan da uzak durduğu için çok okunsa da bildiğimiz anlamıyla bir “çoksatan” olamıyor. Hiçbir yere röportaj
vermiyor, panellere katılmıyor, sağda solda fotoğrafı bulunmuyor... Biyografisine dair bilgimiz olmasa da, otobiyografik yanlar barındırdığını tahmin ettiğimiz “Sinek Isırıklarının Müellifi” romanı, bu tercihin basit bir utangaçlığın ötesinde, bir edebi tavır olduğu konusundaki kanımızı güçlendiriyor. Metin ile okur arasına başka şeylerin girmesini engelleyen (en azından bir yere kadar) bu tavır günümüz edebiyat ortamında oldukça değerli. Bu sebeple hem yazınıyla, hem de kendini edebiyat ortamının kirli ilişkilerinden uzak tutmaya çalışan tavrıyla Barış Bıçakçı’nın zamanımızın en değerli edebiyat pratiklerinden biri olduğunu düşünüyoruz. Bir türlü “tükenmeyen” insanın, “hinlik” barındırmayan dostlukların, akıp giden zamanın, “naif ” aşkların yani İnsan’ın öykülerini okumak isteyen tüm okurlarımızı Barış Bıçakçı okumaya davet ediyoruz. Notlar: 1-) Melih Cevdet Anday’ın “çocukluk gökyüzü gibidir, hiçbir yere kaybolmaz” sözüne göndermedir. 2-) Behçet Aysan’ın “Bir Eflatun Ölüm” şiirinden alınmıştır: “ (...) değişen bir şey yok hiç ölüm hariç aynı gökyüzü aynı keder”
Kaynakça:
Yayınları, 2011
1-) Bıçakçı Barış, Aramızdaki En Kısa Mesafe, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003 2-) Bıçakçı Barış, Baharda Yine Geliriz, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013 3-) Bıçakçı Barış, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011 4-) Bıçakçı Barış, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004 5-) Bıçakçı Barış, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, İstanbul İletişim
8-) Bıçakçı Barış, Sarıalioğlu Yavuz, Kıyar Hüseyin, İsimsiz, Ankara, Ocak 1994 9-) Öktemer Can, Naif ve Kırılgan Erkekler, Duvar Dergisi, Kasım Aralık 2013 10-) Öktemer Can, Minimalist Zarafetin Romancısı, Agos Gazetesi, 21.09.2012
6-) Bıçakçı Barış, Sinek Isırıklarının Müellifi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011 7-) Bıçakçı Barış, Veciz Sözler, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013
S
amanyolu Galaksisi'nin batı sarmal kolunun uzak bir köşesinde küçük sarı bir yıldız bulunmaktadır. Bu yıldızın yaklaşık yüz kırk sekiz milyon kilometre uzağında mavi-yeşil küçük bir gezegen dolanır. Evrenin ve her şeyin başlangıcından yaklaşık 13.8 milyar yıl sonra, yaklaşık 3.8 milyar yıldır yaşamın devam ettiği bu gezegende henüz 4 milyon yıldır ayakta olan bir canlı türü bilim ve teknoloji sayesinde bu tarihleri hesaplayabilecek duruma gelmiştir. Buna karşın bu türün yaşayan 7.5 milyar üyesinin çok az kısmı neden, nasıl ve ne zaman ayağa kalktıklarından haberdardı. Ancak küçük bir camia daha eski atalarının neden ağaçlara çıktıklarını, daha eskilerinin ise suları neden terk ettiğini tartıştı ve araştırdı. Bu türün bugüne kadar sınıflandırdığı 2 milyon türün kökeni ve nasıl oluştukları da çoğunluk tarafından bilinmiyor ve yine çoğunluk tarafından dünyanın değişmez olduğuna inanılıyordu. Ancak her şey değişmek üzereydi! Bu gezegende, 250 milyon yıl önce Avrasya ve Arap tektonik levhalarının sıkıştırmasıyla ortaya çıkmaya başlayan ve sonradan Anadolu adı verilecek topraklarda, küçük bir azınlık tarafından üretilen bilimi topluma aktarmayı kendine görev edinmiş bir kahraman ortaya çıktı: Evrim Adam! Evrim Adam bilimi sahte bilimin kirliliğinden kurtarmak için yola çıkıyor. Canlıların nasıl ortak kökenden geldiğini ve türediğini yani evrim teorisiyle ilgili sorularınızı cevaplayacak; bilimin sözcülüğünü yapacak. Evrim Adam, paleontolojide fosil fotoğrafına bakıp “aaa hiç değişmemiş ki” demeyi anlayanlara; biyolojiye “ne kadar mükemmel ve kusursuz canlılar” sığlığı ile yaklaşanlara; moleküler biyolojiye “nasıl tesadüf olabilir?” şaşkınlığı ile bakanlara; evrim teorisini insanın maymundan gelmesi zannedenlere bilimin yanıtını veriyor. Ne, neden, nasıl sorularını cevaplamayı kendine görev biliyor.
Evrim teorisi sadece bir teori midir? Teoridir, teori olmasına da teori nedir? Bu konuda hem fikir miyiz? Yerçekimi veya atom teorileri de “sadece bir teori”dir. Teori (veya Türkçesi ile kuram) bilimdeki en yüksek düzeyde geçerliliği olan bilgi üretimidir, yani teori demek “benim fikrim geldi” diyen birilerinin “zeki” çıkışları, inanışları değildir. Gerçeklere ve gerçeklere dayalı diğer teorilere dayanarak kurulurlar. Kuramlar bilimsel olguları, hiçbiri ile çelişmeden açıklamak zorundadır. Bilimsel olgular gözlemlerden, deneylerden elde edilen bilgilerdir. Bu bilginin kıyasa dayalı, ölçülebilir olması gerekir. Kısacası bilimsel bilgi ne, nerede, ne zaman sorula-
rının cevabını vermektedir. Yine bir örnekle açıklayalım kütle çekimi bir olgudur, kütlesi olan iki varlık birbirlerini çekerler. Ancak elinizden bıraktığınız bir derginin yere düşmesi ise olaydır. Olgular bu tek tek olayların genellemesi ve soyutlanması ile ortaya çıkarlar. Bu olguların neden ve nasıl olduklarını ise kuramlar açıklar. Kuramlar önce hipotez olarak kurulur, zaman için de diğer olgu ve kuramlarla çelişen yönleri olup olmadığı test edilir, çelişebilecek yönler özellikle sorgulanır. Ardından kuram alanında yetkin bir bilim camiası tarafından kabul edildikten sonra kuram olarak isimlendirilmeye başlar. Biyolojik (veya organik) Evrim Teorisi bu gerekleri yerine getiren bir kuramdır. Gould'un deyişi
Ara geçiş türlerine ait fosil bulunamamış mıdır? Evrim kuramını destekleyen daha güçlü pek çok olgu olmasına karşın fosiller hem en eski bulgularından hem de en çok tartışılan başlıklardan birisidir. Fosiller geçmişte yaşamış canlıların izlerini bugüne taşımaktalar. Bugün soyunu sürdürmeyen dinozorlar, triploitler veya insansılara ait kalıntılar hem yaşamın kusursuz olduğu algısını yıkmış hem de canlıların evrim ağacına ışık tutmuştur. Fosilleşme süreçleri oldukça zordur ve canlılar nadiren fosilleşebilirler. Fosillerin göl, bataklık, buzullar gibi kısıtlı alanlarda oluşabilirler, ya da
amber içinde donan böcekler Fosillerin gösterdiği bir başka gibi özel durumlar da olabilir. gerçekse canlıların farklı tarihAyrıca, canlının kısa sürede lerde fosil bırakmaya başladıçürümemesi de gereklidir. Yine ğıdır. Örneğin, 7 milyon yıldan de pek çok ara geçiş türüne ait daha eski insansı fosili, 85 fosil bulunmuştur. En popüler- milyon yıldan daha eski primat lerinden bazıları dinozorlardan fosili veya 280 milyon yıldan kuşlara geçişte Archaepteryx, daha eski memeli fosilleri buhayvan soyunda sudan karaya lamayız. Bu tüm canlı soylarıngeçişin bir aşaması olan Tikta- da geçerlidir ve değişik canlı alik Rosae veya balina soyuguruplarının farklı tarihlerde nun karadan suya geçişinde ortaya çıktığını yani evrimi Ambulocetus olabilir. Sayısız göstermektedir. başkaları da vardır ancak ortak yönleri, iki farklı canlı gurubunun özelEvrim Adam sa dece dergide de liklerini karışık ği de sorularınızı cevaplıyor. Soru l internette larınızı olarak üzerlerinde ulaştırmak ve ta kip etmek için: barındırmalarıdır. evrimadam@ yahoo.com facebook.com /fkf.evrimadam twitter.com/e vrimadam
ile Evrim Kuramı biyolojinin periyodik tablosudur. Kimyadaki periyodik tablo kimyasal elementlerin özelliklerini ve ilişkisini gösterirken, evrim kuramı da canlıların aralarındaki ilişkiyi ve ortak kökene, kalıtıma dayalı özelliklerini bütünlük ve tarihsellik içinde açıklar. Dünya üzerinde büyük bir canlı çeşitliliği olduğu ve filogenetik sayesinde canlıların kalıtımlarından dolayı ortak kökenden gelmiş olduğu bilimsel gerçeklerdir. Bunun nasıl olduğunu ise bir üst kuram olan evrim kuramı açıklamaktadır. Üst kuram nedir? Evrim teorisi doğal seçilim, cinsel seçilim, akraba seçilimi, genetik sürüklenme gibi pek çok kuramın toplamı yani bunların ortak açıklamasıdır.
Bilim
Çay, Kahve Molası
Umut Can Yıldız Boğaziçi Üniversitesi Evrimin Genleri Topluluğu
V
ize sınavlarının başlaması ile birlikte öğrenci hayatımızın bir parçası olan uyarıcıların kullanımını da arttırıyoruz. Sınav öncesi sabahlamalarda çay, kahve pek çoğumuzun olmazsa olmazlarındandır. Stres ile baş etmek ve daha az uyumak daha fazla çalışmak için, çay, kahve, kola, enerji içeceği gibi kafein içeren içecekler kulanabiliyoruz. Peki, bu içecekler vücudumuzu ve zihnimizi nasıl uyarıyorlar, zindeliği ve “iyi durumu” nasıl sağlıyorlar ve performansı nasıl ve ne kadar arttırabiliyorlar? Kafeinin nasıl çalıştığını, aynı zamanda kafeinin hangi süreçle bağımlılığa neden olduğunu ve zamanla etkisinin nasıl azaldığını da birlikte inceleyelim. Antropologlar tohum, kök ve yaprakların çiğnenmesi şeklinde kafein tüketiminin 700.000 yıl önceye kadar uzandığını düşünmektedirler. Ancak kafein kelimesinin türetildiği kökenden de anlaşıldığı gibi yaygın ve popüler kullanımına kahvenin yeniden keşfi ile başlamıştır. Ünlü bir efsaneye göre altıncı veya yedinci yüzyılda Kaffa’da Etiyopyalı çoban Kaldi bir çalıya ait kırmızı meyveyi yiyen keçilerin daha hareketli olduğunu görmüş ve kendisi de denemiştir. Verdiği his ve keyfi paylaşınca
Vize sınavlarının başlaması ile birlikte öğrenci hayatımızın bir parçası olan uyarıcıların kullanımını da arttırıyoruz. Stres ile baş etmek ve daha az uyumak, daha fazla çalışmak için çay, kahve, kola, enerji içeceği gibi kafein içeren içecekler kullanabiliyoruz. Peki, bu içecekler vücudumuzu ve zihnimizi nasıl uyarıyorlar, zindeliği nasıl sağlıyorlar ve performansı nasıl ve ne kadar arttırabiliyorlar? kullanımı yayılmıştır. Efsaneyi bir kenara bırakırsak, Arapların 19. Yüzyıla kadar çiğneyerek, ezerek ve parçalayarak kahveyi kullandığı bilinmektedir. Kaffa’da "Qahwah" olarak adlandırılan bitki, Türkçe’ye kahve olarak geçmiş ve benzer adlandırmalarla Avrupa’ya yayılmıştır. Etken maddesi ilk defa kahvede saflaştırıldığı için kafein ismini aldı. Çayın da benzer etkileri biliniyordu ve etken maddesi tein olarak isimlendirilmişti; ancak kafeinle oldukça benzer yapıda olduğu sonradan tespit edildi.
na gelir.) içerdiği için bozunmayı yavaşlattığı düşünülmektedir. Kafein üç farklı moleküle bozulur: 84% oranında Paraxanthine, 12% oranında Theobromine ve 4% Theophylline. Paraxanthine yağ yıkımı ile kandaki yağ asiti ve giliserol oranını arttırıcı etkisi vardır. Çayda da bulunan Theobromine ise kan damarlarını genişletir ve diüretik (idrar söktürücü) etkiyi arttırır. Theophylline ise bronşları rahatlattığı düşünülmektedir. Üç molekül de idrar yolu ile vücuttan uzaklaştırılır.
Kafeinin metabolizması İçtiğimiz bir fincan kahvede bulunan ortalama 100 mg kafein 1 saat içinde kandaki maksimum düzeyine ulaşır ve ortalama 3.5 saatlik yarılanma ömrü ile etkisini göstermeye devam eder. Yani her yarılanma ömründe vücutta bulunan miktarı yarıya düşer (100mg, 50mg, 25mg…). Sigara bu süreyi kısaltırken, alkol uzatmaktadır. Genellikle kahve ile tüketilen çikolata ise kafeinin bozunduğu üç temel kimyasaldan biri olan theobromine(Kendisi de keyif vermektedir, diüretiktir ve latince tanrıların yiyeceği anlamı-
Kafein nasıl uyanık tutuyor? Kafein bugün sıcak içecek olarak en çok tüketilen kahvenin, zindelik sağlayan uyarıcı etkisinin kaynağıdır. Kafein tüm dünyada yasal olan ve kullanımı en az sınırlanan psikoaktif maddedir. Yani beyin kimyamızı etkileyerek,
psikolojimizi değiştirir. Beynimizi oluşturan nöron denilen hücreler kendi içlerinde uyarıları elektrokimyasal yolla iletirken, uyarı bir nörondan diğerine geçerkenv(sinaps adı verilen boşlukta) elektrik değil nörotransmitter (dopamin, serotonin, asetilkolin, GABA vb.) denilen kimyasallar kullanılır. Psikoaktif maddeler genellikle bu kimyasalların çalışmasını destekleyerek veya engelleyerek çalışırlar. Kokain, nikotin, amfetamin gibi uyarıcılarla (simultants) birlikte aynı uyuşturucu (drugs) sınıfında bulunan kafein de bu yolla etki eder. Önceden kalsiyum hareketine ve ATP’den enerji üretiminin son aşaması olan Adenozin-mono-fosfata (cAMP) bağlı hipotezler ortaya atılmış olsa da, bugün geçerliliğini koruyan teori bu mekanizmanın sinapslarımızda işlediğini söylemektedir. Kafein temel nörolojik
Psikoaktif maddeler genellikle bu kimyasalların çalışmasını destekleyerek veya engelleyerek çalışırlar. Kokain, nikotin, amfetamin gibi uyarıcılarla (simultants) birlikte aynı uyuşturucu (drugs) sınıfında bulunan kafein de bu yolla etki eder.
Bilim işlevini adenozine kimyasal olarak çok benzemesi ile sağlar. Sinir sistemimizdeki adenozin reseptörlerinin uyarılmasının sinir iletimini yavaşlatma, kan akışını yavaşlatma, metabolizmayı yavaşlatma gibi etkileri vardır ve bu sayede vücudu olası hasarlardan koruma, dinlendirme görevi görmektedir. Daha kısa söylemek gerekirse uyku ve yorgunluk getirmektedir. Kafein adenozin resöptörlerine (A1, A2A, ve A2B) aynı adenozin gibi bağlanır ama onun gibi uyarmaz böylece adenozinin etkisini engellemiş, bloke etmiş olur. Kafeinin uyanıklık, farkındalık ve dikkat toplama gibi etkilerinin kökeninde bu vardır. Adenozinin engellenmesi ile nöradranalin, seratonin, dopamin, asetilkolin dahil olmak üzere nörotransmitterlerin salınımını arttırır. Bu durum “iyi hal” oluşmasının sebebi olabilir. Aynı zamanda metobolizma hızlanır ve kan basıncı artar.
rekir ve bu da bağımlılığı ortaya çıkarır. Kafeinin etkisi zamanla 95% kadar azalmakta ve artık uyanık tutmamaktadır. Pek çok örnekte yoksunluk belirtisi olarak baş ağrısı ve sersemleme gözlenmiştir. Ancak kullanımı bırakan deneklerin iki hafta gibi kısa sürelerde eski haline döndüğü belirlenmiştir. Bir süre sonra uykululuk haline çare olmayan kahveyi kısa sürelerle bırakıp, dozunu arttırarak kullanmak bir döngüyü başlatabilir ve kafein kullanımı için bir öneri olabilir.
Kafein öldürür mü? Beyin kan bariyerinden rahatça geçebilen kafein oldukça hızlı etkisini göstermekte, metabolizmayı hızlandırıp, performansı artırmakta ve uyku süresini kısaltmaktadır. Ancak kafeinin Alışkanlık ve bağımlılık sadece olumlu yönlerinden Düzenli kafein kullabahsetmek olmaz. Kimyanımı beraberinde sal yapısının DNA’ya haftalar içinde benzemesi sebemı nı lla ku kazanılan in fe ka li biyle DNA tamir Düzen de in iç r la kafein bafta ha e mekanizmasını beraberind ğışıklığını ğışıklığını ba in engelleyebife ka n la nı kaza zla getirir. fa ha da leceği ve bu in ey B getirir. ek Beyin er et ür ü sebeple kanser ör pt se adenozin re daha fazla yi ki et ı riskini arttıryn A önlemini alır. adenozin ı m nı dığı düşünüllla ku almak için kafein reseptörü da mektedir. Bazı bu ve arttırmak gerekir üreterek çalışmalar mur. çıkarı bağımlılığı ortaya önlemini tasyon oranını artalır. Aynı etkiyi tırdığını göstermekle almak için kafein birlikte henüz yeterli kullanımı arttırmak geveri elde edilememiştir. Kafein alımı miktarı
500mg’ı aştığında GABA nörotransmitterini çok daha fazla uyardığı gözlenmiştir, bu durumun uykusuzluk, anksiyete (gereksiz endişelilik hali) ve kalp çarpıntısı gibi yan etkileri tespit edilmiştir. Aynı zamanda zehirleyici etkisi de olan kafeinin öldürücü hale gelmesi için kilogram başına yaklaşık 150 mg alındığında mümkündür. 70 kilo ortalama olgun bir bireyde bu 10 mg’lık kafein alımı anlamına gelir. Küçük bir hesapla kafeinden ölmeniz için 200 kutu kola, 125 bardak çay veya 75 fincan kahve içmeniz gerekir. İnsan midesinin bunu kaldırması mümkün olmadığı için kafeini güvenle almaya devam edebilirsiniz, siz yine de aşırı dozlardan kaçının.
Kaynaklar ve okuma ön erileri: • Weinberg, Bennett Ala n ve Bealer, Bonnie K. (2002). The World of Caffeine. Routle dge. • Daly, John W. ve Fredh olm, Bertil B. (2004). 1: Mecha nisms of Action of Caffeine on the Nervous System. Coffee, Tea Chocolate and Brain içinde , . CRC Press • Snel, Jan, Lorist, Monic que M. ve Tieges, Zoë (2004 ). 4: Coffee, Caffeine, and Cogn itive Performance. Coffee, Tea , Chocolate and Brain içinde. CR C Press
Bir termos kahve içiyoru m bana mısın demiyor diyenlere bir ö neri: Kafein uykusu İçtiği tüm kahvelere karşı n kendine gelemeyen, uy kuya yenik dü verilebilir. Ka
şmek üzere olanlara da fein adenozin reseptörler bir tavsiye ine bağlanarak bloke etm muz gelmişse reseptörler ek tedir. Ancak hali hazırda e bağlı çok sayıda aden çok uykuozin, kafeinin bağlanmas vücudumuza küçük bir oy ını engelleyebilir. Bu no un oynayabiliriz. Bir finca ktada n kahve, bir kutu kola veya sonra 15-20 dakika kesti rirseniz artık uyku durum enerji içeceği içtikten una geçildiği ve bir mikta molekülleri amacına ula r dinlenildiği için adenoz şacağından reseptörlerde in n ayrılır ve boşluğu dışarı lekülleri doldurabilir. Ka dan aldığımız kafein mo lktığınızda reseptörler blo ke edilmiştir. Burada uy önemlidir. Bir başka uyarı ku süresini uzun tutmama ise yapılan araştırmalar k kafeinin öğrenme, hafız değer katkı yapmadığını a gibi yeteneklere dikka göstermiştir. Bir başka te öneri ise yüzünüze soğu havaya çıkarak, derimizd k bir su çarparak ya da e sıcağa duyarlı Ruffuni açık cisimciği yerine çok daha yarlı Krause cisimcikler fazla bulunan soğuğa du ini uyarmak olabilir. -
Bilim
“Hepimiz yıldız tozuyuz...”
Ama nasIl? Okan Tağ
Cem Oran
İstanbul Teknik Üniversitesi Astronomi Kulübü
İstanbul Teknik Üniversitesi Astronomi Kulübü
Vücudumuzdaki her bir hücreden, gökyüzünü aydınlatan yıldızlara kadar çevremizde gözlemlediğimiz canlı ve cansız her şey atom denilen maddenin temel yapı taşlarından meydana gelmiştir. Buraya kadar hepimiz biliyoruz. Peki, atomların kökeni nedir? Etrafımızdaki tüm bu maddeyi düşününce sınırsızmış gibi görünen bu namı diğer ‘yapıtaşı’ nereden gelmiştir? Bu yazımızda, elementlerin ortaya çıkış serüvenini, büyük patlamadan, adeta bir fabrika gibi çalışan yıldızlara ve süpernova patlamalarına kadar takip edeceğiz. Vücudumuzdaki atomların önemli bir bölümü, 13.8 milyar yıl önce Büyük Patlama’nın hemen ardından oluşmuş ve o günden bu yana değişmeden kalmış durumdadır. Gökadalar, büyük patlamanın ardından evrende ortaya çıkan maddeyle oluşmuşlardır. Eğer zamanı yaklaşık 13 milyar yıl geriye alabilseydik, karşımıza şimdikine göre çok daha zorlu koşullar çıkacaktı. Büyük patlamanın hemen sonrası milyonlarca derece sıcaklığında, yüksek basınçlı gaz ve toz bulutundan oluşan bir cehennem... Bilim çevrelerinde geniş kabul gören Büyük Patlama Teorisi’nin temel fikri, hâlen genişlemekte olan evrenin, geçmişte belirli bir zamanda sıcak ve yoğun bir başlangıç durumunda
başladığı ve bu andan itibaren genişlemeyi sürdürdüğüdür. Başlangıcın hemen akabinde sıcaklık yaklaşık 10 milyar Kelvin derecedir. Bu sıcaklıkta mevcut parçacıkların kinetik enerjileri çok yüksektir. Patlama’dan hemen sonra ortaya çıkan bu muazzam sıcaklık, patlamadan 10-6 saniye sonra kuarkların (atom altı parçacıkların) proton ve nötronları oluşturabileceği seviyeye kadar düşmüştür. Bu evrede, evrende bir plazma yani, proton, elektron ve nötronların serbest şekilde hareket ettiği bir ortam hakimdi. Sıcaklığın 5 milyar 0K ile 1 milyar 0K arasında olduğu, evrenin ilk saniyesi ile 3. dakikası arasında, ilk nükleosentez olayları gerçekleşmiştir. İlkel evrenin oluşturabileceği, sadece bir proton ve bir elektrondan oluşan en basit element olan ve evrende en çok bulunan hidrojen çekirdeği oluşmuştur. Zamanla Hidrojen çekirdeklerinin nötron kazanmasıyla hidrojenin izotopları olan döteryum ve trityum çekirdekleri oluşmuştur. Hidrojenden daha az miktarda olmakla birlikte, iki proton ve iki nötrondan oluşan helyum çekirdekleri de oluşmutur. Üçüncü sırada bulunan lityumsa eser miktarda ortaya çıkmıştır. Evren, çok hızlı soğuduğu için lityumdan daha ağır elementlerin bu süreçte oluşacak fırsatları olamamıştır. İlk atom “çekirdekleri”nin oluşmasından sonra uzunca bir süre evren genişlemeye ve soğumaya devam ettmiştir.
Helyum füzyonu sonucunda helyum atomları yakılarak karbon elementi oluşur
Büyük patlamadan ~300.000 yıl sonra sıcaklığın ~3000
“Şu testi de benim gibi biriydi; o da bir güzele vurgun, dertliydi. Kim bilir belki boynundaki kulp da bir sevgilinin bembeyaz eliydi.” Ömer Hayyam oK’ye düşmesiyle beraber, plazma ortamında başıboş dolaşan atom çekirdekleri ve elektronlar birleşerek ilk atomları meydana getirmiştir. Evrene hakim olan radyasyonun artık üstünlüğünü kaybettiği ve madde parçaçıklarının evrene ilk defa hakim olmaya başladığı bu anın, elimizde bir de hatıra fotoğrafı bulunmaktadır: ‘Kozmik Mikrodalga Fon Işıması’. Büyük patlama kuramıyla birlikte öngörülen bu ışıma, evreni meydana getiren ilk atomların oluşmasıyla serbest kalan ışınımın günümüze yansımasıdır. Patlamadan beri evren genişlemekte olduğundan uzaydaki bu radyasyon şu anda spektrumun mm bölgesinde yer almakta ve 2.7 0K’lik sıcaklığa karşılık gelmektedir. Bu radyasyon miktarı Büyük Patlama Teorisi’nin bir çeşit kozmik ekosu olup, doğruluğunu kanıtlayan delillerden biridir. Evrende var olan, hidrojen, helyum ve eser miktardaki lityum hariç geriye kalan tüm elementler yıldızların oluşumundan sonra, bu yıldızların çekirdeğinde gerçekleşen termonükleer tepkimeler ve süpernova patlamaları sırasında üretilmiştir. Evren, birkaç milyon yaşına geldiğinde, hidrojen ve helyumdan oluşan koyu gaz bulutları evrene hakimdir. Gaz bulutu içerisinde, nispeten daha yoğun olan bölgeler kütleçekiminin etkisiyle çevresinden kütle çekerek daha fazla yoğunlaşmaya ve sıkışmaya başlamıştır. Sıkışmayı ise çökme takip etmiştir. Çöken kümelerin sıcaklığı, çökmeden dolayı o kadar yükselmiştir ki akkor halini alarak çevrelerine ışık saçmaya başlamışlardır. Bunlar, çeşitli düzensizliklerin etkisiyle belli bölgelerde topaklanarak ilk yıldız topluluklarını yani gökada kümelerini meydana getirmişlerdir. Halen tartışılmakta olan ilk gökada-
ların oluşum süreçlerinden sonra, oluşan gökadalardaki madde belirli bölgelerde yoğunlaşarak yıldızları oluşturmaya başlamıştır. Yoğunlaşan gazın merkezindeki basınç ve sıcaklık, hidrojen atomu çekirdeklerini kaynaştıracak dereceye yükseldiğinde tepkimeler başlar. Çekirdekte meydana gelen tepkimeler sonucunda açığa çıkan enerji ısı, ışık gibi değişik formlar halinde yavaş yavaş yıldızın dış katmanlarına ulaşır ve buradan da uzaya yayılır. Uzaya salınan bu enerji, yıldızda dışa doğru bir basınç yaratır. Kütleçekimiyse buna zıt yönlü bir kuvvet uygular. Kuvvetler birbirini dengelediğinde bir Hidrostatik Denge oluşur ve böylece yıldızın doğum süreci tamamlanmış olur. Yıldızlar, bu şekilde kararlı bir duruma gelirler ve ömürlerinin büyük bölümünü çekirdeklerinde hidrojen yanmasıyla iç dengeyi koruyarak geçirirler. İlk yıldızlar büyük olasılıkla, çekirdeklerinde helyum yakmaya fırsat bulamadan kainatın en şiddetli patlaması olan süpernovalardan, çok daha şiddetli bir şekilde patlayarak dağıldılar. Bu yıldızların küllerinden oluşan
Evrende var olan, hidrojen, helyum ve eser miktardaki lityum hariç geriye kalan tüm elementler yıldızların oluşumundan sonra, bu yıldızların çekirdeğinde gerçekleşen termonükleer tepkimeler ve süpernova patlamaları sırasında üretilmiştir.
Bilim
Helix Nebulası
yeni yıldızlar, ilk nesil yıldızlara göre daha zengin bir bileşime sahip olarak yaşamlarına başladılar.
Helyumdan ağır ilk Ağır Elementler Oluşuyor.. Güneş büyüklüğündeki bir yıldızın, Hidrojen yakıtı tükenmeye başlayınca, yıldız çekirdeğe doğru büzülmeye başlar; bu büzülmenin neden olduğu çekirdekteki yoğunluk, basınç ve sıcaklık artışı Helyum’un da füzyon tepkimelerine girmesi ve C12 (Karbon) ile O16 (Oksijen) ’e dönüşmeye başlamasına neden olur. Yıldız Kırmızı Dev evresine geçer. Bu tepkimelerden açığa çıkan ısı daha da fazladır ve çekirdek etrafındaki H’nin de He’a dönüşeceği tepkimeleri başlatır. Bu şekilde, yıldız çekirdeği, en içte C ve O’nin, ortada He’un ve en dışta H’nin bulunduğu üç katmanlı bir yapıya bürünür. Güneşimiz kütlesindeki yıldızlar için süreç burada sona erer çünkü süreci bu şekilde devam ettirebilecek yeterli kütleçekimsel enerji yoktur (Her aşama için daha fazla sıcaklık ve basınç gerekir.). Yıldızın dış katmanları uzaya savrulurken, çekirdek kendi üzerine çöker ve geride yüksek yoğunluklu bir ‘beyaz cüce’ kalır. Yıldızın kütlesi arttıkça daha ileriki tepkimeler için gerekli olan sıcaklık limitine ulaşılma imkanı oluşur. Güneş’in 1 ve 8 katı kütlesine sahip olan yıldızların çekideğindeki tepkimeler sonucunda çok sayıda serbest nötron açığa çıkar. Bu tepkimelerden açığa çıkan yüksek miktardaki nötron ile kırmızı devin ‘dış katmanları’ bombardımana tutulur. Yavaş süreç (s süreci) diye adlandırılan bu bombardıman süreci bir miktar daha ağır elementin oluşumuyla sonlanır.
Süpernova patlamaları Güneş’ten 9 kez veya daha fazla oranda yüksek kütleye sahip olan yıldızların çekirdeklerinde Silikon, kükürt ve nikel oluşumuyla döngü benzer şekilde
devam eder. Nikelin demir elementine bozunmasıyla enerji kaynağı son bulur. Çünkü demir doğadaki en kararlı çekirdek yapısına sahip olan elementtir; füzyonu da, fizyonu da enerji tüketir. Demir(Fe)’ye kadar olan 26 element bu süreçler ile yıldız çekirdeklerinde üretilir. Demir(Fe)’den sonra gelen bütün elementlerinin üretimi ise evrende bir tek yolla; Süpernova patlamalarının çok kısa bir süreliğine ortaya çıkardığı koşullar ile gerçekleşir.
Heart Nebulası
dış katmanlardaki sıcaklık bir anlığına 100 milyar dereceye kadar yükselebilir. Ölen yıldızın parlaklığı, 1 ay kadar süre ile bulunduğu gökadanın çekirdeğinden daha fazla ışıldayabilecek düzeye ulaşır. Dalga, ilerlerken soğur. Sıcaklık 10 milyar Kelvin derecenin altına indiğinde, yıldız çekirdeğindeki süreçlerde oluşmuş olan atom çekirdekleri kaynaşarak alfa parçacıkları oluşturmaya başlamıştır. Alfa parçacıkları birleşerek, orta ağırlıktaki çekirdekleri oluşturur. Sıcaklık 3 milyar Kelvin derecenin altına indiğinde, 1 milyar Kelvin dereceye kadar; bu çekirdekler art arda nötronlar yutarak, uranyuma kadarki en ağır elementleri üretirler. Hızlı süreç (r süreci) olarak adlandırılan bu mekanizma ile yıldız çekirdeğinde oluşamayan ağır elementler de oluşur ve Periyodik Tablo tamamlanmış olur.
Eagle Nebulası
bulabilir. Elementlerce zenginleşmiş bu kütle, yeni bulutsular oluşturarak yeni nesil yıldızların oluşumunu tetikler. Bugün sahip olduğumuz bilgiler ışığında bizi ve evreni oluşturan elementlerin bir bölümünün Büyük Patlama sırasında, bir bölümünün yıldızların içinde, kalanının da süpernova patlamalarında oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Uzun bir neden sonuç silsilesiyle birbirine bağlı tüm bu süreçler bugün elinizde tuttuğunuz bu dergiden soluduğumuz havaya kadar tüm hayatımızı ve evreni dolduran maddenin nerede ve nasıl oluştuğunun cevabını taşır. Yıldızlı bir havada bakışlarımızı gözyüzüne çevirdiğimizde kökenimizle ilgili merak ettiğimiz, nasıl ve neden oluştuğunu sorduğumuz tüm yapıların birbirine bağlı olduğu bir mekanizmaya bakıyoruz aslında. Her birimiz de o mekanizmanın hem ürünü hem de parçasıyız. Ünlü teorik fizikçi Dr. Michio Kaku’ nun bir sözü ile bitirelim: "Güneş bizim üvey annemizdir, gerçek annemiz bir süpernova patlamasıyla öldü."
Artık, neredeyse tamamen demire dönüşmüş yıldız çekirdeğini, elektronların Pauli’nin dışlama ilkesi gereği aynı kuantum durumunu paylaşmayı reddetmelerinden kaynaklanan dejenerasyon basıncı ayakta tutmaktadır. Demir-nikel çekirdeğin kütlesi Güneş’in kütlesinin 1,38 katını (Chandrasekhar limiti) aştığında, merkez çökmeye başlar. Artan basınca elektron bulutYıldızın bu şiddet dolu patlamasından ları da dayanamaz ve çekirdeklerinin geriye, bir nötron yıldızı veya karadelik üzerine çöküp, protonlarla birleşirler. kalır. Patlamayla fırlatılan maddenin Yıldızın iç bölümü adeta bir savaş alayıldızlararası ortama dağılnına dönüşür. Elektronların direnişinin ması ise 100 milyon yılı ansızın ortadan kalkmasıyla çekirdek, saniyeler içinde kendi üzerine çöker ve Dünya boyutlarında iken, çapı bir anda 30 km’ye kadar iner. Kendi Kaynaklar ve İle ri Okuma: içine doğru patlayan yıldızın merkez 1. Teerikorpi, P., Valtonen, M., Le hyoğunluğu bir anda cm3 başına 10 to, K., Lehto, H., Byrd, G., Chernin, 8. Demirköz, B., Yıldız Patlamalamilyon tonu aşar. Çok kısa zaman A., The Evolving rı Süpernovalar, Universe and the Bilim dilimde oluşan bu yoğunluğa karşı Origin of Life, Sp D ergisi (Ocak 2013 ve Teknik ringer (2009) ) yıldızın dış katmanları aynı şiddetle 2. Gürdilek,R., Pr 9. Ev re n ve Dünya, Them gerisin geri döner ve büyük bir şok oton a LarousGizi, Bilim ve Tekn un Yaşam se Tematik Ansik dalgası ile Evren’in en şiddetli olayı lopedisi, Milliyet ik Dergisi (Nisan 2000) olan supernova patlaması gerçekle10.Derman, E., A ltın Elementi şir. Merkez kısmı bu sırada, yüksek 3. Altın, V.,Oluşu Ev rende Nasıl Oluşt m, Bilim ve Tekn u? (19 Temmuz ik 2013) (http:// akılarla nötron, büyük bir güçle de Dergisi (Ekim 20 ethemderman.com 05) / (1046W) yüksek enerjili nötrino index.php/2012-0 4. Akoğlu, A., Bü 7-08-23-00-54/ yük Patlama, Bilim gokbilim-yaz ve karşıt nötrinolar salmaktadır. ilarim/item/268-a ve Teknik Dergisi l(Mayıs 2007) Patlayan yıldız, bir iki saniye tin-elementi-1907 2013) 5. Altın, V., Elem içerisinde, tüm kütlesinin %10 entlerin Oluşumu, 11. Derman, E., Bilim ve Teknik D Bedeninizde (Yer kadarını nötrino olarak ışır. Şok ergisi (Mart 2008 , Gü neş ve Evrende) ) dalgası yıldız yüzeyinin önce bir Hangi Element6.Akoğlu, A., Yaşa le r Va r? (3 1 Aralık 2012) (h mın Elementleri, tarafına ulaşıp, sonra her tarafına ttp://etBilim Teknik (Eki hemderman.com m 2008) /index.php/2012yayılır ve kucağındakilerin hep07-08-23-00-54/g 7. Akoğlu, A., Yıld okbilim-yazilarim sini boşluğa fırlatır. Bu şok dalızların Yaşam / ite m/231-bedenimiz Öyküsü, Bilim Te gası ile müthiş bir hızla saçılan deki-elementknik (Ocak 2011) ler-31122012)
Arkham Akıl Hastanesinden kaçtığımda ortalığı karıştırmak için benim gibi kötülerle bir parti kurmaya karar verdim. Rastgele ortalığı yıkarak kurmak istediği kilise kurulmayınca, Abraham Lincoln’ün opera kurmasını kastederek ‘Kafasından kurşun geçen adamın yaptığı yapı sayılıyor da benim dinimin yapısı neden sayılmıyor’ diye bağırmaya başlayacak başbakanı, kuzey sınırında çete beslemesine rağmen ‘Kanadalılar’ın diline bakmadan iyi ilişkiler kurduk’ diyecek dışişleri bakanı ve durup dururken televizyona çıkıp ağlamaya başlayan bir başbakan yardımcısı olacaktı. Fakat kısa bir süre sonra bunları yapan Türkiye’de bir parti olduğunu öğrendim. Adamların İçişleri Bakanı bile bizim boyunsuz Bane’e benziyor. Sadece iki kaos elçisi olabilir. Onların yüzünde bir gülümseme koyacağım.