te, yeni bir ülke
ni bir üniversi ni bir Kültür, ye
Ye
için...
t 2014 • 3 TL
ayı: 6 • Şubat - Mar
, . A ’ N A R I Z A H Z U OYUM syonu Yayınıdır S
Fikir Kulüpleri Federa
; ik t p a y i iz Seçimim
Gençlik Seçimleri Tartışıyor
Nasıl ve Neden Uyuruz?
Mad Men: Beyaz Yakalılık, Dün ve Bugün
Yuvarlak Masa’da siyasi partilerin gençlik örgütü temsilcileri yerel seçimleri tartıştı.
Umut Can Yıldız yazdı: Biz uyurken neler olur ve neden uykuya ihtiyaç duyarız? Neden rüya görürüz?
Onur Avcı, yakında 7. sezonuyla karşımızda olacak Mad Men’i ve beyaz yakalılığı yazdı.
s.36
Erkin Erkal ile s.33 Türkiye RockGüven Müzik tarihi üzerine
s.44
Baha Okar ile s.12 “Haşhaşi” rivayetleri ve gerçekler üzerine
s.24
O çocuklar büyüyecek O çocuklar büyüyecek O çocuklar... Edip Cansever Mendilimde Kan Sesleri
Van - 31 Aralık 2013 Fotoğraf: Fazilet Katlanır
Bu sayıda... Gölge etmeyin Kazanacağız
AKP’yi Sıfırlayacağız!
Gericilikle mücadele - 101 Ercan Bölükbaşı
Erçin Fırat “Ekmek ve Güllerden” Haziran Direnişine Zozan Baran Sorduk soruşturduk: Öğrencinin gözünden final dönemi Derleme: Uğur Gözcü Ekonominin 2013 mesajı: Müzik yavaşlıyor, dans bitti! Ufuk Kural
Sadece gelip geçmeyen, iz bırakan bir gündem: Kızlı–Erkekli Av. Onur Güneş
11 17 21
Şiir: Temenni
Onur Bayrakçeken Mad Men: Beyaz Yakalılık, Dün ve Bugün Onur Avcı Özel Üniversitede solcu olunur mu? Görüşme: Mustafa Öcalan Güven Erkin Erkal ile Türkiye’de Rock Müzik ve Saykodelik Yıllar Üzerine
Görüşme: Ayça Boyacıoğlu
T. Seçkin Serpil
“Haşhaşi” rivayetleri ve gerçekler üzerine Baha Okar ile söyleşi Görüşme: Akın Art Don Quijote ve Teorik İhtilalcilik Akın Art Mülkiyet, Duvar, Kent Melih Fırat Ayaz
20 22 26
24
#beyazyakalı
28
Oradaydık ve şimdi buradayız Arda Özel
30
33
Gençlik Seçimleri Tartışıyor Yuvarlak Masa
36
Nasıl ve Neden Uyuruz? Umut Can Yıldız
44
42
Öldürme Eylemi
10
Derleme: Onur Avcı
Yeni bir Kültür, yeni bir üniversite, yeni bir ülke için...
Aylık Öğrenci Dergisi • Şubat - Mart 2014 • Sayı 6 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin • Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art • Yayın Kurulu: Akın Art, Alperen Bal, Merve Umutlu, Mustafa Öcalan • Tasarım: Ali Erkan Tenbel, Özgün Sağlam, Yiğit Berker Evrim Adam İllüstrasyonu: Cem Eren Güven • Tashih: Uğur Gözcü • Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 • Baskı: Star Medya Yayıncılık A.Ş Baskı Tesisleri, Atatürk Mahallesi Bahariye Cad. No:31 K.Çekmece İstanbul 34679 Tel:(0212)478 52 00
www.fkf.org.tr • fkf@fkf.org.tr YeniYazilarDergi
Uzun sayılabilecek bir aranın ardından 6. sayımızla karşınızdayız. Büyük oranda maddi sorunlar sebebiyle yaşanan bu gecikme için okurlarımızdan özür dileyerek başlayalım. Dergimizin bundan sonra aylık rutininde devam edeceğini belirterek devam edelim. Yeni Yazılar ülke gündeminin oldukça hararetli olduğu günlerde gidiyor matbaaya. Tayyip Erdoğan ve oğlunun, herkesin malumu olan, yolsuzluklarının bir kanıtı olan “tape”ler, gündemi sarsmış durumda. Hükümet cephesinin bildik pişkinliği sürerken Haziran gençliğinin, yumruklarını iyice sıktığı günleri yaşıyoruz. Yaklaşan İlkbahar’ın, AKP’nin sonbaharı olması için gençlik kolları sıvadı! Bu sayımızda ülke gündemini hergün biraz daha çok belirleyen 30 Mart Yerel Seçimlerini kapağımıza taşıdık. Tayyip Erdoğan tarafından bir “yerel seçim” olmayacağı çok önceden iddia edilen 30 Mart seçimleri hakkında, Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanlığına talip olan ve sol olarak bilinen siyasi partilerin gençlik örgütlerinin temsilcileriyle gerçekleştirdik Yuvarlak Masa’mızı. Gençliğin sözünü bu alanda da yükseltmeye gayret ettik. Geçtiğimiz yıla damgasını vuran kitaplar, filmler ve tartışmalar da 2014’ün ilk Yeni Yazılar’ında kendisine yer buluyor. Gözünüzden kaçmayacağını düşündüğümüz bir başka meseleyi de buradan cevaplayalım: Yazarlarını sadece üniversite öğrencilerinden seçen bir dergi olarak, bu sayıda küçük bir istisna yaptık. FKF’nin kuruluş süreci için emek harcayan, mezun olduktan sonra da FKF’nin hukuki işleriyle ilgilenmeye devam eden Av. Onur Güneş arkadaşımızdan AKP’nin yediği son gollerden biri olan “KızlıErkekli” meselesine dair bir yazı aldık. Yeni bir yıla yenilenen kararlılığımızla girdik. Bir günde milyon dolarları sıfırlayan AKP’nin sıfırlanacağı günlerin yakın olduğunu biliyoruz. Gençlik AKP’ye de, AKP zihniyetini restore etmek isteyen diğer seçeneklere de seçimlerde gerekli yanıtı verecek. Oylarımızı Haziran’a vereceğiz. Birileri sağcılaştıkça kazanacağını düşünedursun, biz bu ülkenin “hiç aldanmayan” gençliğinin sesini yükselteceğiz. Gündemin ısındığı şu günlerde kongre sloganımızı tekrar haykırıyoruz: Gençlik Gelecek AKP Gidecek!
@Yeni_Yazilar
Yeni Yazılar Yayın Kurulu
4
Gölge Etmeyin Erçin Fırat
Gündem
Kazanacağız
İstanbul Üniversitesi Haziran günlerini bu kadar renkli geçmesinin belki de en önemli nedeni direnişe gençliği öncülük etmesiydi. Haziran’ı anarak nostalji yapmak derdinde değiliz. Fakat o günlerin en önemli “detayı” gündemin iktidar tarafından değil, direnişçiler tarafından belirlenmesiydi. Bunu hatırlamak, hatırlatmak durumundayız. Gençlik ülkeyi değiştirmeye cüret etmişti bir kere. Attığı her adımda, söylediği her sözde bu iradenin kararlılığı vardı. Tomaların üzerine yürürken de, “yıkılacaksın adi hükümet” diye bağırırken de… Gençliğin değiştirme/ dönüştürme iradesinin Türkiye’nin siyasi tablosundan çıkartılması bilerek veya bilmeyerek AKP gericiliğine
hizmet ettiğini rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Gençliği verdiği kavganın bütünlüğünden koparmak, Haziran’ı gelip geçen bir rüzgara indirgemek ve arkasından yalnız ağıtlar yakmak… Açıkça söylenmelidir: Yaşlıdır, gericidir.
trajik bir şekilde öldürüldüğü için gündemimize girmedi. Ali İsmail ülkenin gündemini belirleme iradesini gösterirdiği için bizim gündemimizde ve hep öyle kalacak. Çünkü Ali İsmail sayfanın kenarına düşülen bir not değil, direnişin öznesiydi.
AKP iktidarı bir başka isyanı doğuracak, bir başka ODTÜ yaratacak hamlelerden uzak durmaktadır. Okullara polis girmesi gibi başlıkların şimdiye kadar ertelenmesi bu korkunun ve gençliğin sahneye çıkmayacağı temennisinin ürünüdür.
“Bizim taraftan” bir yazarın, Ece Temelkuran’ın 4 Şubat tarihli yazısını okurken işte bunları düşündüm. Ali İsmail Korkmaz’ın katilerinin yargılanacağı davaya katılmak için gittiği Kayseri’yi resmedişi, “Ali’yi bize vura vura tanıttılar” cümlesi, bizim Kayseri’de taşıdığımız öfkeden de, kararlılıktan da uzaktı. Gencecik bir kardeşimizin öldürülmesi trajik bir olaydı. Ama Ali İsmail başkaları tarafından belirlenen bir tabloda,
Türkiye tarihinin bütün önemli dönemeçlerinde gençliğin imzasını görmek mümkün. Gençlik tarih sahnesine çıktığında tabloyu radikal bir şekilde sarsar. Bu sebeple gençliğin sahnenin dışında, seyirci kaldığı bir tablo her zaman iktidarların işine gelmiştir. AKP’nin bakanlarını üniversitelere göndermeyi bırakması da bu yüzdendir.
Gençliğin her koldan edilgenleştirme çabası AKP’ye hizmet etmekte. Nedeni ise açık; ülkemiz tarihinde gençlik ilericiliği, bağımsızlığı, aydınlanmayı, eşitlik ve özgürlük mücadelesini temsil eder.
Bizi ODTÜ doğurdu dedik pek çok açıklamamızda. Haziran ise büyüttü.
Ece Temelkuran’ın yazısında bilerek veya bilmeyerek yaptığı işte bu denklemin görmezden gelinmesidir. Temelkuran Kayseri’ye giden gençlerin orada nasıl da “öteki” kaldığından bahsetmektedir. Siyaseti “öteki” gibi kategorilerle okuyan Temelkuran ile
5
Gündem bizim gördüğümüz Kayseri doğaldır ki aynı değildi. Olamazdı da:
Ali İsmail oldu. Bir kaç it ona vurduğu için değil.
“2000 polis var, kitle 2000 kişi varyok. Adliye’nin girişiyle kitle arasına 50 metrelik polis koridoru kurulmuş. Başka şehirlerden gelen gençler, polis bariyeriyle şehrin geri kalanından ayrılmış. Etraftaki binalarda kimse pencerelerini bile açmıyor. Ali İsmail’in akrabaları polisle tartışıyor kimlik kontrolünde. Ve elbette ağlayarak polis koridorundan geçen yaşlı kadınlar ve belki bininci kez aynı ses: “Yeter be! Yeter!” Yetemedi ve yine öldükten sonra sevdik bir çocuğu... Çok hem de.”
“Öteki” değildik. Ülkemizin kalanının olduğu gibi oranın da gerçek sahipleriydik. Sahibi olduğumuz ülkeyi yeniden kurmak için mücadele veriyoruz. Bize marjinal diyenlerle kendimizi ötekileştirmek için uğraşanlar aynı safa düşüyor.
Böyle diyor Temelkuran. Bizim için ise Kayseri Emel annemizin güçlü duruşuydu. Dava “kaçırılmış” olmasına rağmen binlerce gencin Kayseri adliyesinin önünü doldurmasıydı. Kayseri’de direnen, örgütlenen gençlerdi. Biz bir kuşak olarak birbirimizi mücadele ede ede tanıdığımızı hissediyor, biliyoruz. Ali İsmail sokağa çıktığı için, “korkacaksın, titreyeceksin, yıkılacaksın adi hükümet” dediği için
Şimdi AKP’nin yaptığını yapanlara, gençliğe “sahne bizim gençler biraz çekilin” diyenlere dur demenin zamanı. Dur diyemezsek bir tren daha kaçırılmış olacak. Haziran’ı yaratanlar Haziran’ı sürdürmek zorunda. Gençliği, mücadele edenleri garip biçimde, hiç Haziran yaşanmamış gibi “öteki” haline getirmek isteyenlere dur denilmek zorunda. Hep birlikte “tamam babacım” diyen Bilal oğlanlar yaratmak isteyenlere Haziran tekrar takrar gösterilmek zorunda. Yazıyı tamamladığım şu sıralar Deniz Gezmiş’in doğum gününün son anları. Hiç olmazsa gençliği bu sahneden silmek
isteyenlere karşı Deniz’ler, ülkemizin kurucuları ve en yakın olan Haziran’ın kıvılcımını çakan ODTÜ’lüler hatırlanmalı, hatırlatılmalı. Gençlik temsil ettiği değerlerle, kararlılıkla, zekayla, çağa uygun stratejilerle AKP’yi götürür. Sağı temsil edenler, geride kalmışlar, gençliğe yukarıdan, çok yukarılardan bakanlar; gölge etmeyiniz. Açık ki yürüdüğümüz yol güçlenecek. Kazanacağız!
6
Gündem
Gericilikle Mücadele – 101 Ercan Bölükbaşı
Gençlik hem kesişen hem de paralel olan iki geometrik cismin doğru olamayacağını, olsa olsa eğri olabileceğini hep bildi. Bunun tarihsel nedenleri, verilen mücadeleler yazımızın konusu değil. Bir yerden sonra asıl önemli olan gençliğin gericilikle mücadele konusunda ehil olduğudur. Bir başka deyişle dersimiz: “Gericilikle Mücadeleye Giriş”.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Gençliğin genellikle hep öğrenci konumunda olduğu varsayılır. Birçok konuda öğrenen konumunda olduğumuz doğru. Ancak bazı başlıklarda, özellikle de bir başlıkta öğretici konumuna da sahibiz. Özel olarak AKP’nin, daha genel bir kavram olarak da gericiliğin büyük sıkıntılar yaşadığı bugünün biraz gerisine gidersek, anlatılmak istenen biraz daha netleşecektir. Gericilik, ülkemizi sarıp sarmalamışken ve hatta kısa vadede önlemeyecek gibi görünürken bile üniversitelerde hep marjinal kaldı. Gençliğin hem sayıca hem de nitelik olarak en güçlü kesimi, gerici ideolojinin ve AKP siyasetinin etki alanından toplumun diğer kesimlerine göre
daha uzak kalmayı başardı. Gençlik hem kesişen hem de paralel olan iki geometrik cismin doğru olamayacağını, olsa olsa eğri olabileceğini hep bildi. Bunun tarihsel nedenleri, verilen mücadeleler yazımızın konusu değil. Bir yerden sonra asıl önemli olan gençliğin gericilikle mücadele konusunda ehil olduğudur. Bir başka deyişle dersimiz: “Gericilikle Mücadeleye Giriş”. Bir Çılgınlaşma Eğrisi: AKP İktidara yeni gelmiş bir siyasi parti nasıl bir söylemi öne çıkarır? Yıllarca savunduğunu artık uygulama şansı bulacağını mı iddia eder? Yoksa toplumun önüne “yepyeni” bir proje mi koyar? AKP kuruldu-
ğunda ikisi de ön planda değildi. AKP’nin ana sloganı bambaşkaydı: “Biz değiştik”. Bugün bazıları tarafından unutulmuş gözüken tam da budur. Ne kadar oy alırsa alsın, iktidarda olsun olmasın, Türkiye’de sağ siyasetin ve dinciliğin prestiji düşüktür. Sağcılar, “solculuk buysa solcunun daniskasıyız” demek zorundadırlar. Dini, siyasete alet edenleri destekleyenler bile kendilerini avutmak için farklı argümanlara ihtiyaç duyarlar. “Çalıyorlar ama yapıyorlar da” söylemi, bu ihtiyacın ürünüdür. AKP iktidara geldiğinde dinciliğin, ülkenin başına açtığı belalar, kayıp(!)trilyonlar, Sivas’ta yakılanlar unutulmuş değildi. “Milli Görüş
gömleğinin çıkarılması” yalnızca emperyalizme ve Türkiye Sermaye Sınıfı’na uslu çocuk olacağının garantisinin verilmesi anlamına gelmiyordu. Bu aynı zamanda sağ siyasetin kendi kirli tarihinden, en azından görüntüde, bir sıyrılma çabasıydı. Fakat siz isteseniz de istemeseniz de tarih hep yakanızdadır. AKP projesinin iflası bu açıdan da değerlendirilebilir. AKP’li yıllar, sağ siyaseti hiç olmadığı kadar küçük düşürdü. Dincilik sayesinde siyasette yer tutabilenler bile kendi temelleri olan Siyasal İslam’ı karşılarına aldıklarını ilan etmek zorunda kaldılar. AKP ve cemaatten
7
Gündem oluşan iktidar bloğu, pisliklerini örtmek için inançları kullandıkça İslami referanslarla siyaset yapmak bu pisliklerle gitgide özdeşleşti. Diğer düzen partilerinin buna ayak uydurmaları sonucu değiştirmedi. Devlet laikliğe düşman hale getirilirken, gerçekten laik bir siyasi tarzın karşılık bulma olanağı arttı. Mevcut iktidarı tanımlayan özellikler gitgide iç içe geçti. Gericilik, piyasacılık ve emperyalizme bağımlılık birlikte anılır hale geldikçe; aydınlanma değerlerinin, kamuculuk ve bağımsızlık arayışı ile arasındaki bağ daha da güçlendi. AKP on bir yılımızı çaldı. Çaldıkça çıldırdı. Çıldırdıkça Haziran’ı mümkün kılan tepkiselliği yarattı. Standart Sapma: Sağcılık Çılgınlıklar sadece iktidar kanadında değil. O kanada ucundan köşesinden temas etmiş liberallerimiz de bu nevrotik ruh halinden paylarını almış gözüküyorlar. AKP’yi sırasıyla; otantik sermayenin gerçek temsilcisi, gerçek solcu, Türkiye demokratik devrimini gerçekleştirecek parti olarak ambalajlamaya çalıştılar. Bakmayın bu kadar çok “gerçek” kelimesi kullandıklarına. Denklem basitti: AKP, emperyalizme ve Türkiye Kapitalizmi’ne iyi hizmet edebildiği sürece iyiydi ve bir şekilde pazarlanması gerekiyordu. Suriye kışkırtması elde patladı. Haziran, meşruiyet bırakmadı. Büyük aşk bitti. Liberallerimiz için ise tezler bitmezdi. Bu haliyle devam ederse kendisiyle birlikte düzeni de yanında götürecek olan iktidar artık kötüydü. Sırtlar çevrildi, ancak asıl görev unutulmadı. Devrim fikri, solculuk güçlenmemeliydi. Yani artık AKP neo-kemalistti. Türkiye devrimi, zaten kötü olan AKP ile eşitlenmeli; bir taşla iki kuş vurulmalıydı. Solculuk mu? Solcular, Kürt meselesi dışında sözü olmayanlardı. Bu işlere fazla kafa yorulmasındı. Bir diğer kanat gibi gözüken “milliciler” de düzenin bekçiliği konusunda daha az hevesli değildi. Türkiye’nin belki de en etkisiz siyasi partisi MHP değil kast edilen. Onlar zaten her kritik dönemeçte AKP’ye destek olarak
etmeyi unutanlar, halka siyaset kendileri açısından değişen sahnesinde rol tanımayanlar, bir bir şey olmadığını gösterdiler. türlü açmayı beceremedikleri Liberaller gibi ana motivasyonukapıyı açacak bir maymuncuk nu sol kaynaklardan alan, kendi bulmuş gibi sevindiler: ‘’Türkiye deyişleriyle “temel çelişki” tarifi sol belirlenimli olanların konumu toplumu çoğunlukla sağcıydı ve AKP’den kurtulmak için sağa açılburada tartışılan. Onlar için “Baş mak gerekiyordu’’. Bu denemenin çelişki” başka bir şeyi gerektirinihai sonuçları ise henüz tam olayordu. Önce sağ-sol kavramlarının bittiği fark edildi. Sonrasında rak görülmüş değil. Ancak, kimi noktaları vurgulamak için hiç de düzene artık hizmet edemeyecek erken sayılmaz. Türkiye halkıkadar güncel siyasetin dışına nın belki de şimdiye kadar hiç taşmış olanlarla merkez ilan olmadığı kadar sola açık edildi. Sağ siyasetinin olduğunu açıkça ilan biriktirdiği Kürt etmesinin üzedüşmanlığı rinden çok da devrim için ın Mücadele, sağ ı, uzun zaman basamak ş r a k e in ğ li geçmedi. is sayıldı. p in iç i r le HaziMillin değer lu o s ran’da, ciler, harekete geçenına halk; toplum la n a r la n o dinin mun y il m n a y a lm siyaseti o kafaa d geldi. Sağ ı belirlesını ığ d n solda vardı: İna a mesine karışn u r ğ u r le karşı sotırmaya r değe e m kağa çıktı. çalışırken harekete geç Halk, rant kendileyeteneği... için kamusal ri çarşafa alanların yağdolandı. İşin, masına karşı direndi. Tayyip Erdoğan’ı Avrupa Birliği ve ABD desteği emperyalizme karşı savunhayalleri beklenen karşılığı bulamama noktasına kadar geldiği bile dı. Halk, özgürlüğünü bağımsızlıkla oldu. kazanacağını bilerek mücadele etti. Sağ siyaset bir bütün olarak Mücadele, sağın pisliğine karşı, çökerken ve din-para-siyaset ilişsolun değerleri için harekete geçen kisinin yarattığı pislikler ortalığa milyonlar anlamına geldi. Sağda saçılırken bir başka hamle de olmayan şey solda vardı: İnandığı CHP’den geldi. AKP’ye muhalefet
değerler uğruna harekete geçme yeteneği... Bu koşullarda sol adına sağcılık yapmak, siyaset taktiği değil halkın dinamizmini bastırma çabası olarak görülmelidir. Yapılan, halk direnişini cemaate ve ABD’ye armağan etme arayışıdır. Bir Sonraki Ders: Zafer Giriş dersi bize gericilikle mücadelenin aynı zamanda piyasacılık ile mücadele anlamına geldiğini çoktan öğretti. AKP, toplumun kalanında dinci hegemonyasını kurarken üniversiteler de ne tesadüftür ki piyasa ile tam anlamıyla tanışmış; AKP, kamu kaynaklarını yağmalarken tekbir nidaları üniversite kapılarına kadar dayanmıştı. Bugün iktidar bloğu çözülürken, gençlik ileri bir hamle yapacak, mücadele sınavından başarı ile geçecek birikime sahip olduğunu çoktan kanıtladı. Kanıtlamaya da devam edecek. Gençlik, toplumun sağcılaşmasını kabullenenlere aldırmayacak. Seçimlerde de sol değerleri güçlendirmek için çalışacak. ‘’Sağcılara oy yok’’ diyecek. Gençlik, sapmaları ihmal edilebilir kılacak. Aydınlanma bayrağını yükseltecek. Emekten yana, bağımsız bir Türkiye için eğrilerin karşısına kendi doğrularıyla çıkacak. Hem de öyle paralel maralel değil, çakışan doğrularla... 102 kodlu dersimiz “Gericiliğe Karşı Zafer” olacak!
8
Gündem
“Ekmek ve Güllerden” Haziran Direnişine Zozan Baran Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü
“Ekmek ve Güller”, Amerikalı kadın işçilerin 1900’lerin başında giriştikleri direnişin ana sloganıydı. İnsanca bir yaşam talebinin en özlü ifadesiydi “ekmek ve güller”. Bugün de geçerliliğini koruyor. Kadınlar o günden bugüne bu talebi haykırmaktan hiç vazgeçmediler. Haziran Direnişi ise bu sloganı tekrar akla getirdi birçok yerde. Dergimizin bir kısım okuyucusu için Haziran Direnişi vurgusu bıktırıcı hale gelmiş olabilir. Ancak kadınların Haziran direnişindeki rolü düşünüldüğünde bu yazı bağlamında Haziran vurgusu olmazsa olmazdır. Direnişin sembollerini düşünelim: Siyahlı Kadın, Kırmızılı Kadın, barikatların başında kadınlar, çocuklarına destek için Gezi Parkı’na gelen anneler ve daha birçoğu… Haziran Direnişi’ndeki kadın port-
releri Türkiye toplumunun kanıksadığı kadın simgesinin çok ötesine geçiyordu. Öne çıkıyor, kararlara katılıyor, cesaretleriyle herkese umut taşıyorlardı. Peki neydi, Türkiye toplumunun görmeye alışık olduğu kadın portresi? Güvensiz, çekingen, erkeğin arkasında durmaya alışık… Bu özelliklerin yalnızca geleneksel aile kurumunun içindeki kadınlar için geçerli olduğunu düşünmüyorum. Kentli kadınlar, üniversiteli genç kadınlar, çalışan kadınlar, hatta önemli bir ölçüde sol siyasetin içindeki kadınlar için de. Acımasız gelebilir. Ancak, bu resmi yırtıp atmak istiyorsak kendimize karşı dürüst olmalıyız. Şimdi yukarıda resmettiğimiz portrenin gerçekçi olup olmadığına bakalım. “Kadının toplumsal rolü” dediğimiz olgunun çoğu zaman
Siyahlı Kadın, Kırmızılı Kadın, barikatların başında kadınlar, çocuklarına destek için Gezi Parkı’na gelen anneler ve daha birçoğu… Haziran Direnişi’ndeki kadın portreleri Türkiye toplumunun kanıksadığı kadın simgesinin çok ötesine geçiyordu. gündelik ilişkilerde kendini açığa vurduğunu görüyoruz. Örneğin kadına “en çok yakışan” meslekler hep şöyle sıralanır: sekreterlik, hemşirelik, ofis işleri, en iyi ihtimalle öğretmenlik… Tüm bu mesleklerin –öğretmenlik dışında- önemli bir ortak özelliği var: Hepsi, birtakım daha önemli işlere yardımcı olmak adına düzenlenmiş işler. Yani kadına “en çok yakışan” meslek yardımcı olmak oluyor. Devam edelim. En sevilmeyen kadın “tipi” çok konuşan kadındır. Kadın kötü bir şey yaparsa “hanımefendiliğine” yakıştıramayız. “Kadınlar kırılgandır.” vb. Özetleyelim: Günümüzde kadınlar kırılgan, hassas, duygusal, çekingen, erkeğin ilgisine ve sevgisine muhtaç olarak resmediliyor. Sadece Türkiye’de değil, neredeyse her yerde. Yukarıda saydığımız kimi özellikler
olumlu bulunabilir, neden eleştirdiğimiz anlaşılmayabilir. Ancak bu tek tipleşmeyi asıl sorunlu hale getiren buradan çıkarılan “zayıf ” kadın portresinin siyasette, toplumda ve aile yaşamında konumlandırıldığı yerdir. Acımasız ve erkeklerin kurallarıyla düzenlenen siyasal ve toplumsal hayatta zayıf olan kadının hayatta kalamayacağı düşünülür. O yüzden kadına hep yardımcı roller verilir ve buna uygun davranması beklenir. En iyi ihtimalle birtakım iyi kalpli erkekler kadınları kötü dünyanın şerrinden korumak için onlara kol kanat gerecektir. Değişen Ne? Yukarıda olumsuz bir tablo çizdik bir yanıyla. Diğer yandan ise bu tablonun değişebileceğine inanıyoruz. Bu inancımızın sebebi nedir peki? Bir nedeni Türkiye halkının tamamı gibi kadınların da Haziran Direnişi’nde biriktirdiği mücadele deneyimi. Diğeri ise kadınların hayatının hemen her alanına müdahale eden, tüm özel hayatı toplumsal bir “vaka” haline getiren AKP iktidarıdır. Yani bir olumsuzluktan umut üretiyoruz. Ancak bunun boş bir umut olduğunu söylemek mümkün değil. Tayyip Erdoğan’ın 3 çocuk söylemi, kürtaj yasası, AKP’lilerin ağzından defalarca duyduğumuz aşağılayıcı sözler, kızlı-erkekli meselesi… AKP’nin politikaları ve söylemleri kadınlara mücadele etmekten başka seçenek bırakmadı. Artık kendimize ait korunaklı bir hayattan söz edemiyoruz. Hayatın tüm alanlarına müdahale eden AKP iktidarının
Gündem politikaları, kendine ait bir yaşamı olmasına izin verilmeyen kadınları daha da sıkıştırıyor. “Değişen ne” sorusunun yanıtı bu kadar önemli olduğu için Haziran Direnişi vurgusu da bu kadar önemli oluyor. Çünkü sorunun yanıtı büyük ölçüde Haziran Direnişi’nde saklı. Neye ihtiyacımız var? Her şeyden önce özgüvene. Korunup kollanmadan, siyasette, toplumda, yaşamın her alanında var olduğumuzu kanıtlamak için. İkinci olarak, iyi siyaset yapmanın, devrimci olmanın tek bir yolu olmadığını bilmemiz gerekiyor. Kendi yöntemlerimizle, bugüne kadar bize zayıflık olarak gösterilmiş yönlerimizi avantaja çevirerek siyasal mücadelenin içerisinde yer almaya. Üçüncü olarak, daha “kavgacı”, daha direngen olmaya, en önde olmaktan korkmamaya. Öyleyse yapmamız gereken şey Haziran’ın ortaya çıkardığı kadına sahip çıkmak, onu daha ileriye taşımak. Gerektiğinde beraber yürüdüğümüz erkeklerle de tartışmaktan kaçınmadan, doğrularımızı dayatarak. Haziran Direnişi bu yönde kadınlara önemli bir özgüven aşıladı, mücadele kültürünü geliştirdi. Türkiyeli Kadınlar Çok mu Talihsiz Yukarıda saydığım tüm olumsuzluklara rağmen Türkiyeli kadınların önemli bir şansı olduğunu düşünüyorum. Türkiye toplumu kadınların siyasal ve toplumsal hayattaki rollerini değiştirmek konusunda iki önemli birikime sahip. Bugünden bakılınca birbirine taban taban zıt görünen bu iki birikimin biri elbette Cumhuriyet devriminin kazanımları, diğeri ise Kürt ulusal siyasetinde kadınların sahip olduğu önemli roller. Türkiye’nin cumhuriyet devriminin kadınların toplumsal statüsü konusundan muazzam bir ilerlemeyi temsil ettiği kuşkusuz. Türkiyeli kadınlar dünyada seçme ve seçilme hakkına kavuşan ilk kadınlardan. Ayrıca 1908 devrimiyle hız kazanan kadınlara yönelik eğitim faaliyetleri cumhuriyet ile birlikte hem yüksek öğrenim düzeyine ulaşıyor hem de
9 karma eğitime geçilerek ikililikler ortadan kaldırılıyor (1). Yazımızın tarihsel “bilgi” kısmını fazla uzatmamak açısından bu kısmı kısa tutalım. Ancak bir parantez açalım: Cumhuriyetin bu muazzam kazanımları her ne kadar kadınların toplumsal yaşama katılımının yolunu açtıysa da birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Kemalizmin ikili bir karakter taşıdığını vurgulayalım. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının kadına biçtiği rol büyük ölçüde “ulusun annesi” olmakla, ulusu eğitmekle (idealist öğretmen tipini hatırlayalım) sınırlı kalmıştır. Zaten bu sınırlılık özellikle 60’lar ve 70’ler boyunca kadın edebiyatçıların eserlerinde önemli bir eleştiri konusu yapılmıştır. Özetlememiz gerekirse: Tüm sınırlılığına rağmen Cumhuriyet devrimi kadınların toplumsal ve siyasal rolü açısından çok büyük bir sıçrama yaratmıştır. Kemalist kurucu kadro kendi ailelerinden başlayarak kadınları toplumsal yaşama katılım konusunda yüreklendirmişlerdir. Bunu en iyi yine yukarıda sözünü ettiğimiz kadın edebiyatçılarda görebiliyoruz. Türkiye önemli bir kadın yazar birikimine sahip. Bu birikimin çok büyük bir kısmı ise Kemalist, kentli ailelerden gelme. İkinci birikimimiz ise Kürt ulusal siyaseti dedik. Türkiye’nin belki de feodal kalıntıları en canlı bölgesinde kadınların böylesine büyük bir özgürleşme yaşaması sadece Kürt kadınları açısından değil, Türkiyeli tüm kadınlar açısından bir şans.
EKMEK VE GÜL Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara "Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!" Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar Ve biz hâlâ analık ederiz onlara En zorlu iş, en ağır emek Ve çalışmak doğuştan mezara dek Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz Yaşamak için ekmek Ruhumuz için gül istiyoruz! Yürüyoruz yürüyoruz kol kola Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız Ve türkümüzde onların kederli "Ekmek!" çığlıkları Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz İş ve ekmek istiyoruz Ama gül de istiyoruz Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan "Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!"
Yazının başında sözünü ettiğimiz grev 1912’de “Ekmek ve Gülleri Grevi” ( Strikes of Breads and Roses) olarak tarihe geçti. Bu grevden 3 yıl sonra James Oppenheimer “Ekmek ve Güller” adında bir şiir yazar. Şiirin kimi çevirileri şöyle bitiyor (2): “ekmek verin bize, ama verin gülleri de”. Ancak direniş deneyimine Haziran Direnişi gibi görkemli bir direnişi de ekleyen kadınların artık “ekmeğimizi de alacağız, gülleri de” deme zamanı gelmiştir. Kadınlar artık talep etmiyorlar, haklarını almak için göğüs göğse bir mücadelenin içindeler.
a Dergisi sayı:10, 2008 Katılım Mücadelesi”, Yasam ta ya Ha l asa Siy ın lar dın n, “Ülkemizde Ka d idler -- ten that toil i için bkz. : Semra Gökçime : “No more the drudge an yle şö li ina orj k ca An 1. Konuyla ilgili ayrıntılı bilg ık. içeriği açısından böyle ald söyleyemeyiz, yazımızın u un uğ old iri ead and roses!” çev bir ğru 2. Do ries: Bread and roses! Br glo 's life of g rin sha a t where one reposes,/Bu
Notlar:
10
Gündem
SADECE GELİP GEÇMEYEN, İZ BIRAKAN BİR GÜNDEM:
KIZLI–ERKEKLİ Av. Onur Güneş
Ü
lke gündeminin baş döndürücü bir hızla değiştiği bir memlekette yaşıyoruz. Daha iki ay öncesinde kızlı – erkekli ev gündemi olarak ekranları, gazeteleri meşgul eden bu başlığı hatırlamakta bile zorlanıyoruz belki de. Maalesef ülkemizde gündem genel olarak Başbakan
Çok fazla dillendirilmedi ve kızlı – erkekli evde oturmak suç mudur? Tartışması yürütüldü. Evet, ortada ciddi anlamda bir suç vardı. Fakat bu suçu/suçları işleyenler aynı evde yaşamaya çalışan öğrenciler değil, siyasi iktidarın ta kendisiydi. Her durumdan vazife çıkaran savcılarımız bu suçlar işlenirken kıllarını kıpırdatmadı ve televizyonlarda, gazetelerde günlerce işlenen bu suçları görmezden geldi. ve türevleri tarafından ortaya atılıyor ve değiştiriliyor. Tabii ki her zaman böyle olduğu söylenemez. Başbakan ve türevlerinin boşluk bıraktığı yerlerde halkımız çok ciddi girdiler yaparak gündem boşluğunu ustaca doldurabiliyor. Tekel İşçileri’nin destansı direnişi, ODTÜ’lü arkadaşlarımızın üniversitelerini hükümete dar etmesi ve Haziran ayaklanması bunun en görünür örneklerindendir. Bu yazının konusu ise en başta belirttiğimiz “kızlı erkekli ev olur mu” veya “kızlı erkekli ev mi olurmuş” ya da Başbakan düzeyiyle ifade edersek “siz kızınızı erkekli evde oturtturur musunuz?” tartışmasında gelinen nokta. Muhafazakâr Demokratçı bir iktidar olarak hükümetimiz, güzel ülkemiz Türkiye’mizin en ciddi sorunlarından olan kızlı-erkekli ev meselesine el attı. Kasım ayının başlarında Başbakan durduk yere apartmandaki komşular, Anadolu’da ki halkımız,
anne – babalar, dini değerlerimiz gibi argümanlar üzerinden kızlı – erkekli öğrenci evlerine savaş açtı. Bizzat kendi ağzından çıkan birkaç ifadeye dikkat çekmekte fayda var; “Buralardan güvenlik güçlerimize gelen istihbari bilgiler var. Bu istihbari bilgilerden hareketle de valiliklerimiz bu durumlara müdahale ediyorlar. Neden bundan rahatsız oluyorsunuz?” “Valiliklerimiz de Emniyet teşkilatımız da bu tür ihbarları değerlendirir ve üzerine gider.” “Bunlara da kusura bakmasınlar, muhafazakar demokrat bir iktidar olarak müdahil olmak durumundayız. Kimse bunu özel hayata müdahale olarak yorumlamasın.” “Bulunduğum makam ve değerler buna asla müsaade etmez. Çünkü ben bir Başbakan olarak Anadolu topraklarını bilen, bu ülkede yaşayan anne babaların kahir ekseriyetinin bu tür işlere asla müsaade etmeyeceğini bilen bir insanım.” Görüldüğü üzere Başbakan emri
vermişti ve artık değil karşı çıkmak, direnmek; kimse bunu Özel Hayata Müdahale olarak yorumlayamayacaktı. Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler, ( vahim bir soruşturma nedeniyle ne yazık ki görevine devam edemiyor) kızlı – erkekli öğrenci evleri ile ilgili aynen şu ifadeleri kullandı; “Bizim olaya bakış açımız terörle mücadele boyutuyla ilgili. Üniversite öğrencilerinin kaldığı evler ve yurtlar terör örgütlerinin eleman kazanmak için kaynak olarak gördükleri yerlerdi. Söz konusu oluşumlar üniversite kayıt dönemlerinde stant açarak broşür dağıtarak kendilerine yönlendirme çabasında olduklarını görüyoruz. Bu evler apart adı altında, rezidans adı altında kullandırılabiliyor. Ve maalesef fuhuş ve suçluların barındırılması şeklinde kullanılabiliyor, polisin tespitleri arasındadır.’’ Görüldüğü gibi ahlâksızlık son raddesindeydi. Bu evler fuhuş, kumar, terör, cinsel taciz, cinsel saldırı, insan ticareti… gibi daha sayamayacağım nice TCK kapsamında suçu ihtiva ediyordu.
Başbakan Erdoğan'ın 'kızlı erkekli aynı evde kalıyorlar' açıklamasının ardından, 12 Kasım’da, İzmir'de kendilerini ihbar eden Ali Haydar Temel ve Gamze Selçuk... İhbarı değerlendiren Cumhuriyet Savcısı Özlem Eğridere, kızlı erkekli aynı evde yaşamanın, Anayasa ve TCK’ya göre suç teşkil etmediğini belirtip, kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi. Eğridere, kararında “özel hayatın gizliliği, Anayasa’nın 20. Maddesine göre koruma altında bulunduğunu” da vurguladı.
11
Gündem Rüşvet, Yolsuzluk gibi suçlar da işleniyor muydu? Bilemiyorum.
bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Çok fazla medyaya yansımasa da birkaç kızlı- erkekli öğrenci evi, polis tarafından gece yarılarında basıldı. Bir kısmı psikolojik tacize uğratıldı bir kısmı ise gürültü yapmadıkları halde gürültü yapmaktan para cezasına çarptırıldı. Trakya Üniversitesi öğrencisi Hasan Özdemir ise kız arkadaşının evinde oturduğu sırada polisin gelmesi üzerine, yaşadığı korku sebebiyle balkondan bir alt kata inmeye çalışırken düştü, 10 gün komada kaldı, 26 Aralık 2013 tarihinde öldü. Muhafazakâr Demokratçılardan bu olaylar sırasında hiç ses çıkmadı, umursamadılar.
Kızlı–erkekli ev meselesinde yorum yapan neredeyse tüm kamu görevlileri, yukarıda saydığım TCK kapsamındaki suçları işledi ve ilgili Anayasa maddesini açıkça ihlal etti.
Hükümet tarafından bu gündeme ilişkin yapılan müdahale aslında asıl suç işleyenlerin kendileri olduğunu gün yüzüne çıkarıyordu. Çok fazla dillendirilmedi ve ‘’kızlı – erkekli evde oturmak suç mudur?’’ tartışması yürütüldü. Evet, ortada ciddi anlamda bir suç vardı. Fakat bu suçu/suçları işleyenler aynı evde yaşamaya çalışan öğrenciler değil, siyasi iktidarın ta kendisiydi. Her durumdan vazife çıkaran savcılarımız bu suçlar işlenirken kıllarını kıpırdatmadı ve televizyonlarda, gazetelerde günlerce işlenen bu suçları görmezden geldi. 1) Anayasa Madde 20: “Özel Hayatın Gizliliği” 2) Türk Ceza Kanunu Madde 134: “Özel Hayatın Gizliliği’ni İhlal” 3) Türk Ceza Kanunu Madde 216: “Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik” “(1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan
Bu süreçte bir başka gelişme daha yaşandı: İzmir’de yaşayan FKF üyesi iki arkadaşımız 12 Kasım 2013 tarihinde İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na, aynı evde yaşadıklarını, bu durumun suç oluşturduğunu televizyonlardan öğrendiklerini, fakat hangi suçu işlediklerini bilmediklerini, Anayasa’nın hangi maddesini ihlal ettiklerini bilmediklerini, uzun zamandır aynı evde yaşadıklarını ve haklarında bu güne kadar işlem yapmayan Kamu Görevlilerinden “Görevi İhmal” suçundan şikâyetçi olduklarını beyan ettiler ve kendilerini ihbar ettiler. Bir buçuk aylık bir soruşturmanın ardından, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “Kovuşturmaya Yer Olmadığı” kararı verildi. Aynı evde yaşamanın özel hayat ile ilgili olduğu ve bu durumun suç oluşturmadığı kararda belirtildi. Dolayısıyla günlerce televizyonlarda, gazetelerde kıyametleri koparan siyasi iktidara, FKF çok güzel bir gol daha atmış oldu. Nedense Kovuşturmaya Yer Olmadığı kararına dair Muhafazakâr Demokratlarçılardan yorum gelmedi, duymazlıktan geldiler, o dönem birkaç günlüğüne bulandırdıkları su onlara yetmiş oldu; muhafazakâr tabanlarına selamı çakmışlardı nasılsa... Bu gündem de geldi geçti, halk sonunda gençlik örgütü eliyle iktidarın ağzının payını verdi. Gündem bitti ama izi kaldı. İzleri de silmek gerek… Sonra Dershane tartışmaları ortaya çıktı, günlerce ‘’dershane gerekli mi değil mi?’’yi konuştuk. Kanaat önderleri ekranlarımızda boy gösterdi. Yeni gündemimiz ise Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonu. Bence gündem belirleme sırası yine halka geçti. Bir sonraki naçizane gündem önerim: Yeni Bir Ülke.
?
??
?
sorduk soruşturduk ?? ? ? Derleme: Uğur Gözcü
İstanbul Üniversitesi
Öğrencinin Gözünden Final Dönemi Ali Osman Yıldırım (İstanbul Üniversitesi) İnsanda dünyaya meteor düşse de sınavlar iptal olsa dedirtecek kadar stres yaratan dönem. Genelde bayram sonrasına konulur. Bayram tuzağına düşüp ailenizin yanına gittiğinizde ne ailenize ne arkadaşlarınıza yoğunlaşabilrsiniz ne de oturup evde ders çalışabilirsiniz. Sonra döner bazı derslerden kalır resmen zokayı yutarsınız. Her final ve vize dönemi sonrası olduğu gibi boyunuzdan büyük laflar edip “abi bundan sonra her hafta düzenli tekrar yapıcam” gibi kolpa bir laf söylersiniz, o da olmaz zaten. Final öncesi tatil haftası ‘’ailenin yanına dönüp yediğim önümde yemediğim arkamda tok geçirip çalışayım mı yoksa burda kalıp arkadaşlarla aç da olsak bi beyin fırtınası yaratıp çalışalım mı?’’ düşüncesi her seferinde yer bitirir beni. Esra Gürsoy (Okan Üniversitesi) ‘’Sıçtın mavisinin görülmeye başlandığı dönem’’ diye de nitelendirilir ama benim farklı bir tanımım var. Bence hamilelik dönemi gibidir. İlk günlerde şaşırırsınız, ortalarda korkmaya başlarsınız, sonunda acı çekersiniz, bitince rahatlarsınız... Ayrıca adına kanmamak gerekir sevgili arkadaşlar, Benim için ‘’Büt’’süz final, final değildir.
Yalçın Sevim (İstanbul Üniversitesi) Öyle bir dönemdir ki hep zamansız gelir. Tam birinden hoşlanırım, aramızda flörtleşme dönemi başlarken ‘’tak!’’ finaller girer araya... 3 ay önceden plan yaparım, arkadaşlarla adaya ya da şehir dışında gidecek oluruz ‘’hopp’’ finaller... Hastalanırım, yatak-döşek olurum, yine finaller... NBA’in final haftasıyla finallerin arasında gidip gelmek de cabası... En çok da bahar finallerinin doğum günüme gelmesini hazmedemiyorum. Ne diyeyim ki! Yaktın beni Murphy yaktın... Yeşim Alamut (Osmangazi Üniversitesi) Teoride çok iyi, pratikte berbat denebilecek bir şekilde girdiğim dönemdir. Aslında her seferinde bütün planı kafamda kuruyorum. Derslere düzenli gireceğim, son 2 hafta her gece 3 saat çalışacağım, gün içinde de pratik yapacağım. Söyleyince kolay geliyor ama bunların yanında evin kirası için çalışmayı, yemeği, temizliği, faturayı bir kenara bırakmam gerekiyor. Ben bunları ‘’bir kenara’’ bırakırsam ev sahibi de beni ‘’bir kenara’’ bırakacağından olmuyor tabii. Kısacası ‘’anlayabilen’’ ama ‘’konuşamayan’’lardanım ben de... George R. R. Martin’den de bu konudaki fikrini aldık: “The people of the Seven Kingdoms, Winter Came!”
12
Söyleşi
"Haşhaşi" rivayetleri ve gerçekler üzerine Baha Okar ile söyleşi Görüşme: Akın Art Bilgi Üniversitesi Sosyalist Düşünce Kulübü
Tayyip Erdoğan'ın, Gülen Cemaati için yaptığı ''Haşhaşi'' benzetmesine ne diyorsunuz? Dünyayı dinsel referanslarla algılayan bir adam olarak Tayyip Erdoğan’ın, dinsel referanslara sahip hasmını İslam tarihinden bir figür üzerinden vurmaya çalışması şaşırtıcı değil. Üstelik bütün İslam dünyasının kınadığı ve mahkûm ettiği bir figür üzerinden... Böylelikle dünyayı yine din temelinde anlamlandıran ortak tabanlarına da mesaj vermiş oluyor. Dolayısıyla cemaat cephesinde ağır bir itham olarak algılanması da şaşırtıcı değil. Hasan Sabbah ve örgütünün afyon kullanımıyla ve suikastlarla anılmasının ötesinde, sadece Şii geleneğin parçası bir tarikat olması bile cemaate ağır gelmesi için yeterli olmuştur. Ama bence de yakışık alan bir benzetme değil tabii. İslam'ın iktidarlaşmasına karşı açıktan bayrak açmış, bunun için gözü kara bir mücadele sürdüren, sefahat içindeki saraylara karşısında yandaşlarıyla birlikte ''bir lokma bir hırka'' yaşayan Hasan Sabbah ve tarikatının Gülen cemaatiyle ne benzerliği olabilir ki? Tayyip Erdoğan Emevi’den Osmanlı’ya İslam saraylarındaki güç savaşlarına, entrikalara, kliklere baksaydı oralardan daha uygun benzetmeler bulabilirdi eminin. Örnekleri çok fazla çünkü. Diğer yanda, Hasan Sabbah ve tarikatına dair yakıştırmalar var tabii
Geçtiğimiz haftalarda Recep Tayyip Erdoğan, bir süredir devlet içinde bir “paralel devlet” olmakla suçladığı Gülen Cemaati’ni “Haşhaşilere” benzetti. Öteden beri çeşitli tartışmalara konu olmuş ve hakkındaki efsanelerle bir popüler kültür nesnesine dönüşmüş olan Hasan Sabbah ve tarikatını, Bilim ve Gelecek dergisinin Nisan 2011 tarihli sayısında “Hasan Sabbah: Efsaneler ve Gerçekler” başlıklı bir çalışma yayımlanmış olan dergi editörü Baha Okar’a sormak istedik. üzerinde durulması gereken de budur. Hasan Sabbah, haşhaşla uyuşturulduğu müritlerini hurilerle dolu sahte cennet bahçeleriyle kandırıp suikastlara gönderiyormuş falan... Burada derin bir cehalet var ne yazık ki. Erdoğan’ın kitap okumayı pek sevmediğini biliyoruz ama gazetelerde, internet sitelerinde “Başbakanın sözünü ettiği Haşhaşiler kimdir?” başlığı altında sözde bilgi vermek için yazılanlarda bile
bu saçmalıklar var. Bunları magazin muhabirlerine mi yazdırıyorlar merak ediyorum. Gerçi tarihçi olarak televizyonlarda gördüklerimizin de aynı şeyleri yazdığına şahit olduk daha önce... Peki bu efsaneler nereden kaynaklanıyor? Kökeni çok eskidir. Hasan Sabbah ve Nizarîler -Haşhaşi diye anılan tarikatın gerçek adı budur- hak-
kında yazılanların iki kaynağı var: Birincisi Ortodoks Sünni geleneğin kaynakları... Bunlar, tahmin edebileceğiniz gibi, en baştan sapkınlıkla suçlayan taraflı metinlerdir. Bir de Haçlı seferleri sırasında bölgeye gelmiş Batılıların bu İslam kaynaklarından ve kendi gözlemlerinden hareketle aktardıkları var. Bunlar ise hem bu taraflılığın izlerini taşıyor hem de, dönemin ruhuna uygun olarak, Batının yeni keşfetti-
Baha Okar kimdir? 1973 yılında Zonguldak Ereğli’de doğdu. 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girerek eğitimine burada devam etti. 2004 yılında Bilim ve Gelecek dergisinde çalışmaya başladı. 2010-21 Eylül’de gerçekleşen ve basına devrimci karargah operasyonu olarak yansıyan operasyonla gözaltına alınarak tutuklandı. Önce Silivri Cezaevine, ardından Tekirdağ 1 Nolu F Tipi cezaevine gönderildi.30 Nisan 2012 tarihinde 5. duruşmasında tahliye oldu. 2013 Temmuz’unda davanın karar duruşması görüldü. Mahkemeye sunulan dellilerin hiçbir dayanağı olmamasına rağmen Okar, 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Davanın sonuçlanması için yargıtayın kararı bekleniyor. Baha Okar halen Bilim ve Gelecek Dergisi’nin editörlüğünü yürütüyor.
13
Söyleşi ği Doğu hakkında efsaneler üretme eğilimini yansıtıyor. Batı dünyası, bu en uç noktaya daha sonra Marco Polo’yla ulaşmıştır. Hasan Sabbah ve tarikatı hakkındaki efsanelerin bugünkü halinin kaynağı Marco Polo'dur. Yani kalenin gizli bir köşesinde sahte bir cennet bahçesi, huriler, şarap akan ırmaklar ve tabi esrarla kandırılıp suikasta gönderilen gözü kara müritler... O gün, yani bundan sekiz yüz yıl önce, bu efsanelerin doğup dilden dile dolaşmasını bir yere kadar anlarım. Ama ilginç olan bunların o haliyle, bugün hâlâ doğru kabul edilmesidir. Üstelik bu kadar popüler bir biçimde ve üzerine ciddi araştırmalar yapılmış, kitaplar yazılmışken... Efsaneler eski ama bunun popüler kullanımı pek de eski değil aslına bakarsanız. Örneğin bu efsanelerin Türkiye’de çok yaygınlaşmasını sağlayan bir kitap var, Vladimir Bartol’un Alamut adlı romanı. 1938’de, sanırım Slovence yazılmış. İlk defa bir Batı diline, Fransızca’ya çevrilmesi 1980’leri buluyor. İngilizce çevirisi ise 2000’lerde yapılmış. Bu konuda Ortadoğu tarihçisi Bernard Lewis’in kitapları var. Birinin önsözünde, 1960’larda yazdığı kitabın ilk defa yayımlandığında hiç ilgi görmediğini ama 1980’lerde -ne hikmetse- birdenbire bir ilgi patlaması olduğunu ve çeşitli dillere çevrildiğini söylüyor. Bu ilgi patlaması İslam'ın Batı için SSCB’yi çevreleyen yeşil kuşak çerçevesinde dost bir güç olmaktan çıktığı ve terörle özdeşleştirilmeye başladığı döneme denk geliyor aslında. Hasan Sabbah figürü ve gözü dönmüş tarikat efsanesi İslam’ı terörle özdeşleştirmekte çok elverişli tabii. Dünyada bu benzetme El Kaide için de, Hizbullah için de kullanıldı zamanında. Ama bu efsaneyi elverişli kılan esas öğe İslam değil.
Çok ilginç, aynı benzetme Fransız devriminin Avrupa’ya etkisinin yayıldığı sırada muhafazakârlar tarafından Jakobenler için de kullanılmış. Uyuşturulmuş, amacı için her türlü sapkınlığı, şiddeti meşru gören bir tarikat olarak itham edilmiş. Aslında esas hedef olan, bir siyasi amaç uğruna kendi yaşamını ortaya koyacak bir bağlılıktır; bu gözden düşürülmeye çalışılıyor bir anlamda. Bu erdemi gözden düşürmeye çalışan ya da böyle bir şeyi tahayyül dahi edemeyen egemen düşünce, böyle bir bağlılığın ardında hep başka şeyler arıyor. Esrarla uyuşturulmak, hurilerle, cennet vaadiyle kandırılmak gibi… Yani egemenler için bu çarpıtılmış efsane, işine geldiğinde raftan indirip popülerleştirerek kullanacağı bir araç işlevi görüyor. Güç sahipleri, bütün akıl dışılığına rağmen, bu ''bilgileri'' gerçekmiş gibi sunuyor, kendilerine göre bir popüler tarih yazıyor. Oysa bunun gerçek Hasan Sabbah ve Nizarilerle neredeyse hiçbir ilgisi yoktur. Peki gerçekte kim bu Nizariler? İsterseniz önce hızlıca bu efsanelerin gerçek dışı olduğuna nasıl bu kadar emin olabildiğimizi söyleyeyim. Şu cennet bahçesi hikâyesiyle ilgili olarak, İngiliz arkeolog Peter Willey’in Alamut Kalesi’nde ve civarında yaptığı çok detaylı incelemeler var. Coğrafi olarak orada böyle bir gizli bahçenin kurulabilmesi mümkün değil diyor. Buna uygun tek yer yaklaşık 50 metre uzunluğunda 10 metre genişliğinde bir alanmış. Buraya da rivayet edildiği gibi kanallardan şarap ve bal akan, hurilerin gezip tozduğu, girenin kendisini cennette sanacağı bir bahçe inşa etmek mümkün değil. Afyon kullanıma meselesine gelince; şöyle bir gerçek var ortada: O dönemde bu tür şeyler Hindis-
“Hasan Sabbah figürü ve gözü dönmüş tarikat efsanesi İslam’ı terörle özdeşleştirmekte çok elverişli tabii. Dünyada bu benzetme El Kaide için de, Hizbullah için de kullanıldı zamanında. Ama bu efsaneyi elverişli kılan esas öğe İslam değil. Çok ilginç, aynı benzetme Fransız devriminin Avrupa’ya etkisinin yayıldığı sırada muhafazakârlar tarafından Jakobenler için de kullanılmış.”
Alamut Kalesi tan’dan İran’a, Ortadoğu’ya, hem tıp için hem de keyif için ithal ediliyor. Yani bu bakımdan Nizarilerin de haşhaş kullanması mümkün. Ama öte yandan, tam da bu nedenle, efsanedeki anlatım inandırıcılığını yitiriyor. Çünkü; şeyhin, zaten kullanılan ve etkileri bilinen bir maddeyi kullanarak müritlerini kandırması hepten mantıksız. Bir de Nizarilerin suikastlardan önce cesaret vermesi için bilerek afyon kullandıkları söyleniyor. İncelikle planlanmış ve herkesin gözü önünde açık bir eylem gibi gerçekleştirdikleri suikastları düşününce bu da pek mantıklı gelmiyor. Aslına bakarsanız, kendilerine takılan ad dışında Nizarilerin haşhaşla, afyonla ilişkisine dair başka bir şey yok. Bu tür itham ve adlandırmalara Ortodoks İslam’ın, sapkın dediği mezheplere karşı sık sık başvurduğunu biliyoruz. Yirminci yüzyılda Nizarilerle ilgili çok ciddi araştırmalar yapılmış aslında. Lewis’in örnek verdiğim çalışmalarının yanı sıra Marshall Hodgson’un tüm modern araştırmalara kaynaklık eden bir eseri var. Tüm bunlar bu efsanenin aslının astarının olmadığını ortaya koyuyor. Ancak popüler kültürün gücünü kırmak için yeterli olmuyor demek ki. Hatta ne yazık ki bu iki eserin başlıklarında bile tarikat için Haşaşiler adlandırması kullanılıyor, üstelik içeriğinde bu adlandırmanın yanlışlığını vurgulamalarına rağmen... Yazarların günahını almayalım, belki yayıncıların işgüzarlığıdır ama sonuçta popüler kültürün basıncını gösteriyor.
Hasan Sabbah gerçeğine gelelim mi? Siz çalışmanızda Nizarilerin devrimci bir geleneğin parçası olduğunu ve ezilenlerin tarihinde “özgün ve dikkate değer bir yere” sahip olduğunu söylüyorsunuz. Nedir Nizariliğin kökeni ve neden devrimcidir? Bunun kökeni İslam’ın ilk büyük ayrışmasına kadar gidiyor. Biliyorsunuz, Arap yarımadasında doğan İslam devleti hızla gelişiyor ve bir imparatorluğa dönüşüyor. Arap kabilelerin dışında pek çok kavmi kendisine katıyor. Bunlar, İslam öncesi dinsel inanç ve geleneklerini kısmen koruyarak İslam’a dahil oluyorlar. İslam’ın başlangıçta vaat ettiği adil dünya ve bunun yanı sıra fetihlerle elde edilen zenginlikler, bölge halklarının İslam’la buluşmasını hızlandırıyor. İmparatorluğa dönüşmesiyle birlikte sınıflaşma ve devlet yapısındaki hiyerarşi de katı şekilde gelişiyor. Hoşnutsuz kitlelere yeni bir yaşam vaat eden başlangıçtaki devrimci İslam; statükocu, durağan ve zengini daha zengin kılan, fakiri yoksulluğa mahkum eden bir düzene dönüşüyor. Üstüne fetihlerin de hız kaybetmesiyle bu hayal kırıklığı artıyor. İslam'a sonradan dahil olan Arap olmayan Müslümanlar, yani mevali, bu hızlı gelişim içinde kabile yapısı parçalanmış ve ortada kalıp güvensizleşmiş Araplarla birlikte İslam dünyasında geniş bir hoşnutsuz kitleyi oluşturuyor. Bu kitle kendisini ancak İslam’ın içinden bir dayanak bularak ifade edebiliyor. Ortaçağ’ın bütün
14
toplumsal hareketleri böyledir. Dinin toplum üzerindeki egemenliği düşünüldüğünde, ezilenlerin egemenlere karşı başkaldırısı, ancak egemen dine karşı muhalif bir din ileri sürmekle olur. Bu da hep sapkınlıkla damgalanır.
koruyan, Şiiliğin köktenci bir yorumunu kabul eden gruplar oluyor. Yani İslam’da muhalif geleneğin en geniş cephesi Şiilikse, bunun hem düşünsel hem de siyasal olarak en dinamik, radikal kesimini İsmailîler oluşturuyor.
İslam dünyasının mazlumlarının bulduğu bayrak da, İslam’da iktidar savaşının ilk mağduru olan Ali’nin bayrağı oldu. Ali ve oğullarıyla devam eden peygamber soyunun hakkını geri alarak İslam’ı o ilk çıkışındaki adil temellere oturtma savı, kendisini Allah’ın halifesi ilan eden Emevi iktidarı karşısında, en az onun kadar güçlü bir meşruiyet temeline sahip olmalarını sağladı.
Fatımi devletini kuranlar da, Arabistan’ın güneyinde yaklaşık iki yüz yıl boyunca devam eden eşitlikçi bir düzen kuran ve Sünni İslam’ın başına büyük bela olan Karmatiler de İsmaili geleneğin içinden çıkıyor. Bir yanda da bu ikisi arasında bir rekabet ve çatışma var tabii.
Dolayısıyla Şia, İslam’daki tüm muhalefetin toplandığı bir ana damar haline geldi. Tabi bu hiç de homojen bir toparlanma değildi ve kendi içinde bölünerek, ayrışarak gelişti. Bu tür ayrışma süreçleri de, yine siyasal ve toplumsal hesaplaşmaları örten dinsel görüntülere bürünerek gerçekleşti. Siyasal önderliğe soyunanlar, kâh imamın soyundan gelen benim diyerek kâh kendisini imamın vekili gibi ortaya atarak öne çıktı. Başarılı olanlar yeni bir yol açarken başarısızlar sahte imam diye yaftalanıp unutuldular. Nizarilik böyle bir ayrışmanın sonucunda mı çıktı?
O dönem İsmaililiğin altın çağıdır. Çok büyük bir etkiye ulaşıyorlar. Düşünsel olarak da İslam’ın en verimli kanadı haline geliyorlar. İsmaililerin daî denen propagandacı ve örgütçülerinin eğitiminde kullandıkları İhvan-ı Safa adlı ansiklopedik bir eser var. Çağının ilerisinde bir düşünce birikimine sahip oldukları buradan da görülüyor. İsmailîlerin altın çağı ancak Selçukluların gelip Sünni egemenliğine taze kan vermesiyle son bulabiliyor. Kısaca bu daîlerden de bahsetmek gerekir diye düşünüyorum: Daîler, İsmaililerin gizli örgütlenmesini oluşturuyorlar. Hiyerarşik bir yapısı
Söyleşi vardır, şimdiki hücre tipi örgütlenmelere benziyor. Sıkı bir eğitimden sonra değişik bölgelere gönderiliyorlar. Orada kendi öğretilerini anlatıyor, taraftar kazanıyorlar. Temsilciler sık sık başka bölgelere gidiyor. İsmaililiğin büyük baskı altında olduğu dönemde bile varlığını sürdürebilmesi bu örgütlenme sayesindedir. Daî örgütlenmesi üzerinden kendisini geliştiriyor, genişletiyor; İslam'ın ana hattından hoşnutsuz kesimleri etkileyip başka bir dünyaya, başka bir din kavrayışına, başka bir sosyal düzene çağrı yapıyor.
Hasan Sabbah da sürülen Nizar yandaşlarından biridir. Sürgünden kaçıyor, on yıl kadar Suriye’de “yeni davet” dediği Nizariliği örgütledikten sonra İran’a gidiyor ve efsanelerin merkezindeki Alamut Kalesini ele geçiriyor. Mücadelesine orada devam ediyor.
Hasan Sabbah da bir İsmaili daîsidir aslında. Fatımi bir daî tarafından örgütleniyor. Bir süre sonra İran’dan kaçmak durumunda kalıyor ve eğitimini tamamlamak için Mısır’a geliyor. Bu sıralarda Fatımiler bir yozlaşma içindedir. İktidara gelmek, bir imparatorluğa dönüşmek onları da bozmuş. Yönetim, askeri ve siyasi bir kliğin elinde, halife ise kuklaya dönüşmüş durumda; saray entrikaları ise had safhadadır. Burada yine bir ayrışma yaşanıyor: Halife ölünce kliğin başına geçen vezir, halifenin büyük oğlu Nizar’ı hapsettirip, kontrolü altında tutabileceği küçük oğlunu halife ilan ediyor. Nizarilik böyle doğuyor.
Hasan Sabbah Alamut’u merkez haline getirip Hazar Denizi’nin güneyinden başlayarak İran’ın içlerine doğru yayılmayı öngören bir yol izliyor. Selçukluların, her sultanın ölümünden sonra şehzadeler arasında parçalanan istikrarsız yapısında kendisine yaşam alanları yaratıyor. Cepheden, Selçuklu merkezî güçleriyle karşı karşıya gelmek yerine, erişilmez, zapt edilmesi zor kalelerde ''kurtarılmış bölgeler'' yaratıyor. İran’ın bütününde, kendi içinde toprak bütünlüğü olan, her biri üç dört kaleden oluşan devletçikler oluşturuyor. Bu arada Suriye'ye gönderdiği bir daî de çok başarılı oluyor ve benzer bir yapıyı
Yani Hasan Sabbah ve Nizarilik, İslam’da çok köklü muhalif bir geleneğin devamcısı ve bu geleneğin bir anlamda çözülüp yozlaşmadan önceki en son ve en radikal halkasıdır. Alamut sonrasındaki süreç nasıl devam ediyor?
Evet ama önce İsmailîlik doğdu. Şia’nın beşinci imamı Cafer, dinle siyaseti birbirinden ayrı tutmalıdır gibi, uzlaşmacı; siyasi bir lider olmaktan kaçınan bir tutum içindeydi. Şiilik bu dönemde etkisini önemli ölçüde yitirmişti ve dağınık durumdaydı. Cafer ölmeden önce kendinden sonraki imam olarak büyük oğlu İsmail’i tayin etti. Ancak İsmail, radikal ve durumdan hoşnutsuz Şiilerin etkisindeydi ve bundan rahatsız olan çevrelerin de baskısıyla, Cafer imamlığı İsmail’den alıp diğer oğlu Musa’ya devretti. Bu da yeni bir bölünme ortaya çıkardı. Esas imam İsmail'dir diyenler, Şia’nın radikal kanadını oluştururken Musa bugünkü İran’ın resmi mezhebi olan 12 imam Şiiliğine uzanan ana akımı oluşturdu. İsmail’in yolundan gidenler o dönemde aşırılıkçı anlamında gulat diye adlandırılan, İslam öncesindeki Ortadoğu dinlerinin izlerini hâlâ
Nizamülmülk Suikasti
15
Söyleşi orada oluşturuyor. Bazı bölgeleri ciddi halk ayaklanmaları sonucunda ele geçiriyorlar. Bazı bölgelerde ise çok kanlı katliamlara uğruyorlar. Suikastlar; korku salmak, istikrarsızlık yaratmak ve tabii intikam almak için başvurdukları en önemli mücadele yöntemleridir. Kendilerine yapılan bir sefer sırasında Selçuklu veziri Nizamülmülk’ü öldürüyorlar ve bu sayede kuşatmayı engelliyorlar. İsmailî kıyımlarını kışkırtan din adamlarına karşı çok sayıda suikast düzenliyorlar. Suikast eylemini gizli kapaklı yapmıyorlar, aksine kalabalık bir pazar yerini, cami çıkışını tercih ediyorlar ve hasımlarını öldürdükten sonra kaçmıyorlar, linç edilmek pahasına sakince durup bir de ajitasyon yapıyorlar. Hasan Sabbah’ın yaşadığı dönem Selçuklularla çok sıcak bir mücadelenin yaşandığı ve Nizarilerin etkisinin yayıldığı bir dönem. Dışarıda bu mücadele sürerken içeride geçimlik tarım ekonomisine dayanan eşitlikçi bir düzen kuruyorlar. Kölelik yoktur. Hasan Sabbah’ın ailesi de dahil, kimseye ortak çalışmaya katılma ve ürünleri paylaşmakta sağlanan bir ayrıcalık yoktur. Zaten münzevi bir hayat sürüyorlar. Ganimetleri eşit paylaşıyorlar. Kalelerin içinde, biraz da uzun kuşatmalara dayanabilmek için, döneminin en gelişmiş su şebekelerini ve yiyecek depolarını yapıyorlar. Bunun dışında zaten kapalı ve kendini dışarıya açmayan bir anlayışa sahip olduklarından toplumsal yaşamları hakkında pek bilgi yok. Şarap içmek yasak. Hasan Sabbah’ın bu yüzden bir oğlunu cezalandırdığı biliniyor. Bazı başarılarını kutlamak dışında eğlencelere de kapalılar. Abbasi saraylarındaki sefahatin tam aksi bir yaşamları var yani. Öğretilerinde devrimci bir içerik var mı? Devrimci diyebilir miyiz bilmiyorum ama Hasan Sabbah’ın geliştirdiği öğretide şöyle özgün bir yan var: İmamlığı bir soyun tekelinden çıkarıp, kendisini ispatlayarak kazanılan bir rütbe haline getiriyor. Bugünkü toplumsal ve siyasal önderlik kavramına ya da belki daha eski
astlardan “Nizarilerin suik rmesi için önce cesaret ve llandıkları bilerek afyon ku likle söyleniyor. İnce esin gözü planmış ve herk eylem gibi önünde açık bir i suikastları gerçekleştirdikler pek düşününce bu da ına . Asl mantıklı gelmiyor rine ile nd bakarsanız, ke a Nizarilerin takılan ad dışınd ilişkisine a haşhaşla, afyonl y yok.” şe dair başka bir
toplumların askercil demokrasilerine benzer bir biçime yaklaşıyor. Hasan Sabbah şöyle diyor: Sıradan bir Müslüman dinin gerçek bilgisini kendi başına öğrenemez. Bu zaten Bâtıniliğin temelinde de var. Dinsel bilgi gizlidir, görünür değildir ve onu edinmek için muhakkak bir aracıya ihtiyaç duyarsın. Bu aracı imamdır. Peki karşındakinin imam olduğunu nasıl anlarsın? Hasan Sabbah bu noktada bir soy ağacını ya da mucizeyi devreden çıkararak öğretenle öğrenen arasındaki ilişkiye yöneliyor. Bu karşılıklı ilişkide, kişinin başka türlü karşılanamayan öğrenme ihtiyacına yanıt verebilen kişi imamdır diyor. Aydınlandığını düşünüyorsan, bu, sana yol gösterenin imam olduğunun ispatıdır yani. Bu ne demek? Senin imamlığın
milleti ikna edebildiğin kadardır. Bu tanım, imamlığı gerçek dünyaya ait bir önderlik rolüne yaklaştırır. Gerçekten de toplumun ekonomik, toplumsal ve siyasi ihtiyaçlarına karşılık düşen bir siyasi projen varsa, bu kitleyi ikna edebiliyorsan, sana güvenmesini sağlayarak harekete geçirebiliyorsan siyasi öndersindir. Yani önderliği soydan çıkarıp bir öncülük niteliği içerisine oturtuyor. Böyle bir ilerici yanı olduğundan bahsedebiliriz. Bununla da kalmıyor. Her imamın kendinden öncekilerden farklı bir görüşü olabilir; imam kendinden sonra gelecek olanın varlığı ve aklıyla sınırlanmıştır diyor. Bu önceki peygamberleri ve öğretilerini yadsımaya çok elverişli bir zemin aynı zamanda. Hasan Sabbah, imam olduğu iddiasında bulunmuyor. İmamın görünür olmadığı zamanlarda onun temsilcisi olan hüccet unvanını taşıyor. Bunu benimseyen yandaşlarıyla çok sıkı ve otoriter bir ilişki kuruyor. Böylelikle sıkı bir disiplin içinde münzevi bir hayat yaşayan ve bir amaca, kendi öğretilerini yaymaya kilitlenmiş, hayatlarını bunun için ortaya koymuş bir topluluk ortaya çıkıyor. İnsanları şeyhe sımsıkı bağlayan şey; gerçeğin bilgisine, gerçek dine ancak onun aracılığıyla ulaşabilecekleri düşüncesidir. Burada İslam felsefesi üzerine çalışan Henry Corbin’in önemli bir saptaması var bence. Bâtınilikte gizli cennet bahçesinin İslam’ın gerçek öğretisini simgelediğini ve Alamut şeyhinin müritlerine cennet bahçesi vaat ederek kandırması biçimindeki efsanenin buradan çarpıtılarak çıkmış olabileceğini söylüyor. Gerçekten de mümkün; fukara bir anlam dünyasına sahip Ortaçağ Batılısı, cennet bahçesi denince hurilerden, şarap akan derelerden daha fazlasını tahayyül edememiş olabilir. Bilim ve Gelecek Dergisi’nin Şubat 2012 sayısında Ortadoğu tarihinin aynı bölgelerde gerçekleşmiş bir başka büyük halk hareketi olan Mazdek isyanını ele almıştınız.
Nizarilerin bu gibi toplumsal pratiklerle bağı var mı? Doğrudan, adım adım izi sürülebilecek bir bağ kurulabileceğini sanmıyorum. Ama sözünü ettiğim, İslam’ı sonradan benimsemiş Arap olmayan kitleler kendi inanç sistemiyle geliyorlar ve İslam çerçevesi içerisinde, kendi ritüellerini ve inanç biçimlerini sürdürmeye devam ediyorlar. İslam öncesindeki dinsel inançlar için aynı şey söylenebilir. Bugün mesela Anadolu Aleviliğinin kökenlerinden birinin İslam öncesine uzandığını ileri süren ciddi tartışmalar var ve bence böylesi İslam dışı izleri gözlemek mümkün. Bu son derece normal. Özellikle kendi içine kapalı, merkezi düzenle kaynaşamamış bir topluluk için, biraz da silah zoruyla hızlıca bir dini benimsemek, ertesi gün kendi geçmiş inancını unutup yenisinin gereklerini yaşamak anlamına gelmiyor. Eskisinin belki birkaç bin yıllık bir kökü var, toplumun dokusuna yerleşmiş keza. Mazdekçiliğin, İslam dünyasında böyle bir etkisinin varlığından söz edebiliriz. Zaten İsmaililere karşı düşmanca yazılmış Sünni kitaplarda sık sık Mazdek göndermelerine rastlarsınız. Nizarilerin, Hasan Sabbah efsanelerinden bildiğimiz, politik muhtevaya sahip sıkı örgütlenmesi bir gerçek. Bu politik örgütlenme geleneği ve feda kültürü bugünün siyasi örgütlenme kültürüne bir şey devretmiş ya da sonrasındaki örgütlenmeleri etkilemiş midir? Doğrudan etkilediğini sanmıyorum. Çünkü o mücadele geleneği zaten Hasan Sabbah’ın ölümünden sonra giderek tavsıyor, Selçuklularla bir denge içinde, içe dönük bir yaşamı benimsiyorlar. Hatta bir dönem Sünni İslam şeriatını benimsiyorlar, sonrasında şeriatı reddedip kıyameti ilan ediyorlar. Tüm bunlar Hasan Sabbah’tan sonraki üç dört kuşak içerisinde oluyor ve sonunda kendi birliğini sağlayacak bir mücadele de olmayınca çözülmüş, dağılmış bir görüntü veriyorlar. Son kalelerinin de yıkılmasıyla dağılıp gidiyorlar. Aslına bakarsanız Pakistan’a uzanmış olan kanadı yozlaşmış biçimde hala varlığını koruyor. Sanırım başlarında 49. imam
16
Ağa Han var. Ama zengin, mülk sahibi, bir vakfın başına oturmuş bir işadamından ibaret, yani bizim anladığımız anlamda bir gelenekle alakası yok. Zamanında bu gidişatı tersine çevirmeye çalışan bazı çıkışların olmadığını söylemek mümkün değil tabii, bunlar olabilir ama olmuşsa da başarıya ulaşmadığı kesindir. Bugüne kalan benim bildiğim böyle bir bilgi yok en azından. Örgütlenme kültürüne devreden bir şey var mı, bu konuda şöyle bir şey söyleyebilirim: Örneğin Lenin’in Bolşevik örgütlenmeyi tasarlarken, profesyonel devrimciler örgütü fikrinde Narodniklerden esin alması gibi bir bağ yok sanırım. Nizarilerin bu anlamda bir takipçileri yok. Ama bence şu nokta daha önemli: Bir dava için amaç birliği etmiş insanlar arasında kurulmuş, çok sıkı bir iç disipline dayanan bir örgütlenme modeli olmak bakımından İslam dünyasındaki muhalif
Söyleşi
hareketler tarihinde bir ilktir. Dünyada da bu kadar etki yaratmış olanı yok sanırım. Bu bakımdan Hasan Sabbah ve örgütü, yaşadıkları dünyayı değiştirmek isteyen ve bunun için güçlü bir şiddet aygıtı olarak örgütlenmiş merkezi bir yapıyla mücadele etmek zorunda olanların, meşruiyetini kendi amaçlarından alan eylem ve örgütlenme geleneğinin bir parçasıdır bence. Yani devrimci örgütlenme ve eylem geleneğinin bir parçasıdır. Bilim ve Gelecek dergisi Ortadoğu tarihinde eşitlikçi nüveler taşıyan, devrimci, toplumsal hareketlere özel bir ilgi gösteriyor. Aksine bu konuda Türkçe'de çok kaynak da yok. Sizin ilginizin ve bu konuda bu kadar az kaynak olmasının nedeni nedir? Daha önceki dosyalarımızda Şeyh Bedreddin’i, Karmatileri, Babaileri ve ayrı bir dosya olarak Mazdekleri
ele almıştık. Önümüzdeki sayıda daha eskinin, antik çağın halk isyanlarını inceleyeceğiz. Bir kaç nedeni var bu ilginin: Egemenlerin yazdığı tarih zaten bunlardan bahsetmiyor, bahsetse de gerçekte ne olduğunu anlatmayan çarpıtmalarla yazıyor. Bugün de öyle değil mi? Bizim yazmadığımız bir tarih, 2013 yılı için, faiz lobisinin kışkırttığı çapulcuların kargaşasından bahsedebilir örneğin yüz yıl sonra. 2013’ün kahramanları, tarihin kayıtlarına düşen isimler Ethemler, Ali İsmailler değil, Tayyipler, Fethullahlar olabilir. ''Böyle tarihin içine tükürürüm!'' desek de bu böyle. Egemen olan biz olmadığımız sürece, tarih diye bilinen, onların yazdıkları olacak ne yazık ki...
Bir diğer derdimiz, herkesin bildiği modern çağdaki örnekler dışında da, kitlelerin tarih yapan sürekli bir etkinlik içinde olduğuna işaret etmek. Böylelikle, bizim coğrafyamız da dahil olmak üzere doğuya ilişkin üretilmiş bir yanılsamayı; despotik devletin yönetiminde sürüleşmiş atalet içinde yığınlar, durağan bir toplumsal hayat ve ancak yukarıdan gerçekleşen toplumsal dönüşümler şeklindeki imgeyi yıkmak mümkün olacak. Yaşadığı topraklardan süzülen devrimci mirasla buluşmak, oradan uzanan bir devrimci geleneği de kendisine katmak güç verir bir devrimci ideolojiye. Bedreddin’in yârin yanağından gayrı her şeyde ortaklık çağrısı kime coşku vermez ki?
Burada bizim, bir bilim dergisi olarak, yapabileceğimiz şey; geçmişe bakıp bir karşı tarih için kayıtlar düşmektir. Bu karşı tarihte elbette ezilenlerin dayanışması, mücadelesi, tecrübeleri olacaktır.
Ezilenlerin mücadelelerini öne çıkaran bir tarih yazımının anlamı bizim için budur. Yeni devrimci kuşaklara esin olabilecek, cesaret ve kendine güven aşılayabilecek örnekleri gün yüzüne çıkarmak...
Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği Faik Bulut Berfin Yayınları Araştırma - İnceleme 352 sayfa Alamut Piri Hasan Sabbah'ın gerçek öyküsü. Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ve Nizamülmülk ile hiç okul arkadaşı olmadı. Cennet Fedaileri diye bir örgüt hiç kurulmadı. Haşhaşiler (afyonkeş) Alamut Kalesi'nde asla barınmadılar. Sahte Cennet kesinlikle yaşanmadı. Marco Polo, Alamut Kalesi'ni hiç görmeden yazdı. Gerçek Hasan Sabbah kimdir, ne yapmıştır? Alamut Kalesi ile sahte cennet efsanesinin aslı astarı nedir? Alamut Kalesi, tüm dünyanın nefretini nasıl topladı? "Afyonkeş katiller" (Haşaşiler) deyimi niçin günümüzdeki insanları bile yanılgıya düşürü-
yor? Bu soruları yanıtlayan eser, Hassan Sabbah hakkınnda uydurulmuş efsaneleri içeren piyasa malı tüm kitaplara bilimsel bir alternatif niteliğinde. Haçlılar ve Ortodoks İslamcıların Hasan Sabbah yandaşları hakkındaki karalama ve iftiralarını belgeleriyle ortaya çıkaran bu kitap, Türkiye'de çok az bilinen İsmaili mezhebinin gizemli tarihini açıklıyor. Batınilik ile tasavvufa giden ilk kapıyı aralıyor. Bu kitapta, aynı zamanda Hasan Sabbah'ın İslamda özgürleşme, eşitlik ve kardeşlik fikriyatının öncülleri ve ardılları olan eşitlikçi dervişan cumhuriyetlerinin hikayesi de anlatılıyor.
Semerkant
İsmaililer
Amin Maalouf Yapı Kredi Yayınları Roman 256 sayfa
Farhad Daftary Doruk Yayınları Araştırma - İnceleme 719 sayfa
“Titanic’te Rubaiyat! Doğu’nun çiçeği Batı’nın çiçekliğinde! Ey Hayyam! Yaşadığımız şu güzel anı görebilseydim!” Amin Maalouf, “Afrikalı Leo”dan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğu’ya, İran’a bakıyor. Ömer Hayyam’ın Rubaiyat’ının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 1072 yılında, Hayyam’ın Semerkant’ında başlayan ve 1912’de Atlantik’te bit(mey) en bir serüven... Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İran’ın tarihinin de okunuşunun öyküsü / tarihi...
“Hacimde olduğu gibi konu olarak da oldukça geniş bir kitap. Dr. Daftary’nin çok fazla kaynak kullanarak, bilimsel alanda revaçta olan fazlasıyla karmaşık bir konuyu ele aldığı İsmaililer adlı bu çalışma, gelecekte değer biçilemez bir başvuru kaynağı olarak yerini hazırlamıştır.” - Robert Irvin, Journal of the Royal Asiatic Society
17
Ekonomi
Ekonominin 2013 mesajı:
Müzik yavaşlıyor, dans bitti! Ufuk Kural
İstanbul Üniversitesi
E
konomide ve siyasette kırılmaların baş döndürücü bir hızla birbirini takip ettiği günlerden geçiyoruz. Ekonomiden gelen deprem sinyallerinin ve iktidar bloğundaki dağılmanın işaret ettiği: Türkiye’nin, küresel alanda, kendisiyle benzer ligde yer alan ülkelerin uyguladığı bir ekonomik modelin iflasıyla, yerel ölçekte AKP’de temsil olunan bir siyasi projenin iflasının iç içe geçtiği ve birbirleri üzerinde hızlandırıcı etkilerde bulunduğu oldukça ilginç ve tarihsel bir dönemden geçtiğidir. Yaşananlar ülkemiz üzerinde yıkıcı etkilere sahip olmakla beraber devrimci olanakları da içerisinde taşıyor. Hal böyleyken bu yazı, ekonominin 2013 performansı
görme ve 2014’e ilişkin muhtemel senaryolara ilişkin mütevazı bir katkıda bulunma amacı taşıyor. Ekonomide 2013 kırılması... 2013, kapitalizmin periferisini(*) oluşturan ülkelerin, özellikle küresel krizden sonra altı daha kalın çizgilerle çizilen ‘hikâyesi’nin sonlanmakta olduğu yönündeki işaretlerinin verildiği yıl oldu. Buna göre, kapitalizmin merkezleri krizin etkileriyle boğuşurken, çevre ülkeler, merkezin, krizden çıkmak için sağladığı bol likidite-düşük faiz ortamının da katkısıyla büyüme rekorları kırıyordu. Türkiye, hikâyenin uçlarda yazıldığı ülkelerden biri oldu. Ülkeye akan likidite o günlere kadar görülmedik miktarlara ulaşmış, faizlerde ciddi
bir gerileme, kredi genişlemesinde ise oldukça yüksek oranlara ulaşılmış ve böylelikle ülkede bir tüketim patlaması yaratılmıştı. Bu şekilde, ekonominin makro dengelerindeki bozulma ve yüksek dışa bağımlılıkla beraber keskinleşen kırılganlıklar umursanmaksızın yüksek büyüme rakamları elde edildi. Ekonomideki bu sahte başarı öyküsü, üst yapıda sürdürülen gerici dönüşüme de yakıt olarak kullanıldı. Ekonominin dış açığı artar ve finansmanın kompozisyonu gittikçe bozulurken, küresel likiditeye bel bağlamış ekonomi yönetimi, ‘finansmanı var, dert etmeye gerek yok’ türküsünü söylemekle meşguldü. Derken yılın ilk yarısının sonunda,
Mayıs ayının 22’sinde, ABD Merkez Bankası FED’in Başkanı Bernanke, özellikle çevre ülkelerin gündemine bomba gibi düşen açıklama yaptı: ABD ekonomisi toparlanma sürecine girmişti ve toparlanmada saptanan hedeflerin gerçekleştirilmesiyle beraber, devasa boyutlara ulaşan varlık alım programı (son programda aylık 85 milyar dolar) azaltılarak bitirilecekti. Bernanke’nin açıklamasının bahsi geçen ülkeler açısından ne anlama geldiği gayet açıktı: Kapitalizmin merkezlerinden gelen toparlanma sinyalleri güçlendikçe, küresel sisteme aktarılan likidite yavaş yavaş azaltılacak ve periferide yer alan ülkeler bu şekilde fonlanan yüksek büyüme oranlarına veda edecekti. Gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırılan merkezlerde kur ve faizler tırmanışa geçerken, büyüme beklentileri bir hayli aşağı çekildi. Türkiye için ikinci şok dalgası Haziran Direnişi’yle geldi. Azalan likiditenin adres seçiminde daha hassas olacağı ve politik istikrar sahibi piyasaların ön planda olacağının dillendirildiği bir ortamda Haziran, AKP’nin ideolojik alanda yükseltilen İslamizm ve pratikte polis-yargı şiddetiyle şişirilen istikrar balonuna o tarihsel iğnesini batırıverdi. Suriye’de yeni Osmanlıcılığın BAAS duvarına çarparak tuzla buz olmasıyla AKP’nin emperyalist merkezlerde imajı iyice yerle bir oldu. 17 Aralık’ta başlayıp bu yazının yazıldığı günlere kadar çeşitli aşamalardan geçerek ilerleyen ve 3. Şok dalgasını oluşturan süreç ise bunun ürünüdür ve Haziran Direnişi ile dış politika hezimetinin yarattığı basıncın sonucu olarak Türkiye’yi bugünlere getiren egemen bloğun dağılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. AKP, 2013’ün özellikle ikinci
18
Ekonomi
yarısından itibaren ekonomi ve siyasetteki gelişmelerin verdiği mesajı anlamamakta direndi. Zira yaşananlar, tarihsel önemde bir seçimler döneminde AKP’ye ekonomiyi dondurmasını dayatıyordu. Nitekim AKP, 2014 yılının ilk aylarına kadar faiz lobisi vs. gibi saçmalıklarla bahsi geçen adımları öteledi ancak 28 Ocak’ta gerçekleşen olağanüstü PPK toplantısında alınan sert faiz artırım kararları AKP’nin havlu attığının ilanı oldu. 2014’te ekonomi, artan ani-duruş tehlikelerine karşı soğutulacaktı. Türkiye ekonomisinin 2013 performansı 2013'te büyüme 2013 yılında Türkiye ekonomisinin ne kadar büyüdüğüne ilişkin rakamlar Mart ayında açıklanacak. Ancak birçok göstergeye ilişkin, Aralık ayı verilerinin açıklanmasıyla beraber, 2013 resmi büyük oranda tamamlandı. Buna göre ilk elden Türkiye ekonomisinin 2013 yılını %4 civarında bir büyümeyle kapatmış olduğunu söyleyebiliriz. Büyümenin kaynaklarına baktığımızda ise ekonominin makro dengelerindeki bozulma daha net karşımıza çıkıyor. Yılın ilk üç-çeyreğine ilişkin veriler, özel tüketim ve devletin yatırım ve tüketim harcamalarının sürüklediği, bunun karşısında net dış
talebin büyümeye negatif katkıda bulunduğu resmin devam ettiğini gösteriyor. Yılın son çeyreğine ait sanayi üretimi ve tüketim verileri ise üretimde direncin belirli oranlarda korunduğu, tüketimde belirli bir ivme kaybına rağmen mevcut eğilimin sürdüğünü gösteriyor. Uzun bir süre negatif seyreden ancak yılın üçüncü çeyreğinde belirli bir toparlanma göstererek büyümeye pozitif katkıda bulunan özel yatırımların ise yine yılın son çeyreğinde bu eğilimi sürdürme olasılığı düşük. 2014 yılına ilişkin ilk veriler ise ekonomiyi, özellikle yılın ilk çey-
reğinde, ciddi bir yavaşlamanın beklediğini gösteriyor. Özellikle Para Politikası Kurulu’ndan (PPK) çıkan sert faiz artırımlarının, tüketici kredi faizlerine yansımasıyla büyümenin motor gücü olan özel tüketimde sert bir yavaşlamanın yaşanacağı aşikâr. Nitekim Cnbc-e tarafından düzenlenen Tüketici Anketi’nde 2014’ün ilk aylarına ilişkin Tüketici Güven Endeksi rakamlarının 2008 krizi düzeylerine kadar gerilemiş olması bunun göstergelerinden birisi. 2013'te Ödemeler Dengesi 2013’e ilişkin ödemeler dengesi
rakamları, AKP’nin yüksek dış açığa dayalı büyüme modelinin aslında çoktan miadını doldurmuş olduğunu gösteriyor. Aralık verilerine göre, 2013 yılında ekonomimiz 65 milyar dolar cari açık verdi, bu da cari açığın GSYH’nin %8’ine ulaştığını gösteriyor ki, 2013 için %4’lük bir büyüme beklentisi altında bu rakam, artık ekonomi çok daha fazla açık vererek çok daha az bir büyüme sergileyebilir. Nitekim, büyümenin %8,8 gerçekleştiği 2011 yılında cari açığın GSYH’ye oranı %10 seviyesinde idi, sonrasında 2012 yılına damgasını vuran ‘yumuşak iniş’ döneminde büyüme %8,8’den %2’lere kadar düşürülürken cari açığın GSYH’ye oranı ancak %6,2 seviyesine geriletilebildi. 2012-2013’ün ortalamasına bakıldığındaysa ekonominin GSYH’nin %7’sine ulaşan bir cari açıkla ancak %3 civarı büyüyebildiğini gösteriyor. Cari açığın finansman tarafına bakıldığında resmin daha da kötüleştiğini görüyoruz. Nitekim cari açığın finansmanında kısa vadeli fon girişlerinin ağırlığının artmakta olduğu, bu şekilde finansman kalitesinin bozulduğu ve bunun Türkiye ekonomisinin risk görünümünü artırdığı bilinen bir gerçekti. Şimdi bu gerçeğe sermaye girişlerindeki ciddi yavaşlama da eklenmiş bulunuyor. Yılın bütününe bakılacak olursa, 2013’te sermaye girişleri (rezervler hariç) 71 milyar dolar olarak
19
Ekonomi
gerçekleşti. Bunun 23,7 milyar doları portföy akımlarından gerçekleşirken 30 milyar doları bankacılık kesimi akımlarından gerçekleşti. Doğrudan yabancı yatırımlar ise 10 milyar dolarla sınırlı kalarak toplam açığın ancak %15’ine yakın bir kısmını finanse edebildi. 2014’te ekonomide yaşanacak yavaşlama ile beraber cari açıkta da belirgin bir yavaşlama kendisini gösterecek ancak bu yavaşlama, büyümedeki yavaşlamanın daha gerisinde olacak. Ağırlıklı beklenti 2014’te, Türkiye’nin %2-2,5’lik bir büyüme ile GSYH’sinin %5,5-5,8’ini bulan bir cari açık vereceği yönünde. Aşağıdaki grafik de, Kasım-Aralık dönemine ilişkin sermaye akımları çizgisiyle cari açık çizgisinin yönleri, ekonominin
yılın ilk çeyreğinde karşı karşıya olduğu ani-duruş riskini gözler önünde seriyor. Türkiye ekonomisinin dış kırılganlığının 2014 itibariyle ulaştığı boyuta ilişkin bir başka gösterge ise dış borç miktarının ulaştığı boyut. Bol likidite-düşük faiz atmosferinde borçlanma rekorları kırmakta sakınca görmeyen özel sektör, küresel iklimde yaşanan
değişme ve Türkiye’nin bir de siyasi krizden kaynaklı yaşadığı negatif ayrışmanın sonucu olarak kurda ve faizlerde yaşanan artışın etkisiyle ciddi bir basınçla karşı karşıya. Aşağıda yer alan tablo, özel sektörün uzun vadeli kredi borcu ile dolar kurunun seyrini beraber gösteriyor. Yukarıda, ekonominin 2014 performansına ilişkin sıralananlara,
Türk Lira’sında yaşanan sert değer kaybının ateşleyeceği enflasyon ile işsizlik oranındaki artışın daha da ivme kazanacağını eklersek 2014’ün düşük büyüme, yüksek enflasyon ve yüksek işsizliğin yılı olacağını söyleyebiliriz. Resmin şekillenmesinde son sözü söyleyecek olanınsa siyaset olduğu çok açık… (*): Çevre, uç, kıyı
20
Kültür - Sanat
Don Quijote ve Teorik İhtilalcilik Dünyanın farkındadır. Kendisinin de. Hayalinin de. Don Quijote Quijote düş kurar. Ardından bu düşe herkesi inandırmak için yollara düşer. Akın Art Bilgi Üniversitesi Sosyalist Düşünce Kulübü
“Sana anam gibi hürmet ediyorum/ edeceğim/ Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum/ gideceğim” Nazım Hikmet La Manchal’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote: Çoğumuzun yel değirmenlerine savaş açan bir “kaçık” olarak bildiği “Mahsun Yüzlü Şövalye” Edebiyat tarihinin hakkında en çok yazılan karakterlerinden biri. Şövalye romanslarının parodisini yapan, bir çok türü metnin içerisinden geçirerek bir “türler orkestrasyonu” olarak da adlandırılan romanın doğuşunu müjdeleyen yapıt… Kimilerine göre yel değirmenlerine savaş açan bir romantik, kimilerine göre ise ayakları yere basmayan “egzantirik” hayaller peşinde koşmanın ibretlit bedelidir Don Quijote. Bir edebiyat araştırması yapmak niyetinde değiliz. O yüzden kitabın yazarı bir başka “yaratıcı asilzade” Miguel de Cervantes Saavedra’nın hangi itkiyle Don Quijote’yi yazdığı, bizim için önemsizleşiyor. Şövalye romanlarına tutkun olan Don Quijote bir gün hayran olduğu şövalyeler gibi zırhları kuşanıp adalet için dövüşmeye karar verir. Ülkesini “Altın Yıllara” döndürmek istemektedir. Uyduruk zırhlar kuşanılır, vali olma vaadiyle “mahsun
yüzlü şövalye”mizin yardımcısı olmaya kabul eden Sancho Panza ile yollara düşülür. Aşık olmadan şövalye olunmaz. O da yaratılır. Şövalyemiz Dulcinea’nın aşkını da kendine yol arkadaşı yapar. Ve “olaylar gelişir”… Hikayenin herkesçe bilinen kısmı böyle özetlenebilir. Ancak fazlası vardır “Yaratıcı Azilzade”mizde. Bir cüretin temsilcisidir . Don Quijote’nin hayalini kurduğu dünya ile onu kuşatan dünya arasında ciddi farklar vardır. Hayalcidir Don Quiote. Hayal kurar, gerçekleştirmek için harekete geçer. Bu yönlü bir okuma Edebiyat Dostları dergisinin ilk sayısında, “bizde en çok Don Quijote’nin kanının dolaşmasını istiyoruz” diyen imzasız bir yazıda mevcuttur: “Biz hayalciyiz (… )Hayal gerçeğin örtüsünü kaldırmaktır. Gerçeğin ötesine sıçramaktır (…) Batı’da Anglo - Sakson eğitim modelinde Don Quijote çok önemli bir yere sahiptir (…) Çocuklarına hayal kurmamayı, idealler yaratıp bunların peşine düşmemeyi “veriyorlar” Statükodan yana tavır almayı, mevcutta mevcut olmayı öğütlüyorlar. Aksi halde başlarına alay edilme,
acınma, aşağılanma, hırpalanma ve hatta ölümün gelebileceğini söylüyorlar.” Gençlik sık sık “gerçekçi olmamakla” eleştirilir. Yazdıkları, yaptıkları iyi niyetli ” eleştilermenler” tarafından yel değirmenlerine karşı kazanması imkansız bir savaş vermekle, daha radikal “eleştirmen”ler tarafından ise budalalıkla, bir yere varmayacak hayallerin peşinden koşarken kendine zarar vermekle suçlanır.İki seçenek vardır onlara göre: Gerçekçi olmak ve hayalci olmak. Don Quijote bu ayrıma burun kıvırır. Onun ayrımı bellidir: Konformistler ve ütopyacılar. “Sevdalımız “ ütopyacıdır. Don Quijote’nin aradığı “Altın Yıllara Dönüş” (1) tür. Tarihsel olarak bu dönüş imkansız olsa da hayalinin peşinden koşar. Kürek mahkumlarını kurtarır, kürek mahkumlarından dayak yer. Yine de yılmaz. Deli muamelesi görür. Aldırmaz. Gerçekten okuduğu kitaplardan dolayı kafayı yemiş bir deli midir? Çevresindekiler böyle görür Don Quijote’yi. İşte “devrimciliği” de burada başlamaktadır:
Don Quijote. Ne olabileceğimi de biliyorum(…)” (s. 72) Don Quijote’nin delirdiği düşünülür çevresi tarafından. Gerçek dünyaya döndürümek isterler onu. Ancak şövalyemiz verdiği bu cevapla bir “kaçık”tan ibaret olmadığını gösterir. Dünyanın farkındadır. Kendisinin de. Hayalinin de. Don Quijote Quijote düş kurar. Ardından bu düşe herkesi inandırmak için yollara düşer. Kale olarak düşlediği dökük bir hana girer. Han kaleye dönüşür. “Vizcayalı”yı düelloya davet eder. İstediğini alır. Kötü şövalye olarak düşlediği Viczayalı belki kalkan yerine minder taşımaktadır. Ancak, kitapta bu bölüm yarıda kesilse de görürüz ki “mahsun yüzlü şövalye”miz istediğini almıştır. Don Quijote başına gülünç olaylar da gelse, çevresi tarafından deli olarak da görülse herkesi kendi oyunun parçası kılmayı bilir. “Kaçık” şövalyemiz sanıldığından çok daha zekidir.
“(…) ben komşunuz Pedro Alonso’yum. Zat-ı aliniz de ne Baudoin’siniz ne İbni- is Serrac; siz dürüst asilzade Senor Quijana’sınız.
Don Quijote “gerçekliğe” ya da çoğunluğun eğilimine göre hareket etmez. Kendi gerçekliğini dayatır. Kendi dünyasını dayatır. Bunu kendi kavramlarını dayatarak yapar. Kim olduğunu bilir, ne yapabileceğini de.
Ben kim olduğumu biliyorum dedi
İdeolojiler alanını belirlemek için
Kültür - Sanat kıran kırana bir mücadele verilirken Don Quijote’nin bu tavrı bizim için ilham vericidir. Zaman zaman kavramlar “entelijansıya”mızın paralı askerleri tarafından tedavüle sokulur. Pek çok mecra bu kavramlarla bombalanır. Dinci gericilik yoktur, başörtüsü serbestisi vardır. Suriye’de Sünni İslam terörü yoktur, halk kitlelerinin diktatöre karşı verdiği mücadele vardır. Sivil hükümet ve onu devirmek için darbe ortamı hazırlayan marjinaller, elitler vardır. Bombardıman kuvvetlidir. Tahribata yol açar. “Solcu aydınlarımız” gider cemaat gazetelerine röportaj verir. Hükümet televizyonlarına çıkar, konuşur. Amaç “muhafazakar” seçmene hitap etmektir. Sünni İslam hegemonyası ile yeniden örgütlenen siyaset sahnesinde İslam ritüelleri ile halka “sol”dan seslenilir. Karşı tarafın mecraları, karşı tarafın kavramları, karşı tarafın ritüelleri bizi karşı tarafın oyununun parçası kılar. Ütopyası olan aydın, devrimci kendisine dayatılan tarafından belirlenen değil, kendisini dayatandır. “Dayatacak alnı” (2) olandır. Birileri “mahsun yüzlü şövalye”mize deli muamelesi yapabilir. Birileri “oyları bölmeyin” gibi söylemlerle gençleri “gerçekçi” olmaya çağırabilir. Gençliğe uçuk hayaller kurmamayı, ayaklarını yere sağlam basmayı telkin edebilir. Don Quijote bizlere önce düş kurmayı sonra da diğer insanları o düşe inandırmayı, parçası kılmayı öğretmiştir. Kendi kavramlarımızı dayatmanın, kendi mecralarımızı yaratmanın zorunluluğunu 400 yıl önce bize farkında olmadan göstermiştir.
21 Onur Bayrakçeken Boğaziçi Üniversitesi
temenni I kan tükürüyorum –gece kanayan çocukların göğündeyim onları bahçelerin sessizliğinde görüyorum, görüyorum yeniden gömüyorum- sahipsiz bir top, yırtık bir çanta ayak izlerinden hüzünler topluyorum ben de çocuktum bu şehrin bahçelerinde çocukluk yalnızlığın ayıp olduğu zamandır bazımız toprak olurduk bazımız yağmur aynanda vurulurduk aynı ağaç diplerinde ben bir ayıp ettim, ölemedim sizinle ama kalbime tuz döktüm tuz döktüm II sabah, gözlerimi yakarak uyandı dünya akşam, bir ekmeğin düşüşüydü yere annelerin masasında bir eksik sandalyeah! yoruldum haber saatlerinde titremekten her gece bu şehirde ölüleri kokluyorum lan yıkılsın artık boşluğa uzanan eller ağıtlar yıkılsın, dualar yıkılsın dilimde kanlı marşlar biriktiriyorum tarih bıçak gibi hızlansın III
Kaynakça: 1-) Temizyürek Mahmut, Mavi Gözlü ile Mahsun Yüzlü , Sözcükler, Ocak- Şubat 2014 2-)Don Kişot’un Hangi Ad ı, Edebiyat Dostları, Sayı 1 3-) Cervantes Miguel de , La Manchalı Yaratıcı Asilza de Don Quijito Cilt 1-2, Çeviri Ro za Hakmen, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2013 4-) Hikmet Nazım, Don Kişot Üzerine, soruyusormak .com
Notlar: 1-) Don Quijote’nin içinde bulunduğu dünya ile çelişkisinin temelinde feudal toplumdan merkantalist topluma geçişin izleri vardır. Her ne kadar şiirsel ehliyeti tartışmalı da olsa kitabın sonunda Don Quijote’nin pişmanlık içinde ölmesini bu geçiş ile birlikte düşünmek gerekir. 2-) Akif Kurtuluş’un “Denizden Kalan İzlerle” adlı şiirinden alınmıştır.
hüzün dediğin bir ağaç dalıdır üstüne anka kuşları konar dayanmaz ki- üç vakte kırılır ölümle başlayan ölümle biter ateş közünü buluyor boynunuz yağda kırılsın efendiler başlarınız sepetlere düşsün aynalar rengini bekliyor sizi affeden anneler sizinle ölsün IV çocukluk insanın dünkü ayağıdır siz bile kendinizden kaçardınız efendiler
22
Kent
Mülkiyet, Duvar, Kent İllüstrasyon: Ferhat Akbaba
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Dikenli tellerle çevrili, dört bir yanı güvenlik kameralarıyla dolu, insan boyunu üçe katlayan duvarları, özel güvenlik görevlileri ve turnikelerle dolu girişleri ile gecekondu mahallelerinin ortalarına dikilen rezidansları gözünüzün önüne getirin. Güvenlik endişesi adı altında karşımıza ne çıkmakta? Melih Fırat Ayaz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
O
rtaokuldayken, okuldan kaçmak en büyük eğlencemizdi. O duvardan atladıktan sonra kimse görmesin diye eğilip son arkadaşımızın da atlamasını beklerkenki tatlı korkunun ve sonra bir anda arkamıza bile bakmadan koşuşumuzdaki zaferin verdiği heyecan unutulmazdı. Okulun büyük bir bahçesi ve uzunca da bir duvarı vardı. Kot farkından dolayı okulun dış tarafı, iç tarafında çok aşağıdaydı. Ancak bir yer vardı ki orası bizim için ‘’cennetin kapısı’’ydı. Okuldan tüm kaçışlar kot farkının diğer yerlere nazaran daha az olduğu bu ‘cennetin kapısı’ndan yapılırdı. Müdürümüz, aklınca kaçışları önlemek için, bu duvarın dış tarafına bir çukur kazdırmıştı. Duvarı yükseltmek pahalı gelmişti anlaşılan. Bir hocamız isyan etmişti: “Çocukların bacakları kırılacak, bu sefer hiç gelemeyecekler okula.” Müdür de: “İyi ya hiç gelmesinler” diyerek bize sevgilerini sunmuştu. Haddini bilen, ses çıkarmayan, sizin çizdiğiniz sınırın dışına çıkmayan, itaatkar bir nesil için; sorgulama-
yı dışlayan bir eğitim sistemi ve baskıcı disiplin politikaları kadar, üzerinde hakimiyet kuracağınız mekanın tanımlanması, sınırlandırılması gerekir. Duvar bu işi görür. Bu hakimiyet alanına sığmayanlar ise ‘hiç gelmesinler daha iyi’dir. Mekanın önemi ve mekan-denetim-duvar ilişkisine girmeden önce mülkiyet konusuyla ilgili teorik bir ara verelim. Çünkü duvar-mekan ilişkisine bütünlüklü bakabilmek için mülkiyet anlayışı da göz önünde bulundurulmalı. Mülkiyet "Biliyorum ki ben, ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında, hiçbir şeye sahip değilim. Biliyorum ki ben, tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında, hiçbir şeye sahip değilim." Goethe Mülkiyet, tarih boyunca, değişik biçimlerde karşımıza çıkmıştır. Kimilerine göre varlığımızın bir sonucu olarak doğal bir hak, ki-
milerine göre ise bir grup açgözlü insanın doğadan ve toplumdan çaldıklarıydı. Öncelikle şunu belirtmek gerekir; mülkiyet anlayışı, üretici güçlerin gelişimiyle, değişen üretim ilişkileriyle birlikte; sınıfların, kentlerin, devletlerin ortaya çıkışıyla paralel bir gelişim süreci izlemiştir. Yani tarihsel bir süreçte meydana gelmiştir. Özgürlüğün temeli olduğu safsatalarıyla sürekli çarpıtılan mülkiyet kavramı, açık anlamını, herhangi bir canlının genetik olarak sahip olduğu, hayatta kalmayı kolaylaştırmak ve birtakım fiziksel etmenlerden korunmak için kendine ait bir yaşam alanını ve yaşamsal ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli maddeleri sahiplenme güdüsünden çok; insana ait ve öğrenilen bir davranış olarak, miras anlayışında, meta fetişizminde, sermaye birikim modellerinde, sınırsız sahip olma tutkusunda ve bu tutkudan doğan tüketim hırsında bulmaktadır. Bu konuda bütünlüklü bir bakış açısı ortaya koyan John Locke’un (1) fikirlerinden yola çıkarak bir sonuca varabiliriz.
Locke’a göre; insan, yaşamı boyunca, hayatını kolaylaştırmak ve devam ettirebilmek için, doğanın ona sunduğu imkanları emeğiyle değerlendirerek bir şeyler yaratır. Haliyle de kendi eseri olan bu şeylere sahip olma hakkı da vardır. (2) Ancak mesele bu kadar da masum değildi. Mülkiyetin, emeğin karşılığı doğal bir hak olduğunu söyleyen Locke, buradan hareketle; “Atımın yediği ot, bahçıvanımın biçtiği çim ve herhangi bir yerde açtığım maden çukuru, diğerleriyle birlikte ortak haklara sahip olsam da, herhangi bir kişinin belirlemesi ya da rızası olmadan, benim mülkiyetim haline gelir. Onları ortak mülkiyet olmaktan çıkaran emeğim, onlardaki mülkiyetimi de belirler” diyerek sınırsız sermaye birikimine kapıyı aralamıştı. (3) Yani, Locke’a göre, ağaçtaki elmayı toplayan ya da toprağı ekip biçen insan, sadece o elmanın ya da kaldırdığı hasadın değil; elma ağacının ve ektiği toprağın da sahibi olur. (4) Bu ifadesiyle Locke, “üreticilerin
23
Kent ürettiklerine sahip olma hakkı”nı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti meşrulaştırmak için kullanır.
ortadan kaldırmayı istemekle suçluyorsunuz. Kuşkusuz, tam olarak da bunu istiyoruz.” (6)
Mülkiyet anlayışına yönelik eleştirilerinde, tarihin akışı içerisinde değişen mülkiyet biçimlerine dikkat çeken Marx’la Engels, Komünist Manifesto’da şöyle demişlerdir:
Duvar “Üretim biçiminden doğan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak eşitlik, eşitsizlik haline gelmiştir; özgürlüğün yerini kişisel çıkarlar almıştır ve güvenlik de, tüm insanlara ait olmasına rağmen, mülkiyetin korunması anlamına gelmektedir.” (7)
“Biz komünistler, insanın kendi emeğinin meyvesi olarak, kişisel mülk edinme hakkını kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olduğu ilan edilir. Güçlükle elde edilmiş, bizzat edinilmiş, bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetinden mi söz ediyoruz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçüde yok etmiştir ve hala da gün be gün yok ediyor. Yoksa modern burjuva özel mülkiyetinden mi söz ediyorsunuz?” (5) Yani Marksizm’in kurucuları, mülkiyeti, tarihsel süreç içerisinde ele almış ve özel mülkiyeti, toplumsal olan sermayenin, üretim araçlarının özel mülkiyeti sonucu, bir avuç zenginin elinde kalmasını ve toplumun büyük bir kısmının bundan mahrum bırakılmasını eleştirmiş ve hedeflerini ortaya koymuşlardır: “Özel mülkiyeti kaldırmak istediğimiz için dehşete düşüyorsunuz. Ama mevcut toplumunuzda özel mülkiyet üyelerinizin onda dokuzu için zaten yoktur ve tam da onda dokuzu için var olmadığı için vardır. Yani bizi, zorunlu ön koşulu toplumun çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini
Dikenli tellerle çevrili, dört bir yanı güvenlik kameralarıyla dolu, insan boyunu üçe katlayan duvarları, özel güvenlik görevlileri ve turnikelerle dolu girişleri ile gecekondu mahallelerinin ortalarına, halkın barınma hakları hiçe sayılarak yıkılan evlerin yerine dikilen siteleri, rezidansları gözünüzün önüne getirin. Güvenlik endişesi adı altında karşımıza bir paranoya hali, keskin bir sınıfsal ayrım, kendinden olmayanı ötekileştiren, umursamaz, kendini beğenmiş ve yağmacı bir kültürün hegemonyası çıkmaktadır. Küçükken, anneannemlerin mahallesindeki evlerin bahçe duvarlarını hatırlarım da; sokağın tozundan, pisliğinden bahçeyi korusun diye çoğu derme çatma, sağdan soldan toplanmış taşlarla yapılmış, bir tekmelik işleri olan duvarlardı. Meyve ağaçlarıyla dolu bahçeler ve sıkı komşuluk ilişkileri vardı. Şimdi onların yerini apartmanlar ve çıkar ilişkileri aldı, tabii duvarlar da yükseltildi ve sağlamlaştırıldı. Duvarlar salt güvenlik endişesiyle örülmez, bir diğer işlevi de otorite kurmaktır. Yazının girişindeki okul macerasında
da belirttiğimiz gibi; duvarlar, hakimiyet alanının sınırlarının çizilmesi ve tanımlanması içindir. Mekanın üzerinde dönen ilişkilerin kontrolü, bir yerde mekanın da kontrolünü gerektirir ve tanımsız, sınırları muğlak bir mekanda otorite kurmak zordur. Bu yüzden, o duvar dizisinin bittiği yerde bir kontrol noktası bulunur. Zaten duvarın fiziksel işlevi de giriş-çıkışı denetim altına almaktır. Kent Mülk sahibinin, mülk çevresine duvar örerek, mülki sınırlarına giriş-çıkışı kontrol altına almaya çalışması anlaşılır da, mesela, herkesin elini kolunu sallaya sallaya girebileceği bir devlet hastanesinin ya da bilmem ne işleri müdürlüğünün çevresinde niye 5 metre duvar örülüdür? Çocuk parklarının bile çevresine duvar dikmek, bu düzenin otorite manyaklığının ve mülk sevdasının sirayet ettiği bir mimari alışkanlığın en absürt örneği olsa gerek. Bu manyaklık ve sevda, kentleri bir duvar, bariyer, tel örgüler çöplüğü haline getirdi. Kentlerde erişilebilirlik yok edildiği gibi birbirinden yalıtılan kentsel organizmalarla birlikte insan ilişkileri de birbirinden yalıtık, kopuk, soyut ve tümüyle çıkarlara dayalı bir hale geldi. Sadece ürettiklerimize değil, birbirimize de yabancılaştık. Tarihsel, kültürel ya da yeşil, her mekanın ticarileştirildiği; evde, yolda, işte, okulda, her yerde ‘kutulara’ hapsedildiğimiz kentlerde, kamusal, açık ve yeşil mekanların bir bir yok edilmesine tanık oluyoruz. Artık girdiğimiz her mekanda kapladığı-
mız alanın ya da aldığımız nefesin bir ücreti var. İçerisine girdiğimizde hiçbir şey satın almak zorunda olmadığımız, gerine gerine kitap okuyabileceğimiz ya da ödev yapabileceğimiz, sıkış tıkış kütüphaneler dışında neresi kaldı? En ilginci de, Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından zafer sarhoşluğu içerisinde ‘Tarihin Sonu’nu (8) getiren ve tüm dünyayı sarıp sarmalayan ‘’özgür dünya’’, ne oldu da şimdi dünyanın dört bir yanında sınırlara duvar örme telaşına düştü. (9) Konut sorununu çözmek bir yana, barınmak gibi en doğal ve en temel hakkımızı savunmanın bile suç haline geldiği ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesinde, hatta en gelişmiş ülkelerinde bile, sokakta yaşayanların sayısı binleri bulmuşken, kentsel çöküntü alanlarının ‘medeniyete’ nasıl kazandırılacağına dair kentsel ve mimari projeler havalarda uçuşuyor. Günümüz mülkiyet anlayışının sorgulanmadığı ve kamu yararı gözetmek gibi bir kaygıları olmadığı halde yaşanabilir bir kent hedefiyle ortaya konulduğu söylenen kentsel projelerde sıklıkla tekrarlanan; estetik ve işlevsel mimari çözümler, sürdürülebilir doğal kaynak kullanımı ve ekonomik kalkınma modelleri, katılımcı ve demokratik bir yerel yönetim, hatta özyönetim, hatta ve hatta yönetişim gibi ifadeleri duyunca kendinden geçmemek mümkün mü? Bizce mümkün. Çünkü yaşanabilir bir kent, ancak yaşanabilir bir düzende mümkün.
Marx liberal filozof olmuştur. Ancak bir ili etk de r rin tla üze No tçı ve Kaynakça rl Marx gibi birçok iktisa a koymuştur. Smith, David Ricardo, Ka am Ad e iyl ris teo r ğe emek sömürüsünü ortay -de de zm ali pit ka k (1) Locke, emek ara çık yatırmış, Locke'tan yola tirisi Erişim: 19.12.2013 iktisatçıları ters köşeye t-teorisi-ve-marksist-eles iye ulk -m un cke -lo 02 yi-214/3 Erişim: 19.12.2013 kdunyasi.org/arsiv/36-sa i-ve-marksist-elestirisi ris (2) http://www.ozgurlu eo t-t iye ulk -m un cke yi-214/302-lo şim: 19.12.2013 kdunyasi.org/arsiv/36-sa e-marksist-elestirisi Eri i-v ris eo (3) http://www.ozgurlu t-t iye ulk -m un yi-214/302-locke kdunyasi.org/arsiv/36-sa (4) http://www.ozgurlu yınları, s. 146-147 münist Manifesto, Sol Ya Ko h, ric ed Fri ls ge En (5) Marx Karl, şim: 19.12.2013 edrich, a. g. e, s. 148 e-marksist-elestirisi Eri i-v ris eo (6) Marx Karl, Engels Fri ai t-t iye ulk -m un 4/302-locke adığını, kapitalizmin nih si.org/arsiv/36-sayi-21 arın bir anlamının kalm ya ml un vra kd ka i rlu gu gib .oz m vri ww de /w , im (7) http:/ rleme, toplumsal değiş k, 2012 a yayınlanan ve artık ile Son İnsan, Profil yayıncılı ınd yıl ve 92 nu 19 So n n ’nı ihi ma Tar ı: ya ad ku n ını ab örülen duvarlar kit en (8) Francis Fu ed ia P hükümeti tarafından AK r var olacağını idd a da ırın ka sın uza a ns jav so Ro , rak an ola tirmek amacı taşımakta. bir sistem timi tarafınd kendine bağımlı hale ge zze şeridine İsrail yöne rak Ga , lıta an ya nd an afı ad tar ny i dü tim , ne ak a ABD yö rşı tarafı baskı altına alm (9) ABD-Meksika sınırın u söylense de aslında ka uğ old için k me lle ge en kaçak girişleri
24
Yaşam
Mad Men
Beyaz Yakalılık, Dün ve Bugün Onur Avcı
Mad Men bize ikinci savaş sonrası 50’lerin sert ve çetin koşullarından, 60’lar aracılığıyla, 70’li yıllara uzanan bir geçiş dönemi Amerika’sını resmediyor. Bu dönem muhafazakârlığın kural, ırkçılığın olağan, eril tahakkümün ahlaki kabul edildiği bir toplumsallıktan, gerek 60’larla filizlenen karşı-kültürel devrimlere, gerekse de ultra-liberalleşen bir tüketim toplumuna da tanıklık etmekte.
Galatasaray Üniversitesi
D
izilerin Amerikan televizyon yayıncılığında merkeze yerleşmesi ve izleyici sayısındaki buna mukabil artış, 2000’li yıllarla birlikte gerçeklik kazanmış bir durum. Uğruna milyon dolarlar dökülen böylesi bir tüketim endüstrisinin sinemaya alternatif bir iddia ile yol aldığını söylemek yanlış olmayacak. İşlediği konu, çekim tekniklerindeki estetik değer ve toplumsal, siyasal, kültürel etkileri itibarıyla belli başlı diziler (The Wire, Oz, Sopranos vb.) şimdiden kült yapımlar haline gelmiş bulunmakta; “sosyolojik” optiğe kendini açmakta ve bilcümle moda analizinin, tarihi yorumlamaların, sinemasal okumaların kadrajına girmektedir. İşte Mad Men tam olarak böylesi bir iklime doğmuş, yedinci yaşına hazırlanan, günümüzde popüler kültür üretimi adına kendi klasmanında mühim bir yer tutan; takdire şayan bir yapım.
Diğer yandan Mad Men “anlattığı” şeyin kıyasıya bir eleştirisi olarak da yorumlanabilir. Şu tespiti de pekâlâ yapabiliriz: Mad Men ile, katı fordist üretim koşullarından post-endüstriyel döneme geçişin doğum sancıları içinde kıvranan tekinsiz Amerika, krizleriyle (Küba ile füze gerginliği, SSCB ile nükleer gerginlik, Vietnam Savaşı) ve riskleriyle (1962deki bir uçak kazası, Kennedy suikasti, ekonomik sallantılar) deşifre olmaktadır. Ya da siyah kimlik hareketinin doğuşuna değinilirken ırkçılık, 1968 demokratik ulusal kongre eylemlerinin polis zoruyla bastırılışı anlatılırken Amerikan demokrasisi eleştirilmektedir. Bunların yanı sıra Mad Men, paternalist ve heteroseksist cinsiyetçiliği, sosyal ilişkilerdeki içtensizliği, kişilerdeki sinizmi de ince darbelerle hedefe almaktadır, diyebiliriz. Dolayısıyla Mad Men’in birçok farklı bakış açısıyla incelenmesi mümkün gözüküyor. Bu yazıda ise biz, bütün bu kapsamının yanında ziyadesiyle Mad Men’in beyaz yakalı kültürel kodları üzerinde duracağız. Ancak bunu yaparken kapsamlı bir orta sınıflar analizinden kaçınacağımızı da belirtelim. Zira toplumsal sınıf fraksiyonları tartışması çözülememiş bir tartışma ol-
duğundan, yüksek sesli tespitler bizi bir uçuruma sürükleyebilir. Ayrıca Korkut Boratav’ın nasihatine de uyarsak, Marksist yorum gereği, “orta sınıflar” terimine kuşkuyla yaklaşmamız gerekiyor; kaldı ki salt Mad Men’e bakarak reklam sektörü çalışanlarının bir sınıfsal konum tespitini yapabilmek bambaşka bir çalışmanın konusu olurdu. Bu yazının sınırları dâhilinde belki en fazla, belli karakterlere bakarak sınıfsal durumlarını tanımlayabiliriz. (örn: Peggy Olson’ın sınıfsal yükselişi, Pete Campbell’ın Don Draper gibi burjuvalaşamaması, Roger Sterling’in hamiliği.) Yazımızın sınır ve ilkelerini böyle belirledikten sonra artık konuya odaklanabiliriz… Mad Men'e Giriş Mad Men bir kurgusal anlatı olmasına rağmen tarihi aktarıcılığındaki gerçekçiliği ile anılan bir dizi. Plazalarda şekillenen reklamcılık dünyasının altın çağının, yeni kapitalist insan modelinin, yeni tüketim davranışlarının ve belki bu anlamda çağdaş dünyanın; büyük oranda da Amerikan tipi gündelik yaşamın bir anlamda belgesel anlatımı niteliğiyle övünebilir Mad Men. Burada sadece, misal 16 Şubat 1963 günü, Manhattan’da yağan yağmuru dahi hesaba katan detaycılıktaki çekimlerin yansıtıcılığından söz etmiyoruz.
Bununla beraber duyusal, görsel ve hatta duygusal, toplumsal bir geçmişi yeniden yapmasındaki mükemmeliyetin de altını çizmek gerekiyor. ‘’Mad Men bize ne anlatıyor?’’ diye sorabiliriz öyleyse. Mad Men bize ikinci savaş sonrası 50’lerin sert ve çetin koşullarından, 60’lar aracılığıyla, 70’li yıllara uzanan bir geçiş dönemi Amerika’sını resmediyor. Bu dönem muhafazakârlığın kural, ırkçılığın olağan, eril tahakkümün ahlaki kabul edildiği bir toplumsallıktan gerek 60’larla filizlenen karşı-kültürel devrimlere gerekse de ultra-liberalleşen bir tüketim toplumuna tanıklık etmekte. Öyle ki dizinin başkişisi Don Draper bize bu geçişlilikteki çatışmaların alanı olarak sunuluyor: Zenginliği, yakışıklılığı, ünü, zekâsı ve aile içi etkinliğiyle Don, başlarda yanki erkek tipinin Amerikan rüyasındaki temsili olarak görülüyor. Ancak alt-metinlerde Don’u yıkacak olan bir anlatıya tanıklık ediyoruz: Kadının iş dünyasındaki pozisyonunun mevkisel evrimi, Beat kuşağı ile filizlenen Woodstock’a ve Hippi hareketlerine uzanan özgürlükçü bir yeni jenerasyonun gelmekte oluşu, püriten ahlakın temeli sayılabilecek aile modellemesinin yıkılıp bekar-ebeveynliğin doğuşu, bize Don’un sembolik yıkımına dair bazı ipuçları sunuyor. Fakat yine de bencil iyilik ekonomilerinin ve bireyci bir iktisadi ethosun hala yerleşik olduğunu, dönüşümün
25
Yaşam tastamam neoliberal bir inşaya doğru olduğunu unutmayalım. Kısaca Reklamcılık Analizi Mad Men bize reklamcıların kim olduklarını, hangi pratikleri nasıl deneyimlediklerini, büro dışı yaşamlarını, birbirleriyle olan mesleki rekabetlerini anlatırken, aslında bir yandan “reklamcıların sosyolojik analizini” yapma vizesi de veriyor. Diğer yandan ise, reklamın toplumda hangi etki, itki, meşruiyet ve işlev ile yer bulduğunu; ekonomik şartlar ile, medya ile, toplumsal olaylar ile ilişkisini aktarırken, diziyi “reklam ve toplum” başlığında okumamıza da imkan veriyor. Bu bağlamda, reklamcıların kim olduğuna ve reklamın ne yaptığına kısaca göz atmamız elzem hale geliyor. 60lar ile birlikte reklamcı, Madison Avenue’de, yeni bir dünyanın ütopyasını yeşertiyordu: Herkesin benzer davrandığı, benzer biçimde sevip nefret ettiği, benzer şekilde tükettiği bir dünya. Fakat bunun için birtakım yerleşik tüketim alışkanlıkları değiştirilmeliydi. “İhtiyacı kadar” tüketen toplumsal birey, başta postmodern toplumun doğum yeri Amerika’da parçalan-
malıydı. Kaldı ki neoliberal sistemde kamusallığın topyekûn özelleşmesi, tüketici davranışlarına, toplumsal ödev bilincinin bireyselleşmesi şeklinde yansıyacaktı. Artık ‘’metaların görünür ticareti’’nin yerini ‘’hizmetlerin görünmeyen ticareti’’nin aldığı bu toplumda, reklamcı nesne değil davranış biçimleri ve tüketme arzusu pazarlıyordu (Virilio: 48). İşte bu tüketim pazarında bireyin eylemi şu formülasyon ile gerçekleşiyordu: Ortada bir toplumsal sorun var (ekonomiye can ver sorunu) ve bunun acilen bireylerce çözülmesi lazım. Fakat bireyler yolunu bulamaz ve onlara rehberlik edecek kanaatlerin kurulması gerekir (Baumann: 226). İşte tam bu noktada devreye imaj ve nesneleri, arzunun bilinç dışı yatırımlarına yapılan bir müdahale (Berger: 146) ile yeniden biçimlendiren ve böylece yapay ihtiyaç algıları yaratan, Guy Debord’un deyişiyle “sahte kutsallar” inşa etmekle yükümlü sektörel kahramanlar, yani Madison Avenue’nün beyaz yakalı âdemleri giriyordu. Sonuç olarak da toplumsal ödev bilinciyle hareket eden bir önceki devrin bireyi, artık bireysel bir tüketme bilinciyle kendini mükellef hissediyordu. Hatta bu yeni toplum, Debord’a tekrar başvurursak, “var olmaktan sahip olmaya, sahip olmaktan ise ‘gibi’ görünmeye” doğru gerçekleşmiş bir yolculuğun sonucuydu. Bundan böyle insanlık Herbert Marcuse’un “mutsuzluk içinde esenlik” tarifine uyum sağla-
mış vaziyetteydi. Peki, bu yenidünyanın sürdürücüleri olan reklamcıların kendisi, bir sınıf olarak bugün nasıl ele alınmalıdır? Türkiye’de bu durumu nasıl analiz edebiliriz? Şimdi biraz da elimizden geldiğince bu kapıyı zorlayalım. Sonuç: Beyaz Yaka Maviye mi Çalıyor? Hatırlarsak, Marx iki uçlu bir sınıf analizi yapıyordu: Ona göre kişinin proleter mi burjuva mı olduğunu üretim ilişkileri içerisindeki konumu belirliyordu. Üretim araçlarına sahip olanlar burjuva, bu uğurda artı değer üretenler ise işçi olarak kabul görüyordu. Fakat Marx, bir ara sınıf durumu olarak küçük burjuvalığı da tespit etmişti. Bu kesim, tarihsel değişim sonucunda iki taraftan birine yönelim gösterecekti. Ancak zaman içerisinde görüldü ki, orta sınıflar daralmayıp, genişledi ve karmaşıklaştı. Bugün, bankacılık, sigorta, medya, pazarlama, bilişim, reklamcılık gibi sektörlerde çalışan, tam olarak işçi sınıfının bir parçası olduğunu söyleyemeyeceğimiz, ücretli bir zihin emeğinin söz konusu olduğu bir yeni orta sınıf durumundan söz edebiliyoruz. Peki, bu sınıfın tam olarak üst sınıfsallığı andıran bir maddi ferahlık içinde bulunduğu söylenebilir mi? Yoksa sinirsel bir aşınması ve maddi bir yoksullaşması da söz konusu mudur bu kesimlerin? Aslında bu soruyu politik ekonomik analizlerle hakkını vererek açıklamak gerekiyor, ancak bu ayrıca bir uzmanlık gerektirecektir. Biz burada bir sosyokültürel okumasını yapmakla yetinelim. Sosyal bilimci Ali Şimşek bu yeni orta sınıfları, “kendini mekansal ve kültürel olarak geldiği alt-orta sınıflardan hatta burjuvaziden bile ayrıştırmaya çalışan, küresel etkilenmelere fazlasıyla açık, dinamik bir kesim … ebeveynleri gibi 1945 sonrası Fordist düzenin hiyerarşik disiplini, liyakatçılığı ve meslek ahlakıyla belirlenmemiş, çileci bir tasarrufçulukla malul olmayan; tüketim ve haz odaklı, uyarlanabilir esnekliğe alışkın bir arzulama pratiğine sahip olmaya çalışan vitrini patlak bir eğitimliler ordusu” olarak tanımlıyor. Ancak bugün sektöre 90lı yıllarda adım atmış bu jenerasyonun yerini; 80lerin sonu, 90ların başında
doğmuş yeni bir kuşak almakta ve biz yine bu kuşağı Haziran direnişinde “gündüz işte gece direnişte” tanıdık. Bugün Mad Men’in varsıl ve statik beyaz yakalılarının aksine; neoliberal güvencesizliğin, geçici işlerin, uzun süreli ücretsiz stajyerliğin; 7/24 çalışmanın, hafta sonları da çalışmanın, evde de çalışmanın muhatabı olan bir genç emek dinamiğinin varlığından söz edebiliyoruz. İşte bugün bu kesimleri ele alırken, bir belirsizliğin sosyolojisine kanmayıp aksine, sınıfsal perspektiften kaçınmamak hayati gözüküyor. Beyaz yakalılığı bir belirsizlik alanı addedip, kimliksel analizler ile, hiçbir şey söylemeyen postmodernist sınıftan kaçış teorileriyle, yalnızca “anlamaya” çalışabiliriz. Oysa durum bir emek sorununu içerdiğinden son derece net gözüküyor. Sonuç olarak, Mad Men efsanesi bugün bir biçimiyle sonlanmıştır diyebiliyoruz. Artık plazalara girmek için bir süre yedek iş gücünün işsizler ordusunda görev almak birinci şart haline gelmiştir; dolayısıyla Mad Men’in panoramasında Madison Avenue’de başlayan hikâye, bugün belki de gelecekte patlayacak sınıfsal bir başkaldırıya yataklık yapıyor..
Kaynaklar ve okuma önerileri: • Bauman, Z. (2012) So syolojik Düşünmek, çev: Abdu llah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı • Berger, J. (2008) Görm e Biçimleri, çev: Yurdanur Salman, İstanbul, Metis • Debord, G. (2012) Göste ri Toplumu, çev: Ayşen Ek mekçi & Okşan Taşkent, İstanbul, Ayrıntı • Marcuse, H. (1968) Tek Bo yutlu İnsan, çev: Seçkin Ça ğan, İstanbul, May • Virilio, P. (2003) Enfor masyon bombası, çev: Kaya Şahin, İstanbul, Metis • Ali Şimşek – Arzulaya n Bir Sınıf Olmak: http://haber.so l.org. tr/yazarlar/ali-simsek/arzul ayan-bir-sinif-olmak-83130 • Ali Mert – Kavram Ka rmaşası: Orta Sınıflar http://www.ha be riyorum.net/icerik/ali-mert rve-kavram-karmasasi-orta-sinifla r • Korkut Boratav, röport aj http://www.sendika.org/2 013/06/ her-yer-taksim-her-yer-dir enis-bu-isci-sinifinin-tarihsel -ozlemi-olan-sinirsiz-dolaysiz-d emokrasi-cagrisidir-korkut-bora tav/
26
Yaşam 26 Eylül 2013 günü, sıradan bir öğle vakti, birkaç popüler Twitter kullanıcısının yaratıcı aktivitelerinin ürünü olan bir olaya sahne olmuştu: Kullanıcılar, sonu “beyazyakalı” hashtag’i ile biten dörtlükler yazıyor, birbirleriyle aşıklar gibi atışıyorlardı. Derken bu etkinlik çok kısa sürede trend başlıklar klasmanında belirginleşip, neredeyse tüm bir sosyal medya ağına mal oldu. Biz de yeri gelmişken, beyaz yakalılığa kah eleştirel kah sarkastik yaklaşan bu tweet’lerden bir demet yapalım dedik.
#beyazyakalı Ofis ortamının çakalısın Kravatlı mravatlı fiyakalısın Kansere çare bulduğun yok Sadece bir #beyazyakalı sın (@hhiyel)
Hiyeloğlan anlar halinden Yakınma ortalıkta ahvalinden Bir bira daha aç hadi helalinden Sadece bir #beyazyakalı sın (@hhiyel)
Elinde ayfon tıvitır’da gezersin İş çıkışı göbeğe karşı spora gidersin En ufak sıkıntıda sinire kesersin Bokuna kılıç çeken #beyazyakalı (@lithaen)
İnsan kaynaklarından Tülay es verir Bilgi işlemden Mehmet çöple beslenir Dün bugüne, bugün sana yaslanır Git ayakkabını boyat #beyazyakalı (@PanMonroe)
Slim-fit gömlekten taşıyor göbek Müdürün elinde olmuşsun şebek Sanma ki hikayen mutlu bitecek Sadece bir #beyazyakalı sın (@hhiyel)
Gözlüğü almış pazardan Mevla korusun nazardan Aldığın çakma ray-ban Dikkat et kör etmesin #beyazyakalı (@JosepCmd)
Yurtdışı gezileri senin için nimet Git duty-free de beleş içki lüplet Yurtdışı tespitlerinle herkesi inlet Bir sen akıllısın #beyazyakalı (@lithaen)
Fırsat siteleri senin cennetin Orta sınıf şebeklikleriyle yetin İki ayda bir gittiğin Nusr’etin Aynısını nah açarsın #beyazyakalı (@itaatsiz)
27
Yaşam
Mortgage krizi halini sakın unutma Mava yakalıya dil uzatma sebepsiz Sen maaşını yine alırdın ama Sigortan yattı mı bilemezdin #beyazyakalı (@travisandtyler)
Makarnaya vermişsin 23,5 lira Maaşın yarısı kredi kartı, yarısı kira Mojito çıktı çıkalı içmez artık bira Ömrün geçti triple #beyazyakalı (@kabavicdan)
Ah bir olsam patrona kanka İpekyol elbise, Louis Vuitton çanta Erkeksem ilgim yüksek çelik canta Naçar yakam beyazdır dostlar #beyazyakalı (@kabavicdan)
Esnaf lokantasına giden harbi adamsın Köfteyi pul bibere en çok banansın Plazada real genius, sokakta yamansın Zekanla bizi yak #beyazyakalı (@kabavicdan)
Evde içmeye su yok dolapta Gömlekleri inci gibi gardropta Cuma hapy hour bekler bedava Mısır gevreğinde boğul #beyazyakalı (@basarcankaya)
Haftada bir raporlusun Peynir-ekmeksporlusun Direniste otporlusun Lümpensin lan #beyazyakalı (@sOlukciyerli)
Unide sefil gezdigini unutma Garibana dil uzatma sebepsiz Yine sodexho’yla takilirdin ama Nusr-et nerede bilemezdin serefsiz. #beyazyakalı (@ichbinallah)
Ayak fotosuyla bitirdi yazı Sorsan kendikıraş tek zaafı Arasan telefon açmaz outlook’ta tam bir tazı Kurumsal kimliğini seveyim #beyazyakalı (@medreruno)
Hendıl edersin İngilizcen çoktur Skecyul işinde üstüne yoktur Maaşın yarısını fitness’e kaptır Ömrünü forvırdla #beyazyakalı (@itaatsiz)
Eli işte gözü oynaşta dediniz Patron, müdür hep kanını emdiniz Diktatör de tepesine binince Gündüz işte, gece DİRENİŞTE #beyazyakalı (@BEYAZYAlaKA)
One shot espresso, latte, moccha Kızlar kurşun kalemi yapıyor toka Sözde büyük alemcisin meze, rakı, roka Dengen izanın yok #beyazyakalı (@kabavicdan)
Kadınsan dev çanta, erkekte pabuç parlak Günün yarısı goygoy, yarısı laklak Bir akşam hepbir fasıl mı yapsak? Nereye kadar #beyazyakalı? (@kabavicdan)
28
Yaşam
Özel Üniversitede “Özel üniversitelerde solcu mu olunurmuş?”, “Madem solcusun neden özel üniversitede okuyorsun?”, “Bu bir çelişki değil mi?” gibi uzayıp gidiyor sorular. Özel üniversitelerde okuyan dostlarımız, bir şekilde bu tür sorularla karşılaşmıştır. Bir de biz soralım dedik bu klişe soruları. Gerçi, sonrasında pişman olduk. Soruları yanıtlayan her arkadaşımız sayfalarca içini döktü, fikirlerini paylaştı bizlerle. Sayfalarımız yettikçe yer verdik bütün cevaplara. Biraz biraz da yukarıdaki saçma soruların bir potporisini oluşturduk. Hatta ayağında Konvers var nasıl solcu... (cümlesi bitirilmedi, özel üniversite lobisinin saldırısına uğradık, kameramanımızı dövdüler.) Görüşme: Mustafa Öcalan
Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü
Berna Yiğitbaş Çağ Üniversitesi
Atınç Gürçay İstanbul Bilgi Üniversitesi Bence asıl özel üniversitede solcu olunur. Okulda geçirdiğiniz her gün yüksek gelirli ailelerle düşük gelirli aileleri kıyaslama imkanı buluyorsunuz. Mesela ben Bilgi Üniversitesi’nin Kuştepe Kampüsü’nde öğrenim görüyorum. Okulun önünde her sabah bir insanlık ayıbı yaşanıyor. Herhangi bir çocuk, okula her gün farklı bir son model spor arabayla gelirken Kuştepe’de yaşayan insanlar yoksulluk çekiyor, belki yakacak kömür bile bulamıyor. Kabataslak bir hesap yapılırsa ortalama bir spor araba, 150 aylık (yaklaşık 13 yıl) asgari maaş ediyor. Bütün bu olanı biteni fark edince solcu olmamak elde değil aslında. Bir de solcu olmanın getirdikleri vardır... Örneklemek gerekirse; etrafında olup bitenin farkında olmak, adil ve mantıklı olmayan konular karşısında ses çıkarıp gereken eylemi yapmak bunlardan bazılarıdır. … Bana göre, bazı vakıf üniversitelerinde üretimde bulunmak daha kolay oluyor. Mesela
kendimden örnek vereyim 4 aydır üniversite öğrencisiyim. 4 ayımın 1.5 ayında alternatif öğrenci kantiniyle yemekhane boykotu yaparak geçirdim. Muhtemelen bu kadar uzun süre devam eden bir boykotla Türkiye gençlik tarihine adımızı yazdırdık. Bununla da “aman bırak solcuyum diyorsun özel üniversiteye gidiyorsun yakında Nişantaşı’nda da takılmaya başlarsın sen...” diyen devlet üniversitesindeki solcu arkadaşlarımıza gücümüzü ispat ettik. Boykot sürecinde de çoğu öğrenciyle samimiyet kurup onlara kendimizi ifade etme şansı bulduk, kazanımlarımız da oldu. Mesela 6 haftada yaklaşık 30 öğrenci FKF üyesi oldu. Boykot sonucunda yemekhane fiyatlarını düşürdük. Boykottan önce de okulumuza ‘konferansa’ gelen ÖSO’culara konferansta eylem yaptık. Ekim ayında Haziran Direnişi’nde kaybettiğimiz 7 yoldaşımız için Santralistanbul’da ağaç diktik. Şu anda da Kuştepe Kampüsü’nde çimden betona çevrilen alan için eylemler yapıyoruz.
Bizim kuşağımız, AKP hükümeti ile birlikte, eğitimin piyasaya açıldığı bir döneme denk gelmiştir. Bu yüzden devlet ve vakıf üniversitesi arasında büyük bir açı kalmamıştır. Ülkemizde vakıf veya devlet üniversitesine giden gençlik ile Haziran'da sokağa çıkan gençlik aynıdır. Günümüz Türkiye'sinde adaletsizlik, eşitsizlik hat safhada iken gençliğin yüzünü sola dönmesi imkansız değildir. Bu yüzden sadece devlet üniversitesinde değil, özel üniversitede ya da özel bir şirkette olup da solcu olunabilir çünkü; eşitlik, adalet herkes içindir, hepimiz içindir. … Bir eleme sınavına girdik ve devlet üniversitesine yerleşemedim. Bir şekilde okumam gerekiyordu. Hayatımı bu kapitalist düzen içinde sürdürebilmem ve bozuk düzene dur diyebilmem için bir mesleğimin olması gerekiyordu. Bu yüzden özel üniversiteye girdim. Yani bu bize dayatıldı tıpkı lisedeyken özel dershanelerin dayatıldığı gibi. Bugün, devlet kurumları yok edilip özelleştirilerek halka dayatılıyor. Biz bu durumdan muzdaripiz, bu yüzden solcuyuz. Özel üniversiteye gitmek, ilerici olmak ve adalet istemek için engel olmamalı.
Yaşam
solcu olunur mu? Bensu Balioğlu Bilkent Üniversitesi Bize de en çok sorulan soru bu oluyor. Öncelikle bunun bir çelişki olmadığına inanarak başlamak istiyorum söze. Özel üniversiteye gitmek için bir sürü etken vardır. Aile baskısı olabilir, puan yeterliliği, burs etkisi ya da almak istediğin eğitim modeli de olabilir. Seçenekleri arttırabiliriz. Sebep ne olursa olsun eğer solcuysan bu durum okuduğun hiçbir yerde değişmeyecektir. Solcuların sadece devlet üniversitesine gittiği bir ülkede özel üniversitelerdeki sömürüye, eşitsizliğe kim ses çıkartacak? Bizler Fikir Kulüpleri Federasyonu olarak Türkiye'de kendini aydınlanmadan, bağımsızlıktan, özgürlükten, kamuculuktan yana gören gençleri kapsayacağımızı söyledik. Eğer özel okula gidip solcu olmak çelişkiyse, bizler özel okullarda okuyan ve kendini bu değerler çerçevesinde değerlendiren herkesi yalnız bırakmış oluyoruz. Görüyoruz ki solcuların olmadığı her yerde AKP-cemaat ikilisi kendine alan yaratmaya, gençliği kapsamaya çalışıyor. Tabi ki özel üniversiteler de dahil bu alana. FKF Bilkent olarak üniversiteye iyi bir giriş yaptık. Hem üye
sayımızla hem de yaptığımız etkinliklerle, topladığımız meclislerle bunu görebiliyoruz. Her hafta çarşamba günü belirlediğimiz konu başlıklarını FKF Bilkent Meclisleri'nde tartışıyoruz. Her ay belirlediğimiz bir konu üstüne film gösterimleri düzenliyoruz. Bu yıl ilkini gerçekleştirdiğimiz ama artık geleneksel hale gelecek olan Evrim Haftası'nı tüm ülke tarafından tanınan konuklarla ve oldukça iyi bir katılımla gerçekleştirdik. Tabii gündeme ve Bilkent'e dair etkinliklerimize de devam ediyoruz. Geçen dönem Bilkent tarihinde bir ilki gerçekleştirerek FKF Bilkent önderliğinde yüzlerce öğrenci ile yemekhane boykotu yaptık. Yemek fiyatlarının pahalılığı, yemek çeşitliliğinin bulunmaması ve hijyen konusunun eksik kalması yüzünden başlattığımız boykot büyük başarılara ulaştı. Öğrenciler ve öğretmenler tarafından oldukça destek görmesinin yanında okul yönetimi yemek fiyatlarını henüz boykot gerçekleşmeden indirdi. Okulun resmî gazetesinde de boykotumuz yayımlandı. Bilkent, tarihinde ilkleri yaşamaya devam ediyor ve önümüzdeki dönemlerde de bunların devamının geleceğini söylüyoruz.
Ahmet Nazif Yücel Kayseri Melikşah Üniversitesi Kapitalizmin sürekli dayattığı işsizlik korkusu bir anlamda insanları özel üniversitelerde okumaya mecbur bırakıyor. Özel üniversitelerde okuyan gençlerin birçoğu kıl payı ile ya da küçük bir farkla istediği bölümü kaçırmış kişilerdir. Aile, ileride çocuğu geleceği olmayan bir bölümde okursa işsiz kalır korkusuyla çoğu şeyden fedakarlık ederek okul taksitlerini ödüyor. Benim, okulda okuyabilmesi için babasının oturdukları evi satmış arkadaşlarım var. Ayrıca solcu olmak ekonomik olarak ezilmiş kişilere has bir durum değildir. Solcu olmak bir anlamda bilinç işidir. Yalnızca fakir ve ezilmişler solcu olsaydı Afrika'da çoktan sosyalist devrim olurdu. Aile baskısını da bu arada unutmamak gerek … Üniversitenizde neler yapıyorsunuz sorusunda da güzel bir cevap vermeyi çok isterdim ama maalesef bizim okulumuzda hiç bir şey yapmıyoruz. Dürüst olmak gerekirse sadece diploma alıyoruz.
Bahar Dönmez Koç Üniversitesi
Emre Kütükçü Arel Üniversitesi
Özel üniversitede elbette solcu olunur. Üniversite tercihlerimi yaparken bende de olan yaygın bir ön yargı bu bence: Özel üniversiteler şımarık, bir şeyden anlamaz, her şeyi parasıyla satın alabileceğini düşünen insanlarla doludur. Ama bu elbette gerçek değil. Özel üniversitelerde toplumsal olaylara duyarlı, insana insan olduğu için yaklaşan bir sürü öğrenci var; hatta öğrencilerin ezici çoğunluğu böyle. Öğrencilerin bir kısmı çok fazla siyasetle ilgilenen kimseler olmasa da zannedilenin aksine toplumsal bir olay ya da haksızlığa uğrayan bir kişi karşısında gayet duyarlıdırlar. Örneğin; Koç Üniversitesi'nde geçen yıl taşeron firma değişimi esnasında işçiler işlerinden atılınca öğrenciler ''bana ne'' demenin aksine işçilerin yanında olmuştu ve zaferle sonuçlanan bir direniş yaşanmıştı. Aynı şekilde Gezi olaylarında bir çok kişi protestolara katılmıştı. FKF olarak Van'a gitmek için yardım topladığımız zaman işçi, öğrenci, öğretim üyesi herkes elinden gelen desteği koydu.
Ben de özel bir üniversite öğrencisiyim. Üniversitelerin bağımsız, bilim yuvası ve gericilikten uzak olması için mücadeleyi özel bir üniversitede sürdürüyorum. Bugün bilime ve sanata saldırı vardır. Liselerde felsefe derslerinin önü kesilip din derslerinin önünü açarak, üniversitelerde evrim panellerini teker teker iptal ederek yerine Harun Yahya gibi kişilerin sahte fosil sergilerinin düzenlendiği bir zamanda yaşıyoruz. Bu durum gerçekten trajikomiktir. Ancak bu gibi durumlar bizim üreteceklerimizin önüne tabiiki geçmiyor; aksine bu tarz düzenbazlığı görünce daha da üretme arzusu ile çalışıyoruz. Örneğin; okulumuzda Felsefe ve Edebiyat atölyesi kuruldu, evrim panelleri düzenleniyor. Bizler, özel üniversitede okuyan öğrenciler, düzenbazların, bilime ve sanata düşman olanların karşısında durup; ilericilikten, aydınlanmadan ve bilimden yana olacağız.
29
30
Kültür - Sanat
Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi’ni çekerkenki başarıyı Hobbit’te gösterememesi gerçekten üzücü. Bunun nedenini ise Jackson’ın o ‘başka dünya’yı düşlemeyi bırakmasında bulmamız mümkün. Arda Özel Bilgi Üniversitesi Fantastik ve Bilim Kurgu Kulübü
nsana çocukluğundan kalan en önemli davranışlardan biri başka dünyalara doğru hayal kurmaktır. Günlük tedirginlikler içerisinden uzaklaştırarak güzel günlere olan inancı pekiştirmesini bir kenara koyalım, insanı daha iyiye olan yola iten şeylerden biridir. Bu noktada eskiden Altıkırkbeş Yayınları’nın kitap tanıtımlarında kullandığı sözü dünyalara da uyarlamak olası. ‘Unutmayın, hikayeler ikiye ayrılır; gerçek olanlar ve gerçek olması gerekenler, kararı sizin.’ Başka dünyalar düşlemenin edebiyattaki iz düşümlerinden en önemlisine ise kuşkusuz İngiliz fantastik edebiyat yazarı J.R.R.Tolkien’dir. Tolkien’in yarattığı evren üzerinde kendi imzası olan üç kitabı bulunuyor. Bunlar: ‘Silmarillion’, ‘Hobbit’ ve ‘Yüzüklerin Efendisi’. Evrenin hikâyesi Orta-Dünya kıtasını ve içinde bulunduğu ismi Arda olan dünyayı kontrol etmeye çalışan ‘iyi’ ve ‘kötü’ tarafların mücadelesi olarak açıklamak mümkün. Silmarillion kötü tarafın simgesi olan Morgoth’un yenilmesini ve Arda’dan kovulmasını anlatırken, sonraki
kitaplar Morgoth’un hizmetkârı Sauron’un dünyayı tekrar ele geçirme çabalarını konu alır. Kitapların popülerlik durumu konusundaysa şu söylenebilir; Yüzüklerin Efendisi, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi kitabından sonra en çok satan kitap unvanına sahipken, Hobbit bu listede 4. sırayı alıyor. Hobbit toplam 100 milyondan fazla satmışken, Yüzüklerin Efendisi 150 milyondan fazla satmış. Özellikle kitapları okuyanlar bu ‘fazla’ popülerliği açıklamakta pek zorlanmıyorlar. Çünkü kitapları okumaya başlayan birisi kolaylıkla o dünyanın içine katılıp orada yaşayabiliyor. Burada kesinlikle Tolkien’in emeğinin çok büyük bir payı var. Tolkien’in yarattığı dünyayı zenginleştirmek adına oluşturduğu yaklaşık ondan fazla lisan ve 1914’te başlayıp, ölümünün gerçekleştiği 1973 yılına kadar ayrıntılı bir şekilde yazmaya çalıştığı evrenin mitolojisini oluşturan Silmarillion kitabı bu emeğe örnek sayılabilecek durumlar. Biz ise bu soruya farklı bir bakış açısıyla da yaklaşıyoruz. 1920 ve
30’ların önemli entelektüeli Walter Benjamin’in ‘Hikâye Anlatıcı’ makalesini temel alarak, yeni hikâye anlatıcıları oluşturacak bir türün yaratıcısı olarak görüyoruz Tolkien’i. Bu tezi temellendirirken Benjamin’in makalesi dışında bol bol, yazarın türün temellerini attığı yapıtı olması nedeniyle de, ilk yapıtı Hobbit’e bakacağız. Hobbit’e bakmamızın bir diğer sebebiyse yakın zamanda çekilen filminin, tam da bizim ele alacağımız sebeplerden ötürü, serinin hayranlarını hayal kırıklığına uğratması. Devam etmeden önce Hobbit’in hikâyesinin bir özetini geçmekte yarar var. Hobbit kitabı, evini çok seven hobbit Bilbo Baggins’in, evleri ejderha Smaug tarafından kaçırılan 13 cüceye yardım etmesinin hikâyesi.
Benjamin bu vasfa sahip insanların git gide azaldığından bahsederek başlıyor makalesine. Düşüncesiniyse şu sözlerle temellendiriyor: Deneyim değer kaybetti. Benjamin’e göre hikâye anlatıcılığının temelini oluşturan deneyim aktarması kaybolduğundan bu eski meslek de yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Benjamin bu deneyim kaybolmasını Birinci Dünya Savaşı’nın başta cephedekileri olmak üzere herkesin deneyimlerini yalanlayan bir tecrübe olmasına bağlıyor. ‘‘Çünkü deneyim hiçbir zaman, stratejik deneyimin siper savaşı, iktisadi deneyimin enflasyon, bedensel deneyimin mekanik savaş, ahlaki deneyimin iktidar sahipleri tarafından boşa çıkarıldığı bu dönemdeki kadar yalanlanmamıştı.’’
Orası'nın Hikayesi Bu noktada ‘hikâye anlatıcısı’ tanımının üzerinde biraz durmak önemli. Kısaca belirtmek gerekirse hikâye anlatıcısı deneyimlerinden oluşan bir konuyu ilginçleştirerek ve güzelleştirerek sonraki nesle aktarmayı başarabilen kişidir.
Savaşın kasvetini Fransa’da savaşırken görmüş olan Tolkien ise bu noktada bunu anlatmanın farklı bir yöntemini keşfetti. Deneyimlerini çocuklara aktarmak isteyen Tolkien çareyi savaşı değiştirmekte buldu. Okuyanları tecrübe edilemeyecek bir dünyaya götürdü ve insanların deneyim aktarımını oradan kazan-
31
Kültür - Sanat masını sağladı. Bu kez savaş bir ejderhaya karşı verilecekti ve karakterse dünyamızın eski günlerinden kalma bir canlı olan bir hobbitti. Böylece Tolkien kimsenin gitmiş olamayacağı, tamamen kurgusal bir dünya düşleyerek bu deneyim sorununa tamamen yeni bir bakış açısı kazandırdı. Bakış açısını ise kendi ilgi alanları olan masallar ve İskandinav mitolojisi ile besledi. (Kitapta yolculuğa çıkan tüm cücelerin ve Gandalf ’ın isimleri İskandinav isimleridir. Karakterlerse açık bir şekilde Grimm ve Andersen masallarından fırlamış gibidir.) Tolkien’in kullandığı üslup ise fantastik edebiyat yapıtını daha gerçekçi kılıyor. Tolkien hikâyesini anlatırken okuyucuyu evrenin gerçekliğine dair konuşmalara boğmaktansa onu evrenine davet ediyor. Okuyucunun karşılaştığı yeni ve gerçeküstü şeyleri sanki sıradan şeylermiş gibi açıklamayı tercih ediyor ve bunları yapmak için hikâyeyi bölmekten çekinmiyor. ‘Söz konusu hobbitimizin annesi –hobbit nedir? Sanırım günümüzde Hobbitler biraz açıklama gerektiriyor, zira nadir bulunur ve ,bize verdikleri isimle, Büyük Ahali’den uzak durur oldular. Yaklaşık yarı
boyumuzda ve sakallı cücelerden daha küçük, ufak bir halktırlar (veya öyleydiler.) – ‘Tam da o anda Bilbo planındaki zayıf noktayı fark etti. Sizler muhtemelen bunu uzun zaman önce fark ettiniz ve ona gülmektesiniz; ama onun yerinde olsanız, onun yaptığının yarısını bile başaracağınızı sanmam.’ ‘(…) burada bir süre dinlendiler ve yanlarında bulunan, çoğunlukla cram ve sudan oluşan erzakla kahvaltı ettiler. (Cram’in ne olduğunu merak ediyorsanız, size tek söyleyebileceğim tarifini bilmediğim; ancak bisküviyi andıran, hep taze kalan, yiyene güç vermesi beklenen, ancak kesinlikle keyifli, aslına bakılırsa bir çiğneme egzersizi olma dışında ilginç dahi olmayan bir yiyecek olduğudur. Göl insanları tarafından uzun yolculuklar için geliştirilmişti.) Üslubunu böyle oluşturmuşken Tolkien evrenindeki yaratıkları da bu üsluba uygun bir şekilde konuşturmaya başlıyor. Ardıçkuşları, kargalar ve kartallar karşılaştıkları karakterlere hizmetlerini sunup yardım ediyorlar ve evreni daha masalsı bir havaya çevirmekte yardım ediyorlar. Bu havayı devam ettirmek için romanda sıklıkla yansıma cümleler de kuruluyor. ‘Şak! Çak! Kara çatlak! Kavra, yakala! Çim-
dikle, kap! İşte iniyorsun delikanlı Goblin kasabasına! ‘ ‘Yuvarlan-yuvarlan-yuvarlan- yuvarlan Yuvarlan-yuvarlan-yuvarlan delikten aşağıya! Vira salpa! Şap çup! İniyorlar aşağıya, sallana yuvarlana!’ Üslup üzerine bunları söylemişken, biraz da Hobbit’in konusu üzerinde durmak gerekiyor. Burada tekrar Benjamin’e döneceğiz. Benjamin ilk gerçek hikaye anlatıcısının masal anlatıcısı olduğunu söylemesinden biraz önce, hikayelerin konularına dair şunu söylüyor: Her gerçek hikaye, açık ya da örtük biçimde yararlı bir şeyler barındırır. Bu yararlılık kimi hikâyede bir ahlak dersi, başkasında bir nasihat, bir üçüncüsünde bir atasözü ya da düstur olabilir. Ama her durumda, hikâye anlatıcısı okuruna akıl verebilecek kişidir. Günümüzde “akıl vermek” modası geçmiş bir şey gibi algılanıyorsa, deneyimin giderek daha az aktarılabilir hale gelmesindendir. Peki Tolkien’in verdiği nasihat ya da düstur ne? Bir Hobbit'in Cesareti Sorumuzun cevabını başlıkla verdikten sonra kitaba bir göz gezdiri-
Savaşın kasvetini Fransa’da savaşırken görmüş olan Tolkien ise bu noktada bunu anlatmanın farklı bir yöntemini keşfetti. Deneyimlerini çocuklara aktarmak isteyen Tolkien çareyi savaşı değiştirmekte buldu. Okuyanları tecrübe edilemeyecek bir dünyaya götürdü ve insanların deneyim aktarımını oradan kazanmasını sağladı. yoruz ve aslında Baggins’in o kadar cesaretli gözükmediğini söyleyebiliyoruz. Yola çıkmaktan, büyücü Gandalf ’ın ona teklif ettiği saniyeden beri korkan, çoğu fantastik edebiyatta gördüğümüz büyülü aletlerden hiçbirine sahip olmayan, gücüyle değil ufaklığıyla ve hırsızlık becerisiyle çevresindekiler tarafından tanımlanan Bilbo Baggins’i cesaretli olarak tanımlamak doğru mu? Son bir defa Benjamin’e başvuralım: ‘‘Masal bize insanoğlunun, mitosun yüreğine saldığı kâbustan kurtulmak için yaptığı ilk denemeleri anlatır.
32
Budalanın şahsında, insanlığın mitosa karşı nasıl “aptalı oynadığı”nı gösterir; en küçük erkek kardeşin şahsında, eski mitolojik çağlar geride kaldıkça insanın şansının nasıl arttığını; korkunun ne olduğunu öğrenmek için yola koyulan adamın şahsında, bizi korkutan şeylerin gerçek yüzünü kavrayabileceğimizi; bilgenin şahsında, mitosun ortaya koyduğu soruların Sfenks paradoksunda olduğu gibi aslında çok basit olduğunu; masalda çocuğun yardımına koşan hayvanların şahsında, doğanın yalnızca mitosun hizmetinde olmayıp, daha çok insanla safta olmayı tercih ettiğini gösterir. Masalın eski çağlarda insanoğluna ve bugün hala çocuklara verdiği ders şu: En doğrusu, mitoloji dünyasının güçlerini kurnazlıkla ve neşeyle karşılamaktır. (Böylece masal Mut’u yani cesareti diyalektik olarak iki kutba ayırır: Untermut yani kurnazlık ile Übermut yani neşe.)’’ Kitabın en sevilen karakterlerinden büyücü Gandalf ’ın neredeyse bir kere bile büyü yapmaması da bu sebepten; Bilbo’nun, kılıcı Sting’i kınından çok nadir çıkarması da. Tolkien karakterlerini kurnazlık ve neşe ile kuşandırıp maceraya yolluyor. Gandalf ’ın önüne çıkan iki sorunu
(Bilbo’yu maceraya göndermek ve deri değiştirici Beorn’un evinde konaklama sorunları) da çözüşü bunlar sayesinde oluyor. Bilbo’nun evine cüceleri yollarken ikişer ikişer gitmelerini ve bu sayede hobbitin çokça heyecanlanmamasını sağlayan Gandalf, iş Beorn’a gelince onu sohbetiyle eğlendirmesi gerektiğini de çözüyor. Bilbo ise bu insan aklı olarak da tanımlayabileceğimiz kurnazlığı Gandalf ’ın olmadığı yerlerde kazanmaya başlıyor. Dediğimiz gibi başta yolculuğa çıkmaktan başından beri korkan Baggins, büyülü yüzük tarafından aklını yitirmiş Gollum’u kurnazlığı sayesinde yenince, cesaretini kazanmaya başlıyor, arkadaşlarını örümceklerden yüzüğü ve zekâsını kullanarak uzaklaştırdığı zamansa güçleniyor. Kitabın sonuna doğru Erebor dağına giriş aranırken ise cüceleri aşan bir cesaret sergiliyor Baggins. “Bay Baggins’te hepsinden çok daha fazla cesaret vardı. Sık sık Thorin’in haritasını ödünç alıp ona bakar, rünler ve Elrond’un okuduğu ay harflerindeki mesaja kafa yorardı.” Bütün bunları yaparken Bilbo’nun cesareti sayesinde hem arkadaşlarını hem de bir anlamda yarattığı dünyanın geleceğini kurtarmasıyla Tol-
Kültür - Sanat kien bize masalsı ve yalın bir dille herkesin geleceğe dair bir sözü olabileceğini gösteriyor. Küçük bir hobbitin bile… Aurë Entuluva** Yazının sonuna doğru biraz, yeni çıkan Hobbit filmlerine değinmek istiyorduk. Filmin, bu yazıda değindiğim konular olan ‘cesaret’, ‘masalsılık’ ve ‘deneyim’ konularının üçünde de sınıfta kaldığını söylemek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Cesaret üzerinde durmamız gerekirse Bilbo Baggins filmde (ejderha ile karşılaştığı anı dışarıda bırakırsak) neredeyse aksiyon filmlerinde gözlenebilecek bir cesaretle hareket ettiğini söyleyebiliriz. Masalsı kısmınınsa bu doğrultularda kaybolduğunu gözlemleyebiliyoruz. Çünkü sadece savaş sahneleri için değil kitabın içindeki komedi ve masal öğelerinde de benzer bir saptırma uygulanmış. Beorn’un evine misafirlik, kaba tabirle, oldu bittiye getirilirken, ne Yüzüklerin Efendisi’nde ne de Hobbit’te görülen temelsiz bir elf-cüce aşkı eklenmiş filme. Filmi buralardan ele aldığımızda ise ortaya tamamen farklı bir dünyaya deneyim değil, herhangi bir filmin ‘fantastiklisi’ olarak ortaya çıkan bir şey tecrübe ediliyor. Dolayısıyla ortaya bir ‘Oradaydık ve Şimdi Buradayız’ değil ‘Buradaydık ve Hala Buradayız’ çıkıyor. Jackson’ın
Yüzüklerin Efendisi’ni çekerkenki başarıyı Hobbit’te gösterememesi gerçekten üzücü. Bunun nedenini ise Jackson’ın o ‘başka dünya’yı düşlemeyi bırakmasında bulmamız mümkün. Bizimse endişemiz yok, ‘başka dünyalar’ın filmlerini o dünyaları düşleyenler çekecek. *: Bilbo Baggins kitabın sonunda anılarını yazmaya karar veriyor. Ortaya çıkacak kitabın ismineyse ‘Oradaydık ve Şimdi Buradayız, bir Hobbit’in Tatili’ ismini vermeyi düşünüyor. **: Elfçe: Gün yeniden doğacak.
Kaynakça: • Benjamin Walter, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, 2012 • Timmerman John, Oth er Worlds, Popular Press, 19 83 • Tolkien J.R.R., Hobbit, İthaki Yayınları, 2009 • Tolkien J.R.R., Silmarill ion, İthaki Yayınları, 2007
‘Sert kal, taviz verme!’
Güven Erkin Erkal ile Türkiye'de Rock Müzik ve Saykodelik Yıllar Üzerine
Görüşme: Ayça Boyacıoğlu
Güven Erkin Erkal ile birinci cildi yakın zamanda “Saykodelik Yıllar” alt başlığı ile yayınlanan Türkiye Rock Tarihi çalışması üzerine sohbet ettik.
İstanbul Teknik Üniversitesi
Daha önce başka mecralarda cevaplamış olmanız muhtemel birkaç soruyu okurlarımız için tekrar sorarak başlayalım dilerseniz. Türkiye’de “Rock Müzik Tarihçiliği”, “Rock Müzik Arşivciliği” dediğimizde akla belki de ilk gelen isimsiniz. Rock müziğe ilgi duymanız, bir “Rock emekçisine” dönüşmeniz nasıl ve ne zaman başladı? Bu birikimi bir “Rock Tarihi” kitabına dönüştürme ihtiyacını neden duydunuz? En çok beslendiğiniz kaynaklar nelerdi? Rock müziğe yönelmem, 8-9 yaşlarındayken dayımın eve getirdiği bir Elvis Presley plağıyla başladı. Çocuklukta bende alışkanlık yaptı, kim olduğunu bilmediğim halde onun sesini duyarak uyuyabiliyordum. Derken 1977’de Ankara’ya gidiyorum, bir yıl orada kalıyorum. Orada Shirley adlı bir plakçı var. O günlerde Abba, Boney M gibi o dönemin popüler isimlerin kayıtlarını yaptıran bir müşteriyim. Gazeteler “Elvis Presley öldü” haberini verdiğinde “ben bu adamı tanıyorum” diyerek o plakçıya gittim. 60’lık kasetin bir yüzüne Elvis öteki yüzüne de, plakçının tavsiyesi, The Beatles ekleniyor. Müzik serüvenim aşağı yukarı böyle başlıyor. Filmlerden etkileni-
yorum. Mesela o zamanların korku filmi Suspiria ilgimi çekiyor ve o filmdeki müziğe benzer bir şeyler bulmaya çalışırken Pink Floyd’a ulaşıyorum. Rock’la, dinleyici olarak tanışmam bu şekilde. Arşivcilik açısından, 80’li yılların başıydı ve ben yavaş yavaş yüksekokul olarak neyi tercih edeceğime karar vermeye çalışırken, resim ve grafik çok ilgimi çekiyordu. Annem ve babam matbaacıydı. Babıali’yi sevmiştim ve oralarda yapabileceğim bir uğraşım olsun istedim. Maddi sıkıntılar nedeniyle yüksekokul hedefi bir kenara kalktı. Çalışmak zorundaydım. Ne iş yaparım dediğimde müzik konusu içerisinde bir şeyler olmalı diye düşündüm. Konser organizasyonu işine girdim. Grafiğe ilgim nedeniyle de bir yandan konser afişleri toplamaya başladım. Ra, Asım Can Gündüz, Devil, Whiskey gibi grupların afişlerini duvarlardan sökmeye başladım. Konser organizasyonları işine girdiğimde bu müzik hakkında daha iyi birikimim olsun diye o dönemlerde basında çıkan haber, dergi ve afişleri toplamaya devam ettim. Birlikte çalıştığım grupların demo kayıtlarını toplamaya başladığımda bugüne kadar getirmiş olduğum zengin bir arşiv oluştu. Bunu tam da bu konuların başladı-
ğı 80’li yıllardan bugüne yaptığım için değerli bir arşiv oluştu. 2000 yılına geldiğimizde geride 20 yıllık bir birikim söz konusuydu. Dünyada blues, rock ve caz için yapılan soyağacı posterlerine benzer bir çalışma yaptım; “80’den 2000’e Türkiye’de Rock Antolojisi”. Bu çalışma tükendi ve bir daha baskısı yapılmadı –hâla gittiğim kimi rock bar ve kafelerde bu posteri görüyorum-. O zamanlar çevremdekilerin “bunu kitap olarak, yanımızda taşıyabileceğimiz bir formata çevirebilir misin?” demesi üzerine “neden olmasın” dedim. O zaman çalışmama derinleşmek istedim. “80’lerin rock oluşumuna neler neden oldu, nasıl başladı?” sorusu çıktı. Sonra da tüm bunlara neden olan daha öncesini merak ettim. “Caz nasıl başladı?” diye sorduğumda, mütareke döneminde İstanbul’a gelen ilk saksafonun bilgisine kadar geldim. Takip eden süreçleri daha iyi anlayabilmek adına öncesini bilmek yararlıdır diye düşündüm. Sanırım okuyucular rock’nroll’a bağlanan dönemin öncesini okurken sıkılmazlar diye düşünüyorum. Türkiye’de rock müziğin gelişimini anlatmak için cazın New Orleans’tan adım adım günü-
müze gelen macerasını anlatarak başlıyorsunuz. Rock’ın gelişimini buraya dayandırıyorsunuz. O sayfalarda işlediğiniz, bir “marjinal” olarak ( tabi bugün iktidarın kullandığı anlamda değil) gördüğünüz Neyzen Tevfik’in musikiyi yeren, caz müziği taze bir başlangıç olarak gören bir diyaloğundan bahsediyorsunuz. Sizce Türkiye’deki rock müziğin öncülleri var mı? Varsa kimler? 1957 yılında Deniz Harp Okulu içerisinde kurulan bir grup ki Erkut Taçkın gibi o dönemlerin çok popüler olan solistini içeren bir ekip bu işin başında duruyor. Aynı yılın sonunda Galatasaray Lisesi’nde bir hareketlilik başlıyor. Erkin Koray, Alman lisesi öğrencisi o zaman, konuk olarak Galatasaray Lisesi’ne gidiyor. Piyanosu ile rock’nroll parçalardan oluşan bir resital veriyor. O sırada okulun bir öğrencisi ve henüz ortaokul ikinci sınıfta olan Barış Manço, Erkin Koray’ı görüp etkileniyor. Bu öncülerin de öncüsü var. İlham Gencer, İsmet Sıral, Erol Büyükburç gibi isimler de onlara ilham veriyor. Tabi bunlara da Celal İnce diye birisi ilham veriyor. O da tango çağının ilk yıldızlarını örnek alıyor ve bu daha da gerilere böyle
34 böyle gidiyor. Türkiye’ye rock müziğin girişi Deniz Harp Okulu’nda 1957 yılında kurulan bir grup ile oluyor. İlk rock’nroll grubunun Türkiye’de askeriyede çıkması hayli enteresan diye düşünüyorum. Neden böyle? Tarihin de manidar olduğunu düşünüyorum. DP dönemi ve NATO’ya girilmesi ile birlikte Türkiye’nin entelektüel ortamının odak noktasının Fransızca’dan İngilizce konuşulan ülkelere kaymaya başlaması ile ilintisi olabilir mi? Bunun, müzik alanına başka yansımalarından da söz edebilir miyiz? Sadece askeri okullarında çıkmıyor, Alman Lisesi, Galatasaray Lisesi var ve yabancı dilde eğitim veren çeşitli okullarda da bu hareketlilik başlıyor. Deniz Harp Okulu da askeri okullar arasında entelektüel düzeyi yüksek olan bir okul. Çünkü yurtdışı ile bağlantıları var. Mesela Deniz Harp Okulu öğrencileri mezun olacaklarken, o zamanlarda okulun emrinde olan Savarona gemisi ile Avrupa kıyılarındaki ülkelere götürülüyorlar. Orda gözlemler yapabiliyorlar, yabancı kültürleri takip edebiliyorlar. Bu öğrenciler aynı zamanda batıda edebiyat ve müzik akımlarında yeni neler oluyor onları da takip edebiliyorlar. Yani askeri eğitim öğrenciyi sadece savaşa hazırlamıyor, entelektüel anlamda da donanımlı kılıyor. Ancak askeriyenin komuta katında, Rock’nroll gibi, müzik bizim öğrencilerin disiplinini olumsuz etkiler diye bu çalışmalar o zaman yasaklanıyor. Sonuçta yabancı dilde eğitim yapma şansına sahip oldukları için, kafası çalışan öğrenciler
yurtdışındaki akımları buraya getirmeyi başarıyor. O süreçte ABD Türkiye’ye kültürel anlamda da bir şeyler getirmeyi hedefliyor. Louis Armstrong ve Dizzy Gillespie gibi dönemin rock starları diyebileceğimiz caz yıldızları Türkiye’ye gelip konserler veriyorlar. O zamanlar buradaki caz yıllarının parlak bir dönemi yaşanıyor. Yabancı örnekleri, filmlerden de olsa, izleyebiliyorlar. Birbirleriyle fikir alışverişinde bulunabiliyorlar ve en önemlisi dostluklar kurulabiliyor. Örneğin Muvaffak Falay, Dizzy Gillespie ile çok iyi arkadaş olabiliyor. Quincy Jones’la Arif Mardin tanışıyor. Arif Mardin, bestelerini veriyor. Quincy Jones bunları çok beğeniyor ve kendi adına Berkley’de açılan bir bursu Arif Mardin’e verdiriyor. Arif Mardin’in, ABD’li müzisyenlerle çevresi genişliyor. Bir etki de şöyle: İncirlik hava üssünün Adana’da kurulmuş olması çok önemli. Hava üssünde görev alan askerler, uçaklarla kendilerine aylık düzenli gelen bir takım plaklara, dergilere, kitaplara sahipler. Buradaki görevleri bittiği zaman tekrar Amerika’ya taşımaktansa, buradaki bit pazarına bırakıyorlar ve ikinci elden de olsa bir kültürün oradan yayılması söz konusu oluyor. Yine 1957 yılında Ankara’da “Rock Around the Clock” adlı filmin gösteriminden sonra seyircilerin gürültülü bir şekilde dans etmesinden sonra gelen polisler kitleyi coplarla dağıtıyor. Yine kitabınızdan öğrendiğimize göre, Milli Türk Talebe Birliği rock’nroll dinleyenleri hedef alan, bu müziğin nasıl yoz bir kültürü örgütlediğinden bahseden bir açıklama yapıyor.
Rock’nroll, sonrasında; 80’lerde, 90’larda Metal Grunge vs. neden bir tehlike olarak anılıyor sizce? Önce İstanbul’da gösteriliyor. Olay şöyle gerçekleşiyor: Atlas sinemasına, Beyoğlu’na geliyor film. 1957’nin sanırım Ocak ayında oluyor, ve polis bir takım duyumlar almış. İşte dünyada bu film gösterime girdiğinde, dans edilen sahnelerde gençler coşuyor ve koltukları kırmaya başlıyor. Salonun iki tarafında polisler de ayakta duruyor. O konseri Halit Kıvanç izliyor ve izlenimlerini Milliyet gazetesinde yazıyor. Bu filmin İstanbul’daki gösteriminin ardından bir iki hafta sonra Ankara’ya gidiyor film. Ankara’da gösterildiğinde salonda gene insanlar uslu uslu izliyor ama kanları alevlenmiş. Filmden çıkıp parka gidiyorlar. Orada park ışıkları altında gürültü edip dans etmeye başlayınca, çevrelerindeki apartmanlardan şikayet geliyor. Polisi çağırıyorlar, polis bu sefer copla dağıtıyor grubu. O yıllarda Milli Türk talebe Birliği tutucu bir tavır sergiliyor. Aynı zamanda striptiz dansı denilen bir dans da var. .Onların tutucu tavırlarına ters düşen esas şey burada striptiz dansı. Çünkü caz müzik çalınırken fonda, önde bir kadın yavaş yavaş müzik eşliğinde soyunuyor ve en sonunda çırılçıplak kalıyor. Fakat o dönemde, 1950’li yıllar içerisinde bu gösteriyi izleyenler aslında çok da avam bir kesim değil. Ailelerin de yani bir karı kocanın da o zamanlar gidip izlediği gösteriler bunlar. Ve nezih mekanlarda yapılıyor. Ama dediğim gibi tutucu kesime ahlaki açıdan çok ters geli-
? ir d im K l a k r E in k r E n e Güv
nser organizasyonları da Bu kimliğinin yanı sıra ko ir. isid ihç tar ve ı cıs ma ştır bilinen programlarından Güven Erkin Erkal, rock ara hazırlayıp sunmuştur. En arı ml gra pro yo rad ve ir tv le çıkmış derginin de yapmış, Rock müziğe da lı programdır.Yine aynı isim ad ) 10 20 04 (20 es” ex likte Stüdyo İmge’den biri de Dream Tv’de, “Yüx alar; Deniz Durukan ile bir ışm çal ğu du sun rak ola . Kitap afından basılan “Rock editörlüğünü üstlenmiştir sım ayında Esen Kitap tar Ka ’ün 13 20 ve o dy Stü ” 00 gramları sunmaktadır. çıkmış olan “Türk Rock 20 “Maximum Rock” adlı pro e D’d o dy Ra , rde dile ” dır. Şim arını, sloganı Tarihi 1 / Saykodelik Yıllar de bilinmektedir. Programl yle iği erl on siy lek ko ve ck emekçisidir. şkünlüğüyle patması ile bilinen bir Ro ka Ayrıca çizgi romanlara dü le riy zle sö in” ey rm ve taviz niteliğindeki “sert kalın,
yor bunlar. Rock’nroll da bu kesim tarafından yatakta yatay olarak yapılan hareketlerin, dans ederken dikey olarak yapılması gibi algılanıyor. Ve bunların yasaklanması için harekete geçiliyor derken konu Ankara’daki siyasi partilerden bir takım insanların çocuklarının da gittiği, kabul görmüş nezih bir dans salonunun kapanmasına kadar dayanıyor. O zaman ‘’hop, bir durun’’ diyorlar. Bir de şöyle bir durum var: Milli Türk Talebe Birliği’nin, 1970’lerde kendi bünyesinden yetiştirdiği gençler arasında, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimler var. Bu isimlerin günümüzde de bu konulara nasıl baktığı malum. Daha birkaç yıl öncesini hatırlayalım: Bir heavy metal festivali öncesi parkta oturan çocuklar, başbakanın aracı geçerken heavy metal selamı vermişler ve başbakanın talimatıyla karakola çekilmişlerdi. Gelelim 80’ler ve 90’lar sırasında heavy metalin, rock ve türevlerinin nasıl tehlike olarak algılandığına: Basın o zamanlar heavy metal konserlerine gidip oradaki seyircileri ve seyircilerin üzerindeki tişörtleri gördüğünde manzarayı oldukça ya
dırgıyor. İzleyicilerin hallerine tavırlarına bakıp, ‘’Şeytanla buluştular” ve “Şeytanın Çocukları’’ gibi abartılı manşetler atıyor. Sonra da aileler çocuklarına, ‘’Sen ne konserine gidiyorsun böyle.’’ demeye başlıyor. Gerçekten de o müziğin etkisine kapılıp da her müzik tarzı içinde olabildiği gibi -arabeskte mesela- dinleyip, sevdiği kızı doğrayan adam hikayeleri çok öne çıkmazken, var olduğunu bildiğimiz maceralardır. Burada da tuhaf bir şeyler olmaya başlıyor. Bu müziği de dinleyen bazı gençlerin başına bazı olaylar geliyor. Öncelikle intihar olayları gerçekleşiyor. Ataköy’de iki genç el ele 14. kattan aşağıya atlıyor. Dinledikleri müzikten yola çıkıp, ‘’acaba bunlar şeytana mı tapıyorlardı?’’ sorusu gündeme geliyor. Ortaköy’de birkaç kişilik grup, mezarlığa gidip kafaları çekiyorlar, ‘’sulu’’su, ‘’kuru’’su karışınca iyice kendilerini de kaybediyorlar. Aralarındaki bir kızı öldürüyorlar. Bu kızın ölümünden sonra ilk kez Türkiye’de ritüel suçlar olarak dünyada bilinen, ama burada bilinmeyen bir suç şekli ortaya çıkıyor ve polisin aklı karışıyor. Aynı zamanda bir hapishanedeki isyanı sonucunda o isyanın şiddetle bastırılması ve gündemin karmakarışık olması gibi bir durum da var. Hemen bu konu daha öne çekiliyor. Akmar pasajı baskınları oluyor, polis giriyor oraya. Bütün müzik mağazalarında anlamadığı şeyleri karıştırıp, oradan suç delili çıkartmaya çalışıyor. Uzun saçlı gençler karakollara çekiliyor. Bunlar “heavy metal’in 12 Eylül”ü oluyor bir anlamda. Sonuçta sokaktaki insana yabancı gelen her şey tehlikeli ve kuşku
çekicidir. Heavy metal de bunlardan birisidir. Yani bunun cevabı da –80’ler ve 90’larda tehlike olarak görülmesinin nedeni- bu. Günümüzde rock dediğimiz zaman, ana akım içinde yerini almış, artık ‘’ rock dinleyen çocuk kötü çocuk değildir’’ gibi bir algı yerleşti. Televizyonlarda zaten jüride yer almaktadır vesaire. Yani sokaktaki adam için rock artık bir tehlike değildir. Sizce Türkiye’de rock müziğin öncü, kurucu isimleri kimlerdir? Neden? Tabii her dönemin öncüleri, kurucuları farklı farklı oluyor. Başta 60’ların, 70’lerin öncülerinden söz ettik. 80’lerle yeni bir dönem başlıyor. Bu dönemde öne çıkan isimler Whisky, Egzotik Band, Devil, Asım Can Gündüz, Ra gibi isimler oluyor. Daha sonra artık Türkiye’nin kayıtlı tarihi başlıyor ve albümler basılmaya başlanıyor. Bunlar basıldığı sırada da Türkiye’de yeni bir politik müzik dönemi başlıyor. Burada Bulutsuzluk Özlemi başı çekiyor. Heavy metal diye bir alan tam anlamıyla açılıyor. Pentagram bir başka öncü durumuna geliyor. Tabi bu konularda sıralanması gereken daha çok isim var. O dönemden birkaç yıl sonra 96 yılında bu kez rock’ın Türkiye’de ana akıma dahil olma süreci başlıyor. Orada da Teoman, Şebnem Ferah, -ama öncelikle- Kargo gibi isimlerle bu yeni dönem başlıyor. Daha sonra 2000’li yıllarda da -senin de takip ettiğin süreç olmalı- artık Manga ve Gripin gibi isimlerle başka bir süreç başlıyor. 60’ların sonundaki “saykodelik yıllar”, 70’lerde, özellikle ikinci yarısından itibaren, Cem Karaca gibi öncü bir isim üzerinden bir nebze görebileceğimiz gibi “politik yıllar” haline de gelmeye başlıyor Anadolu Pop Rock aleminde. Anadolu Pop Rock kültüründe kırsala odaklanma (hatta köycülük) olduğunu söyleyebiliriz. Kırsal odaklılık ya da köycülük diye tanımladığımız politik
eğilim (30’ların ve 40’ların Kemalizminde bir eğilim, MHP’nin dokuz ışığında bir ilke olarak var örneğin) sola olduğu kadar sağa, hatta daha çok sağa savrulma olasılığı yüksek bir eğilim. Örneğin Cem Karaca sola gidiyor ama daha sonra bambaşka sebepler ile birlikte tabii ki başka politik yönlere savruluyor. Barış Manço’nun milliyetçi olduğu sık sık iddia edilir. Erkin Koray’ın çok daha geç bir dönem de olsa MHP’ye sempatisini açıkladığını biliyoruz. Siz ne dersiniz Kırsal-Politika ve Anadolu Rock üçgenine dair. Arada nasıl bir ilişki var? Evet 60’lı yıllar Saykodelik olarak tanımladığımız yıllar. Çünkü bize özgü tuhaflıkları var o yılların. İkinci yarıdan itibaren Cem Karaca gibi öncü bir isim üzerinden politikleşerek, artık Anadolu pop-rock’ın da önü açılıyor. Anadolu dediğimiz zaman Anadolu neyi kapsıyor: Dediğin gibi bizim kırsal kesim, kent yaşamı dışındaki yaşamdan yola çıkıp yapılan şarkılar. Önceleri politik değil. Şehirdeki insanın yakaladığı bir şey var. Oyun havalarını batı müziği formunda kullanırken, biraz daha Anadolu içerikli, türkülere yakın beste yapalım duruşu var ve yeni türküler çıkıyor buradan. Fakat bir uyuşmazlık, bir anlaşmazlık var. Mesela Barış Manço kent kökenli bir adam, fakat “Zeynebi bekletmemek için kuyu başına varıyor” derken “dayı emmi orada” falan… Bunlar çok yabancı kalıyor, yani bir kurgu içerisinde kalıyor. Gerçeği yansıtmıyor. Sonra politik rock daha çok öne çıkıyor, daha gerçekçi kabul ediliyor. O dönemin pop sanatçıları da denemeler yapıyor. Tanju Okan’dan tut, kitapta da yazdığım birçok isme kadar böyle denemeler var. Barış Manço’nun milliyetçi olduğu sık sık iddia edilir. Öte yandan Cem Karaca daha halkçı kabul edilir. Cem, Bakırköy çocuğu. Barış Manço da Kadıköy tayfası
diye sınıflandırılır. Böyle ayrımlar yapılmış ama böyle bir şey yok. Hepsi bir ortalamadan yürüyen ama onları kabul eden kitleler açısından farklı farklı konumlandırılan isimlerdir. “Sert Kalın Taviz Vermeyin.” bu cümle adeta sizin mottonuz haline gelmiş durumda. Yüxexes programının her kapanışında söylersiniz. Bu söz elbette müzikal bir bağlamda söyleniyor. Ama ben müziğin yanında hayata karşı bir tutumu da içerdiğini düşünmüşümdür bu cümlenin? Haklılık payım var mı? Ne demek “sert kalmak, taviz vermemek”? Bunu, belli konularda “sabit fikirli olun, kendinizi geliştirmeyin” demişim gibi algılayanlar olmuştur. Aman ha! Böyle anlaşılmasın. Demek istediğim; “Bir duruşun olsun, hayata karşı bir tavrın, söyleyeceğin bir sözün olsun; onun arkasında dur” Son olarak okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı? Sert kalsınlar, taviz vermesinler.
36
Yuvarlak Masa
Yuvarlak Masa:
Gençlik Seçimleri Tartışıyor
Yerel seçimler yaklaşırken Yuvarlak Masamızı Türkiye'nin en büyük şehri olan İstanbul'da Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösteren, sol oylara talip olan partilerin gençlik örgütlerinin temsilcilerine ayırdık. Halkların Demokratik Partisi'nden arkadaşlarımız kayıttan bir gün önce gerçekleşen İnternet Sansürü eylemine uygulanan gözaltılar sebebiyle kaydı yapacağımız gün üzülerek katılamayacaklarını belirttiler. Kayıttan sonra e-mail yoluyla sorularımızı kısaca cevapladılar. Bu sebeple üç partinin temsilcileriyle gerçekleştirebildiğimiz Yuvarlak Masamızı keyifle okuyacağınızı umuyoruz. Tayyip Erdoğan’ın sık sık dillendirdi: Bu seçim bir yerel seçim olmayacak, bu seçimde başka bir hesap görülecek... Bu tespite katılıyor musunuz? Sizce önümüzdeki yerel seçimde oylanacak olan nedir? Uğur Aytaç: Bir halk düşmanı olarak Tayyip Erdoğan oldukça bilimsel bir tespit yapmış, kesinlikle katılıyorum. Bu yerel seçimlerde oylanacak olan bir belediyecilik anlayışı değildir. 19 Mayıs 2012, Ulus’taki gazlı 29 Ekim -geçtiğimiz sene-, Gezi parkıyla başlayan Haziran Ayaklanmasıyla, toplamda İslamcı bir renge bürünmüş mafyatik kapitalizmin kendini yeniden üretmede ciddi bir kriz yaşadığını görüyoruz. 17 Aralık operasyonuyla birlikte bu iktidar bloğu içindeki güçlerin birbirini yediğini görüyoruz. Bu krizin sinyalleri sadece burada da değil, Suriye’de ABD yayılmacılığını temsil eden hegomonik anlayışın krize girmesi, keza aynı şekilde ABD menşeili açılım projesinin tıkanma yaşaması bu anlamda iktidardaki bu gerici krizi işaret ediyor. 17 Aralık operasyonu da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Gökten zembille inen bir kayıkçı kavgası değil, halk hareketinin, baskısıyla bugüne gelmiştir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’a burada katılıyorum. Krize girmiş bir düzenin daha da baskıcılaşarak sömürü mekanizmalarını daha da derinleştirerek devam etmesi, son imkanının zorlanması veya bugüne kadar tasfiye edilmiş aydınlanmacı cumhuriyet devriminin mevzilerinin ilerlemeye geçmesi ve milli kuvvetlerin aynı zamanda bir atak yapması için uygun bir zeminin hazırlanmasıdır. Özellikle önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim söz
konusuyken… 3 aşamalı ara dönemi bütünlüklü bir şekilde değerlendirmek taraftarıyım. Özetleyecek olursak; emperyalizm işbirlikçisi, İslamcı, neoliberal bir halk düşmanının iktidarının, bir şekilde zora dayanarak kendisini devam ettirmeye çalışmasının son hamlesi ki bunun içine AKP’yi dahil ettiğim kadar Fethullah Gülen Cemaati’ni de katıyorum. Ya da Cumhuriyet hareketinin 29 Ekimde, Haziran Ayaklanmasında Türk bayraklarıyla, Mustafa Kemal portreleriyle ayaklanan kitlenin, siyasi bir programı kuşanarak gerçekleştirilebilir bir iktidar alternatifi ortaya çıkarması ve daha da ileri seviyeye giderek özneleşmesidir. Seçenekleri bunlar olarak
görüyorum. Barış Tercioğlu: Tayyip Erdoğan’ın, bu yerel seçimin genel seçim olacağı görüşüne hak vermek gerekiyor. Tayyip Erdoğan bizden daha fazla önemsiyor bu seçimi. Yaşadıkları kriz, kendi iktidarının başlattığı kriz, bu seçimlerde kendilerini büyüyerek çıkarma planındadır veya ‘’ne kadar az oy kaybedersek o kadar başarılı olacağız’’ mantıkları vardır. Halk için de bu seçim, bir hesaplaşma platformu anlamına geliyor. Bu seçimlerin en önemli tarafı AKP’nin, Suriye, Haziran, 17 Aralık operasyonlarından sonra halkın karşısına çıkacağı belki de en geniş ölçekli sınava gireceği bir günden bahsediyoruz. Yalnız
Uğur Aytaç, Boğaziçi Üniversitesi, Ekonomi - Felsefe Bölümü, Öncü Gençlik Merkez Yürütme Kurulu Üyesi (1989)
37
Yuvarlak Masa burada bir şeye dikkat etmek gerekiyor: Türkiye’nin sadece bir iktidar sorunu yok. Türkiye’nin, hem siyasi hem ideolojik yanları olan bir krizi söz konusu ve bu kriz sadece bir siyasi partiyle alakalı değil bir zihniyetle alakalı bır kriz. Biz, bu yerel seçimlerde bu zihniyetin oylanacağını ve gerici, ABD’yle çok fazla işbirliği içine giren aynı zamanda piyasacı, paranın önündeki tüm engelleri kaldırmaya çalışan bu zihniyetin seçimlerden aklanarak çıkmak gibi bir eğilimi olduğunu düşünüyoruz. Tabii bu zihniyetin en büyük aktörü AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. Ama bu AKP’ye karşı nasıl mücadele edileceği konusunda bizim aklımızı karıştırmaması gereken bir durum. Şu yönden söyleyebiliriz: Bu zihniyete karşı, ilerici değerlerin, aydınlanmanın, solun önünü açan, halkın sol alternatifini güçlendirmeye çalışan bir sürecin açılması gerekir. Açıkçası önümüzdeki yerel seçimler, bu anlamıyla bir siyasi hesaplaşmada sadece partiler arasında olacağını düşünmüyorum aynı zamanda Türkiye’nin geleceğinde iktidar sahibi olmak isteyen akımların da seçim platformunda karşı karşıya geleceğini söyleyebiliriz. Örneğin Siyasal İslam bir çöküşe girmiş durumda ve biz buna karşı halktan yana, ilerici, solcu laik bir alternatifi güçlendirebilecek miyiz güçlendiremeyecek miyiz? Açıkçası bu seçim biraz da bunun göstergesi olacaktır. Halk, Haziran’da ortaya koyduğu iradeyi ve kendi seçeneğini ne kadar yaratabilecek, AKP’ye ve AKP’nin zihniyetine karşı nasıl bir güç biriktirecek, ben önümüzdeki seçimin genel önemi budur diye düşünüyorum. Ali Gökçek: Tayyip Erdoğan’ın bu görüşüne ben de katılıyorum, bu yerel seçim değil, başka bir seçim olacak diyor. Aslında bu biraz da halkın bilinçaltına gönderme çünkü şunu biliyoruz: Tayyip Erdoğan hiçbir yerel seçimde yereldeki adaylarını öne çıkarmıyor, her zaman olduğu gibi Kadir Topbaş’ı hiçbir yerde göremiyoruz. Bütün açıklamaları, projeleri Tayyip Erdoğan yapıyor. Yönetim şekillerinde de görüyoruz; hem Başbakan hem savcı hem Cumhurbaşkanı oluyor. Bütün görevleri üstüne alıp kendisi bu işi götürmeye çalışıyor. Türkiye’de sadece bu seçimlerde değil, özellikle 1980’den sonraki seçimlerde hizmetten çok yaşam tarzı oylanmaya başladı. ABD seçmenini düşündüğümüzde cumhuriyetçi ve demokrat aday çıkıyor, sağlıkla ilgili, ekonomiyle ilgili projelerini söylüyor; insanlar bakıyor, belirli bir politikanın dışına fazla çıkmıyor. Bu adaylardan hangisinin politikasını beğeniyorsa ona oy veriyor. Ama Türkiye’de seçmen gidiyor, oy pusulasını önüne alıyor; bir yere verse ‘’din’’ gidecek, bir yere verse ‘’bunlar çalıyor’’, bir yere verse ‘’bunlar zaten hiçbir şey yapamaz, bunlar beceriksiz’’… Dolayısıyla Türkiyede’ki seçmen neyi oylayacağı konusunda hizmeti değil, dini ile yaşam tarzı arasında büyük bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Açıkçası ben Türk seçmenini çok şanssız buluyorum. ABD’deki seçmen bu kadar kolay seçim yapıyorken bizim seçmenimizin
Ali Gökçek, Yıldız Teknik Üniversitesi, Makine Mühendisliği, Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Gençlik Kolları Başkanı (1990)
hizmetten ziyade bu ayrımlara sıkışması bence çok kötü bir durum… Haziran’dan sonra ülke siyasetinin ,insanların siyasete bakışının değiştiği ortada. Herkes hemfikir. Haziran, herkesin üzerine farklı siyasi anlamlar yüklediği bir olay. Peki sizin partinizin seçim politikalarında Haziran İsyanı nasıl bir yer tutuyor? U.A.: Böyle bir toplumsal olguyla karşılaştığımızda ilk önce Türkiye’yi nasıl tahlil ettiğimiz ve bundan çıkardığımız parti stratejimize dönüp baktık ve şu noktada ciddi bir örtüşme olduğunu düşünüyoruz: Şu anda Türkiye’de kitle hareketlerine baktığımızda cumhuriyet hareketi ve patlak vermesi yaklaşan krize karşı emek hareketi ve cumhuriyet hareketiyle ciddi ortakları olmakla birlikte farklı yataklardan da beslenen bir özgürlük hareketi görüyoruz. Bu özgürlük hareketi de belli başlı bir önderliğe tabi olmamış ve daha çok gerici uygulamalarla baş vermesine rağmen en ileri safhada Haziran Ayaklanmasıyla açığa
çıkmış bir olgu ve öznedir. Bugün hala kendisini farklı tempolarla devam ettirmeye çalışıyor. Buna ilişkin farklı mücadele gündemleri ortaya koyuyor ve biz şu tespiti yapıyoruz: Kemalist devrimi tamamlamak dediğimiz şey, nesnel düzlemde özgürlük hareketinin talepleriyle ve gerçekleştirmeye yöneldiği siyasi projeyle ciddi oranda örtüşüyor. Birincisi yurttaş olabilme fikri esasında bahsettiğimiz şey burada bu yurttaşın bir siyasi özne haline gelebilmesi, kafasını sandıktan çıkarabilmesidir. Haziran Ayaklanması’nda hiçbir sistem partisinin karşılığı yoktu. AKP’nin zaten durumunu biliyorsunuz, MHP’nin ve CHP’nin de toplumsal bir karşılığı yoktu. Bu üzücü durum… Sonuçta CHP’nin tabanında yurtsever ve aydınlanmacı bir toplam vardır. Ama şu tip duvar yazılarını bile gördük: ‘’CHP sen bu işe karışma bu sefer durum ciddi’’ ve bunu hiçbir siyasi partinin diğerini eleştirisi olarak da görmedik, bunu sokakta gördük, bunu o, kendi kendisini ivmelendiren sürecin içerisinde gördük. Dolayısıyla bu bakımdan değerlendi-
Barış Tercioğlu, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, İktisat Yüksek Lisans, Türkiye Komünist Partisi Üniversite Bürosu Sorumlusu, Merkez Komite Üyesi (1988)
38
Yuvarlak Masa
riyoruz. Türkiye’ye dair yaptığımız tahlili gözden geçirdiğimizde, koyduğumuz siyasi programın önemli ölçüde uyduğunu görüyoruz. Öncü parti tanımımız gereği bu nesnelliği bir örgütsel faaliyete dönüştürüp, bu toplumsal enerjiyi, devrimci bir programda birleştirmek ve siyasi bir hareket katmak burada önemlidir. B.T: Haziran’a dönük söylenebilecek ilk şey halkın şu anda olduğu gibi yönetilmek istemediğidir. Bence çok değerli bir tespittir bu, belki de 11 yıllık AKP iktidarına biriken bir tepki olarak yorumlanabilir. Türkiye’de siyasal İslam’ın cesur müdahalelerine, girdilerine, saldırılarına dönük bir tepki olarak yorumlanabilir, yaşam tarzına dönük bir tepki olarak görülebilir. Ama nerden bakarsak bakalım Haziran Direnişi; aydınlanmacı yurtsever özgürlükçü bir birikim olduğunu her yönüyle göstermiştir. Hatırlarsak cumhuriyet tartışmalarının yaygın olduğu yıllarda AKP’nin cumhuriyeti tasfiye etmeye yönelik gerici saldırılarının olduğu zamanlarda Türkiye’de laik birikiminin bir tür elit toplama daralcı yönünde bir argüman vardı. Bu argüman cumhuriyet tarihi yorumlanırken hep merkeze alındı ve bunun üzerinden bir tahlil yapıldı. Türkiye’deki sömürücü sınıflarla seküler birikimi taşıyanlar aslında ortak diye bir yanılsama vardı. Herhalde Haziran Direnişi, halkın en geniş anlamıyla bu aydınlanmacı birikimi taşıdığını, sahiplendiğini hatta bu değerlere dair ileriye dönük bir irade sergilediğini görebiliriz. En genel anlamıyla bir halk aydınlanmasından bahsedebiliriz. Burada kastettiğim sadece cumhuriyetin laiklik konusundaki kazanımlarına, ilerici değerlere sahip çıkması değil, bunu ileriye de götürmesidir. Örneğin bugün AKP’nin sanat alanına bir saldırısı var, operaya, klasik müziğe ideolojik bir saldırıda bulunuyor ve bu müzik tarzı halkımızdan kopuktur diyor. Halk bu alanlara sahip çıkıyor ve şöyle bir ilginçlik oluyor, 10 senedir Türkiye’de opera ve klasik müziğe zor bilet bulunuyor. Bunun kendisi bir halk aydınlanmasıdır. Evrim tartışmalarının çok popüler olduğu bir zamandan geçiyoruz şu dönemde. Bilimsel bilgiyi öğrenme konusun-
da en çok eğilim gösteren kuşağız. Bunun, kendisinin aydınlanmacı bir misyonu vardır. Bu anlamıyla Haziran, halkın hem direncini hem de ileriye gitme potansiyelini bize gösterdi. Haziran’ın en önemli özelliği yeniye dönük bir arayış olmasıdır. AKP’nin hızla eskimesini görerek bu yeni arayış çıkmıştır. Aynı zamanda Türkiye’de bundan önceki 90 yıl boyunca eksiğiyle gediğiyle oluşan Türkiye’nin de eski kategorisinden değerlendirilebileceğinin, halkın yeni bir ülkeye, yeni bir cumhuriyete dönük bir özlem taşıdığını herhalde Haziran’dan çıkarılabilecek derslerin başında yazabiliriz. A.G.: Bence Haziran’daki olay herhangi bir partinin galip çıktığı bir olay değildir. Yani, aslında o şekilde başlayan bir ayaklanma da değildi. Sonradan her parti kendi çapında sahiplenmeye çalıştı ama bana kalırsa hiçbir parti bunu başaramadı, galip gelemedi. Hatta başlangıcında iki bin, üç bin kişinin olduğu dönemlerde sahip çıkanlar siyasi partiler, sivil toplum kuruluşlarıydı. Ama iş beşinci günde öyle bir hal aldı ki artık gelen kitleler siyasi partilere karşı olduğunu söylemeye başladı, iş bizden çıkmıştı. Açıkçası biz sadece yönlendirmeye çalışıyorduk elimizden geldiği kadar… Ama Haziran’ın ülke siyasetine en büyük katkısı ne oldu dersek, bence 2002’den beri yenilmez olarak görülen bir Recep Tayyip Erdoğan
diktası vardı, yani yenilmez, zarar verilemez, istediğini yapan büyük güç, söylemleriyle zaten kendisi de bunu perçinliyordu, böyle bir duruş vardı. Haziran’da insanlar Tayyip Erdoğan’ın yenilebileceğini gösterdiler ve ardından 17 Aralık operasyonları geldi, bununla beraber Erdoğan’ın bir kez daha yenilebileceğini gördük. 1 Mayıs 2013’te Taksim’e çıkmaya calışan kitlenin duruşu Haziran’ı tetikledi ve Haziran’dan sonra da AKP’nin yenilmez diye nitelendirilen sıfatı bence ortadan kalktı. Haziran İsyanı ile beraber 90’lılar diye bir kuşağın tarih sahnesine çıktığı söyleniyor. Bu kuşağa atfedilen şeyler çevrelere göre farklılık gösteriyor. Siz, 90’lılar kuşağını nasıl tanımlıyorsunuz, bununla beraber siz, partinizin 90’lıları temsil ettiğini düşünüyor musunuz? U.A: 90’lılar kuşağı tanımlamasının içinde iki eğilim var. Bu eğilimlerden birine katılmak, birine katılmamak gerek. Birincisi, bu kuşak apolitik olmadığını göstermiştir. Aynı zamanda pek çok yeni mücadele araçlarını kullanan teknoloji ve mizahı hakim bir şekilde kullanan bir anlayışı temsil ediyor bu kuşak. Bir yönden de şöyle bir algı yaratılmaya çalışılıyor diye düşünüyorum: Halk hareketinde 90’lılar kuşağı vurgusunu çok öne çıkararak halk kitlelerinden kopuk bir gençlik alt grubuna indirgeyen ve esas vurguyu buraya yapan bir anlayıştı
aslında ve buradan da eleştirmek lazım bu tanımlamayı. İki karşıt eğilimi de içinde barındırıyor. 31 Mayıs’ta, 1 Haziran’da ve sonrasında milyonlarca insanın ayağa kalkması bakımından, olay ciddi bir siyasal boyuta evrilirken 90’lılar kuşağı vurgusunu halktan kopuk olarak yansıtmak zarar vericidir diye düşünüyorum. Dolayısıyla bir yönüyle onaylamak, bir yönüyle de eleştirmek gerekiyor diye düşünüyorum. B.T: 90’lılar kuşağına dönük liberallerin müdahale etmeye çalıştığı açık ama Haziran’dan sonra bu yıkılmıştır. 90’lıların farkı bence şudur: AKP diktasının esas olarak oturduğu durum 12 Eylül 2010 referandumundan sonrası dersek eğer; AKP diktasından sonra kendi mücadelesini özgün bir şekilde harekete geçiren bir gençlik toplamı var diyebiliriz. Baskıya ve faşizme karşı ülkesinde özgürlükçü, aydınlanmacı mücadele veren bir toplamdır. 90’lıların özgüvenli olması çok önemlidir, Türkiye siyasetinde müdahale etme iradesi taşıması bir yana yazılmalı. Bu kuşağın kendine ait iletişim kanalları, sosyal medyaları vardır. Bir değerli faktör de halkla uyumlu bir şekilde tepki vermeye yatkındır. Haziran’daki gençlik her zaman halkla iç içe olmuştur, ortak mücadele vermiştir. Türkiye Komünist Partisi bu toplama seslenmeye çalışıyor, bu toplamı temsil etmeye çalışıyor,
39
Yuvarlak Masa bu toplamla birlikte siyasi pratikler oluşturmaya çalışıyor. En önemlisi, bu toplamın siyasi enerjisini, yaratıcılığını, özgüvenini kendi siyasetinin merkezine yerleştirmeye çalışıyor. Türkiye Komünist Partisi emek eksenli, işçi sınıfından yana bir siyasi partidir ama şu anda böyle bir hareketin inşasında en önemli dinamik gençliğin örgütlenmesi, halkla buluşmasıdır. Bu anlamda 90’lıların özgün dili, siyaset tarzı Türkiye Komünist Partisi tarafından çok önemli bulunuyor. A.G.: 90’lılar kuşağı dendiğinde, 1980’den sonra apolitik denilirdi. Haziran’da gençliğin apolitik olmadığı algısı yaratılmaya çalışıldı ama ben tam olarak öyle olduğunu düşünmüyorum. Eskiye baktığımızda daha toplumcu değil, bireyselliği ön planda olan bir gençlik olduğunu düşünüyorum. Dışarda arkadaşlarıyla sohbet ortamı kurmak yerine evde oturduğu yerde, bilgisayardan konuşmayı tercih eden bir gençlik var. Bunun da etkisini toplumsal olaylarda gördük ancak son geldiğimiz noktada sanki bu kadar gencin sokaklara çıkmasında ‘’sıra bize de mi geldi’’ şüphesinin olduğunu düşünüyorum yani içinde yine biraz da bireyselliğin yattığını düşünüyorum ama örgütlü gruplarda bunu söyleyemeyiz. Cumhuriyet Halk Partisi, Haziran olaylarını izledi ve izlemesinin sonucunda şu kanıya vardı: Gençlere partide daha fazla yer vermeliyiz. Zaten tüzüğümüzde de gençliğe daha fazla yer verme maddesi eklendi ve bunu da fazlasıyla yapıyoruz. Eğilim yoklaması yapılan ilçelerimiz oldu. Bunlar içinde Kadıköy, Maltepe, Ümraniye, Ataşehir’de gençlik en yukarılarda oldu. Yani bunun sadece yukarıdan değil, aşağıdan da gençlere duyulan özlemin olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul’da dört, Ankara’da üç tane sol oylara talip aday var. Solun parçalılığı çok kez dillendirildi. Bu parçalılık Haziran’dan sonra son bulmalı diyenlerin sayısı az değil. Parçalılık tespitine katlıyor musunuz? Sizin adaylarınızı diğerler adaylardan ayıran nedir? U.A.: İşçi Partisi, AKP ve cemaat karşısındaki tüm güçleri ortak cephede örgütlemek için CHP’yle de başka partilerle de görüşmeler yaptı, güç birliği denedi ama
görüşmeler siyasi partilerin genel merkezlerinde karşılık bulmadı. Partilerin yurtsever ve aydınlanmacı tabanları da bu yöne sevk edildi. Bunun sonucunda masadaki seçenekleri gözden geçirmek gerek. Birincisi, CHP adayı Mustafa Sarıgül’e bakınca; Haziran’da Atatürkçülerden, devrimcilerden arkadaşlarımızın kanı dökülürken Fethullah Gülen’in Türkçe Olimpiyatı’ na katılan adaya destek vermesi beklenemez. CHP’ nin içinde olduğu siyasi koşulda cemaatle yakınlaşması, Washington’da, 17 Aralık sonrası devlet içindeki çetelerle görüşüp müttefik araması Sarıgül’ü desteklememizi imkansız hale getiriyor. Sarıgül bu saflaşmada cumhuriyeti, aydınlanmacılığı, bağımsız ülkeyi değil; aksine halk AKP’ den bıkmışken düzenin başka şekilde devam etmesini ve düzeni yedeklemeyi savunuyor. Levent Kırca’yı aday göstermemize bakacak olursak: Devrimci partide birkaç seçenek vardır. Kamuoyunda fazla karşılığı olmayan ama parti nezdinde değerli olan birini aday gösterebilirdik (TKP’nin Aydemir Güler’i göstermesi gibi) ya da Sarıgül’ü desteklerdik ve bahsettiğim veballerin altına parti olarak girerdik. Biz halk hareketinin geçtiğimiz yıllarda Silivri’deki yurtseverlerin özgürleşmesi olsun, cumhuriyetin yıkımına karşı gösterdiğimiz direniş olsun, halk hareketinin temsilcisi olduğunu düşündüğümüz ve aydınlanma değerlerine vicdanlı duruşuyla sahip çıkan aday olarak Levent Kırca’yı ve partinin Levent Kırca etrafında ördüğü heyeti halk karşısına tarihsel sorumluluğumuzu yerine getirerek devrimci seçenek olarak çıkartma kararı aldık. B.T.: Türkiye’de halk güçlerinin AKP’ye karşı birlikte hareket etmesi bir ihtiyaç ve bu birliğin hangi zeminde hangi ilkelerle kurulacağı önemli. Türkiye Komünist Partisi laiklik, yurtseverlik, ilericiliği güçlendirme, solu seçenek haline getirme zemininde ortak mücadeleye açık olmuş bir siyasi parti. Bugün baktığımızda daha çok merkez siyasette prim yapan şey sağ açılımlarla AKP’ye karşı alan tutma ve seçimde öne çıkma çabası vardır. Türkiye Komünist Partisi ilkeli
bir birlik zemini göremiyor. Bu yüzden kendi adayını çıkardı. AKP öyle bir köşede durmuyor. Bizim için AKP gerici, İslamcı, neoliberal politika taşıyan bir hareket. CHP’nin tercih ettiğii sağcılaşarak muhafazakar toplumun desteğini almak için muhafazakar politikalarla İslami yönelimlere kapı açmaktır. Örneğin Sarıgül’ün cemaatle ve Amerika’yla ilişkide olması durumu… Bu yönelim AKP’nin ancak sağdan bir politika üreterek, sağcılaşarak yenilebileceği fikrine dayanıyor ve biz bu fikri reddediyoruz . Haziran’ın bize öğrettiği şeylerden biri de Türkiye solunun halkla birlikte sokakta örgütleyebileceği alternatifin AKP’yi, cemaati, bu zihniyeti taşıyan partileri geriye iteceğini, halkın seçeneğini ortaya çıkaracağını düşünüyoruz. Sarıgül çok fazla parayla dini siyasetin merkezine çeken; kariyerizmi, bireyselciliği pompalayan siyasi figür olarak gözüküyor. CHP’ nin sağ açılım sembolünden biri. HDP adayı Sırrı Süreyya’ya gelirsek;liberal Kürt ulusalcılığının temsilciliğini yaptığını düşünüyoruz. Haziran sürecinde gördük. Kürt hareketi çok tedirgin davrandı, başta sürecin içine girmeye çalıştı, sonra ideolojik olarak altını boşaltmaya; meşruiyet kanalını kapamaya yöneldi. Yer yer AKP ile yakınlaştı. İslamcı, sağ nitelikte bir politik açılımın içerisine girdiler, bu sebeple HDP adaylarının büyük bir çoğunluğu ile ortak zeminde buluşmamızın doğru olmayacağını düşünüyoruz. TKP kendi adayını: Türkiye’de yeni bir ülke, sosyalist bir cumhuriyete yönelik talebi taşıyan öznenin olması gerektiği için çıkardı. Bu anlamıyla ne AKP’nin cumhuriyeti ne de ilerici yönlerine rağmen Türkiye’de denenmiş ve başarısız olmuş Kemalist rejim restorasyonu seçim döneminde bize alan açmaz. Bu yüzden böyle
bir siyasi tercihte bulunduk. A.G.: Solda birlik niye olmuyor dediğimizde sosyal demokrasi kavramı, sosyalizm, komünizmin aksine çok köşeli bir kavram değil. Temel ilkelere bağlı kalınca insanların genişletebileceği bir olgu. Bundan yola çıkarak Farklı fikirlere sahip insanların farklı partilerde olmasını abes bulmuyorum ancak şunu savunuyorum: Asıl sıkıntı seçim barajı. İŞÇİ PARTİSİ, TKP, CHP beraber seçime girmesi yerine barajı kaldıralım. Partiler temsil ettikleri kadar içerde olsun. Herkes kendi fikrine oy versin ve o fikir mecliste yer almak için imkan bulsun. Seçim barajı kalkınca bu birleşme sıkıntısının da ortadan kalkacağını düşünüyorum. Peki Yerel Seçimler Özelinde? A.G.: Yerelde insanlar adaya oy veriyor. Çoğu bölgede TKP’ye, İşçi Partisi’ne yönelik çalışma yapan adaylarımız var. TKP’nin de İşçi Partisi’nin de CHP seçmenine daha fazla hitap eden adayları vardır. Yerelde birleşme adaylarla sağlanır. Bu birleşme için parti genel merkezlerinin somut görüşmeler yapması gerek. CHP’nin ABD ile görüşmesi konusunda: CHP sadece ABD’yle değil tüm yabancı ülkelerle görüştü. Çin’e, Fransa’ya, Danimarka’ya da gittik. ABD’ye giderken bu eleştirilerin geleceğini biliyorduk ama ABD’ye 35 yıl sonra gidildi. Bizim ülkemizde şöyle bir algı var: sağ icraat yapar sağ daha somut işler
40
yapar, sağ olduğu zaman istikrar olur. Bizim insanlara güven vermemiz lazım. Yani Türk seçmenine CHP iktidar olduğu zaman sizin kredilerinizde faiz artacak da kredilerinizi ödeyemeyecek durumda kalmayacaksınız. Ekonomik krizde mağdur olmayacaksınız. Türkiye’de bir sıcak para geyiği vardır. Ekonomiyi döndüren de bu. İnsanlarda CHP gelince sıcak para gidecek ekonomi çökecek, işimden olacağım, kredimi ödeyemeyeceğim gibi kuşkular var. Bunları bitirmek için bizim uluslararası ilişkilerde olduğumuzu, siyasi açıdan ekonomik bağlantılarda olduğumuzu, bu tarz sıkıntılar yaşanmayacağını hissettirmemiz gerekiyor. Bu yüzden görüşmeleri faydalı buluyorum. İslami alanda da açılma konusuna gelirsek; HDP’nin bu konuda hevesli olduğunu görüyorum. BDP’ye dönüp bakınca Abdullah Öcalan’ın kimi mektuplarında Kürt-İslam birliğinden bahsettiğini görüyoruz. Bu yönlü bir ‘’birlikten’’ bahseden sol parti olamaz diye düşünüyorum. Son eklemeleri alalım… U.A.: Adayları da tartıştık ama bu tartışma Türkiye’nin kaderi ve genel siyasi manzaraya endeksli kaldı. Biraz da İşçi Partisinin savunduğu program Türkiye’nin sorunlarına çözüm getirecek mi vurgusuyla bitirmek istiyorum. Barış’ın söylediği Kemalist restorasyonun Türki-
Yuvarlak Masa
ye’nin içinde bulunduğu çelişkilerin üstesinden gelemeyeceği ve yeni bir şey katmayacağı vurgusuna katılmıyorum. Türkiye’de hiçbir ilericinin sosyalistin aydınlanmayı sahiplenen insanın cumhuriyetten geri düşme lüksü yoktur. Saldırının nerden geldiğini ve saldırının geldiği yerden mücadele mevzisinin kurulduğunu görmek gerek. Cumhuriyet tasfiye edildi, Türk milleti tanımı ayaklar altına alındı. Neden ayaklar altına alındı? Kadının köleleşmesi üzerine, yurttaşın baskılanması üzerine inşa edilecek İslamcı biat toplumunun kurulması için. Emekçinin tek yapabildiğinin tevekkül olduğu taşeron cehennemini kurmak için. Son yargı bağımsızlığı kırıntılarının yeri geldiğinde usulsüz özelleştirme yürütmelerini durdurduğu cumhuriyet yargısını tasfiye edebilmek için Türkiye’yi etnik temelde kimliklere ayrıştıran emperyalist projeleri iktidara taşımak için. Biz saldırının geldiği yerden mücadele mevzisinin örüldüğünü düşünüyoruz. Bu cumhuriyet devrimini, kazanımlarını yeni bir atakla, laikliği daha militanca savunan bir mücadele programatiğiyle ilerleteceğiz. Türkiye’nin içinde bulunduğu çelişkilerden sıyrılacağını, özgür, emekçinin baş tacı olduğu yeni bir cumhuriyetin kurulma zeminin de geçmişimizdeki mayası sağlam devrimci mirasa sahip çıkmakla ve buraya yaslanarak yeniyi inşa etmekten geçtiğini düşünüyoruz. İşçi Partisinin çizdiği ve Türk halkının önüne koyduğu mücadele programatiği de esas olarak budur. Yerel seçimler stratejimizi de bu Türkiye tahliline ve İşçi Partisi programına yaslanarak inşa ediyoruz. B.T.: Son 1 senedir Türkiye’de gördüğümüz yeniye dönük bir arayışın olduğudur. Türkiye’deki merkez siyasi partilerin (CHP de bunun içinde) halka önerdiği; çok şeyi bozmadan, Türkiye denklemini çok sarsmadan,
ekonomiyi, dış ilişkileri bozmadan bir hamle yapıp AKP’den kurtulmak. Ama bunun, halkı belli kolaycılığa iten bakış olduğunu düşünüyorum. Bizim görebildiğimiz, özellikle gençlik içerisinde radikal değişim arayışı. Bu arayış Türkiye’yi alt üst edecek, yıkacak bir arayış değil. Bambaşka eksen etrafında, Türkiye’yi yeniden kurma iradesi taşıyor. Haziran bunu gösterdi. Cumhuriyet mitingi, 19 Mayıs önemli direnç noktalarıydı ama Haziran’la arasında görsel ve anlamsal olarak fark var. Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkan ama o günle sınırlı kalan eylemler, profil ve hedef olarak AKP’ye karşı halkın ikna olamayacağını gösteriyordu ama Haziran yeniye dönük pencere açtı. İnsanlar elbette kendilerini cumhuriyetin bıraktığı ileri hamlelerin mirasla ifade ettiler ama bunların yetmediği daha farklı bir Türkiye arayışını bu süreçte çok fazla hissettik. Buradaki yeni, sol ve sosyalist cumhuriyettir. AKP’nin uluslararası sermayenin, emperyalizmin yürttüğü saldırı o kadar güçlü ki buna daha radikal araçlarla karşılık verebiliriz. Cumhuriyetin ilerici hamlelerini sahiplenmekte sıkıntı yaşamıyoruz ama cumhuriyet tarihini sadece ileri geri denkleminden değil aynı zamanda Türkiye’de iktidarda olan sermaye sınıfının eğilimiyle de okumak gerek. Sermaye sınıfının eğilimleri uzun süre kemalist çerçeveye taşındı ama belli vadeden sonra dünya kapitalizmiyle uyuşmadı ve hesaplaşmaya döndü. Biz, kapitalizmin farklı ve eski yöntemlerinde değil bambaşka düzende Türkiye kurma hedefinde hareket ediyoruz. Son olarak CHP’nin merkezi siyasetini
eleştiriyoruz ama CHP tabanında ve özellikle gençlerde sosyal solculaşma dinamiği olduğunu gözlemliyoruz ve bu Türkiye’nin geleceği açısından değerli bir şeydir. A.G.: Genel siyasete baktığımızda siyaseti din-dil-ırk ekseninden çıkarmalıyız. İnsanlarda geçim sıkıntısı, işsizlik, genç işsizlik had safhadayken bizim, insanları bu yönden ayırmamız mantıksız. Özellikle gelişmemiş toplumlara verilerek ayrıştırılmak istenen olgudur. Toplumu bu düşünceden çıkarmamız gerek. İnsanların daha rahat seçimler yaparak oy kullandığı seçim yapmalıyız. Bunu sağdan ya da AKP’den beklememiz yanlış. İşlerine gelmez biz üstlenmeliyiz. Siyasi partiler kanunu değiştirmeliyiz daha demokratik seçimler için üniversitede, lisede örgütlenmenin önü açılmalı kanun, değiştirilerek daha adil seçim olmalı. Yerel seçimler proje üzerinden gitmeli. (İstanbul’un gündemi olan 3. Köprü, 2b ile ilgili) Adaylar, televizyonda görüşlerini topluma aktarabilmeli. CHP için 3. Köprüye, havalimanına sıcak bakan parti imajı veriliyor. Biz bunla ilgili tüm eylemlere katıldık, karşıyız ama medya bunu göstermiyor. Haziran olaylarının toplumbilimciler tarafından oturulup ciddi anlamda incelendikten sonra belki tüm siyasi partilerin çağrılıp ders verilmesi gerekiyor. Herkes kendi tarafından yontuyor daha objektif incelenmeli, partilerin, gençliği yönlendirme konusunda ortak karar alması sağlanmalı. Başka söyleyecek bir şeyi olan yoksa bitirelim, hepinize çok teşekkür ediyoruz...
41
Yuvarlak Masa
Halkların Demokratik Partisi üyesi Berfin Azdal'dan Yuvarlak Masa'ya katılan temsilcilere yönelttiğimiz soruları kısaca yanıtlamasını istedik. Ayrıca bir cevap hakkı yaratan muhafazakarlaşma eleştirilerini ilettik: Tayyip Erdoğan’ın sık sık dillendirdi: Bu seçim bir yerel seçim olmayacak, bu seçimde başka bir hesap görülecek... Bu tespite katılıyor musunuz? Sizce önümüzdeki yerel seçimde oylanacak olan nedir? Gezi İsyanı ile birlikte AKP iktidarı meşruiyetini yitirdi. 11 yıllık iktidarı süresince neo- liberal ve muhafazakar politikalarıyla hayatımıza sürekli müdahale eden AKP hükümetine karşı ortak bir “Yeter!” demenin araçlarından biri önümüzdeki yerel seçimler. Yolsuzluklar, hırsızlıklar, gemiciklerle geçen bir baskı dönemi ardından kritik bir eşikteyiz. Yerel seçimler, genel seçimlere dair de bir fikir vereceği için önemli. Oylanacak olan kentleri yönetecek akıldır. Sermayenin, doğayı talan edenlerin, kapitalistlerin, statükocuların, cinsiyetçilerin, faşistlerin, homofobik ve transfobiklerin bu topraklardaki ömrünü belirleyeceğiz bu seçimlerde, hep beraber.
yerelden yönetim anlayışın bir örneğiydi. Gezi direnişinin talepleri, partimizin politikalarını şekillendirmesinde önemli bir etkendir. Yatay örgütlenme, yerinden yönetim, eşitlikçi bir toplumsal hayat, kadınlar ve LGBT’lerin özgürlüğü halihazırda sahiplendiğimiz değerler. İsyan, bize ilkelerimize dört elle sarılmayı hatırlattı. Haziran İsyanı ile beraber 90’lılar diye bir kuşağın tarih sahnesine çıktığı söyleniyor. Bu kuşağa atfedilen şeyler çevrelere göre farklılık gösteriyor. Siz, 90’lılar kuşağını nasıl tanımlıyorsunuz, bununla beraber siz, partinizin 90’lıları temsil ettiğini düşünüyor musunuz? Partimiz hem Türkiyeli hem de Kürdistanlı gençleri temsil etme potansiyeli barındırıyor.
Haziran’dan sonra ülke siyasetinin ,insanların siyasete bakışının değiştiği ortada. Herkes hemfikir. Haziran, herkesin üzerine farklı siyasi anlamlar yüklediği bir olay. Peki sizin partinizin seçim politikalarında Haziran İsyanı nasıl bir yer tutuyor?
Türkiye ve Kürdistan’ ın 90 kuşağı birbirinden oldukça farklı. Sınıfsal farklılıkların bilendiği, eğitim olanaklarına yararlanmadaki eşitsizliklerin derinleştiği bir dönemde Türkiyeli 90 kuşağı da homojen değil. Gezi’ yi biricik kılan bütün bu farklılıklardan oluşan kolektif akıldı. Geleceksizlik kaygısıyla yetişip ya işsizler ordusunun ya da bilgi işçileri sınıfının bir parçası olması muhtemel kuşağımızın en büyük silah, mizah.
Gezi Parkı’ndaki komün deneyimi, HDP’nin ekolojik, cinsiyet eşitlikçi ve
İstanbul’da dört, Ankara’da üç tane sol oylara talip aday var. Solun parçalılığı
çok kez dillendirildi. Bu parçalılık Haziran’dan sonra son bulmalı diyenlerin sayısı az değil. Parçalılık tespitine katlıyor musunuz? Sizin adaylarınızı diğerler adaylardan ayıran nedir? Elbette parçalıyız. Bu masadaki herkesle çok temel noktalarda ayrışıyoruz. Masadaki diğer partilerin; (CHP, İP ve TKP) politik söylem, eylem hattı gibi noktalarda ayrışsalar da özde devlet aklını yeniden üreten oluşumlar olduğunu düşünüyorum. HDP, T.C devletinin kuruluşundan bu yana benimsediği ilkelerin ve politikaların tam karşısındadır. T.C devletinin asimilasyoncu, tekçi, cinsiyetçi, homofobik, faşist damarlarının her birini kesmeyi, herkes için eşit ve özgür bir toplumu inşa etmeyi kendisine hedef bilmiştir. Yuvarlak Masa’da HDP’ye yapılan eleştirilerin temelinde, HDP’nin muhafazakarlaştığı iddiası yatıyordu. Bu konuda birkaç cümle söylemek ister misin? Biz, muhafazakar veya sağcı insanların da devrimci bir değişim sürecine ihtiyacı olduğunu vurguluyoruz. T.C devletinin kapitalizmle baş başa vererek yarattığı “özne” nin radikal bir değişime ihtiyacı var. HDP, elbette bu radikal değişimi sağlamaya aday bir araç olarak muhafazakarlara da seslenecek.
Berfin Azdal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyoloji, Halkların Demokratik Kongresi Genel Meclis Üyesi (1992)
42
Kültür - Sanat
Öldürme Eylemi T. Seçkin Serpil Bilgi Üniversitesi Satranç Kulübü
Ö
ldürme Eylemi, ilk kez 12. !f Film Festivali Kapsamında, Hangi İnsan Hakları Film Festivali’ nde gösterilmiş ve yoğun ilgi görmüştü. 2013’ün en çok iz bırakan yapıtlarından biri olduğunu düşündüğümüz bu belgesel/ filmi yeni yılın ilk sayısına taşımak istedik. Yakın tarihimizle karşılaştırarak izlemenin de mümkün olduğu film hem Gezi Direnişi’ndeki polis ve sivil faşist vahşetini hem de Türkiye’de şiddetin nasıl normalleştiğini (her ne kadar film Türkiye’de geçmese de) gözler önüne seriyor. “Act of Killing’’ Türkçe'ye Öldürme Eylemi olarak çevrilse de, filmi izledikten sonra, “Ölümü Sahnelemek” çevirisinin daha yerinde olduğunu düşündüm. Çünkü “act’’ kelimesi eylemden çok oynamak, sahnelemek anlamında kullanılıyor filmde. Endonezya’da 1965 yılında gerçekleşen askeri darbeyi anlatan film, bir döneme ışık tutarken gerçeği de yeniden üretiyor. Karaborsa sinema filmi bileti satan Anwar ve arkadaşlarından oluşan küçük sinema çetesi bir anda aşırı sağcı bir infazcı ordusuna dönüşür. Çetenin soğukkanlılık ve gururla, anlattıklarına seyirci oluruz.
Act of Killing Türkçe’ye Öldürme Eylemi olarak çevrilse de “Ölümü Sahnelemek” çevirisinin daha yerinde olduğunu düşündüm filmi izledikten sonra. Çünkü act kelimesi eylemden çok oynamak, sahnelemek anlamında kullanılıyor filmde. Endonezya’da 1965 yılında gerçekleşen askeri darbeyi anlatan film, bir döneme ışık tutarken gerçeği de yeniden üretiyor.
Film boyunca yaşanan, insanlık dışı olan, vahşetin çok da "normal" insanlar tarafından işlendiğini görürüz. Asıl korkutucu olan da budur: Faillerin sıradanlığı. İzlerken seyirciyi rahatsız eden şey işkence sahnelerinin yeniden üretilmesi değil, Anwar ve çetesinin soğukkanlılığıdır. Filmdeki şiddet dolu sahnelere, günümüz sinemasındaki vahşet ve şiddet sahnelerinden aşina olduğumuz için şiddetin yapılışı değil nasıl da rahat yapılışı bizi rahatsız eder. Filmde muhalif tüm kesimler "marjinal" ve "komünist" denerek hedef gösterilmiş ve devlet eliyle işkenceden geçirilmiş, öldürülmüştür. O güne dair belge, kanıt neredeyse yoktur. Elimizdeki tek şey faillerin bize "oynadığı" kadardır. "Şeytanın yaptığı en müthiş hile; dünyayı asla var olmadığına inandırmaktır." 12 Eylül döneminde de devlet eliyle faili meçhul infazları birinci ağızdan duymuş ya da kitaplardan duymuşuzdur. Film tam da bu noktada metod olarak farklılaşır. Filmin kurgusu sayesinde dönemin gerçeklerine “tanıklık ederiz”. Artık failler hem tanık, hem de aktörlerdir. Hem belgeseldir hem film... Gerçeğin sadece faillerin vicdanının izin verdiği kadarına tanıklık ederiz ki o bile korkutucudur. Geçmişle bir bağ kurarız. İşin korkutucu kısmı Anwar ve çetesinin sadece sıradan kor-
san film satıcıları olmalarıdır. Yani ideolojik olarak şartlanmış, "vatan için kurşun yiyenlerden"de değildir. Bu noktada Harrah Arrendet'in işaret ettiği Adolf Eichmann'in yargılanması akla gelir. Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS yetkilisi yaptığı kötülüğün çok da farkında değildir. Eichmann aslında iş bulmak için orduya başvurduğunu söyleyecektir. Kendisinin sadece yasaları uyguladığını ileri sürmektedir. Hatta kendisi birçok Yahudiyi de ölümden kurtardığını ileri sürmüştür. Aslında kötülüğün sıradanlığıdır bizi korkutan. Yani filmlerdekilerin aksine kötüler siyah şapka giymezler. Artık hem eylemi yapanlardır hem izleyenlerdir. Seyredilen,seyredendir aynı zamanda... Gerçekten de korkutucu olan içimizde tetikte bekleyen öldürme tutkusudur. İşledikleri cinayetleri büyük keyifle anlatan kişiler ideolojik bir davaya inanmış kişiler değillerdir; sadece dönemin ruhuyla hareket etmişlerdir. Konformizm budur; çoğunluğun hareket ettigi yönde eylem yapmak. Sürüye uyarsak her şey daha kolaylaşır. Hatta ölmek öyle sıradanlaşır ki bir bakanımız Suriye'de ölenler ile Gezi’de ölenleri karşılaştırıp "devede kulak" değerlendirmesi yapabilir. Ya da bir milletvekili şöyle demekte sakınca görmez: "Erdoğan diktatör olsaydı Taksim Dersim olur, mezar taşına hasret giderdiniz!"
Ölüm sıradanlaşmıştır. Zamanın ruhu ve çoğunluk meşruluk kazandırmıştır bu sözlere... Bu yüzden de aslında failler de izleyenler de aynı derece sorumludur. Sessiz kalmak da taraf tutmaktır. Günümüz popüler ikonlarından Žižek (ki popülerlik sınırlarının ne kadar tehlikeli olabileceğine 4. Sayımızda Alperen Bal yazdığı yazı ile değinmişti) kötülüğü 3 sınıfa ayırmaktadır; Ego kötülüğü, Superego kötülüğü ve İd kötülüğü. Ego kötülüğü bir amaç uğruna kötülük yapmaktır, örneğin; parasını almak için birini öldürmek ya da evine zorla girmek. Ego kötülüğü nedensellik bağı ile açıklanabilir olandır. Kocanın aldatan karısını vurması gibi, bize göre yanlış da olsa fail açısından mantık sınırları içersindedir. Id kötülüğünü ise tanımlaması oldukça zordur; "katil doğanlar" deyimi gibi; polisin işkence ettiği kıza tecavüz etmesi gibi ya da döverek öldürmek gibi artık amaçsal kötülük geride kalmıştır. Kötülüğün kendisi yüzeye çıkmıştır. Bir cinnet hali, bir trans hali gibi... Yüzleşilmesi imkansızdır. Ego kötülüğü, dış etkenler, yetiştirilme tarzı ya da kader mağduru gibi gerekçelerle meşrulaştırılabilir. Id kötülüğü ise izah edilemeyecek kadar kötüdür; katlederek öldürmek id kötülüğüdür ya da gaz odalarına atmak... Super ego kötülüğü ise kişinin kendinden daha büyük bir bütün, bir inanç sistemi uğruna yaptığı kötülüktür." Superego kötülüğü, kendisini oluşturan bireysel id kötülüklerinin toplamından fazladır çünkü
43
Kültür - Sanat bir çağ yangını gibi tanık olan herkes faildir. Soykırımlar, savaş sonrası devlet müdahaleleri... Ya da 'Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması.'' Birileri ise "Zaman zaman yaşanan faili meçhuller o ülkeye huzur getirir... Bu kadar konuşan olmaz... ortalık zevzekle doldu" beyanında bulunabilir. Birileri açıkça fail ve Türk bayrağıyla poz çektirebilir. Burası ölümün normalleştiği bir coğrafyadır. Cumartesi anneleri; Roboski, Madımak, 6-7 Eylül olayları; Uğur Mumcu, Hrant Dink, Metin Göktepe, Kemal Türkler, Ali İsmail Korkmaz... İsimler değişir ama karşımızda hep aynı faili buluruz. "Polisimiz adeta bir kahramanlık destanı yazmıştır" Çok da uzağa gitmeye ihtiyacımız yok aslında bu psikolojiyi anlamak için; Gezi sürecinde de Polis göstercilere şiddet uyguladı. Sosyal medyada an be an "gerçek" konuşulurken ana akım medya uzun süre sessiz kaldı. Bugünün faillerine sorarsak pişmanlık duymayacaklarını tahmin etmek zor değil. Ne de olsa "destan" yazmışlardır. Ne de olsa "vatan için kurşun yiyen de sıkan da birdir." Bayrak, ülke, toprak gibi kavramlar kutsallaştırılır. Zygmunt Baumann şöyle ifade eder: "Ulus, kendi kendi sürdüren aidiyet gruplarının tersine varoluşunu savunmak zorundadır. Etkin olarak; her gün her zaman. Kimlik, gereksiz yere yinelenerek sürekli kılınır. Belirli öyküler yinelenip durur." Aksi de gereklidir. Her öykünün antagonisti de gereklidir. Gezi süreci boyunca da direnişçiler canavarlaştırılmıştır. "Camide içki içtiler", "Bayrağı yaktılar", "Benim başörtülü bacıma saldırdılar". İktidarlar her zaman bir suçluya ihtiyaç duyarlar meşrulukları için. Bir "başkası" yaratırlar; bu başkası bizim değerlerimize ya açıktan saldırıyordur ya da bizden değildir. Ne yaptıklarının çok da bilincinde değildirler... Bir başka kimlik yaratırlar ki düşman somut hale gelsin. Cinsel yönelimleri, dini tercihleri, ırkları, milliyetleri ya da ten renkleri düşmanı belirlemek için yeterlidir. Üstelik, filmdeki faillerin, yaptıklarından gururla bahsetmesi hatta suç olarak görmemesi seyircideki tedirginlik
kat sayısını arttırır. Öyle ki Uluslararası Ceza Divanı’nda yargılanmaktan korkmuyor musun diye sorulur çete üyelerinden birine; O da suç işlemediğini söyler gönül rahatlığıyla ve ekler "ben kaybeden tarafta değilim, neden yargılanayım?". Ülkemizde katiller "bu ülke seninle gurur duyuyor" sloganlarıyla onure edilmiştir. Çeteye, çekilen sahneler estetik bir öğe olarak izletilmiş ve o anlar da kameraya alınmıştır. Artık Anwar ve çetesi sadece geçmiş bir trajedi'nin failleri değil; onu yeniden üreterek hem yeni gerçekliğin üreticileri hem de çektiklerinin izleyicileridir. Rol yaparak aslında gerçekle yüzleşir failler. Bir çeşit arınma içerse de aslında kendi yaptıklarına yabancılaşıyordu katiller. Bu yüzden filmin adı "Öldürme Eylemi"dir. Çünkü bu kadar basittir aslında öldürmek... İşte bu durumlarda id kötülüğü ile süperego kötülüğü birbirine karışır; bir insanı öldürebileceğini ve bunun yanına kalacağını bilmenin keyfini yaşarlar. Eğer kişi adam öldürmeyi suç olarak görmüyorsa ceza da caydırıcı olmaktan çıkar, öldürmek bir ayin halini alır. İlkel insan su yüzeyine çıkar... Karanlık yüzümüz... Çoğunluktan olmayanların öldürülmesi bir devlet geleneğidir. Gülerek kutlarlar ölümü, işkence eylemlerini taklit ederken hiç de rahatsız olmazlar. "Öldürdükçe çoğalıyor adamlar/Ben tükenmekteyim öldürdükçe." "Geçmişte trajik olaylar dahil tüm gerçekliğimizin medyanın dola-
yımından geçtiğini biraz fazlaca unutuyoruz. ... Tarih, tarih varken anlaşılmalıydı. Heideger'i vakit varken ihbar etmeli ya da savunmalıydık. Bir dava, suçun hemen ardından gelen bir süreç olduğu zaman eğitici olabilir. Şimdi çok geç anlamak için. Ahlaksal bilinç ve kolektif bilinç etkileri tamamen medya etkisindedir. (...)Bildiğimiz tek şey "İnsan Hakları" söylemini bağıra bağıra tekrarlamak" Diye yazmaktadır Jean Baudrillard. Bu yüzdendir ki aslında Ahmet Kaya'ya çatal fırlatanlarla bugün sahip çıkanlar aynıdır. 12 Eylül’de işkence yapan zihniyeti aklayan medya bugün de darbe karşıtlığını savunur. İktidar nerdeyse medya orada yer alır ülkemizde. Dönemin ruhu neyi gerektiriyorsa onu yapar. Rüzgarın estiği yönde “demokrattırlar”.
ve neredeye suç ortağı oyuncuları olduğudur." Ya da "Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz." Seyirci olarak aklımızda sorular vardır; gerçekten insan bu kadar acımasız olabilir mi? Hangi koşullar buraya getirmiş olabilir? Cezalandırılması gereken sizce öldürme eyleminin kendisi midir? Yoksa maşa olarak kullanan devlet yapısı mı? Uluslararası Adalet Divanı tarafından yargılanan nedir? Suskunluğumuz? Vicdanlarımız? Yoksa kötülüğün sıradanlığı mı? Fail midir, dönemin ruhunun yansıması mı? Tüm bu karmaşa sonunda Anwar gibi bizi de bir "bulantı" ele geçiriyor. Sizce faili meçhullerin faili kimdir? Tetiği çekenler mi, hedef gösterenler mi, koruyanlar mı? Belki de tüm bu eylemler karşısında susanlar ve öldürülmeyi normal karşılayanlar... Bir çağ yangını; herkes günahkar mı? Mesele unutmamak. Elimizden gelen tam olarak budur; unutmamak,hatırlatmak, belgelemek... Unutmak yok olmaktır. Faili meçhuller aydınlanana kadar hepimiz failiz biraz...
Artık Yahudi kampını, Pinochet darbesini, Dersim olaylarını, 1960 askeri darbesini, Hiroşima'yı yargılamak kolaydır. Çünkü geçmişteki gerçekle aramızda mesafe vardır. "Artık," der Baudrillard "aynı zihinsel evrede değiliz." Peki ya Suriye, Afganistan müdahalesi, Irak müdahelesi? Filmi bizle izlemiş gibi söz alır Baudrillard "Kurban'ın ya da celladın yer değiştirilmesi, sorumluluğun kırılmaya uğraması ve erimeKaynakça: si… Muhteşem ara yüzeyimizin - Ölümlülük, Ölümsüzlük Ve erdemleri bunlardır. Bir gün bu Diğer Hayat Stratejileri - Kötülük Üzerine Bir De yaşananlar (Soykırım, hiroşima, nemeTerry Eagleton Vietnam vb.) tam anlamıyla unu- Kötülüğün Şeffaflığı-Jean tulabilir. Bunlar gerçekten oldu Ba udrillard mu? ... Tehlikeli ve gülünç olan; - Kötülüğün Sıradanlığı-H annah herkesin gaz odalarının gerçekliArendt ğini yadsıyanlar gibi savunmaları -Tarihin Bilinçdışı-Bülent Somay
44
Bilim
Nasıl ve Neden Uyuruz? Umut Can Yıldız
Rüyaların anlatıldığı ve tartışıldığına daha sık rastlanır, peki neden rüya görürüz? Biz uyurken neler olur ve neden uykuya ihtiyaç duyarız? Neden uyuduğumuz, uyurken neler olduğu bilim insanları tarafından halen kayda değer bir uzlaşmaya varılamamış bir konudur.
Boğaziçi Üniversitesi Evrimin Genleri Topluluğu
H
ayatımızın yaklaşık üçte birini uyuyarak geçiririz ancak pek azımız neden uyuduğumuzu sorgularız. Çoğumuza uykuda pek bir şey yapmıyoruz gibi gelir, ancak uyku şalterin kapatıldığı basit bir dinlenme değil özellikle beynin çok yoğun çalıştığı aktif bir süreçtir. Rüyaların anlatıldığı ve tartışıldığına daha sık rastlanır, peki neden rüya görürüz? Biz uyurken neler olur ve neden uykuya ihtiyaç duyarız? Uyku hakkında ahkâm kesen kişisel gelişimcileri bir kenara bırakalım. Neden uyuduğumuz, uyurken neler olduğu bilim insanları tarafından halen kayda değer bir uzlaşmaya varılamamış bir konudur. Ancak her gerçek gibi uyku da bilimsel bilgilerle konuşulan bir başlık olmalı. Bu yazıda bilimin uykuyla ilgili sahip olduğu bilgileri ve hipotezleri aktarmayı hedefliyorum. Biyolojik saat Canlıların evriminde doğaya uyum süreci(adaptasyon) öylesine güçlü bir etkendir ki adeta canlıların kalbi doğayla birlikte çarpar, onun ritmine uygun hareket eder. Dünyanın kendi ekseninde dönüşü ile oluşturduğu gece ve gündüz, eksen eğikliğinin sebep olduğu mevsimler gibi pek çok zamansal olay adaptasyonda da zamansal değişimleri ortaya çıkarmıştır. Pek çok ağaç yapraklarını
dökerek ve su taşınımını azaltarak zorlu kış koşullarından yaşamlarını devam ettirerek çıkar. Bazı balık ve kuş türleri büyük mevsimsel göçlerle yiyecek bulur ve soğuktan korunur. Çiçekler gündüzleri açıp kapanır, bazıları geceleri özel kokular yayar. Farklı zamanlarda ve uzunluklarda olmakla birlikte tüm memeliler ve kuşlar uyur. Pek çok sürüngen, amfibi, balık ve hatta böcekler dahi uyumaktadırlar. Bazıları baykuş, kedi veya vampir yarasalar gibi gececilken bazıları kısa uykuları ile dikkat çeker.
Bir primat olarak insan da farklı değildir. Pek çok hormonal ve sinirsel olarak kontrol edilen saat vücudumuzda sürekli belirli bir döngü ile çalışır. Bu döngüleri kontrol eden yapılara biyolojik saat diyoruz. Hepimizin bildiği, kadınların yaklaşık dört haftalık menstürasyon(adet) döngüsü biyolojik saate örnek verilebilir. Uyku içinse çoğumuz günlük bir döngüye (İnsanda yaklaşık 23.5 ve 24.65 saatlik farklı döngüler gözlemlenmiştir) sahibizdir. Gelişmiş kültürümüzle geceleri aydınlatabiliyor, uzak mesafeleri katedebi-
liyor, en kötü koşullarda yaşamımızı devam ettirecek teknolojileri üretebiliyoruz. Bu, türümüzün tarihinin büyük kısmında böyle değildi. Geceler görüşümüzün kısıtlandığı, havanın soğuduğu, korunmasız ve yiyecek bulamadığımız zamanlardı. Büyük insan topluluklarının mağaralara, ağaç kovuklarına veya başka güvenli yerlere sığınmasının sebebi buydu. Bizim ve diğer hayvanların bu döngüde verimsiz zamanlarını uyuyarak geçiriyor olması pek çok bilim insanına uykunun kökeninde enerji tasarrufu ve
45
Bilim güvenliği sağlamak üzere bizi yerimizde tutan bir evrimsel süreç olduğu düşüncesine itmiştir. Uykuyu adenozin ve melotonin artışının getirdiğine dair çalışmalar mevcuttur. Uyku boyunca melatonin hormonu en yüksek seviyelerine ulaşır ve uykumuzu derinleştirir. Gerçekten de ışığın yokluğu uykumuzun gelmesinde çok büyük bir etkendir, günün ilk ışığının alınması ile birlikte melatonin salgısı hızla azalır ve aşırı yorgunluk, yıpranma veya hastalık gibi özel bir durum yoksa vücut hızla canlanır. Kortizol, adrenalin ve noradranelin salgısı ile vücut harekete hazır hâle gelir. Dış belirleyenlerin yanında, bu saatlere uyum gösteren biyolojik saat öylesine güçlü bir belirleyendir ki, karanlık ve saat bulunmayan odalarda yapılan deneylerde deneklerin yine gece saatlerinde uyuduğu tespit edilmiştir. Peki gerçekten bu uyumamızın tek sebebi olabilir mi? Yani sadece yapacak daha iyi bir şey olmadığı için mi uyku evrilmiştir? Çalışmalar böyle olmadığını ortaya koyuyor. Ne kadar uzun uykusuz kalabiliriz? Uzun süre uykusuz kalmak bazı gençler arasında, alkole kim daha dayanaklı yarışı gibi, bir gizli rekabet konusudur. Uzun süreler uzun kalmak gerçekten de zor bir iştir. Kayıt altına alınmış en uzun uykusuzluk rekoru San Diego’lu 17 yaşındaki bir öğrenci olan Randy Gander’a aittir. 264 saat (yakalaşık 11 gün) uykusuz kalan Randy’inin son günleri bilim insanları tarafından incelenmiştir. Kontrollü olarak bir grup denekle gerçekleştirilen en uzun uykusuzluk ise 205 saattir. Uykusuzluk deney ve gözlemlerinde fiziksel olarak büyük bir çöküş gözlemlenmemiştir, vücut ısısında küçük bir düşüş, hafif yorgunluk ve iştah artışı gözlemlenilmiştir. Hepimizin uykusuz gecelerinde daha çok üşümek ve abur cuburla karın doyurmak dışında fark ettiğimiz etki zihinseldir. İlk günlerde hafıza ve zeka hafif şekilde etkilenirken dikkat toplamada zorluklar başlar. İlerleyen günlerde öğrenme, hafıza ve mantıklı düşünme gibi
ölçütlerde düşüş gözlemlenmiştir. 1966’da yapılam 205 saatlik deney kelimeleri hatırlayamama, düşünce silsilesini ilerletememe ile devam eden süreç halisinasyonlara, gerçekle hayali ayırt edememeye kadar uzanmıştır. İnsan için gerçekleşmemiştir ancak daha uzun bir sürenin ölümü getireceği tahmin edilmektedir. Uykusuz bırakılan sıçanlarla yapılan bir deneyde 2 hafta içinde ölüm gerçekleşmiştir. Çoğumuz biliriz ki uykusuz ya da az uykulu geçen gecelerin ardından gelen uykularımız normalden uzun olur. Buna “uyku borcu” diyoruz. 264 saatlik rekoru kıran Randy 15 saatlik bir uykudan sonra kendini büyük oranda toplamıştır ve “borcunun” %24’ünü ödemiştir. Uyku borcu, uykusuz kalınan sürenin olduğu gibi bölüştürülmesiyle ödenmez. Örneğin günde yaklaşık yedi saat uyuyan birisi bir gecelik uykusuzluğun ardından diğer günlere fazladan 4-5 saat uyku artışını bölüştürür. Bu bize uykunun bir kısmının olmazsa olmaz bir kısmının vazgeçilebilir
olduğu düşüncesine götürür. Aynı zamanda uzun uykusuzluğun ardından gelen uykularda geçiş evrelerinden çok, derin; yavaş uyku ve REM evrelerinin egemen olduğu gözlemlenmiştir. Bu evreler nelerdir ve işlevi ne olabilir? Uykunun evreleri ve rüyalar Uykumuz beş farklı frekanstaki EEG ölçümlerine göre evrelere ayrılmıştır. Bunlar iki temel evrede gruplanarak REM ve N-REM olarak adlandırılıyor. Uykumuzun
büyük bölümü yavaş dalgada, N-REM’de geçerken REM’in daha göze çarpıcıdır. Sağlıklı, uzun bir uykuda REM sürelerinin uzadığı beş çevrim ile bu evreler tekrar eder. REM(Rapid Eye Movements – Hızlı Göz Hareketleri) evresi adı üzerinde gözün, göz kapakları kapalı olmasına rağmen sanki uyanıkmışız ve bir şeylere bakıyormuş gibi hızlı hareket ettiği evredir. Bu evrede beyin uyanık olduğumuz duruma çok yakın, yüksek bir enerji tüketi-
46
mine sahiptir. Rüyalarımızı da bu evrede görürüz. Rüyaların ve REM evresinin işlevine dair pek çok hipotez mevcut, bunlardan iki tanesi öne çıkıyor. Uykumuzun, özellikle bu evrenin gün içinde kazanılan önemli verilerin güçlendirildiği, önemsiz olanların temizlendiği ve eskilerle birlikte düzenleme işlevi olabilir. Gerekli olan sinapslar yakınlaşır güçlendirilir, bilgiler arası bağlantılar kurularak düzenlenir. Örneğin, öğlen makarna yemiş olmanızın bilgisi çok önemli değildir ve uzun süreli hafızaya aktarılması gereksizdir. Ancak makarnayı sevdiğiniz birisiyle sohbet ederek yediyseniz, bu bilgi sohbetle birleşerek ve güçlenerek kazınabilir. Bu görüş, rüyaların bu işlemler sırasındaki sinirsel aktivitelere seyirci olduğunu savunur. Diğer önemli hipotez ise rüyalarımızın ilkel atalarımızda doğadaki farklı senaryoları önceden kestirebilmek ve hazırlıklı olabilmek üzere evrildiği yönündedir. Bu tür bir kalıtım, hayatta kalma şansını arttırdığı için avantajlıdır ve zaman içinde popülasyonda yaygınlık gösterecektir. Uyku sırasında problemleri çözmemiz, örtülü olarak düşünmemiz ve karar vermemiz bu hipotez ile daha uyumludur. Pek çok ünlü matematikçi bazı problemleri uykularında çözmüşlerdir. Yine sınav dönemlerinde yoğun çalışanlar, rüyalarında soru çözdüklerini
gördüklerini hatırlayabilirler. İki hipotez ve daha fazlası birlikte geçerli olabilir. Uykunun bir tercih ya da sadece bir enerji tasarruf yöntemi olmadığı yönünde elimizde pek çok veri mevcuttur. İlginç bir örnek ise yunuslarda tespit edilen iki beyin yarı küresinin farklı zamanlarda uyumasıdır. Araştırmacılar bunun yüzeye çıkıp nefes alması gereken bu memeli familyasının geliştirdiği bir adaptasyon olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca genetik çalışmalar uyku sırasında beyin hücrelerinde uyanıkken aktif olmayan bazı gen bölgelerinin çalışır hâle geldiğini göstermektedir. Bu yazıda pek çok dikkat çekici örnek, ayrıntı ve başlığa değinemedik; önerilerimizi takip edebilirsiniz. Henüz uyku ve rüyalar konusunda insanlık olarak tamamen aydınlanmamış olsak da bilim bize yol gösteriyor ve tüm şarlatanlıklara karşın önümüzü aydınlatıyor. Toplumsal ve ekonomik sistem bizi daha az uyumaya daha çok çalışmaya zorlarken diğer yandan farklı araçlarla uyanıkken uyuşturuyor. Ne uyumamızı istiyorlar ne de çok “uyanık olmamızı”. Gelin uykumuzu alıp, dinç bir şekilde herkesin özgürce uyayabileceği bir dünya için; bilimin iktidar olduğu bir dünya için düşünelim, tartışalım, üretelim ve mücadele edelim.
Kaynaklar ve okuma önerileri: • Foster, Russell (2013, Haziran). Why do we sleep? [Video dosyas ı]. http://www.ted. com/talks/russell_foster_w hy ep.html adresinden erişild _do_we_slei. • Teber, Serol (2009). Da vranışlarımızın Kökeni. Say, İstanbul. • Zeman, Adam (2006). Bilinç Kullanım Kılavuzu. Metis, İstanbul. • [SciShow]. (2013, ekim 14). Sleep: Why We Need It and What Ha ppens Without It [Video dosyası]. http://www .youtube.com/ watch?v=pwNMvUXTgDY adresinden erişildi. • McNamara, P., Barto n, R. A. & Nunn, C. L. (Eds.). (2010). Evolu tion of Sleep. Cambridge
Bilim
Sağlıklı ve dinlendirici bir uyku için bazı tavsiyeler Ne zaman ve ne kadar? Biyolojik saatimiz gereği geceleri uyumayı tercih etmeliyiz. Ortalama olarak metabolizmamızın en yavaş olduğu ve uyku kimyasallarının tavan yaptığı gece 12 ile 3 arasını uyuyarak geçirmemiz önemli. “Erken kalkar yaparım.” lafının bu anlamda gerçek bir karşılığı var çünkü saat 5 ile 7 arasında uyanıklık hormonlarımız devreye giriyor. Önemli olan kısa uykulardan medet ummamak çünkü beyin için en önemli evre olan REM’e geçebilmek için yaklaşık bir buçuk saat gerekiyor. Kısa bir uyku için, ilk döngünün tamamlandığı 110-130 dakika arası ideal, çünkü döngü ortasında uyanmak bize sersem bir uyanıklık getirecektir. Dahası REM uykusunun ortasında uyanmak kontrol edilebilen bilinçli rüyalara(lucid dream) yol açabileceği gibi; halk arasında “kara basan” denilen, bilincin yerine geldiği, gözün açıldığı ancak hareket edilemeyen bir duruma da sebeb olabilir. Tam olarak dinlenilmiş bir uyku içinse yetişkinlerde ortalama 7-8 saat, gençlerde ise 9 saate kadar varan süreler gerekiyor. Nasıl bir ortamda? Sessiz, karanlık ve hafif serin bir ortam uyku kalitesini arttıracaktır. Herhangi bir elektronik aletin çalışmaması, kolay ve sık bakılabilen bir saatin olmaması da önemli. Ne kadar uyuyabileceğimizi, zor uyumamız durumunda tekrar tekrar saate bakmamız oluşturduğu gerilim ile uykuyu daha da zorlaştıracaktır. Sabah ise ışık alan bir konum uyanmanızı kolaylaştıracaktır. Yatmadan önce uyku getiren ıhlamur, kantaron, melissa ve papatya gibi çaylar demleyip içebilir, yada laktik asit ile yorgunluk sağlamak için yoğurt ve ayran tercih edebilirsiniz. Uyku öncesi bir ritüel gelişitirmek de, zamanla daha kolay uykuya dalmanızı sağlayacak ve sizi şartlayacaktır. Ritüeliniz sayılan içecekler olabileceği gibi müzik dinlemek veya sevdiklerinize sarılmak gibi başka ritüeller de oluşturabilirsiniz. Ancak uyurken müzik dinlemek kaliteyi düşürecektir. Ritüel olarak kitap okumak tavsiye edilmez çünkü başka bir zamanda okurken(örneğin bu dergiyi) uykunuzun gelmesini istemeyiz. Uyumadan önce alkol içmeyin, parlak ve aydınlık ortamlarda bulunmayın, egzersiz yapmayın mümkünse bilgisayar kullanmayın. İyi uykular!
Evrim Adam kimdir? Kendimi duyurduğumdan bu yana pek çok eleştiri aldım. Kadınların en yoğun eleştirisi ismimde “adam” olmasıydı. Bunun dışında tek bir karakteri öne çıkaran ve süper kahramanlığı “aklayan” bir yanının olduğundan şüphelenen dostlar da oldu. Adam kelimesi Türkçe insan yerine kullanılabiliyor olması bir yana, amacım zaten sahte bir süperkahraman yaratıp, bu popüler yaparak süper kahraman yaratmaktı. Ben içinde “kızlı erkekli” bir grup FKF’li bilim öğrencisinin kollektif bir projesiyim. Ben hafız değilim dostlar, kutsal kitap değil ki bilim, sorduğunuz soruları ezberden yanıtlamayacağım. Bilim zaten her gün araştırıyor, değişiyor ve onun bilgisi de evriliyor. Bizim onlarca uzmanlık alanımız, büyük kütüphanemiz var bu yüzden. Ben onlarca gözümle ve elimle, sizin için araştırmak, basitleştirmek ve aktarmak istiyorum. İşte Evrim Adam budur, bilimin daha uzak olduğunuz alanlarını size aktaran, mesafeleri kapatan bir sözcü. Kollektif bir popüler bilim yazarıyım. Körelmiş organlar evrimden ziyade, bozulmanın kanıtı değil midir? Öncelikle körelmiş organlar nedir? Onu tanımlayalım: Körelmiş organlar (vestigial organs) ya da Körelmiş yapılar (vestigial structures) temel olarak Evrimsel süreçte değişen çevre koşullarından ötürü eskiden yapmakta oldukları işlerin yapılmamasıyla birlikte giderek körelmesi, işlevsizleşmesi ve nihayetinde yok olmasıdır. Doğada çevre koşulları hep değişim içerisindedir
İnsan maymundan geliyorsa şimdiki maymunlar neden insan olmuyor? Öncelikle maymun diyebileceğimiz tek bir canlının olmadığını söylemem lazım. Günlük konuşmalarda 300’e yakın tür içeren bir memeli takımı olan primatları bu şekilde bir genellemenin içine atıp geçiştiriyoruz. Genellikle akla gelen işe şempanze (Pan troglodytes) oluyor. O zaman evrim kuramı şempanzeden geldiğimizi mi söylüyor. Kesinlikle hayır. Evrim kuramı tüm canlıların ortak atadan türeyerek evrildiği anlatır bize. Her türe ait canlı popülasyonları kendi içlerinde nesilden nesile yavaş yavaş değişirler, eğer bir canlı popülasyonunda izalosyon gerçekleşir ve bu küçük değişimler ayrı ayrı gerçekleşirse zaman içinde birbirinden çok farklı türler ortaya çıkarlar. Bu süreçte çoğunlukla farklı doğal seçilimsel baskılar da gözlenir. Yani ne mevcut kurbağalardan kertenkeleler, ne bugünkü kertenkelelerden tavşanlar türemiştir. Canlıları dönüştüren sihirli bir güç değildir evrim, kalıtımın doğasında vardır. Evrim ağacı tarhisel bir ağaçtır, ağacın dalları arasında sıçramalar gözlenemez. Bu dalları geçmişe
(aşağı doğru) takip edersek ortak bir noktada buluşurlar. İnsanın (Homo cinsi) ve şempanzenin (Pan cinsi) ortak atası 6 ile 7 milyon yıl öncesine(MYÖ) dayanmaktadır. Bu uzun zamanları hayal etmek zor, eğer ortalama 20 yaşlarında yeni yavru edinildiğini varsayarsak(Bu çok yük bir yaş tahminidir.) ortak atamızdan bu yana 350.000 nesil geçmiştir. Asla bir şempanze benzeri bir atadan insan doğmamıştır. (Ortak atanın şempanzelere daha çok benzediği düşünülmektedir.) İnsana giden soy ise benim tişörtümdeki gibi tek bir çizgi değildir ve beş türle gösterilebilecek kadar basit değildir. Bu resmediş sadece bir sembolizasyondur. İnsana gide soyda soyu tükenmiş, pek çok yarım kalmış dal görebilirsiniz. Homo cinsine giden dalı geriye doğru takip edersek, ilk önce görece daha yakın zamanlarda yokolmuş türlere ait kalıntıları bulursunuz. Java adalarında Homo floresiensis 12 bin yıl önceye kadar yaşamışken, Homo neandertalis 28 bin yol önce yokolumuştur. Geriye doğru onlarca türe ait 10 bine yakın tekil fosil sadece Afrika’da ortaya çıkarılmıştır ve sürekli yenileri
ve canlılar da bu çevre değişimine ayak uydurmak zorundadır. Yani canlıların evrim geçirmeden sabit durmasını bekleyemeyiz. Körelmiş organlarda da aynı mantık vardır. Örnek verirsek atalarımız bir dönem çevre koşullarından ötürü çoğunlukla bitkisel ürünlerle besleniyordu. Ve bitkisel ürünlerde fazla miktarda selüloz bulunur. Ve bu selülozun aktif şekilde sindirilmesi gerekir vücutta. O dönem atalarımızda da –şu an biz de körelmiş organ dediğimiz- apandiks bulunur. Atalarımız da bulunan apandiks aktif selüloz
çıkmaktadır. Austrolopithecus ve Ardipithecus cinslerine ait türlerin soyu tükenmiş dallarına rastlarsınız. Şempanzeler neden insan olmuyor diye soruluyor ancak onlar da sabit durmamıştır, değişmişlerdir. Yaklaşık iki milyon yıl önce büyük ihtimalle Kongo nehrinin yalıtımı ile şempanzeler iki dala ayrılmıştır. Birisi şempanze, diğeri bonobo olarak adlandırılır. Ormanın iki yakasından farklı şartların hakim olması bu türlerin 2 MY gibi kısa bir sürede çokça farklılaşmasına yol açmıştır. Şimdiki başka maymunlar ve şempanzeler insan olmuyorlar çünkü insanın rastlantısal olarak içinde bulundukları doğal şartlara ve orman dışına çıkacak insanın 6 MY’lık kalıtımsal birikimine sahip değiller. Elbet bir gün onlardan da ormandan ayrılan dallar ortaya çıkabilir, belki iki ayak üzerine bile kalkarlar. Ancak aynı süreçleri birebir yaşama olasılıkları, kalıtımdaki rastgele değişimlerin aynı olması imkansıza yakındır. Kültür ve medeniyet oluşurkenki süreçleri ve bizim ekolojik bir nişi önceden doldurmuş olmamızı saymıyorum bile.
sindiren enzimler salgılanan bir organdır. (Bizde de hala enzimler minimum seviyede salgılanmaya devam ediyor, fakat düşük miktarda olduğu için hiçbir işe yaramıyor). Bahsettiğim gibi çevre koşullarından kaynaklı apandiks o dönem avantajlıydı. Lakin günümüzde apandiks körelmeseydi avantajdan çok dezavantaj sağlardı. Onun için apandiksin körelmesi bizi daha avantajlı duruma getirir. Yani organların kaybedilmesi, genellikle doğal seçilim ile işleyen bir evrim sürecinin sonucudur. Sadece bir bozulma değildir.
İyi akşamlar, Londra bu 5 Kasım'ı, ne yazık ki, artık anılmayan bu günü günlük yaşamlarımıza biraz ara vererek, oturup konuşarak geçirmemiz gerektiğini düşündüm. Elbette bizi susturmak isteyenler de var. Hatta şimdi telefondan emirler verilmiştir ve eli silahlı adamlar yola çıkmak üzeredir. Niçin? Çünkü sözler yerine kaba kuvvet kullanılabilse de; kelimeler kudretini hep koruyacaktır. Gerçek şu ki; bu ülkede feci yanlışlar var Değil mi? Zulüm ve adaletsizlik, müsamahasızlık ve baskı. Bir zamanlar itiraz etme hakkınız vardı, düşünmek ve inandığınız şekilde ifade etmek şimdiyse düzene uymaya, boyun eğdirmeye çalışan bir sansür ve gözetim altındasınız. Peki bu nasıl oldu? Muhakkak, diğerlerinden daha mesul olacaklar var ve onlar mesul olacaklar.Yine de, gerçeği söylemekte yarar var, eğer suçluyu arıyorsanız aynaya bakmanız yeterli. Savaş,terör, hastalıklar. Korkuyordunuz, kim korkmazdı ki? Sizi sağduyundan yoksun bırakarak akıl yürütemeyecek duruma sokmak için birleşmiş bir ton problem vardı. Korku, sizi bozguna uğrattı. Ve panik halinde, Başbakan Adam Sutler'e sığındınız. Düzenin sözünü verdi, barışın sözünü verdi ve karşılığında talep ettiği tek şey sizin sessiz itaakâr rızanızdı. Onun için, dün gece bu sessizliği bitirmek istedim. 400 yıldan fazla bir süre önce, bir vatansever, 5 Kasım'ı ebediyen hafızamıza kazımayı diledi. Hayali, eşitlik, adalet ve özgürlüğün kelimelerden öte kavramlar olduğunu dünyaya anımsatmaktı. İşte bu yüzden, bir şey görmüyorsanız, eğer bu hükümetin cinayetleri sizin için meçhullüğünü koruyorsa 5 Kasım'ı es geçmenizi öneriyorum. Ama siz de gördüklerimi görüp hissettiklerimi hissedip aradığımı arıyorsanız, seneye bu gece parlamento kapılarının önünde olmanızı istiyorum. Onlara hiç unutamayacakları bir 5 Kasım yaşatmak için.