DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 3

Page 1


İÇERIKLER “ÖZÜR DİLER GİBİ...”

4

“BABİL KULESİ EŞRAFI” 8 “SİLİK GÖLGELER” 13 “USTA AVCILAR KOLAY AV OLUR” 17 “SEN MASUM DEĞİLSİN!”

20

“YOK OLMAK İÇİN YARATILIYORUZ” 23 “İYİ OLAN HİÇBİR ŞEY KALMADI İÇİMDE” 26 “SIRF DUYDUĞUM ÖFKE YÜZÜNDEN YAZIYORUM” 30 “EVET, NE YAZIK Kİ O ÖLECEK!” 35 “ÜÇ SIRITKAN KÖMÜR KÜTLESİ” 38 “KERPİÇ EVLERİN SARI IŞIKLARI”

47

“HER ŞEY ÖNCEDEN TASARLANDI”

53

“KAN SIZIYOR GÖZLERİMDEN...” 56 “SUÇLU HEP GÖZLERDİR”

59

“SUÇU BEYAZLARA ATMAK İSTEDİM” 62 “KIRMIZI OJELİ PARMAKLAR” Mavi Öyküler -

2

64


“HATTA ARTIK SÖZLER BİTMELİ!”

68

“YAĞMUR HİÇ DİNMEYECEK DEĞİL Mİ?” 72 “KAÇIYOR GİBİYDİ AMA ACELESİ YOKTU” 83 “İMKÂNSIZLARI ELEDİĞİMDE GERİYE DÜŞLERİMDEN BAŞKA BİR ŞEY KALMADI...” 85

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“ÖZÜR DİLER GİBİ...” “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları - I” - İlkay Kefeli Kar günlerdir kağıt külü hafifliğinde yağıyordu. Yer yer kalınlığı 20 cm’i bulmuştu. Karın insan ruhuna verdiği neşeyle herkes sokaklara dökülmüştü. Her yerde küçüklü büyüklü, kömür gözlü, çüklü çüksüz kardanadamlar yapılmıştı. Kartopları havalarda uçuşuyor, fazla sıkıştırılmış olanlar ise kafaları kırıyordu. Çocuklar kaymalarını sağlayacak her nevi elemanı kızak yerine kullanıyordu yokuşaşağı. İnsanlar yıllardır bu denli yağmayan karın sevinciyle kendilerini yerlere atıyordular. Hülasa ruhlar da kar taneleri kadar hafiflemişti. Amma ve lakin her şey bu kadar mutlu gitmiyordu. Üzerinden geçile geçile sertleşen kara basıp düşenlerin bazılarının kolları kırılıyordu, genelde bilekten. Beyin sarsıntıları ve çıkıklar ise cabasıydı, bir haftada tam 2300 kırık ve çıkık vakası rapor edilmiş, edilmeyenlerin yanında. En kötüsü ise dokuz yaşındaki bir kız çocuğunun başına gelenlerdi: Küçük kız çocuğu herkes gibi arkadaşlarıyla memnun mesut karın tadını çıkarıyordu. Ama erkek çocukların canileri bile geride bırakan akıllarından çıkan şakalarını bilirsiniz; bizim küçük kızımız da bu şakalardan birinin hedefi oldu tesadüfen. Kızımız yeni yağan ve pamuk gibi çekiciliği olan karda yuvarlanıyor, boğuşuyor ve kar banyosu yapıyorken, sırt üstü yattı ve arkadaşlarından kendisini ellerinden çekmelerini istedi. Arkadaşlarından ikisi ellerinden yakaladığı gibi çekmeye başladılar hızla, ta ki küçük zavallı kız acı bir çığlık atana değin. Acı çığlıkla arkadaşları ellerini bıraktılar, küçük kız yerde gözünden akan yaşlarla kıvranıyordu. Ellerini sırtına değdirmeye çalışıyordu. Parkasının sırt kısmı boydan boya kesilmişti, kan yavaşça mavi parkayı kendi rengine boyuyordu. Küçük kız çığlıklar atarak ağlıyor ve annesini istiyordu. Sonradan anlaşıldığına göre, oğlan çocuklardan biri karın içine pencere camı parçaları yerleştirmişti diklemesine. Suçu boyundan büyüktü fakat yasalara göre ceza-i ehliyeti yoktu. Küçük kızımızın sırtına açtığı 8 santimlik yarık yanına kar kaldı. Söylendiğine göre kesik omurgaya Mavi Öyküler -

4


birkaç milimetre daha yakın olsa, küçük kızın felç olması işten bile değilmiş. öykü eşiği= Evimizin karşısındaki binanın en alt katında kambur bir müzisyen oturuyordu; kambur, bağlama, gitar, org gibi müzik aletleri çalıyormuş. Ayrıca özel ders de veriyormuş ( bilgiler özel bir kaynaktan alınmıştır) bazen evine pavyonlarda şarkı söyleyen kadınlar gibi abartılı makyaj yapan ve giyinen kadınlar geldiğini görüyordum. Bu kadınlardan en ilginç olanı ise boyu bir metreyi geçmeyen cüce bir kadındı, kamburun ev sahibesinin söylediğine göre hepsine de şan dersi veriyormuş. Ev sahibesi olan yaşlı kadın bu durumdan çok şikayetçiydi, zaten yedi aylık kira borcu ve bir o kadar da elektrik, su borcu vardı ve kadının hacı olması rahatsızlığında önemli bir etkendi. Ki korkusu başına geldi ve adam borcunu ödemeden bir otel odasında ölü olarak ele geçirildi. Kamburun kızının söylediğine göre adam kalpten gitmişti fakat evi aramaya gelen polisler AIDS’ten öldüğünü söylediler. Evde yapılan aramada çok sayıda porno kaset ve CD ele geçmişti. Adam bir porno şebekesinin elebaşıymış polislerin zannınca. Polisler gittikten sonra daireye giren kadın büyük bir yıkıntı ve pislikle karşılaştı. Ev tam bir harabe ve çöplük görünümünü almıştı. Sağda solda eskimiş elektronik cihaz parçaları, eskimiş elbiseler görülüyordu; yerler pislik içindeydi; eşyalar kirden ve eskilikten öyle bir görünüm almıştılar ki, hiçbirini almaya değmezdi, bu yüzden eşyalar eskiciye verildi. Evden sadece amfiler ve kocaman hoparlörler alındı. İşe yaramayan boş hoparlör kasaları ise kırılarak yakacak odun yapıldı. Ev sahibesi böylelikle kira parasının bir kısmını tahsil ettiğini düşünüyordu. Ölüm onu bacaklarından çekiyordu inatla, ileriye doğru süründükçe, gücü giderek azalıyordu. Gücünün son kalıntıları da tükenince, her yanını saran gevşemeyle birlikte, son düşüne iniverdi ölümün inadı gibi inatla yaşamdan kopmamak için belki de: Deniz kıyısıydı. Gökyüzünü denizler kaplamıştı denizin üstünde, kara tarafında ise güneş parlıyordu. Kara tarafı kumsaldan sonra dik bir uçuruma dönüştü; uçurumun tepesinde heybetli bir kaplan duruyordu, kaplanın tepesinde bir kartal uçuyordu vahşi çığlıklarını tehdit edercesine savurarak. Bunların soyu ülkemizde tükenmişti diye düşündü. Fotoğraflarını çekmeliydi bir an önce, uçuruma tırmanmaya başladı elleri ve ayaklarıyla bir dağcı gibi fakat yükseldikçe yükseliyordu uçurum o tırmandıkça. Nihayetinde 5

- Mavi Öyküler


uçurum bitti, lakin dikenli teller çıktı karşısına, onların arkasında da bir sıra daha dikenli tel vardı. Telleri geçmeye mecali kalmamıştı, geri dönmeye yeltendi fakat artık uçurum yoktu, yerden sadece bir metre kadar yukarıda olduğunu gördü aşağı bakınca. Atladı. Dikenli tellere baktı, tellerde bölgenin askeri alan ve girişin yasak olduğunu belirten kırmızı üzerine beyaz yazılı tabelalar vardı. Sağa sol bakınırken ileride büyük bir giriş olduğunu gördü. Kışla girişi olmalı diye düşündü çünkü arabaları engellemek için konulan ve inip kalkan uzun demir borulardan vardı. Oraya doğru yürüdü. Kapıdaki nöbetçiye yetkili biriyle konuşma talebini arz etti. Nöbetçi telefon edeceğini söyledi; daha o telefon ahizesini eline alır almaz yanı başlarında bir yetkili belirdi ve onu takip etmesini istedi. Yetkiliyi takip ederken yapmak istediği şeyi anlatıyordu: Bu askeri alan kilometrelerce uzanıyor olmalı, gerçekten çok büyük bir alan doktor (yetkili doktor olduğunu söylemişti) yardım olmadan içeride dolanamam zaten, ne isterseniz yaparım, ben sadece soyu tükenmek üzere olan, hatta burada tükenmiş olan lakin ilginç bir biçimde askeri bölgenizde bu nadide canlılardan hâlâ bulunmakta birer tane, ben bu canlıları gelecek nesiller adına fotoğraflamak ve koruma altına almak istiyorum yardımlarınızla. Doktor kısaca, bu konuyla mutlaka ilgilenilecektir zira biz ülkemizin geleceği adına varız, dedi, son derece sade bir odaya girdiklerinde. Oda yarı aydınlık yarı karanlık yani bir tarafı güneşli bir tarafı gölgede kalan ve içinde bir tahta sandalye ve tek kişilik bir koltuk olan bir odaydı. Emir üzerine tahta sandalyeye oturdu. Birkaç dakika sonra gölge olan tarafta subay elbiseleriyle duran bir adam belirdi. Bir süre sigarasının dumanını aydınlık tarafa doğru savurduktan sonra “İstediğinizi yapabilirsiniz fakat burada bize çay getirip götürmek, temizlik işleri gibi işleri yapacak biri lazım, bu işi kabul ederseniz bize uygundur” dedi. Şaşırmış bir biçimde hafifçe tebessüm ederek, “Fakat ben bir fotoğrafçıyım, söylediğiniz işlerden vakit bulup da nasıl fotoğraf çekebilirim. Neyse kabul ediyorum” diye konuştu. Arkasından subay yine bir süre bekleyip “Ancak size herhangi bir ücret veremeyeceğiz” dedi, “Fakat nasıl olur, parasız nasıl çalışabilirim?” “Siz bilirsiniz!” deyip ağır hareketlerle yok oldu subay karanlığın içinde duyulan bir kapı sesinin eşliğinde. Yalnız kalınca, kabul etmeliyim, diye düşündü ve kendini yine kumsalda buldu, bu kez yanında iki erkek vardı. Onları bir yerden tanıyordu sanki ama çıkaramıyordu bir türlü, fakat erkekler onunla çok samimi konuşuyordular. Onlar konuştukça, o konuşulanları duymaya çalışıyordu ancak sesler iyiden iyiye birbirine karıştı ve sonra ışık kesildi.

Geri geldi ani bir ışımayla. Yerde, kumların üstünde yüzükoyun yatıyordu; sırtındaki 18 santimlik yara izi kanıyordu ve o kanın sıcaklığını Mavi Öyküler -

6


omurgasında hissediyordu, şakaklarında ve kafasının arkasında bir ürperme hissediyordu, suyun içinde nefesini tutup kendini bırakmıştı da sanki dibe doğru yavaşça çöküyordu, rahatlıyordu giderek. Ve ışık son kez kayboluyordu... Bütün veriler silinecek, devam etmek istediğinizden emin misiniz? E/ Enter Format %100. öykü eşiği= Yerde sürünen ve sonra ölen bu kişi, 26 yaşında, yalnız yaşayan bir kadındı. Annesi ve babası yoktu, kardeşi yoktu, sevgilisi yoktu... Neredeyse hiçbir hayali gerçek olmadı; hayal denebilirse eğer sonunda yalnız yaşamaya başlamıştı 23 yaşına geldiğinde, artık onu rahatsız eden bir ev arkadaşı da yoktu. Şehrin uzaklarında bir yerde, küçük bir gecekondu buldu, o zamandan beri orada yaşıyordu. Geçimini porno filmlerde oynayarak sağlıyordu, ki cesedi bulunduğunda soba dumanından zehirlenmiş olarak, evinde bir dolu da porno kaset bulundu aynı zamanda. Kasetlerdeki filmlerin hemen hepsinde o ve kambur bir adam vardı. Kimisinde adamın kamburunu yalıyor, kimisinde adamınkini ağzına alıyor, kimisinde adamın karşısında dildo, vibratör ve bilumum sextoys’la ve eliyle mastürbasyon yapıyordu; fakat adam katiyen nüfuz edemiyordu kadının diğer iki deliğine. Kadın, hüzünlenmesiyle alay ediyordu, kahkahalar atıyordu, elinde tuttuğu yapay vajinayı önüne fırlatıp onunla idare etmesini söylüyordu. Sonunda kambur adam bir köşeye sinip orada kendini uyararak boşalıyordu, mahzun ve dışlanmış bir yüz ifadesiyle yabani bir hayvanı andırıyordu. Sonra sürünerek kadına doğru gidiyordu, kadın kamburu çenesinden tutup dudaklarından hafifçe öpüyordu özür diler gibi. Ve bütün porno filmlerin aksine sonunda kimse gülmüyordu. Porno kasetlerin jeneriğinden: Cücekadın: Samirima Kambur: Agas Anlatıcı: Karbonmonoksit F DİSK

p 7

- Mavi Öyküler


“BABİL KULESİ EŞRAFI” “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları - II” - İlkay Kefeli Su zerreleri, günlerdir yeryüzü eşrafını rahatsız etmek istercesine kendilerini bulutlardan söküp, yavaş ve ince yağmur damlaları halinde düşüyordular ağaçların yapraklarına, evlerin kiremitten damlarına, insanların başlarına, kuşların tüylerine, asfalt yollara, kaldırımlara, taşlara ve en sonunda geldikleri yer olduğu farz edilen toprağa. Ruhların bazıları kararıyor, bazıları ise iyice romantik olup içinde bulundukları bedeni yağmur altında gezintiye çıkartıyordu. Ama uzun süreli yağmur yavaşça yağdığı gibi aynı yavaşlıkta romantik olanları da karamsarlığa ve sinirsi bir ruh haline bürüyordu. Burada durup her ruh-beden ikilisini ayrı ayrı anlatacak değilim. İçlerinden birini ya da birkaçını anlatmalı; insan ya da hayvan olan! Kuleninçöküşü. İkinci büyük rakıyı yarılamıştı ki alkolik bir ruh-beden ikilisi, buzdolabının kapağının açıldığını duydu. Ahh! Yine uslanmaz, akılsız kedi. Kedi dövmek için bulundurduğu bir metrelik kalın sopayı kaptığı gibi sendeleyerek, duvarlara çarparak mutfağa girdi, elli iki yaşındaki adam. Buzdolabı eski olduğu için kapısını tutan lastik çerçeve de eskimişti, minicik bir kedi ayağının dokunuşuyla bile açılabiliyordu. Kedi bunu huy edinmişti, dolaptaki etler onun öncelikli hedefiydi uzun zamandır. Kedi yaklaşan tehlikeyi anlar anlamaz dolaptan fırlayıp betondan yapılan, fayansları yer yer dökülen ve etekten bozma siyah üzerine kırmızı gül desenli bir örtüyle kapatılmaya çalışılan tezgâhın altına sıvıştı. Elinde sopayla ava çıkan adam, görür görmez girişti kediye. Kedi kurtuluşu açık duran, iğrenç kokular yükselen tuvalete girmekte buldu. Fakat orada da rahat yoktu ki, oraya da geldi adam; ama nedense bu kez vurmadı. Homurdanarak geri çekildi sarhoş ruh-beden ikilisi. Evin demirden olan dış kapısını hafifçe aralayıp arkasında beklemeye başladı. Kedi bir süre sonra saklandığı yerden kafasını uzatıp ortamı yokladı, herhangi bir tehlike göremeyince dışarı çıkış yolunu aramaya başladı usul adımlarla. Açık kapıyı gördü, adamı da gördü; ancak kedi işte, yine de kapıya doğru yöneldi. Yavaşça yaklaştı kapıya adamdan bir tepki görmeyince. Özgürlüğe birkaç santim kalmıştı. Bedeninin yarısı dışarı çıkmıştı bile. Kapı sertçe çarptı bedenin orta yerine. Adam kapıyı bütün gücüyle küfürler savurarak itiyordu. Kedi kesilen hayvanlar gibi bağırıyordu, bir çeşit kesilmeydi onunki de; fakat daha da beteriydi. İç organlarında şiddetli bir basınç olmalıydı, çoğu parçalanmıştı Mavi Öyküler -

8


büyük bir ihtimalle. Artık cerrahi bir operasyonla dahi kurtulamazdı. Kedi bağırdıkça adam zevkle tekmeliyordu aynı zamanda siyah beyaz kedinin içeride kalan arka kısmını. Hayvanın arka tarafı hareketsiz kaldı, omurgası kırılmıştı anlaşılan, acı çeken sadece ön bölümüydü bedenin, ruh ise çoktan kaçmıştı. Deri bu basınca daha fazla dayanamayarak yarıldı ve önce bağırsaklar çıkmaya başladı; ilk bölümü hızla fırladı basıncın etkisiyle, geriden gelen kısımları ise daha yavaş çıkıyordu. Acaba kedi, bağırsaklarının dışarı çıktığını anlamış mıydı? Bir insan bağırsaklarını dışarıda görse ya kalbi dururdu korkudan ya da bunca acıdan sonra bilincini kaybederdi; lakin kedi azalmış da olsa ses çıkarıyordu hâlâ. Ses giderek kısıklaştı. Ve kısıklaştı. Kısıklaştı. Ve tamamen söndü. Sadece bağırsaklardan yükselen hafif bir buharın sesi duyuluyordu; belki de buhar falan değil de benim kaçtı dediğim ruhtu dışarı fısıldayarak çıkan. Adam ter içinde ve bitkin bir vaziyette kalarak sonunda bıraktı kapıyı. Altı yaşında olan torunu salonun kapısının önünde, elleri kulaklarında, gözleri sıkıca yumuk duruyordu. Sesler kesilince açtı gözlerini, elleri hâlâ acıyan kulaklarındaydı. Babaanne ve anne evde değildiler, bakkaldan içki almak gibi işleri yapsın diye ona çocuğu bırakmıştılar. Yorgun adam, “sarhoş elleri”yle ayaklarından tutup bahçeye fırlattı kediyi. Bu üçüncü kedi leşiydi. Diğer kediler de öylece gömülmeden bahçenin çiçeksiz, kuru toprağının üstünde çürüyordular, yarılmış karınlarında ve gözlerinde kurtçuklar kıvıl kıvıl oynaşıyordu. Etrafa ağır bir çürümüş kedi kokusu yayılıyordu yağmurun yağmadığı günlerde, ama şimdi bahar yağmurları kapatıyordu bu kokuyu, önümüz de yazdı her zamanki değişmez tarifesiyle doğanın. Kulenininşaası. Aynı yağmur muydu yağan yağmur ben bilemem! Fakat yavaşça, ince ve insanı iliklerine kadar ıslatan demir oranı bakımından zengin bir yağmur yağıyordu. Sahildeki yürüyüş yolunda birkaç sevgili aptalca ve ıslak bir romantizme bata çıka yürüyordular. Belki de içlerinden birkaçı ağır derecede soğuk algınlığı geçirecek. Ağaçların bütün kolları bahara hazırlık olsun diye kesilmişti, bu sebeple ağaçlar toprağa saplanmış kütükler gibi görünüyordular; ağaçların budanması işini dört işçi beş günde tamamlayabilmişti. Denizin düzlüğünü ince yağmur damlaları bozuyordu bir tek. Güneşin gücü bulutları delecek kadar bile değildi, bunu ışığın azlığından anlayabilirdiniz. Elli dört yaşına birkaç gün önce basan sarhoş adam anladı. Hiçbir şey anladığım yok! O zaman gördü. Gördü ve sulara bata çıka yürümeye devam etti. Otoyoldan geçen taşıtlar yağmur yağarken hem daha çok ses çıkarıyordular hem de daha hızlı gidiyormuş gibi görünüyordular, hızlı gibi görünmelerin9

- Mavi Öyküler


de ışık da önemli bir etken. Işığın azlığıyla bağlantı. Sarhoş adam ıslak bir karga gördü yerde gezinen, çöplenmekle meşguldü, naylon torbaları ve kâğıtları yokluyordu bir şeyler bulmak umuduyla. Karga adamın onu izlediğini fark edince başına ondan yana çevirdi, aralarında anlaşılmaz beyinsi bir dalga trafiği yaşandı, ben hiçbir şey anlamadım. Elini ileri doğru uzatınca karga gelip bileğine kondu. Adamın gözlerine bakıyordu karga başını sağa sola mekanik hareketlerle çevirerek; bu bütün canlıların ilginç bir şey gördüklerinde yaptıkları harekettir. Karga kalın gagasını adamın kolunun iç tarafına daldırıp bir parça kopardı çekiştirerek ve başını hafifçe yukarı kaldırarak parçayı yuttu. Etin koptuğu bölgeden hızla sızan kanı gören karga, pençesinin biriyle kanı temizlemek istermiş gibi eşelemeye başladı kolu, ortadaki tırnağı bir life takılı kalınca çekiştirmeye başladı pençesini. Adamın yüzünde acı çeker gibi değil de yorgun bir yüz ifadesi oluştu. Peki, etrafta olayı görüp de engel olacak kimse yok mu, düpedüz intihar ediyor adam. Bilinçli bir tercih deseydin daha iyi olurdu, zira ben intihar kelimesinin bilinçsizce yapılan bir eylem anlamını aldığını ve küçümsendiğini düşünüyorum artık. Bu sırada karga atar damarı çekiştiriyordu. Damardan fışkıran kan karganın kara kafasını ve gri göğsünü kırmızıya boyadı. Karga kafasını silkeleyerek kanın bir kısmından kurtulmaya çalıştıkça, etrafa küçük kan damlaları saçılıyordu, yerdeki su birikintilerine düşen damlalar ise yavaşça ve kırmızıdan çamursu bir renge doğru evrilerek yayıldıktan sonra yavaşça dibe çöküyordu. Adam aslında acı çekiyordu, her ne kadar acı çekmiyormuş gibi görünse de. Neden kolunu yemesine izin veriyorsun. O benim kolum değil. Ama acı çekiyorsun. O benim kolum değil. Kimin kolu. Kimin olduğunu bilmiyorum, sadece bana ait olmadığını hissediyorum. Bunun sebebi aslında orada bir kolun olmaması. Acı çektiğimi söylüyorsun, demek ki orada bir kol var. Psikolojik acı bu. Biraz sonra varolmadığımı da söylersin sen. O kadar abartmaya gerek yok sanırım, sadece acı çekmeni istemiyorum. Acı çeken sen olmayasın. Anlatıcı bu hazırcevaplarla daha fazla baş edemeyerek tıkanıp kalır, yerdeki parke taşlarına dikilir gözleri, bir metre kareye otuz üç tane taş düşüyordu, lamba direklerinin arası yaklaşık sekiz metreydi, deniz kıyısını dolduran kayalar yer yer denize doğru kayarak boşluklar oluşturmuştu, otoyoldaki trafik ışığı bir dakika kırk beş saniyede bir değişiyordu, etrafta ne bir tek martı vardı ne de balık tutan bir adam, hiç kimse yoktu artık, körfezi dolanan bir yürüyüş yolu uzuyordu ileri doğru, bu sırada karga kolu yemeyi sürdürüyordu. Kuleninplanı. Tek katlı, müstakil ve derme-çatma evin önünde bir cenaze kalabalığı Mavi Öyküler -

10


uğulduyordu. Evin çatısı yoktu, dümdüzdü; evin hemen önünde bir söğüt ağacı, bahçede ise incir, armut, elma gibi birkaç tane daha ağaç vardı, bunların dışında uzun bahçe oldukça bakımsızdı. Ev ile bahçe giriş kapısı arasında neredeyse yirmi beş metre mesafe vardı, uzun bir bahçeydi işte. Evin içine ise demeyin: İki odası da salona açılıyordu, tuvalete mutfaktan açılan bir kapı vardı, mutfak ise pislik içindeydi, yerler kapkaraydı yağ ve isten, tavanın sıvası yer yer nemden dökülmüş, alttan demirler görünüyordu. Tuvaletin durumu da neredeyse aynıydı. Bir ölü bile böyle bir evi hakketmiyordu aslında. Altmış dört yaşında bir kadın ölmüştü. Akrabaları ağıtlar yakıyordular öyle pek fazla üzülmeseler de. Adettendir, konu komşu ne kadar gaddarlar demesinler diye kadınların hepsi ağlamak zorundadır. Bu sahteliklerin arasında çocukları bulundurmayı da ihmal etmiyorlar bir de. Yaşları çok küçük olan çocuklar bile mevcut cenaze kalabalığında, onları ya hayatı ve ölümü öğrensinler diye ya da adet olduğu üzere çok ağlayıp çok efor sarf eden ağıtçılara verilen yemekten onlara da pay düşer düşüncesiyle getirmişler. Fakat yemek cenaze gömüldükten sonra verilir, o da genelde alt tarafı bir tabak pilavdan ve ayrandan oluşur, fakat cenaze kefene sarılı olarak kahverengi cilalı bir yemek masasının üzerine boylu boyunca yatırılmış bir şekilde duruyor hâlâ ve insan ne kadar da uzun görünüyor ölüyken. Yaşları biraz büyük olan çocuklar korka korka da olsa ölünün bulunduğu odaya girip ilk ölülerini görmenin muzip gülümsemesiyle çıkıyorlar odadan. Evin altı yaşındaki kızı ise ilk kez bir insan ölüsüyle karşılaşacak, evde hâkim olan kasvetli hava duyarlı bünyesini zaten iyice hüzünlü ve tedirgin etmiş, bir de daha önce canlı olarak gördüğü fakat şimdi ölü olan birini görme düşüncesi ise korkudan titretiyor onu. Titreyerek kapıdan başını uzatıyor içeriye doğru. Boyunun neredeyse iki katı yüksekte duran masanın üzerinde beyaz bir kütle duruyor, oda karanlık ve soğuk, acaba bu yaz günü niye bu kadar soğuk? Kalbinin delice çarpmasına aldırmadan kütleyi inceliyor, yuvarlak uç kısımdan ve uzun gövdeden bunun çarşafa sarılı bir insan olduğunu anlıyor sonunda. Gerçi büyük çocuklar konuşurken duymuştu, ama görmek çok daha korku vericiydi. Bu insan hep yemek masamızın üstünde mi kalacak acaba? Karnı da niye öyle şişmiş ki? Belki bu cümleleri kuramıyordu ama aşağı yukarı anlatmak istedikleri ve sormak istedikleri bunlardı. Birden ölü kıpırdar gibi oldu ki, küçük kız bağıra bağıra odadan dışarı kaçtı. O bundan sonra normal bir insan olamazdı. Belki bu küçük bir hadiseydi lakin daha da beterleri peşini ilerleyen yıllarda bırakmak bilmedi: Dokuz yaşındayken babası inşaattan düşerek öldü, on iki yaşındayken annesi tansiyonunun aniden yükselmesi sonucu felç oldu ve on iki yıl boyunca annesine o baktı, 11

- Mavi Öyküler


sonra annesi de öldü, sayısız kere sevgilisi tarafından tecavüze uğradı, pis bakışlı mahluklar biçimli bedenini taciz etti, bakışlar parlak sarı saçlarında ve yeşil gözlerinde dolandı durdu, kopuklar yakasını bırakmak bilmedi, en son o kopuklardan birine kanıp evlendi, hamile kaldı, ancak çocuğu tekmelerin kurbanı oldu, bir kadın erkeklerin dünyasında ne kadar aşağılama ve acıyla karşılaşabilirse o neredeyse yarısına yakınını bilfiil yaşadı. Kuleninaçılışı. Ülkenin herhangi bir sahilinde, kayaların üzerinde “bilinçli tercihiyle” bileklerini keserek kan kaybından ölen bir adam bulundu. Yapılan otopside adamın içkili olduğu, ölmeden önce bir kargayla ilgili sanrı gördüğü, bir adamla konuştuğu fakat adamın yüzünü görmediği (muhtemelen adam arkasında bir yerdeymiş) anlaşıldı. Adamın daha önce de bu türden birçok sanrı gördüğü zira bunun alkole bağlı olarak ortaya çıkan Deliriumtremens hastalığının en belirgin semptomlarından biri olduğu ve adamın büyük bir ihtimalle en son gördüğü sanrının etkisinde kalarak bileklerini jiletle kestiği açıklandı. Anlatıcınınkuledendüşüşü. Anlatan benim, biçimli ve erkeklere seksi gelen bedenimle, benim parlak sarı saçlarımla, yeşil gözlerimle, uzun bacaklarım, dolgun kalçalarım ve erkeklerin -nedendir bilinmez- emmek için delirdikleri büyük göğüslerimle. Anlatan sensin. Evet anlatan benim. İnsan bazen binlerce kişiliği olduğunu sanabilir, ben de öyleyim. Anlatan benim. Evet anlatan sensin. Cinsiyeti belirsiz ruh ve cinsiyeti belirli beden... Anlatan biziz. Anlatan benim. Aşırı alkol bile acılara yetmiyor insan yeteceğini sansa da, o da ayrı acılar zerk ediyor beyne. Anlatıcı hep hastadır, ben de hastayım. Deliriumtremens dedikleri bir hastalıktan mustarip beynim. Latince titremeli hezeyan anlamına geliyor. Süreğen alkoliklerde, içkiyi ansızın bırakmaya ya da bu arada ortaya çıkan bir enfeksiyona bağlı olarak görülen rahatsızlık Ayırt edici özellikleri: Karmakarışık rüyalar, hastanın şiddetli tepkiler göstermesine yol açan ve karanlık bastığında daha da etkili olan dehşet verici sanrılar, yüksek ateş, büyük ölçüde su kaybı, elektrolit dengenin bozulması, taşikardi, terleme ve titreme gibi nöravejatatif bozukluklardır. Deliriumtremens, hastaneye acil olarak kaldırılmayı gerektirir. Böylece tecrit edilen hasta, su kaybının önlenmesi ve sindirim yolu dışından verilen yatıştırıcılarla tedavi edilir. Gerçi bu yatıştırıcılar beni pek yatıştıramadı, hâlâ garip hayallere dalıyorum. Olsun varsın, yenen ve kesilen kol benim kolum değil. Anlatılan hayat benim hayatım değil. Kulenin eşrafı umurumda bile değil. Ben burada kuleden metrelerce aşağıda yeni bir Mavi Öyküler -

12


kulenin hayalini kuruyorum “yeni insanları” bir araya getirecek...

p

“SİLİK GÖLGELER” Biryer.

“Zaman Zaman Ölüm Anlatıları - III - Katliam” - İlkay Kefeli Aniden ayakta uyandı. Gözlerini açtı, fakat gölgelerden başka bir şey göremiyordu. Sanki bir sürü sakinleştirici hap içmiş gibiydi, sanki aşağı doğru düşüyordu; hareketlerini kontrol etmekte zorlanıyordu. Sağa sola doğru yalpalıyordu, tam düşeceği sırada olduğu yerde durarak düşmekten kurtuluyordu, uçurumun kenarında elleri açık bir şekilde düşmemek için çaba sarf ediyordu sanki. Hâlâ bir şey göremiyordu, her şey ışığın içindeki silik gölgelerden ibaretti. Bacakları bir şeye çarptı. Elleriyle yoklayınca bunun demirden bir masa olduğunu anladı. Odanın içinde bir şey hareket ediyordu, pıt pıt yere vuran sesinden bunun küçük kauçuk bir top olabileceğini düşündü; ama topun hareket etmesi için birinin fırlatması gerekirdi, yoksa odada başka biri mi vardı? Başı dönmeye devam ediyordu, insanın dünyanın kendi etrafında dönüşünü hissetmesi ne kadar da kötü olurdu, işte böyle bir zamanda bu çok iyi anlaşılıyordu. Olduğu yerde durup dünyanın durmasını beklemeye karar verdi. Dünya yavaşça hız kaybediyor, zaman ve mekân algısı yavaşça geri geliyor, nesneler de yavaşça belirginleşiyordu. Her şey görünür oldu belli bir süre sonra. Dört kapılı bir odanın içindeydi, pencere yoktu. Odanın duvarlarından dökülen sıvalardan dolayı etraf toz toprak içindeydi ve sıvanın altından tahtalar görünüyordu. “Vik vik” diye bir ses duydu. Küçücük kauçuk bir top ona doğru zıplayarak geliyordu. Vik vik. Top birden yere hızla vurup yüzüne doğru zıpladı, topu yüzüne çarpmadan önce yakaladı, ama top onu öne doğru sürüklemeye başladı. Viiiiiik viiiiiiiik, diye çığlık atıyordu. Top, duvardan duvara çarpıyordu bedenini, eline yapışıp kalmıştı sanki; fakat yapışmamıştı aslında yine de bırakmıyordu topu inada binmişti iş. Öyle kızdı ki, topu aniden bilinçsizce ağzına attı ve ağzında debelenmesine bakmadan yuttu. Küçük kauçuk topun sönük de olsa viiiiik viiiikleri hâlâ duyulabiliyordu, mide çeperine çarpıp duruyordu. Aniden hare13

- Mavi Öyküler


keti kesildi minik topun. Bunun son bulduğuna gerçekten ben de çok sevindim. Ancak birden bire viiiiiiiiiiiiiiik diye bir nidayla küçük top karnı delip dışarı çıktı. Adam dizlerinin üstüne çömeldi ellerini karnına bastırarak ve “Bu öyküden hiçbir şey anlamadım!” dedikten sonra yere boylu boyunca uzandı. Hiçbiryer. Annemin sesine uyandım irkilerek. Birdenbire uyanmanın verdiği uyuşukluğun etkisiyle kaslarıma zar zor hükmedebiliyordum. Annemin yanına vardığımda, hiç konuşmadan koridorun sonunu işaret etti parmağıyla. Gözlerim karanlığa alıştığı için karanlık koridorun sonunda belli belirsiz bir gölgenin hareketlerini fark edebiliyordum. Koridorda sakince ilerleyip gölgenin yanına geldim, gölge genç bir erkeğe dönüştü, aslında çocuk bile denebilirdi. On beş-on altı yaşlarındaydı. Ürkekçe bana bakıyordu. Ensesinden yakalayıp ileriye doğru itmeye başladığımda, “ben bir şey yapmadım, ne olur bir şey yapma” gibi laflar etti, korkmamasını sesini kesmesini salık verdim. Koridorun öteki ucundaki salonu geçtiğimizde doğrudan toprak bir alana çıktık, halbuki daha önce böyle bir yeri fark etmemiştim, senelerdir bu evde yaşadığım halde. Ürkek gölgeyi ensesinden bastırarak yere dizlerinin üstüne çömelttim. Alnı yere değene kadar bastırdım boynundan. Başı yere değdiğinde bu şekilde beklemesini söyledim. O şekilde nefes almanın çok zor olduğunu söyledi, üstelik toprak çamurluymuş yüzü gözü çamur olmuş. Kısa kesmesini, domuz bağı yapılıp toprağa gömülmediği için şükretmesini iletip, annemin yanına döndüm. Annem yayları fırlamış iki kişilik bir koltukta oturmuş sigara içiyordu dumanını sokak lambasından sızan ışığa doğru üfleyerek. Yanına oturup bir sigara da ben yakıp, ne yapmam gerektiğini sordum. “Burada ne yaptığını gidip öğren,” dedi, kendinde değilmiş gibi. Gidip burada ne yaptığını sordum. Hâlâ aynı şekilde duruyordu, çok korkmuş olacak ki hiç hareket etmemişti. “Burası benim evim” diye cevapladı sorumu. Bu cevap üzerine havaya kalkık kıçına hafif bir tekme attım; yumuşak taşaklarını hissettim ayağımda. “Saçmalamayı kes! Yoksa seni tekmeleyerek hadım ederim! Ne zamandan beri bizim evimizde yaşıyorsun sen?” “Beş senedir, ama sizi ilk kez görüyorum.” Bir tekme daha attım, bu kez hayalarını tutarak yana devrildi. “Saçmalamayı kes de doğruyu söyle.” “Doğru söylüyorum, yatağımdan su içmek için kalktığımda annenizle karşılaştım.” “Sana annem olduğunu söylemedim ki, nerden biliyorsun?” “Sadece tahmin ettim.” Mavi Öyküler -

14


“Yalancı, uzun zamandır bizi gözetlediğin belli, evdeki bu değişiklikleri sen mi yaptın yoksa, söyle bakalım?” “Hangi değişiklikler?” “Üzerinde yattığın toprak zemin gibi mesela, önceden böyle bir oda yoktu burada, sonra şu naylonla kaplı kapı da aynı bahçe kapılarına benziyor. “Burası zaten bir bahçe.” “Yıldızlar nerede o zaman?” “Yıldız da nedir?” “Gökyüzünde hiç yıldız yok.” “Yıldız nedir, gökyüzü nedir gerçekten bilmiyorum ben!” “Gökyüzünde hiç yıldız yok, saçmalamayı kes,” deyip karnına bir tekme attım. “Yıldızlar hani, parlarlar gökyüzünde geceyi aydınlatırlar aptal!” “Gerçekten dediklerinizi anlamıyorum, burada dediklerinizden yok, ne yıldız var ne de gökyüzü!” Bu sonuçsuz mülakat üzerine annemin yanına geri döndüm. Annem aynı şekilde boşluğa bakarak sigarasını içiyordu. “Anne bu çocuk oyunu bozuyor, çok sıkıcı olmaya başladı, zaten bu seferki öykü de hiçbir şey anlatmıyor. İlk bakışta anlatmıyormuş gibi görünebilir. Peki şimdi ne yapmalıyız anne?” “En iyisi ölmek.” “Tamam ölelim o zaman,” dedikten sonra kül tablasındaki sigaranın dumanına karıştık. Oyer. Dört kapı odanın dört duvarında öylece duruyordu. Fakat bu kez her bir kapının arkasında elinde susturuculu tabanca olan dört insan vardı. İçlerinden biri erkekti. Dördü de elleri tetikte kapıların gözetleme deliklerinden bakıyordular ara sıra. Endişeli gözlerle birbirlerini süzüyordular hiç konuşmadan. Erkeğin beklediği kapıda bir hareketlenme oldu. Adam diğerlerini işaretlerle uyardıktan sonra kapıyı açtı ve açar açmaz kapının arkasından elinde paketle beliren kumral küçük kızı yakasından yakaladı ve alnına tabancanın namlusunu bastırdı. Küçük kızın elindeki paketi alıp bir köşeye fırlattıktan sonra, namluyu kızın ağzına sokup tetiği çekti. Arkadaki beyaz duvar kan ve beyin rengini aldı anında; aslında duvar önceki işlemlerden kalma kurumuş kan ve beyin artığıyla doluydu. Diğer kapılarda da aynı türden hareketlenme olmaya başladı. Aynı anda iki kapı birden açıldı, bu kez biri orta yaşlı diğeri gençten iki erkek girdiler içeri yine ellerinde paketlerle ve aynı şey onların da başına 15

- Mavi Öyküler


geldi. İşini bitiren paketini ortadaki demir masaya bırakıp bekliyordu. Birkaç dakika sonra dördüncü kapıdan üç dört yaşlarında bir oğlan çocuğu girdi güleç yüzüyle, namlu ağzına sokulunca bunun bir oyun olduğunu sanmış olacak ki namluyu emmeye başladı, bir süre emmesine izin verildikten sonra hiç acıma gösterilmeden aynı akıbetle buluşturuldu diğerleri gibi o da. Fakat küçük çocuğun kafatası tam gelişmediği için yani yumuşak olduğu için neredeyse kafasının yarısı parçalandı. En son paket de masanın üzerine yerleştirildi. Kare tamamlanınca tabancasını koltuğunun altındaki kılıfa yerleştirmekte olan esmer kadın paketleri göstererek, “Bunları da diğerlerinin yanına atın, zaten bu seferki öyküden hiçbir şey anlamadım,” dedi. Sıratköprüsü. Dört kapılı odanın içi alabildiğine insanla doluydu her yaştan. Odada artık adım atacak en küçük bir boşluk kalmamıştı. İçerdeki insanlar zorla nefes alıyordu. Bazıları dışarı çıkmak için kapılara yüklendiyse de kapıların açılmasına olanak olmadığını anlayınca denemelerden vazgeçtiler. İnsan vücudundan yayılan sıcaklık daracık odanın havasını iyice ısıttı, zaten oksijen de azalmıştı, üstelik kışlık giysileriyle duruyordular odanın içinde; kimi kaban giymiş, kimi de paltoyla duruyordu. Duvarlar üstümüze geliyor! Evet duvarlar üstünüze geliyor, her yandan çığlıklar yükseliyordu. Hareket eden duvarlar insanları birbirine bastırıyordu. Birbirlerinin kemiklerini vücutlarında hisseden insanların, giderek eziliyordu kemikleri. Odanın duvarları dört yandan devasa preslerle sıkıştırılıyordu, ancak hangi amaca hizmet ettiği bilinmiyordu bu işlemin. Fakat insanlar iyice iç içe geçtiler, bazılarının kaburgaları kırıldı, bazılarının kolu bacağı, bazılarının iç organları ezildi. İç organları ezilenlerin hemen hemen hepsi kısa bir zaman sonra öldü. Bazıları kendini kurtarmak için diğerlerinin üstüne basarak tavan seviyesine çıkmaya çalışıyordu, zira orada daha fazla yer vardı. Feryatlar dinmek bilmiyordu, çoğu Allah’a yalvarıyordu, bir kısmı ise sadece ağlıyor ve acıdan bağırıyordu. Duvarlar öylesine sıkışmıştı ki artık insanların yarılan karınlarından iç organları dökülmeye, parçalanan kafalarından beyinleri dökülmeye, kanları oluk gibi akmaya başladı. Diğer insanların tepesine çıkan birkaç kişi hâlâ daha ölmemişti, son ana kadar can havliyle ölümden kaçıyordular içgüdüsel olarak. Yaşamlarının anlamsızlığını ya da bir gün zaten öleceklerini düşünemiyorlar şimdi her zamankinin aksine. Aslında korktukları tek şey acı çekmek; ne cenneti düşünebiliyorlar ne cehennemi; ne ölümden sonra ne olduğunu ne sevdiklerini; ne bu işlem için alacakları parayı ne altlarında ölü olarak yatan ya da can çekişen diğer insanları; ne de olsa onlar da Mavi Öyküler -

16


insan ve yaşamak için öldürmeye bile razılar… Aynı diğer hayvanlar gibi.

p

“USTA AVCILAR KOLAY AV OLUR” Nerden geldiği belli olmayan dünyanın efendilerinden biri.

“Zaman Zaman Ölüm Anlatıları IV” - İlkay Kefeli Sibirya kaplanının geniş ayakları karda batmadan yürümesini sağlar, öte yandan aynı ayaklar hızlı hareket etmesini önler. Kendi doğal ortamında ondan daha güçlü bir hayvan yoktur, karada yaşayan en büyük et oburdur, yetişkin bir erkeğin boyu baştan kuyruğa kadar 3,3 metre, ağırlığı ise 300 kilo kadardır; bu özellikleri onu en güçlü yapar, bu yüzden kaçmayı bilmez. Normalde bir insan onun için kolay avdır, bu yüzden insan görünce kaçmaz. Çünkü tüfek nedir bilmez, bedene girdiğinde patlayıp yüzlerce parçaya ayrılan mermilerden bihaberdir. Normal durumlarda bir insana saldırdığı da görülmemiştir, bu sebeple şu an üzerine uzun namlulu bir tüfek doğrultmuş durumda bekleyen avcıya saldırmıyor çok uzaktan kokusunu aldığı halde. Usta avcılar kolay av olur. Usta bir avcının yaşamı şu an bir namlunun ucunda. Bugün en iyi tahminle Sibirya kaplanlarından binden daha az kaldı, geriye kalanların çoğu da sirk ve hayvanat bahçelerinde yaşıyor. Bu soğuk Sibirya taygasında saatlerce kaplan arayan avcıyı güdüleyen şey zevk değil sadece, eskiden kalan batıl inançlar yüzünden kaplanın her noktası ilaç olarak kullanılıyor. Uzakdoğu karaborsasında bütün bir kaplan yaklaşık yarım milyon dolar ediyor. Onun eşi benzeri olmayan güzellikteki kürkü kan kızılına bürünecek biraz sonra. Usta avcılar kolay av olur. Sibirya kaplanları bu yüzden koruma altına alındılar fakat yine de bu ulusal parkta bir namlu ona doğru çevrilmiş durumda. Avcı neyi bekliyor bilmiyorum, belki de çok uzak olduğundan ıskalamamak için yaklaşmasını bekliyor kaplanın. Öylesine konsantre olmuş ki avcı, nefes bile almıyor. Usta avcılar kolay av olur, ki insan avcı arkasından sessizce yaklaşan başka bir erkek kaplanın farkına bile varmıyor. Bütün kedilerin en önemli ortak özelliği sessizliktir, belki de bundan dolayı fark etmiyor insan avcı; zaten kedilerin avlarının çoğu keskin dişler etine girdiğinde görürler onları. Namlunun ucundaki kaplan, avcıya doğru bakıyor ama hiç görmemiş gibi tepkisiz duruyor. İnsan 17

- Mavi Öyküler


avcının arkasından narin adımlarla yaklaşan kaplanı da gördü fakat gariptir ona da tepki vermiyor. Kaplanlar da evrimleşiyor. Normalde bir erkek kaplan kendi bölgesine giren diğer kaplanı gördüğü anda ölümcül bir dövüş başlar ancak kaplanlar da evrimleşiyor. Bir av hayvanı olmak, neslinizin zevk için tüketilmesi nasıl bir şeydir bunu size nasıl anlatabilirim? Arkamdan sessizce bir kaplan yaklaşırken haberim bile yok, sadece on metre geride. Kaplan yavaşça yaklaşıyor. Farkına varmam için fazla zamanım kalmadı. Beş metre, dört metre, üç metre ve iki metre kala duruyor belki bir şans tanıyor. İyice gerilip öne doğru sıçrıyor, avcıyı sağ omzundan ısırıyor koca dişleriyle. Dişler ete giriyor. Avcının bütün kasları şoka giriyor. Sadece bağırabiliyor avcı, bıçağını kavramak aklına gelmiyor. Kaplan iyice abanıyor ve yüzükoyun yatırıyor avcıyı. Üç yüz kilodan fazla gelen bedenin altında ezilen omurga kırılıyor ve avcı anında tepeden tırnağa felç kesiliyor. Kolu koparılırken avcı bağıramıyor artık sadece korku ve acı dolu gözleri saldırgan bir delinin gözleri gibi açılmış. Namlunun ucundaki kaplan gelip güçlü pençeleriyle sırtını parçalıyor avcının, organlar çıkıyor dışarı. Avcı sırt üstü döndürülüyor bağırsakları pençenin ucunda uzuyor da uzuyor ve kar ve eşsiz güzellikteki kürkler kan içinde kalıyor. Buharlar yükselirken gökyüzüne, avcı hâlâ canlıyken baldırlarındaki etleri koparıyor en büyük etoburlar. Kaplanlardan biri kocaman ağzıyla avcının kafasını kemiriyor, alt çenesini yerinden söküyor kaplan. Bir saat içinde avcının bedeni paramparça ediliyor ustaca bir şekilde fakat kaplanlar yemiyor etleri, sanki ibret olmasını istermiş gibi ya da ben öyle olmasını istiyorum. Evet, insanlık adına öyle olmasını istiyorum. uzaydan gelen yeni efendiler. binlerce yıl sonra. Yirminci yüzyılda hız kazanan uzay yarışıyla birlikte insanoğlu uzay boşluğuna içinde dünya tarihini anlatan ve dünyayla ilgili bazı bilgiler olan kapsüller fırlattı, uzayda “akıllı” başka canlılar varsa bizleri tanıyıp iletişim kursunlar diye. Milyonlarca galaksinin olduğu evrende milyonlarca ve milyarlarca gezegen vardı ve tabii ki en kötü ihtimalle bu gezegenlerin en az bir kaçında hayat olması muhtemeldi. Ve akıllı yaratılar diskleri buldu. Normalde evrende küçük bir nokta olan dünya gezegenine uğramak “akıllarından” geçmezdi. Disklerdeki insan hayatı, basit insan “aklı” onları hiç mi hiç ilgilendirmedi, onları dünyanın eşsiz güzellikteki suları ilgilendirdi. Bu gezegende okyanuslar, denizler, göller, akarsular vardı bolca. Kendi gezegenlerinde suların altında kurdukları şehirlerde yaşıyordular fakat kendi denizleri çok küçüktü, okyanus ise yoktu. Dünyanın eşsiz zenginlikteki okyanusları onları hemen cezp etti. Uzaydan yeni efendiler geldi ve okyanuslara yerleştiMavi Öyküler -

18


ler. İnsanoğlu uzaylı yaratıkların kendilerine ilgisiz kalmasını hazmedemedi, bu ne küstahlıktı! Savaş açtılar yeni efendilere. Savaş sadece birkaç saat sürdü. Bütün insan şehirleri insan “aklının” alamayacağı kadar hızlı ve bilinmeyen bir şekilde yok edildi. İnsanoğlundan geriye kalanlar ormanlara ve dağlara kaçtı. Oysaki onları henüz kovalayan yoktu. Uzaydan gelen yeni efendiler insanların su yaşamını neredeyse tamamen yok ettiğini ve birçok kara hayvanının da neslini tükettiğini anladıklarında öfkelendiler. Onların da öfke ve can sıkıntısı gibi zayıf yönleri vardı. Milyonlarca yıldır dünyanın efendileri olan ve diğer canlıların başına bela olan ve zaten yirminci yüzyıldaki soğuk savaş sırasında atomik bir yıkımdan sonra yok olması gereken insan hayvanını avlamaya başladılar uzaydan gelen yeni efendiler. İnsan hayvanı çok iyi bir avdı. Karşı koyabiliyor ve saklanmayı iyi biliyordu, bu yetenekler işi zevkli hale getiriyordu. Bazen bir insanın peşinden günlerce koşmak gerekiyordu. Uzaydan gelen efendiler, insanların hayvanlara olduğundan daha adil oldular insanlara, silah kullanmadan avlandılar. Ama yine de her neslin bir sonu vardır, biz insanlar bunu çok iyi biliriz, yok ettiğimiz sayısız canlı nesliyle bunu defalarca kere tecrübe ettik. Soyu tükenmek üzere olanları koruma altına aldık, bozulan ekosistemin ucunun bize değdiğini anladığımızda. Her neslin bir sonu vardı. insan nesli de av partileri sonucunda tükenme sınırına dayandı. Uzaydan gelen yeni efendiler endişeye kapıldılar, bir yandan da hayvanlara uyguladığımız koruma yöntemini bize uygulayabilecek olmaları sevindirdi onları. Sayısı tam olarak üç bin dört yüz altı olan insan soyunu koruma altına aldılar özel bir bölgede. Sayıları on bini geçtiğinde avlanma partileri yeniden başlıyordu, nasıl olsa insanların en iyi bildikleri şeylerden biriydi üremek, kontrol ettikten sonra yok olmalarına imkan yoktu. İnsanların yokluğunda doğa ve insan dışında kalan evlatları huzur içinde yaşamaya başladılar. Bir insan olarak pişmanlığımı nasıl anlatabilirim doğanın nankörce kullanılmasına katkıda bulunduğum için, beni gözetlemekte olan uzaydan gelen yeni efendilerden biri beni biraz sonra devasa ayaklarının altında çiğneyerek öldürmeden önce. Nasıl anlatabilirim size bir av hayvanı olmanın nasıl bir şey olduğunu, neslinizin yavaşça yok olduğunu görmenin nasıl bir şey olduğunu nasıl anlatabilirim..................

p 19

- Mavi Öyküler


“SEN MASUM DEĞİLSİN!” sirena’nın gözyaşları “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları V” - İlkay Kefeli Normal insanlar intihar eder, anormaller yaşar!, demişti annem. Aslında önce ben yakında intihar ederim demiştim, o da zaten normal insanlar intihar eder demişti, belki de yanlışlıkla anormal yerine normal demişti. Ben de anormaller yaşar, dedim ardından. “27 yaşında, sağlıklı, çok güzel bir kadın neden intihar etsin ki?”, diye sordu yaşadıklarımdan habersiz. Güzel ve sağlıklıydım, bu çok doğru fakat bu iki özelliğin büyüdüğümde başıma bela olacağını bilemezdim, erkeklerin beni arzu nesneleri haline sokacaklarını hiç bilemezdim, erkeklerle normal arkadaşlıklar –kız arkadaşlar gibi- kurmamın imkânsız hale geleceğini de. Arkadaşım olarak sadece kadınları tanıyabildim, erkeklerle böyle bir imkânım olmadı çünkü neredeyse tanıdığım bütün erkekler bana cinsel bir sevgi besledi. Çok güzelseniz erkekler akıllı olup olmadığınıza bakmıyor, es kaza sevgili olursak zekâmın farkına varıyorlar. Bir insanı ancak arkadaş olduğunuz zaman tanıyabiliyorsunuz, sevgiliniz bile sizinle açık açık konuşmuyor bazı yönlerini. Bir abi ya da erkek kardeş isterdim ama sadece ben varım. Bir keresinde bir erkekle neredeyse arkadaş olmuştum fakat sonunda o da ilanı-ı aşk etti. Belki de gerçekten seviyordu beni lakin ben diğer erkeklerin davranışları nedeniyle gerçek sevgiyi anlayamıyorum ve gerçek sevgiye karşılık veremiyorum. Kelimeleri tasnif ediyorum, hayatımdan geçen erkekleri tasnif ediyorum; duygusuzluk listesi yapıyorum. Hayatın kadınlara ait kısmını biliyorum sadece. Ben bir denizkızıymışım, dünyadaki yaşamı merak edip insan olmuşum fakat dünya öylesine kötüymüş ki geri dönmek istemişim ancak denizleri kirletmişler, üzgünmüş gidecek yerim yokmuş ama yanlış söylemiş pardon gidecek bir yerim varmış! Neresi olduğunu söylemedi. Bu sözler beni yalnız başımayken ağlattı, kendimi gerçekten yalnız hissetmiştim. “Sen insanın moralini bozmak için mi varsın?” diye sormalıydım ona fakat soramadım. İnsanın gidecek bir yeri olmaması kadar kötü bir şey var mıdır? Bunu bir tokat gibi vururken yüzüme ne düşünüyordu kim bilir. Hepsi ikiyüzlü nasıl olunur , bana göstermek için yarışıyorlar adeta. Aslında yalnızlık değildi beni üzen. Neydi? Bunu size tam olarak ifade etmem çok zor, düşüncelerimi ifade etmek konusunda zorlanıyorum bazen. Siz anlatın Mavi Öyküler -

20


ben de anlamak için elimden geleni yapayım, hadi deneyin. Korkuyordum. Kalp acısı çekmekten korkuyordum, bu bana çok acı veriyordu, fiziksel acılardan bile çok. Bütün güçlü görüntüm aslında düzmeceydi, sevilmemek beni yaralıyordu, bedenimden nefret ediyordum. Oramı buramı kesiyordum sürekli, akan kanı emiyordum, midem fazla kan içmekten bulanınca kan kusuyordum. Başım klozetin içinde saatlerce düşünüyordum, gözlerim kanla karışık safraya dalıp gidiyordu. Sonra o geldi işte… erkeğin aşkı Evet, kendimi diğer insanlardan farklı hissediyorum ama aynı çöplükte eşeleniyorum . Küçüklüğümden beri garip bir çocuktum, hep düşünürdüm. En yakın arkadaşım, “Sen benden önce öleceksin, çünkü çok düşünüyorsun!” diyordu çok küçükken bile. Farklıyım fakat farklı olmak adına hiçbir gayretim yok. Aksine normal olup, rahat, çatışmasız bir hayat için uğraşıyorum; amma ve lakin olmuyor. Bence gayet normalsin, diğer insanlar gibisin. Yani çok sıradanım. Hayır, öyle demek istemedim, demek istediğim, diğer insanlardan farklı bir yaşayışın yok. Farklılığım davranışlarımda ve düşüncelerimde yatıyor. İçinde küçük bir çocuk var. İçimde ölü doğan bir cenin var. Yanılıyorsun, öyle olmasını istiyorsun, böyle olunca güçlü olacağını sanıyorsun. Ben güçsüzüm. Sen masumsun, güçlüler masum değildir. Ölmek istememiştim, ben masumum! masumun ölümü Sonbaharın renkleri sönük güneş ışınlarını etrafa dağıtıyordu. Gövdesini korumak isteyen ağaçlar, tasarruf amacıyla yapraklarını serbest bırakıyordu. Güneşli havayı fırsat bilen iş makineleri toprağı deşiyordu. Her geçen gün insanlar elbiselerle şişiyordu. Güneş erken uyuyordu. Aşk Masum’u nefessiz bırakıyordu. Masum kendini sokaklara atıyordu. Saatlerce boş sokaklarda yağmurun altında geziyordu. Sokakları tüketip kapalı alanlara sığınıyordu çünkü sokaklar onu kovuyordu. Yine sokaklardan kaçarken kendini karanlık camlı bir kitapçıdan içeri attı. Geniş masalara kitaplar yayılmıştı, eski ve yeni. Bir süre kitaplara baktı, kitaplar fısıldaşıyorlardı kendi aralarında ama o ne dediklerini artık anlamıyordu. Kitapların fısıltıları kulaklarındayken yere dizilmiş onlarca, belki de yüzlerce saksıyı gördü. Görmemek çok zordu çünkü saksılardaki çiçekler neon ışığı gibi parlaktılar. Hafifçe yanıp sönüyorlardı. Çiçekler uzun tüylere benziyordu. Fosforlu sarı renkteydiler. Fotoğraf makinesi çantasından plastik bir film kutusu 21

- Mavi Öyküler


çıkarıp pamuksu çiçeklerden aldı. Kutuyu cebine sokarken bir el omzuna dokundu. Ayağa kalktı Masum. Uzun boylu, orta yaşlı, başının yanları arkaya doğru kelleşmiş bir adam kolundan tutup çekmeye başladı onu. Zorluk çıkarmadan yürüdü Masum çünkü adam çok sert görünüyordu, silahı da olabilirdi. Dükkânın bir tarafı kafeydi. Kafede bir masaya oturdular. Adam bir süre yüzüne baktıktan sonra kutuyu istedi sakin bir sesle tane tane konuşarak. Çok korktuğu halde Masum kutuyu vermedi. Masaya genç bir kadın oturdu. Dışarıdan gök gürlemesi geliyordu. Kadın gülümsedi. Masum daha çok korktu, sandalyesinde büzüldü. Hiçbir diyalog ya da monolog yoktu artık. Masum bütün cesaretini toplayıp kalktı ve yürüyerek kapıdan çıktı, çıkar çıkmaz koşmaya başladı, arkasından geldiklerinden emindi. Artık çantası omzunda değildi. Bir otobana geldi. Belediye otobüsleri geçiyordu ama hiçbiri durmuyordu durak olduğu halde. Bütün taşıtların camları siyah bir şeyle kaplanmıştı sanki onu görmek istemiyorlarmış gibi. Boş bir anda yolun karşı yönüne geçti, orada da durmuyordu taşıtlar oysa onun için yön önemli değildi, yeter ki bir araca binebilsindi. Hemen yanında bir adamın durduğunu fark etti. Adam kendisiyle gelmesini istedi aynı sakin ses tonlarından biriyle. Biraz geriledi Masum, sonra kilitlenip kaldı öylece hareket edemiyordu. Adamın bir tabanca çıkarıp kendisini vuracağından emindi. Etrafta birkaç kişi daha vardı. Adam etraftakilerden birine yardım diler gibi, “Gelin size bir çay ısmarlayayım.” dedi. Masum etraftakilerin de bir anda kendisine cephe aldıklarını anladı neden sonra ve kendine gelip sağdaki sokağa girip hızla yokuş aşağı koşmaya başladı, sonra sola saptı, hızla koşuyordu, tekrar sağa saptı, sola saptı, kalbi bir anda duracak kadar hızlı atıyordu, ciğerleri yırtılırcasına acıyordu… Sonra kayboldu. Sonra çok geniş bir arazide buldu kendini, önünde tepeler ve Sirena duruyordu. Sirena tepkisiz Masum’a bakıyordu. Masum sevdiği kadından korkuyordu. Anlamsız hisler içindeydi. Sirena yaklaştı ve bir tabanca uzattı Masum’a. Masum tabancayı aldı ve kendi başına dayadı, eli tetikte bekliyordu. Öyküleri ben yazarım, senin ölmen gerekiyor, sürekli erkekler tarafından öldürülmekten bıktım. Tetiği çek. Sen Masum değilsin! Tetiği çekti. Namludan büyük bir gaz patlamasıyla çıkan 9 mm çapındaki mermi, çap kadar küçük bir delik açarak girdiği sağ loptan bir voleybol topuna yakın büyüklükte bir delik açarak çıktı, içeridekileri toplayarak. Buna blast etkisi deniyordu. Sesten daha hızlı ilerleyen ve kendi etrafında dönen mermi içeri girdiğinde taklalar atarak dönmeyi sürdürüyordu ve içerideki her şeyi topluyordu ve dönme çapı giderek büyüyordu ve kendi çapından çok daha büyük bir alanı parçalıyordu… Aynı aşk gibi… Mavi Öyküler -

22


sirena’nın itirafı Ben Sirena. Yunan mitolojisinde deniz kıyısından geçen gemicileri güzel sesim ve güzel yüzümle kandıran ve gemilerinin kayalara çarpmasına sebep olan denizkızıyım. En başta anlattıklarım da tuzaklarımdan birer parçaydı. Bana karşı kalbiniz yumuşadı; konuşma yeteneğim de erkekleri tuzağa düşürmekte bana yardımcı oluyor. Onların beni kullanabilecekleri gibi bir his veriyorum ve sonra ağıma düşüyorlar. Erkekler zayıf kadınları seviyor genelde, zor kadınları seveni çok azdır fakat onlar için de başka tuzaklarım her zaman mevcut. Elimden kimse kurtulamıyor. Kendinizi kandırmayın boşuna, kadın ya da erkekseniz, en başından bana inandınız, bana şefkat göstermek istediniz. Sizlerden şefkat bekliyorum!

p

“YOK OLMAK İÇİN YARATILIYORUZ” Tanrıya öykünen “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları VI” | İlkay Kefeli Garip, daha önce hiç görmediğim bir kuş, bir cesedin dudaklarını çekerek koparmaya çalışıyordu; fakat dudaklar kauçuk gibi uzuyordu sadece, kuşun koparamayacağı kadar esnektiler. Uzun bir uğraştan sonra uzun gagasıyla gözlere girişti. Birkaç denemeden sonra sol göz kapağı uzadı ve yavaşça yırtılarak koptu. Başını havaya kaldırıp parçayı yuttu. Göz kapağı ortadan kalkınca ortaya bembeyaz, leziz bir göz çıktı. Garip kuş uzun gagasını neredeyse sonuna kadar göze daldırdı, gözden yapışkan bir sıvı akıyordu; sanki kuş bu sıvıyı içmeye başlamıştı. Bu işten büyük keyif alır gibi bir hali vardı. Birkaç dakika sonra gözden geriye pek bir şey kalmadı, zaten kuş da doymuş olacak ki acelesi varmış gibi uçup gitti. Yakına gidip cesedi incelemeye başladım, zaten doğa payını şimdilik almıştı. İlk izlenimim yeni ölmüş olduğuydu. Neden öldüğüne dair herhangi bir belirti görülmüyordu, ölümünün birçok nedeni olabilirdi; ama ölmüştü işte ve benim çok işime yarardı. Zaten bedeninde hasar olmaması daha iyiydi. Cesedi dostlarımdan biri haber vermişti. Bugünlerde böylesine sağlıklı bir erkek cesedi bulmak öyle zor ki! Mükemmel bir heykel için insan anatomisini iyi bilmem gerekiyor. Derinin altındakileri yakından görmeliydim, onlara dokun23

- Mavi Öyküler


malıydım. Şimdi kimse görmeden onu götürmeliyim; ama geceyi beklemeliyim. Onu çalıların arasına saklıyorum, gece olana kadar başında beklemem gerekir hayvanlar daha fazla zarar vermesin diye. Neydi seni öldüren? Ürkek ama zehrinin zerresi bile acılar içinde öldüren bir yılan mı, yoksa yediğin zehirli bir bitki mi? Belki de birileri öldürüp buraya atmıştır seni, bir kan davası ya da namus hesaplaşması sonucunda. Cellâtların güçlü kişiler olmalı cesedini gizleme ihtiyacı duymamışlar. Ama ben seni yeniden yaratacağım güçlü bir dev olarak, ölümlülere tepeden bakan. Dev olmadan önce - Ölüme inanmıyorsun Anselmo, ama doğa bizi küçük parçalar halinde yok edecek. Bitkiler için gübre, böcekler için yemek olacağız. Yok olmak için yaratılıyoruz; yok oluş düşüncesinin verdiği acıyı çekmek için belki de! - Acı anlamsız Maria, hiçbir şey yok olmaz; sadece şekil değiştirir. Bazen bazıları daha güçlü olarak doğar tekrar ve çektikleri acıların hiçbirini hatırlamazlar. - Senin için de kendim için de korkuyorum. Ağabeylerim ve amcalarım sürekli beni gözlüyorlar; korkmak ve acı çekmek için çok nedenim var. İnsan her zaman kolay ölmüyor. - Korkma. Paganların tanrıları kadar güçlüyüz biz; çünkü sevmeyi onlar kadar iyi biliyoruz ve bütün tehlikelerine katlanıyoruz. Bedenlerimizin hiçbir değeri yok. Düşünebildiğimiz için güçlüyüz. İsa hâlâ aramızda milyonlarca parçaya ayrılsa da, onu düşüncelerimizle hayatta tutuyoruz. Bunu sakın unutma Maria! - Ama milyonlarca insan unutulup gitti, hiçbirini hatırlamıyoruz. - Onlar kurdukları medeniyetlerle, yapıtlarıyla, düşünceleriyle ve düşleriyle yaşıyorlar. Biz değiliz sadece bugünü var eden. Beynimde benim olmayan düşünceler de var. İnan bana, benim düşündüklerimden daha çoklar. - Bir dahaki sefere beni tanıyabilecek misin? Tekrar sevebilecek misin? Ben seni görmesem de hissedeceğim Anselmo! - Seni mutlaka tanırım Maria, eğer seni bulmazsam bil ki yalnız öleceğim; kendimi hiçbir yere ait hissetmeden. Tanrıya öykünen Affet beni Tanrım! Bazı insanlar onu görür görmez önünde eğilmek isteyecekler, içten içe ona tapacaklar belki de. Öyle delici ve hükmeden Mavi Öyküler -

24


bakışları var ki… O binlerce keski darbesiyle oluştu, her darbe ruhumdan bir parçayı ona taşıdı, yere düşen mermer parçalarıyla ruhum yer değiştirdi. Küçük bir yanlışlıkta bu koca mermer bloğun heba olması işten bile değildi; ama bana ödünç verdiğin kol hafifçe bile titremeden, bunun üstesinden kolayca geldi. Calud’un ölümü Şuna bakın onlarca insan uzunluğunda bir dev gibi görünüyor, ben ise ne kadar sıradan görünüyorum; ama sıradan değilim. Yüzyıllar geçse de bugün unutulmayacak, buna eminim; çünkü çok fazla tanık var. İkimiz de hatırlanacağız sonsuza dek, belki ben biraz daha fazla saygı görürüm, ama bunu yapan ben değilim. Tanrının bana ödünç verdiği bu kol ve bu elle savurduğum sapandan çıkan tek bir taşla öldüreceğim onu. Şuna bakın nasıl da devrildi Tanrının adı karşısında. Ölürken kaldırdığı toz sanki günlerce yere inmeyecekmiş gibi görünüyor. Şu an onu göremiyorum ama koca kalbinin zayıf sesini duyabiliyorum. Ben bir devi öldürdüm, Tanrının isteğiyle Tanrının yarattığı bir devi. Büyücü Bana büyücü diyorlar. Aslında bir simyacıyım, ama en iyi zehir nasıl yapılır onu da bilirim. Bu küçük cam şişenin içindeki zehrin zerresi koca bir insanı saatlerce can çekiştirdikten sonra öldürür; sanki zehir canlıdır ve kurbanıyla oyun oynar, onu yerde acılar içinde süründürür, onunla konuşur. Bu zehirle öldürülen birini görmüştüm, biriyle konuşuyordu delirmiş gibi. Zehri sipariş edenler özellikle böyle olmasını istediler benden, birine fena halde kin besledikleri belli. Güçlü adamlara benziyorlar, aracı olan adam bile çok zengin görünüyordu kıyafetlerinden. İnsanlar genelde kurbanın çabuk ölmesini isterler, birinin yavaşça ölmesini izlemeye korkarlar, zaman uzadıkça kurban ölmeyecekmiş gibi gelir onlara ya da daha da güçlenip onları öldürecekmiş gibi. Aslında bu işten hiç memnun değilim ama ne yapayım simyayla yaptığım sahte altınlar yüzünden başımın bir gün belaya girmesinden öyle korkar oldum ki, ilk teklifi biraz düşününce kabul ettim. Bu işteki tek tesellim kurbanları görmüyor olmam. Tanrı bu aşağılık kulunu affetsin ve bana öyle bir ölüm vermesin. Belki de beni sonsuza kadar tekrar tekrar bu zehirle öldürülmeye mahkûm eder, her birini tekrar hatırlamamı sağlayarak. Tanrıya öykünen 25

- Mavi Öyküler


Her yanımı kuşatmış düşmanlarım, o kadar çoklar ki! Bir deha olmak öyle zor ki, herkes kıskanıyor. Önüme türlü engeller çıkarıyorlar. En kötüsü de lanetlenmiş papa hazretleri. Sözüm ona tanrının elçisi; tanrının bir tane elçisi vardı, onu da kirletmelerine izin vermeden yanına aldı. Dehamı hafife alıyorlar, ama seni bitirdiğimde süslü Rafael ve sadece hayal edebilen Da Vinci bile önünde saygıyla eğilecekler, en azından eğilmemek için kendilerini zor tutacaklar. Gerçi düşmanlarımın sayısı giderek artacak ama koruyucularımın da sayısı artacak hiç şüphesiz. Dehadan anlayan birileri elbet vardır Toskana’da.

p

“İYİ OLAN HİÇBİR ŞEY KALMADI İÇİMDE” “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları VII” | İlkay Kefeli 1 Arkeolojik kazılarda bulunan en eski köpek iskeleti on bin yıl öncesine dayanıyor. Şimdilik bütün köpeklerin atası olarak bu köpek görülüyor. İnanışa göre köpek, kurtların evcilleştirilmesi sonucu tarih sahnesinde yolculuğuna insanla birlikte başlamıştır ve o günden sonra bir daha ayrılmamışlardır. Köpeklerin sadakatiyle, kedilerin nankörlüğüyle ilgili binlerce öykü anlatılmıştır o günlerden beri. Nedense köpekler hep kedilerle karşılaştırılır, bir köpek sevenler bir de kedi sevenler vardır, ikisini aynı anda sevemezler! 2 Cinsi belirsiz o büyük köpeklerden biriydi Karabaş. Sahibi onu yavruyken sokaktan almıştı. Çocuklar neredeyse sırtına bağladıkları birkaç torpili ateşlemek üzereydiler. Karabaş ile sahibi arasında doğal olarak keskin bir bağ oluştu yıllar ilerledikçe. Onun uğruna başkasını öldürebilecek cinsten, sapık bir sevgi. Öyle ki sarhoş bir adam Karabaş’ı bir iple boğup tarlasındaki çınar ağacına kemiklerini kırarak sıkıca bağlarken sanki kendi kemiklerinin kırıldığını hissediyordu, kalbi sıkışıyordu. 3 Yalova’nın bir köyünde geçiyor bu yılım. Dedem ve babaannemle kaMavi Öyküler -

26


lıyorum. Oturduğumuz ev nerden baksanız yüz yıllıktır. Altı kesme kayalardan, üstü ahşaptan yapılmış bu evin. Ahşap kısım her yanından rüzgâr alıyor ve çatırdıyordu. Bahçede kocaman bir çınar ağacı vardı, evden üç dört kat daha yaşlı olmalıydı. Evin içi gerçek anlamda iğrençti, geceleri daha iğrenç ve korkutucu oluyordu. Banyo ve tuvalet aynıydı. Duvarlar dökülüyor, fareler cirit atıyordu. Üst katta bir tuvalet vardı ama öyle dardı ki işinizi görmeniz işkence halini alabiliyordu, işemek için dizlerinizi kırmanız ya da çömelmeniz gerekiyordu, aksi takdirde (çok kısa değilseniz) başınız tavana çarpıyordu. Bunlar beni ilgilendiren ayrıntılar aslında, sizin bilmeniz gerekmeyen ama başlamışken söylemek istediğim bir ayrıntı da bu yıl okula burada gidiyor olmam. Başta anlattığım köpeği öldürülen adam bizim bahçe komşumuz. Evler bitişik nizam. Aslında bizim kısım adamın kardeşinindi dedem satın aldı. Olaylara âşık olduğum ama âşık olduğumu hiç söyleyemediğim güzel kıza dönerek başlıyorum. Kız benden üç dört yaş büyüktü, ben on üç yaşındaydım. İçimde bir şeylerin kabarmaya başladığı sıralardı duygusal ve fiziksel olarak. Ama güzelliğin ne olduğunu çok küçük yaştan beri biliyordum. Bu güzel kız benimle birlikte her sabah aynı minibüse biniyordu. İkimiz de okula gidiyorduk, ben Kadıköy’deki ortaokula gidiyordum, o ise Yalova Lisesi’ne gidiyordu. Minibüs sabahları hep kalabalık oluyordu, bazen o, yani Bilun ayakta kalırsa, ben hemen yer veriyordum. Kimse Bilun’a yaklaşmasın diye bir elimi onun oturduğu koltuğa diğer elimi de önündeki koltuğa koyarak iyice yaklaşıyordum ona. Gözlerimi sarı düz saçlarından ve yemyeşil gözlerinden alamıyordum. Küçücük bir burnu ve küçük bir ağzı vardı. Cildinde en ufak bir pürüz yoktu ya da benim aşktan gözlerim kamaştığı için öyle görüyordum. Sanki dünya dışıydı, tenine dokunmak istiyordum. Başını bana doğru çevirince dışarıya doğru bakıyordum utanıp. Bir gün benimle konuşmaya başladı, çantamı da o tutuyordu artık; zaten önce çantamı istemişti tutmak için; bu şekilde konuşmaya başlamıştık. Artık boş yer olduğunda yan yana oturuyor ayrılana kadar sürekli konuşuyorduk. Onun yaşındakilerin bahsettiği her şeyden ben de anlıyor ve konuşabiliyordum; bu özelliğim onu çekmişti, bunu kendisi söylemişti bir keresinde, “Sanki aynı yaştayız!” diyordu sık sık. Galiba o da beni seviyordu ama yaşımın küçük olmasından dolayı fazla ileri gidemiyordu. Beni sevip sevmediğini hiçbir zaman öğrenemedim. 4 27

- Mavi Öyküler


Akköy’de (oturduğumuz köy) içki satışı yasaktı, bu nedenle içki gizlice satılıyordu evlerde. Kaçak içkinin bir numaralı satıcısı ise yan komşumuz Sermet Amcaydı. Kendisi de tam bir alkolikti. Evin önünde rakı şişelerinden oluşan bir tepe vardı. Herkes onun rakı sattığını biliyordu, ama kimse sesini çıkarmıyordu. Sonuçta alkol bağımlısı bu köyün ihtiyacı bir şekilde giderilmeliydi, sanırım köyün alkol bağımlılığından dolayı satış yasaktı; sık sık kavga çıkardıkları için. Sermet Amcanın bir de rakibi vardı ve o köpeğini tarlada dili dışarıda ölü olarak bulunca, katili hemen anladı. Onu kapının önünde elinde büyük bir rakı şişesini susuz içerken ve ağlarken görünce sordum ve hemen anlatmaya başladı hıçkırarak. Karabaş’ın öldüğünü duyunca ben de çok üzüldüm. Boğazıma bir şeyler batıyordu sanki ona her gün yemesi için bir şeyler verirdim o da elimi yalardı teşekkür eder gibi. Onu orada bırakıp iğrenç evimize girdim ve her akşam olduğu gibi babaannemle Türk kahvesi yapıp içtik. Kahveyi genelde ben yapardım. Can sıkıntısından kek yapmayı bile öğrenmiştim annemden; çünkü hiç arkadaşım yoktu. Köyün çocuklarını sevmiyordum, sürekli birilerini dövüyordum, okulda da kavga ediyordum sık sık; ama okulun ikincisi olduğum için ve hep haklı olduğum için affediliyordum. Öyle vahşiydim ki bana aşk mektubu yazıp armut ağaçlarının altına davet eden kızları bile dövüyordum neredeyse. Ruhum Bilun’u görünce dinginliğe kavuşuyordu sadece, Bilun gidince iyi olan hiçbir şey kalmadı içimde. 5 Dediğim gibi köyde arkadaşım yoktu Bilun’u tanıyana kadar, can sıkıntısından kek ve pilav yapmasını öğrenmiştim. Karşı komşumuzun gelini kahve yapmayı bile bilmiyordu. Benim iyi kahve ve kek yaptığımı öğrenince ona öğretmemi istedi. Kahveyi onların evinde içmeye başladık, böylece televizyon da seyredebiliyordum. O evde Queen’le ve Fredy Mercury’le tanıştım. Müthişti müzikleri, solistleri benim gibi öfke doluydu, onu dinlerken onun gibi oradan oraya zıplamak istiyordum ama yabancı bir evde olduğum için yapamıyordum. Bu beceriksiz kadına kek yapmayı da öğrettim, aslında sadece göstermiş oldum; çünkü o kahve yapmasını bile öğrenememişti hâlâ, her seferinde beni çağırıyordu, benim de işime geliyordu tabii, TRT 2’deki müzik programlarını izleyebiliyordum böylece. Gerçekten mutlu günlerdi, ama en mutlu olduğum gün Bilun’un okuluma kadar benimle yürüdüğü gündü. Bir gün öncesinden sözleşmiştik, o gün dersi her zamankinden iki saat daha geç başlayacaktı, benim için aynı saatte geldi. Yalova yoluyla okul yolunun kesiştiği yerde inip tekrar minibüse biniyordum, arada iki üç kilometrelik bir yol vardı, güzel havalarda bu yolu yürüyordum; Mavi Öyküler -

28


çünkü çok güzel bir yoldu, iki yanında kocaman çınar ağaçları ve elma bahçeleri uzanıyordu. Elma bahçelerinden aldığım elmalarla çantamı dolduruyordum, hem yol boyunca hem de okulda elmalardan afiyetle yiyordum. O gün Bilun’la aynı şeyi yaptık, bir sürü elma toplayıp yiye yiye yürüdük, her halinden çok mutlu olduğu anlaşılıyordu. Büyüdüğümde de en sevdiğim meyvenin elma olmasının o mutlu günlerle bir ilgisi olmalı diye düşünüyorum. Yarım saat boyunca gerçekten çok mutlu olmuştum. Etrafta sadece o vardı, kuşların ve onun gülüşünün sesi. Bilun okuluna gitmek için minibüse binerken beni ilk kez yanaklarımdan öptü ve bana sıkıca sarıldı. Onu bir daha görmedim. 6 Her akşamki gibi beceriksiz kadının pis evinde, sümüklü, pis çocuklarının gürültüleri eşliğinde, pis kadın, ben ve babaannem kahve içiyorduk hem de sütlü, bunu söylemeyi unutmuşum. Ben o sırada bir yandan en sevdiğim müzik programını izliyordum ve Queen’in “Radio Gaga” adlı parçasının klipi yayınlanıyordu. Dışarıdan kalabalık bir insan sesi gelmeye başlayınca pis kadın ve babaannem pencereden dışarı bakmaya başladılar. Jandarma bizim evin önünde bir şeyler arıyordu. Hep birlikte dışarı çıktık. Çok kalabalıktı, jandarmayı gören gelmişti. Ellerinde kocaman tüfeklerle (daha sonra bu tüfeklerin adının G3 olduğunu öğrendim ve bir müddet bir tanesini tüm şahitlerin huzurunda karım olarak kabul ettim.) jandarma erleri kalabalığı uzaklaştırmaya çalışıyordu. Arabalarının kırmızı beyaz ışıkları titreyip duruyordu. Kalabalıktan birileri şişe yığının altında bir şey bulduklarını söylüyordu; ama ne olduğunu onlar da bilmiyormuş. Bir müddet sonra kalabalık yarıldı ve bir sedyeyle üstü örtülü birini ambulansa soktular. Sermet Amcanın elleri kelepçeliydi, onu da bir jandarma minibüsüne bindirip götürdüler, bir daha onu da görmedim. Sonradan öğrendiğime göre çok içkili olduğu bir gece yanına gelen köpek katilini boğazını keserek öldürmüştü. Köpek katili onu içki fiyatını düşürmemesi için tehdit etmişti, yoksa sonu köpeğinin sonuna benzeyebilirdi. Köpeğini öldürenin kimliği açıklık kazanınca deliye dönen iri yarı ve çok güçlü Sermet Amca, bıçağı kaptığı gibi boğazlamıştı adamı ve şişelerin altına çukur kazma ihtiyacı duymadan öylece yerleştirmişti. Kokuya gelen aç köpekler ve kediler şişeleri dağıtınca ceset çıkmıştı ortaya. 7 Ertesi gün o malum yıkıcı deprem oldu ve Bilun’u bir daha göremedim. Köydeki evlerin hiçbirine bir şey olmamıştı; ama Bilun o gün 29

- Mavi Öyküler


bana da söylediği gibi Yalova’nın merkezindeki bir arkadaşında kalmıştı, onu haftalar sonra bulabildiler. O güzel yüzün parçalanmış olduğunu duydum, günlerce ağladım. Bir fotoğrafını bile alamamıştım; ama görüntüsü bir fotoğrafın olabileceğinden daha canlı beynimde yaşıyor. Seni hiçbir zaman unutmayacağım Bilun’um.

p

“SIRF DUYDUĞUM ÖFKE YÜZÜNDEN YAZIYORUM” “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları VIII” | İlkay Kefeli Köpekler o kadar “sevildiği” halde nedense her türlü işkenceye ve çeşitli öldürülme yöntemlerine maruz kalıyorlar ülkemizde. Ne de olsa biz ölümüne severiz sevdik mi! Bu ülke… Yaşadığım ülke… Köpekler için cehennemden farksız. Gece yarısı vuruluyorlar, hemen ölmeyenler fazla fişek harcanmaması için öylece bırakılıyorlar ve saatlerce can çekişerek kan kaybından ölüyorlar. Bazıları da zehirlenip öylece bırakılıyor ve yine büyük acılar çekerek ölüyorlar. Ama çok daha kötüsü ülkenin ismi lazım değil bir yerinde meydana geldi. Canlı canlı fırınlarda yakıldılar, ortada hiçbir iz kalmasın diye; fakat bir şekilde haber dışarı sızdı. Durun canım hemen heyecanlanmayın öyle çok büyük tepki geldiğini sanmayın öyle olsaydı siz de bu olayı bilirdiniz değil mi? Öylesine küçük bir haberdi işte, birkaç satır süren. Vahşeti onaylayanlar bile olduğuna eminim. Kendi türünü bir zamanlar gaz odalarında öldürenlerden başka bir şey beklememiz ya da şaşırmamız abesle iştigaldir zannımca. Vahşeti yeterince anlatabildiğimi sanmıyorum; vahşileşmek gerekiyor vahşeti anlatabilmek için. Gelin biraz vahşileşelim! Hem görmüş oluruz ne kadar insan olduğumuzu zira insanlık vahşeti ne kadar öğrenebildiğinizle ölçülüyor! güllerin kanlı çağrısına giriş Kırmızı gül nedense hem kan hem de aşk imgesi olarak kullanılır, ben ikisini birden kullanacağım. Şu an ortada bir öykü yok ama çatı oluşmuş durumda, yazdıkça ortaya bir öykü çıkacak; vahşetin öyküsü! Aşk birini öldürtebilecek kadar ya da büyük bir buluş yaptırtabilecek kadar ya da büyük bir edebi ve ebedi eser yazdırtacak kadar tehlikeli Mavi Öyküler -

30


ve güçlü bir tutkudur bilirsiniz. Sadece tutkudur, sevmekle alakası yoktur, bir çeşit saplantıdır; gerçek âşıklar bunu çok iyi bilir. Ben büyük bir eser veremedim, ama bütün aklımı edebiyata vakfettim. Neyse ki konu ben değilim; bu yüzden kısa sürecek, başkası hakkında ne kadar konuşabilirsiniz ki! güllerin kanlı çağrısı Samet işi dolayısıyla şehirlerarasında dolaştığı için eşi Paris’e fazla vakit ayıramıyordu; fakat birbirlerini öylesine seviyordular ki Paris her gün yaptıklarını küçük kâğıtlara not ediyor ve yolculukları sırasında okuması için bunları Samet’e veriyordu. Bu arada Paris ismi Paris’i çok seven ancak sadece fotoğraflarından görme fırsatı olan babasının bir armağanı Paris’e; bu şık isim için babası nüfus müdürlüğüyle epey sorunlar yaşamış, öyle ki senelerce nüfus cüzdanı kayboldu demişler her resmi işlemde; ta ki kanunlar değişene kadar. Nüfus cüzdanını on beş yaşında ancak alabilmiş Paris. Konudan böyle küçük sapmalar olacaktır, doğaldır ki zira ben usta bir yazar değilim aslında yazar bile değilim, sırf duyduğum öfke yüzünden yazıyorum. Neyse Samet bu kâğıtları her yere peşinde götürüyordu. Bunlardan birkaçını burada sizinle paylaşmak istiyorum. Kâğıtları nasıl ele geçirdiğim güzel bir soru tabii. Evlerinin altındaki pizzacıda çalışıyorum ben efendim, bir gün Paris bu kâğıtlardan birini düşürdü bu şekilde elime geçti. Pek inandırıcı bulmadınız ama gerçek bu. 13 Ağustos 2004 Cuma Bugün evdeydim. Yine sen yoksun işte. Yine yalnızım, böyle durumlarda çok moralim bozuk oluyor. Sinir oluyorum ya… SENİ ÇOK ÖZLEDİM. YETER ARTIK YA… 14 Ağustos 2004 Cumartesi Bugün medreseye (çalıştığım pizzacı) gittim. 1 civarı annemlere biraz yardım ettim. 5 gibi eve geldim. Gelirken gazete aldım. Akşam evdeyim. 15 Ağustos 2004 Pazar Bugün evdeyim. Medresede bile sensiz duramıyorum. 17.27’de 0532 430 3x 2x 1 kez çağrı bıraktı. Akşam evdeyim. 16 Ağustos 2004 Pazartesi Bugün babanla annen doktora gitmiş öğleden sonra 1–2 saat dükkâna ben baktım. 6-7 gibi evdeydim. Akşam da evdeydim. 31

- Mavi Öyküler


17 Ağustos 2004 Salı Bugün evdeyim. Bıktım artık gitmelerinden. Yeter ama ya bana yazık değil mi? 18 Ağustos 2004 Çarşamba 1.30’da annen ve teyzenin kızıyla alışverişe çıktık. Annene etek baktık. Ben 2’yi 15 geçe eve geldim. Annen eve gelince gömleğini yanımıza alıp ona göre etek almaya gidicez. 5.30’da annene etek almaya gittik. Bim’den alışveriş yaptık. 7’ye doğru evdeydik. Akşam evdeydim. 19 Ağustos 2004 Perşembe Bugün evdeydim. Hastalandım karnım ağrıyor. Seni çok özledim. Seni çok seviyorum. 20–21–22 Ağustos 2004 Cuma günü sen geldin. Pazar akşamına kadar İzmir’deydin. Senin yanımda olman öyle güzel ki canım benim. Sen arabaya bindikten sonra medreseye gittim. 8’de evdeydim. 23 Ağustos 2004 Pazartesi Bugün evdeydim. Çok hastalandım. Fena üşütmüşüm. Seni seviyorum, ÖPTÜM. 24 Ağustos 2004 Salı Bugün çok kötüyüm. Çok terliyorum duş falan aldım evdeyim. 25 Ağustos 2004 Çarşamba Bugün de evdeyim. Nasıl böyle hastalandım bilmiyorum. Seni çok özledim. 26 Ağustos 2004 Perşembe Bugün biraz iyiyim ama yinede iyileşemedim. 5.30’da ev tel. geldi. Alo dedim. Cızırtı var gibiydi. Sonra birden hat düşer gibi oldu kapadım. Size bu kadar işkence ettiğim için özür dilemek istiyorum amma ve lakin gerçekçilik için bu gerekli bir ayrıntıydı. Yazım yanlışları bana ait değildir, kâğıtlarda ne yazıyorsa bire bir aktardım sizlere. Neyse aslında kâğıtlardaki gibi bir aşk yoktu ortada, kâğıtların bir düzmece olduğunu Samet, Paris’i öldürdüğünde anladım. Samet bir gün sürpriz yapmak için haber vermeden eve gelince Paris’i âşığıyla yakaladı ve oracıkta ikisini de öldürüverdi tabancasıyla. Silah sesiyle birlikte herMavi Öyküler -

32


kes yukarı hücum etti, ben de aralarındaydım. Komşuları kapıyı kırınca elinde tabancayı kendi ağzına sokmuş Samet’i gördük. Eli tetikte merhumlara bakıyordu. Merhumlar yatakta kanlar içinde üzerlerine bir demet kırmızı gül atılmış, güller kana bulanmış yavru kangalları güllerdeki kanı yalıyor. Hazin bir olaydı, Samet’e gerçekten çok üzülmüştüm. Daha çok gençti ve eşi için durmadan çalışıyordu. Böylece aşk denilen şeyin ne kadar kırılgan oluğunu görmüş olduk birlikte. Bazılarınız ahkam kestiğimi söyleyip tam şu anda yazıyı okumayı bırakmış olabilir belki de bazıları çoktan bıraktı. Neyse bunları geçelim; çünkü çok fazla romantik olduk; zira vahşilik gerekli bize. Bundan sonra anlatacaklarım duyduğum bazı olayları kurgulamam sonucu size ulaşacaktır. ilkellik ve çocuklar Küçük çocukların hayvanlara yaptıklarının başlıca sebebi henüz ilkel olmalarıdır. Büyüdükçe bir nebze gelişiyorlar, tabii ilkellik de gelişmişlik de tartışmaya açık bir konu. Nasıl ki yavru yırtıcılar avlanmayı öğrenmeden önce kendilerinden daha küçük hayvanlarla oyunlar oynuyorsalar (bu oyunlar sırasında bazen oyuncak kanar ve kan tadı içgüdüleri harekete geçirir) insan yavrular da aynı şekilde kendilerinden küçük hayvanlarla içgüdüsel olarak oyunlar oynuyorlar verdikleri zararın farkında olmadan. Genelde ilk avları kediler, köpekler, kertenkeleler, kurbağalar, böcekler vb oluyor şehirde yaşayanların; köyde yaşayanların ise seçeneği daha fazla oluyor, kırlara doğru gezintiye çıkarsanız ters dönmüş içi boş kaplumbağa kabuklarıyla karşılaşabilirsiniz sık sık, etrafınıza dikkatli bakın. Bir köyde çocukların kargalara içine olta kancası yerleştirilmiş kertenkele attıklarını ve karga yutar yutmaz da kancaya bağlı misinayı çektiklerini görmüştüm çocukken. Karga can havliyle uçmaya çalıştıkça çocuklar misinayı serbest bırakıyordular, bunun adına “canlı uçurtma” diyordular. Tabii bu küçük yaratıklar 6-7 yaşından itibaren eğitime çekildikleri için büyüdükçe bu içgüdülerini bastırıyorlar; fakat bazıları ne kadar büyüse de avlanmayı sürdürüyor gelişmiş donanıma sahip tüfekleriyle. Biz yine de çocuklara geri dönelim, büyüdüklerinde yaptıkları şiddet anlatmakla bitmez; biz saf şiddeti anlatalım. Çocuklar avlarıyla nasıl oynuyor? Şehirlerde çocukların başlıca avı köpeklerdir; çünkü köpekler hiç şüphe etmezler; çünkü insan insan olmaya başladığı andan beri onlar insanların yanındadır, belki de bazı duyuları körelmiştir bu nedenle. Kediler verilen bir ekmek parçasına uzaktan şüpheyle bakar, ortamı iyice süzer öyle yaklaşır en ufak bir duygu salınımını bile havaya yayılan elektrik ve koku sayesinde anlarlar ve pençeyi atıp kaçarlar. Köpeklerin ise bu insan 33

- Mavi Öyküler


dostluğu yüzünden çekmedikleri işkence kalmadı sanırım. Yavru kangalı hemen unutmadınız değil mi? Hani şu kanlı gülleri yalayanı. Evet, o kangaldan bahsediyorum. Şirin değil mi? Cinayetin yarattığı telaş sırasında açık kapıdan dışarı çıkar sevimli köpecik ve kalorifer dairesine kadar iner. Kapıcının çocukları onu bulurlar ve biraz yedirirler, severler ve sonra canları sıkılır ve köpeğin boynuna bir ip bağlayıp oradan oraya sürüklemeye başlarlar. Bir süre sonra bundan da sıkılırlar. İpi ikisi de sıkıca tutup kendi etraflarında dönmeye başlarlar, köpek yerden yavaşça çember çizerek havalanır ve ağlayarak çocuklarla birlikte istemeden dönmeye başlar; ağlar gibi sesler çıkararak. İpi birden bırakır çocuklar. Köpek kalorifer kazanına sertçe çarpar ve başı kanamaya başlar. İçlerinden biri yarayı iğne iplikle dikebileceğini iddia eder, ötekisi yapamayacağını söyleyince diğeri hemen eve girip iğne iplik getirir ve köpeği dikme işine girişir. Köpek acı acı ağlıyordur hâlâ, kaçmasın diye diğeri köpeği sıkıca tutar. Dikme işlemi uzun bir uğraştan sonra bittiğinde çocuklardan birinin aklına musluğa takılı hortumu köpeğin boğazından içeri sokmak gelir. Zorla da olsa bu işi başarırlar. Küçük köpeğin ağzından kusmuk akıyordur ve altına işemiştir. Biri gidip musluğu sonuna kadar açar ve köpeğin ağzından su fışkırmaya başlar, karnı şişer ve gözleri birkaç dakika sonra kapanır. Köpecik ölmüştür. avcının gözleri Köpek avlarının gece yapılmasının sebebini uzun süre düşündüm, bir süre katliamı gizlemek için böyle yapıldığını zannettim; ancak daha sonra yetkililerin böyle bir derdi olsa daha az ses çıkaran bir yöntem seçeceklerini düşünerek bu vargının yanlış olduğu sonucuna vardım; çünkü bir av tüfeği gecenin sessizliğinde bir bomba kadar ses çıkarır. Asıl sebep küçük bilyelerin yanlışlıkla bir insana isabet ederek öldürmesinden korkulması; fişek patladığında onlarca küçük bilye mesafe uzadıkça birbirinden ayrılarak geniş denilebilecek bir alana yayılır. Buradaki amaç aynı anda daha fazla avı öldürmektir ki kuş sürüleri üzerinde çok etkilidir. Gerçi ben bu zavallı köpekler yerine insanları öldürmeyi yeğlerdim; zira bütün bu karmaşanın sorumlusu biziz ve bizlerden çok daha iyi bir av hayvanı olur; çünkü avcı kovalama zevkini sonuna kadar tadabilir. Ben bu işi yapmasam zaten birileri yapacaktı, ben sadece para için yapıyorum. Normalde zevk için katliam yapmam, birkaç kuş vururum ve olması gerektiği gibi onları yerim; içlerini doldurmak gibi bir aptallık da yapmam. Avımı görüyorum. Tüm insanlık adına -eğer Tanrı gerçekten varsa, umarım yoktur- bağışlanmayı dileyerek ateş ediyorum. Mavi Öyküler -

34


bir yazma eylemi olarak intikam Üç haftalık bir Sivas Kangal köpeğine uzun ve ağır bir zincir takan genç kız, yavruyu biraz sevdikten sonra kucağına aldı ve her sabah olduğu gibi erkenden evinin kapısından çıktı. Üçüncü katta oturuyordu. Merdivenlerden inerken köpeğin sevimliliğine dayanamayıp, bir bebeği severken çıkarılan sesleri çıkararak köpeği öpüyordu arada bir. Küçük köpek, küçük diliyle genç kızı yalıyordu. Birden zayıf sesiyle havlamaya başladı küçük Kangal. Genç kız bir inilti duydu. Kan izlerini gördü merdivenin altına doğru giden. İzlerin sonunda, kan gölünün içinde yatan yaralı köpeği görünce çığlık attı. Bir kapı açıldı. Kız hemen bu pisliğin temizlenmesi için bir yerlere telefon edilmesi gerektiğini belirtti komşusuna. Komşusu gerekli yerlere telefon etti. Gerekli kişiler geldiğinde köpek ölmüştü. Ceset çöp kamyonuna atılarak ortadan kaldırıldı. Genç kız sevimli köpek yavrusuyla gönül rahatlığı içinde gezintisine çıktı; çünkü yavruyken bütün canlılar zararsız ve sevimlidir.

p

“EVET, NE YAZIK Kİ O ÖLECEK!” “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları IX” | İlkay Kefeli Bırakın ruhunuzu yukarı Size de huzur verecektir Sineklere huzur veren tanrı ………… Bırakın ruhunuzu yukarı Zaten aşağısı da aynı sineklerin var edilme sebebi - Sinek ne kadar gereksiz bir varlık! Var edilme amacı nedir ki? - Sadece, hastalık yaymak! insanoğlunun yenemediği İnsanlar ve sinekler var olduğundan beri savaş halindedirler ve bu savaş sonucunda sayısal olarak sinekler hâlâ üstün. Bugüne kadar ölen insanların büyük çoğunluğu sineklerin (özellikle sivrisineklerin) yaydığı hastalıklar yüzünden ayrılmıştır mavi ışık topundan. Yılda 1 milyon, 12 saniyede 1 insan sıtmadan ölüyor. 3 bin farklı sivrisinek türü oldu35

- Mavi Öyküler


ğu kayıtlara geçmiş durumda; ama sadece bir insan türü var ve yılda sadece bir kere üreyebiliyor; sinekler ise bir seferde yüzlerce yumurta bırakabilir. Hükümetler sineklerle mücadele için var güçleriyle çalışırlar ve para harcarlar; ama hep sinekler galip gelir; çünkü ölen binlercesinin yerine bir seferde milyonlarca ve milyarlarcası peydahlanır. Peki, insanın varlık sebebi nedir? Tabii ki mücadele etmektir! iddia Batı Nil Virüsünü ülkemizde bir kere görebilen doktor varsa elime mum diksin.(1) yanıt Aslında bu bir doktor için hem büyük bir laf hem de kaba… Doktorları nasıl bilirsiniz efendim? Aslında biz kibar bilirdik. Sadece biliriz efendim onlar da sonuçta birer insan. Gelin görün ki bu tür vakalara sürekli rastlanmak da yani yaptığı işin ne olduğunu unutmak. Gelin bu iddianın nasıl darmadağın olabileceğini size anlatayım ayrıntılarıyla. ………… Bir evin bodrum katındayız. Burası köhne bir sokakta bulunuyor ve bekârlar küçük odalarda birlikte kalıyor. Kahramanımız bu noktada talihsiz bir biçimde öyküde beliriyor ister istemez. Kahramanımıza aslında kahraman demek doğru değil; bu yüzden ona “Talihsiz” diyelim. Evet, Talihsiz öyküde belirdi ve oynayacağı rol için kıyafetlerini değiştirdi bile. Üzerine eski elbiselerini giydi; zira o bir inşaat işçisi, memleketinden İstanbul’a çok para kazanmak için gelmiş; fakat yapabildiği tek iş amelelik olmuş. Bu sefer çalıştığı inşaat oturduğu yere yakın olduğu için iş elbiselerini giyip de gidiyor işe. Üzerinde dizleri yırtık, çok eski bir kot ve kalın, yıpranmış, elde örülmüş bir kazak var; çünkü kış mevsimindeyiz. Fakat henüz kar yağmıyor. İzin verirseniz bu öyküye kar eklemek istemiyorum; çünkü askerlik hizmetimi kar altında nöbet tutarak ve devriye atarak geçirdim. Talihsiz inşaata gidiyor ve hava kararana kadar beton dökmeye devam ediyor. Akşam evine yorgun argın dönüyor ve hemen yatağa uzanıyor. Arkadaşları kahvehaneye giderken onu da çağırıyorlar, ama o gitmek istemiyor. Evde kalıp biraz yalnız vakit geçirmek de istiyor bir yandan; çünkü kadınsızlığa tek çare olarak arada sırada kendi kendini tatmin etmesi gerekiyor erkeğin. Evde sadece iki oda olduğu ve yedi kişi kaldıkları için iyice bunalmış durumda. Bu yüzden yalnız kalmak için elinden geleni yapıyor. Bazen bir günlüğüne de olsa yalnız kalmak için köhne bir yerde bir otel odası kiralıyor. Neyse sonunda yine yalnız kalabildi ve eline hemen bir porno dergisi aldı ve işini fazla da acele etmeden bitirdi. Bu öyküyü

Mavi Öyküler -

36


fazlaca uzatmak niyetinde değilim; zira sıkıldığınızı da fark ediyorum. İnanın bunu çok iyi biliyorum, içinde hep ölüm geçen öyküler okumak pek de iç açıcı olmamalı. Madem iç açıcı değil neden yazıyorsun? Yazmak demedim dikkat edin, okumak rahatsız edici olmalı; fakat ben okumuyor sadece yazıyorum. Bu öykülere geri dönüp baktığımı sanmıyorsunuz ya! Sıkıntınıza ya da acınıza ya da nefretinize hemen şimdi burada son vereceğim; ancak şunu da eklemeliyim sabırlı okuyucu ödülünü alacaktır. Neyse hızlanıyorum. Son yazmak ne kadar da zor geliyor bir bilsen. Talihsiz, kapının önünde duran odunlardan almak için açıyor kapıyı, sobayı biraz canlandırmak için. O sırada karşı dairenin de kapısı açılıyor ve genelde bu bölgeyi mesken tutmuş olan Afrikalılardan biri görünüyor. Bir baş selamı vererek gülümsüyor. İşte bağlantı noktası ya da son diyelim; son Afrikalının evinden uçarak dışarı çıkıyor. Ölüme direnen bir sivrisinektir bu, hani havalar iyice soğuduğu halde bazen bir tane de olsa evin içinde vızıldayıp durur ya bazıları; onlardan işte. Talihsizin kapısından içeri vızıldayarak dalıyor. Talihsiz kapıyı kapatıyor ve sobaya odun atıyor ve eline porno dergiyi alıp sobanın yanına oturuyor. Dergideki öyküleri iştahla okuyor ve bir yandan da her erkeğin başının belası olan organıyla oynuyor. Sineğimiz de boş durmuyor avının etrafında dolanmaya başlıyor. Belki de ölmeden önce son bir kez kanın tadını almak istiyor, ağzındaki kan tadıyla ayrılmak istiyor fazla kalmalarına izin verilmediği bu dünyadan. Eller ne de tatlıdır bir sinek için… Hemen fazla çalışmaktan dolayı laktik asit üreten sağ ele doğru dalışa geçiyor; fakat daha konar konmaz Talihsiz kovuyor yakında ölecek olanı. Sinekler öyle kolay yılmaz biliyorsunuz, birkaç denemeden sonra Talihsiz bıkıyor ve sineği öldürebilmek için kanından içmesine izin veriyor bir müddet ve kan tadı ağzındayken göçüyor dünyadan sivrisinek. Bu adama niye “talihsiz” dediğimi çoğunuz anladınız eminim. Evet, ne yazık ki o ölecek! Aslında çoktan öldü. Hatta gazetelere bile haber oldu zira onu öldüren şey bir tehditti medeni insanlar için. Haberi okuduğunuzda her şeyi anlayacaksınız ben şimdilik gidiyorum. medeniyete yönelen mikroskobik bir tehdit İSTANBUL’DA BATI NİL VİRÜSÜ PANİĞİ! Sağlık Bakanlığı’ndan bugün yapılan bir açıklamaya göre İstanbul’da Batı Nil Virüsü adını taşıyan ölümcül bir virüse rastlandı. Bakanlıktan yapılan açıklamaya göre, iki gün önce bir bekâr evinde ölen F.A (24) isimli bir gençte Batı Nil Virüsüne rastlandığı ve genç adamın virüs yüzünden öldüğü söylendi. Bakanlık yetkilileri virüsün çok ölümcül olduğunu fakat bu vaka dışında başka bir vakada vi37

- Mavi Öyküler


rüsün izine rastlanmadığı, büyük bir ihtimalle genç adama virüsün aynı binada oturan Afrikalı göçmenlerden bulaştığı, çünkü virüsün Afrika orijinli olduğu belirtildi. Ayrıca binanın karantina altına alındığı, fakat vatandaşların yüksek ateş şikâyetleri olduğunda en yakın hastaneye başvurmaları istendi. Batı Nil Virüsü nedeniyle şu ana kadar ABD’de bir kişi yaşamını yitirmiş bulunuyor. (1) Dr. Serdar Günaydın. http://www.hurriyet.com.tr/agora/article. asp?sid=8&aid=799

p

“ÜÇ SIRITKAN KÖMÜR KÜTLESİ” Cinayetin patolojisi “Zaman Zaman Ölüm Anlatıları X” | İlkay Kefeli Savaşçı, sorumluluğu yoksa her şeye ve herkese meydan okuyabilir; çünkü kendi yaşamının da bir değeri yoktur artık. Herkesin içinde gerçek bir katil gizlidir, bu bazen öfke nöbetiyle açığa çıkar bazen de intikam hırsıyla. Amaçsız katiller genelde korktukları için öldürürler karşılarındakini, ama savaşçının motivasyonu en üst seviyededir ve bir ideal uğruna öldürür. İntikam en güçlü duygulardan biridir ve intikam alınmazsa ölene kadar insanın içini kemirip durur, çünkü sevdiğiniz insan yaşamıyorken katilinin ya da katillerinin sizinle aynı atmosferi tükettiklerini bilmek insanı içten içe rahatsız eder. Akan kan insanı huzura erdirir, yıllarca kapalı kalma pahasına da olsa. Dünyada herhangi bir amacı olmayan kimse her türlü yıkıcı eylemde bulunabilir. Bu yüzden toplum boş ve amaçsız gezenleri sevmez; zira potansiyel tehlikedirler. İntikam almak yasaktır; çünkü bu davranış otoriteye yapılmış bir başkaldırıdır. Yaşama hakkı da öldürme hakkı da otoritenin kontrolünde olmalıdır; insan istediği zaman ölemez veya öldüremez. Ötenazi sakıncalıdır, onlarca sene yatağa bağlı kalmalısınız; zira otorite için yaşıyorsunuzdur ve bir bitki de olsa yaşayan ve herhangi bir suç işlemeyen kişi otoritenin insanlarına ne kadar değer verdiğini göstermesinin yegâne yollarından biri olarak sergilenmek zorundadır bunu. Oysaki kendi başınıza intihar edebiliyor olsanız bu hiçbir sorun teşkil Mavi Öyküler -

38


etmez. Neden intihar ettiğiniz derinlemesine araştırılmaz. İntihar da bir cinayettir dinsel bir olgu olarak, ki otorite her ne kadar laisizmden dem vursa da dinsel dogmatizm yasalarının kelimeleri arasına güzelce yedirilmiştir. Birçok yasanın temelinde hâlâ daha dinlerin çok güçlü olduğu zamanlardaki soysal yaşantının izleri görülmektedir; intikam hafifletici bir sebeptir. Yaşlılığın demagojisi Herkes aynı yoldan gidiyor ve yolun sonunda bizi neyin beklediğini hepimiz biliyoruz, eğer bir kaza veya hastalık veya cinayet sonucu ölmez veya öldürülmezsek: Hepimizi yaşlılık bekliyor. Evet, yaşlılık gerçekten çok kötü bir durum, ama fazlaca da abartmaya gerek yok sanırım. Ellerimiz, bacaklarımız tutmaz, gözlerimize gözlükler bile fayda etmez olacak yılların sonunda, kulaklarımız bizi kandıracak. Aslında etrafta başka sesler de çıktığını öğreneceğiz tesadüfen birilerinden ve beynimizden geriye ne kalacak? Fakat bunların hepsi yavaşça olacak, alışmak için bir hayli zamanımız mevcut, insanlara duygu sömürü yaparak vakit geçirmek yerine bedenimizin dilini dinleyip duyularımızın kapasitesini sürekli kontrol altında tutarak duruma adapte olabiliriz. Bazıları bunun üstesinden kolayca geliyor. Şimdi sizlere onlardan birinin öyküsünü anlatacağım sondan hemen önce. Deneyimli savaşçı Savaş teoriden çok deneyim işidir. İyi savaşçı savaş meydanında yetişir. Barış zamanlarında vatansever olanlar genelde en önce kaçanlardır, savaş çıktığında; çünkü savaşçı vakurdur, gereğinden çok konuşmaz. Bedenini disipline etmiştir yıllarca süren çalışmalar ve deneyimler sonucunda. “Esas duruş, bir askerin ruhen ve bedenen olgunlaşma derecesini gösterir” der savaşçı bir milletin ordusunun elkitabında. Esas duruş sırasında savaşçıyı fırtına bile kımıldatamaz, çünkü ruhuyla bedeni ayrışmıştır. O sadece beden olarak oradadır artık, hiçbir düşünce yoktur kafasında, kaslarının küçük bir seğirme yapmasına neden olacak. Başkarakterimiz gerçek bir savaşçı; zira 82 yaşını geride bırakmasına rağmen dimdik yürüyor ve hâlâ gençler gibi çalışıyor, üstelik normal bir insanı alkol komasına sokacak kadar içiyor her gece. Yaşlılık vücut fonksiyonlarından bazılarının yavaşlamasına sebep olmuştur diğer 39

- Mavi Öyküler


insanlardaki gibi, fakat o bedenini çok iyi tanıdığı için üstesinden gelebiliyor kolayca. İyi duyamıyor, fakat az konuştuğu için ezelden beri bunun ona negatif bir etkisi olmuyor, az konuştuğu için karşısındakiler de mecburen az konuşuyor. Bacakları artık eskisi gibi güçlü değil amma ve lakin insanların önündeyken gücünü toplayıp dik yürümeyi biliyor ve gençler gibi mobilet kullanarak köy içinde rahatça gezebiliyor. Seralarının ikisinde kendisi karanfil ve pat yetiştirdiği için diğer yaşlılar gibi canı sıkılmıyor. Saatlerce çiçeklerin arasında dolanarak kokularıyla dinçleşiyor. Serasının yanında bulunan barakasında evinde bulamadığı huzuru buluyor ve her gece burada kendisiyle içki âlemleri yapıyor. Yanına bazen bir arkadaşını kattığı da oluyor, fakat genelde yalnız içmeyi seviyor, içince sapıtıp konuşmaya başlayanlardan hiç hoşlanmıyor. Güneş çoktan battı ve seranın ışıkları ve sobaları kendiliğinden yandı, teknolojiyi takip edecek kadar ileri görüşlü biri olduğu için. Barakasına girip bir büyük rakı açıyor ve meze olarak kullanacağı domatesleri ve peyniri dilimliyor usulca, hiç acelesi yok. Gece yarısına doğru bir buçuk büyük şişeyi bitiriyor ve motoruna atlayıp evinin yolunu tutuyor, gözyaşlarını sildikten sonra. Gece toprak köy yolları öylesine karanlık ki havada karabulutlar varken ve etrafı aydınlatacak evler yokken, her yer tarlayla kaplı zira ve evler sanki birbirinden kaçıyormuşçasına uzaklar. Soğuk hava yüzüne vurdukça rahatlaması gerekiyordu her zaman olduğu gibi bu zifiri karanlığın içinde, fakat içinde bir daralma oluyor, göğsünde bir ağrı beliriyor daha önce hiç hissetmediği bir şekilde. Bir kavşağa geldiğinde kalbine bıçak gibi bir acı saplanıyor ve bütün bedeni kasılıyor, motorunun dengesini kaybedip yol kenarındaki kanala düşüyor. Motoru bacaklarının arasında öylece kalıyor kanalın içinde, başının sağ tarafı çamura gömülüyor. Kısa bir süre daha hayatta kalıyor. O kısa süre içinde gözlerinin önünde alevler beliriyor ve aniden kayboluyorlar. Sevginin demografisi Sevgi din, dil, ırk, mezhep, yaş gözetmiyor hepiniz biliyorsunuz, bunu hatırlatmam lafazanlıktan başka bir şey değil. Karşı cinse duyulan sevgiyle insanın çocuklarına ya da diğer akrabalarına duyduğu ya da hayvanlara duyduğu sevgi aynı mıdır? Kimileri aşk diye bir şeyin olmadığını savunarak öyle olduğunu savunabilirler, fakat öyle değildir. İnsan her zaman bir kişiyi diğerlerinden daha fazla ve daha tutkulu sevme ihtiyacı hisseder. Evet, bu sadece bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyacın giderilMavi Öyküler -

40


memesi ya da elimizden birden bire alınması yoksun bırakılanı tehlikeli biri haline sokabilir. Yoksun kalmayanların birçoğu bu duyguyu bilemez ve intikam almanın saçmalığına inanır. Evet, saçmadır, ama insanın elinden bir şey gelmez, buna engel olmak çok ama çok zordur. Kişi kendini sürekli suçlu hisseder, her an utanç ve öfke içindedir. Burada yine kendini düşünme ön plana çıkmaktadır, yoksa ölenin veya gidenin geri geleceği yoktur. Bunu kendisi de bilir pekâlâ. Ne yazık ki feodal bağların etkisi de büyük rol oynamaktadır intikam dürtüsünde, aslında intikam dürtüsü değildir korkak olarak bilinme korkusudur bunu yaptıran bu tür durumlarda. Fakat salt intikam arzusu insanın kendi içinden yükselir ve doyurulmaz ise kişi sonunda kendini öldürebilir. Sevgi demografik olarak belirli bir dağılım göstermez, ama kısaca denilebilir ki insan ayağının değdiği her yere yayılmıştır, en ıssız yere bile gitmiştir sevgi; uzayın derin karanlığına taşımıştır insanoğlu sevgiyi, tabii diğer duygularını da iyi ve zararlı olarak; hatta bunları disklere kaydedip diğer canlılara bulaştırma derdine bile düşmüşlerdir. Yanığın derecesi Sanmayın ki burada kurgu yapıyorum şimdi anlatacağım olayı bizzat gözlerimle gördüm, bu da beni belgeselci yapıyor olmalı, öykücü değil. Örneğin: 3. derece yanık: Cilt altı tabakalarının ve daha derin tabakaların yanması. Yanık bölgesinde kömürleşme varsa ve yağ dokusu, kas ya da kemik gibi derindeki yapılar da etkilenmişse dördüncü derece yanıktan söz edilir. Bu bilgiyi nereden arakladığımı bilmiyorum, ama sonuçta bunlar tıbbi bilgiler ve her ansiklopedide de hemen hemen aynı şekilde yer alıyorlar. Zaten benim yazılarımı da isteyen istediği gibi kullanma hakkına sahiptir. Heyhat benim gördüğüm kaçıncı dereceden yanığa girer bilemiyorum, zira kulübenin içindeki cesetlerin odun kömüründen hiçbir farkları yoktu. Olay yerine geldiğimizde burnumuza hemen yanmış et ve odun kokusu çarptı. Odun kokusu kulübenin odunlarından mı yoksa insanlardan mı kaynaklanıyordu bilemiyorum, ama üç ceset de hınzırca sırıtıyordular sararmış dişleriyle. Benim olay yerinde ne yaptığıma gelince, bu olaylar askerliğimi yaptığım ilçenin köylerinden birinde meydana geliyor. Askerliğimi jandarma çavuş olarak yaptım (biliyorum yaşlanınca insanlar böyle öyküler anlatırlar, “Ben jandarmaydım efendi!” diye başlarlar) ve bu sırada birçok olayla karşılaştım. Merkez 41

- Mavi Öyküler


karakolda olduğum için olay eksik olmuyordu ve ayrıca cezaevine de bakıyorduk. Neyse burada kendi öykümü anlatacak değilim ya sizlere! Biz olay yerini kontrol altına aldıktan sonra olay yeri inceleme ekibi geldi, ama herhangi bir teknolojik alet edevat göremedim ellerinde. Komutanlarımız olayın üzerinde gezinip duruyordular ipucu falan umurlarında değildi, hatta sırıtan cesetlerle dalgalarını bile geçiyordular, “Ne sırıtıyorsun ulan!” dedi bir tanesi gülerek. Efendim adamın elinde değil ki sırıtmamak, o da sizin gibi üst düzey bir komutana sırıtmak istemezdi, fakat gelin görün ki dudakları yanıp kül olduğu için sadece dişleri görünüyor, e tabii bu da sırıtma etkisi yaratıyor. O ceset dua etsin ki bir er değil, yoksa âlim Allah postalın burnunu kaval kemiğine yedi mi bir anda canlanıp dudakları yerine bile gelebilirdi; çünkü emir demiri keserdi ve emredilmedikçe asker ölemezdi. Esas duruşu ne bozar, sadece ölüm! Neyse ki niye yandığı ortaya çıkan bu cesetlerden hiçbiri bizim bölüğün askeri değildi. Biliyorum böylesine ciddi bir konuyu yaptığım esprilerle hafiflettiğimi ve etkisini azalttığımı, fakat ironi de dehşet verici değil midir kimi zaman? Azgelişmiş beyinlerin tahakküm patolojisi Tahakküm kurma isteği, temelinde azgelişmiş bir beyne tekabül eder zaten ve bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır, fakat azgelişmiş beyinlerin biraz gelişmişi diğerlerini rahatlıkla kendi yoluna sürükleyip onlara tahakküm uygulayabilir. Bazılarının sandığı gibi ne Hitler ne Stalin ne Cengiz Han ne de diktatörlük kuran diğerleri akıllıdır, onlar sadece diğer azgelişmiş beyinlilerden biraz daha akıllıdırlar. Azgelişmiş beyinliler her yerde, onların sayısı bütün canlı türlerinde bile daha çoktur diyebilirim rahatlıkla, elimde sayısal veriler olmaksızın. Onlar sokaklarda bizimle birlikte geziyor, devlet dairelerinde çalışıyor, okullarımızda bizimle aynı sırada oturuyorlar hatta onlarla aynı evi bile paylaştığımız oluyor. Ellerine geçen en küçük bir statüyü tahakküm aracı konumuna indirgemekte gecikmiyorlar; devlet dairelerinde çalışanlar buna en güzel örnektir; öyle olmayan üzerine alınmasın lütfen, ama alınırsa da çok önemi yok zira bana yöneltecekleri her türlü eleştiri ya da yasal yaptırım tehdidi beni haklı çıkaracaktır ki bununla ağzım sulanarak gurur duyarım, ne yapalım bu da benim azgelişmişliğim. Tahakküm uygulamalarının yoğun olarak uygulandığı canlı türü insanın dişisidir. Erkek denen cinsel canavar gün geçmez ki yeni bir yöntem bulup saldırmasın karşı cinsine. Bu saldırgan tür hayvanına bile daha fazla değer vermiştir bazı dönemlerde, çağdaş medeniyetlerin kurulduğu modern zamanlarda bile bu tahakküm ilişkisi türü Mavi Öyküler -

42


değişmemiştir; zira bir erkeğin diğer erkeğe tahakküm uygulaması kendisi açısından çeşitli tehlikeler barındırır ve her hayvan türünde olduğu gibi bizim türümüzün erkeği de daha düşmanını görür görmez gücünü anlar ve ona göre davranır. Fakat kadınlar öyle midir efendim, kaç kadın bir erkeği dövebilir ki erkek karşılık verirse? Erkeklerin kadınlar üzerindeki en önemli tahakkümü cinsel olanıdır ve yıkıcıdır çoğu zaman. Bu tür tahakkümün uygulamalarından biri de tecavüzdür ve bir kadını öldürmek gibi bir şeydir kanımca. Fakat beyler sakin olun biraz, daha düne kadar tecavüzün bile hafifletici sebepleri vardı, ne de olsa bu sistem her zaman tahakküm kurandan yanadır; zira kuruluş amacı budur. Öyle değil midir efendim? Açık yüreklilikle söyleyebilir misiniz? Neyse ki iş sadece yasalara kalmış durumda değil, her suç öyle cezasız kalmıyor; intikam diye bir olgu var ki hiçbir kanun ya da eğitim sistemi bunu bastırıp derinlere atamaz, bu insanların hayatta kalan nadir içgüdülerinden biridir. Tam bir demagog gibi görünüyorum gözünüze değil mi? Sözde öykü anlatıyordum. Bağlantıyı kuralım öyleyse o kadar çok istiyorsanız, fakat bağlantı kurmak basittir önemli olan bağlantıların bağlamlarını anlamaktır ki ben öykülerimi insanları eğlendirmek için yazmıyorum, tam tersine birazcık rahatsız edebildiysem ne mutlu bana? Ortada yanmış üç ceset var ve bunları tecavüz olayıyla bağlamamız gerekiyor. Bu üç sırıtkan kömür kütlesini, yaşlı adamın dünyadaki en çok sevdiği varlık olan kızına tecavüz ettikten sonra defalarca bıçaklayıp boş bir tarlaya atıyorlar. Bu olaya da ben gitmiştim. Kızın güzelliğini ve kanlar içindeki halini görünce boğazım düğümlendi hemen ve gözlerim yaşardı. Etrafa toplanan aptal köylüleri G3’ümle öldürmemek için zor duruyordum; çünkü hiçbir şey yokmuş gibi günlük işlerinden konuşuyordular, yok efendim motoru yeni mi aldım, Ahmet dayı görünmüyor nerelerde, sizin çocuk okula başladı mı?.. “Sizi aşağılık piç kuruları, azgelişmiş beyinli tahakküm artıkları sizi,” diye bağırıyordum içimden. Dişlerim sızlıyordu kendimi sıktığım için, tüfek ne de soğuktu, hemen ısıtabilirdim oysaki ve ne müthiş bir enerji çıkıyordu açığa patlarken! İnsan bedeninden çıkarken nasıl da kocaman bir delik açıyordu. İşte tahakküm böyle olur, diye bağırmalıydım ateş ederken ve bazılarına kaçmaları için umut vermeli ve bir süre koştuktan sonra vurmalıydım. İşte tahakküm böyle olurdu; ölümden daha iyi bir tahakküm şekli gösterebilir misiniz bana? 43

- Mavi Öyküler


SAYFA 4 SAYFA 5 SAYFA 6 SAYFA 7 SAYFA 8 SAYFA 9 SABIRLI OKURA SAYGILARIMLA ZAMAN ZAMAN ÖLÜM ANLATILARI 11 KENDİ ÖLÜMÜM ŞU AN 46 YAŞINDAYIM. ARADIĞIM AŞKI BULDUM, PARA KAZANDIM. EDEBİYAT ÇEVRELERİNDE AZ BUÇUK TANINIR OLDUM, ÇOCUKLARIM VAR AMA ASLA HUZURA ERİŞEMEDİM; ÇÜNKÜ BENİ RAHATSIZ EDEN ŞEYİ BİR TÜRLÜ BULUP YERİNDEN SÖKEMEDİM. BELKİ DE KİMYASAL BİR BOZUKLUKTUR YA DA Mavi Öyküler -

44


PSİKOLOJİK; ZİRA AİLEMDE ŞİZOFRENİ RASTLANAN BİR ŞEY VE NORMAL İNSANLARA ORANLA ŞİZOFRENİYE YAKALANMA İHTİMALİM ÇOK DAHA FAZLAYDI; AMA MÜCADELE EDEREK ÜSTESİNDEN GELDİM; FAKAT HUZURSUZ KALDIM. BELKİ DE TESLİM OLMALIYDIM, SAFLIĞIN, BİLMEMENİN VERDİĞİ HUZURA TESLİM OLMALIYDIM. AKILLILIK VE DELİLİK ARASINDAKİ O İNCE PERDEYİ SÖKÜP ATMALIYDIM KOPÇALARINDAN. AKLIMDA HEP İNTİHAR DÜŞÜNCESİYLE BUGÜNE KADAR GELDİM, FAKAT GELECEĞİ MERAK ETMEMDEN DOLAYI BİR TÜRLÜ YETERLİ CESARETİ TOPRALYAMADIM, YA ARADIĞIM HUZURA BİRGÜN KAVUŞURSAM YA SONUNDA GERÇEK ANLAMDA MUTLU OLURSAM DİYE UZAYAN SORULAR KORKAKLIĞA İTTİ BENİ. SONUNDA BUGÜN CESARETİMİ TOPLAYABİLDİM. EVDE YALNIZIM. ÇOCUKLARIM VE EŞİM BENİM HİÇ SEVEMEDİĞİM BİR AKRABAMIZA GİTTİ. SEVMİYORDUM AMA SEVİYORMUŞ GİBİ YAPIYORDUM SEVDİKLERİMİ ÜZMEMEK İÇİN; YAŞAMAK FEDAKÂRLIKTIR DEĞİL Mİ? İLK FEDAKÂRLIĞI EVLENEREK YAPARSINIZ, SONRA ÇOCUK YAPMAYA KARAR VERİRSİNİZ. ARTIK YALNIZ DEĞİLSİNİZDİR, İSTESENİZ DE ÖLÜM KOLAY DEĞİLDİR ARTIK. SONUNDA ÇOCUKLARIM BELLİ BİR YAŞA GELDİ VE EŞİM DE NEREDEYSE BENDEN SIKILDI SAYILIR. BU YÜZDEN ARTIK ONLARLARA KARŞI BİR SORUMLULUĞUMUN KALMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM. ZATEN MADDİ OLARAK DA RAHAT ETMELERİ İÇİN YETERLİ BİRİKİMİ YAPTIM. EN ÇOK YANARAK ÖLMEKTEN KORKARDIM, EN KOLAY ÖLÜM ŞEKLİ TABANCA İLE OLUR ZANNEDİYORDUM AMMA VE LAKİN BİR SAATTİR ELİMDEKİ 9 MM’LİK TABANCAYLA BAŞIMA ATEŞ EDİYORUM FAKAT HİÇBİR ŞEY OLMUYOR. SADECE SES ÇIKIYOR. OYSAKİ KURUSIKI BİR TABANCAYI BİLE DAYAYIP ATEŞ ETSENİZ BAŞINIZA ÖLDÜREBİLİR BİRİNİ, GELİN GÖRÜN Kİ BİR ŞEY OLDUĞU YOK; SADECE KULAKLARIMI ÇINLATAN BİR SES DUYDUM İLK BAŞTA. İKİNCİSİNDE BİR ŞEY DUYAMIYORDUM KULAKLARIM ÇINLIYORDU. HER ATEŞ EDİŞİMDE DUYMA YETENEĞİM YAVAŞÇA GERİ GELDİ. KOLTUKTA OTURMUŞ BİR SAATTİR BEYNİMİ DAĞITMAK İÇİN UĞRAŞ VERİYORUM, OLMUYOR İŞTE. ASLINDA BU YAŞIMA KADAR NE ÇOK ÖLÜM GÖRMÜŞTÜM, HEP ÇOK ÇABUK OLDUĞUNU SANIRDIM. YEDİ YAŞINDAYKEN BOŞ BİR ARAZİYE ATILMIŞ BİR BEBEK CESEDİ BULDUM, DAHA SONRA EVİMİZİN BİR ODASINA KOYDUKLARI BÜYÜK, AHŞAP BİR MASANIN ÜZERİNE KEFENE SARILI BİRİNİ YATIRDILAR, BABAMIN HALASI OLDUĞUNU ÖĞRENDİM, SAYISIZ KEDİ VE 45

- Mavi Öyküler


KÖPEK ÖLÜSÜYLE KARŞILAŞTIM. KİMİLERİNİ CAN ÇEKİŞİRKEN İZLEDİM, KİMİLERİNİN ÜZERİNDEN BUHARLAR UÇARKEN GÖKYÜZÜNE, ÇIPLAK ELLERİMLE KALDIRIP BİR KENARA KOYDUM CESETLERİNİ. ORTAOKULDAYKEN, EVİMİZİN YANINDAKİ ARSAYA, TECAVÜZ EDİLİP BIÇAKLANMIŞ BİR KADIN CESEDİYLE GİRDİM, ÇOK GÜZEL BİR KADINDI, ERKEKLERDEN NEFRET ETTİM. LİSEDE BİR TRAFİK KAZASINA ŞAHİT OLDUM, MİNÜBÜSÜN İÇİNDEN YANMIŞ ET KOKULARI GELİYORDU, YAKLAŞINCA SIRITAN KAPKARA İNSANLAR GÖRDÜM. ASKERE GİTTİM JANDARMA OLARAK. SAHİLLLERDEN BOĞULMUŞ İNSAN CESETLERİ TOPLUYORDUK HABİRE, KİMİNİNİN DUDAKLARI VE GÖZLERİ YENMİŞ OLUYORDU, KİMİSİ KAYALARA ÇARPA ÇARPA PARÇALANMIŞTI; YOL KENARINDAKİ KANALIN İÇİNE KALP KRİZİ GEÇİRİP MOTORUYLA DÜŞEN VE ORADA YALNIZ BAŞINA GECEYARISI ÖLEN YAŞLI BİR ADAM GÖRDÜM, YÜZÜNÜN TOPRAĞA DEĞEN KISMI ŞİŞMİŞ VE MORARMIŞTI. ANLATMAYA GEREK DUYMADIĞIM BAŞKA ÖLÜMLER DE GÖRDÜM VE AKLIMA GELDİ BİRDEN BİR SAAT ÖNCE ÖLMÜŞ OLABİLECEĞİM VE OTURDUĞUM YERDEN KALKTIM. MEĞER BİR SAATTİR KENDİ CESEDİMİN ÜSTÜNDE OTURUYORMUŞUM. BAŞIM GERİYE DOĞRU DÜŞMÜŞ, BEYNİMİN BİR KISMI DUVARA YAPIŞMIŞ, MUTLU VE HUZURLU GÖRÜNÜYORUM. BÖYLE OLACAĞINI BİLSEYDİM ÖLMEK İÇİN BU KADAR ACELE ETMEZDİM, ÖLÜNCE HER ŞEY BİTİYOR SANIYORDUM, BİLMİYORDUM RUHUN OLDUĞUNU VE BURALARDA KALDIĞINI. CESEDİMİN ŞİŞMESİNİ VE KOKMASINI SEYRETTİM. TELEFON SÜREKLİ ÇALIYORDU AMA AÇMAMAM GEREKTİĞİ HİSSİNE KAPILDIM, ÖLÜMÜN KURALLARINDAN OLMALIYDI BU. SONUNDA EŞİM GELDİ VE BENİ GÖRDÜĞÜNDE ÖNCE ŞAŞIRDI, BİR ŞEY ÇIKMADI AĞZINDAN, SONRA YAVAŞÇA DÖKÜLMEYE BAŞLADI GÖZYAŞLARI YANAKLARINDAN. KIZIM ÇIĞLIK ATIYORDU SÜREKLİ. ÖLÜMÜN KURALLARINDAN OLMALI NE ACIMA HİSSETTİM NE DE YALNIZLIK. EVE BİR SÜRÜ POLİS GELDİ, AYAKKABILARIYLA HALILARIMIZIN ÜSTÜNDE GEZİYORLARDI. BEDENİMİ PLASTİK BİR TORBAYA SOKUP GÖTÜRDÜLER, PEŞİNDEN GİTMEDİM. ÖLÜMÜN KURALLARINDAN BİRİ DAHA DİYE DÜŞÜNDÜM. SONSUZA KADAR TERK ETTİM EVİMİ; BİR RUH OLARAK KALDIRIMLARI VE SOKAKLARI ARŞINLIYORUM ÖLÜME YAKALANMIŞ KEDİ VE KÖPEK RUHLARIYLA BİRLİKTE. ÖLÜMÜN GETİRİLERİNDEN BİRİ OLMALI HEPSİNİN DİLİNİ BİLİYORDUM. Mavi Öyküler -

46


-SON-

p

“KERPİÇ EVLERİN SARI IŞIKLARI” “Nisyan” | Hasan Uygun Uyandığında yüzyıllık bir uykunun mahmurluğu vardı sanki yorgun gözlerinde. Üzerine koca bir tarih çökmüş gibi ağırdı gözkapakları. Unutulmuş bir emanet gibi, kumlar örtmüştü yarı çıplak bedenini. Bir silkiniş gibiydi uyanması. Kurumamak için uzun yıllar direndikten sonra, damarlarına yeniden su yürüyen bir ağaç gibi. Onun açısından bakıldığında, aslında tam olarak uyanmak da denemezdi buna. Olsa olsa bayılmış olabilirdi. Ya da ölmüş de başka bir alemde yeniden dirilmişti sanki. Ancak daha çok, günlerce süren karanlık bir yolculuktan sonra ilk kez güneşe çıkmak gibi bir şeydi yaşadığı. Sabahtan beri koyu mavi yağmur bulutlarının arasından, yeryüzüne ışığını vermek için çabalamış fakat bir türlü muvaffak olamamıştı güneş. O gün parçalı bulutlu, sağanak yağışlı bir hava hâkimdi o bölgede. Yağmur bulutları ancak öğleden sonra dağılmış, tüm canlılığı ve parlaklılığıyla yeniden tek hâkimi olmuştu dünyanın güneş. İkindi üzeri güneşinde ılık ılık ısınan bedeni, kabuğunu yeni kırmış bir kaplumbağa yavrusu gibi tatlı bir uyuşuklukla kıpırdandı önce kumların içinde. Yüzlerce iğnenin battığı hissiyle kırpıştırdığı kirpiklerinin acıttığı gözlerini açtığında etrafını tanımaya çalıştı bir süre. Sağ eliyle kör kuyunun taşlarını yoklarcasına yokladı üzerini örten kumları. Midye kabuğu dolu sol avucunu sıktı bir süre. Dilindeki tuz tadını hissetti. Yosun kokusunu çekti burnuna. Neredeyse göğsüne dek uzanan gür sakalına balık kokusu sinmişti sanki. Önce başını, sonra vücudunun gövde kısmını hareket ettirerek ve sağ eliyle de yerden destek alarak olduğu yerde bağdaş kurup oturdu. Hiçbir şey düşünemeden ufka baktı uzun uzun. Bir iz aradı sonra kendinden... Kendi geçmişinden. Uzun bir yolculuk yapmış gibi hissetti, geçmişine dair anımsadıklarından. Bir yük gemisiyle çıktığı uzun bir yolculuktan kareler belirdi göz47

- Mavi Öyküler


lerinin önünde. Bir isyanı hatırladı sanki. En azından kulağına üflenen bir sır, sihirli bir an, terennümü günah olan bir kelime gibi hatırladı bunları. Ancak sanki birisi belleğine kazıdıklarını zorla yerlerinden söküp almış, yerine kör kuyular bırakmış gibi anılarının izlerini bir lego seti gibi tekrar bir araya getirmeye çalışırken, hatırladıklarına dair yaşadığı çelişki, her biri bir tarafa savrulmuş görüntüler gibi üşüşüveriyordu şimdi kafasına. Ah, bu kadar mı acemi miydi, bu kadar dil, yol yordam bilmez!.. Bir sal parçası arandı gözleri, etrafını biraz daha tanımaya çalıştığında. Kırık bir tahta, bir can yeleği, filika ya da bir gemi enkazı. Her şey geçmişten o kadar uzaktı ki… Kimliksiz bir aidiyetle doğruldu üzerinde oturduğu kumdan. Onu öyle uzaktan görenler, ki gören olmuştur mutlaka, kıyıya vuran köpüklü dalgaların yıllarca ıslattığı bir ağaç gövdesi sanırdı elinde olmadan. Hatta birileri, yıllardır onun orada olduğuna dair yemin bile edebilirdi. Kaç gün geçmişti acaba o uğursuz kazadan bu yana? Hangi ölüm uykusu avutmuş, kaç dalga savurmuştu onu, kucağında bir lanet gibi. Neden dalgalar bu sahile bırakmıştı peki? Belki de hiçbir zaman bir gemi yolculuğuna çıkmamış, sürgüne gönderildiği bu kumsalda kendi ölümünü hazırlamış, ama becerememişti işte! Peki neden ölmek istemişti ki! Ölmeyi istemek için bir sebebi var mıydı acaba? Umutsuz bir aşk, bir sevda izi aradı teninde. Bir kadını hatırlamaya çalıştı bir süre. Parmağında bir yüzük izi ya da onunla ilgili olabilecek bir dokunuş avucunda. Tatlı bir söz... Havva’nın Adem’in kulağına fısıldadığı türden. Bir vaat mesela… Bir yasak elma masalı. Belki de yolculuk yaptığı bu gemide tanışmıştı o kadınla. İyi de neden sanki bir tek kendisi kurtulmuştu ki bu lanet kazadan? Bu aşkın ıstırabını, bu verilmiş sözün acısını nasıl taşıyacaktı şimdi yaralı kalbinde! Neden kendisi de ölmemişti ki! Ölüm, diye düşündü; şu anda bir ölüden ne farkı vardı ki! Nedendi sanki bu tekrar köklerine yer arayışı, uzak topraklar üzerinde. Köklerinden sökülmüş bir ağaçtan ne farkı vardı ki şimdi? Nedendi bu suyu çekilip kurumaya yüz tutmuş dallarını canlandırma isteği… Anılarının okyanusunda debelenip durması, bir yere çıkarmayacaktı anlaşılan onu, sürüklendiği dalgalardan… Bu yüzden biraz daha araştırdı etrafını. Olduğu yerde fır döndü birkaç kez. Umudunu kaybetmek Mavi Öyküler -

48


üzereyken, bir umut ışığı belirdi uzaktan. Birkaç kilometre ötede hayal meyal seçilen bir köy vardı sanki… Yüksekçe bir dağın eteğinde. Yer yer evler yükseliyordu, ormanın bittiği yerden, dağın eteklerine doğru. Orada olmayı istedi bir an. Buradaydı besbelli belleğinin altın anahtarı. Köye yönelmeden önce, özleyebileceği duyguları düşünerek son kez baktı güneşin yüzünü yasladığı ufka. Terk edip giden bir sevgili, onu hasır bir sepetin içinde nehrin sularına bırakan bir anne olmalıydı bir yerde. Belki de korsanlar kirletmişlerdi masum aşkını. O kaptanın karısına âşık olmadan önce. Bir an, onu orada, o sahilde kuma gömüp giden korsanları göreceği umudu doğdu içinde. Uzun uzun seyretti uzakları, ne bir gemi ne de bir balıkçı teknesi vardı görünür uzaklıkta. Sanki, denizin üstündeki her şey boşalmış, göz alabildiğine bir mavilik kalmıştı sadece geriye. Gördüğü köyü düşündü ürpererek. Ya orası da boşaltılmış bir köyse. Kimse oturmuyorsa mesela. Burada, bu kumsalda gördüğü, dokunduğu, hissettiği her şeyde bir ölüm kokusu vardı sanki. Dünya büyük bir felaket geçirmiş ve bütün canlılar yok olmuşken nasıl olmuşsa bir tek o kalmıştı sanki hayatta. Birden bir yalnızlık alevi yaladı vücudunu. Lanetli yanını düşündü elinde olmadan. Kovulduğu toprakları özledi sonra… Geri dönme arzusuyla yanıp tutuştu bedeni. Nasıl bir evdi acaba oturduğu? Annesi babası, kardeşleri, akrabaları var mıydı mesela? Tabii canım! Soru mu şimdi bu da! O köyün, orman tarafındaki son ev onların eviydi. Hatırlıyordu. Karısı ayaklarına kapanmış ‘gitme’ diye yalvarmıştı yola çıkmadan önce. Anne babasıyla helalleşememişti bile, o kör gecede yola düşmeden önce. Bir kaçak gibi sıvışıp gitmişti, gölgesinden bile sakınarak. ‘Ne olursa olsun gitmeliyim,’ diye düşündü en sonunda. Kuyunun dibindeki Yusuf gibi hissediyordu kendini. Köyde babasıyla yüzleşecek ve kardeşlerinin marifetlerini sayacaktı bir bir. Ne alıp veremediği olmuştu ki kardeşleriyle. Bir Habil-Kabil masalı mıydı yoksa yaşadıkları?.. Günün geceye meylettiği akşam saatlerinde, rutin bir hareketlilik vardı köyde. Karanlığın kalın, kara bir gölge gibi köyün üzerine çöktüğünün hiç kimse farkında değildi sanki. Çobanlar koyunlarını ağıllara kapatı49

- Mavi Öyküler


yor, kadınlar ağır plastik bidonlar içerisinde sütlerini mandıraya taşıyor, bütün gün ormanda balta sallamış köyün gençleri ise köy çeşmesinin etrafında su almaya gelen kızları kesiyordu günün son etkinliği olarak. Köyün kahvesinde pinekleyen birkaç yaşlı, akşam ezanın okunmasıyla birlikte hareketlendi. İki adımlık yerdi zaten cami. Namazlarını kıldıktan sonra akşam yemeği için evlerine koşturacak, çocukları, gelinleri, torunlarıyla birlikte şükredeceklerdi onlara bu nimeti verene. O gün köylüden hiç kimse hiçbir şeyden kuşkulanmamış gördükleri, duydukları her şey sıradan bir döngü olarak yansımıştı hayatlarına. Ne bütün gün köpeklerin huysuz bir şekilde havlamaları ne de sabahleyin her zamanki saatlerinden önce horozların ötmesi… Sadece çobanın biri, bir saatten sonra ulumaları iyice çekilmez hale gelen uyuz köpeğine bir temiz sopa çekmişti susması için. Onun dışında hiç kimse bu uyarıcı seslere aldırış etmedi. Uzaktan onlarca ateşböceği gibi ışıldayan tek katlı kerpiç evlerin sarı ışıkları çoğaldıkça, köye de yaklaşmıştı neredeyse. İyice karanlığa kalmadan köye girmek en iyisi olacaktı. Doğruca köy kahvesine gitmeyi planlıyordu. Muhtara mı gitmeliydi yoksa! İyi de ne gerek vardı sanki bütün bunlara, doğruca kendi evine de gidebilirdi pekâlâ. Yolu bilmiyor muydu zaten. Hayır, bilmiyordu. ‘Hatırlamıyorum,’ diye tekrarladı kendi kendine. Gözlerini bağlamışlardı çünkü. Hafızasından silinmişti yürüdüğü tüm yollar. Patikaları izlemişti ormanın içinde tek başına kalakaldığında. Yorgunluktan bitip tükendiğinde ise uykunun kollarına bedenini teslim etmiş, sonra da bu sahilde uyanmıştı işte. Köyün girişinde iki kara çoban köpeği, olağanüstü bir şeyin kokusunu almışçasına huzursuz bir şekilde toprağı kokluyor hırıltılarıyla bölüyorlardı sessiz geceyi. İki kara sfenks gibi köyün girişini tutmuş olan köpekler, binlerce yıldır orada duran tanrısal birer işaretti sanki. Böyle bir şeyle karşılaşabileceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Tabii ya, burası bir köydü en nihayetinde! Hazırlıklı olmalıydı köpeklere. Köpekleri görünce adımlarını yavaşlattı. Adımlarını yavaşlattıkça da içindeki tereddüt arttı. Geri mi dönseydi acaba? Hem ne malumdu burasının onun köyü olduğu. Köylüyle boşu boşuna yüz göz olmak da vardı sonunda. Soru dolu bakışların altında yerin dibine girmek isteMavi Öyküler -

50


miyordu köylülerin karşısında alçalarak. En iyisi herkesin uyumasını beklemekti galiba. Gece yarısına doğru, herkesin ortalıktan çekildiği bir saatte, usulca köye süzülür doğruca evine giderdi böylece. Yatağı bile bir gün önce bıraktığı gibi sıcacık olabilirdi şimdi. Nasıl olsa karısına bir gün sonra geri döneceğini söylememiş miydi? Uykusunda girecekti koynuna karısının, hiç gitmemiş gibi uyanacaklardı sabah olunca. Hem belki köpekler de yorulur, vazgeçerdi o saate kadar. Ya uykunun esaretine teslim olur ya da bulurlardı başka bir meşgale kendilerine. Köyün girişine yakın, bir tümseğin ardına oturdu önce. Ancak bu şekilde görünebileceğini düşünerek yüzü koyun uzandı sonra, iyice tümseği kendisine siper edinerek. Ay, ışığını gönderememişti bu gece köye. Tek bir yıldız dahi görünmüyordu gökyüzünde. Köyün üstüne çöken karanlık kara bulutu yağmura yoranlar, gönül rahatlığıyla girdiler yataklarına. Ancak sadece çocuklarda bir huzursuzluk vardı nedense. Köyün orman tarafından inleme sesleri duyduklarına yemin ediyorlardı annelerine. Anneleriyse çocuklarını pışpışlarken bu seslerin yıllar önce ormanda kaybolmuş bir çocuğun sesi olabileceğine kanaat getirerek, kurtlar tarafından parçalanmış cesedi günlerce sonra bulunan çocuğun hazin hikâyesini anlatıyorlardı çocuklarına; onların korkularına korku ekleyerek. O da duymuştu sanki böyle bir hikâye. Ya da onun da annesi mi anlatmıştı yoksa uykuya direndiği kabûs dolu bir gecede. Babasıyla birlikte ormana odun toplamaya giden daha ilkokul birinci sınıftaki bir çocuktu kaybolan. Kaç kez uykuları bölünmüştü onun da gece yarıları ormanın derinliklerinden gelen iniltilerle. Köylü, günler boyu ellerinde silahlarıyla, geceleri ise meşalelerini ateşleyerek biçare ormanda dolaşmış, hiçbir şekilde izini bulamamıştı çocuğun. Ancak günler sonra bir çoban bulmuştu çocuğun cesedini. Köylüler dehşetten cesede bakamamış, buldukları yerde gömüvermişlerdi zavallı ölüyü. Bir keresinde o da babasıyla ormana gittiğinde görmüştü sanki çocuğun taşlarla çevrilmiş mezarını. Babası onu oradan hızla uzaklaştırmış, lanetin bulaşıcı olabileceğini fısıldamıştı kulağına. Yatsı ezanından sonra köyün yaşlıları da evlerine çekilmiş, haybeci takımından bir iki serseri dışında, in cindi top oynuyordu neredeyse artık köyün sokaklarında. Eteğinde yüzü koyun yattığı tüneğin ardında, ormanda kaybolan çocuğun hazin hikâyesini düşünürken, gözlerine ağır kalın birer perde gibi 51

- Mavi Öyküler


inmeye başlayan uykuyu def etmeye çalışıyordu bir yandan da. Çok yorgun hissediyordu nedense. Hiçbir yere gitmeden oracıkta uyuyuverse, sabahı mı bekleseydi yoksa! Bir ara birisi omzuna dokunmuş hissiyle irkildi elinde olmadan. Neredeyse avazı çıktığı kadar bağıracaktı ki, arkasını döndüğünde simsiyah bir boşluk çarptı yüzüne. ‘Ne kadar da korkakmışım’ diye alay etti kendisiyle. Ne vardı ki böyle durup dururken iliklerine dek korkuyla titreyecek. Tek başına yürümemiş miydi günlerce ayakları kan içinde?.. Geceler devirmemiş miydi ormanın derinliklerinde?.. O zaman korkusuna yenilmemiş de şimdi mi pes edecekti yani! Neredeyse emekleyerek, dört ayağı üzerinde yürüyen bir hayvan gibi köye doğru son kez göz attığında, köyün girişindeki iki kara köpeğin yerinde olmadığını gördü sevinçle. Şimdi tam zamanıydı. Gece yarısı olmuştu büyük bir ihtimalle. Hatta biraz daha geç kalsa belki hava aydınlanmaya bile yüz tutabilirdi. Acele etmesi gerekiyordu. ‘Koşmak en iyisi olacak,’ diye düşündü zamanın darlığını düşünerek. Ancak koşarken de temkini elden bırakmamak için iki ayağının üzerine doğrulmayı aklına getirmedi bile. Böylece hedefi küçültecek, bütün riski azaltacaktı görülmesi yönündeki. Fakat şimdi kendisi de şaşırıyordu emekleyerek bu kadar seri yol alabildiğine. Sanki daha önce de bu şekilde günlerce yürümüş, hatta iki ayağı üzerine hiç basmamıştı uzun yıllar boyunca. Ama sahilden köyün girişine kadar iki ayağı üzerinde yürüyerek gelmişti işte. Bu kadarını hatırlıyordu en azından. Kendi algısına göre saatler süren, ancak o an yaşanana tanık olabilecek biri açısından göz açıp kapama süresi içinde, işkilli bir koşuşturmayla köyün altını üstüne getirdi. Öyle ki uğramadığı sokak, girmediği avlu, bakmadığı ev, üstünü kaldırmadığı yorgan kalmadı. Ama gördüğü, dokunduğu, hissetmeye çalıştığı her şey yabancıydı artık ona. Bulmayı umduğu her şey, bir sis perdesinin ardına saklanmışçasına uzak ve ulaşılmazdı artık. Evi, karısı, köyü, akrabaları hepsi yalandı demek; tıpkı kendi gerçeği gibi… Tekrar köyün dışına, ilk saklandığı tümseğe geldiğinde ise, yaşadığı hayal kırıklığı karşısında hüngür hüngür ağladı vücudu sarsılarak. Neredeyse sabah olmak üzereydi ve bu onun son şansıydı. İşte o anda, kaybettiği geçmişini bir daha hiç bulamama korkusu benliğine öyle bir gelip oturdu ki, ormanda kaybolduktan sonra kurtlar tarafından parçalanan çocuğun ta kendisi olduğuna hükmetti. Mavi Öyküler -

52


Gece, neredeyse havanın aydınlanmaya yüz tuttuğu sabah ezanına yakın bir ara, köpeklerinin birisini parçalamak istercesine havladıkları bir saatte, köyün en yaşlı ve bir gözü kör çobanı, ağıl çitinin etrafında koyunlarına yaklaşmaya çalışan boz bir kurdu gördüğüne yemin billah etti karısına. Neyse ki herhangi bir telefat yoktu hayvanlarda. Sabah ağıldan çıkarırken her birine dokuna dokuna, tek tek saymıştı koyunlarını, emin olmak için. Aynı köyden, sabahın ilk ışıklarıyla balığa çıkan iki balıkçı ise, sahile doğru yaklaştıkça bir karaltı fark ettiler kumların içinde. Balıkçılardan genç olanı bir gün önce de o karaltıyı gördüğünü hatırladı. Besbelliydi ki, dalgaların getirdiği bir ağaç kütüğüydü orada, kumların içinde gömülü duran.

p

“HER ŞEY ÖNCEDEN TASARLANDI” “Yabanarılarının Üremesi Üzerine” - İlkay Kefeli Sıcak, çok sıcak bir yaz akşamıydı. Narende Apartmanı’nın dördüncü katı 12 numarada oturan İsmet Sancak sıcaktan öylesine bunalmıştı ki evde ne kadar kapı pencere varsa açmıştı. Yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu, uyuyamamak oldukça huzursuz etmişti İsmet Beyi, saatler ilerledikçe artıyordu stresi. En sonunda geç bir saatte yatakta dönüp durmaktan yorulup uyuyakaldı. Derin bir uykudaydı. Gece sıcaklığın düşmesiyle çıkan hafif rüzgâr perdeleri havalandırıyordu, havalanan perdelerin altından beklenmedik misafirlerimiz bir anda bu öykünün içinde beliriverdiler: tam dört tane yaban arısı. Yabanarılarının orada ne işleri olabilirdi ki; yoksa yumurtalarını bırakacak bir yer mi arıyordular? Ama burası yumurtlarını bırakmak için hiç de uygun bir yer değil, yabanarıları benim bildiğim kadarıyla, yumurtalarını sokarak felç ettikleri bir tarantulanın üstüne bırakırlar ve tarantula on gün boyunca canlı canlı yemek olur yavrulara. Yoksa bu vahşi yabanarıları (bunların evcili de yok işin garibi) İsmet Beyi kurbanları olarak mı seçtiler? Tabii ki öyle, Türkiye’de tarantula olmadığına göre kurbanımız İsmet Bey oluyor. Sizi seçtim İsmet Bey! Yabanarıları evin içinde vızıldayarak uçuyorlardı ama İsmet Bey (artık adı Kurban olsun) derin bir uykudaydı, ilerleyen saatler onun için gerçekten acı dolu olacak, hissediyorum bunu, nasıl olduğunu bilmesem 53

- Mavi Öyküler


de. Arılardan biri kurbanımıza doğru sert bir dönüş yaptı ve diğerleri de onu takip ettiler. Kurbanımızın üstünde bir tek külotu vardı, derisi olduğu gibi ortadaydı, bu sebepten arılardan biri doğrudan karnına kondu kurbanın ve iğnesini batırdı ama kurban hiçbir şey anlamadı. Bir diğeri boynundan soktu, diğer ikisi de kolundan soktu kurbanı. Zehir hızla yayıldı damarlarından vücuduna kurbanın, felç oluyordu ancak o bunun farkında değildi. Arılar kurbanın karın bölgesinde toplanıp, yumurtları bırakmaya başladılar hiyerarşik bir sıra izleyerek. En yaşlısı ilk önce bıraktı yumurtalarını çünkü her an ölebilirdi. Diğerleri de yumurtaları bıraktılar ve ölmek için gidip bir köşe seçtiler kendilerine. Güneşin ilk ışınları kurbanımızın yüzüne vurmaya başladı, hemen rahatsız oldu ve uyandı zaten güneşi hiç sevmezdi. Gözlerini açtı yavaşça, yan dönmeye çalıştı ama yerinden bir santim bile kıpırdayamadı. Ne oluyordu böyle? Kolu da hareket etmiyordu. Karabasana tutuldum diye düşündü, biraz beklersem geçer diye düşündü ama boşuna bekledi dakikalarca çünkü bedeni sanki yatağa yapışıp kalmıştı. Kalbi deli gibi çarpmaya başladı korkudan, bağırmak istiyordu fakat boşunaydı işte... Bu arada kurbanın karnındaki yumurtalar ilk yemeklerini yemeye başladılar. Yüzlercesi aynı anda taze kanı alır almaz büyümeye başladı, her saniye büyüyordular ve yemeye devam ediyordular. Şu an üst deriyi yedikleri için kurban acı hissetmiyor ama derinin işi bitip de iç organlara geçtiklerinde acının âlâsını yaşayacak kurbanımız. O hâlâ hareketsizliğinin şaşkınlığı içindeydi, kendi kendine aptalca sebepler uyduruyordu, aklına ilk gelen fikir ölmüş olduğuydu ama keşke ölseydim diyecek, yalvaracak. Felç olduğu da aklına geldi ancak dört yabanarısı tarafından felç edildiği aklının ucundan bile geçmedi. Görebildiği tek yer tavanıydı. Bugüne kadar tavanına böyle dikkatli bakmamıştı, oldukça kirliydi, is içindeydi, boyası dökülüyordu. Hep bunlar evin güneş görmemesinden diye düşündü, kalkınca ilk işim evin bütün perdelerini açmak olmalı diye de düşündü, sadece düşündü, bir daha bu şansı yakalayamayacak. Sizce böyle bir ihtimal var mı? Olamaz, yazıyı ben yazdığım sürece. Her şey önceden tasarlandı, birilerinin beni ve diğerlerini önceden kurguladığı gibi ben de bu öyküyü önceden kurguladım şu an yazıyorum. Hava kararmaya başladı. Alacakaranlığın sessizliği çökmeye başladı sokağa, etraf sessizleşmeye başladı, bir yaz günü olmasına rağmen. Mavi Öyküler -

54


Yoksa duyamıyor muydu artık? Bunu o da bilemez siz de bilemezsiniz. Alacakaranlıkta nesneler daha güzel görünür diye düşündü. Bir daha göremeyecek olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Midesinde hafif bir yanma duydu, karnım acıktı diye geçirdi aklından, ama yanılıyorsun; çünkü yüzlerce küçük canlı mideni yemekle meşgul şu an ve acı dayanılmaz olacak birazdan. Ne gastrit yanmasına benzeyecek bu acı ne de ülserin verdiği acıya; acıyacak canın ateşler içinde yanıyormuşsun gibi, canlı canlı ameliyat ediliyormuşsun gibi... başka benzetme ister misiniz? Bağırıyordu, çığlık atıyordu; ama ne kendisi duyuyordu sesini ne de başkaları; hatta küçük yaratıklar bile duymuyordu, öylesine kaptırmışlar ki kendilerini yemeğe. Büyüyorlar, evrimleri devam ediyor, nesilleri onlar kurbanımızı yemeye devam ettikçe birkaç yıl daha garantilenmiş olacak. Doğanın en önemli olayı gerçekleşiyor işte: yaşamak için öldür, insanların da dediği gibi! Nerdeyse anne yabanarılarını unutuyordum, ama unutmadım işte. Onlar da kendilerine seçtikleri iyi bir köşede ölürken hem ölümü hem de yaşamı seyrediyorlardı. Vıızzz vız dedi biri, bir diğeri de vız zıızz vız diye karşılık verdi, ben ne dediklerini anlamadım. Herhalde başardık gibi bir şey söylediler. Tam bu anda en yaşlı anne arı öldü. Esen hafif rüzgâr bir süre sonra anne arıyı bulunduğu yerden düşürdü. Kurbanımız bağırmaya devam ediyor, gözlerinden yaşlar boşalıyor, yastık su içinde kaldı, ağlama boşuna geri dönüşü imkânsız bir yoldasın. Miden çoktan iş göremez hale geldi, benim insaf etmem de işe yaramaz. Ölmene çok az bir zaman kaldı, vücudundaki kan kaybı sınırına yaklaştın. Kanın yatağını kızıla boyadı, keşke sen de görebilseydin, ama miden bulanırdı, şimdi bulanmasına imkân yok. Kalbin de dayanamayacak denli yorgun düştü, yavaşlamaya başladı, o da birazdan durur. Henüz dört gün oldu, ama seni yemeye devam edecekler onuncu günün sonuna kadar. Seni merak edip gelecekler, cevap alamayınca kapını kırıp içeri girecekler, pis ayakkabılarıyla dolanacaklar evinin içinde. Cesedini kesip biçecekler. Tabii onlar gelmeden önce açık duran pencerelerden misafirlerin uçup gidecek. Kayıtlara bugüne kadar geçen en ilginç ölüm seninki olacak.

Kalbin, zavallı kalbin, durdu işte. Gözlerin açık gittin, gittiğin bir yer varsa. Göz bebeklerin büyüdü. Beynin üç dört dakika daha yaşar; ama bu süre içinde bilincin olacak mı bilemiyorum. Tenin soğumaya başladı, vücuduna kan akımı durduğu andan itibaren hücrelerin ayrılmaya 55

- Mavi Öyküler


başladı; ki buna çürüme diyorlar. Bir süre sonra da kokmaya başlarsın, ama sen kokmadan seni bulacaklar büyük bir ihtimalle, bulunamayabilirsin de, bundan sonrasına karışmıyorum. İlk yavru yabanarısını midenden çıkarıp, açık duran pencereden titreyen ışıkların arasına yolluyorum, yeni yaşamını ve kendi kurbanlarını bulmak üzere.

p

“KAN SIZIYOR GÖZLERİMDEN...” “Gece Kelebekleri” - Leyla Süslü Saat gecenin ikisi. Şehir ışıl ışıl. Çoğu insanın derin uykuya daldığı saatlerde gözüme uyku girmiyor. Zorunlu saatlerde uyu, zorunlu saatlerde kalk, koş baygın yarı donuk hayatına! Her gün içimde bir isyan besleniyor kaynağını kabullenmemekten alan. Yarı açık cezaevimin içerisinde dört dönüyorum volta atan mahkûmlar gibi. Ölümü beklerken hiçlikten bunalan zihnim ölüme yaraşır bir dünya arıyor. Ne kitap okumak ne de müzik dinlemek bu gece beni kesmiyor. Televizyonu açıyorum. Saçma sapan bi dünya kanal arasında, kayda değer bir şey yok. Binlerce reklam hücum ediyor televizyondan, cebimdeki her kuruşu yürütmenin telaşıyla. “Klasik Dove kullanın bayanlar, daha güzelleşirsiniz!” “Güzelleşin bayanlar, bir örnek olun!” Sapsarı saçlarınız, solaryumlu tenleriniz, pembe rujunuz, 36 beden giysileriniz, şişirilmiş dudaklarınız, göğüsleriniz, yüksek ökçeli ayakkabılarınız. Sonra şişirme seslerinizle bir tını bırakın geceye. İnlesin gece yalnızlığınızla. İşte, size inat yeşil sabunla yıkanıyorum. Üstelik zeytinyağlı. Aynaya bakıyorum. İsyankâr bakışlarımın yatağı gözlerim rimelsiz, darmadağınık saçlarım, rujsuz pembe dudaklarım, acıdan kasılmış cildimde beliren derin kırışıklıklarım. Aynaya yüzümü yaklaştırıyorum. Kafamı aynaya sokma isteği depreşiyor içimde. Kendimi parçalama isteğimin kaynağını anlıyorum en derinlerde. Ayna genişliyor, koca bir evren oluyor. Küçülüyor, evren oluyor. Ben oluyor en sonunda. Hapishanem bana bakıyor ben de ona. Kalbim acıyla sıkışıyor. İşte size inat her gece hücremden kaçacağım. Şehri yağmalayacağım Mavi Öyküler -

56


en ucuz hareketlerle. Ne kadar yasak varsa deleceğim. Kurallarınız inleyecek başucumda benimle beraber. En kestirme yolu tutacak ve kestirme kelimeler dökülecek lanetlenmiş dudaklarınızdan. Bu kadın delirmiş, atın tımarhanelerinize! İntihar gözcüleri bakacak hafifçe aralanmış kapılardan. Kurtarıcı hemşireleriniz fırlayacak her kapıdan. “Kurtarın beni bu acılardan” dememi bekleyecekler boşuna. Siz en iyisi mi uyuşturun bedenimi! Uyuyan binlere katın bedenimi, zihnimi. Ama oradan da kaçacağım. Fare deliğini genişleteceğim. Diyeceğim ki fareye, “Seni bir parça peynir için döndürenler var ya bu evrende aynı kaderin birer mahkûmu olarak beraberiz.” Yıkalım duvarlarımızı. İleride beliren mavi gökyüzü var ya fare. Sen bilmezsin. Sana yasakladılar oraları. Bana da. Fareyle birlik olacağım. Birlikte kaçacağız yedi diyar ötelere. Fareli köyün kavalcısı olacağım Hızla giyiniyorum. 24 saat uyanık kentin en pis ve izbe yerinden çıkıyorum. Sokak kendi karanlığına terk edilmiş. Sokağın insanları gibi. Çöpçülerin ziyaret etmediği sokakları karanlıkla beraber yığınla çöp işgal etmiş. Kırılmış bira ve şarap şişeleri, atık kâğıt, plastik şişeler sokağın her köşesine yayılmış. Yerdeki şarap şişesine sert bir tekme atıyorum. Yokuştan aşağıya yuvarlanıyor. Yerde ne varsa tekmeliyorum. Köşe başlarında uyuşturucu satan gençler dört dönüyor. Haplanmış bıçkın bedenleriyle kesiyorlar ortalığı. Dünyanın hâkimi oluveriyorlar üç beş saatliğine. Salınıyorlar rüzgârda makaralara bağlı iplere asılmış çamaşırlar gibi. Uzun boylu, birkaç kez baktıracak kadar güzel bir travesti çıkıyor önüme aniden. Yeşil ve koca gözleriyle bana bakıyor. Büyülenmiş gibi yüzüne bakıyorum. “Korkmuyor musun güzelim?” diyor çok kalın olmayan ses tonuyla. “Sen korkmuyor musun? Bir sürü boktan adamla haşır neşir olan sensin.” Kahkahayı basıyor. “Beğenmediğimle gitmem ki! Para her şeyi temizler güzelim, anlayamadın mı? Parayla insansın, parayla güçlüsün.” Ha ha! 57

- Mavi Öyküler


Para krallığına hoş geldiniz! Cebimdeki son kâğıt parayı çıkarıyorum. Ortadan ikiye ayırıyorum. Sokağa fırlatıyorum. “Senin krallığın senin olsun güzelim. Biz fareyle zaten bir anlaşma yaptık. Biz o uzak diyarları arayacağız.” Yola devam ediyorum. “Kendine iyi bak!” diye bağırıyor arkamdan. “Sen de!” Lanet olası yokuş beni nefes nefese bırakıyor. Yokuşun kenarında fahişeler eski izbe bir binanın merdiven basamaklarında bacaklarını uzatmış, ağızlarında sakız lak lak ediyor. Bir kısmı sıkıntıyla volta atıyor. Kendi aralarındaki sohbete kulak kabartıyorum. “Allah seni kahretsin Sermin. Kaç kez sana söyledim o herifle gitme diye. Ama yok orospusun kızım işte. Alışmışsın bir kere. O kadar paraya gidilir mi?” “Ne yapacaktım kız. Karılarının avutamadığı adamlar ekşiyip duruyor başıma. Acıdım adama kız, ne yapayım. Karısı onunla bir yıldır yatmıyormuş. Garibim aç kurt gibi saldırdı dün gece.” “Salak!” “Of yeter abla. Üzerime gelme.” “Kız Necla dün bir jartiyer aldım.” “Yaaaa! Ne renk kız?” “Pembe. Herifin aklı çıktı görünce. Daha yatağa ulaşamadan boşaldı pezevenk. Sanki anasının karnından yedi aylık doğmuş.” “Göstersene kız.” Hızla eteğini kaldırıyor. Kendi çevresinde bir tur atıyor. “Nasıl?” “Çok güzelmiş kız.” Karşılarına dizilmiş travestilerden biri burun kıvırdı. Takma saçlarını arkaya doğru savurdu. Silikonlu göğüslerini gerdi. Uzun bacaklarından birini öne doğru attı. Kalın sesini incelterek fahişelere laf attı. “Hıh! Sıska karı! O çelimsiz bacaklarına bakmadan mini eteği geçirmiş üstüne. İnsan utanır bu halde dışarı çıkmaya. Sende kadın mısın?” “Asıl sen kendine bak.” “Benim her şeyim Allah vergisi. Taş gibi.” Havada savaş kokusu hissediyorum. Her gece uykumu bölen kavgalarından biri başlamadan adımlarımı sıklaştırıyorum. Cırtlak sesleri Mavi Öyküler -

58


yayılıyor sokağa. Koşuyorum. Şehrin ışıkları büyüyor, alıyor beni içine. Karışıyorum kalabalığa. Birlikte akıyoruz karanlığa. Alkol buram buram yayılıyor sokaklara. Sakinleştiriyor önce. Sonra hırçın bir ses gibi yayılıyor. Kavga, dayak, cinayet, kumar, kan doluyor sokaklar. İktidarların rivayetleri yalan oluyor. İsyan bayrağını göklere çekiyoruz. Her gün kendi ölümümüzü kutluyoruz arka sokaklarda. Taşkın öfkelerimiz ateş olup yakıyor hepimizi. İrinli, pis bir yara akıyor lağım çukurlarından. Bok çukurunda debeleniyoruz kimseye minnet etmeden. Ellerimiz havada kavisler çiziyor. Ateşli sevişmeler yaşanıyor her köşede. Kalburüstü hükümler giymiş bedenlerimiz çığlık atıyor. Çığlıklar büyüyor geceyi yararak. “Sevgilim tut ellerimden!” diye haykırıyor bir kadın. Gözyaşları ateş gibi düşüyor yanaklarına. Yüzüne dokunuyorum. Bir ahmakıslatan yağıyor göklerden. Eşlik ediyor kadının gözyaşlarına. Dayanamayıp koşuyorum. Tinerci çocuklar sarıyor çevremi. Uyuşmuş gözlerle bakıyorlar gözlerime. Birine sarılıyorum sıkıca. Ürkek küçük kolları dolanıyor bedenime. Küçük kalbini dayıyor göğsüme. Koca bir öpücük konduruyorum yanağına. Öpmeyi unutmuş dudaklarını dayıyor yanağıma. Ürkek bir öpücük sonrası bırakıyor beni. Kayboluyorlar arka sokaklarda. Bir çığlık atıyorum geceye.

Alkol denizinde boğuluyorum tüm gece. Uyuşuyor zihnim. Teselli oluyor birkaç saatliğine. Köhne evime dönüyorum. Aynaya bakıyorum. Kan sızıyor gözlerimden. Kıpkırmızı iki damla sıçrıyor aynaya. Kafamı aynaya hızla çarpıyorum.

p

“SUÇLU HEP GÖZLERDİR” “Frenk Gömlek” - Ömer Faruk Şen “Karın şeytandan hamile!..” Bu cümle, sessiz bir çığlık şeklinde ifade edilebilecekken sadece bir fısıltı olarak gelmişti Cafer’in kulağına… Sesi derinden gelen bir fısıldı… Yerden yüksekliği yirmi metreyi bulan, çevresindeki tepeciklere göre en yüksek tepecikte monte edilmiş gözetleme kulesindeki bir insanı 59

- Mavi Öyküler


ziyarete gelen bir sese aitti bu fısıltı. Ses, belli bir dalga boyu düzeyiyle ve desibel ile ölçülen ve hissi olmayan bir şeyken, bu fısıltıya ses demek zaten abesle iştigal olur ki, biz buna ‘kötü ruhun sarımsak yedikten sonraki nefes kokusu’ da diyebiliriz. Ancak bir şey var ki bu ses veya his, çok derinlerden geliyordu… Dalga boyu olmayan… Desibel hanesinde sayı okunmayan… Aslında var olmayan… Sadece Cafer’in hissettiği bir şey. Ve Cafer, bu hissettiği şeyi kendi lügatında ses olarak tanımlamıştı. Bu tanımdan yola çıkarak, ses olarak tanımladığımız bu şey de, bir aydan fazla bir zamandır rahatsız ediyor; hatta delirtiyordu gözetleme kulesinde tek başına kalan Cafer’i. Cafer, küçükken büyük emelleri olan, büyüdükçe bu emelleri küçülen sıska, karşıdan yıkılıverecek gibi gözüken, ailesinin yazılı olmayan kurallarına derinden bağlı, sıradan bir Anadolu genciydi. Orhan Gencebay’a “baba” der, Ferdi Tayfur’u her ne kadar açıkça söylemese de “baba”sından çok severdi. Normalde beyaz olan teni, sürekli güneş altında kalmaktan esmerleşmişti. Küçükken hafta sonlarında büyüklerinin elini öpmeye giderdi. İlkokulda arkadaşları, boynu uzun olduğu için ona Leylek Cafer lakabını takmışlardı. Başı vücuduna sonradan eklenmiş gibi duruyordu Cafer’in… Yüzünden hiç eksik etmediği arabesk bir ifadeyle, mertliği ve karısının güzelliği ile övünürdü hep. Cafer’in işi yerden yirmi metre yüksekliğinde ve yaklaşık beş metre kareden oluşan bir kulübede gözcülük yapmaktı. Görevi, yangınları önceden görüp haber vermek, tarlaları korumak ve kaçakçılara gözdağı vermekti. Kulübesinde gün boyu olmasa da tamamına yakın, cızırtısı susmayan bir telsiz, dışı tarlada kullanılmaktan simsiyah olmuş bir piknik tüpü ve siyah beyaz bir televizyonla yaşardı. Cafer’in kapıda asılı olan montu kirden parlıyordu. Diğer elbiseleri ise iki haftada bir Çorova deresinde yıkanıyordu ve kalıcı kirleri elbiselerine ayrı bir hava katıyordu. Her gün saatlerce, darmadağın yatağı üzerindeki iki kirli battaniye ile güreşerek televizyon izliyordu. Sessiz filmleri kaçırmazdı. İkindiye doğru çayını demler ve kısmen de olsa günün yorgunluğunu atardı. Yemeğini ise iki günde bir anne tarafından yeğeni olan Yusuf getirdi. Cafer kovmasa günlerce kalmaya niyetlenirdi Yusuf; ama Cafer bir saatten fazla tutmazdı onu kulede. Cafer’in işi gözetlemekti; ancak asıl sorun, günden güne bozulan gözleriydi. Memurluğa başladığı ilk günlerde gizlediği bu durum, üçüncü yılın ardından iyiden iyiye sorun olmaya başlamıştı. Aslında gözlerinin bozuk olduğunu gizlemekle, köyde herkese nasip olmayan devlet memurluğu işini kapmıştı Cafer. Üstelik köyün en güzel kızıyla da Mavi Öyküler -

60


evlenmişti bu iş sayesinde. Köyde arası olmadığı tek kişi, Nazlı’yı sırf devlet memuru diye Cafer’e kaptıran Veli idi. Zaten o günden beri de Veli’nin kimseyle konuştuğu görülmedi. Cafer’in ise kuledeki işinden izinli olduğu günlerde köye döndüğünde dostları tarafından ziyaret edilmesi, herkesçe sevilen, sayılan biri olduğunun göstergesiydi. Ne de olsa devlete kapak atmış, nadir de olsa köyde Frenk gömlek giyen bir devlet memuruydu Cafer. Frenk gömlek giymek öyle herkesin harcı değildi. Sonuçta büyük Avrupa’dan gelmişti bu giyim tarzı. İlk giyenler ise yüce(!) Fransızlardı. Muhtar bile ayda en fazla iki kez giyerdi. Şehre büyük bir devlet adamı geldiğinde Frenk gömlek giyip şehre inen muhtar devlet büyüğüyle çay içer, köye ait hiçbir şey anlatmazdı. Yağcılık dışında söylediği şeyler de genelde kendi dertleri ya da maaşıyla alakalı olurdu. Köye geldiğinde ise, aslında hiç dile getirmediği konuları köylüyü kahveye toplayıp ballandıra ballandıra anlatırdı. Tabii muhtar arada Frenk gömlek giymek konusunda yüce devlet büyüklerinin düşüncelerini de anlatırdı bu toplantılarda. Şöyle ki, başka bir meziyeti olmayan ve hele de yüce devlet ile bir alakası olmayan bir köylüyseniz hâşâ! Frenk gömlek giyemezdiniz. Köyde Frenk gömlek, ancak yazılı olmayan köy kurallarınca belirlenmiş kişiler tarafından giyilirdi. “Karın şeytandan hamile!” İşte bu cümleyi duyalı bir hafta geçmişti. Çünkü teröristler köyü basalı tam bir hafta olmuş ve Cafer köyden kaçtığı gibi gözetleme kulesine sığınmıştı. Uzun uzun karşıdaki dağları izledi Cafer. Oturduğu yerden neredeyse günlerce hiç kalkmadı; yemek yemedi, sadece su içti. Karşıdaki dumanlı dağlara takılmıştı gözleri, ebediyete bakar gibi izledi dağları. Birden dudaklarından şu cümleler döküldü. “Ben sebep oldum!” Caferce dökülüverdi sözcükler ve hiç ulaşılmaz gibi duran dumanlı dağlara doğru yol almaya başladı ses dalgaları. Onlar da dumanlı dağlara kadar gidemeyeceklerini biliyorlardı, ama fizik kurallarına itiraz edemezlerdi. Yok olmak istedi Cafer; asla ulaşamayacağını bildiği uzak bir diyarın yolunda. En azından, yok olamasa bile, yokluğun kelime anlamına biraz olsun yaklaşmış olmak adına yeryüzünde bir daha hiçbir canlıyla etki-tepki olayına asla girmemek gerekiyordu. Hatta hiç var olmamış gibi uçmak, kaybolmak daha iyiydi. 61

- Mavi Öyküler


Cafer’in gözlerinin bozuk olması, bir gün köyü basmak üzere yaklaşan teröristleri köyden birileri sanmasına ve köye haber verememesine sebep olmuştu. Köyü basan teröristler, tüm erkeklerin gözleri önünde, genç kızları ve evli kadınlar arasından da bir tek karısını alıp kaçırmışlardı. İşte o talihsiz günden beri Cafer, ikinci evi olarak gördüğü kulesinde gözleri dumanlı dağlara dikilmiş beklemekteydi, çarpık bedenini boşluğa bırakacağı anı. Sakince korkuluklara çıktı ve o fısıltının yolunu gözlemeye başladı. O anda etraf görünmeyen ama varlığı hissedilen insan ve hayvan sesleriyle inliyordu. Gözleri her yeri kaplamış alev, kızıllığını aşan puslu dağların zirvesini kucaklama telaşındaydı. Fısıltısı, tam da beklediği bir vakitte gelmişti. Her zamanki gibi usulca eğilip Cafer’in kulağına “Karın şeytandan hamile!” demişti o bildik tonlamasıyla. Cafer’in yüzünde silik bir tebessüm belirdi ve ısırmaktan çatlamış dudakları hafifçe aralanarak “Şuçlu hep gözlerdir” dedi. Sonra da bedenini usulca boşluğa bırakıverdi. Kayalıklara çarptığında ise, ilk kırılan kemiği leylek lakabı takılmasına vesile olan çarpık uzun boynuydu. Cafer’in asıl intihar sebebi, ziyaretlerine periyodik bir şekilde gelen bu şeytani fısıltı değildi tabii ki. Gözlerinin ona ihanet etmesi yüzünden karısının kaçırılması ve vücuduna başka ellerin değmesine sebep olmakta da bu ölüm için bir neden olabilirdi. Kuleden aşağıya bedenini bırakmadan önce tüm köyü saran büyük yangındı belki de asıl sebep… Kim bilir?

p

“SUÇU BEYAZLARA ATMAK İSTEDİM” “Banyodaki Yalnız Karıncayı Öldürdüm, Sonra Ağıt Yazdım” Sultan Yavuz Karıncaları, yalnız dolaşırken görmeye alışık değilim; hele söz konusu olan, alışkın olduğum, küçük, sevimli ve genelde gündüzleri dolaşan Mavi Öyküler -

62


karıncalardan farklıysa. Bu karınca, büyük ve sarıyla kırmızının karışımı. Belki de kızıl demek daha doğru olur. Yakından bakıldığında o kocaman ve tırtıklı kıskaçlarını görebilirsiniz. Evet, bahçede onun gibilerini görürdüm ama banyomuza kadar gelme cesareti vardı, üstelik yalnız. Gecenin o vaktinde ne aradığını merak ettim doğrusu. Hem neden mutfak değil? Tamam diğer odalar da olabilir. Halının üstünde kırıntılar olabilir ve belki yiyecek bir şeyler. Çekirdek kabuğu, yarım çikolata, tabakta kalan tatlı şeftali suyu... Aslında, öğretilenin aksine, oldukça pis olduklarını ispatlatacak bir tuvalette de görebilirdim. Ama neden banyodaydı? Onca yolu aşıp, banyoya ne için gelmişti sanki? İri bir türdendi, daha küçük karıncalar ve başka böcekler, ondan korkabilirdi. Belki yaraladığı ya da öldürdüğü canlılar olmuştu. Ne kadar zamandır hayatta olduğunu düşündüm, yanıt veremedim. Bana ve banyoya göre çok küçük sayılan hatta özellikle yanına gelip bakmazsan göremeyeceğin, sarımtırak, kolumdaki tüyler kadar ince olan o bacaklar -ayakları saymıyorum bile- nasıl gezmişti beyaz fayansları, pembe ayak havlusunu ve sarı-kahverengi paspası. Tek bir fayans tanesi kim bilir kaç katıydı ve bir Mevlevi gibi dönüp duruyordu, aynı bölgede. Belki de bana gönderilmişti, sırf bir anlama sahipmiş ya da ben ona bir anlam yüklemeliymişim gibi. Onu ilk gördüğümde, küçük bir tuvalet kâğıdı parçasının yanındaydı. Rengi, o beyaz kâğıdı nasıl da beyaz kılıyordu. İki ayak ötemdeydi, yanıma gelmez diye düşünmüştüm. Musluğu açtım, su hızlı akınca beyaz olur, bu su da beyazdı. Tuvalet kâğıdı, fayans, banyo tavanı ve geceliğim gibi ve saçımdaki yaklaşık yedi tel beyaz saç gibi. Kar gibi, buzdolabımız ve temiz defter kağıdı gibi, adi beyaz peynir gibi banyoda gördüğüm bu beyazlıklar daha çok, ırkçılara benziyordu… Renk, onları öylesine birleştiriyordu ki, sanki diğer renkteki her şeyi dışlayan, aynılaşmış bir kibre sahiptiler. İki avucumun içine aldım beyaz suyu, saydamlaşmadan yüzüme çarptım ve yine tekrarladım. O kadar hızlıydım ki! Musluğu kapadım. O an bir şey hissettim, tam sol diz kapağımın üstünde. Ani bir refleksle sol elimle o şeyi hızla ittim ve eskisinden daha uzağa fırlattım. Karıncada şok etkisi yarattı elim. Sara nöbeti geçiren komşuma benziyordu. İkimizden de tiksindim önce. Sonra titredim ve garip bir hisse kapıldım. Bana ne yapabilirdi sanki? Üstü çiçekli, pembe, plastik ve otuz sekiz numara banyo terliğini aynı hızla alıp, yine sol elimle karıncaya vurdum. İlkinde ölmedi, üst kısmı 63

- Mavi Öyküler


terliğin altına yapışmıştı ve can havliyle çırpınıyordu. Katiller, ilk bıçak darbesinden sonra, gördükleri karşısında tiksinti duydukları için mi, daha bir hız ve güçle vururlar diğer darbeleri? İkinci vuruşumu yaptım, yaşam belirtisi yoktu. Kısa bir an baktım ve suçu, beyazlara atmak istedim.

p

“KIRMIZI OJELİ PARMAKLAR” “Komplo” | Hakan İşcen Saat, ses etmedi. Bu kez acıdı ona. Eğer, her sabahki gibi çalsaydı, yatakta horlayan adam için önceki günlerden farklı bir şey olmayacağını biliyordu. Pirinç karyolanın başucunda duran baba yadigârı çalar saat bile, sonunda bu tekdüzeliğe isyan etmişti. Bu sabah iş başı yapmayarak ona son bir fırsat verdi. Yerde duran boş bira kutularının, tarihi geçmiş buruşuk gazetelerin, oraya buraya atılmış kirli çamaşırların bu odanın bilindik aksesuarlarından olduğu ilk bakışta belliydi. Vidalarından kurtulmuş korniş sarkmış, perdenin şifon etekleri yere değiyordu. Köşede duran aynası çatlak şifoniyer, çenesi düşmüş, yüzü façalı bir ayyaştı. Çekmecelerinden sarkan giysi parçaları, ağzından akan salyalar gibiydi. Yataktan gelen homurtulu soluklar, odanın havasız, ekşi kokusunu daha da ağırlaştırmıştı. Bu sefil manzara, elbiseleriyle sızıp kalmış olan adam tarafından eksiksiz bütünlenmişti. Hiç şüphe yoktu; adam, bu odaya aitti. Uyandığında güneş çoktan yükselmişti. Önce saati eline alıp inanmaz gözlerle yelkovanla akrebin arasındaki o alışagelmemiş açıya baktı. Saat, gerçekten dokuzu yirmi mi geçiyordu?.. Paniğe kapılarak yataktan fırladı. Eğer on buçuktaki müşteri sunumuna yetişemezse, özgeçmişini yarın sabahtan başlayarak yeniden o kendini beğenmiş beyin avcılarına göndermesi gerekecekti. Bir sene önce işsiz dolandığı bunalımlı günlerini anımsadı. Buna şu anda hiç hazır değildi. Üzerindekileri rasgele fırlatıp aceleyle duşa girdi. Su bir türlü ısınmıyordu. Ayakları dondu. Çoraplarını çıkarmamış olduğunu o zaman fark etti. Musluğun kırmızı mandalını sonuna dek çevirdiği halde, su hâlâ buz gibiydi. Gazı kesmiş olabilirler mi?.. Mavi Öyküler -

64


Bekleyen hiçbir fatura kalmamıştı ki? Geçen ay aldığı avansla kapatmıştı hepsini. Yoksa o zamansız arızalardan biri daha mı? Çaresizce metal kolu kaldırdı. Buz tanecikleri bu kez tepesinden dökülmeye başladı. Her damlayla tenine bir iğne batıyordu. Sonunda, sabah sabah suyla yaptığı bu zoraki akupunktur sonuç vermiş, vücudu bütünüyle uyuşmuştu. Zaten duşta keyif yapacak zamanı yoktu; bir gece önce girdiği bira kürünün sersemliğini üstünden atsın, yeterdi. Kullanılmış bir el havlusuyla hem saçlarını hem bedenini üstünkörü kuruladı. Aceleyle tıraş oldu. Daha doğrusu yüzünü hafif yollu doğradı. Elektrikli tıraş makinesi çalışmadığı için bulduğu kör bir jiletle tıraş olmuş, eşkalini, şirketin güvenlik görevlilerini bile şüpheye düşürecek kadar değiştirmişti. Dolapta ütülü hiçbir gömleğinin kalmadığını gördü. Kurutma makinesinin içinden estetik kaygı taşımadan telaşla birini çekip aldı. Gömlek hâlâ nemliydi?.. Ütü masasını kadın nereye koymuştu? Neden hiç ütülü gömleği yoktu? O zaman, bu kadına onca parayı neden veriyordu… Aradığı masayı, banyonun yanındaki küçük yük odasında buldu. Fişi prize taktı. Yanağındaki kesikler, darmadağın saçlar, tüyleri diken diken olmuş çırılçıplak haliyle, ütü masasının başında işinden kovulmak üzere olan zavallı bir Homo Sapiens gibi görünüyor olmalıydı… Bu panik içinde, önünde sarkan şu deri-kıkırdak karışımı şeyi, ütüden sakınmasının gereksizliğini de düşünmeye zamanı yoktu. Eğer olsaydı, Freud’un başına sardığı, bilinçaltındaki dürtüleri dizginlemeye çalışan o uşağın da, can sıkıntısından kendine çoktan iş aramaya başladığını anlayabilirdi. “Haydi ısın! Isın, bir an önce…” Ütünün metali de duştaki su kadar soğuktu. Isınmayınca prizdeki fişi kontrol etti. Ütünün üzerindeki bütün düğmelere bastı. Hep böyle olur; aksilikler, leylekler gibi sürü halinde dolaşmaya bayılır. Ütü normal görünüyordu; ama zamanın o anında, bu evdeki her şey gittikçe anormalleşmeye başlamıştı. Bu sabah ısınmamakta direnen bütün bu nesneleri toptan ısıtmak için evi ateşe vermek, kim bilir, ne zevkli olurdu?.. Aklından geçenleri okumuş gibi, ütülenmeyi boş yere bekleyen buruşuk gömlek, yatağın üstünde kollarını yukarı kaldırarak teslim olmuştu. Hayır! O, asla teslim olmayacaktı! Takım elbisenin içine dik yaka kazaklarından birini de giyebilirdi. Giydi. Saat; dokuz kırk iki. Yol -trafik açıksa- en fazla yirmi beş dakikaydı. Elçin durumu biraz idare edebilirdi. Hâlâ kaybettiği bir şey yoktu. Taşınır bilgisayarı ve sunum dosyası dağınık olarak çalışma masasının üzerindeydi. Son bir gayretle alelacele dosyayı toparlamaya girişti. Bir yandan da sunuma son bir kez göz atmak için bilgisayarını açtı. Hay Allah! Yoksa hâlâ uyuyordu 65

- Mavi Öyküler


da, bir kâbusun içine mi düşmüştü?.. Bu kez de bilgisayar açılmış, ama ekran donmuştu. Klavyedeki hiçbir tuş kumanda etmiyordu. Parmaklarını klavyede boş yere şıkırdatarak dolaştırdı. Şirkette çaresine bakarım tesellisiyle kapattı. Adaptör fişi priz yuvasından çıkmadı; kablo bacaklarına yılan gibi sarılmıştı. Olanca kuvvetiyle çekince, duvardaki priz olduğu gibi masanın üstüne geldi. Anlaşılan bugün prizlerle, düğmelerle, saatlerle başı dertteydi. Koşarak merdivenden indi. Arabanın camı buzlanmıştı. Kontağı çevirdi. Başkası olsa, şirkete girdiğinden beri ilk kez genel müdürün önünde yapacağı sunuma bu kadar geç kalmışken bir de arabanın çalışmamasına çıldırır, isyan ederdi. Ama o hiç şaşırmadı. Aslında çalışırsa onun için sürpriz olacaktı. Tepkisizliğine önce bir anlam veremedi; olanları hâlâ anlamaya çabalıyordu. Her şeyin gerçek olduğunu algılaması, altın değerinde birkaç dakikasını daha tüketti. Öfkeyle direksiyona ellerini sertçe vurarak, alnını deri simidin ortasına çaresizce dayadı. Korna uzun uzun çalmaya başladı; irkildi! Hiç olmazsa bir şey çalışıyordu… Bir süre öylece bekledi. Kontağı tekrar çevirdi. Bekledi. Çevirdi. Yine çevirdi. Tık yoktu; ama artık saat, ona beş vardı. En azından rakip pazarlama bileşenleri ile ilgili kısma Elçin başlayabilir, ikinci bölümdeki asıl eylem planına taksiyle yetişebilirdi. Küçük de olsa bir umut vardı işte! Cep telefonunu çıkardı. Hem Elçin’e haber verecek -ki sadece araba bozuldu diyecekti; ötesine zaten kimseyi inandıramazdı- hem de taksi çağıracaktı. Olamaz! Neden ki, bal gibi olabilir! Sabahtan beri yaşadıkları hesaba katılırsa, son derece normal bir durumla karşı karşıyaydı: Telefon, sim hatası veriyordu. Ekranda ‘Sadece acil aramalar’ diye bir açıklama vardı. Oysa, onun için bu dünyada bundan daha acil bir durum, bir daha asla kurgulanamazdı. Bugünün özetini tek bir sözcükle vermeye kalksa, en uygunu şu olurdu herhalde: Garip! Yılmadı; tekrar eve koştu. Evden telefon edecekti. Asansör. Dördüncü kata bastı. Kabinin kirli aynasındaki yüzü perişan görünüyordu. Ümitsizce, alnına düşen saçlarını geriye attı. Kazağının yakasını düzeltti. Göğsünde hissetmesi gereken, katlar arası yükselmenin vereceği o tuhaf kımıltı geç kalmıştı. Bir saniye sonra ışık söndü. Asansörün içinde karanlıkta kalakalmıştı. Ve tabii ki hâlâ zemin kattaydı. Kapıyı çarpıp koşarak dördüncü kata çıkmaya başladı. Nefes nefese kalmıştı. Anahtarı soktu; kapıyı açamadı. Kapının üzerindeki metal rakamlardan kendi evinin kapısı olduğundan iyice emin olduktan sonra yine denedi. Anahtar betona saplanmış bir çivi gibi kilidin içinde donMavi Öyküler -

66


muş kalmıştı. Ne sağa ne sola kıpırdamıyordu. Bu kez, içinde köpüren öfke, bir sele dönüşerek hızla çelik kapıya çarptı. Bir daha! Sonra bir daha! Kapı, hem omuz darbelerine inatla karşı koymuş, hem de karşı atağa geçip sol omzuna bir bıçak saplamıştı. Acıyla titredi. Çaresizlikten paspasın üstüne yığılmak üzereydi. “Bir sorun mu var; gürültüleri duydum da?” Karşıki dairenin kapısı aralanmıştı. Bedenindeki titreme aynen devam ediyordu; ama yavaş yavaş nedeni farklılaşmaya başlamıştı. O umutsuz telaş, sahneden pılı pırtısını toplayıp çekilirken yerini isterik bir heyecana bıraktı. Bir zamanlar düşlerine gelip tenini alevlendiren o sarışın dul, işte tam karşısındaydı. İnce topuk siyah terliklerin içindeki kırmızı ojeli parmaklar, kendini yeteri kadar belirgin kılıyordu. Bir kadının en saf güzelliği dizleri olmalıydı. Dizlerinin üzerindeki sabahlık, vücudunun kavislerini saklamaktan çok, arzudan yanıp tutuşan bakışlara mihmandarlık yapmak içindi. Kadının, yavaşça eğilip paspasın üzerinden gazeteleri alırken görmesine izin verdiği şeyden, kulakları uğuldamaya başladı. Dünyada, bir tenle kaplanan hiçbir boşluğun bu kadar hakkedilmiş olmadığından emindi. Ayak parmaklarındaki kırmızının tonu, kapıyı tutan ince, uzun parmaklarda da aynen devam ediyordu. Bu, çoğu erkeği, nerede olursa olsun topyekûn teslim alabilirdi. Bazen, bir apartman boşluğunda dahi… Ruhunu hoyratça yalayıp yutacak bir anafora kapılmak üzere olduğunu biliyor, nefes bile almıyordu. Bu eşsiz görüntü, o sabah işini kaybetmenin eşiğine gelmiş bir erkeğin tüm tedirginliğini, başına gelen garip olayların şaşkınlığını, oracıkta eritecek cinstendi. Biraz önceki o öfkenin görkemli seli, şimdi, on bir numaradan on iki numaraya usulca akan ılık bir dereye dönüşmüştü. Beyin lopları, karşısında duran bu fosforlu ten ile yapılacaklar konusunda henüz anlaşmaya varamamıştı. Ama korkmasına gerek yoktu; bombanın pimini çekip çekmemeye, görünüşe bakılırsa sadece o karar verecekti. “Ütü… Şey… Priz… Arabam bozuldu da…Telefon edecektim. Sim hatası. Derken anahtar; kapıyı açamadım…” Kadın, bir elini kalçasından indirmeden, diğerini başının olanca yukarısında kapıya yaslayarak, kapıyı menteşelerin izin verdiği kadar açtı. Onun daha fazla saçmalamasına izin vermeyerek zarifçe araya girdi: “Anlaşılan şanssız bir gününüzdesiniz. İsterseniz buyurun, buradan edebilirsiniz. Umarım öğleden sonra şansınız döner.” Bu mesaj, binlerce ışık yılı öteden dünyaya gönderilen yaşam sinyalle67

- Mavi Öyküler


rinden daha değerliydi. Saat?.. Sunum?.. Ne sunumu! Artık saatin ve bu gezegende olmakta olan hiçbir şeyin zerre önemi kalmamıştı. Pim kendiliğinden çekildi; süresi dolan aydınlatma otomatı, ansızın dördüncü kat boşluğunu alacakaranlığa büründürdü. Bir telefon edecekti sadece!.. Zamanın ve hareketlerin akışkanlığı, yine çılgıncasına bir koşuya başlamadan önceki son devinimsiz fazındaydı: “Evet, iyi olur; teşekkür ederim.” *** Sürpriz yoktu; işinden kovulmuştu. Ayrıca, apartmandaki dedikodular alıp başını yürüdüğü için taşınmak zorunda kalmıştı. Uzak bir şehirde, yeni bir iş bulana kadar altı ay süründü. Ama o sabah, saat çalmadığı için hiçbir zaman pişman olmadı. Birlikte olduğu bütün kadınlar, bir süre sonra evdeki elektrikli aletleri kurcalayıp onarılamaz bir biçimde bozmasına katlanamayarak onu terk etse de, hayat onun için acımasız bir sorunsuzlukla devam etti.

p

“HATTA ARTIK SÖZLER BİTMELİ!” “Sahte Cennetin Cesur Faresi” | Leyla Süslü Sonbaharın renklerinin soluklaştığı, kışın hafiften varlığını hissettirmeye başladığı zamanlardı. Bedenimde beliren ürperti de olmasa kışın yaklaştığını anlayamayacaktım. Yer yer örümcek ağlarının belirginleştiği bu köhne evde petunyama su vermek için salona doğru yürüyüşlerimi saymazsak tamamen bir atalet duygusuyla yaşadığım söylenebilir. Çok nadir tekli koltuğumdan kalkıp terasa çıkıyorum, gün batımını izliyorum. İhtişamlı dönemlere imza atmış devri geçince kendi haline terk edilen eski Rum evini gördüğümde tutmaya karar vermiştim. Sözde cumbayı çiçeklerle donatacaktım. Eve girdiğimden beri üç beş tablo asmak dışında bu evle ilgili bir şey yapmadım. Evdeki eşyalar eskidi. Çok eşyam da yok zaten. Bir yatak, tekli bir koltuk, bir gardırop, havasızlıktan sararmaya yüz tutmuş kitaplar. Mavi Öyküler -

68


Eve kimseyi kabul etmiyorum, telefonlara bakmıyorum, ne gazete, ne televizyon ne de çok sevdiğim kitaplar. Hayatımı katlanılır kılan müzik bile sustu. Tam bir bitkisel yaşam içerisinde süren hayatımı insani kılan belleğimde dönüp duran düşünceler. Eve kapanma fikri bir anda oluştu. Bir gün sokağın başındayken hercai hayatımda yaşadığım binlerce duygudan arda kalan derin bir tatminsizlik sonrası hayatımı anlamlı kılacak bir şeyler yapma gerekliliğini hissettim. Ama bunun ne olacağını o an kestiremedim. Hızla merdivenleri çıktım. Tekli koltuğuma oturdum. Ve hayatımı anlamlı kılacak şeyi düşünmeye başladım. Gördüklerim hayatımı bütünlemiyor. Hep bir eksiklik duygusuyla cebelleşiyorum. Her geçen gün karamsarlığım artıyor. Günlerce kendime gelemiyorum. Hayır, hayır! Çoğunuzun düşündüğü gibi bir intiharla bu arayışımı başarısızlığa uğratmaya niyetim yok. Hâlâ düşünebiliyordum. Düşündüm, düşündüm… Düşünmenin bir süre sonra ataletin derin kollarında hayat buluşunu izledim. Kafamı koltuğa dayayıp eylemler yaptım zihnimde. Sahte cennetimde dönüp durdum. İstenen de tam da bu değil miydi? Sis bulutu ile sarılmış bir evrenin tam ortasında ıssız bir yalnızlıkla çevrelenmiş, çığlık atmaktan bile vazgeçmiş olmak. Bir gece istenen oldu. Her şeyi bıraktım. Çığlık atmaktan vazgeçtim. Küçük farem her gece deliğinden kafasını uzatıp cennetimizi soruyor. Ne zaman yola çıkacağımızı. Suskun bakışlarımı görünce deliğine giriyor. Küçük fareme ne diyeceğimi bilemiyorum. Hiç vazgeçmiyor. Bu vazgeçmeyişi beni içten içe ona bağlıyor. Her gece onun gelişini beklerken buluyorum kendimi. Bir gece yine küçük deliğinden çıktı. Kulaklarını dikleştirdi. Bıyıklarını oynatıp cennetimizi hatırlattı. Onu yine görmezden geldim. Arka ayakları üzerinde dikelerek bana öyle bir baktı ki parmak kadar farenin inancı beni utandırdı. “Kalk ayağa” diye bağırdı. Bu kadar küçük bir fareden bu kadar gür bir ses çıkması beni şaşkına çevirdi. “Seni budala, kalk ayağa!” diye yineledi. Kafamı dayadığım koltuktan fareye doğru çevirdim. “Kalkmak mı? Peki, ne için?” “Hayatın için! “Şu yaşadığın rezil eve bak! Değişen bir şey yok, hâlâ açsın! Açlar büyüyor yığınlarla. Kıtalarda ölümler kol geziyor alenen. Kan fışkırtıyor69

- Mavi Öyküler


lar havaya başkalarının topraklarında. Çocuklar, kan gölü sokaklarda koşuyor. “Hâlâ saatlerini çalıyorlar gözlerinin içine baka baka. “Seni bankaların esiri yaptılar. Borçsuz tek günün yok. “Sevgisiz bir ortamda seni yavaş yavaş öldürdüler. Parayla seni susturdular. En aşağılık canlı haline getirdiler. Onurunu yedirdiler peynir ekmek gibi. “Her gün ağzına sıçıyorlar! Sen her beklediğinde ve sustuğunda diğer koluna da pranga yerleştiriyorlar.” “Yeni bir şey söyle küçük fare!” “Bak, içindeki bunaltıyı anlıyorum. Bana da olmuştu. Kandırılmayı hazmedemiyorsun. Acı çekiyorsun, ölmek istedin çok kez. Çaresiz bir kıvranışla günlerin geçti. Sonra senin gibi düşünenleri aradın her delikte. Kabuklarında ölmüş cesetler gördün. Ağır koku burnunun direğini kırdı. Bazılarını kabuklarında iki büklüm korkuyla büzülmüş buldun. Bu zavallı görüntü içini burktu. Çünkü kendi geçmişini anımsadın. Kendine acıdın! Yalnızlıktan inledi hücrelerin önceleri. Özgürlüğü anladın. Sırtında anlamış olmanın verdiği ağır yük hafifledi. Bir gün gelecek bildiğin hakikatler için kimseye ihtiyacın olmayacak. İşte o gün senin kurtuluş günün olacak. “Biliyorum, aynı yolda yürüdüğünü sandığın insanlar yoldan döndü. Acımalısın inandığı yoldan dönenlere. Cesetleri unutup yaşayanların peşine düşmelisin! Ve temkinli olmalısın.” “Bu gerçekleri bilmediğimi mi sanıyorsun çokbilmiş fare?” Hırsından delirdi. “Peki, bildiğin bu gerçekler karşısında ne yapmayı düşünüyorsun?” “Güvenli evine sığınıp, sen biraz büyük deliğinde ben küçük deliğimde mi yaşamalıyız? “Daha zamanı değil canım, her şeyin oluşması için şartlar gerekli deyip kendimizi teselli mi etmeliyiz? “Yoksa bazıları gibi kaybettik deyip bu alanı terk mi etmeliyiz? “Belki de çoklarının yaptığı gibi üç kuruşa fikirlerimizi satıp yönetenlerin yardakçısı olmalıyız. Bize daha fazla kemik vermeleri için salyalarımızı akıtmalıyız. Beğenmediğimiz ne kadar fikir varsa boğazımızdan salmalarına izin verip içimizde bir bulantı ile yaşamalıyız.” Ayağa kalktım. Bizim lafazan farenin yanına yaklaştım. Yere sertçe vurdum. Deliğine doğru fırladı. Mavi Öyküler -

70


“Ha ha! Ne oldu küçük fare, korktun mu? “Sen dünyayı ne zannediyorsun ayaklarının altında eziverirler seni. Hatta bunu şimdi ben bile yapabilirim.” Bizim fare deliğinden hırsla fırladı, önümde dört dönmeye başladı. “Hadi ez beni! “Hadi ezsene! Kendini güçlü hissedersin.” “Sana sıkı bir hayat dersi vereceğim küçük fare!” Üzerine yürüdüm. Yatağın altına fırladı. Yatağı kenara çektim. Elbise dolabının altına girdi. Oradan salona. Kan ter içinde kaldım. Yatağın üzerine oturdum. Sırıtarak yatağın önüne geldi. Bir iki zafer turu attı. Hiç beklemediği bir anda üzerine atladım. “Seni aşağılık fare!” Yere çakıldığım an bizim fareyi yatağın üzerinde sırıtırken gördüm. “Seni zavallı, imkânsızlıklara inandırarak seni nasıl da bu hayata kıstırmışlar.” “Of Tanrım! Yine başladı. Kapa çeneni aşağılık fare!” “Tanrıdan medet umuyorsun demek ki! Budala, Tanrı seni doğduğun gün terk etti. Tüm öğrendiklerini unut. Hepsi büyük bir yalanın parçasıydı. Seni sanal tanrıyla kandırdılar. Bu ıssız evrende bizden başka kimse yok! “Yoksa sözde yenilenip önüne sundukları düşüncelere temcit pilavı niyetine kaşık mı sallamalıyı düşünüyorsun?” İşte o anda bir şey oldu. Yıllardır taşıdığım beni içten içe bunaltan sis bulutu dağıldı. Koltuğumdan kalktım. Perdeyi açtım. Yoğun bir ışık gözlerimi kamaştırdı. Karanlığa alışmış gözlerim önce hiçbir şeyi seçemez oldu. Sonra her şey yerli yerinde belirmeye başladı. Odaya bakındım. Sanki yıllardır yaşadığım oda değilmiş gibi. Pencereleri açtım. Yoğun bir oksijen odaya hücum etti. Küçük farenin yanına yaklaştım. Gözlerine baktım. “Artık yemezler küçük fare! “Bir adım ileri on adım geri gidişlerle emeklediğimiz tarih sahnesinde bizim de boğazımızda haykıracak kelimelerimiz olmalı! “Hatta artık sözler bitmeli! “Zaman eylem zamanıdır.” “Nasıl bir eylem?” “Zalimlerin yaptığı gibi kanla değil elbet. Bunu fikirler yapacak, geleceğe olan inancımız, kendimizi bu sisteme ve yalanlarına teslim etme71

- Mavi Öyküler


yişimiz! “İşte şimdi kendine gelmeye başladın. Hadi gidip öncelikle yaşayanları bulalım!”

p

“YAĞMUR HİÇ DİNMEYECEK DEĞİL Mİ?” “Boyacının Tebessümü” - Akın Olgun Evin kapısından çıkarken eşikten dışarıya bir adım atıp durdu. Dışarıda kasvetli bir hava vardı. Yüzünü gökyüzüne çevirip ağır adımlarla derin düşünceler içinde sokağı adımlamaya başladı. Bulutlar birazdan gözyaşlarını yeryüzüne emanet edecekti sanki. Tıpkı insanların ağlamadan önce girdikleri o ruh hali gibi bir melankoli sinmişti bulutların üstüne. Ne garip bulutlar da kendi ruh halini yansıtıyordu yeryüzüne… Bulutların yansıttığı bu ruh hali onun içini bunaltıyordu. Hava ağır ve siyah bulutların karanlığıyla kuşatılmıştı. Sokaktaki tek tük insanlar yağmur habercisi bulutlar boşalmadan evlerine kendilerini atmak için koşturuyorlardı. Sokağın diğer ucundan ne hızlı ne yavaş yürüdüğü anlaşılmayan yaşlı bir kadın gözüne çarptı. Kadın telaşlı mıydı? Hayır! Yağmurdan korkuyor muydu? Belli değil! Onun telaşı bedeninden değil elindeki bastonundan anlaşılıyordu. Yaşlı kadının bastonu önde üçüncü bir genç ayağı gibi hızlı hızlı ilerliyordu. Kadın bastonuna verdiği enerjiye ve desteğe yetişmeye çalışır gibiydi. Güldü içinden. “Yağmurdan kaçmaya çalışan kadın değil bastonu galiba” diye söylenerek yanından geçen yaşlı kadını süzdü son kez. Bir iki adım attıktan sonra dönüp tekrar kadına baktı. İçinden kadına gülmüş olmaktan dolayı utandı bir an. Kendisi de bir gün belki de bu durumda olacak ve sokağın diğer ucundan kendisi gibi bir başkası ona bakıp içten içe gülecekti. Hayatın ödeşmesi buydu. Bunu biliyordu. Hayat insanlarla hep hesaplaşıyordu. Bir ajan gibi her şeyi takip edip, kaydedip, fırsatını bulduğunda önüne koyuyor ve kendisiyle yüzleştiriyordu. Bugün de sokağın balici çocukları hasta tavuklar gibi iç içe, birbirlerine sığınmış ellerindeki tek servetleri olan kese kâğıtlarına, yüzlerini gömmüş derin derin çekiyorlardı burunlarına baliyi. Yıkık dökük evin dört basamaklı dört çocuğuydu onlar. Hiç birbirlerinden ayrılmazlarMavi Öyküler -

72


dı. Kimin nesilerdi, nereden gelmişlerdi kimse bilmezdi. Her sorana başka bir hikâye anlatır ve bu anlatımın karşılığı olarak da para isterler; vermeyenlere “Canın sağolsun abi vermesen de olur” derlerdi. Sokağın başından Ahmet’in düşünceli düşünceli geldiğini gören çocuklardan biri hemen sırtını duvara yaslayarak bir sarmaşık gibi kıvranıp ayağa kalktı. Çelimsiz vücudu sallanıyordu. Ahmet, yüzü simsiyah çocuğun sadece kendisine ‘merhaba’ demek için ayağa kalktığını ve bunu saygı gereği yaptığını biliyordu. Onları seviyordu Ahmet. Her gördüğünde dört basamaklı evin sahipsiz bu dört sokak çocuğuna acıyor, ama elinden bir şey gelmediği için vicdanı sızlıyordu. Ahmet dört basamaklı evden içeri adımını atmaya hazırlanırken ayağa kalkan çocuğa da uzaktan eliyle otur otur işareti yaptı; ama çocuk bu işareti hiç dinlemedi. Yanlarına vardığında çocuğun ince uzun ve kirden simsiyah olmuş elini sıktı ve “Ne o yine ciğer bayramı mı yapıyorsunuz?” diyerek takıldı. Ciğer bayramı çocukların uydurduğu bir deyimdi. Bir bayram günü Ahmet çocukların bayramını kutlamış, onlar da “abi bizim bayramımız bir tane o da ciğer bayramı” diyerek ellerindeki kesekâğıtları içindeki baliyi göstermişlerdi. O günden bu yana “ciğer bayramı” esprisini Ahmet çocukları her gördüğünde yapıyordu. Çocukların boy sırasına göre oturması Ahmet’in hep dikkatini çekmişti. Yan yana oturduklarında mutlaka çocuklar boy sırasına göre yerleşirlerdi merdiven basamaklarına. En uzun boylusu olan ve çocukların selamlama temsilcisi havasındaki Kara Hasan, Ahmet’e “Ne o abi nereye uzuyorsun böyle? Yağmur yağacak ıslanacaksın. Güzelim elbisen mahvolacak. Sonra yağmura ana avrat küfredeceksin. Oysa bak havaya, bulutlar uyarıyor insanı, ama dinleyen yok. Hee ağabey, ne diyon bu duruma?” diye takıldı. Ahmet bu çocuğun insanları yarı ‘ti’ye alan üslubunu çok iyi biliyordu. Kara Hasan’ın yüzünün kir siyahlığında tek parlayan ve hayat belirtisi olarak gördüğü gözlerine bakarak. “Belli ki hava sizin ciğer bayramınızı kutlama telaşında. Ne dersin?” dedi yine onun gibi kinayeli bir soru sorarak. Kara Hasan, “Ağabey yağmur bizim gibi çocukların bereketi olsaydı hiç birimiz burada olmazdık değil mi?” cevabını yapıştırıp, yine bir sarmaşık gibi kıvrılarak oturdu basamağa. Ahmet tekrar sokağa çıkmadan, Kara Hasan ve diğer çocuklara bir istekleri olup olmadığını sordu. Kara Hasan hemen “Ağabey eve dönerken bize bir ekmek alır mısın? Biz burada olmasak bile aha bu basamağa bırak. Kimseler bu basamağa oturan bizlerin bir şeyine dokunmaz. Sevaba girmiş olur73

- Mavi Öyküler


sun,” diyerek bildirdi isteğini. Ahmet söz vererek ayrıldı çocukların yanından. Yolda Kara Hasan’ın çok zeki bir çocuk olduğunu belki de iyi bir ailede olsa çok iyi bir eğitimle bambaşka bir hayata sahip olabileceğini düşünerek derin bir iç geçirdi… Caddeye çıktığında ilk gördüğü dolmuşa el sallayarak binmeye çalıştı. Dolmuş, metrelerce ileride durmayı başardı. Kısa bir yolculuktan sonra da amcasının beş, altı masalık çorbacı dükkânına doğru hızla yürümeye başladı. Yüzüne düşen yağmur tanesinden birazdan havanın gürleyeceğini ve her tarafın bir anda karanlığa gömüleceğini biliyordu. Tam zamanında dükkâna varmıştı. Ancak dükkâna girmeden, kapının önünde duran ayakkabı boyacısına takıldı gözü. İlk defa görüyordu adamı. Pos bıyıklı, endamlı bir adamdı boyacı. Alnında küçük küçük yara izleri vardı. Boyacı, Ahmet’in ona baktığını gördüğünde sıcak bir gülümsemeyle başıyla selamladı. Ahmet bu tebessümlü selamlamaya hemen karşılık verip içeri girdi. Kazım Usta onu görür görmez “Gel aslanım otur şöyle” diyerek dışarıya bakan camın önüne oturttu. Kendisi de hemen ocağın arkasında duran çocuğa “İki çay kap gel” talimatını verdi. İçerisi mis gibi çorba kokuyordu. Kazım Ustanın çorbacı dükkânı küçük ama ünü büyük bir yerdi. Her gün üç dört çeşit yaptığı çorbaların kokusu dışarılara kadar taşar, özellikle akşamcıların uğrak yeri olurdu. Bu küçük yerden Kazım Usta yıllardır ekmeğini kazanıyordu. Hiç evlenmemiş olan Kazım Usta, Ahmet’i oğlu olarak kabul eder ve ilgilenirdi. Ahmet babasını hiç görmemişti. Annesi, Ahmet’i kocasından kalan bir parça mirasla okutmuş, bakmış; bir iki yıl önce de vefat etmişti. Kazım Usta ile aynı mahallede oturan Ahmet’in, dostlukları da sıradan bir yol sohbetiyle başlamış ve baba oğul ilişkisine dönmüştü bir süre sonra. Yıllardır Ahmet ve Kazım Usta bir araya gelir dertleşir, sohbet eder, ara ara bir iki kadeh de olsa bir şeyler içerlerdi. Kimseye anlatmadığı, hüzünlü bir aşk hikâyesi vardı Kazım Usta’nın. İlk kez Ahmet ile paylaşmıştı bu hikâyesini. Ahmet, Kazım Usta’nın gözleri dolu dolu anlattığı bu hikâyeden o kadar çok etkilenmişti ki, ona olan saygısı binlerce kat daha artmıştı. Ancak söz almıştı Kazım Usta, Ahmet’ten. Bu hikâyeyi kimseye anlatmayacaktı. Ama eğer bir gün Kazım usta ölürse, işte o zaman Ahmet bu hikâyeyi yazdığı edebiyat dergisindeki köşesinde konu edebilirdi. Çünkü Kazım Usta, “Kefene izin sorulmaz, giydin mi bütün hikâyeler biter.” derdi. O saatten sonra bir şeyin bilinip bilinmemesinin bir önemi olamazdı Kazım Usta’ya göre. “Eeee Ahmet çorbanı söyleyeyim mi? Karşılıklı höpürdetiriz.” Mavi Öyküler -

74


Oturduğu sandalyede ellerini birbirine ovuşturan Ahmet, “Geç bile kaldık Kazım Usta” diyerek heyecanını gösterirken birden bastıran yağmurun şakırtısına döndü. Kapının önünde duran boyacı dükkânın kısa tentesinin altına sığınmıştı. Elindeki sigaranın dumanı pos bıyıklarının içinden süzülüp ağzından çıkan buharla birleşiyordu. Ahmet, tentenin altındaki boyacıya dikkat kesilmiş bakarken bir anda yine göz göze geldiler. Ve boyacı ona, yine o sıcak tebessümle baktı. Ahmet, bir an için dışarıda, yağmurda bir sığıntı gibi korunmaya çalışan boyacıyı neden içeri çağırmayı düşünemediğine kızarak ani bir hareketle ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Ancak boyacının önüne geldiğinde durarak ne diyeceğini bilemeyen çocuklar gibi bekledi. Söyleyeceklerini unutmuş gibiydi. Yağmur Ahmet’in sırtına vuruyordu. Boyacı başını kaldırıp Ahmet’e “Oğlum ıslanıyorsun. Ayakkabını boyatacaksan içeride boyayayım” diyerek sanki Ahmet’in bir türlü nasıl davet edeceğini bilemeyişinden kurtardı. “Evet, ayakkabımı boyatacağım. İçeri girin lütfen.” Boyacı yavaşça ayağa kalktı. Ayağa kalktığında Ahmet onun ne kadar iri yarı olduğunu ilk defa fark etti. Şimdi Ahmet’in önünde dimdik ayaktaydı boyacı. Yüzündeki tebessümü daha yakından görüyordu Ahmet ve inanamıyordu. İlk defa bir insanın yüzünde asılı kalmış bir tebessüm görüyordu. Boyacının yüzünde hiç gitmeyen bir tebessüm vardı. Nereye baksa insanlar bu tebessümle karşılaşıyordu. Boyacının tebessümü Ahmet’e ilginç gelmesinden öte, içini ısıttı sanki. Boyacının yüzü ve heybeti insanda inanılmaz bir heyecan yaratıyor ve insan, iri gövdeli bu adama sımsıkı sarılmak istiyordu. Adam dükkânın içine girdiğinde Ahmet hemen peşinden koştu ve “Önce bir çorba içelim” diyerek bir sandalye çekti masaya. Kazım Usta, Ahmet’in bu adama gösterdiği ilgiyi meraklı gözlerle izliyordu. Ahmet, Kazım Ustanın meraklı gözlerine yakalandığında “Ayakkabımı boyatacağım Kazım Usta” diyerek merakını geçiştirdi. Kazım Usta ocakta duran çocuğa “Oğlum çorba üç oldu” diyerek gülümsedi. Çorbalar masaya geldiğinde daha kaşıkları daldırmadan içleri ısınmıştı sanki. Boyacının, “Müsaadenizle ben bir ellerimi yıkayıp hemen geliyorum.” deyişi o kadar mütevazıydı ki, ne Kazım Usta’nın ne de Ahmet’in gözlerinden kaçmamıştı bu davranışı. Boyacı lavaboya yöneldiğinde Kazım Usta Ahmet’i süzmüş, Ahmet, Kazım Usta’nın bu kendisini süzüşünü hiç fark etmemiş gibi yaparak geçiştirmişti. Masada oluşan bu gizemli sessizlik, nedense hüzünlendirmişti Ahmet’i. 75

- Mavi Öyküler


“Bu adamda bir gariplik var Kazım Usta.” diyerek bozdu sessizliğini. Kazım Usta elindeki çorba kaşığını çorba kasesinin içinde dolaştırıyordu. “Hımmm” sesi ağzından onu onaylayan bir tarzda çıkmış ama hiçbir yorum yapmamıştı. Boyacı geri döndüğünde usulca sandalyesini çekip masaya oturdu. Kazım Usta çorbasını her zamankinden daha hızlı ve iştahla içerek “Biraz işim var hemen geliyorum.” diyerek hızla mutfağa gitti. Boyacı çorbayı sakin ve nazikçe yudumladıktan sonra Ahmet’in yüzüne hiç bakmadan, “Spor ayakkabı giyiyorsun, ama onları boyatmak istiyorsun. Emin misin?” sorusunu tane tane ve üstüne basarak sordu. Ahmet boyacının ağzından çıkan bu soru karşısında donup kaldı bir an. Ne diyeceğini bilemiyordu. Boyacı, suskunluğu yine nazikçe, ama şaşırtıcı şekilde düzgün bir Türkçe’yle, “Sanırım bana acıdınız ve bu acıma duygusunu nasıl bana hissettirmeden içeriye davet edeceğinizi bilemediğiniz için bu küçük yalanı söylediniz,” diyerek bozdu. Ahmet adeta yer yarılmış da yerin dibine girmişti sanki. Doğulu görüntüsü ile Türkçesi arasındaki tezatlığa mı yoksa kendi davranışının ve ayakkabı boyatma yalanının açığa çıkmasına mı şaşırmalıydı, bilemiyordu. Elinde sıkıntıyla çevirip durduğu kaşığı bir süre sonra çorba kasesinin içine bıraktı. Konuşması gerekiyordu, ama ne demeliydi? Adamın yüzüne baktığında kelimeler de arka arkaya kendiliğinden dizilmişti sanki: “Acımak duygusu abartılı olabilir, daha doğru ifadeyle bu yapmam gereken bir şeydi. Vicdanım acımayı değil doğru olanı yapmayı tercih eder.” Boyacı kendisine gözlerini dikmiş bu yüze dönerek, “Haklısınız. Sanırım benimki vaziyetimden çıkardığım bir hüsnü kuruntuydu. Teklifiniz için çok teşekkür ediyorum. Cevabınız gibi siz de çok naziksiniz,” dedi. Ahmet bu zarafet yüklü cevaba sadece rica etmekle yetinmiş, ama boyacının insanı içine çeken gizeminden kurtulamamıştı. Bir süre sonra, boyacının ellerine kaydı gözleri. Elleri düzgün ve pürüzsüzdü. Kaşığı tutuşu, çorbayı karıştırışı, ekmeği bölmesi… Adamın her hareketinde zarafet gözlemliyordu Ahmet. Ancak içinden de, “Abartıyorum galiba, adamdan bir gizem ve bu gizeme uygun bir davranışlar bütünü oluşturuyorum kafamda.” diye düşünüyordu elinde olmadan. Karşısında oturan bu adama karşı içinde oluşan merakı yenmeye çalışıyordu; ama nafile bir çabaydı bu. Beyninde, karşısındaki insanın kendisini içine çeken sıcaklığını silemiyordu bir türlü; ancak soru sormaktan da çekiniyordu işte. Çünkü adamın dikkatli ve gözleme dayanan cevapları kendisini nereye götürecek bilemiyordu. Fakat yine de bu gizemi çözeMavi Öyküler -

76


cek tek şey vardı, o da soru sormaktı. “Sizi ilk defa görüyorum burada. Çok düzgün bir Türkçeniz ve yıpranmamış elleriniz var. Sanırım bu işi daha önce yapmıyordunuz. Yanılıyor muyum?” Boyacı gözlerini camdan dışarıya dikerek, “Dışarıda yağmur hiç dinmeyecek gibi,” dedi Ahmet’in yüzüne bakarak. Sonra da devam etti: “Evet daha önce boyacılık yapmıyordum. Hatta daha önce elime hiç boya değmedi. Mecburiyetten bir iki duvar boyamışlığım vardır; ama hepsi o kadar.” “Asıl mesleğinizi söylemediniz ama.” “Eski bir katilim.” Ahmet bu cevap karşında buz kesti sanki. Şaşkınlıkla “Ama nasıl olur, yani nasıl olur?” dedi kekeleyerek. Boyacı yüzündeki tebessümü koruyarak devam etti: “Bu hayat herkese bir yol çizer. Çizdiği yol her zaman sürprizlerle doludur. Hayattan hep iyi şeyler bekleriz. Oysa hayat o kadar cömert değildir. Her şey çok yolunda giderken bir anda kendini hayatın sana ördüğü kötü bir ağda bulabilirsin. Çırpındıkça lanet okursun sonra. Lanet okudukça da hayat seni cezalandırır. Bu onun ödeşme yöntemidir. Hayatın sana sunduğu iyi şeyleri kabul ettiğin gibi kötü şeyleri de kabul etmek zorundasındır. Bu kabul acıyı hafifletir. Hayatın birinci ve acı dersidir bu. Ben bu dersi almayı reddettim ve onunla bir savaşa girdim. Aslında savaşı baştan kaybetmiştim; ama asla bunu kabul etmek istemedim. Ben istemedikçe acılarım çoğaldı. Bir süre sonra elimdeki her şeyi kaybettim. Kaybettikçe de acılarım büyüdü. Öfkelendim. Hırslandım. Onun gibi kötü oldum. Onun gibi acımasız oldum. Onun gibi affetmedim. Öfkem büyüdükçe hayatın karşında aslında hiçbir şey olmadığımı anlayamadım. İşte bu savaşın sonunda hayat beni katil olmakla cezalandırdı. Bedelini ödedim ve boyacılık yaparak insanların önünde diz çöküyor ve onların ayaklarının seviyesine iniyorum artık.” Ahmet dili tutulmuş gibi susuyordu. Şaşkındı. Karşısındaki insan bugün yolda düşündüğü şeyi yani hayatın ödeşme olduğuna dair düşündüklerinin canlı bir örneğiydi. Birden aklına gelen ikinci şeyi hızla sordu: “Ya yüzünüzdeki tebessüm? Anlattıklarınızın tam tersi gibi duruyor.” Boyacı dışarıyı gözleriyle işaret edip, “Yağmur hiç dinmeyecek gibi değil mi? Adeta coşmuş. Yağdıkça yağıyor. Her şeyi içine atan insan gibi… Hani dokunsan ağlayacak gibi oluruz ya… Ve birisi dokundu77

- Mavi Öyküler


ğunda boşalırız, kendimizi tutamayız. Ağladıkça ağlamalarımız çoğalır ya… Bulutlar ve insanlar birbirine çok benzer Ahmet,” dedi. İlk defa ona ismiyle hitap etmişti. Bu Ahmet’in gözünden kaçmadı. Oysa kendisi onun ismini bilmiyordu. Daha da ötesi adam bugün bulutlar için düşündüklerini ifade ediyordu. Bu kadarı fazlaydı artık. Bu kadar olamazdı. İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyordu. Ahmet’in sessizliğini araya giren Kazım Usta bozdu. “Ahmedim geç kaldım, ama sanırım yeni arkadaşın beni aratmadı ve maalesef ben malzeme almaya çıkacağım. Bu yeni aldığım çocuk söylediğim her şeyi yarım yapıyor. Yarına malzemeler eksik beni affet. Dükkân sana emanet hadi kal sağlıcakla.” diyerek elinde siyah dev şemsiyesiyle kendini sokağa attı. Bu yağmurda hiç kimsenin çorba içmek için dükkâna uğramayacağını biliyordu Ahmet. Dükkânın içinde boyacı, kendisi ve yeni eleman baş başa kalmışlardı. Yağmurun şiddeti bir an için azalıyor sonra gök gürlemeleri eşliğinde yeniden başlıyordu. Boyacı dışarıdaki yağmura gözlerini dikmiş öylece düşünüyordu. Şimdi dirseklerini dayadığı masa kadar sert görünüyordu. Boyacı Ahmet’in kendisini sanki izlediğini fark etmiş gibi kafasını ona doğru çevirerek “Yağmur hiç dinmeyecek gibi değil mi?” sorusunu yeniden sordu. Ahmet boyacının sürekli tekrar ettiği bu sorunun bir anlamı olduğunu düşünmeye başlamıştı. “Neden hep yağmurun dinip dinmeyeceğini soruyorsunuz?” dediğinde ise, boyacının ilk defa yüz ifadesinin değiştiğini ve yüzündeki tebessümün yerini yakalanmış olmanın kaygısına bıraktığını gördü. Boyacı ilk defa gözlerini kaçırmış ve dirseklerini masadan indirerek ellerini masanın altına koymuştu. Adeta küçülmüştü boyacı… Dev gibi adamı bu soru ellerinden kelepçelemiş gibiydi. Ahmet adamın bu ruh halinin bir soruyla nasıl bir anda değiştiğine inanamıyordu. Adamı düştüğü bu ruh halinden çıkarmak için de hemen konuyu değiştirdi ve “Bir çay daha içeriz değil mi?” diyerek tezgâhta sıkıntıdan patlayan çocuğa iki çay getirmesini rica etti. Boyacı çayı duyunca elini cebine atıp sigarasını çıkardı ve Ahmet’e tuttu. Ahmet kullanmadığını söyleyerek nazikçe reddetti. Boyacı sigarasından bir iki nefes çektikten sonra yeniden eski haline döndü. Çocuk çayları masaya koyduğunda boyacı iyice neşelenmişti. Adamın neşelendiğini gören Ahmet de neşelenmiş tıpkı boyacı gibi yüzüne bir tebessüm yerleştirmişti. Sorulara devam edip etmemesi gerektiğini bilmiyordu. Belki de adamın hayatını sorularla deşerek ona geçmişi hatırlatıyor ve adamın acı çekmesine neden oluyordu. Bu düşünce onu soru sormaktan vazgeçirdi; fakat kafasından adamın nasıl katil olduğu Mavi Öyküler -

78


sorusunu bir türlü atamıyordu. Boyacı Ahmet’in kafasından geçen şeyi sanki okumuş gibi, “Biliyorum çok soru sormak istiyorsun; ama sormaktan çekiniyorsun. Ben sorularından, sen soruyu sormaktan korkuyorsun. Yani ikimiz de korkuyoruz. Sen sorularının beni incitmesinden, ben ise sorularına vereceğim cevapların seni üzmesinden korkuyorum. Yani korkuyoruz. Korku insanı nasıl susturuyor değil mi? Dönüp dolaşıp her şey korkuya geliyor. Korku insanı rezilce, cesaret ise erken öldürür Ahmet. Benim korkularım cesaretimi büyütüyordu. Cesaretim ve korkaklığım beni hem rezilce hem de erken öldürdü. Bundan tam yirmi yıl önce her genç gibi ben de hayatın içine akıyordum. Hiç zaman maddi sıkıntı çekmedim. Üst düzey memur bir ailenin tek çocuğu olarak her türlü imkâna sahiptim. Şımarıktım.Ukalaydım. Kendime inanılmaz güveniyordum. Her genç gibi heyecanlıydım. Her genç gibi biraz serseriydim. Her genç gibi biraz âşık, biraz asi, biraz melankoliktim ve her gencin içinde taşıdığı bir küçük nokta kadar katildim. Bir örümceği, bir karıncayı ezmek duygusu kadardı içimdeki katil. Kimisi kuşları öldürür sapanla, kimisi köpekleri, kedileri, kimisi tilki avına çıkar, kimisi keklik. İçimizdeki nokta kadar katilin yaptığı işlerdir bunlar. Bunları yaparken hiç sorgulama gereği duymayız. Doğanın kanunu der geçeriz. Doğanın kanununun, ölmek ve öldürmekten ibaret olduğunu keşfettiğimizden, bugün hep öldürüyoruz bir şeyleri. Savaşlara sürülüyoruz. Elimizde ölüm makineleri ne kadar çok öldürürsek o kadar çabuk kazanacağımıza tam inançla parçalıyoruz karşı bedenleri. Adı savaş olduğu için öldüren asker katil olmuyor. Hatta madalyalar takılıyor. Tıpkı keklik avına çıkanların, tıpkı tilki avına çıkanların, tıpkı serçe avlayanların birbirine hava atması gibidir bu. İçimizdeki nokta kadar olan katil bir anda kocaman bir canavara dönüşür. Öldürmekten aldığımız zevk adım adım bizi içine çeker ve “can” denen şey önemsizleşir. Maganda kurşunu olur. Kurşunu sıkan hiç tanımadığı birini öldürdüğü için üzülmez, kendi canı ondan daha kıymetlidir çünkü. Cezaevinden nasıl çıkacağının yollarını arar önce, vicdanını nasıl temizleyeceğinin değil. Biliyorum uzattıkça uzatıyorum Ahmet, ama içimizde taşıdığımız nokta kadar katili anlamadan benim hikâyem açıklanamaz. Bir cinnet hali diye işlediğimiz cinayetlerin temelidir ezdiğimiz karınca, öldürdüğümüz örümcek, güvercin…Ve işte hayat bu duyguların ödeşmesini sana kat be kat ödetir. Bir güvercini öldürdüğünde attığın sevinç narası ile bir insanı öldürdüğünde saklanacak delik aradığın yerdedir hayatın ödeşmesi. Her iki durumda da göğüs kafesinin içinde heyecan ve korkuyla atan yüreğin ta kendisidir hayat… 79

- Mavi Öyküler


“Güzel geçen gençlik yıllarımın bir anda kâbusa dönüşeceğini ve beni sevdiklerimden, dostlarımdan, ailemden, eşimden ayıracağını asla, ama asla bilemezdim. Benim hikâyem yaşanmış binlerce hikâyeden farksızdır Ahmet. Hayattan ders almayanlara karşı hayatın cezalandırmasının bir örneğidir sadece. Hoyratça harcadığım hayatımın elimden yine hoyratça alınışının örneği. Elimden kayıp gittiğinde, parçalandığında sahip olduğum her şey gibi ben de yok oldum. Parlak bir hayatın örselenmiş onuru gibi çiğnedim elimde olanları.” Boyacı ikinci sigarasını yakarken iyice efkarlanmıştı. Fakat bu duygularını bastırması gerekiyordu, bunun için yüzüne yeniden bir tebessüm yerleştirerek, “Sen korktun sormadın, ama ben eğer senin korktuğun ancak bana sormadığın soruları cevaplamazsam sana kötülük yapmış olacağımı düşünüyorum. Bu yüzden elimden geldiğince çok derinlere inmeden özetlemeye çalışıyorum hayatımı. Dediğim gibi yaşanmış binlerce hikâyeden farksızdır aslında benim hikâyem,” dedi Ahmet’i daha fazla kaygılandırmamaya çalışarak. Ahmet, anlatımına ara verip açıklama yapan boyacıya “Bir çay daha ister misin?” diye sordu. Boyacı onaylar bir şekilde başını önüne eğince, çocuğa çayları tazelemesini söyleyerek yeniden boyacıya döndü. O anlattıkça Ahmet heyecanlanıyor, devamını duymak için sabırsızlanıyordu. “Üniversiteyi bitirdikten sonra sevdiğim kadınla evlendim. Onu gerçekten çok sevmiştim. Rüyalarımı süslerdi. Onsuz bir yaşam düşünemezdim. Evlendikten kısa bir süre sonra önce babamı, sonra annemi kaybettim. Onlar üst üste öldüğünde aslında sevinmiştim. Sevinmiştim; çünkü birbirlerini ölünceye kadar sevmiş iki insan aynı yerde kısa sürede buluştular. En büyük istekleri benim evlenmemdi onu da gördüler. İlk çocuğumuz dünyaya geldiğinde benden daha mutlu kimse yoktur diye düşünmüştüm. Ailemden kalan mirası kumara devrettim. Nasıl oldu bilmiyorum. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Yaşadığım mutluluğu oyun kâğıtlarına teslim etmek ne büyük bir bencillikti. Evet bencildim. Sadece kendimi düşünüyordum. Kendimi düşündükçe mutluluklarım tükeniyordu. Evin yolu hep gözümde büyürdü. Günlerce eve gitmediğim olurdu. Her kaybettiğimde kendime bir daha oynamayacağıma dair sözler verir, her defasında kendi verdiğim sözlere ihanet ederdim. Eğer kendine bir kere ihanet edersen hep edersin Ahmet. İhanet insanın içindeki şeytandır. Verdiğim sözlere her ihanet edişimde değerlerimi kaybettim. Değerlerim yok oldukça insanlığım da yok oldu. Arsızlaştım…” Mavi Öyküler -

80


Sustu boyacı yeniden. Derin bir iç çekti ve Ahmet’e “Yağmur hiç dinmeyecek gibi, değil mi?” sorusunu yeniden sordu. Sonra da kendi sorusunu yine kendisi cevapladı: “Diner yağmur, ama insanın içindeki yağmur dinmez Ahmet. Yine yağmurlu bir gündü. Kaybetmiştim yine. Yine ezik ve yine kendime sözler vererek çıkmıştım kumarhaneden. Yine ihanetler içindeydim. Çocuğumu özlemiştim; her kaybedişim ardından özlediğim gibi. Karımı özlemiştim; her kaybedişimin ardından özlediğim gibi. Onlar benim sığındığım tek sevgi limanıydı. Ama liman batıyordu. Sevgi limanım çürüyordu. Çökecekti sevgi limanım, biliyordum ve ben altında kalacaktım kendi ellerimle yıktığım bu enkazın. Limanımın yok oluşunu seyrediyordum. Ancak yine de dönüp dolaşıp çürüttüğüm limana sığınıyordum. Karım her defasında çürüyen limanı tamir etmek için direniyordu. Beni sarıp sarmalıyor, bana değer veriyor fakat o bana değer verdikçe, ben kendimden nefret ediyordum. Her şeyin sebebini hayata yüklüyordum. Hayat bana gülmüyordu. Hayat lanetleri üstümdeydi. Hayattan nefret ediyordum. Ben iyiydim, hayat kötüydü; ben gururluydum, hayat gurursuzdu; ben sevgi doluydum, hayat sevgisizdi. Tüm bu bahtsızlığımın anasıydı hayat. Küfrediyordum bağıra bağıra ona. Yağmur yağıyordu. Ben kaybetmiştim. O esnada sokağın köşesinden yaşlı bir adam çıktı ve bana ‘Bu saatte böyle bağırma oğlum insanlar uyuyor’ dedi. Yağmur yağıyordu. Adamı tutup yakasından ittim var gücümle. Yağmur hızlanmıştı. Adam yere düştü kafasını kaldırıma çarparak. Öylece kaldı. Yağmur yağıyordu ve ayağımın önünde küçük bir kanlı su birikintisi çoğalıyordu. Korktum; hem de çok korktum. Adamı öldü sandım. Kollarından tutup sürükledim bir köşeye. Bir inşaatın önündeki kum birikintisine bıraktım. Yağmur yağıyordu deli gibi. Delirmiştim. Nerden buldum küreği ve nasıl aklıma geldi bilmiyorum. O toprağın altına gömdüm adamı ve kaçmaya başladım. Kaçtım, kaçtım, kaçtımmmm!.. Bir yerde bir kaldırıma yığıldım. Yaşlı bir adam gelip önümde durdu. Elinde şemsiyesi vardı. Yüzüme baktı uzun uzun. ‘Yağmur hiç dinmeyecek değil mi?’ dedi.” Ahmet boyacının gözlerinden akan yaşı gördüğünde içinden, “İçindeki gözyaşı hiç dinmeyecek galiba” diye geçirdi. İçi daralmıştı Ahmet’in. Boyacı ise susmuştu. Gözlerinden akan yaşın hiç farkında değil gibiydi. Boyacının gözyaşları hızlanmaya başlamıştı. Ahmet hiçbir şey diyemiyordu. Öylece bakıyordu boyacıya… Boyacı “O kaldırımda ne kadar oturdum ve yaşlı adamın bana sorduğu o soruyu kendi kendime kaç defa tekrarladım bilmiyorum. Polisler gelip beni bulduğunda hâlâ yağmur yağıyordu. Karakolda ölen yaşlı adamın yakınlarının bedduaları duyuluyordu. Katil bendim. Katiller 81

- Mavi Öyküler


beddualıydı demek ki ben beddualıydım… “Hayat beni katil yaptı diyordum. Suçlu yine hayattı benim için. Ben onu suçladıkça o da benden nefret ediyor, nefret ettikçe de acılarım çoğalıyordu. Ben adamı itip ölümüne sebep olduğumu düşünürken, adamın ölmediğini. Adamı toprağın altına gömdüğümde hâlâ yaşıyor olduğunu karakolda öğrendiğimde ise bunu, hayatın bana oynadığı ikinci bir oyun gibi düşünmüş ve içimde binlerce kez ölmüştüm.” Boyacı, hikayesinin sonuna geldiğinde dışarıdaki yağmur sanki bunu bekliyormuş gibi duruldu bir anda. Dışarıdaki yağmur yerini boyacının içindeki yağmura bırakmıştı şimdi: “Oğlum ve karımı bir daha hiç görmedim. Nerdeler, ne oldu onlara hiç bilmiyorum. Hiç ziyaretime gelmediler. Onlar için hep Allah’a ve hayata yalvardım. Yıllar sonra çıktığımda önümde gördüğün bu boya sandığını aldım ve insanların ayaklarına eğilerek, ölmeyi beceremeyen bir insan olarak bir umutla dolaştım durdum.” Dışarıda yağmur dinmiş, güneş ışıkları bulutların arasından süzülmüş, ortalık yeniden aydınlanmıştı. Boyacının gözlerinden ise yaşlar akmaya devam ediyordu. Bir süre sonra kafasını kaldırdı, gözyaşlarını elleriyle silerek camdan dışarıya baktı. “Gitme vakti geldi.” derken yine yüzüne Ahmet’in ilk gördüğü andaki tebessümü yerleştirdi. Ahmet boyacının anlattıklarının ağırlığını bütün bedeninde hissediyordu sanki. Ondan önce masadan kalktı. Onu yolcu edip kendisi de eve gitmek istiyordu. Söyleyebilecek hiçbir sözü yoktu. Kapıya geldiklerinde birden durdu Ahmet, dükkâna gelirken uğradığı sokak çocuklarını hatırlayarak ustanın yardımcısına “Oradan bana bir ekmek sar, bizim sokak çocuklarına söz verdim. Unutursam küserler bana” dedi. “Parasını ben vereyim Ahmet ve evime içimde bir huzurla gideyim” diyerek bozuklukları masaya bıraktı boyacı ve hızlı adımlarla Ahmet’le vedalaşmadan uzaklaştı. Ahmet daha bir şey söylemeye vakit bulamadan arkasını döndüğünde, boyacı çoktan caddenin köşesini dönmüştü. Bu adama karşı derin bir saygı oluşmuştu Ahmet’in içinde. Yoksa acımış mıydı adama, bilemiyordu. Ama ne olursa olsun boyacı iyi bir insandı. Yaptığı hatanın bedelini çok ama çok ağır ödemişti. Ancak insanların önünde eğilmek için boyacılık yapıyor olması onun içini burkmuştu. Elindeki kâğıda sarılı sıcak pideyi koltuğunun altına alarak hızla dükkândan uzaklaşırken, boyacının adını hâlâ bilmediğini fark etti. Adını bile soramamıştı adama. Ama onu asla unutmayacaktı. Bir daha dükkâna gelmeyeceğini, bir daha oralara uğramayacağını seziyordu bir yandan da. Çünkü hayat ona ödediği bedel karşısında Mavi Öyküler -

82


aslında gururunu ve kaybettiği değerlerini geri vermişti, bunu adamın her halinden anlamıştı. Bindiği dolmuştan sokağın başında inerek hızlı adımlarla evin sokağına girdi. İlerde yıkık evin basamaklarında sokak çocuklarını ve en uzunları olan Kara Hasan’ı seçebiliyordu uzaktan. Kara Hasan onu geç fark etmiş, ayağa kalkmaya çalışmış, ama bu kez başaramamıştı. Ahmet koltuğunun altına sıkıştırdığı kesekâğıdına sarılı pideyi Kara Hasan’a uzatarak, “Ekmek sıcak çocuklar soğutmadan yiyin” sözlerini sıcak bir talimatla söyledi. Kara Hasan “Sağolasın ağabey sevaba girdin vallaaa” diyerek ekmekten koparıp bir parçasını önce Ahmet’e uzattı, sonra ise çocuklara pay etti. Ahmet uzatılan ekmeği Hasan’ın kirli ellerinden aldı ve ısırdı. Sonra da Hasan’a, “Senin bir evin, kimin kimsen yok mu? Bana doğruyu söyle,” dedi. Hasan, “Varmış ağabey varmış. Babam ben küçükken katil olmuş cezaevine girmiş. Annem hastalıktan ölmüş. Benim hikâyemin özü özeti bu ağabey,” dedi çok doğal bir şeyi anlatırmış gibi.

Hasan’ın bu sözleri bir anda Ahmet’in kafasında dank etti. Çünkü boyacının anlattığı hikâye bir anda gözlerinde canlanmıştı. Devamını duymak istemiyordu artık. Gözlerinin dolduğunu hissettiğinde Kara Hasan’ın başını okşayarak hiçbir şey söylemeden yanlarından uzaklaştı. Arkasından Hasan’ın neşeli sesi geliyordu. Dönüp tekrar baktı Ahmet. Kara Hasan’ın yüzünde boyacının tebessümünü gördü.

p

“KAÇIYOR GİBİYDİ AMA ACELESİ YOKTU” “Mıhçı Sokak” | Zafer Yalçınpınar Varlığının tüm ağırlığını ve bilincini yüklenmiş olarak, Mıhçı Sokak’ın karşısında dikilmiş, nedensiz bir tedirginlikle duruyordu şimdi. Dünyanın sesleri, yetişmeleri, hesaplamaları, hırslanmaları, ayrımları, süreçleri, iş tanımları, işbirlikleri, yeryüzünün körü körüne kabullendiği tüm bu hoyratlık; yani kendisini buraya kadar taşıyan, ulaştıran ve şu an arkasında kalan her şey, herkes daha da hızlı bir şekilde deviniyor, vızıldıyor, bazıları sokağın girişine -onun bulunduğu- yere kadar gelmeye cesaret ediyor ancak sırtına teğet geçip kendi mecralarına doğru geri kaçışıyorlardı. Artık, belirgin bir karşıtlığın varlığından hiç şüphe83

- Mavi Öyküler


lenmeden, bir yerlere ait ya da dahil olmaktan çok daha sarsıcı, daha yoksun bir araf duygusunun içinde, bekliyordu. Sonra birden yağmur başladı. Arkasındaki dünyanın koşuşması daha da hızlandı, herkes bir yerlere sığınmaya çalışıyordu. Bu kaçışma eyleminden taşan biri, elindeki şemsiyesiyle birlikte Mıhçı Sokak’ın girişine, onun yanına kadar geldi. Bir süre sokağı süzdü ama sonra vazgeçip geri döndü; daha güvenilir bir yerlere yöneldi. Çok geçmeden, yağmur son hızına ulaştığında, arkasında kalan o övünç dolu dünya terk edilmişçesine ıssızlaştı. Böylece, geceye dönmek üzere olan bir akşam vakti, koyu ıssızlıkları arkasında bırakarak Mıhçı Sokak’a ilk adımını attı. Uzun süre bir şeyler yapmadan durmanın, beklemiş olmanın verdiği yorgunluğu üzerinde hissediyordu. Bir apartmanın girişine doğru yürüdü, dış kapıdaki ufak boşluğa sığındı. Çantasına sarılıp yağmurun müziğiyle birlikte uykuya daldığında, Mıhçı Sokak sakinleri perdelerin arkasından yavaş yavaş geri çekildiler. Sonra yağmur birden bire durdu. Müziğin kesildiğini hissedip uyanır gibi oldu ama uyku yanından ayırmayacaktı onu. Çünkü buna ihtiyacı vardı. Uyandığında karşısına dikilmiş, kendisini izleyen küçük bir topluluk gördü. Aralarında çocuklar da vardı. Sabah olmuştu. Toparlandı, kucağındaki çantasını bir kenara bıraktı, ayağa kalktı. Orta yaşlı bir erkek topluluktan ayrılıp yanına geldi. Diğerleri dağıldılar, apartmanlarına geri döndüler. Orta yaşlı erkek: “Bana Mıhçı derler, taşı yüzüğe mıhlarım.” dedi. Cebinden bir simit çıkardı ve uzattı. Elleri yıpranmıştı ama biçimsiz değildi. Yüzü korkutucuydu ama çirkin değildi. Mıhçının uzattığı simidi ses çıkarmadan aldı, bir parça koparıp yemeye başladı. Mıhçı, konuşmasına devam ediyordu: “Yollarda yürüdün, önündeki dikenleri aştın ve bir sürüyü arkanda bırakıp buraya kadar geldin.” dedi. “Burada, bu sokakta, göz gözü görür. Ama, gene de, yalnızsın. Bunu bilesin…” diye ekledi, yeni gelenin yanından çarçabuk ayrıldı. Kaçıyor gibiydi ama acelesi yoktu. Mıhçı’nın söylediğinin yükünü sırtlanması gerekiyordu. Ancak, her yerde baştan söylenen, peşin peşin vurgulanan, üzerinde anlaşılan bu mesafeyi, suskuyu belki de tavrı sokağa girdiği andan itibaren umursaMavi Öyküler -

84


maz olmuştu. Kaldırımın kenarına oturdu ve mıhçının verdiği simidi yavaş yavaş bitirdi. Bir süre etrafına bakındı; perdeleri, apartmanları, kapıları süzdü. Sonra çantasından defterini ve kalemini çıkardı. Defterdeki yazılı sayfaları tuttu, birkaç saniye durakladıktan sonra kopardı, kaldırımın kenarına bıraktı. Bir süre önündeki boş ve uysal sayfaya baktı, ne yazacağını düşündü. Ardından silkelendi: “Bu, ilk gün... Yazıyı sayfaya mıhlamaya başladım.” diye yazdı.

Mıhçı Sokak sakinleri, bir kez daha, perdelerin arkasından yavaş yavaş geri çekildiler.

p

“İMKÂNSIZLARI ELEDİĞİMDE GERİYE DÜŞLERİMDEN BAŞKA BİR ŞEY KALMADI...” “Komiser Şefik” - Hakan İşcen Küt! “Ah, çarptım galiba…” Uzayıp giden kuyrukta, öndeki arabadan inen, dallı budaklı koca bir ağaç görünümündeki genç adam, önce hışımla arka tamponuna eğilip hasarını kolaçan ettikten sonra, sağ elini ona doğru sallayarak sertçe çıkıştı : “Uyuyor musun!” “Özür dilerim evladım… Dalmışım… Bir şey yok ya?” İri ağaç gövdesi, arabasına dönerken onun bu günah çıkarmasına aldırmayarak yüksek sesle söylendi. “Bu yaşta ehliyetleri toplamalılar! Hatta refakatçisiz salmamalı sizi sokağa!” Keşke Şefik yanında olsaydı; onun ağzının payını hemen verirdi; ama nerde… Tampon tampona düşük bir hızla ilerledikleri için ucuz atlatmıştı. Belki de adam haklıydı; artık hiç araba kullanmamalı, gözlerine de bacakları gibi fazla güvenmemeliydi. Otobandaki kırmızı ışık seli yavaş yavaş akıyordu. Arabanın silecekleri iç parçalayıcı sesler çıkararak savruluyordu sağa sola. Yan arabadaki adamla göz göze geldiğinde kendine acıyarak baktığını hissetti. Ne zaman kesildiğini bilemediği 85

- Mavi Öyküler


bir yağmuru camından boş yere kovmaya çabalıyordu. Hemen direksiyonun yanındaki küçük kola dokundu; ses kesildi. Bu böyle devam edemezdi. Bir şeyler yapmalıydı! Artık her şeye razıydı; yeter ki bu paslı kilit açılsın!.. Daha önce de olmuştu. Ama bu kez hem uzun sürmüş, hem de başka bir şey düşünemez, gündelik işlerini bile yapamaz duruma gelmişti. Şu emniyet şeridinden tam gaz gidenlere ne demeli? Onun gibileri, artık bir ayağı çukurda mezbaha kapısındaki koyun olarak görüyor olmalılar; hakkını aramaktan âciz, üretkenlikleri, cesaretleri burulmuş safralar topluluğu! Bazen bu memlekette yaşamak gerçekten bir sıkıntı diye iç geçirdi. Ama şu an, asıl önemli olan, kendi içindeki sıkıntıydı! Bu düğümü, tek darbede çözecek keskin bir kılıca ihtiyacı vardı. Belki de teslim olmalıydı?... Kendini son günlerde fazlasıyla yorgun hissediyordu. Geçmişinde mesleğinde ne kadar başarılı olduğunu zaten yeterince ispatlamıştı. Hem sonra, verilen o ödüller... Bunun kanıtı değil miydi?.. Alkışlar arasında alırken ne kadar belli etmemeye çalışsa da, içini köpürten o ucuz metal döküntüler, belki de şimdi ayak bağı oluyordu… Belki de, yolunun üstüne aşılmaz bir engel olarak dikildikleri için, bu kilitlenmişliğinin gerçek nedeni onlardı. Bunca zaman gururunun çöplendiği bu anıları, şimdi bir hurda yığını gibi nasıl çöpe dökebilirdi ki?.. Yağmur ne zaman başlamış, yine fark edememişti. Ön camdan süzülen damlalar, dış dünyayı buğulu bir perdenin ardına ötelemiş, onu korumaya almıştı. Keşke hep böyle kalsaydı; hiç görünmeseydi… Varlığından bihaber yaşasaydı herkes; kimse ondan bir şey istemese, kasım ayına kadar yetiştirmeye zorunlu olmasaydı bu kitabı. Önünde ne kadar kırmızı ışık varsa, arkasında da o kadar sarı ışık vardı. İki renkli bir nehrin tam ortasındaydı... Sadece kendi rengini göremiyordu. Bu ışık zincirinde renksiz, silik bir Milattı… Son işi, bu bezgin nehri, sarıdan kırmızıya dönüştürmek olan, mucize yetisini yitirmiş emekli bir peygamber… Oysa, eskiden her şey ne kadar kolaydı; böyle sıkıntıları asla olmazdı. Şimdi, zamanın giyotin sarkacı altında kendini kurban gibi hisseden bu adam, bir zamanlar, kuran, yaratan, zihinlere hükmeden bir efendiydi. İstediği zaman yatar, istediği zaman üretirdi. Kendine özgü kurmaca âlemini zenginleştirmek adına doğru dürüst okumaz, araştırmaz, sadece kendine âşık ettiği o kriminolog sevgilisiyle ara sıra yemeğe çıkardı. Buna karşılık basılan onca aşk romanı arasında polisiye yazarak en çok satanlar arasına her zaman girerdi. Mavi Öyküler -

86


Yaşı ilerledikçe kitaplarının baskı adetleri azalmaya başlamıştı.’Yazınsal Kudret’ denen şey de, bedensel hasletler gibi yaşlandıkça yitiriliyor muydu yoksa? Öyle olmasa bile, zamanla, cılız bir üne, buruk bir vefaya dönüştüğü kuşkusuzdu. *** Arabayı evin önüne, her zamanki yerine park etti. Sokağa çınar yapraklarından ıslak, sarı bir halı serilmişti. Boris, havlamaya başladı. Son aylarda belki de onunla bıyık altından alay etmeyen, arkasından dedikodu yapmayan yegâne dostu o kalmıştı. Boynu ağrıyordu; ama bir saat önce yaptığı o küçük kazayla ilgisi olamazdı. Kireçlenme tabii! Beli de yine zorlamaya başladığından bastonuna dayanarak ağır ağır ilerledi. Anahtar delikte döndü; kapı açıldı. Ama yuvasından çıkarmaya çalışırken elini kapının çelik kasasına çarptı. Çok canı yanmıştı; sol elinin derisi yüzülmüştü. Eli, sol eli, her şeyi idi. Bir zamanlar… Şimdi yaraları bile ne kadar geç kapanıyordu… Neyse ki, evin sarıp sarmalayan o bilindik kokusu sızıyı da dindirmişti. Dışarıdaki hışırtıdan yağmurun yeniden başladığını anladı. Çalışma odasına girmek, mezara kapanmak istemiyordu. Bir zamanlar yatağından çok daha fazla zaman ayırdığı o ceviz çalışma masası, şimdi musalla taşı gibiydi: ürpertici ve soğuk! Salondaki ikili koltuğa uzanmayı yeğledi. Televizyonu açtı. Balkanlardan gelen soğuk ve yağmurlu hava hafta sonuna kadar etkisini sürdürecekti. Avustralya’da yaşlı balinalar toplu halde kıyıya vurmuştu. Özellikle çocuklar, kumsalda zincir yapmış, kovalarla su taşıyarak, ıslak bezlerle üzerlerini örtüyor, onları yaşatmaya çabalıyorlardı. Editör bugün ne demişti: Aralık ayına kadar bitiremezse önümüzdeki senenin yayın portföyünden kaldırılıyordu. Bu değildi önemli olan; eskiden karşısında el pençe divan duran o adamın küstah tutumu, çok daha fazla rencide etmişti. Üstat güzel söylemişti; ‘Yazmasam deli olacaktım…’ diye. Ama delirdiği için yazamayanlara açıklık getirmemişti. Gerçekten bunuyor muydu acaba? Kalktı; lavaboda bol suyla yüzünü yıkadı. Bilinç-Bilinçaltı akışının kırmızı-mavi muslukları esrarengiz bir el tarafından sımsıkı kapanmıştı. Aynadaki adam da dünden daha yaşlıydı. Bakışlarındaki umutsuzluktan bıkmıştı; zorunlu olmadıkça onunla asla yüz yüze gelmemeliydi. Olup olmadık yerde aklına düşen, defterine not ettiği tüm çağrışımlarını yitirmişti artık. Oysa, bildiği her şeyi denemişti. Masaya oturmadan önce Bertrand Russell gibi uzun yürüyüşlere çıkmış, Hemingway gibi ayakta yazmaya çabalamıştı. Bo87

- Mavi Öyküler


şuna!.. Voltaire’in yaptığına ise artık cesaret edemezdi; sevgilinin çıplak sırtını, yazı masası olarak kullanmak için, yaşı oldukça ilerlemişti. Göğsündeki sıkıntının tek nedeni olan bu kitabı, iki ay içinde teslim etmeliydi. Herkese hâlâ ölmediğini göstermek için bu son şansıydı. Verandaya çıkıp derin nefes aldı. Toprağın nemli, serin kokusunu ciğerlerine çekti. Kendi eliyle diktiği ortancalar neredeyse göğüs seviyesine çıkmıştı. Boris’in yağmura rağmen, eskisi gibi yürüyüşe çıkacaklarını sanarak paçalarından çekiştirmesi, balinalarla başlayan zincirleme tetiklemenin son halkasıydı. Derinlerde bir yerde unutmaya yüz tuttuğu o erinç kımıltısı, belli belirsiz de olsa kendini hissettirmişti. Heyecanlandı; vakit geçirmeden üstüne gitmeli, zihninde ne varsa sağmalıydı. Eskiden yaptığı gibi Norveç stili denizci piposunu özenle doldurup yaktı. Evin içini yine vişne aromalı, buruk tütün kokusu sardı. Boynuna asılı gözlüğü, tüylenmiş kazağının eteği ile temizledi. Kalın tabanlı kristal bardağındaki yıllanmış malt viskiden de cesaret alarak, çalışma odasının kapısını açtı. *** “Kimsin sen?” “Hıh… Tanımadın ha? Haklısın; uzun zamandır yanıma uğramadın. Ama tütün kokusunu duyunca geleceğini anladım.” “Bu yapmacık gülüş… Yoksa sen?..” “Evet, benim… Şefik! Komiser Şefik! Bu saatte çalışma masanda, dosyanın arasında benden başka kimi bulacağını zannediyordun?” “Şefik!.. Sen misin gerçekten?” “Benim Üstat, benim; yabancın değil! Öyle hayalet görmüş gibi bakma; gizlerin, düşlerin dünyasından çekip çıkardığın Şefik… Hiç yaşlanmamışım değil mi? Ee, varoluşumu sana borçlu olsam bile, yine de senin sahip olamayacağın bazı üstünlüklerim var… Mesela, zamana kafa tutmak gibi! Baba-oğlun zihninde aynı dirilikte hayat bulmak ne büyük keyif; bilemezsin… Kuşaklar boyu bahtiyarlık!” Şaşkınlığın yerini, kıskançlığın bilediği bir öfke almıştı: “Ne arıyorsun masamda? Ne karıştırıyorsun onları?” “Hâlâ, şu müzelik daktiloyu mu kullanıyorsun Allah aşkına? Yazdıklarını, çakılıp kaldığın yere kadar bir kez daha baştan okudum; maalesef sen de biliyorsun ki…” “Senin düşüncelerin sende kalsın!” “Bana ihtiyacın var Üstat! Duvara çarpmış gibi kalmışın. Şunu kabul et, işimizi kolaylaştır; yaratıcılığın da bu deri sumenin gibi aşınmış! Mavi Öyküler -

88


Eski yazdıklarının bozuk kopyasını bile çıkaramayacak kadar yaşlandın artık.” Şefik’in söyledikleri gerçekten doğru olabilir miydi? Yolun sonu böyle bir şey mi?.. Kendisinin ünlediği baş karakteri karşısında, acınacak duruma düşerek, aşağılanmak mıydı her yaşlı yazarın kaderi?.. “Kalk koltuğumdan! Elini sürme onlara!” Şefik, ayaklarını dayamış olduğu masadan indirerek, kadife yastıkla desteklenmiş derikoltuktan kalktı. Masadaki antika banker abajuru, ani bir hareketle çevirerek yazarın gözüne tuttu: “Sen de biliyorsun ki, yazdıklarından, düşündüklerinden çok daha iyisini yapabilirim. Yapabileceklerimi artık düşünemiyor; düşündüklerimi yazamıyorsun! Beni yarattın ama, yönetemiyorsun. Oysa ben, Frankeştayn değilim; korkma benden! Bana zamanında o kadar güzel bir hayat bağışladın, o denli bir devingen ruh verdin ki, belki senden daha zeki değil, ama daha yaratıcı olabilirim… Senin yazdığından çok daha güzel konuşabilir, sonuca senin düşündüğünden çok daha çabuk ulaşabilirim. Benim adıma düşünemiyorsun artık; beni senin gibi düşünmeye zorlarsan Komiser Şefik olamam ki… Bunu neden anlamıyorsun; o kâğıda tek bir sözcük koyamamanın gerçek nedeni bu! Beni özgür bırak!..” Onun bu cüretkâr sözleriyle, ona ümitsizce karşı koymaya çabalayan egosu, zihninde çarpışıyor; yankılanan ses ve düşünce haleleri, yine Komiser Şefik’i tehdit ediyordu. Bu titreşimlerden kendine özgü çevik hareketlerle sıyrılan Şefik, onun sessizliğinden güç alarak suçlamalarının şiddetini iyice arttırdı: “Artık kurgulamaya çalıştığın o basit cinayetleri çözmekten zevk alamaz hale geldim. Katiller bile işin farkında; ikimizle alay ediyor! Ortada ne dâhiyane işlenmiş cinayetler kaldı; ne de cinayet mahallinde bulacağım zekice gizlenmiş ip uçları… Katili bulmak için bana ihtiyacın yok! Bu gidişle herkes daha ilk bölümde katilin kim olduğunu benden önce anlayacak. Anlayamazlarsa, bu, okuru bilerek yanlış yönlendiren o muhteşem tuzaklarından artık eser kalmadığına göre, gözünden kaçan detaylardan olacak.” “Yeter! Defol git!” “Gidecek bir yerim olmadığını biliyorsun. İkimiz aynı gemideyiz.” Ne yapacağını kestiremiyordu. Terlemiş, göğsündeki sızı, keskinliğini iyiden iyiye arttırmıştı. Bir- iki adım sendeleyen yaşlı adam, koltuğa 89

- Mavi Öyküler


yığıldı. Şu an hayatta, Şefik’ten başka yardım isteyeceği dostu yoktu. Bağırmak istedi; sesi çıkmadı. Titreşimlerin son dalga boyları iyice kısaldı, yavaş yavaş uzaklaştı zihninin çeperinden. Komiser, beklenmeyen bir hareketle Üstadının önünde diz çöküp usulca ayaklarına kapandı; bir süre onun gibi kımıltısız kaldı. Bu haliyle, zeki ve hamarat bir polis müfettişine hiç benzemiyordu. Geçmişte yaptığı onca sorgulamanın deneyimiyle, yaşlı adamın o bitkin görünümünün altında, teslim olmak üzere olan o bakışları yakalayarak, ses kartelasından en şefkatli tonu seçti. “Sadece ben yardım edebilirim sana! Tanrılığa soyunduğun için yazarlığı unuttun!… Yine sen yaz, ama yaşadıklarımı hiç olmazsa ben anlatayım. İnan bana; senin sayende yıllardır deneyim kazandım. Ayrıca zekâmın kıvraklığını kitaplarda sayfalarca sen anlatmadın mı?... Aramızdaki sessiz iletişimi, inkâr etmeyeceksin herhalde? İpuçlarını birbirine bağlayarak ortaya koyduğum delillerle, katillere itiraf etmekten başka bir seçenek bırakmadığım o eşsiz final sahnelerinde, benim hiç katkım olmadı mı?.. O ödülleri, benim sayemde aldığını söylemiyorum tabiî. Ama ben olmasam sahip olduğun her şeye daha geç ulaşacağını, izninle belirtmek zorundayım. Yapabilirim, güven bana! Üstelik, beni öldürmek için dahi, son bir kitap yazmaya mecbursun…” Şefik, üzerindeki buruşuk pardösüyü kenara fırlatarak, gömleğinin kollarını sıvadı. Koyduğu Remy Martin’den iri bir yudum almadan önce, onun masada sahipsiz duran bardağına hafifçe dokundurdu: “Sağlığına! Ve yeni bir başlangıca! Her zaman bir umut vardır…” Ortada bir cinayet olmasa da, artık bir kurban vardı. Bu onun sahnesiydi. Kelimelerin en doğru hecesine vurgu yaparak hedefini on ikiden vurmak için, her defasında sesini kalibre ediyor, sözcüklerini özenle seçiyordu. Deliller ortadaydı; neden-sonuç ilişkilendirmesi kusursuzdu. Hâlâ eskisi gibi formunda olduğunu görüp sevindi. Yaşlı adamın, onu, oturduğu yerden hareketsiz, boş gözlerle izlemesine bakılırsa, diğerleri gibi gerçekleri itiraf etmekten başka çaresi kalmadığını artık anlamış olmalıydı. “Bırak, yardım edeyim Patron; bana kazandırdığın ünün karşılığını ödemem için bana fırsat ver. Yoksa ikimiz de çıkamayacağız bu odadan. Hem ‘Yazar-Müfettiş’ ilginç bir karakter olabilir. Sir Arthur gibi kıskançlık yapmayacaksın değil mi? Biliyorum; benim Sherlock Holmes gibi fanatik müritlerim asla olmayacak… Ne ‘Baker Caddesi, 221B’ gibi yıllarca mektup yazacakları bir adresim, ne de İsviçre Alpleri’nMavi Öyküler -

90


deki o meşhur şelale gibi yas tutacakları bir yer… Çoktan hak ettiğim halde, onun gibi, gerçekten yaşadığıma dair rivayetler de ortalıkta dolaşmayacak… Olsun! Hiç olmazsa, Holmes gibi kokainman değilim. Ayrıca Dr. Watson gibi budala bir yardımcıyı da yanıma vermediğine çok müteşekkirim.” Şefik, artık güçlükle konuşuyordu. İstediği sözcükleri bulmakta zorluk çekmeye başlamıştı. Böyle bitmemeliydi. Hele şu anda… Yaşlı adam, teslim olmuş ve ilk kez onu dinlemekten başka seçeneği kalmamışken… Bu haksızlıktı! Sokaklarda faillerin peşinden koşarak, kollarını arkaya büküp yerde kıskıvrak kelepçelediği enerjisi, aniden tükenmişti. Pelteleşen diliyle tıslayarak devam etti: “Birbirinden güzel kadınlarla tanıştım; ateşli sevgililerim oldu. Hangi külün hangi sigaradan döküldüğünü, belki Holmes kadar iyi bilemem ama, sayende onun hiç tatmadığı şeyleri tattım. İmkânsızları elediğimde geriye düşlerimden başka bir şey kalmadı… Düşlerim… Şaşırdın değil mi? Sırf bunun için bile değerdi Patron…” Ortalık ansızın karardı. Komiser Şefik’in yarım kalan son hikâyesi, yaşlı bir polisiye yazarının beynindeki sessel ve düşsel titreşimlerle birlikte bilinmeyen bir yöne uçtu. Maktulü olduğu için çözemediği tek vakanın, tüm ipuçları bu sonsuz sükûnetin içinde eridi gitti. Yazarından şanslı olarak bir başka zihinde dirilme bahtiyarlığına eriştiğinde, bu özgün anıyı hatırlamayacaktı bile.

p

91

- Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

92


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.