DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 6

Page 1


İÇERIKLER “LÜTFEN ONLARI AFFET!”

4

“EN ONURLU YENİLGİM BU OLACAK” 7 “BANA NE OLUYORDU Kİ!”

9

“AVANGARD ÇIĞLIKLARIN DEVRİMİ” 11 “KANATLARI OLAN SENSİN” 17 “BİR DAHA DEĞİŞMEMEK ÜZERE DEĞİŞMEK…” 26 “ÖLMEK, ÇÜNKÜ ZARİFTİR!..”

38

“SABAHLARA KADAR SEVİŞELİM” 43 “İNFAZ VAKTİM GELMİŞTİR” 46 “ANNE BU OTOBÜS DURSUN” 49 “BEN DE BİLİYORUM ARTIK” 56 “SIRADAKİ HASTA NEREDE?” 58 “ÇÜNKÜ BEN GÜÇLÜYDÜM” 59 “ANLAMSIZLIĞIN İÇİNDE BİR ANLAM” 64 “ZEVKİ REDDEDEN BİR BÜNYE YOK” “YARALI KUŞLAR MİSALİ”

68

73

“DOLGUN ÜCRET, SSK, YEMEK, YOL…” 79 Mavi Öyküler -

2


“KORKMA, ARTIK BENİM OLACAKSIN” 83 “ATASÖZLERİNİ PEK SEVMİYORUM” “ÖNEMSİZ BİR FİGÜRANDIM”

86

88

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“LÜTFEN ONLARI AFFET!” “Uzaylı Maviler” | Volkan Gemili Herkese, benim inandığımı düşündükleri yalanları söyledim. Yalanların gerçekleşme korkusundan korkuyordum. Ama kaçmadım bu sefer. Köşeye sıkıştırılmadım. Canımı da acıtmadılar. Nefesim de kesilmedi. Yürüdüm bütün cadde boyunca. Her zaman, yüzlerini ardına sakladıkları maskelerinin kölesiydiler. Bunun farkındaydılar ama anlamak mı istemiyorlar, yoksa anlamıyorlar mıydı? Köyün, her zamanki sabahlarından bir tanesi değildi. Bu sabah, sadece bir şeye odaklanmışlardı. Her biri, ellerinde tuttukları ve nereden geldiklerini bilmedikleri mavi yaratıkları seviyordu. Ama nasıl bir sevgi… Var olmaları dışında büyüyerek, içinde paramparça olmuş duygularının avuçlarından akıp gidişi yaratıkları besliyor ve güç veriyordu. Ben, böyle bir şey düşünmemiştim. Düşüncelerim büyüyüp gerçek olmamalıydı. Üstelik böyle bir yalan söylediğimi hatırlamıyordum. Düşüncelerim ve yalanlarım o kadar çoktu ki, unutmuş olabilme ihtimalimi de düşündüm. Korkum, giderek büyüyordu. Ben, yine de cadde boyunca yürüyordum. Bu yaratıkların, ileride neler yapabilecekleri konusunda hiçbir şey bilmiyordum. Beni, taktıkları maskelerle zehirleyen, kanatan, yalanlar söyleyerek hayatımı yaşanmaz bir hale getiren bu insanlardan artık intikam alabilirdim. Bu sefer yalan söylemek yoktu. Sadece düşünmem yeterliydi. İstersem, o yaratıkları onların içindeki duygularıyla besleyip, içlerinde onlara karşı oluşan o büyük sevgiyle boğulmalarını ve hatta onlara karşı aşktan da öte bir duygu beslemelerini sağlayabilirdim. Sonrasında bu yaratıkların kölesi olurlardı. Ya da tam bağlandıkları anda, bu küçük mavi dostlarımın ruhlarını ait oldukları yere gönderip, cansız bedenlerini geride bırakırdım. Sabah uyandıklarında, kendi elleriyle hazırladıkları yataklarında onları ölü halde bulmaları, bana çektirdikleri acılara karşılık olabilirMavi Öyküler -

4


di. Birçoğu, bu yaratıkların, Tanrının kendilerine verdikleri bir ödül olduğunu düşünüyorlardı. Oysa birçoğu Tanrıya inanmadıklarını söylerdi. Bu köydeki herkesi, ilk defa bu kadar mutlu görüyordum. Ve artık benimle ilgilenmiyorlardı. Sanırım, bu bana Tanrının verdiği bir hediyeydi. Karanlık, geceyi dingin bir şekilde sarıyor, daha önce kapalı olan lambaların hepsi ışıldıyordu. Bulunduğum tepeden, aşağıdaki evlerin içindeki mutluluğu görebiliyordum. İçimi kemiren düşünceler yakamı bırakmıyordu. Onlara karşı duyduğum nefret, elime geçmiş olan bu fırsatla daha da büyüyordu. Tek kurtuluşum uyumaktı. Uyursam her şeyi unutacaktım. Her düşündüğüm dakika, beni daha da yoruyordu. Bir şey beni ayakta tutuyor, başka bir şey ise düşüncelerimden tamamen vazgeçirmeye çalışıyordu. Peki, bu kadar acının karşılığında, ben onlara gene mi boyun eğecektim? Beni yine maşa gibi kullanmalarına izin verip, yavaşça yok etmelerini mi izleyecektim? Tanrının beni bir ucube gibi yaratması, benim suçum değildi. İçimi ferahlatan bir rüzgâr, düşüncelerimi benden aldı; yerine mavi bir meleğin düşüncelerini bıraktı. Mavi, buradaki insanlara huzur veriyordu. Benim ise, düşüncelerimin denizinde oluşturduğum küçük dalgalarla boğuşmama neden oluyordu. Çünkü mavi, benim için gizemdi. Gökyüzü ve yıldızlar… Bunların hepsi gizemdi ve hepsi mavinin içinde saklıydı. Arkamı dönüp yatağıma doğru giderken, evlerin çatılarında bir hareketlilik başladı. Gökyüzündeki yıldızların aşağıya doğru süzülen ışıkları, mavi yaratıkların bedenlerinin içinden geçiyordu. Sanki onlardan bir şeyler alıyordu. Yirmi üç evin çatısından, yirmi üç yıldız… Yaratıklar verdikleri şeyden memnun, kendi etraflarında deviniyorlar ve yaptıkları hizmetten büyük bir zevk duyuyorlardı. Birden, ışıklar yükselerek yıldızların içine girdi. Gökyüzündeki büyük bir ışık patlaması gözlerimi kapattı, kör oldum. Tekrar görmeye başladığımda, her şey bıraktığım yerdeydi. Evlerin bacalarından süzülen dumanlar hariç, ortalıkta hiçbir şey gözükmüyordu. Bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. İçimdeki ses bana, uyumamı sadece uyumamı söylüyordu. Yatağıma uzanıp, yastığa başımı koydum. 5

- Mavi Öyküler


Gözlerim, hiç acele etmeden yavaşça kapandı. İçimdeki huzur büyüyordu. Bu huzur beni dinlendiriyor ve korkularımdan uzaklaştırıyordu. Uykuya dalmadan rüyalarım başladı. Uykuyla rüya arasında bir yerdeydim. Aşağıdaki bütün insanlar, gözlerimin önünden teker teker geçiyordu. Surat ifadeleri belirsizdi. Acı mı çekiyorlardı yoksa mutlu muydular? Ya da şaşırmışlar mıydı? Hiçbiri bana bakamıyordu. Hepsi, gözlerini benden kaçırıyordu. Bir kaçı benimle konuşmaya çalışıyor fakat kendilerinde o cesareti bulamıyorlardı. En sonunda birisi üzerime atlayıp “Lütfen! Daha fazla düşünme, yalvarıyoruz sana. Daha fazla düşünme.” dedi. Herkes, hızlıca köyün meydanına doğru koşmaya başladı. Yirmi üç kişi, yirmi üç yaratıkla gökyüzünde ışıldayan yirmi üç yıldızın altında, köyün meydanındaki saatin önünde toplandılar. Saat kulesinin devasa akrep ve yelkovanı, zamanı kaçırmış ve yakalamaya çalışıyormuş gibi hızlıca dönmeye başladı. Herkes, o noktaya odaklanmış ve hipnotize olmuştu. Evimin olduğu yamaca doğru koşmaya başladım. Gökyüzü karışmaya başlamıştı. Ay ve yıldızlar hareket ediyor, kendi aralarında yer değiştiriyordu. Tepeye vardığımda, dizlerimin üzerine çöküp ellerimi birleştirdim. Gözlerim kapalı, gökyüzüne doğru “Lütfen onları affet!” dedim. Gözlerimi açtığımda, yerde mavi bir kutu buldum. Eğilerek kutuyu aldım ve doğruldum. Kapağını açtığımda, saat kulesindeki akrep ve yelkovan oldukları yerden fırlayarak, kalabalığın ortasına saplandı. Yerde açılan çatlaktan mavi bir ışık, yirmi üç yıldıza doğru yükseldi. Bu ışık, yıldızlara çarparak yeryüzünde büyük bir mavi daire oluşturdu. Her şeyi içerisine alarak yavaşça dönmeye başladı. İnsanlar, yaratıklar, yıldızlar, köy ve ay… Hepsi, bu mavi dairenin oluşturduğu girdabın içerisine girerek, daha da hızlı dönmeye başladılar. Bütün her şey, mavi bir spiral halini alıp elimdeki kutunun içine girdi. Birden uyandım ve kucağımda mavi kutuyu buldum. Kutuyla birlikte dışarı çıktım. Güneş parlıyordu. Herkes uyanmıştı. İçimde büyük bir huzur vardı. Kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Aşağıdaki insanlara baktım ve kutunun kapağını hafifçe araladım…

p Mavi Öyküler -

6


“EN ONURLU YENİLGİM BU OLACAK” “Zirvede” | Mithat Gülsoy Kışın en acımasız günlerindendi. Katmerli bir soğuk konuk olmuştu ülkeye ama insanları mutsuz eden bir konuktu. Yorgun, umudu tükenmiş, yine düş kırıklığına uğramış, sarsak adam yüzünü cama dayamış, boşluğa bakıyordu. Kırışmış alnına, dudaklarına, gözaltı morluklarına oturan acı bir tebessümle. Kendine geldiğinde, “Boşluğa bakan adam düşünemez ki, anıları anımsar sadece…” dedi. Gökyüzüne zarifçe süzülmüş dağın zirvesi ilişti gözüne; içini tarifsiz bir heyecan kapladı, ayıramadı bakışlarını, ayırmamalıydı. Çünkü yaklaşan tipi güzelliği silecek, heyecanını da sona erdirecekti. Karanlık, soğuk odasında yatağa uzanacak, hüznü yoldaş bilecekti. Ne kadar yalnız olduğunu sorgulayacaktı yine, yazgısı mıydı bu sahiden? Bilinçli bir seçim mi? Yaradılışına uygun bir durum mu? Ya da şöyle mi sormalıydı: Yaşadıkların mı seni böyle yaptı? Ne gereği var canım bunların, kırkından sonra insanlar böyle şeyler düşünür mü, kafa yorar mı hiç diyemiyordu. Nasıl bir arayış, neyin arayışı bu diyordu, bilinmez sırdaşına. Kendi kendine konuşurdu ama deli olmadığını pekâlâ biliyordu. Sırdaşı mı içinde var ettiği, isyanı, öfkesi, hüznü, coşkusu, küfürü… Ne çok olmuştu yazmayalı, yazdıklarını yırtıp atalı. On yıl oluyordu; minicik kedi gibi göğsüne sokulan sevgiliye yazmıştı. Hiç unutmamıştı ki kanatsız kuşunu… Onu hep kanatsız bir kuşa benzetmişti nedense, her uçtuğunda düşecek, kanayacak bilirdi. Ne olur izin verseydi, düştükçe kalkar, kanasa da yeniden girişirdi uçma hevesine… “Neden izin vermedin, engelledin kuşun uçma isteğini? Hem susmaktan başka ne yapabilirdi ki?” diyordu sırdaşı. Sırdaşı kılıçlarını çekmişti bir kez, “Haydi diyordu çık karşıma hesaplaşma vakti!” 7

- Mavi Öyküler


Yıllarca susmuş, sinmiş olduğunu anladı. “Savaş bu kaçmak olmaz! En zorlu savaşım da seninle olacak, biliyorum mağlup olacağım sana, en onurlu yenilgim bu olacak” dedi sırdaşına. Sırdaşı gözlerine bakakaldı, şaşırmıştı; hep zaferler, başarılar, savaşlar kazandığını sanan, asla yenilgiyi bilmez adam bir garip bakıyordu. “Ben” dedi. “Savaşı hep insanlar arasında yaptım. Alçaklardan olamıyorum, alçaklar çok çünkü. Haydi, alçaklara baktığımız zirvelere gidelim!” Çıplak bir dağın zirvesindeydiler. “Ben yeterince kanıyorum, görmüyor musun kan kaybımı?” dedi sırdaşına. “Sok kılıcını kınına, ölümüme sebep olursun, intiharımın hazırlayıcısı olma!” Başı yorgunca önüne düştü, sesi zirvelerden geliyor gibiydi. “Seni bu zirvelerde doğurdum, büyüttüm. Yalnızlığımı aşağıdaki boşluk değil, bu zirveler dolduruyordu. Gideceğim zirveler kalmadı artık, çok yorgunum. İçim boşluklarla dolu.” “Boşluğunu da benimle mi büyüttün?” “Seni hissettiğimde hep o geldi bana.” “Sevdiklerini de, sevenlerini de hapsettin!” “Hep korumak istemiştim.” “Cezaevlerinle mi?” “Bilmeden inşa ettim onları.” “Çok mantıklıydın, hesaplıydın bilmemen olanaksız.” “Kötüler, kötülükler çoktu, korumalıydım, inan ne olur cezaevi olarak düşünmemiştim.” “Yenebildin mi, kötüleri, kötülükleri peki?” “Çok yoruldum, kalbim de tekliyor artık…” “Neden onların savaşmasına izin vermedin, Don Kişotluk muydu sana yaraşan?” “Kaybetmekten korktum onu.” “O kim?” “Biliyorsun…” “Sen aptalsın, biliyordun yorulacağını.” “Evet, seni özgür kıldım ama.” “Çaresizliğinden yaptın bunu.” “Acımasızsın…” Mavi Öyküler -

8


“Hak ettin, unutma savaştayım seninle.” “Kafana vur, kır ördüğüm duvarları.” “Her darbeyi kendime indireceğimi biliyorsun.” “Başka türlü özgürleşemem.” “Savaşmadan mı öldüreceksin beni?” “Seni kaybedemem, sen varken de özgürleşemem. “Sırlarını kiminle paylaşacaksın?” “Belki onlarla, sokaklarla, rüzgârlarla…” Adam, arkasını dönüp aşağıya inerken, zirvede kalan sırdaşı karlarla birlikte toprağa karışmaya başlamıştı bile…

p

“BANA NE OLUYORDU Kİ!” “Depo” | Feridun Demir Sayılmış ve istiflenmiş malların arasında duruyorum bütün gün… İşimse, henüz sayılmamış ve istiflenmemiş malları saymak ve istiflemek! Bu depoda, evimden daha çok vakit geçiriyorum. Gün içinde birkaç kez yeni mallar geliyor ve depoda bekleyen eski mallar gidiyor. Misafirliğe gelmiş konuklar gibi benim için onlar… Mallar indirilip bindirilirken bir kargaşa, şamata oluyor burada; günümün tek eğlenceli anları bu vakitler işte! İnanın, yaşanan o hengâme, şenlik, içimde panayıra götürülmüş çocukların neşesine dönüşüyordu. “Dikkatli taşıyın!” “Şuraya bırakıver!” “Ohaa, kırdın lan!” “Yapacağın işi skym!” Mallar gidince hangarda koskocaman bir boşluk kalıyor. İşte benim farecikler o zaman ortaya çıkıyor. Pardon, ortada kalıyor demeliydim! Tedirginlikle oradan oraya koşturuyorlar… Bomboş hangarda gizlenecek bir şey bulamamanın şaşkınlığıyla, iyiden iyiye korkuyorlar. Sonunda hepsi bir köşede kümelenip kalıyor, birbirlerine sarılıp titriyorlar. İşte o anlarda, sevecenlik ve acımayla karışık bir duyguyla izliyorum onları… Bir düşünün lütfen; bunlar öyle tatlı duygulardır ki, benim gibi bayağı bir insan bu duyguları tadarsa içine işler mutlak! 9

- Mavi Öyküler


Kahvaltı için çikolataları eskiden cam bardakların içine doldururlardı, bitince su bardağı yapardık. Şimdi plastik, garip kaplar icat etmişler çikolatalar için. İyi olmuş! Akşamdan kalma yemekleri sabah dolduruyorum tencereden, böyle bir kaç kabın içine. Sonra da korkudan bir köşeye sığınmış fareleri görünce döküyorum önlerine! Hemen burunlarıyla havayı kokluyorlar. Temkinlice birkaç parça koparıp kaçıyorlar. İki üç seferden sonra, hepsi birden yemeklere saldırıyor. Burası bir beyaz eşya deposu; buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyondan başka mal yok. Yağmalayıp karınlarını doyuracak yiyecek bulamazlar burada. Ne mutfak var, ne de çöp! Ben olmasam, iki günde açlıktan telef olurlar. Allah korusun! Açlık, yoksulluk nedir bilirim! O gün, mallar yüklenip giderken yoktum. Öğle molasında gelmişler malları almaya. Dürümcüye gitmiştim. Döndüğümde, gördüğüm şey karşısında tiksintiyle baktım iş arkadaşlarıma! Hor gördüm iş kardeşlerimi! Eğleniyorlardı belki sadece; evet belki sadece, spotlarla aydınlatılan yerlerde sarhoş olacak kadar maaş alamadıkları için, küçük bir eğlence tertiplemişlerdi aralarında. Ama o an bu düşünceler yoktu kafamda, yüksek sesle seslendim hepsine birden: “Orospu Çocukları!” Fareleri gövdelerinden çamaşır ipiyle bağlamışlar ayrı ayrı, mahallenin kedileriyle oynuyorlardı! Kediler pençeyle farelerin üstüne saldırdıkça, birden ipi çekip fareyi kedilerin pençesinden alıyor, sonra tekrar aralarına atıyorlardı. Fareler yara bere içindeydi, çoğu yaralanmış, bazıları kedilere yem olmuştu bile! Gerçek bir ziyafetti bu kediler için. Ve iş arkadaşlarım için doyumsuz bir eğlence… Ben ve fareler içinse felaket! Sevinçlerini küçümseyen, aşağılayan küfrümü duyunca; nefretle kasılmış bedenimi fark ettiler. Yaşadıkları bu şoku, çabucak atlattı bazıları. Çıkıştılar bana! Diğerleri ise, kedinin birinin pençesine sıkıştırdığı fareyi, havaya atıp tutmasını izleyerek kahkahalarla gülmeye devam etti. Kuşkusuz bunu onlara açıklamam, onların bunu anlamasından daha güçtü. Yaptıkları normal, dahası eğlenceli bir işti. Bana ne oluyordu ki! Hırsımdan katil olmaktan başka seçeneğim olamazdı orada kalsaydım. Birkaç “pis Mavi Öyküler -

10


fare” için katil olduğumu, ne hâkime ne karıma ne de çocuklarıma açıklayamazdım. Çektim gittim, en azından bu görüntüden kaçtım. Size gelince, beni kötü yönde yargılayamazsınız! Savaş görüntülerinde televizyonda izlediğiniz cesetleri; “İçim karardı, değiştir şu kanalı!” diyerek karşılayan insanlarsınız ne de olsa! Uçsuz bucaksızdır gökyüzü ve deniz… Çöller uçsuz bucaksızdır ve yalnızlık uçsuz bucaksız… Ama bu .mına kodumun kenti küçük bir kent! Yürümeyle iki saatte gezersiniz her yeri. O gün en az on kez turladım tüm kenti. Sonunda izbe bir çay ocağı buldum. Dışarı tabure atmışlar, çöktüm oturdum birine. Tek şekerli bir çay söyledim. Tam karşıda bir demir doğramacı vardı. Camları kırık, kapısı penceresi boyasız, dökük… İçerideki çocuk kapıyı aralayıp, başını dışarıya çıkarınca şaşırdım doğrusu. Demek mekânda çalışıyorlar, açık hâlâ, terk edilmemiş! Çocuk dükkânın çırağı olmalıydı. Gözlerinde sevecen bir bakışla: “Pisipisi!” diyerek sokağın köşesinde, varlığını o an fark ettiğim kedi yavrusunu çağırıyordu. Kedi fazla nazlanmadan yanına geldi. Bacaklarına sürtündü, çocuğun onu sevmesine izin verdi. Tedirgin oldum: “Dikkat et oğlum! Pençe atar!” “Ne pençesi abi, pati bunlar! Kaplan sandın galiba! Kime ne zarar gelir şuncağızdan?”

p

“AVANGARD ÇIĞLIKLARIN DEVRİMİ” “Zırva I [Vuslatın Tecellisi]” | Ümit Karadağ Suç, baş aşağı düşen adaletin koltuk altlarında buldu kıvamını… Derin bir yaranın içinden, sert kabuğunu kırıp fırladı özgürlüğüne. Kalıntı buhranlarının yamacında, yere diz çökmüş, eli tetikte suçun… Tetik tabancada… Tabanca şakakta… Dayatmaların beynini dağıtmaya yeminli sevme engelli Umut, ayyaş yârların kenarında. Çaresizliğin eli, tutuk dilini sündürüyor; şehla yakarışlar, zor11

- Mavi Öyküler


balığın gemlerini kemiriyor… Arkasından baktığı ezik duruşlar yüzüne gülüyor, kolaycı öğretilerin sentetik tadı damağında geziniyor. Allak bullak beyni, yaratıcısını özlüyor. İllegal gerçekleri biriktiren barajın kapısındaki nöbetçileri alt edemedi Umut; yıkamadı çelikten daha katı duvarlarını! Katışıksız bir dünyaydı emeli. Kursağını doldurmak için eşinen tavuklar, üstü örtülü gövdelerin güneş değmemiş tenlerini didiklerken, o üstüne oturmayan elbisenin dikişlerini dişleriyle kemirmekteydi. Hareketli organizmalar yerine sokağı; mahallesi, lağımda dışkısı olmayanları, tenine rüzgâr değmeyen, eylemsiz cesetleri seçti; yoldaş etti kendine Umut, yüreği çarpmayanları… Hayattakilerden, umursuzlardan, ayrı bir haykırış kulak tozunda asılı kalmış, yalvarırdı her gün kapısında… Umut, anlaşılmazın inşasında savurgan, derbeder, kapalı kapının arkasından dinlerdi onları. Gün yerin dibine girene kadar beklerdi. Cevaplara hükmedemediği için kudurur, soruyla haykırırdı, kapı eşiğindekilere: — Nasıl anlayabilelim ki birbirimizi, ciğerlerimiz delik deşik olmuşken, emprime hüzünler sarmışken algıladığımız her nesneyi? Devasa kozmik anlağın yanında, köpek biti kadar kalan, böbürlendiğimiz oto kontrolümüzü, hangi erdemsel duruşla onurlandıralım? Kapı eşiğindekiler tatminsiz: — Öyleyse ölümü anlat bize, anlat ki merak ettiğimiz yüzün, yüzümüzde şekillensin. Umut, cevapların üzerine kaçık sövgüler dizerek seslendi onlara: — Ölüm, gri rengini mavilikten alır. Dünya, ölümün kamışının altındaki mavi top -ölümün semenlerini barındırır içinde. Kainat gebe kalır umuda, her gri orgazmında ölümün. Ölüm tek toplu kamış, donunda umut artıkları. Umut aslında ölümdür; çarpıtılmış mitlerle deforme edilerek, insan bedenine hapsedilmiş. Bedenler, ölümün şahididir mutlak gerçeğe açılmış koridorlarda; umut, salavatçısıdır bedenden ayrılmış ruhların. Mavi Öyküler -

12


Kapı eşiğindekiler: — Umut bir paradokstur o halde, şakağına dayadığı namludan çıkan kor mermi yeniden doğuşudur, ölümün çocuğu Umut’un. Peki, bu kısırdöngünün içinde, kayıtsız özgürlük arayışın mıdır bize simasız sesinle seslenmenin sebebi? Umut: — Kayıtsız özgürlük, çaba gerektirir. Şeklini veren, kanı boşaltılmış cesetlerdir özgürlüğe. Farklı ideallerden, cephesinde en çok ceset biriktirenin ödülüdür özgürlük. Umut, ölümse cesetler kozasıdır özgürlüğün; her özgürlük umutla doğar, umutla biter. O halde kayıtsız özgürlüğe sahiptir Umut. Kapı eşiğindekiler: — Öyleyse sen bize savaşı öğütlüyorsun, seni elle tutabilmek için kan içmemiz mi gerekiyor? Umut: — Yavşamış, ayaklı spermlerin, ekşimiş taşın-toprağın, sınıflandırılmış kariyerlerin, boku çıkmış düşünsel akımların, önünde eğildiğimiz yaldızlı vajinaların; kokuşmuş-buruşmuş bebeklerin, evet ya da hayır denen her sorunun, içine sinmiş umut. Özgürlük tamama erdiğinde umut sırra kadem basar. Hiçbir zaman elle tutulur bir şey olmadım ben! Savaş ise, bu ancak, nesebinizin yok oluşu, geçmiş ve geleceğin arasına sıkışmışken, şimdinin üstüne kanı çekilmiş cesetlerden kurulu merdivenin, en üst basamağından öteye bakma çabasından başka bir şey değildir. Kapı eşiğindekiler: — Peki, biz senin yüzünü nasıl göreceğiz? Umut: — Benim sonunu getiremediğim şeyle, ölümle! Kapı eşiğindekiler: — Ölüm nedir? Umut: 13

- Mavi Öyküler


— Size, aynı gün öldüğüm, sizden birinin sözleriyle anlatayım ölümü: Ulu orta salınan işkilli demokrasiler, aradığım yönde globalleşen dünya. Emek, kooperatifleşmiş zalimlerin çilingir sofrasında raks eden kaltak! Ay kadar esmer, temcit pilavıyla eğleşen emeğin enikleri! Bükülemeyen bilekler eskort servislerinin emrine amade, sefaletin eşiğinde yatıya kalmış, kadife yataklara yayılmış buruşuk vajinaların bızırlarını titretmekte. Hırsa bilenmiş cüsselerin avurtlarında, ver ver diye inleyen cüceler… Durup, ardımdan kıpırdayan dudaklar… Hepsi geride kaldı. Ölüm, rektumda 1 santigrat derecede abideler inşa ederken ve kurtçukların şefkatli temaslarını beklerken, boynuma mor öpücükler konduruyor ölüm; ismim boynumda mor ve soğuk bir kolye. İnce, siyah gölge, elindeki kireç taşıyla yüzümü boyuyor, mora meyilli bedenim yadırgamıyor soluk beyazı. Nabzımı süren süvariler, siyaha sevdalanıyor. Karanın sevdasında donup kalıyorlar. Kırmızı kaslı düşler, eylemsizliklerine hükmediyor. Uçurumun kenarına kazılmış çukurumda üşüyorum, dişlerim dilimin önüne ket olmuş, elmalı pasta kokusu alıyorum, buzdan yapılmış. Vahdete vuslatı düşlerken, testislerimde biriktirdiğim kızlarım, oğullarım bavullarını topluyorlar, bir daha dönmemecesine. Çoktan rafa kaldırdığım şehvetim, yolcu ediyor onları. Baş ucuma bir not iliştiriyorlar: “Varlığımız varlığına emanetti. Hoşçakal baba. Hiç doğmayan oğulların ve kızların.” Şeceremin etten kulesi, ufacık bir gecekonduya dönüyor. Ağlak tüylerim ağıt yakıyor gidene… Uzandığım ıslak çukuru yadırgıyorum önce. Korkum cesaretle el ele, üstüme serpiştiriyor ıslak genlerimden çözümledikleri balçığı. Bütünlüğümün balçıkla yoğruluşunu seyrediyorum, içi boşalmış göz çukurlarımdan. Siyah, tüm zerrelerimi bana, padişahlarına karşı örgütlüyor. Kim bilir hangi vaatle… Kargaşa sürüler halinde hücum etmekte, vicdan üzerine yayılmış vahalara. Zaman, dalağımın üzerinde gezinen karıncanın sırtında. Karınca kadar çalışkan, bir o kadar yavaş. Gamdan siyah kinim, Mavi Öyküler -

14


üstüme dikili mermerden özetimin üzerine kazınmış harflere doluyor. Elem ve inşirah! Hiç ait olmadığım bu dünyadan, onun doğuşu gibi kayboluyorum; damağımda magmada pişmiş balçık tadıyla. Beklenen kurtçuklar pişmanlığımdan, çamura gölgesi düşen elmacık kemiklerime doğuyor. Cüppelerini giymişler, sabun kokuyorlar. Yoksa ben miyim sabun kokan? Pelteleşmiş beynim, kafatasıma ihanet ediyor. Kibrinden mi yoksa hatıraların genleşmesinden mi bilmem, kibirleniyor gökkuşağının tüm renkleri; var oluyor loblarında. Karnımdan dışarı fırlayan bağırsaklarımda, iki yılan saklambaç oynuyor. Birisi nazlı nazlı sürünüyor, sanırım dişi olan bu. Erkek olan ebe olmuş, girip çıkıyor, inlemelerini duyuyorum rektumumda. Korkarım ilk çocuklarına, ismimi koyacaklar. Oysa ben en çok bağırsaklarımı severdim, sıçmak evrensel dizginin vazgeçilmeziydi benim için. Varolduğumun mührüydü. Sarıya çalan izler bahşederdi, varlığımın atıkları yeni varlıklara. Hem artık ne önemi var ki! Ne kadar da çok sevenim varmış mahlukattan, duyan gelmiş. Kakalaklar, kırkayaklar, tespih böcekleri, solucanlar… Sonunda ayrılık vakti geldi. Kemiklerimle vedalaşıp bana elini uzatan susmuş sevimle götürdüğü yere gideceğim. Sorgusuz izleyeceğim onu. Ve uzun zamandır yutkunduğum, bekleme çarklarında öğüttüğüm, kanlı belleğimde yoğurduğum, sabır ateşinde pişirdiğim cümleyi söyleyeceğim ona… “Seni, pelteleşen beynimi kemiren kurtçuklar gibi seviyorum! Bedenime yapışan küçük dişleri kadar arzulu, evrensel elin üzerlerine yüklediği görev bilinci kadar sadık, minik cüsselerine sığdırılmış, büyük eylemlerinin mantığına eşdeğer… Seni, bütünlüğümün, tüm zerreciklerine, taa genlerime dek sızmış balçığın sevdası ile seviyorum…” Şimdi, küçük kıyametimin eşiğinde, bana uzattığın eli tutuyorum, susmuş sevim sesini tekrar duymak için ne çok bekledim 15

- Mavi Öyküler


bilemezsin; belki de bilirsin… Sana karaciğerimi, sensiz problem çözemeyen beynimi sunuyorum. Üstüne pislenmiş acının rengini, damarlarıma kusan safra kesemi sunuyorum. Eğitilememiş, asi kellemi koyuyorum önüne… Korkmuyorum! İçimde gezinen yılanlardan, burun deliklerimden sarkan solucanlardan, hiçbiri bu kadar sevimli gelmemişti bugüne dek bana. Biliyorum, sana gelişimde onlar birer elçi; kapında duran Deli Dumrul hepsi… Bedelin bedenim olacak elbet, ruhum zaten senin! Dağılıyorum, dağıtıyorum senin için, sana sevdalı organlarımı; etime, kemiğime hücum etmiş mahlukata. Çürüyorum, ruhtan kopmuş bedenimle. “Ben geldim suskun sevim” diyebilmek için! Kapı eşiğindekiler: — Sen bu hikâyenin neresindesin? Umut: — Ben bu hikâyenin kendisiyim. Ben seviye feda edilen karaciğerim, dalağım, bağırsağım. Sevimli bir kurtçuğum, kendimi kemiren. Kavuşma heyecanıyım, titrek ellerin, kemiksiz parmaklarında. Bu adam yaşarken beni öteledi. Vuslata sakladı vaatlerimi. Sevisine armağan etti, çürüyen bedeniyle harmanlayıp beni… Kapı eşiğindekiler: — Yüzünü gösterdin mi ona peki? Umut: — O benim yüzümü hiç merak etmedi ki! Birliğe doğuşunda, tutunduğu manevi bir ipten başka bir şey değildim onun için. Kapı eşiğindekiler: — Biz seni görmesek de olur artık. Biz o adamın gerçeğini yaşamayı isteyeceğiz. Elbet bir gün seninle yüzleşeceğiz. Senin, belirsiz yüzünü, yapbozun parçaları gibi işleyeceğiz, o adamın yaşadığı ve bizim de yaşayacağımız gerçek günde. Sen ebedi döngüne geri dön. Biz de senin parçalarını biriktirelim bizden

Mavi Öyküler -

16


olanlarla. Anladık ki seni yaşamak ölümü yaşamaktır. Umut, şakağındaki namluyu okşadı, tetiği öptü ve kısır döngüsü için ateşledi tabancasını. Beyazın üzerindeki siyah zerreciklerden oluşmuş bir güruh belirdi, cesedinin yanında. Sırtlayıp, sonsuz döngüsünün başlayacağı, ayyaş yârların dibine fırlattılar Umut’u… Göğün mavisini delen bir melek seslendi Umut’un arkasından: — Avangard çığlıkların devrimi, şehrinle sınırlı dünyanın semasında, bulutlarla halvet olunca, insanlığın soyu kuruyacak. Abes kelimeler yağacak; kanatacak, mekanik organizmaların frijit beyinlerini. Ciddiyet bitecek, abes kelimelerin güneşi işleyecek kemiklerimize. Belki o zaman bitecek döngün. Ve dair o güne kadar; şakağına dayadığı silahı patlatacak ölüm; babasına kavuşacak; gelgitlerle doğacak tekrar tekrar bedenlerde. Ana diyecek onlara, emecek varlıklarını. Rüyalarda çözülecek bedenlerin sancılı düğümü. Küfürbaz ağızların parçalanmış mukozalarında betimlenecek yokluğun döngüsü…

p

“KANATLARI OLAN SENSİN” “Arsız Zaman” | İlkay Kefeli ARSIZ ZAMAN Dumansız bir bacaya tüneyen martı, havadan nem toplarken, genç bir adam çöpleri yokluyordu. Güneşin yarattığı gölgelere toplaşan çocuklar çıldırmıştı; sanki bir deli onları kovalıyormuşçasına çığlık atıyorlardı. Futbol formalı erkek çocuklar olanlara gülüyordu. Pencereye çıkmayı unutan kız, ne kaçırdığından habersiz televizyon seyrediyordu ki aklına geldi karşı evin balkonunda onu bekleyen genç erkek. Pencereye çıktı kız ve martı geniş kanatlarını açarak havalandı ve çocuklar sustu; çünkü deli ölmüştü. Hep beraber ağlamaya başladılar sonra, 17

- Mavi Öyküler


ağıt yakarcasına. Ama her yer günlük seslerdendi yine de, kimse sesten fedakârlık etmek istemiyordu, çığlığın verdiği rahatlık kaplamıştı gölgesiz bölgeleri, herkes nefessiz kalmıştı, herkes bayılmak üzereydi. Ama bunların hiçbir önemi yoktu, önemli olan yedi numaralı formayı giyen çocuğun topa vururken düşmesiydi; çünkü düşerken ayağı burkulmuştu ve ayağı burkulurken bir çığlık koyuvermişti. Çığlık sırasında zaman durdu. O sırada neler olmuştu: Aşağıdaki sokakta bir düğün olup bitmişti, gerdek olmuştu, gelin hamile kalmıştı, karnı kocaman olmuştu, sancıları başlamıştı, bir kızı olmuştu, kız büyümüştü, kız da evlenmişti ve kocası o gecenin sabahında ölmüştü. Kız bir daha evlenmemişti. Korkuyordu evleneceği erkeğin yine ölmesinden. O bunun sadece kendi başına geldiğini sanıyordu, kimse başkalarına da aynısının olduğunu söylememişti, biri söylemeliydi evlenen tüm erkeklerin öldüğünü, zaten babası da ölmüştü, tekrar evlenmesinde hiçbir sakınca yoktu. Zaten bu erkekler hep ölürdü! Bu kimsenin çözemediği koca bir metafor olmuştu. Oysaki pencereden bakan kız bunun farkındaydı ve unutmak istemişti balkonda bekleyen erkeği. Perdeleri bile sıkıca kapattı zaman normale döner dönmez. Çekirdek yiyen sokağın delisi bile gördü bunu ve bu nedenle kendi kendine gülüyordu. Arka sokaktaki, kocası ölen kız dışarı çıktı ve gördüğü genç ve yakışıklı erkekleri seçip, bir sıraya dizdi. Önlerinde durup alıcı gözle boy-post kontrolü yaptı. Erkekler çok mutluydular çünkü kız çok güzeldi. Kız uzun boylu, uzun, sarı saçlı erkeği gömleğinden tutup, peşinden sürüklemeye başladı. Birkaç metre sonra durdu ve kendi üstündeki elbiseleri parçaladı, çırılçıplak kaldı; aynı şeyi erkeğe de yaptı. Sokak ortasında delicesine seviştiler. Olayı herkes seyretti büyük bir mutluluk ve hoşgörüyle. Herkes genç kız adına sevinçliydi. Genç kız evlenmeden de bir çocuk sahibi olabilecekti artık çünkü ölen kocasından hamile kalamamıştı ve evlenmekten korkuyordu ve o bir bebek istiyordu. Olayı mutlu bir biçimde ve hoşgörüyle izleyenler arasında kızın annesi de vardı, anne bu mutlu anı ölümsüz kılmak için genç erkeğin hâlâ ilginç bir biçimde sertliğini muhafaza eden penisini keskin bir makasla, hiç acı vermeden kesti. Tüm bu olayları duyan pencere arkasında yaşayan kız bütün cesaretini toplayıp pencereye çıktı ve balkondaki genç erkeğe onu Mavi Öyküler -

18


sevdiğini söyledi. Genç erkek bu sözleri duymadı ama dudak okumayı bildiği için ne söylediğini anladı. El işaretleriyle ben de seni seviyorum demeye çalıştı. Genç kız bunu görünce pencereyi kapadı ve dışarı çıktı. Genç erkek kızın evinin önüne geldi. Kız erkeğe şiddetli bir tokat attı. Meğer kız, erkeğe seni seviyorum değil de, aptal aptal ne bakıyorsun, demiş. Yani genç erkek dudakları yanlış okumuş, bazen kitapları yanlış okuduğumuz gibi. Gökyüzünde salınan uçurtmayı görmedin mi? Koca harflerle yazmıştım üstüne “Ne bakıyorsun!” diye. Ne uçurtması? Rahatsızlıkverenerkekleremesajyollamauçurtması tabii ki! Aslında suç benim, ipi olması gerektiğinden daha uzun tuttuğum için çok yükseldi ve sen de göremedin. Neyse zaten birazdan Rahatsızlıkverenerkekleremesajyollamauçurtmasıtoplamajeti alacak onu. Ama ben de kaç kere kuryapmauçurtmasıyla mesaj yollamıştım sana, eğer kuryapmauçurtmasıvurucusuyla vursaydın beni istemediğini anlardım. Sen öyle yapmayınca düşündüğünü sanmıştım. Üzgünüm ama düşünmeyi bilmiyorum! Bu kaba sığmayan hayal kırıklığından sonra zaman yavaşladı. Bahsi geçen sokağın 647 normal kadın adımı batısındaki 11 katlı bir apartmanın sekizinci katının 16 numaralı dairesinin zili çaldı. Dairenin içinde uyumakta olan (saat 04.00) 22 yaşındaki Boris isimli genç adam irkilerek uyandı. Şaşkınlık içindeydi, bu saatte çalan zil karşısında. Kapıyı açmadan önce gözetleme deliğinden bakmadı, doğrudan kapı koluna uzanan eli kapıyı açtı. Karşısında 1.90 boylarında bir adam vardı. Adamın başının sağ tarafı kabarık yaralarla doluydu, adeta kafasından ikinci bir kafa peydahlanıyordu, lav püskürmeleriyle denizin ortasında birdenbire zuhur eden adalar gibi. Adama ne istediğini sordu Boris, adam cevap vermeyince herkes gibi o da karanlığın korkutuculuğu karşında korkacak herkes gibi korktu ve kapıyı iki kafalı adamın yüzüne kapadı. Ama adam zile basmaya devam ediyordu ve ardından da üç kez kapıya eliyle vurmak suretiyle ben buradayım hissi yaratıyordu. Sanki gelen İsa’nın ruhuydu: Uyanın sapkın insan ruhları, uyanın efendimizi yok sayan putperestler, uyanın ey uykucu asalaklar… Boris ne yapacağını bilemiyordu, kapı ve zil sesi durmuyordu. Gidip uyuyan erkek arkadaşı, hayat 19

- Mavi Öyküler


arkadaşı ve aynı zamanda amcasının oğlu olan Naiv’i uyandırdı; ama sevgilisinin durumu daha da kötüydü, o hiç konuşamıyordu korkudan, sanki konuşsa adam aniden kapıdan içeri girecekmiş gibi bir köşeye sinmiş bekliyordu. Bekleyiş sürdü, adam kapıya vurdu ve zile bastı, bir ara ikisini aynı anda yaptı ama pek hoşuna gitmediği için hemen edimini teke indirdi. Kırk beş dakika sonra korku bitti, adam ve ses gitmişti. Sabahın güvenli ışıkları Boris’in ve Naiv’in yorgun gözlerine vurduğunda olay kapıcı tarafından aydınlatıldı. Gece çağırdıkları polis geç gelmişti ama sabah fail yakalanmıştı. Fail binanın eski yöneticisiydi ve kafayı çizmişti ve konuşamıyordu ya da konuşmuyordu artık. Adam binanın en üst katı olan 11. katta ikamet ediyordu. Aslında dışarı bırakmıyormuş karısı ama bir şekilde kaçmış işte ve Boris’in evini kendi evi sanmıştı. Adamın asıl işi mesajyollamauçurtmasıyapımcılığıymış, artık eskisi gibi insanlar bu uçurtmalara rağbet etmeyince adam iflas etmiş ve şimdiki konumunu almış yani bekleme konumu. Sabahın ışıkları her yeri ısıtırken Boris sokaktaydı artık. Birkaç metre sonra bir boyacı çocuk ayakkabılarını boyamak istedi, o da kabul etti. Ancak çocuk renk körüydü ve Boris’e ayakkabılarının rengini sordu. Boris boya kutusundan çıkan boyaların üzerine tek tek renklerin adlarının el yazısıyla yazılı olduğu kâğıtları gördü. Boris’in ayakkabıları maviydi. Çocuk mavi yazılı boya şişesini aldı, mavi ayakkabıları renksizce boyadı. Penceredeki kız mavi ayakkabıları görür görmez Boris’i çok sevdi ve ilk kez görüyordu Boris’i, göz göze geldiklerinde Boris’e el salladı, Boris de mukabele etti. Kız bundan sonra sık sık pencereye çıkma sözü verdi kendi kendine. Kızın gözü kum tepesinde oynayan çocuğa takıldı bir an, sonra yine gözleri Boris’e döndü ama artık Boris’in sırtı görünüyordu yalnız. Boris’in sırtında “Akşam 6’da aynı yerde olacağım!” yazıyordu. Vakit gelmişti, güneş eğik açılarla ışın saçıyordu yeryüzüne, kız sokaktaydı ve kızla birlikte sokağın bütün kızları sokağa dökülmüştü âdeta ama Boris ortada yoktu. Güneşin ışınları 10 dakika daha eğildiğinde geldi Boris. Bütün kızlar etrafını sardı, hepsi aralarında tartışıyordu, hepsi de mesajı kendisi için sanıyordu. Hep bir Mavi Öyküler -

20


ağızdan sordular Boris’e: “Mesaj kime?” Tabii ki penceredeki kıza! Ama o sırada kızların hepsi de pencerelerindeymiş. Boris dedi: “Bu sokakta o kadar çok pencere yok! Hem ben birinize el sallamıştım, o da penceredeki kızdı.” Bir köpek bir kadına saldırdı o sırada, kadın korkup kızlardan ve Boris’ten oluşan kalabalığın içine daldı. Korkusu geçince, aptalımsı bir şekilde yüzlerde gezindi bakışları ve utanıp sessizce çıktı kalabalıktan. Penceredeki kız Boris’i kolundan tutup oradan uzaklaştırdı. Kız Boris’e adını sordu. Boris, “Adım Boris” diye cevap verdi. Kız buna çok şaşırdı. Rus musun? Hayır! Adın niye Boris peki? Bilmem, niye Boris ki? AZGIN ZAMAN Yumuşak karanlığın içinden hafifçe belirdi beyaz kedi, kaplan adımlarıyla omuzlarını kırıtarak. Çok katlı bir mezardan farkı olmayan devasa apartmanın merdiven ışıkları göz kırptı alt alta dizilmiş pencereleri andıran gözleriyle. Sokak lambası kıskançlığından patladı, çünkü onun ışığı az geldi lâhzanın içinde sokağa. Balkondakikız pencere arkasına taşıdı diri bedenini, perdeyi delip geçti gözleri. Tahrik sonucu istemsiz olarak açılıyor kızıl kanatları, tam buradan görülüyor. Yeni yıkanan halıdan damlayan suyun yaprakta çıkardığı ses kupkuru olan geceyi nemlendiriyor. Köpekler bir eşeğe saldırdı, eşek biraz önce anırıyordu kimse müdahale etmedi, çünkü eşek bu şehrin malı değil köpekler gibi. Eşeğin acılı feryadı durdu, köpekler eşeği olması gerektiği gibi yedi, olması gerekmediği gibi yemedi. Ay durduk yere karanlığa düşman oldu, savaş sürüyor hâlâ. Pencere arkasındaki kızılkanatlıkörpebakire kanatlarını iyice açıp balkona çıktı dayanamayıp ve ileriye doğru fırlattı diri ve çıplak bedenini. Bir süre sanki havada asılı kaldı ama sonra tepe üstü yere düştü çünkü henüz uçmayı öğrenememişti, hormonları onu yoldan çıkardı, oysaki Boris ona söz vermişti, zamanı geldiğinde en iyi şekilde tatmin edilecekti ama o nefsine hâkim olamayıp ona doğru uçmak istemişti. Boris olayı içi parçalanarak izledi, hemen müdahale edemedi. Olay yerine geldiğinde kırılmış kızıl bir kanat buldu. Sırtında gezdirdiği çantasından bir atel ve sargı bezi çıkarttı ve kanadı sardı. 21

- Mavi Öyküler


Kızılkanatlıkörpebakireleregözkulakolmakadınına ne oldu? Senin için yollamıştım bir tane, dedi. Kanatlarını okşatması gerekiyormuş, bunun için kızılakanatlıkörpebakireleregözkulakolmakadınınınkanatlarınıokşamaadamına gitti. Ama ona ne olursa olsun yanından ayrılmamasını söylemiştim. Fakat biliyorsun ki bu çok doğal ve söz dinlemeyen bir ihtiyaç, zavallı kadının yapabileceği bir şey yoktu, hem benim adıma hem de kendi adına. Hem öyle bakıp durma da bana vaat ettiğini ver. Çekinecek hiçbir şey yoktu, Boris sokak ortasında vaadini gerçekleştirdi ve herkes yine mutlu oldu, olay iki kişilik gibi görünse de, tabii izlemek ayrı bir mutluluk vesilesiydi. En çekingen hayvan olan insan türü kendini bu birkaç sokaklık alanda aşıyordu, kesinkes bir şeyler gerçekdışıydı. Bütün güzeller birbirine benzerdi, kızılkanatlıkörpebakire istisna idi. Esmer teni, anlam yüklü kara gözleri, dolgun küçük dudaklarıyla farklı bir güzellikti. Boris’in çokkatlımezarı andıran ikametgâhı alt alta dizilmiş pencereleri andıran gözleriyle tekrar selam verdi karanlığa. Boris yirmi altı kızılkanatlıkörpebakire yükseklikte olan dairesine çıkıyordu merdivenlerden yanındaki bakireyle. Körpebakireye uçmayı o öğretecekti olması gerektiği gibi. Ateli çıkardı, kanat sağalmıştı. Geniş ve kızıl kanatlarını açtı bakire, boşluğa attı kendini tekrar ama bu kez Boris’in yanında olmasının verdiği güvenle, süzüldü, süzüldü ve tek kanat çırpışla yükseldi hızla, sonra daha çok kanat çırptı, gökyüzünde aşağı yukarı gidip geldikten sonra iyice öğrendi uçmayı. Boris’in balkonunun önünde hafif kanat çırpışlarıyla havada asılı kaldı. Gökteki en büyük olma unvanını kaptırdığını sanmış olacak ki aniden geniş kanatlı başka bir uçan yaratık olan Amerika kel kartalı ta Amerikalardan gelip bakirenin arkasında peydahlandı hiddetli gözleriyle. Boris kartalı görür görmez anlamış olacak ki kötü niyeti, hemen parlattı gözlerini, gözlerden çıkan yoğun ışık toza dönüştürdü kartalı. Artık gökyüzündeki en büyük canlı kızılkanatlıkörpebakireydi. Olanları anlayan bakire, “Ooo!” dedi, “Kurtardın beni!” Olması gereken buydu zaten, başka türlü olamazdı ki. Bu da ne demek? Bu bütün kızılkanatlıkörpebakirelerin geçtiği bir sınavdır ya da geçemedikleri, geçmek partnerinin Mavi Öyküler -

22


becerisine bağlı, çoğunu kartallar kapıp ta Amerika’ya kadar götürür, kartalların onlardan önce bir çocuk edindiği, çocuk erkek olursa hem çocuğu hem de bakireyi (artık değil) yediği söylenir, yani sizin soyunuzun var oluş şekli. Bu saçmalık kendini ilginç biri gibi göstermeye çalışıyorsun bana! Ne? İlginçlik mi, kanatları olan sensin. Arkasokaktakikızın, sokak ortasında sarı, uzun saçlı (daha sonra hatıra olsun diye penisi kesilen) gençle girdiği cinsel münasebet sonrasında doğan çocuğu bir yetişkin olmuştu artık çünkü zamana hiç güven olmuyordu bu birkaç sokakta. Zaman bir uçurum kadar sessiz ilerliyor ki kimse farkına varamıyor hareketinin. Bu çocuk ne zaman büyüdü, adam olmasına kim izin verdi, bu sokaklarda kanun namına bir şeyler yok muydu? Uçurum kadar sessiz bir zaman da ne oluyordu, nesneler ve olgular nasıl oluyor da yer değiştirebiliyor böyle kolayca, bunları kim uyduruyor? “Ben uyduruyorum!”, diye ortaya atıldı Kızılkanatlıhazırcevapkörpebakire, arkasokatakikızın sokak ortasındaki cinsel münasebetinden peydahlanan ve hemencecik büyüyen oğlan çocuğu yani arkasokağınçocuğu, “Çok güzel uyduruyorsunuz, tam da sizin gibi güzel bir bakirenin yapması gerektiği gibi.” diye belirtti iltifatını. “Çok naziksin arkasokağınçocuğu. Sizin kadar eşsiz bir yaratıktan söz ederken mutlaka “güzel” sıfatı eklenmeli yoksa bu eksik zekâya tekabül eder ki, sizin eksik zekâlılarla bir işinizin olacağını hiç sanmam.” Öyle sarsıcı iltifatlardı ki bunlar, yavaşça teslim oluyordu kızılkanatlıkörpebakire fakat olayı sote bir yerden izleyen Boris gizliliğe son verip açığa çıktı. “İltifatlarına bir son ver o benim kızılkanatlıkörpebakirem, git kendine başkasını bul!” diyerek. “Nerden bilebilirdim senin olduğunu üstüne yazmalıydın.” Bunun üzerine sırt çantasından çıkardığı “Ben Boris’in malıyım!” yazılı karton levhayı kızın sırtına yerleştirdi Boris. Oradan uzaklaşmak zorunda kaldı arkasokağınçocuğu intikam planları yapmak üzere. 23

- Mavi Öyküler


ARDIL ZAMAN Bana baksana anlatıcı, neden biraz daha adil davranmıyorsun? Hep Boris’ten yana kullanıyorsun karar yetkini. Özür dilerim arkasokağınçocuğu ama biliyorsun ki ben de bir insanım ve yazarken kendimi, yarattığım karakterlerle “özdeşleştirebiliyorum” istemeden. Ne de olsa bunlar benim farazîlerim. Yazar olmamışlığın içinde ezilen kişidir, bunu unutma. Arkasokağınçocuğunun bu serzenişi işe yaradı ve intikam almaktan vazgeçti. Aslında çekilmesinin sebebi karşı kaldırımda yürüyen ıslakkaldırımlarprensesiydi ve şu an yağmur yağıyordu. Nerde ıslak ve buzlu bir kaldırım varsa o orada olurdu. Islak kaldırımlarda gezmeyi seven güzeller güzeli ıslakkaldırımlarprensesini görür görmez kalbinden vurulmuşa döndü arkasokağınçocuğu. Ona kimse ilkyardım uygulayamazdı, bu sadece onun halledebileceği bir meseleydi, bu mesele benim meselem mukabilinden. Mesele bir ip yumağı gibi karışmaya başlamıştı, karıştıkça yağmur kara döndü. Her köşe başını bir kardan adam tuttu elindeki makinelitüfekle, korkudan kimse köşeleri dönemez oldu. Buz tutan yollarda kayarken kolunu kıran çocuklar, seyyar alçıcıda kolunu alçılatıp kayma işlemine kaldığı yerden devam ediyordu. Yol tuzlama ekipleri bu sokaklara kesinlikle giremiyordu, onlar girerse çocuklar nerede kayacaktı? İşte ıslakkaldırımlarprensesinin en büyük derdi buydu ve bunun önüne geçmek için sokak girişlerini buzdan duvarlarla örmüştü ve her köşe başına da eli makinelitüfekli kardan adamlar dikti. Ola ki büyüklerden biri yanlışlıkla işbirliğine girerdi. Şimdi de ıslak ve buz tutmuş kaldırımlardan süzülerek denetleme yapıyordu, o da gördü arkasokağınçocuğunu, görmesiyle birlikte o da kalbinden vurulmuşa döndü ve “görmesiylebirlikte” bu işe bir çözüm aramaya başladılar. Ama görmesi hemen kendine gelerek, bu işin çözümünün kolay olduğunu zira adamın da onlara yani, ıslakkaldırımlarprensesine alık alık baktığını, bunun da her zamanki gibi aşk belirtisi olduğunu söyledi ve söyledikten sonra “görmesi” gözlerinde kayboldu. Kaybolur kaybolmaz yine yağmur başladı; karlar ve kardan adamlar hızla eridi, artık çocukların Mavi Öyküler -

24


kayacağı bir buz tabakası kalmadı, buz kalmayınca kollar da kırılmıyordu, bu yüzden ak saçlı, aksakallı, bastonlu seyyar alçıcı el arabasını ıslak sokaklarda iterek uzaklaştı, karlı ve buzlu yeni bölgelere doğru aynı bacalardan inen aksakallı adam gibi. Uzaklaşırken cebindeki paraları kazanmasında büyük pay sahibi olan buz tanrıçasına da içinden en iyi dileklerini sunuyordu, kırılacak yeni kollar içinde dua ediyordu ayrıca. Yağan taze yağmurla birlikte ıslakkaldırımlarprensesi yeni doğmuşçasına dinçleşti, vücudu bir körpenin bedeni gibi dirileşti. Tenine hiçbir boyanın veremeyeceği bir canlılık verdi yağmur. Bu yenilenme arkasokağınçocuğunu daha da fazla etkiledi; artık tam anlamıyla şapşal bir âşıktı o. Ve sokağın ortasında, alt dudağı eşek dudağı gibi öne doğru uzayan, gözleri bir delininki gibi sağa sola bağımsız hareket eden, saçları yer yer dökülmüş, boynunda tiki olan ve elinde de açık, küçük bir pilli radyoyla geçen bir adam durdu prensesin önünde. Ve radyodan arkasokağınçocuğunun sesi yankılanıyordu, âşıkların yaptığı aptallıklardan birini o da yapıyordu şu an: İlan-ı aşk ediyordu canlı yayında. Ama bu yapılması gereken bir şeydi aptallık olsa da aşkın doğasından dolayı… Bu olaya şahit olan prenses, olayın çocuklar önünde cereyan etmesinden öylesine kızdı ki adamın elindeki radyoyu kapıp klasik müzik dinlemeye başladı. Edvard Grieg’in sinsi şeylerin planlandığını haber veren, The Hall Of The Mountain’s King’i çalıyordu, yarın ne gösterecek kimse bilemiyordu artık. Aniden yarın oldu. Arkasokağınçocuğu başka bir ilan-ı aşk yöntemi olan çiçeklerle sokakta yürürken ıslakkaldırımlarprensesine doğru, birden durdu prensesin yüzündeki kızgın ifadeyi görünce. Ve birden yanmaya başladı arkasokağınçocuğu vücudunun sol yanından başlayarak. Yavaşça yanıyordu mavi bir alev çıkararak ve yavaşça erimeye başladı yanmanın etkisiyle. Bu duruma sevinmiş gibi görünen prensesin tepesine devasa bir el indi durduk yere. Prensesin kafası ve kolları koptu, bacakları ise iki yana doğru ayrıldı. Her şeyin bir garip olduğu daha başından belirtilmişti. Garipti çünkü bu sokaklar on yedi yaşındaki bir kızın oynadığı maketten ibaretti; evler, ağaçlar, insanlar hep25

- Mavi Öyküler


si plastiktendi. Konuşan ise sadece çocuktu. Not: Bu öykü kız kardeşimin oyunları sırasında onu gizlice gözetlemelerimde tuttuğum notlardan oluşmuştur. Hayal gücü söz konusu değildir.

p

“BİR DAHA DEĞİŞMEMEK ÜZERE DEĞİŞMEK…” “Çamur” | James Hakan Dedeoğlu Ş u saat itibariyle otuz dört yaşının ortalarında gezinen, fazla bir meşgalesi olmayan, zamanının çoğunu camın ya da hareketli camın (Babaannem böyle söylerdi) önünde geçiren biriyim. Bundan sekiz ay iki hafta birkaç gün ve hesabını es geçtiğim saat kadar önce boşluk nedir bilmeyen, otomat olmanın tüm güzelliğini damarlarında hisseden, saçlarını aynadan değil bilgisayar ekranından bakıp düzelten biriydim. Sabahları vücudunun otomatik saatini istediği saate ayarlamış olan ben, neden artık öğlen uyandıktan sonra, bir de üstüne yattığım yerden ayak parmaklarımı, açlıktan midem bulanıncaya kadar izler olmuştum? Bu iki durum arasındaki farklılıklar neden oluştu? Kısaca anlatmama izin verin. Her zaman, insanların düştükleri naçizane durumlara katlanmaları gerektiğini düşünmüşümdür. Yapılması gereken işlere, uyulması gereken durumlara boyun eğmenin küçük düşürücü hiçbir yanını görmemiş (Aslında tanıdığım tüm insanlar gibi, ama en azından iki kişi hariç ki onlardan şimdi bahsedecek değilim) bunları düz ve tümseksiz bir hayatın mutlakları olarak seçmiş biriyim. Bu şu anlama geliyor; eğer sabah sekizde ayaklarım ofise adım atmış olmalıysa, o zaman o saatte orada olurlar. Eğer göçmüş olan Windows’umu tamir için IT departmanını aramam gerekiyorsa, o zaman parmaklarım sualsiz tuşları çevirir. Eğer yemek saati öğle vaktini on beş geçeyse, o halde midem bu saatte dolar. Eğer ofiste sigara içmek yasaksa, elim Mavi Öyküler -

26


asla cebimde duran kırmızı pakete doğru hamle yapmaz… Ama bunların doğru olmadığını, en azından son verdiğim örneğin, gerçeklerden büsbütün uzak olduğunu, kendi kendime tüm samimiyetimle, hem de buna engel olamayacak kadar kendimden geçmiş olduğum bir anda itiraf etmek zorunda kaldım. Faturası ağırdı, ödeyemeyeceğim kadar… O gün, vücudum çok önceden boyun eğdiği tüm kuralları harfiyen yerine getirmişti; geride bıraktığım zaman yığınlarında olduğu gibi. Vücudum tüm kusursuzluğuyla işliyordu; ayaklar doğru saatte ofiste, mide layık olduğu anda dolu, parmaklar belirlenen tuşları tüm estetiğiyle tuşlamış… Fakat hangi uğursuzluk, hangi lanet üstüme çöktü de çarklar dönmedi? Akşamüstü, parmaklarım klavyenin tuşlarını bırakarak, koltuğumun arkasında asılı duran paltomun cebine doğru ağır ve aksak bir şekilde uzandığında, gözlerim hâlâ ekrandaki en taze noktaya bakmaktaydı. Paketi çıkarttım ve klavyemin yanına bıraktım, içinden bir sigara çıkartıp ağzıma yerleştirdim. O an, aklımda bir tren hızıyla geçen ikaz yazısını hatırlıyorum ama neden ciddiye almadığımı değil. Olympos’un ateşi gibi sonsuza dek yanıp, birçok latif efsaneye vesile olacakmış gibi gözüken çakmağın alevleri, sigaramı ofisin en orta yerinde yaktığında dahi durdurabilirdim olup bitenleri. Ama hayır, hayatımın her gününü isyan ederek geçiren biri olsaydım bile bu kadar profesyonelce davranamazdım. Sigaramı yaktıktan sonra, bir süre bacak bacak üstüne atarak (Bunu yaparken büyük bir ustalıkla paçamı da sıyırdığımı eklemem gerek) oturduktan sonra ayaklandım, çevreme göz gezdirdim, kesiştiklerime selam verdim, ardından ilk ve son ofis turuma teşrif ettim. Departman müdürünün, yanıma gelip derhal sigaramı söndürmemi istediği zaman, üçüncüsünü tüttürmekle meşguldüm. Cevabım, hemen hemen içgüdüseldi ya da içgüdülerin varlığı kadar su götürmez ve hak doluydu: “Canım içmek istiyor… Neden söndüreyim? Siz de yakmaz mısınız bir tane?” Beş yıllık masa üstü eserimi, siyah bir çöp poşetine doldurmayı göze almış 27

- Mavi Öyküler


mıydım? Sanmıyorum, zira yaşananlar herhangi bir şeyi göze almakla ilgili değildi. Bir anlığına, o güne kadar kulak asmamış olduğunuz, içinizdeki isimsizin boş bulunduğunuz ânı (O bunu tüm hayatı boyunca sinsice beklemiştir ve bu konuda kaplumbağa kadar sabırlıdır) yakalayıp, kendi istediklerini size yaptırmasıyla ilgili bu. İsimsiz, aradan çekilip de beni gerçeklerle yüz yüze bıraktığında işsizdim. Yatağımın bir ucundan başımı çıkarmış, diğer ucundaki parmaklarıma bakıyordum. On parmak, on tane kıllı çirkin uzuv… Kimseyle görüşmek istemediğimden, kendime salondaki televizyon ve ayak parmaklarımla baş başa kalabildiğim, yatak odası arasında gidip gelen bir hayat tasarladım. Salondaki hayatım, boktan programlar izlemekten sinir bozucu bir zevk aldığım televizyon ekranı ve yağmurlu günlerde perdelerini kapatmak zorunda kaldığım (Sebebini sormayın) pencereden dışarı bakmakla sınırlıydı. Aslında aramızda yaklaşık elli yıl olmasına rağmen, salondaki yaşantımın dedeminkiyle paralel olması inkâr edemediğim bir huzur da vermiyor değildi. Hele, karşımdaki koltuğa hayali bir arkadaş yerleştirip (Bu genelde sarışın ve yarı çıplak bir afet oluyordu) “sıradaki araba benim, sıradaki araba senin” oyunu oynadığım zamanlar, salon yaşantım ufak bir şölene dönüşebiliyordu. Bir de gün boyu usanmadan içtiğim çay vardı elbet. İlk zamanları sallama çayla geçiştirdim. Ama madem salondaki hayatıma gittikçe alışıyordum, bazı ufak keyifler de katmam gerekiyordu, bu kadar da lüksüm olabilirdi. Birkaç haftalık sallama turlarının ardından demlemeye geçtim. Artık, salon daha çekilir bir hal almıştı. Televizyonla aramızda herhangi bir bağ yoktu. Birbirimizin varlığını çok da umursamadığımız gibi, birbirimizle alıp veremediğimiz de yoktu. Bir ara onunla empati kurmaya çalıştımsa da, bunun yararsız olacağını hemen kavradım. Zaten tek kavgamız da o zaman oldu. Ondan tek istediğim, yağmur yağdığı zamanlarda yani perdeleri çekmek zorunda kaldığım günlerde (Lütfen sebebini sormayın!) bana güzel bir film sunmasıydı. Yağmurun hiç usanmadan, dört gün boyunca yeryüzüne indiği bir ara sabrım taştı. Çip yığını, duygusuz zevzek üç gün boyunca bana Mavi Öyküler -

28


hiçbir şey sunmadı. Halsizdim, moralsizdim ve yağmur artık sokağı bırakıp beynime işlemeye başlamıştı. Dördüncü gün, empatiyi ona hatırlatarak, kumandanın tuşlarına basarak kanalları dolaştım. Nafile, pezevengin güzel laftan anlayacağı falan yoktu; demleme çayı başından aşağı boca ettim. Neyse ki devreleri atmadı ve birlikteliğimiz devam etti. Tek sorun, empati denen kelimeyi daha önce hiç duymadığını ve asla da öğrenemeyeceğini kavramış olmamdı. Yatak odamdaysa durum bu kadar karmaşık değildi. Odanın içine hâkim olan ağır, miskin ve pis kokulu atmosfer, içerdeki her molekülün üstüne çullanmış gibiydi; hiçbir şeyin (Ne yorganımın, ne pantolonlarımın, ne çoraplarımın, ne de zaman zaman benim) hareket etmeye mecali yoktu. Bu tuhaf ve yoğun hava, odama ne zamandan beri hâkimdi, hatırlayamıyorum. Pencereleri açıp, bulutsu yoğunluğu dışarı kovalamak aslında gereken çözümdü; ama bunu ne zaman yapmaya yeltensem günün ilk ışıklarına yağmur eşlik ediyordu. Perdeleri ve pencereleri kapalı tutmam gerek! Başucu saatimin pili çok zamandır ölüydü, yenisini almaya da gerek yoktu. Nasıl olsa biyolojik saatim yeni düzene ayak uydurmuş, kafasına göre takılıyordu. Doğal olarak, benim işsiz olmamdan dolayı keçileri ovalara salmış, acil bakıma ihtiyacım olduğumu düşünebilirsiniz. “Hayır, bu benim tercihimdi” dediğim takdirde (Aslında bu salt gerçektir) sizin aklınızda, beyaz yaka sillesi yedikten sonra “modern hayatın gerekliliklerine sırtını dönen yeni kahraman adayımız” damgası belirecek. Bunu da şu mütevazı açıklamayla değiştirmeme izin verin: Daha önce de dediğim gibi hayatın mutlaklarına uyulması gerektiğini düşünen bir insanım. Benim hayatımın o sıradaki mutlağı da buydu; evde yaşamak ve kullandığım cümlelerin içinde belirecek olan kelimelerin sözlük anlamlarıyla, “kıçım kapılardan geçmez olana dek hiçbir şey yapmamak”… Bu durumu birçok kez tarttım kafamda, kimseye ya da herhangi bir şeye kafa tuttuğum ya da sorguladığım falan yoktu, tanrı şahidimdir. Gerekli olan neyse yapılacaktı ve ben evimde, yatak odam ve salon arasında gidip geldiğim, kusursuz bir tasarıma sahip yeni hayatıma, bir sonraki çağrıya dek devam edecektim. 29

- Mavi Öyküler


Bu kesinlikle bir “Oblomov sendromu” değildi, aklınızdan dahi geçirmeyin; size söylüyorum bu bir gereklilikti, aynı her cümlenin sonuna bir nokta koymak zorunda olduğunuz gibi, benim de şimdi koyacağım gibi. Bir de “yalnızlık” başlıklı bir konumuz var. Elbette telefonlarım çaldı, günlerce haftalarca… Açmadım. Neden? Çünkü bu da gereklilikti (Yine aynı sıkıcı cevap!) Gerekliliğe uymam ve fazla ses çıkarmamam gerektiğini bildiğimden, fazla bulaşmadım telefona. Birkaç kez küfür sallamak için açtım telefonu. Zaten, bir süre sonra sesi de kesildi. İnsanları hayatınızdan çıkarmak gerçekten kolay, bunun bir gereklilik olduğuna inandığınız zaman, ahizeyi kaldırıp kendilerinden bir ricada bulunmak kadar basit. Zaten, bir bakmışsınız onlar sizden daha istekli, ricanızı hemen yerine getirmişler. Ama açık olmam gerek; kapım ve telefonum sadece anneme açıktı, iki kat yukarda oturan yaşlı anneme. Sanırım, bu da yemek sorununu nasıl çözdüğümü size çaktırmıştır. Çözüme ulaşmış yemek sorunu, şu ana dek anlattıklarımdan bambaşka ve çok daha büyük bir durumla karşı karşıya gelmemle önemsiz de olsa bir bağlantı taşıyor. Fakat madem konu yemekten ve “daha büyük” olarak adlandırdığım ve bu kez gereklilikle hiçbir bağlantısı olmayan durumdan açıldı, o zaman hemen girişiyorum. Amacım da eninde sonunda buraya varmaktı. Net ve şaşmaz çamur resmi gözlerimin önünde belirdiğinde, o güne dek hiç yapmadığım bir şeye kalkıştım. Sonbaharın ortalarında, muhtemelen kasım ayının tam ortasında, gökyüzü tüm şiddetiyle içinde birikenleri boşaltmakla meşguldü. Yağmuru gördüğümden değil (Tüm perdeler kapalıydı yine) elektrikler kesikti ve zevzek televizyon kapalıydı. O kadar ufak olmalarına rağmen, milyarlarca damlanın çıkardığı sesin yüksekliği beni hayretler içerisinde bırakmıştı. Damlacıklar, salonun içinde dans ediyor gibiydiler. Gerçekten de şu damlacıklar sadece yeryüzüne çarparak bu kadar ses çıkarabiliyorlarsa, tüm Çinliler aynı ayna zıpladıklarında gerçekten şiddetli bir deprem yaratabilirler. Bu ihtimal o kadar da uzak gelmiyor artık bana. Mavi Öyküler -

30


Annemin beni küçükken uyardığı gibi, yağmurdan kaçan cinlerin ve tüm paralel evren transparan yaratıklarının evlere doluşmasını engellemek için, perdelerimi ve camlarımı kapalı tutmam gerekiyordu. (Sanırım sonunda ağzımdan kaçırdım.) Bu palavraya nasıl inandım bilemiyorum ama evimin yağmurdan kaçan, asabi ve sinirli cinlerle dolacağı fikri, her zaman ürkütmüştü beni. Ayrıca, evde tek başıma geçirdiğim günler, beni bu tip sapkın ve batıl inançlara daha da yakınlaştırmıştı. Muson yağmurları bile inse, pencereleri açmaya niyetim yoktu, ama olanlar oldu ve ben önce perdeyi araladım, ardından da camı açtım. Her şey, ıslak zeminde Peguet 205’i nasıl kullanması gerektiğini bilmeyen amatör bir züppe yüzünden oldu. Evimi, cinlere karşı koruyan bir bekçi gibi pencerenin kenarında oturmuş, onca yükseklikten kaldırıma düşüp parçalanmanın bir damla için nasıl bir his olduğunu düşünmekteydim. Önce, uzun ve acılı fren sesi damlaların senfonisine kesin bir es verdi, ardından milyarlık metal yığınının sokak lambasıyla bir olmak için giriştiği amansız çabanın gürültüsü yayıldı ortalığa. Yerimden sıçramam, perdeyi aralayıp mevzuyu daha iyi bir açıdan görmek için pencereyi açmam, farkında olmadan yaptığım hamleler dizisiydi. Siyah Peguet, tamamen direğe gömülmüştü; direğin halini bile sormayın, varoluşundan utanır gibi önüne eğilmişti. Züppe, kendini arabadan atmış, yağan yağmurun altında, sokağın ortasında yarı baygın yatıyordu. İşte tam bu sırada gözümün önünde çamur belirdi. Herhangi bir çamur birikintisi değil, geçmişten gelen ve her hatırlayışımda aynı şekilde beliren, tüm ayrıntılarını ve bükümlerini eksiksiz görebildiğim bir çamurdu bu. Çamurun bu kadar tanıdık gelmesiyle irkildim; ilk önce açık kalan pencereden evime doluşmakta olan cinlerin işi sandım ve penceremi ışık hızıyla kapatarak derhal koltuğuma kuruldum. Ama çamur hâlâ gözümün önündeydi. Bir çamur birikintisi nasıl tanıdık gelebilir ki? Tanıdık gelse bile, beyin bunu hatırlamak ister. Hatırlayamazsa da acı çeker. Benim bir süreliğine çektiğim gibi. Aylarca ağır adımlarla gidip geldiğim “salon-yatak odası” parkurunu, koşar adımlarla arşınlamaya başladım. Kaç tur attım, bilmiyorum. Ama aylardır uyuşuk takılan beynim için 31

- Mavi Öyküler


oyalanacak bir hadise çıkmıştı. Aklım, hatıralar klasörü altındaki resim haznesine ait tüm görselleri, o kadar büyük bir hızla tarıyordu ki bir ara gözlerim, dönerek bu işleme ayak uydurmaya çalıştılar. Birkaç saatlik baş döndürücü tarama işleminin ardından, aradığım eşleşme gerçekleşti. Apansız beliren görüntü, resim haznemden kendi eşini buldu ve tüm tablo bir anda aydınlandı. O esnada parkurun ortalarında, tuvaletin önündeydim. Tablonun aydınlamasıyla birlikte, kendimi tuvalete atarak yüzümü yıkamaya başladım. Her şeyi daha net görebileceğimi düşündüğümden… Yanılmamışım. Çamur artık gözlerimin önünde tüm ihtişamıyla duruyordu. Bunun da ötesinde, o çamura ellerimi daldırmak gibi önüne geçmekte zorlandığım bir istek oluşmuştu içimde. Çamur, gözümün önünden kalktığı zaman, boşlukta oynaşan ellerimle karşılaştım. Sonrasında parkuru olanca hızımla turlamaya devam ettim. Çamurun, veletliğimden beri yaşadığım apartmanın arka bahçesinde ikamet ettiğini ve her yağmur yağdığında aynı şekle büründüğünü anımsamam fazla vaktimi almadı. Her yağmur yağışında baş başa kaldığım o çamur birikintisini, neden hatırladığımı ve arzulamakta olduğumu fazla sorgulamadım. Daha önceden fark etmiş olmalısınız ki sorgulama, yargılama, yadırgama gibi faaliyetleri uzun süredir askıya almış biriyim. Bundan gurur mu duyuyorum? Hayır. Şikâyetçi miyim? Hayır. Lütfen bana başta anlattıklarımı tekrar anlattırmayın; evdeyim işte, işsizim, keyfim ne yerinde ne bozuk… O kadar. Neyse, çamurdan ve ardından gelen tuhaf günlerden (Tuhaf, sadece ve sadece benim yakıştırmam, sizin için “deli saçması” ya da “alelâde günler” olarak da tanımlanabilir) uzaklaşmayalım. Çamuru tüm hatlarıyla hatırlamamın ardından, onun çevresinde oynadığım günler de, akabinde sahne almaya başladılar. Hepsini izledim; son altı ay içerisinde yaşadığım en keyifli saatleri yaşadım salonda, camın önünde, perdeler kapalı. Demli çay üstüne demli çay içtim, otuz yıl öncesinin ‘çamur ve ben’ sahneleri bir bir gözümün önünden geçerken. Sonra, insan oğMavi Öyküler -

32


lunun olabileceği en doğal tavırla yerimden doğruldum. Çok uzun zamandır giymediğim ayakkabılarımı ayağıma geçirdim, aşağı indim, evimin çevresinde ve kendi içinde dönen dünyanın farkına vardım, onu selamladım ve aksak adımlarla arka bahçemize yöneldim. Yıllardır görmediğim, çocukluk mahallemden en sevdiğim arkadaşımı görecek gibiydim, şu yıllarca en son gördüğünüz haliyle zihninizde prematüre bir bedende taşıdığınız arkadaş gibi. Aylardır evden dışarı attığı adımları parmakla sayılabilecek biri için, çamura doğru giden bu adımlar, gerçekten minik birer devrim niteliğindeydi. Sanırım bu yüzden biraz gösterişli olmalarını istiyordum; ağır ve ihtişamlı, arada bir aksak… Eğer biri camdan beni izliyorsa keyif almasını diledim. Ama çamurun ikametine vardığımda, hissettiklerim asil yürüyüşümle boy ölçüşemedi, zira burayı çok da hatırlamadığımı fark ettim. Yağmur basıncını arttırmış kafamı ütülüyordu. Gökyüzüne doğru başımı kaldırıp, yukarıda kimsenin olup olmadığına baktım. Emin olmak istiyordum, çünkü bir zamanlar burada yaşadığına, üç hecelik adım ve uzun soyadım kadar emin olduğum çamurun, burada yaşamış olmasına imkân yoktu. Çünkü burası soğuk bir betonla kaplı, yeşillikten ve onu besleyen ve böyle günlerde çamura dönen topraktan yoksun bir otoparktı! Çamurun olması gerektiği yerde, bir süreliğine hareketsiz durup başımı kaşıdım. Diğer kolum, bir sonraki emre kadar kalçamın yanında istirahatteydi. İşin sarsıcı tarafı, çamurun olması gerektiği yerde sadece koca ve aşılmaz bir beton tabakası değil, bir de üstüne park etmiş kırmızı bir Opel vardı. Çamurun bir zamanlar burada yaşamış olduğuna eminim, çünkü yaz aylarında onu gölgeleyen meşe ağacı tam orada, hatırladığım yerinde, birkaç metre boy atmış olarak duruyor. Ciddi bir sorunla karşı karşıyaydım. Bir süre düşündükten sonra “çamur”u öldürmüş olduklarını anladım. Ona hiç acımadan, hayırsız da olsa onu her zaman sevmiş olan arkadaşına sormadan onu kurutmuş, hayat suyu yağmurla bağlarını kesmiş, üstüne katman katman beton atmışlardı. Ve işin en üzücü yanı, aylardır evde hiçbir talepte bulunmadan yaşayan ben (Ne kapı33

- Mavi Öyküler


cımdan gazete, ne devletten şefkat, ne de sizden ilgi istemeyen biri) sadece ve sadece onu görmek istemiştim ama o, bilmem hangi komşumun 98 Opel tekerlerinin ve ucube betonun altına gömülmüştü, hem de canlı canlı! Sadece tek ve basit bir istek ve bunun karşılığında aldığım… Islak zemine çömelerek arabanın altına baktım, elimi uzatıp altında olduğuna inandığım yerin üzerinde elimi gezdirdim, ona yakında olduğumu hissettirmek istiyordum. Betonu eşelemeye bile çalıştım bir ara, ama nafileydi. Kızgındım, üzgündüm, hayal kırıklığı içindeydim, işler yolunda gitmiyordu. Sonra yağmur durdu, ben hâlâ dizlerimin üstünde, yarı yarıya kırmızı Opel’in altındayken. Çamurla geçirdiğim başka anlar da, hızlı bir şekilde zihnimin duvarlarına çarpmaya başladı; onun içine düşüşümü, haylaz ortaklıklarımızı, küs olduğumuz günleri, kuruyup gittiği sıcak günlerde onu uğurlayamadığıma üzülüşümü izledim… Ben, Opel’in altından bedenimi çıkarırken, güneş de hantal bedenini kendisinden beklenmeyecek bir hızla bulutların ardından çıkarttı. Buraya kadar anlattıklarımdan, küçükken bir zamanlar yeşil olan bu bahçede, bol bol vakit geçirmiş olduğumu anlamış olmanız gerekiyor. Benimse buraya yıllardır uğramadığımı ve her şeyin değişmiş olduğunu anlamam gerekiyor. Güneşin de artık bu bahçeyi aydınlatmadığını fark ettiğini umuyorum, çünkü sadece çamurun gömülmüş olduğunu değil, güneşin de artık bu bahçeye uğramadığını fark ettim. Gözlerimin kamaşacağını düşünerek arkamı döndüğümde, güneşin benim gözlerim dışında, yeryüzündeki her şeyi taciz ettiğini gördüm. Bense Babil’in en büyük kulesiyle sidik yarıştıran devasa bir apartmanın gölgesinde, fotosentez yapma fırsatı bulamadan duruyordum. Bizim arka bahçenin, artık benim arka bahçem olmadığı kesindi. Bir zamanlar dört katlı apartmanların sıralandığı bahçe duvarının ardında, tehditkâr yapılar uzanıyordu şimdi. Kuşku yok ki, hepsi de aynı ordunun mensuplarıydı. Üniformaları beton, apoletleri kiremit, postallarıysa mermerdendi. Bütün bunların, benim eve kapandığım aylar içerisinde dikilmiş olabileceğini düşündüm, başka bir hakikat gelmedi aklıma. Aklımı mazur göMavi Öyküler -

34


rün, uzun zamandır kendisiyle çok işim olmadığından randımanı düşmüştü. Buna karşılık, duygu düzeneğim haddinden fazla çalışıyordu. Evdeki vurdumduymazlığımın yerini bir kriz gibi, bir derin devlet darbesi gibi bir his dalgası almıştı. Algılarım açıktı, belki de fazla açık, çünkü çevremdeki her fark edilmiş, bana teker teker tokat indiriyordu. O sırada, duvarın öte tarafındaki başka bir arkadaşımı hatırladım: Komşu apartmanın sınırlı tekinsiz yabanıllarında (Sınırlı olsa da, burası onun hantallığındaki bir yaratık için her daim yabanıl sayılırdı) egemenlik kurmak gibi bir istekten oldukça uzak bir yaşam süren kaplumbağayı. İşte başka bir farkındalık… Bir zamanlar benle aynı boyda olan duvar, hâlâ benle aynı boydaydı. Ya ben geçen yirmi dört yıl içerisinde hiç uzamamıştım ya da o duvar da en az benim kadar etten ve kemiktendi ve geçen yirmi dört yıl içerisinde benimle birlikte yarım metre büyümüştü. Aklımı mazur görün demiştim. Siz aklımı mazur görün, ama ben bu duvarın büyümesini mazur görecek değildim, hele bizim kaplumbağa ile aramıza girmesine hiç izin verecek değildim. Belki yeşil pijama altlığım, mokasen ayakkabılarım ve üzerime geçirdiğim pardösümle çok atletik gözükmüyordum ama tek sıçrayışta o ukala duvarı aştım ve yan bahçeye kırk yıllık paraşütçülere yaraşır bir inişle kondum. Daha önce bu bahçeye yaptığım inişlerin, daha yumuşak olduğuna dair bir his belirdi içimde. Sert inişten dolayı bileğimden beynime doğru süzülen acı hissinin yanı sıra. Kaplumbağanın akıbetini anlamam için çevreme hızlıca bakmam yeterliydi. Buradaki değişim, zavallının mahal yerini terk edebileceği süreden çok daha hızlı gelişmişti. Huzur içinde yatsın! Kaplumbağanın katil zanlısı olan apartmanı süzerken, ikinci katta perdeyi aralamış bana bakan bir adam gördüm. Keltoş, korkak gözlerle beni süzüyordu, muhtemelen bahçelerine yaptığım izinsiz ama muhteşem atlayışımdan pek etkilenmemiş hatta benden tırsmıştı. İstifimi bozmadan ona bakmaya devam ettim. Az önce aldığım ölüm haberinden dolayı kaşlarım biraz çatıktı, ama kötü bir niyetim yoktu. Bir süre birbirimizi süzdükten sonra, keltoş, perdeleri hızla kapatarak gözden kayboldu. Ne35

- Mavi Öyküler


den sonra onun bir zamanlar o bahçede birlikte top teptiğimiz mahalle kadrosundan, kaleciismilazımdeğil olduğuna dair bir şüphe düştü içime, hem de çok yüksekten, yoksa hissetmezdim zaten. Camın önüne gidip adını bağırdım. Yaklaşık onuncu bağırışımdan sonra, altıncı kattaki yaşlı kadının ve üçüncü kattaki genç kızın ilgisini çekmeyi başardım. Onlara, genç ve yakışıklı bir kaplumbağanın ölümünden sorumlu bir apartmanda yaşadıklarını haykırarak, bu gece yatarken bunu düşünmelerini söyledim. Bunun onlar için pek bir şey ifade etmediğini fark ettim ve apartmanın bahçesinden çıkmak için kapıya doğru yöneldim. Muhtemelen keltoş da beni hatırlamıştı ama kaplumbağanın pişmanlığından cama çıkamamıştı… Böyle olmasını umuyordum en azından. O vakit, evime gidip hareketli camın önündeki (Daha önce de dedim, babaannem böyle derdi) bendenizin kabul hayatına dönebilirdim. Bir iki tavşan kanı çayla birlikte ölmüş arkadaşlarımın yasını tutup, her şeyin ertesi sabah yoluna girmesini umarak yatağımın yolunu boylayıp, bugün yaşadıklarımı unutabilirdim. Ama apansız değişimin farkına varmışlık, beni bundan alıkoydu. Bir de şu camdan beni dikizleyen eski kaleci, şimdiki keltoş… Sanırım o da bir şekilde, beni bundan alıkoydu. Keltoşun karşısına geçip “Haka” dansı yapmak geliyordu içimden, heyhat nasıl yapıldığını bilseydim. Haka dansının düşmanları ürkütmek için yapıldığını söyler Yeni Zelandalılar. Bu hâlimle Haka’nın yüz karası olabilecek ben, yine de bu dansı aklımda gerçekleştirmeye karar verdim. Yüzümü boyadım ve gökyüzüne doğru yükselen ateşleri ardıma alarak, Haka dansının tüm inceliklerini, tüm saldırgan estetiğini karşımdaki binalara fışkırttım. Bir şey değişti mi? Yoo, kendimi bahçeden çıkış yolunu ararken buldum sadece. Haka dansının kimseyi korkuttuğu falan yok… Ama çevremde olup bitenlerin daha fazlasını fark etmek istiyordum. Hızla geçen yıllar içerisinde çevremde bir kıyım gerçekleşmişti… Gerçek bir katliamdan bahsediyorum. Her gün televizyonda izlediğimiz, başka coğrafyaların katliamlarından Mavi Öyküler -

36


farkı yoktu bunun. Tam burada, arka bahçemde bir katliam yaşanmıştı ve ben haykırışları duymamıştım. Chaplin adımlarıyla, izah edilmesi güç çatışmalarla evimi çevreleyen sokaklarda dolaşarak, değişimin izlerini takip ettim. Demir, sivri ferforjelerle korunaklı surlar haline gelmiş olan eski bahçe duvarları, geçirdikleri yenilenme prosedüründen memnunlar mıydı bilemiyorum, ama değişimin en acımasız sembolü gibi geldiler bana. Birer ölüm makinesinden farksız bu sivri demir çitler, geçmişten başka bir dostumu daha hatırlattı bana… Sabahladığımız ya da çok geç saatlere kadar bahçede kalabildiğimiz zamanlarda, gecenin en sessiz saatinde saklandığı korunağından dışarı çıkan ve her defasında bizi heyecan pınarına gark eden kirpi… Günlerce onun dışarı çıkmasın bekledim. Ama çıkmadı. Umudum, altıncı günde kesildi. Tam altı gün boyunca sabahın üçünden beşine kadar bekledim onu. Üstüme battaniye alarak bahçe duvarının dibine çömeldim ve çalıların içinden bir yerden minik kafasını dışarı çıkarmasını bekledim. Bir ayıyı, kış uykusundan edecek kadar kahve içtim uykuya teslim olmamak için. Üçüncü sabahlamanın saat dördünde, yağmur bana eve girmem konusunda oldukça ısrarcı davranmış olsa bile, evime dönmedim. Fiziki yeterliliğimi aşan bir ısrarla, tan saatlerine sırtımı dayadım. Gitmişti... Kirpi de, aynı kaplumbağa gibi hayvanlar cennetini boylamıştı. Altıncı günde evime döndüm. Dışarıdaki değişim, beni süratle mapushaneme geri göndermişti. Korkmuş ve tırsmış olarak evime sığındım. Ekran, pencere ve çay üçlemi arasında dolanan gösterişsiz hayatımı tekrarlamaya koyulduktan birkaç gün sonra, televizyonum benimle empati kurmayı başardı. Gecenin bir saatinde, odama yapacağım kısa ama zorlu parkura başlamadan önce, bir televizyon kanalında gördüm nihai noktayı koyan adamı. Yüzünden terler boşanarak, ekrana, saatte iki yüz bin kilometre hızla yol alan devasa bir göktaşının dünyaya yaklaşmakta olduğunu böğürüyordu. Bir yandan da açtığı haritada Burdur’u işaret ederek, göktaşının bu şehir büyüklüğünde olduğunu ve sadece birkaç ayımız kaldığını ilan ediyordu. Adamı sevdiğimi söyleyemem ama anlattığı şeyler en başa dönmemi sağladı. Burdur büyüklüğünde kocaman bir 37

- Mavi Öyküler


kaya… Sadece birkaç ay… Dünyanın sonu… Tüm değişimlere bir son getirecek nihai değişim… Bir daha değişmemek üzere değişmek… Benliğini ve fiziğini yitirerek değişime teslim olmak… Kozmik bir molekül haline gelip evrendeki tüm değişimlerin, başkalaşımların bütünü olmak… Ve asla değişmemek… Ertesi sabah erkenden çıktım evden. Ve bu sefer çay içmedim. Bahçemde, başını almış gitmiş olan kasıtlı değişimin, eninde sonunda son bulacağını biliyor olmanın okşanamaz gururuyla yürümeye başladım.

p

“ÖLMEK, ÇÜNKÜ ZARİFTİR!..” “Defter” | Feridun Demir Eve yalnız döndüm… Ya da şöyle yazmalıydım: Yine her zamanki gibi, eve yalnız döndüm!.. Ah unutuyordum söylemeyi… Küçük bir defter aldım; eve gelirken. Küçücük bir defter sadece, yazmak için; evet!.. Bugün yaşadığım şeylerle ilgili bir şeyler yazacağım, birkaç cümle sadece!.. Kelimelerin herhangi bir değerinin olmadığın bilincindeyim; yazarının dışında kuşkusuz. O halde uzun uzadıya yazmanın ne lüzumu var… Yazmaya çalışırken uykusuz kalmak dışında, ne işe yarar bu cümleler? Buna tüm kalbimle inanıyorum. Ama yazacağım yine de, şu birkaç saat boyunca. Ama acele etmeliyim. Yazmaya başlamazsam bir an önce, korkarım biraz sonra anlamını kaybedecek yazmak!.. Ve ben, o birkaç cümleyi bile yazmadan, bu küçük defteri masanın üstünde bırakıp yatacağım. Yazmalıyım bir an önce… Bunun sizi ilgilendiren bir tarafı yok; elbette!.. Uzun yıllar sonra ilk kez bir şeyler yazıyorum. Yirmi yıl önce, yine bir defterim vardı. Bir şeyler yazardım… Bir kadını tanıdım o aralar!.. Kafa patlatarak kurulmuş güzel cümlelere değer veren bir insandı… Bu bana çok saçma geliyordu doğrusu; ama yine de ona yazdıklarımı okutmaktan geri durmadım bir an olsun. Boş inançlara kapıldığımı sanmayın… Biliyordum gerçekte; onun da Mavi Öyküler -

38


yazdıklarıma, iç sıkıntısıyla göz gezdirdiğini ancak! Yayıncı bir arkadaşı vardı, kitabımı yayınlamaya ikna etti adamı… Bunların hepsi olurken ben ona kahkahalarla gülüyordum yalnızca; gayretle çabalaması, sevinçli gülücüklerle olanları bana anlatması, heyecanlanması çok komiğime gidiyordu doğrusu… Ah sanırım sokak ağzı oldu; edebiyattan uzak kalmışlığıma verin “komiğime gitmek” değimini şimdi burada kullanmamı… Biraz da hınzırca bir tuzak kurmak istedim size… Bakalım, öykünün sonunda belki bu kelimeye dönerim de sizi şaşırtacak bir şeyler yaparım; ne dersiniz!.. Ama beklemek gerekecek oraya kadar!.. Oysaki ben şimdi bu yazıda sizin tüm ruhunuza, yaşamınıza saldırmaya hazırlanıyorum… Yoksa bir oyuna mı başlıyoruz, edebi bir kurmacaya mı çekiyorum sizi?.. Bilmem!.. Benim gözlerim parlıyor şimdi, peki sizin kalbiniz çarpıyor mu hızla… Kitap çıktı, bana sorarsanız kimse okumadı… Ama hatun ısrarla insanların bu kitaba müthiş bir hayranlıkla sarıldığına inandırmıştı kendini. Beni mutlu etmek için yalan söylüyordu… Beni gerçekten seviyor olduğuna inanabilirdim bile bunun için. Ama insan kimsenin sevgisine inanmamalı… Tanrıya bile inansın da insan, birinin kendisini sevdiğine inanmasın. Neyse, geçelim!.. Yayıncımı aramışlar bir televizyon programından… Önce sevindim, bir yarışma programıdır belki diye… Yanılmışım, edebiyatla ilgili bir programmış. Kitabım için çağrılmışım… Delinin biri bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış dedikleri bu olsa gerek… Gittim efendim, kelebek papyonlu gözlüklü bir beyefendi sunuyordu programı… Nazik nazik konuşuyordu, inceldiği yerden kopacaktı nerdeyse… Boşboğazlık ettim, kelimelerime olan inançsızlığımdan bahsettim bi ara; çay isteyecektim oysa!.. Kelimelerin gücüne inanmıyorsam peki, neden yazıyordum?.. Bunu öğrenmek için sorular sormaya başladı. Aldık dedim, başımıza belayı!.. Yapmayı en çok becerdiğim şeyi yaptım, soruları geçiştirdim. Akıllıca bir şey buldu sonunda: “Neden yazdınız, içinizi dökme duygusuyla mı?..” Duygu kelimesi o kadar yavan çıktı ki ağzından, sanki rafadan yumurtadan bahsediyordu; duygu diye… Sinirlendim o an ve coşkunca ve de “özellikle” ahlaksızca; söylenmeye başladım. Ve iç dökmek nasıl olur ona gösterdim. Elimi ağzıma atıp, boğazıma soktum; kusturdum 39

- Mavi Öyküler


kendimi… Kolumla ağzımdaki salyaları silip, gülmeye başladım. “Neden yazdım, biliyor musun amcacım bu kitabı!.. Bir hatun var, yüce gönüllü ve içten biri… Konuşurken, sevinçli kahkahalar atar hep!.. Bu kitabı yazarsam belki onunla sevişebilirim diye düşündüm!.. Hah ha ha!.. Bak sana güzel bir duygu! Adı; şehvettir bu duygunun!..” Ah defterim, küçük defterim!.. Ne yazmalı şimdi sana… Kainatı mı anlatmalı? Nefes alamadığımı mı insanların yanında yoksa… Yüzlerine küfrederdim, yüzleri olsaydı eğer! Şiirler yazmalı insan sevgilisine, güzel sözler söylemeli ona… Ama sevgililerin de yüzleri yoktur!.. Geçip karşısına güzelliğini öveyim… O halde sana yazmalı en güzel sözleri, senin güzelliğini övmeli… Ah sevgili defterim, öpmeliyim seni. Islanmalı dudaklarımla sayfaların… Salyalarım akıyor, küfretmeye geldim çünkü onlara yine!.. Onlar, kim mi?.. Benim dışımdaki herkes… Yüzsüzler ordusu; yaşınız kaç, 30 mu, 40 mı, 50 mi , 60 mı?.. O ömürler birer hiçtir!.. Karşıma geçip, ahkam kesmeyin; sizden öğrenecek tek bir şeyim yok; çürümüşler takımı!.. Yaşadığınız, öldürdüğünüz günlerin zehrini, kusamazsınız üstüme… İzin vermem, tek bir hayalimi bile kirletmenize!.. Neyi mi düşünüyorum dalgın dalgın? Sizin hiçliğinizi!.. Hah ha ha! Nasıl da bozuldunuz… Oysa görmüş geçirmişliğinizle, yardımcı olmak için uzatmıştınız ellerinizi saçlarıma: “Gençsin, üzülme… Zaman çözecek her şeyi. Çok acele ediyorsun… İşini kur, sonra sever; sarılırsın o gül yüzlüye!..” Siz, kimi sevdiniz ki!.. Kimi kırarsam kırayım defter, acımak yok!.. Kalemi aldıysak elimize, kuru kuru birkaç cümlecik yazacak değiliz kuşkusuz!.. Varlığınızı küçümsemeliyim!.. Oysa ikna etmiştim kendimi, size ilişmeden sessiz ve durgunca yaşamaya… Kâbus gibi çökmeyecektim; sizlerin paçavraya dönmüş hayatlarınızın üstüne!.. Ah ama durmadınız, size ilişmeden “kalakalmamı”, zafer sandınız… Uyumlu bir hayata ikna olduğumu düşündünüz. Ve hemen, öğütlerle çevrelediniz ruhumu dört bir yandan… Başkaldırmaktan vazgeçmemi, uysallaşmış olmama yordunuz. Sevinçle çırptınız ellerinizi: “Büyüdü o da! Şehvetli düşler peşinde koşmanın çocukçalığını anladı. Ekmeğini eline alması gerektiğini o da biliMavi Öyküler -

40


yor artık; hayallerle savrulmak yerine, ordan oraya!..” Ah, şarlatanlar sizi!.. Ölümden ne çok korkarsınız.. Ölmek, çünkü zariftir!.. Siz sıradanlıkla yaşamak istersiniz. Tozlu ve örümcekli karanlık; köşelere nasıl da sinmişsiniz… Bulup çıkarmalı ve kafalarını ezmeli; tek tek, kelimelerle!.. Ah, kediyi unuttum, nasıl da açlıkla bana bakıyor!.. Şunun karnını doyurayım sonra yazmaya devam edeceğim sevgili defterim!.. Aşkım benim, bir tanem!.. Bekle, onları katletmeye geleceğim birazdan… Bekle canım, kedi aç! Öpüyorum seni… Şimdilik hoşça kal… Geldim, gidenler gitsin, başlıyorum yazmaya yeniden! Ruhunu sakınanlar okumasın bu yazıyı. Gitsin sakız çiğnesin ya da ne biliyim, DVD’ye film koysun, onu izlesin!.. Size nasıl da kıyıyorum! Acımasızım evet… Evinize misafir ederken, daha dikkatli olmalıydınız!.. Çaylar ve kahvelerle; hoş tutmaya çalıştınız beni… Teşekkürler!.. Bakın insanlıktan çıkmamışım daha, teşekkür edebiliyorum henüz… Biraz sıradanlık serumu verseniz damarımdan, belki kendime gelip işime gücüme bakarım. Börekler ve kek için de minnettarım size… Ne kadar efendi bir çocuğum, görüyorsunuz. Sizi hoşnut edecek bir söz daha söyleyeyim izin verirseniz… Çayımı yudumlarken, “iyi bir çocuk” gibi sessizce söyleyivereyim hemen… “Siz, karı koca; siz neden hiç sevmediniz birbirinizi!..” Dişleriniz birbirine çarpıyor, sinirle titriyorsunuz… Bu ne küstahlık böyle, hem de sizin evinizde ve size karşı! Ah ne terbiyelidir sizin çocuğunuz!.. Sevdiği adamı terk bile eder, siz öyle uygun gördünüz diye!.. Fikrim basit, siz incitmeyi ne çok seversiniz çocuklarınızı… Ben böylesine aşağılık bir adamım işte, tüm düşüncemi olduğu gibi söylüyorum. Oysa insan biraz edepli olmalı. Ekmek almaya yollayacak bir evladınız olsun evde diye; düşlerden, aşktan mahrum edersiniz onu!.. Benden de bir aferin o zaman onlara… Anneniz babanız hoşnut olsun diye sevdiğiniz o kişiyi kahrettiniz; aferin size! Deftercim neler yazıyorum ben böyle, konuşulacak laf mı bunlar! Bir zamanlar ben de evliydim… Çocuğum da oldu. Bir hiç yüzünden kavga ettik. Tüm boşanmışların başından geçmiş, küçük bir şey işte! O bir tasma almak istedi çocuğumuza… Hiç41

- Mavi Öyküler


bir yerlere kaçmaması, kendisine veya bir başkasına zarar vermemesi için. Bütün sorun buradan çıktı. Başıboş dolaşanların hali ortadaydı!.. Başımı ellerimin arasına alıp, bir mengene gibi sıktım. Ben bağıramam hiçbir insana… O yüzden sinirlenince böyle yaparım hep. Başımı sıktım iyice ve eski sevgilimi hatırladım. Annesinin hışımla onu tasmasından çekişi geldi aklıma… Ve bir inci kolye gibi yere düşüp dağılması!.. Ayrıldım hemen karımdan. Mahkemenin önünde çocuğumu tasmasından çekiştirirken, keşke öldürseydim onu diye düşündüm… Üzüldüm elbet, eşimden ayrıldığımda… Sevmiştim ne de olsa! Onun beni sevdiğini bir an bile olsun düşünmemiştim gerçi… Ne ilk öpüştüğümüz gün ne de sonrasında, bunu hiç aklıma getirmedim. Kendimi kandırmayı beceremem çünkü… Söyledim mi bilmiyorum daha önce, ama beni gerçekten sevebilecek bir kadının olduğuna inanmıyorum. Ancak çok güzel günlerimiz oldu onunla… Peki ben hiç içmiyor muyum sanıyorsunuz, o güzel günlerimizi düşünüp… İçiyorum elbette… Ama artık tek bir kadeh bile yok… Söz verdim Aslı’ya… Aslı kim mi?.. İşte hikâyenin “civcivli” kısmına geldik!.. Bugün. Akşam. Eve gelmeden önce… Ve bu defteri almadan yarım saat evvel. Bir barda oturmuş bira içiyordum. Masama bir hanım kız yaklaştı, çekingence… Tanıştık… Adı Aslı’ymış… Bana annesinin ölümünden bahsetti… Gözlerim bulutlandı bir anda… O televizyon programından sonra bir daha görmemiştim annesini… Görüşseydik sevişirdik sanıyorum… Ama kelimelerimle etkilemiş olmak onu, can sıkıcı bir şeydi benim için… Bu bana fazla ağır geldi, yok hayır yalan söyledim o gün!.. Onunla sevişmek için yazmadım asla!.. Ama sadece, okurken bir yazımı, yüzünde küçük bir gülümseme oluyordu ya!.. Bunun için, evet bunun için yazıyordum… Ve sonra o gözlerini kaldırıp bana bakıyordu hayranlıkla, işte o anlarda onu öldürmeyi bile düşündüm bazı zamanlar… Kelimeler bir insanı etkileyemezdi çünkü!.. Ama nasıl beceriyordu bu yalanı, ah bir inanabilseydim… Ama kendimi kandıramazdım… Şimdiyse onun kızı, annesine benzeyen gözleriyle karşımda duruyor… Annesinin evindeki kutuların birinin içinde benim Mavi Öyküler -

42


kitabımı ve fotoğraflarımı bulmuş. Bir yıl kadar olmuş. Önce kitabımı okumuş ve sonra da fotoğraflarım elinde beni aramış… Ben annesini övüyorum; o ise benim yazdıklarımı… Kitabımdan cümleler söylüyor durup durup. Kurgumu özellikle beğenmiş… Yazdığım başka kitaplar var mıymış diye sordu?.. Güldüm ve ona bir bira ısmarladım. “Yazmıyorum artık” dedim, “bira içiyorum sadece…” Hayıflandı çok; ikna etmeye çalıştı beni yeniden yazmam için, ve tabii daha az içmeliydim… Avucunu sıktım, tokalaştım onunla… “Tamam” dedim, “sözünü dinleyeceğim… Bir daha içmeyeceğim hiç!..” Gözleri parladı sevinçle: “Ve yazacaksınız değil mi?..” Sıkıntıyla baktım yüzüne; dudaklarımı ısırarak, “Sadece bir öykücük” dedim… Ve sonra vedalaştık, bardan çıktım ve bu küçük defteri alıp eve döndüm. Ya da şöyle yazmalıydım: Yine her zamanki gibi, eve yalnız döndüm!.. İşte defter doldu… Bitti, son sayfa da!.. Ama “komiğime giden” bir şey var şimdi!.. Yazmak istiyorum daha!.. Yeni bir defter almalıyım…

p

“SABAHLARA KADAR SEVİŞELİM” “Sevgilim Bir Vampir” | Ziya Alpay Geceleri, sokak lambalarının etrafa yaydığı ışıktan dolayı loş görünen boş sokaklarda yürümeyi çok severim. Zaten gün ışığıyla da aram hiç iyi değildir. Neden böyledir bilmiyorum. Kendimi bildim bileli gecelere tutkunum. Bir de herhangi bir sokakta yanmayan bir sokak lambası görürsem mutluluktan uçar, hemen o bozuk lambanın altına giderek saatlerce hiç kımıldamadan dururum. O gece de böyle bir sokak lambasına rastlamış hemen altına giderek hayatta en çok sevdiğim dakikaları yaşamaya başlamıştım. Etrafta kimse görünmüyordu. Evden dışarıya çıktığımda hava rüzgârsız ve ılıktı; ama orada durduktan biraz sonra serin esen rüzgârlar yüzüme çarpmaya başladı. Şaşırdım. İçimden yayılan garip bir korku hissi yavaş yavaş bütün düşüncelerimi ele geçir43

- Mavi Öyküler


di. Tüylerim diken diken oldu. Çok geçmeden karşımda, katlarındaki hiçbir dairenin ışığı yanmadığı için belli belirsiz seçebildiğim bir binanın önündeki kaldırımın yaklaşık bir metre kadar üzerinde acayip şekiller görür gibi oldum. O yüzden tüm dikkatimi yoğunlaştırarak orada ne olduğunu görmeye çalıştım. Sağımda ve solumda, bulunduğum yerden on-on beş metre kadar uzaklıkta yanan diğer sokak lambalarından gelen ışıklar sayesinde, o ne olduğunu anlayamadığım şekillerin üzerinde birkaç yarasanın uçuştuğunu fark ettim. Arada bir o şekilleri sarmal biçiminde kıvrılmış bir yılana, arka bacaklarından biri kopmuş yavru kediye ve beline kadar uzanan saçlarıyla ince yüzlü bir kız çocuğuna benzettim. Böylece korkum biraz azaldı. Ancak tam o sırada rüzgâr şiddetini artırdı ve şekiller hızla dönmeye, birbirinin içine girip çıkarak değişmeye başladı. Bununla birlikte yarasalar da ortadan kayboldu. Paniğe kapıldığım için hemen koşarak uzaklaşmak istedim oradan, ama parmağımı dahi kımıldatamadım. Kendi kendime “Aman,” dedim; “ne olacaksa olsun, başıma kötü bir şey gelecekse de gelsin. Hem bu dünyaya insan olarak gelmekten daha kötü ne olabilir ki?” Fakat yine de gözlerimi kapadım. Öylece bekledim. Bir süre sonra bu bekleyişten sıkılınca gözlerimi açtım. Önce, iki uzun bacak; diz kapağının hemen altında biten siyah deriden bir çizme, bitiminde beyaz bir ten ve siyah deri şort gördüm. Çok geçmeden gövdesi ve başı olmayan bu varlık üzerime doğru küçük adımlarla yürüdü. Sokağın tam ortasına geldiğinde her iki tarafımdaki sokak lambaları yanıp yanıp söndü ve sırasıyla göbeği, siyah deri sutyenli göğüsleri, boynu, çenesi, dudakları, burnu, elmacık kemikleri, gözleri, alnı ve saçları belirdi. Öyle bir yüzü vardı ki hayatımda böyle güzel yüz görmemiştim. O gözlerin bakışları sanki bütün bir madde âleminin içine nüfuz ediyordu. Beni bu bakışlarıyla eritip yok edeceğini sandım. Gülümseyerek hızlı adımlarla tam önüme gelip durdu. Başını hafiften sağa doğru eğerek dudaklarını dudaklarımın üzerine bastırdı. Refleks olarak gelişen tepkilerimle öpüşmeye başladık. Birbirimizin dudaklarını ve dilini şehvetle emiyorduk. Biraz Mavi Öyküler -

44


sonra ben memelerini okşamaya çalıştım. Ancak ellerim deri sutyeninin üzerindeyken o yanaklarımdan boynuma indi ve en son hatırladığım boynumda hissettiğim bir acı oldu. Bugüne kadar vampir konulu birçok film izledim. Ve çoğunu da saçma buldum. Dünyada gerçekten vampir denen varlıkların olabileceğine ise hiç inanmadım. Onları hep hayal ürünü, fantastik yaratıklar olarak kurguladım. Yıllarca filmlerde işlene işlene artık suyunun çıkarıldığı kanısındaydım. Ancak yaşadığım bu olaydan sonra… Sonra kendimi yatağımda onunla sarmaş dolaş buldum. Eve nasıl gelmiştik hiç bilmiyorum. Yıllarca yalnız yaşayan biri olarak hiç tanımadığım, muhteşem güzellikteki bir kadınla yanak yanağa uyanmak inanılmaz bir durumdu. Hemen doğruldum, bir kendime bir ona baktım. Gözlerini açarak bana “Sevgilim, uyandın mı?” diye sordu. Ben de “Sen de kimsin?” diyerek cevap verdiğimde, “Dün geceyi hatırlamıyor musun? Ben senin vampir sevgilinim” demez mi!? Çık bakalım çıkabilirsen işin içinden. Benim için gerçeğin tek bir rengi vardı, o da siyah. Çünkü siyah bilinmezi ve gizemi simgeler. O siyah ve seksi kıyafetler içinde mutfakta kahvaltı hazırlarken “Hiç, ne olacak, olsa olsa benim rahatsız beynimin ürettiği hayali bir yaratıktır” diye düşündüm. Ve yaşananların keyfini çıkartmaktan başka bir seçenek de görünmüyordu. Ben de öyle yaptım. Birlikte demli çaylar içerek kahvaltı ettik. Arada ona beni nereden tanıdığını, o gece neler olup bittiğini sordum. O da “Yıllardır dünyada kendime uygun bir eş, bir sevgili arıyordum, seni o sönük sokak lambalarının altında dururken görünce, işte tam aradığım insan diye düşündüm. Nihayet o gece sana görünmeye karar vererek yeryüzüne geldim,” dedi. Şaşkın bakışlarla söylediklerini dinledikten sonra, “Peki ama sen kimsin, nesin?” demek zorunda kaldım. “Ehh yani, sen de… Tabii ki insan değilim. ‘Vampir sevgilinim’; aslında vampir de değilim. Sadece bu vampir fantezinizi çok beğendim. Ölümsüz ve kanla beslenen yaratıklar…” Bu sözleri duyunca biraz sinirlendim. Sanki vitrinlere bakan o zengin kokoş kadınların beğendiği bir elbise miydim ben? 45

- Mavi Öyküler


“Dalga mı geçiyorsun benimle? Kimsin sen onu söyle” diye tekrarladım sorumu kızgın bir şekilde. O ise sıkıntıyla başını öne eğdi. “Tamam söyleyeceğim… Ben kozmik enerjinin nasıl bir varlık olarak yaşamak istediğine karar verme izni verdiği bir çeşit enerjiyim. Uzun yıllar boyunca dünyayı sizin izlediğiniz filmler gibi izledim ve bir vampir olarak varlık âlemine gelmeye karar verdim. Sevgili olarak da seni seçtim. Sizler zorunlu olarak insansınız ve ben milyarlarca insan arasından seni seçtim, beğendim. Anlasana seni sevdim. Bundan başka bir şey söyleyemem.” Ne yalan söyleyeyim vampir filmlerindeki kadınlara bayılıyordum. O da karşıma tam benim istediğim gibi görünerek çıkmıştı. Böylece sevgisinin gerçek olduğuna ikna oldum. “Tamam, öyleyse her gece benim kanımı em; düşüncelerimi, korkularımı, kaygılarımı… Her şeyi em. Birlikte olalım… O insanlar paranın, kariyerin, makam ve mevkiinin peşinde aptal ölümlüler olarak koşsunlar. Bırakalım ne yaparlarsa yapsınlar. Biz şiir okuyalım; şaraplar, biralar içelim, sabahlara kadar sevişelim…”

p

“İNFAZ VAKTİM GELMİŞTİR” “Suç ve Ceza” | Burak Furkan Mermer Tenimi yalayan serin rüzgârla uyanıyorum. Karanlık bir yerdeyim. Neresi burası bilmiyorum. Bildiğim tek şey, başımdaki dayanılmaz ağrı. Ben ortama alıştıkça ağrı da azalıyor. Gözlerimi kapatmak istiyorum ama olmuyor. Göz kapaklarım uyuşmuş, ya da bana karşı çıkıyorlar. Bağırmak istiyorum ama onu da beceremiyorum. Ağzımdan çıkan ince bir hırıltı oluyor. Belki o da yok, sadece öyle olduğunu düşünüyorum. Bir rüya mı bu? Çimdikliyorum kendimi, acıyı hissediyorum. Hem de vücudumun her zerresine kadar hissediyorum. GöMavi Öyküler -

46


zümden bir damla yaş süzülüyor. Hayır, ağlamıyorum. Belki korkuyorum. Nefes almamın gitgide zorlaştığını hissediyorum. Kükürtlü bir hava var zaten. Dar bir mekânda değilim, yine de kımıldamıyorum. Hem başkalarıyla karşılaşmak, hem de yalnız kalmak istiyorum. Anlayamıyorum kendimi. Kim olduğumu hatırlamaya çalışıyorum, zihnim başka şeylerle karşılık veriyor bana. Galiba o da isyan ediyor olanlara. Kimim ben, buraya nasıl geldim, hatta yaşıyor muyum? Başımı öne eğip buradan kurtulmayı veya kurtarılmayı bekliyorum. Hiç değilse birilerini görmek bile rahatlatacak beni. Olmuyor, yavaşça dalıyorum yine. Sesler geliyor işte. Kurtarıcılarım mı bunlar? Belki de cellatlardır. İnfaz vaktim gelmiştir. İyice yaklaşıyorlar. Onları görünce şaşırıyorum. Ne kurtarıcılar, ne de cellatlar. İnsan bile değiller. İki tane küçük yaratık sadece. Aralarında konuşup gülüyorlar. Yanıma gelince biri bana bakıp bağırıyor. “Suçun ne?” Ben de ona ben kimim diye soracağım ama sesim çıkmıyor ki… Fakat birden dile geliyorum. Sormak istediğim şeyleri söylemektense kuru bir cevap veriyorum ona. “Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum.” Bir daha gülüyorlar. Hiç konuşmayan diğeri konuşmaya başlıyor. “Bilmiyorsun demek. Birazdan öğrenirsin o zaman.” Gözlerime bakıyorlar. Gözlerime de değil, daha derinlere bakıyorlar. Onların büyük göz bebeklerinde, kendimi görüyorum. Yaratıklar, gözümün önünde bulanıklaşıyor. Ben, daha ne olduğunu anlayamadan gözkapaklarım kapanıyor. Sanırım uyuyacağım yine. Göz kapaklarımı hızla açıyorum. Onlara kavuşmuş olmanın verdiği sevinci tam yaşayamadan, yine birilerini görüyorum. Bunlar o küçük yaratıklardan değiller. Bunların hepsi de benim gibi insan. Ben onları görüyorum ama onlar beni görmüyor. Seslenmek istiyorum, sesim yine çıkmıyor. Seslensem bile, duyabileceklerini sanmıyorum. Geniş bir caddedeyiz. Karşıdaki 47

- Mavi Öyküler


adam bana tanıdık geliyor, fakat kim olduğunu bir türlü çıkaramıyorum. Birden bir hareketlilik başlıyor caddede. Tanıyamadığım adam, yavaş yavaş başka birine yaklaşıyor. Elinde sivri bir şey var. Yanına gidince bir bıçak olduğunu anlıyorum. Adamın tam dibindeyim ama o beni hâlâ fark etmedi. Kendini işine vermiş bir halde, durakta bekleyen çantalı birinin dibine sokuluyor. Düşündüğüm şeyi yapacağını biliyorum. Nedense hak bile veriyorum adama. Çantalı için ise üzülmüyorum bile. Bıçağı çantalının ensesinden içeri hızlıca sokuyor. Ve çantayı kapıp kaçmaya başlıyor. Bundan sonrası ağır çekimde gerçekleşiyor sanki. Adam çantayla beraber koşarken, gelen kamyonu göremiyor. Kamyon tam ona çarparken, ben de her şeyi anlıyorum sonunda. Çantayı çalan adam benim, bu kesinlikle doğru. Daha fazlasını düşünemeden bir uykuya daha dalıyorum. İnce ve sert bir sesle uyanıyorum. Hâlâ aynı yerde olduğumu görünce üzülüyorum. Üzülmekle beraber korkuyorum da. Canavarın sesi, korkumu haklı çıkarıyor. “Kim olduğunu gördün mü?” Yaratığa bakıyorum. O benden iğreniyor, ben de ondan iğreniyorum. Ama ben kendimden de iğreniyorum. Yaratıklar beni kollarımdan tutup sürüklüyorlar. Nereye gideceğimizi sormama gerek yok, çünkü cevap vermeyecekleri belli. Bir tünelde ağır ağır ilerliyoruz. Bir süre sonra benden başka insanların da varlığını hissediyorum. Bazıları bir kenarda yalnız başına uyuyor, bazılarının ise yanında bu küçük canavarlardan var. Biz, tünelde ilerledikçe tünel ısınıyor. Havanın kokusu değişiyor. Bir an midemin bulandığını hissediyorum. Daha sempatik bulduğum sağdaki yaratığa bakıyorum. “Ben öldüm mü?” Yaratık gülmüyor, ama tebessüm ediyor. Sakince cevap veriyor. “Ölüm mü? Ölüm göreli bir kavramdır. Burada ölüm yok.” Bu kısa cevap, her ne kadar anlamasam da, bana yetiyor. Tünelin yavaş yavaş ısındığını fark ediyorum. Benden başkaları da gidiyor bizimle beraber, ama birçoğunun gözü bağlı. Acaba Mavi Öyküler -

48


bu bir iyilik mi, kötülük mü diye düşünmeden edemiyorum. Evet, tünel kesinlikle ısınıyor. Sona doğru yaklaşıyoruz. Ve en sonunda geliyoruz gideceğimiz yere. Büyük bir kapı var, hatta gökdelenlerden bile büyük. İçeriden sesler geliyor. Sanki içeride bir eroin partisi var ya da katliam. Gerçi ikisi de aynı kapıya çıkmıyor mu? Kapı gürültüyle açılıyor. Bize doğru sıcak bir dalga yayılıyor. “Cehennem mi burası?” Ortaya sorduğum soruyu, yanımıza yeni gelen yaratık cevaplıyor. “Buranın bir adı yok. Sen ne istersen diyebilirsin. Zaten önemli olan isimler değil, işlevlerdir.” Yüzüne bakıyorum, gayet ciddi görünüyor bana. Yanımdaki üç canavarla beraber içeri giriyorum. Yanımıza bir başka insan daha getiriyorlar. Bu o! Ensesinden bıçağı soktuğum adam. Bu işin gidişatı iyice ilginçleşiyor. “Bunun ne işi var burada?” diye soruyorum. “Onun da ait olduğu yer burası. Ama onun cezası biraz daha hafif. O senin için hamallık yapacak.” Korkuyorum, şansıma isyan ediyorum. Tüm gücümle haykırmak istiyorum. Sonra her şey yeniden bulanıklaşmaya başlıyor. Sesler geliyor kulağıma, üç dört insanın sesi. Ama bir cümle dikkatimi çekiyor. “Efendim, hastayı kaybediyoruz!” Her şey zihnimin bana oynadığı bir oyundu galiba. Ama gözlerimin yavaş yavaş almaya başladığı ışık yeniden kayboluyor. Vücudum ani bir şekilde sarsılıyor. Gözlerimi açınca şaşırıyorum. Karanlık bir yerde buluyorum kendimi. Serin bir rüzgâr tenimi yalıyor. Ve başım çatlayacak gibi ağrıyor.

p

“ANNE BU OTOBÜS DURSUN” 49

- Mavi Öyküler


“Sonunda” | Armağan Altay Kafamın içindekiler attığım her ağır adımda çalkalanıyordu sanki. Ayağım yere bastığında, alnıma doğru akan ve gözlerime azgın dalgalar gibi çarpıp, görüşümde köpüklenmelere yol açan şeyler; soğuğun etkisiyle pıhtılaşan kanım değil gibiydi. Her yeni fark edişte, tanrıya küfreden ve bunu yaptığı için gökyüzüne kaçamak bakışlar atıp utanan ben, bunları o an “yaşanmışlıklar yahut yaşanmamışlıklar” olarak adlandırıyordum. Bedenimin maddeden yapılmış olduğunu biliyordum, hatta belki de bilim her şeyi açıklayabilirdi; hayatı, tanrıyı, yaradılış sebebini, her şeyi. Ama bu düşünce, yoğun kar yağışı altında, ayak parmaklarını hissedemeyecek kadar yürüyen genç, kansız ve rahatsız bir çocuk için önem taşımıyordu. Kar, önüme bembeyaz bir sis çekmişti. Belki karanlık çökmüştü, hatta gece olmuş olabilirdi. Fakat kar, bütün dünyayı boz/pembe bir renge boyayarak, zaman ölçütlerimi de elimden alıyordu. Paltomun cebine soktuğum ellerimi çıkarıp, kolumdaki saate bakabilirdim, bunu yapabilirdim, buna gücüm yeterdi. Ama insanların kısacık ömürlerinde yaptığı gibi, önemsiz bulduğum için yapmadım. Ve mutluluğun tanımını buldum, kar suyunu iyice emmiş botlarımın çıkardığı boğuk seslerin yardımıyla: Gücünün yetebildikleriyle önemli bulduklarının uyumu… Şoför klakson çalmasaydı, kuyruklu yıldız gibi nadiren algı sınırlarımdan geçen motorlu taşıtlardan birini kaçıracaktım. Beremi kulaklarımın üzerini örtecek kadar çekmiştim, kar da bütün sesleri boğuyordu, duymuyordum. Tiz klakson sesini duyunca derinleşen düşüncelerimden sıyrıldım ve durdum. Dizlerim tutmuyordu, neredeyse yere düşecektim. Döndüm, arkama baktım. Birkaç metre ötemde beyaz bir kamyonet duruyordu. Tanrı bir yerlerden bana “Bin hadi, bu kıyağımı da unutma.” der gibiydi. Şoför mahallindeki pencereden uzanan kafayı gördüm. Bıyıklı, esmer bir adamın yüzünü kar tanelerinin arasından zar zor seMavi Öyküler -

50


çebildim. Sonra adamın sesini duydum, ama ne dediğini anlayamadım. Yapabildiğim kadar hızla kamyonete doğru yürüdüm, kapıyı açtım ve başka bir kâinata girdiğimi düşündüm. Artık tanrının bu oyunu sadece benimle oynadığına bütün varlığımla inanıyordum. *** Beremi çıkarıp paltomun cebine koydum. Ellerime baktım, parmak uçlarım kıpkırmızı olmuştu. Zar zor hareket ettirebiliyordum. Balon şişirirmiş gibi avuçlarımı kapayıp ağzıma götürdüm, ciğerlerimden çıkan sıcak havayı en sevdiğim uzuvlarıma bağışladım. “Hoş geldin yeğenim” dedi bıyıklı adam. Vitesi bire takıp gaza bastı. Kamyonet karları kütürdeterek ilerlemeye başladı. “Hoş bulduk, sağ olasın ağabey” dedim adamın yüzüne bakarak. İnce, uzun bir suratı vardı. Saçları, kaşları, simsiyah ve gürdü. Bıyıklarının dudaklarına yakın olan kısmı ve bu alanın daha çok ortası sigara dumanı yüzünden sararmıştı. Aynı uygulamanın dişler için de geçerli olduğunu düşündüm. Eh, insan dış görünüşe hiçbir zaman önem vermezdi, önemli olan iç güzellikti. Önce ne soracak acaba, diye düşünmeye başlamıştım ki, sorular ardı ardına geldi. “Bu havada ne işin var böyle yollarda?” “Adın ne senin?” “Neredensin?” “Nereye gidiyorsun?” Bu soruları kendime daha önce defalarca sormuştum ama yanıtlayamamıştım. Şimdi de bir cevap vermek istemiyordum, tek istediğim, gitmek, gitmek ve gitmekti. Farkında olmadan yalan söylesem de, cevapladım. Adam belli ki cevaplarımın çoğuna inanmıyordu, yüzündeki gülümsemede bana yalan söylediğimi anlatan bir parıltı vardı. Ama yine de üstelemedi, koltuğun arkasından bir termos çıkarıp 51

- Mavi Öyküler


çay ikram etti. “Çok sıcak değildir ama üşümüşsündür, sana iyi gelir” dedi. Kendisine de bir bardak doldurduktan sonra, arkasına iyice yaslanıp bir sigara yaktı. “Sigara içiyor musun yeğenim?” İçiyordum, uzattığı paketten bir sigara aldım. Çakmağını uzattı, yaktım. “Ben de nakliyeciyim yeğenim işte, ne yapacaksın, ekmek parası” diye başladı adam anlatmaya. Ben de onun anlattıklarını düşünmeden önce, adını söylemediğini düşündüm. Adını bilmiyordum adamın ve hiçbir zaman öğrenemeyecektim. “Kuru gıda işi bizimki, burada zaten iki üç tane bakkal var, ha bir de yeni bir market açtılar. Civar kasabalardaki bakkallarda az buz bir şeyler alır. Onun haricinde arada bir uzun yola giderim. Ömrümün yarısı aha bu yollarda geçer işte. Karı, kışı, çamuru, buzu, hepsini gördük çok şükür.” Şehre ne kadar zamanda varacağımızı soracaktım ama adam onun muhabbetinden sıkıldığımı düşünebilirdi. Bardağı ağzıma götürüp soğumaya başlamış çaydan bir yudum alırken gözüm dışarıdaki sisteydi. Sis. Haydi, dedim içimden. Bir şey verdin, hatta birkaç şey. Şimdi de bir şeyler alman gerekmiyor mu? Elini çabuk tutsan iyi edersin, yoksa borçlu öteki dünyaya göçecek. “Aslında geçen hafta burada olsaydın, gittiğin yere kadar götürürdüm seni ama eve uğradıktan sonra tekrar depoya dönmem icap ediyor.” Cevap vermedim. Sigaradan çıkan dumanları izledim. Ağır ağır yükseliyorlar, şerit şerit dalgalanıyorlar, dağılıyorlardı. Derken… Gördüm onu. İşte, sonunda oradaydı. Onu birdenbire görmemden midir, yoksa onu daha önce hiç görmeyiş olmamdan mıdır bilmem, kafama bir sürü ses üşüştü. Sanki bana bir şeyleri açıklıyordu, oysa hiç gereği yoktu. Ben zaten, bütün olanı biteni yaşayan kişi değil miydim? … Bak, ben içerideyim, sen dışarıdasın. Sanma ki farkında olduğun Mavi Öyküler -

52


şeyleri bilmiyorum. Sokakta gördüğün, o büyük caddelerde yürüyen öküz yığınları bal gibi biliyorlar, nasıl bir yere ait olduklarını. Ya da ait oldukları yerin nasıl bir yer olduğunu. Sana söylüyorum, onlar da biliyor. Sadece bilmezlikten geliyorlar, tıpkı benim gibi. Ve sonra… işte… ben de içerideyim… Güneşli bir gün. Bazı insanlar hayatımdan çıkmış. Bunlar okul arkadaşlarım. Daha önce de mahalle arkadaşlarım vardı. Sanırım herkesin vardır böyle arkadaşları, akrabaları, kan kardeşleri. Eski apartman daireleri görüyorum. Kafamı bir otobüs camına dayamışım. Günebakan tarlalarının sardığı bir yolda ilerliyoruz. Kızıllaşan güneş ışığı vuruyor yüzüme. Yol boyunca dizilen büyük, kocaman elektrik direklerine bakıyorum… Şimdi bir adam düşünelim. Bu adam doğuyor. Bir dile sahip oluyor, sonra inançlara sahip oluyor. Eğitiliyor. Bu adama bir şeyler öğretiyorlar. Ama tabi sen de hak verirsin ki adam kendisine verilen bu gibi şeylerin hiçbirini seçmiyor. Bunu seçen kim, biz de bilmiyoruz. Belki de sadece bir rastlantıdır. Afrika Kabilelerinde yaşayanları bir düşünsene. Adamın hayatı mızrakla balık tutmak ve bir totemin etrafında zıplamaktan ibaret. Peki bu küçümsenecek bir şey mi? Kesinlikle hayır. O çıplak, kara derili kardeşimizin hissedişleri, günümüzde birçok insanın hissedişlerinden daha güçlü, samimi ve kutsal. Peki bunun sebebi nedir? Medeniyet, uygarlık ve tabi kaynağında; bilgi! Evet, bilgi bir lanettir. Panzehiri sadece “daha fazlası”dır ve her zaman daha fazlası vardır. Eroin gibi. Neyse, biz adamımıza dönelim. Ne? Gerek kalmadı mı? “Çok değişmişsin” dedi bana, gözlerimin içine bakıp. “Değiştim” dedim. “Aslında şimdi, sen de değişmişsin, hatta belki de değişen sensin falan diyebilirim ama bu yeni bir erkek arkadaşın olduğu gerçeğini değiştirmeyeceği için susmam ve her zamanki gibi kendime fiziksel olarak zarar vermem gerekiyor. Ama yok, değiştiğimi sana değil kendime kanıtlamak için gidip çayımı demleyeceğim ve bir yandan katır katır beyaz leblebi yerken, bir yandan da kütüphanenin en ücra raflarından bulduğum adı sanı duyulmamış, sarı sayfalı eski kitapları okuyacağım. Bunu yaparken dünya üzerinde birileri farklı dillerde konuşuyor olacak, farklı şeyler düşünüyor olacak, birileri bi53

- Mavi Öyküler


rilerini öldürüyor olacak, birileri birilerini beceriyor olacak, birileri birilerini seviyor olacak, olacak da olacak. Ve sırf bunu diyebilen bir başka birisi için, ki öyle birisi yoksa bile önemli değil, oturup ben de kendim gibi olacağım.” Hâlâ gözlerimin içine bakıyordu. Ama şaşırmıştı. Oysa ben bütün bunları şaşırsın diye söylememiştim. Muhtemelen bu konuşmayı ayna karşısında prova ettiğimi düşünüyordu. Ama ben onu da yapmamıştım. Sadece içimden gelenleri söylemiştim ve bana rahatsızlık veren bakışlarının aptallaşmasını sağlamıştım. Artık o da, güneşe bakmayan bir günebakandı. “Ölüm var” dedim sonra, “hepimiz öleceğiz. O zaman mahşer günü ne giyeceğim diye düşünemeyeceksin. “Tanrının huzuruna çıkarken mavi bluzumu mu giysem, yoksa sarı eteğimi mi?” gibi önemli sorunlardan kurtulmuş olacaksın. Çırılçıplak olacaksın, şu an benim karşında durduğum gibi. Öleceğiz, evet. Ama gel gör ki, kulağını başka bir erkek yalayacak ve ben bunun için artık hayıflanmıyorum… “Tanrıya inanıyor musun?” “İnanmaz olur muyum? Kadınları ve içkiyi yaratan bir tanrıya kim inanmaz istemez? “Anne bu otobüs dursun.” diyorum. “Çünkü bütün günebakanların başı eğilmeye başladı. Ölecek hepsi.” Annem başımı okşuyor. “Ölmeyecek, ölmeyecek” diyor. “Güneş battı, o yüzden başlarını öne eğdiler, sabah olunca yine başlarını dikecekler.” İnanıyorum anneme. Başları ağır gelircesine boyunlarını büken, sarışın, kara suratlı şeyleri seviyorum… “Dayı, az kenara çeksene, sıkıştım da” diye ustaca bir yalan uydurdum hemen. Adam hiçbir şey demeden durdurdu kamyoneti. İndim. Ayaklarım yere basar basmaz var gücümle koşmaya başladım. Karların içindeydi. Olmayan günebakan tarlalarının içindeydi. Uzaklaşıyordu. Güneş tekrar doğar mı bilmiyorum, ama çok uzun zaman önce battı. Artık başım, taşıyamayacağım kadar ağır… Ve her geçen an, daha da ağırlaşıyor… Tanrım, beni ne için yarattın? Nesin sen? … “Hey, beklesene!” diye bağırdım, soğuktan kısılmış sesimin izin Mavi Öyküler -

54


verdiği şiddette. Karlar her adımımda derinleşti. Batıyordum. Dizlerime kadar geldi her birinin deseni farklı olan beyaz tanecikler. Kulaklarım tekrar soğuk rüzgârların saldırısına uğradı. Kafamda bir yer, kamyonete dönmemi haykırıyordu. “ Bekle, yetişemiyorum sana!” Onun sesini duydum. “Sen çok saygısız bir çocuksun” dedi, dönüp arkasına bakmadan. “Seni kamyonetine alan adam şaşıracak bütün bu olanlara, hiçbir şey anlamayacak, ayıp değil mi ona? Geçmişini, bütün yaşadıklarını açıklaman gerekmez mi? Bunu bilmeye hakkı yok mu?” Koşmaya devam ettim. Yaklaşıyordum. Yetişecektim, birkaç adım daha. “Ama ne kadar da azimlisin! Şuraya bak! Bana yetiştin bile!” Evet, yetişmiştim. Ciğerlerimden damağıma doğru, bakırımsı bir koku yayılıyordu. Gözlerimin içinde siyah karıncaların ürediklerini duyumsayabiliyordum. Acı çekiyordum ama bitecekti sonunda. Kar durdu. Beyaz sis yavaş yavaş çekilmeye başladı. Siyahtı o. Simsiyahtı. İnsan siluetindeydi ama bir insan değildi. Kokusundan anlıyordum, sesinden, hareketinden… “Bana bak!” dedim. “Artık hiç kimse umurumda değil. Hiç kimseye bir şey açıklamak mecburiyetinde değilim. Dön ve bana bak!” “Seni neyin beklediğini biliyor musun? Seni köpükler bekliyor. Yemyeşil köpükler. Ve köşeli bir elips, o kâinat. Kırmızı bir ses. Anlayacaksın. Yani hiç, hiç… Nasıl derler? Hiçbir şey.” “Sus! Seni dinlemiyorum! Dön ve bak!” “Peki, dediğin gibi olsun.” Döndü. Baktı. Gördüm onu. 55

- Mavi Öyküler


Görür görmez, her yanıma huzurlu sancılar girdi. Ayakta duramadım, devrildim yere, dizlerimin üstüne. Sonra yüzüstü gömüldüm karların içine. Neye benzediğimi düşündüm. Bu düşündüğüm son şey oldu… Ve… “Ölmeyecek… Ölmeyecek… Güneş doğduğunda yine kaldıracaklar başlarını… Öldüm.

p

“BEN DE BİLİYORUM ARTIK” “Kimsesiz Jük” | Sibel Torunoğlu* Kız, bir kadın ve yalnızca lokum izlenimi yaratmaya çalışan biriydi. Aslında küçük ve ıslak fareler bazılarına ne kadar iğrenç ve ürküntü verici geliyorsa küçük -ve evet- ıslak bir fare kadar olsun başını sokacak yuvasız bir penis görünümünde olduğu için -gerçek nedeni buydu- erkeklere çok sevimli görünüyordu Jük… Karmen’e bütün meseleyi bu biçimde özetlediğimde çok rahatladı. Canı kola içmek istiyordu ama cebinde evine dönebilmesine ancak yetecek kadar para vardı. Ve onu görebilen herkes onun bu korkunç öğle güneşine rağmen boynuna şifon bir fular takmış, hiç terlemeyen bir eşcinsel olduğunu düşünebilirdi. Gerçeğin ne olduğu çok ünlemli ve tartışmalı bir konuydu. Jük kendinin Allah’ın ta kendisi olduğu konusunda pek yakın dostlarına yapmış olduğu itiraflar, çoğunluğun düşüncesini değiştirmese de Nimbul adındaki kız -konuyu yakından biliyordu- yapılan bunca kötü muameleye rağmen Jük’le dost kalmayı sürdürüyor ve Jük’ün tabiriyle çingene evine benzeyen evine dostunu sık sık davet ediyordu. Kız boğazına yuva yapmış çirkin cadısını ilk defa dışarı çıkardığında saat sabahın beşi filan olmalıydı. Gecenin hatta sabahın o saatine hiç uymayan cırtlak sarı eteği, yeşil şifon fuları ve kırmızı bir çocuk mezarını andıran büyüklükteki rugan pabuçlarıyla cadı, Jük’ün ta kendisiydi. O sıra kenti sis basıyor. Jük sopasıMavi Öyküler -

56


nın üstüne binince sis dolayısıyla ayaklarını ve kırmızı pabuçlarını göremiyor ve “Nimbul Nimbul neredesin?” diye bağırıyor tren istasyonunda. Nimbul “Hava soğuk Jük” diyor, “gidecek bir yerim yok, açım ve çok üşüyorum.” “Benim eve gel” diyor Jük. “Peki” diyor kız. Kız bu tren istasyonunda ne yapıyordu, şimdi bunu öğrenelim. Nimbul’un ezeli erkeği, Kibele’yle evlenmişti. Namı diğer Attaman Kibele’nin gerçek aşkı olduğunu itiraf etmiş ve Grek ve Frig mitolojisinin aksine Nimbul’la değil Kibele’yle kaçmıştı. Nimbul bu durumda ortada kaldı. Aradan aylar geçti. Tam dokuz ay, yirmi dört gün. Nimbul artık gerçeğe alışmıştı ve artık Rufus adında esmer bir meleği kandırmaya başlamıştı. Bir gece ansızın Attaman Nimbul’u aradı ve kaderinin nasıl olup da ve kimin tarafından değiştirilmiş olduğunu bilmediğini söyledi. Nimbul “Allah’ın işi bu, sorgu sual olmaz” deyince, Attaman ağladı ve Nimbul’u Angora’ya Megalo’nun olduğu yere çağırdı. Nimbul Angora’da Attaman’la gönül nikâhı kıyacaktı. Jük alay etti bu durumla “Artık megaloman olursun” dedi. “Benim sıyrık gerçeğimde, yuvasız bir penise benzer küçük ıslak bir fare.” Ağladı Nimbul, uykuya yattı ve geri döndüğünde tren istasyonunda karşılaştığı Jük’e “Açım, üşüyorum çok, kalacak bir yerim yok” dediğinde Jük uyandı. Yanında kendi gibi eşcinsel bir dostu vardı. Bütün gece Karmen onun başında durmuş ve göğsüne sıcak bir tuğla koyarak soğuk algınlığını iyileştirmeye çalışmıştı. “Nimbul nerede?” diye bağırdı. Karmen ona sıcak bir bardak ıhlamur getirirken, İspanyol şivesiyle yanıtladı sorusunu: “Jük ateşin yükselmiş epeyce, kendine yeni gelesin, Nimbul öldü, üç senedir sen neredesin?” Jük yeşil yeşil filizlenen ellerini ve ayaklarını gösterdi Karmen’e “Nimbul biliyordu” dedi. Karmen kıvırcık saçlarını eliyle karıştırdı, şuh bir edayla ve dimdik Jük’ün gözlerinin içine baktı. “Ben de biliyorum artık” dedi. *Geri Gelen Ayna / Gendaş Kültür / İstanbul 2000

p 57

- Mavi Öyküler


“SIRADAKİ HASTA NEREDE?” “Mutlu Sonla Biten Filmler Kolajı” | Tahsin Ünlü Muayenehanenin bekleme salonunda, yan yana dört sandalyede oturarak bekleyen dört kişiden C Şıkkı söylendi: “Evet, D Şıkkı.” A Şıkkı, başıyla onayladı. B Şıkkı sessiz kaldı. Bunun üzerine D Şıkkı oturduğu yerden kalkarak, bekleme salonunun balkona açılan aralık kapısından dışarı çıktı. Sinirli bir şekilde kendini 4. katın balkonundan aşağıya attı. Düşerken kendisini süzülerek merakla takip eden kargaya, öyle bir çığlık attı ki, karga “gaaak” diyerek yönünü değiştirip hemen ordan uzaklaştı. Bir çuval gibi yere düşen D Şıkkı, kendisine bir şey olmadığını fark edince, hayretler içinde üzerindeki tozu silkeleyerek tekrar yukarı çıkmak için binanın ön kapısındaki merdivenlere yöneldi. Tekrar kata çıktığında aynı şekilde istiflerini bozmadan beklemekte olan diğer şıklardan B Şıkkına bağırdı: “Hep senin yüzünden bunlar. Yanlış yanıt. Neden D Şıkkı diyorsun.” B Şıkkı yüzündeki hayret ünlemiyle: “Ama ben bi şey söylemedim ki. Hem biliyorum ben doğru yanıt A Şıkkı.” A Şıkkı: “Hadi ordan saçmalama. Şimdi görürsünüz siz.” diyerek aynen D Şıkkının yaptığı gibi balkondan kendini aşağıya bıraktı. D Şıkkı daha önceki oturduğu yere, dördüncü sandalyeye hayıflanarak tekrar oturdu. C Şıkkı: “Göreceksiniz bak. Birazdan gelecek. Yine yanlış yanıt.” dedi söylenerek. Aradan uzun bir bekleme süresi geçti. Ama gelen giden olmadı. Kayıtsızca sağa sola, duvardaki Edward Munch röprodüksiyonuna bakarak, zaman geçirme telaşına daldılar yeniden. Tam bu sırada, dış kapıda başka bir adam belirdi. Bekleyenler acaba A Şıkkı mı diye dönüp baktılar bir an. Ama başkası olduğunu fark ettiklerinde, pervasız bir şekilde kendi boş bakınmaMavi Öyküler -

58


larına döndüler. Yeni gelen: “Kusura bakmayın geciktim. Ben E Şıkkı. Biliyor musunuz dışarda delinin biri az önce burdan bir adam düştü. Hiçbir şey olmamış gibi yukarı çıktı yeniden dedi. Millet kafayı yemiş.” dedi gülümsemeye çalışarak, sanki bir yanıt beklercesine. Diğerleri “pöh” gibilerinden homurdandı sadece, pek kulak asmadılar. Yalnız E şıkkı, A şıkkının boş kalan yerine oturmak isteyince, yanda oturan B Şıkkı elleri ceplerinde omzuyla itekledi onu: “Dolu orası.” E Şıkkı ürkek bir edayla çaresiz başka boş yer aranırken, muayenehanenin hasta kabul odasından beyaz önlüklü psikiyatrist dışarı çıktı. Oturan üç kişiyi ve ayaktakini görüp de, ilk sandalyede oturanı göremeyince: “Sıradaki hasta nerede? Söyleyin bakalım, hanginizdi ölüm anında, hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçerken, mutlu sonla biteceğini iddia eden şanslı hasta?” Hastalar ve doktor birbirlerine boş gözlerle bakarken, uslarına hepsinin aynı anda geliveren merak dürtüsüyle, birden dördü de aynı anda balkona fırladı. E Şıkkı bu garip tavırlarına anlam veremediyse de, kitle psikolojisine uymuşçasına, balkon kapsının aralığından kafasını uzatmak için, peşlerine yöneldi. Aşağıda, yerde kanlar içinde yatan, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle ölü bedene, A Şıkkı’na baktılar.

p

“ÇÜNKÜ BEN GÜÇLÜYDÜM” “Arayış” | Ruhşen Doğan Nar İlk kez onu yağmurlu bir günde görmüştüm. Havada öyle iğrenç bir is kokusu vardı ki elimden geldiğince hızlı bir şekilde eve ulaşmaya çalışıyordum. Tabii bir yandan da açık bırakılmış kuyulara ya da kopmuş elektrik tellerine dikkat ediyordum. Öyle bir ülkede yaşıyordum ki her an en saçma şeylerden dolayı ölebilirdim. Örneğin bir şairimiz gibi açık bırakılmış bir çukura düşüp ölebilirdim. Her yıl küçücük çocuklar böyle basit neden59

- Mavi Öyküler


lerden dolayı hayatını kaybediyordu. Ve halkım iki gün gözyaşı döküp tüh tüh dedikten sonra olanları unutuyor ve yeni bir konu bulup onun için üzülmeye başlıyordu. Sonra ise tahmin ettiğiniz gibi o da unutuluyor ve yıllar böyle ilerleyip gidiyordu. O yağmurlu günde tam evimin önündeyken onu gördüm. Sokağın karşısında küçük bir ağacın altında oturuyordu. Üstünde sadece bir atlet vardı ve yağmurla baştan aşağı ıslanmıştı. Bir iki saniye ona baktım ve daha fazla ıslanmamak için evime girdim. Ne yapıyım? Modern bir dünyada yaşıyordum; önümde bir adam ölse umursamaz, yoluma devam ederdim. Ben de öyle yaptım ve iki saniye sonra kendi sorunlarıma dönerek ağacın altındaki adamı unuttum. Sorun da sorun olsa; elektrik, internet faturası… Modern bir insan olmak böyle bir şey olmalıydı: Evinin önünde bir adam soğuk bir kış gününde yağmur altında üşürken senin sıcak evinde saçma sapan işlerle uğraşman. Dediğim gibi o adamı hemen unuttum, aynı sokaklarda dilenen insanları unuttuğum gibi. Başka ne yapabilirdim? Ben mutluydum, Allah’a şükür yeterince param vardı. Onları düşünüp neden hayatımı zehir edeydim ki! Hem şu anda onların sokaklarda olmasının nedenleri vardı: Aileleri ya da kendileri gerektiği kadar çalışmamış ve tembellik yapmışlardı. Ve sonuçta sokağa düşmüşlerdi. Ben ise çok çalışmış ve başarılı olmuştum. Şu kapitalist dünyada bize ne kaybedenlerden, biz kazananları görmek istiyoruz. Kaybedenlerle arada sokaklarda karşılaştığımızda yolumuzu değiştiriyoruz ve Allah’ımıza bizim onların durumunda olmadığımız için şükrediyoruz. Ne kadar da insancılız değil mi? Uzun bir süre o adamı düşünmedim. Neden düşüneyim ki? Babamın oğlu değil ya. Bir ara yağmur dindi mi diye dışarı baktım ve o sırada onu tekrar gördüm. Aynı şekilde orada oturuyordu. Yağmur dinmemişti. Göründüğü kadarıyla bütün akşam bu hızla yağmaya devam edecekti. Birkaç saniye adama baktım ve sonra perdemi kapattım. Acaba polisi arasam mı, diye düşündüm. En azından adamı alıp sıcak bir yere götürürlerdi. Sonra, kesin birileri aramıştır, diye kenMavi Öyküler -

60


dimi kandırdım. Kendimi kandırdığımın farkına vardığımda ise yozlaşmış toplum hakkında bir sürü palavra sıktım: “Topluma bak! Eskiden böyle miydi ülkemiz? Komşusu açken kimse yemek yiyemezdi. Şimdi ise adamın biri sokakta donarken rahat rahat yataklarında uyuyorlar. Bu toplumdan adam olmaz…” Bunun gibi bir sürü laf söyledikten sonra tahmin edin ne yaptım? Gidip sıcak yatağıma uzandım ve mışıl mışıl uyudum. Rüyamda ise zaman bulamayıp yapamadığım şeyleri yaptım. Kızlar, diskolar, partiler ve benzeri… Cebine giren paranın da bir bedeli vardı ne yazık ki. Eşek gibi çalışıyordum ve yarım yamalak bir hayat sürdürüyordum. Asıl istediklerimi ise sadece rüyalarımda gerçekleştiriyordum. Mükemmel bir hayatım vardı. Sabah uyandığımda hemen günün stresi her zamanki gibi beni sardı. Her gün erken saatte kalkmak insanda keyif bırakmıyordu. Makine gibi tekdüze giden hayatın farkında olsam bile elimden bir şey gelmiyordu. Ya böyle yaşayacaktım ya da sokaklardaki o evsizler gibi… Tabii ki makine gibi yaşamaya razıydım. Hem toplumun da bireyden istediği bu değil miydi? Ayrıca Allah’ımız da boş duranı sevmez. Kısacası benden bekleneni gerçekleştiriyordum ve mutlu bir hayat yaşıyormuş rolü yapıyordum. Havanın nasıl olduğunu görmek için penceremden dışarı baktım ve yine o adamı orada, ağacın altında otururken gördüm. Sokaklar sırılsıklam ve çamur içindeydi. Hava ise düne göre daha iyiydi. Bence yağmur yağmazdı; ama yaşadığım şehrin havasına güven olmazdı. Bir bakarsın güneş mutlu bir şekilde şehri ısıtıyordur, iki dakika sonra ise yağmur altında ıslanırsın. Elimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Bunları aynaya bakmadan, çok az bakarak, yaptım. Çünkü kendimi bildim bileli aynalara bakmaktan ve aynadaki yansımamı görmekten nefret ederim. Sanki aynadaki kişi ben değilmişim gibi bir hisse kapılırım. Çantamı hazırlayıp dışarı çıktığımda aklımda adam yoktu; ama adamı tekrar ağacın altında gördüğümde onunla konuşmaya 61

- Mavi Öyküler


karar verdim. Yavaş adımlarla, pantolonumun paçalarını ıslatmadan sokağın karşısına geçtim ve adamın yanına gittim. Uzaktan yaşlı birine benziyordu. Ama yanına yaklaştığımda benim yaşlarımda biri olduğunu fark ettim ve Allah’a şükrettim, onun yerinde olmadığım için. Uzun boylu ve zayıf biriydi, kemikleri derisinin altından gözüküyordu. Saçı sakalı birbirine karışmıştı. Saçlarındaki beyaz teller güneş ışınlarıyla parlıyordu. Gözleri sürekli yerdeydi. Vücudunda en küçük bir hareket yoktu. Ama kaburga kemiklerinin üstünde kalbinin atışı fark ediliyordu. Yanına gitmesem mi, diye düşündüm. Ama neden burada oturduğunu çok merak ediyordum. Her zamanki gibi işim olmayan konulara burnumu sokuyordum. “Günaydın!” dedim nazik bir şekilde. Kafasını kaldırdı ve bana baktı. Gözlerini kırparak ve başını sallayarak cevap verdi. Tekrar boynunu eğdi ve yere baktı. “Dün gece de buradaydınız. Yağmur altında üşümediniz mi? Gidecek bir yeriniz yok mu?” diyerek sorularımı sıraladım. Herhalde bir anda çok fazla soru sordum ve onu korkuttum, diye düşündüm. Ama beklediğimin aksine hemen kafasını kaldırdı ve ince sesiyle, “Hayır, yok,” dedi ve gözlerini yere indirdi. “Kimseniz yok mu?” diye sordum. Şimdi düşününce çok gereksiz bir soruydu. “Hayır, kimim kimsem yok,” diye cevap verdi. Gözlerinin içine baktığınızda adamın ne kadar üzgün ve umutsuz olduğu anlaşılıyordu. İki tane göz bazen sözlerle anlatamayacağınız şeyleri bile anlatabilir, bunu unutmayın. Ne kadar saklamak isteseniz de gözleriniz sizi ele verir. “Neden burada oturuyorsunuz?” diye sordum merakla. Birkaç saniye düşündü ve konuşmaya başladı: “Ben de bilmiyorum. Neden buradayım. Neden hayattayım. Hiçbir şey bilmediğimi ise çok iyi biliyorum.” Verdiği cevapla afalladım. Karşımda eğitimsiz bir evsizi beklerken gayet bilgili bir evsiz ile karşı karşıyaydım ve kesin mükemmel bir hayat hikâyesi vardır, diye düşündüm. Mükemmel derken trajedisini kastediyorum. Çünkü biliyorsunuzdur bizim toplumumuzda en mükemmel filmler, diziler bizi en çok üzen ve ağlatanlardır. Mavi Öyküler -

62


Acıklı hayat hikâyesini duymak için hemen sordum: “Nasıl bu hale düştünüz? Tahmin ettiğim kadarıyla eğitimli birisiniz.” Yaptığım büyük bir ayıptı aslında; ama boş verin! Eğer saçma sapan sorularla muhabbeti uzatsaydım, işe geç kalabilirdim. “Demek benim nasıl bu hale geldiğimi öğrenmek istiyorsunuz,” dedi ve gülümsedi, “Bu hale gelmem hiç zor olmadı. Zamanında sizin gibi şık kıyafetler giyerdim. Ve şu anda benim gibi olan evsizlere gülerek bakardım. Şu tembellere bakın, aslında bunların hepsini öldürmeli diye düşünürdüm. Hiçbir zaman onlar gibi olmayacağımdan emindim. Çünkü ben güçlüydüm, çünkü ben zengindim ve çünkü ben Allah’ın sevdiği kullarından biriydim. Ama kader ağlarını örüyor filmlerde denildiği gibi. Hiç beklemediğin şeyler oluyor ve o kadar da kesin fikirlere sahip olmaman gerektiğini anlıyorsun. Her anın sürprizlerle dolu olduğunu anlıyorsun. Yarından emin olamayacağını da… Ve sonuçta ne oluyor? Dün güldüğün kişilerin yerine geçiyorsun.” Bu uzun cevabı anlamaya çalışırken, konuşmasına kaldığı yerden devam etti: “Sen benden bazı öğütler bekliyorsundur şimdi. Şunları şunları yanlış yaptım, sen sakın yapma dememi istiyorsun, değil mi?” “Neden olmasın!” diye cevap verdim. Kahkaha attı ve “Sana hiçbir öğüt veremem. Çünkü hiçbir hata yapmadım. Her şey benden bağımsız bir şekilde ilerledi ve bu hale geldim. Seni avutamam. Yarın sen de benim gibi olursun. Kim bilir?” Son söylediği sözlerden rahatsız olmuştum. Ben nasıl onun gibi bir hale gelirdim? İşim vardı, ailem vardı, dostlarım vardı… “Sen sormadan, ben söyleyeyim neden burada, şu genç ağacın altında oturduğumu. Kendimi arıyorum dostum. Ben eskiden zenginim, güçlüyüm, evliyim derdim şimdi değilim. Eskiden şişko herifin tekiydim. Şimdi değilim gördüğün gibi. O zaman ben kimim? Ben’i bulmak için buradayım. Bu ağaç benim için bir nevi bodhi ağacı. Kendimi bulana kadar burada bekleyeceğim.” Bu geri zekâlının sözlerine ilk tepkim “Hadi len!” oldu. Allah bilir bu söylediklerinin hepsini önceden hazırlamıştı insanları kandırmak için. Bu arada bodhi ne demek diye düşündüm ve sallıyordur diye kanaat getirdim. Bu adama cevap vermeden işe gitmeyi düşünüyordum. Ama adamın sinirlenip beni dövmesinden korktum. 63

- Mavi Öyküler


“Anladım seni birader. Sana iyi aramalar. Ben işe geç kaldım. Başarılar!” dedikten sonra koşarak oradan uzaklaştım. Sokağın sonuna vardığımda arkama baktım, hâlâ aynı yerde oturuyordu. “Deliler de hep beni bulur,” dedim ve işe gittim. İşten eve döndüğümde adam hâlâ ağacın altındaydı. “Hâlâ aradığını bulamadın mı?” diye sordum; ama cevap vermedi. Ben de içeri girdim. Bir daha karşılaştığımda, “Aradığınız numaraya şu anda ulaşılamıyor,” desem mi diye düşündüm. Ama yine dayak yemekten korktum. Aslında adam bir deri bir kemikti. Ama ben yıllardır kavga etmiyordum ve onu alt edeceğimden emin değildim. Ondan dolayı espiriyi ona söylediğimi aklımda canlandırdım ve güldüm. Evdeyken bodhinin anlamına baktım internetten. Bu adam düşündüğümden de bilgiliymiş diye düşündükten sonra pencereden dışarı baktım. Adam yoktu. Aradığını buldu, dedim kendi kendime ve konu üzerinde hiç düşünmeden yatağıma gidip osura osura uyudum.

p

“ANLAMSIZLIĞIN İÇİNDE BİR ANLAM” “Transfer” | Volkan Gemili Ay ışığı hariç yeryüzünü aydınlatan bütün ışıkların kaynağı kesilmişti sanırım o gece. Arabanın içinden dışarıyı seyrediyor, bir taraftan da arabayı kullanan yirmi senelik arkadaşımın dediklerini anlamlandırmaya çalışıyordum. Ay ışığının deniz üzerinde oluşturduğu yansımada, yeni başlayan yağmur damlacıklarını görebiliyordum. Karanlık gecede arkadaşımın sesi yanında arabanın sileceklerinin çıkarttığı ses vardı. Yağmur, arabanın ön camını tam olarak ıslatmamış olmasına rağmen, çalışan sileceklerin çıkarttığı o ses: Sanki burnumun içerisinden girerek beynime hücum eden yüzlerce böcek, bu çıkan sesle kafatasımın içinde parti veriyorlardı. Radyoda çalan şarkı biterken araya giren spiker ‘kazaların bilmem kaçının yağmurun ilk başladığı Mavi Öyküler -

64


sıralarda gerçekleştiği’ yorumunu yaptığı o anda arkadaşım yüzünü yüzüme yaklaştırıp; “Yapalım mı, yapmayalım mı?” diye sordu? Virajdan hızlı bir şekilde çıkan arabayı fark etmedi. Direksiyona hızlıca uzandım ve sağa kırdım. Arabanın korna sesi gürültülü bir şekilde uzaklaşıp gitti. Kızgın bir şekilde; “Böyle bir şeyin gerçekleşmesi imkânsız. Saçmalıyorsun. Yola bak öldüreceksin bizi,” dedim. “Amacım da o zaten. Kısa bir süreliğine öleceğiz. Ruhlarımızın transferi gerçekleştikten sonra tekrar dirileceğiz.” “Dirileceğimiz garantisini nasıl verebilirsin bana. Saçmalama! Önüne bak. Dikkat et!” Son anda karşıdan gelen arabayı fark ederek toparladı. Biraz yavaşlayıp bir sigara yaktı. Bana dönüp daha da ciddileşerek, “Tabii ki bir garanti veremem sana. Rüyamda bunu yapabildiysem gerçek hayatta da başarabilirim,” dedi. “Rüyalarımıza göre hareket etmiyoruz biliyorsun ki bu hayatta. Farz edelim ki rüyalarımız bizim hayatlarımıza yön vermede bir araç olsun. Sanırım senin beynindeki rüya görmeni sağlayan kabloları kapatıp, devrelerini keserlerdi.” “Geçen sefer rüyamda, annenin elindeki su dolu bardağı, ayağı takılıp televizyonun üzerine döktüğünde, ekranın patlayıp ölümüne sebep olduğunu gördüğümde böyle konuşmamıştın.” “Burada haklısın. Geçen sefer ki konu annemdi. Zaten hiç sevmem bilirsin. Şimdi sen bize gelmiş ölelim diyorsun. Sence bunun neresi mantıklı.” “Peki, küçük kuzeninin bisiklet sürerken bekâretini patlattığı yalanıyla gidip bütün kolejdeki erkeklerle yattığını da rüyamda görmüştüm. Buna ne diyeceksin?” “Bilmiyorum. Kes artık lütfen.” “Sana kimsenin sunmayacağı bir teklifte bulunuyorum. Sana hayatın boyunca yaşayamayacağın bir deneyim yaşatacağımdan bahsediyorum. Sen ise korkaklık ediyorsun.” “Korkmasam o zaman bir anormallik olurdu. Öleceğiz oğlum, öleceğiz. Düşüp de dizimizi kanatmayacağız.” “Bilmiyorum! Kararını ver. Ben inatla yapalım diyorum. Hem ne olacak ki. Neredeyse yaşamadığımız bir şey kalmadı.” “Peki ya çocuklarımız? Karılarımız?” 65

- Mavi Öyküler


“İkimizin serveti torunlarımızın torunlarına bile yeter.” “Peki, benim evet dediğimi var sayalım. Nasıl olacak bu iş,” dediğim anda yüzü sinsice bir ifadeye büründü. Biraz daha doğrularak sırtını oturduğu koltuğa iyice yasladı. Pencerenin camını açıp elindeki sigarayı fırlattı. Arabanın hızı kendini fark ettirmeden artıyordu. Direk yola bakarak; “Şimdi biz neyin içerisindeyiz,” diye sordu? “Ne demek o şimdi? Dünyanın içerisindeyiz,” dedim. “Kopma o kadar ya! Şu an neyin içerisindeyiz?” “Arabanın.” “Peki, ibre kaçı gösteriyor.” “Yüz yir… Bir dakika, bir dakika. Aklımdan geçen şeyi düşünmüyorsun değil mi?” “Ben düşünmeyi geçtim, her şeyi rüyamda gördüm bile. Bir kilometre ötedeki kavşaktan dönemeyip uçurumdan aşağıya uçacağız. Aşağıdaki denize çakıldığımız anda ikimiz de kafamızı ön cama vurup bayılacağız. Tam kavşakta yol çalışması var. Bir ekip gelip bizi kurtaracak. Biz bu arada transferi gerçekleştireceğiz. Hastaneden sonra benim ruhum senin bedenini, senin ruhun benim bedenimi taşıyacak.” “Senin çocuklarım benim çocuklarım, benim karım senin karın olacak.” “İkimiz de otuz altı yaşındayız. Geriye kaldı otuz, otuz beş yıl. Geriye kalan otuz beş senede aynı ruhu farklı bir bedende taşımak ilginç olabilir diye düşünüyorum.” “Sen delirmişsin. Sen delirmişsin. Hayır. Hayır. Hayıııııııırrrrrrrrrrrrrrrrrrr!..” * Kafamı çapmıştım ama tam olarak bayılmamıştım. Arabanın hava yastığı şişip, kafamı sağ tarafımdaki cama yapıştırdı. Boynum kırılacaktı sanki. Arabanın içi su ile dolmaya başlamıştı. Deniz suyu ilk defa canımı acıtıyor ve deniz kokusu ilk defa midemi bulandırıyordu. Kusmaya başladım. Kusmuğum hava yastığı yüzünden yere akmıyordu. Nefes alamamaya başladım. Deniz suyuyla değil kusmuğumla boğuluyordum. Çok acımasızca bir ölümdü benim için. Üşümeye başladım. Hem de çok üşümeye. Bedenimin soğuduğunu hissediyorMavi Öyküler -

66


dum. İlk defa anlamsızlığın içinde bir anlam aramanın ne kadar anlamsız olduğu düşüncesi geldi aklıma. Etrafımda gelişen ve gelişecek tüm olayların, olguların, tabuların ve varsayımların beni o kadar da alakadar etmediğini anladım. Ruhumun bedenimden ayrıldığı o an, bırakın bu düşünceleri, düşüncenin bile ne kadar anlamsız olduğunu gördüm. Tanrının bütün gücünü içimde hissediyordum. Bu ne güzel bir duyguydu! Koltuğun üzerinde oturan bedenime baktım. Onun ben olabileceğine inanamadım. Çok sakil gözüküyordum. Yirmi senelik arkadaşım yanımda bir melek gibi uçuyordu. Bana yaklaşıp “şimdi tam zamanı,” dedi. Onun bedeninin içine girdim. O da benimkinin. Gözlerimi açtığımda acile doğru giden sedyenin üzerindeydim. Hastane koridorlarında tavandaki ışıkları saymaya başladım. Tam yirmi üç tane ışık geçtikten sonra iki yana açılan bir kapıdan içeri girdik. Başımdaki insanlar telaş içerisindeydi. Eğer ağzıma soktukları o hortum olmasaydı, “merak etmeyin, her şey yolunda,” diyecektim. Doktor elindeki kaleme benzer ışığı gözümün içerisine sokuyordu. Tepki veremiyordum. Ağzımdaki hortumu çıkartıp başka bir hortum taktılar. Bu arada hemşirenin sağ koluma girdiği iğneyi hissettim. Terlemeye başladım. Vücudumdaki ıslaklık terlememi durdurmuyordu. Vücudumdan yayılan kokunun burun deliklerim içerisinden girmesine engel olamıyordum. İğne de etkisini göstermeye başlamıştı. İlacın damarlarımdaki akış hızını hissedebiliyordum. Başım dönmeye başladı. Konuşmalar kulağımın içerisinde sinek vızıltısı halini aldı. Kusmak istiyordum. Gözlerim kapandı ve uykuya daldım. * “Artık güvendesin hayatım. Hepsi ama hepsi geçti.” Başucumda yirmi senelik arkadaşımın eşi beni dudaklarımdan öpüyor, çocukları ise yatağımın ayakucunda gözlerinin içi titreyerek bana bakıyorlardı. Doktor elinde tuttuğu kâğıda not alırken, bakışlarını bana doğru çevirdi. “Çok şanslısınız. Tam da yol çalışmasının olduğu yerde kaza yapmış olmanız büyük bir tesadüf. Şansınız arkadaşınızınki gibi yaver gitmeyebilirdi. Tanrıya şükretmelisiniz.” “Nasıl yani? Arkadaşıma ne oldu ki? Yoğun bakımda mı?” 67

- Mavi Öyküler


“Çok üzgünüm. Kurtaramadık.” Bu sözleri duyduktan sonra ne hissedeceğimi, ne düşüneceğimi, ne konuşacağımı, neyi sorup neyi cevaplandıracağımı bilemiyordum? Ölü müydüm yoksa yaşıyor muydum? Yaşadığım için sevinmeli mi yoksa üzülmeli miydim? Ağlamalı mı yoksa gülmeli miydim? Beni teselli etmeye çalışan yeni karım, elleriyle gözyaşlarımı siliyordu. İçimde oluşan bir soğukluk kafatasımın en üst noktasından başlayarak ayak parmak uçlarıma kadar beni istila etti. Kendi iradem dışında titremeye başladım. Durduramıyor, kontrol edemiyordum. Doktor, hemşirelere nöbet geçirdiğimi söylüyor, şu an aklıma gelmeyen bir iğnenin ismini hazırlamalarını emrediyordu. Çığlık atmak istiyor ancak sesim hiç çıkmıyordu. Yatağın içinde bir sağa bir sola debelenmeye başladım. Hemşireler hemen beni kontrol ettiler. Bu sefer sol koluma enjekte ettikleri ilaç çok daha çabuk etkisini göstermişti. Tekrar uykuya daldım. * Şu an aradan on sene geçti. Gerçek karım eskiden birlikte oturduğumuz aynı evde oturmaya devam ediyor. Ben de yeni evime, karıma ve çocuklarıma iyice alıştım. Yeni eşim akşamları zamanını kumarhanelerde konken oynayarak geçirdiği için ben de o saatler içerisinde gerçek çocuklarımla ve eşimle zaman geçirebiliyorum. İlk başlarda onu, kocasının ölümünden dolayı teselli etmek için gidiyor, bir taraftan da kendi ölümüme üzülüyordum. İlerleyen zamanlarda ruhlarımız sevişmemize engel olamadı. Bir keresinde “yoksa sen o musun?” diye sorduğunda, “hangisi olmamı istersen o olurum” demiştim. Evin altındaki ofisimde işlerimi yürütüyor, hiç dışarı çıkmıyorum. Maddi açıdan problemim yok. Kumarhaneden gece yarısı gelen karım öğle saatlerine doğru uyanıyor. Onunla da akşam yemeğine kadar çok güzel vakit geçiriyoruz. Geri kalan hayatımı dört çocuğum ve iki karımla geçireceğimden dolayı çok mutluyum. Teşekkür ederim dostum.

p

“ZEVKİ REDDEDEN BİR BÜNYE YOK” Mavi Öyküler -

68


“Zırva II [Valium]” | Ümit Karadağ Haşa ve kella, gördüm, kemikleri var! Üste kalan çıkmış canlar, el bebek gül değnek yaşantılar. Arap böğürmesi, en Eflağından bi Boğdan fethi. Düzüşmek ne ayıp şey, fillerin şehveti kadar bakir. Heceler iffetsiz ve salyalı bugün. Devran çemberi akşamın kıyısındaki ufukla kenetlenirken, boğuk göğün çıkmaz sokağında volta atıyordum. Uyku, tasını tarağını toplayıp terk etti beni. Valium da kesmiyo artık. Pırasa gibi oluyorum, zira uyku pırasadan bıktı. Ne yapsam ne etsem de kaybolan huzurumu bulsam. Tam 72 saattir uykusuzum. Voltamı yarıda kesip uyumak için, aklımı tırtıklayan fikri uyguluyorum. Yastığa işeyip, kafamı içine gömüyorum. Amonyak kokusu burnumu yakıyor. Amonyak ciğerlerime siniyor yavaş yavaş, gözlerim uykunun eteğinin altındaki pembe dantelli donu keşfediyor. Uyku; koynuma girmeyen, ruhsuz kaltak. Bekleyiş; Zaloğlu Rüstem’in kılıcına bulaşmış amonyak içerikli kanımda demleniyor. Hür feryatlar, atamın kucağında masal dinleyen eli çükünde, cinselliğini arayan çocukluğumda şekilleniyor. Atamın kulağıma üflediği, heyheyli vurgularla bezenmiş, Yörük Efelerine birebir benzeyen dimağımdaki imgeler kıpırdanmaya başlıyor. Salya-sümük ağlayan bebelerin etrafında, ellerini yana açmış saz nameleriyle dönen, çakar almaz efeler, amonyağa bulanmış dimağımdan aşağı sarkıyorlar. Ayakları zemine değince, avurtlarını doldura doldura bir nara patlatıyorlar: “Hey hey yine de hey hey!” Raportör kekliğim, uzak diyarlardan dönüyor sekerek. Boynundaki magmaya bulanmış pusulayı uzatıyor ayak ucuma. Yeraltı canavarından geliyor mesaj. Canavar kaygılı; “Üstümüzdeki inlemeler, mekânımızdaki inlemeleri bastırdı. Emrimdeki hizmetkârlarım artık zevk almıyor görevlerinden. Acil müdahale edeceğiz, iş daha kötüye gitmeden; çalışanlarım isyan etmeden. Cehennemden sevgilerle.” “Vay be!” demekten alamıyorum kendimi. Efeler kulak kesiliyor mesaja, mağrur kolları iniyor aşağıya. 69

- Mavi Öyküler


İçlerinden biri soruyor, “Bunun anlamı ne hacı?” “Yerüstü, yeraltını geçti zulümde. Şeytan, insana teslim olmak üzere.” “Ne yapacaklar peki ve neden ilk seni haberdar ettiler?” diyor efelerin başı. “Muhtemelen insanoğlunu yerin altına çekecekler, kendileri de yerüstüne çıkacaklar. İlk bana bildirmelerinin sebebi ise, kekliğim yüzünden. Kekliğim, daha önce yeraltındakilerle yerüstündekilerin savaşına tanıklık etmiş.” “Ne yapacağız peki? Bize düşen nedir?” dediler hep bir ağızdan çakar almazlarını kavrayarak. “Peki! Şartsız itaat edecek misiniz? Her isteğimi ne kadar saçma bulursanız bulun yerine getirecek misiniz?” “Çakar almazlarımız üzerine ant içeriz. Kayıtsız seninleyiz!” “O halde, elbiselerinizle kapatmadığınız uzuvlarınız üzerindeki tüm kılı tüyü tıraşlayacaksınız. Çakar almazlarınızı gömüp, üzerine başlıklarınızı bırakacaksınız.” İsteklerimi, efelerle beraber uygulamaya başlıyoruz. Kısa bir süre içinde, zeminin üstünde kıldan ve tüyden koca bir tepe oluşuyor. Hepimiz doğduğumuz güne yakın bir hale bürünüyoruz. Başlıkların altındaki çakar almazları, gömdüğümüz yerleri kazıyoruz. Çakar almazların, zıvana içine monteli anahtarlara dönüşmüş olduğunu hayretle görüyoruz. Sonra efelere, ellerindeki anahtarları kıldan tepeye fırlatmalarını söylüyorum. Kıldan tepenin ortasında bir kapı beliriyor, kekliğim sekerek kapıdan içeri dalıyor, biz de arkasından… Yedi nano an sonra, kekliğimin kılavuzluğunda, labirentlerden oluşmuş dik tepenin sonuna varıyoruz. Katır dişlerinden oluşmuş bir kapı daha çıkıyor önümüze. Kapıyı itiyorum, karanlık… Siyah perdeyi aralıyorum, musalla taşının başında, arkasında cemaat, imamın cüppesinin altında olduğumu anlıyorum. Kafamı kaldırıp, musalla taşına uzanmış çıplak kadını görüyorum. İmam eliyle cüppesini kaldırıp buyur ediyor hepimizi. Her bir efe ışığa kavuştuğunda, cemaatten biri yerin altına çekiliyor. Mavi Öyküler -

70


Tüm efeler ışığa kavuştuğunda ve de tüm cemaat eridiğinde, oluşan açıklıkta, dik memeli, alev dudaklı, aşk suratlı kaltak uykuyu görüyorum. İnci gülüşünün ucuna iliştirdiği işaret parmağıyla beni yanına çağırıyor. Efeler, harmandalına vuruyor kendini; her figür bin asır sürüyor. Efeler dizlerini yere vurup oyunu bitirdiğinde, ben kamış delisi uykumun dik memelerinin arasına gömüyorum kafamı. Altın sarısı bir güneş doğuyor sırtımdan. Bulanık zeminin içinden bir canavar çıkıp geliyor, elleri ayaklarından büyük, paytak adımlarıyla senkronize, çuha bezine sarılı kafasını sağa sola sallıyor. Kekliğim de canavara doğru ilerliyor. Bir süre konuşuyorlar, sırt sırta verip ters istikametlere doğru yürüyorlar. “Yer altı canavarı, kabız olmuş” diyor kekliğim sekerek. “Savaş mavaş olmayacak artık!” Gözlerimi kapıyorum, nevresim kokulu uykunun, kaltak kaz tüyünden dik memelerinin arasında kendimden geçiyorum. Efeler kekliğimin etrafını sarıyorlar, haberi teyit edip, tekrar harmandalına vuruyorlar kendilerini. Kansız zaferin tüketici sarhoşluğuna bırakıyorlar köse bedenlerini. Fakat ansızın gökte patlayan bir kahkaha dağları, varlığı titretiyor; damarımda gezinen kan donuyor. Hayat fersah fersah uzaklaşırken cesedimden, Elke kavminin inlemelerini duyuyorum kuşbakışı asılı kaldığım yerden. Ellerim rüzgârla şişerken, ansızın bu sahte zaferin farkına varıyorum. Meğer her şey yanılsamadan ibaretmiş, geri dönmek için çırpınıyorum, fakat yerçekimi artık beni hissetmiyor, kuyruksuz bir uçurtma gibi tepeden izlemeye mahkûm oluyorum kargaşayı. Canavarlar şeffaf ruhlara sızıyor, zevki reddeden bir bünye yok. Felaket, o kadar tatlı bir kabuk bağlamış ki; efelerin dilleri dışarı sarkıyor, salyaları kabarmış fermuarlarını açıyor. Kabuk çatlıyor, içinden kızıl saçlı hatunlar fırlıyor. Kızıl saçlı hatun görünümündeki canavarlar, kekliğimi boğazlayıp kanıyla katır dişinden kapıyı mühürlüyorlar. Efeler birer birer şehvetlerinin suyunda boğuluyorlar. 71

- Mavi Öyküler


Beşer içindeki kötülükle yüzleşiyor: İnsanlığın emrindeki cenk teorisyenleri, gümbürdeyen davulların altında savunma stratejileri hazırlıyorlar. Çember çember askerler birbirine giriyor, telef ediyorlar apoletlerinin altındaki canlarını. Canavarlar, ciltler halinde savuruyorlar önüne gelen her varlığı. Kudurtulmuş işsizlik endişeleri gözlerini karartıyor, şeytan magmayı serbest bırakıyor, varlık suyun içinde ki buz misali eriyor. Ateşte erimiş yağa bulanmış kül, asılı kaldığım yere dek ulaşıyor, koyu dumandan gözlerim yanıyor. Elleri sümüğe bulanmış bir sübyanın sesi, abdalları çağırıyor cenk meydanına. “Elimden ekmeğimi aldılar, annemi babama yamadılar! Ne olur yardım edin!” Magma, bacaklarını iki yana açıp sübyanı içine alıyor. Sübyan, ağlayarak eriyor. Nereden türedikleri belirsiz abdallar, sübyanın çağrısına kenetlenip enstrümanlarıyla gömülüyorlar magmanın yakıcı, kaygan, vahşi apış arasına. Sapkın işlerin mimarları, yerküreyi düzmeye başlıyor, işbirlikçi kuduruk yeraltı canavarlarıyla el ele. Beşeriyetin pişmanlığıyla yoğrulmuş küllerini, kanlı menileriyle boğuyorlar. Zevk çığlıkları, rüzgârı susturuyor; takılı kaldığım yerden, musalla taşının üstündeki çıplak kadına doğru düşüyorum. Kadın esmer, tıraşsız soğuk apış arasıyla yakalıyor beni kamışımdan. Magmanın eli, kadının soğuk dudaklarına doğru bastırıyor başımı. Dudaklarımız kenetlendiğinde, takılı kaldığım yerdeyken, bilinçsiz olarak yuttuğum külleri kusuyorum ağzına. Kadın; “Gördüm! Onun da kemikleri var, haşa ve kella” diye haykırarak uyanıyor soğuk uykusundan. Tanıdık gözleriyle okşuyor saçlarımı. Kanlı meniye bulanmış yeryüzünden münezzeh kalmış musalla taşının üstünde, hasretlerimizi sarıyoruz üşüyen bedenlerimize. Ay tepemizden gülümsüyor canavarlar evlerine çekiliyor; kıskanç, ruhsuz kaltak uykumsa, bilinmezin peşinde kaybolup gidiyor. Gök dalga geçercesine gürlüyor. Bulutlar güreşe tutuşuyor küle bulanmış mavilikte. Yaşam, yeniden yağmur damlacıklarına tutunarak yerküreye iniyor. Suskunluğun tasvirsiz akıcılığında yeşeren çelikten önyargıların yok oluşa entegre paranoyak tohumları, evrensel elin avucunda, meniye Mavi Öyküler -

72


bulanmış yeryüzüne serpilmeyi bekliyor. Ta ki beşeriyet yeniden içindeki kötülükle yüzleşene dek…

p

“YARALI KUŞLAR MİSALİ” “Kayıp Sokağın Kuşu” | Aylin Parakos İnsan büyüdükçe kirlenir. Bu hep böyledir. Küçük çocukların cinayete meyilli olanları, bu kirliliğin çok öncesinde ayrımına varmış zeki çocuklardır. Cinayetleri görmekle yetinip, sadece şahitlik yapan bizlere ne demeli? Ne yaşamaya meyilliyiz, ne ölmeye… Ne gitmeye, ne kalmaya… Buradaki cinayet kelimesi yaşamdaki tüm kıyımlara denk düşürülebilir. Yani ortada illa kan olması gerekmez. Çocuğun üstünü ararken ceplerinden çıkan bu satırları iki üç kez okudum. İlk üç cümlenin altı, mavi tükenmez bir kalemle kalınca çizilmiş. Nereden buldu ki bunu? Hem okumayı yeni yeni öğrenen bir çocuk, ne anlar ki bu cümlelerden? Yazı bir gazeteden kesilmiş, belki de bir kitap sayfasından. Kâğıt o kadar yıpranmış ki bu ayrımı bile yapamıyorum. Bu çocuğun, (Gerçi on beşine basmak üzere ama yine de bir çocuk) üstelik bu dernekte yaşam döngüsünü ters yüz etmeye niyetlenmiş bu çocuğun, burada kalıp kalmayacağına karar vermek zorundayım. Ya yatakhane, ya sokak… Neredeyse bir saattir odanın içinde bir sağa bir sola dönüp dolanıyorum. Hazırlayacağım rapor nihai bir karara önsöz olacak. Sık sık masanın üzerindeki kocaman, sarı zarfa takılıyor gözlerim. Dernekteki çocukların tüm masraflarını yüklenen bankadan gelen bu zarfta çocuğun adı yazıyor: Musa Kayar. Köşeye sosyal hizmet uzmanı Ayşegül, kaşesini basmış. Ayşegül’ün isminin altında kırmızı ve büyük harflerle “GİZLİ” yazıyor. Zarfı da alıyorum elime. Bir elimde zarf, bir elimde Musa’nın cebinden çıkan yazıyla pencereye doğru yaklaşıyorum. Uzaklardan simsiyah bir duman yükseliyor göğe doğru. Yangın mı acaba diye düşünüyorum. Bir sokak ötedeki trenin düdüğüyle sessizlik 73

- Mavi Öyküler


bozuluyor. Dumanın rengi değişiyor, yangın ihtimalini gözden çıkarıyorum. Aklıma akşam buluşma sözü verdiğim dostum Vedat geliyor. Ama hemen kovuyorum onu zihnimden. Ardından bir yıldır aynı evde yaşadığımıza bir türlü inanamadığım Ece… O da oturuyor bu düşünce silsilesinin içine. “Masumiyet” sözcüğünün Türkçe sözlüklerden kaldırılmasını isteyen bir grup insanla, Türk Dil Kurumu’na dilekçe verecekmiş Ece Hanım. Yok efendim bu sözcük orada ne kadar iğreti duruyormuş. Git Ece, sırası mı şimdi diyesim geliyor. Yine de sessizliği bozmuyorum. Ece gelir de Marie eksik kalır mı? Ahh Marie… Muhteşem sevişen Marie. Bir daha asla hiçbir kadınla onunla olduğu gibi sevişmediğim, sevişemediğim Marie. Bacaklarının arasında uyuduğum geceler… Ama delicesine tutulduğum ya da tutunduğum o kadını, terk eden de ben değil miydim? Onu Londra’da bırakmakla, belki de hayatımdaki en büyük kıyımı gerçekleştirdim. Kıyım deyince, Musa’nın cebinden çıkan yazıdaki bir cümleyi tekrar okuyorum. Doğru yazmış kim yazdıysa. Yani ortada illa kan olması gerekmiyor. En çok korktuğum da Marie’nin bir gün apansız çıkıp gelmesi. Çılgın kadın, yapar mı yapar. Ya gelirse? İki bulutun arasından “İki kadını aynı anda anmak doğru değil, ikisinden birine haksızlık olacak” diye bir alt yazı geçiyor pencereden izlediğim görüntüye. Siyahla gri arasında bir renkten, dumanla yazılmış muhtemelen. Hemen toparlanıyorum. Pencerenin önündeyim hâlâ. Konu Musa değil miydi? Aklımdaki Vedat, Ece ve Marie üçlemesinden süratle çıkmaya çalışırken, bir anda bahçedeki ağaçların altına upuzun uzanmış Musa’yı görüyorum. Emin olamıyorum ilk anda ama evet bu o! Ellerini başının altına almış, bacaklarını açabildiği kadar iki yana uzatmış çimlerin üzerinde öylece yatıyor.”Göğe Bakma Durağı”nda sanki ya da göğü bırakma durağında. Bilemiyorum. Yanında da doğum yaptırmak için neredeyse tüm İstanbul’u ayağa kaldırdığı kedisi Nilgün ve minik yavruları. Nilgün de yayılmış çimlere, yavrularını emziriyor. O çok uzaklardaki duman, dumanla yazılmış alt yazı, tren sesi, kocaman binalar, ağaçlar, hepsi kayboluyor birden. Sadece tek bir ağaç, çimler, Musa ve kediler Mavi Öyküler -

74


kalıyor. Pencereyi açıp ona seslenmek geliyor içimden ama vazgeçiyorum. Dernekte kaldığı süre içinde konuştuğu kelime sayısı yüzü bile geçmeyen Musa’nın, bana yanıt vermeyeceğini tahmin etmek zor değil. Telefonum çalıyor bu sırada. Bahçedeki, bir filmden çalıntı gibi görünen bu sahneyi bırakmak istemiyorum ama yine de telefonu açmak için masaya oturuyorum. Arayan Vedat, akşamki görüşmeyi soruyor. “Abi, görüşüyor muyuz akşam? Bak ona göre düzen kuracağım.” Ne düzeni diye sormak geliyor içimden ama konuşmayı bir an önce bitirip, bahçedeki sahneye geri dönmek istiyorum. “Görüşeceğiz Vedat. Çok önemli bir işim var bugün. Bir sorun çıkmazsa görüşeceğiz.” Ama Vedat bu, çenesi düşüyor yine. Uzattıkça uzatıyor. “Ece abla da gelecek mi abi, ona göre ben de benim hatunu getireyim diyorum. Olmaz mı?” Üçleme geri dönüyor. Vedat, Ece… Bir tek Marie eksik. Biraz daha konuşursa, az önce pencere önünde aklımdan geçen “Marie’nin Dönüşü” senaryosu gerçek olacak diye saçma bir endişeye kapılıyorum. “Bilmiyorum Vedat. Sen kafana göre ayarla bir şeyler. Kapatmak zorundayım, akşam görüşürüz.” Kapatıyorum telefonu. Musa’yı izlemek için hemen pencereye yöneliyorum ama film bitmiş yazık ki. Ne Musa, ne de kediler piyasada… Öfkeleniyorum Vedat’a, öyle lüzumsuz bir zamanda aradı ki. Belki dönerler diyerek uzaklaşıyorum pencerenin önünden. Zarfa bakıyorum uzun uzun. İçindekileri dünden beri kaç kez okudum ama bir daha boşaltıyorum masanın üzerine. Musa’nın özgeçmiş sayfası, dernekteki nöbetçi öğretmen ve İstanbul’un çeşitli semtlerindeki karakol tutanakları arasında kayboluyor: Adı: Musa Soyadı: Kayar Baba adı: Selim Anne adı: Nilgün Doğum tarihi: 03.06.19.. Doğum yeri: Kars- Digor… 75

- Mavi Öyküler


Doğum tarihindeki sayılara takılıyor aklım. Üç ve üçün katları uğursuz olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum. Üç… Londra’ya gittiğim tarihi anımsıyorum birden: 3 Mart, Ece’yi tanıdığım gün 9 Temmuz. Düşününce bir felaketler dizini çıkabilir diye, bu işten süratle vazgeçiyorum. Musa’nın özgeçmişini okumaya devam ediyorum. Musa Kayar, 12 haziran 20.. tarihinde derneğimize getirildi. Alınan bilgilere göre, anne ve babasının ölümünden sonra, akrabalarından biriyle İstanbul’a yerleşmiş. Bilinmeyen ve de bilinmesini istemediği nedenlerden kaldığı evden kaçmış. Beş yıldır sokakta yaşıyor. Derneği, sokakta yaşadığı arkadaşlarının sohbetlerinden duymuş. Bir arkadaşının tanıdıklarından biri dernek konusunda onu ikna etmiş. Gerekli kayıtları yapılarak derneğe kabulü sağlandı. Üzerinden çıkan bağımlılık yapan maddeler konusunda herhangi bir işlem yapılmadı. İlk muayene için Çocuk Psikiyatri Kliniği’ne sevk edildi. Psikiyatri kliniği… Ne maceralı, şenlikli bir yer. Gecenin bir yarısı Musa için evden fırladığım gün de öyleydi. Dernekte, rehabilitasyon amaçlı bir sürü kedi köpek beslendiğinden, sponsor olan firmalardan biri, bir de veteriner görevlendirmişti. Musa’nın kedisi Nilgün (Kediye neden bu ismi verdiğini çok sonra öğrenmiştim) veterinerin söylediğine göre, çok zorlu bir doğum gerçekleştirecekti. Fakat o günlerde ne olduysa bu veteriner ortadan kayboldu. Sponsor firmayla yeni bir veteriner için yazışmalar sürerken, Musa’nın kedisinin sancıları tutmuştu bir gece yarısı. Bunun üzerine yatakhanenin koridoruna çıkıp, avazı çıktığı kadar bağırmış Musa, “Öğretmennn, öğretmennn!” diye. Nöbetçi öğretmenle birlikte çocuklar da koşmuş Musa’nın sesine. Aslında kediyi yatakhaneye alması başlı başına bir suç. Toplanan kalabalık ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, Musa Nilgün’ü kaptığı gibi merdivenlere doğru koşmaya başlamış. Kedi de çığlık atıyormuş bu esnada. Nöbetçi öğretmen telefonla beni aradı. Saat gecenin üçü. Ece yanımda çırılçıplak uyuyor. Tabii benle beraber telefon sesine o da zıpladı. “Ne oluyor Halil? Arayan kim?” diye sorunca verdiğim yanıt, “Nilgün, Nilgün doğuruyormuş, hemen gitmem gerek” şeklinde olunca öylece kalakalmıştı.” Nilgün kim, ne doğumu, inanmıyorum sana. Ne haltlar karıştırıyorsun?” diye saçmalamaya başladı Ece. Bir Mavi Öyküler -

76


taraftan giyinmeye çalışırken bir taraftan onu izlediğimi hatırlıyorum. Böylesine güçlü bir ışıkta onu ilk kez çırılçıplak görüyordum çünkü. Sanki ilk kez karşılaşıyoruz. Yatmadan önce aldığı duştan hâlâ ıslak saçlarıyla, o an Ece’yi de kedi gibi görüyorum karşımda, o incecik sesiyle miyavlayan, her an parçalamaya hazır bir kedi. Ama ne miyavlama! Ağlamaya başlamaz mı bir de. Yahu bu kadın gözyaşları niye bu kadar delicidir? Havva cennetten kovulduğu an ağlamış mıydı acaba? Açıklamaya zaman yok. Bir kedimiz eksikti diye söylene söylene apar topar çıkmıştım evden. Derneğe vardığımda, çocukların neredeyse tümü bahçedeydi. Sinan’la karşılaştım ilkin. Çocuklarımızın en çapkını Sinan. Kalabalıktan istifade bir ağacın altında sigara içerken yakaladım onu. Beni görür görmez, hemen fırlattı elindeki sigarayı. “Hocam, iyi geceler” dedi ayağa kalkıp. Doğrusu başka bir zaman olsa direk sigara uyarılarına başlayacaktım ama boş ver dedim, hiç sırası değil. Ona Musa’yı sordum hemen. “Vallahi nereye gitti bilmiyoruz hocam. Nilgün doğuracakmış herhalde. Bas bas bağırıyordu koridorda. Kediyi kucağına alıp basıp gitti sonra. Biz de bahçeye çıktık aramak için.” Sinan’ın sözlerinden durumu az çok kavrayabilmiştim. Bahçedeki çocukları yatakhaneye gönderip, nöbetçi öğretmenle birlikte Musa’nın nereye gitmiş olabileceği yönünde tahminler yürüttük. Polisi aramayı da ihmal etmemiştim tabii. Sabah 06.30’da (yine üç ve katlarından oluşmuş bir saat dilimi) gelen bir telefonla her şey çözüldü. Meğer Musa, Nilgün için dernek masraflarını karşılayan banka müdürlüğüne bir mektup yazmış. Veteriner istemiş. Bunu nasıl becerdiğini çözemedim ilkin. Sonradan öğrendik ki, mektubu üst sınıflardan yazıda maharetli çocuklardan birine yazdırmış. Çok geçmeden yanıt gelmiş, reddedildi diye. Musa bu vazgeçer mi? Banka müdürüyle yüz yüze görüşmeye gitmiş bu sefer de. Müdüre ne anlattığını o kadar merak etmiştim ki. Konuşmaz ki Musa… Yani içinde öyle az sözcük var ki hayata dair… Ya da söyleyecek çok sözü var da, sarf etmeye değer bulmuyor belki de. Ama anlatmayı bir şekilde becermiş olacak ki banka müdüründen yine olmaz cevabını almış. O günün akşamında müdürü evine kadar takip etmeyi de 77

- Mavi Öyküler


ihmal etmemiş. Bütün bunları hangi zaman diliminde gerçekleştirdi hiçbirimiz öğrenemedik. Kedisinin sancıları tuttuğu an, aklına banka müdürü gelmiş; sokakta bir zamanlar birlikte yaşadığı tüm ekibini toplayıp, adamın kapısına dayanmışlar sabaha karşı. Kucağında kedisi Nilgün, arkasında sekiz on tane, boy boy çocuk. Müdür kapıyı açmamak için çok direnmiş ama çocukların kapı önüne koydukları iki tenekeden yükselen alevler, kapıcıyı korkutunca mecburen açmış kapıyı. Çocuklardan en iri yarı olanı “Hey müdür, elini çabuk tut, hemen veterinere gitmemiz gerek.” diye biraz da tehdit edercesine gereken açıklamayı yapmış. Musa yine konuşmuyormuş tabii. Adam ürkmüş olmalı ki, Musa ve birkaç çocuğu arabasına alıp, doğruca hayvan hastanesine gitmişler. Nilgün’ün doğumu böylelikle sadece dernek ve karakol kayıtlarına değil, hastane kayıtlarına da geçmişti. O sabah, banka müdürü telefonda bunları anlatırken içimden sessizce gülümsüyordum. Tüm masallardan kovulmuş olmasına karşılık, Musa’nın ne farkı vardı bir masal kahramanından? O çocuklar… Derneğe alamadığımız diğerleri. Yaralı kuşlar misali, çocuk gülüşleriyle oyalanıyorlardı bu pervasız şehirde. Açtılar, üşüyorlardı, sevgi yoksuluydular. Tanrının merhametli gizli parmağı nedense onlara bir türlü değmiyordu. Her şeyi ve herkesi kaybetmeye hazırdılar. Tek bir şeyi hariç: Sokakta buldukları birbirlerini… Yoksa bir kedi için bu kadar şeyi göze alabilirler miydi? Elimdeki özgeçmiş sayfasını masaya bırakıp, gözlerimi ovuşturuyorum. Bu çocuğa dair bunca ayrıntıyı nasıl hatırlayabiliyorum diye kendime sormadan da edemiyorum. Öğlen olacak neredeyse. Musa ile ilgili rapora hâlâ tek bir satır yazabilmiş değilim. Polis tutanaklarına göz atıyorum bir ara. İlgi bölümünü okumadan geçemiyorum. 21.09.20.. günü 16.00- 24.00 saatleri arasında görevli bulunduğumuz, Beyoğlu Tarlabaşı devriye nöbetinde, Gümüş Küpe Sokağı mevkiinde, 27 kapı numaralı mahalle kahvesinin tuvaletinde yaptığımız aramalar sonucu Musa Kayar ismindeki çocuk şahsın üzerinden üç adet esrarlı sigara (artık üçün uğursuzluğuna kesinlikle inanıyorum) ve özenlice paketlenmiş bir kutu içinde hiç giyilmemiş 18 adet çocuk elbisesi bulunmuştur. Konu ile ilgili olarak derhal polis Mavi Öyküler -

78


merkezine bilgi verilmiş, dahili anons sisteminden duyuru yapılmasına rağmen merkezden bir yanıt alınamamıştır. İlgili şahsın yapılan ön soruşturmasında, sigaraları tuvaletten bulduğu bilgisi alınmış, kolideki elbiseler konusunda bir sonuca varılamamıştır. İşbu Tespit Tutanağı tarafımızdan olay mahallinde tanzim edilerek, okunduktan ve de doğruluğu anlaşıldıktan sonra imza altına alınmıştır. 21.09.20.. saat: 18:24… Hey gidi Musa! Hadi elbiseleri anlıyorum da o sigaraları nereden buldun acaba? Elbiseleri anlıyorum çünkü o günlerde derneğe, epey ses getiren bir eğitim vakfından yüklü miktarda, kolilerce giysi yardımı yapılmıştı. Musa da gizlice kaptığı bir koliyi, sokaktaki ekibine götürmüştü. Sonrasında “Derneğe nasılsa bir şekilde gelir, ama arkadaşlarım nereden bulacak?” diye bir açıklama yapmıştı bu kayırma durumu için. Merhametinden zaman zaman utandığım bu çocuk, böylece bir şeyi daha öğretmişti bana: İtaatsizlik, öyle her zaman felâket değildir. Kapı çalınıyor bu esnada. Kimin geldiği hiç önemli değil ama gelmesin istiyorum. Gelme, girme ne olur diye yalvarmak bile geçiyor içimden. Ayağa kalkıp, kapıya doğru yaklaşıyorum. Gözetleme deliğinden bakıyorum ama ortalıklarda kimse görünmüyor. Tam masaya doğru geri adım atarken tekrar duyuluyor kapı sesi. Artık açmak zorundayım. Geriye dönüyorum. Usulca kapı koluna değiyor elim, yavaşça çeviriyorum kolu. Musa… Ayaklarının dibinde Nilgün ve dört yavrusuyla bana bakıyor. O an dünyanın tüm edebiyat metinleri siliniyor hafızamdan. Musa bana bakıyor ben de ona. O çok az konuşan Musa’nın ağzından tek bir cümle çıkıyor: “Şimdi biz mutluyuz de mi öğretmenim?”

p

“DOLGUN ÜCRET, SSK, YEMEK, YOL…” “Sabıkasız Temizlik Elemanı Aranıyor” | Fatih Kaynak Her zamanki boklu talihin peşinde, sabah erkenden yollara düşüp akşamı edene kadar iş ilanlarının izini sürüyor, bir yandan 79

- Mavi Öyküler


da kalacak ucuz bir yer arıyordum. Fakat iş ilanları gerçekten işe ihtiyacı olan bir adam için yeterince düzmeceydi ve harcı insanların alın teri ve gözyaşlarıyla karılarak, vaatler ve yalanlar üzerine kurulmuş, çok uluslu şirket düzenbazlarının yüreği kadar alçakçaydı ve burnuma hiç de hoş kokular gelmiyordu. “Gözünüz yükseklerde mi? Kariyer yapmak ve ayda üç bin yedi yüz dolar kazanmak ister misiniz?” Yahut, “Bünyemizde yetiştirilmek üzere takım arkadaşlığına inanan, başarının sırrının disiplinden ve özveriden geçtiğini bilen, on iki avanak aranıyor” türü, onlarca ilan arasından doğru dürüst bir iş bulmak, o kadar kolay olacağa benzemiyordu. Bir kere, kariyer yapmak veya yükselmek istemiyordum. Ayrıca takım arkadaşlığına da inanmıyordum ve üstüne üstlük sabıkalıydım. Gittiğim her iş ilanından ret cevabı almayı artık kanıksamıştım. Randevu aldığım ikinci, üçüncü, hatta dördüncü sınıf işlerden bile geri çevriliyordum. Bir defasında bir temizlik işine kadar düşmüştüm. İlanda, mesai saatlerinden sonra banka ve şirketlerin gece temizliğini yapacak elemanlar arandığı yazıyordu. Dolgun ücret, SSK, yemek, yol… İşin bana göre olduğuna karar verdikten sonra bir güzel tıraş olup ilandaki adrese doğru yollandım. Geldiğim yer, Mecidiyeköy Meydanı’nın aşağı tarafındaki ara sokakların birindeydi. Ofise girer girmez, masada oturan sekreter elime bir başvuru formu tutuşturup, doldurduktan sonra sıramı beklememi söyledi. Formu alıp tam karşısına, benimle beraber bekleşenlerin arasında bir sandalye bulup oturdum. Formu doldurup verdikten sonra, mülakatı hemen oracıkta sekreter yapıyordu. Bekleşen diğer tipler benden daha bitik ve kaybetmiş görünüyorlardı. Birçoğu için bu iş son şans demekti. Bense daha devam edebilir görünüyordum. Üstü başı dökülen, ilkokul mezunu, gariban kadın ve erkekler topluluğu arasında daha genç ve eğitimli görünmek sanıldığı gibi avantaj değil; dezavantajdır. Hatta bir zaman sonra, iş görüşmelerinde sırtında taşıdığın bir kambur, alnına yapıştırılmış bir utanca dönüşür. Birçok kere, böyleleriyle bekleşirken onlardan daha çok şeyim varmış gibi görünmekten utanmışımdır. Sekreter, hepimizden iğrendiğini açıkça belli eden bıkkın ve aceMavi Öyküler -

80


leci tavırlarla mülakatları yapmaya devam ediyordu. Klasik başvuru formlarından biriydi bu da. İsim, soyisim, doğum yeri, eğitim ve sabıka durumu… Bir de referans. En dramatiği de buydu. Kendi kendine bile yeterince referans olamayan bir adama kim referans olurdu ki? Eğitime lise mezunu yazdım. Üniversiteyle ilgili herhangi bir şey yazdığında, o iş için yeterince yenik ve kabullenmiş olmadığını düşünüyorlardı. İşe gerçekten ihtiyacım vardı ve sabıka konusunda kararsızdım; bir sabıka kaydım olduğunu yazmalı mı, yazmamalı mıydım? Yazmadım. Sıra bana geldiğinde sekreterin karşısına sandalyeye oturdum. Başvuru formuna dikkatlice göz attıktan sonra konuşmaya başladı. “İşimiz gece işi biliyorsunuz?” “Evet.” “Mesai saatlerinden sonra, genellikle bankalar olmak üzere işyerlerinin temizliğini yapacak elemanlara ihtiyacımız var. Daha önce böyle bir işte çalıştınız mı?” “Hayır.” “Çalışmadınız. Hımm… Lise mezunusunuz. Ücret bölümüne ne kadar düşündüğünüzü yazmamışsınız.” “Siz makul ücreti belirlerseniz benim için sorun olmaz.” “Peki Ferit Bey, başlamanız için herhangi bir sorun görünmüyor. Sabıkanız olmadığını yazmışsınız, bununla ilgili gerekli araştırmayı yaptıktan sonra biz sizi bir iki gün içinde arayacağız.” O an yapılacak iki şey vardı; ya “Araştırırsanız araştırın, sizi gidi kan emici şirket sıçanları!” diyerek basıp gitmek ya da doğruyu söylemek. Biraz duraksadıktan sonra, “Bakın hanımefendi,” diye söze girdim. “Benim aslında bir sabıka kaydım var, fakat bunun yapacağım işle pek ilgisi olmadığını, yani sizin uygulamaya çalıştığınız güvenlik prensipleri açısından bir sakınca teşkil etmeyeceğini düşünmüştüm.” Bunları yavaş ve müşfik bir ses tonuyla söylememe rağmen, durumda bir terslik olduğunu sezen diğerleri pür dikkat kulak kesilmiş ve sabıkalı olduğumu anlamışlardı. Hepsi birer büyükbaş 81

- Mavi Öyküler


hayvan gibi bana bakıyordu. “Nasıl yani?..” Yine o müşfik ses tonunu takındım. “Şöyle ki; sabıka kaydım adli veya yüz kızartıcı bir suçtan dolayı değil, siyasi veya fikir suçu diyebiliriz belki.” İnanmamıştı. Kafayı üşütmüşüm gibi aval aval bakıyordu yüzüme. Haksız da sayılmazdı. Fikir suçlusu deyince benim de aklıma, boğaz manzaralı dairesinde oturup, kadınları heyecanlandırmak için yazılar yazan ve arada bir politik maskaralıklar yaptığında, yazdıkları yüzünden aldığı cezayı daha fazlasını kazandırmak üzere gazetenin patronuna ödeten sakallı bir zampara, yahut da bir Avrupa başkentinde hesabına her ay tıkır tıkır maaşı yatarken, dağlarda birbirine vurdurulan fakir çocuklarına dair çifte standartlı ölüm ağıtları yakan bir taşeron kalemşor geliyordu. “Anlıyorum beyefendi, fakat elemanlarımızı daha önce sabıka kaydı olmayan adaylar arasından seçiyoruz. Bu en önemli şirket prensiplerimizden biridir. Maalesef yapabileceğim bir şey yok, üzgünüm.” Akıp gidenin dışında kalmayı istemek, ömür boyu her sabah tıraş olmayı reddetmek veya çalışmanın erdem olduğuna inanmamak kendi tercihinle ilgili bir şey değildi. Çalışmayı reddedersen aç kalırdın. Yıllarca çalışıp emekli olsan bile yine aç kalma ihtimalin yüksektir. Asgari ücret kirayı bile ödemezken; üniversite mezunu, askerliği yapmış olmak gibi kriterlere sahip olmadan, maaşı sadece kiraya, tuvalet kâğıdına ve bir çift ayakkabı almaya yeten ikinci sınıf bir işe bile talip olamıyordun. Sanayi Devrimi tezgâhından geçememiş üçüncü dünya trajedileri de tam bu noktada başlıyordu. Çalışmayı reddedersen aç kalırsın. Askerliğin peygamber ocağı olduğu bu ülkede on beş aydan kaçarken, daha fazlasını hapiste geçirebilirdin; fakat babadan kalma biraz paran varsa, merkezi bir semtte ufak bir büfe açarak köşeyi dönebilirdin. Bana sorarsanız, her zaman “Favori işim şirket kapıcılığıdır,” derim. Bütün gün yapacağın tek iş; sana tahsis edilen küçük kulübeden kafayı uzatıp gelene gidene, “Buyur birader nereyi aramıştınız?” , “… tamam üçüncü kat, ikinci daire,” gibi diyalogMavi Öyküler -

82


lar kurmak ve arada bir genel müdürün arabasını yıkamaktır. Bütün klasikleri rahatlıkla okuyabileceğin tek iş, şirket kapıcılığıdır. Kapıcılar evrenin en şanslı adamlarıdır bence. Neyse tüm bunları bir kenara bırakıp şu bizim sekretere VERDİĞİM CEVABA gelelim. “Çirkin prensipler prensesi, senden bankanın kasa dairesinde bir iş istemiş veya cari hesaplar müdürlüğüne talip olmamıştım ki. Sadece siktiğimin bankasının B-OK-LU- H-E-LAsını temizleyecektim. Şimdi, burada bekleşen tüm sabıkasız temizlik elemanı adaylarınınkiler ve benimkisi, sana ve şirketin tüm üst düzey kadrolarının kıçına girsin!”

p

“KORKMA, ARTIK BENİM OLACAKSIN” “YaHülyaYaHülya” | Emre Güçdemir Her Allah’ın günü aksatmaksızın aynı saatte, aynı yerde. Ona öyle bağlanmıştım ki kiracı olarak kaldığım bu evden nefret etmeme rağmen bir türlü taşınamıyordum. Akşam üzeri 4 civarını bekleyerek geçiyordu günlerim. Adeta günün diğer saatlerini amacım olan 4 civarına varabilmek için araç olarak kullanıyordum. Saat 16:00’a yaklaştığında ise ister fırında yemeğim olsun, ister kıta aşırı mesafeden akrabam gelmiş olsun, ister dünya yıkılsın hatta ve hatta bir oda dolusu dilber benle sevişmek için yalvarıyor olsun geçiyordum Camel Soft kokulu odamın penceresine, karşı apartmanın penceresini seyre dalıyordum. Ve o… Bazen umduğumdan erken bazen geç ama bir şekilde çıkıyordu ve arz-ı endam eyliyordu. Dışarıda onun gibi binlercesi varken neden ona bağlandığımı ise anlamıyorum. İmkânsızlığı gözüme gözüme sokması mı onu değerli kılıyordu? Bu uzak mesafeden göz rengini tam olarak tayin edemeyişim mi? Yoksa asaleti mi büyülüyordu Rabbimin bu aciz kulunu, beni… Karşımızdaki pencereye ondan başka çok nadir olarak üniver83

- Mavi Öyküler


site çağında, yirmili yaşlarda bir oğlan çıkmaktaydı. Belli başlı combovari hareketleri vardı. Tüm mahallenin pencerelerini ve sokağı kesip boşluğundan emin olduktan sonra burnunu karıştırması veya aşağıya balgam sarkıtması en pis iki combosu. Ek olarak, duş sonraları nice gelinlik çağda kızın aklını alma maksatlı belden aşağısına bornoz sarılı cam önüne geçişi de ayrı bir combosuydu. Ama asıl bu gençle özdeşleşen combo gölge oyunu combosuydu. Eleman gün aşırı otuz bire kendini vermekteydi. O kendini her türlü gözden ırak sanırdı, lakin coşkun sıvazlama seansları perdede adeta bir Karagöz-Hacivat oyunu edasıyla tüm mahalle tarafından ilgiyle ve beğenilerek takip edilirdi. Bu genç adamdan gayrı da kimseyi görmedim zaten o pencerede. İkisi beraber yaşıyorlardı anlaşılan. En çok kanıma dokunan husus da buydu zati. Ölesiye kıskanıyordum bu masturbatör genci. Ama ya o? O asil, o güzel, o elde edilmesi imkânsız yeteneklere sahipken nasıl da bu sivilceli, belden aşağı temalı hayal gücü gelişmiş kimseyi ev arkadaşı yapardı? Günlerden bir gün her zamanki gibi saat 16:00 sularında pencere önündeki yerimi aldım ve onu beklemeye başladım. Bekledim, bekledim, bekledim… Hiç bu kadar gecikmezdi. “Evdeki abaza zorla sikiyor olmasın cancağızımı?” diye düşündüm. Sonra bu düşüncemi bastırdım, zira uzun tırnakları yardımıyla parça pinçik ederdi o herifi de, izin vermezdi kendisine ilişmesine. Saat 17:00’ye gelirken o piç çıktı cama. “Hülyaaa!!!” şeklinde bir kaç tur haykırdı fazla kalabalık sayılmayan sokağa doğru. Adını da ilk defa işte o anda öğrendim.Gayet saf, gayet güzeldi. Bu seslenişler üzerine çocuğun alt komşusu balkona çıktı. Vücudunu mümkün mertebe balkon sınırları dahilinde tutmasına rağmen başını çıkarabildiği kadar dışarı çıkararak ne olduğunu sordu gence. Oğlan panik içinde Hülya’nın kapıyı açık bulduğu bir anda evden kaçtığını anlattı, nasıl bulacağını bilmediğini ekledi. Alt komşu teyze “Siktiğiminin kedileri tee Kırşehir’e atsan bilem haftasına gelir bulur evi. Arsız oluyolar ellaam.” diyerek hem evde kalmış olmasının verdiği negatif elektriği tüm sokağa boca etti, hem de kendisi için uzak uzak diyarların Kırşehir’den Mavi Öyküler -

84


ibaret olduğunu belli etti. Bense bu detaya takılmadan önce Hülya’nın evde kilitli kalıyor olmasına takılmıştım, demek Hülya zorla hapsediliyordu o evin içinde. Genç adama karşı beslediğim kıskançlık duygusu yerini bütünüyle kine bıraktı. Peki ya Hülya nereye gitmişti? En azından bu civarlardadır belki düşüncesiyle üzerime bir şeyler giyip sokakta onu aramaya karar verdim. Her şeyim tamamdı bir tek pantolonum kalmıştı ki kapı çaldı. “Geliyorum” diye avazım çıktığınca çemkirip üstümü giyme işlemini tamamladım. Odamdan antreye çıktım. Kapıya giderken pantolonun fermuarını da kapadım. Açmadan önce delikten baktım lakin kimse çarpmadı gözüme. “Allah Allah?” nidasıyla açtım kapıyı. Göz hizamda kimseyi göremeyince acaba bir paket mi bırakıldı diyerek bakışlarımı eşiğe çevirdim. Çevirmemle birlikte onu gördüm. Hülyam eşiğimde duruyordu. Sevinçten mal olup ağlamaya başladım, bu sırada Hülya içeri girmiş bacaklarımı okşuyordu. “Hoş geldin” dedim, kocaman kocaman gözlerini yüzüme çevirip gülümsedi. Maviydiler… “Yıllardır bekliyorum, niye bu güne dek beklettin?” dedim fakat cevap vermeksizin kucağıma oturdu ve titremeye başladı. “Benim olmak mı istiyorsun? Ol o zaman, ama önce bekle de şu üzerimdekileri bir çıkartayım. Hem ben gelene kadar sen de biraz rahatla. Korkma, artık benim olacaksın” diyip kucağımdan indirdim onu nazikçe ve üzerimi değiştirmeye yatak odama gittim. Salona döndüğümde o büyüleyici, o bana imkânsız gelen halini almıştı: Yere oturmuş, tek bacağını başının arkasına kaldırmış poposunu ve bızırını yalayarak temizliyordu. Bu hareket yakından daha bir süper geldi gözüme. Bitirene kadar ses etmedim, kıpırdamadan izledim. Bittiğinde ise “Gel” dedim “süt vereyim sana”. Mutluydu, keyifle “Miyav” diyerek düştü peşime. Artık benimdi. O günden kelli bir daha akşam üzeri saat 16:00’ı beklememe gerek kalmadı, evden de taşındık. Hülya, ben ve Hülya’nın kumu mutlu mesut bir hayat sürdük…

p 85

- Mavi Öyküler


“ATASÖZLERİNİ PEK SEVMİYORUM” “Beyin Fırtınası III” | Sultan Yavuz “Delik” Eskiden olsa, karanlık ya da bilinmeyen, doğurgan ya da öldüren bir şeyi düşünebilirdim. Ama geçen gün, fosforlu yeşil renkteki sağ ayak çorabımın başparmağının yırtılmak üzere olduğunu gördüm. Yani yavaş yavaş deliniyordu. O küçük daireyi oluşturan bir kaç cılız ipçik de koptu mu, tam bir delik oluşacak ve sonra da yırtılacak çorabım. Eskiden olsa, o deliği onarmaya çalışırdım kesin. Şimdi o karanlık ve bilinmeyen şey, zihnimde bir anda renkli ve şirin bir hale dönüştü. Yavaş yavaş küçük bir delik olma sürecini takip edeceğim. Sanmayın ki hüner delik olmakta. Hüner, o deliği açmakta. Yani başparmağımda. Nasıl da isyankâr bir parmakmış, hoşuma gitti. Meydan okudu verili düzene ve onda küçük bir boşluk açtı. Devam ederse, sırada ikinci, üçüncü, dördüncü sonra da beşinci parmak açılacak. Hepsi özgürlüğünü ilan edecek. İnsanın aklına hain delikler de gelmiyor değil; kurşunların açtığı mesela. Ama bugün ben bu taraftan bakacağım. Açılan her küçük delik, bir meydan okuma, bir başlangıç, bir farkındalıkmış gibi.

“Kundura” En sevmediğim sözcüklerden birisi olan kundura, Türkçe-dilbilgisi dersinde öğretilen türemiş kelimeler için, örneği sıkça verilenler arasındaydı. Tahtaya yazı yazan ve pek çok öğretmen gibi işinden nefret eden Türkçe öğretmeni “Kundura-kunduracı gibi” derdi. Öğrencilere Türkçenin güzelliğini anlatırken, mavi gözlerini yumarak şiirler okurken, birden elektrik çarpmışçasına ani bir hareketle gözlerini açıp, arka sıradakilere aynı kafiyeyle küfürler yağdıran o adam, en çok kundura örneğini verirdi. Neden böyle saplantılıydı bilmem. “Basit sözcük: kundura, çoğul sözcük: kunduracılar, türemiş sözcük: kundura-cı…” İster istemez kunduralarına bakardım. Her zaman temiz ve boyalı kunMavi Öyküler -

86


duralarına. Sonra diğer hocalarınkilere de bakmaya başladım ve başka insanlarınkine de. Sanki kunduralar ve meslekler arasında garip bir bağ varmış gibi. Kuaför kunduraları, öğretmen kunduraları, akademisyen kunduraları, ev emekçilerinin kunduraları, çiftçilerin kunduraları, inşaat işçilerinin kunduraları, doktorların… Belki de cümleler dolusu anlatılabilir bir objedir kundura. Atasözlerini pek sevmiyorum; fazla iri yarı adamlar tarafından türetilen dogmalarmış gibi. Ama şu meşhur “dost başa, düşman ayağa…” sözünü hep üstüme alınırdım. Şu dil denilen garip şey; kunduranın ‘k’sinin yerine ‘t’ koyunca, nasıl da güzelleşiyor zihnimde.

“Vana” Vana, bir kadın olsaydı; Heidi’deki Rottenmayer olabilirdi. Ya da Rottenmayer önceden vanayken, öykücü onu sihirle bir kadına dönüştürmüş de olabilir. Muhafazakâr, koyu renk giyinen, sıkıca toplanmış saçlar, kurallar, itaatkârlık, buyurganlık, soğukkanlılık, asabiyet, kasvet, idare, kahverengi… Hayatı boyunca bakir ya da bakire kalmak. Çelik iradeli, kendine güveniyle şaşırtan, doğuştan öyleymiş gibi. Seçimsiz ve her an reddetmeye programlı gibi. Prensip sahipliliği, ketum ağız… Hayır, içimi karartan bu vanadan derhal kurtuluyorum.

“Bidon” Bi don, iki don, üç atlet ya da bi don, iki don, üçte çözül artık. Geçen gün gülmeme engel olamadığım ama nefret ettiğim bir dükkân tabelası gördüm: Donkişot İç Giyim diye. Herhalde oradan sardım bu saçmalığa. Hayır, dün de “Hamamımızda internet kullanımı sınırsızdır” yazıyordu, anlayamadım. Yorumu size bırakıyorum. Neyse bidona geri dönelim. Türkan Şoray’ın ‘Sultan’ filminde, ellerinde kova ve bidonlarla su taşımaya giden mahallenin kadınları vardır hani. Kuyruk uzadıkça, ağız dalaşı ve kavgalar da artar. O kaba bulduğum sözcük, Türkan Şoray’ın elindeki objeyi tanımlayınca ne kadar da değişiyor. Bir anda dişi oluyor, güçlü oluyor, ihtiyaç oluyor, anlamı büyüyor. Ne bileyim, 87

- Mavi Öyküler


sanırım bu duygu, ünlülerin kullanıldığı alakasız reklamlardaki önem gibi. Hem bazen komik de oluyor ama değişmiyor. Şener Şen’in Aygaz reklamı, Kadir İnanır’ın jilet reklamı gibi. Ama “Halk” markasının reklamında iddia ediyorum Madonna bile oynasa bir şey değişmez. Neyse, bidon olduğuna aldırmıyorum. Ben onda, badem gözleri, gür-dalgalı saçları, kiraz dudakları ve ak gerdanı görüyorum. Türkan Sultan affetsin!

p

“ÖNEMSİZ BİR FİGÜRANDIM” “Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim Hiç kimsenin tutmadığı oyunlara giderdim Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi – ki benim yaşamımda Her zaman bir kedi bulunur, onu ben Bir imza gibi yazılarıma koyarım” Edip Cansever “Ke(n)dimi Kaybettim” | Ziya Alpay Sanırım aradan iki hafta kadar geçti. Çok kötü bir şey olmuştu. Bilmiyorum, size belki o kadar kötü gelmeyebilir ama benim için bir felâketti: Kedimi kaybettim. Kucağımdaydı, odamda oturuyordum, bilgisayarın başında biraz vakit geçiriyordum. O sırada kucağımdan indi. Açık duran kapıdan çıkıp gitti. Gidiş o gidiş. Hayırsız, giderken nereye gideceğini de söylemedi. Saatlerce evin içinde onu arayıp durdum. Salonda, koltukların, kanepelerin etrafında, pencerenin önünde, perdelerin altında, vitrinin arkasında. Yoktu. Mutfağa baktım. Masanın etrafına, buzdolabının arkasına, olmadı dolapların içine kadar… Yoktu. Koridorda yürüdüm, göremedim. Odalara baktım tek tek. Odalarda eşyalar, eşyaların üzerinde yine eşyalar… Tanrım bir ara eşyalar içinde kayboluyor gibi oldum. Kedimin girebileceği tüm boşluklara baktım. Bulamadıkça içimde korkunç bir boşluk çığ gibi büyüdü. Evde bununla birlikte büyüMavi Öyküler -

88


dükçe büyüdü. Ben ise giderek küçüldüm. Kayboldum. Sonunda aramaktan vazgeçip, koltuğuma oturarak beklemeye başladım. Hiçbir şey yapmadan bekledim bekledim… Saniyeler, dakikalar, saatler geçti üzerimden. Ama o gelmedi. Başka hiçbir şey düşünemez olmuştum. Nereye giderdi ki… Niçin geri dönmüyordu bana? Hiç mi sevmemişti beni? Yalnızlıktan ve mutsuzluktan sarhoş olmuştum. Ne bir şey yiyebiliyor ne bilgisayarımı açıyor, ne elime bir kitap alıyor, ne de hiçbir şey işte… Kapı kaç defa çaldı açmadım. Telefon kaç defa çaldı bakmadım. Sokaktan insan ve araç sesleri geldi aldırmadım. Yaptığım tek iş oturduğum yerde kedimi beklemekti. Beklerken de gözüme masadaki bazı kitaplar takılıyordu: Kişisel gelişim kitapları... Oysa gelişmek falan istemiyordum ben. Bilakis gerilemek istiyordum, çocukluğumda bir saklambaç oyununa dönmek istiyordum. Hem gelişmek de ne demek hiç anlamıyordum. Bunları okudukça gelişecek miydim yani. Vazgeçmiştim her şeyden. Kedimi bekliyordum ben. Onların olsundu tüm güzel şeyler. Ben başarısız ve yalnız olup kendi hayal dünyamda zavallı hayatımı yaşamak istiyordum. Sonra romanlar takılıyordu gözüme… Ne güzel tasvirler, ne güzel ruh tahlilleri, ne güzel insanlar, ne güzel gerçek olmayıp da olması mümkün hayatlar… İnsanın bir şey yapmasına gerek yok, sadece oturup okumalı, kahramanla beraber yaşıyormuş hissine kapılmalı. Şiir kitapları: Bir araya gelmiş kelimelerin inanılmaz büyüsü… Şöyle ki, bir takım değişiklikler yaptıktan sonra: “Ben ki bir kediyi beklemekle geçirdim tüm hayatımı/ Bir kediyi ve kedinin bütün inceliklerini” Ya da “ Mesela bir kedinin kuyruğuna, bir çay kaşığının çayın içindeki kırılmasına / Saatlerce baktığım olurdu, bir mağaza vitrinindeki cansız mankenin / Hiç kıpırdaman ayakta duruşuna / Bir çocuğun tebeşirle tahtaya yazılar yazmasına, ne bileyim / Kapalı bir cep telefonuna günlerce baktığım olurdu.” Öyle ki bir şiiri defalarca kere okuduğum oluyordu. Aynı şiiri okumak bir saplantıya dönüşüyordu sonunda. Her neyse... Beklemekten sıkılınca ben… İşte hiç yoktan, durduk yere kedisini kaybeden ben, tarihi bir filmin setinde önemsiz bir figürandım bir zamanlar. İşte o zamandan kalma giysilerimi çıkarıp giydim dolaptan. Ve sokaklara attım kendimi. Ne de çoktu 89

- Mavi Öyküler


sokaklar. Apartman aralarında aradım kedimi, park etmiş arabaların altında, bina önlerinde biriken çöplerin etrafında… Arka sokaklarda da saatlerce gezindikten sonra, şehrin merkezine indim. Kalabalığa karıştım. Karşıma çıkan ilk otobüs durağında bekleyenlerin yanında durup ben de beklemeye başladım. O duraktan sıkılınca başka bir durağa gidip bekledim. Gelen otobüslerin hiç birine binmedim. Bu bekleyişlerden sıkılınca büyük bir alışveriş merkezi olan bir binaya girdim. Asansöre bindim. Bir aşağı bir yukarı inip çıktım. Zaman zaman binenler ve inenler oldu. Neden sonra asansörden çıkıp yakınlardaki bir parka gittim. Karşıma çıkan ilk ağaca tırmandım. Oradan aşağıyı izledim saatlerce. Sonra ağaçtan inip yanından geçtiğim bir bankaya girdim. Sıra fişi alarak beklemeye başladım. Sıram gelince de çıktım. Aynı şeyi defalarca başka bankalarda da yaptıktan sonra bir devlet hastanesi gördüm. Hemen içeri girdim. Gördüğüm en uzun sıraya girerek beklemeye başladım. Sıram gelince de çıkıp ayrıldım. Böylece hangi kapının önünde kaç defa sıraya girdim hatırlamıyorum. Nihayetinde oradan da sıkıldım. Kafelere girip olmadık şeyler ısmarlamaya çalıştım. Mesela birinde “Bir adet patlıcan istiyorum” dedim. Bir diğerinde “Tenis topu var mı?” diye sordum. Başka birinde de “Ayakkabı bağcığı satıyor musunuz?” dedim… Sonra da garsonların tuhaf bakışları altında ayrıldım kafelerden. Böyle kaç kafe gezdim bilmiyorum. Fotoğrafçılara girip vesikalık fotoğraflar çektirdim. Çıkacağı zamanı söylediler. Hiç birini de almaya gitmedim. En son birinden çıkarken bir fotoğraf makinesi satın aldım. Gökyüzünün fotoğrafını çekmeye çalıştım saatlerce. Sonra çeşitli binalara girerek merdivenlerin ve kapıların fotoğraflarını çektim. Kaldırımların ve kaldırımlarda yürüyen ayakkabıların fotoğrafını, ellerimi ve insanların ellerini, hareket halindeki otobüsleri, karşıdan karşıya geçen insanları çektim. Bundan da sıkılınca sinemalara girdim. Hiçbir filmi sonuna kadar izlemedim. Sonun yaklaştığını anlar anlamaz terk ettim salonu. Hayal gücümle acayip sonlar uydurdum hepsine… Karakollara gidip ihbarlarda bulundum. Birinde “bugün saat Mavi Öyküler -

90


7:00’ da Karanfil sokağın tam ortasında Karl Marks ile İmam Gazali ellerinde kılıçlarla düello yapacaklar” dedim. Bir diğerinde “İçimdeki çocuk büyüdü, kocaman oldu. Artık askere gitmesi lâzım ama kaçıyor. O bir yoklama kaçağı” dedim. Bir başkasında da “Solumda kötülüklerimi yazan melek intihar etti. Yazdığı defteri bana bırakmış. Bir de baktım ki yapmadığım şeyleri yazmış. Sanırım kendi kendini eğlendirmek istemiş, bilemiyorum. Sanırım sonunda yazdıklarının gerçek olduğuna inanmış ve bu kötülüklere dayanamayarak kendini asmış.” “ Benim bildiğim melekler ölümsüzdür ama o ölmüş” deyince de aklımı kaçırmış olduğumu düşünerek dışarı attılar beni. Postaneye girip olmadık mektuplar gönderdim. İlk mektubumu Tanrıya yazdım: Gönderen: Muzaffer SAKİN Adres: Münzeviler mah. Yalnızlık sok. Kimsesizler apt. no:1 MAMAK/ANKARA Alıcı: Tanrı Adres: Hiçbir yer ya da her yer “Neden bunca kötülükler, savaşlar, acılar ve hastalıklar var bu dünyada demeyeceğim. Zaten buna benzer şikâyetleri benden önce nice insan yaptı. Benim derdim başka. İlk önce soracağım; benimki gibi tuhaf ve bir o kadar acıklı kaderleri neden yarattın? Yaratmasaydın olmaz mıydı? Sonra bu gökyüzü neden kırmızı değil de mavi? Çimenler neden mor değil de yeşil? Hem bu dünya ne diye dönüp duruyor? Bir yerlerde sabitlesen olmaz mıydı? Her sabah uyandığımda başım dönüyor, sarhoş gibi oluyorum, ne yaptığımı ne yapacağımı şaşırıyorum. Hem biz neden rüya görüyoruz? Hem neden gördüklerimizi gerçek sanıyoruz? Peki, bu yaşadıklarımızın gerçek olduğuna nasıl emin olalım? Düşünüyorum da şöyle bir geçmişi, uzun bir rüyaymış gibime geliyor. Yaşanan ve yaşanacak olan ne varsa sonuçta bir rüyaya dönüşüyor. Biz zavallı yaratıklar elektrokimyasal reaksiyonlar ne diyorsa onları gerçek sanıyoruz. Gerçek olan gerçeklik nedir, lütfen bir cevap verir misin? Cevabını en kısa zamanda bekliyorum. 91

- Mavi Öyküler


Ek bir soru daha: Birbirine paralel iki doğru nerede kesişir? Sonsuzda deme lütfen. Çünkü ‘sonsuz’ sözcüğünden hiçbir şey anlayamıyorum ben. Saygılarımla.” Hemen ardından başka bir mektup daha yazdım, hayallerimdeki sevgilime… Gönderen: Ahmet CELAL Adres: Umutsuzlar mah. Mutsuzluk sok. Çaresizlik apt. no:1 TERKEDİLİŞ/YALNIZLIK Alıcı: Pelin MUTLU Adres: Karanfil cad. Menekşe sok. Sümbül apt. no: 9 PAPATYA/ YASEMİN “Sevgilim, daha önce de kaç defa yalnız kaldım ben. Fakat hiçbir yalnızlık diğerine benzemiyordu. Şimdi de senden sonra vücuda gelen acayip bir yalnızlık yaşadığım. Sevgilim, beni neden hiçbir sebep göstermeden terk ettin? Böyle olmaz ki. Çocukluk bu. Keşke kurulabilecek en sert cümlelerle eleştirseydin beni, yerden yere vursaydın, bu kadar çok acı duymazdım ayrılışımızdan. O zaman senin için bir önemim, bir değerim olduğunu düşünürdüm. Şimdi ise eskimiş bir kıyafetini üzerinden çıkarıp atar gibi beni de attın bir köşeye. Evet, belki benden beklediğin davranışları sergileyemedim. Olmamı istediğin kişi olamadım. Hem olamazdım da zaten. Çünkü ben hiç kimsenin hayali değilim. Ancak kendi kendimin hayaliyim. Olsam olsam kendimin en iyi versiyonu olabilirim. Hepsi bu.” Mektupları gönderip çıktıktan sonra kendi uydurduğum bir sokağın ismini (Uçurtma sokağı) önüme gelene sordum. Ankara’da olduğum halde emlakçılara girip, deniz manzaralı geniş bir ev aradığımı söyledim; eczanelere girip aynı maddeyi içeren farklı adlarda antibiyotikler aldım. Daha akıl almaz birçok şey yaptım ki burada hepsini sayıp dökmeye gerek duymuyorum. Eve döndüğümde yeniden koltuğuma oturup kedimi beklemeye başladım. Fakat bu defa zaman geçmek bilmiyordu ve kedimin dönmeye hiç niyeti yok gibi geliyordu bana. Sıkıntıdan ne yapacağımı bilemez hale gelince bilgisayarımı açtım. Boş bir Word Mavi Öyküler -

92


sayfasına ne öyküye ne de başka bir şeye benzemeyen acayip şeyler yazdım: “Saat beş yirmi beş. Saatlerdir mezarlıkta dolaşıyorum. Amaçsız ve manasız bir şekilde bu mezarlar labirentinde kaybolduğum hissine kapılıyorum. Buraya nasıl geldiğimi, ne zaman geldiğimi hatırlamaya çalışıyorum ama nafile. Sanki yaşayanların anlayamayacağı çok önemli sözlerim var zihnimin karanlıklarında. Belki de yok. Ha var ha yok. Yürüyorum, mezarlar arasından geçiyorum. Hepsi birbirine benziyor. Rastgele bir mezarın başında duruyorum. Başlıyorum konuşmaya. Hayatımın acıklı sahnelerini anlatıyorum gözyaşlarıyla. Biraz duygulansa ya. Toprağın içinden elini çıkarıp uzatsa ya. Aldırmıyor ki hiç. Her neyse, ellerimi cebime atıyorum. İkisinde de birer elma, kırmızı. Koyuyorum mezarın üstüne. Yine ellerim ceplerimde. Birinde bir şeftali diğerinde iki tek kiraz. Onları da çıkartıp koyuyorum mezarın üstüne. Ve böylece hiç bitmeyen bir eyleme dönüşüyor bu. Üstünde birikiyor mezarın sigara paketleri, el aynaları, makaslar, bardaklar, çay kaşıkları, kol düğmeleri, bira şişeleri, ilaç kutuları, ekmek kırıntıları, kayısı çekirdekleri, anahtarlıklar, çamaşır mandalları, çakmaklar, yanmış kibrit çöpleri, tükenmez kalemler, boş kâğıtlar, hiç kullanılmamış silgiler, elektrik ve telefon faturaları, Erzurum’a ve Brezilya’ya uçak biletleri, oyuncak arabalar ve bebekler, şekerler, çikolatalar, kuş kafesleri, akvaryumlar, oyun CD’leri, modası geçmiş cep telefonları, açılmamış mektuplar, fotoğraflar… Fotoğraflarda boş tren istasyonları ve boş otobüs terminalleri, siyah güller, mor menekşeler, sümbüller… Elimi cebime atıyorum son defa. Kalın bir kitap çıkıyor: KAPİTAL. Kutsal kitabı okur gibi okuyorum ölüye. O zaman ilk defa ölüden ses geliyor, konuşmaya başlıyor kendi kendine: “Tanrı varsa nerede? Yoksa da nerede? Neden hiç konuşmuyor benimle? Konuşsun istiyorum daha ortada dil diye bir şey yokken ilk insan Adem’le ve meleklerle hangi dilde konuştuysa o dille konuşsun.”, “Hem ben neden ölüyüm? Neden yaşadım? Neden ölüyüm? Madem öyle, bütün dünya insanları anlaşsınlar aralarında ve bir anda hepsi birden intihar etsin. Bakalım Tanrı ne yapacak o zaman? Her şeye yeniden başlayıp zavallı insanı tekrar mı ya93

- Mavi Öyküler


ratacak?” “Saat üç on üç. Bunlar olduktan sonra vücudum güneşin altında bir buz parçası gibi erimeye başladı. Elbiselerim sönmüş balon gibi yere düştü ve ben salt ruh oldum. Ve ölüyle yer değiştirmeye başladık, bir ben giriyordum mezara, bir o çıkıyordu mezardan. Sonra ben sıkıldım bu yer değiştirme oyunundan ve mezarlıkta siyah bir kedinin dolaştığını görür görmez birden ruhumun tekrar bedenine kavuştuğunu hissettim. Ayrıca uzaklardan gelen birkaç insan da gördüm. Oradan ayrılmam gerektiğine karar verdim. Ama garip bir içgüdüyle o siyah kediyi takibe başladım. Sanki bana göstermek istediği bir şey varmış gibime geldi. Nihayetinde bir çocuk mezarının başına geldik. Merakla çocuğun kim olduğunu öğrenmek için mezar taşında yazılanları okudum. Okur okumaz dehşet içinde olduğum yerde kalakaldım. Bu çocuk bendim.” Bu yazdıklarımdan da sıkılınca koltuğuma gömülüp yeniden kedimi beklemeye başladım. Beklerken aklıma bir film geldi. Güldüm kendi kendime. Filmdeki hayaletin vücudu ve elleri duvarların, kapıların bilumum eşyaların içinden geçerken her nasılsa ayakları yere basıyor. İşte bu tutarsızlık tuhaf ve gülünç geldi bana. Sonra içinde bulunduğum durumla hiç ilgisi olmayan değişik benzetmeler geldi aklıma, örneğin “Bu koca şehirde, çatı arasındaki yuvasından aşağı düşmüş bir yavru güvercin ‘gibi’ yaşıyorum ben.” Bir de önemsiz bir anı: “Bir gece yatağımda uyumaya çalışırken gökyüzünde bir uçağın üzerimden geçerkenki sesini duyduğum ‘anlar.’” Ve bir şeyi merak ettim: Acaba ilkokulda öğretmenim ilk defa geometrik şekilleri öğrettiğinde bir üçgeni hangi köşesinden başlayarak çizmiştim? Bu birbirinden kopuk düşünceler içinde yüzerken hüzünlendim ve dedim ki kendi kendime : “Kedimi beklemekten başka yapacak bir şeyim yok. İsyanımdı bu benim hayata. Bir çeşit başkaldırmaydı. Tüm sahteliklere ve yalanlara, iki yüzlülüklere bencilliklere… Her şeyi ezip geçen korkunç bir silindir olan zamana… Mavi Öyküler -

94


Bu nasıl bir trajedi ki her şeyi yine, yeniden, baştan yaşamak zorundayız. Sisiphos gibi taşı yeniden yukarı çıkarmak niye? Bende sonunda bıraktım işte taşı yukarıya taşımayı ve artık sadece kedimi bekliyorum. Hiç bitmese de bu bekleyiş, bekleyeceğim kedimi sonsuza dek.” -SON-

p

95

- Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

96


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.