DERLEME - MAVİ ÖYKÜLER 12

Page 1


İÇERIKLER “HEPSİNİN İZİNİ KAYBETTİN BİR BİR” 4 “İNSAN ÖLDÜRMEYE ÇOCUKLUKTAN BAŞLAR” 8 “KIYAMET BİZLERİN İÇİNDEYDİ” 13 “TOPAÇ” 17 “ÖNEMLİ OLAN ANLAŞILMAK DEĞİL DİNLENMEKTİR” 26 “DAHA HIZLI! DAHA YALNIZ! DAHA YABANCI!” 28 “AMACIM CANINI ACITMAKTI”

30

“ADI MÜKEMMELİYET HEYKELİ OLSUN” 36 “ÇOK ŞEY YAŞAMIŞ”

42

“SONRA FERMUARIMI ÇEKER, EVE DÖNERİM” 45 “BAŞKA BİR DİLDE ACIKLI BİR ŞARKI” 55 “KEHRİBAR TESPİHİN ŞIKIRTISI” 58 “FELAKETİM OLURDU, AĞLARDIM…” 61 “ÇÖP VAR MI? TÜKÜRECEĞİM”

71

“BAZI ACILAR ÇIPLAKTIR, ORTADA DUMavi Öyküler -

2


RUR”

73

“FİLMİN KOPTUĞU YER”

91

“ANLAMLARIN YERE BATASICA YÜZÜ” 101 “DESTANSI BİR AŞK YAŞIYORDUK”

106

“HAYATININ KADININI BULMUŞ GİBİ…” 109 “GÖZLERDEKİ İNANÇ ÖZLEMİ”

117

Ücretsizdir 3

- Mavi Öyküler


p

“HEPSİNİN İZİNİ KAYBETTİN BİR BİR” “Kız Kurusu” | Deniz Uçar Havadaki grilik, gözyüzüyle denizi aynılaştıran bir tül perde gibi. Ne denizin bittiği belli, ne gökyüzünün başladığı. Uzakta otlayan küçük kuzucuklarmış gibi görünen, yaklaştıkça azgın boğalara dönüşen ve sonra kıyıya çarparak parçalanan beyaz köpüklü dalgalar olmasa, hiç anlaşılmayacak deniz, ama bu kadar kasvet de olmayacak belki günde. Kırk yaşını bitirmek için daha güneşli bir gün olamaz mıydı sanki? Öyle bir yaş ki, geçmişin muhasebesi yapılacak, başarılar bir haneye, başarısızlıklar bir başka haneye yazılacak, toplanacak, çıkarılacak, sonrası depresyon. Umutsuzluktan doğan karamsarlık: Yeis. Cumhuriyet’in bulmacalarında çıkardı hep. İlk o bulmacalardan öğrenmiştin bu kelimeyi. Haftasonları herkes bir şeylerle meşgulken sen otururdun gazetenin başına, yüksek sesle sorardın soruları. Herkes işini gücünü yapmaya devam ederken sana kulak kesilirdi. Bilinen cevapları üçünüz, beşiniz ama en çok ikiniz bir ağızdan söylerdiniz. Hele bu soru çıkınca, sen umutsuzluk... diye başlar başlamaz hep bir ağızdan soru da söylenirdi, yanıtıyla birlikte; ...tan doğan karamsarlık: Yeis. Güzel gelindi değil mi? Yine için buruldu, gözlerin doldu. Yok, değil, kıskançlık değil biliyorum; sadece özlem seninki. Yoksa havadaki bu kasvetli yoğunlukta gelinin de payı var mı? Yüzünde güzelliğini gölgeleyen bir şey vardı sanki. Sonra o uzun, siyah, süssüz arabadan inişi, damadın dışında iki de karanlık yüzlü adamla birlikte durağın karşısındaki balık lokantasına girişleri, sevinçsizlikleri, gelinin bakışlarındaki içini incecik çizen hüzün. Kısa bir süre sonra otobüs gelmişti, hemen binip gitmiştin. Aslında aklında gelinden çok duraktaki adam vardı. Belki de oydu esas hüznü, senin hüznünü yaratan. Müzeyyen leziz yemekler yapardı, hem de aşkla, hatta şehvetMavi Öyküler -

4


le; o yüzden de yemek işi onun üzerine bırakılmıştı sorgusuz sualsiz. Kimse de cesaret edemezdi kolay kolay Müzeyyen’in iktidar alanına girmeye. Ama keyifsizse, canı hiç yemek yapmak istemiyorsa, “Ben olmasam öleceksiniz acınızdan, ulan bir gün de biriniz iki yumurta kırsanız bari. İşiniz gücünüz şamata” der, hepiniz annesinden zılgıtı yemiş çocuklar gibi oflaya poflaya kalkardınız yerinizden. Şeyda ortalık toplamak, temizlik işlerinden sorumluydu, ama durmadan yatıya birilerini getirir, gelenlerin çoğu yer, içer, ertesi sabah hiçbir şeye ellerini sürmeden çekip giderlerdi. Bir de bu yüzden kavga çıkardı evde. Sen de Şeyda’nın getirdiği yatılılardandın, ama sonradan müdavim olanlarından, Murat gibi. Adamın yüzünü, durağa doğru yürürken bir an gözgöze geldiğinizde ezberine aldın, şimdi emin olmak için karşılaştırıyorsun yıllar önce beynine kazıdığın o Yunan heykeliyle. Uzun boylu, saçları kıvırcığa yakın dalgalı, kırlaşmış ama dökülmemiş, omuzları... yok artık, o kadar da bakmadın. Gözleri koyu mavi olmalı, tam olarak göremedin, ama öyle olursa resim tamamlanıyor ancak. Gözgöze geldiğinizde gözlerini başka yöne çevirdi. Sen biraz daha uzun kaldın ama utanıp sen de kaçırdın bakışlarını hemen sonra. Hafif kemerli burnu, geniş alnı aklında, evet. İnmek istiyorsun otobüsten. O niye binmedi sahi? Otobüsün ne yöne gittiğiyle bile ilgili değildi sanki, karşıya doğru bakıyordu dalgın dalgın. Bir sonraki durakta inip, geriye dönsen belki hâlâ... O da tanımış mıdır seni? O muydu ki? Hepsinin izini kaybettin bir bir. Şeyda Adana’ya döndü, orada evlendi, sonra birkaç kez geldi İstanbul’a, sonra seyreldi gelişleri ve bitti. Müzeyyen desen, önemli bir iş kadını oldu, para kazanma derdine düştü, kimseye ayıracak zamanı kalmadı. Herkes hayatını yolunun üzerine çıkanlarla sürdürmüş demek ki. Diğerleri zaten okul biter bitmez dağılmışlardı farklı yönlere. Ama Murat, ah Murat, ah Nilgün, aptal kafan. Aman hava kararmadan yetiş eve sen, Nebile Hanım merak eder şimdi. Nebile Hanım’ın eli titriyordu yine. Fincan bir türlü bulamamıştı tabağının ortasındaki yuvasını. Bir yandan da “Çok şükür” 5

- Mavi Öyküler


diyordu. “Bugünü de atlattık sağ salim”. Bu illet iki yıldır başındaydı. İlk zamanlar siniri bozuluyordu ama alışmıştı artık elinin titremesine. – Gün boyu ne çok gürültü vardı sokakta. Bir yandan satıcılar, bir yandan korna sesleri, sonra gençler yürüdüler, bağırış çağırış. Sen gelmeden bir iki saat önce kesildi sesleri. Bir şeye hayır diyorlardı, ama tam anlayamadım. Kızlar da vardı aralarında, utanmıyorlar hiç. Ama sonunda polisler geldi, hepsini ite kaka doldurdular arabalara, artık nereye götürdülerse… Belki de biraz kötek attıktan sonra analarına babalarına teslim etmişlerdir. Onlar da bıktı artık. – Yaa, sen öyle san, analarına babalarına teslim ha! – Ne yapacaklardı ya? Bitti artık öyle işkence mişkence. Bak Avrupa Birliği’ne girmeye hazırlanıyoruz. İsteseler de yapamazlar artık. – Eee? Kötek diyorsun. O işkence sayılmıyor mu? – Yok kızım, azıcık kötek lazım bu devirde. Biz zamanında Yusuf’a vurmadık da iyi mi oldu yani? Taş atıp altına duran cinsindendi. Fazla zekâdan yerinde duramıyordu oğlan. O yüzden de doğru dürüst okuyamadı bir türlü. Bak sen öyle değildin. Bıraktığım yerde kalırdın. Öğretmenlerin ‘sınıfın en uslu çocuğu’ derlerdi senin için. Keşke Yusuf gibi hayta olsaydın. Dinlemeseydin ananı. Buldu kendine bir gâvur kızı, şimdi mis gibi yaşıyor Paris’te. Zamanında sana az çektirmemişti o da, annenle bir olup. Uzun boylu, geniş omuzlu, iri kemikli, yapılı bir kadındı Nebile Hanım. Yetmişine gelmişti ama hâlâ kapı gibi sapasağlamdı. Sigaradan hafif kalınlaşmış, kısık sesi ona hoş bir hava veriyordu. Gençliğinde koyu kestane olan saçlarını, tamamen beyazladıktan sonra kızılımsı sarıya boyatmış ve bu rengi bir daha da değiştirmemişti. Olduğundan on-on beş yaş genç duruyordu. Yine o muzip bakışı yerleşmişti iri yeşil gözlerine. Öksürüklü kahkahalarının arasına sıkıştırtığı ince alayları, iğneli sözcükleriyle bir yandan da seni kızdırmaya çalışıyordu. Mavi Öyküler -

6


– Bir de hasetlik vardı sende. Yusuf kırık not getirdikçe, onu çatlatmak için çalışırdın. Halbuki sen okuyacağına o okuyaymış iyiymiş. Senin yarın kadar çalışsa yeterdi ona. Hem sen de fırsat bulup evlenirdin belki o sayede. Annenin canını acıtmak istedin birden. Sıra sendeydi artık. Konuyu açan da kendisiydi üstelik. – Murat’ı gördüm bugün. – Murat kim? – Ana-oğul evlenmeme engel olduğunuz adam. Hatırladın mı? – Aman, şu haydut suratlı herifi mi? Konuştunuz mu? – Merak etme konuşmadık. Tanımadı beni. Tanınmayacak kadar yaşlandım ben. O ise hâlâ çok yakışıklı. Haydut suratlı falan da değil. Biliyor musun, Tarık Akan’a benzetirlerdi onu. Ama sen Ediz Hun gibi akça pakça erkekleri beğendiğin için, sakallı bıyıklı haliyle, sana haydut suratlı geliyordu. – Her olayın içindeydi, seni de sürüklerdi peşinden. Bugün pencereden bağırıp çağıran gençleri görünce aklıma sen geldin zaten. İyi ki öğrenci değil artık diye düşündüm. Yoksa o da olurdu bunların arasında. – O beni sürüklemezdi, ben kendi isteğimle giderdim gittiğim yerlere. Ayrıca beni Murat’dan ayırmak için izlediğin yol çok çirkindi. – Aman Nilgün allahaşkına, o şalvarlı, yaşmaklı kadına kayınvalidem deyip nasıl çıkaracaktın insan içine? Benimle dünür olacaktı bir de. Vay başıma gelenler... – Onun için mi kadını yemeğe davet edip, soyluluk gösterisi yaptın? Neydi o kimselere çıkarmaya kıyamadığın porselenler, kristaller, gümüşler? Kadıncağız tabağının yanında birbirine benzemeyen bir sürü çatal-bıçak görünce şaşırmıştı da, al kızım bunları kaldır kirlenmesin boşuna diye elime tutuşturmaya kalkmıştı. Çok da haklıydı. – Sana ne kadar değer verdiğimizi göstermek içindi bütün bunlar. İleride dünürüm olacak hanımı en iyi şekilde ağırlamak istemiştim. Nereden bileydim ben karşıma böyle birinin çıkacağını? – Tabii canım, nereden bilecektin? Yusuf’un ağzındaki suyu püskürtürcesine gülmesi de tuz biber ekmişti üstüne. 7

- Mavi Öyküler


– Yusuf da gençti o zaman tabii, tutamamıştır gülmesini çocukcağız. – Vah zavallı çocukcağız! İşine gelene anlayış kraliçesi kesiliyorsun, ama o gariban insanlara karşı hoşgörünün kırıntısı yok sende. O yemekten sonra zaten kadıncağızın gözü korkmuş da, Murat’a, ‘bu kız ileride seni beğenmez, sonra üzülürsün, vazgeç bu sevdadan’ demeye başlamış. – Murat da dinlemeseymiş anasını, madem bu kadar çok seviyordunuz birbirinizi. – Anasıyla ne ilgisi var? Biz evlenmeye karar verdik diye karşına gelince ayılıp bayılıp yataklara düşmüştün. Bir yandan teyzem, bir yandan Yusuf, ‘öldüreceksin sen bu kadını’ diye üstüme gelmişlerdi. Gerçekten sana bir şey olsaydı ben de vicdan azabından ölürdüm. Biz ayrıldık, sen iyileştin. Şimdiki aklım olsaydı... – Ay neyse, sıkıldım bu muhabetten. Aç şu televizyonu, bakayım ne varmış? Ölmek istiyorsun o anda. Çekip gitmek ya da, bırakıp ardında ne varsa. İnecektin bugün o otobüsten. Ah korkak, ah. Haber spikerinin sesini duyuyorsun, söylediklerini algılayamıyorsun, ama birden ekranda yerde yatan bir gelin görüyorsun. İntihar etmiş. Gelini tanıyamıyorsun, gelin geline benzer, ama yer, tam da Murat’la gözgöze geldiğiniz durağın karşısı. Kanalı değiştir hemen, annen bu haberle ilgili bir yorum yapmasın. – Bugün benim doğum günüm, hatırlamış mıydın anne? Ne doğum günü, sen de intihar etmiştin on beş yıl önce. Ölüsün sen, ölü! Yoksa inerdin bugün o otobüsten, ne pahasına olursa olsun. – Hatırlamaz mıyım, pasta bile yaptım senin için de, sinirin yatışsın diye bekliyordum. Nice mutlu yıllara kızım.

p

“İNSAN ÖLDÜRMEYE ÇOCUKLUKTAN BAŞLAR” Mavi Öyküler -

8


“Gerçeküstü Bir Hikâye II” | Safa Fersal “oysa her yerde boşluk vardı.”* w. gombrowicz Bir köyde yaşıyorum; ama sorun bakalım nasıl ölüyorum? sabah kalktığımda benden iki ekmek, üç-dört yumurta almamı isteyen bir kadın yoksa ne anlamı var şu saf oksijen yüklü havanın; başımda vızıldayan arı çiçekten çiçeğe konarak onları döllemiş filan… umurumda mı?! bir kedi miyavlıyor: “miyavv.” bir köpek havlıyor: “hav hav!” ardımda ekinoks ve hıyar turşusu, karşımda kaş… her neyse… “oraya koyma şarap şişesini, düşürürsün” diyorum. düşürüyor: pat! bilirim, remzi’nin paltosunda yırtılmamış cep yok. gülböcekleri korkuyor, müezzin öğle ezanını yarıda bırakıyor, kırlangıçlar kanatlanıyor, şebboylar kapanıyor, tarçın havlıyor, beti benzi atıyor toprağın; havada bir renk kokusu var. ama yine de bir yunus alkışlıyor kuyruğuyla bizi erik ağacının altında. zaten benim kıraçaları kılçıklarıyla yediğimi bildiği için bayağı umutsuz. güneşimin içine gözler gölgeler giriyor. her neyse… “hadi hoş geldin ben ava gidiyorum” diyorum remzi’ye. allaha ısmarlıyor, emanet ediyor ona üstelik ve küfrediyor arkamdan. minicik, ama miniminnacık şarap damlaları kokan çingene küfürler… fato kadın, bombacı’ya “yavrum, canım hayatım” diyor. valla özeniyorum; size bir sır bu hayat benim değil; belki bir yavru yılanın, yetişkin bir kederin, ne bileyim belki bir haytanın hayatı… yani benim değil. öykülerim, şiirlerim hep kadınlar için. her şeyleriyle seviyorum onları. yine her neyse… yürüyorum evime doğru. kökü gökyüzünde bir umut takip ediyor beni, saçlarıma dadanmış kabarcıklarla yüz göz olmaya ça9

- Mavi Öyküler


lışıyor; umursamıyorum. hayalarım sancıyor, birikmişim: 29+2 … durumu. o sıra hekube ana pencereden ekmek uzatıyor bana (yani ben yürürken). teni simit gibi kokan kadına, “sağol ana” diyorum. “niye?” diyor… “elma verdin ya!” “a be mari, sen manyak mısın?!” diyerek çekiyor perdeyi sertçe. camgüzeli, saksısıyla düşüyor yere. ben ise bir çocuğu kaldırıyorum: daha yavru; yani daha sigara içecek, sarhoş olacak çağında değil ikliminin. ben durmadan yürüyorum. ben diyorum, evet ben: allahı şaşmış o gereksiz hayali hayatın... sonra yolda onu görüyorum. bakışlarımla küçük diri memelerinin 2 susam tanesine süt döküyorum. bakışlarımla içiyorum gülmelerini, evet bakışlarımla… öyle bir bakıyorum mecburen, “n’aber, neler yaparsın?” diyor. hâlâ öyle bakarken, yani sincap kuyruğu gibi; “un alıp evde makarna yaparım,” diyorum. bu köyde şimdiki zaman ekleri de geniş zaman kullanılıyor. (yani, gidiyorum = giderim)… sonra açıklacım. Şarabım ısınıyor. gözleri kedi gibi tırmalıyor bakışlarımı. “sana yardım ederdim, ama karanfilimi kaybettim onu arıyorum” diyor. sağlıklı bir erkek her zaman kalındır, uzundur. “n’olur yardım et bana” diyorum, “n’olur yardım ederim ben de sana?!” önüme düşüyor. tedbirsiz kalçaları adımlarının kurbanı. bu istanbul’da gördüğüm en istanbullu vücut, bu semt onun boynu. arkamdan geliyor bu sefer (ha, yolda bisikletli bir çocuk görüyoruz. ikimiz birlikte görüyoruz. çocuk bisikletli ve düşüyor. gramerimiz, imlamız düşüyor yabancı bir dile. üçümüz de aynı yerlerimizden yaralanıyoruz.) aslında bir kural koymalıyım hayatıma. aynaya bakabilsin çocuklar. evet eve girdik (koltuk altlarımdaki kıllar upuzun, eteklerimdekiler ise çan çalıyor). bihter’in gözlerini görüyorum. zaten yüzMavi Öyküler -

10


yıllardır hangi kadınla sevişsem adları bihter değil midir? her neyse… eve geldik ya… arzularımızı tartıyor, gittikçe daha çok ağrıyorum. keşke bu dünyadaki en has boğa olsam (bu arada mevlana’nın eşekle kadın öyküsü geliyor aklıma). içeri ittiriyorum onu, kulak arkaları terlemiş… “saçların niye yamuk?” diye soruyor. sanki bir soruymuş gibi soruyor. oysa sorular hep oyuncaklardır şu garip hayatımda. “olsun, peki diyorum.” hep soruyor, diye soruyor, niye soruyor? hiçbir cevapa hazır değilim. “bu ne?” “kitap.” “bu ne?” “kalem.” “be ne?” “defter.” “ne işe yararlar?” “mektup zarfı açmaya.” birazdan onu öpmeyeceğimi bilsem bi sigara yakacağım. “şu eşarbını çıkar da karnını göreyim” diyorum. o, eteğini indiriyor aşağı. içinde külot yokmuş meğer… soluğunu tutmuş genç ve ıslak bir dünyanın meridyeni gözlerimi alıyor. yaş’amına dalıyorum… o ne zevk! *** sonra bir cafe’ye çıkıyorum. karşımda tıytı, hekube ana’nın stajyer katil oğlu. ku kez bıçaklamayacakmış da satırla doğrayacakmış gibi eğri büğrü bakıyor. “tıytı senin ebenin orasına mart karı yağsın” diyorum. o da diyor, üşenmeden kaşınmadan ve utanmadan; diyor işte, samatya’nın parke taşları gülizar: “nerden gelirsin kapçık ağızlı?!” gel de insan olma. “hey garson! Şu minyatüre tuz ruhu bana da çay.” diyorum. 11

- Mavi Öyküler


“tuz ruhu tuzsuz olsun.” garson sade kahveyi ve çamaşır suyunu getiriyor. “tıytı toz ol!” “hadi ben gideyim” diyorum kendime, kendim de “hadi git” diyor. çarıklı bir münzevi olduğum için iki kişiyim, çoğulum. “nereye?” “DAMDAN DÜŞTÜ ZELMA KUMPANYASI gelmiş, oraya.” çok güzel bir dü ş tiyatrosu. “amca kumpanya ne demek?” diyorum, soruyorum, yani merak ediyorum “ne demek?” “başlatma amcana, ben herif miyim?” utanıyorum, haklıyım utanmakta, utanmak insanın huyudur. “ama bıyıklarınız var, size ondan öyle dedim.” sakalları yoktu, köse bir kadındı. afişte, “FOK BALIKLARI STRİPTİZİ” yazıyor. ampul ibo da taze badem satıyor çadırda. badem deyince aklıma hep bızır gelir. üstüne buz koyup çıtır çıtır yiyeceksin. ama öyle değil mi? çıplak bir tazeden güzel ne olabilir? değil mi öyle? tüylü şeftaliyi aklınıza getirin. geri dönüyorum. “eve gidip iki tek atayım” diyorum kendime. kendim de “at at!” diyor. hem evde hatun da var. iki tık da ona. beline kazma yemiş bir saksağan geçiyor ayaklarımın dibinden. çalıbülbülleri ıslık çalarak uyarıyorlar beni, -ki, tam kafamın üstünde bir kuyruklu yıldız. aman! kuyruğunu kısmış izliyor beni. hem de beni yani. hemen kaçıp bir güneşe gizleniyorum. zaman öyle çabuk geçiyor ki, dünya hüznün çevresinde 14 saniyede dönüyor… kainat rekoru… yalnız bir adamın adem baba haliyim. yağmurların beşiğinde sallıyor beni acılarım; değil mi ki insan öldürülmeye çocukluktan başlar. hadi ben gidiyorum. kurtarılacak bir yüzyıl kalmadı artık! * “bir kahveye girdim çay istedim. ancak çay boştu. gerçekten yaşlı vatanın sonu geldi dedim kendi kendime. ama boş bir düşünceydi. kendimi gene sokakta buldum; nereye gittiğimi bilmeMavi Öyküler -

12


den yürüyordum. o sırada durdum. her şey talaş gibi, karabiber gibi, bir fıçı gibi kuru ve boştu.”

p

“KIYAMET BİZLERİN İÇİNDEYDİ” “Yatalak Kraliçe” | Ülkü Ayvaz* İnsan bir tanışmaya kendi tarihinin başlangıcı diyebilir mi? Hani pek yukardan bir söz gibi… Bu küçük hikâyede işte o ‘kendi tarihimizden’ söz edecek, hani paylaşma ümidiyle çetrefil beklentilere kapılmadan, geride kalmış açık pencereleri de bir bir kapatıp, noktayı koyacağız. O, bir yatalak… Evin boş bir köşeciğinde öylece bekleyip duruyor. Önceleri balkonda yatıp kalkardı. Bütün gün su vermeyi unuttuğum dipteki peygamber çiçeğinin yanı başında ömür sürer idi. Nerden akla gelsin, baht dönüşünün giderek, adeta bir kader çizgisi gibi gelişeceği ve kuru, ancak susuzluğa direnen o saksı üstü ile O’nun aynı duyguyla mayalanacağı… Balkondan alıp boş köşeciğe yatırdığımda yağmur yağıyordu. Kucakladım, bir serinlik, bir rutubet hissettim üzerinde, kalbim acıyla doldu. Tam tamamına iki hafta soğuk balkonda unutmuşum onu; şişe şişe alkol ile kendimi anlamaya çalışıyor, perdeler örtülü, pencereler kapalı, kapının arkasına kol demiri vurulmuş, ışıktan ve temiz havadan kaçmayı seçiyorum. Ne diye gizlemeli şimdi, pek öyle mutsuz sayılmazdım hani… Tarihimizin sayfalarını geriye doğru çevirmek, anların o yoğun duygularıyla sarmaş dolaş, yaşamlardan el çekmek, günlük politikayı da aralara katmaktan şikâyetçi değildim. İki hafta balkonda unutuş ve o kendiliğinden anımsayış sonunda tek söz etmedi. Usulca yeni yerine alışmaya çalışıyor, sessizce kendi hakkında verilmiş yargıya katlanıyor besbelli. Günlerce birbirimize bakışlar attık durduk. Yan yana geliyorduk, ama yan yana gelişler gibi değildi; o üç beş karışlık yakınlaşmalar 13

- Mavi Öyküler


sırasında bedenimden bir cereyan ayaklarıma doğru akıyor, sarsılıyordum; direniyordum elbet, öyle ufak tefek an’lara pabuç bırakmak niyetinde değildim. Can alıcı soruyu üçüncü haftanın perşembe günü, öğle sularında sordum kendi kendime. Şöyle fısıldadım: – Kim kimi cezalandırıyor? Her iki durumda da kaybeden benim. “O” ise kaybettikçe sanki değerler dünyasına bir değer daha katıyordu. Yatalak olmasının nedeni benim, ben sürükledim onu böylesine sona. O aşk, o ölümsüz aşk, o dokunuşların verdiği haz, o kaslarda, beynin kıvrımlarında hissedilen, ardından hemen ele avuca gelmeye hazır, uzaklarda bile bedenimde, ruhumda taşıdığım o duygu… Kaybolup gitmişti işte… Kendi elimle –özgür irademle– kendi mutluluğumu yıkmış bulunmaktan ne kadar da mutluydum Tanrım! Yalnızlığı, kimsesizliği, beyhudeliği, terk edişleri, bir başına bırakılmışlıkları yaşamak… Kendini sınamak derin ırmaklarda… Neyse, durun onunla ilk tanışmamızı nakledeyim sizlere, böylece tarihimizin başlangıcına dönebilir, okuyucuya, ilk gençliğin ateşi ile yatalak olmanın tükenmişliği arasında kimi ipuçları verebiliriz. Ha ha haaayyy!.. “O”nu bir arkadaşım getirmişti eve. Ne tuhaf, nerden aklıma geldiyse şimdi şu soruyu yönelttim kendime: “Acaba o zaman bıyığım var mıydı, yoksa henüz mü terlemeye başlamıştı?” Evet kapıyı açtım, “O”, arkadaşımın kucağındaydı, kollarımın arasına bırakıverdi. Dedi ki, “Al tepe tepe kullan!” Heyecanla o dakikayı beklediğimi biliyordu, içeriye buyur etmemi beklemeden çekip gitti. Kraliçe kollarımın arasındaydı, kalbim rüzgâra kapılmıştı, sarsılmıştım; bütün geçmiş zihnimde dans ediyor, belli ki kendine yol arıyordu. “O” –gelin şimdilik kraliçe diyelim– fısıldadı, dedi ki; “Merhaba, günaydın, nasılsın?” İşte böyle, o gün ümit etmenin, ümit ederken de acı çekmenin Mavi Öyküler -

14


tarihi imiş meğer. Kalbim kederle doldu. Yaşlı kraliçe, o loş köşeciğinde sessizce bana bakıyor; ne sitem, ne şikâyet… Sessizce. Dün üstünü kıpkırmızı desenlerle süslü bir örtüyle örttüm. Öylesine bir hareketle, sanki bir el alışkanlığıyla yapıvermiştim bunu. Sol elimin parmak uçları göğüs kısmına dokundu, soğuktu. Ama o an beynimin elektrik akımıyla kavrulduğunu sandım. Nasıl da çaresizdim tanrım! Kıyamet bizlerin içindeydi. Apaçık bu. Kana olan o tutku, kendi kanımızın akımını ayarlıyor olamaz mıydı? Böylece damarlarımızı güvenceye mi alıyorduk acep? Karşımızdakine acı çektirmekle, acıya karşı korkumuzu mu yeniyorduk? Belki de sorun, “karşıda olan” değildi: “ötekiler” idi, kim bilir. Acı ile “ötekileri” karşımıza alıp, milyonlarca çoğalıyor muyduk? Ardı arkası kesilmeyen sorular, baht dönüşümü hazırladı. Suçsuzdum. Fakat bir ses beni olmayan bir şeylerle suçluyordu. Böyle sıralar ne ağlamak, didinmek, ne çırpınmak kurtarır insanı. Ben de kapıp koyuverdim kendimi. İşi gücü bıraktım. Evimden sayısız eşyayı kapı önüne yığdım. Pay önce kitaplarıma düştü, kaldırıp attım hepsini. Dünyayı onlar kurtaracakmış, peh! O, on binlerce, milyonlarca basılı kâğıtlar ne işe yarıyordu sanki? Hangi acıyı dindirecek serin sulardı bunlar? vb. vb… Ey okuyucu, sana bunları anlatırken, gizleri açıklamaktan korktuğumu sanma! Köşemden kalktım –zaten tek sandalye vardı evde ve orada ben otururum hep– yatalak Kraliçenin yanına gittim, konuşmaktı niyetim. Isınsın diye örttüğüm kırmızı desenlerle süslü örtüyü usulca çektim aldım üzerinden. –Ah, eskiden, ötelerden kalan tek yadigârım. Ah, uçsuz bucaksız kırların anısı… Küçücük bedenin dondurucu soğuklarda sığındığı kucak, uzaklaştıkça derin, kurumuş ırmak yataklarında sürüklenişlerin tanığı, ah. “Neden kaçıyorsun?” dedi. “Bir anlam arıyorum, aradıkça uzaklaşıyor…” dedim. 15

- Mavi Öyküler


Dedi ki, “Beyhudelik duygusu…” “Neye yarar? Ölü aşklardan ne doğar? Hem ne için…” –Ben söyledim bunu. Dedi ki, “Ah, bu boşunalık duygusu…” –‘Ah’ ile, benim yukarıdaki ah’lara bir gönderme yapıyordu besbelli. Kör olayım, kraliçe aslında hiç yaşlanmış değildi. Dün nasıl idiyse, aynı idi; sözü edilmeye değmez değişiklikler. Nasıl da farkına varmadım, o kendinden sonra gelen yüzünden –sadece– yaşlı görünüyordu kafamda. Yatalak olmak başka yaşlı olmak başka… Ve onu yatalak duruma getiren kendi ellerimdi. Biliyordum, okşanmaya hazırdı: hazırdı beni kollarının arasına almaya. Ne küskünlük, ne hüzün… “Ölümsüz” dizeler aramak, tüketmek böylece ömrümüzü; kimin umrunda?” diye fısıldadım. Dedi ki, “Bir tek sandalye kaldı, kapı dışarı edildiği an sen de kapı önündesin demektir.” O’na yaklaşmak, dokunuşların tutkusuyla yeni dünyalara uçmak… Pencereler açmak; insanın teninde hissetmesi o ılıklığı… Niye bunca uzak şimdi? “Ölümsüz olmasa da, tek dize ümit etmelerdir, böylece düşünüyorum. Hem ilk hem de son durak olması ne gariptir ümit etmelerin… Ellerinden silip atamadığın o altın toz? O, yıllarca sakladığın güzelim desenli örtü… Hani beni de örttü günlerce; yoldaşlık eden o örtü…” İçimde serin rüzgârlar mı esmeye başlamıştı, ne. İçimde özlü bir toprak keşfetmişti, evet apaçıktı bu. “O”na sarıldım, kokusunu duyuyordum kör olayım. Kavuşmak için ülkeler geçiyordum besbelli koşarak, kan ter içinde fakat nasıl da uçuyordum havada. Derken tuşlara dokunmaya başladım, taktığım o kâğıt üzerinde sözcükler akıyordu. O’nu okşuyor, bir dizenin penceresini arıyordum. “Ümit” ediyordum.

p Mavi Öyküler -

16


“TOPAÇ” “Topaç” | Mehmet Zaman Saçlıoğlu Beyazlar giyinmiş iki adam, kendi çevrelerinde dönüyorlar. Başları yukarıda, gözleri kapalı. Boyunlarının büküklüğü, yazgıyı bilenlerden olduklarını gösteriyor. Kolları iki yana açık, bir elleri yukarı, bir elleri aşağı dönük; alır, veririz der gibi. Uzun etekleri döndükçe yükseliyor. Hem bir hortum gibiler hem anafor. Hem yerden alıp gökyüzüne veriyorlar, hem gökyüzünden alıp yere. Biri gizli dede, biri açık. Yüzyıllardır yatıyorlar, ama yine de dönüyorlar. Çünkü; Duruyorum ve koşuyorum; üzengideki ayak gibi Susuyorum ve söylüyorum; kitaptaki yazı gibi demişti kendilerinden dört yüzyıl önce yaşamış olan, gönül gözüyle görüp sevdikleri pirleri. Gören sanır sefadan semâ-ı râh ederim Döner döner bakarım kûyi yâre âh ederim demişti gizli olanı, neden döndüğünü anlatmak için. Ben ise dönmeyi ilk kez gördüğümde açık denizde küçük bir teknedeydim. Yolumu yitirmiştim. Gökyüzünün birden karardığını gördüm. Rüzgâr, bilinen bütün adlarıyla esiyordu. Önümde denizin köpürerek bir sütun gibi yükseldiğini gördüm. Aynı anda bir anafor oluştu suyun üstünde. Göğün kara bulutlarının karışarak denizin dibine çekildiğini de gördüm. O zaman balıkların kuş, kuşların balık olduğunu; suyun hava, havanın su olduğunu; ışığın karanlık, karanlığın ışık olduğunu; ölümün yaşam, yaşamın ölüm olduğunu anladım. Rüzgâr bir anda bıraktı suyu, su havayı bir anda bıraktı. Her şey bildiğimiz yerine döndü. Ölüm kendi yerine, yaşam kendi yerine. Ama imgeleri iç içe kaldı. Kendimi bir kıyıda buldum. Ayılırken gördüğüm; bir 17

- Mavi Öyküler


çocukla bir köpekti. Birkaç kulaç uzağımda, çocuk kendi çevresinde dönerek koşarken, bir merkezin çevresinde daireler çiziyordu. Köpek ise çocuğun çevresinde dönüyordu. Başımı kaldırıp bakınca; deniz suyunun tuzunu bıraktığı düz bir kayanın üzerinde bir topacın döndüğünü gördüm. Çocuk, ara sıra elindeki kalınca iple topaca vuruyor, durmamasını sağlıyordu. Yine kendimden geçmişim. Düşümde duyduğum ses: Görenim ve görmeyenim; uykudaki göz gibi Varım ve yokum; gül suyundaki koku gibi diyordu. Uyandığımda, çocukla köpek gitmişlerdi. Kayanın üzerinde iki iz kalmıştı yalnızca. Denizin ve topacın izi. Deniz, gelgitleriyle dikey izler bırakmıştı; topaç, dairesel izler. Hangisinin daha eski olduğu anlaşılamıyordu. Taşın çevresindeki kumlarda ise çocuktan ve köpekten kalan izler vardı. Bir anafor ya da hortum gibi dönerek ayrılmışlardı taşın yanından. Oyunun bitmediğini, çocuğun, topacı eline aldıktan sonra bile dönüşünü durdurmadığını anlamıştım. Köpek de durmamıştı. İzlerin peşinden gidersem kurtulabileceğimi düşündüm önce. Bunun yerine taşın yanına geri döndüm. Topacın, taşın üstünde bıraktığı izleri bir yazı gibi belleğime yerleştirdim. Bunu, eve döndüğümde bir kâğıda çizeceğim. İzlerin yaşamın sonsuz hareketinin izleri olduğunu biliyorum. Bu kâğıdı ne rüzgâra, ne de yılana kaptırmağa niyetim var.* ~~~ TOPAÇ** Başak’a Kia o gün mağaraya alınmayınca, yaşamının artık eskisi gibi olmayacağını sezinlemişti. Çocuklar, her sabah olduğu gibi o sabah da köyün meydanınMavi Öyküler -

18


da toplanmışlar, mağaraya doğru yola çıkmışlardı. Yaşlı defne ormanı onları yine güzel kokular, yaprak hışırtıları, yeşil ışık oyunlarıyla karşılamıştı. Ormandaki sincaplara, tavşanlara, kuşlara, annelerine fark ettirmeden ceplerine koydukları ekmek parçalarını atmışlardı. Bir ağaç, hiç kimsenin anımsayamayacağı kadar eski olan ve o köyün insanları dışında kimsenin bilmediği orman yolunun girişini, neşe içinde, zıplayıp oynayarak ilerleyen çocukların arkasından birkaç dal sarkıtarak görünmez hale getirmişti. Kia, yolda bir ara durmuş, başını kaldırmış, bir köpek gibi havayı koklamaya başlamıştı. O güne değin hiç duymadığı bir koku alıyor; kokunun nereden geldiğini anlamak için başını bir o yana bir bu yana çeviriyordu. Arkadaşları, onun geride kaldığını fark ettiklerinde koşup yanına gelmişlerdi. Kia, bu kokunun ne olduğunu sormuştu; ama arkadaşları bir koku duymadıklarını söylemiş, yürümeye başlamışlardı. “Bir ağaç ya da bitki kokusuna benzemiyor,” demişti Kia yürürken; “havanın kokusu değişti sanki. Havanın kokusunda bugüne dek duymadığım bir şey var, çok garip bir şey, sürekli alıyorum bu kokuyu.” Arkadaşları gülmüşlerdi. “Aman Kia,” demişti biri; “her gün aynı havayı soluyoruz, ne değişecek ki! Hem havanın koktuğunu da ilk kez senden duyuyorum.” “Hava kokar mı hiç,” diyerek terslemişti bir başka arkadaşı Kia’yı. “hava kokusuzdur; o kokuları taşır yalnızca; ama kendisi kokmaz. Bak şimdi çürümüş yosun kokuyor. Şuradaki sudan geliyor koku.” Kia ısrarla: “Havanın kokusu diyorum size, ister inanın, ister inanmayın; öylesine farklı ki bu; hem öyle kekik gibi, defne gibi havanın üstünde durmuyor, bu koku havanın içinde sanki,” demişti. Arkadaşları bir yandan yürürken bir yandan Kia’yla şakalaşıyorlardı. Bir tekerleme bulmuşlar, adımlarını da bu tekerlemeye uydurmuşlardı. 19

- Mavi Öyküler


Kia havanın altında, biz üstünde; Kia havanın içinde, biz dışında. Şakalaşma mağaraya kadar devam etmişti. Mağara, defne ormanının ortasındaki kayalık bölgedeydi. Kapısında iri, siyah bir köpek beklerdi. Köyün en yaşlısı bile, bu köpeğin kaç yaşında olduğunu bilmezdi. Köyün yaşlıları, kendi dedelerinden, onların çocukluğunda da, aynı köpeğin mağarayı beklediğini duyduklarını söylerlerdi. Gece gündüz mağaranın kapısından ayrılmayan bu köpeğin ne su içtiği ne yemek yediği görülmüştü. Herkesin ‘Bekçi’ dediği bu köpeğe kimse bir ad yakıştırmaya cesaret edemezdi. Bekçi, mağaraya yalnızca çocukları alırdı. Her çocuk, biraz büyüyüp dört, beş yaşına geldiğinde, köyün meydanında sabahları toplanan öbür çocuklara katılır, onların elinden tutup mağaraya gitmeye başlardı; ta ki köpeğin kendisini içeri almayacağı güne kadar. Büyükler, akşamları mağaradan dönen çocukları soru yağmuruna tutarlardı; ama çocuklar orada yaptıklarından söz etmeyi istemezlerdi. “Sanki bilmiyormuşsunuz gibi soruyorsunuz ne yaptığımızı; sanki siz hiç çocuk olmadınız, hiç topaç çevirmediniz hayatınızda,” diye terslenirlerdi. Yine de ana babalar, çocuklarının ne yaptıklarını öğrenmekten çok, bir zamanlar kendi yaşadıkları mutluluğu çocuklarının da tattığından emin olmak, bu duyguyla mutlu olmak için sorarlardı; özellikle de ilk günlerde. “Nasıldı Topaç, yine ışık saçıyor muydu?” “Sana da çevirtti mi arkadaşların?” “İlk vuruşta ışık çıkartabildin mi?” “Kaç sıra yaptınız çevresinde?” “En çok ışığı kim çıkartıyordu?” Çocuklarsa, çoğu zaman bu soruları bile duyamadıkları bir düş dünyasında, dalgın bakışlarla yemeklerini yerler, bir an önce yataklarına girer, bu büyülü oyunu ertesi gün oynarken neler Mavi Öyküler -

20


olacağını düşleyerek uykuya dalarlardı. O gün yaptıklarını düşlerinde bir kez daha görürlerdi. İki insan boyundaki topacın yavaş dönüşü onlar vurdukça hızlanır, topaç hızlandıkça ışıklanır, saydamlaşmaya, içindeki ölü kırmızı ışığı göstermeye başlardı. Kırmızı ışık, topacın hızlanmasıyla parlaklık kazanır, sonra küçük sıçramalarla büyüyerek dış yüzeye doğru genişler, genişledikçe rengi turuncuya, sarıya, sarıyeşile, açık maviye en sonunda da beyaza dönerdi. Çocuklar, topacı döndürmek için yanlarında getirdikleri kınnapları ikiye katlar, topaca olanca güçleriyle şaklatırlardı. Topaç beyaza kestiğinde tümüyle ışık olurdu. İşte asıl oyun o zaman başlardı. Her çocuk orada kendi gücünü gösterirdi. Her vuruşta bu delicesine dönen beyaz topaçtan ışıklar kınnaba atlar, vuruşun gücüne göre kınnapta sıçramalarla ilerler, çocukların ellerine kadar ulaşırdı. Topacın dönerken çıkardığı rüzgâr mağaranın kapısından dışarı eser, köpeğin tüylerini yalayarak uzaklarda kaybolurdu. Çocuklar biraz büyüyünce, ışıkları ellerinden kollarına, oradan vücutlarına ilerletecek kadar güçlü vurabilirlerdi topaca. Bu bir yarışma gibiydi. Vücutlarına atlayan ışıklar ilerledikçe soğur; çocukların yüzlerinde, göğüslerinde, maviler, yeşiller harelenir, kıvılcımlanırdı. Işıkları vücudunda epeyce ilerleten çocuklardan biri kısa bir süre sonra mağaraya alınmazdı. Bekçi önüne dikilir, dişlerini gösterir, hırlardı. Çocuğun ışık yürütmedeki başarısı, ötekiler arasında bir süre konuşulur, sonra yeni başarılar geldikçe unutulurdu. Kia da son günlerde ışıkları vücudunda yürütme işini epeyce ilerletmişti. Bir gün önce topaca öyle vurmuştu ki, ışıklar neredeyse tüm vücudunu sarmıştı. Topacın üzerinden kınnaba sıçrayan bir şimşek, bir an kınnabı topaca yapıştırmış, sonra hız la Kia’nın koluna, oradan vücuduna atlayarak, yüzünü, göğsünü, karnını rengârenk ışıklar içinde bırakmış, hayranlıkla bakan öteki çocukların gözlerinin önünde Kia’nın kasıklarına kadar ulaşarak bacaklarının arasında mavi ışıklar çaktırmıştı. Öteki çocuklar da aynı şeyi yapmak için tüm güçleriyle topaca vurmuşlar, ama ışıkları göğüslerine kadar ancak getirebilmişlerdi. 21

- Mavi Öyküler


Çocukların, Kia için uydurdukları tekerlemeyle oynaya zıplaya mağaranın kapısına geldikleri o sabah, yerinde sessiz uzanmış gelenlere bakan kara köpek birden ayağa kalkmış, Kia’nın önüne dikilmiş, onu dikkatle kokladıktan sonra hırlamaya başlamıştı. Bu, büyük çocukların daha önce de birkaç kez gördükleri gibi, Kia’nın da artık mağaraya alınmayacağını gösteriyordu. Kia, köpeğin yanından geçip mağaraya girmeye kalkışınca iri dişlerle karşılaşmış, korkmuştu. “Benim Bekçi, ben Kia, beni tanımadın mı?” diye kekelemişti. Köpek, hırlayarak yanıtlamış, Kia’ya, içeri girmekte ısrar ederse iyi olmayacağını anlatmıştı. Çocuk, birkaç adım geri çekilince köpek hırlamasını kesmişti. Arkadaşları Kia’ya biraz da şaşkınlıkla bakmışlar; “Kia büyümüş dün gece,” demişlerdi birbirlerine. Kia, umutsuzca yalvarıyordu köpeğe: “Ne olur bekçi, bir kez daha, son bir kez daha vurayım topaca. Hem, beni bugün almayacağını dün söyleseydin, doya doya vurur, seyrederdim onu. Daha deneyeceğim vuruşlar vardı; dün gece hep düşündüm nasıl vurmam gerektiğini. Bugün beni son bir kez içeri al yalvarırım sana. Öyle bir vuracağım ki, ayak parmaklarıma kadar ışık olacağım,” diyordu gözyaşları arasında. Köpek yalnızca dimdik duruyor, Kia bir adım bile ilerlese hırlayıp dişlerini gösteriyordu. Bütün bu yalvarmaların hiçbir işe yaramayacağını biliyordu Kia. Daha geçen ay, aynı şey arkadaşı Maru’nun da başına gelmişti. Maru, Bekçi’nin önünde yaşlı gözlerle kalakalmış, arkadaşları biraz üzgün, onu yalnız bırakarak içeri girmişlerdi. Arkadaşları girerken Kia, onlara seslendi: “Akşam çıkınca köy meydanında buluşuruz, gelin de orada konuşalım, oynayalım.” Çocuklar başlarını sallayarak mağaranın içinde gözden kaybolmuşlardı. Kia, bir gecede nasıl büyümüş olabileceğine akıl erdirememişti. Köye doğru yürürken ağlıyor, yerdeki taşlara tekmeler atıyorMavi Öyküler -

22


du. Vurduğu taşlardan biri, kendisine doğru yaklaşmakta olan, köyün yaşlılarından Naku’nun sandaletli ayaklarının dibinde durdu. Naku’yu görünce, Kia’nın, ağlaması daha da arttı. Naku, bastonuna dayanarak, ağır ağır Kia’nın yanına yaklaştı; çenesini tuttu, yukarı kaldırdı, saçlarını okşadı: “Ne o Kia,” dedi, “neden mağarada değilsin sen, hasta mısın yoksa?” Burnunu çekerek yanıtladı Kia: “Bekçi içeri almadı beni...” Naku, yaşlı bir ağacın, toprağın üstüne çıkıp bir yılan gibi dönerek yine toprağa girmiş kalın köküne oturdu inleyerek. Her yanının ağrıdığı belli oluyordu. Oturduğu yerin hemen yanına eliyle birkaç kez hafif hafif vurarak çocuğu çağırdı. Kia da, başı öne eğik, gelip yaşlı adamın yanına oturdu, başını ona yasladı. Naku: “Demek büyüdün evlat,” dedi şefkatle gülümseyerek. Sesinde yalnızca yaşlılıkta edinilen bir titreşim vardı. “Hayır,” diye atıldı Kia, “büyümedim, insan bir gecede nasıl büyür, benim de anlayamadığım bu. Dün nasılsam bugün de öyleyim.” “Öyle gelir insana yavrum,” dedi yaşlı Naku. “Kimse çocukluktan büyüklüğe geçtiği geceyi bilmez; ama bekçi bunu hemen anlar. İnsan kendini hâlâ çocuk sanır ama Bekçi yanılmaz.” Yanda uzanan defne dalından bir yaprak kopardı Kia, sapını ağzına götürürken: “Ama Naku,” dedi, “ben kendimi biliyorum. Bende bir değişiklik olmadı, daha ne sakalım çıktı, ne bıyığım; bak, yüzüme bak!” Naku, Kia’nın yanaklarına baktı, okşadı, sonra gözlerini aşağılara indirdi, Bakışları Kia’nın sallanan ayağına takıldı. “Dur bakayım,” dedi bacağını tutarak çocuğun. Kia, bacağını sallamayı kesti, ne olduğunu anlamak için ayağına baktı. “Ayakkabının burnu delinmiş oğlum,” dedi Naku. “Eve gidince babana söyle de onarsın.” “Biliyorum,” dedi omuzlarını kaldırarak Kia. “Dün arkası yırtılmıştı, ben onardım. Biraz önce de burnu patladı, taşa vurunca.” “İyi ki parmağın kırılmamış,” dedi yaşlı adam. “Nasıl, sen mi 23

- Mavi Öyküler


onardın ayakkabını?” “Evet ben onardım,” dedi Kia. Gülmeye başladı Naku; “Bir de büyümedim diyorsun evlat, bak gördün mü?” “Aman Naku, ayakkabı onarmak da iş mi; sanki bilmiyorsun çocukların ne kadar çok iş yaptığını. Odunu kim taşıyor, hayvanların yiyeceğini kim veriyor, kim onları otlatmaya götürüyor?” “A benim Kia’m” dedi ona sarılarak Naku, “çocuklar birçok iş yaparlar; ama onların asıl işi oyundur; oyunların da en güzeli topaç çevirmektir; hele mağaradaki topacı...” sonra birden sordu: “Nasıl büyük topaç, yine öyle parlak mı? Işıkları yine şimşekleniyor mu?” “Evet Naku,” diye heyecanla atıldı Kia; “hem öyle parlak ki... Dün görecektin hele. Öyle ışıklar çıkarıyordu ki vurdukça! Işıklar üzerimde nereye kadar ilerledi bil bakalım.” Naku gülümsedi; “Tam bacaklarının arasına kadar.” “Nereden biliyorsun?” diye sordu Kia, şaşkınlıkla. Güçsüz bir kahkaha attı Naku; “Benim de öyle olmuştu evlat,” dedi, “hemen herkesin öyle olur. Bir gün öyle bir şaklatmıştım ki kınnabı, topacın üzerinden yıldırımlar fırlamıştı elime koluma, rengârenk yürüyüp karnımdan kasıklarıma inmişlerdi; bacaklarımın arasında ateşler yakmışlardı. Sanki bir balık çırpınmıştı oramda; sonra ertesi gün Bekçi kapıdan içeri sokmamıştı beni; ne üzülmüştüm sorma. Anımsadığım; o gün havanın bir başka koktuğuydu. O kokuyu bir süre daha duydum, sonra kayboldu. Şimdiyse ne gözüm görüyor, ne burnum koku alıyor. Kollarımda bir vuruşluk güç bile kalmadı.” Kia şaşkınlıkla dinliyordu. “Nasıl bir kokuydu bu Naku?” diye heyecanla sordu. “Anımsayamıyorum ki,” dedi yaşlı adam. “Boşluğun kokusu gibi bir şeydi. Ne çiçek kokusuna benziyordu ne de hayvan, sanki hava boşalmıştı da boşluk kokuyordu.” “Tamam işte, öyle, aynı öyleydi bugün aynı kokuyu ben de duydum,” dedi Kia. “Dedem söylemişti bana, bu koku yalnızca çocukluktan çıkılırMavi Öyküler -

24


ken duyulurmuş. Bu kokuyu alabilenin vücudu da bir başka kokarmış. Bekçi de buradan anlarmış o kişinin büyüdüğünü.” “Keşke dün o kadar hızlı vurmasaydım topaca, bilseydim de birkaç gün daha geciktirseydim, bekçiyi kandırsaydım,” dedi Kia. “Bekçiyi kandıramazsın,” dedi Naku. “O hiçbir zaman kandırılmaz; çünkü onun görevi çocukla büyüğü birbirinden ayırmak; zaten artık senin içeri girmen doğru olmaz. Büyüyü bozarsın.” “Ne olur ki mağaraya girersem?” “Neler olmaz ki! Dedim ya, oyunun büyüsü bozulur mağaraya bir büyük girerse. O zaman topaç parlaklığını yitirir, ışığı kaybolur, merkezindeki kırmızı ışık solar, sonra da söner gider.” “Bir daha çalışmaz mı?” “Çok güç, o sönerse asıl felaket başlar; topaçla birlikte dünya da neşesini yitirir.” “Naku, dünyayla ne ilişkisi var bizim köyün mağarasındaki topacın?” “Topaç durursa uzaktaki büyük dağın üstündeki köyün çocuklarının binlerce yıldır uçurduğu uçurtma rüzgâr bulamayabilir; rüzgâr olmayınca denizde dalga kalmaz, deniz kıyısındaki köyde dev kâğıt kayığı yüzdüren çocuklar oyunsuz kalırlar, çünkü kayık su çeker, batar. Uçurtmanın bekçisi kartal gökyüzünde, kayığın bekçisi yunus bir okyanusta kaybolur; topacın bekçisi köpek de bir daha çıkmamak üzere mağaranın derinlerine gider. Dünya da bir daha kendine gelemez. Bütün işler durur senin anlayacağın; denge bozulmaya görsün...” “Ama topaç bensiz yavaşlamaz mı? Biliyorsun dün en çok benim sayemde dönmüştü.” “Sensiz de döner evladım,” dedi Naku. “Hem bak, bir şey daha var. Oyunlar önce elde ya da ayakta başlar, sonra kasıklara yükselir; çoğu insan için orada biter. Sen, oyunu kasıklarından sonra kafana yükseltebilirsen, topacın ışıklarına benzer başka ışıklar da görebilirsin. Yani, topacı yitirmekle tüm oyunları yitirmedin.” Naku, yavaş yavaş kalktı oturduğu ağaç kökünden; bastonunu eline aldı: “Haydi evlat,” dedi, “ben gideyim artık, öylesine yaşlandım ki, kafamdaki oyunu da nasıl oynayacağımı şaşırıyorum; artık beni 25

- Mavi Öyküler


mağaradan çıkan çocukların yüzündeki mutluluktan başka sevindiren bir şey yok. Gideyim de mağaranın kapısında bekleyeyim.” Kia, Naku’ya güle güle dedi, arkasından baktı, yaşlı adamın titrek bacaklarıyla yürüyerek iyice uzaklaşmasını bekledi, ellerini cebine soktu, köyün yolunu tuttu. ~~~ * Yukarıdaki metin, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun “Topaç” isimli öyküsünün eşik metni. “Eşikli Öyküler” alt başlığıyla yayınlanan Rüzgâr Geri Getirirse isimli kitabında, orijinal mizanpajda öykünün önünde ve başlıksız olarak yer alıyordu. Biz de aslına sadık kalarak yayınlamak istedik (y.n.). **1998 Milliyet-Haldun Taner Öykü Ödülü Birincisi.

p

“ÖNEMLİ OLAN ANLAŞILMAK DEĞİL DİNLENMEKTİR” “Ölüler Nerede Rahat Uyurlar?” | Ruhşen Doğan Nar “Beni kimse anlamıyor.” Keyifsiz bir başlangıç oldu, değil mi? Bu dünyada mutluluğu arayanlar hem anlatacağım öyküden hem de bu hayattan medet ummasınlar. Bunu bilir bunu söylerim. Öykümü dinlemek istemeyenler şu anda gitmekte özgürdürler. Hayalperest arkadaşlarımız aramızdan ayrıldığına göre hikâyemize başlayabiliriz: Beni zor zamanlarımda dinleyen, dertlerime ortak olan dostuma (yoksa arkadaşıma mı demeliyim?) her zamanki gibi aynı lafları geveliyordum. İyi bir dinleyiciydi ya da işitme kaybı vardı; emin değilim. Ben konuşurken beni anladığını belirtmek için durmadan kafasını sallardı. Zaten önemli olan anlaşılmak değil dinlenmektir. Haksız mıyım? Mavi Öyküler -

26


Bilmem kaçıncı kez, son günlerde dilime dolanmış cümleyi arkadaşımın (yoksa dostumun mu demeliyim?) suratına vurdum: “Beni kimse anlamıyor.” Gözlerini yumdu ve kafasını salladı. “Herkes sadece kendisini düşünüyor. Bencillik denen illet hepimizin kanında dolanıp duruyor. Her birimiz sırf kendimizi düşünürsek ve bencilliğe boyun eğersek diğerlerini nasıl anlayabiliriz? Yoksa bu dünyada dostluk ve arkadaşlık kalmadı mı? Haksız mıyım?” Üç kez kafasını salladı, arabalardaki sallabaşlara o kadar çok benziyordu ki. İçimi dökmeye başlamışken kimse beni durduramazdı: “Bu dünyada ne dostluk ne de arkadaşlık var. Hepsi yalan hepsi palavra… Haksız mıyım?” Dört kafa sallama ve bir göz kırpma… Konuşmaya kaldığım yerden son hızla devam ettim: “Bu dünyada, bu dünyada, bu dünyada… (biraz duraksama) arkadaşlık yoksa niye yaşıyoruz ha? Hepimiz köprüden atlayalım daha iyi. Haksız mıyım?” İki kafa sallama ve iki göz kırpma… Konuşmamızın başlangıcından beri on kez kafasını sallamış ve dört kez gözünü kırpmıştı. Bu kadarı yeter de artardı. Açtım ağzımı yumdum gözümü: (Hayır, yummadım gözümü.) “Bir gün de haksızsın de be adam, hayır de, yalancısın de, şerefsizsin de, sen kimsin ki diğerlerinden dostluk bekliyorsun de, sen sanki bencil değil misin de, bir şey de!” Gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi oldu, o kadar çok sinirlendim. O ise hiç istifini bozmadan dört defa kafasını salladı. Sanırım tiki vardı. “Allah belanı versin,” diye bağırdıktan sonra onun yanından uzaklaştım. Üzgündüm, tek dostumu kaybetmiştim. (Yoksa arkadaşımı mı demeliyim?) Hızlı adımlarla sallabaşın mahallesinden kaçmaktaydım ki çekici bir dişinin kokusu aklımı başımdan aldı. Havalar ısınmış, malum aya yaklaşmıştık. Tabii hormonlar boş durmamış yılın en güzel ayını kutlamak için arttıkça artmışlardı. Sözün kısası ışığa yönelen bir kelebek gibi karşı cinse doğru 27

- Mavi Öyküler


çekiliyordum. Aklım başımda olmadığından araç yoluna attım kendimi, mal gibi ne sağıma ne soluma baktım. Korna sesi ve dayanılmaz bir acı… Arabanın altına girdikten sonra şu anda gördüğünüz gibi asfalta yapıştım. Tahmin edebileceğiniz gibi ilk başta asfaltla böyle yekvücut değildim. Arabalar üstümden geçe geçe bir güzel yapıştırdılar beni yola. Şimdi asıl konuya gelelim: Neden biz kedilere araba çarpınca insanlar bir el atıp bizi yoldan kaldırmazlar? Tamam, mezarı geçtim; ama en azından şöyle leşimizi boş bir arsaya atsanız biz de orada rahat rahat çürüsek. Asfalta mıhlanmaktan iyidir. Hem çocuklar bizi bu halde gördüklerinde çok korkuyorlar, akşamları uyuyamıyorlar. Bari yavrularınızı düşünün. Şimdi bi zahmet bana yardım edip beni daha sakin bir yere bıraksanız fena mı olur. Sevaba girersiniz valla… *** Kedinin başına toplanan kalabalık araç trafiğini durdurmuştu. Hikâyenin bittiğini anladıklarında yolda kalmış şoförlerin gün yüzü göre göre bronzlaşmış küfürlerine kulaklarını tıkayarak işlerine güçlerine döndüler. Yol yeniden açıldı ve kedi üstünden geçen her araba ile asfaltla bir olma yolunda bir adım daha kat etti. Tabii insanlara küfür etmeyi unutmadı. Küfür etmekte haksız mıydı? (Sakın kafa sallamayın!)

p

“DAHA HIZLI! DAHA YALNIZ! DAHA YABANCI!” “Schnell Schnell”* | U. Şahin Tağı Saat altı… Bir lokma ekmek ağzımda, rüyadan kalma görüntüMavi Öyküler -

28


ler kafamda, yine düşüyorum yollara… Bir, iki, üç, dört kontrol edilmiştir. Bir, iki, üç, dört kontrol edilmiştir. “Schnell! Schnell!” Hayatımda duyduğum en berbat ses, ama neredeyse şu sıralar en sık duyduğum ses. Bir, iki Schnell! Üç, dört Schnell! Kontrol edilmiştir. Yine o tuhaf marş çalıyor. Ne söylüyorlar, ne diyorlar bilmiyorum ama bu marşı duyunca herkes paydos edip yemeğe gidiyor. Güneş tepeye yükselmekte. Sıranın bana gelmesini bekliyorum. Etrafım insan dolu… Kalabalık, gürültü ama ne anlıyor ne de duyuyorum. Schnell! Schnell! Yemeği çabuk ye! Daha hızlı! Daha hızlı! Daha yalnız! Daha yabancı! Metrodayım. Durağı kaçırmamalıyım, dikkatli olmalıyım. Erkenden yatmalıyım, geç kalmamalıyım. Dikkatli olmalıyım. Saat altı... Bir lokma ekmek ağzımda, komşudan kalma kahkahalar kulağımda, yine düşüyorum yollara… Bir, iki Schnell! Üç, dört Schnell! Kontrol edilmiştir. Ses yaklaşıyor. Dikkatim dağılıyor. Dikkatli olmalıyım. Ses yaklaşıyor bir şeyler söylüyor. Terliyorum. Ne dediğini bilmiyorum. Tamam diyorum sadece. Gülüyor, gidiyor. Marş kurtuluş oluyor. Gün geçmek bilmiyor. Dikkatli olmaktan dikkatim dağılıyor. Kontrol edilmiştir. Metro, ev, erken, yatak… Saat altı… Bir lokma ekmek ağzımda, akşamdan kalma ağrılar karnımda, yine düşüyorum yollara… Schnell bir, schnell iki, schnell üç… Yine marş duyuyorum. Ağzımdan anlamsız sesler saçılıyor etrafa. Elimden kayıyor, dağılıyor bantlar. Yemeğe doğru yürüyorum. Yedim mi, yemedim mi hatırlamıyorum akşam olmuş. Daha schnell! Daha schnell! Gözlerim durakta, kaçırmamalıyım. Dikkatli olmalıyım. Rüyamda bir marş! Kalkıyorum karnım acıkmış! Schnell schnell yatmalıyım, schnell schnell kalkmalıyım. Artık ışığı da açmıyorum, elbiselerimi de çıkartmıyorum. Böyle daha dikkatliyim. Schnell schnell yaşıyorum. Kalktım mı, gittim mi unutuyorum. Yedim mi yattım mı karıştırıyorum. Birden zil çalıyor, birden gözümü açıyorum. Zil çalıyor kapıyı açmaya korkuyorum. Gözümü kapıyorum. Zil çalmıyor, adeta bağırıyor. Schnell schnell kapıyı açıyorum. Karşımda Polizei.** Bir şeyler konuşuyorlar ve ne söylediklerini anlıyorum. Evet anlıyorum. Gülmeye başlıyorum, kahkaha atıyorum. Şaşkın şaşkın bakıyorlar… Gitmem 29

- Mavi Öyküler


gerekiyormuş, iznim bitmiş, artık duramazmışım… Schnell schnell gelip, schnell schnell gidiyorum. Gidiyorum ama artık anlıyorum… *Schnell (Şinel): Almanca; hızlı. **Polizei (Polisay): Almanca; polis.

p

“AMACIM CANINI ACITMAKTI” “Çalınmış Hayat” | Sibel Ateş Yengin Gökyüzüne bakıyorum, masmavi. Kafamı kaldırıp bir daha bakıyorum, yine mavi. Değişmiyor… O da değişmemişti hiç… Hep aynı… Hep ayrı… Oysa yüzümüz ne kadar çok birbirine benziyor. Tıpkısının aynısı… Uzun bir aradan sonra ondan haber almak heyecanlandırmıştı beni. Kırkıncı yaş günümüz için ikimize özel bir parti hazırlayacağını yazmıştı mektubunda. On yıldır birbirimizi görmemiştik. Aramız pek iyi sayılmazdı zaten. Sanırım bundan böyle aramızdaki buzlar eriyecekti. Öyle hissediyordum. Geçen gece annemi rüyamda görmüştüm. Karanlık kuyulardan bana sesleniyordu. Elimi uzatıp onu dışarıya çekmek istediğimde kapkara, küçük kafalı, ama oldukça büyük kanatlı kuşlar çekip çıkarıyordu onu kuyunun içinden ve gökyüzüne uçuruyorlardı. Onu kurtarmak için uzanan elim boşlukta kalıyordu. Demek ki, bu rüya kardeşimden gelecek bir habere işaretti. Annem, “Ölü diri haber getirir, gördüğün rüyayı iyiye yormalısın” derdi. Ben de öyle yapmıştım zaten. Bir hafta içinde bütün işlerimi halledip uçak biletimi almıştım. On yıl sonra nasıl bir karşılama töreni olacaktı, merak ediyordum… Nihayet, bir hafta sonra Türkiye’deydim. Beni karşılayacağı gün işinin çıkması ilginçti. Telefonuma mesaj çekip çok önemli bir toplantıda olduğunu, eve gidip onu beklememi istemişti benden. Böyle bir günde nereden çıkmıştı bu toplantı faslı? Merak Mavi Öyküler -

30


etmiştim doğrusu. Ayrıca mesaj çekmesi de garip bir durumdu. Bunları düşünürken önüme atlayan taksici “Abla nereye, gel taksimetreyi açmadan gideriz, bir kolaylık yaparım ablama” derken taksinin içinde buluvermiştim kendimi. Kapıcıdan anahtarı alıp içeri girdiğimde ilk sürprizle karşılaşmıştım bile. Evin her tarafı süslenmiş, “iyi ki doğdun” yazılı kâğıtlar asılmıştı duvarlara. “Ne güzel, bana yıllarca kötü davranan ikizime peri eli değmiş olmalı” diye düşünmüştüm. Evin her yerine iliştirilmiş renkli, küçük post-itler vardı. Bu küçücük kâğıtlarda yazanlar, adım adım beni yönlendiriyordu. Ocakta pişirilmek üzere hazırlanmış bir kahvenin beni beklediği yazıyordu pembe kâğıtta. Ne yazıyorsa hepsini yerine getiriyordum. Acaba bana, hangi odaya yerleşeceğimi, hangi renkten kâğıt söyleyecek diye düşünürken beni mutfağa yönlendiren başka bir not buluyordum. Mutfağa girdiğimde ise masanın üzerinde yazılı bir başka kâğıtta şunlar yazılıydı: kahveyle birlikte sigara içeceğini biliyorum, ben sigara içmiyorum artık, senin için bir kül tablası aldım, tam karşındaki dolapta… Dolabı açtığımda kapağına iliştirilmiş bir başka not çıkıyordu bu kez karşıma: dikkat et, kahve taşmasın. Hayret etmemek elde değildi. İkizime gerçekten bir şeyler olmuştu. İyice eğlenmeye başlamıştım ki, kül tablasının yanında bir de çakmak gördüm, üzerinde, “Doğum Günün Kutlu Olsun” yazan. Ocağın hemen yanında ise fincanım hazırdı. Ve fincanın tabağında yeni bir not: kahveni al ve camın önündeki koltuğa otur, sıkılma diye sana özel bir film hazırladım, kumanda sehpanın üzerinde, film de videonun içinde, hazır ol, parti başlıyor… Kardeşim benim için her şeyi düşünmüş, her şey çok güzel olacak, kırk yaşımız uğur getirecek ve bundan sonra iyi birer dost olacağız diye mutlu mesut düşünmeye başladım ve yorgunluk kahvemin yanına bir de keyif sigarası yakıp videoyu çalıştırdım. Film, babamın çektiği çocukluk görüntüleriyle başlıyordu… İkimiz de oldukça sevimli görünüyorduk annemin diktiği bir örnek elbiseler içinde. Annem sürekli peşimizde koşturuyordu, elbiselerimiz kirlenmesin diye. Zavallı babam hiçbir zaman görüntüye giremezdi; biz çocuktuk, annemse kamerayı kullanmayı bir türlü beceremezdi. “Nasıl, keyfin yerinde mi” diye soran Sude girivermişti birdenbire görüntüye. Kendini de kaydetmiş olması şaşırtıcıydı. 31

- Mavi Öyküler


“Hayatımın kolâjı” demişti. “Hadi bakalım Sude Hanım; göreceğiz” deyip bir sigara daha yakarken Sude tekrar görüntüdeydi ve “Hazır mısın, başlıyor” diyordu. Ben zaten hazırdım… Alkışlar arasında pasta üfleyen biz görüntüdeydik… On dördüncü yaş günümüzdü. Sude karanlıklar prensesi gibi görünüyordu onu gösteren her karede. Gerçekten kötü bir doğum günüydü… Sude, önce doğum günü kutlamak istemediğini, hiçbir arkadaşını çağırmayacağını söylemişti. Evdekiler buna razı olmayınca da doğum günü kutlamasına katılmak zorunda kalmıştı. İkimiz farklı sınıflarda okuduğumuz için, eve çağırdığımız insan sayısı fazlalaşmıştı. Bir gece önceden tüm hazırlıklar bitmişti. Ben çok heyecanlıydım. Beğendiğim çocuk da partiye gelecekti. Sanki sadece o yakışıklı çocuk için düzenlemiştim doğum günü faslını. Aylarca o günün gelmesini iple çekmiştim. Yakışıklı çocuk evimize girdiği andan itibaren tüm hünerimi gösterecektim. Odamı görüp hayran olacaktı, biliyordum. Annem nasıl olsa bu muhteşem kalabalığı görünce, harika ikizlerini piyanonun başına oturtacak ve büyük bir hayranlıkla etrafındaki insanların bizi gıptayla dinlemelerini izleyecekti. Ben de, sonradan âşık olacağım bu yakışıklı çocuğun gözlerinin içine baka baka en güzel melodileri çalacaktım. Anneme çaktırmadan odamda dans bile edebilirdik. Ertesi gün büyük gündü. İki dirhem bir çekirdektik! Doğum günü görüntülerinin arasına birdenbire Sude girmişti yine: “Hatırlıyor musun, elbise yüzünden çıkan kavgayı, göğüslerin benimkilerden daha iri diye elbise senin üzerinde çok güzel durmuştu; bense çuvala sarılı süpürge gibi görünüyordum.” Hatırlanmayacak gibi değildi. Elbiseyi çıkarıp başka bir şey giymeyi teklif bile etmiştim; sırf günü mahvetmesin diye. Neyse ki, halam bu göğüs işine bir çare bulup onun göğüslerini de bir avuç pamukla büyütüvermişti. İkimiz de heyecanla camın önüne oturmuş, merakla gelecekleri bekliyorduk ki, zilin çalmasıyla kapıya koştuk. İlk gelenin o çocuk olacağını hayal ediyordum. Sude de ilk misafirin kendi sınıfından olacağını iddia ediyordu. Kapıyı açtığımızda ikimiz de yanılmıştık. Gelen ilk misafir benim sınıfımdandı, ama o değildi. Çilli inek Belkıs’tı gelen. Yavaş yavaş konukların sayısı artıyordu. Ne o geliyordu, ne de SuMavi Öyküler -

32


de’nin sınıfından bir tek kişi. İkimizin de suratı asılmıştı. Neyse, yine de en mutlu bendim. Bir sürü hediyem olmuştu. Partinin sonlarına doğru Sude oldukça kötü görünmeye başlamıştı. Takma göğsünün biri düşmüştü ve çok komik görünüyordu. O gün odasına gidip ertesi geceye kadar uyumuştu. İkimiz için de biraz buruk bir doğum günü partisi olmuştu. Sude kaldığı yerden devam ediyordu konuşmasına: “Hiç unutamadım, biliyor musun? Farkına vardın mı, bak göğüslerimi yaptırdım, sanırım seninkileri geçti” diyordu al al olmuş yanaklarıyla. Gerçekten doğruydu. Nasıl da fark edememiştim o koskocaman göğüsleri. Hâlbuki ben de onun küçücük göğüslerine imrenirdim. Neden herkes kendinde olmayana özenir ki? Sanki başkalarının hayatları hep daha güzel, başkaları daha akıllı, başkalarının kocaları daha yakışıklı… İlginç bir doğum günü geçirmeye başlamıştım. “Hadi hayırlısı” diyordum içimden… Bir kopya da bana hazırlasa iyi olur diye aklımdan geçirirken, Sude yine karşımdaydı: “Annemizi çok özlüyorum. Keşke biraz daha yaşayabilseydi…” Keşke… Gerçekten çok genç yaşta kaybetmiştik annemizi. Öleceğini önceden hissetmiş gibi, “sizin 18 yaşınızı göremeyeceğim” derdi. Haklı çıkmıştı. Annem çok sert bir kadındı. Bütün yaşıtlarımız bahçede güle oynaya eğlenirken, bize bütün evi temizletirdi. Dokuz yaşında iki küçük kız çocuğu, olacak şey mi? En acıklısı, annemin eve gelip temizlediğimiz yerleri kontrol etmesiydi. Dev gibi boyuyla salonun ortasında durur, acı kahve gözlerini şöyle bir gezdirip, parmağını ileri doğru uzatır ve isabetli yere atışını yapardı. “Bu ne toz! Olmamış. Hadi bir daha” derdi. Yorgun düşmüş bedenimiz bir de annemin kocaman, ama öpülesi ellerinden de payını alırdı. Bir tane bana. İki tane ona. Annem nedense bana çok fazla kıyamazdı. Sude’yle aralarında hep bir çekişme olurdu. Annem onun silik biri olmasına katlanamazdı. “Siz Neriman’ın kızlarısınız, dik durmayı bilin, sinmeyin, silinmeyin” derdi. Üçüncü bir sigara daha yakarken, Sude görüntüye girmekte geç kalmamış ve bana ilk hediyesini vermişti. Şaka yapıyor diye düşünmüştüm. Değilmiş. O uğursuz doğum günü partisine, Sude çağırmamış dört gözle beklediğim yakışıklı çocuğu. Ne acayip, 33

- Mavi Öyküler


aramızda ateşli bir aşk olmasını engellemeye çalıştığı kişiye beş koca yılımı vermiştim sonradan. Neden daha önce ikisi de bana bundan söz etmemişlerdi ki? Üç kere denemiştik. Olmamıştı… Üçüncüsünde bu son demiştim, evet, bu kez gerçekten olacak ve biz sonsuza dek sürecek bir ilişkiye kucak açmış olacağız, ama… Evlilik haberi İzmir’e kadar gelmişti. Yeni bir aşkın pençesine takılmış yine, kısa bir zamanda kurtulur demiştim yakın dostlara… En çok, nasıl biriyle evlendiğini merak etmiştim duyar duymaz. Fazla merak kediyi öldürürmüş oysa. Ortak arkadaşlarımız taze gelini tanımadıklarını söylemişlerdi! Adı Poyraz’dı… “İlk ve son aşkım sensin, eğer bir gün biterse senden başkası girmeyecek kalbime” derdi. “Ben yalnız kovboyum” derdi… “Savaşçıyım” derdi… Ama savaşacak gücü kalmamıştı demek ki. Ne büyük bir illüzyonmuş meğer benim aşk sandığım şey. Âşık olmak ile salak olmak arasında ne çok benzerlik varmış. Belki ikisi de aynı şeyi yaptırıyordu insana. Gözümü bu kadar karartan neydi acaba? Kendine âşık olunduğunu sanan kocaman bir aptalmışım besbelli. Sineğin örümcek ağına yapışıp kalması gibi, o da neden benim aklımın bir yerlerinde asılı kaldı hâlâ? Üst kattaki, muhtemelen âşık biri teybin sesini bu kadar çok açmasaydı eğer. Çalan bizim parçamız çünkü: “Gel Ey Seher…” Bir kahve daha alıp kardeşimin benim için hazırladığı filmi kaldığım yerden izlemeye devam ettim. Ekranı tanımadığım bir sürü insan doldurmuştu. Sanki bazılarını tanıyor gibiydim, ama loş ışıkta çekilmiş görüntüler insanları ayırt etmekte zorluyordu beni. Yılbaşı partisi gibiydi. Sude’yi seçemiyordum kalabalık içinde. “Herkes ne kadar da şık” diye düşünürken Sude gelinlikler içinde görünüvermişti. Kıyafet balosu olduğunu anlayamadığıma kızmıştım. Gözlerim damat kılığında birini aramıştı hemen. Canım babam da partideydi. Onun ne işi vardı ki kıyafet balosunda? Ne güzel görünüyordu lâcivert takım elbisesiyle. Üzgün görüntüsünün altında yatan nedenin, aklına annemin gelmiş olmasından kaynaklandığını düşünmüştüm. Gerçekten çok sevmişlerdi birbirlerini. Annem de sevilmeyecek kadın değildi hani. “Ben öldüğümde, birbirinizi hiç bırakmayacaksınız, sacayağı gibi olacaksınız. Gözlerime iyi bak Burhan, kızlarım sana emanet,” demişti daha çok beni işaret ederek. Annem bu açıklaMavi Öyküler -

34


mayı yaptıktan sonra Sude’yle yalnız kalıp konuşmak istemişti. Oysa her zaman “Asude benim kızım, Sude de babasının kızı” derdi. Evet, onlar daha iyi anlaşırlardı. Babam hep kol kanat gererdi Sude’ye. Ona, “seni cam fanusun içinde saklamak lâzım” derdi. Annem babama, Sude’ye çok yumuşak davrandığı için kızardı. “Elinde olsa onun yerine nefes alacaksın” diye söylenip dururdu. Annem beni nasıl derin denizlerin ortasına attıysa, babam da Sude’nin hep can simidi olmuştu. Ölmeden önce son bir kez görebilmeyi çok isterdim babamı. Belki bana anlatacakları vardı. Var mıydı acaba? Kamera kalabalık arasında dolaşırken, Sude’nin biriyle dans ettiğini fark etmiştim; ama partnerinin kim olduğu seçilmiyordu. Sonunda kendine uygun bir sevgili bulabilmiş diye gurur duymuştum kardeşimle, kuğu gibi dans edişini izlerken bu gizemli yabancıyla. Birazdan bana, bugüne kadar kimsenin vermediği bir hediye daha verecekti. “Bu gece çok mutluyum. Gelinliğim yakışmış mı? Herkes göğüs dekolteme bayıldı. Sence nasıl görünüyorum Asudeciğim?” demişti kameranın gözünün içine bakarak. Hoştu, gerçekten hoştu, ama? Anlam verememiştim önce. Bu bir kıyafet balosu muydu? Yoksa gerçekten bir nikâh töreni miydi izlediğim? Bir anda her şey, çözülmesi imkânsız bir bulmacaya dönüşüvermişti ki, Sude imdadıma yetişmiş ve kilit sözcüğü söyleyivermişti: “Evlendim.” Bana da “hayırlısı” demek düşmüştü tabii bunu duyunca. Sude hâlâ kalabalığın içinden bana seslenmeye çalışıyordu, müstakbel damadın elinden tutup kameraya çevirmiş ve “seni kocamla tanıştırayım çok sevgili ikizim. İşte senin doğum günü hediyen,” demişti. Olanlara inanamamıştım önce. Filmi olduğu yerde dondurmuş ben de donakalmıştım gördüklerim karşısında. İkizimin kocası oydu: Poyraz. Yani ilk aşkım… Yani ilk göz ağrım… Bunu hak edecek hiçbir şey yapmamıştım oysa. Neden onu seçmişti ki? Memlekette başka adam mı yoktu evlenecek? Bir de utanmadan karşıma geçmiş, “Amacım senin canını acıtmaktı. Acıttım. Poyraz senin aşkındı, şimdi de benim. Her şeye değer,” demişti, ilk kez gözlerimin içine bu kadar ışıl ışıl bakarak… Evden çıkmadan önce son bir kez annemin öldüğü odaya gir35

- Mavi Öyküler


miştim. Canım annemin fotoğrafı yatağının hemen üzerinde asılıydı. Onun da üzerine siyah kalın harflerle yazılı bir not iliştirilmişti: Bu odaya bakacağını biliyordum. Lafı çok uzatmayacağım. Annem daha fazla acı çekmek istemiyordu ve benimle yaptığı anlaşmaya göre, ona ilaç yerine şeker verecektim, siz anlamayın diye. Ölmek üzere olan birinin son isteğini kim yerine getirmez ki? Öyle değil mi ikizim… İkinci isteğiyse senin bunu bilmemen olacaktı, ama dayanamadım. Ondan da öcümü aldım işte… Bir de utanmadan annemizi çok özlediğini söylemişti. Annem ne kadar da haklıymış onun elmanın çürük tarafı olduğunu söylemekte. Şimdi her şey yerli yerine oturuyordu. Annem demek, bunları söylemek için Sude’yle odada yalnız kalmak istemişti. Benim böyle bir şeyi yapamayacağımı biliyordu, aramızda en çok ölmesini isteyenin Sude olduğunu bildiği gibi. Bunları duyduğumda, ne içim yanmıştı, ne de canım acımıştı. Böyle bir itiraf, kimilerinde soğuk duş etkisi, kimilerinde elektriğe tutulmuş hissi, kimlerindeyse felce uğramış etkisi yaratırdı. Ama bende yarattığı etki, bir hafiflik, bir boşluk duygusu olmuştu. Sanki üzerimden bir yük kalkmış gibiydi. Yoksa aklım başımdan mı gitmişti? Mavi bulutlar, yerini gecenin siyahına bırakmak üzere. Sanki gökyüzüne kar yağmış. Hadi bakalım hayırlısı…

p

“ADI MÜKEMMELİYET HEYKELİ OLSUN” “Bir Üçüncü Sayfa Haberinin Ayrıntısı” | Deniz Uçar Yılın ilk günlerine denk gelen soğuk bir kış öğle sonrasıydı. Mahmut Usta makineyi talimata uygun olarak temizlemiş, ilgili çizelgeyi dolduruyordu. Günlerdir korkuyla beklediği telefon tam da artık gelmeyeceğini düşünüp rahatladığı sırada gelmişti. Sekreterin böyle huzursuz edici durumlarda gerilimi arttırmak için çıkardığı metalik ses, genel müdürün kendisini odasında Mavi Öyküler -

36


beklediğini bildiriyordu. O uğursuz sabahı anımsamaya çalıştı. Günlerdir evinin üzerinde dönenip duran alıcı kuşları kovalamaktan deliksiz bir uykuya hasretti. Yine de evden besmele çekip, sağ ayakla çıkmayı ihmal etmemişti. Bütün gece yağan karın üzerinde konutlardan aynı saatlerde çıkan işçilerle birlikte uzun süre yürümüş, dere tepe aşıp otobüs durağında çeşitli yönlere dağılmışlardı. Fabrika binasının barakadan bozma ilk halini, düdüklerle işbaşı yaptıkları zamanı hatırlıyor, bu hızlı değişime bir türlü alışamadığını düşünüyordu. Fabrikaya geldiğinde her günkü kalabalık kapıda birikmişti. Uzaktan bakıldığında kum saatinin bel kısmından akmayı hedefleyen kımıl kımıl kum taneleri gibi görünen topluluk, aslında birbirini itip kakarak içeri girmeye çalışan üniversite mezunlarıydı. Şirket çalışanlarının kapıdan geçmesi her gün, bir önceki güne göre güçleşiyordu. Mahmut Usta bu engeli yırtarak geçmeyi başardıktan sonra, her zamanki gibi mükemmeliyet heykelinin altın tasta sunduğu yeşil sıvıyı yüzüne sürüp sürmeme kararsızlığı yaşamıştı. Bronzdan yapılmış, sol elinde tuttuğu evrak çantasını hafifçe arkaya doğru alarak, sağ eliyle uzattığı altın tasın içinde şirket çalışanlarına motivasyon iksiri sunan, kravatlı ve takım elbiseli, yakışıklı bir erkek heykeliydi bu. Arkasında asılı olan iksir hazırlama çizelgesine baktı; tarih geçen cuma gününün tarihiydi. Hazırlayan: Hayriye Korkmaz, imza, Kontrol eden: Turhan Yılmaz, imza. Demek Hayriye Hanım o günkünü henüz hazırlamamıştı. Üç günlük iksirde ille de birilerinin cumadan kalma salyası sümüğü vardır diye düşünüp vazgeçmişti yüzüne sürmekten. Aslında yapılacak şey, sadece sağ elin orta parmağını iksirin içine hafifçe daldırıldıktan sonra, parmakta kalan miktarı alın kısmının ortasına sürüp, kurumasını beklemekten ibaretti. Bu esnada işle ilgili günlük dilekler de sessizce mırıldanılabilirdi. Ancak bazı kişilerin abartarak bu iksirle abdest alır gibi ellerini, yüzlerini yıkadıkları ve o sırada burunlarından giren bir miktar iksirin tekrar tasın içinde damladığını görenler olmuş ve bu söylenti şirket içinde yayılmıştı. Yine de şirket kültürünün bir parçasıydı, yararlılığına inanmayanlar dahi aidiyet duygusunun göstergesi 37

- Mavi Öyküler


olarak kullanmak durumunda hissederlerdi kendilerini. “Bir zamanlar ben hazırlardım bu iksiri” diye düşündü Mahmut Usta, gözleri doldu. Fabrikanın bahçesinde kedilerin dolaşıp, ağaçların üzerinde bülbüllerin şarkı söylediği zamanlardı. Çizelgeler uygulanmaya henüz başlanmamıştı: Bir damla metil sarısı, üç damla timol mavisi 100 ml suya damlatıldıktan sonra oluşan yeşil çözelti, beyaz eldivenli büyücülerin çarşamba toplantılarına gönderiliyor, orada bazı gizli işlemlerden geçirildikten sonra, sihir bozulmasın diye soğuk zincirle şirkete gönderilip, hemen buzdolabına konuluyordu. Buzdolabında saklama süresi bir haftaydı. Günlük olarak tasın içine doldurulan bir litre suya, bu iksirden yirmi mililitre konuluyor, ertesi gün yenileniyordu. Mahmut Usta’nın işe girişi çizelge zorunluluğu çıkmadan bir yıl öncesine dayanıyordu. O zamanlar da aynı titizlik içinde yapılıyordu işler ya da sürekli olarak bu durum vurgulandığı için öyle sanılıyordu, ancak hiçbir şey belgelenmiyordu. O dönemde, yani Mahmut Usta amcaoğlunun çağrısı üzerine arkasına bile bakmadan köyünü bırakıp bu fabrikaya geldiğinde, makineler öyle bir gürültüyle çalışırlardı ki, oluşan güçlü titreşimler yüzünden hiçbiri sabit duramaz, üretim alanında sürekli gezinirlerdi. Bu gezinmeler sırasında tam birbirleriyle çarpışacakken ustabaşı tarafından durdurulur, eski yerlerine itildikten sonra yeniden başlatılırlardı. Zaman kayıpları akşam fazladan çalışmaya sebep olurdu. Takip eden mayıs ayında Almanya, Fransa ve Amerika’dan bir denetçiler heyeti gelmişti. Beş gün boyunca fabrikanın her tarafı dolaşılıp, üretim alanları, makineler, işçilere kötü kötü bakarak heyetin arkasında dolaşan yöneticiler denetlenmişti. Yanlış bir şey yapmamaları konusunda tembihlendiklerinden, makinelerin yanında nefeslerini tutarak hareketsiz duran işçiler, makinelerini de çalıştırmıyorlardı. Denetçiler ilk gün fabrikada üretim yapılmadığını düşündüler. İşçiler o günün akşamı yöneticilerden azar işittikten sonra, makineleri çalıştırıp, hiç konuşmamaları, hatta sorulan hiçbir soruya cevap vermemeleri konusunda uyarıldıktan sonra ertesi gün yeniden denetim geçirdiler. Sessiz ve Mavi Öyküler -

38


hareketsiz duruşları sırasında merakla izliyorlardı bu dillerini bilmedikleri, uzun boylu, sarışın, güleç yüzlü insanları. Bunların iyi insanlar mı, kötü insanlar mı olduklarına hiçbir zaman karar veremediler. Bu arada makineler gürültülü adımlarla yürüyerek geçip gidiyorlardı önlerinden. Fabrika gezisi tamamlandıktan sonra üç gün üç gece kapalı kapılar ardında süren, ara sıra yüksek sesle atılan kahkahaların üretim alanlarından bile duyulduğu toplantının sonunda şu kararlar alınmıştı: Yapılan her şey yazılacak, yazılan her şeyin yapılmış olduğu kontrol edilecek, kontrol edildiği de yazılacak ve onaylanacaktı. Bir de daha kısa zamanda daha çok üretim yapan, daha az gürültülü, yerinden oynamayan, modern makineler alınacaktı. Alman denetçi, kendi ellerindeki eski makinelerin bu iş için ideal olduğunu da eklemişti. İşte çizelgelerin oluşturulması bu tarihlere rastlıyordu. Almanların eski makineleri satın alındı. Artık bu kadar çok işçiye gerek yoktu. Önce kadın işçiler çıkarıldı. Onların yerine, beş tane kontrol mühendisi alındı. Kalan işçiler sendikalı oldu. Bu işte önayak olanlar da işten çıkarıldı. Kalan işçiler çalışmayıp halay çektiler, elebaşları işe geri alınana kadar halayı sürdüreceklerini söylediler. Elebaşları alınmadı, onların yerine daha yüksek ücretle daha az sayıda sendikasız memur alındı. Halay çekmeye devam ettikleri taktirde kalanların da işten çıkarılacağı söylendi. Aynı dönemde sendikalı işçilerin konduları yıkıldı. Yıkılan konduların yerine güvenlikli siteler yapıldı. İşbaşı yapan işçiler sendikanın da yardımıyla şehrin yüksek tepelerindeki kondulardan şehir dışındaki toplu konutlara taşındılar. Mahmut Usta bütün sendikalıların yavaş yavaş çıkarılacağı söylentileri üzerine sendikadan ayrıldı. Patron Mahmut Usta’yı yanına çağırıp, sırtını sıvazladı ve “sen artık memursun, bundan sonra motivasyon iksirini sen hazırlayacaksın” dedi. Mahmut Usta’nın koltukları kabardı. İşçilerin arasında Mahmut Usta’ya “Dönek Mahmut” da diyenler oldu. Mahmut Usta’nın yalnızlığı günden güne artıyordu. Mükemmeliyet Heykeli henüz yapılmamıştı, iksir sabah çayın39

- Mavi Öyküler


dan önce personel memuru tarafından dolaştırılıyordu. Tabii bu da çizelgeye işleniyordu. Tuvaletlerden yemekhaneye, üretim alanlarından ofislere, her yerde çizelgelerin bulunduğu kâğıtlar uçuşuyor, dışarıdan bakanlar burasının kâğıt fabrikası olduğunu sanıyorlardı. Yapılan işlere göre çalışanların da sınıflandırıldığı çizelgeler oluşturulmaya başlanmıştı artık. Ancak sınıflandırma işlemi büyük bir gizlilik içinde yürütülüyor, çalışanların kendileri bile hangi sınıfa dahil olduklarını bilmiyorlardı. Amaç huzur ve barış ortamının bozulmamasıydı. Yöneticiler üç sınıfa ayrılmıştı: Olmazsa olmazlar, olmaz olasıcalar ve yeri doldurulabilenler. Herkes kendisini olmazsa olmazlar sınıfından sanırdı. Oysa genel müdüre göre sadece kendisi olmazsa olmazlardan olup, geri kalanlar diğer iki sınıf arasında paylaştırılıyordu. Diğer yöneticilere göre ise bir tane olmaz olasıca vardı. İşçilere sorarsanız genel müdür de dahil olmak üzere bütün yöneticiler olmaz olasıcaydı, esas olmazsa olmazlar işçilerdi. Yeni işe girenler ise doğrudan doğruya, işçilerin de dahil olduğu “hemen vazgeçilebilenler” sınıfına alınıyorlardı. Bunlar arasından geleceğin yönetici adayı olarak umut verenler “yeri doldurulabilenler” sınıfına yükseltilebiliyordu. İki yıl sonra denetçilerin yeniden gelecekleri haberi, “bulacakları en küçük bir kusurda fabrika kapatılacak, hepimiz işsiz kalacağız” söylentileriyleriyle birlikte dalga dalga yayılmıştı. Genel müdür motivasyon iksirinin sabahları elden dolaştırılmasını biraz alaturka bulduğundan, uzun zamandır düşündüğü heykel projesini gündeme getirmiş, bu heykelin şirket politikasını temsil eden bir heykel olmasını, motivasyon iksirinin de bu heykelin elinde bulunan tasın içinde durmasının daha iyi olacağını, gelen yabancı denetçilerin de bundan etkileneceğini söylemişti. Bu heykel denetim öncesine yetişmeliydi. Sonunda ortaya çıkan heykeli kendi gençliğine benzetmiş, “adı Mükemmeliyet Heykeli olsun” demişti. Tekrar gelen denetçiler yine beş gün fabrika gezisi, üç gün topMavi Öyküler -

40


lantı sonunda daha modern, daha az zamanda daha çok iş yapan eski makinelerini sattılar. Mükemmeliyet Heykeli’ne ve motivasyon iksirine bayıldılar, yüksek sesli kahkahalar attılar ve bir dahaki gelişlerinde patentini alacaklarını söyleyip, iki yıl sonra tekrar görüşmek üzere ayrıldılar. Yine işçilerin bir kısmı ve bu kez kontrol mühendislerinin de bir kısmı çıkarıldı. Sendika temsilcisi işe arabayla gelmeye başladı. Motivasyon iksirinin formülasyonunun değişeceği müjdesi verildi. Kalan sendikalı işçiler çalışmak yerine halay çekmek istediler, sendika temsilcisi, “şimdilik durun bakalım” dedi. Mahmut Usta günlerce hasta karısının başında beklemiş, denetim olacağı gün uykusuzluk canına tak demiş, sonunda depodaki çuvalların arasında içi geçmişti. Rüyasında bir adaya düşmüştü, ama adanın etrafını çevreleyen meğerse deniz değilmiş de içinde salyaların sümüklerin yüzdüğü yeşil renkli motivasyon iksiriymiş. Vapurlar da çalışmıyormuş artık. Şehirdeki hasta karısına ve küçük oğluna ulaşmak için bu pis iksirde yüzmekten başka çaresi yokmuş. Rüya bu ya, tam suya girmek için cesaretini toplamaya çalışırken biri arkadan itivermişti. Geriye dönüp baktığında kıyıda mükemmeliyet heykelinin durduğunu görüyordu. O sırada uyanmıştı, Ferruh Bey kendisini dürtüyordu, denetçiler de yanındaydı. Metalik sesli sekreterin telefonuyla bir süre hareketsiz kalakamıştı. Kendini toparlayıp merdivenlerden çıkarken bunun son çıkışı olabileceğini düşünüyordu. Bundan önceki çıkışı da, Ferruh Bey’in kendisinden çok memnun olduğunu düşündüğü bir dönemde maaşına biraz zam istemek içindi. O zaman Ferruh Bey kapıda bekleyen ve onun aldığı maaşın yarısına razı bir sürü üniversite mezunundan söz etmişti. “Memleket çok kötüye gidiyor, bu işsiz üniversite mezunları kapıyı tutmuş, her akşam giriş çıkışımıza bile engel oluyorlar, ne yapacağız bunları bilemiyorum” demişti kaygılı kaygılı. Sonra da pencereden, kapıda birikmiş, birbirini itip kakan üniversite mezunlarını göstermişti. Kapıyı tıklattığında, oturmakta olduğu makamından, “girin” 41

- Mavi Öyküler


diye seslendi Ferruh Bey. Arkasındaki duvarda, üzerinde altın harflerle “İmajımız Mükemmeliyet” yazısı bulunan ahşap panel gözünü almıştı. “Bunca yılın emeğine teşekkür ederiz, ama anlaşılan sizi çok yormuşuz, dinlendirelim” dedi. “Bunca yılın emeği” diye bir laf vardı da, ortada görünen bir şey yoktu. Emek denilen şey verilir, sonra da uçup giderdi, geride bir tortu bile bırakmadan. Akşam yine karları eze eze, dere tepe geçe geçe vardığı evinde hasta karısının yüzüne bakamadı, çocuğunu kucağına alamadı. Hiç ses etmeden gitti yatağına yattı. Alıcı kuşları kovamadan uyuyakaldı. Sabah kalktığında karısı yoktu. Dövündü, dövündü, sonra kafasını kaldırıp gökyüzüne bir baktı ki, karısı kuşun ağzında evin üzerinde dönüp duruyor. Karısını kurtarmak için aldı oğlunu kucağına, binanın tepesine çıktı, bir zıplayışta yakaladı kuşu kanadından, sonra yerde açık duran bir gazetenin üçüncü sayfasına düşüverdiler beraberce. Haber aynen şöyleydi: “Cinnet geçiren baba oğluyla birlikte ölüme atladı.”

p

“ÇOK ŞEY YAŞAMIŞ” “Tehlike Semptomları Veren Algı Bozuklukları ve Korkular” | Feride Değer Sökmen Acı; ne kaypak bir kelime. Neden insanlar “mutsuz olmak”la “acı çekmeyi” birbirine karıştırırlar ki? Bütün ölümler acıdır, bazı biberler de… Ve biz ikisini de bir süre sonra unuturuz. Belki de mutsuzluk yıpratır; acı dayandırır, terbiye eder… Yoldayız. Sarı camlı RayBan gözlük takmış şımarık bir tavşanla aynı kompartımanı paylaşıyorum. Sürekli sıkılıyor tavşan. Durup durup Mavi Öyküler -

42


bir şeyler istiyor. Elinde 50’lik bir bira şişesi Bugs Bunny’e küfür ediyor. “Ben oynattım o ibneyi ilk filminde. Her gün kapımdaydı orospu çocuğu! Hande geldi bir gün, Ataizi, yedik içtik, muhabbet falan derken çat kapı bu pezevenk geldi. Daha ikinci filmi yeni çevirmiş ama dikiş tutturmaya başlamış ibne. Hande de ödül falan almamış daha, öyle ufak roller falan kovalıyor. Bu ibne bi girdi muhabbete yok ben şunu tanırım, yok ben bununla çalıştım, bizim Amerika falan derken ayıkladı hatunu beş dakikada. Sonra yok alıp Amerika’ya götürmeler falan… ‘Bizim Amerikaymış!’ Biz kim ulan ibne! Allah’ın şerefsiz tavşanı, ulan tavşandan Amerikalı mı olurmuş be! 10 sene önce anan babanla çayırda çimende kıçına saçma yerken Amerika mı biliyordu şerefsiz!?” Konuştu, konuştu yol boyunca tanıdığı bütün çizgi film artistlerine küfür etti. Mickey Mouse’un aslında Donald Duck’a vurdurduğunu, Minnie’ye de işin vitrini olsun diye ayda 15.000 dolar maaş ödediğini söylediğinde 3. şişeyi bitirmişti. Bir ara iPod’uma taktı kafayı, açtı kurcaladı, Sezen Aksu’yu görünce bu sefer ondan bahsetmeye başladı. “İyi karıdır Sezen, çok eski tanırım ben onu. O var ya oğlu, DJ’lik falan yapıyo şimdi, ona araba kullanmasını ben öğrettim. Çok çabaladı Sezen ama biraz delidir. Bak sen de ona benziyorsun, öyle deli deli bakıyorsun.” “Ben mi?” “Tabii canım zor değil ki bu işler, bi kaç adam tanımaya bakar, sen ne zannediyorsun? Geçen evdeydik, Sezen’de. ‘Valla çok şey yaşamışız biz’ dedi. ‘Eee’ dedim ‘Sezencim, yaşanmadan olmuyor bu işler!’ Hadi bi cigara sar da içelim be!” Pencereye çevirdi başını, akıp giden ağaçları izlemeye başladı sarı camlarının ardından. Çok şey yaşamış, çok adam tanımış RayBan gözlüklü tavşan... “Gözlük güzelmiş.” dedim. “Yaa Teo hediye etti geçen doğum günümde.” “Teo?” 43

- Mavi Öyküler


“Ya yok mu bizim şarkıcı Teo, Teoman..” “Haa” “O da bizim eskilerdendir. Kemancı tayfasından… Hadi sarsana şu cıgarayı sen…” “Burada mı?” “Sar sen sar, sikerim kondüktörünü, trenini, burda içmeyeceksek nerde içicez?! Geçen Zeus’un oradayız, bi cigara sardı herif, aklım çıktı. Athena getiriyormuş ona da, hatun acayip, habire çekiyo… E abi koskoca Zeus onun içtiği maldan bize düşer mi?! Sar sen uzatma!” “Peki..” Sigarayı sarıp uzattım. Yaktı, derin bir nefes aldı. Başını arkaya yaslarken burnu kışın yanan bacalara benziyordu. “İyi, fena değilmiş.” dedi ve sustu. Bir daha da konuşturamadım... Tren istasyonda durduğunda gözlerini açtı, nerede olduğunu anlayamamış gibi etrafına bakındı. “Ne kadar uyudum ben?” “5-6 saat kadar.” “Geldik mi?” “Evet.” “İyi sen şu çantaları al ben de arabaya bakayım gelmiş mi?” “Olur.” Aceleyle trenden indik, istasyonda bizi karşılayacaklardı. Yolun karşısındaki beyaz Megan’ın yanına gittik. Bıyıklı esmer bir adam hemen sürücü koltuğundan indi, elimdeki çantaları almaya yeltendi. “Sağol abi, gerek yok, ben taşırım” dedim. “Nasıl iyi geçti mi yolculuğunuz?” “Eh fena değil, tavşan biraz yoruldu ama… Bu gece dinlensin isterseniz.” Kulağıma eğildi, “Çok içti mi gene?” diye sordu fısıltıyla, “Eh işte, biliyorsun.” Mavi Öyküler -

44


Sonra abartılı bir saygıyla tavşana döndü, “Hoş geldiniz efendim, bir haftadır sizi bekliyoruz. Patron özellikle sizin de aramızda bulunmanızı çok istiyordu…” “İyi iyi uzatma! Düğün ne zaman?” “Yarın gece efendim. Bütün mutfak sizin için hazırlık yapıyor. Bu akşam dinlenin isterseniz, otelimizde misafir olun, yarın öğlen artık inersiniz mutfağa…” Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu, bana döndü, “Bak bu akşam dinlenin diyor sen ne diyorsun?” “Yok ben kalmasam daha iyi, yarın da Konya’da bir otele ördek götürmem gerekiyor, ben akşama doğru geri döneyim.” “Ne ördeği?” “Milletvekili’nin yeğeninin düğünü varmış, yemekte portakallı ördek vereceklermiş, onu teslim etmem gerekiyor.” “İyi iyi, akşama doğru çıkarsın sen, gel şimdi şu oteli görelim…” Arabaya bindik, yarın akşam masalarına servis edileceği otele doğru yola çıktık.

p

“SONRA FERMUARIMI ÇEKER, EVE DÖNERİM” “Lütfen Beni Yanlış Anlama” | Tuğçe Ayteş “I’m just a soul whose intentions are good Oh Lord, please don’t let me be misunderstood” (Ben sadece iyi niyetli bir ruhum Oh Tanrım, lütfen yanlış anlaşılmama izin verme) Please Don’t Let Me Be Misunderstood / The Animals Geçenlerde açılan bu kafenin sigara içilmeyen bir köşesine oturdum. Aslında yığıldım desem daha doğru olur. Olanlardan sonra kafa dinlemek yerine nispeten gürültülü bu yeri neden tercih ettiğimi bilmiyorum. Arkadaşlarımın: “Aa, Emel, inanmıyorooom! Nasıl gitmezsin Sabahat’a? Kızııım, adı tüm İstanbul’a yayılmış. Kâhin falan diyorlar. İnsanın içini 45

- Mavi Öyküler


okuyor resmen,” demelerine niye bu zamana kadar kulak vermedim? Yok yok, bilinçli bir tercih değil benimkisi. Tabii ki tercih diye bir şey varsa… Off, canım çok sıkkın. Geleceğim bir anda müphemleşti. Normalde kafamı kaşıyamadığım bu saatlerde başka ne yapabilirdim ki? Bunları düşünürken epey dalmışım. Garsonlardan birisinin masama bir menü bırakmasıyla biraz kendime geldim. Bizim kâhin Sabahat’ın ismini zikrettim kendimin de zor duyabildiği bir gevelemeyle. Ama garson ne dediğimi çıkartamamış olsa bile ne demek istediğimi şıp diye tahmin etti: “Sabahat Hanım’da epey sıra var. İsterseniz adınızı diğer arkadaşlarımızdan birine yazabilirim. Hepsi çok iyidir.” “Ne kadar sürer sıranın gelmesi?” Garson birkaç saniye hesap yaptı aklından: “Bir buçuk-iki saat en iyi ihtimalle.” “Olsun, beklerim.” Nasılsa şu anda zamandan bol bir şey yokmuş gibi geliyor bana. Tam tekrar dalmak üzereyim ki garson beni tekrar ayıltıyor: “Kahve dışında bir şey ister misiniz?” “Aslındaaa… Kahveyi daha sonra getirin, ben, ben (menüye üstünkörü bir göz gezdiriyorum ve tatlılarda biraz duruyorum) bir tiramisu alayım.” Tatlı yemeye çok ihtiyacım var. “Peki hanfendi, hemen getiriyorum.” Garson nazik biri, müşteriye nasıl davranılacağını biliyor. Ama ben onun hemen gitmesini istiyorum. Düşünmem gerek gibime geliyor. Çalan CD’de bir hata oluştu sanırım. Girdiğimde çalan şarkı, bitmesinin hemen ardından bir daha çalmaya başlıyor. Solist erkeğimiz nakaratta yalvarıyor yanlış anlaşılmamak için. Ama en azından şarkının geri kalanında abuk sabuk davrandığını kıza itiraf edebilecek kadar yüreği var. Az bulunan türden… Benim karşıma çıkmayanlardan… Hakikaten neydi bendeki bu talih? Hele bu sonuncusu… Mavi Öyküler -

46


*** “Merhaba Emel, bugün nasılsın?” Erman, bir seksen boylarında, iri yapılı, kumral, özetle (ve tabiri caizse) dalyan gibi, otuzlarının ortalarında bir adam. Çalıştığım şirkette insan kaynakları müdürü. Reklam yazarlığı departmanında çalışan bendenizle pek alakaları olmuyor aslında. Ama Erman her fırsatını bulduğunda, reklam katına işi düştüğünde, yemek aralarında bir şekilde benim yanıma geliyor. Bense yirmilerimin sonlarında, bakımlı ve alımlı, attığım adımlardan etrafa bakışıma kadar kendine güvendiği her halinden belli olan bir kadınım. En azından öyle olduğunu düşünüyorum, öyle hissediyorum. Erman’ın bana olan bu ilgisi başlarda doğal olarak hoşuma gidiyordu. Ama şu anda ona hiç mi hiç yüz vermek niyetinde değilim. Hayır, onu peşimde koşturma, parmağımda oynatmak hevesim de yok. Erman’la konuşurken adının yanına ısrarla “Bey” ekliyorum, asla da “siz” zamirinden şaşmıyorum. O ise senli benli konuşmakta bir abeslik görmüyor. “Emel, yüzün soluk görünüyor. Hayırdır? Bir rahatsızlığın yok ya?” “İyiyim, Erman Bey, teşekkür ederim.” Onun nasıl olduğunu sormuyorum. Zira bu, onunla bir muhabbet açılmasına sebebiyet verir. Hiç istemediğim bir şey… O ise fırsatını bulmuşken konuşmayı uzatmak için elinden geleni yapıyor. “Çok sevindim. Gerçekten. Sana bir şey olursa ben ne yaparım?” İltifatını şakayla karıştırdığı izlenimini vermek için gevrek gevrek, hatta salyaları her an akacakmış gibi gülüyor. Ben de soğuk bir şekilde gülümseyip işimin olduğunu belirtmek istercesine bilgisayar ekranına çeviriyorum dikkatimi. Bir karşılık vermememe içten içe sinir oluyor. En nazik ses tonlarından biriyle: “Moralin mi bozuk? Dediğim bir şeye mi bozuldun? Sen böyle yapınca kendimi rahatsız hissediyorum…” İçimden “Hisset bir zahmet,” diye geçiriyorum. O sırada işye47

- Mavi Öyküler


rinde olmasak, o da benim müdürüm olmasa “Defol git, bela mısın?” diye haykırırdım. Gerçi böyle açık bir tepkinin bile onun kafasında bir yer edineceğini hiç mi hiç zannetmiyorum. *** İşe yeni girdiğim zamanlar… İşyerine ve iş arkadaşlarıma alışmaya çalışıyorum. Diğer yandan da çalışmamdan memnun kalan üstlerim bir hafta içinde işleri yığmaya başlıyorlar. Müşterilerden birisi daha ikinci haftamda benim fikrimi beğenmiş. Reklam yakında çekilecek. Yüzümde güller açıyor sevinçten. İlk ayım doluyor ve övgü dolu günlerin sonunda ilk maaşım yatıyor. Bordromu almak için İnsan Kaynakları katına çıkıyorum. Kimin kim olduğunu bilmediğim için karşıma ilk çıkan takım elbiseli beye Aylin Hanım’ın masasını soruyorum. Olgun ve sempatik bir havayla bana gülümsüyor. “Yenisiniz galiba?” diye takılıyor. “Öyleyim,” diyorum hem utançtan hem de heyecandan yanaklarımın kızardığını hissederek. Adam gülümsemeye devam ederek bana sorumun cevabını eliyle işaret ediyor. Ben o masaya ilerlerken adamın arkadan bana baktığına yemin edebilirim. Günler günleri takip ediyor. Bu kişinin insan kaynaklarının müdürü Erman Bey olduğunu çoktan öğrenmişim. Ondan gelen mailleri, benimle zerre alakası olmasa da bana yollamış gibi mutlulukla okuyor, yolumun onunla bir şekilde kesişmesi için elimden geleni yapıyorum. Başka hiç kimsenin benim içimdeki titreşimlerden haberi yok. Erman Bey de her nasılsa benim her gittiğim yerde görünüveriyor. Takdiri ilahi, diye düşünüyorum. Üzümünü yiyip bağını sormuyorum. Bazı öğle yemeklerini birlikte yiyoruz. Ben halimden memnunum. Bir gün: “İşlerinizin yoğun olduğunu duyuyorum. Öğlenleri karşılaşabilmemiz ne güzel,” diyorum. Mavi Öyküler -

48


Erman yaşının da verdiği bir tecrübeyle mesajı hemen alıyor: “Bence de çok güzel. Senin sohbetine doyulmuyor. Bir gün de bir akşam yemeği yiyelim. Benim bildiğim çok güzel bir restoran var Mecidiyeköy’de.” Çıkma teklifini klasik bir şekilde de olsa aldığım için işi uzatmadan: “Memnun olurum,” diyorum. Beşiktaş’taki bir işyerinden çıkıp da Mecidiyeköy’de yemek yememizin şirkettekiler tarafından görülmemek için olduğunu tahmin ediyorum. Bundan sonra bir süre Erman Bey’i göremiyorum. Muhtemelen iş gezisindedir. *** İnsan kaynaklarından Aylin’le epey samimi olduk işe başladığımdan beri. Öğlenleri genelde birlikte takılıyoruz. Erman’ın nerelerde olduğunu sormamak için kendimi zor tutuyorum. Onun bir şekilde konuyu kendisinin açmasını umuyorum. İçim mi temiz nedir, Aylin pat diye lafa giriyor: “Emel, duydun mu Erman Bey’in olayını?” Olay deyince güm diye yüreğime iniyor. İçgüdülerim birden bu lafın devamının benim için hiç de hoş olmayacağını söylüyor. Etkilenmemiş gibi görünmeye çalışıyorum: “Yoo, n’olmuş ki?” “Karısı erken doğum yapmış. Nur topu gibi bir kızı olmuş. İzin aldı bir aylık. Ondan yok.” Yüreğime inen güm’ü unuttum bile. Sanırım kafama Acme örsü indi, hani şu çizgi film kahramanlarının üstüne düşenlerden. “Kı-kızı?” diye tekrar ediyorum kekeleyerek. “Niye bu kadar şaşırdın anlamadım. Adam sekiz senelik evli. Geç bile kaldı.” Sekiz senelik evli? Bunu sesli tekrarlamıyorum neyse ki. Adam benim yaşımdayken evlenmiş resmen. Bir yandan da bana yeşil ışık yakıyor. Mideme kramp giriyor. Bir lokma daha yersem kusacağım. “Bir şeyin mi var? Rengin kaçtı?” 49

- Mavi Öyküler


“Biraz karnım ağrıyor da. Son dediklerini duydum ama. Allah analı babalı büyütsün, ne diyeyim…” “Amin amin.” Yemeğimi bitiremiyorum. Aylin’in onun anlattıklarından dolayı değil de karın ağrımdan dolayı bu hale geldiğime ikna olmuş olduğunu varsayıyorum. Ama Erman Bey, yoo, sadece Erman, “sen” bu andan sonra benim için bittin! *** Erman “Bey” birkaç hafta önce işe geri döndü. Yeni baba olmuş birisinin, haydi karısını da geçtim, bebeğiyle ilgilenmesi gerekir diye biliriz. Yok efendim, öyle değilmiş. İşe dönüldüğü anda taze güzellere tekrar dört elle sarılmak lazımmış. Bir iki gün önce masama uğrayıp halimi hatırımı sorduğunda istediği cevapları alamayan pehlivan yenilmeye doymuyor. Düdüklü bir tencere gibi içimde kaynayan öfkenin kulağımdan buhar olarak çıkmasına ramak var. Ama kendimi tutuyorum. Bu rezil erkek küspesinin ne kadar düşebileceğini gözlerimle görmek istiyorum. “Emel, merhaba. Hiç sormuyorsun, bu kadar zamandır Erman’a ne oldu diye.” Merak ettiğimi nereden çıkartıyor acaba? “Ne oldu?” diyorum nötr bir şekilde, ama içimden cevabını merak ederek. “İşler uzadı benim. İl il gezmek durumunda kaldım. Nasıl yoruldum anlatamam.” “Yorulduğunuz belli.” Kalın kafalı herif hâlâ hiçbir şeyin farkında değil. “Bak sana ne getirdim taa Nevşehir’den.” Üstünde Kapadokya yazan bir bibloyu tak diye masama koyuveriyor. Sonra da ellerini masama dayayarak tepkimi bekliyor. Ellerine baktım, ikisinde de yüzük yok. Olabilir, yüzük olmamalı bağlılığın simgesi. Ama bu durumda yüzük takmaması onun adiliğine işaret ediyor. Ellerini ben parmaklarını görebileyim diye mahsus da öyle koymuş olabilir, bilemiyorum. Mavi Öyküler -

50


“Zahmet etmeseydiniz keşke… Sultanahmet’te, Kapalı Çarşı’da bunlardan bol bol var.” Erman’ın (ve karısının ve artık çocuğunun da) Beyazıt’ta oturduğunu öğrenmiştim. Bu bibloyu alabileceği yerleri özellikle sıraladım. Ben konuştuktan sonra yutkundu. Fakat bozulduğunu belli etmemeye çalıştı: “Ne zahmeti… Onlardan bol bol olabilir, ama sen bir tanesin.” Israrla adamın gözlerinin içine bakıyorum. İçimde bir umut pırıltısı “Belki de karısıyla zorla evlendi, çocuğu istemeden oldu, adam mutsuz ve sende aşkı buldu,” diyor. Ama o umudun yok olması fazla zaman almıyor. Onun gözleri dudaklarım ve göğüslerimin arasında gidip geliyor. Bakışları bir bluzumun altında yeni yetmelerinkiler kadar anca belli olan göğüslerimde duraksıyor, bir parlatıcıyla olduğundan iri görünen dudaklarımda. Kuruyan dudaklarını belli belirsiz yalıyor. İşten ırak olsak benim bir milim ileri hareketimle dudaklarıma yapışacaktı, bariz. Müthiş bir tiksinti bedenimi sarıyor. Karısı evde, çocuğuna bakıyor. O ise burada beni süzüyor. Beni buraya geldiğim ve onunla karşılaştığımız andan, karısının hamileliğinin başından beri gözüne kestirmiş. Uçkuru nasılsa sağlamda. Bağlamış bir kadını kendine, ev ve çocuk yükünü de ona yığmış. Ohh, ne âlâ… Ben evli barklı bu insanla ilişki yaşamayı kabul etsem, adam eve döndüğünde yüzü hiç kızarmadan karısına ve bebeğine sarılacak. Karısını nasılsa çoktan “elde etti”, aleti onun tadına baktı, o kadın artık “kirlendi” ve “anne oldu”. Etraf genç ve belki de el değmemiş dişilerle doluyken onunla mı yetinecekti? Ne geçiyordu acaba aklından? “Off, nasıl da hasta bana? Şu yemek olayını bir daha açsam da şunu dışarı bir çıkartsam… Sonra da bir otel odasına atarım. Dudaklarını ısırırım. Her yerini emerim, mıncıklarım. Öyle bir pompalarım ki otel onun çığlıklarıyla inler. Sonra fermuarımı çeker, eve dönerim. Biraz böyle sürdürürüm kaçamakları. Baktım ki kız bana bağlanmaya ve sorun olmaya başladı, yakamdan silkip atarım.” Bu adamdan her an daha da nefret ediyorum. Bu adamın “sko51

- Mavi Öyküler


ru”, “elinin kiri” olmayacağım. İyi ki adamın foyası tam vaktinde çıktı. Gözümün önünden kaybolmasını umarak şu ana kadar hep kurtarıcım rolünü üstlenmiş ekranıma sabitleniyorum. Ama bir tarafında şişen damarlarının ağrısı iyice çekilmez olacak ki: “Bu akşam, (yutkunup tekrarlıyor) bu akşam yemeği birlikte yiyelim mi?” diyor başkalarının duymamasına özen göstererek. O sırada kafamı nasıl bir hışımla çevirdim, gözlerimi nasıl bir nefretle ona diktim, bilmiyorum. Aslında okkalı bir küfür savurabilmek, suratının ortasına yumruk, yumruk da değil, masaya çıkıp bir tekme indirmek isterdim. Fakat Emel Hanım, isyanın işte buraya kadar, bir bakışa indirgenmiş halde. Neden? Çünkü işini kaybetmekten korkuyorsun, bir de tabii insanların karşısında küçük düşmekten. “Müdür o, yapmaz öyle şey.” “Evli barklı adam. Çok ayıp.” “Öyle deme. Dişi köpek kuyruk sallamazsa…” Olası diyaloglar zihnimde canlanıyor. O ise hâlâ orada dikiliyor. Defol be adam, defol artık! Yıkıl karşımdan! Geri zekâlı mısın nesin? Öyle galiba, gözlerini aynı uzuvlarımda gezdirerek benden bir cevap bekliyor. Sinirimi birkaç saniyeliğine rafa kaldırarak elimden geldiğince konuşuyorum: “Eşinizin sizi beklemez mi? Malum artık çocuk da var.” İşte sonunda anlıyor hıyar neler olup bittiğini. Benim hiçbir şey bilmediğimi düşünürken kurduğu fantezilerin hepsinin teker teker suya düştüğünü görüyorum irileşen gözlerinde. Bir şeyler söylemek için çabalıyor. İlk denemesinde bir şey söylemeyi beceremiyor. Sonra her nasılsa şu laflar dökülüyor ağzından: “Sen beni yanlış anladın…” *** Erman’a gizliden gizliye haddini bildirdiğim, tam zirvedeyken egosunu yerle bir ettiğim, topu topu birkaç dakikalık, ancak bana saatler sürmüş gibi gelen konuşmanın üstünden neredeyse beş ay geçti. “Yanlış anladığım” Erman Bey, o günden sonra yanıma uğramadı, yemek aralarında karşıma çıkmadı ve rastlaştıMavi Öyküler -

52


ğımızda çoğunlukla kuru bir merhaba demekten bile kaçındı. Benim vicdanım rahat. Evlilik kurumunu tasvip ettiğimden değil. Ancak eğer birisi kendisini başka birine böyle bağlamayı taahhüt etmişse ben isyan ederim. Madem gözün etrafta olacak, o zaman evlenme kardeşim. Ama yoook, garantiye alsın üreme yollarını, diğer kızlar ve kadınlar kapısında köle olur zaten. Olanları da var gerçi. Ben onlardan değilim maalesef. Kusuruma bakmasın. Ben bu adamla ilişki kurduğumda, bunu tasvip etmiş olduğum anlamına gelir. Babamı başka kadınlarla görürsem onaylamam gerekir. Komşuların ayarlamaya çalıştığı hanım evlatlarından birisiyle böyle bir kurumun içinde bulursam kendimi, Erman’ın karısının yerinde olmayı kabullenmem gerekir. Altın Kural, Kant’ınkinden. “Yaptığın şeyin evrensel bir kanun olmasını istiyorsan yap.” Ben istemiyorum. *** Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş, bir sene böylece geçip gitti. Yılın son gününe geldik bile. İşimi, işyerimi ve iş arkadaşlarımı seviyorum. Bu alanda daha başarılı olup yükseleceğime inanıyorum. Maaşı dolgun, çalışma şartları iyi. Mesaiye kalma durumu olmadığı için iş dışında da bir şeyler yapmakta zorlanmıyorum. Spor salonuna yazıldım birkaç ay önce. Oturmaktan yumuşayan ve sarkan vücudumun toparlanmasını istiyorum. İleride pörsümüş bir armut gibi görünmek istemiyorum. Masamdaki telefon çalıyor. Arayan Aylin. Sesi titriyor: “Yanıma gelebilir misin?” “Tabii.” Bir koşu Aylin’in katına çıkıyorum merdivenleri kullanarak. Sesi iyi gelmediği için asansörü beklemek aklıma bile gelmiyor. Aylin’in yanına vardığımda bana buğulu gözlerle baktığını fark ediyorum. “Bir sorun mu var?” Elime bir zarf tutuşturuyor. Aceleyle açıyorum. “… performansınızın yeterli düzeyde olmamasından dolayı bu 53

- Mavi Öyküler


pozisyon için artık uygun olmadığınız…” Kâğıtta yazanlardan tek aklımda kalan bu oluyor. Sayfanın sonunda tahmin ettiğim imza var. İnsan Kaynakları Müdürü Erman Bilmemne! O sırada işimi kaybetmiş olmanın hüznü daha çökmüyor üzerime. İlk hissettiğim şey öfke galiba. Evet evet. Herifin odasına girip ümüğüne yapışmak, yüzünün damarları mor mor çıkana ve gözleri yuvalarından fırlayana kadar boğazını sıkmak, sonra da kafasını duvara vura vura beynini akıtmak istiyorum sanırım. Aylin gözyaşlarını tutamıyor. Bir yandan da yavaş yavaş açılıyor: “Üzgünüm, çok üzgünüm. Yani bu zarfı, bu haberi sana verdiğim için…” “Senin üzülmen gereken bir şey değil bu. Senin elinde değildi.” “Öyle. Ben, ben anlamadım neden senin ismin vardı listede. Kriz dolayısıyla işten çıkarma yapacağımızı biliyordum da… Senden herkes çok memnundu. Erman Bey de iyi birisidir, neden böyle bir karar verdi kim bilir…” Ben biliyorum Aylin, ben biliyorum. “Kartını ve buraya ait ne varsa işte, çıkıştan evvel telsim etmen gerekiyor. Üzgünüm, Emel.” Ben giderken Aylin hâlâ “Üzgünüm,” demeye devam ediyordu. Çıkmadan evvel kat kapısının karşısındaki toplantı odasına baktım. Erman “Bey”, oradaydı. Birkaç saniye durdum, gözlerimi kısarak ona baktım. İçinden zafer kahkahaları attığına inandığım adamın yüzünde sadece silik bir gülümseme hâsıl oldu, oyunu onun kazandığını anlamamı isteyen. Kendini kurtarmıştı. Ben giderken onun hâlâ arkamdan baktığını hissediyorum. Çok yanılıyorsun Erman Bey. Galip olan sen değilsin, benim. Eşinin ve mevkiinin kabarttığı erkekliğinin yarattığı hayali dünyanda, ben, sadece ben, senin gerçek yüzünü gördüm. Direkten dönmüş olabilirsin, yine de neticede beni kandıramadın. Tabii canım, hı hı, içim ne fesat, seni nasıl da yanlış anladım… *** Mavi Öyküler -

54


“Abi ya, CD’yi değiştirir misin? Başa döndü, aynı şeyleri bir daha dinlemeyelim.” Bilgisayar başındaki görevlinin yanından ayrılan garsonun bana bir şey demek üzere masama geldiğini fark ettim. Solist “Lütfen beni yanlış anlama,” tarzından laflarını ediyordu yine. “Hanfendi, sıranız geldi.” Öyle dalmışım ki bir an afalladım: “Sıram?” “Sabahat.” “Hı, tamam. Sağ olun.” Cepleri boş olan mantomu masada bıraktım. Çantamı alıp garsonun gösterdiği yönde Sabahat’ın bulunduğu yere ilerledim. Haydi bakalım insanın içini okuyan kâhin Sabahat, bende kopan fırtınayı da görebilecek misin bakalım?

p

“BAŞKA BİR DİLDE ACIKLI BİR ŞARKI” “Ada” | Petek Sinem Dulun Sitenin geniş bahçesinde doğanın uyanışıyla çiçeklenen bitkileri fotoğraflıyor Begüm. Baharın tatlı kokusu içinde oynaşıyor adeta. Mutlu ve huzur dolu. Bu koku, tomurcuğunu sunan çiçekler, etrafta başıboş dolaşan kediler, ağaçlarda şarkı söyleyen Hint bülbülleri… Yakın plan çekimler yapmaya başlamış, ışığı ve açıyı yakalamayı da başarmış olmanın sevinciyle kendini öyle kaptırdı ki; objektifte beliren küçük parmaklıkları görünce irkilip, tökezledi. Karşısında kocaman siyah gözlerini kırpıştıran bu küçük çocuğun yanına nasıl sokulduğunu hiç anlamadı. Çocuk meraklı, siyah zeytin gözleriyle Begüm’e ağız dolusu gülümsüyordu. “Ada gel oğlum, ablayı rahatsız etme…” İkisi de aynı anda sese doğru baktılar. İlerdeki kafede kısa saçlı 55

- Mavi Öyküler


bir kadın sinirli mi evhamlı mı seçilemeyecek bir biçimde çocuğunu çağırıyor. Begüm, kadına dostça, “Rahatsız etmiyor, merak etmeyin…” dedi. Ada, bu sözler üzerine bir annesine bir Begüm’e bakıp omuz silkti. Dünyayı tanımaya ve anlamaya çalışan küçük bir insan bu sevimli çocuk. Söz dinlemeyen oğluna söylenerek gelen annesi, dizlerinin üzerinde çimenlerde oğluyla yan yana duran Begüm’e “Bu çocuk beni öldürecek bir gün, vallahi öldürecek! Hiç sözümü dinlemiyor. Kusura bakmayın, çocuk işte…” Begüm annesinin içerlediği çocuğu korumak istercesine, “Ne güzel söylediniz, o daha bir çocuk, ben rahatsız olmadım, hatta fotoğrafını çekmek istiyorum izin verir misiniz?” dedi. Kadın tereddüt ederek, “Ben de deminden beri sizi izliyorum, çiçeklerin fotoğrafını çekiyordunuz. Ne güzel meraklar bunlar, bizim imkânımız olmadı hiç… Buraya yeni taşındık, bu arada benim adım Gamze, ilerdeki apartmanın beşinci katında oturuyorum.” “Öyle mi komşuyuz o halde, ben üçüncü kattayım. İsterseniz beraber fotoğraflayayım sizi. Yarın tab ettirip getiririm size…” Begüm bu sözleri söylediğine inanamıyordu. Normalde kimseye birdenbire yanaşmaz, arkadaşlık kurmazdı. Belli ki Gamze Hanım da kararsızdı bu talep karşısında. Kısa bir duraklamanın ardından “olur” dedi. Bu sırada Ada, Begüm’ün ilgisini kaybedince kızın saçlarını çekiştirerek dikkatleri yine kendi üzerine çekmeyi başardı. Gün boyu ödev hazırlamaktan etrafındaki güzellikleri fark edemediğini düşündü Begüm. O gün küçük çocukla şakalaşarak, Gamze Hanım ile sohbet ederek akşamı ettiler. Gamze Hanım’ın eşi bir kongreye davet edildiği için bir hafta eve gelmeyecekmiş ve zaten buraya yabancı olan kadın kendini yalnız hissediyormuş. Oğlu sayesinde tanıdığı bu kızda kendi gerçekleştiremediği hayallerini görür Gamze Hanım ve ödevi olmadığı zamanlar evine uğrarsa memnun olacağını söyler. Kısa süre içinde gayet iyi anlaşırlar. Begüm derslerden uzaklaştığı an kendisini şu an çok uzaklarda olan ailesinin yanında gibi hisseder ve bu şirin anne-oğulla arkadaşlık etmeye karar verir. Mavi Öyküler -

56


Aradan iki ay geçmiştir, Ada’nın üçüncü doğum gününü kutlaması yapılacaktır. Gamze Hanım eşi Önder Bey’le birlikte güzel bir sofra hazırlayıp özellikle apartmandaki çocuklu aileleri bu doğum günü partisine davet eder. Begüm de fotoğraf çekme görevini üstlenir. Ada’ya doğum günü hediyesi olarak görüştükleri süre boyunca Gamze Hanım, Önder Bey ve Ada’nın olduğu büyük bir fotoğraf albümünü hediye eder. Fotoğraf albümünün en sonunda da Gamze Hanım’ın bahçede çektiği Ada’nın Begüm’ün boynuna dolanmış ve yanağına öpücük kondurduğu fotoğrafı yerleştirir. Ada bu fotoğrafı sanki kocaman bir adam gibi başucuna koyar. Artık Begüm’e “abla” değil “Begim” der. Ertesi günün sabahı ezan saatinde Gamze Hanım Begüm’ün kapısında dikilir. Ada kollarında ağlamaklı ve Begüm uyku sersemi uyanamamış gözlerle onlara bakmaktadır. Gamze Hanım Begüm’ü artık iyice aileden saymıştır, sorunu Begüm’e anlatır. Ada; ezan sesinden korkmuş, bir adamın acı içinde ağladığını düşünmüştür. Ne yaptılarsa ikna edememişler ve Gamze Hanım Begüm’e gidelim diyerek oğlunu oyalamıştır. Ama Begüm’e rağmen Ada ağlamaya devam eder. İçeri geçip düşünürler, bir yandan çocuğu ikna etmeye çalışırlar ama Ada boncuk boncuk dökülen gözyaşlarından bir türlü vazgeçmez. O günden sonra Ada her gün ezan saati kalkıp bir adamın ağladığını ve acı çektiğini düşünüp ağlar. Ev halkına ve Begüm’e huzur vermez. Bir süre sonra Begüm’ün aklına bir fikir gelir ve gene bir ezan saati Gamze Hanım’ların kapısının önünde bekler. Ada’nın içerden sesi gelene kadar taş merdivenlerde bekler. “Noluyoo, noluyoo adam ağlıyoo yineee, biri onu çok üzmüüüş, ağlamasın…” Begüm, tebessüm edip küçücük çocuğun duyarlılığına hayret eder, kendilerini de uyutmamasından çok etkilenir. Tam onlar da Begüm’e inecekken, kapıyı açtıklarında karşılaşırlar. “Günaydın Gamze Abla, günlerdir düşünüyorum bu adam niye ağlıyor diye. Sonunda buldum bu adam ağlamıyor, başka bir dilde acıklı bir şarkı söylüyor.” 57

- Mavi Öyküler


Gamze Hanım, Begüm’ün sözlerine anlamamış gözlerle bakarken bu konuşma Ada’nın ağlamasını kesmiştir. “Doğru söylüyorum Gamze Abla, bugün o şarkı söyleyen adamın yanına gideceğim. Biraz neşeli şarkı söyleyemez mi soracağım. Benimle gelin.” Gamze Hanım hâlâ anlayamamış, fakat oğlunun sustuğunu görünce çaresiz Begüm’e inanmış görünerek apartmanın merdivenlerinden aşağı iner. Fazla uzakta olmayan caminin önüne geldiklerinde Ada, Begüm’ün elini sıkı sıkı tutuyorken, kucağına çıkıp, sarılır. “Adacım bak, bu adam şarkı söylüyor mikrofonla, ağlamıyor gördün mü canım. Bak gördün mü Gamze Abla, ağlamıyor adam.” Ada ağlamaklı sesini inceltip, “Ağlamıyor değil mi Begim?” “Hayır canım benim, şarkı söylüyor. Hadi biz de eve gidelim artık, uyuyalım biraz uyanınca neşeli bir şarkı söyleriz. Buradan bizi duyamaz, aynı şarkısına devam edecektir. Bunun için üzülme ve sen çok şarkı öğren oldu mu canım. Hep aynı şarkıyı söyleme.” Ada, eve kadar Begüm’ün boynuna sarılarak gider. Kahramanını bulmuştur. Begüm, Ada’yı yatağına kadar bırakır bir uyku öpücüğü kondurur alnına ve bundan sonraki günler rahat uyuyacağını düşünerek evine iner. Gamze Hanım, Ada uyumuş mu diye oğlunun odasına girdiğinde çocuğunun başucundaki fotoğrafı öptüğünü görür.

p

“KEHRİBAR TESPİHİN ŞIKIRTISI” “Taş Avlu” | Deniz Akyıldız Denize doğru metalik bir ışık parladı, söndü. Ağır metalin suyla buluşması Boğaz’ın tenha köşesinde bir süre yankılandı. Hasan Mavi Öyküler -

58


telaşla etrafına bakındı, peşindeki pos bıyıklıdan başka gören yoktu neyse ki. Aylardır içini kemiren sıkıntılardan kurtulmanın rehavetiyle yere çöktü. 70 milletin toplandığı şehir bir anda boşaldı. Soluduğu hava, ayaklarının dibinde akan su, sert soğuk beton artık yoktu. Ansızın bütün bedenini bir sinir nöbeti kuşattı. Histerik titremelerle sarsılırken; ışıklı caddelerden, boyalı yüzlerle yüksek ökçeli iri ayakkabılarla, rengârenk peruklarla dolu loş odalardan geçti. Bitmek bilmeyen kapılar, birbirine girmiş koridorlarla dolu bir labirentteydi. Kayboldu Hasan… Tam o sırada birisinin elini hissetti avucunda, sımsıcak, tanıdık dostça bir dokunuş. Ağabeyi, Kadir’in avucuna yapışmış küçük bir çocuktu artık. Eskide kalmış, fesleğen kokulu aydınlık bir odada, içli içli ağlıyordu. “Kadir Abi, tabancamı kırdılar, dizim de çok acıyor.” “Üzülme be Hasan’ım, abin değil miyim, yarın beraber döveriz onları. Al bak benim tabancamla oyna, senin olsun.” Koşmak istedi Hasan, yirmi sene önceki o oğlana, abisine sarılmak, haykırmak istedi. “Affet beni! Affet!” Boş şarap şişesinin kırılgan sesi, üstü başı çamur içindeydi Hasan’ın. Yanına evsiz bir ayyaş peyda olmuş söylenip duruyordu. “Bu şehir yer bitirir insanı. Evim vardı, karım vardı, hepsini aldı İstanbul. Ne bağ kaldı ne bahçe. Bu şehir yer bitirir, ne ar bırakır ne namus.” Pos bıyıklı çoktan haber etmiştir köye, bütün aşiret şimdi sevinçle karşılar onu. Peki ama ya anası? *** “Mahmut Ağa, Mahmut Ağa! Müjdeler olsun, oğlan oldu!” Kıpkırmızı et parçasıydı Kadir, ebe eline tutuşturduğunda. “Zaten kucağıma verdiklerinde belliydi ne mal olduğu. Bir de aşiretin başına büyük oğul geçermiş. Ulan demedim mi, o kansızın ardından tek damla yaş dökülmeyecek!” Mahmut Ağa, sesinden de öfkeli adımlarla dövüyordu koca taş avluyu. Her kapıdan bir çocuğun çıktığı konakta tek hâkim, kehribar tespihin şıkırtısıydı… 59

- Mavi Öyküler


*** Tarihi konağın demir kapısı her zamankinden de ağır geldi Hasan’a. Çocukluğunun, ilk gençliğinin dünyasına dönmüştü işte. Ay ışığı ne kadar değiştiriyordu her şeyi… Gece kuşları, ağaçların gizemli karaltısı, fıskiyeli havuzun billur sesi… Hint mihracelerinin, Arap prenslerinin cinlerle perilerle dolu saraylarına açılmıştı o koca demir kapı. Tek ışık, tek ses, tek nefes yoktu… Sadece bir siluet onu bu masalsı dünyadan çekip aldı. Hasan, elinde rakı, tek başına karanlığın bir köşesine itilmiş ihtiyarın hüznüyle ezildi. O bir anlık görüntü, bütün çatışmaları, kafasında kurduğu en ağır sözleri, nefreti alıp götürdü… “Hoş geldin oğul.” Artık ikisi de gecenin karanlığına sığınmış; bakışları birbirlerinden çok uzakta, yan yana oturuyordu baba oğul. Ağızlarından çıkan günlük sıradan sözcükleri havada bambaşka şekillere giriyordu. Hasan’ın sormaya, babasının duymaya cesaret edemeyeceği, hiçbir zaman söylenmeyecek… “Anam nasıl, çocuklar iyi mi?” “Anan pek iyi değil, çocuklar da keyifsiz ama şükür yine de. İstanbul’da rahat ettin mi?” “Sağ olasın baba, sıkıntı çekmedim…” Tam o sırada kara bulutların arkasına saklandı mehtap. Avlu, konak, etrafındaki bağlar, uzaktaki dağlar birer birer karanlığa gömüldü. Dağlarda bir yerlerde kurtların ulumaları sardı acı acı… Yapraklarını havuza uzatmış söğüt dalından bir puhu kuşu sordu; “Niye baba, neden ben?” İhtiyarın yüzü gölgelendi, Hasan’ın gözleri çakmak çakmaktır. Havuzdaki balıklar dile geldi; “Sokağa çıkamaz olduk oğul, adımıza kara çalındı, senin görevindi…” Acı bir rüzgârla uğuldadı taş avlu, çaresizlik kadar soğuk… “Sarıydı saçı, etek giymişti. Yine de sevindi beni görünce, sevindi Ka…” “Sus Hasan sus, anma adını…” Hasan öfkenin, hayal kırıklığının sesini duydu uğuldayan rüzgârda. Oysa bir damla pişmanlık belki biraz da özlemdi ihtiyar gözlerden süzülen. Mavi Öyküler -

60


Bir deli rüzgârdı savurdu geçti avludaki yaprakları. Bulutlar dağıldı, kurtlar sustu. Abisiyle beraber, hülyalı hülyalı dinlediği gizemli masal ülkelerini özledi Hasan. İhtiyar adam usulca dokundu oğlunun omzuna, “Uzun yoldan geldin oğul, yat artık.”

p

“FELAKETİM OLURDU, AĞLARDIM…” “Chun-Li’ye Âşık Olan Çocuk” | Armağan Altay “Fakat eğer korkularınız içinde, aşkın sadece huzurunu ve hazzını arıyorsanız, O zaman çıplaklığınızı örtüp aşkın acıtan yerinden çıkın daha iyi, Girin güleceğiniz ama doyasıya gülemeyeceğiniz, ağlayacağınız ama bütün gözyaşlarınızı dökemeyeceğiniz o mevsimsiz dünyaya.” Ermiş / Halil Cibran Artık sevdiğimiz bir şey kalmamış gibiydi. Zaten eskisi gibi olsa, havanın yağmurlu olmasına aldırmaz, bu pazar günü mutlaka sokakta olurdum. Hatta yağmur, beni ve diğer çocukları daha da heveslendirirdi; patlak topumuzun içine gazete kâğıdı doldurur, top ıslanıp, iyice ağırlaşana kadar takımsız, skorsuz, kazanmasız, kaybetmesiz maçlar yapardık. Akşam olunca ateşimiz çıkar ve bu ateş, günün mikroplarını yakar, yok ederdi. Oysa şimdi, bu sessiz pazar gününde, güpegündüz evimdeyim; annemin pişirdiği tarhana çorbasının mütevazı kokusunu soluyup, apartman boşluğuna düşen damlaların yankısını duyuyor ve pencereden sadece tüyleri ıslak tekir bir kedinin miskin miskin yürüdüğü ıssız sokağımızı seyrediyorum. Yaşım, kalbimde büyük duygular barındırmak için oldukça küçük görünüyor, fakat gerçek bu değil. Gözlerimi bir kapasam, henüz ne olduğunu bilmediğim bir sürü şey için saatlerce ağlayabilirim. 61

- Mavi Öyküler


Çünkü artık sevdiğimiz bir şey kalmamış gibiydi. Annem sanki bu durumun farkındaymış gibi balkondan halı silkerken bana, “Ne oldu? Bugün kimsecikler yok galiba?” dedi. Yüzü, her zamanki gibi hiçbir şey ifade etmiyordu. Karşılık vermemiştim. Yağmur hızlanmış, hızlanmıştı. Yemek pişene kadar balkonda oturmuş ve eskiden oynadığımız oyunları, atıldığımız maceraları düşünmüştüm. Beni en çok Burak’ın gazoz kapaklarına olan ilgisini kaybetmesi sarsmıştı. Daha büyük olsam, bu kaybı, sevgilinin öpülen dudaklarının tatsızlaşmasına benzetirdim, ama o zaman çocuktum ve henüz sevgilimin, sevgili dediğimin yüzüne bir yabancıymış, hiçbir şeymiş gibi bakmamıştım. Burak, geçen hafta kaydırağın altında otururken –orada oturmayı çok severdi– siyah poşetinin içindeki gazoz kapaklarına tıpkı öyle bakıyordu; yakın bir zamana kadar çok şey olan, ama şimdi hiçbir şey olan; bir rüya gibi. Burak’ı uyandıran neydi, sanırım bunu o da bilmiyordu. Poşetin içindeki gazoz kapaklarını dalgın dalgın avuçluyor, sonra tekrar poşete bırakıyor ve odağını yitirmiş bakışlarla yaptığı işi seyrediyordu. Sonra hepimizi derinden sarsan bir şey yaptı, iç çekerek oturduğu yerden kalktı, çöp tenekelerinin yanına gitti. Poşetin içine karıştırmadığı, cebinde, kâğıt bir mendilin içinde özenle sakladığı, RC marka gazoz kapağını eline aldı. O kapak, koleksiyonunun en nadide parçasıydı, çok iyi biliyorum, o kapak için komşu mahallelerin çocukları neler neler teklif etmişlerdi; elli Çamlıca, yüz Pepsi, iki yüz Tamek, beş yüz Kınık sodası… Hayır, Burak kabul etmemişti. Ve o zaman, çöp tenekelerinin önünde, o kapağı elinde sanki eski bir bozuk paraymışçasına evirip çeviriyordu. Sonrasında hepimizin korktuğu ve tahmin ettiği şeyi yaptı, kapağı çöpe attı. Çöp tenekesi bizim için bir nevi kara delikti. Oraya atılan şey asla geri alınamazdı, bu bir kanundu. Yani Burak’ın o kapağı çöpe atması, onu yok etmesi anlamına geliyordu. Bir sevgiliyi, başka bir tanesiyle yok etmek gibi; büsbütün, hepsini hiçlemek gibi. Burak… Deli Burak… Seni öyle iyi hatırlıyorum ki… Dizini sıMavi Öyküler -

62


yırıp, kanattığında bana “ne yapacağız?” diye soruşunu, topa ayağının içiyle vurmasını sana öğrettiğimde yüzündeki heyecanı, dağılıp giden külüstür BMX bisikletini, hepsini çok iyi hatırlıyorum… En son sen kaldın, onu da biliyorum. Ben bile gittim, sen kaldın. Bahse girerim, şimdi her şeyi bırakıp, senin RC kapağın gibi bağlı olduğum şeyleri terk edip, mahallemize dönsem, seni orada bulacağım. Seni orada beklerken bulacağım sanki… Seni öyle iyi hatırlıyorum ki… Cihan da futbolcu kartlarını elinde evirip çeviriyordu. Mahallede en iyi o oynardı futbolcu kartlarıyla. Nasıl yaptığını bir türlü anlayamadığımız hilelerle hepimizi “köker”, sonra o gün kazandığı kartları, sanki avlayıp eline geçirdiği fildişleriymişçesine, odasındaki kadife kaplı bir kutuya koyardı. Şimdi kimsede “kökülecek” futbolcu kartı kalmamıştı, her şey bitmişti, en ucu, en yükseği, en sonu denenmiş ve gerçekleştirilmişti. Cihan için kadife kaplı kutusu artık geceleri uyumadan önce okşayıp, gurur duyacağı bir şey değildi; kaldırım kenarındaki bir izmarit gibi, varla yok arasıydı. Cüneyt’in meşin topu da değerini yitirmişti. Sırf babası aldı diye (babası annesinden boşanmıştı ve uzak bir şehirde yaşıyordu), betonda oynanmasını istemeyen, aşınmasından korktuğu topu, şimdi kendi elleriyle soyuyordu. Neredeyse “haydi maç yapalım” diye yalvaracaktı, ama onun da içinden gelmiyordu. Babasının ona o topu aldığı günkü sevincini düşünüyor, o pırıl pırıl sevincin nasıl eskidiğine bir türlü akıl erdiremiyordu. Sevinçler hep böyle miydi? Ve ben… Günler boyunca hayalini kurduğum, eskiden Yahudilerin yaşadığı Saray Caddesi’ndeki oyuncakçı dükkânının vitrinini süsleyen mavi bisiklet… Koca bir yaz tatili boyunca kahvehanede çalışıp, kazandığım parayla satın aldığım bisiklet… Bindiğim ilk gün, kendimi bir ejderhanın üzerindeymiş gibi hissettiğim, dizlerimin bağı çözülünceye, direksiyonunu tutan kollarım tutuluncaya, selesinin üzerindeki kıçım çürüyünceye kadar gezdiğim, o pullu mavi, alüminyum jantlı, tamı tamına on sekiz vitesli bisiklet… O bisikleti, patkan farelerin cirit attığı apartman 63

- Mavi Öyküler


bodrumunda çürümeye terk etmiştim. Nedense onu görmek, hatta anımsamak bile istemiyordum. İşte şimdi biz; mahallenin gürültücü çocukları, büyüklerin alay ettiği bir sessizliğin içindeydik. Kimse kimseyi evinden çağırmıyordu. Komşu mahallelerin maç tekliflerini, “korkak!” ithamına aldırmadan reddediyorduk. Toprağın üzerinde sürünen solucanlar, kuş cesetleri, hükümet konağının arka bahçesindeki tosbağalar, hiçbir şey, hiçbir şey ilgimizi çekmiyordu artık. Aradığının Leyla olmadığını anlayan Mecnun’lar gibiydik, hüzünlü bir durgunluğumuz, sevimli bir şaşkınlığımız vardı. Daha okuma yazmayı bilmiyorken, bütün zevklerimize sonsuzluğun çağrısı bulaşmıştı. Atari salonu açılmasaydı eğer, ya çıldırırdık, ya da yaratmaya başlardık. *** Atari salonundan önce o dükkânda ne vardı hatırlamıyorum. Sanırım Hacı Amca orasını garaj olarak kullanıyordu. Bayağı eski, krem rengi bir Murat 131’i vardı. Ondan sonra plastik boruların depolandığı bir yer oldu. Biz çıldırmanın eşiğindeyken de, güneşli bir gün, kırmızı karoserli bir kamyon sokağımıza ağır ağır girip, o dükkânın artık bir atari salonu olacağını müjdelemişti herkese. Adeta uzaylı görmüş gibi, kamyondan indirilen atari makinelerini seyretmiştik. Salonun açılmasıyla birlikte sokağımız canlandı. Kore Mahallesi’nden gelen Çingeneler, komşu mahallelerin çocukları, okuldan kaçıp gelen zibidiler, her gün soluğu loş, sigara dumanına boğulmuş atari salonunda alıyordu. Biz de oradaydık, hele ben; jeton alacak param olmasa dahi, diğer çocukların oyunlarını seyrediyordum. Artık futbolcu kartları, gazoz kapakları, misketler yoktu; Street Fighter, Mortal Kombat, Captain Commando, “Mustafa” dediğimiz Cadillacs&Dinosaurus vardı. Ken vardı, Mr. Bison vardı, Chun-Li vardı, Sub-Zero vardı. Biz çocuklar için, atari salonu, küçük çaplı bir küreselleşmeye neden olmuştu; mahalleler arası rekabet ortadan kalkmış, geriye sadece Mavi Öyküler -

64


bireysel gıcıklaşmalar kalmıştı. Takım olmayı, ekip ruhunu unutmuştuk; makinelerin kenarına köşesine düşmüş jetonlar bulduğumuzda sevinmeyi öğrenmiştik sadece. Heyecanı, Ninja Kaplumbağalar’ı bitirmek için makineye jeton yerine soba teli soktuğumuz zaman, salonun sahibi Kadir Abi’ye yakalanma korkusuyla karışık yaşıyorduk. Ben, kısa sürede King of Fighters adlı oyunun “en iyisi” olmuştum. Sadece Gökhan Abi benimle yenişebiliyordu. Gökhan Abi demişken, onun için sanırım birkaç şey daha söylemeliyim. O zamanlar Gökhan Abi’ye hayrandım; çok yakışıklıydı ve mahallenin en güzel kızı olan Sevda ile çıkıyordu. Aralarında bir husumet, bir tatsızlık olduğu zaman, Gökhan Abi beni haberci yapar, araya sokardı. Mevzuu tatlıya bağladığım zaman da bana jeton alırdı. Büyüyünce ben de onun gibi olmak istiyordum. Lakabının anlamını ise çok sonraları öğrenecektim; arkadaşları ona “Piç Gökhan” diyordu. Atari salonu çocukluğumun büyük bir bölümünü şekillendirmişti. Küfür literatürümü orada geliştirmiştim, ilk defa orada büyüyünce çok sık yaşayacağım masa başı bitkin ilişkilerle tanışmıştım. İlk sigaramı orada içmiştim, ilk kavgamı orada etmiştim, babam ilk orada, herkesin içinde bana dayak atmıştı, ilk defa orada emeğim karşılığında para almıştım, ilk defa orada yerleri süpürmüş, ilk defa orada mekân sahipleriyle ahbap olmuş ve… İlk defa orada âşık olmuştum. *** Aylin’le (ismi kız ismiydi ama kendisi erkekti) atari salonunda tanışmıştık. “Karı Soymaca” adı verilen oyunu çok iyi oynuyordu Aylin, fare yüzlü, koca kafalı, kısa saçlı bir çocuktu. Benden iki yaş büyük olduğunu hatırlıyorum. Fazla konuşmazdı, sigara içmezdi, hatta oyun oynarken küfür bile etmezdi. Sanki aramızda olmayı hak etmediğini düşünen bir kurbağa prens gibiydi. Aylin’in, Ayla adında bir de kız kardeşi vardı. Yüz hatları Aylin’i 65

- Mavi Öyküler


andırsa da onun kadar çirkin değildi. Cılız siyah saçları, ağabeyi gibi iki uzun ön dişi olduğunu hatırlıyorum. Boyu da benden birazcık uzundu. Kahverengi fırlak gözleri vardı. Gözkapakları biraz düşüktü, bakışları baygındı. Dudakları hep kızıl, hep parlak olurdu. Mahalleye ilk geldiği zamanlar son derece paspal, edasız, erkek gibi bir kızdı. Beni ona çeken şey de belki buydu, ancak o zamanlar böyle soruları kendime soramayacak kadar tutkuluydum, çocuktum. Nasıl ki Aylin, ben ve bizimkilerle tanışıp, arkadaş olduysa, Ayla da yeni çevresine uyum sağlamakta zorlanmadı. Bir akşamüstü, Gökhan Abi beni Sevda Abla’nın yanına yolladığında, kızların her zaman oturduğu yerde, Uğur Mumcu Parkı’nın caddeye bakan tarafında Ayla’nın da oturuyor olduğunu gördüm. Kıyafetleri eskisi gibi sade değildi, Sevda’ların tayfaya uymuştu. Baygın bakışlarına boyalar sürünmüş, kızıl dudaklarını rujlara bulamıştı. Gökhan Abi’nin mesajını Sevda Abla’ya iletirken, gözlerimi Ayla’dan alamamıştım. Herhalde o günkü halimden mesele anlaşılmıştı ki, sonraki günlerde kızların yanına gittiğimde, diğer cadalozlar Ayla’yı dirsekleyip durmuştu. Ayla, o kızlarla takılmaya başladıktan sonra, benim görüp de tutulduğum sade, erkeksi kız olmaktan çıkmış; süslü, boyalı, fingirdek bir şey olmuştu. Ağabeyi bu durumla ilgilenmiyordu bile, zaten aslına bakarsanız Aylin, Karı Soymaca oyunundan başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Sabahtan akşama kadar fare bakışlarını makinenin oval ekranına koyuyor, oynuyor, oynuyordu. Cebimdeki para miktarını düşünecek olursam, sanırım ramazan bayramıydı; bir sürü jeton almıştım, tıklım tıklım dolu olan atari salonundaydım, sırayla her oyunu oynuyordum. Street Fighter’da bir iki adam geçmiştim ki, karşıma birisi girmişti. Ayla’ydı bu. Yüzünde manalı bir tebessümle makineye jetonu atmış, oyundaki tek dişi karakter olan Chun-Li’yi seçmişti. Heyecandan dizlerimin bağı çözülmüş, elim ayağıma dolaşmıştı. Street Fighter’ı iyi oynayan ben, normal şartlarda Ayla’yı yenerdim. Ancak Ayla’nın olduğu yerde normal şart diye bir şey yokMavi Öyküler -

66


tu. Kız, beni iki rauntta da dövmüştü, hatta ona adam gibi vuramamıştım bile. Oyunu bir tek Burak seyrediyordu, o da Ayla’ya bilerek yenildiğimi düşünmüştü. Ekranda zafer işareti yapan Chun-Li’nin görüntüsü zihnime kazınmıştı. Ayla’nın neşeli sesini, benimle alay edişini duyabiliyordum, ama gözlerimi Chun-Li’nin sırıtışından alamıyordum. Mağlubiyete tahammülü olmayan, kaybedilen mahalle maçlarından sonra saatlerce ağlayan ben; yenilmiştim. Hem de bir kıza yenilmiştim. Tek kelime söylemeden atari salonundan çıkmıştım. Burak da peşimden geliyor, bana “niye bilerek yenildin oğlum kıçı boklu kıza?” diye soruyordu. Bilerek yenilmemiştim, ama niye yenildiğimi yıllar sonra, yapayalnızken anlayacaktım: Gurur. *** O sıra atari salonunun başında Kadir Abi’nin yeğeni Cumhur Abi duruyordu. Cumhur Abi tuhaf bir tipti, saçlarını hep ortadan ikiye ayırır, “inek yalamış” dediğimiz şekle sokardı. Her fırsatta askerliğini komando olarak yaptığından bahseder, askerliği sırasında dağda kurbağa, yılan, sinek yediğini övünerek anlatırdı. Hatta bunu kanıtlamak için, masanın üzerine konan karasinekleri öldürür, kanatlarını soyup, gözlerimizin önünde yerdi. Atari salonunun bir de asma katı vardı. O kata küçük çocukların çıkması yasaktı; sadece büyükler, hatta büyüklerin arasından da belli kişiler çıkabiliyordu. Orada ne yapıldığını hep merak etmiştim ve bu merakımı da acı bir tecrübeyle gidermiştim. O gün Cumhur Abi asma katta duran süpürgeyi alıp, yerleri süpürmemi istemişti. Karşılığında üç tane jeton verecekti; oldukça cazip bir teklifti. Koşar adım asma kata çıkmıştım. Az çok tahmin ettiğim gibi bir yerdi; birkaç büro koltuğu, uzun büro kanepeleri, eski atari makineleri, temizlik malzemeleri, yarısı kesilmiş ve alçı karıştırmak için kullanılmış büyük bir bidon, 67

- Mavi Öyküler


boya tenekeleri, halıfleks parçaları, boş bira kutuları vardı. Pencerelere kırmızı film çekmişlerdi; güneş ışığı kızıla boyandıktan sonra içeri giriyordu. Bu haliyle, fotoğraf filmlerinin banyo edildiği odalara benziyordu, ha bir de, kerhane odalarına. İçerideki kanepelerden birinde bir kız ve bir oğlan vardı. Beni görmemişlerdi, ama ben onları görmüştüm. Oğlanı tanıyordum, sürekli salonda takılan tiplerdendi, ancak adını bilmiyordum. Kızı ise çok iyi tanıyordum. Ayla’ydı. Hiç ses çıkarmadan köşedeki süpürgeyi alıp, aşağıya inmiştim. Uzunca bir süre, kızıl ışığın içinde öpüşen, birbirlerine dokunan Ayla ve o sıska oğlanın görüntüsü gözlerimin önünden gitmemişti. Sanki güneşe bakmıştım. Sonrasını uzun uzun anlatmama gerek yok, sonrası zaten yıllar sonra her şeyde olduğu gibi tanıdık sözcüklere dönüşüverecekti: “… Beni sevmiyordun bilirdim, Bir sevdiğin vardı duyardım, Çöp gibi bir oğlan ipince, Hayırsızın biriydi fikrimce, Ne vakit görsem, öldüreceğimden korkardım, Felaketim olurdu, ağlardım…” *** “O zamanlar küçüktük, çocuktuk” sözlerini, asla bir mazeret olarak kabul etmiyorum. İnsanlar bu sözleri, pişmanlıklarının yükünü hafifletmek için, geçmişte yaşadıklarının sorumluluklarını atmak için söylerler. Bense şunu söylerim; çocukluğumuzla yetişkinliğimiz arasında, sandığımızdan pek az fark vardır. O fark da çoğu zaman korkaklıktan başka bir şey değildir. Yaşarken fark edilmez belki, ama büyüdükçe korkularımız artar. Derilerimizi buruşturan, bakışlarımızı soluklaştıran ve aynı zamanda da bedenimizi büyütüp, evrende kapladığı yeri arttıran şey, bencil arzularımızdan arındıramayıp, bir türlü evcilleştiremediğimiz korkularımızdır. Herkes içinde ağlamaktan, duygularımızı belli etmekten, canımızın yanmasından, isteklerimizi dile getirmekten korkarız. Bu korku, bizi sözde koruyan, ama aslında sıkan, boğan bir zırha dönüşür. Bu korku, ruhumuzun yeşermesi için Mavi Öyküler -

68


gereken ışığı, yani hayatı gölgeler. Oysa hiçbir çocuk, ölümden korkmaz. Ayla ile bir daha konuşmadım. Zaten o olaydan birkaç hafta sonra taşındılar. Onu tekrar görmek, ona her şeyi söylemek istediğimde, neredeyse adını bile hatırlayamayacak kadar büyümüştüm. Yine sigara kokan atari salonundayım. Her yirmi saniyede bir küfür ediyorum. Babam artık beni atari salonundan “toplamaktan” vazgeçmiş. Hayatımızın bütün RC kapakları çöpe atılmış. Cebimde çok jeton var. Street Fighter oyununun başındayım. Çocuklar bendeki tuhaflığın farkında. Kimseye bir şey anlatmıyorum. Gözüm Karı Soymaca oyununa takılıyor, neredeyse Aylin’i görecek gibi oluyorum. Ken’i seçmişim, önüme geleni pataklıyorum. Ellerim makineler kadar soğuk. Bir iki adam patakladıktan sonra karşıma Chun-Li geliyor. Yine elim ayağıma dolaşıyor. Oysa bu sefer Chun-Li’yi oynayan yok, yanımda Ayla yok, bilgisayara karşı dövüşüyorum. Bir süre Chun-Li beni dövüyor. Sadece seyrediyorum. Ayla’lar taşınmış. Bir daha ömrüm boyunca göremeyeceğim. Yıllar sonra “acaba şimdi nerededir? Acaba şimdi kimdir?” diye soracağım, bu soru son derece önemsiz olacak. Belki defalarca yolda göreceğim, bakışlarımın bir saniyeliğine takıldığı yüzlerce insandan biri olacak, belki o kadar uzaklarda olmayacak, ama tanıyamayacağım. O ise beni hiç tanıyamayacak. Sonra uyanıyorum. Canımın tükenmesine bir yumruk kalmışken, kollara, düğmelere asılıyorum. Chun-Li’yi bir güzel benzetiyorum. Yerden kalkamıyor. Oyunu izleyen çocukların gülümsediğini hissedebiliyorum. Benim gözlerimden yaşlar dökülüyor. Chun-Li’yi nefes alır gibi yeniyorum. Sonra oyunu Burak’a bırakıyorum, “al sen oyna” diyorum. Atari salonunu terk ediyorum. O zamanlar çocuğum, o zamanlar küçüğüm. Bir daha atari salonuna gitmiyorum. Sanki sırf ben gitmiyorum diye, bir iki hafta sonra atari salonu kapanıyor. Oysa sadece polis basmış, küçük çocukların girmesi yasakmış, sonunda salonu kapatmışlar. Babam şaşkın. Oraya gitmeyeyim diye, televizyona takılan ev atarilerinden almış, yine de başa69

- Mavi Öyküler


rılı olamamıştı. Şimdi kendi isteğimle dışarıdayım, çocuklar da benimle birlikte. Artık okula başlayacağız. Başka arkadaşlarımız olacak. Mutlaka kendimize oyalanacak bir şeyler bulacağız. Zaman hızlanacak. Ben, yaşımın Ayla’dan çok küçük olduğunu bir türlü fark edemeyeceğim. Onu bir daha göremeyeceğim, görsem bile tanıyamayacağım gerçeğini kabul edemeyeceğim. Neredeyse sokaklara ilanlar asacağım, onun yüzünü çizeceğim… Onun öyküsünü yazacağım… Belki rastlar ve tanır diye. Ona çığlıklar atacağım. Beni tanısa, bulup gelse, o bildiği çocuk değilim. Beni tanısa, bulup gelse, ne olacak ki? Bunu ne için istiyorum ki? “Şimdiki aklım” diyorum, şimdiki aklım geçmişte olsun istiyorum, oysa değiştirmek istediğim geçmiş olmasa, şimdiki aklım olmayacak. Ben ne yapıyorum? *** Makineleri tıpkı getirdikleri gibi, tek tek kırmızı karoserli kamyona yükleyip, götürdüler. Chun-Li, karanlık ekranın içinde kaldı, bir daha da karşıma çıkmadı. O gün hepimiz için çok sıkıcı, acı bir gündü. Sokak yine eski ıssızlığına bürünmüştü, biz de sessizliğimize dönmüştük. Taşlarının kırıklarını ezberlediğim kaldırımlar, aşinası değil, artık bir parçası olduğum mahallem, ağaçlarına tırmandığımız park… Hayır hayır… Bu sessizlik eskisi gibi değildi… Kaybettiğimiz şey onlar değildi, onlar aynıydı, değişmemişti. Evet, futbolcu kartları aynıydı, gazoz kapakları aynıydı. Kaybettiğimizi, yitirdiğimizi sandığımız şey dışarıda değil, içimizdeydi. Yağmur yağıyordu. Annemin balkondan bana seslendiğini işittim; eve gelmemi, üşütüp hasta olmamamı söylüyordu. Onu dinlemedim. Apartmanımıza girdim. Bodruma indim. Bisikletim oradaydı, zinciri biraz küflenmiş, boyası biraz solmuştu ama hâlâ aldığım günkü gibi güzeldi… Güzeldi… Bisikletimi oradan çıkardım. Yağmur, hem onun hem de benim kirimi yıkadı, temizledi. Sokaklarda yine vızır vızır gezerken, evlerinin balkonlarında oturan çocuklar beni gördüler. Beni görMavi Öyküler -

70


düler, yüzümdeki gülümsemeyi, pedalları kopartırcasına çevirdiğimi, bir yere çarpmaktan, çarpıp düşmekten hiç korkmadığımı gördüler. Gördüler ve onlar da ne annelerine ne de yağmura aldırmaksızın sokağa çıktılar. Ben, yine bir ejderhanın sırtındaymış gibi bisikletimle geziyordum. Cüneyt tek başına topunun peşinden koşturuyor, Cihan, apartman girişinde kardeşiyle futbolcu kartı oynuyor, Burak da çöp tenekesinin içine girmiş, RC marka gazoz kapağını arıyordu.

p

“ÇÖP VAR MI? TÜKÜRECEĞİM” “Porsuk” | Merve Tuncer Güneş rengi sakız ağaçlarının, inançsız iğdelerin, başıboş çamların arasında ararken seni, yine salkım söğüdün altında pericilik oynarken buldum. Uzun boşluklar bıraktım gölgelerim arasında, saçlarımın arasından selam verdim sana. Tam neden burada olduğunu sormak üzereydim. Sonra hatırladım. Hep adam akıllı sorular sor diye kızarsın bana. Gözlerin yeşile döner. Howl’un yürüyen şatosundan çıkıp savaşa gittiği canavar haline benzersin. Korkar, ağlarım. Saçların da onun gibi mavi. Ama ben mavi sevmem biliyorsun. Ah atsız şövalyem, ah soylu süvarim benim. Kamburunu göster bana. Bir elma kopardım ağaçtan sana. Kolumdan tuttun. “Bak!” dedin. “Mavi!” Hayır dedim şeffaf o. Ama anlamadın. Gözlerin yeşildi çünkü. “Yok” dedin. Gözüme soktun. “Bak! Mavi”. Kolumu sıkmaya başladın. Hâlâ durur tırnak izlerin. Peş peşe üç küçük şirin iz. Her gün lanet ederim o şeffaf elmaya. Yerden bir çubuk aldın. “Bak!” dedim. “Sihirli değnek. İstediğin her şeyi yapabilirsin onunla”. “Güneşi boyayabilir miyim?” diye sordun. Sonra salkım söğü71

- Mavi Öyküler


dün telaşlı dalı yüzüne çarptı. “Bak!” dedim. “Porsuk o.” “Burda balık var” dedim. “Porsuk’ta balık ne gezer” dedin. Suya daldırdım elimi ve bir balık tuttum sana. “Balık değil o, taş” dedin. “Çakıl taşı”. Birden aklıma adım geldi. Çakıl taşı. Değerli midir diye sordum. Ancak bir fahişe kadar dedin. Tropizmanya’da fahişeler kutsalmış dedim. Öyle bir yer yok dedin. İnanmadın yine bana. Dün umudu gördüm dedim. Yanında erdem ve onur da vardı. Ama bir tek umut selam verdi. Sana da selamları var. Adını duyar duymaz yine yeşile döndü gözlerin. Umut! Sen onu öldürdüğünü düşünmüştün değil mi? Yüzsüz biri umut dedim. Yeşerip yeşerip duruyor. Kovmuştum dün. Gene geldi. Boşuna öldürmeyi deneme yine gelir. Dedim ya, yüzsüzün teki... Sonra beni boğmaya çalıştın. Porsuk beni sever, öldüremezsin dedim. İnanmadın. “Bak zaten şu pembe evde anneannem oturuyor. Bağırırsam duyar, hemen balkona çıkar. Ben de seni şikayet ederim” dedim. Öpüp bıraktın duyunca, korktun mu yoksa sevgilim? Hadi resim yapalım. “Bak!” dedim. “Kuru boyalarım. Ben pembe olayım sen yeşil ol. Yok veya mavi ol. Vazgeçtim siyah.” Sonra yine salkım söğüt yüzüne çarptı, sinirlendin. Küfrettin ağaca. Rüzgâr esti, elbiseme kan damladı. Gidip kucak dolusu kahve tohumu getirdim sana. “Kış kapıda, içeriz.” dedim. Yüzüme bakmadın. “Hadi git ekmek al, yemek hazır dedim. Kımıldamadın. Acıdan kıvranmaya başladın. Vicdan mı? Sanmıyorum. Aşk mı? Kafanı mı salladın sen? Ne yani aşık mısın? Bana mı? Hayır mı? Ama bak ben güzelim, akıllıyım, şeffaf bir eteğim ve yenebilir iç çamaşırım var. Yine mi hayır? Üfff, iyi tamam. Anladık. Gene onun yüzünden. Git hadi, gene ona git. Seviş de gel. Çok geç kalma yemeğin soğumasın. “Uslanmaz bir arsızsın” dedin. Haklısın be sevgilim, gene haklısın. “Yalancısın” dedin. O değilim işte. Anneannem orda bak! Ama Mavi Öyküler -

72


yine yeşil oldun, dudaklarını büzdün, duvarı yumrukluyorsun, böyle olmaz ki ama. Rahat yalan söyleyemiyorum böyle. Gözüne güneş geldi, mavi oldu. “Sürtüğün tekisin çakıltaşı!” dedin. Dayanamadım. “Sensin o! Pislik herif. Çek ellerini üzerimden. Bu 14. iz. Yeter!” Salkım söğütten bir darbe daha… Ahaha! Bak işte buna gülünür. “Kes sesini aptal kadın!” dedin. Hangi kadın, hangi aptal, pardon? Aaa bu çalan ne? Lethe mi bu? “You Are My Lethe” değil mi sevgilim? Birlikte gezdiğimiz şehirler, verdiğimiz konserler geldi aklıma sessiz ve karanlık arpeji duyduğum anda. Uçarken beni kucağına alman, gökyüzünde el ele dolaşmamız, ışık hızında mükemmel galaksi turumuz, acıkıp uzay üslerinde verdiğimiz yemek molaları... Tamam güzel zamanlarımızı da hatırlatmıyorum. En iyisi susup oturayım ben. Elmadan bir ısırık aldım. Acıymış. Geri bıraktım. “Çöp var mı? Tüküreceğim.” dedim. Ağzını açtın. Çok teşekkür ederim sevgilim bugün yine çok kibarsın... Anneannem aşağıya atladı, beni öptü. “Korkma, ben yanındayım.” Bu cümlenin üzerimde yarattığı inanılmaz korkuyu anlatamam. Ona da anlatamadım zaten. Porsuk üstüme su sıçrattı. Salkım söğüt elini uzattı, bir kuru boya verdi bana. Mavi bir elma çizdim. Elmanın çekirdekleri acı kahve tohumlarına dönüştü. Ekmek almaya gittim. Şarkı bitti. Masumiyetin değişmez kokusunu aldım. Ölü gibi, çöp gibi, bozulmuş et ve rutubet gibi...

p

“BAZI ACILAR ÇIPLAKTIR, ORTADA DURUR”

73

- Mavi Öyküler


I “Mühür” | Türker Armaner* Tepeye tırmandıkça parlak, çiğ bir yaz öğleni ışığında ada gittikçe büyüyor, genişliyor. Seyrek de olsa yanımızdan arabalar geçiyor. İki gecedir uykusuz, yol yorgunuyum. Ara sıra dalsam da, traktörün römorkunun sarsıntısı uykumu bölüyor. Uyumaktan vazgeçtim, aşağıdaki denizi seyrediyorum. Römork, traktörden bağımsız, onu ardı sıra izleyen bir canlı gibi deviniyor. Bir “toprak” aracında kendimi iğreti hissediyorum. Traktörün kendisi ile sürücüsü de bana bu iğretiliği hissettiriyor. Bir saate yakın limandan köye gidecek araç bekleyip umudumu kesmişken beni almıştı; neden adaya geldiğimi, işimi, adımı, nereli olduğumu hiç sormadı. Böylesi çok daha iyi. Ben toprağa bağlı biri değilim. Ait olduğum bir kara parçası olmadı hiç. Toprağı işlemekten, işlenmiş topraktan anlamam. Toprak insanlarını biraz olsun tanırım ama; içine doğdukları ortamı merkez alarak dünyaya bakarlar. Karşılaştıkları yeni bir insanı, yeni bir yeri, birer bilgi olarak çerçeveleyip belleklerinin çekmecesine yerleştirirler. Aile önemlidir onlar için; geldikleri aile, kurdukları aile. Aileden, topluluklardan kaçanlara birer “hüda-i nabit”, ya da zararsız bir ucube gözüyle bakar, tedavi etmeye çalışırlar. Bu adam öyle birine benzemiyordu. Gömleğinden bir sigara çıkarıp yaktı. Bir sigara daha çıkarıp başını çevirmeden bana uzattı. Alıp “Sağol,” dedim, yaktım. Vitesi değiştirdi. Artık yokuş aşağı iniyorduk. Düzlüğe vardık, traktör yavaşladı, taş bir evin önünde durdu. “Burası,” dedi, “aradığın yer.” Teşekkür etmeye çalışırken çoktan gitmişti. Evin maviye boyanmış açık kapısı rüzgârdan sallanıyordu. Denize bakan karşıdaki kapı da aralıktı. Duvarlardan birine adanın haritası çizilmiş, bulunduğumuz yer işaretlenmişti. Çantamı omzuma alıp tedirgin adımlarla içeri girdim. Adımlarımın tedirginliği bu evin ıssızlığından değildi. Yeni her Mavi Öyküler -

74


mekâna, dışarıdan bakanlarca güvenli, emin, kendime içeriden baktığımda ise tedirgin sayılabilecek adımlarla girerim. Gözüm karanlığa alışınca ilk fark ettiğim, kapının yanındaki duvarda örümcek ağlarının örttüğü bir pencereden sızan ışıktı. Şimdi üç yerden ışık geliyordu: içeri girdiğim kapı, denize bakan aralık kapı ve örümcek ağı kaplı pencere. İki kapı arasında büyük bir şarap imal makinesi vardı. Devasa bir silindir; döndükçe üzümler bir yana, çekirdekler öte yana düşüyor. Artık dönmüyor, otuz küsur yıldır duruyor. Tahta merdivenden üst kata çıkmaya başladım. Çürük basamaklardan çıkan sesler bir an tekrar alt kata inebileceğime ilişkin güvenimi sarstı. Dördüncü basamakta buz kesmiş gibi durdum. Ne çıkabiliyor, ne de inebiliyordum. Nefesim başka birinin soluması gibi geliyordu kulağıma. Merdivendeki her basamak, başka bir sesle, başka bir kelimeyi fısıldıyordu. Cesaretimi toplayıp dördüncü basamağa birkaç dakikadır hareketsiz duran sol ayağımla biraz daha yüklendim. Aynı ses, bir kez daha “BURADA,” dedi. Duyduklarımın beni yanılttığına ya da yazdığım bir hikâyenin kahramanı olduğuna inanmayı çok isterdim. Bu sesin, kelimenin, benden bağımsız oluşmadığına, istediğimde kelimeyi, basamakları, evi, traktörü değiştirebileceğime kendimi ikna etmeye çalıştım. Başımı çevirip silindire baktım. Üç ışık huzmesi, içinde kıpırdayan milyonlarca toz taneciğiyle makineyi aydınlatıyordu. Yavaş, ürkek, dikkatli, son dört basamağı tırmandım. Beşinci basamak: “KİLİTLENMİŞTİR” Altıncı basamak: “ÖLÜMÜN” Yedinci basamak: “SUSKUN” Sekizinci basamak: “MEKÂNINA” Bu kez ter içinde hızla aşağıya indim, sesler birbiri ardına tekrarlandı. İlk basamaktan başlayarak yeniden üst kata çıktım: 75

- Mavi Öyküler


ZAMANIN GERİ ÇEVRİLMEZ SESSİZLİĞİ BURADA KİLİTLENMİŞTİR ÖLÜMÜN SUSKUN MEKÂNINA Çantamı açtım, not defterime bu cümleyi yazdım. Üst katta dört oda vardı. Sağdaki ilk odaya girdim, kollarıma bacaklarıma yapışan örümcek ağlarını silkeleyerek. Siyah, büyük bir sandık odanın ortasında duruyordu. Sofaya çıktım. Duvardaki çengelde pastan sararmış beyaz bir gömlek vardı; sahibi birazdan dönecekmiş gibi asmıştı. Sandık odasının karşısındaki yemek odası olacaktı, duvarlarda tavalar, tencereler, ceviz kaplamalı masada üst üste tabak çanak takımları, bardaklar diziliydi. Çaprazdaki odaya geçtim. Çalışma masasının yanındaki kitaplığın cam bölmelerinden birinde bir dosya gözüme ilişti. Camı açtım, dosyayı aldım. İçinde evin alımıyla ilgili 1960 tarihli evrak vardı. Acemi bir hırsız gibi ellerim titreyerek birbirine yapışmış kâğıtları karıştırdım. Alt katta bir uğultu koptu. Sofayı geçtim, merdivenin başına gidip baktım. Silindir ağır ağır dönüyordu. Basamaklardan koşarak aşağıya indim. MEKÂNINASUSKUNÖLÜMÜNKİLİTLENMİŞTİRBURADASESSİZLİĞİGERİÇEVRİLMEZZAMANIN Silindirden çıkan ses her yeri kaplamıştı. Kendi çevresinde devinmekle kalmayıp, dönerek sağa sola da gidebileceğini, istediğinde beni ezebileceğini hissettim. Ortalığı kesif bir şarap kokusu doldurdu. Başım dönmeye, kulaklarım uğuldamaya başladı. Mavi Öyküler -

76


II “Zamanın,” dedi Yorgo, “bu kadar hızlı mı geçmesi gerekirdi? Psilikatzidiko’mu daha dün açmış gibiyim. Oysa yarın tam otuz iki yıl olacak. Bu kadar zamandır adadan uzak kalmışım demek ki. “Adadayken şarap yapardık. Kırmızı, ekşimsi, içimi kolay bir şarap; dedemden pedere, pederden bana kalan bir makineyle. “Adada yapar, adada satardık. Orada olan her şey, orada tüketilir. Bazı muhterisler adaya gelip, yanlarında on-on beş şişeyle dönmek isterlerdi, biz yabancılara iki şişeden fazla vermezdik. Adalılar da içeceği kadar alırdı zaten. “Bazen para bile kullanmazdık. Mesela ben Marika’nın kocasına şarap verirdim, o bana zeytinyağı.” “Otuz iki yıl önce o günlerde...” “Bırak o günleri şimdi, hatırlamıyorum bile. Benim bildiğim, doğduğumdan –tevellüt on dokuz– altmış beşe kadar olanı. Sonra başka bir memlekete gittik işte, o dükkânı açtık. Otuz iki yıl geçti.” “Unutmayı mı tercih ediyorsun?” “Hatırlamak ya da unutmak tercih edilmez ki! Altmış beşe kadarı bir hayattı, sonraki de bir başkası...” “Hayatını değiştirmeyi de sen seçmedin, hafızanda neyin, nelerin kalacağını seçmediğin gibi.”“Şarap, diyordum. Hiçbir yerinkine benzemezdi. Tek ben değildim tabii, başka şarap imalatçıları da vardı. Bağdan üzüm alır, getirir, makineye koyardık. Döndükçe üzümler bir yana, çekirdekler öte yana düşerdi. Sonra üzümleri ezip şırasını çıkartır, büyük fıçılar içinde mayalanmaya bırakırdık. Biz kırmızı şarap yapardık, onun için çekirdekler ve kabuklar da mayalanmaya bırakılırdı. “Silindirin kendi ekseninde yaptığı her devir, zamanın içindeki bir andı benim için. Devir tamamlanmadıkça, ‘an’ da yarım kalmış gibi gelirdi.” “Senin zamanının... Silindirin durmasından sonrası senin değil, başkalarının, adalı olmayanların, hiç görmediğin, görmeyeceğin, ama yaşantının her parçasında, silindirin her devrinde kendilerine karşı mesul olduğunu hatırlatanların belirlediği bir zamandı.” 77

- Mavi Öyküler


Neden sorguluyor beni? Makinemden, şaraplarımdan, evimden, adamdan koparılmak yeterince acı vermedi mi? Evet, nasıl koparıldığımı unutmayı tercih etmedim belki ama, hatırlamak istememeyi hak etmedim mi? Yaşamış olmam yetmiyor mu? Taşımak zorunda mıyım o günleri, belleğimde asalak birer aşağılanma damgası olarak? Acıyı taçlandırıp bir heyula gibi hafızada taşımaya mı “vakar” diyorlar? Neyi, nereye kadar unutabilirim zaten? O günlerden silmeye çalıştığım her tasviri, muhayyilem başka bir şekle sokup mütemadiyen karşıma çıkarıyor. “Bağlar yukarıdaki köydeydi.” “Bir evin daha vardı senin?” “Kızımla damadım oturuyordu, yok artık.” “Kızınla damadın da adada değil.” “Onlar da yok, göçtüler, uzak bir memlekete.” Uzak bir memleket! Adanın dışındaki her yer uzak benim için aslında. Yapageldiğim işten mahrum bırakılmak da göçmek bir nevi. O evin, başka evlerin neden artık bizim olmadığını, ne koşullarda satıldığını, elimizden çıktığını sen de biliyorsun. Nedir asıl söyletmek istediğin? Resmi yazının tebliğ edildiği günü mü öğrenmek, bilmek istiyorsun? Stefanos yapmasa başkası yapacaktı tanıklığı, ona husumet duyduğumu işitmek istiyorsun belki de, nefret etmenin insanın asli özelliği olduğunu düşünüyorsun. Sen çok farklı bir yerden geliyorsun, kendi gözünle adalılara bakıp bizim yerimize hislerimizi tanzime kalkıştın. Dinlediğinle yetin, tanımak istiyorsan bizi; gördüğünün dışında bir alaka aramaktan vazgeç! “O yazı sende mi hâlâ?” “Ne önemi var ki bunun, bir yerlerdedir işte.” Siz “metin” diyorsunuz değil mi? Bizim felaketimizi hazırlayan yazılar birer “metin” sizin için. Seslerimizi, görüntülerimizi kaydettiğiniz bantlar da birer “metin”. Okuyacak, dinleyecek, seyredecek, bundan belki bir makale, bir tez, belki de bir hikâye çıkaracaksınız. Bambaşka bir tarihten, coğrafyadan, dilden gelip idrak etmeye çalışacaksınız aklınızca. Acı, olduğu yerde duracak. Sonra da itham edeceksiniz, yaşanmış olanı yaşandıMavi Öyküler -

78


ğı gibi dile getirmediğimiz için. “Konuşmak istemiyorsun.” “Seninle, bu mevzularda değil en azından. Ama bir bardak şarap ikram edebilirim.” Güldü. “Kendi imalatım değil tabii ki.” Sen de beni küçümsüyorsun, iki yönden: “anlamaya çalışmam”ı boş, yetersiz bir çaba olarak görüyorsun. Ben senin için –böyle ifade etmesen de, çünkü tespit ettiğin gibi bambaşka bir dilden geliyorum– bulduğu her malzemeyi yazıya dönüştüren bir yazarım. Benim ıstıraplarımı da bu adanın yaşadıklarıyla karşılaştırılabilir görmüyorsun. İlki olmasa bile bu doğru. Tezgâhtan iki su bardağı alıp yarılanmış şarabın mantarını gevşetti, bardaklara doldurdu, birini benim önüme sürdü. Karşılıklı birer sigara yaktık. “Bağın sahibi Marika’nın babasıydı. Marika o sırada Stefanos ile evli değildi. Onlar bağları olduğu halde şarap işine girmediler. Zeytinyağı yapıp satıyorlardı. Ben onların konuştuğu Rumca’yı garip bulurdum, onlar da bizimkini. Bu küçücük adada her köy farklı konuşur. Ben de senin dilini farklı telaffuz ediyorum. Ama sen bunu yüzüme vurmuyorsun. Genelde sizin oradan buralara gelenler yabancı olduklarını saklayıp, bizimle daha çok sohbet etmek uğruna kendi dillerini bizim ağzımıza uydurmaya çalışırlardı. Böyle bir kisve beni onlardan daha da uzaklaştırır, iki şişe şarap verir savardım, nazikçe tabii. Onlar savıldıklarını anlamazlar –nezaket de bu gayeye hizmet ediyorsa bir kisvedir– ‘başka’ bir yer görmüş, ‘başka insanlar’la tanışmış oldukları için sevinerek giderlerdi. Bunun da bence senin çok merak ettiğin ‘o günler’den fazla bir farkı yok. Senin gene çok merak ettiğin hükümet yazısını yazanları ya da yazdıranları da bu dil komedyasını oynamak için üç günlüğüne buraya gelenler vekil seçti. “Şehirdekilerin çoğu ben oraya gidip dükkânı açınca ‘memleketine döndü,’ diye düşündü. Oysa benim memleket diye bellediğim yer o adadan başkası değildi. Sanıyor musun gittiğim yerdekilerle aynı dili konuşuyorum?” “Marika’yı eskiden beri tanıyorsun demek ki.” Sigarasını söndürdü. 79

- Mavi Öyküler


“Çocukluğum Stefanos ve Marika ile geçti. Stefanos’un annesi kahve işletirdi, hâlâ da oradadır sanıyorum, dibek kahvesi yapar.” III “Yorgo da bir ara bizimle zeytinyağı imalatında çalışmak istemişti,” dedi Marika. “Stefanos ile birlikte.” Sustu, gözlerini uzağa dikti. “Bir zeytinyağı imal makinemiz vardı. Yorgo bizim bağdan üzüm almaya geldiğinde akşama kadar orada çalışırdı. Üç kişi çevirirdi makineyi; Yorgo, Stefanos ve kardeşim. “Biz pederle zeytinliğe gider, zeytinleri sopalarla silkeler, getirirdik. Şakulî bir mil, onu dik olarak kesen barlarla kendi ekseninde çevrilirdi. Üçü de barları ucundan iki eliyle kavrar, omuzlarıyla yüklenerek döndürür, zeytinleri presleyerek yağını çıkarırlardı. Biz de geriye kalan küspeden prina yağı çıkarırdık.” “Arta kalan posayı ne yapardınız?” “Yakacak olarak kullanırdık, külleri de zeytinliğe gübre yapardık. Bu adada hiçbir şey ziyan olmaz. “Makineyi çalıştırırlarken ben bazen onları seyrederdim. Önce sırayla dizilmişler gibi gelirdi. Sonra yavaş yavaş barlara yüklendiklerinde dairenin içinde hangisi orta noktadaydı, karıştırırdım. Dairevi biçimde dönmeye başladıklarında üçü de orta noktadaydı. Hepsi sırayla dairenin sonsuz noktalarından birer birer geçerlerdi. “Yorgo Stefanos’un, Stefanos kardeşimin, kardeşim Yorgo’nun başladığı noktaya gelirdi. Belirli bir noktayı gözüme kestirirdim. O nokta bir Yorgo olurdu, bir Stefanos.” Sustu. Bir şey söyleyecek sandım, suskunluğu uzadı. “Kahve içersin değil mi?” diye sordu. “Dibek kahvesi. Madam’ınkine benzemez ama...” Bu yabancıya neden anlatıyorum ki bunları? Geçmiş gitmiş. Nerden bilir zeytinyağı imalini? Neden bilsin ki? Kafasında kurabilir ancak. O makine de yıllardır dönmüyor artık; otuz iki yıldır. Çalışırken çıkardığı sesi ben bile hayal meyal hatırlıyorum. Mavi Öyküler -

80


“Hep aynı yönde mi dönerlerdi?” “O alet,” dedi Marika. “Geri çevrilmez.” IV “En çok neyi özledim, biliyor musun?” dedi Stefanos. “Sessizliği. “Adadan ayrıldıktan sonra gittiğim her yerde sesler büyüyerek kulağıma geliyor. Adadaki sesler benim seslerimdi, her birini tanıyordum. “Bir mekân kendi sesini de üretir. Benim gibi doğduğun yerden hiç ayrılmamışsan, ayrılman da kendi isteğinle olmuş değilse, yeni bir yerde kendi sesini de tanıyamazsın. Ben adayla birlikte kendi sesimden de koparıldım.” “Marika?” “Ayrıldık.” “Yorgo?” İhanet ettiğimi düşünüyorsun değil mi? Resmi yazıyla gelip sorgulayan birine karşı koymak kolay mı sanıyorsun? Ben yapmasam başkası yapacaktı tanıklığı. “Bilmiyorum. Bir dükkân falan açmış galiba.” Herkes Yorgo Marika ile benden önce birlikte olduğu için o kâğıdı imzaladığımı sanıyor. Oysa ben Marika’yı, ailemi korumak istedim. Yorgo’lar nasıl olsa gönderilecekti. Gerçi biz de gönderildik, annem hariç. “Zaman durduğunda mekân da susar.” “Zaman duralı...” “O günler”i soracaksın değil mi? Hatırlamıyorum. Adadaki zamanı, mekânı, sesleri, insanları mühürleyen o günlere dair bir şey yok aklımda. Bize olan oldu, sen ise bir “Sözlü Tarih” fantezisi peşindesin. “Tarih”, zaten sözlüdür, anlatılır, kelimenin menşei bizden gelmedir. Sizin yazılarınızda bizler; kalanlar, gidenler, adanın büyüklüğü, zeytinlerin, şarapların oranı, insanların koyunlara oranı, koyunların otlara oranı, otların araziye oranı birer sayıdır. Bizler, adanın tümü, sizin üçüncü sınıf kâğıtlara basılmış mecmualarınızın içinde, sonra da ciltlerin arasında birer sayı81

- Mavi Öyküler


yız. Bu sayıları topladığınızda, çarptığınızda, böldüğünüzde, bilgisayara verip istatistiksel sonuçlar aldığınızda bu bir “tez” olacak değil mi? “Tez” kelimesi de bizden gelir, bir fikri tesis etmek demektir. Siz bizi numaralayarak neyi tesis etmiş olacaksınız? “Tez” dediğiniz varolandan yola çıkıp yeni olanı görmektir. Varolan geçip gitmiştir, kalanlar orada duradurur, bizse göçmüşüzdür. Sizse bunları afili cümlelere döküp rütbenizi artırırsınız. “Çok oldu. Otuz iki yıl. Ne yapacaksın?” Ben onlardan değilim ki. Nasıl anlatırsın şimdi? Derdimin sayılar olduğunu sanıyorsun herhalde. Bense Yorgo’yu, Marika’yı, seni merak ediyorum. Yorgo’yu düşünürken aklından geçen kelimeleri, zeytinyağı imal makinesini çevirirken önce ona, sonra Marika’ya bakışını, kâğıdı imzalamadan hemen önce düşündüğün şeyin Marika’yı korumak mı, yoksa Yorgo’yu uzaklaştırmak mı olduğunu, imzaladıktan hemen sonra rahatladığını mı, üzüldüğünü mü, korktuğunu mu, kaçmayı mı, orada durmayı mı tercih ettiğini, kulağına ilk gelen sesin ne olduğunu, hükümet görevlisine içinden ne dediğini, kâğıt adamın elindeyken kendinden emin olamadığından imzana tekrar bakmak isteyip istemediğini merak ediyorum. “Hiç. Sordum sadece. Yanımda bir şişe şarap var, biraz içer miyiz?” V “Kahveyi beğendin mi?” diye sordu Marika. “Stefanos ile evliyken öğrenmiştim nasıl yapıldığını, annesinden. “Madam’ın kahvesi çok güzeldir, yazları hava sıcakken Stefanos ile dışarıda, çardağın altındaki masalarda otururduk. Sadece ikimiz oradaysak kahveyi kocası yapardı. Üstü açık silindir kabın içindeki kahvenin döğülme sesi kulağımda hâlâ. “Ben de sana bunları anlatıyorum. Sen herhalde Stefanos ile nasıl ayrıldığımızı soracaksın.” “Belki.” Mavi Öyküler -

82


“Evet, öyle. Siz bunları merak edersiniz. Kendi ayrılıklarınızdan farklı görürsünüz. Adaya, başka yerlere, müzeye gider gibi gidersiniz. Ben ne düşündüğümü açıkça söylerim. Erkekler bunu pek yapmaz.” “Bir erkek hemcinsinin ne düşündüğünü bilir az çok.” “Latif cinsin ne düşündüğünü ise çok az bilir. Kadınlar o yüzden daha fazla konuşur.” Durdu, siyah başörtüsünü düzeltti. “Stefanos...” Bu kelimeyle hayatının yarısını anlatmış gibi sustu. “Beni, onunla yalnız bırakmamak uğruna kahve yerine gelir bizde çalışırdı. Kendi köyünden bizimki on-on beş kilometre çeker, sabahları bazen çam ormanlarının, pırnal meşelerinin, hayıtların, zakkumların arasından geçerek yürürdü. “Yorgo ile neden evlenmediğimi düşünüyorsun herhalde. O kendisini çok fazla severdi. “Fedakârlık etmezdi pek; bir kadın için önemlidir bu. Hava bozduğunda –sık sık olurdu bu; benim köy kuzeydedir, lodos rüzgârlarına açıktır– köyünden beni görmeye gelmek için hiç kendini zorlamadı mesela, kaldı ki orası bize daha yakındı.” “Sen de Stefanos ile evlendin.” “Küçümsüyorsun, erkekler bunu anlamaz. Kadınlar, kendilerinin dışına çıkabilen birini eş ister. “Gene de, o imzayı atabilen biriyle evliliğimi sürdüremezdim. Tanıklığı o yapmayabilirdi, Stefanos yapmasa başkası da yapmak zorunda değildi. Neyse...” VI “Burada,” dedi Andon. “Son mührü açık cezaevi vurdu. Senin geminin yanaştığı liman var ya, onun tam çaprazında, adanın güney batısına kuruldu. Zaten adadaki aileler bir önceki yıl darmadağınık olmuştu. Çok hırsızlık oldu. İnsanlar daha da canlarından bezsin, daha çok malından mülkünden olsun diye kurdular bu cezaevini buraya. “Yaşadığın yerin bir hapishanenin sınırları olarak tescillenmesi ne demektir bilir misin? Bir anda kendini de mahkûm olmuş bulursun. Adaya cezaevi kurmak, mahkûmlar kaçamasın, ada83

- Mavi Öyküler


lıların geri kalanı da kaçamayan mahkûmlar yüzünden kaçsın demektir. Onlar işledikleri farz edilen cürümler yüzünden adaya düşmüştür, bizse işleyeceğimizi farz ettikleri cürümler yüzünden adadan atılırız. “Sence ‘hükümlüyü topluma kazandırmak’ ne manaya gelir?” Bir cevap vermem, ne diyeceğim onu pek ilgilendiriyor görünmüyordu. Devam etti. “Böyle basmakalıp bir lafa bel bağlamışsan kişi hükmünü giyse de çıkarsa da, onu dışarıda görüyorsun demektir. Bunu diyen, kendini ‘toplum’, hükümlüyü ‘kaybedilmiş’ olarak görür. O kişi cürüm işlemiş olsa da, olmasa da ‘toplum’ dediğiniz yerde değildir. O kişi, bunu diyenin gözünde, zaten kendisiyle birlikte ‘toplanmış’ biri değildir. “Peki biz; adalılar, bizi gönderenlerle aynı biçimde mi toplandık?” VII “Bu kayalara ne denir, biliyor musun?” dedi kalın bir ses. “Peynir kayaları.” Yaklaşık yarım saattir dilimlenmiş kaşar peynirini andıran kayaların üzerinde oturuyordum. Balık kokusu küçük koyun tümüne sinmişti. Sesin geldiği yöne döndüm. Kilisenin yanındaki dükkânın önünde, bir gölgeliğin altındaydı. Ben bir şey söyleyemeden sesini yükseltip konuşmaya devam etti. (Yalıtılmış olduğumu, kimsenin beni fark etmediğini düşünüyordum. Açık denizin maviliğine, koyun iskelesine bağlanmış kayıkların dalgalara göre hareketlerine bakıyordum. Aklımdan bin türlü şey geçiyordu, bu kayaların ismi ya da jeolojik yapısı hariç. Oysa o kadar zamandır beni izliyormuş.) “Deniz bu kayaları böyle oydu,” dedi. “Ya da tersinden alırsan, kayaların denizin öyle oymasına uygun bir yapısı var. Kaya başka türlü olsaydı biçimi de başka türlü mü olurdu?” Yerinden kalktı (ben de kalktım) yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yanıma geldi. “Biçimi başka olsaydı bu kaya aynı kaya mı olurdu? Şunu da düşün: Biçiminden bağımsız olarak, sadece bakarak, kaya ile ilgili Mavi Öyküler -

84


bir bilgi edinebilir miyiz? “Böyle sorulara alışık olmadığın belli. Soruların cevabı yerine bu tür soruların ne işe yaradığını düşünüyor olmalısın. “Adadaki dördüncü köydesin şimdi, gezdiklerin arasında denize en yakın olanı. Baktığın, gördüğün, işittiğin, dinlediğin şeyler oldu. Bildiklerin vardı, yeni şeyler öğrendin. “Geçmişe ilişkin kesin bir bilgi için verilerin doygunluk noktası var mıdır?” Bu kez bana sormuyor, düşünüyor gibiydi. Öteki köyleri gördüğümü nereden biliyordu? Biri, birileri mi söylemişti? “Hayır,” dedi. “Denize yakın olan hep biraz daha fazla bilir.” Ben “Hayır” derken kendi sorusuna cevap verdiğini sanmıştım. “Kendi soruma cevabım da aynı,” dedi. Korkarak, çekinerek, en uygun dili bulmaya çalışarak ne işle uğraştığını sordum. “Otuz iki yıldır ufak tefek işlerle,” dedi. Sonra çakır mavisi gözlerini gözlerime dikerek yaşlı, esmer parmağını kiliseye doğru uzattı. “Daha önce bu kilisenin papazıydım.” Sustum. Bir süre sessizliğin mi konuşmanın mı kabalık olacağını kestiremedim. Sonra az önce ortada kalmış bir soru olduğunu hatırladım. “Doygunluk noktası kişinin kendisinde mi biter acaba?” dedim, alçak bir sesle. Gülümsedi. “Yani kişi ruhsal doygunluğa ulaştığında mı geçmiş kurulmuş olur?” Bu noktadan sonra herhangi bir şey söylemenin kabalık olacağından emindim. “Bu kayalar senin için ‘peynir kayaları’ artık. Çünkü ben onları adlandırdım; ya da adlandırılmış olanı sana aktardım. Adı olmasaydı bu nesne senin için belirlenmiş olmayacaktı. Ama adlandırılmalarını sağlayan ‘şey’ bu kayalarda mı mevcut? Bu ‘şey’ onların aynı zamanda kaya olmalarını da mı sağlıyor? “Bu sorular binlerce yıldır sorulur. Ben, cevapları olmasa da, soruları biliyorum. 85

- Mavi Öyküler


“Adanın geçmişini adlandırabildin mi? “Susuyorsun. Acının da biçimi vardır, önce bunu görürsün. Her biçim gibi, bunun da algılanış yolları vardır. Bazı acılar çıplaktır, ortada durur. Bazıları ise kendini ele vermez. Acıyı –bilinçli ya da bilinçsiz; gerçi bu ikisinin nerede ayrıldığını uzun hayatım boyunca öğrenemedim– örtmenin de yolları vardır. “Emin olduğum nadir şeylerden biri, acının hiçbir yere gitmediğidir. Bir mekâna yayılmışsa, kendine has bir koku siner her yere. İkame edebilirsin tabii; örtmek dediğim de budur. “Örtüyü aralayabilmek zaman ister. Acının, gördüğün biçiminin ötesinde bir şeyler hep kalır. Örtülmüş acıyı çıplak olarak görebilme cesaretini kazanmak da zaman alır. Kimileri, çok kimse belki, kendi karanlık yüzeylerine sırt çevirirler hayatları boyunca. Kimileri, çok azı, böyle bir alanın varlığından haberdardır; tedirgin adımlarla yoklarlar bu yüzeyi. Bilgi, böyle kullanılır. “Bu kayaların acısı, biçimlerine...” Kilisenin çanı çalmaya başladı. Cümlesini şimdi tamamlarsa ne dediğini duyamayacaktım. Çan sesleri sustu. “Kilitlenmiştir.” VIII “Ölümün,” dedi Yorgo, “beklenecek bir yanı yok. Ne de beklenmeyecek.” Bardaklarımızdaki şarapları tazeledi, kendi sigarasından ikram etti. “Sevginin de öyle. Ne zaman başlayacağını, ne zaman biteceğini önceden kestiremezsin. Ne Marika’ya olan sevgim azaldı, benimle evlenmediği için, ne de Stefanos’a aslında, yaptığı tanıklık nedeniyle. “Sevgi de acıya benzer bir bakıma, bir yere gitmez. İkisinin de üzerini çeşitli kumaşlarla kaplar, sustururuz. Onlar kapattığımız hücreden konuşmayı sürdürürler. Sesleri başka sesler olarak hayat boyu çınlar kafamızda. “Marika beni değil onu eş seçmekte haklıydı. Oyun tahtamız bir üçgenin yüzeyiydi. Ben sevdiğim gibi sevilmek istedim. Demek Mavi Öyküler -

86


ne oyunun kurallarını biliyordum, ne de bu kuralların varlığından haberim vardı. Yıllar öncesinin tahlillerini yapmak ne kolaydır... “Oysa yapmam gereken, Marika’yı, o yüzeyin tümünü benimle doldurabileceğine ikna etmekti. Stefanos bunu yaptı, oyun bitti. O Marika’yı, Marika’nın kendisini sevmesini istediği gibi sevdi. “Bunlar öğrenilmiyormuş. “Çok zaman Marika’yı görmek istediğim halde göremedim; çünkü ben tek çocuktum ve bizim şarap makinesinin başında birinin sürekli durması gerekiyordu, peder de gittikçe yaşlanıyordu. Bunu Marika’ya hiç söyleyemedim, çünkü o, benim zeytinyağı işinde çalışmak istediğim için oraya gittiğimi sanıyordu. Sadece kendisi için gittiğimi bilmiyordu. Oysa ben şarap yapmayı da, içmeyi de çok severim. Stefanos’un belli bir işi yoktu, kahve o olmasa da dönüyordu, o işten sıkıldığını da biliyordum. Ben işimi iyi yapıyordum, kendimi işimle tarif ediyordum. Bana göre kişinin varlığının mekânı, işidir zaten. “Marika’ya hep hava koşullarını bahane ettim, işime olan sevgimi kıskanmasın diye. Benim rakibim Stefanos ise, Marika’nınki bizim dev silindirdi. Çoğu kez gitmeyi gerçekten istediğim halde gidemedim. Zaten bir kadın için önemli olan bir çaba harcanması değil, o çabanın bir sonuca dönüşüp dönüşmediğidir. “Sonra herkes kendi işine döndü; ben şarapçılığa, Marika zeytinyağına, Stefanos da Marika’ya... Evlendim ve üçgen başka bir biçimde yeniden kuruldu; şarap verdim, zeytinyağı aldım. “Malum yazı geldi bir gün. Peder göçtükten bir yıl sonra. “Bana ait taşınmazların bulunduğu arazi kamulaştırılmış. “Bu ‘kamu’ nerededir, sizin ‘toplum’ diyegeldiğinizle aynı şey midir? Bizim adanın dışındaki her yere bu ad veriliyor anlaşılan. “Bir kişinin, arazinin hudutlarını belirlemek için tanıklık etmesi gerekiyormuş. Alışverişimiz çok oluyor diye Stefanos’u seçip, imzayı atması için zorlamışlar. Reddetmemiş. “Bu son söylediğim kelimeyi de ‘husumet işareti’ olarak kullanırsın sen şimdi, aradığın, duymak istediğin bu çünkü. Buna müsaade etmek istemem.” Stefanos da sevgiyi tanıyordu. Marika’nın bana duyduğu “ilk” 87

- Mavi Öyküler


sevginin çığlığını biliyordu. Kendisininkini de. Gündelik hayatın bunları boğmadığının, tam tersine beslediğinin farkındaydı. O da, öldürmeyi tercih etti. “Direnememiş, demek daha doğru olur. Direnmiş olmasını beklemeye de hakkım yok.” IX “Şarap güzelmiş,” dedi Stefanos. “Neredeyse Yorgo’nunki kadar.” Sustu. Söylenmemesi gereken bir şey söylemiş gibi gözlerini yere dikti. “Bence kişi kendini sevdiği insanla tarif etmelidir. Yorgo işine çok bağlanmıştı. Gerçi iyi de yapardı ama... “Marika’yı kendisinin çok dışında tuttu. Ben onun neden gelemediğini biliyordum, ama Marika’ya hiç söylemedim. Böyle bir durumda ancak Yorgo’nun bana bir kötülük yapmasıyla denge korunur değil mi? “Bak ‘kötülük’ dedim. Yaptığımı kendim nitelendiriyorum. “Marika kendisini terk edip benimle evlendiğinde Yorgo işine dönmüş, evlenmiş, bana olan sevgisini azaltmamıştı. Benden nefret edip suçluluğumu yok etmeme yardımcı olabilirdi. Marika’nın beni seçmiş olmasının bedelini, bana olan sevgisini öldürerek ödetebilirdi. “Yapmadı. “Tanıklık etmek için gönüllü olmadım, biliyorsun. İnsanı en çok rahatlatan kötülük, istemeden yapılmak zorunda olandır sanırdım. “Yanılmışım. “Marika kendisini korumak istediğimde beni daha çok sever sanıyordum. “Bunda da yanılmışım. “Yorgo beni sevmeyi sürdürdü, Marika’yı da. Suçluluğum içimde büyüdü, örtülmez bir hale geldi. Tanıklığı herhangi birinin yapabilecek olması önemli değildi aslında. “Bu kişi ben olmamalıydım. Marika da terk etti beni. Mavi Öyküler -

88


“Bunca yanılgıdan, Yorgo’dan, Marika’dan, adamdan, dilimden koparılmış olduktan sonra doğru şeyler söylüyor olmak neye yarar.” Bir sigara yaktı. Kibritin alevi sönmeden bana uzattı, ben de yaktım. Doğru şeyler söylüyor olmasının, söylediklerinin doğru olup olmamasının benim için bir önemi yoktu. Sigarasını bitirene kadar bir şey söylemedi, ben de. “Suskun,” dedi, izmaritini küllüğe bastırırken, “kalmak en iyisi galiba.” X “Yorgo’nun şarapçılığı ne kadar sevdiğini biliyordum,” dedi Marika. “Neden zaman zaman beni görmeye gelemediğini de. Öne sürdüğü bahaneleri hiçbir zaman yüzüne vurmadım. Stefanos da Yorgo’nun işiyle uğraştığı için köye gelemediğini biliyordu. Onun, bunu bilip benden saklamak istediğinin farkında olduğumu da belli etmedim. “Her şey tersine dönseydi Yorgo Stefanos için tanıklık yapar mıydı? “Sanmıyorum. Stefanos da adaya çok bağlıydı tabii, ama asıl bağlı olduğu bendim. Yorgo’nun işi, adasıyla, diliyle daha içeriden bir bağ kurmasını sağlamıştı. “Geçmişe dönüp böyle koşullu yargılarda bulunmak da haksızlık. “Bana olan sevgisini her şeyi öldürmek için kullanan bir erkekle de birlikte olamazdım. “Ayrıldık. “Önce birbirimizden, sonra adamızdan. Ayrı memleketlere gittik. “Ben o güne dek adamdan hiç çıkmamıştım. Başka yerleri de hiç merak etmiyordum. Yeni bir yere gittik, gitmek zorunda kaldık. Çocuklar benimle geldi, ara sıra babalarını görmeye giderler. Adadan niye ayrıldığımıza artık akılları eriyor az çok. Onlara Stefanos’un Yorgo’ya ihanet ettiğini hiç söylemedim. “Stefanos tanıklığı ile Yorgo’ya, Yorgo işiyle bana, ben Stefanos 89

- Mavi Öyküler


ile Yorgo’ya ihanet ettim. “Bıraksalar ölünceye dek orada yaşayıp adama gömülmek isterdim. Bıraksınlar gömülsün herkes kendi...” Siyah başörtüsünün ucuyla yüzünü kapattı, boğuk, uzaklardan gelen bir ses duydum. “Mekânına.” XI “Ben burada dokumacıydım,” dedi Todor. “Şu taş evi görüyor musun? Git, bak oraya. Seni burada bekliyorum.” Sesi uzaktan geliyordu. “Pencereden bak!” Eğildim, biraz aşağıda kalan odaya baktım dışarıdan. Karanlık odanın içinde bir dokuma tezgâhı vardı. “Dikkatli bak!” Tezgâhın silindirinde bir parça kumaş vardı. Aceleyle terk edilen bir yerde kalmış tek göze çarpan nesneydi. Bütünlenecek, bütünlenmeye başlanmış bir dokunun eksik kalan kısmıydı. Kendi başına bütünlüğü, doğmadan düşürülmüş bir çocuğunki kadardı. “Ben orada çalışıyordum, altmış beş haziranına, bir tabur asker adaya çıkana kadar. “Herkes gitmişti; Yorgo, Marika, Stefanos, Andon... Geride kalan ailelerin gündelik hayatı sarsılmıştı. Ben inatla yalnız başıma burada çalışıyordum. Yorgo’nun şaraplarını özlüyordum en çok. Tezgâh sürekli dönüyordu, düz dokuma yapıyordum, şimdi pek kalmamıştır. “Otuz iki yıl olmuş ayrılalı, ayrılmak zorunda kalalı. “Hepsi öldü şimdi, ben de. Altmış beşe kadarki hayatımız birer kelime olarak gömüldü basamaklara, benimki hariç. Ben dokuduğum kumaşı bile bitiremedim. “İşini bitiremeyen ölülerin dili, söyleyeceği sözü olmaz.” XII Silindirin sesini duymuyordum artık. Şarap kokusu da yitip Mavi Öyküler -

90


gitmişti. Şarabın acı tadı duruyordu belleğimde sadece. Derin derin soludum, küf kokusu geldi burnuma. Gözlerimi açtım. Dışarıda, evin duvarının önünde yığılıp kalmıştım. Başım ağrıyordu. Derin bir nefes daha almaya çalıştım, nefesim yarıda boğazıma takılı kaldı. Hava, herkes, her şey çürümüş, geniz yakıcı bir koku olarak doluyordu ciğerlerime. Sırtımı yasladığım duvara baktım. Haritada bulunduğumuz yeri gösteren işaret silinmişti. Bir motor sesi duydum. Ses büyüdü, köşeden bir traktör göründü. Yaklaştı, yanımda durdu. Sürücü motoru durdurmadan “Bin artık,” dedi. “Dönüyoruz.” *Taş Hücre kitabının içinde, Metis Yayınları, 2000.

p

“FİLMİN KOPTUĞU YER” “Soğan: «Minimalizm Nedir»i Anlamaya Çalışan Adamın Öyküsü” | İ. Kürşat Çetin Otobüs yolculuğunda izlediğim, hiçbir şey anlamadığım ve sonradan da 25’in üzerinde yurt içi ve yurt dışı ödülü olduğunu öğrendiğim bir film vardı. İzmir’den İstanbul’a gelirken izlemiştim. Koltuklara yerleştirilmiş küçük ekranlardan… Ve hayatımda izlediğim en kötü filmler sıralamasında ilk sıralara kolayca yerleştirdim filmi. Tüm o ödülleri almasının nedeninin, minimalist akımı benimsemiş bir yönetmen tarafından çekildiğini öğrendiğimdeyse, kendi kendime “minimalizm de ne” sorusunu sormama neden olmuştu. Düşündüm. Minimalizm ne olabilirdi? Minimal. Küçültme mi? Minimize mi etme, ama neyi minimize etme? Kârını mı? Zararını mı? Karmaşıklıktan mı sıyırma? Kalabalıktan mı arındırma? Az sözle çok şey mi söyleme? Susmak başlı başına bir cevaptır düsturu mu? Sadeleşmiş bir oda, moronlaşmış bir kişilik mi? 91

- Mavi Öyküler


Aptallaşmış bir kaplumbağanın üstüne konan uyuz bir sinek mi? Sana tokat atana diğer yanağın çevrilmesi mi? Neydi minimalizm? Feng shui mi? Fakirliğin meşrulaştırılması mı? Ya da hiçbir şey anlatamama, hiçbir şey çizememe, hiçbir şey yazamama ya da hiçbir şey çevirememenin havalı bir savunuculuğu mu? “Ben bu filmden hiçbir şey anlamadım” sorusuna verilen “sen zaten anlamazsın çünkü film minimalist” cevabı mı? Neydi? Bomboş bir odanın iki köşesine konmuş iki minder ve odanın ortasında duran kıçı kırık bir sehpa ve tavandaki çıplak ampule bağlanmış sigara jelatini mi? Neydi? Minderlerden birinin üstüne “koltuk” diğerinin üstüne “divan” yazmak, daha ileri bir şey miydi ya da geri? Minimalizm neydi? Evden çıkıp Caferağa’ya gittim ve tanıdığım barlardan birine oturdum. Barmen Yiğit vardı barda. - Hoş geldin Kürşat, ne haber? - İyabisendn? - Ne? - “İyi abi, senden” dedim de cümlemi minimize ettim. - Niye? - Ya kafayı bi şeye taktım da. Sen hiç minimalizm diye bir şey duydun mu? - Minik memeli gördüm de dediğini duymadım. - Sence nedir minimalizm? - Ne bileyim abi. Kuş boku gibi bir şey canlandı kafamda. Bira? - Evet. - 50’lik? - Olum, son 9 yıldır hiçbir barda, bira istediğim zaman “tamam” ya da “olur” cevabını alamadım. 50’lik mi, 30’luk mu, 90-6090’lık mı, şişe mi, karton mu? Bu ne lan? Sen bari yapma. Biliyosun nasıl içtiğimi. - Tamam abi, kızma. Ağız alışkanlığı. 50’lik vericem. - Yok istemiyorum. Bana minimalist bira ver. - Tekila bardağıyla mı? - Hayır, su tankeriyle. Minimal ben olmak istiyorum. - Abi sen takmışsın bu milimadizele. - Yok klimalı dizel. Minimalizm oğlum. - Her ne boksa. Al abi 50’lik biran. Çerez? Mavi Öyküler -

92


- Bir an düşündüm de çerez olmasın. - Nasıl yani? - Sen bana “50’lik biran” demedin mi? Ben de “bir an” düşündüm. Bir an, yani minimal zaman parçası; hatta parçacığı, hatta zaman bile değil, küçük bir diş kavuğu, tırnak arası, enseye düşen kepek parçası, tuvalet kapısını kilitlerken çıkan ses, denize düşen yıldırımdan korkan Japon balığının göz kırpması… - Denizde Japon balığı yaşamaz abi… - Ya olum bi sussana. - Tamam ya. - Ya of ya, bir anda bütün isteğimi kaçırdın. Kaptırmış gidiyodum ne güzel. Hem denizde Japon balığı yaşamaz da ne demek? Nerde yaşar? - Orta Asya’nın orman girmemiş baltalarından yapılmış kibrit kutusu büyüklüğündeki ahşap kulübelerde. - Minimal yani? - E yani! Ayrıca Japon balıkları göz kırpmaz. - Sen bi bira daha ver ve beni biraz yalnız bırak. Kusura bakmıyosun demi? - Kusura bamya abi. Küçük, tırnak gibi bamyalar var ya, onlardan. - Tamam tamam. Bokunu çıkardın. Ayrıca hangi balık göz kırpar? Neyse, bu arada çalan müzik ne? Kim bu? - Bilmiyorum ki ama bayılırım bu şarkıya. - Bi baksana bilgisayarın listesinden kimmiş. - Bi saniye abi… hah, buldum. Philip Glass - Koyaanisqatsi yazıyor. - Hiç duymadım ama güzelmiş. Neyse, sen beni yine benle bırak da düşüneyim. Düşünürken, altı tane de bira indirdim mideye. Her şeyi bir şeye indirmeye çalışıyordum. Indra Gandi, Ingrid Bergman, Ingrid Pitt, eller yukarı donlar aşağı zamanları… Altı bira ilk kez altı biranın altında bir etki yaratmıştı. Henüz iki tane içmiş gibiydim. Sonra kalktım ve Yiğit’e veda edip biralarının parasını verdim; sonra da çıkıp başka bir bara gittim. Barmen Emre duruyordu barda. - Hoş geldin Kürşat. 93

- Mavi Öyküler


- Sağol Emre. Bi 50’lik versene. - Tamam. Yanında bir şey ister misin? - Çerezossun. - Ben mi? - Ne sen mi? - Ben çerezos muyum? Çerezossun dedin. - Biranın yanında çerez ossun. - Ossun mu olmassın mı? - Emre, bira ver abi. Çekirdek büyüklüğünde, hatta küçüklüğünde doğranmış patates kızartması da olabilir. - Öyle bir şey yok. Parmak patates var istersen. - Yok kalsın. Bu arada sana bi şey soracağım. Minimalizm deyince aklına ne geliyor? İlk ne geliyor. Çabuk söyle. - Yeri beyaz mermerle kaplı çok büyük ve boş bir salonun tam orta noktasında dikilmiş ince, uzun ve siyah bir kadın sigarasının tam üstüne oturmayı planlayan yakışıklı ve çıplak bir oğlanı bağırarak uyaran mor bir yaban arısı. - Oha! Oğlan duyuyor mu peki arıyı? - Arılar, insanlar tarafından duyulmaz. İnsanlar da arılar tarafından duyulmaz. - Ama arılar insan tarafından öldürülür ve insanlar da arılar tarafından sokulur. - Son kullanımlık loru mideye indirirken teypte çalardı Blur. - Emre, o senin içtiğin kola mı? - Cin. - Devam et abi. Biraz cin çarpmış seni anlaşılan. - Cinler, cinsel ve tensel olarak bakıldığında, tinsel bir bütü… - Bira ver abi. Al, bak bu boş. Sana bardağın boş tarafını veriyorum. Dolusunu isterim. - Önemli olan dolu kısmı görüp… - Bardak boş abi. Al ve verme. Hadi görüşürüz… Bu arada çalan kim? Baya iyiymiş. - Michael Nyman. The Sacrifice. - Neyse, görüşürüz. Sarhoş veya çakır keyif insanlara katlanamam. Bu yüzden her zaman yalnız içer ve yalnız sarhoş olurum; çünkü başkalarına zulüm etmek istemem. Evet, minimalizm konusunda Emre’den Mavi Öyküler -

94


de pek bir yardım alamamıştım. Kime sormalıydım acaba? Vapurla karşıya geçip Beyoğlu’na gitmeye karar verdim ve yola çıktım. Vapurdayken, uzun uzun denize baktım. Hava inceden soğuk, vapur kalından sıcaktı. Düşünüyordum ama anlam veremiyordum. Bir saçmalık vardı ama neydi? Ben miydim yoksa? Yoksa ben yok muydum. Ya Yekusa? Peki neredeydi Yekusa. O beyaz kâğıt üzerine siyah kalemle yazdığım zayıf hikâyemin daha da zayıf karakteri neredeydi? Derken İmam Adnan’da oturdum tanıdığım bir bara. - Hoş geldin Kürşat. - Beş gittin Serkan. Ne haber? - İyi abi, senden? - İyi. Versene bi bira. - 30’luk, 50’lik, 70… - 50’lik abi, 50’lik. Nasıl gidiyo? - İyi valla, aynen john waynen hesabı. - Anladım. Ya sana bi şey soracağım. - E sor. - Minimalizm nedir? - Minimalizm mi? Minimalizm, şöyle küçük yeşil yeşil… BANA BİR DAHA SORU SORMA VE BEN İZİN VERMEDİKÇE KONUŞMA! - Ne diyosun oğlum! - Ya, dün akşam “Mustafa Hakkında Her Şey” diye bi film izledim de, orada kaçırılan adam kaçıran adama “kapari ne abi” diyordu, kaçıran adam da benim sana dediğimi söylüyordu. - Peki minimalizm? - Bak şimdi, hafif yeşermiş bir tarla düşün. Tarlanın tam ortasında cam bir masa var. Hava puslu. Hafif yağmur yağmış. Masada oturan bir köylü var. Masanın tam ortasında uçuk bir tasarım örneği beyaz tabak var. Tabağın içinde de, yağsız, tuzsuz, yoğurtsuz, sossuz; yani kısaca sadece haşlanmış makarna ve bu makarnayı süsleyen 10-15 adet kapari var. Köylü bakıyor tabağa. Makarnayı üreten kendisi. Fakir olduğu için haşlanmış makarna yiyor her zaman ama kapariyi de kendi ürettiği halde yiyemiyor. Çünkü çok pahalı, ama çok ucuza şehirdekilere satıyor. Satmak zorunda. Şimdi adamın ruh hali nedir? 95

- Mavi Öyküler


- Ya abicim ya! Tamam abi, sormadım bi şey. - Söylesene, adam ne yapacak? - Televizyonu tamir edecek. - Televizyon mu? - Evet. Bu da Big Lebowski’den bir diyalog. Eve tamirci geliyor, evde iki çıplak kadın var ve bu bir porno filmi. Eve gelen tamirci ne yapar? - Televizyonu tamir eder. - … İrfan çalışıyo mu hâlâ? - Evet abi, Balo Sokak’ta. - İyi, ben oraya gidiyorum. Gelmişken bi uğrayım ona. Hadi görüşürüz. Bu arada sorcam soramıyorum. Çalan şarkı kimin şarkısı? - Terry Riley diye biri ama şarkının adı yazmıyor. - Süpermiş. Adı yazmıyosa ben koyayım. Salça olsun. Hadi görüşürüz. - Görüşürüz abi. İrfan’ın mekânına geldiğimde ilk iş olarak doğruca tuvalete gittim. Midem bulanıyordu. Vapura binmeden önce yediğim tavuk döner ve sosisliyi, olduğu gibi çıkardım. Hatta içtiğim biraların da çoğu gitmek, benden ayrılmak zorunda kaldı, ama rahatladım. Her zaman kustuktan sonra filmi başa sarar ve hiçbir şey olmamış gibi başlarım. Öyle oldu zaten. Barda duran İrfan, elindeki kirli bezle tezgâhı siliyordu. - Naber İrfan? - Ooo, kimler gelmiş. İyi Kürşat, senden? - İyidir ya. Geziyorum. - Kadıköy’de misin hâlâ yoksa taşındın mı bu tarafa? - Kadıköy’deyim abi. Burada felaket bir ritim var, ben ayak uyduramam buraya. Yaşlandık artık. - Git ulen, dalga geçme. Ne vereyim sana, biraya devam mı? - Devam devam. Ver de içelim. - Eee, nasıl gidiyor? - Normal. Bi şey sorcam sana İrfan. Minimalizm deyince aklına ne geliyor? - Dur düşüneyim. İlk kez senden duyduğum bir kelime, bu yüzden biraz düşüneceğim. Mavi Öyküler -

96


- İyi hadi düşün. Ben de biramı yudumlayım. Bir… İki… Üç… Bi bira daha versene. - Al abi. - Düşündün mü? - Düşündüm. Bak dinle. Issız bir yol var. Yolun kenarında dandik bir araba durmuş ve arabanın ön tarafında, elleri cebinde ve bakışları yerde bir adam var. Hava puslu. Yaprakların üzerinde çiy var. Bir tanesi damlasa, toprağı parçalayacak denli güçlü çiy taneleri. Güneş, puslu havanın arkasında, okula gitmek istemeyen çocuğun çarşafın altına girip hasta numarası yapması gibi, öylece kıvranıyor. Yol, asfalt. Gelen geçen yok. Adamın bakışlar yerde. Hava puslu. Araba, dediğim gibi dandik. Yapraklarda… - Başa dönüyorsun İrfan. - Tamam, dur ya. Hah, nerde kalmıştık. Hava puslu. Adam, cebinden sigara paketi çıkarıyor, akortsuz bir piyano sesi duyuyor. Arabadaki radyodan geliyor olmalı ses. Sonra kibriti çakıp sigarasını tam yakacakken… - Eeee? - Bu kadar abi. Aklıma gelen bu. Ne sormuştun sen? - Minimalizm. - Evet işte, aklıma bu geldi. Ne ki minimalizm? - Yahu ben de bilmiyorum. Başka ne geliyor aklına? - Kare bir oda. Dümdüz her yer. Beyaz. Saf beyaz. Güneş görmemiş Sibiryalı bir balıkçının kıçı gibi bembeyaz. Odanın zemini kaygan. Parlıyor. Tavan zemine, zemin tavana yansıyor. Bir tane koltuk var ama anlatamayacağım kadar sade. Hatta hakkında roman yazılacak kadar sade. Ve tavandan, kıvrıla kıvrıla bir demir kablo iniyor yere kadar. - Kablonun ucunda ne var? - Bok var. Kesmesene kardeşim. Evet, kablonun ucunda öyle küçük tasarlanmış bir ışık var ki… aydınlatıyor. - Kimi? Neyi? - Mastürbasyon yapan üç milimetrelik Firavun karıncasını. Ya anlatmıyorum kardeşim. Hem ben de bi şey bilmiyorum. - İyi, gidiyorum ben. - Nereye? - Tarlabaşı’na. Oradayken heyecanlanıyorum. Kan pompalanı97

- Mavi Öyküler


yor damarlarıma. - Başına bi şey gelmesin? - Hadi görüşürüz… Bu arada çalan şarkı süpermiş. Kim bu? - Bakayım… Le Monte Young. “Well-Tuned Piano” yazıyor. - Harbi iyiymiş. Piyanodan başka bir şey yok galiba şarkıda? Neyse, bi bira daha ver de ben de biraz düşüneyim gidip gitmemeyi… Birayı içtikten sonra gitmeye karar verdim. Barmen dostlarımın yaptığı yorumlar kafamda salıncak kurmuş, sallanıyorlardı. Arkada bir şey bırakan sallanışlar. Ay yürüyüşü yapan Michael Jackson’ın geride sim parçacıkları bırakması gibi, ağlayan bir surata atılan tokattan sonra suratın geride bıraktığı gözyaşı parçacıkları gibi. Gibi’si çok olan şeyler işte ama ne fayda? Çözemiyordum. Çözemeye çözemeye vardım Tarlabaşı’na. Anayola yakın bir meyhaneye oturdum. İçerisi tenhaydı. Meyhanenin barına oturdum. Barda, bıyıkları yüzünden dudakları, sakalları yüzünden boynu, favorileri yüzünden kulakları gözükmeyen bir adam vardı. Sadece saydığım bölgelerde vardı sakal. Diğer yerlerde çıkmamış. Özellikle tercih ettiği ve gidip berberi kanser ettiği bir şekil olmadığı, her halinden belliydi. - Buyur. - Rakı ver abi. Tek. - Yanında? - Beyaz leblebi, varsa süzme yoğurt. - Beyaz nohut mu? - O da olur. Rakım geldi. Yoğurt ve nohut da… Etrafta öyle bir sakinlik vardı ki, sanki birazdan içeride atom bombası patlayacaktı. Her şey duruyordu. Sigara dumanı havada asılı, ışık asılı, oturanlar asılı, düşünceler asılı… Duvarda, bir ara çok meşhur olan, altın kol saatinin büyütülüp duvar saati konumuna getirildiği klişe zaman gösterici, nerede ve ne için olduğunun farkında olmayan bir kafes ve bu kafesin içinde, kafesle aynı duyguları paylaşan solmuş ama hayatta bir kuş, kuştan gelen zayıf sesler, rengi ve sesi tozlu bir ibreli radyo, radyodan gelen yerel müzik ki tahminime göre, bardaki adamın memleketinin havalarını çalan Mavi Öyküler -

98


bir kanalın müziği; görüntüsü açık, sesi kapalı bir Grundig, sigara yanıklarıyla delik deşik olmuş masa örtülerinin örtmeye çalıştığı masalar, camının tozundan artık ne sergilediği bile anlaşılamayan çerçeveler, dirseklerini masaya dayayıp çenelerini avuçlarının içlerine yerleştiren birkaç müdavim, birkaç yabancı, dışarıdan gelen küfürlü çocuk sesleri ve bu seslere vokal yapan patlamış egzozlar… Her şey duruyordu kısaca. Rakıyı oldum olası istediğim gibi içememişimdir. Hep hızlı içerim. Bira içer gibi ama bu sefer, Kadıköy’e dönüş yolunu düşününce, biraz da olsa ayık; hatta yürüyebilecek kadar ayık kalmamın doğru olacağına karar verdim. Belli bir noktam vardı. Filmin koptuğu yer. İşte o noktadan önce virgülü koyup yola çıkmalıydım. Ve içtikçe içtim. Merak ettiğim soruyu, tanımadığım meyhaneci abiye sormaya karar verdim. Cevabı komik olacaktı büyük ihtimalle ama çekinecek değildim. Hatta çekinmek, soru sormaktan çok daha yorucu geldi o an. Ve sordum. - Bi’şey sorabilir miyim abi? - Malatya. - Kayısı. - Ne? - Abi ne “ne”si? Bi’şey sorabilir miyim dedim, Malatya dedin. - Sen de kayısı dedin. - Ben, sen Malatya deyince otomatik olarak dedim. Ağzımdan çıktı. - Kardeşim, sen memleket nere diye sormayacak mıydın? - Yoo, ne alakası var abi. Minimalizm deyince aklına ne geliyor diye soracaktım. - Neyizm? - Minimalizm. - Valla dediğinin anlamını bilmem ama illa kafandan ne geçiyor diye sorarsan söyleyim. - Eyvallah abi. - Bak, şu pencere kenarında oturan sarı bıyıklı var ya, işte aklımdan o geçti. Mehmet Ali’dir adı. Biz Mali deriz. İşte o adam, sabahın köründe dikilir bu meyhanenin kapısına, bizle birlikte açar mekânı ve girer içeri. Konuşmaz fazla. Gerekirse “evet” der. “Hayır” demek için kelime kullanmaz. Cevap vermez, biz 99

- Mavi Öyküler


anlarız ya da şöyle bir kafa sallar ki kafasını sağa sola sallaması 15 dakika sürer. İşte bu Mali, akşama kadar oturur burada. Dışarıyı izler, yeri izler. Televizyona bakar. Ağzında hep sigara olur. Bazen yanan bazen de yanmayan, ama olur. Nadir konuşur dedim ya; işte konuşurken bile sigarayı ağzından almaz; çünkü konuşurken dudakları bile kıpırdamaz. Gözler hep yarı kapalıdır bu Mali’nin. - Bizim Big Smoke gibi. - Kim ulan o? - Evdeki su kaplumbağam. 28 yaşında. Gözler yarı kapalı hep. - Kesme evladım sözümü. Nerde kalmıştık. - Big Smoke, şey… gözler hep yarı kapalı demiştiniz. Yoksa yarı açık mı? - Gözler dediğim gibi. Yarı kapalı. Bakar ama nereye? Ne görür? Kafasından ne geçer? Kafanın içi ya boştur ya da binlerce anının yoğrulup romanlaştığı bir hayatın anılarıyla doludur. Biz bunu bilemeyiz. Anlamayız. Bize ipucu da vermez. Çizginin ya sağı ya da soludur; ya önü ya da arkası. Ama çizgide değildir. Sadece onu biliriz. - Peki ev bark? Çoluk çocuk? - Kesmesene sözümü. - Peki abi… - Anlatmıyorum len bi şey. Sordun söyledik işte. Ne sormuştun sen? - Minimalizm. - İşte sana Mali’yi anlattım. Başına mini koy, buna bağlı, buna inanan beş-on da adam bul, al sana minimalizm. Daha soru sorma çünkü dinlemeyi bilmiyorsun. Malatyalı’dan yemiştik ayarı ama ne yapsaydım? Tutamıyordum çenemi. Merak ettiğimi hemen sorma ihtiyacı duyuyordum. Ayrıca adam ne kadar enteresandı. Konuşması, konuşma tarzı… Üniversitedeki okutmanlığını bırakıp meyhane işletmeye karar vermişti sanki. Ya da zorlanmıştı bu işi yapmaya. Kimin kim, neyin ne olduğunu anlayamıyorduk sonuçta… Meyhaneden çıktığımda hava kararmıştı. Hava çoktan mı kararmıştı, azdan mı kararmıştı, bilmiyordum. Taksiye atlayıp Mavi Öyküler -

100


Taksim’den ayrıldım. Eğer kendi arabam olsaydı taksime atlayıp Taksim’den ayrılırdım ama yolda polise alkollü yakalanıp o da beni taksimden ayırır, taksimi bağlar; bana da ceza keserdi. Kısaca ayrıldım. Beşiktaş’a vardım ve vapura bindim. Kenara oturup yasak olmasına rağmen bir sigara yaktım. Vapur hareket etti. Suda köpük oluştu. Suda oluşan köpükle, uzamış sakallarımın bir bağlantısı olabilir miydi? Uzun uzun baktım. Olabilirdi. Uzun zamandır yıkanmamış olmamın da bağlantısı olabilirdi. Boğazın sinirlenip boğa gibi köpürdüğünün de bağlantısı olabilirdi. Üremenin, üreyememenin, midemdeki ürenin, sodaya dökülen tuzun, metale dökülen asidin… Her şeyin bir şeyle bağlantısı olabilirdi. Cevabını bulamamış olduğum bir sorunun mahkûmiyetiyle dönüyordum eve. Uzaklara bakıyordum ama bir şey görmüyordum. Sesler duyuyordum ama hiçbirini dinlemiyordum. Midemin bulanıp bulanmadığını düşündüm; bulanmıyordu. Yorgun olup olmadığımı düşündüm; değildim. Aç olup olmadığımı düşündüm; açtım. O anda vapurun içinden bir bağırış kopup geldi kulaklarıma, diğer insanların ve havadaki martıların vızıltısıyla. “Taze sıkılmış portakal, sıcak sandviç. Var mı abi isteyen. İster misin abla?” Vücudumu, oturduğum yerden hafifçe gemiye paralel hale getirip kafamı olabildiğince sola çevirdim ve içeriye baktım…

p

“ANLAMLARIN YERE BATASICA YÜZÜ” “Masadan Kalkıp Hayata Sızmak” | Çiğdem Aldatmaz Vicdan Divanı Bu bir karşılaşma öyküsü. Anlatıcısı şimdilik benim. Evet, benim. Cevizden oyulmuş köşeleri keskin, yılların cilasını soldurduğu koyu kahverengi bir masayım ben. Öyle sayfalarca anlatılacak ilginç özelliklerim yok. Neysem oyum işte. Küçük ve samimi bir meyhanede diğer masalar gibi alkol buğusu ve sigara dumanı içinde yaşayıp gidiyorum. Yıllar yıllar önce bir 101 - Mavi Öyküler


toprağa kök salmış küçük bir tohumken şimdi her şeye kendince bir biçim bir nitelik olma hali kazandırmaya pek hevesli olan insanoğlunun eline düştüm. Kökümden koparıldım, gövdemden ayrıldım, birtakım makinelerden geçtim, boyandım süslendim, kullanıldım ve eskidim sonra. O günden beri tanığı olmadığım hikâye kalmadı. İnsanoğlu sanki her var oluşun kendine has bir sebebi, bir anlamı yokmuş gibi her şeye kafasındaki anlamı yükler. Onu değiştirir, kullanır ve tüketir. Sonra da yarattıklarına ömür biçmeye meraklı tanrı egosuyla o şeyi bir kenara atar. Çünkü yeni oyuncaklar bulmuştur. Benim hikâyem bundan ibaret. Etrafımda masanın masa olduğundan habersiz üç adam oturuyor ve saat altıdan beri içiyorlar. Önce isimleri Muzaffer ve Güray olan ikisi geldi. Gelirken yanlarında büyük bir suçluluk duygusu getirdiler. Onlar fark etmedi ama gövdemin büyük bir kısmını ona ayırmak zorunda kaldım. Bu görünmeyen misafir öyle ağır ki diğer ikisinin fiziksel ağırlıklarını hissetmiyorum bile. Birazdan gelecek olan üçüncü adam –ki adı Ömer’dir– hakkında uzun uzun konuştular. Öyle ağır ki üzerlerindeki yük hep birlikte meyhanenin yer döşemesini aşıp magmaya kadar inebiliriz. Güray, “Ayıp ettik be oğlum” diyor. “Eğer o gece Ömer’e kaldığımız evin deşifre olduğunu, baskın yiyeceğimizi bir şekilde haber verebilseydik, adamın güzelim on yılı çalınmayacaktı. İkimiz de hayatlarımıza devam ettik. O ise, o gün sırf bizi bulabilmek için eve geldi. Ömrünün en güzel on yılını hücre duvarları arasında, işkence odalarında geçirdi. Neyiz biz şimdi? Dost muyuz?” Muzaffer rakısından büyük bir yudum alıyor ve sigarasından derin bir nefes… Gözlerinde pişmanlığın gölgeleri geziniyor. Bu soruya cevabı yok. İnsanoğlu diğer tüm canlı ve cansız mahlukattan farklı olarak konuşabiliyor. Fakat garip bir şekilde bu yetiye en çok ihtiyacı olduğu anda kilitlenip kalıyor. Susarak kabullenmek, susarak görünmez olmaya çalışmak, susarak hayatta kalmak ve içinde Mavi Öyküler -

102


her gün çığ gibi büyüyen acıyı öğütmek gibi bir huyu var. Soruların katlanarak büyüdüğü yerde sessizlikle bağdaşmak çoğunlukla ona vakit kazandırıyor. Oysa içine düştüğü evren anlat diyor insanoğluna. Gördüğünü, görmediğini, duyduğunu, duymazdan geldiğini, dokunduğunu ve kaçtığını anlat. Her insana doğuştan bir peygamberlik payesi biçilmiş aslında. Ama yaşadığı ne varsa sözcükleri kanatmaya başlayınca etinin acısından büyük bir suskunluğa gömülüyor insan. Dünya onu susturdukça o da dünyayı susturuyor. Birinin suskusundan diğeri kifayetsizlik sözcüğünü türetiyor. Tıpkı Muzaffer gibi… Muzaffer’in sustuğu saniyeler bizi biraz daha dibe çekmekte. Muzaffer sustukça meyhanedeki uğultular yükselmekte. Başını usulca kadehinden kaldırıyor ve “On yılın karşılığı yok ki” diyor. “Ne desek boş! Şimdi sana ne söylesem, Ömer için ne yapsam on yıl kadar anlamı olmayacak. Şimdi tek yapacağımız şey, kardeşimizi bundan sonraki hayatında rahat ettirmek.” Suçluluğun gölgesi bu kez de Güray’ın gözlerine sıçrıyor. Aslında bunca yıldır ikisinin de bakışlarının derinliğinde yatan tek anlam bu. Anlamların yere batasıca yüzü. Vicdanlarıyla görülmemiş hesapları olan bu iki adamı bu hale getiren aslında ne Ömer, ne suçluluk duygusu ne de aradan geçen on yıl. Aslında onların üzerlerindeki en ağır yükleri vicdanlarıdır. Günlük hayatları akıp giderken boşluk anlarında, geceleri tam uykuya dalacakları sırada, sabahları uyandıklarında üzerlerinde hissettikleri pençenin ağırlığı, aslında sadece vicdanları… Her ademoğlu gibi bir başkası için utandıkları ve acı çektikleri o duyguyu boyunlarında bir sarkaç gibi taşıyorlar. Güray “Evet“ diyor. “Ömer için ne yapmamız gerekiyorsa yapalım. Birbirimizden başka kimimiz var ki?” İkisi birden susuyor bu sefer. Aldıkları koca bir yudumdan sonra rakı kadehlerini sert bir şekilde üzerime bırakıyorlar. Meyhaneler… Bir masa haline dönüştüğümden beri insanların bütün ruh hallerinin bastırıldığı yerden çıkıp hesap kitap yap103 - Mavi Öyküler


madan havada uçuştuğu bir başka mekân daha görmedim. Bir ofis masası, bir dairenin yemek odası ya da mutfak masası, bir mağazada ürün sergilenen herhangi bir masa; hiçbiri benim burada gördüğüm kadar çok ve gerçek insan öyküsünü bir arada görmemiştir. Hepsi o kadar sıradan yaşanmışlıklardır ki aslında… Nihayetinde insan olağan hikâyelerden olağanüstü biçimlere bürünebilen bir varlık. Kendisi bunu hiçbir zaman kabul etmese de sıradanlaştıkça güzelleşir, sıradanlaştıkça hikâye biriktirir. Olağan hayatlar olağanüstüne akıp giderken neyin olağan neyin olağanüstü olduğu insanın zihin kıvrımlarında cevapsız sorulara dönüşürken, dünya hayat denen mesafeyle örülür. Bir masa bunları nereden mi bilebilir? Çünkü ademoğlu manevi dayanaklarını yitirdiği anlarda fiziksel olarak yorulur ve bu anda yaslandığı ilk şey bazen bir masadır bazen duvarlar, bazen bir sandalye. Dayandığı nesneye fark etmeden bir ruh üfler. Yani benimki fark edilmeyen bir tanıklıktan başka bir şey değildir. Hikâyenin bundan sonraki kısmını Ömer anlatsın size. Nihayetinde benim de taşıyabileceğim yükün bir sınırı var. Bu gece bu hikâye bir yerde sonlanacak biliyorum ve ben içimden gelen sese hâkim olamayacağım. ---------0000--------Ömer Divanı Karaköy’den Beyoğlu’na yürüyorum. Bıraksalar durmadan dinlenmeden yürüyebilirim. Her şey ne kadar değişmiş. İstanbul… Karakalem çiz İstanbul. Gölgeler, ışık oyunları siyahla beyazın amansız savaşı cenk etsin üzerimizde. Sabahları akşamlara karıştırmaya kalkan bir eski zaman şövalyesi eskizimizi bölsün. Karakalem çiz İstanbul. Hapishane kapılarından eski köprüye gelinceye kadar geçtiğim yolları resmet bana. Yollarında yürümeyeli ne kadar oldu? Hapishanede özgürlük insana kalbinin orta yerinde çırpınan bir kuş kadar yakın oluyor. Hem çok yakın hem de imkânsız. Dışarıdayken ne kadar da habersizmişim elimde olandan. İnsan kumar masasına düşünmeden sürdüğü şeyin oyunun kendisinMavi Öyküler -

104


den daha değerli olabildiğini ancak bedeller öderken anlayabiliyor. Sol yanımda ağrılı bir melekle uyudum yıllardır. Gecelerde duvar diplerinde üç kuruşa anadan doğma benzetilen, bir gözü bıçakla oyulmuş kanatlarında fraktal dövmeler taşıyan ağrılı bir melek söyledi bana, seçtiklerimizin bizi sürdüğü yollarda başımıza gelenler sadece bizi büyütür. Kimse ama hiç kimse sizin acınızla büyümez. Dahası acınız diğerlerinizi de küçültmez. Yani bizim çocuklar istemezdi tabii böyle olmasını. Ama böyle olmaması için de yapacak bir şeyleri yoktu. Ne benim acımla büyüdüler ne de ben küçüldüm tüm bunları yaşarken. Şimdi tüm kaslarımda beni elimde kalanlara sımsıkı tutunduracak kadar kuvvet var. Gökyüzü sunulan bir armağan gibi üzerimde ve bu denizden de bu şehirden de alacaklıyım. Bizimkilerle bulaşacağımız meyhanenin kapısındayım. İşte köşedeki masada oturuyorlar. Ah bizim çocuklar… Belki de hâlâ çocuklar. Ben içerde yaşlanırken onlar hâlâ bıraktığım gibi kalmışlar sanki. Hayatlarını ne kadar değiştirmiş olsalar da, hâlâ bir şeylerin hesabını yapmasını bilmiyorlar. Yakalandığım gün ne kadar kızgındım onlara. Polisler kapıyı yumruklamaya başladıkları andan itibaren başıma gelecekleri anladığımda. Sonrası sadece hayatta kalma çabasıydı. Yapayalnızdım. Çocuklar beni kurtaramazdı, kimseler beni kurtaramazdı. Geçen yıllardan sonra bugün yapılan tüm hesapların sıfırı doğruladığını bir kez daha anlıyordum. Ama şimdi, yıllardır bana yasaklanan bu sokaklarda yürürken, bedeller ödeyerek geçip gittiğim hayatın eteklerinde bir kukla gibi asılı kaldığımda çırpınışlarımın beni getirdiği yere bakıp her şeye yeniden şaşıyorum. Bütün bunlar ben yaşadım diye hikâye oldu. Biz seçtik diye yollarımız var. Bizi bazen zindan karanlıklarına bazen denize çıkan sokaklara düşüren her şey, biz yaşadık diye sadece bizim. Tek yaptığımız bir şeye inanmak. Var olan ya da yok olan, aslında hep yok olan, ama bizim var ettiğimiz ya da varlığından usandık diye yoka çevirdiğimiz çetrefilli bir yumak içine sarılmış kalplerimiz. Ama biz inandık, bir gün yitirebileceğimizi bile bile, hatta buna izin vererek yaşadıklarımıza inandık. Bizi biz yapan yanımızdan hiç utanmadık. 105 - Mavi Öyküler


Muzo ve Güray beni görür görmez ayağa kalktılar ve sarıldık. Birbirilerinin oyuncağını çaldığı için utanan çocuklar gibiler. Ben içerde yaşadıklarımı omuzlarımdan atmaya uğraşırken hayat o yükleri dışarı çıkarıp onların omuzlarında biriktirmiş gibiydi. Şimdi bu masada saatlerce oturup içeceğiz. Gözlerimiz yüklerimizi birbirine karıştıracak. Yarın ise ilk uçakla İsviçre’ye gideceğim. Orada beni yeni bir hayata başlatacak bağlantılarım hazır. Çıktığımdan beri ne Güray’a ne de Muzaffer’e söyleyememiştim, ama artık öğrenmeleri gerek. Hikâyelerin hikâye, bedellerin seçenekler sunduğunu ve gideceğimi bu gece, hatta şimdi öğrenebilirler. Artık hepimiz bir şeylerin ağırlığını taşıyabilecek kadar büyüdük. Uçak biletimi cebimden çıkarıp masaya atıyorum. İçimden geçenleri onlara da bir bir anlatıyorum. Ben bu adamları seviyorum, zaman kırgınlığımı öğüttü. İkisi de donmuş bakışlarını bilete kilitlemişken, masanın altından bir yerlerden gelen bir sesle irkiliyorlar. Hayata diyerek kadeh kaldırıyoruz.

p

“DESTANSI BİR AŞK YAŞIYORDUK” “Feridun Bey Kompleksi” | Ayşe Korkmaz Adını ilk kez, memuriyet hayatına başladığım gün duydum. Dairedeki arkadaşlar, aralarında para toplayıp şık bir dolma kalem almışlar. İçlerinden biri: “Bizden sana küçük bir hoş geldin hediyesi” dedi. Bir başkası gülerek, “Ve Feridun Bey’den...” diye ekledi. Feridun Bey’in kim olduğunu sormadım. O gün hasta olduğu için gelememiş bir hizmetli, bir memur, ya da üst düzey yöneticilerden biri olabilirdi. Odam birinci kattadır. Öyle ayakaltında olmasına bakmayın. Dairedeki en güzel odalardan biridir. Öğlene kadar güneş içinMavi Öyküler -

106


dedir. Bir giren bir daha çıkmak istemez. Bütün mesai arkadaşlarım en az günde bir kez uğrar. Sonrası malum, gelsin çaylar, gitsin kahveler. Hediye merasiminin üzerinden tam bir hafta geçmişti. Herkesle tek tek tanışmış olmama rağmen Feridun Bey’in yüzünü görebilmek henüz kısmet olmamıştı. Çay kahve âlemlerinden kurtulup yalnız kalabildiğim bir an, birdenbire kafamda Feridun Bey’i görme fikri belirdi. “Madem o gelmiyor, neden ben gitmiyorum?” dedim kendi kendime. Şefe, Feridun Bey’in hangi odada olduğunu sordum. “Üçüncü katta, sağdan ikinci kapı” diye tarif etti. Önce tuvalete uğradım. Makyajımı tazeleyip kıyafetime çekidüzen verdim. Öyle ya, Feridun Beyle ilk kez karşılaşacaktık. Telaş ve heyecan içinde söylenen odayı bulup içeri daldım. “Feridun Bey’e bakmıştım” dedim karşıma çıkanlara. “Feridun Bey dışarıda.” dediler. Fazla ilgili görünmemek için, sessizce odadan ayrıldım. Bu olayı takip eden ilk birkaç gün, Feridun Bey’i aklımdan tam olarak olmasa da, kısmen silmeyi başardım. Mutlaka arkadaşları ziyaretimden söz edecek, o da kendinde iade-i ziyaret zorunluluğu hissedecekti. Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Feridun Bey ikinci hafta da uğramadı odama. Bu süre içerisinde adı mesai arkadaşlarımın dilinden düşmedi. Feridun Bey’in öğlen yemeği ve sağlık kontrolü herkes tarafından bilhassa önemseniyor, bu işler için her gün ayrı biri görevlendiriliyordu. Ara sıra konuşmalara kulak kabarttıkça Feridun Bey’in maceralarından söz edildiğini duyuyordum. Anlaşılan o ki, dostluğu, zekâsı ve cesaretiyle ün salmıştı. Üçüncü hafta hemen hemen bütün gün Feridun Bey’i düşünür oldum. Acaba nasıl biriydi? Saçlarının biçimi, gözlerinin rengi, oturuşu, kalkışı, duruşu nasıldı? Neler yer, neler okur, neler dinlerdi? Yaşam felsefesi neydi? Hayattan beklentisi nelerdi? 107 - Mavi Öyküler


İlerleyen günlerde Feridun Bey düşlerime de sızdı. Her defasında yeni bir Feridun Bey’le tanışıyor, kendimi yeni bir öykünün içinde buluyordum. Kimi zaman açık denizde baş başa kaldığım yakışıklı bir kaptan, kimi zaman çölün ortasında bana su veren yardımsever bir bedevi oluyordu. Bazen başında anteni ve yeşil rengiyle garip bir uzaylı kimliğine bürünüyor, bazen beni ateşte pişirmeye çalışan siyahî yerlilerden biri oluyordu. Rüyalar kâbuslara dönüşüp rahatsız edici bir hal almaya başlayınca, gururumu ayaklar altına alıp, Feridun Bey’i görmeye bir kez daha gittim. Ama tıpkı ilk gidişim gibi, bu da fiyaskoyla sonuçlandı. Aldığım cevap aynıydı: “Feridun Bey dışarıda...” Bütün ümidimi yitirmiş, onunla hiçbir zaman tanışamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Belki de bunu, birileri özellikle yapıyordu. Artık rüyalarım, doğaüstü güçleri olan, kötü kalpli büyücülerle dolup taşıyordu. Büyücüler, kara kazanlar etrafında, döne döne sihirli sözcükler söylüyorlar, yaptıkları büyüleri kullanarak, Feridun Bey’le karşılaşmamızı engellemeye çalışıyorlardı. Odamın sıcak havası ve gelip gidenlerin yoğunluğu yüzünden çok bunaldığım bir gün bahçeye indim. Oralarda dolaşıp duran sevimli bir köpek dikkatimi çekti. Yanına yaklaşınca tepki vermemesinden insanlara alışık olduğunu anladım. Eğilip kucağıma aldım. Köpek ellerimle oynamaya başladı. Hayatım boyunca böyle sevimli bir hayvan görmemiştim. Onu odama götürüp mesai arkadaşlarıma da göstermeliydim. Genel müdür il dışındaydı. Aksi takdirde böyle bir şeye cesaret edemezdim. Çünkü dairedeki herkes onun hayvanlardan nefret ettiğini bilirdi. Kucağımda köpekle odama girince bütün gözler üzerime çevrildi. Kendimden emin adımlarla ilerleyip tam, “Gördünüz mü, ne şirin şey...” diyecekken odadakilerden biri benden çabuk davrandı: “Feridun Bey’le tanışmayı nihayet başardınız demek!” Her şey etrafımda dönmeye başladı. Damarlarımdan kanımın Mavi Öyküler -

108


çekildiğini hissettim. “Ne diyorsunuz siz? Feridun Bey bu köpek mi şimdi?” dedim. Olayın benim açımdan önemini bilmedikleri için, odadakiler kahkahalarla gülmeye başladılar. Bense ağlamaklı, “Ama neden bir insan adı taktınız ki?” diye sordum. Oda arkadaşım, “Ona dairede gizli saklı bakıyoruz. “Feridun Bey” önceleri bir şifreydi. Sonra öylesine alıştık ki, onu bu adla çağırmaya başladık” diye cevap verdi. İçimde garip bir boşluk duygusu vardı. Haftalar boyunca beynimi meşgul eden, kafamda büyütüp hayatımın merkezine oturttuğum, rüyalarımda defalarca birleşip ayrıldığım bu gizemli adam, bu yüce idol bir köpekti demek… Üstelik sanki anlıyormuş gibi, kara gözlerini gözlerime dikmiş bana bakıyordu. İşte o an, yine Feridun Bey’le ilgili gördüğüm rüyalardan birini hatırladım. Ben bir sokak köpeğiydim, o sosyete köpeği. Karşı kaldırımlarda göz göze, destansı bir aşk yaşıyorduk. Ta ki, belediyeden adamlar gelip beni kanlar içinde yerlere serene dek. Artık Feridun Bey rüyalarıma girmiyor. Ama onu tanıdığımdan beri, yaşadığım aşklar, hep böyle kanlar içinde bitiyor.

p

“HAYATININ KADININI BULMUŞ GİBİ…” “Becky Yenge” | Erdoğan Taşkın İnsan, arkadaş hatırı için neler yapar? Cevabınızı duyabiliyorum; “Neler yapmaz ki! Bok yer gerekirse.” Ben de öyle düşünüyorum. Hele hele bu arkadaşınızla neredeyse elli beş yıldır yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmemişse… İnsan doğasıdır, arada kısa süreli küskünlükleriniz olmuştur elbette, ancak hiçbir zaman kontağı tam anlamıyla yitirmediğiniz bir arkadaşsa bu, ölene kadar böyle sürer gider bu ilişki. Azrail’in kime 109 - Mavi Öyküler


daha önce çelmeyi takacağı belli olmaz. Ona sorsanız, çoktandır mezar yerimi hazırlayıp tabutumu ısmarlamam gerekiyordu, ama bana sorsanız cenaze töreninde parti yapacağımız arkadaşlardan biridir Servet. Kimseye yalan borcum yok. İkimiz de aynı bokun suyuyuz. Bu yüzden birbirimize bu yakıştırmalarımız. Tek farkla tabii, o sadece sulusuna takılır, bende ise her yol var. O suluda sınır tanımaz. Benim her zaman kararım karardır. İstiap haddimi bilirim sonuçta. Köpek gibi içmenin âlemi yok; ama bizimki biraz da bu cinsten. Benim sayemde ölümden döndüğü anları saysam, pavyon adisyonu olur. Onun hayata karşı takındığı umarsızlık, benim hiçbir zaman beceremediğim bir durum. Hesap kitap adamıyım ben. Yoksa başka türlü 45 yıl aynı işyerinde nasıl çalışabilir bir insan? Kişisel sorumluluğum dahilinde bir gün dahi geç kalmadığım bir iştir bu üstüne üstlük. Bizimkinin derdi tasası olmadığı için, ilk emekliliğinde çekti çizgili pijamaları. Eh ne olacak, emeklilik maaşı artı, Ortaköy’de bir dairenin kirası; eşittir yaşlı bir anne ve oğul. Dünyayı yeseler yine de bana mısın demez. Benim gibi karı dırdırı, çoluk çocuk okul masrafı, kızı-oğlanı evlendirme derdi yok tabii arkadaşın. Müzmin bekar. Evlilikten yana hiçbir zaman şansı olmadı. Ne kısmetleri tepti, ne Ayşeler Fatmalar yanıp tutuştu onun için… Ama o bir kez olsun kafasını topraktan kaldırıp yüzlerine bakamadı. Bir utangaçlık abidesi aransa, hiç çekinmem arkadaşımın adresini veririm. Çünkü kerhanedeki orospudan bile isteyemeyen bir arkadaş Servet. Sırf onun hatırına Yüksek Kaldırım’da turladığım hafta sonlarının çetelesini tutsam, adım rahatlıkla tecavüzcü cinsi sapıklar listesine eklenebilir. Boyunca çocukları olan bir adamın neredeyse her Allahın hafta sonu ne işi var Yüksek Kaldırım’da, değil mi? Öyle de olsa sorun yine bitmiyor elbette. Karılarla yüzgöz olan ben, pazarlık yapan yine ben… Olay sadece işi bitirmeye kalıyorken daha ne olsun, dediğinizi duyar gibiyim. Ama astarın rengi öyle değil. Delikanlı adam bir kere girer gerdeğe. İlk deneyim, sonraki kapıları açmak için yeter de artar bile… Her seferinde Mavi Öyküler -

110


gerdek sendromu yaşamaz işin ehli olan. Bir kere iteklenir, hatta yumruklanır kapıdan içeri girerken. Sonra sonra o kapının önüne goril de diksen, cehennem zebanisi de koysan ezip geçmeli, değil mi? Hayır! O kuvvet bazılarına verilmemiş demek ki. Bu yaşımıza geldik, götümüzün kılları tel tel kadayıf oldu, arkadaşta hâlâ ilk gece korkusu. Sanki o ucuz parfüm ve meni kokan loş odadan hatunla sabah kahvaltısına birlikte inecekler, el ele kol kola birlikte bir yaşam süreceklermiş gibi ciddiyetle girerdi her seferinde kapıdan içeri. Girerdi, diyorum; çünkü bir süredir arkadaşı baş göz ettiğim için kurtulmuş durumdayım bu ıstıraptan. Doğrusu, düşününce kıskanmadım da değil Servet’in dalgasını. Kime nasip olur ki böylesi? Derdi yok, tasası yok; yemesi içmesi, gezmesi tozması makyaj masrafı bile yok. Güzel mi? Hem de nasıl! Omuzlarına dökülen ipek gibi siyah saçları, sütun gibi ince uzun bacakları, incecik beli, dolgun kalçalarıyla tam ele avuca gelebilecek cinsten. Hem sonra dırdırı, kaprisleri, olur olmaz akşamlarda baş ağrıları da yok. Her daim hizmete hazır ve nazır! Hangi erkek istemez ki böyle bir hatunu? Sulandığımdan değil elbette. Asla! Arkadaşlığın kitabında yazmaz böyle şerefsizlikler. O teklif etse dahi asla tamah etmem yan gözle bakmaya. Fakat ben olmasam, arkadaşım biliyorum ki hâlâ hafta sonları lüks alışveriş merkezlerinin kafelerinde kaşarlı bir tost, bir çay içerek tüm gün takılacak, düşük bel giymiş çıtırları, göğüslerinin çatalı ulu orta dolaşan hatunları yarım gözle kesecek sonra da akşam eve gittiğinde tuvalette toplu seansa geçecekti. Onu bütün bu sapkınca eğilimlerden kurtarmanın tek bir yolu vardı; evlendirmek. Çünkü evlilik, düzenli seks demekti en başta. Servet gibi gözü yerde, eli alette gezen biri için bundan daha geçer bir yol düşünemiyorum. Ama kiminle? Ona öyle bir karı bulmalıydım ki, her daim yanından ayıramasın, ama varlığını da hiç kimseye hissettirmesin. Bir karısının olduğunu bir tek Servet ile ben bilecektik; annesinin 111 - Mavi Öyküler


bile bu evlilikten haberi olmamalıydı. Zaten biraz da sekseninin merdiveninde, fakat gözü hâlâ yukarıda olan annesi yüzünden de arkadaşım bir türlü baş göz olamadı. Bazı anneler için yetmişine de gelse hâlâ yeni yetme çocuktur oğulları. Kol kanat germek için çırpınır, ona kendilerinin gösterdiği ihtimamı hiçbir kadının gösteremeyeceğine inanırlar. Belki kötü niyetlerinden değil, ama ne fark eder ki? Her koşulda tek bir kadının iktidarıdır hedeflenen. Hakkını yiyemem. Mahmure Teyze, bana da annelik yapmıştır bugüne kadar çokça. Önümüze katık koymuş, karnımızı doyurmuştur Servet’le; vakitli vakitsiz. Gecenin hangi saatinde evlerine gitsek kapıda karşılar, bir çırpıda bu çocuğun bir gün onu öldüreceğini ve o ölürse yetim kalacağını, sadece oğlu için yaşadığını; ama oğlunun da bir gram olsun annesini düşünmediğini sayıp döker, sonra da ellerimizdeki bira dolu poşetlere aldırmadan, alkolik kocasını kapıda karşılayan kadın edasıyla mutfağa süzülerek kayıntı için öteberi hazırlamaya girişirdi. Biz de zaten dışarıda yükümüzü aldığımız için evde sadece cilayla yetinir, ardından bir şeyler atıştırarak tamamlardık geceyi. Bir süredir Servet annesinin dırdırından da uzak, tek kişilik bir motel odasında hatunuyla balayında. Birkaç yıldır birlikte gittiğimiz şirin bir sahil kasabası var. Havasını suyunu çok sevdik nedense, ama en çok da kadınların, genç kızların ipince bikinilerle denizi girdiği, güneşlenebildiği ender yerlerden biri olmasını. Yaz başından sonuna kadar bütün İstanbul sosyetesinin uğrak yeri bahsettiğim kasaba. Bazen bu adama nasıl uyduğumu ben de şaşırıyorum. On sekiz yaşında yapmadığım şeyleri elli beşine merdiven dayamışken yapmak inanın çok ağrıma gidiyor. Kızım yaşındaki kadınları dikizlemekten aldığımız sapıkça zevk, yüzükoyun yattığımız kumlardan kalktığımızda, kumun üstünde oluşan oyukta resmini buluyordu. Plajda saatlerce kıpırtısız bir vaziyette, güneş altında sırtımızı kızartırken, ikimiz de gözümüzü ufka dikmiş numarası yaparak, incecik ip gibi bikinileri kalçalarının arasında kaybolan kadınları güneş gözlüklerimizin ardından salyalarımızı akıtarak Mavi Öyküler -

112


gözetler, onlarla yatmanın hayalini kurardık birbirimizden habersiz. Serinlemek için suya girdiğimiz anlarda yine kadınların en yoğun olduğu bölgeleri seçer, suaygırları misali kafamızı çıkarıp ağzımızla su sıçratır, atletik vücutlarımızı, adalelerimizi özellikle sergilemek için fazla derin yerleri tercih etmezdik. Aslında dünya güzeliyle de yatsan, bir süre sonra sokağa çıktığında onun yanında bir maymun gibi sırıttığını fark edersin. Ona yakışmadığını ima eden bakışlardan rahatsız olursun. Bu yüzden güzel kadınlarla birlikte olmak da başa beladır. Hele bir de o kadınla evlenmişsen, iki kat belayı yüklenmiş olursun. Ama benim tıynetim buna elvermiyor; yani evlendiğim kadını eve kapatmak bana göre değildir. Ortaköy’de büyümüş açık görüşlü bir insanım. Hafta sonları karımı koluma takıp gezmek hoşuma giden bir davranıştır. Tabii benim lakabım boksör. Karıma yan gözle bakacak adamın ilk önce gözünü yamultur, icap ederse, kolunu bacağını kırarım. Namım da lakabım da iyi bilindiği için mahallemde rahatım, karımla gezer tozar, alışveriş yaparım gönül rahatlığıyla… Ben bakarım, erkekliğin şanındandır; güzel bir kadın gördüğümde gözümü çevirecek kadar avanak değilim. Ama Servet bakmaz. Kuşu ötmediğinden, canı çekmediğinden, istemediğinden değil; sırf utancından bakamaz. Ancak göz ucuyla, kimseye çaktırmadan, kaçak göcek bakışlarla… Neredeyse kırk yıldır elinin avucu aşındı garibin. Hafta sonları Yüksek Kaldırım’a götürmesem, hayatta sıcak bir yuvanın ne olduğunu da bilmeyecek… Neyse, artık bunların hiçbirine ihtiyacı kalmadı. Kapısında cinsel sağlık ürünleri yazan bir dükkândı girdiğimiz. Bir apartmanın çatı katında, dışarıdan ancak dikkatli bir şekilde bakıldığında tabelası okunan bir yerdi burası. Kan ter içinde yaklaşık on katı tırmanıp (evet, binanın asansörü yoktu!) kapısını çaldık. Kapıyı açan iri yarı, esmer, ayıyla manda bozması, insan kılığına uyma çabasını çoktan bırakmış, parklarda küçük çocukları şekerle kandırmaya teşne bir görüntü çizen sapık müsveddesi, bizim gibi yaşını başını almış bir adamdı. Kapısındaki levhada, www’yi görünce buranın daha çok internetten 113 - Mavi Öyküler


satış yaptığını ve yerinde satışı pek yapmadığını anladık, ancak artık iş işten geçmiş, bir kere eşikten içeri adım atmıştık. “Buyur ağalar,” dedi bizi meraklı gözlerle süzerek. “Neye bakmıştınız?” (Ulan, insan neye bakmaya gelir buraya!) Ben, hemen atılıp “arkadaşım için” dedim. “Onun için şey bakacaktık…” Ama utançtan yüzüm kıpkırmızı, tamamlayamadım cümlemi. “Nasıl bir şey,” dedi adam doğal bir merakla… “Mümkünse ürünlerinize bir bakmak istiyoruz. Görüp öyle karar versek…” Hayret, bu kez konuşan Servet’ti… Yüzüne canlılık gelmişti sanki raflarda sıra sıra dizilmiş olan tekli çiftli, pürtüklü düz her amaca uygun aletleri görünce. Hepsinde birer heykel heybeti vardı yeminle, bizimkilerden de daha doğal görünüyorlardı; ama bizimkilerin uzunluğu onların yanına bile yaklaşamazdı. İnsan onları görünce, mümkün değil aşağılık kompleksinden kurtulamaz. “Bu tarafta vibratörler var. Şu rafta da geciktirici kremler ve aksesuarlar…” Bir an duraksadı ayı manda bozması, bana bir göz kırparak, “Sanırım siz hatun bakacaksınız galiba,” dedi. (“Yok, devenin nalına bakacaktık; biz de ibne suratı mı var, Allahın angutu!”) “E-evet,” diye kekeledim. “Şişme bebek… Arkadaşım için…” “Bu kadar çeşit varken, insanın gerçek kadına hiç ihtiyacı olmuyor,” diye lafı sokuşturdu yine satıcı adam. Ve devam etti; “Evliydim, iki yıl öncesine kadar, üç tane de oğlum var, askerlik çağına gelmiş; ama bu işe girince inan olsun hiç düşünmeden karıyı boşadım… Valla artık kafam o kadar rahat ki, tabii raflardakiler sağlam… Bizde öyle kullanılmış mal bulunmaz. Her şey sıfır kilometre. Kendim için özel sipariş yapıyorum. İnanır mısınız, bakire olanları bile var. Gerçeğinden ayıramazsınız…” Her satıcı gibi o da malını övüyordu tabii. Haklı adam, ancak ne benim ne de Servet’in muhabbete katılma isteği vardı. İkimiz de Mavi Öyküler -

114


hedefe odaklanmış merakla raflardaki renkli, resimli kutuları inceliyorduk. Kutuların üzerinde gerçek kadın resimleri vardı. Sanki açınca içinden aynı kadın çıkacakmış gibi. “3 işlevli, vibrasyonlu, silikon göğüslü, gerçeğe yakın vajina ve anüslü gerçeğinden farksız hareket edebilen, istenilen pozisyonda durabilen bakire manken.” Flora Love Doll’muş bu ablanın ismi. Dantelli, kırmızı, ince bir bikini, siyah eldivenler, bebek gibi bir surat. Benim diyen sokaktaki yüzlerce hatuna taş çıkartır Allahıma kitabıma. Yüksek Kaldırım’daki motorları saymıyorum bile. Servet kız istemeye gitmiş damat adayı gibi utangaç, ben ise dikkatliydim. Tek tek okumaya çalışıyordum ürünlerin özelliklerini. Öyle ya, kazıklanmanın alemi yoktu. Bozuk çıktı, hoşumuza gitmedi, bunu sevmedik, ürünü iade etmek istiyoruz… Bunlar olağan süreçler değildi. Mağazadan pantolon, gömlek almıyorduk sonuçta. Envi; gerçek insan yüzüne sahip, 3 işlevli, 300 kg basınca dayanıklı, (Manda suratlı ayılar için özel!) hassas tenli bakire şişme manken. Gerçek bir kişilikmiş gibi hepsinin bir ismi vardı. Öyle şişme bebek diyerek itip kakamaz, aşağılayamazsınız… Bronco, kovboy şapkası takmış, tahta bir sandalyenin üzerinde, ata biner gibi, çırılçıplak binmiş, gülümsüyordu: kumral, uzun saçlı, 3 yerden vibrasyonlu, parfümlü, dolgun kalçalı, bakire “şişme” manken. Fakat içlerinden en afet olanı Becky’ydi. Servet görür görmez hayatının kadınını bulmuş gibi, anında hedefe kilitlendi. Ne yalan söyleyeyim özelliklerini inceleyince benim bile canım çekti. Zaten kutunun üzerindeki resim yeterince kışkırtıcıydı. Anlatmak gibi olmasın, (artık dünya ahret bacım sayılır) çift kişilik bir yatağın üzerinde dantelli, siyah jartiyerlerini çekmiş, alt tarafı tıraşsız, kırmızı loş bir ışık altında, göğüs uçlarını diş115 - Mavi Öyküler


leyen bir hatun… Hangi erkek dayanabilir böyle bir görüntüye? Fiyatı ve özellikleri de çok uygundu: 170 cm boyunda anal, oral, vajinal 3 işlevli, (Bunların hemen hemen hepsinin üç işlevi vardı ya, nedense gerçek kadınlar kocalarına evlilik hayatları boyunca tek işlevlerini sunardı) titreşimli, bakire şişme manken. Şişirme pompası hediyeli. Üstüne üstlük iki yıl garantili! Daha ne olsun? “Budur!” dedik, Servet ile aynı anda. Paketlettik, pazarlığımızı yaptık, ücretini ödedik ve çıktık dükkândan. İçinde ne olduğu belli olmasın diye de özellikle siyah poşete koydurduk. Allah’tan binanın merdivenleri tenhaydı, hiç kimseyle karşılaşmadık inerken. Sokağa, kalabalığa çıkınca bir tedirginliktir aldı beni. Ya tanıdık birine rastlarsak diye… Bizimki karısına törenle kavuşacak ya, torbayı da bana taşıtıyor. İyi de ben bunu eve götüremem ki… Öğrenirse karım ağzıma sıçardı. Mahalleye geldiğimizde Servet’in eline tutuşturdum zoraki. Ama biliyordum ki o da eve sokamayacaktı. Annesi mutlaka bakardı getirdiği poşetin içine. Bunun için kömürlük en uygun yer gibi görünüyordu. Zaten yaz olduğu için de kimse bakmazdı. Ertesi gün pazardı, biletlerimizi zaten birkaç gün öncesinden ayırtmıştık. Sabah erken bir saatte buluşup doğru o küçük sahil kasabasına… Daha önce yaptığımız gibi bu kez aynı odada kalmaya niyetli değildik. Burası birkaç yıldır Servet ile beraber gittiğimiz bir motel olduğu için sahibi bizi tanıyordu. Ayrı ayrı odalar tutarsak amacımızdan kıllanır diye düşünerek, ben ayrı bir motele yerleşmeye karar verdim. Zaten bir akşam kalıp İstanbul’a geri dönecektim. Arkadaşım balayını rahat rahat geçirsin istiyordum. Önce sahilde bir birahanede birkaç bira yuvarladık, akşam hava kararmak üzereyken de birkaç bira daha kapıp Servet ile kalacağı motele geldik. Onunla birlikte odaya girmem yakışık almazdı, ancak saat erken olduğu için dikkat çekmez diye düşündüm. Neyse zaten maceranın sonuna da yaklaştık sayılır. Ambalajını ben açtım yengenin. İçinden küçük bir el pompasıyla, preslenmiş gelin adayı çıktı. Yatağın üzerine özenle açıp yaydık, şişirilecek yerini bulduk, şişirdik; şişirdikçe gerçek bir kadın ebatlarına Mavi Öyküler -

116


ulaştı. Boyu posu endamıyla tam bir kadındı artık Becky Yenge. Tıpasını taktık. Gayet sağlamdı. Herhangi bir yerinden hava filan da kaçırmıyordu. Servet, ardımdan kapıyı kapatırken sessiz ve heyecanlıydı. Belli belirsiz bir teşekkür çıktığını duydum sadece dudakları arasından. Belli ki utanmıştı. Düşünüyorum da, bir haftalığına kiralamıştı odayı, ama on beş gün oldu Servet’ten hâlâ ses seda yok. Sanırım bu yazı karısıyla geçirmeye niyetli. Eh ne diyelim, Allah olmayana da versin, değil mi arkadaşlar?

p

“GÖZLERDEKİ İNANÇ ÖZLEMİ” “Kıyamet Geliyorum Der” | Ruhşen Doğan Nar Sabahın altısında her günkü gibi istemeye istemeye sıcak yataklarından kalkıp sokaklara karıştı insan sürüleri. Hepsinin gözlerinden uyku akıyordu, anlamsız gözlerle otobüslere bakıyor; eğer balık istifi otobüslerde oturacak yer bulabilirse uyuyorlardı. Ne yazık ki doğan güneş şu bilmem kaç milyonluk kentte en küçük bir duygu kırıntısı dahi bulamıyordu. Bahsi geçen şehir, dünya gezegeninde bulunan birçok metropolden biri olabilir. Ne de olsa hepsinin ortak özelliği zombileşmiş insan sürüleri tarafından etkisi her geçen gün artan duygusuzluk zinciri. İşte birazdan anlatılacak olaylar bu zincirin herhangi bir noktasında başlamıştır ve bunun sonucunda bütün zinciri kaçınılmaz bir şekilde etkilemiştir. Olayların başladığı şehir, sıradanlık bekâretini o gün sokaklarda bağıra çağıra dolaşan ve kıyametin yakın olduğunu söyleyen saçı sakalı birbirine karışmış yaşlı bir adam sayesinde kaybetti. Onu ilk gören iki genç şöyle söylediler: “A, ne kadar ilginç, değil mi? Aynı Amerika’daki kıyamet çığırt117 - Mavi Öyküler


kanları gibi.” “Evet, demek ki harbiden küçük Amerika olduk. Bir kıyamet çığırtkanımız eksikti…” Gençler onun Amerikan özentisi bir deli olduğunu düşündüler. Ancak kıyamet çığırtkanının ne Amerika’dan ne de Amerikanlaşmadan haberi vardı. Sadece üstüne düşen görevi yapıp insanoğlunu ve kızını uyarmak istiyordu. “Kıyamet günü geliyor günahkârlar! Artık bırakın dünya işlerini, O’ndan Rabbinizden merhamet dilenin. Belki o zaman bu küçük mavi gezegeni yok etmekten vazgeçebilir. Ama bu küçük bir olasılık; gerçi denemeye değer…” Yolda karşılaştığı insanlara zorla öğütler veriyor, durakların önünde otobüs bekleyen kalabalıklara nutuklar atıyordu. İnsanlar ise gülüyor ve onunla çoğu zaman dalga geçiyorlardı: “Kıyamet mi geliyormuş! Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim.” “Yazık, ekonomik kriz insanları ne hale getirdi!” “Tanrı öldü canım, senin haberin yok mu?” “Hep cemaatçilerin işi bunlar. İlk önce insanların beynini yıkıyorlar; sonra ortalık meczup doluyor.” “Kamera şakası bu, kamera şakası… Kamera nerede?” Türdeşleri ona deli muamelesi yapsa da vazgeçmedi ve dilinde tüy bitene kadar her gördüğü insana dili döndüğünce kıyamet gününün çok yakın olduğunu anlattı. Onun görevi insanları uyarmaktı, ister inansınlar ister inanmasınlar, onlara kalmıştı. Ona kıyamet gününün geldiğini nereden bildiğini soran şüphecilere şu yanıtı verdi: “Ah sizi şüpheciler! Ne zaman gözlerinizle göremediğiniz, ellerinizle tutamadığınız şeylere inanma cesaretini ve kararlığını kendinizde bulacaksınız? İnançsızlık denizi içinde boğulurken hâlâ bilim yılanına mı tutunacaksınız? Siz şimdi benden mantıklı bir cevap bekliyorsunuz; ama mantıklı bir cevap versem bile şüpheleriniz son bulmayacak. Yine şüphe hastalığınız ile kıvranıp duracaksınız yatağınızda. Ve bu işin içinde bir iş var diyeceksiniz. Mavi Öyküler -

118


Ama ben cevabımı vereyim ki içim rahat olsun.” Biraz duraksadı ve kendisine yönelmiş şüpheci gözlere baktı. O gözlerdeki inanç özlemini yakaladı: “Geçen gece rüyamda gördüm kıyametin geleceğini. Bir melek bana bildirdi bu haberi ve bana insanları uyarmam gerektiğini söyledi. Artık sap ile samanı ayırmanın vakti gelmiş kardeşlerim. Kiminiz yanacaksınız ne yazık ki. Kiminiz ise cennete ulaşacaksınız en sonunda. Tabii sadece çok azınız…” Bu konuşma doğal olarak kalabalık arasında huzursuzluğa neden oldu. Sinirlerine hâkim olamayanlar kıyamet tellalına bağırmaya başladı: “Sen kimsin ki meleklerle konuşuyorsun! Sahte peygamberlik yapma bize.” “Sakin olun arkadaşlar, anlaşılan kafayı yemiş bu adam. Gördüğü sanrıları ciddiye almış hasta herif.” “Biz bunlardan çok gördük çocuklar, yıl 1982 yine böyle bir manyak çıkmıştı ortaya. Yok neymiş kıyamet yakınmış. Camileri doldurup sürekli dua etmeliymişiz. Gerçi gençler üzerinde tam tersi bir etki yaratmıştı; ama neyse…” “Müslüman mahallesinde salyangoz mu satıyorsun lan allahsız, gelirsem oraya ağzını yüzünü dağıtırım.” Birkaç işsiz genç, adamın üzerine yürüdü ve onu tekme-tokat ikilisiyle hırpalamaya başladı. Allahtan esnaf araya girdi de kıyamet tellalı hastanelik olmadan oradan uzaklaştı. Linç edilmekten ucuz kurtulan tellal gülümseyerek olay mahallini terk etti. “Bunların olacağını biliyordum başından beri. Bana inanmayacaklarını, bana küfredeceklerini; hatta beni döveceklerini… Ama üzgün değilim, işin bana düşen kısmını tamamladım. Zaten kısa süre içinde gerçeği onlar da anlayacaklar; biraz geç olsa da…” *** Güneş son kez dünyayı terk ettiğinde kıyamet tellalı evine girdi, odasında son duasını etti ve televizyonu açtı. Bir yandan patlamış mısır yerken bir yandan da biraz sonra çıkacak haberlerin 119 - Mavi Öyküler


heyecanını yaşıyordu. Öngördüğü gibi tam iki dakika yirmi üç saniye sonra dünyanın dört bir köşesinden flaş haberler akmaya başladı. Ne yazık ki o sırada milyonlarca insanın seyrettiği yüzlerce diziye ara verildi. İzleyiciler, yine nerede bomba patladı; üçüncü dünyada olanlardan bize ne, diye düşünürken televizyondaki devlet yetkilileri az çok aynı şeyi söyledi kendi dillerinde: “Sayın vatandaşlar, Dünya Uzay Enstitüsü’nün aktardığına göre dünyamızın çok yakınında bir kara delik peyda oldu. Gökbilimcilerin gözlemlediği kadarıyla kara delik her saniye büyüyor ve etrafındaki her şeyi yutuyor, şimdiden Ay’ı içine aldığı saptandı. Vatandaşlarımızdan sakin olmalarını rica ediyoruz. Bütün dünya kenetlenmiş durumda bu sorunu çözmeye çalışıyor ve eminim ki başarılı olacaklar.” Tellal, gülümsedi ve kol saatine baktı: “Az kaldı, çok az… Bakalım gün boyu benimle dalga geçenler şimdi ne yapacaklar?” En sevdiği sandalyesini cam kenarına çekti ve oradan çekirdek çitleyerek sokağa çıkmaya başlayan kalabalıkları izledi. Bu sırada televizyon, internet, radyo; tüm medya organları kara haberle şaşkına dönmüştü. Kimi kanallara devlet başkanları çıkmış ve halktan umudunu kaybetmemesini istemişti; ancak gözlerinden değilse bile titreyen sesinden kendilerinin çoktan umutsuzluk girdabına kapıldığı anlaşılıyordu. Bazı kanallar ise din görevlilerini televizyona çıkarmış, toplu dua seansları düzenlemişti. Tahmin edilebileceği gibi insanoğlu ve kızı korkudan ve şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmıştı. Hüngür hüngür ağlayan mı dersin, avaz avaz bağıran mı? Sadece, deli olarak adlandırılmış olan insanlar normal halini koruyabilmiş, diğerlerinin neden birden delirdiğini anlamaya çalışmışlardı; ama nafile. İşin özü, insanlar insanlıktan çıkıp hayvanları korkuturken her bir kişi kendince korkusunu dile getirmeye ve rahatlamaya çalışmıştı. En iyisi o anda yaşanan durumun okurlarca daha iyi Mavi Öyküler -

120


anlaşılabilmesi için bazı kişilerin o sırada neler yaptıklarına göz atalım: İlk önce üçüncü sınıf bir yazarın odasına konuk olalım. Aslında ona sorsanız yazarlıkla alakası yoktur, sadece okumayı ve bir şeyler karalamayı seven biridir. Ama kalbinin derinliklerinde tanınan ve sevilen bir yazar olma isteği vardır. O gün küçük odasına kapanmış bir haftadır üzerinde çalıştığı bir öyküyü yazıyordu. Yazmak onun için hava gibi su gibi bir zorunluluk haline gelmişti. Ancak vergi ödemek gibi sıkıcı bir zorunluluk değil; tam aksine insana keyifli saatler yaşatan ve birkaç saatliğine de olsa başka bir düşünce boyutuna geçme fırsatı veren… Yazdığı öyküden umutluydu; yani okurlarının (az sayıda olsalar da) bu öyküyü beğeneceğini düşünüyordu. Aslında bu konuda da bir ikilem yaşıyordu: Hem onlar için yazıp çiziyor hem de onların eleştiri ve düşüncelerine çok aşırı değer vermemeye çalışıyordu. Gerçekte kendim için yazıyorum ama arkadaşlar falan merak edip okuyor, sonra bir bakıyorum herkese göndermişim yazılarımı, diye açıklıyordu çevresine eserlerini diğerleriyle paylaşma sürecini. Dışarıdan gelen seslerle dikkati dağıldığında iki saattir aynı öykü üzerinde uğraşıyordu. Yazı yazarken bir tür transa geçer ve dış dünyadan kopardı; ancak yüzlerce kişinin bağırışlarını duymayacak kadar değil. Çığlıkları duyduğunda bir süre öylece kaldı oturduğu sandalyede. Acaba yine bir yerlerde bomba mı patladı, diye düşündü. Dışarıda, her gün televizyonda gördüğü kanlı sahnelerle karşılaşmaktan korktu. Gerçi bombalama olsa o da duyardı. Her saniye artan merakı korkusunu yendi ve sonunda balkona çıktı. Birkaç kişinin kaldırımda oturup ağladığına şahit oldu. Bir nene ellerini göğe kaldırmış bir şeyler söylüyordu anlamadığı bir dilde. Kendini kaybetmiş iki mahalleli ise deliler gibi sokağı arşınlıyordu bağırarak. Onun gibi balkonlara pencerelere çıkan insanlara baktı. Hepsinin gözlerinden korku ve endişe akıyordu. Sokakta karşı apartmandan tanıdığı bir arkadaşını gören yazar adayı ona seslendi: “Birader, ne oluyor ya? Neden herkes bağırıyor?” 121 - Mavi Öyküler


Arkadaşı cevap vermeden sokaktaki beyaz saçlı nene her şeyi açıklığa kavuşturdu: “Yavrum kıyamet geliyor. Allah’a dua et çocuğum. Son bir dua et günahlarını bağışlaması için.” Yazarımsı duyduklarına inanamadı: “Hadi be, cidden mi?” Bu sefer sorusu neneyeydi; ama arkadaşı cevap verdi. Böylece ikisi ödeşmiş oldu: “İnanmıyorsan televizyona bak. Herkes bangır bangır bağırıyor kıyamet günü geldi diye. Uyuyor muydun sen?” Hayır, öykü yazıyordum cevabının bu duruma uymayacağını düşündüğünden evet, uyuyordum dedi ve içeri girdi. İlk iş olarak televizyonu açtı ve her kanalda kıyametin geldiğini bildiren haberlerle karşılaştı. Sadece bir müzik kanalı müzik akışına devam ediyordu. Birkaç dakika ne yapsam, diye kafa yordu. Dua edemem hiçbir dua bilmiyorum. Bilsem bile bu dakikadan sonra dua etmek ikiyüzlülük olur. Ailemi arasam? Telefon hatları çoktan çökmüştür. Uyusam? Uykum yok; zaten bol bol uyuyacağım kara deliğin içinde. En iyisi yarım kalan öyküme devam edeyim, diyerek son kararını verdi ve öyküye kaldığı yerden devam etti. Aklından geçen son düşünce: Ya öyküyü bitiremeden kara delik dünyayı yutarsa sorusuydu. İkinci olarak intihar eden bir kardeşimizin son dakikalarına tanık olalım. Kıyamet gününden bir hafta önce kararını vermişti: Doğum gününde hayatına son verecekti (Bir hafta sonraydı). O güne kadar yaşadığı bütün sorunlar onunla beraber yok olacaktı. Sırtındaki ağır yükü Atlas’a devredecekti. Omuzlarındaki ağırlığa bir de onunki eklenseydi, pek bir şey değişmezdi hamal kahraman için. Son bir haftası gayet eğlenceli ve güzel geçti. Kısa yolu seçeceği o gün gelip çattığında, keşke hayatımız sadece tatil havasında süren bir hafta olsaydı, dedi kendi kendisine. Bu dünyaya veda etme şekline çoktan karar vermişti: Apartmanın çatısından atlayacaktı. Kısa ve acısız bir ölüm için birebirdi bu yöntem ona göre. Ama sekizinci kattan düşüp ölmeyenlerin de olduğunu biliyordu. Onun arkasından, öldürmeyen Allah öldürmüyor, denilmesini istemezdi atladıktan sonra. Bu işi bir Mavi Öyküler -

122


defada bitirmek istiyordu. Son kez sevdikleriyle telefonda konuştuktan sonra çatıya çıktı. Arkasından mektup veya not bırakmadı. Neden kısa yolu seçtiğini öğrenmek isteyen olursa hayatını inceleseydi. Armut piş ağzıma düş fikrini hiçbir zaman sevmemişti. Çatıdaki duvara çıkıp atlayacakken bir gürültüdür koptu. Bir o yandan bir bu yandan çığlık sesleri gelmeye başladı. Beni gördüler, diye düşündü; telaşa kapıldı. Bunu tahmin etmemişti, kimse görmeden atlayıp kurtulmayı planlamıştı. Gözlerini kapattı ve atlamaya çalıştı. Ama çığlıklar ve bağırışlar o kadar çok artmıştı ki kararlılığını kaybetti ve duvardan indi. Neler oluyor, diye merak etti. Onun için bu kadar çok insanın feryat figan ağlamayacağını biliyordu. Sokağa indi ve bu karmaşanın nedenini öğrendi: Bugün kıyamet günüydü. İlk başta inanmadı ve televizyon, internet, radyo her şeyi açıp güzel haberi duydu. Şansa bak, dedi. Kıyamet günü ile intihar günüm çakıştı. Hep birlikte, aynı anda öleceğimize göre tek başıma ölmeme gerek yok. Hem böylesi daha keyifli! Dünyaca kara deliğe atlayıp hayatımıza son vereceğiz. Aklından geçen son düşünce: “Amma da ballıyım”dı. Son olarak iki sevgilinin yatak odasına izinsiz olarak girelim. Uzun zamandır bu özel anı bekleyen iki azgın gencimiz bütün dikkatlerini o dakikalarda yaşadıkları harikulade tensel zevklere vermişlerdi. Dışarıda savaş çıksa umurlarında olmazdı; ama bu seferki sorun çok daha büyük olduğu için üzerinde oldukları işi yarıda kesmek zorundalardı. Ama kesmediler. Hatta komşuları gelip kapılarını çaldığında dahi duymazlıktan gelip işe devam ettiler. Komşuları onların uyuduğunu zannedip şöyle seslendi: “Uyanın gençler, uyanın kıyamet kopuyor. Son duanızı edin bari. Uyanın kime diyorum!” İkisinin de verdiği tepki aynıydı: “Hasiktir, ne kıyameti!” Anadan doğma bir şekilde televizyon odasına koşup televizyonu açtılar ve kara haberle tanıştılar. Birbirlerinin gözlerine baktılar şimdi ne yapacağız dercesine. Sokaktan çığlıklar gelirken kısa 123 - Mavi Öyküler


bir süre sessizlik oluştu aralarında. Birden aynı anda gülmeye başladılar ve yarım bıraktıkları işe devam ettiler: “Bu dünyayı biz mi kurtaracağız canım?” “Hayır.” “O zaman yarım kalan işimizi bitirelim değil mi? Sonra arkamızdan ağlamasınlar…” “Tabii ki aşkım. Bugünün işini yarına bırakmamalı.” Bedenleri tekrar birbirine kenetlendi. Ama dışarıdan gelen sesler ilgilerini dağıtıyordu; bu sebepten bir türlü istedikleri performansı yakalayamıyorlardı: “Aşkım şu insanlar sussa da biz de işimizi daha rahat yapsak!” “Müziğin sesini açalım, böylece onları duymayız.” “Ne kadar zekisin canım.” “Sen de çok seksisin.” Akıllarından geçen son düşünce: Aynı anda zevkin doruğuna ulaşmaktı. Bütün dünya ile beraber… Önceden de söylediğimiz gibi dünyadaki her insan evladı kendi özelliklerine uygun olarak son dakikalarını geçiriyorlardı: Dua edenler, ölmeden önce adam öldürmek isteyenler, sokağa çıkıp önüne gelenle birlikte olanlar, son dakikalarını tuvalette geçirmek zorunda kalan kabızlar, ameliyat masasında can veren hastalar, silahlarını bırakan militanlar, cezaevlerinden salınan mahkûmlar… *** Her saniye dünyaya yaklaşan kara delik tam atmosferimize ulaşmıştı ki duraksadı, son adımı atmadan önce düşünür gibi bir hali vardı. Ama bu düşünme beklenenden biraz uzun sürünce (on iki saat) insanlık kurtulduğuna kanaat getirdi. Tanrı’nın onları bağışladığını ve son kez uyardığını düşündüler. Eğlenceler ve dua seansları ortalığı kapladı. İntihardan son anda vazgeçen kardeşimiz çatıdan atlayıp canına kıydı. Hayat kaldığı yerden devam etti. Ancak beklenmeyen bir şey oldu: Düşünmekten sıkılan kara delik bir saniyeden kısa bir süre içinde dünyayı yuttu. Kimse ne Mavi Öyküler -

124


olduğunu anlayamadı bile. Ne ağlayacak ne de korkacak vakitleri oldu. Aslında onlara acısız ve hızlı bir ölüm bahşettiği için O’na şükran duymalıydılar. Öldükten sonra nereye gittiklerini ise kimse bilmiyor. Ben dahi bilmiyorum… İsterseniz ‘kayıp aranıyor’ ilanları asabilirsiniz evrenin dört bir köşesine, size kalmış.

p

125 - Mavi Öyküler


Mavi Öyküler -

126


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.