İÇERIKLER “SÜRÜNÜN YAŞLI İNEĞİ”
4
“HERKESİN ANNESİ ÖLMÜŞ” 7 “PİS KIZIL KOMÜNİST!” 11 “KENDİMİ BOK GİBİ HİSSETTİM” 13 “ÖZGÜRLÜK, SINIRLARIN ZORLANDIĞI YERDEDİR” 20 “ÖLÜM Kİ BİR FAHİŞEDİR” “FAHİŞENİN UYKUSU”
24
29
“ELİ BOŞ DÖNÜLMEZDİ BU MACERADAN” 33 “BU BENİM ÖYKÜMDÜ” 36 “DÜNYADA TARİH ASLA YAZILMAZ Kİ. DAİMA SİLİNİR” 45 “HERKESİN İKİ ADI VARDIR BİZDE”
51
“AYNAYI DÖKERKEN RUHUNU DA DÖKERSİN” 56 “ZAMANI DURDURDULAR”
59
“AKBİL’İ BOŞTU, AYNI KALBİ GİBİ” “İÇİMDE BİR İSTEK VARDI HEP” Mavi Öyküler -
2
70
62
“ÖLÜSÜ GÜZELDİR İHTİYARIN, KADININ…” 72 “BOL ÇAPAKLI, AMA OLSUN” 75 “ÖLÜM BİR HASTALIKTIR”
80
“PARMAKLARIMLA TUTUYORUM GÜNEŞİ” 84 “BU BULUT YAĞMURU, BU CÜZDAN, BU TRAMVAY…” 91
Ücretsizdir 3
- Mavi Öyküler
p
“SÜRÜNÜN YAŞLI İNEĞİ” “Kış Önü Kış Ortası” | A. Kadir Konuk Tüm annelere… Onun dilinde rakamlı tarihler hiç olmadı. Yaşadığı olayların hiçbirini şu gün, şu ay, şu yıl diye açıklamadı. Yaşanmış da yaşanmamış gibiydi her şey, masalımsı… Dal gibiydi, ince bir söğüt dalı gibi, ama kuru değildi. Öldüğü güne kadar yaşam fışkırdı her yanından. Ellerinin üzerinde birer nehir gibi uzanan masmavi damarları onun yaşam kökleriydi. Yaşlanmıştı, eskiden sapsarı olan saçları bembeyaz olmuştu, ama yaşam bükememişti onun servi boyunu. Dimdikti, bir genç kız gibi yürürdü hasta olmadığı zamanlarda. Kendi işlerini hep kendisi yaptı. Hastaysa, yatağa bağlı değilse kimseden bir tas su istemedi. Kocası ölüp, çocukları anne gel bizimle kal dediklerinde ev üstüne ev kurulmaz yavrum dedi gitmedi hiç birine. Kendi evinde kaldı tek başına. Bazen yatak odasından mutfağa beş dakikada, neredeyse sürünerek gitti bir lokma ekmek için, ama kimseyi yardıma çağırmadı. On çocuğun annesi, yirmi torunun ninesi, yedi torun çocuğunun büyük ninesi, onun deyimiyle sürünün yaşlı ineğiydi o. Çocuklarının hepsi dede nine olmuşlardı, o da onların çocuklarının büyük ninesi. Çocukları, torunları, torunlarının çocukları onu konuşturmaktan müthiş zevk alır, o anlattıkça kullandığı bazı sözcüklere gülmekten yerlere yatarlardı. Biliyorum derdi, küçümsüyorsunuz beni, ama sizi ben getirdim dünyaya, unutmayın, benim yumurtamdan geldiniz bu aleme, şimdi kabuğunuzu beğenmiyorsunuz cücükler. Mavi Öyküler -
4
En çok da küçük torununun oğlu soru soruyordu ona. Son numara diyordu ona yaşlı kadın. Soyunun kaç kişiden oluştuğunu soran olursa ne bileyim anam it sürüsü gibi çoklar işte der; isimleri saymaya giriştiğinde altı-yediden yukarı çıkamaz, o sırada küçük torununun oğlu yanındaysa aha bu işte son numara der gülerdi. Az daha yaşasaydı kendi deyimiyle üç otuz yaşında olacaktı. Ne zaman doğduğunu bilmiyordu. Çocukları ne zaman, anne sen hangi tarihte doğdun, diye soracak olsalar, ne bileyim anam diye başlardı. Kış önüymüş, Ermeni tehciri varmış, her yer feryat figanmış, annem bana ikicanlıymış, babam annemi bir yaylıyla köye götürüyormuş, ziyaret ağacının altına geldiklerinde annemi bir bağırtı tutmuş, babam ulan ne var yazın ortasında böğürecek, utanmıyor musun demeye kalmamış, yaylının arka tekerleklerine yaslanan anam beni bacaklarının arasından çekip çıkarmış. Neyse ki arabacı hem tanıdık hem insan adammış. Yoksa babam öldürürmüş annemi beni öyle ulu orta doğurduğu için. Babam anama sövüp dururken arabacı cebindeki çakıyla kesmiş göbek bağımı, sonra hemen paltosunu çıkarmış, annem de beni ona sarmış, yoksa donup gidecekmişim o ayazda. Evlilik tarihi de kış önüydü onun. Sonrası, bütün yaşamı, yaz önü, kış önü, güz önü… O yaşamın tümünü bir kış gününde en küçük torununun oğluna masal anlatır gibi anlatırken ertesi gün, kış ortasında öleceğini biliyor gibiydi. “Ne zaman evlendin büyük nine?” “Yazdı, öküz öldüren sıcağı vardı o yıl, kapının önünde kızlarla ip atlıyordum, daha on üç on dört gibiydi yaşım, karılar geldiler beni annemden istediler, kış önüydü gelin oldum. İşte o büyük deden olacak herife verdiler beni. İt yüzlü…” “Niye ölmüş büyük dedeme it yüzlü diyorsun büyük nine?” “Ne bileyim ben, yüzünü mü gördüm de geldi aldı beni? Kaynanam olacak Nevriye geldi istedi beni, anamla babam da kapı ardında duran çalı süpürgesi gibi verdiler. Sonra bu Nevriye gitti geldi karnımı yokladı, kız anam sen kısır mısın yoksa dedi durdu. Ben ne bileyim, kısır olsam gebe olur muyum, biliyorum yüklüyüm, karnım göstermiyor bebeği, ben de gelinlik ediyor, 5
- Mavi Öyküler
utancımdan söyleyemiyorum gebeliğimi. Tandırın önündeydim, ekmek pişirmek değil de rapatayı tandıra vurmak için eğilmek ölümdü. Çocuk neredeyse ağzımdan çıkacak gibi oluyor, karnım öyle burnuma yükseliyordu. Tandırlığın dışında rüzgâr karları evirip çeviriyordu. Öyle tandırlığın orta yerinde Nevriye’nin eline doğdu en büyük halan. Kız oldu ya, bunu bir sinir tuttu, çocuğun yüzüne baktı durdu tandırın önünde. Tandıra atacak diye ödüm koptu, ama o çocuğu kucağıma verdi, gitti o güzelim mısır süpürgesini attı tandıra.” “Mısır süpürgesi ne büyük nine?” “Oğlum, eskiden böyle tozu içine çeken makineler yoktu, tozu havaya kaldıran süpürgeler vardı. Çalı süpürgesi kapı önünü süpürür, süpürge otundan, mısır püsküllerinden yapılanlar evi tozuturlardı.” “Niye tozutuyorsunuz evleri?” “Tozutmuyoruz oğlum, lafın gelişi öyle, süpürüyoruz. Sonra o makineler çıktı, karılar sultan oldu.” “Nevriye niye süpürgeyi attı tandıra büyük nine?” “Gelecek çocuk kız olmasın diye.” “Peki benim dedem nasıl doğdu büyük nine?” “Senin deden? Senin deden benim ilk oğlum. İlk halandan iki kış sonra yine yüklüydü karnım. Bu Nevriye ölmemişti ki kurtulayım. Gidip gelip oğlan olacak diye başımın etini yiyordu. Sanki ben istemiyorum. Karı neredeyse karnımı açıp içine bakacak. İkide bir yumurta haşlıyor, yumurtaların sarılarını saçının bir teliyle ortalarından ikiye bölüyor, içlerine bakıyor, oğlan diye bağırmıyor mu, kız olacak diye ödüm iliğim kopuyordu. “Kız oldu değil mi büyük nine? Süpürgeyi de boşa yaktı o zaman.” “Şeytansınız ulan hepiniz! Kız oldu elbet. Ortanca halan geldi dünyaya. Nevriye delirdi. Soyu sürmeyecekmiş, soyunu kurutacakmışım ben onların. Büyük deden, ana ne yapsın kadın, Allah verdi demese beni kapının önüne koyacak.” “Sonra yine mi kız oldu büyük nine?” “Gül gül, şeytanın dölü. Üçüncü de dördüncü de kız oldu. Nevriye her defasında yatırlara gitti, dualar etti, çaputlar bağladı, bana muskalar yaptırdı, bazen yanıma çöktü, ağladı, yalvardı, Mavi Öyküler -
6
bana bir erkek torun diye. Ama ben ne yapayım, gelen kız giden kız…” “Dedemi sormuştum ben, sen hep büyük halalarımı anlatıyorsun. Dedem ne zaman geldi dünyaya?” “Anlatıyorum ya, eşeğin sıpası. O sene çok kar vardı, çok ayaz vardı, itin götünde kar buz tutuyordu, büyük dedenin bıyıkları bile donmuştu bir keresinde. İşte o gün deden doğdu. Nevriye oğlanın çükünü görür görmez öyle bir bağırdı, öyle bir bağırdı ki ben kendimi öldüm sandım. Çocuğun göbek bağı benim içimde, karı aldı çocuğu götürüyor, içim de onlarla gidiyor, komşumuz anam gelini öldüreceksin demese çekip çıkaracak içimi dışarıya. Sonra aldılar oğlanı bunun elinden, başladı odanın ortasında göbek atmaya. Neyse birden aklına büyük deden geldi, müjde vereceğim diye fırladı kadın odadan, bir gürültü geldi ardından, sonra her şey sustu. Komşular koştular ardından, merdivenlerden yuvarlanmış, en alt basamakta öyle kalmış. İşte o günün akşamıydı öldü Nevriye. Senin deden Nevriye’nin öldüğü gün geldi dünyaya oğlum.” Bu öyküyü torununun oğluna anlattığı gecenin sabahına karşı sessizce, kimseyi rahatsız etmeden öldü yatağında. Kefen bezi, beyaz sabunu, lifi yatağının yanındaydı. Kemiklerim üşüyor, ben yatacağım dediği o günün tarihi neydi? Hiç kimse bir tarih koyamadı o ölüme. Ne zaman onu anacak olsalar son numaraya hayatını anlattığı gün ölmüştü dediler onun için. Ne doğum tarihi vardı ne de ölüm tarihi oldu. Yaşamış da yaşamamış gibi geldi geçti dünyadan.
p
“HERKESİN ANNESİ ÖLMÜŞ” “Zabıt” | Doğan Yarıcı Önlerinden hızla geçerken, yüzlerce günebakan aynı anda dönüp, bana bakıyor. Onlarla birlikte bir çocuk da. Karakuru, sıska. Alangözlerle cama yapışıyorum. Duruşunda bir gariplik var. 7
- Mavi Öyküler
Onu görmemden hoşnut değil gibi. Tedirgin, ardına bakıyor. Tarladan iki çocuk fırlıyor, bir şey veriyorlar ona. Uzaklaşırken seçebiliyorum, üç çocuk, biri kız, bize doğru koşuyorlar. Koltuk altlarında birer günebakan, ortası karaduman. Anayolun kestiği dik yokuşa sapıyorlar. Kıçlarını olabildiğince geriye atarak canhıraş tırmanıyorlar. Onlar düzlüğe vardığında otobüsüm geçip gidiyor. Kasabanın meydanına, evlerine değil, özgürlüğün bahçesine doğru seğirtiyorlar. Okulun köşesinden dönüp, koşmaya devam. Gittikleri yer cennet. Yasak olan ne varsa orada serbest. Çalıntı karaduman yemek, ağaçların altında saatlerce yatmak, uyumak, önüne gelen her çiçeği koklamak, şarkılar uydurmak, birbirlerini sıkıştırmak. Kuytular var bahçede. Gökyüzüne uzanan düzlükler. Kapıda melon şapkalı araba duruyor; kurt bakışlı, koç burunlu. Sadece iki yasak var. Aslında bir, diğerinin adı konmamış. İlki Sarım Enişte’nin odasına girmek. Perdeleri hep kapalı, loş. Duvarlarında acayip resimler var, bir sürü eski kitap. Arslan pençeli bir masa, arkasında gıcır gıcır bir tüfek. Hiç girmediler odasına, girmeyin diyen olmadı, girmediler. Asıl yasak olan buna dokunmak, bir adımdan fazla yaklaşmak. Sarım Enişte her gün yıkar, parlatır, Zarif Hala’yı gezdirir. Dutluğa gider, fener alaylarında önlerdedir, şapkasını çıkarır, halka selam verir. Bütün hayalleri ona binmek, deri koltuklarına dokunmak, göstergelere, direksiyona yakından bakmak. Bunun tek yolu Zarif Hala, kocasını ikna edecek. Evlenmemişler ki hiç, asırlar önce gelmiş, kapıdan girmiş, hayatını bu adama, bu eve adamış. Şimdi arka bahçede, güllerin arasındadır, elinde makas. Sarım Enişte onu seyreder, bıkmadan, gözünü kırpmadan, ışıl ışıl bakar. Bu evde zaman boşuna çalışır. Bahçenin her köşesinde sevgi dikilidir, arsızdır, yine de budanmaz. Çitleri boyalı, tek katlı, bakımlı, sığındıkları evdir. Orada bir gül goncası gibi karşılanırlar, Mavi Öyküler -
8
nergis, camgüzeli, ıhlamur olurlar. Su verir Zarif Hala onlara, şefkatle konuşur, yapraklarını okşar, Sarım Enişte uzaktan sessizce bakar. Bahçe kapısına değmeden içeri dalıyorlar sırayla, sıska, çilli, lapiska. Duralıyorlar. Bu saatte bütün ışıklar yanık. Perdeler açık. Bir sürü insan. Ayaktalar. Kolonyalar, mendiller. Kekeme imam, bakkal Hüsmen, Rukiye Hala, hemşire Seda, müdür Rıfkı, Bahire, Leyla, Selma, Nurten, Melahat Teyze, Hasan, Hüseyin Dayı, Anane Melek. Herkes bir arada. Hepsi ağlıyor, fena halde zırlıyor. Gülen yok. Karaduman olmuş ağızlarına, terli günebakanlara bakıp kızan yok. Kalabalığa karışıyorlar. Sıska’yı gören basıyor feryadı, kendini yerden yere atıyor. Diğerlerine bakıp “Annem öldü!” diyor Sıska. Demesiyle annesini görüyor, annesi iki teyzesinin arasında, salıncakta, hüngür hüngür ağlıyor. Çilli, “O zaman benimki!” diye içeri giriyor, peşinden diğerleri. Sedirde Çilli’nin annesi, kocaman beyaz bir mendile sümkürüyor. Lapiska, annesini bulmuş bile, kucakta, ağlamaya başlamış. Ortaya çıkıp “Kim öldü?” diye bağırıyorlar, akıllarında cennet yok. Yanıt yok. “Zarif Hala’ya soralım,” diyor Sıska, kalabalığı yarıp mutfağa geçiyorlar. Zarif Hala mutfakta değil, Zarif Hala çamaşırlıkta değil, Zarif Hala misafir odasında değil, Zarif Hala yatağında. Günaydınlarım, afiyet olsun canlarım, iyi akşamlar kumrularım, iyi uykular günbatımlarım, çok yaşa serin gölgem, hoş geldiniz tütsülerim oracıkta, uzanmış yatıyor. Bir kere tülbentini yanlış takmış. Ensesinde düğümlerdi hep, şimdi çenesinin altından bağlamış. Boğazına kadar çekmiş pikeyi. Uyuyor olsa da üçünün geldiğini hemencecik anlar, kalkmadan bakıp gülümser, sonra doğrulup saçlarını okşamaya gelir yanı başlarına. Öper onları tek tek. Limonata çıkarır dolaptan, birer bardak doldurur, Sarım Enişte’nin yanında, taşlıkta, konuşmadan, ağır ağır, yudum yudum içerler. Limonata mideye 9
- Mavi Öyküler
inmeden önce şöyle bir dolaşmaya çıkar, bedenlerine dağılır diye düşünürler. Kollarına, bacaklarına, kafalarına, en çok da Çilli’nin çillerine, Sıska’nın dizlerine, Lapiska’nın memişlerine. Önce içlerine bir serinlik dolar, yerini hemen uyuşukluğa bırakır. Ağaçlardan ağaç, gölgelerden gölge beğenirler kestirmek için. Onların sersem sepelek gidişine Zarif Hala’nın geriden gülüşü… Gülmüyor, kalkmıyor, onları görmüyor artık. Anlamazdan geliyorlar. Hiçbirinin annesi ölmemiş. Herkesin annesi ölmüş. Sarım Enişte arka bahçede, şezlongta, her zamanki gibi güllere, ortancalara, sırnaşık sarmaşıklara bakıyor. Zarif Hala’yı görmeden, aramadan. Sanki gözlerine perde inmiş, rüzgâr yok, hafif bir esinti perdeyi aralayıp içini göstermiyor. Cenaze günü, dutlukta, üçü kalıyor. Bir de Sarım Enişte. Ellerinde güller. Bir tahta parçasında Zarife yazıyor, gerisi toprak. Toprak, Zarif Hala çıkmak istermiş gibi kabarık. Doğruluyor Sarım Enişte, melon şapkasını çıkarıyor arabanın, yavaşça. Arka kapıyı açıyor. Bakıyor. Biniyorlar. Üçü arkada, Sarım Enişte önde gidiyorlar. Konuşmadan. Yüzlerine, saçlarına meltem değiyor, gözyaşlarını usulcacık siliyor. Dutluğu geziyorlar. Bilmedik yollardan geçiyorlar, hiç görmedikleri dere kenarlarından, leylek yuvalarının, uçurtmaların altından. Ne hızlı, ne yavaş, sanki Zarif Hala yürüyor. Yıldızlarla dönüyorlar eve. Evde kimse yok. Melon şapkalı araba bir daha yerinden kımıldamıyor. Sarım Enişte şezlongtan bir daha kalkmıyor. Bir daha günebakan tarlalarına dalmıyorlar. Varları yokları bu ev. Sonbahar geliyor, kış sonra, bir bahar, bir yaz daha. Yemek yapıyorlar, yemiyor Sarım Enişte, camları siliyorlar, çiçekleri suluyorlar, bahçeye bakıyorlar. Araba hariç. Dokunmak yasak hâlâ. Orada duruyor, yağmurun, rüzgârın, karın, yaprakların altında. Şapkası deliniyor, içine su doluyor, kediler, kuşlar yuva yapıyor, eriyor, toprağa karışıyor, yok oluyor. Mavi Öyküler -
10
O çocukları nasıl unuturum. Sıska, Çilli, Lapiska. Büyümüşler biraz. Bahçe kapısında oturuyorlar, gözleri karaduman. Arka bahçeye geçtim. Bileğini tuttum, nabzına baktım, alışkanlıkla. Birkaç fotoğraf çektim. Tüfeği torbaya aldım. Daktilomu açtım, yazmaya başladım.
p
“PİS KIZIL KOMÜNİST!” “Veda” | Leyla Süslü Sıkıcı bir günü daha bekleyerek geçirecektim. Asıldığım duvarın kirli renginde parlayan mavimin rengi gitgide soluyordu. Kim derdi ki, bana hayat veren güneş bir gün gelip bana ihanet edecek. Doğduğum günü dün gibi hatırlıyorum. Aylardan eylüldü. Adana’nın keskin sıcağı azalmıştı azalmasına ama hâlâ ter boşalıyordu her yerimden. Düz ovada beliren kardeşlerim süt beyaz bedenlerini güneşin sıcacık kollarına yaslamış gülümserken, karanlıkta beklediğim kozadan başımı umutla ışığı hissettiğim yöne çevirmiştim. Her şey bulanıktı. Umutsuzca kendimi sıkışıp kaldığım kozaya bırakmıştım. Koza sıcaktı. Ellerimi başımın altında kenetleyip amansız bekleyişe devam etmiştim. O aralar kendi sesimi duymaktan çıldıracaktım. Ara sıra vadi boyunca yayılan rüzgârın uğultusundan başka bir ses yoktu. Doğduğum gün tüm beyazlığım ve yumuşaklığımla güneşe kendimi teslim ettim, topak topak oluncaya dek bekledim, ardından yorgun, çilekeş eller beni dikenli kozamdan çıkarıp kardeşlerimle beraber fabrikaya gönderdi. Dokundum, boyandım ve bir umutla mağazalara gönderildim. Günlerce mağazada bekledim. Bir gün Hilmi Bey gözleri ışıl ışıl çıkageldi. Bana dokundu. Yumuşaklığımdan etkilendi. Hatta yüzüne sürüp tatlı tatlı gülümsedi. Güneşin sıcaklığını taşıyan 11
- Mavi Öyküler
bedenimi gerdim boylu boyunca. Hilmi Bey, “Alıyorum!” dedi büyük bir heyecanla gözlüklü, esmer tezgâhtar kıza. Tezgâhtar kız alacağı primden çok Hilmi Bey’in sevinciyle beni özene bezene paketledi. Sonra Beşiktaş minibüsüne binip eve geldik. Beni masanın üzerine bıraktı. Havasızlıktan boğulmak üzereydim. Heyecanla açılmayı ve sahibimle buluşmayı bekliyordum. Günlerce bekledim. Sonra bir gün Hilmi Bey beni çıkardı. Sevinçle askıya asıp duvardaki çiviye yerleştirdi. Yine gözlerinde o ışıltıyla hayran hayran beni izledi. Sevinçten eteklerim zil çaldı. Yanı başımda duran antika masanın üzerindeki guguklu saatle tanıştım. Uzun süredir bu evdeymiş. Hilmi Bey’in anneannesinden yadigârmış. Hilmi Bey her gün odaya girer, fesleğenleri sular, kokularını içine çekerdi. Oda bahar kokardı. Minnacık serçeler pencereye tüner, gün boyu öterdi. Evin kedisi Pisi yalanarak odada dolaşır, Hilmi Bey’in ayaklarının dibinden ayrılmazdı. O zamanlar guguklu saat tıkır tıkır çalışıyordu. Mutluydu. Mutluyduk. Sonra kara adamlar gelip Hilmi Bey’i yaka paça götürdüler. Komünist mi neymiş. Kütüphanedeki kitapları bir poşete doldurup suç delili olarak mahkemeye sunulmak üzere gönderdiler. “Kitaplar nasıl suç delili olabilirdi ki?” Guguklu saate sordum. Ne de olsa o çok görmüş çok geçirmişti. “Sen bu insanoğlunu bilmezsin” dedi içini çeke çeke! “Saçmalıklarına bunca yıl ben de akıl sır erdiremedim.” Sonra alt komşulardan kokoş Ferizan pencereden dudaklarındaki kırmızı rujunu bozan ağız dolusu tükürükle, “Pis kızıl komünist!” diye bağırdı Hilmi Bey için. Bu cümle gücüme gitti. Hırsımdan ve yapılan haksızlıktan buruş buruş oldum. İçim yandı. Odadaki kitapları bile şefkatle okşayan, gün boyu gözlüklerini takıp saatlerce okuyan bir adam kime ne zarar verebilirdi? Bazen arkadaşlarıyla toplanır dünyanın ahvali üzerine derin tartışmalara dalarlardı. “Bu sefalet bitmeli” derdi gözleri çakmak çakmak. Mavi Öyküler -
12
“Bunu insan hak etmiyor.” Sen de hak etmemiştin Hilmi Bey… Hilmi Bey için guguklu saat zırıl zırıl ağladı. “Sakın Ağlama!”dedim, kızdım guguklu saate. “Hilmi Bey gibi insanlara ağlanmaz!” Bir gün Hilmi Bey eve döndü. Rengi bembeyazdı. Titriyordu. Çok üzgündü. Sanki gözlerinde dünyayı taşıyordu. Kırmızı kanepeye çöktü. Saat, ben ve fesleğen üzüntüyle onu izledik. Sevgilisi Remziye Hanım’ı 1978’in kara kışında sokak ortasında güpegündüz vurmuşlar. O da komünistmiş. Onun da kanı kırmızıymış. Oysa ben ışıltılarla sarılacağım bedeni mavilerle bezemek istemiştim. Kahrımdan kendimi yedim, bitirdim. Hilmi Bey iki gün hiç uyumadı. Bazen yorgunluktan sızıp birkaç saat kestirip ardından gözlerini uzaklara dikip öylece kaldı. Bir hafta sonra Hilmi Bey banyo yaptı, tıraş oldu. İlk kez dışarı çıktı. Çıkarken hüzünle bana son kez baktı. Çıkış o çıkıştı. Bir daha Hilmi Bey’i görmedik. Hilmi Bey gittikten sonra guguklu saat günlerce kendine gelemedi. Ve bir gün bana artık çalışmak istemediğini söyledi. Böyle bir dünyada zaman harcamaya değmezdi. Son dönemlerde romatizma ağrıları artmıştı. Ayaklarına yazıktı. Bir gece benimle vedalaştı. Onu durduramadım. Çekip gitti. Fesleğen susuzluktan öldü. Serçeler uğramaz oldu. Pisi evden kaçtı. Ben tek başıma kalakaldım. Ama bir gün Hilmi Bey döner miydi? Yine bana şefkatli elleriyle dokunur muydu? İçimdeki mavi hâlâ umutluydu.
p
“KENDİMİ BOK GİBİ HİSSETTİM” 13
- Mavi Öyküler
“Dostum Sinek” | Ruhşen Doğan Nar O gece dostum Sinek’in ısrarları sonucu dışarı çıktım. Eğer o olmasaydı dışarıyı bir kenara bırakın odamdan dahi dışarı çıkmazdım. Ama dost için çiğ tavuk bile yenirmiş. (Acaba vejetaryenler ne yapar bu durumda?) Sinek’le dostluğumuz birkaç hafta önceye dayanıyor. Kış gelip de dışarısı sinekler için yaşanmaz hale geldiğinde dostum Sinek ister istemez donmamak için bizim eve girmiş, özellikle benim odamı seçmiş; çünkü odam evin diğer bölümlerine göre daha iştah açıcıymış. Odamdaki pisliklerle beslenerek kış gelmesine rağmen yaşamayı başarmış ve hâlâ başarıyor. Şu anda ben bunları yazarken bilgisayar ekranının üst köşesinde yazdıklarımı okuyor. Bir nevi editörlük yapıyor. Nerede kalmıştık? Evet, kış gelip arkadaşları çoktan toprak olmasına rağmen, o gayet rahat bir şekilde odamda yaşamına devam ediyor. Arada sıkıldığı oluyor, çekip gidesi geliyor; ama ben pencereyi açar açmaz dışarıdan gelen soğuk rüzgâr onu caydırıyor. Bazen kapana kısılmış gibi hissediyor, depresyonlara girip dışarıyı özlese de hayata devam ediyor, ilkbahara kadar yaşama umuduyla. Eğer annem tarafından öldürülmezse veyahut hasta düşmezse bence ilkbahara kadar dayanır. Annemi uyardım dostumu öldürmemesi için, deli falan dedi; ama bence ikazıma uyar, ne de olsa beni çok sever. Benden Sinek’e zarar gelmez, o da biliyor. Gerçi ilk karşılaştığımızda az kalsın onu öldürüyordum. Ne yapıyım bir sinek gördüğünüzde siz de saldırıya geçmez misiniz? Ben genellikle sinekleri ilk önce elimle avucumun içinde yakalayıp sonra duvara vurarak öldürmeyi severim. Herkesin kendisine göre bir yoğurt yiyişi ya da sinek öldürüşü var, değil mi? Mavi Öyküler -
14
Örneğin bazıları gazeteyi sıkı sıkı sarıp onunla sinekleri öldürmeyi sever. O zaman sineğin kanı oraya buraya bulaşabilir, kan görmeyi sevmeyen biri olarak bu yöntemi asla denemem. Benim yöntemim temizdir ve zordur; ilk önce çevik bir hareketle –ki bunu çoğu kişi beceremez– sineği avucumun içine hapseder, zar sallar gibi avucumun içinde sallarım; böylece iyice sersemler. Sinek avucunuzun içinde iyice sersemlemeli ki duvara fırlattığınızda bir taş gibi karşı koymaksızın duvara çarpsın. Eğer iyice sersemletmeden duvara fırlatırsanız –bunu genellikle acemiler yapar– sinek avucunuzdan çıkar çıkmaz kanatlarını sallayıp duvara çarpış hızını yavaşlatıp hayatını kurtarır. Ben de birkaç hafta önce –tarihi tam olarak hatırlayamıyorum– Sinek’i avucumun içine hapsettim; ama tam duvara vuracakken içimden bir ses yapma, dedi ve onu serbest bıraktım. O günden beri dostuz. Odamda yaşamaya başladıktan sonra başka sinekleri de odama buyur etti; ama onları tek tek yakalayıp öldürdüm. Ne de olsa bir odaya bir sinek yeter. Şu anda Sinek yazdığım satırlara tiksinerek bakıyor; ama bir şey söyleyemiyor. Herhalde sinirlenip onu odamdan kovacağımdan korkuyor. Ama korkma Sinek dostum taş atıyoruz da kolumuz mu yoruluyor! Sadece seni öldürmüyorum ve sana bir şans tanıyorum. Sen de bana dostluk sunuyor, şu küçücük odamda beni yapayalnız bırakmıyorsun. Güzel bir pazarlık değil mi? En iyisi o güne dönelim artık. Dediğim gibi Sinek’in ısrarları sonucunda dışarı çıkma kararı aldım. Mülö adında bir bayanla buluşmak için… Bu bayanla uzun zamandır internet üzerinden konuşuyordum; aramızda güzel bir elektrik vardı. (İnternet üzerinden elektrik nasıl oluyorsa artık?) Şaka maka derken epey yakınlaşmıştık. Hatta ona kamerasını bile açtırdım. (Aman ne büyük başarı!) Tahmin ettiğiniz gibi internette dolaşmaktan başka bir şey yapmayan kadınların çoğu gibi çirkindi. Tek kelimeyle çirkindi. Başka bir benzetme kullanamıyorum onun hakkında. Ama her çirkin kadın gibi seksiydi. (O senin abazalığın olmasın insan kardeş?) Çirkinliği seksiliğini pekiştiriyor gibiydi. 15
- Mavi Öyküler
Onunla buluşmak arada sırada aklımdan geçiyordu; ama sonra boş ver deyip vazgeçiyordum. Sırf seks için bunu yapamam, diyerek kendimi engelliyordum. (Korkuyordum desene.) Sonuçta aramızdaki ilişki (ilişkiye bak) sadece hoş beşlerle sınırlıydı. Ta ki o güne kadar… O gün yılbaşı gecesiydi, dışarıdaki insan sürüleri içerisinde olmak istemiyordum; bundan dolayı her zamanki gibi evde kaldım ve annemle minik bir eğlence düzenledikten sonra odama geçip Sinek’le ve bilgisayarımla baş başa kaldım. (Hangimiz daha önemli senin için acaba?) Bir ara oturma odasına geçip annemle dansözleri mi izlesem diye düşündüm; ama yapmadım. (Onun yerine internette porno izledin.) İşte bilgisayarımın başına geçer geçmez bahsi geçen bayanla mesajlaşmaya başladım. Yılbaşı gecesi olmasına rağmen onlarca kişi çevrimiçiydi. (İnsanlığın haline bak, kafeslerine tıkılmış bir sürü maymun.) Ama sadece onunla konuştum. Bir yandan meyveli pastamı yerken bir yandan da klavyede parmaklarımı dans ettiriyordum. Sinek’e de bir peynir parçası büyüklüğünde pasta ayırmıştım. Yılbaşı anına bir saat kala o bayandan (Sanki onlarca bayanla ilişkin var da…) ilginç bir teklif aldım: Beni evine çağırıyor ve yılbaşı gecesini birlikte geçirmemizi öneriyordu. O anda aklımdan yüzlerce görüntü geçti. (Çoğu sapıkça!) Anladığım kadarıyla yalnızlık canına tak etmişti. Binlerin arasında kendini yalnız hissetmek çok kötüymüş. Öyle dedi. Ben de ona katıldım. Hadi o zaman gel, geri sayımı birlikte yapalım, dedi. Acaba verir mi, diye aklımdan geçirdim. Çünkü vermezse boşu boşuna oralara gitmeyeyim, diye düşündüm. (Tam bir hayvansın. Sözde ben hayvanım; ama sen benden de hayvansın.) Benim için kadından dost olmazdı, iki kelime birbirine çok çok uzaktı. (Ondan kadınlarla geçinemiyorsun zaten!) Yok, bu vermez; verse de kanser edene kadar diretir, dedim. (Korkuyorum desene paşa paşa.) Tam, üzgünüm gelemeyeceğim, diye yazacakken Sinek araya girdi ve saçmalama, diye baMavi Öyküler -
16
ğırdı. Bu şansı bir daha bulamazsın. (İşte ben!) Birkaç saniye düşündükten sonra Sinek’in haklı olduğuna karar verdim ve hemen geliyorum diye yazdım. Adresini aldım ve yola çıktım. Evi iyi ki yakınmış, kısa sürede ulaştım. Mülö, kamerada gözüktüğünden de çirkinmiş, yani sözün kısası epey çirkin. (Sen sanki mükemmelsin!) Ama kamerada gözükmeyen güzel yanları da varmış. Epey güzel yanları! O geceyi kısaca anlatacağım: Geri sayıma kadar alıştırma muhabbetleri yaptık. Esprileri hiç komik olmamasına rağmen bol bol güldüm. Manalı manalı gözlerine baktım. Elimden geleni yaptım yani. (Ne çok şey yapmışsın?) Zaten geri sayım yaklaştıkça biz de yakınlaştık. Aramızda harbiden bir elektrik oluştu. (Elektrik, elektrik, elektrik… Başka kelime bilmez misin?) O elektrik dakikalar geçtikçe gözle görülür şekilde bizi yaklaştırdı. (İçtiğiniz üç şişe şarap olmasın o sizi yakınlaştıran!) Geri sayımı sarmaş dolaş yaptık ve akabinde öpüşmeye başladık. (İğrenç!) Uzun bir öpüşmeden sonra yatak odasına gittik ve sonrası tahmin edilebilir. Ama söylemek istediğim birkaç şey var: Tasavvur ettiğim kadar iyi değildi; hatta hiç iyi değildi. Bir ara midem bulandı, az kalsın üstüne kusuyordum. (İlk seferde olur böyle şeyler, ilk kez gemiye binmek gibi…) Sabah apar topar kalktım ve gittim. Bir selam vermeden… Ne yapabilirim, sabahları çok daha çirkinmiş. Evime geri dönerken kendime defalarca sordum: Bu mudur? İnsanların durmadan peşinde koştuğu, bu uğurda canlarını bile tehlikeye attığı şey bu muydu? (Evet, buydu. Ne sandın?) İlk önce kendimi bok gibi hissettim; ama sonra şöyle düşündüm: Elma var elma var. Nicole için ben de canımı veririm. Herhalde çürük elma olduğundan kendimi kötü hissettim. Eve varır varmaz Sinek’e her şeyi ballandıra ballandıra anlattım. Mükemmel bir geceydi de, süper bir performans çıkardım da… (Yalancı!) Aslında kornerden gol yemiş gibi bir hal içindeydim. (İlk defa duyuyorum bunu!) 17
- Mavi Öyküler
Tabii o geceden sonra kadına olan bütün ilgim toz olup uçtu. Muhabbetimiz, selam, nasılsın, kendine iyi bak’a döndü. Ta ki bana gelmeyi önerene kadar! (Amma da şaşırdım.) Demek ki o, yaşadıklarımızdan daha fazla haz almıştı. Bir kez daha istiyordu. Ya benimle evlenmek istiyorsa diye düşündüm ve kendimi orta sahadan gol yemiş gibi hissettim. (Benzetmelere bak!) Yok be, ne evlenmesi, sadece seks için diyerek kendimi avuttum ve önerisini kabul ettim. Bugün bize gelecek. Hatta biraz sonra gelir. Umarım bu sefer daha çok keyif alırım yoksa küçük hasanı keserim. Valla keserim. Ama bu sefer hazırlıklıyım. İnternetten işin sırrını aldım. İşin sırrı bu işi yaparken gözlerini kapatıp başkalarını düşlemek… O zaman dayanılır; hatta zevkli hale geliyormuş. İnsanların çoğu böyle yapıyormuş, birileriyle yatarken başkalarını düşlüyormuş, sanal gerçeklik gibi. (Trajikomik!) Benim gibi gözlerini açıp çirkinlikler abidesini göreceğine Nicole’u gözlerinin önüne getir ve bulutların üzerinde dolaş. Herkes bunu öğrenirken ben neredeydim? Aha, kapı çaldı. Lütfen Tanrım, lütfen bu işten bu akşam keyif alıyım! (Ben de bari bir köşeye saklanayım; yoksa asıl ben kusacağım.) *** Kahramanımız kapıya koştu, kapıya koşarken çoktan erekte olmuştu. Kapıyı açtığında kadının ne kadar çirkin olduğunun bir kez daha farkına vardı; ama olsun, dedi ve onu içeri buyur etti. Kadının ilk sorusu, evde kimse yok değil mi, oldu. Annemi postaladım, bütün gece yalnızız, dedi kahramanımız ve kadını öpmeye başladı. Kadın da sevgi oyununa katılınca ilginç sesler senfonisi başladı. Odaya vardıklarında sinek hemen bir köşeye uçtu ve orada gözlerini ve kulaklarını kapatıp işlerinin bitmesini bekledi. Ama o kadar çok ses çıkarıyorlardı ki sinek kulaklarını sıkı sıkı kapatsa da duyuyordu. İçinden, asıl hayvanlık bu, diMavi Öyküler -
18
yordu. Sinek bir süre sonra sıkıldı; aslında meraklandı ve kenetlenmiş bedenlerin yakınına uçup olanları izledi. Şaşkınlığını oha diyerek seslendirdi. Vay anasını diyerek pekiştirdi. Yuh diyerek bitirdi. Hasan’ın bu haline ilk kez şahit oluyordu. Normalde sakin, kırılgan olan dostu yatakta resmen bir canavara dönüşmüştü. Sinek olanları daha iyi incelemek için olay mahalline yaklaştı. Yakından daha iğrençmiş, diye düşündü. Allah’ıma bin şükür insan olarak doğmamışım, dedi. Birkaç dakika sonra iki insan(!) böğürdü ve aniden her şey bitti. Bir anda! Hasan kendini yatağa attı. Nefessiz kalmıştı. Kadın da aynı durumdaydı. Gören iki dakika önce zabıtadan kaçmışlar zannederdi. Kadının nefesi düzene girdiğinde ayağa kalktı. Banyoya gidiyorum, dedi. Hasan hâlâ nefes nefeseydi. Aklından spor yapması gerektiği geçiyordu. Tamam, koridorun sonunda, dedi. Kadın sakin adımlarla banyoya gitti. Arkasından da sinek banyoya girdi ve kadının banyo kapısını kapatmasıyla sinek banyoda tıkılı kaldı. Kadın banyosunu yaparken sinek onu iştahlı gözlerle izliyordu. Onu ısırmamak için kendini zor tutuyordu. Sonunda dayanamadı ve kadını göğsünden ısırmaya karar verip harekete geçti. Öyle yanlış zamanda saldırıya geçti ki, göğsüne konar konmaz kadının başından boca ettiği suyla kendisini banyonun ıslak zemininde buldu. Bir de şansına kadın onu fark etti ve iğrenç, diye bağırdıktan sonra ayağının altında ezdi. Kadının sesini duyan Hasan, merakından banyoya gitti ve o acı tabloyla karşılaştı. Dostu Sinek kanlar içinde yerde yatıyordu. Ne yaptın sen, diye bağırdı. Sineği öldürdüm, diye cevap verdi kadın. Bunda büyütülecek ne var? Hasan gözyaşları içinde, o sadece bir sinek değildi aynı zamanda benim dostumdu, diye cevap verdi. Kadın, deli misin sen, dedikten sonra kurulanıp elbiselerini giydi ve sonsuza kadar onu terk etti. Deliler de hep beni buluyor, diye bağırdı kapıyı hızla çarpmadan önce. 19
- Mavi Öyküler
Hasan ise saatlerce dostunun ölüsüne bakarak ağladı ve onun için bahçede anıt mezar yaptı. Annesi ona deli gözüyle baksa da anıt mezarın taşına şöyle yazdı: Dostum Sinek!
p
“ÖZGÜRLÜK, SINIRLARIN ZORLANDIĞI YERDEDİR” “Çığlık” | Ayşe Korkmaz “Bir çığlık, bir çığ yaratır.” Soljenitsin Ne çok konuşur babaannem. O konuşur, ben dinlerim. Ama söylediklerini anlayamam. En çok amcalarımın adı geçer konuşmalarında, bazen de halalarımın… Gün içerisinde yaşanılan olayları bir kazana koyup kaynatır. Kimin ne kadar haklı olduğunu sesli düşünür. Taşlar bir bir yerlerine oturur. Kimileri aklanmış, kimileri cezasını bulmuştur. Babaannemin adalet sisteminden kaçmanın yolu yoktur. Rezan’dan olup biteni öğrenmişsem, niye kızdığını bilirim. Ya amcalarım toprak için birbirine girmiştir, ya da halalarım çocukları uğruna kapışmışlardır. Bizim buralarda bu tür kavgaların sonu gelmez. Sebep ne olursa olsun, babaannem, kardeş kavgasını sevmez. Babamın adını duyduğumda, pür dikkat kesilirim. Bilirim ki babamın kavgayla işi olmaz. Annemle babamın evliliği konuk oluştur babaannemin kazanına. Sonra boşanmaları film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmiştir. Bu noktada, bakışları bana kilitlenir. Yanaklarına dökülen birkaç damla yaşla, çaresizliği doruğa ulaşır. Ona sarılırken, yüzüne bakarken, yüreğimin en derin köşelerini açmak isterim. Ve bildiğim bütün sevgi sözcüklerini sıralamak… Mavi Öyküler -
20
Ama konuşmalarımız, birbirimizin dilinde söyleyebildiğimiz birkaç küçük cümleyle sınırlıdır. Her yaz, sözcük dağarcığıma yenileri eklenir. İzmir’e dönünce bütün öğrendiklerimi unutmuş gibi yaparım. Çünkü dedem Kürtçeden nefret eder. Annemle babam, dedem yüzünden ayrılmışlar. Annem, her gece babamı düşündüğü için, gizli gizli ağlıyor. Çok fazla belli etmese de, babam da annemi hâlâ seviyor. Ama dedemin aklına uyarak çekip gitmesini, bir türlü hazmedemiyor. Babam İzmir’de çalışırken tanışmışlar. Dedemin razı olmayacağını bildikleri için kaçarak evlenmişler. Annemle babamın aşklarını doludizgin yaşadıkları dönemde, ben doğmuşum. Aradan zaman geçtikçe annem, Van’daki hayat tarzına ne kadar yabancı olduğunu düşünmeye başlamış. Birbirinden böylesine farklı iki toplum için aşkın bile birleştirici olamayacağı fikrine kapılmış. Babasının bu konuda yaptığı baskılara dayanamayıp, beni de yanına alarak geri dönmüş. Dedem, doğayı ve hayvanları çok sever. Onun bu konudaki çabaları, beni tutkulu bir hayvan sever yapmıştır. Getirdiği resimli kitaplar ve birlikte izlediğimiz belgesellerle belki de hayat boyu göremeyeceğim birçok hayvanı tanıma şansı bulurum. Bunun yanı sıra, onun sayesinde, insanlarla iç içe yaşayan pek çok hayvanın bilmediğim özelliklerini öğrenirim. Kıyı insanları için sıradan bir görüntü arz eden martıların, göklerde süzülürken sergilediği manzara, bana hep olağanüstü gelmiştir. Dolgun gövdeleri, iri kıvrık gagalarıyla onları, engin bir kişilik kazanmış, bilge insanlara benzetirim. Beni bu düşünceye götüren, biraz da martıların insanlarla ortak bir yaşam içerisine girmiş olmaları, apartman çatılarına yuva yapabilecek kadar aralarına sokulmalarıdır. Dedemin baskıları yüzünden, akrabalarımdan ayrı büyüdüm. Okula başladığım yıl, uzun yalvarmalarıma karşı koyamayıp, ilk kez, tatilimin bir ayını babamla geçirmeme izin verdi. O zamandan beri Van’a her yaz geliyorum. Babam, babaannem, amcalarım ve halalarım büyük sevgi gösterileriyle karşılıyorlar beni. 21
- Mavi Öyküler
Kendimi ulusal bir kahraman gibi hissediyorum. Yalnız büyüklerle değil, çocuklarla da çok iyi anlaşıyorum. Ama en çok Rezan’ı seviyorum. Rezan büyük amcamın oğlu. Ona İzmir’deki arkadaşlarımdan söz ediyorum. Oynadığımız oyunları, okuduğumuz kitapları, gezdiğimiz yerleri anlatıyorum. Bu, Rezan’ın da çok hoşuna gidiyor. Dedemi kandırmayı başarabilirsem, onu, en azından birkaç günlüğüne İzmir’e götürmek istiyorum. Rezan, çok yetenekli biri. Daha önce hiç görmediğim güzellikte resimler yapıyor. Bazılarını arkadaşlarıma hediye etmem için bana veriyor. İçlerinde en çok martı resimleri dikkatimi çekiyor. Ucunda siyah şerit bulunan kısa gagaları, küçücük gövdeleriyle bildiğim martılardan çok farklılar. Gözlerinde, garip bir şekilde, babaannemin bakışlarını görüyorum. Her an ağızlarını açıp, bilmediğim bir dilde konuşmaya başlayacaklarına dair bir izlenime kapılıyorum. Rezan, onların doğu martısı olduğunu söylüyor. Daha sonra, kıyılarda yaşayan martıların gümüş martı olduğunu öğreniyorum. Dedem, Beyşehir Gölü civarında, gümüş martıların doğu martılarıyla karışması sonucu oluşan melez bir topluluğunun yaşadığından söz ediyor. Şubatın başında on iki yaşımı doldurdum. Böylece Rezan da on üç oldu. Onunla bir yıl arayla, aynı gün doğmuşuz. Herkes bana Derya diyor. Ama babam, gerçek adımın Zilan olduğunu söylüyor. Zilan, Kürtçede çığlık anlamına geliyormuş. Rezan geçen yaz, inkâra kalkışılan kimliğinden, parçalanmış kültürel değerlerinden bahsetmeye başladı. Büyüyünce Doğu Anadolu’da Kürt devleti kuracakmış. Bunun, sık sık oynadıkları savaşçılık oyunuyla bir bağlantısı olduğunu seziyorum. Savaşırken sergilediği şiddetle, Rezan’ın sıcak ve yumuşak paylaşımlarını bir türlü bağdaştıramıyorum. O Kürt devletinden bahsettikçe, yüreğim sıkışıyor. Bazen doğu martısı hissediyorum kendimi. Babaannem gibi, güçlü gagamla gölün kıyıya yakın yerlerindeki ince buz tabakasıMavi Öyküler -
22
na çukurlar açıyorum. Çukur başında uzun bekleyişlerden sonra, balık yavrularına ulaşıyorum. Hayatta kalabilmek için buz kırmak kadar, diğer martılardan korunmayı da bilmek gerekli. Çünkü bu davada, kim kime düşman, belli değil. Sonra gümüş martı oluyorum, yakamozlarla yıkanan dalgalardan evimde. Dedemle aynı hizada uçuyor, aynı yerde avlanıyorum. Sürü, kimseye farklı olma hakkı tanımıyor. Vahşice cezalandırıyor kendisine benzemeyeni. Su yüzünde, izlerken “dünyaya bedel” duruşumu, kanatlarımın varlığını unutuyorum. Her gece rüyamda silahlı adamlarla uğraşıyorum. Önce Türkiye’den sınır dışı ediliyorum, sonra Kürt devletinden… Bir tarafta annem, dedem, arkadaşlarım, diğer tarafta babam, babaannem, akrabalarım, ne Türkler ne de Kürtler aralarına alıyorlar beni. “Ah Rezan!” diyorum. “Sen açtın bu işleri başımıza…” “Böyle olmaz!” diyorum Rezan’a. Barıştan, dostluktan söz ediyorum. Demokratik bir ortamda Türk, Kürt el ele yaşamaktan… Çünkü onlardan biri yoksa ben yarımım. Bu kültürel renkliliği kendi yararımıza çevirebileceğimizi söylüyorum. Henüz anlayamıyor; yine de ümidimi yitirmiyorum. Beyşehir Gölü’ndeki martıları düşünüyorum. Hayatları ekmek kavgasından ibaret, tüyleri deniz suyuyla ıslanmamış martıları. Oysa özgürlük, sınırların zorlandığı yerdedir. Vapurlarla yarışmalı, kıtalar aşmanın tadına varabilmelisin martıysan. Küçücük coğrafyandan kurtulup, hayallerinin peşinden koşabilmelisin. Gelecek yaz neler yapabileceğimi tasarlıyorum. Kürtlerle Türkler arasında barışın nasıl sağlanabileceğine kafa yoruyorum. Belki de önce annemle babamı bir araya getirmemiz gerekecek. Bir Kızılderili bilgesinin sözlerini öğreniyorum. Üç çeşit barıştan bahsediyor bilge. Birincisi, insanın kendi içindeki barış, ikincisi, iki insan arasındaki barış, üçüncüsü iki ülke arasındaki barış. Hemen bunları Rezan’a anlatmayı düşünüyorum. Önce kendi kimliklerimizle barışacağız, sonra birbirimizle… Silahlarını çöpe atıp, savaşçılık oyununa son vermelerini isteyeceğim. Barış re23
- Mavi Öyküler
simleri yapacağız hep birlikte. Ve bu resimlerin bütün çocuklara ulaşmasını sağlayacağız. Düşündüklerimi hayata geçirince, dedemin önyargılı tutumunun yumuşayacağını, Rezan’ın gerçekleri görmeye başlayacağını biliyorum. Bizim kuşağımızda kardeş kavgası, boşanma nedeni olmayacak. Çocuklar kendilerini, benim gibi, arada kalmış hissetmeyecekler. Anneler parçalanmış hayatlar için gözyaşı dökmeyecek. Kimsenin diline ve inancına karışılmadığı, toplumların değiştirilmeye çalışılmadığı bir dünya hayal ediyorum. Ve böyle bir dünyada Kürtlerle Türkleri birleştiren köprü olma rolünü üstleniyorum. Bir ayağım doğuda, bir ayağım batıda… Babaannemle ortak bir paydada buluşuyoruz. Belki de ilk kez aynı dili konuşuyoruz. Beyşehir Gölü civarında, susturulamaz bir çığlığa dönüşüyor sesimiz. Çok uzaklardan bile duyulabilen, cesur bir martı çığlığına. Not: Bir Düşe Bağlanmak (Romantik Kitap, 2008) isimli öykü kitabından yazarın izniyle…
p
“ÖLÜM Kİ BİR FAHİŞEDİR” “Sus” | S. Banu Samur Kapıyı çek, menekşe kokuları dağılmasın. Susarak bak bana; susayarak. Tozlu yollardan geldin, umutlu ışıklarda yandı tenin. Akşamüzerleri varoşlarda yürüdün. Ayaz vururken ellerine, şehirciklerin tepelerinden baktın, sobalardan dağılan dumanı içine çekerek. Yorgunsun, otur yamacıma. Gözlerin alışacak karanlığa, karanlığıma. Unuttuğun bir şarkı sözünü hatırlamaya çalışır gibi mırıldandın acılarını. Tek dostun aynaların sırrıydı, onlara güvendin bir tek. Kendine biraz gülsuyu koy, için serinlesin. Sadece kristal bardaklarım var benim, incecik. Bir ağaç kovuğuydu Mavi Öyküler -
24
ailen. Her ay yeni bir çaput bağladın kurumuş dallarına; köküne kibrit suyu dökerek. Küçükken henüz ölümü sevdin. Kanın aktı yavaşça, ılıkça süzüldü ruhun ayakuçlarından, mutlu şeyler düşündün ilk defa. Ölüm esmer bir kadındı. Çırılçıplak, büyük kalçalı, büyük göğüslü… Göbeğindeki ince tüyleri parlıyordu. Koyu lacivert baktı sana, pembe ayak parmaklarıyla küçük kırmızı dudaklarına dokunup, çılgınca güldü. Sırtını kapatan siyah saçlarını toplayıp raks etti karşında ve gitti. Kanın kurudu. Aşkın yine kapılarda kaldı. Ölüm ki bir fahişedir, er geç herkesin koynuna girer, ten karşılığında. Perdeleri kapat. Bu gece mehtap var. Birazdan arsızca süzülür odama. Yollara düştün sonra. Soğuk bir kar gecesiydi. Ayaklarında inliyordu her bir kar tanesi. Zeytin yeşili bir palto vardı üzerinde. Sarı saçların kapüşonundan saçılmış, ay ışığına el ediyordu. O gece vermiştin kararını, adın SUS’tu. Sus çocukluğunda kaybolmuş birilerinin adıydı hep. Al bu menekşe kokusunu bileklerine sür. Çok fazla kayısı kokuyorsun. O anda gördün o büyük kapıyı. Uçsuz bucaksız ıssızlığın ortasında sadece, öylesine duran, görkemli, işlemeli bir kapıydı. Önünde durdun kapının, siyah gözlerini kırmızı bir alev yaladı. Sonra fısıldadın kapıya, kapı sana açıldı… İndirme gözlerini, yüzüme bak, hep yüzüme. Küçükken komşudan çaldığım elmas yüzüğe bakıp ben de söylemiştim aynı cümleyi: Bedel neyse öderim! Ödedim, ödedin. Hayattan sürülmüştün, ölüm sana gülmüştü. Ya uçsuz bucaksız kar ya da bilinmez bir kapı ardı. Sen huzur istemedin, SUS. Yumuşacık bir yatakta uyandın birden. Kırmızı bir odaydı, mobilyalar ahşaptı. Hemen pencereye koştun. Bahçende kayısı ağaçları vardı, henüz çiçekti ortalık. Arnavut kaldırımları nisan yağmuruyla ıslanmıştı. Mutfağından kek kokuları geliyordu burnuna. Elbise dolabını açtın, tüm giysilerin kırmızının bir derdini anlatıyordu. Sen seviyorsun kırmızıyı, ama hiç kırmızı pabuçların olmadı. Kırmızı pabuçlar masala uyanan genç kızların yabancı olduğunu, aradıklarını bulduklarında gideceklerini anlatır. Oysa sen ne aradığını bilmiyordun. Ben henüz çocuk bir cadıyken, yakılmak için bağlandığım ağaçta 25
- Mavi Öyküler
hatırladım neyi aradığımı. Kırmızı pabuçlarım olmadı tabii. Sadece yanan tek insan yanım kan kırmızı irin kaplamış bir kalp… Öfke nedir bilirsin değil mi SUS? Öylece durup bakarsın dünyaya, sağlamca basarsın toprağa, bakarsın ve tutuşur nesneler, duygular, dünya… Çığlıklar uğuldar beyninde, kül olana kadar yakarsın evreni. Öfke siyah bir noktadır. Neyim varsa yaktım, kimim varsa yandı, küllerini un ufak ettim avuçlarımda… Savurmadım. Kapı sana seçmişti kimliğini, masal kralının cariyesiydin. Tenin gizemini çözdün onun erkekliğinde. Kadınlığın hükmünü bildin. Herkesin bildiği bir sırdı varlığın. Gözlere görünmek için inadına kırmızıyı giydin. Birine ait fahişeydin. Yorgunsun SUS, uyu istersen. Ya da uyuma, rüyalardan korkarsın sen. Rahat ol isterim konuğumsun. Çok uzun yollar yürüdün. Bir acı kaldı mı alevi gözlerine vurmayan, isini geleceğine salmayan. Yollar acıdan geçiyor, ya da yolun adı bu. Son kez dönüp baktığımda tepedeki evimize gözlerim en son yandı, yaktım. Yürürken yumruğunu sıkıyordun bilmeden. Hiç pişman olmadın öyle mi? Güllerle dolu yatakta günah, ayıp bilmeden onun olmadan onunla oluyordun. Onun yüzü kızarırken mırıldandığın öpücüklerden, sen arsızca gülüyordun. Sonra o uzun, aydınlık saçlarını kestin. Masal prenseslerinin saçları uzun olurdu, cariyelerin değil, nasıl da incindin. Ve saçların artık sonbahar yaprağıydı. Mum ışığında alev alıyordu sanki. Saçlarından tutuşup, parmak uçlarına değin volkan volkan kaynıyordun. Yakıyordun ne varsa… Kadınlığın düştüğü yeri karartarak akıyordu bacaklarından. Sen hiç korkmuyordun, silah elindeydi sandın, ama sen silahın kendisiydin… Yanıldın, SUS. Şimdi kaybolmuş askerin yan flütünün sesi gelecek kulağına, sakın dinleme onu, sakın! Sadece kral yoktu yatağında, arzuyla sana bakan her güzel erkek için vardın sen. Mevsim kışa dönerken hiç meyve vermeyen, çiçekli kayısı ağacı solmadı. Seviyordun onu. Hep gelecek bir yazı muştuluyordu. Kemanının en mahrem notalarını ona dalarak işliyordun çeyizlik kanına. Kapat yüzünü. Aynalı kedim girecek içeri. Kapkara her tüyü sivMavi Öyküler -
26
ri ayna teli… Batmasın yüzüne. Sivri aynalar, ruh hırsızı sırlardan korur gözlerini. Sonra anladın kayısı ağacının inadını. Toplayıp çiçeklerini en derinine hapsettin, bir meyve diledin. Kayısının tohumları düştü içine, düştü hepsi inandın sen de. Bir erkek diledin, kayısı rengi bir erkek, kışını umut aydınlattı. Sürüldün masalından, yüreğindeki kayısı renkli oğlan da karnından… Kanla kaç defa sınanır insan? İnce, tozlu, ay ışığı serpilmiş bir yolda, elinde kök yeşili bavulla buldun kendini. Keşke kemanım kalsaydı dedin, sonra kapadın ağzını ellerinle. Hayır! Kimseye rüyasından bir şey kalmaz, orda senin, sen ordayken. Sana ait tek şey rengin, kök yeşili. Şidebyak’ı dolanıp mor ülkeye geldin. Gümüş gümüş parlayan bir masaldı burası. Acı mordan ağaçlar vardı evlerin çatılarında. Ağaçların kökleri evlerin yatak odalarına uzanıyordu. Alışılmış adımlarla küçük, mor ağaçlı, eve girdin. Tahta masanın başında seni bekliyordu. Saatlerdir seni bekliyordu. Hemen ayaklarına kapandı, ellerini öptü. Döndün dedi, döndün sevgilim… Neden gitmiştin ki? Bunca sevilen neden gitsindi ki? Cevaplardan korktun, sorarken. Yaşamak… (Bir aşksa yaşanan) rüya olmak, olması hep daha kolaydı. Billur parmaklarınla dokundun adamın saçlarına, kayısı kokuyordu için. Vücuduna dolanan ılık bir suydu varlığı, üfürür gibi öpüyordu tenini… Bir bebek diledin, kayısı rengi bir oğlan… Tezattın, acı mor ağaçların dallarını safran sarı budadın. Doğumun sancıları günlerce sürdü, kapının ardındaki erkek adam hıçkırıklarına karıştı inatçı haykırışların. Mor ağaçların sılasında, kayısı ağacı doğuran kadın oldun. Kana bulanmış, beyaz elbisenle, henüz soğumamışken terin, onu bahçene ektin, can suyu oldu kırılmış gözlerin. Artık saygı gören, lanetlenmiş bir kadındın, Tılsım ülkesinde. Somon renklerine büründün. Kadınlığın bilgeliğiyle, şehvetiyle kutsadın bedenini. Ve eski, mavi bir mektupta öğrendin, o zamanlar sevgilini neden terk ettiğini. Hüzünlü, dalgın, kırık ve 27
- Mavi Öyküler
mağrur bir el yazısıydı. Karısıydı… Sonraki kadınıydın… Yatağına girdiğin adamların sayısını unutmuşken, kendini hatırladın. Masallar hep Rapunzel’in belikleri gibi açılıp da gelincik gelincik kokmuyor, SUS. Bazı masallar da böyle çözülüyor… Sarhoştun, dönüyordun, ağlarken gülüyordun, bomboştun, unutmuştun… Tuttu ellerini, gözlerine baktı, saçlarını kokladı, gece gündüze dokunarak geçesiye kadar senindi, rüyan sarhoştu sonra bunu hiç hatırlamadı. Lanetlenmenin huzuru vardı, dudak kıvrımlarındaki masum tebessümde… Sen bir rüyadasın, sen bir rüyasın, SUS… Bir gece ellerinde ateşlerle geldiler seni almaya. Kopkoyu simsiyah ormandan çıkıp geldiler, kara ifritler, kötü rüya cinleri. Gittin… SUS! Kar gibi fısıldadın, yaşamın kalbini çalmıştı. Yola çıkışın bir varış değildi, yolun kendisinde bir varış arıyordun. Kar gibi fısıldadın, susma… Bir gecelerine hükmettiğin erkekler, ipekli elbiseler, kırmızı ışıklar, süründüğün arsız kokular ve bir gecenin sarhoşluğu… Hiçbiri dokunmadı yüreğine de bir tek o kar sesi, gıcır gı-cırrr… İfritlerin kralının huzuruna çıktın onca zaman sonra. Simsiyah saçlarını perde yapıp gözlerine sesin titreyerek konuştun. *** İçini tırmaladı kapının önünde kalmak isteyen sarı kız. Kayıp gitmemişti, omzundaki zümrüt şallarla. Ordaydı işte, umuttu yine de belki sen de bir masal yatağında muğlâk bir ölüme sarılabilirdin öyle ya… Oradan ayrılırken soyundun, ne varsa güzel olan bedeninde. Gümrah saçlarını, ay yüzünü, gençliğini… Şimdi karşımdasın, ben tüm masalların en yüce, en karanlık, en şeytani, en bilge, en çirkin cadısı… MEYİL. SUS, biliyorum dilini, sen bir sus kızsın bu masalda… İlk kez bilip de geldin, bildin şefkatim bundan, bir anlamı var çirkinliğinin, anla-m. Sus, sen pamuk prensesin avcıdan olma piç kızısın. Bir yanın Mavi Öyküler -
28
av bir yanın avcı. Sen masallarda adı geçmeyen, pamuk beyazındaki kanla kutsanmış, cadıyı aldatmış bir gömlek lekesisin. Seni lanetleyen bir cadı da yok, sen lanetin kendisisin. Lanetler huzur bulamazlar ve kendilerini yaşayamazlar… Ve her piç gibi dağılmış ruhun, her lanet gibi kararırken. Ben büyüdüm, çiçeğe durdu dallarım. Mor değil kayısı rengi çiçeklerim… Görmedim, bilmedim. Çirkin bir kadın ipek bir mendilde kalbini uzattı çirkin bir kadına, meyveye duracakmış dallarım…
p
“FAHİŞENİN UYKUSU” “Sancı” | Petek Sinem Dulun Tabanlarında duyduğu ince sızının, şiddetini artırdığını hissetti; fakat gözlerini dahi açamıyordu. Yatağına zamk gibi yapışıp kalmış ve acının ayaklarından bedenine doğru yükseldiğini, kendiliğinden çıkan esrarengiz kıvılcımın bir anda harlanışını, yaşadığı tüm acıyı dışarıdan bir gözle yatağından ve bedeninin üzerinden gördüğünü anladı. Yatağında boylu boyunca uzanmıştı.Yüzünde acının hiç bir izi olmamasına karşın müthiş canı yanıyordu. Üzerinde; sevdiği yeşil renkli pijama sarıya, turuncuya, kırmızıya dönüşüyordu. Yüzünde beliremeyen çizgilerin, bağıramayışın, gözlerini açamayışın ve bedenini hareket ettirememenin ezikliği ile daha da harlanan alevlerin yüzünde, yatağında, odasında oluşturduğu coşkuyu, derisinin yaralanışını bedeninin kül oluşunu hayretle ve irkilerek izliyordu. Birden kapı açıldı. Hem yatakta yatan küllenmiş Myra, hem de yukarıda onun acısını izleyen Myra kapıya baktı. Acı bir çığlıkla açılan kapı gıcırtısıyla Myra’nın annesi odaya girdi, ışığı açtı. Telaşlı ve evhamlı bir şekilde Myra’ya bakıyordu. 29
- Mavi Öyküler
Ter içinde kalmış ve kaskatı olmuş bedenine, yüzüne dokundu, ovdu. Üşenmeden hızlıca bir havlu getirip yanaklarını, alnını, boynunu sildi. Su isteyip istemediğini sordu. Bir güç Myra’nın hareket etmesini, konuşmasını engelliyordu. Annesi cevap alamayınca uyuduğunu sandı, oysa günlerdir uyuyamıyordu o. Gözleri şişmişti. Çok geçmeden tabanlarında duyduğu ince sızı yine onu bulmuştu. Gözlerindeki uykusuzluk izleri onu bir türlü rahat bırakmayan huzursuz bir sinek gibi etrafında dolaşıyordu. Annesi ışığı kapatıp gitti. Bir müddet sonra yatağa yapışıp kalan bedenini son bir güçle hareket ettirmeyi başardı Myra. Ayağa kalktı, mutfaktan bir bardak su içti. Gece yarısı olmalıydı, pencereden baktığında etraf zifiri karanlıktı. Hava almak için dışarı çıktı. Sahile kadar yürüdü. Uzun zamandır uykuya hasret gözlerinin, bir kedi gibi yüzüne kıvrıldığını anladı. Gözlerini su ve motor sesiyle açtı. Bir teknede olmalıydı. Gözlerine dokundu, neredeyse hiç şişkinlik yoktu. Uzun zamandır uyuyor olmalıydı. Karşısında duran kumral, dalgalı saçlı oğlana baktı. Delikanlı Myra’nın uyandığını görüp gülümsedi. “Uzun zamandır uyuyorsun, uyanmana sevindim ben de acıkmıştım.” Bu gençle tanışıyor olmalıydı, gözlerindeki sıcaklıktan anlamıştı bunu. Delikanlının kumral, dalgalı saçlarını ve denizin pul pul olmuş maviliğinin yeşil gözlerine yansıyışını dikkatlice inceledi. Teknenin içi ağla kaplıydı. Ayaklarının altında, yanında duran balık ağlarının aniden bir yılan gibi kıvrılarak bedenine dolandığını fark etti. Çözmeye çalıştıkça sanki daha da dolanıyordu ağ. Ağın bir ucu Can’ın elindeydi, Myra’nın her hareketinde ağ gerilerek Can’ın ellerini kesti, kanattı. Can, daha fazla direnemeyip acısını gözlerinden silkeleyiverdi, ağı bıraktı. Tekne iyice açılmıştı, biraz peynir ve ekmek vardı tekne içindeki sepette. Can ellerini sarıp Myra’nın yanına yaklaştı. Bir parça ekmek ve peynir uzattı. “Bunlar son erzağımız, bir süre aç kalabiliriz” dedi. Mavi Öyküler -
30
O günün gecesi gökyüzünde hiç yıldız kalmamıştı, hatta ay da ortadan kaybolmuştu. Sabahın ilk ışıklarıyla Can, Myra’yı uyandırdı. Büyük bir zafer kazanmış gibi sevinçliydi. “Myra, ilerde bir ada görünüyor nihayet, baksana!” dedi. Myra neden burada olduğunu bile hatırlamıyordu. Can’ın heyecanına tebessüm ederek, “nerede göremedim” dedi. Eliyle uzaktaki puslu adayı gösteriyordu Can’ın sevinçten yarasını unutmuş parmakları, “Orada!” Myra’nın içine kötü bir his oturdu. Bir müddet sonra sahile yaklaştılar. Tekne sahile kendini adeta teslim etti. Kuma gömülür gibi de kayboldu. Kayık ne olduğunu anlayamadan, gitmişti. Can da sır olmuştu sanki. Sahil boyu kumların üzeri deniz kabuklarıyla örtülüydü. İleride tahtadan küçük bahçeli bir kulübe görünüyordu. Kulübenin bahçesine girmiş, kapının önünde duran çamaşır ipinde çırpınan ve kuyruklarından mandallarla asılmış balıklara baktı. Balıklar kendilerini kurtarınca aşağıda kuma mezar gibi açılmış çukurlara düşüyorlardı. Çamaşır ipinin yanındaki sepette, kanı bu çukurlara akan martılar da vardı. Kulübenin duvarları uzun insan saçlarıyla yarı beline kadar giydirilmişti. Myra’nın içindeki endişe sanki kesici bir aletle derinleşmişti. Etrafın tekin olmadığı kesindi ama bu kulübe ne kadar güvenliydi. İçeri girmeye de, dışarıda kalmaya da korkuyordu. Kulübenin içine adım atmaya karar verdi. Kapıyı itti ve ilerledi. Kapının girişindeki mutfağa keskin kokuya rağmen girdi. Odadaki çeşitli hayvan kadavralarının ağır kokusuna direnerek ilerlemeye çalıştı. Tavandan ölü kediler sarkıyordu. Korkunçtu! İçindeki korkuyu olduğu yere kustu. Rahatlamıştı. Aniden ensesinde bir nefes hissetti. Başını çevirdi ve karanlıkta kendini kaybetti. Myra’nın annesi, mutfakta bayılmış vaziyette bulduğu kızının terlemiş yüzünü okşadı. Kızına ne oluyor anlamıyordu. Kaç 31
- Mavi Öyküler
gecedir uykusuzdu ve kabuslar görüyordu. İlk defa yataktan kalkmış onda da mutfakta bayılıp kalmıştı. Kızını odasına taşıdı. Önce başucunda beklemeye, sonra sabah yanına gelmeye karar verdi. Tabanlarında duyduğu ince sızıyla gözlerini açtı Myra. Yatağına yapışıp kalmıştı, vücudu çözülmüyordu. Ölü hayvan kokusu ve kül kokuları birbirine karışmıştı. Uğultulu bir kadın sesiyle hafif bir müzik sesi duyuyordu. Müzik adeta büyülemişti Myra’yı. Bütün gücünü toplayıp bir hışımla kalktı yerinden. Koridora çıktı, koridorun en uç odasındaki ince ışık sızıntısı ve uğultulu kadın sesi müzikle dans eder gibiydi. Hafifçe kapıyı araladı. Odanın her tarafına yayılmış boya kutuları, tuvaller ve yere sıralanmış resim çalışmaları görünüyordu. Karşısında kapıya sırtını dönmüş zayıf bir kadın hafifçe radyoda çalan müziğe mırıldanarak eşlik ediyor ve ince ışık altında deli gibi bir şeyler karalıyordu. Myra, kadının ne çizdiğini çok merak etti. İçinden bir güç ilerlemesini ve yerde yayılan resimlere bakmasını söylüyordu. İçeri sessizce adım attı müziğe kendini kaptırmış kadın, içerde birinin olduğunu anlamadı. Tek tek çalışmalara baktı Myra, çoğu kadın deseniydi. Çok iyi gölgeleme yapılmış ve figürlerin arka tarafı flu çizilmişti, belli bir derinliği vardı. İncelemeye başladı resimleri. Birisinde yatakta yatan bir iskelet gördü. İskelet flu çizilmiş ve yatağın başucundaki askıya bir kadın bedeni asılmıştı. Bu resmin adı, ‘fahişenin uykusu’ olmalıydı. Bir sonraki sırada kalabalık bir pazaryerinde maydanoz satan çocuğun yağlı boya tuvali vardı. Bu tuvalin adı, ‘sessiz isyan’ olmalıydı. Sırayla kâğıtları ve tuvalleri dolaştı, odadaki diğer kadını unutmuş resimlere dalmıştı. Aklına geldiğinde eski yerinde yoktu kadın, müzik sesi de durmuştu. Ensesinde bir nefes belirdi, daha başını arkasına çeviremeden başına aldığı darbeyle olduğu yere yığıldı. Myra’nın annesi odaya girmişti. Myra yarı açık gözlerle annesine bakıyor ve olayların akışına anlam veremiyordu. Etrafta hâlâ Mavi Öyküler -
32
resim çalışmaları duruyordu. Hafif müzik çalmaya devam ediyor, kül ve kadavra kokuları etkisini yitiriyordu. Annesi mutlulukla Myra’nın kollarından tutmuş, onu kaldırmaya çalışıyordu. “Tekrar resim yapmana çok sevindim kızım!..”
p
“ELİ BOŞ DÖNÜLMEZDİ BU MACERADAN” “Kıyak” | Erdoğan Taşkın Babam’a Tilki Salih, Pir Osman, Çift Tabancalı, Alen Delon Fikri, Kaleci Cemil ve ben Boksör Ali… ve diğerleri… Yaz aylarında akşama doğra Ulus sırtlarından aşağıya, Ortaköy sahile iner, kahvelerden birine girip makineye yirmi beş kuruş atar, twist yapardık saatlerce. Elvis Presley, Jimi Hendrix, Joe Cocker has adamlarımızdı o yıllarda. Akşam ise sahilde, balıkçı sandıkları arkasında zulalanır yine çift kâğıtlıları döndürürdük açık hava sinemasından önce. Gece yarısını biraz geçe, tırsak adımlarla ve salavatlar eşliğinde merhumların dünyasına dayı oğluyla daldığımızda bunlar vardı aklımda. Ve o günlerde müptezelliğin dibine vurmuştuk yine. Kaşıntımız azmış, iki gündür harmandık. Akşam iş çıkışı yeni torbacı kamille, Çift Tabancalı görüşecekti. Resmen kıran günleri yaşıyorduk bir yandan da… İyi bir kanal bulamadık kaç zamandır. En iyisini iki gün önce toprağa vermiştik. Ama hayattayken yaptığı onca kıyağa rağmen, bizim ona yaptığımız kıyağa gözümüzü dikmiştik şimdi. Bir suçluluk duygusu vardı ya üzerimde, yine de çok sallamadım bu durumu. “Abi boş ver kasma ya, sonuçta o artık bir ölü. Vasiyetini yerine getirmedik mi? Getirdik. Artık o kafayı meleklerle dumanlıyordur, oysa bizim hâlâ deli gibi gerçek dumana ihtiyacımız var.” Merhum Tilki Salih mahalleden arkadaşımızdı. Nedense kur33
- Mavi Öyküler
nazlığını hiç görmedik. Ama harbi çocuktu. Genç yaşta saldı kendini. Alkol, duman derken erken gitti; tüm hızlı yaşayanlar gibi. Son yıllarda sabah kahvaltısında başlıyordu içmeye. Sulu kuru ne bulursa hayır demezdi. Bu şekilde takılanların çoğunluğu gibi onun da torbası vardı. Nerden buluyorsa buluyor, kimlik büyüklüğünde macun plakalar eksik olmazdı elinin altından. “Hassiktir!” Mezarlığın sıkılaştığı dar bir aralıktan ilerlerken, bir karaltı belirdi önümüzde. Çift Tabancalı, eliyle beni geri doğru iterken, kendisi de yüksekçe bir mezarın arkasında çömeldi hemen. Kalbinin güm güm atışını rahatlıkla duyabiliyordum bir metre öteden. Gayri ihtiyari ben de çöktüm, gizlenir gibi. “Nebbaş belleyecekler bizi abi. Harbiden tırstım ben, istersen vazgeçelim bu işten.” Buraya kadar gelmişiz. Kös kös geri mi döneceğiz? Akşamdan beri beş altı bira devirmiştim gerçi. Dayı oğlunu beklerken epey yamuldum biraya. Üstüne cila yaparız diye umutlanırken, şeytan bizi buraya kadar getirdi. Çünkü yeni kamil, geleceğim dediği halde Çift Tabancalı’yı ekmiş. Tabii hikâye hâlâ aynı yerde duruyorsa. Tilki Salih’in mezarının baş kısmına koca bir mühür bırakmıştı ortak dostumuz Pir Osman, cenaze töreninin bitiminde. Törenden en son biz ayrıldığımız için çok fazla kimse görmedi bırakılan mührü. Mutlaka aynı yerdedir, karganın biri gökyüzünde taklalar atma mutluluğuna erişmediyse tabii. Ulus sırtları bomboştu o yıllar. Alabildiğine orman, alabildiğine meyve ağaçları. Kışın kar yağdığında kurtlar, çakallar inerdi Dereboyu’na. Evden dışarı çıkmaya tırsardık… Ama yaz ayları bir başkaydı. Tepede bir ağacın altına, Boğaza nazır soframızı kurar, saatlerce muhabbet ederken, ha bire çift kâğıtlılar dönerdi… Hepimiz yirmili yaşlarımızdaydık daha… Ama kafaları dumanladıktan sonra dalından kopardığımız bal gibi incirler ne de güzel gidiyordu kan şekerine. Rüzgârda hafif hafif salınan servinin ay ışığı altındaki gölgesi, bizi az önce tırsıtan karaltıymış meğer. Bir süre olduğumuz yerde bekledikten sonra hareket olmadığını gördük ve devam ettik yolumuza. Çift Tabancalı işi abartmış, iki elinin avucunu yukarıMavi Öyküler -
34
ya doğru kaldırarak bildiği duaları mırıldanıyordu. En son baktığımız üç yeni mezardan da bi şey çıkmamıştı. Mezarlığın daha ortalarındaydı galiba Tilki Salih’in villası. Biraz daha donumuza kaçıracak gibi görünüyorduk. “Ölmüşlerin ruhuna bir Fatiha okumadan geçmemek lazım hala oğlu. Yarın öbür gün biz de buralarda yatıyor olacağız. Ellerini kaldır sen de, hem birileri görürse, faça olmayız.” Gecenin bu saatinde kimin ne işi olabilirdi ki mezarlıkta? Bizim gibi iki müptezelin dışında. Kaç deli, gecenin saat on ikisinde Dereboyu’dan kalkar, bu tepedeki mezarlığa gelir ve iki gün önce ayrılırken almayı aklından geçirdiği mührü aramaya gelirdi. 25-30 kişi kadardık, Tilki’yi son yolculuğa uğurlayanlar olarak. Gelenlerden hemen herkes dalgaya takılıyordu. Üzerine tahtaları yerleştirip toprağını doldurduktan sonra, bir anda beş on kişi birden, kimi mühür, kimi ot kıvırmaya başladı. Çiftliler, üçlüler iki dakkada hazır oldu. Bir yandan yenileri sarılıyor bir yandan da dönüyordu ortalıkta. 25-30 kişi arasında dönen dalgalardan bir duman tabakası yükseldi ki gökyüzüne, sineklerin de kafasını yapmıştık sanırım. Bir cenaze töreninde gülmek kadar aptalca bir şey olamaz herhalde. Ben gülmedim gerçi. Ama az daha basıyordum kahkahayı. İmam “El Fatiha” deyip son duaya durunca, bir anda herkes elindekini ne yapacağını bilemedi. Parmaklarının arasında dalgayla herhalde hiç kimse dua etmemişti bugüne kadar. Bizimkiler de bir anda ne yapacaklarının şaşkınlığıyla ellerindekileri savurdular yere. Ama puşt imam da duayı uzattıkça uzatıyor. Bu yüzden herkesin gözü yerde. Bir imama, bir de ellerini yukarı kaldırmış, bir an önce duanın bitmesini bekleyen arkadaşlara bakıyorum. Tilki Salih de olsa, herhalde o da bir an önce imamın tatavayı kesmeni dilerdi. Çünkü avuçlar yüzlere sürülür sürülmez millet balıklama daldı yerde yanan dalgalara. İmam töreni terk ettikten sonra şaraplar da çıktı ortaya tabii. Bir kırmızıyı, başının ucuna döktük. Plastik bardaklarla kadeh kaldırdık hep birlikte Tilki Salih’e. Öte tarafta şansının açık olmasını diledik. Sonra da dağıldık. 35
- Mavi Öyküler
Şimdi, o gün mezarlıktan ayrılırken Pir Osman’ın şakayla karışık bıraktığı mührün peşindeydik. “Abi ben görsem hayatta bırakmazdım. Düpedüz kerizlik. Bu harman zamanda ölmüş bir adam ne yapsın dalgayı? Harbiden kerizlikmiş sizinki…” Öyle ya da böyle, bulmak için azmetmiştik. Bu kadar yolu teptikten sonra eli boş dönülmezdi bu maceradan. Ve mutlu son. Gece yarısını geçerken, elimde emanet, bizim eve doğru yollanırken, hanımın uyumuş olmasını diledim. Yoksa bu maceranın üzerine çekilmeyecek tek şey onun dırdırı olurdu herhalde.
p
“BU BENİM ÖYKÜMDÜ” “Ruh İkizini Arar” | Mahir Öztaş* Bu öyküye nasıl başlamam gerektiğini bilmiyordum; başlangıçta sizlere buruk bir aşk öyküsü anlatmaktan başka bir amacım yoktu… Anlatmaya biraz daha öncesinden başlarsak, ılık bir Kandiye akşamında gemi karanlıklar içinde sallana sallana gelip rıhtıma yanaşmıştı. Güzelim yaz yavaş yavaş bir kez daha yerini güze bırakırken bu öykü Girit’ten Pire’ye gidecek olan işte bu geminin salonunda başlayacaktı. Gemi gece yarısını biraz geçerken yola çıkmış, böylece uykusu kaçan, televizyon izlemek istemeyen ya da yalnızca içki içmekten hoşlanan birkaç yolcu gevezelik edip günün ilk ışıklarına kadar sürecek bir yolculuğun sıkıntılarını hafifletmek için barın hemen yayındaki yuvarlak bir masanın çevresinde toplanmıştı. Amerikalı bir kız, geçen ay tanıştığı delikanlıyla yaşadığı yaz aşkını büyük bir hoşnutlukla anlatıyordu. Ondan hoşlanmasında bu insanın içini ısıtan güneşle birlikte dinlediği değişik müziğin de etkisi vardı. Yakışıklı bir İngiliz delikanlı da geçen yaz sevgilisiyle geldiği yerleri yalnız gezmenin ona verdiği acıyı anlattı. Sevgilisinin hoşlandığı müzik parçasının her çalınışı ona sonsuz Mavi Öyküler -
36
bir hüzün veriyordu. Pipo içen bir başkası, aşkın erotik görünümlerinden söz etti. Daha bir ay önce, İskenderiye’de müzikle aşkın, erotizmle tutkunun iç içe geçtiği bir dans izlemişti. Daha sonra da, aşkın gözden kaçırıldığı talihsiz durumlarla, müziğin yüceltildiği kimi zamanlardan ve ülkelerden söz açıldı: Birbirini tanımayan bütün bu insanların bu kadar açık yürekli olması oldukça şaşırtıcıydı. Bana kalırsa, aşkın en azından yaşamımızın bir döneminde taşıdığı öneme bakarsak yazarların, durmaksızın romantik sözler eden sayısız karakter yaratmakla yetinmelerinde anlaşılmaz bir şey olmalı. Bunu söylerken de romantik sözcüğüne kesin bir anlam yüklemekten kaçınıyorum. Bu durum sanırım onların aşka ya da müziğe bakışlarıyla ilgili ve benim bildiğim kadarıyla aşk anlayışı çağdan çağa, ülkeden ülkeye değişiklik gösteriyor. Neyse, şimdi yeniden geminin salonuna dönelim. İçimizden biri olağanüstü bir aşkla ilgili eski bir öykü anımsadığını söyledi; ama oldukça yürek paralayıcı diye nitelendirdiği bu öyküyü anlatmak istemiyordu. Yine de şu kadarını söyleyebilirdi. Bunu ona bir arkadaşı anlatmıştı. Sonra dayanamadı ve konuşmasını sürdürdü. Bu arkadaşının üniversitedeyken hoşlandığı bir kız vardı. Ne yazık ki hiçbir zaman bir araya gelememişlerdi. Adamcağız kıza elinden gelen ilgiyi gösteriyordu ama değişik bir biçimde yapıyordu bunu. Hemen her konuda karşı kutuplarda yer alıyorlardı. Adamın tutkusunun oldukça yalın bir nedeni vardı; kadının ten rengi başını döndürmeye yetiyordu. Kadın onun gösterdiği ilgiyi hiçbir zaman anlayamamıştı ya da yanlış anlamıştı, ki bu da aynı anlama geliyordu. Sonunda çok konuştuğunu düşünerek sustu. Yüzü sanki anlattıklarından pişmanlık duyarmış gibi buruşmuştu. Bu tür durumlar yorumlara oldukça açıktır: adamcağız şimdiden söylediklerinden ötürü acı çekmeye başlamıştı bile. Şimdi de masanın bana en uzak köşesinde oturup sessizce içkisini yudumlayan bir kadın, insanı derinden sarsacak, gerçekten bir zamanlar yaşanmış bir aşk öyküsü anlatmak istediğini söy37
- Mavi Öyküler
lüyordu. Bu aşkın canlı kanıtı el yapımı çok eski bir kemandı, şu sıralarda Atina’da bir antikacı dükkânının en görünür yerinde sergileniyordu. İçkisinden bir yudum aldı. İşte böyle, ben de bir biçimde bu olayı yaşadım, diyordu başını hafifçe sallayarak. En azından kemana dokunmuş, yıllarca onu en istekli müşterilere bile satmamış, bugüne kadar da saklamıştı. Bu keman belki sandığı kadar değerli de değildi; ama ne olursa olsun bu öykü ona anlaşılmaz bir hüzün veriyordu. Bunun için eğer istersek, çok iyi bir öykü anlatıcısı olmamasına karşın, bizlere anlatmak onu rahatlatacaktı. Kimse karşı çıkmadı, böylece o da bu kemanın gizemsel öyküsünü anlatmaya başladı. İstanbul’da yaşayan Rus göçmeni Musevi bir ailenin en küçük çocuğuydu. Arkadaşları ona çıkık ön dişleri ve sekerek yürümesinden ötürü Tavşan adını takmıştı. Babası Kapalıçarşı’da büyük kardeşleriyle birlikte kuyumculuk yapardı. Tarihi yüzyıllara dayanan İstanbul’da bugün de çoğu Musevi aile bu işle uğraşır. Babası, Tavşan’ın ticarete karşı eğilimi olmadığına karar vermiş olacak, sonunda onu yaşlı bir müzik aletleri yapımcısının yanına çırak olarak verdi. Böylece yıllar geçti. Artık Tavşan’ın tek tutkusu vardı; kusursuz bir kemanı yaratabilmek. Bu hiç de kolay bir iş değildi. Böylesine değerli bir kemanı ortaya çıkarırken insanın bütün dikkatini elindeki işe vermesi gerekirdi. Bitmiş bir kemandan istenen sesin alınışına kadar sürerdi bu çaba. Silik ve içine kapanık bir insandı. Artık daha büyük bir atölyede çalışıyordu. Akşamları, kendisi gibi konuşmaktan pek hoşlanmayan arkadaşlarıyla kâğıt oynamaktan başka bir eğlencesi yoktu. Bir gün, çalıştığı atölyenin sahibi Atina’daki zengin bir tüccardan özel bir sipariş aldıklarını söyledi. Bu kemanı onun yapmasını istemişlerdi, ne de olsa adı, usta keman yapımcılarının arasında geçiyordu. Tavşan aylarca büyük sabırla çalıştı ve güzel bir yaz günü özel yapım kemanı alarak yola çıktı. Tüccar, Atina yakınlarında çok güzel bir yazlık evde oturuyordu. Geniş bir keman koleksiyonu vardı ve bunu görmesi için onu bir akşam yemeğine çağırdı. Bu oldukça şaşırtıcıydı; çünkü Tavşan Mavi Öyküler -
38
yoksul bir keman ustasıydı ve gelenekler böyle bir çağrıyı neredeyse olanaksız kılıyordu. Yazlık evin üstü örtülü ön kapısına geldiğinde Tavşan kısa bir an durakladı. Bu çağrının yaşamında taşıdığı özel önemin ilk kez farkına vardı. Özel giyimli bir hizmetkâr kapının önüne yanaşan arabaların kapısını açıyor, bir başkası yeni gelen konukların önlerine düşerek yol gösteriyordu. Tüccarın genç ve güzel kızı Elektra, nişanlısı ve başka çağrılılarla birlikte geniş bir salonda oturuyordu. Salonun açıldığı geniş bir terasta kimi erkenci konuklar renkli şemsiyelerin altında masalarda oturmakta, aperatiflerini yudumlamaktaydı. Tüccar, Tavşan’ı salonda oturan birkaç kişiyle tanıştırdı. Elektra, aslına bakılırsa oldukça sıradan bir kızdı. Babası kızının müzikle ilgilenmesini istiyordu. Müziğe özel bir yeteneği olduğu söylenemezdi ama babasına karşı derin bir saygısı vardı, onu kırmayı aklından bile geçirmezdi. Yemek için salonun uzak bir köşesinde uzun bir masa hazırlanmıştı. Hizmetkârlar sessiz bir telaşla koşuşturuyordu. Elektra açısından bu oldukça sıradan bir akşam davetiydi. Varlıklı ailelerin akla gelmedik nedenler ileri sürerek sık sık verdikleri şu sıkıcı davetlerden. Masadaki herkes tüccarın kızı olduğu için Elektra’ya özel bir ilgi gösteriyordu. Yeni gelenlerden biri kibarca Elektra’nın elini öptü. Bir ara Tavşan da Elektra’nın ardından terasa çıktı. Güneş neredeyse batmak üzereydi, ufukta hafif bir kızıllık kalmıştı. Yemekten önce son bir kez batan güneşin ışıklarından yararlanmak isteyenlerle dolmuştu teras ve salonda oturanlar iyice azalmıştı. Elektra çevresindekilere gülerek bir şeyler anlatıyor, alacakaranlıkta gözleri parlıyordu. Yaşamın hoş yanları üzerine sıradan bir gevezelikti bu; ama Tavşan onu dinlerken o zamana dek tanımadığı bir iç huzurunu ve mutluluğu ömründe ilk kez tattığını anladı. Oysa kız güzel olduğu oranda uçarıydı ve Tavşan’ın sorularıyla canını sıktığını pek gizlemedi. Nişanlısı da kendisi gibi varlıklı bir ailedendi ve onunla evlenip uzaklara gitmeyi umuyordu. Hizmetkârlardan biri elinde bir çanla yemeğe başlama vaktinin geldiğini duyurmak için camlı kapıdan terasa çıkmıştı ki, Elektra ayağa kalktı ama gitmedi. Terasta oturanlar yavaş yavaş 39
- Mavi Öyküler
yemek için salona geçmeye başladı. Elektra’yla Tavşan yalnız kaldı. Tavşan durmaksızın konuştu, söylediklerinin belli bir anlamı yoktu ya da vardıysa bile bu anlamı kendisi bile fark edemeden sesi gecenin karanlığında yitip gidiyordu. Elektra, onun söylediği her şeyi şaşkınlıkla karşıladı ve bütün bunların benimle ne ilgisi olabilir diye düşündü kendi kendine. O zamana kadar kimse onu böylesine önemsememişti. Yine de bu ciddi konuşmadan pek bir şey anladığı söylenemezdi. Bir süre düşündü, sonra “iyi ama” dedi, “bütün bu uzak geçmişi bilmenin ne yararı var ki?” Tavşan kararsızdı. “Bizi belirleyen biraz da geçmiş değil mi?” diye sordu titrek bir sesle. “Benim yaşımdaki birisi için geçmiş ne kadar önemli olabilir ki” dedi Elektra. “Doğrusunu isterseniz beni hiç ilgilendirmiyor.” Tavşan oldukça sert ve kesin bir sesle geçmişi unutmasının çok zor olduğunu söyledi. Genç kız, orta yaşın sonlarındaki bu ağırbaşlı adamın gözlerine baktı, orada tutkuyu gördü; ama nasıl bir yanıt vereceği konusunda kararsızdı. Dinlemekten sıkılmıştı, terasın ucuna doğru yürüdü. Tavşan onu sessizce izledi. Elektra durup ona baktı, sonra çok kısa bir an onu kendine âşık etmenin eğlenceli bir oyun olacağını düşündü. Sonra yemeğe oturuldu, dünyada her şeyin hızla değiştiğinden, Avrupa’nın üzerinde savaş bulutlarının dolaştığından ve bu kaygıyı dağıtacak tek şeyin belki de müzik olduğundan konuşuldu. Yemekten sonra bir şeyler içmek için terasa çıkıldı. Elektra’nın nişanlısı önemli bir iş nedeniyle Atina’ya dönmek zorunda kalmıştı. Tavşan sonraları ikinci mucizenin de bu olduğunu düşünmüştü. Terastan sonra taş bir merdivenle kumsala inilmekteydi. İçkilerini aldılar ve Tavşan’la Elektra kumsala indiler. Şimdi ortalık iyice bir kararmış, ay çıkmıştı. Kumsalın bittiği, denizin kayalıklara çarptığı yerlerden, uzaklardan gelen dalga uğultusunu dinlediler. Yazlık evin salonlarından ve terastan yansıyan bir ışık kumsalda büyülü gölgeler çiziyordu. Uzaktan şimdiden sarhoş olan davetlilerin gürültüleri geliyordu. Bir adam, Elektra’nın babası olabilirdi, elinde bir içki kadehiyle terasın ucuna Mavi Öyküler -
40
dek geldi ve kısa bir süre çevresine bakındı. Onları görmemişti. Sonra “Hey! Kimse yok mu orada?” diye bağırdı. Tavşan’la Elektra neredeyse soluk almaktan korkarak öylece durdular, adam da yeniden salona döndü. Elektra, konuşmalarından etkilenmiş olmalıydı, yorgun görünüyordu. Tavşan, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Belleğinin bütün bu hüzünlü ve ağır anılarla dolu olması beni şaşırttı” dedi Elektra. “Şaşırttı mı?” diye sordu Tavşan büyük bir merakla. “Evet. Biraz da ürküttü” dedi Elektra kısaca. Serin, hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Genç kız ürperdi. Tavşan, birdenbire Elektra’ya sarıldı. Elektra, neredeyse yalvarır gibi, “o zaman geriye dönme, burada benimle kal” dedi, neler söylediğine kendisi de şaşarak. Tavşan yanıt vermedi, onu öpmeye çalıştı; ama Elektra onu itti. Sonra anladı, “ne kadar zamanımız var?” diye sordu. “Yarın sabaha kadar” dedi Tavşan, “sonra gitmem gerekiyor.” Doğrusunu söylemek gerekirse içi tam anlamıyla allak bullaktı. Bu koşullarda ülkesine gönül rahatlığıyla dönmesi çok zordu. Elektra, o kapkara saçlarını bir eliyle geriye attı, kısa bir süre sustu, onun gözlerine baktı, sonra yavaşça, “seni öpmek istiyorum” dedi. Tavşan ona sarıldı ve hiç bitmesin istedi. Elektra üşüdüğünü söyledi, sonra terasa çıkan merdivenlere yöneldi. Tavşan arkasından bakakaldı. Bir süre kımıldamadan durdu. Elektra salona döndüğünde solgun ve gergin olduğu babasının gözünden kaçmadı. Sonra yeni bir mucize oldu. Tavşan kulaklarına inanamıyordu, onun için konuk odasının hazırlandığı söylenmişti. Gece yarısına doğru sessizce odasına çıktı, alışık olmadığı bu heyecan onu fazlasıyla yormuştu. Duş yapmak için soyunmuştu, tam o sırada kapı vuruldu. Çaresiz açtı. Ne olduğunu anlayamadan Elektra’nın kolları boynuna dolandı ve çılgınca öpüştüler. Genç kız dilini arzu ve hırsla ağzında dolaştırıyordu. Daha önce başına hiç böyle bir şey gelmemişti, doğru olanın ne olduğuna karar 41
- Mavi Öyküler
veremedi. Elektra kendini tümüyle kollarına bırakmıştı. Kırık dökük birkaç sevgi sözcüğü mırıldanarak ne yaptığını pek de bilmeden kapıyı kilitledi. Tavşan’ın İstanbul’a dönüp yeniden olağan ve tekdüze yaşamına başlamasının üzerinden uzun bir zaman geçmişti. Bu arada Atina’da tanıştığı genç kadını hemen hemen unutmuştu. Birbirinden güzel kemanlar yaratıyor, bu kemanların usta ellerde çıkaracağı sesleri düşlemeye çalışıyordu. Bu arada tüccarın kızı Elektra nişanlısından ayrılmıştı. O tuhaf adamın kendisine verdiği öğütleri ve söylediklerini unutmuş değildi. Tavşan’ın yaşamına yaptığı bu beklenmedik etki onu sarsmış ve kendisiyle yüz yüze gelmesini sağlamıştı. Babasının da gayretiyle kendisini müziğe vermişti. Bir gün karşısına müzikten anlayan kültürlü bir adam çıktı ve Elektra sonunda ailesinin bütün karış çıkışlarına karşın bu Alman diplomatla evlendi. İkinci Dünya Savaşı yaklaşmaktaydı. İlk çocuğu doğduğunda kocası görev olarak Türkiye’ye atandı. Tavşan’a gelince yine atölyesinde çalışıyordu. Tekdüze yaşantısına, akşamları arkadaşlarıyla oynadığı kâğıt oyununa dönmüştü. Yaşamdan çok az şey istemesinin huzuruyla doluydu. Savaş yaklaşmıştı, hemen her gece karartma ve alarm uygulamalarıyla savaşın soluğu hissedilmekteydi. Beyoğlu’nda verilen bir davette Tavşan, Elektra ile karşılaştı. İlk bakışta onu tanıyamamıştı ama Elektra bir anlamda yaşamını değiştiren bu adamı unutmamıştı. Onun yaptığı kemanı hâlâ kullandığını söyledi. Tavşan sesini çıkarmadı, karşısında yorgun bir kadın vardı. Atina’daki zengin tüccarın uçarı ve tasasız kızı geçmişte kalmıştı. Tavşan, belki de onunla evlenseydim her şey daha iyi olurdu, o zamanlar bir aile kurmalıydım diye düşündü. Tavşan’ın arkadaşlarından birisi eski bir Garibaldici’ydi. Ondan biraz daha gençti ve çok daha yakışıklıydı. Bu adam, İstanbul’daki değişik uluslardan insanlarla çeşitli ilişkiler içindeydi. Politikayla hiç ilgilenmemesine karşın Tavşan da onun ısrarına dayanamayarak bu gizli toplantılardan birine katıldı. BirbirleMavi Öyküler -
42
riyle hemen hiç ilgilenmeyen, öte yandan ortak amaçlarında her şeyden daha çok önem veren garip bir topluluktu bu. Tavşan, gizli amaçlarının ne olabileceğini uzun uzun düşündü. Bir gün neler olduğunu ve neler olacağını anladı; Alman elçisine bir suikast hazırlığı içindeydiler. Artık Tavşan, dostlarıyla eskiden olduğu gibi kaygı duymadan konuşamayacağını biliyordu. Saklaması gereken gizli bilgiler vardı; karanlık ve derin bir topluluğa girmiş olduğunu anladı. Birden kararını verdi. Bu kararının o andan sonra yaşamına kaçınılmaz bir tehlike duygusu katacağını biliyordu. Bu onun yazgısıydı, yıllar önce bir Atina gecesinde çizilmişti. Elektra’nın sesinde hem bir ürkeklik hem de merak vardı, buluşmalarının ortak bir nedeni olup olmadığını sordu. Bütün bu anlatılanlarda kocasını ilgilendiren ne olabileceğini anlamak istemiyordu. Sonunda Tavşan, sözü uzatmadan kocasının yüz yüze olduğu tehlikeyi haber verdi. Elektra’nın suikasti kocasına ya da polise haber verip vermediğini bilmiyoruz; ama suikast başarısızlıkla sonuçlandı. Elektra Atina’ya döndü. Ailesinin yanına dönemezdi. Çocuğuyla birlikte küçük bir eve yerleşti. Savaş başlamıştı. Savaşların amacı hep düzen getirmek olmuştu; ama nedense bireylerin yaşam düzenlerini bozuyorlardı. Kocası onu görmek için Atina’ya geldi. Bu oldukça tedbirsiz bir davranıştı; çünkü tam da o sıralarda Yunanistan’da başlayan direniş hareketleri yarımadanın her yerine yayılmıştı. Elektra’nın kocası dönüş yolunda, Selanik yakınlarında arabasıyla havaya uçtu. Sonra savaş bitti. Almanlar artık Yunanistan’dan çekiliyorlardı. Elektra da müziğe ve İstanbul’a döndü. Elektra’nın kocası ölmüştü ama gizli topluluk kendi eylemlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasını unutmamıştı; çünkü savaşlar bitince intikam saati çalardı. İntikamın nasıl alınacağını uzun uzun tartıştılar ve sonunda bu işle bir arkadaşlarını görevlendirdiler. Bir akşamüstü Tavşan’ın yanına yaklaşan birisi muhbirlere ne 43
- Mavi Öyküler
yapıldığını bilip bilmediği sordu. Güzel bir yaz akşamıydı, Tavşan konser salonunun kapısında Elektra’nın çıkmasını bekliyordu. Adam, ondan başından beri kuşkulandıklarını, onu polisin arkalarına taktığını bildiklerini söyledi. Alman elçisine yapılacak suikastı ele vererek onların gözünde en büyük suçu işlemişti. “Oyun senin için bitti” dedi adam. “Nasıl?” diye sordu Tavşan, başlangıçta sesinde olanları kavrayamama vardı, Elektra’yı bir daha göremeyecek olmanın öfkesi vardı. “Şu can sıkıcı oyun, artık bitti” dedi adam bu kez vurgulayarak, sanki acır gibi dosdoğru gözlerine bakıyordu. “Demek oyun öyle mi?” dedi Tavşan, bezgindi. “Bu bakış açısına bağlı. Belki her şey tümüyle bir oyundur.” Sonra adam bu konuşmadan sıkılmış da ağır havayı dağıtmak istermiş gibi şöyle bir elini salladı. Tavşan’ın ne dediği pek anlaşılamadı ama bıçağın kısa parlayışını açıkça gördü. Belki yalnızca bir inleyişti bu; artık sesinde öfkeden çok bir boyun eğme vardı ve anlayamadığı gizli bir adaletin karanlıklarına batıyor, batıyordu. Bu öykünün anlatılışı, geminin üç kez çalan düdük sesiyle sona erdi. Gemi Pire’den önce uğraması gereken adalardan birine yanaşmak üzereydi. Kadın, anlattıklarını bitirmiş olmanın iç huzuruyla arkasına yaslandı. Amerikalı kız, kim bilir kaçıncı kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, öyküyü anlatan kadına, Elektra’nın kendisi olup olmadığını sordu. “Hayır,” dedi, Atinalı antikacı kadın, elli yaşlarında, spor giyimli ve zarif, “kesinlikle hayır.” Bu anlattıklarını nereden duymuştu. O zaman belki de o yaşlı adamı, neydi takma adı, Tavşan’ı tanımış olmalıydı. Evet, böyle söylenebilirdi, onunla İstanbul’da tanışmıştı. Atina’ya varınca dükkânında sözünü ettiği kemanı görmek istediğimi söyledim. Dilini sıcaktan çatlamış dudaklarının üzerinde dolaştırdı, sonra neredeyse kısık bir sesle: “Bu benim öykümdü” Mavi Öyküler -
44
dedi gülümseyerek. “Nasıl, anlattıklarınız uydurma mıydı?” “Hayır, ama nasıl söyleyeyim, böyle bir keman yok ve ben de İstanbul’a hiç gitmedim.” Sonra, gün ağarana, gemi uzun uzun düdük çalıp Pire’de rıhtıma yanaşana kadar bir daha konuşmadı ve oturup dergisini okudu.
p
“DÜNYADA TARİH ASLA YAZILMAZ Kİ. DAİMA SİLİNİR” “Tarih Siliciler Arasında” | Hikmet Temel Akarsu “Geçmişi bilmeden, geleceği düşünemezsin,” dedi bodur ve yaşlı rahip. Tümcesini yarım bırakmış gibi sustu. Yutkunması ve sözlerine devam etmesi sanki yüzyıllar sürdü. Ama sonunda konuştu: “O yüzden sen geleceği düşünemeyeceksin, çünkü geçmişi asla bilemeyeceksin!” Ve dondu kaldı bakışları bir akşam alacasında mor bulutların üstünde. Yani ben bunca yolu boşuna mı tepmiştim? Geçmişi asla bilemeyeceğimi ve o yüzden de gelecek hakkında hiçbir söz söylemeye hakkım olamayacağını mı duymaya gelmiştim?! Bu ne saçmalıktı böyle? Karanlık dağlar aşıyorum, vadiler, dereler, ormanlar geçiyorum, yırtıcı hayvanlar arasından sıyrılıyorum, barbar yağmacılara varımı yoğumu vererek canımı kurtarıyorum; asırları aşıp geliyorum ve Telengria’da karşılaştığım kıdemli rahiplerden bunu duyuyorum? Bir Telengria rahibi bunu nasıl söyler? Onların görevi zaten yaşananların kayıtlarını tutmak, insanlığın kalubeladan beri başına gelenleri ortak hafızaya nakşetmek değil miydi? Bana böyle söylenmemiş miydi? Telengria Mağaraları’nda kaynayan kazanların yaydığı buhurlar 45
- Mavi Öyküler
arasında göz gözü görmüyordu. Mitik ayinlerin başlama saatleri yaklaşmakta olduğu için tef çalan genç kızlar raks ede ede kaynar kazanların tüttüğü meydana yaklaşıyordu. Totem algısı veren pagan ikonları dizilmişti kaynar kazanların yanına. Söylendiğine göre, kötü ruhlar kazanlarda kaynatılacak, Telengria rahiplerince sağaltılmış insancıklar kıyameti temizlenmiş, pirupak idrak edeceklerdi. Hepsi kaynar kazanlara atlayıp orada can vereceklerdi. Gövdeleri erir yok olurken ruhları günahkâr bedenlerinden ayrılıp irşad olacaktı. Bu işlemi yapmak için birbirlerine cesaret vermeye çalışıyorlardı. Bir Telengria rahibi çıkmış konuşma yapıyordu: “Ey günahkar evlatlarım. Korkmayın bu ayinden sonra bu kaynar kazanlara kendi rızanızla girin. Kıyamet vakti geldi. Zaten hiçbirimiz kurtulamayacağız ölümden. Bari temizlenip pirüpak girelim Rabbin huzuruna. Bari ruhlarımız irşad olsun.” Tamtamlar çalıyor, tefler titriyor, en önde bakire kızlar olmak üzere kalabalık kaynar kazanlar çevresinde dört dönüyordu. Aynı esnada, “Neden geleceği düşünemeyecekmişim, neden geçmişi bilemeyecekmişim?” diye usulca fısıldadım yanımdaki rahibe endişeyle. Ters ters baktı bana: “Sen bela mısın?” dedi. “Ama efendim neden kızıyorsunuz. Beni Reddedilmiş Ruhlar Manastırı’ndan özel olarak buraya gönderdiler. Sırf geçmişi öğrenmem için. İnsanlığın günahlarını; iyiliği ve iyileri reddetmesinin nedenlerini araştırmam için. Tarihin kaydı burada tutulurmuş.” “Kes!” diye azarladı beni rahip. “Ve hemen hazırlanıp ayine katıl! Birazdan sen de kaynar kazanlara atlayıp bu dünyadan günahlarından arınmış olarak göçeceksin.” “Ama efendim ben bunu yapamam!” “Ne demek yapamam! Korkak! Sefil günahkâr! Sen kendini ne sanıyorsun? Telengria rahiplerine itiraz mı ediyorsun? Bunun cezası nedir biliyor musun?” “Efendim beni havarilerim bekliyor. Reddediliş Risaleleri’ni yazmak zorundayım! Bana bunun için buraya gelmem vahyedildi. Tarihin kayıtları buradaymış! Onları öğrenip geri gitmek zorundayım.” Mavi Öyküler -
46
“Kim söyledi bunu sana!” “Bunu size söyleyemem. Bu bir sır.” “O zaman defolur gidersin buradan! Kıyamet koptuğunda da bir başına, günahkâr, geberip gidersin yollarda! Öte dünyada sonsuz acılara garkolursun!” “Ama efendim gerçekten söyleyemem bunu size.” “Neden söyleyemediğini söyle o zaman itaatsiz, ahlaksız, rezil keşiş!” Eğildim rahibin kulağına, “Efendim beni buraya vahyeden yolladı. Bana vahyediyor o. Devamlı vahyediyor! Onun istekleri böyle.” “Buna neden inanayım?” dedi küstahça. Gariptir. O an gök gürledi ve şimşekler çaktı. Elimi uzattım ona. Yıldırım ışığı elimde bir şekil oluşturdu. Şimşek çakıp bittiğinde o ışık orada aynen kaldı. Bodur rahip kilitlenip o ışığa dondu kaldı. “Tövbekâr ol ey sefil!” diye haykırdım o lahza. Çıkınım yere düştü. Parşömenlerim saçıldı. Parşömenler üzerindeki kadim dilin harflerini gördü bodur rahip. Ve ortalık aydınlandı, nurla doldu. Her şeyi anladı o anda. “Aman Yarabbim.” deyip ayağa fırladı. Sonra hemen diz çöküp yere; önüme kapaklandı. “Demek seni o gönderdi buraya, Aman Yarabbim! Affet beni. Hakaret ettim sana! Aman Tanrım! Zaten burayı nasıl bulabildiğini hep düşünüyordum. Burayı hiçbir ölümlü bilemez, bulamaz. Demek sana vahyetti burayı Rab ha!” “Evet efendim! Vahyetti.” dedim hürmeti elden bırakmadan. “Neden bunu daha önce söylemediniz efendim!” diye doğrulup saygı ve korkuyla konuştu. Ansızın bana ‘siz’ diye hitap etmeye başlamıştı. “Ama biliyorsunuz sanmıştım.” “Nereden bilecektim efendimiz, ne olur beni bağışlayın!” deyip ağlamaya, sara krizi geçirir gibi diz çöktüğü yerde dövünmeye başladı. Bodur rahip bu garip hallere düştüğü anda onu gören dev gibi bir rahip çıktı geldi kalabalık arasından. Kara cübbesini açıp altından yaldır yaldır parlayan kılıcını çıkardı. Kılıcı çekip bir 47
- Mavi Öyküler
lahza içinde bana hakaret eden bodur rahibin kellesini uçurdu. Gövdeden ayrılan kanlı kelleyi alıp öptü ve kaynar kazanlara attı. Sonra gelip oluk oluk kan fışkıran gövdeyi de aldı. Tüy gibi kucakladı. Onu da kaynar kazanlara attı. Sonra tekrar gelip karşımda durdu. Önümde diz çöktü. “Vahyedilene hürmetsizdi! Size hakaret etti! Rab taksiratını affetsin! Efendimiz bizi affedin!” dedi ve o da önümde yere kapandı. Dev cüsseli rahip önümde yere kapanır kapanmaz binlerce Telengria rahibi ve ruhları sağalacak günahkâr hep birlikte önümde yere kapandı. “Efendimiz bizi affedin!” diye haykırdılar. Bir süre bekledim. Bocaladım. Dondum kaldım. Ne yapacaktım şimdi ben? Bana vahyedenin adını sorsalar onlara ‘Vicdan’ mı diyecektim? Hay Allah! Tam bir belaya bulaşmıştım. Şimdilik susmak ve alacağımı almak için ne gerekiyorsa yapmak zorundaydım. “Sizi affedebilirim!” dedim. Başlar hafifçe doğruldu. Sorarcasına, merhamet dilenircesine bana baktı dev cüsseli rahip. “Bir şartla!” dedim onun gözlerinin içine bakarak. Hepsi birden, konuşmadan, sorarcasına baktılar bana: “Bana kayıtlarınızı açacaksınız! Siz tarih yazıcıları değil misiniz? Her şeyi biliyorsunuz işte. Bana dünyanın bütün tarih kayıtlarını açacaksınız. Dünyanın geçmişinde olan biten her şey sizin elinizde yazılı! Bütün günahlar, bütün kabahatler, bütün cinayetler, hileler, cürümler, zinalar, cimalar, fesatlar. Her şey! Onları istiyorum işte! Bana arşivlerinizi açacaksınız!” Dev cüsseli rahip yavaşça ayağa kalktı, “Ama efendim bu olanaksız!” “Nedenmiş o?” diye haykırdım; “Ben de sizi affetmem o zaman! Lanetlerim!” dedim sertçe. “Görürsünüz o zaman gününüzü!” “Ne olur bize acıyın efendim. Bizi lanetlemeyin lütfen. Lütfen önce bir dinleyin bizi…” “Neyinizi dinleyeceğim? İşte tarih boyunca olan biten bütün her Mavi Öyküler -
48
şeyi yazdınız, kaydettiniz ve benden gizliyorsunuz? Neden? Söyleyin bana neden? Saygısız, hürmetsiz rahipler sizi! Sahtekârlar! Vahyedilenden bile gizliyorsunuz her şeyi! Neden?!” “Efendim bu konuda bize haksızlık ediyorsunuz?” “Nedenmiş o?” “Efendim dünyada tarih asla yazılmaz ki. Daima silinir.” “Bu ne demek şimdi?” “İşte öyle efendim. Her imparator, her muzaffer komutan, her galip, her kazanan, en küçük kabiledeki basit bir reis bile her galibiyetin ardından kaybedenlerin tüm olumlu yönlerini sildirir, kendisi için olmadık övgüler yazdırır. Siz bunun böyle olduğunu bilmiyor muydunuz?” “Ukalalık yapma! Onu biliyoruz. Biz de insanlara gitmedik o yüzden değil mi? Telengria Yazıcıları’na geldik. Tarih yazma görevi buranın asli vazifesi değil mi?” Dev cüsseli rahip yine yere kapandı ve saya döke ağlamaya başladı: “Efendim siz burada kazanan ve kaybeden yok mu sanıyorsunuz? Burada da aynı şeyler oluyor. O yüzden işte burada da herkes günahkâr ve biz onları, bu günahlarından temizlenip Tanrı huzuruna pirüpak gitsinler diye kaynar kazanlarda kaynatıyoruz.” “Peki bari işe yarıyor mu kaynatmanız?” diye sordum. “Ondan sonra tarih doğru yazılmaya başlanıyor mu?” Dev cüsseli rahip son sorum üzerine doğrulup yerden kalktı. Koşa koşa yanıma geldi. Kulağıma eğildi. “Efendimiz bizi affedin lütfen. Ama gerçekleri sizden saklayamayız. Siz zaten bilirsiniz. Siz vahyedilensiniz. Siz Rabbin elçisisiniz. Lütfen bizi affedin.” “Kes! Artık ne söyleyeceksen söyle!” “Efendim aslında kimsenin günahlarından arındığı filan yok. Biz belli dönemlerde kıyamet geliyor der ve tarih silicileri de sizi arıtacağız deyip kaynar kazanlara atarız. Böylece silicileri de sileriz. Hiç kimse hiçbir şeyi bilemez. Tarihi silenler de silinmiş olur. Dünya milyonlarca yıldır böyle yola devam eder.” “Vay canına!” dedim gayri ihtiyari. “Demek öyle!” “Maalesef efendim.” “Bu durumda dünyada, sadece kazananlar ayakta kaldığına 49
- Mavi Öyküler
göre… Onlar da devamlı tarihi sildirdiğine göre… Tarih silicileri de birbirlerini gizlice sildiğine göre. O zaman gerçek diye bir şey yok. Ve asla olmayacak!” dedim ve duraladım. Basit bir mantık yürütüp düşündüm ve sözlerime devam ettim; “Yani aslında gerçek var ama gerçekte olanı hiç kimse hiçbir zaman olduğu şekliyle bilemeyecek!” “Aynen böyle efendim!” “Sen sus rezil!” diye haykırdım ansızın. Yerimden ayağa fırladım. Bütün Telengria rahipleri korkuyla bana baktılar. Neler olup bittiğini anlamaya çalıştılar. “Madem öyle,” dedim dev rahibe dönerek, “kalk ve sen de şu kaynar kazana atla bakayım! Rabbin yanına temiz git!” “Beni bağışlayın efendimiz!” diye yalvarırcasına mırıldandı dev rahip. “Ne demek bağışlayın!” diye haykırdım herkesin duyacağı şekilde. “Ben sana ceza mı veriyorum? Ödül bu ödül! Rabbin huzuruna tertemiz gideceksin işte!” “Acıyın bana efendim!” dedi ve önümde diz çöktü. Yalvarmaya başladı. Bir el işareti yaptım. Bütün Telengria rahipleri ağır adımlarla bize doğru yürümeye başladı. Başka söz söylememe gerek kalmadı. Bağırtı, çağırtı, çırpınmalar arasında dev cüsseli rahibi tutup direnmesine aldırmadan kaynar kazanlara bastılar. Bir lahzada eridi gitti dev gibi adam. Ufaktan hoşuma gitti bu durum. Bazen bir şeyleri silmek hiç de düşünüldüğü kadar kötü değilmiş diye düşündüm. Bir an için bütün rahiplerin kaynar kazanlara atlamalarını emretmek geçti aklımdan. Ama bu fikri hemen aklımdan kovdum. Ne de olsa inançsız sahtekârlardı bu sefiller. Bir isyan başlaması ve benim kazanın dibini boylamamla sonuçlanabilirdi bu durum. O yüzden vakur davranmayı tercih ettim. Tarih Yazıcılar’ı ararken düştüğüm Tarih Siliciler arasında öğreneceğimi öğrenmiştim. Çıkınımı aldım ve doğruldum. Tepeden aşağı inmeye başladım. Arkamda yere diz çökmüş toprağa kapanmış binlerce rahip yakarıyordu. Telengria Mağaralarını terk ettiğimde kendilerine mesihin gözüktüğünü düşünen rahipler kıyametin yaklaştığından emin Mavi Öyküler -
50
oldular. Tarih silicileri tarihi silmeye hız verdiler. Ardı sıra hemen hayatta kalan son silicileri kaynar kazanlara göndermeye başladılar sırayla. Nedense hep en az günahkâr olan en temizleri en önce temizlemeye yöneldiler. Derin düşündüğümde bunun da mantıklı olduğunu fark ettim. Kaynar kazanlarda kaynayan bakirelerin çığlıkları yankılandı peşim sıra. Yüzyıllarca bu feryatları işittim. Fakat geri dönüp bakmadım. Tarihin ne demek olduğunu anlamıştım çünkü: Gerçeğin itinayla yok edildiği koca bir feryatlar Gayya’sı… Önemli olan buydu.
p
“HERKESİN İKİ ADI VARDIR BİZDE” “Katina” | Mehmet Güler -miş’li geçmiş zamanın daha yaşlı olduğu bilinir. Sahi -di’li geçmiş zaman, ne kadar süre sonra -miş’li geçmiş zamana dönüşür? Aradan geçen bunca zamana bakarak, her şey -miş’li, -muş’lu anlatılabilir diye düşünmeye başlamıştım. Ama geçip giden şeyler o kadar canlı ki. Onları -miş’li geçmiş zamanda anlatırsam yanlış yapacakmışım gibi bir duygu içindeyim. Anlatan öyle anlatsın. Ben, yaşlı öykümü -di’li geçmiş zamanlı anlatacağım yine de… Beni ilk kutlayan Ilgın oldu. Herkesten daha sıcak ve içtenlikliydi. Yanağıma kondurduğu öpücüğün ıslaklığı hâlâ durur orada. Onca yılın ne güneşi kuruttu onu, ne de yeli. Kızlı, erkekli bir grup öğrenci, yatılı öğretmen okullarının sınavlarına girmiştik. Biz köy çocuklarının tek umudu bu sınavlardı. Kazanırsak öğretmen olacaktık. Kazanamazsak çobanlıktan, çiftçilikten, ev hanımlığından başka bir seçeneğimiz olmayacaktı. Nefeslerimizi tutmuş, sınavın sonuçlarını bekliyorduk. 51
- Mavi Öyküler
Kim kazanırsa, kesinlikle yaşam onun yanaklarına kocaman bir öpücük konduracaktı. Gözümüzü kasabadan gelen yollara dikiyorduk. Demirkır atı olan postacının, heybesinde taşıdığı mektuplarla bize getireceği muştuyu bekliyorduk. Postacı gözükmedikçe kaygılarımız artıyordu. Köyümüzün hemen altından Kızılırmak akıp giderdi. Suyu adı gibi gerçekten kızıldı. Ta Sivas’tan çıkıp gelirdi o yorgun su. Dura yavaşlaya, yürüye koşa, başını dağlara, taşlara vura vura akardı. İlkyazda her tarafı yakıp yıkardı. Yaz geldi mi öfkesi geçerdi. Buharlaşıp küçülürdü. İlçeden gelecek postacı, beklediğimiz muştuyu getirmediğine göre, belki Kızılırmak getirir diye umutlanıyordum. Zaman zaman varıp kıyısına oturuyordum. Gözlerimi ırmağın kızıl suyuna dikiyordum. Sınavın sonuçlarını soruyordum, “Heyyy! Kızılırmak. Akıp gitme öyle postacıdan haber yok. Ta oralardan geliyorsun. Ben sınavı kazandım mı? Kayıp mı ettim yoksa? Biliyorsan lütfen söyleyiver.” Kızılırmak yanıt vermeden akıp gidiyordu. Kızılırmak çok önemli bir suydu bizler için. Yazın tek onun çevresi yeşil kalırdı. Her baktığımda, bu yeşilliğin suyla birlikte aktığını görür gibi olurdum. Doğanın yeşil ve devinimli oluşu ne çekici şeydi. Bakışımı ırmak boyundan aldığımda tüm devinim, hayat biterdi. Yaşamak buydu belki de. Sular gibi akmak ve yeşile durmaktı. Sıcakta yanıp kavrulduğumuzda, biz çocuklar kendimizi ırmağın serin sularına bırakırdık. Gün boyu da içinden çıkmazdık. Hiç unutmuyorum, bir kez de Ilgın’la birlikte girmiştik. Hava sıcak mı sıcaktı. Beş keçi iki koyun onun, dört keçi altı koyun da benim vardı. Onları birbirine katmıştık. Irmak boyu otlatıyorduk. Ilgın, bir Ermeni ailesinin kızıydı. Köyümüzde kalan üç beş Ermeni ailesinden birisi de onlardı. Bu keçilerden, koşunlardan başka hiç malları yoktu. Ilgın’ın babası onun bunun işinde çalışırdı. Tüm bu koşullara karşın şen şakrak, mutlu insanlardı yine de. Kavga, gürültü evlerinin yakınlarından bile geçmezdi. Mavi Öyküler -
52
Bu kız adı gibiydi. Irmak boylarında büyüyen ılgın ağaçlarına benzerdi. Saçları onlar gibi ince, uzun, sarışındı. Gözleri, keçilerin, koyunların boğazına taktığımız gök boncuklar kadar maviydi. Ne zaman yanına varsam, teninde ılgın ağaçlarındakine benzeyen bir serinlik duyardım. Görünmeyen rüzgâr, o serinliği alıp bana taşırdı. Güneş, bir ateş topu olup da tepemize dikilince, “Irmakta çimelim mi?” dedim. Gülümsedi. Hemen ardından da, “Birlikte mi?” dedi. “Neden olmasın?” dedim. İkimizin de mayosu yoktu. “Ben utanırım ama,” dedi Ilgın. Aslında ben de utanırdım. Ama onunla Kızılırmak’ta çimmeyi o kadar çok istiyordum ki. “Sen suya girerken, çıkarken arkamı dönerim,” dedim. Fazladan gözlerimi de kapatırım. “Tamam öyleyse,” dedi. “Söz verdin. Bakmayacaksın.” “Bakmayacağım,” diye pekiştirdim. Arkamı dönüp gözlerimi kapattım. Ilgın’ın soyunduğunu duyarken çok heyecanlandım. Ama verdiğim sözü tuttum. Ne gözlerimi açtım, ne de yüzümü çevirip baktım. Ilgın’dan, “Bakabilirsin,” sesi gelince gözlerimi açıp yönümü çevirdim. O soyunmuş, Kızılırmak’a girmişti bile. Sadece kafası gözüküyordu. “Şimdi de sen bakma,” diyerek ben ona seslendim. Soyunma sırası bana gelmişti çünkü. O da verdiği sözü tuttu. Suya girip de yanına kadar varınca, “Açabilirsin,” dedim. Açtı. Kızılırmak, serin sularıyla her ikimizin de bedenlerini yalayarak akıyordu. İster istemez gözüm Ilgın’ın çıplak bedenine kaydı. Çıplak bedeninin üstünde ilk dikkatimi çeken haç biçimindeki kolyesi oldu. Kırılan, uzayan, kısalan, genişleyen ak bedeni suyla şakalaşır 53
- Mavi Öyküler
gibiydi. Göğüsleri ceviz kadar kabarmıştı. Zaman zaman iki eliyle kapatıyordu onları. Bazen de unutuyor, açık bırakıyordu. Ürke çekine birbirimize yaklaştık. Kulaç atıp yüzdük. Dalıp çıktık. Birbirimizi tutup yatırdık. Su dövüşü oynadık. Her şey keyifli geçiyordu ki, Ilgın bir ara sulara kapıldı. Sürüklenmeye başladı. İşin şaka mı, gerçek mi olduğunu anlayana kadar, Ilgın sekiz on yudum acı su yuttu bile. Onu alıp dışarı çıkardığımda yarı baygındı. Biraz kustu, içindeki acı suyu çıkardı. Biz, ırmakta çimerken, Ilgın’ı iyileştirirken nedense koyunlar, keçiler durup hep bizi seyretti. Ilgın’ı, adını aldığı ılgın ağaçlarının altına yatırdım. Onların gölgesinde bir süre dinlenmesini istedim. “Sana bir gizimi söyleyeceğim,” dedi. Söyleyeceği şeyi başkaları duyacakmış gibi sağına, soluna baktı. Oysa koca arazide bizden, keçilerimizden, koyunlarımızdan başka kimse yoktu. “Biliyor musun,” dedi heyecanlı bir sesle. “Benim asıl adım Ilgın değil.” Şaşırdım. “Ya ne?” dedim. Yine sağını, solunu kolladıktan sonra, “Biz Ermeniyiz ya,” dedi. “Herkesin iki adı vardır bizde. Benim Ermenicedeki adım Katina. Evde hep öyle derler bana.” Bunları söylerken korkmuş gibiydi. Çünkü gözleri büyümüş, yüzüne sığmaz olmuştu. “Bu gizimi başkalarına söylemezsin, değil mi,” dedi hemen ardından. “Söylemem,” dedim. “Söz.” Rahatladı. Uzanıp elimi tuttu. Ilgın, pardon Katina bir süre sonra tamamen iyileşti. Akşam üzeriydi. Koyunlarımız, keçilerimiz doymuştu. Onlar mutluydu. Bizler mutluyduk. Köyümüze dönmek üzereydik ki postacının demirkır atıyla KızıMavi Öyküler -
54
lırmak’ı geçmekte olduğunu gördük. İkimiz de heyecanlandık. O da benim gibi yatılı öğreten okulunun sınavlarına girmişti. Kazanırsak ikimiz de okuyacak, öğretmen olacaktık. İleriye doğru kurduğumuz düşlerimizi gerçekleştirecektik. Acılı haber gibi sevinçli haberler de çabuk duyulur derler. Benim öğretmen okulu sınavını kazandığım haberi hemen köye yayıldı. Ama Katina, pardon Ilgın kazanamamıştı. Buna karşın Ilgın beni en içten kutlayanların başında yer aldı. Yanaklarımda kurumayacak öpücükler işte o gün, onun öpücükleri oldu. Tahta bavulumu hazırlayıp öğretmen okuluna giderken, “Ilgın,” dedim. “Okuldan sana mektup yazabilir miyim?” “Yazabilirsin,” dedi. “Ama Katina diye değil, Ilgın diye yaz. Bu gizimizi de duyan olmasın.” “Tamam,” dedim. “Ilgın adı çok yakışıyor sana. Öyle yazarım.” Hemen ardından şunu ekledi: “Sen kazanınca, beni unutacağını sanmıştım. Şimdi anlıyorum ki unutmayacaksın.” “Unutmayacağım,” dedim. “Söz.” Okuldayken ilk mektubu ona yazdım. Mektubun içinde Katina diye seslendim. Ama zarfa zarfına Ilgın diye yazıp postaya verdim. Yazarken, postaya verirken nedense çok heyecanlandım. Kalbim duracak gibi oldu. Mektubuma günlerce yanıt gelmesini bekledim. Ama gelmedi. O kış çok uzun sürdü. Ya da bana öyle geldi. Uzun kış günlerinde, gecelerinde en çok Ilgın’ı özlediğimi duydum. Ama kimselere söylemedim bunu. Bu duygumu yazıp da postaya vermediğim diğer mektuplarıma aktardım. Onları bavulumun gizli bir köşesinde biriktirip sakladım. Yaz mevsimi en sonunda geldi. Okullar kapanınca o büyük izin başladı. Yol boyu hep Katina’yı, pardon Ilgın’ı düşünmeye başladım. Ona anlatacağım, ondan dinleyeceğim o kadar çok şey vardı ki. Ilgınlara koştuğumda terk edilmiş bir ev buldum. Tüm gücümle 55
- Mavi Öyküler
bağırmamak, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Nereye gittiklerini sorduğumda İstanbul’a taşındıklarını söylediler. Hemen herkes kızıyordu onlara. Böyle apansız çekip gitmelerini türlü biçimde yorumluyorlardı. İstanbul’a vardıklarında adlarını, dinlerini değiştirdiklerini söyleyenler vardı. Adreslerini kime sorduysam yanıt alamadım. Ilgınların, pardon Katinaların adresini bulmak gerçekten olanaksız mıydı? Bunu sayısız kez Kızılırmak’a sordum. Çorak, kızıl su hiçbir soruma yanıt vermedi. Yine başını oradan oraya vurarak akıp gitti. Aradan bunca zaman geçti. Ne zaman Kızılırmak’ın kıyısına varayım, yine Katina’yı, pardon Ilgın’ı sorarım ondan. Hem de adresini vermeyeceğini bile bile. Sahi neden yaparım bunu? Her sorduğumda ırmak yanıt verecekmiş gibi yapar. Yavaşlar, hız keser. Öksürüp tıksırır. Sonra da başını dağlara, taşlara vurarak akıp gider…
p
“AYNAYI DÖKERKEN RUHUNU DA DÖKERSİN” “Aynadaki Işık” | Fatma Burçak Akı Soğuk bir kasım sabahı, ağaçlar yapraklarının çoğundan vazgeçmiş, havada yağmur kokusu var. Tüm şehir telaş içinde; kimi işe kimi okula yetişmeye çalışıyor. Trende işçiler, gündelikçi kadınlar henüz bir önceki günün yorgunluğunu atamamışlar üzerlerinden, çoğu sabah bir bardak çayı bile bitiremeden çıkmış evinden. Onun bir yere yetişmek için acelesi yok ama yılların alışkanlığıyla koşar adım yürüyor yine de. Tren garıyla tramvay durağı arasındaki elli metrelik yolu bile aceleyle alıyor, trenin kalabalığından tramvayın kalabalığına karışıyor. Kalabalık, her yer çok kalabalık, artık hiç yalnız kalamadığını düşünüyor. Dükkânda bile rahat bırakmıyorlar onu. Her köşeden biri sesleniyor sanki. Tramvay Çarşıkapı durağına yaklaşırken elini cebine Mavi Öyküler -
56
atıyor, dükkânın anahtarlarını sımsıkı tutuyor. Tramvaydan inince büyük deri mağazasının yanındaki yokuştan aşağı doğru bırakıyor adımlarını, beş dakika sonra dükkânın kapısını açmış olacak. Bugün sobayı yakmak gerek diye düşünüyor, akşama doğru hava iyice soğur. Dükkânın içine gümüş oksit, zift ve eskilerin kokusu sinmiş. Her sabah bu koku ve karşı duvardaki pembe ayna günaydın diyor ona. Tahir Usta, her sabah o pembe aynaya bakarak içiyor ilk çayını ve kendi günahlarıyla yüzleşiyor tekrar tekrar. Çay bardağının dibindeki son yudumu alır almaz, akşamdan hazırladığı tezgâhın başında alıyor soluğu; kristal cam tezgâhta hazır, temizlenmiş, gümüş oksit eriyip kıvama gelmiş, zift de ocakta sırasını bekliyor. Gümüşü alışık olduğu yavaş ve ahenkli hareketlerle, ustalığın verdiği güvenle döküyor camın üzerine. Gümüşün camın üzerine yayılışını, onu kavrayıp örtüşünü izliyor. İşini tamamlayıp doğrulurken sırtındaki bütün kemiklerin yerlerini de hissediyor. Kasım ayı soğuk geçiyor. Elektrikli plastik cezvede yaptığı kahvesini fincana döküp camın önündeki eski tahta iskemleye oturuyor. Artık bekleme vakti. Gümüş soğuyup da camla bir olana dek bekleyecek. Bu sırada dükkân da kalabalıklaşır, geleni gideni çok olur Tahir Usta’nın. Kahvesinden bir yudum alıp pembe aynaya doğru bakıyor. Eşi Nergis Hanım geliyor elinde tatlı tepsisiyle. Pembe ayna yapmayı nasıl keşfettiğini anlatıyor Nergis Hanım’a. Yeni yetme iki aşık gibi sarılıp kıkırdaşıyorlar. Konsolun üzerindeki aynada kendi hallerini görüp utanıyorlar. Ertesi gün o büyük mobilya mağazasına pembe aynayı anlatacak Tahir Usta. Çok heyecanlı, ah bir de anlaşırlarsa… Hemen bir ev alacak, Nergis Hanım’ın istediği gibi mutfağı büyük, banyosunda küveti olan bir ev. Pembe aynaya bakıyor Tahir Usta. Bir daha hiç yapamadığı, satamadığı, kimseye anlatamadığı o pembe aynaya bakıyor. Nergis Hanım kırgın, kızgın, ona bir daha hiç sarılmıyor. Soğuyan kahvesini bir dikişte içiyor Tahir Usta. Heyecanla sigara paketinin üzerine karaladığı pembe sır, nasıl da sırra kadem basmıştı son kez içtiği o gece. O geceden beri içki koymuyor ağzına ama Nergis Hanım’ın affetmesi için yeterli değil ki bu, o pembe sırla bir57
- Mavi Öyküler
likte umutlarını ve karısını da kaybetti. Gümüş henüz tutmadı, daha vakit var. Dükkânın önüne biriken yaprakları süpürüyor. Nergis Hanım’ı düşünüyor hâlâ; keşke eskisi gibi konuşup dertleşebilseler, onu affetse bir kez daha, sadece evinin kadını değil onun da karısı olabilse yeniden. Dükkânın önü yapraklardan temizlendi. Vitrinin önünde durup içeri bakıyor, sağ duvarda asılı altın varak çerçeveli büyük oval aynaya gözü takılıyor. Babasının onu çağırdığını duyunca koşar adımlarla içeri giriyor. Uzun boylu, heybetli bir adam babası Hasan Usta. Birkaç yıldır okuldan sonra gelip ona çıraklık yapıyor Tahir. İşe eli yatkın, becerikli bir çocuk ama babası onu hiç şımartmıyor. İlk günlerde dükkânın önünü ve içini süpürmekle başladı işe ama şimdi camları işleme hazırlıyor. Kendini işe yarar, akıllı, becerikli hissediyor. Babası yaptığı işi beğenince sadece başını okşuyor ama hiç gülümsemiyor. Annesi aynacı olmasını istemiyor, okusun adam olsun, devlet kapısında bir iş bulsun diye dua ediyor. Ama Tahir babası gibi aynacı olmak, bu dükkânda babasıyla çalışmak, Tahir Usta diye saygı görmek istiyor. Babasının dediği gibi, aynacı olmak sanatçı olmak demektir, diyor kendi kendine. Babasının yaptığı bu son aynayı satmaya eli varmıyor Tahir Usta’nın. Onu dükkânın duvarına asıyor, babasının son sanat eseri olarak saklıyor. Gümüş tuttu, sıra ziftini dökmekte aynanın, ondan sonra rötuşlanıp temizlenecek ve iş bitecek. Yeni bir sipariş gelene dek, küçük turistik işlerle idare edecek. Buna da şükür… Bu devirde zanaatkâr olmak para etmiyor. Zifti döküp de sıra beklemeye geldiğinde acıktığını hissediyor. Akşam yatmadan önce ekmekle hazırladığı sandviç ve bir bardak çayla karnını doyuruyor. Ara sıra dükkânın önünden geçen esnaf arkadaşlarla selamlaşıyor. Bazısı başını kapıdan içeri uzatıp hal hatır soruyor, bazısı aceleyle geçerken el sallamakla yetiniyor. Her sene bir öncekinden hızlı tükeniyor. Yıllar kopup dağılan bir kolyenin incileri gibi savruluyor. Sinem’in doğduğu günü hatırlıyor Tahir Usta. Onu kucağına verdiklerinde, kocaman ellerinin içinde küçücük kalmıştı, doğduğu anda bile çok güzeldi kızı, tek evladı, canı. Gözlerini kapatıp kızını düşünüyor, kim Mavi Öyküler -
58
bilir gelinlik ne yakışacak kızına, bahtı da yüzü gibi güzel olsun diye dua ediyor. Başını çevirip yeni döktüğü aynaya bakıyor; kızı için de bir ayna dökmeli, kendisi için hem de. Bir gün kızını o aynadan izleyecek, Sinem o aynaya her baktığında onu görecek, onu aynanın ışığıyla sevecek. Ne derdi babası Hasan Usta, “Aynayı dökerken ruhunu da dökersin, aynaya her bakan suretini senin ışığınla görür, o yüzden bu işi seveceksin, yoksa bakan ne kendini doğru görür ne de senin aydınlığını.”
p
“ZAMANI DURDURDULAR” “Yaz Suyu” | Nilgün Ersoy Birbirlerini gerçekten seven, bir yemek süresince bile olsa gerçekten sevecek bir kadınla bir erkek için hazırladı masayı. Durdu. Bekledi. Aydın için bu masa özeldi. Aslında diğer masalarla pek bir farkı da yoktu. Aynı kaba marangoz işçiliği, aynı kareli dokuma örtü, en ucuzundan tuzluk biberlik takımı, kürdan ve kâğıt peçeteler. Yaşadığı tüm günler, sabah ve akşamlar, evde somurtan karısı, farklılaşmayan tekdüze hayatı gibi bu masa da aynıydı salaş lokantadaki diğerleri gibi. Belki de tek farkı daha kıyıda, pencereyle duvar köşesine sıkışmışlığı olabilirdi. Aydın, içeriye giren müşterileri titizlikle seçerdi. Herkesi oturtmazdı öyle, mümkün olduğu kadar boş bırakırdı masayı. Hatta patronu görüp de uyarıncaya kadar, çoban salatasından kalma oraya buraya serpiştirilmiş yağ ve domates lekeli, ekmek kırıntıları ve kılçık artıklarıyla dolu kirli örtüyü kaldırmazdı bile. Bu masayı tuhaf bir kıskançlıkla sahiplenmişti. Her sabah masanın üzerinde duran bardaktan bozma vazoya karanfillerin en güzelini, en kırmızısını yerleştirir ve durup beklerdi. Trene binip yepyeni düşlerle gelen o gencecik delikanlı yıllar yılı durdu bekledi. Köyde hayvanların canını yakmayı içi götürmeyen, evde zoraki karısını incitmekten çekinen Aydın yaşam boyu incindi, canı yandı. Sırtı kamburlaştı, saçlarına ak düştü. 59
- Mavi Öyküler
Yüzüne yılların, incinmişliğin, hayal kırıklığının ve kandırılmışlığın derin çizgileri oyuldu. Ama değişmeyen tek bir şey vardı yıllar boyu, pencereyle duvar köşesine sıkışmış o masaya olan düşkünlüğü; bir ejderhanın değerli bir hazineyi koruması gibi sabırla nöbet tutması, kıskanç bir aşığın aptalca haşin sahiplenişi. Yıllar yılı durdu Aydın bir köşede. Durdu. Bekledi. Kendisiyle birlikte her şey yaşlandı. Duvardaki boyalar kabardı, tahta döşemeler esnedi, perdeler soldu. Lokantaya artık pek kimse uğramaz oldu. Bir ilk yaz günü içeriye taze bahar havasıyla birlikte sağaltıcı ıhlamur kokusu doldu; Aydın’ın gözleri parladı. Kapıdan giren çifti kendisinden beklenmeyecek bir canlılıkla karşıladı. Kıskançlıkla sahiplendiği masayı onlar için dayayıp döşedi. En temizinden, en lekesizinden kareli dokuma örtüyü serdi ve kırmızı karanfilin yanına bir karanfil daha ilave etti. Balıkların en tazesini, yemek tabaklarının en temizini, şarapların en sirkesizisini çaktırmadan hohlayıp önlüğüyle sildiği kadehlere doldurdu. Durdu. Bekledi. Erkek karşısında oturan kadının ince bileklerini kavradı. Akşam güneşi kadının saçlarını ve beyaz yüzünü hoş bir kızıla boyadı. Konuşmadan bakışıp gülümsediler. Gözleri gözlerine daldı, zamanı durdurdular. Sonra dönüp denize baktılar uzun uzun. Hava karardı, karşı kıyıda ışıklar dizildi boylu boyunca, gökte de yıldızlar. Durmadan konuştular gözlerini birbirlerinden ayırmadan. Kadının yanakları kızardı, gözleri daha da parlaklaştı. Aydın, bir taş plak koydu pikaba ve bir şişe şarap daha getirdi. Hüzünlü bir aşk şarkısı söylüyordu kadife sesli biri. “Ne mutlu Size Beyefendi”, dedi Aydın. “Yanınızda böyle hoş bir hanımefendi var.” Erkek sadece gülümsedi kadının ince bileğini bırakmadan ve Aydın gördü erkeğin parmağındaki kalın nikah yüzüğünü. “Beni mazur görün, eğer rahatsız etmişsem ama birbirinize öyle yakışıyorsunuz ki…” Kadın hüzünle gülümsedi: “Yok rica ederiz. Biz birbirimizi çok uzun yıllar sonra bulabilen iki lise arkadaşıyız sadece.” Uzandı, elini adamın yanağına sevgiyle koydu ve fısıldadı: “Sadece otuz beş yıl sonra rastlaşan iki kadim arkadaş.” Mavi Öyküler -
60
Taş plak çalmaya devam etti. “Bir bahar akşamı rastladım size…” Zaman ilerledi, gece siyaha büründü. Kadının bakışları da karardı, gülümsemesi hüzne dönüştü. Erkek arkasına yaslandı, gülümsemeye çalıştı ve gözlerini kadının üzerinden ayırmadı: “Ben seni her zaman sevdim. Niye beni aramadın hiç?” “Ne olur bana öyle bakma. Çekindim, arayamadım, sana çok acı vermiştim. Ama ben de seni asla unutmadım ve ben de seni sevmişim, hem de çok. Uzun zaman yollamış olduğun mektupları sakladım. Arada bir çıkartıp okuyordum. Sonra birkaç yıl önce hepsini yırtıp attım.” diye fısıldadı kadın başı öne eğik, sonra Aydın’a döndü: “Ne olur plağı çalar mısın tekrardan.” dedi ve gözlerinde biriken yaşları gizlice sildi. Erkek sevgiyle gülümsedi, öne eğildi ve kadının incecik bileklerini elleriyle sıkı sıkı kavradı. “Biliyor musun sen bir eşeksin.” Kadın gözlerini erkeğin gözlerine dikti ve sessizce ağlarken gülümsedi: “Evet biliyorum, kocaman bir eşeğim üstelik. Çok üzgünüm ama yapılacak bir şey yok artık.” “Evet”, dedi erkek ve gözlerini kapkara denize dikti. “Evet, yapılacak bir şey yok.” “Sanki daha dün liseden ayrılmışız gibi, sanki onca sene hiç olmamış, araya mesafeler girmemiş gibi, yatmış kalkmış ertesi gün buluşmuşuz gibi…” Sustular tekrardan, hüzünlü sımsıcak bir sevgi halesi tarafından kuşatılmış, bu dünyadan soyutlanmış sadece o ânı yaşadılar. Sonra erkek saatine baktı ve sesi ciddileşti. “Uçağı kaçırmamam lazım. Kalkalım mı artık?” Kadının gülümsemesi yüzünde dondu kaldı. “Tabii.” dedi üzüntüsünü bastırarak ve çantasından bir kalem çıkardı. “Yalnızca bir dakika, fazla sürmez, bir anı kalsın sende istiyorum.” ve peçetenin üstüne bir şeyler yazdı. Erkek okudu gülümsedi, peçeteyi katlayıp, ceketinin cebine koydu. Kalktılar, ayakları geri geri giderek lokantadan çıktılar. 61
- Mavi Öyküler
Aydın, kapıda durdu, bekledi. Sıcak ilkyaz gecesine rağmen titreyen kadına sarıldı erkek. Eski bir film karesinden çıkmış gibiydiler; yıllara, yaşlarına inat, kimseyi umursamadan dudakları tutkuyla kenetlendi. Bir taksi durdu. Birbirlerinden ayrıldılar, hiçbir şey olmamış gibi ciddi bir ifadeyle el sıkıştılar. Erkek kadının arkasından uzun uzun baktı ve bir taksiyi durdurup gece karanlığının içinde kayboldu. Aydın biliyordu, artık durup beklemeyecekti. Birbirlerini gerçekten seven, bir yemek süresince bile olsa gerçekten sevecek bir kadınla bir erkek için hazırlamıştı masayı. Gülümsedi. Masaya doğru gitti. Yerde duran bir peçeteyi kaldırdı. Telaşla kapıya doğru koştu. Gece karanlığı, sokağı ve her şeyi yutmuştu. Birbirlerine baktılar. Söyleyecek çok şeyleri vardı muhtemel. Dökülmeden kelimeler, gözleriyle anlaştılar. Çeyrek yüzyılın üzerine bir on yıl daha götürmüş olsa da sinsi yılan zaman, yine de çalmayı becerememişti bazı anlatılmamışlıkları. Yaz gecesi miydi ılık sessiz, kendilerini lise çağlarına döndüren. Yoksa bir şeyler mi vardı yıllara inat hiç değişemeyen… Not: Bu öykü, Tomris Uyar’ın Diz Boyu Papatyalar isimli öykü kitabında yer alan 1973 yılında kaleme aldığı “Yaz Suyu” öyküsüne ithafen devamı niteliğinde kaleme alınmıştır.
p
“AKBİL’İ BOŞTU, AYNI KALBİ GİBİ” “Boş Akbil” | Tuğçe Ayteş Dı dı dın dı dı dın… Mavi Öyküler -
62
İstanbul’da toplu taşıma araçlarını kullananların menhus kaderidir bu ses. Akbil boş olunca, karnı acıkmış bir çocuk gibi, böyle yaygara çıkartır işte: “Ben boşum, ben boşum.” Ama daha ziyade “Paran bitmiş, paran bitmiş” der gibidir. O an sanki oradaki herkes size bakıyor, sizi kınıyordur: “Şuna bak, yola çıkmış güya, iki kuruşluk akbil yükletememiş.” Kalan kontörünüzü ne kadar takip ederseniz edin, bu “akıllı” bilet size hatırlatmayı önceden yapmaz, haindir. Hafızanız da gün içinde hatırlayacak çok daha önemli şeyleri olduğu için size ihanet eder. Sonuçta hayatın koşuşturmacası arasında bu sesi duymak kaçınılmaz bir yazgı haline gelir. Bu sesi sevene, şu ana kadar pek rastlanmamıştır. Ama tabii her zaman istisnalar bulunur… Dı dı dın dı dı dın… Berrak, seviyordu bu sesi. Çok sevimsiz bir ses, adeta bir böğürtü. Ama seviyordu işte. Bir arkadaşına itiraf etmişti bunu. “Belki de,” demişti, “bana kalbimin boşluğunu hatırlatıyor ve aslında kalbimin boş olmasından hoşlanıyorum.” Büyük şehir onun geldiği yere benzemiyordu. Burada insana kendini unutturacak bir sürü sorun, bir sürü uğraş vardı. Bu sesi, duyduğunda kim olduğunu, aslında ne kadar yalnız olduğunu hatırlıyordu. “Bu sensin, bu sensin.” Ve dediği gibi bunu hatırlamaktan da memnun oluyordu. Muavine parayı ödedikten sonra arkaya doğru ilerlemeye başladı. Bir çift, sarmaş dolaş oturmuş, gözleri birbirlerinin gözlerine kilitlenmişti. Berrak, “Canlı bombayım, bu otobüsü havaya uçuracağım,” dese umurlarında olmayacaktı. Duyamasa da aralarında birtakım vıcık vıcık aşk sözcüklerinin geçtiğinden emindi. “İğrenç,” diye geçirdi içinden. Oldum olası nefret etmişti romantizmden. Erkek kıza avına yaklaşır gibi iltifatlar edecek, hatta kızı belki hediyelere de boğacaktı. Kızsa nazlı bir ceylan gibi erkeğe kapılıp gidecekti. Erkek de davranışını yüz seksen derece değiştirecek, tek rakibi Berrak’ın memleketindeki tarlaları süren öküzler olan bir garabete dönüşecekti. “Hanfendi, ilerlesene arkaya!” 63
- Mavi Öyküler
Berrak kendine geldi. Çifte kumrulara dalıp gitmişti. Halbuki o sırada yeni duraktan akın akın otobüse binen insanlar içeri sığışabilmek için insan üstü bir çaba sarf ediyorlardı. Berrak birkaç adım sağa kaydı. Gidebileceği yer ancak o kadardı. “Arkası bomboş.” “Neresi boş kardeşim? Üstüne mi çıkalım insanların?” “Kaptan orta kapıyı kapatsana.” “Eveeet, ortadan ve arkadan binenler ücretlerini uzatsınlar.” Berrak orta kapıdan gelen akbil ve bozuk para yığınını avuçlayıp solundaki adama uzattı. O sırada iki eli de hiçbir yere tutunmuyordu, zaten o kalabalıkta düşmesi imkânsızdı. Aynı, teneke kutu içindeki sardalyalar gibiydiler. Biraz daha yer olsa, insanlar ona bu kadar yapışmasa… Arkadaki amcanın pörsümüş poposu, sağ tarafında kapının yanındaki demire can simidiymişçesine yapışmış kadının Diyarbakır karpuzu büyüklüğündeki memeleri ona değmese… Levent durağında, metroyla gideceklerin inmesiyle otobüs derin bir nefes aldı. Berrak boşalan koridorda arka kapının oldukça yakınına kadar ilerledi. Oturanlardan bir adam yüzünü birden Berrak’ın yüzüne yaklaştırdı. Sevgilisi olsa öperdi, o kadar yakındı. Berrak tiksinerek geri çekildi. Sonra dikkat etti ki adam herkese, her şeye öyle yakından bakıyordu. Yanındaki adamın okuduğu kâğıt parçasına yapışacak gibiydi. Berrak belli belirsiz gülümsedi. Adamın halleri komiğine gitmişti. “Mahsus mu yakın gözlüğü takmıyor?” diye düşünmeden de edemedi. Sonra da adamı rahatsız etmemek için gözlerini pencereye çevirdi, dışarıyı seyretmeye koyuldu. Yoğun bir trafik olmadığı için otobüsün Kabataş’a varması uzun sürmedi. Berrak o zamana dek Kabataş’ta pek takılmamıştı, tramvaya binmek için geldiği sayısız kereler dışında. Bugün hava sanki her zamankinden daha güzeldi. Parçalı bulutların arasından sızan adı gibi berrak güneş serin bir esintiyle dengeleniyordu. Yağmur veya kar olmadığında İstanbul’un kışlarını seviyordu Berrak. Acelesi olmadığı için bu sefer buraların tadıMavi Öyküler -
64
nı çıkartmaya karar verdi. İskelenin yakınlarında bir kenarda ayakta durarak denizi seyretti. Son zamanlarda bulaşıcı hastalık gibi herkese sirayet eden depresif ruh halini, yaşamaya olan ilgisizliği bir türlü çözemiyordu. Sadece bu manzara bile şu dünyaya gelmiş olmayı anlamlı kılıyordu. Berrak manzaraya bakakalmışken garip bir sesle kendine geldi. “Büyük şehirde dalıp gitmeye de hakkımız yok,” dedi kendine, bir rüyadan uyanırcasına. Çöp toplayan bir çingene çocuğu kendi kendine bağırıyordu. Berrak, çocuğun ne demeye çalıştığını anlamak için kulak kesildi. Çocuk bir şey demiyordu, en azından anlamlı bir şeyler değildi ağzından çıkanlar. Martının teki dalga geçen bir kahkahaya benzer şekilde ötüyor, çocuk da ardından tekrar ediyordu. Köpeğin teki havlıyor, ardından o da havlıyordu, köpek bir daha havlıyordu. Çingeneler Zamanı’ndaki Perhan’ı hatırladı. O da hindisine “gulu gulu gulu” yapınca hindi evcil bir hayvan misali karşılık veriyordu. Berrak hoşnutlukla gülümsedi. Bir an için hayvanlarla konuşabildiğini hayal etti, ama hangi hayvanla ne konuşurdu bilemedi. Manzaranın büyüsünden hazır çıkmışken tramvaya yöneldi. Eminönü’nden alışveriş yapacaktı. Orada diğer yerlerden daha ucuzdu pek çok şey. Ee, öğrenci insanın da çar çur edecek pek parası olmazdı zaten. Jeton alıp beş dakikada bir kalkan tramvaylardan birine atladı. Gariptir ki İstanbul’da otobüs, tramvay gibi vasıtaların sayısı çoğaltıldıkça azalması gereken birim yolcu sayısı artıyordu. Yağmur yağdığı anda kilitlenen trafiği de çözememişti Berrak. İstanbul’a fazla kafa yormaya başladığını fark etti. “Gereksiz, başka şeyler düşünmem gerek,” diye aklından geçirdi. Eminönü’nde her zamanki gibi insan seli akıyordu. Yeni Cami, önündeki güvercinlerden, Mısır Çarşısı’nın önü de insanlardan görülmez haldeydi. Berrak Mısır Çarşısı’nın yanındaki sokağa daldı. “Gel abla geeel!” “Buradan araba geçer mi? El insaf…” 65
- Mavi Öyküler
“Anneeee bana bebek aaaal!” “Çocuğum bırakma elimi. Kaybolacaksın sonra.” Her kafadan bir ses… Her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışırken yolun ortasında durup yaya trafiğini felç eden turistler… Karısı üç metre arkasından yürüyen sakallı adamlar… Bir türlü atlatılamayan krizde mallarını satmaya çabalayan esnaf… Ev arkadaşlarıyla alışverişe çıkmış gençler… Ama görünüşü, işi, inancı ne olursa olsun herkeste bir acele… Berrak’ın acelesi olmamasına rağmen buradan sağ salim çıkabilmesi için acele etmesi, adımlarını sıklaştırması, hızlı hareket etmesi gerekliydi. Berrak’ın ihtiyaçları aklında belliydi. Onları alıp aynı sokaktan geri dönecekti. İlk olarak bavul satan bir dükkânın önünde durdu. Etrafına dalgın dalgın bakınan satıcıya seslendi: “Affedersiniz, en büyük bavulunuzun boyutları ne kadar?” “Bakın şu kırmızı bavulun yanında duran.” “Hımm. En büyüğü bu yani… İçine bakabilir miyim?” “Tabii ki. Büyük cebinin dışında yanlarında iki küçük cebi de var. Hem de tekerlekli. Seyahat için düşünüyorsanız ideal.” “Evet, idealmiş.” Berrak, bavulun fiyatını sordu. Umduğundan biraz pahalıydı. Pazarlık yaptı, ama adam tek kuruş inmedi. Berrak razı olup bavulu aldı. Bir sonraki durağı birkaç dükkân sonraki nalburdu. Berrak dışarıdaki malları şöyle bir gözden geçirip uzunca bir ipi eline aldı ve içeri girdi. “Bu ipin daha uzunu var mı?” “Var abla. Buyur.” “Sağlam mıdır peki?” “Sağlam olmaz mı abla? Salıncak yapsan beni bile taşır.” Satıcı kocaman göbeğini titrete titrete güldü. Berrak da gülümsedi. “Alayım o zaman.” Son bir yere daha uğrayacaktı: Nalburun karşı hizasında, gerideki bıçakçıya. Bıçakçının başı biraz kalabalıktı. Berrak beklemek durumunda kaldı. Mavi Öyküler -
66
“Merhaba hanfendi. Kusura bakmayın, kararsız bir müşteri işte, n’aparsınız… Ne bakmıştınız?” “Merhaba. Şöyle iyi kesen, büyükçe bir bıçak varsa…” “Kurban Bayramı yakın tabii.” “Öyle.” “Satır vereyim?” “Yok yok, satır ağır.” Satıcı, Berrak’ın bileklerine baktı. O kadar ince bileklerle bu kızcağızın satır kullanamayacağına kanaat getirdi. “Şu bıçağı vereyim size. Hem rahat tutarsınız hem de keskin. Kemik bile keser.” “İyiymiş. Onu alayım ben.” Berrak iple bıçağı bavulun içine koydu. Sonra da tramvaya yürüdü. Akbilini hâlâ yüklemediği için jeton aldı. Kabataş’ta indi. Beşiktaş’taki bir arkadaşının evine uğrayacaktı. Beşiktaş’a yayan gitmeye karar verdi. Bavulla kıyı şeridinden yürüdü bir süre. Bu arkadaşının evine daha önce uğramamıştı. Onunla okulda çok görüşmüşlerdi. Messenger ‘dan bir ara laf arasında adresini öğrenmişti, ama onu ziyaret etmek bir türlü kısmet olmamıştı. Adres adı gibi aklındaydı, lafı epey önce geçmesine rağmen. Sokaklardan sanki daha önce defalarca geçmişçesine yürüyüp gidiyordu. Tahminlerine göre arkadaşı bu saatte evindeydi. Şansını denemeye değerdi. Arkadaşının telefonu onda yoktu. Gerçi olsa da aramayacaktı zaten, çat kapı gidecekti yine. “İşte, apartman bu olmalı. Dairesi neydi, neydi? Beş, yedi… Yanlış bir zile basmasam bari.” Yedi numaralı zile bastı. Boru gibi bir erkek sesi “Kim o?”dedi. Tam isabet! “Cihan, benim.” Cihan kim olduğunu sormamıştı, ama sesini muhtemelen tanımamıştı da. Kapıyı çalan bir kız olduktan sonra… Cihan, aynı Cihan… Berrak asansörle ikinci kata çıktı. Cihan kapıyı açmış, davetsiz misafirini bekliyordu. Berrak’ı karşısında görünce ilk başta donakaldı, ne söyleyeceğini bilemedi. 67
- Mavi Öyküler
“Merhaba Cihan.” “Merhaba Berrak. Hayırdır?” “Konuşmaya geldim.” “Altı ay önce konuşmuştuk sanki.” “Hâlâ cevabını bulamadığım sorular var aklımda.” “İyi bari, içeri gel de cevaplayayım. Kız arkadaşım gelebilir. Fazla uzatmazsan sevinirim.” Cihan, Berrak’a bakıp “Ne acınası kız, bana musallat olması da cabası,” diye düşünüyor olmalıydı. Halbuki acınacak olan kendisiydi. Berrak’la tam bir sene samimi muhabbetler kurmuştu. Üniversite civarında onu yemeğe çıkarmıştı. Ona yeşil ışık yakmıştı. Normalde erkeklere pek yaklaşmayan Berrak’ın içindeki buzları eritmişti. Berrak, Cihan’a âşık olmuş, onunla konuşmak ve görüşmek için fırsat kollar hale gelmişti. Ta ki bir gün biraz alkol alan Cihan, Messenger’da eski kız arkadaşları ve o sıradaki kız arkadaşıyla yaptıklarını Berrak’a anlatana kadar. Berrak, ne kadar bozulduğunu belli etmemişti. Cihan daha sonra ayık kafayla da Berrak’a sevgilisinden bahsetmişti. Berrak’ı yakın bir arkadaşı olarak çok sevdiğini de eklemeyi ihmal etmemişti. “Sor bakalım.” “Neden?” “Ne neden? Benimle açık konuşur musun?” “Neden kız arkadaşın olduğu halde bana ümit verdin?” “Ohoo, kızım sen hâlâ orda mısın?” “Evet, hâlâ oradayım.” “Ya bak, çok güzel ve saf bir kızsın. Ben sana layık değilim.” “Bir tavuk kadar cesaretim yok desene şuna.” “Ayıp oluyor ama… Duyan da bulunmaz Hint kumaşısın zannedecek. Sana dökeceğim dillerin yarısını bile dökmeden kız koynuma girdi. Tamam mı, rahatladın mı?” Berrak sakin sakin oturuyordu. “Kız arkadaşın varken benimle irtibat kurmaya niye uğraştın o zaman?” Cihan’ın rengi kaçtı. “Birer bardak bitki çayı getireceğim. Sana karşı dürüst olacağım. Sen de “cevaplarını’ almış olmanın rahatlığıyla gidecek ve bir Mavi Öyküler -
68
daha da benimle görüşmeyeceksin. Anlaştık mı?” “Anlaştık.” Cihan biraz önce oturdukları koltuktan kalkıp mutfağa geçti. Su ısıtıcısına su doldururken arkasından ona sessizce yaklaşan Berrak’ı fark etmedi. Berrak, ipi Cihan’ın boynuna geçirip hızla sıktı. Olay çok ani gerçekleştiği için Cihan, kuvvetini kullanmaya fırsat bulamamıştı. Biraz çırpındıktan sonra su ısıtıcısıyla birlikte yere düştü. Berrak, Cihan’ın hayatta olup olmadığını bilemedi. Boynundan “çıt” diye bir ses gelmişti gerçi, yere düşerken yaptığı ters hareket sonucunda. “Seni daha fazla dinleyecek değilim. Sen, hayatıma çöken bir karabasansın. Bense bu kâbustan uyanmaya kararlıyım.” Berrak, salondaki kilimlerden birini mutfağa getirmişti. “Senin bıçakların iyi keser mi bilemedim. O yüzden kendi bıçağımı kendim getirdim.” Cihan’ın bunları duyuyor olmasını umuyordu. “Demek küçük Cihan’ın sözünü dinledin… Bakalım o olmadan ne yapabileceksin?” Berrak, ellerine geçenlerde marketten aldığı on tanesi 1 lira olan cerrah eldivenlerinden geçirdi. “O iğrenç uzvunu çıplak ellerimle tutacağımı düşünmedin herhalde.” Berrak, yeni aldığı keskin bıçağıyla Cihan’ın erkeklik uzvunu kolayca kesti. Kanların etrafa fışkırmaması için kilimi Cihan’ın vücuduna bastırdı. Uzvun açık ucunu da eldiven paketindeki diğer eldivenlerden geçirerek tıkadı. Kilim çoktan kıpkırmızı olmuştu. “Acemi olmama rağmen iyi iş çıkarttım,” diye düşündü. Bir süre Cihan’ın bedenine bakakaldı. Kız arkadaşını terk edebilirdi… Berrak’ın olabilirdi… Ama o, yine de o kızı tercih etti. Berrak ise bir erkeğe karşı ilk defa hissettiği çok özel duygularla ortada kalmıştı. Berrak altı ay boyunca Cihan’ı kafasından atmaya çalışmıştı, ama bir türlü becerememişti. İyice kana bulanan kilimi görünce kendine geldi. Fazla vakit kaybetmemeliydi. Uzvu bir naylon torbaya itinayla sardı. Bıçağı lavaboda iyice 69
- Mavi Öyküler
temizledi. İp dahil her şeyi bavula yerleştirdi. Kapıyı ardından sessizce kapattı. Ana yola hemen çıkmadı, ara sokaklarda biraz dolaştı. Yeterince güvenli olduğuna inandığı bir mesafede uzvu, bir köpeğin önüne bıraktı. Çok geçmeden bu öğüne başka köpekler de ortak olmuştu. Eldivenleri ve naylon torbayı bir çöpe, bıçakla ipi de başka bir çöpe attı. Bavulunu yanına alarak ana yola yürüdü. Bayram tatili uzundu, memleketinde kalacaktı. Haliyle bavul da ona lazımdı eşya koymak için. Durakta pek fazla beklemesine gerek kalmadı. Otobüsü kısa sürede geldi. Her şey ne kadar da yolunda gidiyordu. Kendini kuşlar kadar hafif hissediyordu. Hava da uzun zamandır olmadığı kadar güzeldi. Dı dı dın dı dı dın… Berrak gülümsedi. Akbil’i boştu, aynı kalbi gibi. Ve Berrak’ın onu doldurmaya hiç mi hiç niyeti yoktu.
p
“İÇİMDE BİR İSTEK VARDI HEP” “Sincaplar Güzeldir Ama İnsanlar Asla!..” | Feridun Demir Saatin kaç olduğundan haberim yoktu… Bunu önemsemediğimi söyleyemezdim ama, yetişilmesi gereken yere yetişebilecek vaktim vardı hâlâ… Misafirim vardı şu an evde ama… Ayağına bir terlik vermeliydim onun her şeyden önce… Ona ancak bir kaç saatimi ayırabileceğimi söylemiştim; geldi yine de… İstediği “sıradanlık” haplarından getirdim bir adet ve bir bardak su; sonra anlatmaya başladı trajedisini!.. Mır mır mır, aynı şeyler yine işte!.. Çok uzatmaz umarım diye geçiriyordum aklımdan, yetişilmesi gereken yere yetişemezsem bunun “derdi” yüzünden; canım sıkılırdı çok… “Öncelikle bahsetmek istediklerim var…” diyerek söze başladı… Gerçi, ağzını açtığını görmedim… Sakalı engeldi buna… BahsetMavi Öyküler -
70
tikleri, başka şeylerle oyalanmama engel olacak türden şeyler değildi… Kendisi de zaten benimle bu konuları genellikle; üçlü prize ütünün fişini taktığım zamanlarda konuşmayı tercih ederdi… Bi ara kalktım, mutfaktan meyve getirdim… Tabakla önüne koydum… Renk ve kokularından anlaşılıyordu, tazeydiler… Dokunmadı hiçbirine… Ben götürdüm bir kaç mandalina, n’apıyım!.. Pencere açıktı; perdeyi çekmemiştim… Dışardan bir sinek içeri girdi… Sinek tabaktaki elmaların birinin üzerine kondu… Hey!.. İşte sonunda!.. Saatlerdir konuşuyordu ama, dudaklarını kıpırdattığını nihayet seçebildim… - Kalabalık; güçsüz olduğunu bile bile, sıkıntıyla, yorgun ama inançlı ilerliyordu… Ne sayıklıyor bu, diye düşündüm… Şimdi fark ediyordum; dinlemiyordum onu, deminden beri ne anlatıyordu bu herif acaba… Çok fazla önemli değildir herhalde… Sustu; konuşmamı bekliyordu, gözlerini üzerime dikmişti… Benzeri durumlarda söyleye geldiğim sözleri sıraladım hemen… Her zaman için işe yarar öğütlerdi: - Kendine zarar verebilecek işlerden kaçınmalısın… Babalar, bebekleri kollarındayken; sadece çocuklarına gülümseyip, onlara oyuncaklar almayı düşünmelidir… - Bilirsin, içimde bir istek vardı hep… Defterin kayıp sayfasını bulmak, olmadı o sayfayı kendim yazmak için… - Yazsan yazsan pastoral şiir yazarsın sen anca… Bu da kimsenin işine yaramaz… Lütfen bak; adam ol, dur iki dakka yerinde… Esrarlı bir hava estirmeyeceğim… Sıradanlık hapları yine işe yaramıştı, memnuniyetsizliği geçiverdi bi kaç güne kalmadan… Parmak izini; iş yerinden verdikleri ajandanın sayfalarında gizliyor bir süredir… Şu var ama, gözlerine lens takması bana bile dokundu… İyice açıldı; saçlarını bile jöleliyor artık… Çizgili gömleğini giyip , floresan lambayla aydınlatılan iş yerine gidiyor 71
- Mavi Öyküler
her sabah… Oldum olası hiçbiri birbirine benzemeyen günler geçirme inadındaydı… Burnunu çekti şöyle bir ve masasına kurulur kurulmaz ortamdaki insanların hangilerinin koltukaltı kıllarını kesmiş olduğuna hükmetmeye çalıştı… Günlük ahlaksızlıklarından başlıcasıydı bu… İş arkadaşlarını bir gün evine pilav yemeye çağırmayı düşündü… Evinde bir slayt makinesi vardı; derme çatma bir şeydi… Eskicide bulmuştu… Onlara saatinin vidalarını çıkarırken çekindiği resimlerini izlettirme isteği duydu; yaka kartındaki vesikalık fotoğrafa gözü iliştiği an… Sonra tüm bunlarla hiç alakası olmayan bir şey yaptı… Cebinden 0.5 uçlu kurşun kalemi çıkardı… Masanın üstündeki 0.7 uçların birini eline aldı… Ucu kalemine takmaya çalıştı… Başaramadı… İşi buydu, mesaisi başlamıştı…
p
“ÖLÜSÜ GÜZELDİR İHTİYARIN, KADININ…” “İhtiyar Adam” | Gözde Oğuz Uzun uzun soluklandıktan sonra kalp atışlarının normale dönmesini bekledi bir kaç saniye. Neydi bu kadar alel acele yanıma koşmasını gerektiren merak ediyordum. “Nasılsın?” diye hal hatır bile sormadan köşeli hatlara sahip yüzünü, konuşmaya hazır olduğunu gösteren mimikleri ile buruşturarak anlatmaya başladı. O kadar hızlı konuşuyor, kelimeleri o kadar acele ile yuvarlayıp yutuyordu ki bir kaç kelime dışında hiçbir şeyi anlayamıyordum. Bir süre sonra da sivri biten çenesine dalıp gitmiştim. Ne anlattığını duymuyordum artık. Sadece yukarı-aşağı oynayan çenesi bana Haydarpaşa’dan Adapazarı’na giderken bindiğim trenin vagonlarını anımsatmıştı. “Tren yolculukları güzeldir, hele ki yağmur yağacaksa az sonra…” Biraz daha soluklanarak daha yavaş ve anlaşılır bir ses tonuyla, “Yani kazanmışız at yarışından parayı! Sabahtan akşama kadar Mavi Öyküler -
72
bir gazinoda sırf bizim masamızda göbek atıp, sırf bizi eğlendirecek dansöz bile tutabiliriz!” sevinci gözlerinden okunuyor, eli ayağı durmuyor, heyecanı esmer teninin gözeneklerinden akıyordu. Çenesine dalan gözlerimi bir türlü çekmek istemiyordum, yeni tıraş olmuş ve her zamanki gibi kesmişti sol yanağının çenesi ile birleşen kısmını. “Sevinmedin mi! Para diyorum oğlum! Kazandık diyorum! Ebleh ebleh ne bakıyorsun?!” Bazen böyle olurdu işte. Sevinmem gereken bir yerde aklıma geçmişten kesitler gelir ve ben hiçbir tepki vermeden olanlara, dalıp giderim. “Sevindim tabii. Ne güzel olmuş. Tabii oynatırız dansöz. Faturaları ödedikten sonra olur.” Sırıtan yüzünü bu cümlemden sonra aniden asmıştı. Gerçekleri hiç sevmezdi, her zaman hayal dünyası, bol paradan ve kadından bahsetmeliydim onun yanında.Yapılması gerekenler söylendiğinde ergenlik dönemine yeni girmiş bir çocuk asiliği ile küfredip bulunduğu yeri terk etmek huyu olmuştu artık. Belki de gitsin istiyordum. Sırf bunun için faturalardan bahsetmiştim belki, bilmiyorum. “Siktiğim faturalarını falan ödemeyeceğiz! Devlete borcum falan yok benim! Yıllardır işsizim, iş vermiyorlar ve sen de oturmuş saçma sapan bir şeyler karalıyorsun, üç beş kuruşa anca geçiniyoruz! Kırk yılda bir keyif yapacağız! Hatırlatmasan olmaz değil mi?! Ben dansöz oynatacağım, sabaha kadar içeceğim, nasılsa paranın yarısı benim. Sen de faturaları öde ve bu kokuşmuş oda da yazı yaz tamam mı?!” Cevap vermek için ağzımı açma gereği bile duymamıştım, nasılsa cümleleri biter bitmez kapıyı çarpıp çıkacağından emindim. Öyle de yaptı. İlginç bir adamdı. Hiçbir zaman gelecekten ya da geçmişten konuşmazdı. Yaşı altmışa merdiven dayamasına rağmen çevik ve ruhu küçük bir çocuk gibiydi. Hiç evlenmemişti ve hiç sevdiği bir kadının adını sayıklamamıştı. Varsa yoksa sütun bacaklar, iri göğüsler… Aşktan bahsetmek gereksizdi onun için. “Aşk yaşamadım ve yaşamadığım için de pişmanlık duymuyorum, kadın seks için vardır sevilmek için değil” derdi. Onunla 73
- Mavi Öyküler
münakaşaya girmeyi hiç sevmezdim, en fazla iki dakika sonra sıkılır küfreder, kalkar gider ya da şarkı mırıldanırdı ben konuşurken. Ona garip bir sevgi besliyor bir yandan da çok sıkılıyordum. Bu yaştan sonra ihtiyar bir çocukla uğraşmak işime gelmiyordu yani. Kazandığımız parayı yaklaşık üç dört saat sonra getirip ikiye böldü. “Al bu senin payın, bu da benim. Gece gelmem. Muhtemelen bir fıstıkla aşk yapıyor olacağım.” Üzerine mühim bulduğu günlerde giymek için ayırdığı ve şimdiye dek iki kez giyebildiği pardösüsünü aldı. “Çapkın ihtiyar geliyor kızlar!” Bir kaç saat evvel söyledikleri kendisini rahatsız ediyordu, hissediyordum. Kaşlarını umursamaz bir eda ile büküp “Geliyor musun?” dedi. Gelmeyeceğimi bildiği için cevabımı beklemedi. “Gelmiyorsun tabii. Kadınlar öcü değil mi? Kırık mısın nesin sen de anlamadım.” Tam çıkacakken ani bir atak ile “Dur, geliyorum ben de!” diyebildim. Üstelik hiç gitmek istemiyordum. Söylediği beni kızdırmıştı muhtemelen. Gülmeye başladı. “Ne oldu, gururuna mı dokundu kırık demem erkek müsveddesi! Hadi bakalım, dibini görmeden gelmiyoruz ona göre!” Keyfi yerindeydi artık. Kadınlara gidiyorduk ve içmeye. Bundan daha güzel bir şey olabilir miydi ki? Girdiğimiz bir gazinonun en ön masasına kuruldu hemen peşinden beni de sürükleyerek. “Garson! Donat masayı. Hem yemekle hem dansözle!” Neşesi beni de sevindiriyordu elbette ama her zaman yaptığı gibi ucunu kaçırmaya başlamıştı daha en baştan. Keyfini kaçırmamak için bir şey söylemedim. Gazino da coşmuştu onunla birlikte. Dansözler, içkiler, yemekler… Az sonra ben de her şeyi unutmuştum. -Rakı güzeldir, unutturuyorsa hatırlaman gerekenleriBir kaç kadehten sonra, “Sek iç sek… Karı gibi su dolduruyorsun yarısına zaten” Belli ki ihtiyar cinsiyetime takmıştı. Bir şey demedim, keyfi kaçmasın diye içimden, “Sakin… Sakin ol…” diyerek geçiştirdim. Eh artık sek içmek farz olmuştu tabii. Yanıma oturan yarı çıplak kadının elinde tuttuğu ince uzun sigaraya Mavi Öyküler -
74
baktım bitirene kadar. Kadın ile ihtiyar heyecanlı bir şeyler konuşuyordu ama duymuyordum sadece kulağımı delen kahkahaları… Orospu gibi… Kadınlara zaafım yoktu. Aşık olurdum ama kadına değil sanki, aşık oluşuma olurdum. Rakı iyice başımı döndürmüş, midemi bulandırmıştı. Sigara dumanıyla dolan gazinonun yüksek sesli müziği, göbekli bıyıklı adamlarının kahkahaları ve gazinonun boyaları dökülmüş duvarları üstüme üstüme gelmeye başlamıştı. Hiçbir şey demeden masadan bir hışım ile kalkıp yalpalaya yalpalaya dışarıya attım kendimi. Arkamdan ihtiyarın, “Nereye gidiyorsun! Parayı ver bari!” diyen bağrışını duymuştum. Gazinonun solundaki parka tüm midemi boşalttım. Eve gidip hemen uyumalıydım.Yavaş adımlarla evin yolunu tuttum, içimden bağıra bağıra şarkılar söyleyesim ve küfredesim vardı. Kustuğumdan olmalı ki biraz daha kendime gelmiş içimden, “Saçmalama oğlum!’ diyebiliyordum. Evin kapısına geldiğimde anahtar deliğini aradım bir süre. Buz gibi evin bile o gazinodan çok daha iyi olduğu kanısına varıp üç gündür toplamadığım yatağın üstüne yığıldım. Artık şarkı söyleyebilirdim. Bağırabilir, küfredebilirdim… Tüm isteklerim silinmişti ama onun yerine birkaç cümle fısıldadım loş ışıklı odama melankolik bir şarkının fon müziği eşliğinde rakı kokan ağzım ile, “Beyazı güzeldir rakının… Ölüsü güzeldir ihtiyarın, kadının…” Böyle bir şarkı yoktu biliyorum. Ama olsaydı fena olmazdı. Gerçi ilk kez bir şair yahut sanatçıya, “Bunu senden önce ben yazmalıydım!” diyerek küfretmemiş oldum…
p
“BOL ÇAPAKLI, AMA OLSUN” “Kaşıntı” | Erdoğan Taşkın Onda hikâye bol. Dumanı çekmeye görsün. Anlatır durur saatlerce. Çocukken mesela, 12-13 yaşlarındayken, Beyoğlu’nun bütün sinemaları onunmuş. Porno, macera, şiddet, komedi veya aşk filmleri oynatanlarına kadar. Kırk yıllık ahbap çavuş gibi 75
- Mavi Öyküler
makinistlerin odalarına dalar ya da sinema sahipleriyle ofislerinde oralet, çay içermiş. Koca adamlar gibi parlak deri koltuklara gömülür, tespihini döndürürmüş parmaklarının arasında sinema sahipleriyle laflarken. Erkan usul bilirmiş. Arka kapıyı da ön kapıyı da… Bazı filmlere, biriktirdiği harçlıklardan parasını ödeyerek açık açık girerken bazılarına da kaçak göçek yollar vasıtasıyla sızıyormuş. Tanıdık çok tabii o yıllarda. Babasının bir sürü arkadaşı. Bazen bir “merhaba”yla kebaplar geliyormuş önüne, bazen de aylarca sinema bedava. Fakat insanın işi gücü sinema olmaya görsün. Eh, para mı dayanır yani, günde üç-dört film seyretmeye. Bazen tanıdık bile dayanmaz. İşte o zaman arka kapıyı kullanırmış. Tabii bu sızma esnalarında enselendiği de oluyormuş ara sıra. Enselendiğinde de biletçiden, yer göstericiden ya da makinistten yermiş şamarı. Ama şamarı yiyip kıçının üzerine oturur mu Altan? Tabii ki oturmaz. Soluğu mahalle karakolunda alırmış anında. Sabah sabah karısının ya da sevgilisinin sıcak koynundan küfrede küfrede çıkmış, bütün gün uğraşacağı belaların stresiyle, üstünden elektrik akarken, karakolun kapısından daha yeni adım atmış bir komiser için de Altan’ın şikâyeti bulunmaz bir fırsattır. Kendisi öyle diyor. Komiserlerle ilgili çok özel teorileri de var. Neyse konumuza dönelim, sabah sabah şöyle birkaç yumruk sallayacağı biri çıktığı için aslında içten içe memnundur komiser durumdan. Derhal emir verir, ekip yola çıkar, dayakçı zat çektirilir karakola. Adam getirilir getirilmez Altan da saydırıyor: “Efendim, ben sokak çocuğuyum diye bana bu yapılan reva mı? Yaşım küçük diye beni dövme hakkı var mı bu adamın? Nerde çocuk hakları?..” Dayakçı adam kendini savunmak için her “ama komiserim” deyişinde komiserden geliyor bir destekli. “Abi çok eğleniyordum o zamanlar,” diyor Altan, kısa bir duraksamadan sonra. Atölyenin duvarları ıpıslaktı rutubetten, çatısı akıyormuş binaMavi Öyküler -
76
nın. Adam buradaki durumun ne olacağını tam olarak kestiremediği için çatısını aktarmıyormuş. Böylece bina bir yandan da çürümeye terk edilmiş gibi. Çürümeye terk edilmiş bir binanın giriş katında, bu küçük atölyede işten çok sohbet dönüyordu sanırım. Altan’ın bir de ortağı olmuş. Birlikte işi büyütmekten bahsediyorlar. Eyvah, diyorum içimden, aslında yapamayacağım bir şeyin “eyvah”ı bu, bunu da biliyorum, ama yine de içimdeki “eyvah”ı engelleyemiyorum. Bi şekilde buraya daha sık gelebilmenin yolu olarak bu küçük atölyede benim de bir şeyler yapabileceğim fikri zaten sadece bir hayaldi. Şimdi Altan’ın ortağı da olduğuna göre, adamı iyice torbacı yerine koymaktan başka bir yol kalmıyor sanki. Niye geldiğimiz belli. Kaşıntımız tuttu Altan. O da bunu fark etmeye başladı sanki. Ya da en başından beri böyle düşünüyor… Ama yeni ortağı anlatılmaya değer. Altan, onun sikinin derdinden başka bir sorunu olmadığını söylüyor, sigara sarısı seyrek dişlerinin arasından tıslayarak. Yüzüne karşı değil tabii. “Ben hayatta yapmam abi” diyor; ah elime bir fırsat geçse bakışını yüzünde maskeleyemeden. “Bu bi şekilde insanın kendine duyduğu saygı olmalı. Ben asla karımı aldatmam. Ama Osman ibnesi evliyken bile hatun götürme derdinde.” (Oldu, ben de yedim!) Götten bacaklı biri aslında Osman, bir önceki gelişimde tanışmıştım. Kapkara, kıllı bir suratı var. Kafası vücuduna oranla biraz küçük kalıyor gibi. Gözü rahatsız eden bir oransızlık var tipinde. Ama sempatik olmaya çalışıyor. O gün de Altan kafası harbi bir hikâyeye yazılmış, üçümüz okuma faslına geçmiştik. Osman’ın bir de arabası varmış. O gün öğrendim. Steyşın bagaj beyaz bir Renault. Okuma faslı biraz zaman aldı. Tabii vakit geç olunca beni arabayla eve bırakmayı teklif ettiler, neden olmasın dedim. Fakat gelin görün ki, arabanın teybi bozuk. Ve Osman, “Bu kafa müziksiz gitmez abi,” dedi, taktı kafayı teybe. Söktüler Altan’la baktılar, tekrar taktılar, tekrar söktüler, taktılar… filan. Çalışmıyor. “Araba nasıl benzinsiz gitmiyorsa, bu kafa da müziksiz gitmez abi,” dedikçe Osman, üçüncü hikâyeyi de okuma 77
- Mavi Öyküler
hazırlıkları başlıyor. Yine “eyvah” diyorum içimden. “Eyvah, aldığımız yine kuşa döndü. İki gün sonra yine Altan’ı ziyarete geleceğim. Doğal olarak ortağını da.” İçli dışlı olma yolunda ilerliyoruz Osman’la da. Sanki bu durum bana başka bir şeyi işaret ediyor. “Müptezel” diyorum kendime. “Sen bir müptezelsin oğlum. Kendine ne kadar bahane uydurmaya çalışırsan çalış. Evet, bulunduğun durumlardan çok sıkılıyorsun, bunu aşmanın yolu olarak da içinde bulunduğun ortamların üstünde olmak istiyorsun. Onların sahip olmadığı bir algıyla onları izlemek, sıkıcı muhabbetlerinin dışına çıkmak, hatta hiç duymamak…” Peki daha yükseği var mı bunun diye soracak olursanız, en yükseklerinin mezarda olduğunu da söyleyebilirim. Bizim kaşıntımız hafif kalır birçoklarının yanında. Ama yine de tatmin edilmediğinde insanı geren bir yanı var ki, kendim için bunu bir soluk alma anı olarak da görüyorum. Parayı bastırıyorum Altan’a, o da gidiyor hemen komşudan getiriyor okunmaya hazır en sıkı hikâyeyi. Bol çapaklı, ama olsun. Yarısından fazlası ziyan oluyor; ne yapalım. Bir iki günü kurtardık mı yeter. “Ben çok aramıyorum,” diyor Altan. “Olduğunda hayır demem ama. Uyarım ortama.” Her seferinde ortama daha fazla uyduğunu gördükçe içten içe uyuz oluyorum. Zira Osman da ortama uyma konusunda çok istekli. Doğal olarak ortak oldu hikâyeye. Beni arabayla eve bırakırken dördüncüyü de arabada içmeyi teklif ediyor. İsteksizce “evet” diyorum. Herhalde eve gidene kadar kuş olup uçacak bizim tedarik. Teybi tamir edemiyorlar tabii. Trafiğin içinde yasak bir eylemi yapmak, bana da cazip geliyor. Yolda döndürüyoruz dördüncüyü. Yüzünü seçmek imkânsızdı. En azından arabanın arka koltuğundan. Camda oluşan şehrin parıl parıl yansımalarının örtemediği bir gerçek vardı, caddenin hemen en işlek yerindeki bir binanın giriş kapısında. Hem de polis karakolunun dibinde. Çullara sarılmış bir insan; (İnsan mıydı gerçekten?) orada, Mavi Öyküler -
78
apartmanın girişinde, yaşam mücadelesi veren bir öteki. Evlerden sokaklara taştıkça köpekleşen insanlar. Bunlar şehrin kötü örnekleriydi ve merkezden sürülmeleri gerekiyordu. Sanırım kenti dönüştürmeye çalışanların aklında tam da bu vardı. Aslında Kentsel Dönüşüm Planı, biz yoksulların kentin dışına sürülmesi planından başka bir şey değil. Şehrin varlıklı kesimi artık bulunduğu alanlara sığamıyor bence. Tam da şehrin ortasında, ticari potansiyeli bu kadar yüksek bir mahallenin, birçoğunun tartışmalı ev sahipliğinden ya da elindeki potansiyeli yoksulluğundan ötürü ranta dönüştürememiş olmalarından duyulan rahatsızlık. Ama burada milyona yakın insan yaşıyor ve bu insanların büyük bir kısmı çok kalabalık evlerde barınıyor. Bu kadar küçük bir mahalle olmasına rağmen nüfus potansiyeli açısından aynı zamanda şehrin suç makinesi olmaya da aday. Varsıllar kendileri için güvenli bir kent istiyorlar. Kapkaç, tiner, uyuşturucu, fuhuş gözlerinin önünde olsun istemiyorlar. Bunun için de yoksulların mümkün olduğunca kentin dışına sürülmeleri gerektiğini düşünüyorlar. Ama tam olarak şehirle de bağları kesilsin istemiyorlar sanırım. Çünkü bu işsiz güçsüz takımı, bir yandan da onların ihtiyaç duyduğu güvensiz çalıştırma gücünü oluşturuyor. Beş paraya çalışacak insanlar çok uzakta da olmamalı. Sadece gözden uzak olsunlar, yeter. Aklımdan bunlar geçerken, o inatla başka bir plandan bahsediyordu. Altan, bu mahallenin altında başka bir mahalle olduğunda ısrar ediyordu ve bu adamlar da bu mahalleyi ortaya çıkarmak istiyorlardı. Sonuç olarak yine çıkara dönüştürülebilecek paranın daha hızlı akacağı bir alan. Böyle de olsa bir şekilde bu mahalledeki insanların huzursuzluğunu her seferinde hissedebiliyordum, Altan’a her uğrayışımda. Sadece bu ara biraz daha sık görüşmeye başladık Altan’la. Hepsi o kadar. Bir seferinde mahalleden tek başına çıkarken, beş altı travesti kesti yolumu. Açık açık sarkıntılık yaptılar bana. “Bakın,” dedim, “yaptığınız işi anlayışla karşılıyorum, ama ben evliyim.” “Olsun koçum,” dedi içlerinde daha erkek gibi duranlarından 79
- Mavi Öyküler
biri. Harbici tavrımı anladı galiba diye düşünürken, direk aletimi avuçlamaya çalıştı. Yüzüm kızardı tabii. Neredeyse bırakın yoluma gideyim, diye bir yalvarmadığım kaldı. Bu “ötekiler” de kötü örnekti şehrin hemen göbeği altındaki bu yerde. Her şeye rağmen yine de kızamadım yaptıkları işe. Ama köpekleşen insan, bu mahalleden sarkıyordu şehrin göbeğine doğru. Buradan çıkıyorlardı ışıklı caddelere. Vitrinlerde onların yüzleri yansıyordu, yepyeni kıyafetleri görmeye çalışırken. Bir de tabii benim gibi kaşıntıdan mustarip pek çok insanın ihtiyacını da görüyordu burası. Bu dönüşüm darbesi, işin daha da zorlaştırılması anlamına geliyordu. Daha da yerin altına itilmeye çalışılıyordu ötekileşenler. Onların görmek istemediği bu cam yansımalarında dönen bir hayat vardı ama. Şimdilik Altan ve Osman var. Daha sık uğramam elzem gibi göründüğüne göre de bu öykülere yeni kahramanların girmesi de kaçınılmaz olacak. Kaşıntı sürüyor.
p
“ÖLÜM BİR HASTALIKTIR” “Gerçeküstü Bir Hikâye” | Safa Fersal Bütün simgeleri küçültüyorum artık. örneğin alnımdaki pus, mavi yazan kalemimin üstüne bırakıyor tükenmez nemini. denizlerde mum alevleri. “şiirimin annesi balinadır; ama ben baba değilim” diyorum bir serçe anneye. o, güneşi bir somun gibi bölüp, kırıntılarını gagalıyor; matematik yanlış hesaplarla boğuluyor, duygunun uçurumunda yitiyor mantık. “ne arıyorum burada?” istiklal caddesi’ndeyim. yanımda şair, barda sarışın bir kadın; emile zola’nın ‘meyhane’sindeki gervaise’i çağrıştırıyor. Mavi Öyküler -
80
“dostum yaşadığın o köyden hiç ayrılmamalısın,” diyor şair. haklı. karanlıktan utanan melez bir kuş gibiyim. gagamda bir arpa tanesi yok ama fantezi ambarında geziniyorum. “meral n’abıyor?” “iyi, evlenmiş.” “şimdi yanımda olsa… bir kasım gecesi leonard cohen dinlerken, sabaha kadar sevişmiştik…” iç çekiyorum… “o çılgın kız kardeşiyle baş edememiştim” diyor. hatırlamamak elde mi? deli dünya günde 24 saat sevişiyor kendiyle. ilkay’ın domatesinin, dudaklarından dökülen çekirdekler uzayı taşırıyor. kurbağaların çiftleşme vaktindeyim. kutbumda venüs, çakıyorum kıpkızıl bir coğrafyaya. *** gecenin bütün kadınları güzel… ağzımda anason kokusu, beynimde ak esrilik beşiktaş’a doğru yürüyorum. bir tinerci sigara istiyor, veriyorum. fındıklı’da bir şarapçıyla iki tek atıyorum. son üsküdar vapuruna yetişiyorum. karşımda yaşlı bir amca gazete okuyor. arka sayfadaki manşete gözüm takılıyor: “plüton gezegen statüsünden çıkarıldı.” bilmiyorum neden, ama üzülüyorum. çantamdan ajandamı çıkarıyorum. bu sırada yıldızsız gökyüzü ve kızkulesi geçiyor yanımızdan. pembe balıklar ruhuma düşüyor. şiir cumhuriyeti’ni selamlıyorum. ve yazmaya başlıyorum: plütonik çakır kelebekler oynaşırken gökyüzünde gezegenleri eksiltti ruhumuz ay da dünyanın değil bundan sonra sevdamızın uydusu… rumuz: plütonik… doğancılar parkı’nda bir adam galata kulesi’nden kanatlanmış, gelip buralara konmuş. 81
- Mavi Öyküler
misafir olduğum evin kapısını çalıyorum. kadın siyah geceliğiyle açıyor kapıyı. içinde sutyen yok. 40 yaşındaki azgınlıkla yapışıyor dudaklarıma. ben de sarkmış memelerini okşuyorum. yırtarcasına elbiselerimi, soyuyor beni. sonra önümde diz çöküp oral seks yapıyor. “perdeleri kapat göz girmesin içeri” diyorum. masada rakı, peynir ve kavun var. iki yudum çekiyorum. “oh be” diyorum içimden, “çok da demli olmuş rakı.” kadın perdeyi çekmiş, karşımdaki çekyatta oturmuş göğüs uçlarını çimdikliyor, klitorisini okşuyor. “hadi mastürbasyon yap karşımda” diyor. fantezilerinin başlangıç ilkeleri… “hadi anlatmaya başla” diyor. sağ elim penisimde: “bir kadın gördüm barda. Sarışın 25-30 yaşlarında.” “adı neymiş?” “sormadım.” “keşke buraya getirseydin. üçümüz…” azgın biseksüel kadın… “hadi gel gir içime.” “sırtımı tırmalamayacaksın ama” diyorum. “tamam, sadece omuzlarını…” *** uyudu. ona şiirler yazmam için verdiği ajandayı açtım. kadehe rakı ve su koydum, yazmaya başladım morarmış omuzlarımın sızısıyla… kurt yuvasını kurar penguen acısını çıkartır kurt aç kaldığı kıştan saldırır ormanlarına çağların uykunun nöbetini beklerim şu defterin başında depderin çekersin soluğunu Mavi Öyküler -
82
okunur ezanları sabahın öperim sırtının vadisini kurt aç kaldığınca ulur ben de her sensizlikte kurt olurum… iki yudum rakı, bir parça peynir ve kavun. salkım söğüt dallarına konamayan serçeler gibi aslan kesiliyor rüzgâr. adet gören kanamalı deniz suyunu martılar içer mi dersiniz? işte orada tuzdan bir konak. ölüm bir hastalıktır. şarapnellerin doyurduğu o savaşılmış ruhların siperlerinde cephanesiz bir mevzidir AŞK. gervaise’im benim, sarışın sarhoşluğum: gecenin düşler içinde dokuduğu mekikten nasıl bir ağ örülürse, öyle bir yavru melek kondu kaşlarının ucuna. (işte tam o sırada cemal süreya’yı kız kulesi’nin saçlarını tararken görüyorum.) sana bakıyorum… dudak ucundan sızıyor menim. o an göğe ektiğim sarışın lalelerden kalasıca bir güneş doğuyor sanki ve bu çağ hiç bitmiyor. şarabı toprağa damlatın, göreceksiniz nice sevgi gülüşleri dolacak gülşeninize. RUH! fırtına koyusu gümüş mızrak! kendi icadım mavi bir gül koyuyorum masaya, kasıklarımda bir kelebek ağırlığı. bundan sonra bir kuş ölüsüyüm… ısırgan otunun buzlu kalabalığı. *** kadın giderken bir rüyasını ve saçının telini unutmuş yastıkta; masaya bakıyorum, kahvaltı hazır. ve bir not: “sarışın kadını getirir misin? istersen beraber gideriz. ben ayartırım, merak etme…” 83
- Mavi Öyküler
bir woodpecker sigarası yakıyorum. ve sırtıma eylül meltemini geçirip AŞK’ı aramaya çıkıyorum.
p
“PARMAKLARIMLA TUTUYORUM GÜNEŞİ” “Güneş Prenses” | Burkay Dönderici Ellerimi paslı musluğun altına sokuyorum. Su, loş bir ışığın aydınlattığı kirli lavaboda kırmızı izler bırakıyor, dönerek kayboluyor. Aynaya bakıyorum. Hayır, ayna yok, yerinde fayanslar kırılmış, çatlamış. Gri topraklı beton görünüyor. Ellerim suyun içinde titrerken, hemen yanımdaki duvara çılgınca karalanmış sevgili isimlerine bakıyorum ve aralarındaki neşeli kalplere. Bir hamamböceği sivrisineğin yanından geçerek geliyor önüme, kalplerin üzerinden yürüyor ve önümden geçerek kayboluyor. Onun geçtiği delikten geçip erkekler tuvaletinin arkasındaki kurbağa sesli dereye süzülüyorum çalılıkların arasından. Otoban sesi yavaşça kayboluyor; geceyarısı yolculuk konuşmaları ve çay kaşığı seslerini götürerek beraberinde. Koyu yeşil dere beni de sürükleyerek daha hızlı akmaya başlıyor birden, geri dönmeye çalışıyorum fakat ayaklarım kayıyor taşlar üstünde, tuttuğum sazlar elimde kalıyor. Tekrar önüme döndüğümde kırmızı bir göl görüyorum derenin aktığı. Çaresizce haykırıyorum, ne olduğunu hatırlamayacağım bir kelimeyi. Karanlık. Yankılar yavaşça sönüyor ve kayboluyor. Bir el hissediyorum omzumda. Arkamda şaşkın, göbekli bir adam bana bakıyor “Hemşerim iyi misin?”. Elimi kırmızıya boyanmış fayanstan çekiyorum ve suyu kapatıyorum. “Ben iyiyim, bir sorun yok”. Adam bana öyle bir bakıyor ki kendi yüzümü onun yüzünden görüyorum, korkup itiyorum tuvaletin kırmızı kapısını, tuvaletin mor aydınlığından karanlığa çıkıyorum. Kapı arkamdan kapanıyor. Rüzgârı üzerimde kesici bir soğuk olarak hissediyorum birden; Mavi Öyküler -
84
üzerimin tamamen ıslanmış olduğumu farkediyorum. Önümde, ışıkların geldiği yüksekçe tesise bakıyorum. Yaramaz bir çocuk kürdanları kırıyor ailesinin uyarılarına rağmen. Bir tokat yiyorum birden ve otobüsün önüne kadar yürüyorum gözlerim önümde. Hayır, gözlerim mutluluğun içimi ısıttığı, uzaklardaki güneşli bir günde. “Güneş o kadar büyük ki herkese yeter” dedi bilge adam denizin ve şekerden bacalı gemilerin karşısındaki yeşil parkın içinden. Çocuk ona baktı, oturduğu banktan zıpladı, ellerini açtı ve hayret etti “Buradaki herkese de mi?” diye sordu. Adam gururluydu, gülümsedi “Tabii, herkese” dedi. Çocuk ekledi “Ama neden insanlar güneşe bakamaz?” “Abi, abim!” kafamı sesin geldiği yere çeviriyorum. Gülümseyen bir genç elinde hortum bana bakıyor. Hortumu yukarıya aşağıya sallayarak işaret ediyor “Bi atlasan şunun üzerinden”. Atlıyorum. Hortumu hızla çekiyor kendine doğru ve otobüsün yan camlarına sıkmaya başlıyor suyu. Bir an otobüsün içinde olmak istiyorum. Ona bakıyorum. O benim ellerime bakıyor, “iyi misin, kötü düşmüşsün be abi” diyor. Dikkat etmeliymişim, geçen ay kendisi de düşmüş, hem de sağ kolu çıkmış, buranın merdivenlerini de yaptıramamışlar gitmiş. Bir gözüyle suyu sıkarken cama, diğeriyle bana bakıyor gülümseyerek. Ama ona gülemiyorum, elimi cebime sokuyorum ve otobüsün merdivenlerini elim cebimde çıkıyorum. Yan yan ilerlerken koridorda, uyuyan yaşlı bir teyzenin, müzik dinleyen uzun saçlı bir çocuğun, annesinin babasının otobüste bıraktığı meraklı gözlü bir bebeğin, derin koyu sohbete dalmış iki güzel kızın ve önlerinde arkalarındaki derin sohbeti dinleyen birbirini tanımayan farklı giyimli iki beyin yanından geçerek yerime oturuyorum. Hayatın zevklerinden mutlulukla bahsedilen sohbet sürerken kafamı cama koyuyorum. Hemen önümden kızgın bir anne ve arkasından sürüklenerek gelen bir çocuk geçiyor. Otobüs sarsılıyor hafifçe, annenin kızgın sesi otobüse doluyor. Bir süre sonra yayla çorbası içmiş, rahatlamış yolcular bir bir oturuyor yerine. Işıklar kapanıyor, otobüs kırmızı loş haline bürünüyor ve renkli gürültülü tesis uzaklaşıyor bir tepenin ardında kaybolarak. İki sıra arkamdaki Pastel, ona baktığımı sanarak kafasını anlamlı bir şekilde eğiyor. Arkamdaki şık bey bana bakıyor. 85
- Mavi Öyküler
Beyazlar giymiş bir kız görüyorum tekrar, bembeyaz bir atın üstünde. Ona dokunmak için elimi uzatıyorum, bir anda çekiyor beni, atlıyorum atın üzerine, başlıyoruz göğe doğru yükselmeye. Otobüsler çok aşağıda kalıyor, benzinlikler, küçük evler, birbiriyle kesişen, birbirinin içine giren yollar, tuvalette cüzdanımı çalmış adam, arabalar, üzerlerindeki kırmızı ışıklar ve yuvarlak sarı far ışıkları kayboluyor tek bir renk içinde. Bir anda karanlıkları yırtıyoruz, çıkıyoruz gecenin üstüne. Güneş mutlu mutlu parlıyor tepede. Gözlerim açılıyor. Karanlığın kaybolmuş olduğunu fark ediyorum. Güneş, pembe pembe, mutlu mutlu parlıyor dağlar arasından. Gülümsüyorum ona, cama dokunuyorum parmaklarımla. Parmaklarımın arasına alıyorum onu. O da bana gülümsüyor. Elimi indirdiğimde cızırtılı bir müzik başlıyor birden. İnsanlar hareketleniyor, keyifle kokluyorlar kahvelerini, yudumluyorlar, çubuk krakerlerini yiyorlar. Beyaz bir at ağaçların arasına dalıyor. Hızla ayağa kalkıyorum ve ellerimi cama koyuyorum. At kaybolmuş, ağaçlar yavaşça uzaklaşıyor. Yanımdaki uyuyan amcanın üzerinden atlıyorum ve uyku sersemliği ile koltuklara tutunarak koşuyorum yaşlı teyze bana bakarken. Şoföre bir şeyler söylüyorum heyecanla ve otobüs yavaşlıyor, muavin kapının basamaklarını iniyor ve otobüs durduğunda açılan kapıdan atlıyor. Ben de arkasından atlıyorum ve ona bagajım olmadığını söylüyorum mutlu olmasını bekleyerek. Şaşırmıyor, tekrar atlıyor kapıya aynı heyecanla ve şoföre sesleniyor. Otobüs, cam kenarında; yarısı uyuyan, biri cama kafasını koymuş, ikisi sinsi planlar kuran, diğerleri bana uykuyla bakan insanları, kahve kokularını, eğlenceli müziği alıyor ve beni toz içinde bırakarak uzaklaşıyor. Gözlerim ve ellerim yanarak yürümeye başlıyorum ağaçlara doğru. Yol boyunca dizilmiş rengarenk çiçekler gülümsüyor yanımda. Ve aynı yanımdan güneş bana selam veriyor. Ben de ona el sallıyorum. Rüzgârlı bir araba korna çalarak geçiyor. Tüten asfalt yoldan çıkıp tekrar toprak yola giriyorum ve yol kenarındaki çiçeklerin üzerlerinden atlayarak çimlerin üzerinde koşmaMavi Öyküler -
86
ya başlıyorum rüzgârın uğultusunu dinleyerek. Dört bir yanım yüksek apartmanlarla ve işinden çıkmış insanlarla çevrili. Bir sokağın güneşi gölgelediği gölgeli bir kaldırımda koşarcasına yürüyorum. Yüzümde bir gülümseme var. Gülümseme arkasını dönüyor, geri geri koşmaya başlıyor. Sokağın eğrilip bir yokuş ile birleştiği yerde güneşle buluşmuş, kollarını kavuşturarak yürüyen bir meleğe bakıyor. Bana arkası dönük, uzaklaşıyor fakat onun da gülümsediğini görebiliyorum. Önüme dönüyorum ve deliler gibi koşmaya devam ediyorum. Tekrar bir rüzgâr geçiyor yakınımdan. Bu sefer daha heyecanlı bir korna çalıyor. Tekrar toprak yola dönüyorum. Ve karşımda ağaçları buluyorum. Otobüsten gördüğüm gibi yüksek, gölgeli. Yavaşça giriyorum gölgeli ormandan içeri. Yapraklar yavaşça sallanıyor. Birinin üzerindeki uğur böceği de yavaşça sallanıyor. Önce yorgun bir tırmanışa başlıyorum, önümdeki küçük tepeye doğru. Sonra da vadi tabanına doğru bir inişe. Ağaçlar kayboluyor birden, kendimi suyu neredeyse yok olmuş, çamurlu bir ırmak yatağının içinde buluyorum. Sıcak havada çamur suyunun içinde keyif yapan küçük böceklere basmamaya dikkat ederek yürüyorum. Terkedilmiş taştan bir köprünün altından geçiyorum. Vadi bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla pembe bulutların altındaki dağlara doğru ilerliyor. Ben de bir yılan gibi kıvrılarak yürüyorum, kıvrılan yılanları görüyorum, yataktaki taşlar üzerine konmuş sıkılgan siyah beyaz kuşları, meraklı köy çocuklarını görüyorum ve beyaz atının üzerinde yan durmuş, bana bakıyor; onu görüyorum beyazlar içinde. Ona doğru koşuyorum kırmızı sıcak tam tepemde. Ben ona koşuyorum, çocuklar bana koşuyor. Bir an hafifliyorum, sıcaklık başımdan tüm vücuduma yayılıyor. Sessiz kırmızı gökyüzü dönüyor kendi etrafında, kırmızı çamurun içine sakince ve kuvvetsizce düşüyorum. Kırmızı çocuklar çekiştiriyorlar beni, ağızları oynuyor fakat hiçbir ses duyamıyorum. Kırmızı kararıyor. Birisi bir kibrit yakıyor birden karanlığa. Kibrit ilerliyor, ilerliyor ve alevini bir mum ile paylaşıp sönüyor. Birisi gülümsüyor bana. Yüzü önümüzdeki mumun titrek ışığında titriyor. Eli elimi 87
- Mavi Öyküler
buluyor, gözü gözümü, sevgiyle bir şeyler söylüyor. Ben de bir şeyler söylüyorum ona heyecanla, daha güzel şeyler. Ve gülüyoruz birbirimize. Gülümseyerek kalkıyorum masadan. Mum ışığı solmasın diye fazla aralamıyorum banyonun kapısını. Arkası sabunluklu kapı kapandıktan sonra yüzümü yokluyor aynadaki eller yavaşça. Cebimden küçük bir tüp çıkarıyorum, avucuma üç hap düşüyor. Birini geri itiyorum geldiği yere. Aynadaki gözlerin içine bakarken atıyorum onları ağzıma. Musluktan avucuma dolduruyorum suyu ve haplar kanıma karışmak üzere boğazımdan geçiyorlar. Aynadaki yüz yavaşça soluyor sanki beyazlaşıyor. Her zamanki gibi. Sanki. Hızla yüzümü yıkadıktan, ellerimi havluya sildikten sonra karanlığı bozmadan dönüp oturuyorum sandalyeme. Tüp karanlıktaki cebimde, sıkışmış duruyor. Tüpü alıyor bir adam, üzerindeki yazıları okumaya çalışıyor heceleyerek, okumayı pek beceremediği belli. Diğeri ağzıma içindeki mavi şeylerden bir tane koyarlarsa iyileşeceğimi söylüyor ve tüpü geri kapıyor. Üzerindeki şekillere anlayamadığı harflere sanki anlayacakmış gibi bakıyor. Bir şey keşfetmiş birkaç çocuk sesi geliyor “Hasan emmi!” “Hasan emmi!” “Gözleri oynuyo”. Adamın tüpü ağzıma sokmasını engellemek için elimi uzatıyorum. Bir anda ikisi de tutuyor ve beni ayağı kaldırmak için çekiyorlar yukarıya. Tekrar düşüyorum çamurun içine. “La Mustafa, su getir dedim ya! bak hala duruyo”. “La koş”. Rüzgârdan gözünü kısıyor. Enseme vuruluyor. Çocuk koşup beyaz bir bidonla getiriyor suyu. Kırmızı kapağını kaldırıyor. Elinden alıyorum ve kafama dikiyorum. Yudumlar boğazımdan geçerken gülümsüyor adam dişlerini göstererek. İçmemi, çok içmemi, kafamdaki bezi yarım saat, bir saat çıkarmamamı söylüyor, öğlen öğlen neden burda güneşte yürüdüğümü de soruyor. Benden konuşmamı bekleyen bir bakışla gülümserken kafamdaki hafifçe yıkanmış makine yağlı bezi kokluyorum. Konuşmadan doğruluyorum çamurun içinde oturarak. Kollarımı siliyorum ellerimle, ellerimdeki yaraların içine girmiş küçük taşları siliyorum ve ayağa kalkıyorum. Çevremde toplanmış insanların boyları kısalıyor birden. Hepsinin yüzünde gülümseyen bir ifade var. Çocuklar da gülümsüyor. Mavi Öyküler -
88
Kafamdaki bezden sular akıyor içime. Ben de gülümsüyorum. Kafası bezli adam yürümeye başlıyor tekrar yatak boyunca. Kimse konuşmuyor ve izliyorlar komik dostlarını. Yürüyorum biraz, bir kaç adım sonra yavaşlıyorum, duruyorum ve arkamı dönüyorum. “Buradan denize nasıl gidilir?” Rüzgâr’ın uğultusunu duyuyorum tekrar. Traktör yeşil tarlalar üzerinde sarsılarak ilerliyor. Yanımda çocuklar anlayamadığım oyunlar oynuyorlar. Yanıma, tarlalara baktığımda çok uzakta, ufukta, mavimsi dağın altındaki bir yerde bittiklerini görüyorum. Bir an orada olmak istiyorum. Cebimden adamlardan alıp da cebime attığım tüpü çıkarıyorum. Kapağını açıp avucuma boşaltıyorum. İki tane düşüyor. Geri itiyorum, tekrar kapatıyorum ve cebime koyuyorum. Uzun bir yolculuktan sonra tarlanın önümüzdeki sonu gelmiş gibi görünüyor. Yeşilliklerin arasından sarı kum tepelerini görüyorum. Ayağa kalkıyorum traktörün arkasında, uzaklardaki denizin köpüklü dalgalarını görüyorum. Kum tepelerine yaklaştığımızda yeşillikler bitiyor ve taşlardan kayalardan bir alana giriyoruz. Adam yavaşlıyor ve duruyor. Ona teşekkür ediyorum, traktörden atlıyorum ve beni beklememesini söylüyorum. Bu garip yabancının işi de garip olur diye düşünüyor herhalde ve neden diye sormadan gülümsüyor bana, tekrar sarsıntılı yeşilliklerin arasına dalıyor. Çocuklar arkadan bana el sallıyorlar. Uzaklaşırlarken biri yaramazlık yapıp kovadaki suyu boşaltıyor. Kumların üzerindeki izler benim izlerim. Ta ki boş, uzun ve geniş kumsalın sonuna kadar gidiyor. Dalgaların okşadığı yere kadar, ama oradaki izler kaybolmuş gelip giden suyla. Ellerimi kavuşturmuş oturuyorum. Güneş, yanımdan, kumsalla denizin birleştiği yerden batıyor. Tam önümde onu görüyorum, beyaz atı ile. O da güneşi seyrediyor. Ona doğru yürüyor hayalim, ama ben yürümüyorum. Kaybolmasını istemiyorum bu sefer. Hava kararıyor. Öğle vakti. Gözlerimi açıyorum, o gitmiş. Midem bulanıyor birden. Kumların üzerine çıkartıyorum midemdekileri. Gözlerimi 89
- Mavi Öyküler
açtığımda kumların kırmızıya boyanmış olduğunu görüyorum. Daha da yanıyor midem, kumların üzerinde kıvranıyorum. Tüpü çıkarıyorum zorlukla cebimden, içindekileri elime döküyorum ve ağzıma atıyorum. Acı tadı, kan tadı ile karışarak tüm ağzıma yayılıyor. Yüzüstü uzanmış kalıyorum kumların üzerinde öyle, bir süre. Ve bir el saçıma dokunuyor yavaşça. Kafamı çevirdiğimde onu görüyorum, bana her zamanki gibi gülümseyerek bakıyor. Ona onu sevdiğimi söylüyorum. Eliyle siliyor yüzümü, sakin sakin ve şefkatle. Ben kalktığımda ayağa, o da kalkıyor. Ona bakıyorum titreyerek; beyazlar içerisinde arkasını dönüyor ve kum tepelerinin üzerinde süzülerek yürümeye başlıyor kumsal boyunca. Dalgalar beyaz köpüklerini ayaklarına vuruyor, deniz kabuklarının arasından geçiyor bir deniz yıldızı gibi, martılar toplanıyor dönüyor üstünde, onu deniz kızı sanarak. Arkasından yürüyorum. Kumsaldaki kum tepelerinin arasındaki dümdüz sihirli bir yoldan ilerliyor. Deniz ile kumsalın birleştiği çıkıntıyı aştığımızda bir arabayla karşılaşıyoruz. İçinde bir adam var, endişeyle bakıyor. Sihirli ses bana “burada biraz bekle, olur mu?” diyor ve arabaya doğru yürüyor. Genç adam da arabadan çıkıyor. Tartışıyorlar. Adam ona vuracak gibi oluyor, sonra arabaya yumruk atıyor ve tekrar biniyor. Beyazlar içinde aynı sihirli sesi duyuyorum, yaklaşıyor gülümsüyor ve bana onu takip etmemi söylüyor. Onu takip ediyorum ve arabanın arka koltuğuna oturuyorum. Araba kumların üzerinde arkasında sarı bir bulut bırakarak süzülüyor biraz ve toprak bir yola çıkıyor. Onların küs olduklarını görüp seviniyorum nedense. Prenses, şoför koltuğunda oturuyor. Arada bir dönüp bana gülümsediğini görüyorum. Araba yavaşlayıp duruyor. Kapılar açılıyor, kapılar kapatılıyor. Adam halen içeride, prensesin yüzüne bakmadan somurtarak düşünüyor. Prenses güneş gözlüklerini çıkartıp çantasına koyuyor. Gözlerine bakıyorum. Gözleri bana bakıyor. Arkamda sıra sıra apartmanların olduğunu fark ediyorum bir an, önümde ise deniz kenarında bir parkın olduğunu. Birlikte yürüyoruz parka doğru, pamuk helvacıların, çekirdekçilerin, sarılmış sevgililerin yanından geçiyoruz, çimlerde yürüyüp, çim sulama makinesiyle Mavi Öyküler -
90
ıslanıyoruz ve deniz kenarındaki sarı banka oturuyoruz. Karşımızda deniz pırıl pırıl parlıyor. Onun saçındaki damlaların da parladığını fark ediyorum. Biri saçından süzülüp düşüyor, gülüyorum. O da gülüyor. Ona atının nerede olduğunu soruyorum. Cevap vermiyor bana, gülüyor. Ben de gülüyorum ona. Ona uzaktaki şekerden bacalı gemileri gösteriyorum elimle işaret ederek. Hayret ediyor. Birlikte gemilere bakıyoruz bir süre. “Güneş o kadar büyük ki herkese yeter” diyorum. Güneşe doğru bakıyor. “Evet, o çok parlak” diyor ve bana bakıp gülümsüyor. Ben de güneşe doğru bakıyorum. Parmaklarımla tutuyorum güneşi. Şaka yapıyor, elime vuruyor.”Yapma, o herkesin güneşi”. Gülüyoruz birlikte tekrar. Sessizlik oluyor bir an, bana bakıyor. “İnsanlar neden güneşe bakamaz?” diyorum. “Bazı insanlar bakar” diyor bana, gülümsemesi siliniyor. “Bazıları ise onu kendisinde değil de aydınlattığı yerde ararlar”. Cebimden içi boş tüpü çıkartıyorum, bir süre bakıyorum ona. O da bakıyor. Tüpü önümüzde parlayan denize bırakıyorum. Yavaş yavaş düşüyor, ve dalgalı suyla buluşuyor sonunda. Dönüp ona sarılıyorum birden. O da bana sarılıyor. Güneş’ten bir tane daha çıkıyor ortaya ve bir tane daha, bütün gökyüzü güneşlerle doluyor. Bütün gökyüzü güneşlerle doldu. Bir anda ışıklara ağzı kapalı bir adam gölge oluyor. Uzaklardan bir başkası konuşuyor. “Onu kaybediyoruz”. “1.50 mg adrenalin verin”. “140!” “Çabuk!” “160!”, koşma sesleri. Bir an bütün gökyüzü parlıyor. Terli bir adam bağırıyor: “Bir kere daha”. İşte orada, onun yüzünü görüyorum son bir kez daha, her zamankinden daha gerçek, bana bakıyor. “Kızım ne bakıyorsun! Yapsana şu iğneyi!” “Durdu.” “Çabuk!”. Bana yine gülümsediğini görüyorum prenses. Bir daha görebilecek miyim seni bilmiyorum, ama seni seviyorum.
p
“BU BULUT YAĞMURU, BU CÜZDAN, BU TRAMVAY…” 91
- Mavi Öyküler
“Cüzdan” | Evrim Övüç Serap tramvaya binerken, çantasının açık olduğunu bilmiyordu. Bütün gün ayakta kalmaktan ve konuşmaktan yorgun düşmüş, haliyle dikkati de dağılmıştı. Onlarca insana, onlarca defa, onlarca sayıda soru sormuştu… Şikâyet etme lüksü yoktu, çalışmak ve para kazanmak zorundaydı. En kısa zamanda, en kestirmeden bulabildiği anket işi önceleri ona ilginç ve kolay gelmişti. Fakat aradan geçen zaman zarfında bu soru-cevap işi canını sıkıyor ve kazandığı insan tanıma yetisiyle herkesten nefret eder hale geliyordu. Nefret ettiği insanları kafasında şıklara göre ayırıyordu; A şıkkı insanları arsız, B şıkkı insanları bencil, C şıkkı insanları cesur, D şıkkı insanları ise dönekti… Anketlere cevap vermeyenler ise E şıkkının kendisi yani hiçbirisiydi… Şık giyimli insanlar, harf harf yüzler, yürüyen ayaklı seçenekler… İnsanlar başkalarının sunduğu seçenekler arasında kendi tercihlerini ve kendi hayatlarını seçtiklerini düşünüyorlardı. Konuşan binlerce ağız, kaçırılan bakış, teklif etmek ve reddedilmek arasında sıkışıp, boğulmuştu Serap. Bütün bunlar arkadaşı Metin’in başının altından çıkmıştı. Metin Zeus’un ölümlü bir anketçi kızla macerasından doğmuş yarım bir Tanrı sayılırdı. Güçlü bacaklarıyla, bir at gibi bütün gün ayakta kalabiliyor ve yine güçlü sezgileriyle kimin A, kimin C olduğunu Serap’tan çok daha önce ve çok daha büyük kesinlikte ayırt edebiliyor, seçeneklerine ona göre yaklaşıyordu. Serap’ı da çoktan çözmüş ve alfabede henüz olmayan bir harfin yerine koymuştu. Metin’in Serap için yaptığı en şık hareketlerden biri de Serap’ın en ihtiyacı olduğu anda onu bu işe aldırmak olmuştu. Metin Serap’a duygusal bir yakınlık duyuyor, bu Mavi Öyküler -
92
nedenle de hep onun etrafında dolanıyordu. Serap da bunun farkındaydı fakat şu an ihtiyacı olan şey bir ilişki değil paraydı. Serap bu şıkkı seçmişti. Serap Metin’e minnet duyuyordu şimdi tramvay beklerken. Nihayet oldukça seçenekli ve yoğun bir günün ardından, Metin’le beraber kendilerini zor attıkları tramvayda, kaçırılan bakışlar, temas etmemeye veya temas etmeye özen gösteren bu yabancı bedenler arasında Metin, Serap için boş bir koltuk tutmuş ve onu oturtmuştu. Çok şükür ve ne gariptir ki kimse konuşmuyor ve hiçbir ağız hareket etmiyordu. Böyle yolculuklarda neden insanlar (bazen) birbirleriyle konuşmazdı acaba? … Koltuğa yerleşince çantasının açık olduğunu fark etti Serap. Fermuarı iyice açtı ve bir çeşit kara deliğe benzeyen aptal çantasını karıştırmaya başladı. Bütün a’lar, b’ler, c’ler… Her şey vardı ama bir tek cüzdanı yoktu çantasında. Cüzdanını çaldırmak seçeneklerini çaldırmaktan daha iyiydi ama Serap yüzündeki şaşkınlık ve üzüntüyü gizleyemedi. Metin’den rahatlatıcı bir söz beklerken, Metin ne söyleyeceğini o an bilemedi. Metin sessiz kalınca, “Her şeyim onun içindeydi, her şeyim gitti… Allah kahretsin!” dedi Serap. Metin Serap’ın cüzdanındaki o “her şeyi” çok merak etti. Serap’ın neyi olacaktı ki!.. Varı yoğu aldığı üç kuruş haftalıktı onu da vicdansız hırsızın birine kaptırmıştı. Zaten para onun için bir çeşit masal gibiydi, cüzdanındaki paralar bir vardı bir de yoktu… Şimdi bu koca haftayı nasıl geçirecekti?.. Daha yeni işe başlamış ve durumunu toparlayamamıştı. Birkaç aydır ödeyemediği kirasını ve biriken faturalarını da hatırlayınca kendini hasta gibi hissetti. Bir de nüfus kâğıdı vardı ki cüzdanında, zaten hükümsüz olan hayatında kimliksiz de yaşayabileceğini düşündü bir an Serap. İnsan ne kadar talihsiz olursa olsun hayalleri ile bahtını bile kendine çağırır, masalını duymuştu bir yerden. İnanırdı buna belki, kendi kendine olan güvenini ve onurunu da 93
- Mavi Öyküler
kaybetmeseydi eğer. Üniversiteden mezun olalı aradan tam bir sene geçmişti ama geçen aya kadar hâlâ iş bulamamıştı Serap. Serap çok güzel bir kız değildi ama zekâsını kullanırken dünyanın en dikkat çekici insanı olabilirdi. Metin geçen sene Beşiktaş Meydanı’nda anket yapmak için bir “seçenek” beklerken gözüne kestirmişti Serap’ı. Zekâsı dışında aynı zamanda dünyanın en sevimli sakarı da olan Serap, o gün, elindeki kitapları düşürmüş, onları toplayayım derken, şapkasını da düşürmüş, şapka rüzgârdan uçmuş, onu yakalayayım derken de çöp kutusunu devirmişti. Metin de sakardı ama onun “sakar”lığı biraz farklıydı. Tıpkı doru atların alnındaki beyaz lekeler gibi bir lekesi vardı Metin’in. O gün bu doru atı karşısında görünce şaşıran Serap, yönünü değiştirmek istemişti ama bir türlü kurtulamamıştı Metin’den. Metin ısrarla Serap’a anket yapmak istiyor ve peşini bırakmıyordu. Metin’in bir hali Serap’ı ikna etmişti. Metin kendi belirlediği sorularla, Serap hakkında bazı bilgiler edinmiş ve onu etkilemişti. Serap o günden sonra da çok defa onunla Beşiktaş Meydanı’nda rastlaşmış ve bir çeşit arkadaşlığa başlamıştı. Bugün yanında olan, ona iş bulan ve şimdi simsiyah gözleriyle Serap’ın ta içine bakan Metin, “Bir şeyleri toplu halde çaldırmak için mi taşınır şu cüzdanlar merak ederim doğrusu,” diyerek gülümsedi. Serap Metin’in dürüstlüğü ve sevimliliği karşısında şimdi ne söylese doğru, ne söylese yanlıştı. Tam bu sırada, ara durakların birinde durmuş olan tramvay homurdanarak yeniden hareket etmeye başladı. Tramvayın homurtusu giderek çoğaldı ve kulakları sağır edecek metal çığlıklar atarak hızlandı, hızlandı, hızlandı… Geçtiği yerlerde gökyüzü yırtıldı ve sonunda öyle bir sarsıntıyla durdu ki, Serap’ın neredeyse yuvalarından çıkmak üzere olan gözleri, suratından fırlayacaktı. Serap yaşadığı şokla birlikte kafasını kaldırıp yukarı bakınca gözlerinin yerinde olduğunu ama tramvayın tavanının olmadığını fark etti. Gökyüzündeki yarıktan, siyah, küçük bir cisim düştü önüne. Cüzdan!.. Çalınan cüzdanı bu!.. Yere eğilip cüzdanı aldığı an zaman durmuş, yerçekimi kaybolmuştu, buMavi Öyküler -
94
lutlar da tek tek üstüne düşmeye başlamıştı. Bu ne biçim bir andı?! Hatta ne biçimsiz bir zamandı. Bu bulut yağmuru, bu cüzdan, bu tramvay… Ne demekti bütün bunlar? Bu nasıl açıklanabilirdi? Bütün bu acayipliklerden onu kurtaracak Metin neredeydi? İnsanlar neden kıpırdamıyordu? Neden Serap’ı kimse fark etmiyordu?.. Metin’i ararken insanların olmayan yüzlerinde sadece harfleri görüyordu. A yüzlü çocuk, B yüzlü kadın, D yüzlü adam… Düştüğü dehşetten kurtulmak ve bu lanet tramvaydan inmek istiyordu fakat kapılar da açılmıyordu. Düşen bulutlar tramvayın içine doluyor ve Serap’ın ayakları altında bir yükselti oluşturuyordu. Bulutlarla birlikte yükselip, tramvayın olmayan tavanından boşluğa çıktığında gökyüzündeki yarıktan kocaman bir el uzandı Serap’a. Metin, o büyük elleriyle Serap’ın yüzüne dokundu ve “Hadi kalk Serap, geldik bizim durağa,” dedi. Serap yorgunluktan oturduğu koltuğa yığılıvermiş, kısa sürede de uykuya dalmıştı. Uyandığında Metin’i karşısında görünce afallamış, gördüğü rüyanın etkisiyle hemen fermuarı açık olan çantasını yoklamıştı. Cüzdanın yerinde olduğunu görünce derin bir nefes almış ve gördüğü rüyayı Metin’e anlatmak için sabırsızlanmıştı. Metin iyi ki vardı ve iyi ki yanındaydı. Arkadaşlık, aşka kadar giden bir şey miydi acaba? Durakta inip Cihangir yokuşunu tırmanırken Serap başlamıştı rüyasını anlatmaya. “Metiiinn, tuhaf bir rüya gördüm yolda, cüzdanım çalınmış benim güya…” Cihangir’e usulca bir yağmur yağmaktaydı, ıslanmaktaydı Serap, ıslanmaktaydı Metin, ıslanmaktaydı bir aşk ihtimali… Yumuşayıp dağıldı birbirine karışan anket kâğıtları… p
95
- Mavi Öyküler
Mavi Öyküler -
96