İÇERIKLER “ÖLÜM KURTULUŞTUR, ÖLÜM BENİM KURTULUŞUMDUR!” 4 “İKİ EVET, İKİ İMZA, BOL ALKIŞ” 8 “ÖYKÜ CİNAYETLERİ MASASI”
12
“HER ŞEY TAM İSTEDİKLERİ GİBİ!”
31
“ÖZGÜRLÜĞÜN DİKENİ AÇLIKTI” 33 “ALEV ALEV BAŞLANGIÇLAR VARDI”
40
“İÇİMDEN KOCAMAN BİR NEHİR TAŞTI” 43 “İNSANIN KARAKTERİ KADERİDİR”
46
“ONUN BOYNUNA HİÇ KİMSE İP GEÇİREMEZDİ” 51 “BOYUN EĞMEK, ALIŞMAYI (BU KOKUYA) SEÇMEK Mİ?” 59 “YAZMANIN CEHENNEMİNE HOŞ GELDİN” 66 “AZALAN HİÇBİR ŞEY YOKTU”
70
“ARAYIŞIN KENDİSİ GÜZELDİ, SORUN BUYDU” 72 “DİLE GELSEN, NELER ANLATIRSIN, KİM Mavi Öyküler -
2
BİLİR?” 76 “TEKİLDİM ÇOĞULDUM BENDİM ÖTEKİYDİM OYDUM…” 79 “ZAMAN BAŞIBOŞ BİR ÇOCUK GİBİ”
82
“ÖLÜMÜN SESSİZLİĞİ VARDI ODANIN HER YERİNDE” 85 “ÇÜNKÜ İNSANLAR CEHENNEM” 89 “KELİMELER BIÇAKTAN DA KESKİNDİR” 92 “BİR BAŞKASI BELKİ ANLARDI”
96
Ücretsizdir 3
- Mavi Öyküler
p
“ÖLÜM KURTULUŞTUR, ÖLÜM BENİM KURTULUŞUMDUR!” “Dolunay ve Kırmızı” | Can Murat Demir Karısını öldürdüğünde henüz yirmili yaşlarında genç bir adamdı. O zamanlar hayatın ya da ölümün ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Ama azimliydi, öğrenmesi fazla uzun sürmedi. John artık her şeyi biliyordu. Ölümün ancak öldürerek anlaşılabileceğini keşfetti. En zorunu seçmişti, karısının cansız bedenini… Matilda’nın cesedi ona hem hayatı hem de ölümü çok iyi özetlemişti. Hareketsiz duran organlar, akan kan ve kurbanın soluk yüzündeki gülümseme… John bu manzaradan sonra artık bilge bir adamdı, bilge ve bir o kadar da canavar… Şiirler yazıyor, makaleler üretiyor, gazete kupürleri topluyordu. Hatta takma adla bir gazetede köşe yazarlığı yapıyordu. Yazma tutkusu, onun hayatının vazgeçilmezi olmuştu. Özellikle şiirleri onun için çok önemliydi. Çünkü şiir ona göre kestirme bir ölümü ifade ediyordu. Kestirme ve bir o kadar da gülünç bir ölümü… Kara ciltli defterine aktardığı alıntı bir şiiri okumaya başladı: Ruhundan neler geçtiğini merak ediyorum. Bunun için öldürdüm seni! Ruhunun kurtuluşu için… Aslında o benim, Yani kurtuluşun… Seni çok sevdiğim için öldürmeliyim! Bu satırları unutamıyordu. Saplantılı da olsa sürekli bu şiiri okumak hoşuna gidiyordu. Yapacak pek fazla şeyi yoktu aslında. Dört duvar arasında yazmak, düşünmek ve okumak… Bütün zamanını alıyordu. Aslında müebbet yiyen biri için bunlar olağandışı sayılmazdı. John bunların kendisine tanrının bir nimeti olarak verildiğini düşünüyordu. Bunları düşünüp rahatlayabiliyordu. O özel biriydi, tanrının bu dünyadaki gölgesi gibi… Mavi Öyküler -
4
Huzuru bu dört duvar arasında bulan genç adam, ışıksız ve nem kokan bu hücreyi, tanrıya açılan bir pencere olarak görüyordu. Bu izbe hücre onu aziz John yapıyordu. Leş kokan bu lağım çukuru, kutsanmış bir adamın kilisesi gibiydi. Dört duvarı seviyordu. Hatta buraya âşık sayılırdı. Ay ışığı buna en büyük etkendi. Penceresinden süzülen ay ışığı… Nadiren de olsa geceleri yakaladığı ay ışığı John’a göre bir ziyafetti, ruhunun kurtuluşu için bir çağrıydı. Yazma arzusunu tetikleyen bir ritüel gibiydi. Yalnızlıktan hoşlanan bu genç adam hayatı boyunca insanlardan kaçmıştı. Karısıyla da hayattayken çoğu kez tartışma nedeni olan bu konu, John için gereksiz bir ayrıntıydı. Bu tartışmalarda Matilda, onun kalabalığa karışması gerektiğini ileri sürüyordu, kocasını bu yönde telkin ederken John sadece gülümsüyordu. Hep böyle yapardı. Matilda konuşurken gülümserdi. Bu tam bir kavga nedeniydi. John kavgalarda genelde sessizdi. Yine rutin kavgaların birinde Matilda şunları haykırmıştı: Hadi John! Dışarıda hayat var! Biraz nefes almalısın! Göreceksin ki her şey daha güzel olacak! John bu cümleleri çok duymuştu. Hayatı boyunca Matilda’nın bu serzenişlerine katlanmıştı. Bir anda her şey gözünün önüne geldi. Kendi kendine karısının cümlelerini tekrarladı. Acı acı gülümsedi, tıpkı o kavgalarda olduğu gibi… Sakindi. Sonra zamanda biraz daha ileriye gitti. Matilda’nın son nefesini verdiği dakikaları hatırladı. Yarı boğuk bir sesle Matilda şunları söylemişti: Bu sen değilsin! Bu sen olamazsın John! John derin bir nefes aldı. Kurbanını hatırlamak onu acıktırdı. Biraz ekmek attı ağzına. Ağzında büyüyen lokma onun kini gibiydi. John eskisi gibi değildi, onu öldürdükten sonra tam bir erkek olmuştu. Ağzındaki lokma daha da büyüdü. Tükürdü! Duvara tükürdüğü şey kanlı bir ekmek lapası gibiydi. O artık sessiz ve sakin bir adam değildi. O bir canavardı. Kanın ve ölümün ateşli bir müridi gibiydi. 5
- Mavi Öyküler
Karısının ölümü üzerinden iki yıl geçmesine rağmen tüm ayrıntıları dün gibi hatırlıyordu. Kanın nasıl durduğunu, cesedi karısının bahçesine hangi açıyla gömdüğünü, bıçağı nasıl sapladığını ve Matilda’yı kaç parçaya ayırdığını… Hepsini hatırlıyordu. Cesedi gömdüğü yer, yatak odası penceresini görüyordu. John cesedi gömdükten sonra günlerce bu yatak odası penceresinden izlemişti. Matilda’yı çok sevdiği fesleğenlerin hemen yanına gömmüştü. Böylece hem fesleğen hem de ceset kokusu birbirine karışıyor dikkat çekmiyordu. Onu öldürmek hem kolay hem de zordu. Hâlâ âşıktı. Matilda onun tek aşkıydı. Ölmeden önce son yalvarışları hâlâ kulağında yankılanıyordu. Acınası bir görüntüydü. Ama John için sorun değildi. Çünkü bu cinnet anına kadar her şeyi çok iyi planlamıştı. Emin olmak için aylarca karısını izledi. Gizli telefonları, elektronik postaları ve çağrıları… Hatta Matilda’nın o pislik herifle buluşmalarını kasete aldı. Aldatılan her erkek gibi John da kinini ve nefretini içinde biriktirdi. Ayrıntılı ve bir o kadar da canice hazırladığı planını sabırla uygulamaya koydu. O hem âşık hem de aldatılan bir adamdı. Aptal yerine koyulan her erkek gibi davrandı. Harekete geçmeliydi. Özenle hesapladığı bıçak darbeleri John’a hem zaman kazandırıyor hem de karısını izleme fırsatı veriyordu. Ölümüne şahit olma duygusu büyük bir hazdı. Günlerce kanın akışını izledi. Ay ışığının kanlı çelikteki yansımasını büyük bir gururla seyretti. Karısını adeta kendi kanıyla kutsuyordu, bu bir ayindi. John artık bir tanrıydı, istediği gibi öldürüyor, acı çektiriyor ve zevk alıyordu. Dolunayda parlayan çelik ve kanın süzülüşü ona çocukluğunu anımsattı. Çocukken öldürdüğü küçük canlıları… Şimdi o canlıların yerine karısını koyup öcünü alıyordu. Ama bu ölümün diğer ölümlerden bir farkı vardı. O da kurbanın ölürken gülümsemesiydi… Karısını öldürürken yüzüne bir gülücük yerleştirme fikri epeyce hastalıklı da olsa John için vazgeçilmez bir ayrıntıydı. Matilda ölürken gülümsemeliydi. Bu ayini tamamlayan tek şeydi. Ölüm ve acının bireşimi olan bir tek gülücük… Bu ayrıntıyı ölen bir kadında gerçekleştirmek zordu. John bunun bilincindeydi. Bunu önceden hesaplamıştı. Tüm malzemeleri Mavi Öyküler -
6
hazırdı. Biraz ince misina, balıkçıların kullandığından, kolayca hareket etmesini sağlamak için biraz makine yağı ve bir dikiş iğnesi… Tam iki saat sonunda bu malzemelerden öyle bir şaheser ortaya çıktı ki John gözlerine inanamadı. Harikaydı. Tek kelimeyle mükemmeldi. Matilda’nın delik deşik olmuş yüzüne, sanatçının şaheserine bakması gibi hayranlıkla ve gururla baktı. Ayin tamamlanmak üzereydi. En önemli kısmı kolayca halletmişti. İşte şimdi karısı dünyanın en mutlu kadınıydı. Matilda mutlu ölmeyi hak ediyordu. Hem Matilda hem John sona doğru yaklaşıyorlardı. Her şey aziz John’un istediği gibi şekilleniyordu. Bu ironik kanlı tablo katil için bir gurur kaynağıydı, bu kurgulanmış cinayet John’u fedakâr bir koca yapıyordu, Matilda’yı da eşsiz bir kadın… John’a göre öldürmek sevgiyi engellemiyordu. Aksine onun bir parçasıydı. Evet, hâlâ onu seviyordu. Ona âşıktı. Karısıyla ilk tanışmalarını hatırladı. Okuldaki ilk günlerini ve evlendikleri günü… Aziz John Kilisesi’nde evlenmişlerdi. Sade bir nikâhtı. Matilda o sıralar çok güzel genç bir kadındı. Siyah saçları, beyaz teni ve parlak zekâsıyla bu genç adamı kendisine âşık etmeyi başarmıştı. Sabahlara kadar seviştiği bu kadın şimdi tam karşısında hareketsizce oturuyordu. Ölüm böyle bir şeydi. John bunu kasaba kilisesinde öğrenmişti. Rahip Salvatore adındaki kilise rahibi bir vaazında cemaatine şu cümleyi dikte ettirmişti: Ölüm kurtuluştur, ölüm benim kurtuluşumdur! John gelgitler yaşamaya başlamıştı. Tüm hayatını bir film şeridi gibi anımsamak hoşuna gitmiyordu. Bir şey fark etti. Karısının gözlerine doluşmuş kurtları… Epeyce çoğalmışlardı. Sinirlendi. Küfretti. Sizi lanet pislikler! O benim, sadece benim! İşime karışmayın sakın! Karısının göz çukurlarını dolduran bu hamurumsu tabakayı elindeki Alman bıçağıyla temizledi. Bunu yaparken çok dikkatliydi. Çünkü Matilda’nın en az bir saat daha yaşaması gerekiyordu. John kendisine ait olanı yine almıştı. Bu küçük canlılar onu deniyor gibiydi. Ama her denemeleri başarısız oluyordu. Matilda yani biricik karısı sadece onundu ve öyle kalmalıydı. 7
- Mavi Öyküler
John bir an nefessiz kaldı. Zor da olsa içini dolduran havayı serbest bırakabildi. Öyle ki neredeyse boğulacaktı. Sonrasında iki damla gözyaşı süzüldü. Evet ölüyordu. Matilda’nın ölümüne, yok olmasına ramak kalmıştı. Bıçağını son kez sapladığında dolunay o kadar cömert davrandı ki John bu tablo karşısında öylece kalakaldı. Ruhu kurtuluşa eren bir peygamber gibiydi. O anda içinden gelen tek şeyi yaptı, aklına gelen ilk cümleyi haykırdı: Oh Tanrım… Tanrım beni kutsadın… … Saatler sonra uyandı. Ter içindeydi. Sırılsıklam olmuştu. Yanındaki belirsiz silueti Matilda’ya benzetti ama bu imkânsızdı. Hayal görmüş olmalıydı. Rüya içinde rüyaydı sanki. Ama hayır bu karısı Matilda’ydı ve öylece hemen yanı başında uyuyordu. Daha doğrusu hareketsizce uzanıyordu. John terli elleriyle abajura uzanmak istedi, ışığı açmalıydı. Biraz ışık her şeyi açıklayabilirdi. Birkaç denemeden sonra ışığı açmayı başardı. Evet, yanılmamıştı, yanında yatan karısı Matilda’dan başkası değildi. Matilda huzurlu bir şekilde uyuyordu. Bu sessizliği bozmamaya karar verdi. Ama içinden bir ses bu hayalin bir an önce bitmesini emrediyordu. Bu kez onu dinlemedi. Lambayı söndürdü. Düşündü. Burası ne bir hapishaneydi ne de bir ölüm mabedi… Kâbus muydu, yoksa deliriyor muydu? Penceredeki dolunay dışında hiçbir şey gerçek değildi. Gülümsedi… Manzara o kadar görkemliydi ki… Sabaha kadar izleyebilirdi. Ama uykusuzluğa fazla direnemedi Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu. Matilda ise hâlâ uyuyordu. Ağırlaşan göz kapaklarının arasından kırmızıya boyanmış tavanı izlerken şunu düşündü. Biraz farklı olsa da hem Matilda hem de kendisi için hayat devam ediyordu… Ve devam etmeliydi…
p
“İKİ EVET, İKİ İMZA, BOL ALKIŞ”
Mavi Öyküler -
8
“Güzellik” | Serap Kaşıkçı “Merhaba Selami, müsait misin? Bir saate çıkmam lazım, hem kesim hem röfle, tamam mı?” Selami, önündeki koltukta oturan kadının saçlarını boyarken henüz bir ay önce açtığı güzellik salonunun gün geçtikçe artan masraflarını düşünüyor, hafif efemine. “Tabii Ceylan Hanım, siz isteyin yeter ki,” diye kırıtıyor, sapasağlam ön dişlerini söktürüp, kâğıt beyazı yumrular tıktırdığı ağzını zar zor açarak. “Müjdat Bey,” diye bağırıyor daha ortaokulu bile bitirmemiş küçücük oğlana. “Ceylan Hanım’ı camın önündeki koltuğa al, hazırla, koş koş.” Henüz cinsiyet vadisindeki rolünü belirleyememiş çift kulağında çift küpeli Müjdat Bey, saygıyla koltuğu geri çekip Ceylan Hanım’ı oturtuyor, çantasını aynalı berber tezgâhının askısına asıyor, boynuna Salon Pity yazılı mor örtüyü dolayıp omuzlarından aşağı korumaya alıyor. “Ne alırsınız efendim, neskafe, çay, kahve?” “Bir orta şekerli kahve alayım.” Ceylan Hanım’ın gözü aynaya takılıyor, Selami’yi kontrole alıyor. Neyse ki işi az kaldı, çabuk bitecek. Sonra kendi yüzüne ilişiyor gözü. Alnındaki, göz kenarlarındaki çizgiler bayağı derinleşmiş, ama öncelikle ağız kenarındakiler, üst dudaktakiler çok göze batıyor. Saçları yıllardır renk renk boyanmaktan yumuşaklığını, ışığını kaybetmiş. Bakışları da saçları gibi donuk. “Dur Ceylan, kıpırdayıp durma, az kaldı, şimdi bitiyor.” Annesi, tarağı içi su dolu bir tasa batırıp batırıp tarıyor simsiyah gümrah saçlarını Ceylan kızın. Tarak fildişi, anneannenin çeyizinden kalma. Ceylan Hanım, anneannesinden kalan mücevherler için kız kardeşini nasıl harcadığını düşünüyor. Gözleri uzaklara dalıyor. Parmağındaki, ortası firuze taşından pırlantalarla süslü yüzükle oynamaya başlıyor farkında olmadan. ‘İşte yüzük de, öteki takı9
- Mavi Öyküler
lar da bende ama kardeşimi kaybettim.’ Son iki kelimeyi, düşünce boyutundan çıkarıp dile getirdiğini fark ediyor birden. Selami yanı başında, üzgün bakıyor: “Hayrola Ceylan Hanım, kardeşiniz mi?” “Yok yok, hayatta çok şeker, sadece uzakta.” Fazla soru sorulmasını istemediği zamanlardaki maskesini takıyor yüzüne, kahvesine uzanıyor. “Parkinson başlangıcı olabilir Ceylan Hanım, daha ileri tetkikler isteyeceğim.” Doktor ayağa kalkıp, ellerini beyaz önlüğünün ceplerine soktuğunda anlıyor sözün bittiği noktada olduğunu. İkinci randevuyu hemen almalı tahliller için. “Müjdat Bey, bana bir örtü getirir misin, buna kahve döküldü.” Müjdat Bey, hızla yetişip örtüyü değiştiriyor. Bu defaki açık mavi renkte. “Şu açık mavi önlüğü giyin bayan. Galoşları da, ameliyathane başlığını da takın. Sadece beş dakika kalabilirsiniz eşinizin yanında, doktorun talimatı böyle, lütfen.” Eter kokusu. Kocası, kollarında serum şişelerinin hortumları, boylu boyunca yatıyor yatakta. Ceylan Hanım korkarak yaklaşıyor hastaya. Ameliyattan çıkalı henüz bir saat olmuş. Ne gariptir ki önce kalem tutup tutamayacağını düşünüyor. Eli, cebine gizlediği vasiyet kâğıdını yokluyor. Avukat, ne yap et imzalat bunu ona dedi ama kolay mı? Kalemi parmaklarının arasına sıkıştırıverse gerisi gelir, ama yapamıyor bir türlü. Hemşire telaşla içeri girdiğinde serum şişelerinden birini yerde parçalanmış buluyor, hastanın nefes alışları düzensiz, hırlayıp duruyor. “Ne yapıyorsunuz siz kuzum, hemen dışarı çıkın, hemen...” “Pedikür, manikür ister misiniz Ceylan Hanım, bugün kaşlara da bakalım ha, ne dersiniz?” Ceylan Hanım elini, ayağını, kaşını başka ellere teslim ediyor. Başı zaten Selami’ye emanet. Selami, saçları yol yol ayırıp boya sürüyor, boyalı yolları pırıl pırıl folyo kâğıtlarına sarıp kimyasal Mavi Öyküler -
10
değişime terk ediyor. Kimse Ceylan Hanım’ın vücut kimyasında ne değişiklikler olduğunun farkında değil. Manikürcü kız, işini bitirdikten sonra krem sürmeye başlıyor ellerine. Parmakları bir bir çekiştirip eklemleri açıyor. Oya gibi boyanmış ayak parmaklarını kâğıttan Ceyo terliğe yerleştiriyor. Bugün ne yaparlarsa yapsınlar, güzelleştirsinler Ceylan Hanım’ı. Herkes koşuşuyor. Ceylan Hanım şimdi ağda odasında. Saçlar yeni rengini alıncaya kadar olur biter o iş. Kapı kapanıyor. Ofisin kapısı kapandığında çok korkmuştu gerçekten. Adamın nefesi ensesindeydi, elleri her yerinde. Maroken koltuğu oturttu onu. Kasımpaşa’nın fakir mahallesinin Ceylan’ı, ünlü holding patronunun ofisinden Ceylan Hanım olarak çıktı. Altı ay sonra da bir başka maroken koltuğa oturdu. İki evet, iki imza, bol alkış. “İyi günde kötü günde birliktelik” sözlerini arkada bırakıp beyaz Limuzine binerken patronun eski karısından olma çocuklarına el salladı. Onlar Ceylan Hanım için bir daha hiç var olmadılar. Ceylan Hanım, eskiden olduğu gibi yine hep kendini sevdi, kendini kolladı. “Selami, bir sanat eseri yarattın vallahi.” “Güzelliğin sahibi sizsiniz Ceylan Hanımcım, siz. Biz sadece biraz süsledik.” Ceylan Hanım ojeli elleriyle bir tomar para çıkardı çantasından. Onu bu kadar güzelleştirenler görülmeliydi doğrusu. Bahşişi en bol müşteri o. Mantosunu saygıyla tutanın da arka cebine parayı sıkıştırırken gözleri duvardaki boy aynasına kaydı. Güzel olmuştu gerçekten. Saçının rengi, değişik fönü, kaşları, makyajı, her şey, her şey çok güzeldi, ama firuze yüzük ve bakışlarındaki buz mavisi yerli yerindeydi. Kapıdan çıkarken Selami fıkırdayarak ona el salladı, “Avukat Bey’e selam Ceylan Hanım.”
p 11
- Mavi Öyküler
“ÖYKÜ CİNAYETLERİ MASASI” “Kaos ve Öncesi” | Mustafa Resa Becan Birkaç gün önce beklenmedik bir ziyaretçim oldu ve anlattığı garip öyküyü ancak benim yazabileceğimi öne sürdü. Bir yazı adamı olmadığımı, okumaya daha yatkın bir bünyem bulunmakla birlikte notalarla ve sayılarla da aramın iyi sayılabileceğini, ama yazma konusunda beni bağışlaması gerektiğini ne kadar vurgulasam da ikna olmadı. Üstelik, anlattıklarını bir hafta içinde edebi bir üslupla kurgulamadığım takdirde beni bulup kesinlikle öldüreceğini söyledi, ama diye ekledi kapıdan çıkmadan, yazmış olman da seni kurtarmaz, yazdığını beğenmezsem seni yine öldüreceğim. Sonra da büroyu terk etti, ısmarladığım çayı tamamlamadan çekip gitmekle de aynı anda altı esas varlığı birden hiçlemiş oldu. Ben, kedim Septik, hanın çaycısı, bardak, bardaktaki çay ve tüm bunları kapsayan uzam parçası. Fondaki detayları oluşturan varlık kırıntılarını ise belirtmeye zaten gerek yok, bunları çoğu zaman ben de fark edemiyorum. Kendi adıma yarım kalmışlıkları pek umursamam, geçmişimde hatırı sayılır miktarda bitmemişlik var ve buna bağlı oluşan eksiklik duygusuna karşı yeterince bağışıklık kazandım. Hayatımı yönlendirecek işleri genelde bitiremediğim için son kavramı bana hep yabancı oldu. Biraz zorlama bir dil oyunuyla ifade edersek sonsuz biriyim, negatif bir sonsuzluk bu tabii, ama yine de görkemli bir tınısı var. Bütün bu gevezeliğe de, ansızın ortaya çıkıp bana sonluluk vaat eden tehditkâr konuğumun geride bıraktığı yarım kalmışlığı önemsemediğimi etkili biçimde ifade etmek için başvurdum. Çayını bitirmeden gitmesi benim için sorun olmamıştı, fakat ne var ki hanın çaycısı mesleğine biraz fazla bağlıydı, herhangi bir ürününün yarım bırakılması durumunda da asabi tepkiler veriyordu. Boşları almaya geldiğinde bu gibi durumlarda sarf ettiği standart küfürleri vecd içinde sıraladı, dünyayı elindeki tepsinin çapına indirgeyerek geri kalanını dışladı ve ansızın içine düştüğüm vahim durumdan duyduğum endişeyi kendisiyle paylaşma talebimi nezaket kaygısı Mavi Öyküler -
12
gütmeden geri çevirdi. Kedim Septik’e gelince, oldukça sakin bir dinleyici olmasına karşılık ne zaman bir sorunumu anlatmaya niyetlensem önce bana, sonra da çevresinde her nasılsa ilgisini çeken gereksiz bir nesneye kuşkuyla bakar, sonunda da yattığı yerden kalkıp bina içindeki amaçsız turlarından birine çıkardı. Kısacası tehdit altında ve yapayalnızdım. Oysa bir saat öncesine kadar sadece gündelik yaşamın zorunlulukları tarafından tutsak alınmış, belki sıkıcı ve silik ama hiç değilse biçilmiş bir ölüm zamanının dehşet verici beklentisinden uzak bir adamdım. Tam olarak neler hissettiğimi sorarsanız, işin bu kısmı biraz karmaşık. Hayatımın sona erme ihtimalinin getirdiği korkuyla, hayatımda ilk kez ölümcül düzeyde önemseniyor olmanın verdiği sapkın gurur birbirine karışıyordu. Bu olağan dışı ziyaretin ardından normal çalışmamı sürdürmek durumun ciddiyetini hafife almak olurdu, caddedeki hayatın akışına katılmak amacıyla dışarı çıktım. Aslında bu fikir, kalabalığa karışıp hayatın içinde erime düşüncesi, eski zamanlardan kalma ve artık pek işe yaramayan bir çözüm yöntemiydi. Genç bir gitaristken sıkça bu tür yürüyüşler yapıp belli bir tatmin duygusu yakalardım, zamanla bu duygunun özgünlüğünü yitirdiğini fark ettim. O bir doyma çizgisi, bir çeşit sınırdı benim için. Onun ötesini düşleyip arzulamaksa, umudun zamanı olarak da adlandırılan geleceğe ilişkin tasarımlarımı idealize ediyordu. Yıllar ilerledikçe, gerçekte peşinde olduğum şeyin, eski yürüyüşlerin sonunda ulaştığım o belirsiz ama mutluluk verici beklentisellik hali olduğunu anladım. Dolayısıyla benim için mutluluk ancak henüz var olmayan ya da artık var olmayan zamanlara ait gizemli bir kavram, tıpkı şimdiki zaman gibi onun da kesin bir tanımlanabilirliği yok, yakalanabilirliği zaten yok. Cadde üzerinde, her nedense bana normalin üstünde bir sıkıntı verdiği için pek rağbet etmediğim, ama özellikle kendini sanat çevresinden sayanların uğrak yeri olan kahvenin kuytu masalarından birinde otururken bunları düşündüm. Yemek saati geçeli epey olduğu için rahatça yer bulmuş, ısmarladığım kahvenin gelmesini bekliyordum. Düşüncelerim, hem de hayatımın böylesine sıra dışı bir sürecinde, bunlardan ibaret değildi elbette. 13
- Mavi Öyküler
Ama John Locke’un daha iyi ifade ettiği gibi, zihnimiz belli bir düşünceyi diğerlerinden soyutlayarak ele alamaz çoğu zaman ve biri diğerlerini çağırır. Henüz dün yaşanmış bir olayı düşünürken birdenbire yirmi yıl öncesine ait bir anının imgeleri karşınıza çıkıp zihninizi meşgul edebilir. İtiraf etmem gerekir ki John Locke’un İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme adlı kitabını şahsen okumadım, bu değerli bilgiyi ise kendisinden alıntıların yer aldığı Tristram Shandy romanından elde ettim. Ne yazık ki zamanın kısıtlılığı benim için de önemli bir sorun ve arzuladığım her kitabı okumak gibi bir şansım yok. İki masa ötemde oturan ve birini bekliyormuş izlenimini sürekli canlı tutmaya çalışan genç kızsa o an için benden daha şanslıydı. Cep telefonunu kontrol etmediği zamanlarda ilgisini elindeki kitaba yöneltiyor, gözlerinin görev alanını bu iki nesneyle sınırlayarak çevresine kesin bir iletişimsizlik mesajı yayıyordu, hatta ara sıra eline aldığı bardağa bile bakma gereği duymadan çayını yudumluyor sonra yine bakmadan yerine koyuyordu. Sonunda beklediği arama geldiğinde, sol eliyle telefonu kulağına götürürken sağ eliyle de, bana kalırsa istem dışı bir itkiyle, kitabı hafifçe yukarı kaldırdı ve bu bilinç dışı devinim bana kitabı tanılama imkânı verdi. Borges Kitaplığı serisinden bir Giovanni Papini öyküleri derlemesiydi bu. Son dönemlerin moda yazarlarından birini okuduğu fikrine o kadar kapılmıştım ki, bu yanlış tahmin nedeniyle kendini gereğinden fazla hissettiren önyargı mekanizmamı beni yanıltmakla suçladım. Yine de ortada bir gariplik vardı sanki, kahvem de henüz gelmemişti. Konuşmasının bitmesini heyecanla bekleyip masasına gittim, salonun fazla dolu olmaması da beni yüreklendirmişti biraz. Olanca kararlılığımı ve rahatlığımı takınmaya çalışarak kitabına bir göz atmak istediğimi söyledim. Sıcak karşılanmayı pek beklemiyordum açıkçası, insanlar, özellikle de genç ve güzel kadınlar üzerinde son zamanlarda pek de olumlu bir izlenim bırakmadığımın farkındaydım. Ama beklentimin tersine, gözlerindeki gülümsemeyle yüzünün geri kalan bölümü arasında hayranlık verici bir eşgüdüm sağlayarak kitabı uzattı, bu kadarıyla da yetinmeyip beni masasına davet etti. Çekimser davrandığımı görünce de teklifini yineleyerek, “Lütfen oturun,” dedi, “Birazdan erkek arkadaşım gelecek ama olsun. Ben de Mavi Öyküler -
14
zaten onun bana olan sevgisini sınamak istiyordum. Eğer sizi hemen öldürürse beni gerçekten seviyor ve kıskanıyor demektir, ama uygar biri gibi davranıp kim olduğunuzu öğrenmeye çalışırsa onu terk edeceğim.” Doğumdan beş yaşına kadar olan süreyi saymazsak, kendimi bilerek geçirdiğim otuz beş yıl boyunca gerçek anlamda bir tehlikeye yakınlaştığımı söyleyemem. Hayatın arka fonunda, varlığını kimsenin gözüne sokmadan ama yine de o fonu bütünleyen gerekli bir figür gibi durmaktan önemini abarttığım bir yücelik hazzı alıyordum. Çocukluk ve ergenlik hayalimi gerçekleştirip müziğe başladığımda da, bu tercihime bağlı kalarak bir arka plan enstrümanı olan basgitarı seçtim. Müzikseverlerin, hele ki genç kızların, solo gitaristlere ve davulculara tapındığını bildiğim halde, bütün bu ateşli ilginin hedefi dışında vakur bir yalnızlık gösterisi sergilemek, kabına sığamayan bir tanrısallık arzusunun üstünü şeffaf bir kılıfla örtme sahteciliğinden başka bir şey değildi belki de. Önü alınmaz tekbenciliğim ne zaman eyleme geçse, ona cevap olarak hayat ya da müzik sahnesinde bir adım daha, ama görünürlük sınırını aşmamaya özen göstererek geri gidiyordum. Bu bitimsiz kendinden vazgeçiş oyununun kazanımları, çevremdeki dışsal risk faktörünün en aza indirgenmesi ve bizim grubun dinleyici kitlesi içindeki az sayıda ama en nitelikli kızların beni tercih etmesi tarzında şekillendi. Sayılarının azlığı ve grup arkadaşlarımın o kızları fazla önemsememeleri, beni onların muhtemel kıskançlıklarına maruz kalmaktan da kurtarmış oldu. Aslında Serkan, Nezih ve Yalçın’la sadece müzik ve özellikle de Dire Straits tutkusunu paylaşıyordum, provalar dışında pek bir araya gelmiyorduk. İçimizde bu tutkuyu en ileri götüren vokalist ve solo gitarist Serkan’dı kuşkusuz. Mark Knopfler’ın zaten yeterince vurgulu ve buğulu olan sesinin; özenti İngilizcesini sakınmasızca, kelimeleri savurur gibi kullanarak daha da tok ve çatallanmış bir kopyasını yaratır, bu gereksiz deformasyon nedeniyle kendisine yöneltilen eleştirileri de, Knopfler’a olan saygısı nedeniyle onu bilinçli olarak kötü taklit ettiğini ileri sürerek yanıtlardı. Grubun adını birebir çeviri olarak Dar Geçitler koymayı öneren de oydu. Neyse ki önerisi bire karşı üç oyla reddedilip benim teklifim olan Kaos ve Öncesi 15
- Mavi Öyküler
adı kabul edildi. Bütün repertuarımızın Dire Straits şarkılarının aslına uygun icralarından ibaret olduğu düşünüldüğünde, yaptığı iddialı çağrışımın altında ezilen bir isim gibi durduğu açıktı. Ama sonuçta kaostan öncesini bilen yoktu ve bu belirsizlik, gösterdiğimizin ötesinde bir şeyleri saklıyormuşuz gizemini, hak etmediğimiz ölçüde artı hanemize ekliyordu. Beklentileri karşılamamak başkaları için hep beklentisel kalmayı sağlayabiliyor bazen. Risk derecesi düşük geçmişimin özetini, az önceki tehditkâr ziyaretçimi de araya sıkıştırarak anlattım. Beklenmeyen bir masa konuğu olarak kısa sürede belki biraz çok konuştuğumu, hatta neredeyse hayatımın son on yılında kurduğum sayıdan daha fazla cümle sarf ettiğimi, fakat yarım saat arayla ölüm tehdidi almaya alışkın olmayan biri olarak kendimi buna zorunlu hissettiğimi söyledim genç kıza. Beni dinlerken esnememek için çaba harcadığı gözümden kaçmadığından bu açıklamayı gerekli gördüm. Uzun bir süre önce ben konuşurken karşımdakilerin esnediğini fark etmiş, o andan sonra çok gerekmedikçe insanlara bir şey anlatmamaya, kısa soru ve cevaplarla yetinmeye karar vermiştim, zaten anlatacak çok şeyim de pek yoktu, bana göre hava hoştu bir bakıma. Hızlı gelişmeler nedeniyle orada bulunuşumun asıl amacına yabancılaştığımdan olacak, yanıma yaklaşan garsonu biraz yadırgadım. Ismarladığımı unuttuğum kahveyi, yanında bir bardak su ve çikolatayla getiren garsonun gözlerinde bana yönelik bir saygı yitimini algılamak zor olmadı. Kızı muhtemelen gözüne kestirmiş ve bu yer değişikliğini son derece yersiz bulmuştu. Kahvenizi buraya mı bırakayım diye sorarak bana son bir şans tanıdı ait olduğum yere dönmem için, eğer evet demekle kendisini olası bir kıskanç sevgili kurşunundan kurtardığımı bilseydi, fincanı ve bardağı masaya daha yumuşak bir devinimle bırakmayı uygun görebilirdi. O sırada kız bir mesaj yazıyordu, bitirince beni sanki yeni fark etmiş gibi bir tazelikle, “Kahvenizi rahat için diye sevgilime mesaj atıp bir işimin çıktığını ve biraz gecikmesini söyledim,” diyerek içimi rahatlattı. O ana kadar tanışmadığımızı hatırlatarak kendini bana Burcu Dila adıyla tanıttı. Mavi Öyküler -
16
Belki gerçek belki yalandı, o ya da bu adın pek de önemi yoktu. İnsanları adlandırmanın çoğu zaman nesnelere isim vermekten daha indirgeyici ve düş kırıcı olduğunu söyledim ona, bu yüzden ticari hayatım dışında kendi adımdan vazgeçeli çok oldu dedim. Ama çok istiyorsanız seçimi size bırakabilirim, hatta farklı adlarla da hitap edebilirsiniz, hiç sorun değil. Reha Erdem’in filmindeki gibi, benim adım Kosmos olsun sizinki de Neptün diyecek halim yok, ortam buna uygun değil, ayrıca kendi geçmişimle hesaplaşma halindeyim, taklitlerden uzak duruyorum. Anladım dedi kız, siz delisiniz, bütün bunlar da bu yüzden. Eğer deliler ölüm anında normal insanlardan farklı şeyler hissediyorlarsa şanslısınız, ama her şey aynıysa sanırım deli olmanın bir ayrıcalığı yok. Neyse bu benim sorunum değil şimdilik, şu an ölüm size daha yakın gözüküyor, geçmişse daha uzak. Bendeyse teorik olarak durum tam tersi, yaşam yönüm geleceğe doğru, belki yirmi otuz yıl sonra bellek ve geçmiş gibi konular ilgimi daha çok çekecek. Ama o zaman da şimdiki çekiciliğimi yitireceğim ve anılarım kimseyi ilgilendirmeyecek. Böyle olması normal diye yanıtladım, hayat paradokslarla dolu. Bütünsellik yaşarken elde edilemez, her şey değilse bile birçok şey kendi karşıtını içerir. Felsefe sözlüğü gibisiniz dedi, kitabımı sormuştunuz ama konu nerelere geldi. Sevgilim gelmeden anlatmamı ister misiniz? Öyle ya, ölülerin dinleme yeteneği yoktur. Bunu söylerken ölçülü şuhlukta bir kahkaha attı, hayli erotikti. Ölüm düşüncemin kendisine haz verdiğini, bu yüzden benimle oynadığını düşündüm. Aramızda kısa sürede böylesine bir arzu trafiği oluşmasını anlamak zordu, benim onu arzulamam normaldi de onunki biraz tuhaftı doğrusu. Fantastik edebiyat üzerine hazırladığı geniş kapsamlı ödevin bir parçası olarak bu kitabı okuduğunu, elinde serinin diğer bazı kitaplarının da bulunduğunu söyledi. Evet dedi, ben edebiyat öğrencisiyim, aslında müzikle de ilgiliyim, Dire Straits’i de iyi biliyorum. Şimdi inanmayacaksınız ama annemle babam bu grubun bir konserinde tanışmışlar. Yanlış anlamayın, aramızdaki kuşak farkını vurgulamak için söylemedim bunu, sadece belirtme gereği duydum. Ama bu bağlantıya rağmen geçmişinizden etkilendiğimi söyleyemem, belki siz iyi anlatamadınız, belki 17
- Mavi Öyküler
söz yazı kadar etkili değil. Dünya, gençliğinde müzik ya da başka bir etkinliğin heveslisi olan insanlarla dolu, anılar arasında da çok büyük farklılıklar olduğunu sanmıyorum. Sadece zamanlar, mekânlar ve kişiler değişiyor. Aslına bakarsanız annemle babamın tanışma öyküleri de beni pek ilgilendirmedi, bu kadar basit olmadığını tabii ki biliyorum, bütün bunların gerisinde benim varoluşuma giden bir yol var. Önce onların varoluşu ve ikisini oraya getiren nedensellik dizgesi. Anlayabiliyor musunuz? Bana öyle bakmayın, yalnızca cevapsız sorularım var, konuyu gizemin alanına getirmeye çalışmıyorum. Sizin hiç ben neden benim diye düşündüğünüz anlar oldu mu? Neden buradasınız ve o bedenin içinde ne arıyorsunuz? Ansızın masama gelip tekliğimin büyüsünü bozdunuz, sizi beklemiyordum, varlığınızdan bile habersizdim ve bu bilginin eksikliğiyle yüz yaşına kadar yaşayabilirdim. Madem artık varsınız, hiç değilse sorularımı yanıtlayın ki burada oluşunuz anlam kazansın. İhmal ettiğim kahvemden iki yudum alıp yanındaki madlen çikolatayı tek parça halinde ağzıma attım, birinci kalite olmadığı açıktı. Olsaydı bile önemi yoktu, böyle anlarda bu tür lezzetlerin tadı bilinç düzeyine yükselmez, başkasının varlığı diğerini bir sınır duruma doğru sıkıştırıp andan kaçışa zorlar. Bence dedim fincanı yerine koyarak, geçmişi umursamaz görünerek kendinizi var saydığınız yüzeysel bir genç kız modeline özdeş kılmaya çalışıyorsunuz. Oysa diğer verileriniz gösteriyor ki siz sunmaya çalıştığınız kişi değilsiniz. Beş dakika içinde kendimi önce bir Papini öyküsünde, sonra bir Peyami Safa ardından da bir Antonio Tabucchi romanında hissetmeme neden oldunuz. Bıraksam kim bilir beni daha nerelere sürükleyeceksiniz, ama çok zamanım yok, zaten hiç olmadı. Buna karşılık hep zamanın içinde kalmam gerçekten garip, elbette bu konuyu tartışmaya açıp sorularınıza bir yenisini eklemek istemem. Çünkü ne yazık ki ötekilerin cevabını ben de bilmiyorum, dolayısıyla buradaki varlığım arzuladığınız anlamı kazanamayacak. En azından ben sizden bir yanıt aldım, Papini’yle ilgilenme nedeninizi artık biliyorum. Ama ne kadar geciktirseniz de sevgiliniz birazdan buraya gelecek ve ben o gelmeden gitmek zorundayım, biliyorsunuz ölmek için başkasına sözüm var. Bırakın onun size olan Mavi Öyküler -
18
sevgisinde hep bir bilinmezlik payı olsun, böylesi daha heyecan verici olur. Haklı olabilirsiniz dedi, yine de sizin ölümünüze tanık olma heyecanını buna tercih ederdim. Sonra kışkırtıcı bir kahkaha daha atarak şaka tabii dedi. Sahi şu sizi tehdit eden kişiyle ilgili neden polise gitmiyorsunuz? Başınıza böyle bir olay geliyor ve siz burada benimlesiniz, gerçekten kaçıksınız. Neden kendisi yazmıyor öyküsünü de bunu sizden istiyor? Bir insanı bu kadar rahat bir şekilde nasıl tehdit edebiliyor? Bir açıklama yapmadı mı? Hayır dedim herhangi bir açıklama yapmadı, öylesine beklenmedik bir olaydı ki, bunları soramadım. Onu, istediğini yapamayacağıma ikna etmeye çalışarak harcadım zamanımı ve belki de tuzağına düştüm. Gelişini önce şaka sandım, bir yerlerden tanıyıp tanımadığımı anlamaya çalıştım, hayır hayatımda ilk kez görüyordum. Kapıyı açık bulup içeri dalan bir deli olduğunu düşündüm, bizim hanın girişinde sıkı denetim yoktur, eski tip hanlardan. Bilemiyorum belki gerçekten de bir delidir, o gittikten sonra hiçbir şey olmamış gibiydi sanki, korkmuştum sanırım, bu yüzden çay bile ısmarladım. Her şey akıl dışıydı ama olmuştu işte, şu an burada olmam kadar gerçekti. Peki neymiş bu kadar yaşamsal olan öyküsü diye sordu genç kız, bir de şey, ayrılmadan önce size bir isimle hitap etmek isterdim, ne dememi istersiniz? Üzerinde B. K., Serbest Muhasebeci yazan kartımı verdim ona, yanımda daima birkaç tane bulunur. Kız karta bakınca aniden irkildi, sonra bana baktı ve haklıymışsınız dedi, çok indirgeyici bir adınız var, size hitap etmekten vazgeçtim. Kartınızı da iade etmek zorundayım, bu adı hemen unutmak istiyorum. Herhangi bir ismin özgün imgenizi perdelemesine izin vermeden, bana görünen halinizle anımsamak isterim gelecekte sizi. Gerçekten sıra dışı birisiniz dedim, eğer o olağanüstü cesareti gösterip yanınıza gelmesem benim için hep yan masadaki bilinmeyen kız olarak kalacaktınız ve hayatımdaki pişmanlıklara bir yenisi daha eklenecekti. Umarım adımı unutmanız zor olmaz, çünkü garip bir kalıcılığı var, sanki bellek mıknatısı gibi, kovulsa da geri dönüyor. Adamın öyküsüne gelince dedim ve dehşet içinde durdum. Anlattıklarının çoğunu daha şimdiden unuttuğumu fark etmiştim. İpe sapa gelen bir şey de değildi doğruyu söylemek gerekirse, dinlerken 19
- Mavi Öyküler
de kaçırdığım yerleri vardı. Nasıl olur dedi Burcu Dila, veya adı başka her neyse, ucunda ölüm olan bir öyküyü nasıl dikkatli dinlemezsiniz? Anlattıktan sonra tehdit ettiğini söyledim, baştan uyarsaydı daha dikkatli olurdum, bir kez anlattı ve gitti, çayı da yarım bıraktı. Bir aşk öyküsüydü, aşk öyküleri beni hep sıkmıştır, filmlerdeki öpüşme sahnelerinde bile gözlerimi kapatırdım eskiden, utandığımdan değil gereksiz bulduğum için. Mutlu ve mutsuz aşk öykülerinin üzerimde yarattığı sıkıntı etkilerinin farklılığını inceleyen başarısız bir karalamam bile vardır, arada bir fark olmadığına karar verince çalışmayı yarım bıraktım. Aşk karşıtı filan değilim, az önce söylemiştim, sevgililerim oldu, hatta karım bile oldu. Karşı olduğum şey aşkın sanat içinde zorunlu bir desen gibi kullanılma biçimi, tepkimin kökenini tam olarak bilemiyorum, büyük ihtimalle çocukluğuma dayanıyor ama bu konuyu irdelemek gereksiz. Lafı dolandırmayı bırakın da sadede gelin dedi kız, kişisel eğilimleriniz sizi ölmekten kurtarmaz. Öyküden hatırladığınız şeyler vardır mutlaka. Onların üzerine kendi kurgunuzu oturtabilirsiniz, edebiyat öğrencisi olduğumu unutmayın, eğer aşk hakkındaki saçma sapan görüşlerinizi kendinize saklarsanız size yardım edebilirim. Hem böylelikle bir hayat kurtarmanın kişisel doyumunu tadar, ileriki yıllarımda da yaptığım bu iyiliğin kıvancını yaşam labirenti içinde arkamdan gelen bir ışık gibi kullanırım. Çelişkileriniz sizi olduğunuzdan da çekici kılıyor dedim, az önce ölümümü izlemek için kösnül bir heyecan duyuyordunuz, şimdiyse hayatımı kurtarmak istiyorsunuz. Size rastlamam cidden büyük şans, bunu daha önceden de düşünmem gerekirdi ama bu olağanüstü tanışmayı bir çıkar ilişkisine dönüştürmeme kaygısı sanırım pratik zekâmı kilitledi. Madem öneri sizden geldi, o halde elbette deneyebiliriz. O an, gençliğin ışıltılı sevinçlerini anımsatan bir coşku doldurdu içimi. Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman burada ve bugünde toplanarak benim için görkemli bir zaman şöleni hazırlamış gibiydiler. Bir adamla bir genç kızın beklenmedik bir zamanda başlayan aşk hikâyesiydi, bu kadarını iyi hatırlıyorum dedim. Bir elektrik şokuna girmiş gibi irkildi, yüzünün sevecen çizgileri şeytansı bir kötülüğü karşılamaya hazırlanan gergin hatlara bıraktı yerini. Yeni gelen ikinci bardak çayı yüzüme fırlatacağını nasıl olduysa Mavi Öyküler -
20
sezdiğimden son anda eğilerek saldırıdan kurtuldum. Beklenmedik manevramla beni kıl payı ıskalayan çay molekülleri ise, yan masaya az önce oturmuş orta yaşlı iki hanımı gafil avladıktan sonra yer çekiminin yörüngesini izleyerek mekân zeminine düzensizce dağıldılar. Demek bütün bu hikâye bunun içindi, konuyu getirmek istediğiniz yer buydu, ama hiç yaratıcı değilsiniz ve en önemlisi karşınızdakini çok küçümsüyorsunuz, dedi kız. Kartı verdiğinizde anlamalıydım bunu, bir basgitaristten muhasebeciye nasıl dönüştünüz bilmiyorum ama her ikisi için de fazla edebi ve felsefisiniz. Her neyse, şimdi derhal masamdan gidin, bu bayat numaraları yiyecek başka bir aptal bulun. Yanıldığı çok şey vardı, öncelikle artık bir masası yoktu. Histerik tepkisini ortamla gereksizce paylaşması, başta benden hoşlanmayan garson olmak üzere çeşitli mekân sakinlerinin çevremize toplanmasıyla sonuçlanmış, yabancı bakışların istilasına uğrayan masa, üstünde hiçbir hak öne süremeyeceğimiz bir ortak kullanım alanı haline gelmişti. Hayatımda ansızın parlayan umut kıvılcımının kısa sürede ters yönlü bir volkana dönüşüp beni püskürtmesiyle kendimi yeniden caddede buldum. Hesabı bile ödeyememiştim ama geri dönmek imkânsızdı. Tatlı bir esinti eşliğinde bulutsuz bir maviliğe bürünen gökyüzünün altında yürümeye başladım. Hayatın bana aldırmadan süren ritminin gerisinde bencil bir kalıcılık şehveti yatıyor, tıpkı basgitarın tekdüze ve inatçı notaları gibi, diğer enstrümanlara aldırmadan akıp gidiyordu. Bir zamanlar ucuz ama iyi bir ikinci el gitar bulabilmek için günlerce dolaştığım müzik mağazalarının bulunduğu sokağa doğru yürüdüm. Yolda bir iki müşteriden gelen aramaya cevap vermedim, sonra da kapattım telefonu. Nasıl olsa öleceksem iş bağlantılarının da artık pek önemi olmayacaktı. Sokağa gelince eski dostlarımdan Hayri’nin dükkânına uğradım, biraz keyifsiz ve meşgul görünüyordu. Başkasıyla duygu denkliğini tutturmak genelde zordur ve bu dengesizlik o an daha keyifli olan için düş kırıklığı yaratır. Fakat bu kez bir neşe-hüzün karşıtlığından çok kaygılı ruh halinde benzerlik var gibi duruyordu, sadece sebepler farklıydı, herkesin derdi kendineydi kısacası. Ama dedim Hayri’ye, benimki ölümcül bir sorun, seninkine göre belirgin bir üstünlüğü var. Grubuna ihanet edip 21
- Mavi Öyküler
müziği bırakmasaydın bunlar başına gelmezdi diye yanıtladı, daha renkli ve kalabalık bir yaşamın olacak ve kimse seni boktan bir ofiste tek başına yakalayıp aptalca bir nedenle tehdit edemeyecekti. Çok fazla derin düşünmeyi sevmeyen insanlara özgü, farklı yollardan birini seçmekle diğeriyle bir daha hiç kesişilmeyeceğini sanan yüzeysel bir akıl yürütme şeklini kullanıyordu ister istemez. Yaşamın birbirine hiç değmeyen paralel yollardan oluşan düz bir hat değil de bir labirent olabileceğini aklına bile getirmiyordu. Başladığın şeyleri pek bitiremezsin sen dedi, hiçbir şeyin dibini görmedin hep yarım bıraktın, belki de bu açıdan senin için hayırlı olur, bir türlü varamadığın sona bir şekilde ulaşırsın. Başka çaren yok, ya öyküyü yazıp beğendireceksin ya da hayatın bitecek. Her iki halde de bir sona varmış olacaksın. Ben kimseye ihanet etmedim diye yanıtladım, sadece hep peşimde olan kendi gerçeğimden kaçmaktan sıkılıp onun istediği yere döndüm. Sen nasıl hayatını bu dükkânda geçirdiysen ben de orada olmak zorundaydım. İkimiz de kendimizi aşıp bir başkası olamadık, bana üstünlük taslayacak durumun yok. Ayrıca bunca yıllık arkadaşım olarak durumumu bu kadar soğukkanlı karşılaman da akıl alır gibi değil, dost bilip yanına geldim ama sen taş çıktın, yazıklar olsun. Bu kadarla yetinmedim tabii, birkaç da sunturlu küfür salladım. Beni kalaylaman seni kurtarmaz dedi, tam kapıya yönelmiş çıkıyordum. Senin başına gelen olay ilk değil, dünyadan haberin olmadığı için bilmiyorsun. Bu dördüncü oluyor, senden önceki üç kurban da köhne ofislerinde tek başlarına iş gören erkekler. Geçmişlerinde şu ya da bu olmaları anlam taşımıyor, o anda ne oldukları önemli. Faillerin bir çete olabileceği söylendi, son vakada tehdit edenle öldüren farklı kişilermiş, arada başkaları da olabilir. Emniyette bu konuyla ilgili geçici bir masa bile kuruldu: Öykü Cinayetleri Masası. Buralarda oyalanma hiç, hemen git oraya şikâyette bulun, belki kurtulursun. Yeri kolay, buradan doğruca aşağı in, tramvaya binip üçüncü durakta in, kime sorsan yerini sana gösterir. Hayri biraz kaba saba ama içten pazarlıksız bir adamdı, böyle bir durumda yalan söylemesi için de bir neden yoktu. Bu geMavi Öyküler -
22
lişmeden sonra kendimi daha da kıskaca alınmış ve tedirgin hissettim, artık tekil bir olayın değil, organize ve ölümle sonuçlanan bir seri cinayet vakasının kurban adayıydım. Yokuşu etkisini giderek artıran bir sıkıntı duygusuyla indim. Bunlar bir yana, artık adamın anlattıklarının neredeyse tamamını unuttuğumdan ne yazacağımı bile bilmiyordum, belleğimin bu konuda bu kadar kötü bir performans sergilemesi büyük şanssızlıktı. Tramvaya bindim ve tarife uygun olarak üçüncü durakta indim ama yeri bulmam Hayri’nin söylediği kadar kolay olmadı, sorduğum kişilerin nedenini anlayamadığım çelişkili yönlendirmeleri sonucu çevrede bayağı dolaştım, belki onlar da bilmiyorlardı da bilgisizliklerini açığa vurmaktan garip bir utanç duyuyorlardı. En sonunda, kuytu bir köşede rastladığım ayakkabı boyacısı az ilerdeki dik yokuşu işaret ederek aradığım yere varmak istiyorsam onu tırmanmam gerektiğini söyledi, kendinden emin hali güven vericiydi. Gerçekten de yokuşun sonunda tam karşıma gelen gösterişli yapının üzerindeki kocaman tabelada Öykü Cinayetleri Masası yazıyordu. Binanın görünümü hem biraz ürkütücü hem de gülünçtü açıkçası, o andaki ruh durumunuza bağlı olarak bu iki algıdan birini seçebilirdiniz. Oldukça eklektik bir mimari zevkle tasarlandığını ve yapımının aceleye getirildiğini düşündüm, ama oldukça da eski görünüyordu. Çatıya doğru yükselen, kubbeler ve kulelerden oluşan karma şekil yığını göz alıcıydı, gövde kısmı ise öykünülmüş bir Osmanlı mimarisiyle masal kitaplarında tasvir edilen evlerin bireşimi gibiydi. Kocaman giriş kapısının önünde beni normal giyimli bir görevli karşıladı, şikâyet amacıyla mı yoksa bir kuşkuluyu ihbar etmek için mi geldiğimi sordu. Aslında durumumun her ikisini de kapsadığını, belli bir kategoriye sokmanın doğru olmayacağını söyledim. Bana kibarca eşlik ederek bir odanın önüne götürdü, kapıyı aralayarak içerdeki birine benim duymadığım bir şeyler söyledi. Sonra da o şahsın önemini vurgulamak isteyen bir ifadeyle odaya girmemi işaret etti. Özensiz giyimine karşılık eğitimli olduğu izlenimi veren orta yaşlı bir adam, kapının tam karşısındaki masada oturmuş, acemi kullanıcılara özgü bir tedirginlikle önündeki dosyadan bilgisayara bazı veriler giriyordu. Benimle zoraki ilgileniyormuş gibi yapmak için çok uygun bir konumdaydı. Ben 23
- Mavi Öyküler
konuyla ilgili kişiyim, şu an için adımı açıklamayı gerekli görmüyorum, dedi. Demek ziyaret nedeniniz bir şikâyet ve ihbarı birlikte kapsıyor diye ekledi, yüzüme bakma gereği duymadan. Bunun kategorize edilmesini istemiyormuşsunuz. Evet diye yanıtladım, olguların birbiriyle ilişkisizmiş gibi düşünülmesi bana mantıksız geliyor. Gözlüğünün üstünden bana bir saniyeliğine baktı, sanırım tipimi merak etmişti. Fazla ilgisini çekmemiş olmalıyım ki kayıtsızca önündeki işe devam etti ve tam olarak geliş nedeniniz nedir diye sordu. Bundan sonraki konuşma pek kısa sayılmayacağı için geri kalanını diyalog formunda aktarmayı daha uygun buluyorum. “Ben dördüncüyüm, yani öykü cinayetleri serisinin dördüncü kurban adayıyım, tehdit edildim.” “Önceki üç kişiyi biliyorsunuz anladığım kadarıyla”, diyerek klavyenin bir tuşuna hızlıca dokundu, sanki çok zor bir cümleyi noktalamıştı, önündeki ciddi işe benim yüzümden ara veriyormuş izlenimi yaratmak istiyordu kanımca. Gözlüğünü indirip bağlı olduğu zincirin ucunda, tam göğüs hizasında asılı bıraktı. “Aslında bilmiyordum, az önce tesadüfen uğradığım eski bir arkadaşımdan aldım bu bilgiyi. Güncel gelişmelere çok meraklıdır, dükkânında birkaç gazete bulunur, TV’de haberleri kaçırmaz. Konuyla ilgili bir masa kurulduğunu da ondan öğrendim.” Sözümü bitirdikten sonra vatandaşlık numaramın kendisine gerekli olduğunu söyleyerek kimliğimi istedi, yeniden bilgisayara dönerek bir şeyler yazdı. “Pek tutarlı bir geçmişiniz yok”, dedi sonra. Beni hiç de hak etmediğim bir suçluluk duygusuna sürükleyecek kadar umutsuz ve sıkıntılı bir ifade belirdi yüzünde bunu söylerken. “Sizden önceki kurbanlar da pek dikiş tutturamamış, genelde hayatın geri planında kalmış kişilerdi. Bu açıdan olay beklediğimiz şekilde gelişiyor, bir de lütfen konuşma tarzım sizde alınganlık yaratmasın. Burada uygun kelimeleri seçmek ya da konuklarımızı kırmamaya özen göstermek gibi lükslere sahip değiliz, zaman çok önemli bizim için.” “Neden? Kendisine bir hafta süre biçilen siz değilsiniz benim, geçmişimi araştırıp ayrıca bu yetmezmiş gibi zamanın önemi konusunda da bana söylev vererek zaman yitiren sizsiniz.” Mavi Öyküler -
24
“Demek sürenizin bir başkası tarafından belirlenmiş olmasını bir ayrıcalık olarak görüyorsunuz, böylelikle zamanın baskısını en iyi hisseden sizsiniz, bunu mu söylemek istediniz tam olarak?” “İkide bir tam olarak ne istediğimi sormayın, tamlık konusunda pek şanslı sayılmam ben. Buraya gelmem hiç kolay olmadı, çünkü ne arkadaşım ne de diğerleri yerinizi tam olarak tarif edemedi. Eğer o bilge boyacı olmasaydı belki de buraya hiç ulaşamayacaktım, yolu öğrendikten sonra da çok dik bir yokuşu tırmandım. Dolayısıyla bütün bu zahmetin boşa gitmesini istemiyorum, konuşmayı daha somut bir zemine çekersek sevinirim. Size işinizi öğretme niyetinde değilim elbette, ama bir psikanalist değil de polis müfettişi olduğunuzu hatırlatmak zorundayım ne yazık ki. Göreviniz geçmişin değil şimdinin izini sürmek olmalı.” “Bence yanıldığınız çok şey var, mesela o boyacı bilge filan değil bizim ekipten bir arkadaştır. Görevi yolunu kaybedenlere yardımcı olmak. Ayrıca şimdinin izi diye bir kavram yoktur, eğer bir iz varsa o geçmişe aittir. Bu nedenle rahat olun, ben ne yaptığımı biliyorum. Şimdi söyleyin bakalım, zamanın baskısı konusunda böyle şikâyetçi olan biri o zamanı iyi kullanmak yerine neden bir kahvede oturup çene çalmayı tercih eder?” “Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordum saf bir şaşkınlıkla, az öncesine kadar kendimi kuşatılmış gibi hissediyordum ama görevlinin bu sorusuyla işgalin gerçekleşip varlığımın ele geçirildiği kaygısına kapıldım. “Her şey şu an ekranda, tam karşımda. Teknolojiyi pek takip etmiyorsunuz anlaşılan, ama o sizi takip ediyor gördüğünüz gibi,” dedi, yaptığı espriden hoşnut olduğunu ifade eden bir gülümsemeyle. “O genç bayanla neden o kadar oyalandınız? İmkânsız arzularınızın canlılığını sınamak için uygun bir zaman mıydı sizce? Neler konuştunuz onunla?” “Madem bu kadar gelişkin bir iz sürücünüz var, bunları bana neden soruyorsunuz? Her şey kayıtlarınızda vardır nasıl olsa.” “Hayır, burada sadece olguların ana başlıkları yazılı, bir çeşit kısa haberler gibi düşünün. B.K binadan çıktı, B.K kahveye girdi, vesaire. Daha fazlasını gerektirecek önemde biri değilsiniz, 25
- Mavi Öyküler
en azından şu ana kadar değildiniz.” “Ya o olay? Beni tehdit eden kişi? O esnada izlenmiyor muydum?” “Az önce de anlatmaya çalıştığım gibi, olmanız gereken yerlerde bulunduğunuz sürece sorun yok. Ev ve işyeri gibi mesela. Sorun bu mekânların dışına çıktığınızda başlar, tabii sorun derken sizin için değil, bir başkası için.” “Kim bu başkası? Tanımlı bir özne kullanmaktan neden kaçınıyorsunuz? Ayrıca ortada ciddi bir çelişki, inanılmaz bir eksiklik var. Diyelim ben o sırada size göre olmam gereken yerdeydim ve izlenmeme gerek yoktu. Buna karşılık o, olmaması gereken bir yerdeydi ve sizin mantığınıza göre izlenmesi gerekirdi. Üstelik daha önce işlenmiş üç cinayetin katil adayı. Benim gibi hayatı boyunca kimseye zarar vermemiş birini belirlenen çizginin dışına çıktığında izliyorsunuz, ama böylesine karanlık bir şahsı izlemiyorsunuz? Bunu nasıl açıklayacaksınız?” “Sanırım beni pek anlamadınız, bu da normal. Çok açıklayıcı konuşmadım şu ana kadar. Az önce net bir özne kullanmaktan kaçınırken bilinçli davranıyordum, çünkü sizi biz izlemiyoruz. Vatandaşlık numaranızı girdim ve size ait bulgular önüme listelendi, kaynağı güvenilir ama belirli değil, bunu böyle kabul ederiz. Matematikle aranız nasıldır?” “İyidir genelde, unutmayın ben muhasebeciyim, sayılarla iyi geçinmek zorundayım. Buna karşılık öğrencilik hayatımda derslerin varlığına anlam veremedim, bu anlamı kavrayacak olgunluğa ulaştığımdaysa öğrenciliğim çoktan bitmişti. Sizin de bildiğiniz gibi hayatın hep gerisinde kaldım, şimdi de bu sorunuza anlam veremiyorum. Matematiğin konumuzla ne ilgisi var?” “Şöyle ki, matematikte bazı mantıklı kabuller yapmazsanız çözüme asla ulaşamazsınız. Dolayısıyla biz de o sizin belirsiz özne dediğiniz makam tarafından iletilen bilgileri doğru kabul ederiz, onun tercihlerini de. Bu durumda tehditçinizi değil de sizi izlemesine saygı duymak zorundayız. Bu tercih konusunda bazı tahminlerim var tabii, ama bunları açıklamak istemiyorum, sonuca bir faydası olmaz. Şimdi bize ve kendinize yardımcı olmak istiyorsanız soruları yanıtlayın lütfen. O kahveye neden girdiniz? O genç bayan kimdi ve onunla aranızda ne geçti?” Mavi Öyküler -
26
“Kahvelere genelde kahve içmek için girerim. Ben biraz tuhafımdır, en zor anlarda bile keyif veren alışkanlıklarımı yerine getirmeye çalışırım. Kıza gelince, fantastik edebiyat üzerine tez hazırlayan bir edebiyat öğrencisiydi. Yıllar var ki genç, güzel bir kadınla doyasıya sohbet etmemiştim, sanırım çenem açıldı ve ona bütün hayatımı anlattım neredeyse. Ama hayatım ilgisini çekmedi ne yazık ki, geçmiş üzerine konuşmaktan pek hoşlanmıyordu. Tam tersine, ölümümü izlemenin kendisi için daha cazip olacağını söyledi bir ara. Sonra da başıma gelen olayla ilgili sorular sordu, öykü yazmada bana yardımcı olup hayatımı kurtarmayı bile teklif etti, çelişkili ve coşkulu biriydi kısacası. Bir de basgitaristlerin ve muhasebecilerin çok şey bilmemesi gerektiğine dair bir önyargısı vardı.” “İnsanlar bu tür önyargıları kalıtsal olarak eskiden devralır, kullanır ve yeniye aktarır,” dedi büyük bir ciddiyetle. “Herkesin sadece kendi işini yapması, neyse o olması, bunun dışında başka bir şeyle ilgilenmemesi gerektiğini tekrarlar dururlar. İşin komik yanı, bu sabit fikrin Platoncu devlet anlayışının yurttaş tanımına dayandığını pek çoğu bilmez, bunu kendi fikirleriymiş gibi öne sürerler.” O an, dakikalardır ayakta olduğumu fark ettim, oysa son derece geniş bir odaydı ve içeride oturacak yer sıkıntısı yoktu. Koltuklardan birine gözüm takıldı ama adam pek oralı değildi, ayakta kalmamı ister bir hali vardı. “Bakın B. K.,” dedi. “Dik bir yokuş tırmandınız ve yorgunsunuz biliyorum. Size oturacak yer göstermediğim için de bana içerliyorsunuz. Fakat şunu unutmayın, buraya ulaşamayanlar da var. Dolayısıyla şu an benim karşımda olmanız bile yeterli bir ayrıcalık, daha fazla konfor talep etmemenizi öneririm. Ne o? Bütün bunları çok saçma ve gerçek dışı mı buluyorsunuz? Meraklanmayın, her şey en az sizin kadar gerçek. Çevrenize bakın, istediğiniz nesneye dokunun, ben dahil. Somut olmayan, elle tutulamayan herhangi bir şey var mı? Elbette ki hayır. Bu bir rüya ya da bir hikâye değil B.K. O hikâyeyi siz yazmak zorundasınız, eğer hayatta kalmak istiyorsanız. Çünkü bize pek yardımcı olmuyorsunuz ve bu durumda biz de sizi fazla koruyamayız.” “Ne demek istiyorsunuz?” diye bağırdım denetimsizce. “Ne gibi 27
- Mavi Öyküler
bir yardım bekliyorsunuz benden?” “Kaldığınız yerden devam edebilirsiniz, araya kişisel yorumlarınızı katmazsanız daha kolay ilerleriz. Bizi o genç kızın önyargılarından çok sizle olan bağlantısı ilgilendiriyor. Başka neler konuştunuz onunla?” “Hepsi bu kadar, zaten sonu hüsranla biten bir konuşmaydı, onu bir daha göreceğimi hiç sanmam.” “Bu kadar emin olmayın, sizden önceki üç kurban da ölmeden önce bir genç kızla temas kurmuşlar. Fakat kızların hepsi de farklı, bu nedenle oldukça geniş bir çete olduklarını düşünüyoruz. Şimdi anladınız mı bu konunun üzerinde neden bu kadar hassasiyetle durduğumuzu?” “Evet,” dedim, “oldukça hassas bir konu olduğu açık”. Ayakta durmaktan biraz yorulmuştum, bu da konsantrasyonumu etkiliyor, içine düştüğüm durumu gereğince ciddiye almamı engelliyordu. “Bana kendini Burcu Dila olarak tanıttı,” diye devam ettim. “İçimden bir his bu adın gerçek olmadığını söylüyordu. Hoş gerçek olsa ne değişirdi? Ben adların bireyleri değil bireylerin adları tanımladığına inanırım. Ama sadece can sıkıntısından kaynaklanan bir inanç bu, yaşamın tekdüze biçimselliğine bu tarz cılız tepkilerle karşı koymaya çalışırım bazen.” “Çok garip. Tekdüzeliğe karşı olduğunuzu söylüyorsunuz ama en tekdüze müzik aletini seçmişsiniz çalmak için. İnanın bana çelişkilerden bıktım artık. Tek bir iş günüm yok ki her şey çizgisel bir dinginlikte ilerlesin. Peki söyleyin bakalım, müzisyenliği de sıkıldığınız için mi bırakıp muhasebeciliğe başladınız?” “Hayır, bu konular göründüğünden daha karmaşıktır derinde. Basgitarın monoton vurguları, her ne kadar başına buyruk gözükseler de ön plandaki ezgi çeşitliliğini toparlayıp bu çokluğa bir anlam katarlar. Yaşamın ritmi de benzer bir işleve sahiptir, ama yine de insan bunalır. Belki şimdiye kadar o tekdüzeliği kaybetme korkusu yaşamadığım için bana öyle geldi hep, bilemiyorum. Diğer konuya gelince, cevabı çok daha somut ve basit. Hayatın acı gerçekleri diyebiliriz kısaca, müzik varlığımı hissetmemi sağlıyor ama o varlığı sürdürebilecek parayı kazandıramıyordu. Farklı biri olmak, babama benzememek gibi hedeflerim engellerlerle karşılaştı ve sonunda onun işini devraldım, evlenMavi Öyküler -
28
dim. O çok önemsediğim varlığım bölündükçe bölündü, toparlayamaz hale geldim. Aslında bir yandan müziği de sürdürmeyi düşünüyordum ama olmadı. Nedenini bilmiyorum. Garip, karşı konulmaz bir geçit geçmişimle arama girdi ve onu sanki hiç yaşanmamış kıldı. İşte hepsi kısaca böyle.” “Hayat... Hayat... Hayatla bayağı bir sorun yaşamışsınız gördüğüm kadarıyla. Eşinizi de kaybetmişsiniz sonra.” “Bu üzücü ve konuşmak istemediğim bir konu,” dedim irkilerek. “Hem şu anki duruma hiçbir katkısı olmaz” “Siz bilirsiniz. Ama unutmayın bizim için size ait her veri önemli. Bakın şu an tam sonuca ulaşmış değiliz ama bu cinayetleri kendilerine Yeni Hegelciler adını veren, şiddet yanlısı genç bir örgütün işlediğini sanıyoruz. Son derece tehlikeliler ve felsefeyi hunharlıklarının bir kılıfı olarak kullanıyorlar. Eğer az önce ettiğim kültürlü laflara bakıp şaşırdıysanız nedeni buydu, bu örgütle mücadele etmek için kendimizi geliştirmek zorunda kaldık. Fakat şu ana kadar tatmin edici bir sonuca ulaşamadık, böyle giderse yakında meslek değiştirebilirim. Anladığımız kadarıyla durum tam olarak şu: Bunlar geçmişinde çelişkisel bölünmeler olan sizin gibi insanları birer tin modeli olarak seçiyorlar sözüm ona. Onların yaşamının tez ve antitez aşamalarından geçtiğini ancak sentezin eksik kaldığını varsayarak bunu kendi yöntemleriyle gerçekleştirmeye kalkıyorlar. Ama dediğim gibi, bu sadece bir kılıf. Amaçlarıysa yok etmek. Sentezden anladıkları bu. Kısa sürede üç kişiyi öldürdüler ve biz bu eylemin hızla yayılmasından korkuyoruz.” “Peki benden öncekiler öyküyü yazmışlar mı?” diye sordum korkuyu yeniden hissederek. “Bundan emin değiliz,” diye yanıtladı çaresiz bir vurguyla. “Elimizde kesin bir belge yok.” “Bu arada sürekli çoğul kullanıyorsunuz, biz derken neyi kastediyorsunuz? Bina çok büyük, hatta ürkütücü bir büyüklüğü var. Ama bana sanki yalnızca kapıdaki görevliyle siz varmışsınız gibi geliyor.” “Bunda şaşacak bir şey yok B.K. Örgütün genişleme ihtimali dikkate alınarak bina özellikle büyük tutuldu, biz de göründüğümüzden daha fazlayızdır her zaman. Şunu da belirtmem gerekir, 29
- Mavi Öyküler
size ne yazık ki ekstra bir koruma sağlayamıyoruz. Sağlıklı iz sürmek için olayı akışına bırakmak zorundayız. Yapacağınız tek şey öykünüzü beğendirmek. Ama ondan önce şu ziyaretçinizden biraz bahsedin bakalım. Nasıl biriydi? Kendini size hangi adla tanıttı? Bunları sormayı unuttuğumu sandınız belki de, işimi iyi yapmadığımı düşündünüz. Gördüğünüz gibi burada hiçbir şey unutulmaz.” “Açık konuşmak gerekirse işinizi iyi yapmadığınızı düşünmem için tek neden bu olmadı. Diğer yandan, bu soruyu daha önce sorsaydınız da bir şey fark etmezdi. En güvendiğim özelliğim olan güçlü belleğimin bu konuda korkunç bir ihanetine uğradım. Adam beni tehdit edip gittikten sonra öyküsüyle birlikte büyük bir hızla silinmeye başladı. Aklımda kalan son kırıntıları da o kıza anlattım ama şimdi onları da hatırlamıyorum. Sanıyorum cinayetlerin sırrı burada yatıyor ve bunun hiçbir açılaması yok.” “Bu önemli bir bilgi”, diyerek yerinden kalktı. Odada perdeleri kapalı bir sürü pencere vardı. Hangisine yöneleceğine karar veremiyormuş gibi durakladı bir süre, sonra geri dönüp yerine oturdu. “Bu durumda,” diye söze başladı endişe verici bir yüz ifadesiyle. “Şansınızı deneyip onlara beğenecekleri bir öykü sunmanızdan başka çare yok gibi.” Hızla kapıya yöneldim, bir an kilitli olabileceğini düşündüm ve paniğe kapıldım. Neyse ki kilit filan yoktu, dış kapıyla oda arasında bulunan geniş ve boş koridoru koşarak geçtim. Tam yolun sonunda az önceki görevliye rastladım. Ürkek bakışlarla çevreyi süzen bir adam vardı yanında. Yokuşu hızla indim, boyacı bir müşteri ya da müşteri rolü oynayan birinin ayakkabılarını boyuyordu. Gün daha da büyülü bir güzelliğe bürünmüştü sanki. Ama artık dışsal, içinde olmadığım bir manzaraya bakıyormuş gibiydim, nesneler bir daha dönmemek üzere geri çekiliyorlardı, büyü buydu belki de. Şu an ofisteyim, önümde öykü, hakkımda verilecek hükmü bekliyorum. Septik aniden uykusundan fırladı ve kuşkuyla kapıya yöneldi, ayak sesleri duydu sanırım. O hep şimdiyi yaşadığı için algıları benden çok daha güçlü. Mavi Öyküler -
30
p
“HER ŞEY TAM İSTEDİKLERİ GİBİ!” “Döndür Başımı Gözbağcılık!” | İlkay Atay Salonun sıcak havası ve tütsülenmiş kokuları gevşetici bir etki yaratıyordu. Tüm koltuklar doluydu. Tüm biletler satılmıştı. Burası kentin en gözde tiyatro salonuydu. Yıllar boyu seyircisi hiç eksik olmamış, her zaman başarılı oyunların ve sihirbazlık gösterilerinin sahnelendiği çekici bir mekân olma özelliğini korumuştu. O gece özel bir gösteri olacaktı. Daha bir ay öncesinden afişleri şehrin tüm sokaklarını doldurmuştu. Afişlere bakılırsa Hindistan’dan gelen gizemli bir adam olağanüstü sihirbazlık numaralarıyla dolu alışılmadık bir gösteri hazırlamıştı. İşte o gün gelip çatmış, tüm salon ağzına kadar dolmuştu ve herkes gösterinin başlamasını bekliyordu. Seyirci beklemekten huysuzlanmaya başlamıştı. Gölgelerin arasından siyahlara bürünmüş bir adam çıktı. Sahne üzerinde güçlü bir yürüyüşü vardı. Sahnenin tam ortasına gelince durdu ve tek ayağı üzerinde etkileyici bir şekilde, hızla dönerek bakışlarını seyirciye yöneltti. Ardından hipnotize edici, kalın ve doygun bir sesle konuştu: “Bayanlar ve baylar! Hepinizin bildiği gibi, bu gece özel bir konuğumuz var. Bizlere daha önce hiç görmediğimiz türden bir gösteri sunacak. Büyük olasılıkla aranızdan birçokları bu gösteriden nefret edecek, bazıları ise başlarına gelen en iyi şey olarak değerlendirecek. Her iki ihtimalde de, farklı bir deneyim yaşayacağınızı garanti ediyoruz. Beklemekten yorulduğunuzun farkındayız. Sabrınızı takdir ediyor ve sizi aradığınız zevkten daha fazla mahrum bırakmamak üzere perdemizi açıyoruz.” Siyahlara bürünmüş adam sunumunu bitirdikten sonra yeniden gölgelerin arasına ilerleyerek gözden kayboldu. Kaybolur kay31
- Mavi Öyküler
bolmaz perde ağır ağır açılmaya başladı. Açılmakta olan perdenin ardından salona doğru yoğun bir buhar püskürdü. Buharın içinden yüzlerce yarasa fırladı ve ciyak ciyak sesleriyle salonda daireler çizerek seyircileri telaşlandırdılar. Derken yeniden sahnedeki buhara doğru pike yaptılar ve dumanla temas ettiklerinde tüm yarasalar dumanın bir parçası haline geldiler. İşte o an itibariyle sahnede uzun boylu cübbeli bir adam beliriverdi. Elinde sıkıca tuttuğu asasını havaya kaldırdı ve bağırdı: “Veritas Lux Mea! Veritas Lux Mea!” Yıldırımlar çaktı, depremler oldu, seyirciler korku ve hayranlık karışımı duygularla birbirlerine sarıldılar. Ortalık sakinleşince sahnedeki adam numaralarına devam etti. Tavşanlar, şapkalar, ikiye bölündükten sonra herkesi hayretler içinde bırakarak yeniden birleşen kadınlar, dolabın içine girip yok olan, sonra yeniden ortaya çıkan adamlar ve daha birçoğu... Seyirciler uzun süre büyük bir keyifle sihirbazın numaralarını izlediler. Ve sonra sihirbaz, daha önce kimsenin duymadığı o büyülü sözleri söyledi: “Numaralarımı açıklayacağım!” İnsanlar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Olacak şey değildi doğrusu. Bir sihirbazın numaralarını açıklaması görülmüş şey değildi. Ah, tamam... Bu da oyunun bir parçası olmalıydı. Alışılmadık bir numara daha yapacaktı herhalde. Seyirciler merakla sihirbazın ne yapacağını beklediler. Ancak hiç de bekledikleri gibi olmadı. Bu bir oyun değildi. Sihirbaz gerçekten de söylediği üzere yaptığı numaraların hilelerini açıklıyordu. Kimse gördüğü şeylere ne tepki vereceğini bilemiyordu. Sihirbaz yılmaksızın tek tek tüm oyunlarını ifşa etti. Tüm salonda mırıltılar aldı başını gitti. İnsanlar memnuniyetsizliklerini ifade edercesine sihirbaza küstah bakışlar fırlatıp, hiç de bir numarası yokmuş manasında “aa, uu” şeklinde sesler çıkardılar. Kandırılmış olmalarının yüzlerine vurulması hiç de hoş bir duygu değildi açıkçası. Her ne kadar gösteriyi izlerken kandırıldıklarını biliyor olsalar da; bu durum, bu şekilde yüzlerine vurulmamalıydı diye düşünüyorlardı. Daha az önce zevkten dört köşe olarak seyrettikleri oyunların aslında çok basit hilelerinin olduğu gerçeğini görmek ölümcüldü. Seyirciler salonu terk ettiler. O gece şehrin sokaklarını Mavi Öyküler -
32
huzursuz bir sessizlik kapladı. Sabaha karşı insanlar evlerinde kâbuslar görerek uyandılar. İlerleyen günlerde tiyatro salonunda yeni oyunlar oynanmaya devam etti; ancak artık kentin bu en gözde salonuna kimse gelmez olmuştu. Birkaç ay içinde salon sahibi iflas etti ve kepenkler indirildi. Hintli sihirbaz günün birinde, tiyatro salonunun kapanmadan önce bulunduğu dar sokaktan geçerken dehşet içinde kalarak fark etti ki sokağa bir sinema salonu açılmıştı. İnsanlar bilet gişesinin önünde tüm sokağı kaplayan, diğer sokaklara kadar dolup taşan uzun kuyruklar oluşturmuşlardı. “Her şey tam istedikleri gibi!” diye söylendi Hintli sihirbaz ve kimseye fark ettirmeden bembeyaz bir güvercine dönüştü. Güvercin kanatlarını çırparak güneşe doğru yükselirken aşağıdaki kentte insanlar, her gün yeni bir film izlemeye devam ettiler...
p
“ÖZGÜRLÜĞÜN DİKENİ AÇLIKTI” “Acayip Sesler Senfonisi” | Ruhşen Doğan Nar Çok uzaklardan gelen yorgun yağmur bulutları şehre ilk adımını atar atmaz Rüzgâr kendisini sokaklara bıraktı. Uzun, sarı saçlarını bir o yana bir bu yana sallayarak göğe ulaşmaya çalışan ruhsuz apartmanların arasında koşmaya başladı. Dolgun, kırmızı dudaklarıyla ıslık çalmaya çalışıyor; ama beceremiyordu. Dudaklarının arasından çıkan tek ses şuydu: fuf... fuf... fuf... Yağmur bulutları ise Rüzgârın bu neşeli halini paylaşıp onunla birlikte eğlenmek istiyor; ancak geçtikleri o kadar şehrin pisliğini ve günahlarını omuzlarında hissettikçe içleri sıkıntıyla doluyor, yağmuru ve gök gürültüsünü başlatacak son günahı daha bir sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bu şehirden doğacak son günah, şehrin semalarını işgal eden yağmur bulutlarının tek umuduydu. Ayriyeten onların uzun süredir kendileriyle beraber bir şehirden diğerine bıkıp usan33
- Mavi Öyküler
madan taşıdıkları günahlardan tek kurtuluş yoluydu. Hiç bitmeyecekmiş gibi yağacak ve yağdığı şehri baştan sona günahlara boğacak, günahları günahlarla kazıyacak yağmurun habercisiydi son günah. * Rüzgâr’ın o gece keyifle koşuşturduğu sokaklardan birinde bir işsiz genç, küçücük odasından balkona açılan pencereyi kullanarak balkona çıkmış ve paslı balkon demirlerine tutunup aşağıyı seyre dalmıştı. İnce parmakları yükseklik korkusundan ötürü paslı demirlere kenetlenmişti. O sırada anne ve babası salonda kendilerinden geçerek saçma sapan bir dizinin uzun mu uzun bir özetini izliyordu. Gencin balkon demirlerinin üstüne çıkıp dengesini sağlaması ve aşağıya balıklama, kafa üstü atlaması hemen hemen iki saniye sürdü. Yedinci kattan zemine çarpmasıysa bir buçuk saniye. Yirmi bir yıldır dünya gezegeninde yaşayan bir canlının ölümüyse kafatasının soğuk kaldırım taşına çarpmasıyla bir göz açıp kapama süresinde meydana geldi. Parçalanan kafatasından porçk sesinin çıkmasının ardından pembemsi beyin, yirmi yılı aşkın süredir hapsolduğu yerden kurtulup kaldırıma sıçradı. Rahat bir nefes alıp özgürlüğün ilk soluğunu içine çekti. O sırada ailesinin izlediği dizinin özeti sonunda bitmiş, bol reklâmlı asıl fasla geçilmişti. Heyecanlı mı heyecanlı dakikalar onları beklemekteydi. Bu bekleyişte yalnız değillerdi. Ailesi televizyon tarafından hipnotize edilen milyonlardan sadece ikisiydi, başka bir şey değil. Ne bir eksik ne de bir fazla. * Son günaha kendi gözleriyle şahit olan kara yağmur bulutları artık dayanamayacaklarını fark etmiş ve ilk yağmur damlalarını şehre göndermişlerdi. Yıldızları ardında saklayan bulutlar günah çıkarmaya nihayet başlamışlardı. Rüzgâr, yağmurun yağması ile birlikte gülücüklerini balon yapıp bulutlara salmıştı. İnsanlar göremiyordu; ama gökyüzü rengârenk, sırılsıklam baMavi Öyküler -
34
lonlarla doluydu. Aslında Rüzgâr’ın da gözleri görebilseydi belki o da insanlar gibi bu balonları görme şansını kaybedecekti. Herkes Rüzgâr kadar bu durumdan memnun değildi. Kebapçıdan karnı tıka basa dolu çıkan ve hazımsızlık sorunu yaşayan bir adam, evine yürürken sırılsıklam olacağını adı gibi biliyordu. Zaten yediği son Adanalar midesine oturmuştu. Kebaplar sanırım fazla acı gelmişti. Evine giden dik yokuşu tırmanırken mide suyunun ağzına geldiğini fark etti. Ekşimsi tat ile yüzü de ekşidi. * Sağanağa dönen yağmurun altında köpekler gibi ıslanan bir köpek boş boş sokakları dolaşıyordu. İçinde bir boşluk vardı; hem de ne menem bir boşluk. Bir türlü anlam veremediği hem cismi hem de manevi özelliklere sahip garip bir boşluk. Aslında farkında değildi; ama o büyük boşluk midesindeydi. Bir şekilde o bomboş mideyi doldurması gerekiyordu. Ne olursa olsun bir şeyler girmeliydi midesine. Yoksa yarın ya da öbürsü gün açlıktan it gibi geberecekti. Son çare olarak şu sefil hayatında en çok güvendiği organı kullanmaya karar verdi ve burnunu sonuna kadar açıp etrafı kokladı. Islak, salyalı burnundan nıf nıf sesleri çıkararak bir güzel taradı çevresindeki bütün kokuları. Bir nevi etrafın koku röntgeni çekti; fakat ortalıkta işe yarar koku bulamadı. Şöyle yarısı yenilmiş bir hamburger ya da iyice sıyrılmamış tavuk kemikleri çok makbule geçerdi. Karnı guruldayarak köpeğin bu fikrine onay verdi. * Tahmin etmiş olduğu gibi donuna kadar ıslanan adam, evine giden yokuşun sonuna vardığında oflayıp puflayarak biraz soluklandı. Kendini bildi bileli yokuş çıkmaktan nefret ederdi. Kaderin ördüğü ağa bakın ki çocukluğundan beri oturduğu her ev dik bir yokuşun sonundaydı. Ömrü dik yokuşları çıkmakla geçmiş, yaşlandıkça dik yokuşlar daha da bir dikleşmiş çekilmez bir hale gelmişti. Kim yaşlanmıştı, dik yokuşlar mı yoksa kendisi 35
- Mavi Öyküler
mi? Bilmiyordu. Böyle gereksiz sorularla uğraşacak vakti yoktu. Dinlenmeyi bırakıp yoluna devam ettiğinde gözü ilerideki bir köpeğe takıldı. Her gün sokakta gördüğü sıradan bir itti. İşin kötü yanı itin tam da onun oturduğu apartmanın girişinde durmasıydı. Nedense birini bekler gibi bir hali vardı. Köpeklerden tırsardı, tırstığı kadar iğrenirdi de. Evinde köpek besleyenlere hayret eder, köpekleri salyalı ağızlarından öpen insanlara şaşar kalırdı. Kısacası hayvanlarla aynı evde yaşamayı iğrenç bulurdu. Ona göre hayvanların yurdu dışarısıydı. Yavaş adımlarla köpeğe yaklaştı. Yerden bir taş alıp fırlatmaya hazırlandı. Köpekle göz göze gelmeyi, sonra atarmış gibi yaparak köpeği oradan uzaklaştırmayı düşünüyordu. Ancak köpek arkasına bakmıyordu, çok meşgul olmalıydı. Köpek kaşınmıştı, köpeğin apartmanın kapısında işi neydi, değil mi? Ondan günah gitmişti. * Aç karnını az da olsa doyuran köpek, sırtına taşı yedi ve vik vik diye inleyerek apartmanın önünden istemeye istemeye uzaklaştı. Fazla da uzaklaşmadı; çünkü daha etin yarısından fazlası hâlâ sokağın ortasında onu bekliyordu. Şu zamanda kim et bulmuştu da o bırakıp gidiyordu! Böyle bir fırsat sokak köpeklerinin başına ayda yılda bir gelirdi. Geldiğindeyse dolusuyla başka köpekle bir dilim et için kavga etmek zorunda kalırlardı. Sokak köpeği olmak zor işti. Özgürlük denilen şey zorluklarla boğuşmaktan geçiyordu. Boynunda tasması yoktu; ama çoğu gece aç yatıyordu. Özgürlüğün dikeni açlıktı. Oysa şimdi ne güzel etrafta başka bir köpek yokken o etleri keyifle mideye indirebilirdi. Ama şansa bakın bu sefer de bir insanoğlu yoluna çıkmıştı. Köpek bıraksa insan, insan bıraksa köpek. Anlaşılan rahat yoktu ona hiçbir zaman. Köpek, adamın hemen oradan uzaklaşması ve başka köpeklerin de etin kokusunu almaması için dua etti. Duası göklere çıkarken yağmur bulutlarını delip deşik etti. Duası belki adrese ulaştı belki de ulaşamadı. Mavi Öyküler -
36
* Aç köpeği tam sırtından vuran tok adam, apartmanın önünde sere serpe yatan cesedi gördüğünde gözlerine inanamadı; ama gerçekler ne yazık ki açık seçik önünde duruyordu. Ölünün gözleri gözlerindeydi. İlk önce gözlerinin gördüğüne inanması, sonra da beyninin bu görüntüye onay vermesi gerekiyordu. Gencin ikiye ayrılmış kafatasının içinde biriken kanı ve kaldırıma saçılan, bir kısmını aç köpeğin yediği pembemsi beyin parçacıklarını gördüğünde yarım saat önce yediği tüm kebapları böğürerek kustu. Yarısı mide asitleriyle hazmedilmiş yemek parçacıkları ile yarısı yenilmiş beyin parçacıklarının birleşimi ve bunları çepeçevre kaplayan kurumuş kanın oluşturduğu görüntü gökte duran bulutları bile rahatsız etti. Gözlerini kapatıp şehirden uzaklaşmaya karar veren bulutlar Rüzgâr’ın elini tutup şehrin kapılarına yöneldiler. Tüm kir ve paslarından kurtulan bulutlar bembeyaz olmuş, omuzlarındaki ağır yükten kurtulmuş bir şekilde şehri terk-i diyar ettiler. * Cesedi görür görmez midesinde ne var ne yoksa dışarı boşaltan adam, karşısındaki görüntüye alışır alışmaz cep telefonunu çıkarıp polisi ve hastaneyi aradı. Tabii bunu yaptıktan hemen sonra gencin atlamış olduğu apartmanın zillerini şakacı çocuklar gibi baştan sona çalarak apartman sakinlerini uyardı. Apartmandakilerden kimi zil sesini duyup da duymazlıktan geldi. Kimisi zil sesiyle pencereden dışarı baktı; apartmanın önünde tanıdık görmeyince aşağıdaki adamın ne söylemeye çalıştığını bile dinlemeden içeri girdi. Kimisiyse yine sakar birileri yanlışlıkla bizim zili çalmıştır diyerek kıllarını kıpırdatma zahmetine girmedi. Tüm apartman sakinleri içinde durumu en vahim olan asıl grup ise hipnotize olanlardı; yani zilin sesini duyamayacak kadar televizyona odaklananlar. İşte ölen gencin ailesi de bu vahim gru37
- Mavi Öyküler
bun içindeydi. Aslında gıcık mı gıcık olan zilin sesini kulakları duymuştu, zaten o ölü uyandıran sesi duymamak imkânsızdı; fakat anne ve babanın beyni televizyonda gördükleri entrikalarla o kadar meşguldü ki, kulağın duyup algıladığı ve akabinde beyne gönderdiği sesi beyin yorumlayamadı. * Midesini tekrar doyurmak için evine çıkmaya karar veren adam, ölen gençle yıllarca aynı apartmanda oturmuş; ama kaderin cilvesine bakın ki bir kez bile onunla karşılaşmamıştı. Zaten kendini apartmandan aşağı atan gencin hangi evde oturduğunu bilse akşam akşam bütün zilleri çalıp insanları rahatsız etmez, doğrudan gencin oturduğu eve çıkardı. Ama bilmiyordu. Vatandaşlık görevini yapmış, yetkililere haber vermişti. Bundan sonrası onların işiydi. Evine çıkmadan önce gence son bir bakış attı; gencin karanlıkta pırıl pırıl parlayan açık kalmış mavi gözlerini kapattı ve asansöre bindi. Adam inleyerek çıkan asansörde, boşu boşuna yediği kebaplara o kadar para bayılmış olmaktan dolayı mutsuzdu. * Çöp kutusunun arkasında pusuya yatan köpek, evine çıkan adamın ortalıkta gözükmemesini fırsat bilerek yarım kalan ziyafetine devam etti. Kırç kırç sesler çıkararak kaldırım taşlarına dağılmış beyin parçacıklarını keyifle parçaladı ve mideye indirdi. Karnı doymuştu; ama önünde bu kadar et dururken midesini doyurup oradan uzaklaşması akıllıca olmazdı. İyice yemeli, tıka basa doymalıydı. Onu bekleyen aç günler için de midesini doldurmalıydı. Daha yarım saat önce açlıktan ölecek köpek şimdi fazla yemekten karın ağrıları çekiyordu. Beyin parçacıklarından sonra ziyafete cesedin el parmaklarından başlamış dirseğe kadar gelmişti. Artık cesetten bir lokma dahi alacak durumda değildi. Su yerine kaldırım taşlarının arasında yarı pıhtılaşmış kanı içti ve apartmanın yüz metre ilerisindeki çayıra doğru yürüdü. O gece delikMavi Öyküler -
38
siz bir uyku çekecekti. * Gözlerinden uyku akan polis memurları olay mahalline ulaştığında cesedin etrafını köpekler sarmış, bir o yandan bir bu yandan cesedi çekiştiriyorlardı. Polis aracından inen genç polis küfürler savurarak köpekleri kovdu. Genç polisin gördüğü manzara ne yazık ki kebap yiyip kusan adamın gördüğü manzaradan çok daha fenaydı. Kolları ve bacakları olmayan, iç organları dışarı çıkartılmış, kafatası bir çanak gibi parçalanmış ceset demeye bin şahit gerektiren bir ceset. Kıdemli polis bu görüntü karşısında genç meslektaşı kadar etkilenmedi. Gözlerinin önüne askerde mayına basan arkadaşının hali gelmişti. Cesetler her zaman çirkindi; ama parçalananlar daha da çirkin. “Nerede kaldı şu ambulans?” diye sordu ve sigarasını yaktı. Diğer polis ise cesedin üstünü kapatmak için arabadan gazete getirdi. * Bir saat içinde capcanlı bir varlıktan parçalara ayrılmış bir et yığınına dönen gencin annesi ve babası hâlâ televizyon karşısındaydı. Bir saat içinde on kere izledikleri aynı reklâmı bir kez daha izliyorlar ve işin garip yanı yine reklâmdaki aynı espriye bir kez daha aynı içtenlikle kahkahalar atarak gülebiliyorlardı. Pat pat sesler çıkararak yukarı koşan bir komşu, gencin oturduğu evin kapısını yumrukladı: tok… tok… tok… Keyifsiz keyifsiz ayağa kalkan babanın sırtı kütürdedi, iki saattir hiç kalkmadan aynı koltukta oturuyordu. Kapı gıcırdayarak açıldı ve komşu korkulu gözlerle kötü haberi verdi: “Mert, Mert intihar etmiş abi. Balkondan atlamış ölmüş. Cesedi aşağıda.” Baba, hiç istifini bozmadan esnedi. Ağzını fazla açtığından dolayı olsa gerek çenesi kıtırdadı. Sakin adımlarla 39
- Mavi Öyküler
salona girdi. Paltosunu giydi ve hâlâ hipnotize durumda olan karısına seslendi: “Hanım, oğlan intihar etmiş. Cesedine bakmaya gidiyorum. Sen diziyi izlemeye devam et, geldiğimde bana anlatırsın.” * Bulutlar ve Rüzgâr şehri çoktan terk etmiş olduğundan ötürü bulutsuz gökyüzü yıldızlara kalmıştı ve ne güzeldir ki o gece binlerce yıldız gök kubbeyi süslemişti * * * * * * * * * * * *
p
“ALEV ALEV BAŞLANGIÇLAR VARDI” “Güneş Çocukları” | Ayşe Korkmaz İlham perisi flütünü üfledi. Mi sesiyle yaptı çıkışını. Ressama güvenli bir ortam hazırlayarak, yaratıcı gücün sınırlarını zorlamak istedi. Keşfedilmemiş koskoca bir evren vardı tuvalde. Her fırça darbesi, bu evrene yapılan başka bir yolculuktu. Paletine sarı doldurdu ressam. Uzak bir noktaya güneşi çizdi. Hayata dair en büyük umutlar güneşte gizliydi. Çevresine gönderdiği ışınlar, yeni yaşamların başlangıcı olacaktı. Fazla zamanımız kalmadı. Ölüm, bizim için artık kaçınılmaz... Bir keskin bıçak, hayatla olan bütün bağımızı koparacak. Sonra, sonsuza dek susacağız. Öldüğümüzü kimse duymayacak. Gelişimiz gibi sessiz olacak gidişimiz. Korkmuyoruz. Gerçeklerle yüzleşmeyi biliyoruz. Elimizden gelen her şeyi yapmış olmak, acımızı büyük ölçüde hafifletiyor. Fa sesi ressama iyimser bir duruş sağladı. Sarıyı maviyle karıştırdı paletinde. Yeşil renk, tuvali dengeledi. Geleceğe uzanan yeşil bir yol yaptı. Bu gizemli yolun her iki tarafında ağaçlar vardı karşılıklı. Geçecek olanları kutsarcasına, birer bilge olgunluğunda, dallarını yere doğru eğdiler. Mavi Öyküler -
40
Biz, bir grup bilim insanıyız. Bütün yanlışlarımızın bedelini ödedik, birbirimize ve çevremize verdiğimiz zararların acısını hep birlikte çektik. Hırs, öfke ve rekabet kavgalarıyla, heba oldu yıllarımız. Daha fazla utanç duymamak için her şeyi geride bırakıp, kendimiz ve tüm insanlık adına yeni bir sayfa açmak istedik. Bu iş için Dünya’dan milyonlarca ışık yılı uzaktaki Helios adını verdiğimiz gezegeni seçtik. İlham perisi sol sesini üfledi. Bu ses ressamda sınırsız bir özgürlük hissi uyandırdı. Paletini maviyle doldurdu. Gökyüzüne uzanan, mavi dağlar çizdi. Güçlü ve sağlam duruşlarıyla çok uzaktan bile fark edilebiliyorlardı. Yıllar süren yorucu ön çalışmaların sonucunda Helios’da yaşayabileceğimize karar verdik. Sömürünün cilalanıp pazarlandığı, yaşam kaynaklarının tüketildiği, çirkin hesaplarla, insanın insana düşman edildiği Dünya’dan arkamıza bakmadan kaçtık. Bizim gibi düşünen az sayıda kişiyi ırk, dil, din, mezhep gözetmeksizin yanımıza aldık. Bu kızıl atmosferin ve bulutsuz göklerin altında, sonuç ne olursa olsun geri dönmeyeceğimize dair ant içtik. La sesi ressamı melankolik bir havaya soktu. Paletindeki maviye siyah kattı. Dağların önünden akıp giden lacivert bir nehir yaptı. Nehrin suları dingindi. Akmaktan yorulmuştu belki. Ya da, bütün mekânlara ulaşmış, bütün görevlerini tamamlamıştı. Yeşil yol, bu nehrin önünde son buluyordu. Dünya’nın doğal dengesi bozulmuş, toprak, çatlak, pas rengi bir görünüme bürünmüştü. Deniz seviyesinin yükselmesi sonucu birçok ülke su altında kalmıştı. Bazı bölgelerde insanlar sıcaktan ölüyor, depremler, kasırgalar ve bulaşıcı hastalıklar gitgide artıyordu. Ama en büyük dram güneşin küsmesiyle gerçekleşmiş, hayat, uçsuz bucaksız bir karanlığa gömülmüştü. Si sesi, ressamda negatif bir etki yarattı. Bilinçaltındaki nevrotik duyguları harekete geçirdi. Maviyle kırmızıyı karıştırdı. Tuvalin en altına boylu boyunca, loş, ışıksız bir kuşak yaptı. İntihar eğilimli, mor insanlar çizdi. Korku ve stres içinde, her biri ayrı bir yöne koşuyor, yitirdik41
- Mavi Öyküler
leri yaşamın matemini tutuyorlardı. Soylu duruşlarıyla maskeledikleri saygısız ve kaba kişilikleri yüzünden asla bir bütün olamayacaklardı. Bu bölümü resimden yatay bir çizgiyle ayırdı. Yetkililer, artık karar vermek durumundaydılar. Ya başka gezegenlerde yeni yerleşim yerleri kuracaklar ya da Dünya’yı yeniden yaşanır hale getireceklerdi. Birkaç gezegen bulundu. Ama hiçbiri, insan organizmasının uyum sağlayabileceği kapasitede değildi. İnsanlar, üzeri enerji kalkanları ile örtülü alanlara toplandı. Dünya’da her şey sıfırlanıp yeni bir yaşam oluşturulacaktı. Do sesini üfledi ilham perisi. Ressam tutkuyla devam etti resmine. Kafasında alev alev başlangıçlar vardı. Paletini kırmızıyla doldurdu. Nehrin üzerinden geçen kızıl bir köprü yaptı. Çarpıcı görünümü, sağlamlığı ve yoğun enerjisiyle ayakları yerden kesecek, güçlü bir önder gibi yeni bir hayatın kapısını aralayacaktı. Biz, bütün bu çabaların işe yaramayacağını düşünüyorduk. Yeni bir hayata başlamak için öncelikle, bilinçli bireyler yaratılması gerekliydi. Güneşe âşıktık. Özgürlük, eşitlik ve adaleti savunuyorduk. Hiç kimsenin birbirini yönetmediği, ekonomik ve politik anlamda herkesin eşit olduğu, sınıfsız bir toplum istiyorduk. İlham perisi, bu kez re notasını seçti. Ressamı hareketlendirmek, tuvale canlılık vermek istedi. Sarıyla kırmızıyı karıştırdı ressam. Yüksek hedefler vardı kafasında. Yeşil yolun önüne el ele tutuşmuş turuncu insanlar çizdi. Yüzlerinde kocaman birer tebessümle, halka oldular. Bir avuç insan, milyonlarca insana dönüştü. Helios, çifte güneşi, yeşil denizleri ile tam düşlediğimiz gibi bir gezegendi. Önce barınaklarımızı ve bilimsel çalışmalara devam edebileceğimiz laboratuvar ortamlarını oluşturduk. Toprağı zehirli maddelerden temizleyip yapay gıdalarla zenginleştirerek tarıma ağırlık verdik. Yaşamımızı etkileyebilecek her türlü olumsuzluğu çözdük. Her geçen gün biraz daha gelişiyor, daha önce görülmemiş türde bir uygarlık yaratma adına tüm gücümüzle çalışıyorduk. Mavi Öyküler -
42
Ancak, bir süre sonra bizi çaresiz bırakan, çok önemli bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Gezegen yüzeyindeki yoğun demirin oluşturduğu manyetik alan, organizmalarımızı reddediyordu. Kendimizi her geçen gün çok daha yorgun hissetmeye başladık. Zayıfladık, rengimiz soldu, ayakta duramaz hale geldik. Kısa bir süre sonra öleceğimizi biliyorduk. Artık ışığını yüzümüzde hissettiğimiz parlak güneşler bile hayatta kalmamızı sağlayamazdı. Re sesinin verdiği can çekişme duygusu ilham perisini yeniden harekete geçirdi. Yedi nota sonunda hikâye bitmiş olmalıydı. Ama bu son onu tatmin etmedi. İkinci kez mi sesini verdi. Böylece dizi tamamladı. Paletine sarı doldurdu ressam. Dağların arasındaki güneşin yanı başına ikinci bir güneş çizdi. Sarı başaklar verdi turuncu insanların ellerine. Emin adımlarla, güneşe doğru, yola çıktılar. İlham perisi ve ressam, uzun uzun incelediler resmi. Notalar renge, renkler enerjiye dönüşmüş, hikâye bitmişti. Güneşlerin arasından sessizce geçip, tuvalin derinliklerinde kayboldular. Pişman değiliz. Her şeyi insanlık için yaptık. Ölüm pahasına da olsa, Dünya’ya dönmeyi aklımızdan bile geçirmedik. Gezegene uyum sağlayamama olasılığını daha önce de düşünmüştük. Hiçbir şeyi şansa bırakmadık. Uygulayabileceğimiz bir kriz planı mevcuttu. Anne karnına benzer yapay ortamlar geliştirdik. Genlerimizden bütün olumsuz özellikleri çıkarıp, yeni ceninlere kodladık. Organizmalarını manyetik alana uyarladığımız iki düzine bebek Helios’da yaşamlarını devam ettirmekte... Onlar belli bir olgunluğa ulaşınca, makineler devre dışı kalacak. Sonraki yaşamlarını düzenlemeleri için yapmaları gereken her şey hafızalarında yüklü. Bu kusursuz koloninin adı Güneş Çocukları olacak. Güneş uğruna ölen bizler, yerimizi Güneş Çocuklarına bırakıyoruz.
p
“İÇİMDEN KOCAMAN BİR NEHİR TAŞTI” 43
- Mavi Öyküler
“İki Gün Sonrası” | Ahmet Büke Kırmızı ayakkabıları vardı. Eteğinin havalanan uçları, beyaz tenini güneşe açtıkça ayakkabıları daha da görünür oluyordu. Topuklarını öper gibi içine alan ve bileklerini kavrayan şeritleri kırmızıya boyalı ayakkabıları vardı. İğde ağaçlarının birbirine sarılığı sokağı geçerken taş kakmalı yolun üzerinde tıkırdadı. Yaylanarak yürüdü. Saçlarını tekrardan geriye attı. İşte tam da o anda omuzlarına tutunan ve biteli çok olmamış, üstelik hâlâ terle karışık koku ve titremelerle dolu eski sevişmelerinden birisi sokağa yuvarlanıverdi. Düşürdüğünün farkına varmadı. Çünkü daha sırtı ürpermeden bir başkası gelip ona sarılmıştı bile. Geride kırmızı lekeler bırakarak kaldırıma çıktı, köşeyi döndü. Kayboldu. Güneşi kovalayan bulutlardan birisi çok koşturup muradına erdi. Beyaz butlarıyla ışığı kesti. Rüzgâr da çıktı biraz. Kıştan kalan yapraklar titreyerek havalandılar, yola yayıldılar. Yolda sessizce ve biraz da korku içinde yatan eski sevişmenin üzerinde daireler çizip durdular. Ekmekçinin arabası hızla geçti. Yapraklarla birlikte eski sevişme de savruldu kaldırıma doğru. Arabayı takip eden köpeklerden birisi durdu önünde. Hemen farkına varmıştı. Kokladı uzun uzun. Çok da açtı. Oturup ıslak burnuyla karnına dokundu. Çok açtı. Kaybolan ekmek arabasının ardına takılan ve giderek zayıflayan ekmek kokusunu çekti içine. Yine de diğerleri gibi gitmedi. Kadının omuzlarından düşen eski sevişmeyi ağzına alıp, ama dişlerinin arasında adeta yumurta taşır gibi, nazikçe uzaklaştı. Tahtırevanları, kaydırakları ve her şeyi çoktan bozulmuş eski parkı çeviren çitlerin deliklerinden birinden içeriye girdi. Zincirleri koptuğu için kalan iskele demirleri idam sehpasını andıran ve bu yüzden çocukların asla yüz vermediği salıncağın altına gidip yattı. Eski sevişme, uyumak üzere olan köpeğin gevşeyen çenesinin arasından usulca yere sıyrıldı. Gidip yanına vardım. Tanıdım onu. Köpek hırladı. Mavi Öyküler -
44
Baskıcının dükkânındaydım. “Nasıl olmuş?” Boyalı parmaklarını şıklatıp afişi uzun tahta masanın üzerine serdi. İçimden kocaman bir nehir taştı. “Müthiş olmuş. Yarına kadar kaç tane basarız?” Dükkânın camlarını kapatan perdelere doğru kuşkuyla baktı. “Burada çoğaltamam. Onun için başka yer bakacağım.” “Ama…” “Aması yok bunun. Bunları asamadan enselenmek mi istiyorsun?” Koridordan gürültü geldi. Kapıya yürüdüm. Baktım. Kırmızı ayakkabılı kadın omzu yanmış gibi siyaha kesmiş matbaa işçilerinden birinin önünde durmuş susuyordu. Yerde kırılmış bir bardak. İri su lekesi tavandan sarkan sarı lambanın altında parladı. Bana baktılar. Kadının öfkeyle kalkmış kaşlarını gördüm. Baskı ustası çok yatmış içeride. Geçen gün deniz kenarında rakı içerken bileklerini gösterdi. Askıdan kalan izler kemiklere kadar oturmuş sanki. Acıyı hiç unutmamış. O yüzden de çok tedirgin. Hemen afişin kalıbını katlayıp kaldırdı. “Sen git şimdi. Hazır olunca ben sana haber veririm.” Çıktım. Koridordaki cam kırıklarını fırça saçlı çıraklardan birisi süpürüyor. Ne kadın var, ne de esmer işçi çocuk. Hanın önünü kesen çukurlu yolu geçtim. Kestelli yokuşuna doğru yürüdüm. Aç değil miydim o sıralar. Ustanın bileklerindeki izler gibi açlığım vardı benim ama hiç konuşmuyordum onunla. Yoksa hiç susmayacaktı. Yine de tek pideli söğüş sardırdım kendime Kürt’ten. Yakışıklı bıyıklarını sıvazlayıp kimyonlu elini çırptı, parayı arabasının tek çekmecesine attı. Bıçak ve bileği taşının yanına. “Koca Kahveye gitme,” dedi ben ayrılırken. İki parmağını sağ omzuna iki kısa şerit gibi dokundurdu. “Karakol kurmuşlar,” dedim içimden. Gözümle selamladım. Gülümsedi. Söğüşümü cebime tıkıştırıp iki yanı yıkılmak üzere dolu cumbalı evlerle dolu sokağa döndüm. İşte o sırada takıldı peşime. O köpek. Tin tin. Çok aç biliyorum. Ben de açım. Üstelik korkuyorum 45
- Mavi Öyküler
da. Ustanın bilekleri gibi zırlıyor içim. Yolun sonunda beyaz arabayı görünce ensem soğumaya başladı. Duruyor mu yoksa geliyor mu, bu? Tin tin peşimde. Onun umurunda mı? Derdi cebimdeki söğüş. Evlerden birine attım kendimi. Dış kapıyı telle tutturmuşlar. Usulca çözüp süzüldüm. Arkamdan geldi. “Susacaksın ama,” dedim. Kuyruğunu salladı. Karanlık sofayı geçtik. Mutfak açıklığına kadar geldi ardımdan. Dürüm pideyi ikiye böldüm. Yarısını bıraktım önüne. “Ağlamasana. Sus diyorum sana.” İkimiz de kulak kesildik. Yandaki odadan geldi ses. Kırık bağdadilerin arasından baktık. Kadın kırmızı ayakkabılarını yatağın dibine çıkarmıştı. Çocuğu sırtından tanıdım. Közde et gibi kızarıp kararıyordu örtünün üzerinde. Çok seviştiler. Ben böylesini görmedim. Birbirine dolaşıp karışan kokuları, odayı doldurup camlara dayandı. Kapıyı ve yerdeki kurtlu döşemeleri zorladı. Bizi ayıran duvarın çatlaklarından ve ölü bağdadilerinden sıyrılıp gözlerimize ve aklımıza dolandı. Öyle kaç saat geçti. İşçi çocuk önce çıktı. Sonra kadın kırmızı ayakkabılarını giydi. Üzerini düzeltti. Yatağın üzerinde daha solukları dinmemiş sevişmesini omuzlarına atıp gitti. Aç köpekle birbirimize baktık yeniden. Elimde sıkılmaktan yağı çıkmış söğüşü önüne bıraktım. O da yemedi. Dışarı çıktık. Ayrı yönlere yürüdük. İki gün sonrası mayıstı.
p
“İNSANIN KARAKTERİ KADERİDİR” “Ateş Serbest” | Tuğçe Ayteş Güneş, Efes’in mermer sütunlarındaki damarlarda ışık oyunları yaparken, chiton’unu beline kadar çekmiş yaşlıca bir adam, üstü açık umumi tuvalette oturuyordu. İlerleyen saatlerde burası tıklım tıklım olur, kentin erkekleri ortadaki havuzun etrafınMavi Öyküler -
46
da yerlerini alıp hacetlerini giderirken gündemdeki konuları tartışırlardı. Sabahleyin, güneş yüzünü utangaçça göstermeye başlamışken, toprakla uğraşanların dışında uykusuna kıyan pek insana rastlanmazdı açıkçası. Kendiyle baş başa kalabilmek, fikirlerini dinginlik içinde papirüse dökebilmek. İşte huzur… Gökyüzünün pembeliği. Ateş… Her şey ateşten meydana gelir, ateşe dönüşür. Uzun, ak sakalını sıvazladı. Ayrıntılarıyla yazacağım bunu. Çağdaşlarımı, gelecek nesilleri aydınlatmalıyım. Taze çimen kokusu… Daha uygun bir ortam olamaz. Kamış kalemini, yanı başındaki mürekkep kabına daldırdı. “4. Gözler ve kulaklar, insanlara yabancı ruhlara sahipse, onlar için kötü şahitler olurlar. 5. Birçokları deneyimledikleri hakkında ne düşünürler ne de öğrendiklerini bilirler, ama bildiklerini zannederler. 6. Ne konuşmayı ne dinlemeyi bilirler…”(1) Durdurun bu rezaleti! Sümme haşa! Daha fazla okuyamam. … organizasyon İsrail’den, iğrençlik Almanlardan… Allah saklasın. … Avrupa’nın en ahlaksız müzik grubu olan Rammstein… Birbiri ardına gelen şehit haberlerinin yası ile birçok eğlence etkinliği iptal edilirken… İki gözüm önüme akaydı da şu kadarını bile görmeyeydim. Bu günahın altından kalkmak… 3 gün boyunca gençlerimiz zehirlenecek… Estafirullah, estafirullah… Grubun birçok klibi şiddet, mazoşizm, homoseksüellik ve diğer sapıklıkları özendirmesi sebebi ile… İki binli yıllarda düştüğümüz hale bak. Gençlik imansızlığın, sapkınlığın penceresinde. Kıyamet alameti! Yarabbi, Mehdi’yi ne zaman yollayacaksın? Odada hızlı, küçük adımlarla minyatür bir Kâbe’yi tavaf edercesine yürüdü. Yok, sakinleşmek haram, içime ateş düştü bir kere. Birkaç aydır kesmediği seyrek sakalını sıvazladı. Ya Resulallah, cehennem korkusu da kalmamış! Herkes zındık, herkes kâfir olmuş! Ellerim… Gözlerim… Bu pis haberi okurken her yerim, her uzvum kirlendi. Gözlerini indirdi, sert kıllı halıdaki ayakları hâlâ nemli. Olsun. Yine abdest almalıyım. Ah, hangi sabun çıkarır bu lekeyi? Orada masum insancıklar can verirken, O’na dua edeceklerine şeytana uyuyorlar! Tövbe, tövbe, tövbe. Akıl fikir kalmamış gençlerimizde. Çok şükür, yalan yanlış yollarda işim olmaz, tabiatımda yok böyle şeyler, bundan sonra da durduk yere baş göstermesin inşallah. Ya bunlar yüzünden bizim gibilerin başına taş yağarsa… Peygamber 47
- Mavi Öyküler
Efendimizin yüzü suyu hürmetine… Kara bulutlar kapladı mübarek göğü. Tufan habercisi midir? Sen koru Rabbim! Sıcak su musluğunu çevirdi. Gerekli mercilere şikâyet etmeli bunu. Mücahit kardeşlerime haber vermeli. Gençler kendileri yola gelmezse biz getiririz alimallah! Kaynar suyun teninden içine, iliklerine işleyişi; gözleri banyo aynasında çakmak çakmak. Düşman taarruza geçmiş bile. Ağlaşmakla harcanacak vakit yok. İki gün kalmış şunun şurası. Ellerini lavabonun kenarlarına dayadı. Cehennemden korkunuz yok madem, bu dünyada görün alevler nasıl yakarmış! “9. Tartışın. 10. Doğa gizlemeyi sever.” Yaşlı adam kalemi indirdi ve ayağa kalkıp giysinin eteklerini çekiştirdi. Mürekkebi bitmese daha dururdu da… Bir elinde kâğıdı, diğer elinde mürekkep kabı. Agoranın kenarında, kadınlar renkli renkli chiton’larıyla küplerde su taşımaya başlamışlardı. Kim bilir hangi hararetli bünyeyi söndürecek o damlalar? Su kuruduğunda hava, sonra ateş olurdu; ateş yoğuştuğundaysa su, toprak. Bitmek bilmeyen bir döngü. Sürekli bir değişim. Hiçbir kuvvet birbirine üstün olmamalı. Her şey uyum içinde kalmalı evrenin, yaşamın devamı için. Bazen kuvvetlerden biri diğerine ağır basabilir. Mesela yazın sıcak, kışın soğuk… Fakat denge daimi. Ateş ne mükemmel bir yapıtaşı. Sandaletleri çakıllarda gıcırdadı. Hele insan aklı yok mu? Saf ateş! En seyreltilmişi, en üstünü. Ama şuradaki, oradaki, agoranın yanında yürüyen, toprakla, ateşin en soğuk haliyle uğraşan insanların hiçbiri ama hiçbiri farkında değil, kimse bu doğal cevherin hakkını vermiyor maalesef. Yazmalı, yazmaya devam etmeli, bir kişi, bir kişi daha nasiplenene kadar yazmalı. Nasılsa her gün, yeni bir başlangıç değil mi? “Dein Glück ist nicht mein Glück ist mein Unglück Bang bang Feuer frei Mavi Öyküler -
48
Bang bang”(2) FEUER FREI! Kutu gibi odada yankılanan pes bir ses. Altı senedir bu anı bekliyorum. Bir gün… yok yok, yirmi dört saatten az kaldı! İnanılır gibi değil… Lan, İnönü’yü yakıp geçecekler! Tadilata gerek kalmayacak şerefsizim. Lindemann, Engel’i söylerken demir kanatlarla çıkacak mı acaba? Tüm vücudunda bir ürperti. Ya da şöyle Völkerball’daki gibi bir Bück Dich performansı… Ha ha, olay olur buralarda! Gerçi Pussy’de bir hinlik beklemiyor değilim… Erkenden kapıya dayanıp en önde olmak lazım! Bir daha gelirler mi, ne zaman gelirler belli değil. Tek bir anı kaçırmamam gerek. Hayvan herifler ya! Nazi misiniz nesiniz hâlâ anlamadım ama seviyorum lan sizi! Tık tık. Ya yağmur yağarsa? Tık tık. Tufan olsa gene izlerim. Tık tık. Ya biletim kaybolursa? Hah, o da burada duruyor, sabretsin biraz daha. Tık tık. Ya konser iptal olursa? Başparmağının kenarını kemirdi. Manyak olurum yeminle. Tık tık. Bir haftadır gözüme uyku girmiyor. Yirmi gündür de bir tarafımı yırta yırta Almanca söz ezberlemek… Tık tık. BANG BANG! Ne? “Rezalete Devam!” Till’le Flake’in fotoğrafı değil mi bu? Devam derken? Tık, tık. “Durdurun bu rezaleti!” Metni hızla okuyan, bir daha tane tane okuyan gözler. Yok artık lan! Başını sallarken önüne düşen uzun, siyah saçını tedirginlikle arkaya atıp çenesindeki sakalı sıvazladı. He, toplanın da rahatlaşın. Gençlerimiz zehirleniyormuş. Kedi keserken basarsınız herhalde. Belki de civciv ezerken. Kırk yılın başı, üç kuruşluk bir metal keyfini de hor görün bize. Başlarım böyle zihniyete! Mürekkep kabını doldurduktan sonra agoranın dışında, genç Phillippos’un atlarını saldığı çayırın yolunu tutmuş, varınca da çapraşık gövdeli bir zeytin ağacına yaslanarak kaldığı yerden yazmaya devam etmişti. Bugün verimli bir gün. Zaman gibi, sözcükler de su gibi akıp gidiyordu adeta. “61. Her şey, Zeus’a göre adil, iyi ve doğrudur ama insanlar bazılarının yanlış, diğerlerinin doğru olduğuna inanır.” Tatlı bir kaşıntı. Doğa’nın küçük haşerelerinden biri olsa gerek… Atlardan biriyle göz göze. Hayvan neredeyse dile gelecek. Zeus aşkına! Daha neler! “70. 49
- Mavi Öyküler
Bir çemberin çevresinin başıyla sonu aynıdır.” Gün bugündür din kardeşlerim! Allah’a şirk koşanlar cezasını bulacak! Etrafına bakındı. Hani nerede “kardeşlerim”? Sadece kapkara tişörtlü dinsizler, ateist bozuntuları. Rammstein lan! Ölmeden önce bunu da yaşayacağım ya gözüm açık gitmem! Bacağını biraz kaşıdı. Geçecek gibi değildi. Ayak parmaklarında baş gösteren tuhaf mı tuhaf bir karıncalanma. “105. Arzuyla mücadele etmek zordur; istediği şeyleri ruhla birlikte alır.” Şimdilik saha içi. Bir daha gelsinler donumu satmam gerekse de sahne önü. Ah be! Ellerini ceplerine soktu sarsak sarsak, yere baka baka yürürken. Stadyum inleyecek! NEIN! NEIN!. Hayır demeli, dur demeli bunlara. Hak yolunu gösterecek bir ben olmuşum, bu uğurda canımı vermişim çok mu? Ayaklarını oynattı. Karıncalanma geçeceğine… Uyuşuyor adeta uzuvları. Ellerime de sirayet eder mi bu hissiyat? E, yaş kemale erdi. Şaşmamak gerek. “115. Köpekler tanımadıkları insanlara havlarlar.” Önünde siyah tişörtlü bir genç, tişörtte haça benzer bir işaret var. Ramm… Misyoner gibi, bu ne? Birader, aklını başına devşir. Gözlerini kaldırdı. Gittiğin yol, yol değil. Havadaki işaret parmağı yaydan çıkmaya hazır bir ok. Kimin? Benim mi? Sağına soluna bakındı. Senin yolun, yol mu? Sakala bak Yarabbi! İn midir cin midir? Sen kendi sakalına bak. Konser öncesi asabımı bozma. Ah, acıyorum sana, bunları hep şeytan söyletiyor, biliyor musun? Valla acınacak ben değilim dostum. Gençliğimiz elden gidiyor Yüce Yaradan! Nereden sizin gençliğiniz oluyoruz? Şahadet ederim ki cehennemde yanacaksın. O eli indir de cehennemi önceden görmeyesin. “122. İnsanın karakteri kaderidir.” Pis bir koku. Bildiği, tanıdığı bir koku değil. Baldıran zehri bile bunun yanında fesleğen gibi kokardı. Yüce Zeus, burası neresi? Nerede çimenler, nerede Phillippos’la atları? İki yanında iki delikanlı. Kıpırtısız. Yüzleri birbirine dönük. Kaşlar çatık. Yumruklar havada. Saf ateş sönmüş. Eski Yunanca bir şeyler söyledi. Yanıt yok, tepki bile yok. Sorun neydi, nihai uyumu ne bozmuştu? Neydi aynı ateşin parçası bu insanların alıp veremediği? Kendinize gelin. Birden etrafındaki her şey hareketlendi. Pis kokunun kaynağı, tekerlekli parlak şeyler yollarına kaldıkları yerden devam etti. Arkadaki hipodrom benzeri kocaman alanda Mavi Öyküler -
50
muazzam bir insan kalabalığı. Öğleni birkaç saat geçerken güneş hâlâ etkili. Neyse, konser öncesi seninle uğraşamam. Siyahlı delikanlı arkasını döndü. Diğer delikanlının eli sırtında. Chiton’a hiç benzemeyen iki parçalı kıyafetinin belinden çıkan kalın bir sopa. Ucuna beyaz bir bez sarılı. Ufak bir aletten çıkan alevle yandı bez. Hayır, ateş bu amaçla kullanılamaz, kullanılmamalı. Havada döne döne uçan sopa, demin yaşadığı tuhaf andaki gibi kalakalsa… Sopanın istikameti… Delikanlı! Karşılık bulmadan yitip giden sesi. Uzanıp omzuna dokundu. Yine yanıt yok. Çok geç. Tutuşan uzun saçlar. Haykırışlar. Yanıyorum! Yaktın onu! Allahım bir kulunu yaktım! Üstlerine bir ayağın gölgesi düştüğünde karıncalar nasıl kaçışıyorsa öyle kaçışan insanlar. Chiton’unu çıkarıp delikanlının üstüne kapattı. Örtü maddi hiçbir varlığı yokmuşçasına delikanlının içinden geçip gitti. Delikanlının siyah üstlüğüne sıçrayan alevler. Yüce Zeus, gözlerime mil çekileydi de görmeyeydim bu manzarayı! Sopayı fırlatan delikanlı yere çömelmiş, başı iki elinin arasında. Ancak Siren’lerin aşabileceği keskinlikle sesler yankılanıyor havada. O tekerlekli şeylerin yanıp sönen bir tanesi hızla yaklaşıyordu. O şeyin kendi yaklaştıkça görüntüsü soluklaşmaya başladı, sesi azaldı, azaldı… Phillippos’un doru atlarından biri. Güneşin göz kamaştıran ışığı. Başını eğdi. Kalemindeki mürekkep papirüse akıp dağılmıştı. “122. İnsanın karakteri…” Her şeyi çimenin üstüne koydu. Olympos’un yüce tanrıları! Demek insan ruhunda ateşin bile tesir edemeyeceği, uyum getiremeyeceği karanlıklar vardı… ~~~ Heraklit’in Fragmanları, The Early Philosophers of Greece’te (Yunanistan’ın İlk Filozofları) Richmond Lattimore’un İngilizce çevirisinden çeviridir.
(1)
Rammstein’ın “Feuer Frei” şarkısından: Senin mutluluğun / Benim mutluluğum değil / Şanssızlığım // Bang bang / Ateş serbest. (2)
p
“ONUN BOYNUNA HİÇ KİMSE İP GEÇİRE51
- Mavi Öyküler
MEZDİ” “Üç Kardeş Köpek” | Mehmet Murat Taylan 1 - DOĞUM Sığınacak bir yer bulmalıydı. Karnındaki sancı artıyor, arttıkça da gücünü kesiyordu. Karanlık sokaklarda kuyruğunu bacaklarının arasına alıp kulaklarını aşağıya indirerek, hızlanan yağmurun biriktirdiği su gölcüklerine bata çıka ilerliyordu. Ara sıra çakan şimşek içini ürpertiyor, bir anlık aydınlıkta duvarlara vuran her gölgeden korkuyordu. Yağmur bütün bedenini ıslatmış, ağırlaştırmıştı. Siyah, uzun çenesinden akan salyalar ne kadar yorgun olduğunu belli ediyordu. Karnındaki sancı artık dayanılmaz olmuştu, ara sokağın ortasında, yağmurun altında öylece kalmıştı, artık bir adım atacak hali yoktu; zamanı gelmişti. Arka bacaklarını eğip kalçasını aşağıya doğru indirdi, sıcak sıvı içinden boşaldı, ön bacakları da titriyor, dik durmak istedikçe eğiliyordu, sağ tarafına yanlamasına bıraktı kendini. Müthiş şiddetle titriyor, kasılıyordu; içindekileri bir an önce itip çıkartmak istiyordu, son bir çabayla kaslarını sıktı, arka tarafından bir şeyin beton zemine kayıp düştüğünü anladı, yağmur arkasından akan kanı ve sıcak sıvıyı alıp götürüyordu. Rahatlayacağını umarken, tekrar kasıldı, bunun son olmasını diliyordu, ama son olmadı, bedeni üçüncü kez aynı işlemi yineledi, ardından titremeler kesildi. Artık kasmıyordu kendini, kafasını ıslak zemine koyup bu müthiş acının ve yorgunluğun ardından uyumak istedi, ama arka bacaklarına bir şeylerin değdiğini anladı, kafasını kaldırıp arka tarafına baktı, üç siyah yün yumağına benzeyen, ıslak, toparlak yaratık, garip sesler çıkararak karnına ulaşmaya çalışıyorlardı. Sonunda anlamıştı, o da öbür dişi köpekler gibi anne olmuştu; üç siyah, toparlak, ıslak yaratığın annesi. 2 - YAŞAM Üçü de arka sokaklarda zorluklarla büyüdü. O ışıltılı şehrin karanlık caddelerinde, insanların artıklarıyla karınlarını doyurmayı, aynı sokaklardaki kedilerle ve öbür köpeklerle mücadele etmeyi, yiyeceklerini kaptırmamak için dövüşmeyi öğrendiler. Mavi Öyküler -
52
Sonunda yalnızca kendilerinin hüküm sürdüğü bir sokağı ele geçirdiler, yiyeceksiz kalmıyorlardı. Ara sıra yabancı köpeklerle üçü birden kapışıyor, dişlerinin ve kaslarının gücüyle ayakta kalmaya çabalıyorlardı. İlk doğan öbürlerinden daha iriydi, dövüşmeyi seviyor, saldırganlığıyla başka sokaklardaki köpeklere bile korku veriyordu. Annesi, onun babasına benzediğini düşünüyordu. Bazen en ufak bir seste kulaklarını kaldırıp kuyruğunu havaya gergince dikerek, gözlerini hafif kısıp havayı koklarkenki haline bakıyor, babasının onu etkilerken takındığı kasvetli görünüm gözlerinin önüne geliyordu. İçinden, inşallah sonun baban gibi olmaz, diyordu; çünkü babası büyük bir kavgada dört azgın köpek tarafından öldürülmüştü, yardımınaysa o güne kadar koruduğu, kolladığı hiçbir arkadaşı koşmamıştı. Belli ki ölmesi arkadaşlarının işine gelmişti. Onun ölümünden sonra daha çok yemek paylarına düşmüştü. İlk doğan, kardeşlerinin üzerinde de baskı kurmuştu. Müthiş bir koruma içgüdüsüyle onları koruyor, kolluyordu. Bir defasında kız kardeşinin peşine üç tane yabancı erkek köpek takılıp sokağa kadar gelmişti de, o nereden geldiğini bile hissettirmeden üstlerine atlamış, ortanca kardeş yetişinceye kadar epey hırpalamıştı yabancıları. Bu hırçınlığı ve vahşiliği nedense insanlara karşı gösteremiyordu, genelde onlardan uzak duruyor, bir şekilde yaklaşması gerekiyorsa da, kuyruğunu bacaklarının arasına koyup boynunu aşağıya eğerek, en masum ve tedirgin haliyle sokulup uzatılan yiyeceğin havaya ya da yere atılmasını bekliyordu. Bazen oyuna gelip fazla yaklaştığında ya karnına müthiş bir tekme yiyor ya da başı hafifçe okşanıyordu. İnsanların bu değişken tavırlarına bir anlam veremediği için de onlara pek yaklaşmak istemiyordu. İnsanların karşısındaki bu savunmasız hali köpekler tarafından pek bilinmediğinden sokağında ve çevresinde ününü koruyor, korkutuyordu. Ortanca kardeş abisinden yalnızca birkaç saniye sonra doğmasına rağmen sanki çok büyüğüymüş gibi ona saygı duyuyor, ne söylerse hemen yapıyordu. Abisine göre daha sakin bir yapısı 53
- Mavi Öyküler
vardı, aslına bakılırsa daha akıllıydı. Hissettirmeden sorunları çözüyor, ailenin dağılmaması için elinden geleni yapıyordu. Soğuğun çok şiddetli geçtiği geçen kış bütün sokak köpekleri açlıktan kırılıp donarken, o nasıl yapıyorsa bir yerlerden yiyecek bulup getiriyor, ısınmaları için insanların attığı kalın bez parçalarını dişleriyle sürükleyerek sığınacak yerler yapıyordu. Hatta o sıralar küçük kız kardeş hastalıktan ölmediyse bunu ona borçluydular. Donmak üzere olan kız kardeşinin üstünü kalın bez parçalarıyla örtmüş, öldürdüğü bir kedinin sıcak kanını da ağzından içeri dökmüştü, sıcak kan kız kardeşinin boğazından geçtiğinde içini ısıtmış, birkaç gün sonra da ayağa kalkmıştı. Annesi küçük oğlunun bu akıllı davranışlarından gurur duyuyordu. Onca yıllık deneyimine rağmen kendi aklına gelmeyen şeylerin oğlunun aklına gelmesi onu şaşırtıyordu. İşte yine salına salına sokağın ortasında, denizin dalgalarını andıran kahverengi sırt çizgilerini dalgalandırarak, sağa sola yalpalayarak oyunlar oynuyordu. Genelde sokaktan pek ayrılmıyordu. Abisi öbür sokaklardaki köpeklerle dolaşırken o başka sokakların pek farklı olmadığını biliyordu. İnsanların sahiplendiği bu topraklarda kendilerinin yalnızca bir görüntü olduğunu düşünüyordu. Çok uzaklarda, yeşilliğin, upuzun ağaçların olduğunu duymuştu, alabildiğine koşabileceği kırlar, çiçekler ve kendi içgüdüleriyle avlanıp yakalayacağı yiyecekler, soğuktan korunmak için ağaç kavukları, kaya dipleri, mağaralar. Bunları birçok yer gezmiş, yaşlı köpekten öğrenmişti. O da yaşlı köpek gibi gezginci olmak istiyordu, gerçekten yaşamak istediği yerlerde yaşamak ve oralarda yaşlanıp ölmek. Şimdiki yalancı özgürlüklerinin yerine gerçek, dayatmasız, artıklarla beslenmeyen, kendilerine acınıp da verilen ekmek parçalarının olmadığı, gökyüzünü her an üstünde hissedeceği o yerlerde yaşamalıydı. Ama ailesini bırakamazdı. Onların ona ihtiyaç duyduğunu biliyordu, içinden geçen fırtınaları her seferinde bastırıyordu. Çoğu kez, ana caddelerde boyunlarına tasmalar takılıp insanların gitmesini istediği yerlere giden köpeklere rastlıyordu, iğreniyordu bu görüntüden. Onun boynuna hiç kimse ip geçiremezdi, hiçbir insan ona nereye gideceğini söyleyemezdi, onlardan korkMavi Öyküler -
54
muyordu. Köpeklere gösterdiği alçakgönüllülüğü insanlara hiç gösteremiyordu. Onları korkutmak hoşuna gidiyordu, özellikle de iple köpek dolaştıran insanları. Onları ara sokaklara kadar izliyor, fırsatını bulunca da karşılarına dikilip tutsak aldıkları köpeklerin üzerine saldırıyordu. Kavga etmeyi pek beceremeyen bu köpekler sahiplerinin arkasına saklandığından da karambole getirip sahiplerinin bacağını ısırıyor, canını acıttığından ve korkuttuğundan emin olduktan sonra hızla kendi sokağına koşuyordu. Tutsak köpeklere de “Hadi ipini koparıp sen de gel, özgürlüğü istemiyor musun?” diye haykırıyordu. Ama tutsak köpekler genelde yere düşen insanların yanına gidip o iğrenç yüzlerini yalayarak, affetmelerini, o köpeğin bütün köpekleri temsil etmediğini, her zaman köleleri olarak kalacaklarını söylüyorlardı. Tabii insanlar bunların hiçbirini anlamıyordu. Kendisinin bile özgür olmadığını düşünürken ve buna katlanamazken, nasıl olup da tutsak köpeklerin bu tutsaklığa, yapmacık sevgiye, hakarete, bunca kısıtlamaya katlandıklarını anlayamıyordu. Acaba o köpeklerin içinden de dağlarda, ormanlarda özgürce koşup avlanmak düşünceleri geçmiyor muydu, yoksa bunca zamanlık tutsaklıktan sonra bu tip hayalleri unutmuşlar mıydı? Bir gün fırsatını bulursa bu soruları onlara soracak ve içlerinde en ufak bir kıpırtı varsa hep birlikte o hayal ettiği diyarlara gitmeyi önerecekti onlara. Bütün ipleri koparıp, bütün zincirleri kırarak... Küçük kız kardeş arkasındaki genç köpeğin ne zamandır peşinde olduğunu bilmiyordu. Ama oldukça çekici olduğunu düşünüyordu. Şimdiye kadar birçok erkek köpek peşine takılmıştı, ama o hiçbirine yüz vermemişti, zaten bu tip cilvelere ayıracak vakti yoktu. Abileriyle ve annesiyle aç kalmamanın savaşımını veriyordu. Dişi olmasına rağmen abilerinden hiç aşağı kalmıyordu, belki fiziki olarak onlardan biraz zayıf ve kısaydı, ama sokaklarını korumak için girilen bütün kavgalara katılmıştı, hatta omzunun üstündeki beyaz tüylerin bitimindeki yarık, altı-yedi kadar köpeğe karşı kardeşleri ve annesiyle girdiği bir kavgadan kalmıştı. Annesi günlerce o yarayı yalamış, böylece kan kaybetmeden iyileşmesini sağlamıştı, yalnızca izi kalmıştı, bu da onu hiç rahatsız etmiyordu. Ama bu çekici erkek köpeğin, peşine takıldığını anladığından beri nedense o yaradan utanmaya başlamıştı, 55
- Mavi Öyküler
yarasını göremeyeceği taraftan yürümeyi tercih ediyordu, daha önce hiçbir erkekten bu kadar utanıp çekinmemişti. Arkasındaki köpeğin ne yapacağını anlamak için durmaya karar verdi. Başını hiç arkaya çevirmiyordu, ama kokudan anladığı kadarıyla çok yakınında olmalıydı, evet evet hemen arkasındaydı, burnuyla kalçasını kokluyordu, bir ara kafasını çevirip kendisini koklayan erkeğe baktı. Erkeğin boynunda tutsak köpeklerin taktığı o garip halkadan vardı. Demek bu kadar temiz olmasının sebebi insanların ona bakmasıydı. Hayal kırıklığına uğradı, oysa o hep küçük abisi gibi özgürlüğüne düşkün, insanlardan nefret eden ve asla onların kölesi olmayan birisiyle birlikte olmak isterdi. Evet bu köpek çok çekiciydi, ama sırf çekici olmak bazen yetmiyordu. Tekrar yürümeye başladı, takip edeceğini anlayınca dönüp sinirli bir şekilde gitmesini söyledi, ama köpek gitmedi, yalnızca kuyruğunu hızla sallayıp bedeninin bütün güzelliğiyle daha bir diklendi, bu haliyle pek de reddedilecek bir köpek olmadığını göstermek istiyordu. Kız etkilenmişti, ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. Önüne dönüp kendi sokağına doğru hızla koşmaya başladı, erkek hemen ardından ileri atıldı. Bir süre öylece koştular. Sonunda sokağa gelmişlerdi. Kızın hemen ardından erkek de sokağa daldı. Başına neler geleceğini bilmiyordu, yalnızca dişinin çekiciliğine kapılmış, buralara kadar gelmişti. Sahibinden ilk kez bu kadar uzaklaşıyordu. Kız önünde birdenbire durdu. Biraz ileride üç köpek daha vardı. İçlerinden en iri olanı onlara doğru koşmaya başlamıştı. Kız dönüp gitmesini söyledi, yoksa abisinin onu parçalayacağını, inat ederse öldüreceğini anlattı. Ama tutsak köpek hiçbir yere gitmedi, diklenip kuyruğunu yukarı kaldırarak kendisine doğru koşan köpeği karşılamaya hazırlandı. Siyah iri köpek hiç duraksamadan üstüne atladı. Tutsak köpek pek de öyle kolay lokma değildi, hemen karşılık verdi saldırıya. Sokak köpek bağırışlarıyla doldu. Kahverengi çizgileri olan köpek de boğuşmanın olduğu yere yetişmişti, gerçi abisinin tutsak köpeğin üstesinden geleceğini biliyordu, ama yine de işi şansa bırakamazdı. Bu sokakta yapılan hiçbir kavgada abisini yalnız bırakmamıştı, o da girdi boğuşmanın içine. Kavga fazla uzamadan tutsak köpek geri geri çekilmeye başladı. Kardeşler de onu bırakmıştı. Yalnızca sinirli sinirli hırlıyorlardı, aralarınMavi Öyküler -
56
daki mesafeyi koruyup bir süre bakıştılar. Esir köpek sokakta yetişmiş bu iki köpeğin neden bu kadar sinirlendiğini anlayamamıştı. Sonra o iki köpeğin yanına buraya gelmesine neden olan dişi köpek de gelmişti, ardından yaşlı bir başka dişi daha. Artık karşısında dört tane sinirli sokak köpeği vardı. Son bir kez genç dişi köpeğin gözlerine baktı, ardından da arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Oysa oradaki o dört köpek niye sinirlendiklerini çok iyi biliyorlardı, çünkü tutsak köpek onların sokaklarına girmiş, git denildiği halde gitmemişti. Sokağın yasalarına göre yiyeceklerini ve sığınaklarını kaptırmamak için o köpeği dövmeleri şarttı, bunu dördü de çok iyi biliyordu. O dört köpek yaşamın içerisinde birer gölge gibi dolaşıp hayatın kendilerine ayrılan zaman dilimlerinde, düşe kalka, ama sonuna kadar cesaretle ilerliyorlardı. Kendi sokaklarının efendisi, ana caddelerdeyse yalnızca görüntü oldular. Onlar yaşadığımız dünyada üzerine düşen oyun neyse onu oynadılar. 3 - ÖLÜM Sonunda tek başına yakalamışlardı. Yıllardır bu sokaklarda, istediğini döven, kovan, kimsenin karşısına dikilmeye cesaret edemediği iri siyah köpek salınarak dolaşıyordu. Hava kararmıştı, yağmur serpiştiriyor, yukarıdaki kara bulutlarsa birazdan sağanağın boşalacağını haber veriyordu. Çıkmaz sokağın sonunda çöp kovalarına doğru yürüyordu iri siyah köpek, arkasında birçok gözün onu takip ettiğinden habersiz, ama bunca yıllık sokak yaşantısında her zaman her şeye hazırlıklı olmayı öğrenmişti, nereden ne geleceği hiç belli olmazdı. Sonunda, çöp kovalarına ulaştı. İki çöp kovasından birisi insanlar tarafından ateşe verilmişti, içinden yükselen lacivert duman gecenin siyahına karışıyordu. Kafasını diğerinin içine sokup kokladı, yiyebileceği bir şeyler olmalıydı, bugüne kadar buralardan hiç eli boş dönmemişti. Fakat bu sefer yiyebileceği hiçbir şeyin kokusunu alamıyordu. Kafasını çöpten çıkardı, arkasında hareketlenmeler olduğunu anladı. Hızla geriye döndü ve onlarca sinirli gözün, bir o kadar sinirli çenenin hırıltılar çıkararak yavaş yavaş kendisine yaklaşmakta olduğunu gördü. Bir anlık şaşkınlıktan sonra, en ihtişamlı görüntüsüyle kuyruğunu dikip, göğsünü ileri alarak, 57
- Mavi Öyküler
kulaklarını yukarı çekerek ve boğazından gelen en korkutucu hırıltıları çıkartarak karşılık verdi. Daha önce bu kadar çok köpekle hiç tek başına dövüşmemişti, ama korkmuyordu, buraların efendisi oydu, bugüne gelene kadar yüzlerce kez savaşmış, hepsinden de galibiyetle ayrılmasını bilmişti. Şimdi belki biraz daha fazla yara alacaktı, ama olsun, hiçbir yere kaçmaya niyeti yoktu. Çıkmaz sokakta bulunan bütün köpeklerin kasları gerilmiş, sanki birisinden ya da bir yerden işaretin gelmesini bekliyorlardı, bu işaret şimşek oldu, ortalık birden aydınlandı, sokağın duvarlarında onlarca köpeğin kocaman gölgeleri oynaştı, aynı anda köpeklerin hepsi birden atıldılar. İlk gelen darbeyi savuşturdu, ama hemen ardından onlarca çenenin arasında kaldı, hepsi bir yerden ısırıyor, göğüsleriyle vuruyor, bunca yıllık acılarını çıkarmak için hınçla saldırıyorlardı. İri siyah köpek dayanıyordu, bacaklarının ve çenesinin elverdiğince darbelere karşı koyuyor, ama yeterli olamıyordu, son bir kez en yakınındaki köpeğin boynuna dişlerini geçirdi. Güçlü çenesiyle köpeğin boynuna öyle bir basınç uyguladı ki, boynu kırılan köpek yere düştü, ama daha onun gibi birçok köpek vardı çevresinde. Öldürdüğü köpeğe bakıp ürken köpekler geri çekildi. İri siyah köpeğin gücü tükenmişti. Son kez derin bir nefes aldı ve yaralarından akan kanlara aldırmadan kendisini seyreden köpeklerin üzerine saldırdı, ama bu çok umutsuz bir saldırıydı. Köpekler daha fazla fırsat tanımadan onu altlarına aldılar. Çenelerinin gücünün yettiğince ısırdılar, iri siyah köpeğin etleri bedeninden koparılıp alınıyor, yerler kana bulanıyordu, yağmur kanı sokağın sonuna kadar götürdü. İri siyah köpek yerde hiç kımıldamıyordu, çevresindeki köpekler geri çekildiler. Yedi, sekiz köpeğin ortasında, parçalanmış etleri, yerlere akan kanıyla artık hiç kimseyi korkutamadan ölü bedeniyle yatıyordu. Yağmur yağıyordu, tıpkı doğduğu gün gibi... 4 - ÖZGÜRLÜK Sokağın başında öylece dikilmiş insanları seyrediyordu. Uzaklara gitmenin zamanı gelmişti onun için. Abisi çıkmaz sokakta köpekler tarafından öldürülmüş, ölüsü insanlar tarafından, hep karınlarını doyurdukları çöplüğe atılmıştı. Annesi yıllarca dolaştığı o karanlık soğuk sokaklarda, açlığa, soğuğa ve yaşlıMavi Öyküler -
58
lığa yenilip sessizce çekmişti bedenini dünyadan. Kız kardeşi nedendir bilinmez, insanlar tarafından yakalanıp götürülmüştü. Daha önce insanlar tarafından yakalanan sokak köpeklerinin öldürüldüğünü duymuştu, kız kardeşinin de öldüğünü her nasılsa hissediyordu. İnsanların bu tutumunu bir türlü anlamıyordu, köpekleri hem tutsak etmeyi, onlara yiyecek verip karınlarını doyurmayı, hem de istedikleri zaman öldürmeyi çok doğal karşılıyorlardı, bu hakkı onlara kim vermişti, neden dünyadaki her şeyin sahipleri olduklarını sanıyorlardı? Orada durup insanları seyretmekten bıktı, önünden akıp geçen insan kalabalığının içine doğru yürüdü. Sırtındaki kahverengi çizgiler dalgalanıyordu, ana caddeyi boydan boya geçti, adımlarını hızlandırıp bu kalabalıklardan kurtulmak istedi. Koşuyordu, kulakları, kuyruğu, tüyleri koşmanın ritmiyle sallanıyor, kendisini bir rüzgârın alıp uçurduğunu düşünüyordu. Özgürce yaşayacağı, bir sürü ağacın, çiçeğin, insanlara hiç yaklaşmamış başka hayvanların yanına, olabildiğince hızlı koşup o sonsuz gökyüzüyle dağların buluştuğu ufka ulaşmak istiyordu. Oraya ulaşıncaya kadar hiç durmayacaktı, kaslarının bütün kuvvetiyle koştu, ulaşmak istediği yer daha önce hiç görmediği yerdi.
p
“BOYUN EĞMEK, ALIŞMAYI (BU KOKUYA) SEÇMEK Mİ?” “Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku”* | Ferit Edgü Köpek burcundan olmalıyım. Çocukluğumdan beri kokulara karşı aşırı duyarlıyım. Sözcüklerin, görüntülerin, seslerin, renklerin yaratamadığı çağrışımı, kokular yaratır bende. Birlikte yaşadığım (bir zamanlar yaşamış olduğum) kişilerin kokuları perçinleşmiş gibidir belleğimin kokular hanesinde. Örneğin, babam. Öleli yıllar oluyor. Bugün bile ansırım kokusunu: İhtiyar emekli. Anamın (o 59
- Mavi Öyküler
da öleli yıllar oluyor) kokusunu: Kurban kadın. Ve refoulee. Kız kardeşimin kokusunu: Çılgın bakire. Eniştemin kokusunu: Ter, at ve sinir. Yalnız insanların değil, hayvanların, nesnelerin, yerlerin, yörelerin kokusu da yer etmiştir belleğimde. Dokuz yaşındayken yitirdiğim sevgili köpeğimin kokusu başkaydı. On yaşında sokakta bulup eve getirdiğiminki başka. Fatih’teki evimizin kokusu başkaydı. Firuzağa’daki evimizin kokusu başka. Evet, anlaşıldı artık, kokulara karşı aşırı bir duyarlığım var. Açıkça söyleyeyim ki beni en çok coşturan kokudur. (Yalnız, kokudur, demiyorum, ama ilk etkiyi sağlayan, derin derin soluduğum kokudur.) Sevişmem, okşamalardan, öpüşmelerden önce koklamakla başlar. Her kadının ayrı bir kokusu vardır. (Kullandıkları kokudan söz etmiyorum, kendi öz, doğal kokularından.) Daha doğrusu bin bir kokusu. Saçlarının kokusu başkadır. Ensesinin, boynunun kokusu başka. Kulağının içi başka kokar, burun delikleri başka. Gerdanı başka kokar, göğüsleri başka. (Giderek iki göğsünden ikisinin kokusu ayrıdır diyeceğim. Hiç değilse safkan dişilerde.) Koltukaltlarının kokusu, bacak aralarının kokusuna ya da diz kapağı ardının kokusuna benzer mi? Ayak kokusundan söz etmeyeceğim. (Ayak kokuları üstüne bir kitap yazabilirim. Bunda utanacak ne var?) Koklayacak bir dişi bulamadığımda, yatağa uzanıp kendi kendimi koklarım. Koklamak biraz da yoklamaktır. Keyifliyken başka bir koku salgılar bedenim, hüzünlüyken başka. Tokken başka. Açken başka. Yalnızlığın bir başka kokusu vardır, birlikte olmanın (özellikle yatakta) başka bir kokusu. Çiftleşir ya da tekleşirken bedenimizin kokusu da değişir. Bilmiyorum, ünlü ruhbilimci Kraft Ebing, Psycopathia Sexualis’te bu koku düşkünlüğüne ne ad veriyor? Bu koku düşkünlüğünü, örneğin, fetişizm, animalizm, egzibisyonizm, masoşizm, sadizm... gibi ruhsal hastalıklar arasında mı değerlendiriyor, yoksa “normal” karşılayarak, psycopathia’nın sınırlan içine sokmuyor mu? Freud ne düşünüyor bu konuda? Ya Jung? Aslında, bu büyük ruh hekimlerinin ne düşündüğü bilmemnemde değil. Normal ya da anormal bir koku düşkünü biriyim. Kaldı ki burada anlatmak istediğim, kokularla cinsel yaşamım arasındaki Mavi Öyküler -
60
ilişkiler değil. Böylesi şeyler yazılmaz, yaşanır. Kokular üstüne bu girişi yaptımsa bunun özel bir nedeni var: Anlatacağım olayı tam değerlendirebilmeniz, bir yanlış yorum yapmamanız için, anlatanın, anlatacağı konu ya da olaya yaklaşımında, ne gibi nedenlerin, duyarlılıkların, birikimin ve tüketimin söz konusu olduğunu belirtmem gerekti. Yazıda, ne kesin bir öznellik, ne de kesin bir nesnellik söz konusu olamayacağına göre, okuyucunun, bu iki kavramın değerlendirmesini, mümkün olan doğruluk oranında yapmasını sağlaması gerekir her yazarın. Hiç değilse, bir okuyucu olarak benim beklediğim bu. Bunca açıklamadan sonra, anlatacağım olaya gelebilirim: Bu sabah, berbat dayanılmaz, iğrenç bir kokuyla uyandım. Nerden gelebilir bu koku? diye düşünüp, ilk aklıma gelen yere, ayakyoluna girdim. Evet, burada koku daha yoğundu. Dün gece, yatmadan önce işimi gördükten sonra sifonu çekmeyi unutmuş olmalıyım, dedim kendi kendime. Ama baktım, ortada gözle görünür bir pislik yoktu. Sifonu çektim gene de. Dolmasını bekledim, bir daha çektim. Sonra elimi yüzümü yıkamak için banyoya girdim. Burası da en az ayakyolu kadar kötü kokuyordu. Sabah, aç karnına ve uyku sersemi, dayanılır bir koku değildi bu. Gene de, kaynağını bulmak için derin derin soludum. Ve içimdeki koku uzmanına sordum: 1) Ne kokusu olabilir bu? 2) Kaynağı ne / neresi olabilir? Açıkça söyleyeyim ki çabuk ve kesin bir cevap veremedim. Banyonun aydınlığa bakan küçük penceresini açtım. Pencereyi açmamla koku daha bir arttı. O zaman anladım ki koku dışarıdan gelmektedir. Lodosun bir oyunu olmalı bu, diye düşündüm. (Kentimiz lodosta pek kötü kokar. Lodos esmeye görsün, sanki yerin dibinde gizlenmiş tüm kokular birden yer üstüne çıkar.) Kahvemi pişirmek için mutfağa girdim. Mutfakta aynı koku. Ocağın üstün de kahvem kaynarken, mutfağın pencere61
- Mavi Öyküler
sinden avluya bir göz attım. Avludaki ağaçların yaprağı kımıldamıyordu. “Lodos da esmediğine göre nerden geliyor bu koku?” Kahvemi içemedim. Kahvem de da yanılmaz bir biçimde kokuyordu. Döktüm. Sonra, traş bile olmadan, giyinip sokağa fırladım. Sokak, evin içinden daha beter kokuyordu. Bir sokaktan bir sokağa, ana caddeden ara sokaklara, ara sokaklardan ana caddeye, içimde, nerden geldiğini bilmediğim kokudan doğan bulantı ve belki bunun sonucu korkunç bir baş ağrısı, ordan oraya vurdum kendimi kurşun yemiş bir yunus gibi. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Yalnızca bu kokudan kurtulabileceğim bir sokak, bir köşe arıyordum. Ne kokusunu andırıyordu bu? Kokmuş balık kokusu? - Değil. Lâğım kokusu? - Değil. Çürük kokusu? - Değil. Ağıl kokusu? - Ne ilgisi var? Güneşte kurtlanmış leş kokusu? - Gibi. Ama değil. Yanık kokusu? - Hayır. Yangın kokusu? - Hayır, dedik. Bataklık kokusu? - Olamaz. Bir ceset, bin ceset kokusu? - Sanmam. Öylesine bir kokuydu ki tüm bu kokulardan oluşmuştu sanki. Balıklar kokmuş, sebzeler çürümüş, bir çürük seli, güneşte kurtlanmış leş sürüsü üstün den akmış, binlerce gömülmemiş, günlerce yaz güneşinin altında kalmış cesetlere ulaşmış ve sonra tüm kenti alt üst eden bir yangının kokusunu getiren rüzgârla karışıp kentin üstüne çökmüştü. Yürüyordum. Yürüyordum ve yolumun üstüne çıkan dükkânlara girip çıkıyordum bu kokuyu unutmak, bu kokuyu duymamak için. Bir antikacı dükkânına girdim. Yaldızlı kokuların, ağır çerçevelerin yüzyıllar boyu kullanılmış dolapların kokusunu duymak için soludum. Hayır, antikacı dükkânında tüm bu eşyalar yerli yerlerinde duruyor, ama dışardan (dışardan?) gelen koku, onların kokusunu bastırmıştı. Bir kahveye girdim. Bir çay söyledim. Ama kahvenin kokusu dayanılır gibi değildi. Genzim boşu boşuMavi Öyküler -
62
na aradı aşınmış iskambil kâğıtlarının, telvelerin, semaverin ve nargilenin kokusunu. Oysa, kahveler, çaylar içiliyordu, nargileler fokurdatılıyor, yanıbaşımdaki masada iskambil oynanıyordu. Ama bunların hiçbirinin kendilerine özgü kokusu yoktu. O iğrenç koku tümünü bastırmıştı. Çayımdan iki yudum alamadım, çıktım kahveden. Yolumun üstüne çıkan bir kitapçı dükkânına girdim. En son çıkan kitaplara el attım. Gözüme değil, burnuma götürdüm kitapları. Ne kâğıt kokusu, ne mürekkep. Bir otobüse bindim. İki durak sonra indim. Bir dolmuşa bindim. Yüz adım sonra durdurdum. Bir benzin istasyonunda konakladım. Benzin pompalarının yanında durdum araçlara benzin verilirken. Hayır, ne insan kokusu, ne benzin kokusu... Yalnız o adlandıramadığım kokuyu duyuyordum. Denizi, açık havayı özledim. Deniz kıyısına gidersem bu kokudan kurtulacakmışım gibime geldi. Tıklım tıklım bir otobüse atladım, beni kent dışına, deniz kıyısında bir yere götürecek. Otobüsün kokusu, her zamanki insan (kadın, erkek, ter karışımı) kokusu değildi. Pis bir ayak kokusuna bile razıydım. Gözlerim, üstü başı partal, mutlaka ayağı kokan, kokması gereken birini aradı. Önlerde bir yerde böyle birini gördüm. Yolcuların ayağına basa basa, heyecanla öne doğru ilerledim. Adamın yanıbaşına vardığımda şöyle bir baktım. Ayaklarında çamurlu potur ları, sırma bıyıklan ve ürkek tavrıyla kente yeni gelmiş bir köylüydü bu. “Bu adamın ayağı kokmazsa, kimseninki kokmaz.” Geldiği yerlerin ve günlerce, belki haftalarca doğru dürüst yıkanmamış olmanın kokusunu taşıyor olmalıydı. İyice yaklaştım ve derin bir soluk aldım. Hayır, dilediğim koku gelmedi burnuma. Daha derin bir soluk aldım, gene bir şey yok. Biletimi düşürdüm ayaklarının dibine. Biletimi almak için eğildiğimde, burnum handiyse postallarına değecekti. Zavallı burnum, yalnızca o pis kokuyu duydu, bir insanın ayak kokusunu değil. Doğrulduğumda, bulantım bunaltıya dönüşmeye başlamıştı. Yıkılmıştım. Sanki son gününü yaşayan bir dünyada, son gününü yaşayan ve her ikisinin de bilincinde olan (bunaltı 63
- Mavi Öyküler
bu değil mi? - bilincinde olmak) bir insandım. Bunu düşünür düşünmez, bugün ilk kez, çevreme (otobüstekilere) bakmayı akıl ettim. Ya onlar, bu insanlar duymuyor muydu bu kokuyu? Bundan tedirgin olmuyorlar mıydı? Yüzlerinde bunun belirtisi yoktu. Ya da ben göremedim. Şoförden başlayarak, herkese tek tek sormak istedim. Bir araştırma yapmak. Bağışlayın, bugün hayatınızda olağanüstü bir şey oldu mu? Bugün değişik bir koku duydunuz mu? Duydunuzsa bu koku sizce nerden geliyor? Ama, araştırmanın sonuçlarını baştan biliyordum. İlgisizlik. Şoför, biletçi ve tüm yolcular garip garip yüzüme bakacak, kimi, “Ne demek istiyorsun?” diye soracak, kimi, “Çıldırdınız mı?” diyecek, bir başkası, “Eğlenecek başka yer bulamadın mı?” diye cevaplayacaktı sorumu. Kısacası, soruma gerçek bir karşılık alamayacaktım. Bu bunaltı ve umutsuzlukla indim otobüsten. Tek umudum kalmıştı: Deniz. Deniz kıyısına attım kendimi. Deniz kudurmuştu. Dalgalar kıyıyı dövüyordu. Ama lodos değildi esen. Ve deniz kıyısında, duyulan (hiç değilse benim duyduğum) deniz, yosun, iyot kokusu değildi. Deniz, kendinden olmayan hiçbir şeyi barındırmayan, bir gün mutlak karaya vuran, kendine âşık deniz bile yitirmişti öz kokusunu. Denizden gelen koku öylesine ağır, öylesine dayanılmazdı ki, sanırdınız tüm balıklar ölmüş ve kokuşmuş ve binlerce boğulmuş insan cesedi doldurmuştu denizi. Dayanamadım. Kusmaya başladım. Boş midemden çıkan yemyeşil sularla ağzımın içi apacı kesilmişti. Eğilip bir avuç deniz suyu aldım ağzımı çalkalamak için. Deniz suyu bildiğim tuzlu, iyot kokan deniz suyu değildi. Bu koku, birkaç gün bile sürse yaşamım zehir olacaktı. Ne bir şey yiyebilir, ne bir şey içebilirdim. Uyumanın bile olasılığı yoktu. Ne yapabilirdim? Kime ne diyebilirdim? Anlaşma olasılığım ancak bu kokuyu duyan kişilerle olabiMavi Öyküler -
64
lirdi. Oysa, sabahtan beri, bu kokudan tedirgin olan biriyle karşılaşmamıştım. Boyun eğmek, alışmayı (bu kokuya) seçmek mi? Tanrı korusun! Bu benim yapacağım iş değildi. Kendi kendimi umutlandırmaya çalıştım: Nasıl olsa çok geçmeden başkaları da duyacak bu kokuyu, dedim. Başkaları, bu kentte yaşayan soydaşlarım, hemşerilerim, insan kardeşlerim. Şu anda kıyıda ağlarını onaran balıkçılar. Fabrikalarda, atölyelerde çalışan işçiler. Esnaflar. Şoförler. Biletçiler. Herkes. Ben, kokulara karşı duygan olduğum için onlardan önce duydum. Akşam çökmeden ya da yarın olmadan onlar da duyacak bu kokuyu. Hiç kuşkusuz. Hiç kuşkusuz! O zaman? O zaman, el birliğiyle bir şey yapılabilir. Acaba bir yazı yazıp gazeteye verip yayımlatsam bu kokuyu bir an önce duymalarına yardımcı olabilir miyim, diye düşündüm. Ama ilkin, kokunun varlığından hiçbir kuşkumun kalmaması gerekiyordu. Hiç değilse, bir ya da iki kişi daha... Çevreme bakındım. Yalnız çocuklar vardı oynayan, bir de ağlarını onaran balıkçılar. İlkin, çocuklardan başlayayım, dedim. Balonuyla oynayan bir kız çocuğuna yaklaştım. - Bana bak yavrum, dedim. Garip bir koku duyuyor musun bugün? Sağ eliyle burnunu tıkadı. Boğuk bir sesle: - Hem de nasıl, dedi. - Gerçek mi söylüyorsun? dedim. - Tabiî, dedi. Neden yalan söyleyeyim? - Nasıl bir koku duyduğun? dedim. - Pis bir koku, dedi. - Daha önce böyle bir koku duymuş muydun? dedim. - Hayır, dedi. - Arkadaşların da duyuyor mu bu kokuyu? dedim. - Tabiî, hepimiz, dedi. - Ya evdekiler? Anan, baban? - Onları bilmiyorum, dedi. Onları bilmiyorum. Koku ordaydı. Burnumun ucunda ve kentin üzerinde. Ama 65
- Mavi Öyküler
umutsuzluğum bir anda yok oldu. - Teşekkür ederim, dedim küçük kıza. - Neden teşekkür ediyorsun? dedi. - Bana söylediklerin için, dedim. - Ama ben sana bir şey söylemedim ki, dedi. Çocuklar böyledir, her şeyi söylerler ve hiçbir şey söylemedim derler. Bulduğum ilk araca atladım. Evimin yolunu tuttum. Çöken akşamla birlikte koku daha da artmıştı. Ama aldırdığım yoktu. Kentin üzerindeki dayanılmaz kokuyu yazıp insan kardeşlerimi uyarabilirdim.
p
“YAZMANIN CEHENNEMİNE HOŞ GELDİN” “Gözlerini Kaybeden Soytarının Hikâyesi” | Sultan Yavuz Yine o tepedeydi. Aşağıya, kayalıklara doğru gözünü dikmişti yine. “Okyanusu sevmek mi istiyorsun? Uzaktan sev. Yakından sadece kuralları kendisinin belirlediği şu sert oyuncuya bakarsın.” Kaya olmadığına şükretti; çünkü şu an kapıldığı cazibeye bir kayayken asla sahip olamazdı. Kayalıklara çarpan o güçlü sular, bu korkunç mavi ve asi yükseklik. Her gün aynı saatte, aynı yerde bu ölümcül zevk için oradaydı. Tehlike her zaman neden bu kadar cezbedicidir? Neden derin maviler hep davetkâr bir fahişe gibidir? Eğer yeterince izlersen seni ele geçirebilir ve atlamakla atlamamak arasında bir fark kalmaz. İşte son an: gözlerinle tek olan deniz, sana ihanet eden anarşist ruhun ve başını döndüren kölelik isteğin. Bu gürültülü sular, bu kadar sessiz olmayı nasıl başarabiliyor ki? “Sen! Dikkatimi dağıtan sefil martı! Kanadını başıma gölge yapmasaydın tutkumun peşinden gidebilecektim.” Mavi Öyküler -
66
Yüzlerce martı. Çatılarda, masalarda, caddelerde, çöplüklerde... İlk gördüğü günü hatırladığında gözleri yine doldu. Bu kendisiyle hesaplaştığı son tarih olmalıydı. Onlarca martı boş bir tarlada toprağın içinde aranıp duruyordu. Kahverengi martılar, kirlenmiş martılar, vazgeçmiş ve ruhsuz martılar. İşte o gün martılarla birlikte kendi kanatları da can verdi. “Giden tren mi, yoksa ruhum mu?” Ruhu trenin bacasından çıkan bir duman gibi onu terk etti. Boş bedeni küçük bir sahil kasabasına vurdu. “Şimdi bana şu okyanusun üstünde uçtuğun için sakın martılık taslama tamam mı? Seni aptal, lanet kuş! Ne diye tepemde dönüyorsun ki? Balığa benzer bir halim mi var!” Bu iri martı her seferinde yanına geldi, tepesinde döndü durdu; ta ki o kasabadan ayrılacağı sabahın erken saatlerine kadar. Onunla son vedalaşması alacakaranlıkta, boş bir otobüs durağında oldu. Martı geldi ve boş ana caddede ileri geri yürüyüp, bu soytarıyla göz göze geldi durdu. Belki de geriye yalnızca soytarılığı kalan bu eski martıya hoşça kal demek istedi. Kör soytarı “ hoşça kal kuş” dedi. “Bana ne anlatmaya çalıştığını anladım.” Gözlerini ufka çevirdiğinde güneşin son ışıklarında kendi gözlerinin yansımasını gördü. “Sana ne oldu sefil kuş? Bakışlarını nerde dondurdun ki? Senin gözlerin ölmüş olmalı! İkisi de ölmüş. Artık göreceğin tek yer kendi iç organlarındır.” Yansımada gözlerinden akan tuzlu şeyi de gördü. “Kanatlarını kör gözlerime sürmek için mi gelmiştin yoksa? Git başımdan! Yine görmeyi başarsam bile asla aynı olmayacak. Bakış açım kaybolmuş olmalı. Sen sana ait olmayan gözlere sahip olmanın ağırlığını bilir misin? Bu seni ölümden beter eder. Kendi sonsuz cehennemin olur. Peki, bu büyük cezayı hak edecek kadar ne yaptım?” “Sahip olduğun merak duygusu seni öylesine korkusuz kıldı ki; sonunda kör olacak kadar ileri gittin. Bunu tanrılar değil, sen yaptın.” Konuşan Agatha Christie’ydi. “Neden burayı seçtiğini, neden hep buradan ilham aldığını anla67
- Mavi Öyküler
dım,” dedi sefil kuş. “Karşılığında senden gözlerini istedi çünkü” dedi Agatha’nın tamamı buz mavisi göz çukurlarına bakarken. Korkunç bir kahkaha atarak, sefil şeyin yapamadığını yaptı. Gitti kendini maviye gömdü. Agatha Christie’nin arkasından bakarken: “Tüm o kitaplar bu kasabaya ait aslında; dünyadaki tüm öykülerin yalnızca tek bir yere ait olması gibi. Benden alınan bu gözler, öykülerimin köyüne mi taşıyacak beni? Yazmak için kör olmak gerekiyor demek ki? Kanatlarım beni terk ettiğinde ben de kör olacağım.” Sonra kuzeyi bilmeyen Koreliler geldi. Birinin adı Hwan’dı ve bir balıktı. Bu kasabada her şey tersineydi. Balıklar en çok martı eti severdi. Hwan farklıydı; o domuz severdi. Böylece “Old Boy”u Kore İngilizcesiyle anlatırken ağzı hiç de sulanmadı. Birlikte belki de arkadaş olabilirlerdi, çünkü ikisinin de rengi yoktu. Renkli masalara siyah beyaz oturduklarında, Hwan’ın çenesine yumruk atan büyük albatroslar ikisinin de canını hiç yakmadı, çünkü kafalarındaki kanın kodlaması kırmızıydı. Oysa Hwan’ın dudağından siyah bir mürekkep akıyordu yalnızca. Sefil martı, kanatlarıyla bu balığın ağzını sildi. Balık da ona kendi grubunun yanında eti parçalanmadan dolaşabilsin diye koruyuculuğunu verdi. Albatroslar balıkları yemekten değil ama parçalamaktan haz alırlardı. Güçlü yaratılışları onlara tüm hakları veriyordu ve martıların kanatlarını koparmak da onlar için en büyük eğlenceydi. Onlar yalnızca bu kasabaya değil, tüm dünyaya hükmedebilirdi ve sanki tüm balıklar, tüm martılar onlar tarafından parçalanmak için onların dilini öğreniyordu. Soytarı martı, Balık Hwan’ın ağzını silerken Hwan ona, “Senin gözlerin çekik olmadığı için benden daha şanslısın. Sen biraz onlara benziyorsun ama bu, senin kanatlarına duydukları açlığı dindirmeye yetmeyecek asla” dedi. Bazen güneş yeterince gülümsediğinde ya da yağmur çok sıcakkanlı bir rüzgârla geldiğinde ikisi de okyanus kenarına giderdi. Birbirlerine hikâyelerini anlattıklarında, Hwan bu sefil martının Mavi Öyküler -
68
dışlanmadığını ama artık martı olmaktan vazgeçtiğini anladı. Vaktinden önce yaşlanmış kanatlarını çıkarıp atarsa, artık hür bir soytarı olabilirdi. Ama çıkaramıyordu bir türlü. Ne zaman bedeninden atmaya kalksa, canı müthiş yanıyor ve sonunda vazgeçiyordu. Balık Hwan eğer yufka yürekli olmasaydı, bu sefil kuşu kanatlarından ayırır ve ona özgürlüğünü verebilirdi. Martıya dedi ki: “Kanatlarını kimler bu hâle getirdiyse, onları senden tamamen ayıracak olanlar yine onlardır. Bu kez sen git ve kanatlarını onlara sun. Bu kez korkma, sonunda özgür kalacaksın unutma!” Özgür olmak. Soytarı martı anladı ki; özgür olmanın tek yolu ondan vazgeçmekti. Albatroslara ve tüm yırtıcılara boyun eğmekti. Kanatlarını terk etmeyi öğrendiğinde kör olmayı da kabul etmiş olacaktı. “Kanatlarıma ve gözlerime karşılık özgürlüğüm. Gözlerim içimin köyüne bakacak ve orada gördüğüm ne varsa onları anlatacağım.” Bundan yıllar önce yaşlı bir soytarı, “yazmanın cehennemine hoş geldin” dediğinde, sefil kanatları bunu anlayamamıştı. Yazmak; ruhunu albatroslara vermek demekti. Yazmak; gözlerinden vazgeçmek demekti. Yazmak özgürlükten vazgeçerek ona ulaşmaktı. Kanatlarını terk etmekti yazmak. Yazmak bir gün belki de albatros olmak demekti. Kendini terk ettiğin her an yavaş yavaş kendi nedenin olmaktı. Tüm bunları anlamak için onca zamanın geçmesi gerekiyordu demek ki. Balık Hwan bunu hemen anlamayı nasıl da başarmıştı? Hwan dedi ki: “Sessizce merak etmeyi öğreneceksin. Korkusuzluğunun seni götürdüğü tüm düşsel ve gerçek şehirler, sesine tek tek kilit vuracak ve sessizliğin seni kelimelere götürecek. İşte senin hayatın boyunca kalacağın ve durmaksızın izleyeceğin yol kelimelerin olacak. Bunun için sakın üzülme; her yaratıcılıkta bizden çalınanlar gizlidir.” Soytarı martı, balık Hwan’ın dediklerini yaptı ve her gece o koca albatrosların yanına gitti. Yavaş yavaş ve hem nasıl bir acıyla o yaşlı kanatları, ondan aldılar. Her bir çekiştirmecede, bede69
- Mavi Öyküler
ninden ayrılan her bir lifte, acı çektikçe arınıyor ve yavaş yavaş hafiflediğini hissediyordu. Albatroslar onu önce sarhoş ediyor sonra da koca gagalarını kanatlarına geçiriyorlardı. En ünlü albatros bir İrlanda pubında yaşıyordu ve son darbeyi vurabilmek için, tüm açlığıyla pusuda bekliyordu. “İşte bu da son” dedi, bulanık gözleriyle soytarı martı. Artık griye dönen kirli kanatlarını sadece birkaç lif tutuyordu. Kanatlarını son bir kez açtı ve bar masasına serdi onları. Bu en zoruydu. Kocaman albatros gagaladıkça, karşıdaki şömine de kanatlarının yandığını gördü. Soytarı martılığının son anında gözünden akan tuzlu sıvı, tavanı cam olan barda görebildiği aynı martıyı selamlamak içindi. Bu gönüllü av olma, kanatlarını her geçen gün azaltırken, ortaya genç bir soytarıyı çıkardı ve gözleri de kanatlarıyla birlikte gün be gün onu terk ederken, hatırladığı son görüntü, aynada tamamen kanatsız, bulanık bir siluet oldu. Artık gerçek bir soytarı olmuştu. Gözlerinin körlüğü onu bazen hırçın yapacaktı şüphesiz ama Agatha’nın da dediği gibi: “Kim tanrıları suçlayabilirdi ki?”
p
“AZALAN HİÇBİR ŞEY YOKTU” “Tırnak” | Melike Şenyüksel Sessizlik, perdeleri hafifçe araladığında uçup dağılıverdi. Günlerdir kullanılmayan odadaki yerleşik hava, aralanan pencereden dışarıya doğru tuhaf bir uğultuyla, sanki dillenerek akıp gitmişti. Tüm bu olup biteni izlermiş gibi görünen eski çalışma masası takıldı sonra gözüne. Aralık duran çekmeceleriyle, sokak dedikodularına kulak kabartan kadınlara benzetti onu. Cebine doldurduğu saklı anlamları çıkardı sonra masanın üzerine. İçlerinden bazılarına dokundu parmakları, hafifçe okşadı Mavi Öyküler -
70
onları. Ellerine baktı uzun uzun. Renginin belli zamanlarda koyulaştığına şahit olduğu ellerine... Bu durumun tuhaf bir biçimde ona bir şeyler anlatmakta olabileceğini düşünmüştü hep. Çocukluğundan bu yana hem de. İşlediği kabahatlerin şahidi olan ellerinden, onlara bakıldığında gizlediği suçların bir bir anlaşılacağından korkardı. Saklardı hep onları ceplerine, arkasına, masa altına, nereyi boş bulursa. Kırdığı vazolardan, söylediği yasak laflardan, sokakta bulup baktığı ayıp resimlerden haberdardı elleri. Hatta ona yardım ve yataklık da etmişlerdi. Ama iş sorumluluk almaya gelince, karşısına geçmiş buluyordu onları her defasında. Koyulaşan renklerini gidermek için defalarca yıkamıştı da üstelik. Ama elleri hep aynıydı ve yine her defasında yüksek sesle bağırırlardı ona: “Sen yaptın! Sen yaptın! Sen yaptın!” Kulağında uğuldayan seslerden kurtulabilmek için tırnaklarını kemirmeye başlardı sonra büyük bir inatla, ellerinin canını yakıp, onları biraz olsun susturabileceğini düşünürdü böylece. Bu kendi kendini yiyip bitiriş seansları sürüp giderdi dakikalarca… Durdu. Tırnağının o anlamsız hali çarptı gözüne. Pembe, ablak, ifadesiz bir surata benzetti onu. Belli bir ifadeye sahip olmayan her şeyin bezdirici bir yavanlık taşıdığını düşündü. Hatta onların varlıkları, sırf bu yavanlık kokusunu oldukça ağır bir biçimde salgıladıklarından ötürü hissedilebiliyordu belki de. İfadesizliğin yokluğa bakar yüzünü, yokluğunsa insanca bir dürtüyle kaçınılması gereken donukluğunu koydu önüne. Güçlü silahlar seçilmeliydi şimdi. Çünkü düşman güçlüydü. Hem yokluğa karşı açılan bir savaşta varlık gösterebilmek pek de kolay olmasa gerekti. Tekrar tırnaklarına çevirdi bakışlarını. Bu küçük yüzeylerde kaç minik adım atılabileceğini hesapladı gözleriyle. Tuhaf yürüyüş hesaplarından bıkar gibi olunca da hiç duraksamadan dişlerinin arasına aldı tırnak uçlarını. Dişleri yalnız iki tırnağı kavrayabiliyordu aynı anda, fazlasını değil. O halde işe onlarla başlanacaktı. Hafif ısırıklarla açılış yaptı. Dudak arasında kalan çelimsiz tırnak parçasını diliyle kurcaladı biraz ve usta bir hareketle on71
- Mavi Öyküler
dan kurtuldu. Tekrar ellerine baktı. Bu kendi kendini yiyip bitiriş seanslarının sonuçlarını görebilmek için. Tırnakları olanca ifadesizliğiyle karşısında duruyordu. Azalan hiçbir şey yoktu sanki. Az alan hiçbir şey yok!
p
“ARAYIŞIN KENDİSİ GÜZELDİ, SORUN BUYDU” “Hançerle Koşan Babalar” | İnan Arslanboğan Bu kalabalıkta ne işim var? Aklıma ilk gelen soru buydu. Etraftaki kahkahalar arttıkça, bar sahibinin rahatladığı düşüncesi beynimi kurcalıyorsa da o kadar elzem değil. Beyoğlu’nda, Nevizade girişi (ya da çıkışı) civarında oturuyoruz. İki ellilik söyledik. Tercihimiz Arjantin’den yana, ama olur da oval bardakta gelirse biralarımız, “Bunu götür biz Arjantin istemiştik” diyemeyiz. Bunu biliyoruz. Çünkü özgüvenimiz yitik. Biraz gevşemek istiyorum. Dirseğimi sandalyenin arkalığına atmak için hamle yaptığımda, amorsumda oturan kızın sırtına dirsek atmış gibi oluyorum. Dönüp “pardon” diyorum. “Özür dilerim.” Duymuyor bile, elini sırtına atıp sutyeninin askılığını kontrol edip karşısındaki kız arkadaşına, “Ee sonra ne dedi ki, hem ben sana söylemiştim Kemal’in sana abayı yaktığını, bakışlarından be...” diye devam etti. Özrümün karşılığı bile yok diye düşündüm. Bacak bacak üstüne atayım derken Cengiz’in bacağına çarpıyorum. Masa sallanıyor. Allahtan biralar henüz gelmedi diye söyleniyorum içimden. “Pardon Cengiz. Bugün sakarlığım üstümde.” “Önemli değil. Allahtan biralar henüz gelmedi.” Biliyorum, o da en az benim kadar kötü durumda. Çekip koMavi Öyküler -
72
lundan yürü be oğlum, evde bok mu var demesem; çilehaneye dönüştürdüğü, kutsadığı tek göz evinde oturur. Bilgisayarını kurcalar, müzik dinler, kısa filmi için doğaçlama çalışır ve üzülerek bekler. Sadece bekler. Onu ne zaman arasam, evdeyim diyeceğini biliyorum. Özlem’den ayrıldıktan –daha doğrusu terk edildi– sonra sakal uzatmaya başlamıştı. Hâlâ uzatıyor ve sakalları şimdilik göğsüne gelmiş durumda. “Ne zaman unutacaksın onu?” “Unutacağımı nerden çıkardın?” “Unutmak zorundayız.” Biralarımız geldi. Kısa zamanda bitirip ikincileri söyledik. Sağ tarafımızdaki masadan bir kahkaha dalgası yayıldı. Sonrasında, “Allah belanı versin emi” diye tiz bir kadın sesi ve gülüşmeleri bölen öksürük sesleri. Her şey, içerek kendimi öldürme isteğimi kanıtlarcasına sürüp gidiyor. İnsanların bu kadar neşeli olmasını kaldıramıyorum. Gülmeyi çocukken izlediğim çizgi filmlerde bıraktığım aklıma geliyor. Hiç komik değiller şimdi. Ben mi büyüdüm, çizgi filmler mi bilemiyorum. Yıllardır gülemeyince insanın içinde bir kara delik açılıyor. Tüm sevinçleri yutarak kendisini büyütüp var edebiliyor. Etrafına memnuniyetsiz bakışlar atan ben oldukça, içimdeki memnuniyetsizlik daha çok kendini büyütüp, genişleyip memnun oluyor. Bunu biliyorum. Kendimi uzun zaman önce ona teslim ettim. Ne zaman elime kalemi alsam hep karamsar şeyler yazıyorum. Skeç konusunda da bu böyle olmamış mıydı? Geniş bir masada bizi ağırlamıştı L. Kırca. “Hoş geldiniz çocuklar.” Uzun ve komik bir konuşma yapmıştı ciddiyeti elden bırakmayarak. “Sizden iyi şeyler bekliyorum” demişti. Sonrasında ne yazmaya çalışsam olmamış, yazdıklarımı yırtmaya başlamıştım. Ve yine ona döndüm. Yani şiire. O beni anlıyordu. Övgüler alıyordum. Yapmak istediğim işi yapıyor, ama para kazanamıyordum. Zaten insan şiirden para kazanamaz ki, bunu bilmiyor muydum, ama insan sevdiği işi yapınca hani para da sonra gelirdi! Bu öyle değilmiş. Yanlışmış. En iyi bildiğim işi yapıp mutsuz olmaya karar verdim. Arkadaşlarım bu halimi sevmişlerdi, şiir 73
- Mavi Öyküler
yazdıkça daha mutsuz, mutsuz oldukça daha iyi yazmaya başladığımı hissediyordum. Artık karamsarlığıma ödül bile vermişlerdi. “Hiç şaşırmadım,” diye yazmıştım bir yerlere... “Her şey geçer” dedim. Birasından acımasızca bir yudum aldı. Uzamış bıyıklarını kıllı parmaklarıyla sildi. “Sen” dedi, “rahat adamsın. Karını aldattın ama seni ilk günkü gibi seviyor. Ailene cehennem azabı yaşattın, ama annen hâlâ peşinde pervane.” Etrafı süzdü bacak bacak üstüne atarken ayakkabısının ucuyla dizime dokundu. “Pardon” dedi sessizce. Bu pardon diğer pardonlar gibi gelip geçici değildi. Zayıf kadınlar, şişman kadınlar, büyük göğüslü, küçük göğüslü, uzun bacaklı... Kadınları benim kadar tanımıyordu. Tanımak eşittir, tırnaklarını üzerimde bilemelerine izin vermek. O yırtılan şeyden, sesin gizinden zevk almak. Kendini benim kadar tüketmemişti. Sinirimiz ne zaman bozulsa –hep bozulsun da içelim– soluğu bir barda alıyorduk. Mutsuzduk, mutluluğu şişede aramak güzeldi. Ama bu, hep yanlış anlaşılmıştı. Arayışın kendisi güzeldi, sorun buydu. Arayışın içinde olduğumuzda, karşımızda hep bir resim vardı. Buğulanmış, Arjantin bardağı üzerinde bir serçe parmak kalınlığında köpük. Hafif bir ağırlık var bileklerimizde, aklımız da sürekli dağınık, konuların ardı arkası kesilmiyor, bu resim ya da fotoğraf hiç gitmiyor gözümüzün önünden; masadan kalkan iki adam yarın nasıl bir baş ağrısıyla cebelleşecek çok iyi biliyorlar. Ama yarın geldiğinde hiç önemi kalmayacak dünün; çünkü unutkanlık ağır basacak! “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Adımı unutmak istercesine içtim.” Yine yan taraftan bir kahkaha. “Ne gülüyor bu yaraklar!” İnanın ki, küfür bazen içinizdeki vahşeti engeller. Sizi toplum içinde sıradanlaştırarak cinnetten uzak tutar. Kahkaha dolu masaya baktım. İçlerinde bir “oğlan” var. Cengiz’in sakallarına bakıp, karşısındaki üç kıza bir şeyler anlatıyor. Mavi Öyküler -
74
Dalga geçtiği açık. Yanlış ata oynadığını bilmiyor. Yanına gidip kulağına birkaç şey söylüyorum. Cengiz, “Kimdi o?” Gülüyorum. “Eski bir arkadaş. Bitmiş bir hesap” diyorum. “Birazdan kalkacaklar zaten.” “Rahatsız mı ediyor seni?” “İlgilendiğim tek oğlan sensin” diyorum gülerek. “Kadın olsaydın, seni tek geçerdim.” Feminen birkaç hareketle onu sevdiğimi gösteriyorum. Buna duruma adapte olmak da denilebilir. Dördüncü biradan sonra az bulunur gülücükler atmaya başladık. Hayatımızın beraber geçen on beş yılını konuştuk. Özü; nasıl başladık, nasıl gidiyor, nasıl bitecekti. Biz hiç teke tek kavga etmedik. Sürekli çoğuldu, hep saldıranlar olmuştu bize, karşılığını verdik. Sinirliydik, bunu vahşice gösterdik. Kan akması gerekiyordu, akıtmıştık. Böyle zamanlarda hep daha erkek olduğumuz fikri aklımıza yerleşiyordu. Bizi de birileri hiç olmadık bir zamanda öldürecek. Son sözlerimizi daha gençken hazırlamıştık. Sadece söylemek için biraz daha zamana, bizi öldürecek insanlara ihtiyacımız vardı. İşte gelecek buydu. Mutlaka mukaddes piyango bize de vuracaktı, ama bu akşam kazanan biz değildik. Üç saattir aynı masada oturuyorduk. On beş dakika sonra saatler günler takvimler değişecek, günlerden pazartesi olacaktı. İş günü, ama önemi yok. Yedinciyi içiyoruz, yedincide iş yok, düşünce çok uzakta, düşünecek bir şey yok! Ama umarım Taksim-Bostancı dolmuşuna bindiğimde şoförün yanı boştur. Böylece yüce vatandaşlarıma bira kokulu bir adam takdim etmekten kaçınmış olacağım. Olmadı, arka koltuklardan birine oturdum. Yanımda uzun bacaklı bir kadın var. Benden tiksiniyor. Yüzüme baktığını anlıyorum. Ayık olsam cesaretle bakabilirdim, bakamıyorum şimdi! O beni bakışlarıyla eziyor, önemi yok! Sızdığımda umarım başım onun omzunda olmaz. Aklıma gelen tek ayrıntı bu. Eğer ayık olsaydım benim gibi bir adamın yanıma oturma75
- Mavi Öyküler
sını istemez, ben de ona yanımdaki kadının bana baktığı gibi iğrenerek bakardım. Allahtan böyle bir rezilliğe sadece sarhoş olarak dahil oluyorum. Herkes iğrenebilir benden, herkes ayık nasılsa, tek farkım var o da nöbetçi bir tekel bulup eve dönebilmek. Umarım eve varabilirim. Evde yastık yerine, bir kaldırıma başımı dayamam ve sızmam. Evet ev önemli. Çünkü o ev! Hâlâ yazıyor musun dediğini hatırlıyorum. Herkes bunu sorar o da sordu. İçimden haykırdım daha fazla ne yapabilirim. Sevmediğim bir işim var. Günde on iki saat çalışıyorum, çok az para kazanıyorum. Kazandığım paranın yarısı unutmaya –biraya– gidiyor. İşte ya da evde iğne deliği kadar boşluk bulursam yazmaya ya da yazacaklarımı düşünmeye ayırıyorum. Herkesin bir bildiği var. Benim yok! Herkes kendine yatırım yapıyor. Benim amacım yok! Herkes güler. Ben, sen de mi, diyemiyorum. Köprüden geçerken gözlerim kapanıyor. Aklımda tek şey var. Düşüncan! Bunu neden düşündüğümü biliyorum. Yuva parası. O paranın yarısını içkiye yatırdım. Gözlerim kapanırken, “Daha kötülerini de yaptın, aldırma,” dedim; “hem sen iyi bir adamsın, tekrar iyi şeyler yapabilirsin. Karamsar olma iyi düşün, iyi şeyler olsun.” Gözlerim kapandı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu iyi, çok güzel. “Abi geldik” dedi şoför. “Son durak.”
p
“DİLE GELSEN, NELER ANLATIRSIN, KİM BİLİR?” “Hissedebilmek” | Oya Özdemir Gecelerin esiriyim, uzun zamandır... Aynı saatlerde çekip alıveriyor tatlı uykumdan... Direnmem boşuna... Sessizce terk ediyorum yatağımı. Kadim dostlarım gazetelere, okuduğum kitaplara ve bilgisayarımdan; birine, bazen her birine kısa ziyaretlerde Mavi Öyküler -
76
bulunuyorum, uykunun yeniden göz kapaklarıma dokunuşunu beklerken... Son kez bir gün önce gitmiştim, ziyaretine... “Ağzına damla bir şey koymuyor, tepki de vermiyor...” dediler. Kimi yeri buz gibi olan elini tuttum, hafifçe hareket etti “Geleceğinden emindim...” dercesine... Anılarla baş başa, kara gözlüklerimin ardına gizlediğim nemli gözlerle yürürken, bir el kolumu kavradı. “Hayrola, seslenip, durdum. Bu ne hâl? Nereye gidiyorsun?” “Eve gidiyorum. Kusura bakma, biraz dalgınım.” “Biraz mı?.. Eve mi?.. Yoksa, buralara bir yere taşındınız da, haberim mi yok!” Etrafıma şöyle bir göz gezdirdim, nerede olduğumu hemen kavrayamadım, ekmek fırınını görünce, “Haklısın, biraz dalgınım... Yooo, aynı yerde oturuyoruz. Şu fırının ekmeği güzel oluyormuş, onun için geldim, buralara...” dedim. İnanmadığından eminim, ama üstelemedi. “Ben de torunu okuldan almaya gidiyorum. Vaktim olsaydı, biraz laflardık.” “İyiyim, merak etme, hadi gecikme. İyi günler...” Eve döndüğümde, eşimin “Telefonunu uzun uzun çaldırdım, merak ettim, nerede kaldın?” sorusunu, “Biraz yürüdüm.” diye yanıtladım. Hafif de olsa oynattığı eliyle kurduğu iletişimi “özel bir sır” addedip, kimseye bahsetmedim. Erkenden çekildim odama o akşam... Esaretime inat, geliş saatini geçirene dek, okudum, düşündüm, durdum. “Bu kez başka kapıya,” dedim içimden, uykuya teslim olurken... İki saat geçmeden, “Ben, istersem gelirim,” dedi yine. Çaresiz, kalktım. Derken, aniden dayanılmaz bir sıkıntı peyda oluverdi. Burnumdan derin nefes alıp, salonda bir aşağı bir yukarı dolanarak dağıtmaya çalıştım, ama boşuna... Epey sonra, uzaktan bir köpek havladı. Gergin bedenim, aniden yere yığılıverdi, öylece kalakaldım. Çalan cep telefonuna uyanan eşimin, “Yaaa, hemen geliyorum” cümlesiyle nasıl doğrulduğumu hatırlamıyorum. Yatak odasının 77
- Mavi Öyküler
kapısında karşılaştığımızda, “Annem... ölmüş...” dedi. Başımı eğip hızla giyinmeye koyuldum. “Eşime bir şeyler söylemeliyim” düşüncesi yaşadıklarıma takıldı. Ağzımdan dökülemeyen sözcüklere, kaçamak bakışlarımın yardımcı olduğunu, “Zorlama kendini, biliyorum, sen de üzgünsün,” cümlesinden anlayınca, biraz rahatladım. Sıkıntı, köpeğin ulur gibi havlaması, kayınvalidemin ölümünün habercisiymiş, meğerse. Bu bağlantı öylesine huzursuz etti ki, son vazifemi detaylı ve eksiksiz yapma çabam bile, üstesinden gelmeme yardımcı olamadı. “Birkaç kişiye anlatabilseydin etkisi azalırdı,” dedi, aylar sonra görüştüğüm bir uzman arkadaşım. Kapılarını kolay açanlardan değildi, ama açtığında masal tadında anlatımıyla çevresini büyülerdi. Baskın karakterinde aldığı eğitimin rolü büyüktü. Yaşıtlarının pek çoğu gibi, o da şehit çocuğuydu. Beş yaşında yatılı gittiği Sivas’taki anaokulunda aldığı eğitim, inanılır gibi değildi... Anlatırken, yüzü aydınlanır, o anları her defasında yeniden yaşardı. Normal eğitime ilaveten Fransızca, piyano, dans dersleri almış olmasını herkes gibi hayranlık ve şaşkınlıkla dinlerdim. Kadim dostlarımı ihmal etmekteyim, epeydir. Esareti, adeta bekler oldum... Uyanır uyanmaz mekân değiştiren sevdiklerimle yaşanmışlıkların deryasında buluveriyorum kendimi... “Geceler, bu yolla sevimli olmaya çalışıyor galiba...” Ben; gönüllü “Dostluk Anlaşması” imzalamış gibiyim... Bir an çocukluğum geliveriyor aklıma... Oysa nasıl da korkardım, gecelerden... Gün içinde yarattığım düşler, kâbusum oluverirdi... Hava kararana değin dünyalara sığmayan ben, akşamları oturduğumuz odadan adım atamazdım. Babam, ısrarla benden bir şeyler getirmemi istediğinde, anneannem yetişiverirdi, imdadıma. Gençliğe geçerken de farklı değildim aslında. İdealleri, ailesi dahil her şeyden önce gelen menfaat sözcüğüne yaşamı boyunca yer vermemiş cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kuşağın temsilcilerinden biriydi kayınvalidem... İstanbul’da doğup büyümesine rağmen, bin dokuz yüz otuz iki yılında öğretmen olduğunda annesi ve kız kardeşiyle birlikte Anadolu’nun o ücra Mavi Öyküler -
78
köşesine tereddütsüz gitmesine şaşmamak mümkün değil... Hele, başında şapkası, vücudunu saran tayyörüyle, daracık sokaklarda dolaşırken irili ufaklı taşların arasına takılan uzun ince topuklarını seyre koyulan yerli halkın “Tangolar geçiyor” sözlerine aldırmadan, kısa sürede kendini kabul ettirmesi... Aynı okulda öğretmenlik yapan herkesin peşinden koştuğu kalburüstü ailenin yegâne genç yakışıklı oğluyla aşkları... Yirmili yaşlara ulaşmamış şehirde yetişmiş babasız bir kızın, yörenin söz sahibi ailesine gelin gitmesi... O yıllara tanık kişilerin, Nâzım Hikmet’in “O MAVİ GÖZLÜ BİR DEVDİ” şiirinde, yaşamışlıklarına atfettikleri bir şeyler olduğunu, yüzlerine yayılan bulutlanmadan hissederim hep... Kim bilir, belki de öyle anlamlandırırım. Kayınpederim de tıpkı Nâzım gibi upuzun boyu, mavi yerine, elâ gözleriyle, esmer, bilgili, mücadeleci, mini minnacık genç öğretmene tutuluvermiş. O genç kız ki, okulda, çevrede ve gelin gittiği kalabalık ailede, itirazlara karşı sevimli çıkışlarıyla değişim ve dönüşümün önderi olup, herkesi peşi sıra sürüklemeyi başarmış. Öylesine benimsemiş ki yöreyi ve insanlarını... Yıllar sonra dört çocuğunun eğitimleri için geldiği İstanbul’da, anne-babasının kentiyle değil, çocuk sayılacak yaşta gittiği o ücra yerden “doğup, büyüdüğü” yer olarak, bahseder olmuş. Ölümünün haftasında, kendisinden öğrendiğim su böreğini yapmaya karar verdim. Kayınvalidesinin işgal yıllarında içine yüzüklerini dizip düşmandan kaçırdığı, yüz yıllık oklavaya uzun uzun bakıp, “Çok şeye tanıksın, dile gelsen, neler anlatırsın, kim bilir? Ya beraberliğimiz!” deyip, yirmi dört yufkayı açmaya koyuldum.
p
“TEKİLDİM ÇOĞULDUM BENDİM ÖTEKİYDİM OYDUM…”
79
- Mavi Öyküler
“Güneş Yol Sevgilim” | Murat Çelik Sokakta rastladım ona. Geceydi. Tenha kalabalığımla boğuşuyor, aklımın içinde varlığını dahi ispatlayamadığım, resminin sırdan bir mürekkeple çizildiğini sandığım şeytanın kaslı kollarında yavaş yavaş boğuluyordum. Geceydi sokakta rastladım ona. Yolun sonundaki sokak lambasının ışığında belli belirsiz bir cisimdi önce. Yol bitmesin diye yürümüyordum. Milim milim, santim santim... Yol bitmesin diye... Korkuyordum. Yolun bitmesi korkutuyordu beni, yolun sonu. Güneşin doğacak olması, güneşe giden yol... Yaklaştım. Yaklaştıkça kısaldı boyu, belirginleşti. Yüzü ak bir kadın, gözleri simsiyah bakacak ampul patlasa... Kucağında bir kundak, kundağın içinde bir canlı; kıpır kıpır. Sesi yok. Yakınlaştım. Gözleri uzakta, beni görmüyor. Gözleri var, beni görmüyor. Elimi uzattım gözlerine: Tepki yok. Tam çekecekken sarıldı elime. Kundak düştü; ses yok. Öptü elimi; öptü öptü öptü. Parmaklarımın tuzunu emdi, canını. Dudakları, dişleri müptelasıydı sanki elimin. Bırakmadı bir türlü, izin vermedi gitmeme. Ben çektikçe daha da çok öptü, emdi. Birden bıraktı sonra: Diş izleri ve kan... His yok. Yürümeye başladım hemen. Yol bitmeliydi. Güneşi görmemem daha mühimdi yolun bitmesinden. Bitmeliydi yol. Yürüdüm hızlı yürüdüm hızlı hızlı yürüdüm. Tam yirmi sekiz köşe döndüm, üç bin beş yüz iki adım gittim. Yolun sonunda, oradaydı yine. Yaklaştım. Kundak vardı kucağında yine. Bana bakıyordu bu sefer. Aldırmadım yürüdüm. O da yürümeye başladı benle. Hızlı yürüdüm o da hızlı yürüdü. Çöp tenekelerinin yanında durdum sonra. Yanıma geldi, baktı uzun uzun gözlerime. Çöpe yanaştı ve kundağı içine bıraktı. Ses yok. Hızlı hızlı yürüdük. Sadece üç köşe dönerek eve varmıştım bu sefer; varmıştık. Kapıyı açtım, ayakkabılarımı çıkardım. O da çıkardı, ilerledik. Mavi Öyküler -
80
Koridoru geçip yataklı odaya girdik. Işığı yaktım, yatağın üzerine oturdum. O da yanıma oturdu. Yerdeki kilimin motiflerine bakıyordum, aylardır oradaydı fakat ilk kez görüyordum. Yeşildi bordoydu yine yeşildi, kare kareydi... Ona baktım sonra; gözü kitaplığın üzerindeki şarap şişesindeydi. Kalktım getirdim. Aylar evvel içilmişti ve su vardı içinde yalnızca. Ne zaman almıştım da bitirip içine su koymuştum? Kilimi aldığım gün mü? Hatırlayamadım. İçti içti içti. Şişe yarımdı ve hepsi bitmişti. Bana baktı, dudakları kıpkırmızıydı, güldü. Elini boynuma doğru uzattı ve en tepedeki iliği açtı. Yedi ilik çözdü, yedi kere çözdü beni... Sıyırdı üzerimden, ayağa kaldırdı ve pantolonumu çıkardı. Çırılçıplaktım: His yok. Uzandı yatağa, yanına gittim. Gözlerini kapattı ve kollarını havaya doğru kaldırdı. Bluzunu çıkardım, eteğini sonrada. Çırılçıplaktı. Bütün organlarını görmüş ve ister istemez dokunmuştum da. Ellerim yapmıştı bu işi: İncecik kıvrım kıvrım boynuna önce, gerdanına, omuzlarına; o güzelim kavisli, beyaz ipekten bir mendil gibi yumuşacık olan omuzlarına... Bir bütünün yassı kemiğine eşdeğer biçimde lime lime edilmiş, boylu boyunca uzanan kollarına ve bacaklarına... Karnına sonra; göbeğine, elimi çektiğimde beyaz tenin akacağına ihtimal verdiğim göbek deliğine... Süt kokusuna en çok, sol göğsüne. (Sağ yok. Var-yok. Vardı yok.) Sol göğsünden içeri, yüreğine... Fakat üzerini soymak için yapmıştım bunları; sadece soymak... Aklımın ucunda dikleşen bir hücre yahut kan dolaşımımı hızlandıran herhangi bir etki yoktu. Tekildim çoğuldum bendim ötekiydim oydum... Aklımın yarısı ona aitti, hem oydum hem kendim... Yan yanaydık. Soluk almıyorduk hiç. Birbirimize bakıyorduk; gözlerimiz vardı yalnızca, gözlerimiz... Gözlerimiz yandı, tutuştu; gözlerimiz sevişti ıslak ve kuru... Ne cinstik ne de tür o an. Yaradılışa isyandı belki bu; belki de sona, varışa, bitişe, ölüme... Güneş... Yol... Kara kara geceyi kül etti güneş, yolu açtı. Saatteki kumlar bitti ve bitti. Masal anlatmayı bıraktı gece, kör baykuş 81
- Mavi Öyküler
sustu. Susan o değildi. Susan gözlerimiz de vardı. Suskun. Gözlerini kapattı birden. Ben de kapattım. Bekledim öylece. Ne kadar kapalı tutmalıydım, aynı anda mı açmalıydık? Yoksa o açmıştı da beni mi izliyordu? Dayanamadım fazla, açtım. YOK. Çığlık gibi keskin bir uğultu parçaladı kulaklarımı: Yok! Kalktım, hızlı hızlı yürüdüm odanın içerisinde. Üçüncü dereceden başlamıştım yürümeye, yavaşladım; hızlı yürüdüm, yürüdüm. Kafamı duvarlara vurmak, parçalamak geliyordu içimden. Dişlerimi sıktım, ellerimi. Yürüdüm hızlı yürüdüm. Kapıyı açtım, odadan çıktım; hızlı hızlı yürüdüm. Koridoru geçtim, yataklı odalarda aradım yataksızlarda. YOK. Mutfak, balkon, tuvalet, banyo... Yok! Bir ses duydum sonra bir kıpırtı. Kıpır kıpır bir ses. Dinledim. Tavana, duvarlara çarpa çarpa geliyordu; gözlerimin içine... Sesi görüyordum. Yürüdüm. Dış kapıyı açtım. Yerde bir kundak vardı; kıpır kıpır bir canlı içinde; canlı olduğu besbelli. Sesi var; sesi kıpır kıpır. Kucağıma aldım gözlerine baktım ilkin: Ben, öteki, o. Öteki sensin dedim öteki sen. Kulağına fısıldadım. Çocuksun, bebek; bebeğimsin, bebeğimizsin. Sarıldım kokladım. Ağladık beraberce. Güneş... Yol... Sevgilim... Yoksunuz.
p
“ZAMAN BAŞIBOŞ BİR ÇOCUK GİBİ” “Rüya” | Duygu Altın Bölüm 1 - Ayrılık Tomris Uyar ve Cemal Süreya’ya saygılarımla Her aşk kasımda mı başkaydı? Hayır. Bu gün ayın yirmi biri. Aylardan aralık ve kar kazma, kürekle savaşmak ister gibi kapının önünde dik başlı beklemede. Takvimi işaretliyorum. İlaç firmasının sağlıklı günler dileriz gibi basit cümleler kurdukları, ucuz kağıda bastıklarından. Kırmızı yuvarlak içine aldığım zaMavi Öyküler -
82
man uzun uzun bakıyor gözlerimin içine. Bakışlarından yorulup başımı öne eğiyorum, mahsun, yorgun. Mutfak camının önüne ayaklarımı sürüyerek vardığımda bir çocuk edasıyla ‘hoh’luyorum camı. Buğu, çağrılmasını beklermiş gibi ortaya çıkıveriyor. Küçücük bir kalp çiziyorum etrafından küçük sular sızan. Kasımda değil yalnızca filmdeki gibi, aşk her ayda başka ve zor. Bu düşünce aklımı tıklatınca bir yerimde yara varmış gibi sızlıyor bedenim. Yüzümü kasıyorum. Kaşlarımı çatıyorum. En iyisi uyumak diye iç geçiriyorum. Az önce kalktığım sıcaklığını henüz kaybetmemiş kanepeme gömülüyorum. Çocukluk batteniyemi burnuma kadar çekiyorum. Günlerdir ya uyuyorum ya okuyorum. Babaannem olsa “Dik başlısın, kimse seni almayacak. Ne bu sürekli okumalar, afralar, tafralar, bilmişlikler...” diye çekerdi paparayı. Azarlanmaya hatta hırplanmaya ihtiyacım var. Perdelerin arasından sızmaya çalışan kış güneşi... Duygulanıyorum. Mavi göz yaşı... Beni sevecek bir adam bile yokken Tomris Uyar’ı sevmiş üç erkek şairi düşünüyorum. Düşünmemle aklımdan dizeler geçiyor. Dizelerin ardı sıra ateşli bir hastalıktan yeni iyileşmeye başlayan bir çocuk edasıyla, tedirgin fakat meraklı adımlarla gidiyorum. Şiirlerin sokaklarında dolaşıyorum. Boş evlere giriyorum, terk edilmiş eşyalara dokunuyorum. Unutulmuş fotoğraflara bakıyorum. Saklanmış anıları kıyıdan köşeden usulca çekip kılıflarından soyuyorum. Bir ağlıyorum bir gülüyorum. Bazen aynı anda iki zıt duyguyla sarsılıyor bedenim. Kedim battaniyemin ucunu çekiştiriyor. Hüzünlü evin ağırlığından tedirgin olacak ki endişeli gözlerle süzüyor beni. Tepki alamayınca yere yatıyor. Gözlerini kapatıyor. İçgüdüleriyle belli ki bana dost olmak istiyor. Perdelere sarılan lacivert ton akşamın habercisi. Saat kaç acaba? Ne önemi var. Yok. Zaman başıboş bir çocuk gibi koşturup duruyor evin içinde patırtıyla olanlara aldırmadan. Sonra o da yorulup çöküyor eski bir koltuğa. Aralığın yirmi biri. Yıl ve saat yok. Gözlerimi yumuyorum. “Önce ellerin vardı yalnızlığımla aramda sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar” Önce ellerin vardı yalnızlığımla benim aramda Sonra birden kapılar açılıverdi ardına kadar 83
- Mavi Öyküler
Bölüm 2 - Rüya A. Hamdi Tanpınar’a saygılarımla Kapının çalmasıyla uyanıyorum. Elinde siyah kedisiyle bir adam duruyor eşikte. Merhaba “ben A.” diyor. Hiç şaşırmıyorum. Beklenen kişinin gelmesindeki tanıdık duygular... Altın saatini oracıkta çıkarıp paspasın üstüne atıyor. Uyku sersemliğiyle saate bakmak için eğilirken Bay A. içeri girmek için hamle yapıyor aynı anda. Saatin camı ‘çat’ ediyor. Yüzüne bakıyorum, kaybolmuş bir zamanın mahur bestesi dalgalanıyor gözlerinde. Masmavi bir ışıkta yüzüyor sanki. O kadar dalgın ve ağır adımları. ‘Buyrun’ diyorum. Zamanın çöktüğü koltuğa yığılırcasına atıyor kendini. Böylece zaman bir kere daha eziliyor. ‘Zamanı ezen adam’ diye geçiriyorum içimden. İçimi dinleyen Bay A. biliyor söylediklerimi. Bu cümleyi de bilir bilmez fırlatıyor kedisini halının üstüne. İrkiliyorum ve uyanıyorum. Rüya içinde rüya… Gitmeliyim diyerek fırın gibi kanepeyi terk edince aralık aynın soğuğu vuruyor sırtıma. Sendeliyorum. Ne çok uyumuşum. Zaman gene koşturuyor işte evin içinde. Olduğum gibi çıkıyorum evden. Paspasın üzerindeki cam kırıklarına anlam veremiyorum. Anlam veremediğim her şey için bükülen bir dudağa sahibim nasıl olsa. Boş tramvayı kullanıyorum boş sokaklarda. Boş merdivenleri çıkıyorum, boş koridorlardan geçip aynı boşluktaki sınıfa hem anlatıyorum hem dinliyorum. Saatleri Ayarlama Entitüsünden çıkıyorum saat gonglayınca. Saatleri ayarlayamamış olmanın kederine aşk acımı da katıp hüzünlerimi ikiye katlıyorum. Parçalara ayrılıyorum, eksiliyorum, çarpılıyorum derken tekrar ikiye bölünüp iki eşit parça oluyorum. “Bir garip rüya rengiyle Uyumuş gibi her şekil” Bölüm 3 - Rüya içinde rüyanın rüyası Yusuf Atılgan’a saygılarımla Bugün aralık yirmi bir. Dün yaşadığım yalnızlıktan sonra bugün de Mavi Öyküler -
84
yalnızım. Takvimin önünde duruyorum. İlaç firmasının sağlıklı günler dileriz gibi basit cümleler kurdukları, ucuz kâğıda basdıklarından. Sayılara bakıyorum. Dün aralık yirmi bir, bugün aralık yirmi bir, yarın aralık yirmi bir. “Ah! zaman ne çabuk ilerliyor. Aralık yirmi bir oldu bile.” Takvimi işaretliyorum. Kırmızı yuvarlağı giydiriyorum yirmi birin etrafına. İçimden bir ses bu gün birini beklediğimi fısıldıyor. Nerden biliyorum? Bilmem. Kahve suyu koyuyorum ısıtıcıya. İki fincan çıkarıyorum. Porselen ve üstü çiçekli olanlardan. Isıtıcının düğmesi atıyor. ‘Tak.’ Sütü ekliyorum. Bugün birini beklediğimi artık iyice seziyorum. Kimi? Bilmem. Kahvenin dumanı üzerinde elimi gezdiriyorum, kokusunu içime çekiyorum. Masanın bir ucunda ben, öbür ucunda çiçekli beyaz porselen. Kapı çalmıyor. Ayın yirmi biri oysa ki... Yanlış mı biliyorum yoksa? Eyvahlanıyorum, evhamlanıyorum. Takvime kısıyorum gözlerimi. Hayır. Her gün aynı tarihi çekiyor. Bir aşkın acısı içinde olduğumu hatırlıyorum o anda. Kafam masaya vuracak kadar yıkılıyor. O filmdeki gibi değil hiç bir şey. Aşk sadece kasımda değil her ay başka ve zor. Kapı çalmıyor. Gidip açıyorum. “Merhaba ben Aylak Adam.” Son derece yakışıklı, şık ve mutlu Aylak Adam’ı buyur ediyorum. “Buyrun.” Ellerimi koyacak yer bulamıyorum, kalbimi saklayacak hiçbir çekmece... Aylaklığından geç kalmış demek ki diyorum içimden sevincim boğazıma yükselirken. Saçımın dağınıklığını aynanın göz ucu hatırlatıyor. Acemice ve beceriksizce düzeltmeye uğraşıyorum kızıl örgülerimi. Üstümü başımı çekiştiriyorum. Ayaklarımın ucunu birbirine değdiriyorum. O ise tüm heybetiyle loş salonun ortasında sırtı bana dönük... Bir Tanrı düşüyor içime, dans eden. Kulağıma eski zaman müzikleri çalınıyor. Çalınır çalınmaz pejmurde ve dağınık salonum ışık hüzmesine sarmalanıyor. Göz kapaklarım hızla açılıp kapanıyor. Kedim ayak ucumdan kaçıyor hızla. Aylak Adam bana dönüyor. Her yer beyaza boyanıyor. “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”
p
“ÖLÜMÜN SESSİZLİĞİ VARDI ODANIN HER YERİNDE” 85
- Mavi Öyküler
“Köprüde” | Gülru Öztunç Pektaş Kan nehrinin üstündeydi artık o köprü. Geçmişin izlerini taşımıyordu ne zamandır. Ayrılık ve ölümle birleştiriyordu nehrin iki yakasını. Toz toprağa, kardeşin kanı kardeşe akıyordu. – Gel benimle dedi Bosko. Gel, gidelim buralardan. Gitmedi Admira. Simsiyah saçların çevrelediği iki mavi göz acıyla kapandı. – O zaman ben de gitmem... Önce biri gelip kondu. Bosko içinde kalan son canla gözlerini aralayıp kuşa baktı. Sonra diğeri geldi. Admira’nın kanla ıslanmış güzelim saçlarına kondu. İki narin kumru bulanık bir turunculuk getirdiler birden. Akşamüstünün puslu ışığı vuruyordu üzerlerine. Kuşlar birbirlerini asırlardır tanıyan iki masal kahramanı gibi durdular öylece. Yan yana... Hep oldukları gibi. Elini Admira’ya uzattı ama tutamadı... – Bir masal anlatacağım sana, dedi Bosko. Köprüde duruyorlardı. Bahar gelmişti. Birkaç erkenci kelebek uçuşuyordu ortalıkta. Dalları pıtraklanmış ağaçların, dağlar yeşiline kavuşmuş... Havanın kokusunu içine doldurdu Admira. Mavi gözleriyle önce gökyüzüne baktı sonra akıp giden suya. Kış karlarının coşkusu yüzüne yansıdı nehirden. – Şu iki kumruyu gördün mü? İşte onlar aslında kuş değil. Kırlara gidip çimenliklerde uzanırlardı. Bosko Admira’nın elini tutardı. Soğuk parmakları hep içini ürpertirdi. Bu ürperti hoşuna giderdi. İçindeki kelebekler havalanıp Bosko’nun burnunun ucuna konardı. Kan kokusu yoktu daha o zamanlar. Bütün şehri saran o duman da... O pazar, Mirko’nun küçük gözleri sanki nefretle parlamıştı. Mirko. Can arkadaşı. Küçükken diğer oğlanlara karşı onu hep kollayan, bir keresinde de etraflarını saran kocaman köpeklerden korkusuzca kurtaran arkadaşı Mirko. – Bize katılmalısın kardeşim. Yakında her şey değişecek. O zaman da geç kalmış olacaksın. Bosko’nun endişeli yüzünde vitraylı camların renkleri oynaştı kan kırmızı. Ölümün kokusu doldu Mavi Öyküler -
86
içine. Hızlıca istavroz çıkartıp çekildi. Sokağa çıkınca derin bir nefes aldı. Başı dönmüştü. İçerden hâlâ dua edenlerin mırıltıları geliyordu. Duvara yaslandı. Demek doğruydu. Savaş çıkacaktı demek gerçekten. Ama o zaman Admira... Koşmak istedi birden. Admira’yı da alıp o kırlara koşmayı. Pervasızca nemli çimenlere uzanmayı. Başını Admira’nın gül kokusuna yaslamayı ve her şeyi ama her şeyi unutmayı. – Şu boyunlarının arkasından dolanan kara izi gördün mü peki? Admira kumruları hayatında ilk defa görüyormuş gibi baktı. Ürkütmekten sakınarak bir adım attı sessizce. Saçları bahar rüzgârında hafifçe dalgalandı. – İşte onlar aslında terziymiş. Eski zamanlarda terzilik yaparlarmış. Boyunlarında mezuraları dikip biçerlermiş. Hiç ayrılmazlarmış. Biri nereye gitse öbürü de onunla birlikte. Sevdaları anlatılır dururmuş yedi düvelde. Diktikleri elbiseleri başka kimse onlar gibi dikemezmiş. Sonra bir gün büyücü kral bir elbise istemiş bu terzilerden. Öyle bir elbise ki eşi benzeri olmayacakmış. Ama kralın asıl istediği bu elbise değil onların aşkıymış. Çünkü onlar aşkları ile kraldan daha güçlüymüşler. Kırk gün kırk gece süre vermiş. Onlar da kırk gün kırk gece durup dinlenmeden dikmişler. Yorgunluktan bitap düşmüşler ama yine de kralın elbisesini yetiştirmişler. Öyle bir elbise çıkmış ki ortaya görenlerin ağzı hayretten açık kalıp bir daha kapanmıyormuş. Sonra gün gelmiş. Büyücü kral bütün heybetiyle terzilere gelmiş. Bütün halk merakla, heyecanla bekleşiyormuş. Ama hıncından elbiseyi beğenmemiş ve ceza olarak terzilerden birini hemen bir kuşa çevirmiş. Sevgilisini o halde gören diğeriyse bir daha asla kavuşamayacaklarını düşünüp büyücü kralı oracıkta öldürmüş. Yere çöküp kuğurdanarak eşini arayan kumru kuşunu nazikçe ellerinin arasına alıp son bir defa öpmüş. İşte tam o anda o da bir kuş oluvermiş. Ve sonsuza kadar mutlu ve hiç ayrılmadan yaşamışlar. Boyunlarındaki mezuralar da iz olup kalmış. Nerde boyunlarında böyle iz olan kumru kuşu görürsen işte bil ki onlar aslında o iki âşık terzidir. Admira uzanıp o belli belirsiz ize dokunmaya çalışırken kuşlar sanki gözlerine bakıp gülümsemiş sonra da havalanıp uçmuşlardı. 87
- Mavi Öyküler
Bahardan sonra yaz da sessizce geçip gitmişti. Kış gelince nefret ve kin gelip çöreklenmişti şehre. Gidebilenler gidiyorlardı artık. Çoğu her şeyi geride bırakıp kaçıyordu. Silah sesleri şehrin üstünde yankılanan gecelerden birinde Admira kapının sesiyle yataktan fırladı. Annesi hâlâ titrek mum ışığında Kuran okuyup dua ediyordu. Bosko çıldırmış gibiydi. Babasının üzerine atılıyor, kan çanağına dönmüş gözleri korkuyla bakıyordu. Sonra duruldu birden. Ölümün sessizliği vardı odanın her yerinde. – Hâlâ zaman var, hâlâ şans var. Gel benimle! Admira yere çöktü. Babasına baktı, sonra annesine. Nasıl gider, nasıl bırakır... Mirko Admira’nın arkasından baktı. Bir gün gelecek ödeyecekti. Hem de ikisi de. İşte o gün Admira onun değil de Bosko’nun olduğu için pişman olacaktı. Neden sanki onu sevmemiş ve seçmemişti? Hep iyi olmamış mıydı Mirko? Hep onu korumamış mıydı? Ama yakındı artık zaman. Şehir bizim. Artık burada onlara yer yok... Ödeşme zamanı geliyordu... – Gitmeniz gerek, dedi Mirko. Hem de hemen. Artık ne seni ne de Admira’yı daha fazla kollayamam. Bosko’nun zayıf yüzü korkuyla dalgalandı. Sanki sırıtmıştı Mirko sarı sarı. Hani okulun camını kırdıkları gün gibi. Hani Bosko öğretmenden dayak yerkenki gibi. Uzaktan iki el silah sesi yankılandı. Sonra mitralyözün soğuk takırtısı. Arkadaşına baktı bir kez daha çaresiz. Sırıtmış mıydı sahiden? O gece sessizce vedalaştı Admira. Penceresindeki sardunyaları suladı son kez. Babasının elini öptü. Uyuyan kardeşinin başucunda kumru kuşların masalını anlattı. Torbasına bir çift çorapla annesinin oyalı yazmasını da koydu. Mirko’nun verdiği kâğıtları arka cebine sokuşturdu. Hiç uyumadılar. Arkana bakma hiç, dedi annesi. Bakarsan gidemezsin... Köprünün ortasını geçmişlerdi neredeyse. Neredeyse karşı taraftaydılar. Admira adımlarını sayıyordu. 21, 22, 23, 24... – İşte! Bizimkiler orada. Gördüm... Biraz daha hızlandı Bosko. Biraz daha sıktı elini. Mavi Öyküler -
88
25, 26, 27... Arkana sakın bakma. Oradalar nasılsa. Birazdan karşıdan el sallayacak kardeşine. Bakma. İki el silah sesi. 28, 29. Bosko düşerken babasının haykırışını duydu sadece. Çaresizliğin acı sesiyle... İki el silah sesini ve tüm bedenini yakıp kavuran sıcaklığı duydu sonra. Köprünün altından akan suyun sesinden başka şey yoktu artık. Artık hiçbir şey yoktu. Elini Bosko’ya uzattı ama tutamadı... (19 Mayıs 1993’te Sarayevo, Vrbanca Köprüsü’nde öldürülen Admira İsmic ile Bosko Brkic’in anısına...)
p
“ÇÜNKÜ İNSANLAR CEHENNEM” “Luck’un Karısı” | Barış Safran Giyinip dışarı çıkıyor, her erkeğin yanında taşımak isteyeceği aksesuar. Ah! Ne güçlüdür, bar bar dolaşan kasabanın en güzel kızı olmanın ve birkaç da sıra dışı aşkta başrol oynamanın cazibesi. İlk karşılaştığı erkeğe takılıp yeni açılan bir yere gidiyor “sevgilisinin” yakın arkadaşı olmasına bakmadan. Evde devam ediyorlar içmeye ve başlıyorlar sevişmeye. Kesik kesik nefes alışı, baştan çıkarıcı iç çekişi. Tanıdığım tüm kadınlar kadar ateşli ve iffetli. Omzumdayken bir yavru kuş kadar savunmasız. Onlarca, yüzlerce, binlerce defa ihanete uğramış. Güvensiz! Güvensiz! Güvensiz! Yavaş yavaş çözülüyor dili. On üç yaşındayken henüz, her gün okul dönüşü, annesinin yaptığı gizli telefon konuşmalarının bitmesini beklermiş kapıda. Babasının sıkıştırmalarına dayanamayıp bu garip görüşmelerden bahsedince bir gün, evdeki cehennem başlamış. Önce evi terk etmiş annesi, sonra geri dönmüş. Zamanla ortalık yatışmış. Herkes olanları unutmuş. Ama annesi onu bir daha hiç affetmemiş. 89
- Mavi Öyküler
Anlatmaya devam ediyordu. Pencereden baktım. Bahçede oynuyordu solucan çocuk ve türbe çocuğu... henüz doğmamışlar,.. ki onların gençliği, dümdüz ve pürüzsüz. Yılan gözler ve düşman kardeşler. Habil ve Kabil’den beri. Mesafe yok! İkisini de el bıçkısıyla parçalamak istiyordum, eski bir gazeteye geçmek için. Böyle bir durumda çocuk duyarlığından bahsetmek olanaksızdı. Umutsuz çığlıklar ve kana karışan taşlar. Böcek adamlar. Ara, bul ve yok et! Babaları otobüste gördüğü bir çıtırı düşünüp el arabasına binerken, yan komşuyla adama küçük bir boynuz atıyordu anaları. Doyumsuz adamlar ve günahkâr kadınlar. Sen bu zor cinsleri bilirsin, tuhaf ailelerimizi, kirlenmemiş duru bilgeliğinle. Bu yüzden bana kötülük yap. Çünkü bizim konumuz ferahlatıcı değil. Çünkü seks bir tuzak, bir türlü vazgeçemediğimiz, Adem ile Havva’dan beri. Çünkü seks bir pislik, insanları içine çeken, böyle buyuruyor Zerdüştler. Ama onlar taklit herhangi bir yerden. Çünkü insanlar cehennem. Ah insanlar, robotlaşmış hayvanlar, cevap veremediler, neler oldu kutsal aileye? Lisedeyken okulun en gözdesi. Tüm delikanlıların gözleri ince bacaklarında. Mutlu sayılırmış o dönem. Ta ki babası bir çay bahçesinde iki sınıf arkadaşıyla “yakalayana” kadar. Sonrası bir meydan dayağı ve yüzünü parçalamak için jiletle kovalamalar. “Erkekler bakmasınmış”. Babasının kızına duyamayacağı, anlatılamayan türden bir tutku belki… Eskiden böyle değilmiş babası aslında. Yani tüm parasını kumarda kaybetmeden önce. Görüşüm bulanıklaştı, mutfağa geçtim. Eskiyen gözlerimi kıydım çöp öğütücüsünde. Bu bir meydan okumaydı. Bir savaş! Kitle halinde hücum ediyordu çağdaş yağmacılar. Yalnızdım, her şeye muhtaçtım. Asiydim, hiçbir şeye muhtaç değildim. İşte akıl sağlığının yıpratıcı sonları. Gülünç düşüncelere muhtaç değildim. Tek derdim kendimi ifade edebilmekti. Ama ne düzenli kahramanlara inanıyordum ne de cüzamlı sözcüklere. Kendi terminolojimi oluşturmalıydım. Sıçramalıydım. Merdivenlerden düşüp de tüm kemiklerini kırdığında, gidip yerden bile kaldırmamış annesi. Hastanede tek başına yatmış aylarca, doktorlar ve hemşirelerin acıyan bakışları altında. KazanMavi Öyküler -
90
dığı halde üniversiteye gidememiş sonra parasızlıktan. Evden ilk kaçışı da bu dönemde olmuş. O iş senin, bu iş benim. Tüm patronlar asılır. Geri dönmüş mecburen. Böylece maymunumu poşete sardım, taklit plastik ağaçların altına gömdüm römork parkında. İpin ucuna sahip değildim, kimde oldukları hâlâ muamma. Üstelik sefalet makinesinde sorumsuz nefret ilahisi çalıyordu, bataklık şarkısı... ve ben iyi yalanlar uyduruyordum, süslü kapanlar, çamur çocuklar. Batıl inançlar ve din düşmanı yıldızlar, işte kırılma noktası. Köktencilik iğrençliği ve dikkatsiz nezaket, işte çürüme yılı. Çıkarcı dostluklar ve yarışma heyecanı, işte yeryüzündeki son gün. Çürüme yılı. Âşık da olmuş o ara, kırk yaşlarında, çakır gözlü bir adama. Adam entelektüel bir şair. Kitabevi bozması bir kafesi var. Müdire yapmış onu önce. Alacağını alınca sonra, çekip gitmiş aniden, diğer erkekler gibi o da. Ölüm! Bu senin korkun. Silahını sıkıca kavra. Namlusu aşağı düşmesin: – Tatlı dişler öğütecek hepimizi! Yaşadıklarından, şehirden, insanlardan, kendinden sıkılmış bizimki kısaca. Ama beyaz atlı prense inanmaktan ve beklemekten vazgeçmemiş asla. Öylesine uzun sürmüş ki bekleyişi, beklediği geldiğinde heyecanlanamamış bile, gelmediğinde üzülememiş. Öylesine büyükmüş ki çektiği acılar, bir yerleri nasır tutmuş. Ama çıkıp geliverirlermiş bazen, cüzdanda taşınan küçük poşet kahveler gibi. Umulmadık bir anda ortaya çıkarak sevindiren. Uykular kaçıran, fazlası baş ağrıtan. Tanrıyı düşünmek istemiyorum. Düşünen tanrıyı da istemiyorum. İşte esrar şovu! Gizemli konulardan hoşlanmıyorum artık. Esrarı sevmiyorum, ama esrar beni seviyor. Her yer koma beyazı. İki defa çocuk aldırmış, buna kimse aldırmamış. Solucan çocuk ve türbe çocuğu. Artık mutlu olamıyormuş. Artık şaşırmıyormuş. Yatağa uzanıyormuş düz ve uzun sarı saçları sere serpe. 91
- Mavi Öyküler
Baş yukarda, boyun açık, izin veriyormuş öpülmesine… Ama hissetmiyormuş. Oysa hızlıymış gençliğinde. Saçlar kısa ve rengârenk. Dudaklar aynı; etli ve yumuşak, – Artık gitmeliyim, beni kendi halime bırak! Keşke daha önce karşılaşsaydık, ikimiz de özgürken. Ben seni bırakıp gitmezdim. Ama bunlar imkânsız, bir dünya özlemi gibi kansız. – Öyle çok erkek var ki etrafımda, kızgınlığım yaşayamadıklarıma. Sıkıldıkça yine gel, rujunu unuttuğunu bahane edip. Omzum hazır başını ağırlamaya. Sana da yer var hayatımda. Tıraş kesikleri kadar zararsız bir sızı duysam da içimde, – Luck’a da selam söyle!
p
“KELİMELER BIÇAKTAN DA KESKİNDİR” “İtimat Sokağı” | Arzu Eylem Akşamdan kurduğu saatin beynine damlayan sesiyle uyandı. Hava güneşliydi. Erken kalkmak için iyi bir gün dedi. Yavaş yavaş doğruldu. Bir süre yatağın üstünde oturup, pencereye baktı. Kafasını sola çevirdiğinde aynayla karşılaştı. İki cam arasındaki farkı düşündü. Biri dışarıyı, diğeri içeriyi, içini… Kalktı. Dışarıya çıkmak için lâzım gelen hazırlıkları, nizamı bozmaksızın yerine getirdi. Önce duşa girmeli, çıplaklığı örtmeli, saçlarını tarayıp yüze o günkü anlamını vermeli, zoraki bir gülme eylemine önlem olarak dişleri unutmamalı, hafif bir kahvaltıyla mideyi susturmalıydı... Hepsini bir bir yerine getirdi. Şimdi dışarıya çıkmaya hazırdı. Az sonra pencereden görülen manzaranın içinden geçecekti. Ha içerisi ha dışarısı, fark eder miydi nerede olduğu insanın? Binanın kapısından dışarıya ilk adımını attığında aklından yine aynı cümle geçti: “Hava nemli” dedi. Buna bir de alışkanlıkları karışınca çok geçmeden kendisini yapış yapış hissetti. Her zamanki sokaktan saptı. Sanki ilk defa giriyormuş gibi tabelaya bakıp doğru yerde olup olmadığından emin olmak istedi. MaviMavi Öyküler -
92
nin üzerine beyazla yazılmış harfler beklediği gibi dizilmişti: Yabancılaşma Sokağı Her zamanki yere oturdu. Hiç kıpırdamadan saatlerce bakınıp durdu. Önünden geçen insanlara boş gözlerle baktı. Hayattan ne istediklerini, nereye gittiklerini, nereden döndüklerini düşündü. Her günkü gibi… Bu sokakta ne işleri vardı hem? Bir de niye hepsi önlerine bakarak yürüyorlardı? Buna yürümek denir miydi? Karşıdan gelen beyaz paltolu adamla göz göze geldi. İkisi de aynı anda başlarını başka yöne çevirdiler, kaçırdılar gözlerini birbirlerinden. Beyaz paltolu adam az ileride bir banka oturdu. Tam o sırada giydiği topuklu ayakkabılarıyla tempo tutan, pembeler içindeki kadın, çantaya sıkı sıkıya sarılmış yürüyordu. O kadar uzun baktı ki kadına, o çantanın bir an başında paralanacağını sandı. Gözlerini kapatıp açtı. Kadın durumu hiç fark etmemiş olmalıydı ki yavaş yavaş gözden kaybolup gitti. Saatine baktı. On ikiyi çoktan geçmişti. Beklendiği gibi simitçi, elinde termos ve plastik bardaklarıyla her zamanki yerini aldı. Kalktı. Her gün olduğu gibi simit ve çayını aldı. Simidin bir kısmını güvercinlere ayırdı. Geriye kalanını yedi. O gün sokakta her zamankinden daha fazla kedi vardı sanki. Birbirleriyle boğuşup, taklalar atıyor, karınlarını göstere göstere yuvarlanıyorlardı. Takım elbiseli bir adam bir tanesinin kuyruğuna bastı. Kedi acı acı miyavladı. Yaptığının farkına varan adam ayakucuyla kediyi itti. Sonra da elleriyle garip işaretler yaparak yürümeye devam etti. “Rutin” dedi. Çünkü bu sokakta beklenmedik bir şeye hiç rastlamamıştı. Şaşırmayalı ne kadar olmuştu? İlk ne zaman girmişti bu sokağa? Anımsayamadı. Hep aynı görüntüler, resimler… Başka şeyler görmek, başka olaylara şahitlik etmek istiyordu. Eskiden nasıl bakardı gözleri, düş-ündü. Acı çekmiyordu. Asla. Sıkılıyordu. Acımış mıydı hiç kalbi? Hatırlamıyordu. Aynı söylenti dudaklarındaki yeri aldı. “Mesele gözler de değil, sözlerde” dedi. “O yalancı sözler… Nasıl da izin verdim, yüzüme çarpmalarına. O kadar da cesur değilmişim. Hem uçar gider sandım. Söz. Uçar derler. Uçar mı? Uçabilir.” Düş-ündü uzun uzun. Aslında söylenenden çok sözün neler yapabileceğini... 93
- Mavi Öyküler
“Söz bir serçeye benzer. Telaşlı. İki dudak arasından çıkıp salınıverir gökyüzüne. Sonra? Söz arar. Konacağı yeri bulduğunda gidip yapışır yüreğe. Söz ait olduğu yeri bilir. Onda müthiş bir yön kabiliyeti vardır. Vardığı yürekte çırpınır durur. Ne kaybolur bir daha, ne de silinir. Kimi zaman ses kalır çınlar kulakta, kimi zaman düşünce olur dolanır zihinde. Bazense kelime olur dökülür dudaklardan. Her eylemden önce kelime vardır. Kelimeler bıçaktan da keskindir.” Çıkarıp defterini düşündüklerini not aldı. Söz uçar ama yazı kalır ne de olsa diye güldü kendi kendine. Zorla bir kaç kelime daha söküldü zihninden, döküldü kâğıda. “Dilin kemiği yoktur derler. Ama kası vardır... Bu yüzden dil denilen organın kasını güçlendirmeli... Sağlama almalı...” Orada tıkandı. Gerisi gelmiyordu. Çünkü hatırladı. Kassız bir dilden dökülen sözcüklerden çıkmıştı yola, bu sokağa ilk o zaman varmıştı. O günleri nasıl unutmuştu? Unutmamıştı. Hatırlamamayı seçmişti. Kaç kez önünden geçip gitmişti kim bilir gerçeklerin? Kaç kez tur atmıştı etrafında? Gerçek bir’dir derler. Oysa baktıkça çoğalıyordu onunkiler. İlkin bir noktaydı baktığı. O noktadan pek çok virgül çıkmıştı. Ünlem, soru işareti… Bakmak az şey değildi. Yeter ki bakmasını bilsindi insan. Kendisi biliyor muydu? Hayır, öğrenememişti. Şimdi elini nereye atsa boşluk, bir türlü bir araya gelemeyen fikirler ve büyük harflerle SIKINTI. Yoksa duygusuzluk mu demeli, bilemedi. Adını bulup da bir türlü yerine koyamadı. Tek bildiği alışmış olmanın batağına saplanmıştı. Girdiği ruh haline sığınmak her şeyden daha kolaydı. Bu durgunluk ve telaşsızlık sevme gücünden bir şeyleri alıp götürmüştü. Hatta zorlayıp öfkeyle anlayış arasında bile bağ kurmuştu. Kızdığını anladığı şekilde yorumlayarak yargılarla doldurmuştu bakışlarını. Ne zaman kendisinden bahsetse italik harfler kullanıyordu. “Ben olsa olsa… yabancılaşma sokağında yaşayabilirim. Gerçi ne yabancıyım ne tanıdık. Ne üvey olabiliyorum ne de öz... Herkesin kendiliğinden girip yaşadığı bu sokakta bile huzursuzum. Barınamıyorum burada da. Ne acı? Aslında hep sıkıntı. Demek ki yabancılaşma bir yerde de iyi. Yoksa nasıl anlar insan kaybolduğunu?” Mavi Öyküler -
94
Düşünce bir daha çıkamamıştı? Hayatı oyunlarla yaşayanlar ve duygularıyla yaşayanlar diye ikiye bölmüştü. Birileri ikna eder, birileri ikna olurdu. Bir zamanlar o da duygulardan yanaydı, şimdi oyun tarafına geçmiş, ikna etmeye kendinden başlamıştı. İş sadece uygulamaya kalmıştı. Zaten sorun da buradaydı. Zihninde kurduğu oyunları yaşama geçirmeye kalktığında eline yüzüne bulaştırıyordu. Gittikçe kendine, duygulara ve yaşama uzaklaşıyor, buraya her gelip oturuşunda mesafe daha da büyüyordu. Saatine baktı. Bugünlük yeter diyerek geldiği yolu yürüdü. Bir anda, eve dönmek yerine, başka başka sokaklara girmek istedi. Kendisini tabelalara bakarken buldu. Yalnızlar Sokağı
Umut Sokağı Kendinikandır Sokağı Kısayoldanköşeyidön Sokağı İntikam Sokağı Bu sokakların hepsi çıkmazdı. Çıkmaz… Yoruldu. Yorgundu. Kendine yeni bir sokak aramaktan vazgeçti… Çok geç olmadan da eve döndü. Herkesin kapısı gibi kendi kapısı da içeri açılıyordu. Şu ana kadar dışarı açılan bir kapı hiç görmemişti. Kapılar, kapılar, kapılar… hep dışarıyı saf dışı bırakırlar. Kapıların şartlarını düşünmeyi bırakıp, her zaman oturduğu koltuğu bulup yığıldı. Yemek yemeyi düşündü, vazgeçti. Televizyona göz gezdirdi, bir şeyler okumaya çalıştı. Sonra huzur bulmak için ışıkları kapatıp mumu yaktı. Koltukta sızdı kaldı. Saate gerek duymadan uyandı. Kapıyı çarpıp yine sokağa çıktı. Sokak ayaklarının altında sallanmaya başladı. Hayır! Kendisi sallanıyordu. İçinde deprem, sel felaketi… taşan sular onu denizin kenarına sürükledi. Kıyıda bir sigara yaktı, balıkçıları seyretti. Onlardaki huzura daldı. Hüzünle ve gıptayla iç geçirdi. Sonra 95
- Mavi Öyküler
her günkü gibi Yabancılaşma Sokağı’na doğru seğirtti. Ayakları direndi. Durdu. Ters yöne saptı, ayakları bu defa adım attı. Başka bir sokağa girme isteği belirdi içinde. Hatta bunu fark edince ufak bir avuntu da... Seneler sonra ilk defa o sokağa gitmeyecekti. Peki, nereye gidecekti? Oralardan geçen birine bir anda “ben yabancıyım, buralarda İtimat Sokağı diye bir sokak var mı?” diye sordu. Nerden aklına gelmişti bu ad, nasıl bir çırpıda çıkıvermişti ağzından. Şaşırmıştı. Arayacak bir adresi olsun da, ağzı şaşırmayı öğrensin de… “Evet, beyefendi, buralarda öyle bir yer olmalı.” diye cevap alınca, ağzı yetmedi gözleri de açıldıkça açıldı. Hatta gözler kıvılcımlar saçmaya başladı. “Bana tarif edebilir misiniz” diye sordu. Adam kafasını kaşıdı, biraz düşündü. “Hımm evet, tabii ki. Maskeliler Sokağı’nın yanındaki sokaktı sanırım. Yok, yok. Affedersiniz ben Mücadele Sokağı’yla karıştırdım. Ha, tamam tamam şimdi tarif edeceğim, isterseniz yazın.” Defterini çıkardı ve adresi yazmaya başladı: “İnanmak uğruna bir sözden çık yola, sonra yüze dön, oradan gözü bul. Yalan da, gerçek de oradadır, arama başka yerde. Sonra karşına Zihin Sokağı çıkacak. İlerle, Yürek Sokağı’nı bul. Çıkmaz sokak gibi görünebilir ama sen durma. Sakın duygularını akılcılıkla doğrulamaya çalışma. Yalan mı, gerçek mi diye tartışmaksızın dosdoğru ilerle. Karşına üzerinde yaşamasarılmakiçininancasarılmakgerek yazan bir duvar çıkacak, onu geç. Yalanı gördüğün gözde dur. Uzun uzun bak. Sonra imayı, riyakârlığı sokağın girişindeki çöp kutusuna at. Az sonra Gel Ağlayalım Derneği’ni göreceksin. Bir süre bakışlarına değen yalanı ağla. Unutmak Sokağı’na varmış olacaksın. Oradan kendine dön, sonra karşına çıkan yokuşu tırman. Önüne tutunmayaçalışanellermeydanı çıkacak. Sonra kendinden uzaklaş, İnsanız Hepimiz yazan tabelayı bul. Sola dön. İşte orası İtimat Sokağı...”
p
“BİR BAŞKASI BELKİ ANLARDI” Mavi Öyküler -
96
“Uğraşsız”* | Leylâ Erbil Olduğum yerde uyuyakaldım. Çevrem sıcacık. Sıcacıklığı beni uyandırıyor. Başımın ucunda kırmızı topraklı adalardan birinde bilmemkimle geçmiş bi gün var. Güneşten, derimle bir tüylerim de yanmış; Gauguin’den tanıdığım bi renk almışım. Yüzükoyun uzanmış kuruyorum. Dışım, çevrem: gözleri kıpkırmızı sulanmış, külhan, kaçamaklı okullular, cezaevleri, varsayımcılar, yıldızlar, köpeklerle dolu; hıncahınç. Yanıbaşımda bu olmasa! Bu, çok karı görmüş, yapmacıklı, içinden koşullu adamı sevmiyorum. Onun, ağacı, kediyi, denizi sevmesi benim yüzümden. Bu maviliğin, bu pırıl pırıl sarıların içinde hangi kadın olursa, onun yüzünden tüm nenleri sevmeye razıdır. Bense, arkadaşlığını, parasını, anlayışsızlığını, yeri göğü sevdiğim için mi çekiyorum? Ermiyo aklım bu işe… Ermesin, düşünmem de. Suya dalıp çıkıyor, beş dakkada kuruyuveriyorum. Şu kayacığın üstünde, otu önüne yığılı sıpa gibiyim. Keyifli keyifli. Vızgeliyor her şey. Yirmi beş yılın yuvarlanışı, sabahlara dek okumalar, ilk öpüşmeler, umutlar, özentiler, içinden çıkamadığım insanlar, haksızlıklara diş bilemeler, çekip gitme özlemleri, adamın birini sevivermek, ölüm… Hernen kalakaldı işte, hernen kalakaldı. Gitgide daha da kötülüyo mu, kötülesin. Başucumdaki adam. –Sırtın soyuluyor– diyo. Sırtıma dokunuyor böylece. –Aldırma, soyulur– diyorum. –Sırt işte.– –Ne hard bir kadınsın!– diyo. Aksine, diyorum, içimden; aksine bir yere kadar, aksine, hoş sen de ondan sonrasına gönüllüsün ya, –acıktım– diyorum. Barbunya konservesi açıyor. Kutunun kapağı elimde. Bıçaklaşıyorum. Domatesi bölüyor, ekmeği koparıyor. Kapakla oynuyorum; tırtıllı keskinliğiyle. Bi nen anladığı yok, diyorum içimden; hiç bi nen anladığı yok. Akşam dansa gidelim diye tutturacak, ötegün görüşelim diye. Dostsuz, uykusuz, uğraşsızım. Razı olacağım, biliyorum… Anamı düşünüyorum. –Bu hayat böyle yürümez, der; kendini derle topla, âlemin nazarını düşün.– Bu hayat böyle geçer, böyle geçmeli! derim içimden ya, gene de uydururum bir iki nen. Ama gayri yalanlar, kaytarmalar kurmak hoşuma 97
- Mavi Öyküler
gitmiyor, sevmiyorum, üşeniyorum. Doğrusunu söyleyebilsem bir! Yüzmelere gidiyorum, desem, adamın birinle, meyhanelere gidiyorum, desem… Dans etmeye gidiyorum. Adam usulca elimi öpüyor. Hoşuma da gidiyor. Böyle, bu kadar olsun istiyorum. Kutu kapağını tutan elimle vuruyorum omzuna; kanayıveriyor. –Öldürsen de seviyorum– diyor. –Sen de seviyorsun.– diyor ardından. –Neden, senle çıkıyorum diye mi? Alaturka düşünme, dostum,– diyorum. İçerliyorum da dostum dediğime… –Kadınlığımla uğraşmasan daha bi yakın, daha erinçli olurum sana.– Denize, daha ötelere, bulutlara bakıyor. İstemiyor öyle yakın olmaları, arkadaş olmaları bir kadınla, belli… Erkekliğine yediremiyor belki de. Haklı da Osmanoğlu bu, Osmanoğlu Cemal Bey. Kanı, omzundan dirseğine doğru kayıyor Osmanoğlu Cemal Bey’in. Hoşuna gidiyo bu hal. Onu sevdiğime sayıyor; düpedüz bunu. Çatıldı Cemal Bey. Yiyoruz çatık çatık. Onunla doğru etmediğimi düşünüyorum. Biliyorum da, bi nen vermeyeceğimi. Taş çatlasa ne etimden butumdan, ne duyularımdan zırnık vermeyeceğimi biliyorum. Oysa, bir punduna getirir, nasıl olsa alırım, diye düşünüyor. Omzunu yıkıyor tuzlu suyla. Güneş tam tepemde kımıl kımıl. –Nasıl resimler yapardın?– diyorum. –Peyzaj– diyor, sırıtıyor. Ömrünce tuval önüne oturmuşluğu yok belki de, yok ama; kızım, diyorum, daha ne Osmanoğulları nice hanımlar önünde bedizcilik, ozancılık taslayacak. Taslasınlar tabii, biz de bilmezlikten geliriz; yadsırız oyunbazlığı. Ya bu sorunun ucu nerelere varır? Kalıyorum orda. Bu hayat böyle geçer, geçiverir diyemiyorum gayri. Bu ne biçim iş? diyorum. Diyorum, şu da bi insan: görgüsü, bilgisi, ergeleri, kafası, gönlü yerli yerinde biri. Yine de bi nen anlamıyorum ondan. Bir insanın, öbür insandan bi nen anlamayışını düşünüyorum. Bu önemli bir durum gibime geliyor. Bu oyunlar, bu sürüp giden gizli saklılıklar, bu pirelenmeler kaçırıyor tadını dostlukların, sevilerin, yaşantıların tadını, cıvıl cıvıllığını diyorum. Kalkıyoruz. Ateşe kesmiş derimize değiyor deniz. Acı duyuyorum hep, varolmanın tadından, canım bir yana, vücudum öte yana ayrılıyor, kayboluyorum sevgiden, ufalıyorum gitgide, bağıra bağıra kıvançtan… Kolu belimi sarıveriyor adamın. Dalıveriyorum suya. Usumu başıma takınmalı, cilve sanacak, üsteleyecek Mavi Öyküler -
98
adam. Cilve sanıyor, üsteliyor. Ne yapsam? Nasıl davranmam gerektiğini düşünüyorum harıl harıl. Al işte doğa sevgisini, varoluş sarhoşluğunu ko bi kenara, lâf dinlet Osmanoğlu Cemal Bey’e! Şöyle bir kaşlarımı çatıp, –Senin sandığın gibi değilim. Ben bu biçim cilvelerden katiyen haz etmem– desem. Basıyorum kahkahayı. Elimde değil. Bu hesaplı kitaplı davranışlar çok gülünç geliyor bana. Temelli umuda düşüyor, hemen seviniyor adam; –Canım benim– diyor. Tamam, diyorum, cilveleşiyoruz işte… Yok, anlatmalıyım, ille anlatmalıyım. Ona, –bak Cemal Bey– demeliyim, –senle denize domuza gelişimi yanlış yorumlama allasen! Gözünü seveyim, inan dediklerime, başka, kendince çıkarlar gözetme benden. Böyleyim işte, işim gücüm yoksa, canım da yüzmek istiyorsa, ya çevrem ne der diye düşünmem, atlatmam kimseyi, kalkar giderim…– Sanki söylemişim gibisine erinç, kıvanç duyuyorum. Kendimle oyun. Hem ne de olsa anlamayacak. Bir başkası belki anlardı, diyorum. Bok anlardı, diyor biri içimden. –Bok anlardı,– diyorum ben de. Tutup kafasını, Osmanoğlu Cemal Bey’in, denizin yemyeşil dibine itiyorum. – Eşşeoğlu eşşekler!– diye bağırıyorum sonra; Eşşeoğlueşşekler!
p
99
- Mavi Öyküler
Mavi Öyküler -
100