İÇERIKLER “ESARETİN SANCISINI İLK AYAKLAR İŞİTİR” 4 “BABASININ KIZIYDI O, MARX OKURDU” 9 “YALNIZLIĞIN YENİLMEZ, KARARLI DALGALARI” 11 “BU MEYDANDA KURAL İHLALİ DİYE BİR ŞEY YOKTU” 14 “DEVAM ETMELİYİZ YOLUMUZA” 18 “BENİM ELLERİM DE ALEVLERE UZANMIŞTI” 20 “AY’DA PETROL BULUNDU”
25
“BEN HER ZAMAN BEN OLACAĞIM”
27
“KAYBOLMAMAK İÇİN YOKLUĞU BİRBİRİNE TEYELLİYORUM” 28 “HERKES KENDİ ÖYKÜSÜNÜ KUŞANMIŞ… GİDİYORUZ.” 29 “ÖLÜM CAMDI; ÖLÜM ARAMIZDAYDI” 38 “SUSUN! KENDİ İZLERİNİN ARDINDA ONLAR” 40 “BEN BU EVDEN BİR KERE GİDERİM – SONMavi Öyküler -
2
RA SİZ SEVİM’LE ÇIKARSINIZ”
42
“HER KİMİN Kİ TASVİRİ YAPILIR; O DOĞURGAN KARIDIR!” 48 “BİR GÜN ORKESTRA, ESERİNİ ÇALARKEN BU KOCAMAN ADAM AĞLARMIŞ” 60 “VAY GÂVUR VAY!..” 66 “VARLIĞIMDA BİR HAZIRLIK SEZDİM” 71 “İBRET-İ ÂLEM İÇİN İPE ÇEKECEKSİN, DOĞRUCA İPE!” 78 “ÇÖPÇÜNÜN GÖZÜNDEN SİLİVERMİŞTİ KENDİNİ” 88 “YILLAR GEÇERDİ, YAŞAMADAN YAŞARDIM BÖYLECE” 96
Ücretsizdir 3
- Mavi Öyküler
p
“ESARETİN SANCISINI İLK AYAKLAR İŞİTİR” “Müzik Durduğunda” | Petek Sinem Dulun Garson Kız: İçimde oluşan dalga, su izi, su sesi ve yonttuklarıyla akıp giden zaman. Oyuklarıyla konuşan bir kaya mıyım ben, taşan bir deniz miyim kendinden? Yoksa bir toz zerresi ya da su birikintisi mi? Hepsi ve hiçbiri benim. Bu yüzden hepinizi ve hiçbirinizi çok seviyorum. Benim olan ve olmayan her şeyinizle iyi ki varsınız. Siz, bayım. Siz, yeni düşen! Bilir misiniz her gün kahkahalarınızın altında yürürüm aynı yolu. Çarpışan kadehlerin, şıkır şıkır giysilerin, renkli spotların altında durmadan, volta atan bir mahkûm gibi. Ağzımda bir “Ne alırsınız, başka bir arzunuz?” balonuyla. Dum dıtdıt dum dıtdıt dum dıtdıtdıt… Güzel kızlar ışıklar altında dans ederken, daha güzel görünme telaşındadır. Siz güzel kızları izlersiniz. Güzel kızlar gözleriyle takiptedir sizi. Müzik akıp gider, alıp götürür. Müzikle ilginiz yoktur. Müzik, sizin için diğer her şey gibi bir dekordur. Sahneye uygundur gülüşleriniz! Yadırganmazsınız ve fakat benim düşünceli halim yadırganır. Şef kenara çekip, “Gülümse” der. Size bakarım. Her halinizi, tavrınızı incelerim. Sigaranızı tutuşunuzu, içkinizi yudumlayışınızı, arkadaşlarınıza gelmeyen arkadaşınızı soruşunuzu (ama sırf laf olsun diye). Yeni bir içki için bakınırsınız. Gözlerinizdeki arayışa odaklanırım. Gizliden bir panik yaşarsınız. Dekorla uyumsuzlaşmışsınızdır. Elinizdeki boş kadehi sallarsınız. Ayaklarınızı sallarsınız. Gözleriniz ayakkabınıza ilişir. Silmeniz gerektiğini düşünürsünüz; boyanmamıştır, “Hiç değilse silmeli,” dersiniz. Eğilmeye çekinirsiniz, “Ah yol üstündeki ayakkabıcı çocuk duruyor mudur?” geçer aklınızdan. Size yönelirim tepsiyi uzatırken; size, sizinle ilgili gerçekleri anMavi Öyküler -
4
latmak isterim. Bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemem ama bir cesaret yaklaşıp, “Çok boşsunuz” derim. Siz şaşırmazsınız. Ben şaşırmamanıza şaşırmam. Yanınızdan uzaklaşırken hep aynı şekildeki topuzumu, çıplak ensemi ve bacaklarımı süzersiniz. Arkadaşlarınıza dönüp size asıldığımı söylersiniz. Sizi duymadığımı düşünürsünüz, sizi duymadığımı düşündürürüm. Mutfağa gider, musluğu açar, suyun akışını izlerim. Garson çocuk yanıma yaklaşıp sırnaşır. Sizde ne bulduğumu sorar. Ona suya bakmasını söylerim. Gözlerinde, o sadece yenik insanlara has düşünüşü izlerim. Bana suda ne gördüğümü sorar. “Hiç!” derim. “Servise çıkmamız lazım,” der. Yanımdan uzaklaştığına ikna olunca, büyük bir sırrı paylaşırcasına rahatlatıyor, derim. Su’ya son kez bakıp musluğu kapatırım. Sizi görünce başlar, kaldığı yerden zihnim kurcalanmaya. Geriye doğru evrildiğimizi düşünürek yürürüm. Toprağın sıcağını, ana rahmine olan benzerliğini düşünürüm. Sizi izlerim, siz gülersiniz. Toprağın Tanrı’nın ağzı olduğunu düşünürüm bu kez; yarattıklarıyla beslendiğini! Yadırgamam, ayıplamam; bu doğal bir süreç, derim. Sonra bir korku belasıdır kemirir içimi, besmele çekip tövbe ederim. Rahim fikri daha cazip gelir. Ana rahmini yırtarcasına terk ettiğimiz, toprağın rahmine yırtınarak girmek istemediğimiz geçer aklımdan. Sonra ölmenin son olmadığı. Belki döngünün bir parçası, bir uzantısıdır bu, belki de rivayet edildiği gibi ağaç olarak hayat buluyoruz. Öyleyse, bir kavak ağacı olabilirim ya da çam. Belki de heybetli bir ceviz ağacı. Hepsi olmaya meyilliyimdir. Sessiz, kederli ve kasvetli cinsten. Huy! İşte yine garson çocuk, gözleriyle klakson çalarak yaklaşıyor yanıma. Dişlerinin arasında, “Patron seni izliyor!” Gözlerimi dikiz aynası yapıp, şefe bakarım. Beni izlediğinden emin olunca, mutfağa girer, yeni kadehler için tepsiyi boşaltırım. Herkesin tuttuğu kadehlere dokunma hissinden kurtulmak için, yeni bir kadeh içkiyi deviririm. İçeri, tepsi elimdeyken bir balerin gibi dans ederek girmeyi hayal ederim. Şefin yüzünü gözümün önüne getirir, sonra beni kovacağına ilişkin blöflerinin nihayete ermesi durumu karşısında kendi durumumu düşünürüm. Bu hiç 5
- Mavi Öyküler
iyi olmaz, derim. Bir içki daha diplerim. İçeri yürürüm. Müziği uğultu ve kahkahalar bastırır. Sahnedeki güzel kızlar, kendilerini pahalı içki sipariş eden erkeklerin kucağına bırakır. Bir çiftin yanından geçerken, kız bana seslenir. Aşağılayıcı bir ifadeyle bakarak, dans etmekten yorgun düşmüş ve şişmiş ayaklarını saklayarak, ağzını eğe eğe, “Bir tane daha,” der. Gözlerimle onaylarken ona şefkat beslerim. Bunu hisseder ve hırsla daha pahalı bir içki söyler. Dım dıt dıt dum dıt dıt dum dıt dıt dıt… Kalabalığın içinde hapsolmuş sizi görürüm yeniden. Siz, toprak ve ölüm. Niçin hepinizi aynı anda hissettiğimi sorarım kendime. (Cevapsızdır bazı sorular yahut cevap akşam haberlerinden sonra gelir.) Diğerleri gibi olma çabanızı anlayışla karşılayıp, uzaklaşırım bir süre daha. Zaman hızla ilerler, parlak sahne ışıkları zayıflar, insanların çoğu sarhoş olur ve mesai bitişini müjdeler müşterilerin buradan çıkışı. Bu son saatlerde, yorgunluktan müziğin sesi uğultu halini alır, yavaşlarım. Para kazanma esaretinin sancısını ilk ayaklar işitir. Sonra duygusuz, ruhsuz ama yüzüne bir gülümseme asmayı ihmal etmeden yürüyen, cansız bir varlık olarak bu işletmenin istediği şekilde, misafirlerin arasından geçerim. Böylece sıradan, normal ve düz bir insan modeli olarak dikkat çekmem. Onların istediği gibi biriyim artık, onlardanım. Tehlike geçti, tehdit yok! Esas oğlan: Renkli ışıklar, mini etekli, dekolteli güzel kızlar, son model spor arabalar, pahalı saatler, viski, şampanya, votkayla ıslanmış uzayan geceler… Bir zamanlar benim olmayan, ama olması için uğraştığım, didindiğim, varımı yoğumu ortaya koyduğum her şey, bugün anlamını yitirmiş gibi. Sahip olana kadar her şey ne kadar da kusursuz duruyor. Sıradanlaşıyor sonra. Aşk diyorlar, kalbime olmayan yarayı oturtuyorum. Herkes birbirinin aşk yarasını deşmeye bayılır. Doktor edasıyla dinler, şefkat gösterir. Ta ki o aşk yarası olmak istediğini, size artık açık açık çırpına çırpına anlatana kadar. Kızlar. Kapris yaparlar. Her nedense anormal bir kıskançlık ve alınganlık duygusuna kapılıyorlar. Mavi Öyküler -
6
Ağlama ve sitem nöbetlerini de buna eklemeli. Hayatıma sızmaya çalışıyorlar. Hem, en sevmediğim şey parfüm kokuları. Biri bunlara, daha çok sıkınca daha güzel koktuklarını mı tembihlemiş acaba? Sarhoşken ya da ayıkken fark etmiyor, yattığım her yatak başında ucuz sarı lambalar. Sıkılıyorum. Ruhum bedenime dar geliyor. Her gün bir öncekinin tekrarı sanki ve ben bu tekrarın içinde bir hamsterdan farksızım. Sabah işyerindeki hırslı genç girişimci, akşam flörtöz tavırlı serseri. İşin kötüsü bunlarsız yapamam artık. Eskiden bunun süpermanvari bir tadı vardı. Sabah Clark Kent, akşam süper kahramandım. Ne var ki herkes Clark Kent’le Süperman’in aynı kişi olduğunu çoktandır biliyor… Hem her şey gerçekliğini yitirmiş durumda. Sahici bir şey ne zamandır yaşanmıyor. Şef: Sabahtan akşama aynı terane. Her gün temizlik, her gün bas bas bağıran müzik. Bazı akşamlar, bu akşamki gibi gelen özel saksafoncular, virtüözler var. (Entel garson takip ediyor bunları hep. Mutfaktayken ayakkabılarıyla ritim tutuyor bazı zamanlar.) Patron, “Daha aktif daha enerjik beyler,” diyor. El çırpıp, “Orası sizin sahneniz, hadi bakalım, gözüm üstünüzde,” deyip müsamere bebesi gibi bizi başından savıyor. Sürekli müşterilerle karşılaşınca, hoşgeldiniz efendimler, iyi geceler hanfendiler diliyorum… Sahi mi şimdi bunlar? Bu adamlar, kadınlar, tıkır tıkır ayakkabı sesleri yeni silinmiş parkelerde koşuşturan. Çıldırmış gibi akın akın gelmekteler. Biz de hergün gelmekteyiz çıldırmış gibi. Ne için, hepsi para belasına. Evdekinin umrunda mı? Sabahtan akşama tın tın gezsin o, günlere, pasta börek yemeye. Kızı da götürüyor yanında. Hesap sorsam, cıdır cıdır, benden haklı sanırsın. Yok çamaşırmış, bulaşıkmış, pazar alışverişiymiş, bu ev nasıl dönermiş… mişmiş de mişmiş. Ne var sanki bunda? Yaptığı da iş olsa! Ben neler çekiyorum. Fazla içip kusan mı dersin, yüzüne yüzüne söven mi dersin, ne ararsan. Bir de personeli takip et. Aksayan bir iş var mı, müşteri memnun mu, uğraş dur. Üstelik yeni yeni icatlar başımızda. Şu entel kız. Garson olan. Kumral topuzlu, güzel olan. Hani somurtan hep. Adı neydi, neyse ne. İki üniversite kazanmış, ikisini de 7
- Mavi Öyküler
yarım bırakmak zorunda kalmış da. Şimdi bu şartlarda çalışmaya mecburmuş da, annesi hastaymış da, iş bulamamış başka da bilmem ne! Bir sürü ajitasyon. Gel, dedim, bir özel görüşelim senle, ona da yok. (Namus satıyo haspam.) Bana ne kızım, ben mi kurdum bu düzeni? Şimdi ben anlatsam mecburiyetlerimi, çetrefilli hikâyemi düşüp bayılır. Bana patron demek istemiyormuş. Ortaokul terk olduğumu duymuşmuş. Ben de biliyorum “Ama yaka kartınızda şef yazıyor,” demeyi. Hayat okulunda okuduk biz be! Nihayetinde biz de kendi çapımızda buranın patronuyuz. Esas oğlan: Boş boş bakıyordu karanlığa. Çıkışta, kapıda. Eline bir ağaç dalı almış, toprağa gün ağarmaya yakınken söyleniyor. Önümden geçtiklerini hatırlıyorum içerde, garson çocuk buna, patron seni işten çıkartıyor, demişti. Arabam geldi. Garson kız ağaç dalını ikiye büküp ayırdı. Kolundaki çantayı açıp içine koydu. Yaklaştım yanına, bırakıyım evine. Bir şey söylemeden kapıyı açıp oturdu. Nereye gidiyoruz? Liman yoluna. İçime oturdu bu, ben de kovulmuştum dedim, bir zamanlar. Yalnız mağrurlara has bir gururla, konuşmadan yola bakmaya devam etti. Çantasını sıkı sıkı tutmuş, bacaklarını birbirine yapıştırmış yolu izliyordu. Yan gözle ona bakıyordum. Bir ara belli belirsiz dudağını ısırdı. Bana dönüp, Doğu Garajı’ndan gidebilir miyiz, dedi. Olur, dedim. Mezarlığa yakın durmamı istedi. Teşekkürle indi arabadan. Gaza bastım, ama hızlanamadım. Doğrudan mezarlığa giriyordu. Bir an tereddüt ettim, ama gittim arkasından. Mezar taşı yazılarını sesli sesli okuyarak ilerliyordu. Arkasından bir dedektif edasıyla onu takip ediyordum. Bir aile mezarlığının önünde durdu. Boş olan mezar önünde topuzunu açtı. Kumral saçlar hızla ensesini kapladı. Sonra mezarı eliyle eşelemeye çalıştı. Durup etrafına baktı. Gördü beni. Baktık bir süre birbirimize. Yanına yaklaştım. “Sorun nedir?” “Üşüyorum.” “Evine bırakayım.” “Gerek yok. Göm beni.” “…” “Üşüyorum göm beni.” Mavi Öyküler -
8
Mezarlık bekçisi: “Böyle sabah erken gelen bulunmaz pek buraya beyim,” dedim adama. Hayalet görmüş gibi baktı yüzüme. “Yardım ettim ben,” dedi. Mezar taşı yazısız toprağı gösterdi. Toprak kabarmış. Adamın elinde siyah kadın çantası. Yüzüme baktı, soluk yüzündeki iki iri üzüm tanesiyle başkasına cevap verir gibi yahut kendine cevap verir gibi, “Teorik olarak yardım ettim ben… Şimdi ben katil miyim?” Anlamadım hiç. “Üzülme beyim, hepimiz her gün ölüyoruz.” Gözleri daha da irileşirken elindeki çantayı fırlatıp, koşarak uzaklaştı. Durduramadım. Şimdi ne yapmak lazım gelir?
p
“BABASININ KIZIYDI O, MARX OKURDU” “Geceyi Öldüren Kız” | Betül Erhan Sokaktaki sesler kesildi. Bir tek ocakta kaynayan çayın sesi var. Telefonun prizini çekti. Radyoda Stevie Wonder çalıyor. Genç kızken ağlayarak dinlerdi. Duyargaların sonuna dek açık olduğu günlerdi. Annesi, “Sınav öncesi heyecanını ancak müzik dinlemek giderir senin,” derdi. Sonraki yıllar bir dehlize girmiş gibiydi. Geceyi birçok erkeğin koynunda geçirmiş olduğuna bir ara çok hayıflanmıştı, ama artık hiç düşünmüyor. Doktora gittiğinde “istersen hiç uyuma” demişti. “Böyle doktor da hiç görmedim,” demişti annesi. “Doktor bir de sen DEJA VU yaşamışsın” demişti. Ansiklopediden bakmıştı anlamına. Bir yerdeyken orada daha önce bulunma duygusu… Hiç fikri yoktu. Peki bu karışık fikirlere dalıp dalıp gitmeleri... Sir Isaac Newton Tanrı vardır demişti, oysa o Marx’ı okumuş 9
- Mavi Öyküler
Tanrı’nın olmadığına inanmıştı. Şimdilerde ise bayağı dua ediyor sokaktaki kedilere, köpeklere. İnsanlar sonra. Güveni kalmadı ki onlara. Aklına Jean Paul Sartre geliyor çayını yudumlarken, Cehennem Başkalarıdır, ne denli doğru? Gece ilerledi. Kapı çalındı, polis üniformalı iki kişi içeriye kartlarını gösterip daldılar. Kitapları yerlere fırlatmaya, çekmeceleri darmadağın etmeye başladılar. Bir şey söylemek isterken, “Sizi emniyete götürmemiz gerek” dedi bir tanesi. “Nedir suçum?” “Devleti devirme işi, bilirsiniz çok iyi.” “Telefon edebilir miyim?” “Olur, kısa olsun.” “Aslı ben ablan, beni tutukluyorlar, lütfen kedimi al ve ona iyi bak olur mu? Korkma, elbet bir gün sona erecek bunlar.” Gece ölüm gibi çöktü birden. Uyumanın ölüme benzemesinden, uyuyamıyordu, ölümü hiç sevmezdi ama ona direnir, onla aşık atardı. Aşık atmalarının cezası mıydı bu? “Babasının kızıydı o, Marx okurdu” derdi annesi. Freud ve diğerleri. İşte o da kitap kurdu olup çıkmıştı. Kitaplar onun ikinci derisiydi. Şimdiyse yerdeydiler bu ahmaklar yüzünden. Babası o daha çok küçükken trafik kazasında ölmüştü. Ölümün ayırtına sonraları varmış, babasının resimlerine bakarak avutmuştu kendini. Uyumayınca babasıyla bir bütün oluyor, ona merhaba diyordu sanki. Hassastı. Bazen annesine bile kızardı. “Niye uyuyorsun? Kalk, o burada yaşıyormuş gibi yapalım.” Sonra doktorlar ve ilaçlar. Ve toparlayınca, çok verimli bir 4 yıl. İsmini tanıyordu herkes. Cesur kız diyorlardı. Bacakları biraz birbirine karışıyor, ağzı buruşuyor, mırıldanmaya başlıyor. Mavi Öyküler -
10
Üçü çıkıyorlar. Gece gündüze doğru yola çıkıyor.
p
“YALNIZLIĞIN YENİLMEZ, KARARLI DALGALARI” “Akşam Samatya’da” | Mehmet Can Şaşmaz Aramızda hep anlaşılmaz bir rol dağılımı. Her günün bitiminde sanki ben kondüktör, Yeşim yolcu. Sanki ben gümrük memuru, Yeşim gene yolcu, Allah kahretsin! Hep bir yol, bir türlü adımlarımızın uyuşmadığı. Onun hızlı topuk tıkırtılarına karşın benim kunduramın yorgun kağnı arabasını aratmayan sürünme sesi. Geçen akşam hayli yorgundum; gene de Samatya’ya gittim. Oysa yolumun üstünde bile değildi. Aklıma başka bir yer mi gelmedi, anlamadım? Öncesinde Yeşim’i Cumhuriyet Meydanı’nda yitirmiştim. Rüzgâr bir tutam saçını ağzına üflüyordu, öyle güzel bir resimdi ki aklım durmuştu. Eliyle saçını kurtaracağını sanmıştım; bir baş hareketiyle saçlarını geriye atmıştı. Az daha “Ah!” diye bir nida düşecekti dudaklarımdan; düşebilirdim ben de! Ardından gülümseyerek yüzüme bakıp, iyi akşamlar, diledi ve uzaklaştı. Oysa akşamın iyiliğini yanında götürüyordu. Kemerinin tokasındaydı iyilik, ya da kol çantasının içinde. Aceleyle, benden kaçırır gibi sıkıştırılmış! Bu anın peşi sıra evime gidemezdim; duvarlar üzerime yürürdü. Hem evimin odaları boş, kapısı kilitliydi. Salonda belki açık unuttuğum bir pencere... Tek kıpırtı rüzgârın perdeyle eğlencesi. Hiçbir akşam zile uzanmayan bu el, benim mi? Yalnızlığı her akşam, kapımın önünde yatan bir kedi yavrusu gibi bulan ben; elimi cebindeki anahtara atınca bitiyordu şehir. Onun gidişine engel olamayınca kendime de engel olamadım, bir vagonla kendimi Samatya’ya attım. Tıkırtıların ve sallantıla11
- Mavi Öyküler
rın arasında sanki beşikteki bir çocuktum. Işıklar sönüp sönüp yanıyordu. Vagondaki herkes birbirinden tedirgindi. İnsanlar azaldıkça bir korku doluyordu kırmızı yanaklı genç kızın yüreğine. Onu bir dehşete sürükleyeceğimi bile bile hiç kimsenin binmediği bir istasyonda ben de indim. Tinerci kılıklı üç gençle Sirkeci Garı’na doğru devam etti. Kendisi bilirdi! Oysa benimle gelebilir, birlikte yürüyebilir, -kedileri sevebilirdikİstasyondan çıkınca bir sigara yakıp restoranların arasında yürüdüm. Masalar keyfi yerinde insanlarla doluydu. Yersiz, keyifsiz bir halde Yeşim’i düşündüm; tutarlı gidişlerini, her gidişinin öncesinde dudaklarının arasında bir izin kâğıdı gibi hazır tuttuğu bahanelerini... Bu kadar bahane hayra alamet değildi! Yanında görmesem de gözlerinde gölgesini sezdiğim bir adam… Derinlerde, bir bıçak yarası gibi kahreden bir sezi. Kim bilir hangi ensesi kalın, meymenetsiz! Restoranları geride bırakıp sevdiğim bazı sokaklardan geçtim. Evler iç içe geçmiş; duvarları, kapıları başka başka renklerdeydi. Ancak böyle anlaşılıyordu, hangi evin nerede başlayıp bittiği. Belki de bundandı bu renk cümbüşü. Bir kadın elinde paslı bir tenekeyle çöp dökmeye çıktı. Beni görünce niyeyse ürktü, oysa tam da sokak lambasının altındaydım. Başımın üstüne serpiliyordu bir ışık demeti. Kadın genç ve zayıftı. Çöpü dökmeden geri döndü, resmen kaçtı. Anlamadım. Galiba yalnızdı. Kocası henüz dönmemişti ya da hiç dönmemek üzere gitmişti. Belki içeride üç yaşında bir oğlan çocuğu, bakışlarındaki gariplikle babasının yokluğunu yadırgayıp; soruyordu da soruyordu. Hatta kadın çocuksuz, olabildiğince yalnızdı. Yalnızlık bir kadını korkaklaştırır, bir adamıysa gereksiz yere yüreklendirirdi. Belki de bu yüzden yalnız bir adamla yalnız bir kadın birbirini bulamazdı. Saat fazla ilerlemeden sokağa taşmış masaların birine oturup Mavi Öyküler -
12
içmeye başladım. Rakıyla aram yeniden ısınıyordu, bu âşık olduğuma mı işaretti, yalnız kaldığıma mı? İkinci kadehimden sonra yanıma tamburuyla bir adam yanaştı. Gözünü masamdaki sigara paketine dikmişti. Bir sigara istedi, vermemek olmazdı. Sigarayı kulak arkası yaptıktan sonra “Çalayım mı?” diye sordu, “Çalma.” dedim; ısrar etti, “Param yok.” dedim, “Bir lira ver.” dedi. Dilenci miydi, neydi? Tamburundan utanmıyordu. Hem çalmanın da bir adabı olmalıydı. Yemeksiz, mezesiz, tek kişilik masanın neyine gerekti musiki? “Param yok kardeşim, baksana masada meze bile yok!” dedim; göz ucuyla, küçümseyerek çerez tabağıma bakıp, gitti. Üstümden sanki bir yük kalktı. O yükle açıklarda bir gemi Soçi’ye doğru ağır ağır demir aldı. Mürettebatın aklında çıplak bir Rus kadın. Oysa birisi Yüksekkaldırım’dan daha yeni gelmiş. Ağzının kenarındaki sigarayla filikadan inip, güverteye çıkmış. Daha ilk adımında karada bıraktığı o kısa süreli haz yerini paslı bir yalnızlığa bırakmış. Yüzünde denize düşmüş gibi bir şaşkınlık. Bu kadar çabuk mu bastırır kadınsızlık? İşin içinde aşk olmadıktan sonra… ‘İş’ kadın için tam manasıyla bir işken… Bu işler böyledir; o yataklarda hep hüzünlü bir haz gizlidir! Kimi zaman anlaşılmaz bile bir fahişenin adamın altından ne çabuk kalkıp giyindiği. Sevişmenin bedeli çoğu zaman sanki para değil; sonrasındaki hızlı terk ediliştir. Altındaki yatak sandalyeymiş de tekmelenmiş gibi sanki birdenbire boynunda iple sallanmak boşlukta... Her limanda fahişelerin tutarsız, aceleci çıplaklığı; her seferde yalnızlığın yenilmez, kararlı dalgaları. Ve akıldaki her kadın; hem kavuşma hem hasret. Tıpkı bendeki Yeşim gibi. Yan sokakta bir bağrışma oldu. İki sarhoş dalaşıyordu. Birisi benim karşı masamda oturan adamın tanıdığıymış. Arkadaşına, “Yahu Fiko değil mi o?” diye sorup davrandı, arkadaşı kolundan 13
- Mavi Öyküler
tutup engel oldu. “Otur yahu, bu işlerde bıçağı ayıran yer!” Kalkıp ayırsaydım şunları; bitseydi benim kavgam!
p
“BU MEYDANDA KURAL İHLALİ DİYE BİR ŞEY YOKTU” “Obur Öküzler” | İhsan Alaittin Bilgen Belime bağlı kemerle hangardan çekilip karaya ayak basmam zaman aldı. Liman, dalgalı siyah mürekkep lekeleri taşıyan, kocaman beyaz bir bayrakla kaplıydı. Gövdelerimizden dumanlar tütüyor, bir kuyruk sallamalık desem boşluk bırakmadan kızgın betonun üzerinde bekliyorduk. Burun deliklerimizden buhar salıyor, başlarımızı yukarı doğru kaldırmış, bardak dibi gözlerimizle etrafı süzüyorduk. Nice sonra, sürgülü demir kapılı ince uzun demir odaların içine tahta bir yolluktan yürütülerek, iki sıra halinde yerleştirildik. Kafalarımız yarışa kalkan atlar gibi demir borularla ayrılmış bölümlere itilmiş, burunlarımız kokusu kokumuza çalan yem oluklarına gömülmüştü. Alelusul çiğnediğim yemleri midemin derinliklerinden çıkarıp yeniden çiğnemeye başlamıştım ki, altımızdaki ahşap zemin sarsılmaya başladı. Bedenlerimiz birbirine çarpıyor, dengemizi kaybediyorduk. Bitmek bilmez sarsılmalardan yorulup, zoru zoruna da olsa ahşap zemine çöktüğümüzde, üç aşamada sindirip çıkardığımız, kokusu daha da çekilmez olan vesaire batıyorduk. Alışkın değildik böyle bir duruma. Kalkarken; otururken olduğundan daha da zorlanıyorduk. Neredeydik bilemiyor ama hissediyordum. Seyretmekten keyif aldığımız söylenen o nesne bizi esir almıştı. Demir odalardan indirildiğimizde güneş, tam karşımızdaki tepelerin ardında yükseliyordu. “Biz, yeni bir ülkeyi daha fethe çıkmış öncü öküzlerdik”. Gün ışığına hasret gözlerimizi, uzun Mavi Öyküler -
14
beyaz kirpikli göz kapaklarımızı açıp kapayarak sulanmaktan korumaya çalıştık. Yaşam guruları tarafından eğitilmiş şirket, misyon, vizyon ve değerlerini benimsemiş “bilinçli öküzlerdik”. Domates ve patates fideleriyle çevrili yatakhanelerimize, siz yatakhane dediğime bakmayın bu binanın bizim tek yaşam alanımız olduğunu biliyorduk, yerleştirilmeden önce ayaklarımız açılsın diye şöyle alelusul bir dolaştırılıverdik. Bu olağanüstü bir durumdu. Varlık nedenimiz olan veznimiz eksilmesin diye, fazla hareket etmemiz istenmezdi. Misyonu tohum dökmek olan birkaç damızlık dışında kabilenin tüm eril üyeleri kısırlaştırılırdı. Haksızlığa uğradığımızı söyleyemem. İlk deneyimimizi yaşamamız engellenmiyordu. Kapalı anlatımlardan hoşlanmam. Mensubu olduğum şirket gibi açıklık yanlısıyım. Evet, ben malum yeri burulmuş genç bir boğayım. Üzülerek söylemeliyim, burulmak nefsi köreltmiyor. Karşı cinsten bir bireyin, kuyruğunu sallamasına bile gerek kalmadan kokusunu duymam, nefsimin uyanmasına yeter. Ama hepsi o kadar. İlk ve son deneyimim mi? Adı üstünde ilk deneyim. Neslimizi sürdürme misyonu yüklenen “seçilmişlere” gelince, önlerine sürülen yemlere onlar için özel olarak ilave edilen azdırıcıların maliyetini hak etmekten gayri bir gayeleri olduğunu sanmıyorum. Bir çeşit görev; ne beklenebilir ki. Önümüzdeki yaldan yemlerimizi iştahla yerken, “kutsal bilgi kaynağımız” dev ekranlardan, yaşam guruları tarafından bizim için özel hazırlanmış eğitici programları izlemeye bayılırız. Uyku saatlerimiz dışında bu dev ekran hep açık ve ağzımız hep doludur. Haftada bir kez, uzman veterinerlerin kontrolünden geçeriz. Kanımız alınır, yağ oranı ölçülür, yeteri kadar kilo almadığımız durumlarda, misyonumuz bedenimize vurulan iğnelerle bize anımsatılır. Maliyet artıran bu iğnelere ihtiyaç duyulmaması için “verimli öküzler” olarak yetiştiriliriz. Ne büyük bir düzenin parçası olduğumuzu “kutsal bilgi kaynağımız” sayesinde görürüz. Kabukları soyulmuş patateslerin, ön kızartma için, bir çağlayan gibi yağ dolu kazanlara nasıl döküldüğünü; çelik bantlar üzerinde yağları süzülüp, soğutulup torbalanışını, dondurulduktan sonra, kamyonlarla taşındıkları 15
- Mavi Öyküler
restoranlarımızda kızartma tavalarının içinde mutluluktan zıplayarak cızırdayışlarını; domateslerin ketçapa; salatalıkların turşuya; göğüsleri yerde dişilerimizden sağılan sütlerin kehribar rengi peynirlere dönüşümünü izleriz. Kazanlarda formülü sır hamurlar yoğrulur, kesilir; üzerine her seferinde aynı miktarda susam serpilir, asansörlere bindirilip pişecekleri fırına sürülür, hamburger ekmeği kisvesinde fırından askeri bir intizamla çıkarlar. Yakın zamana kadar dev kazanlarda yoğrulup, dilimlenen köftelerin neyle yapıldığını bilmezdik. Açıklık yanlısı şirketimiz, eğitimimizin belirli bir evresinde o tadı dillere destan köftelerin de nasıl yapıldığını gösteren filmleri bizlere izletmeye başladı. Önce kafamıza bir boru dayıyorlar sonra elektrikli testerelerle vücudumuz ikiye ayrılıyordu. Görünürde hiç kanımız akmıyordu. Kemiklerinden ayrılan etimiz çekilip, makinenin delikli ağzından boşalırken mutlu gibiydik. Halimiz kafaları kesilip; minik bedenleri parçalanmak üzere askılara ardı ardına asılan tavuklardan halliceydi. Bu olağanüstü zincirin bir halkası kayıptı. Karın boşluğumuzu dolduran altı kat midemiz, bağırsaklarımız, kuyruğumuz, kafamız, kemiklerimiz ne oluyordu? Yanıtı bir rastlantı sonucu öğrendim. Misyonunu bizden önce tamamlamış “soydaşlarımızdan” birinin nasıl olmuşsa olmuş parçalanmadan kalmış, bir çift gözünü yem haznemde bulmuştum. Hüzünlenmedim dersem yalan olur. Kendimi yemeye vurdum. “Hüzünlü, verimli, bilinçli, öncü” bir öküz olmuştum. İzlediğimiz filmlerin en keyifli kısmı kafasında kartondan taçlar takmış besili çocukların, anne babalarının gözetiminde yağlı kâğıtlara sarılmış etimizden olma hamburgerleri atıştırdığı bölümdü. Önce normal hızla gösterilen film, hızlanıyor, giren çıkanı belirsizleşen restoran her şeyin yalanıp yutulduğu bir “savaş meydanına” dönüyordu. Patates dilimlerini elleriyle atıştıranlar, ağzında henüz ısırdığı hamburger parçası varken, kum kovalarına benzer bardaklardaki gazlı - şekerli sudan avurtlarını dolduranlar, külahına konar konmaz, eriyiveren doldurmaları “kapıp da kaçan varmış” gibi ağzına sokup çıkaranlar... Bu meydanda kural ihlali diye bir şey yoktu. Savaşçıların ağız dolusu geğirmeMavi Öyküler -
16
leri bile mubahtı. Yaşamın gerçek anlamını kavramış, bu kavramı çocuklarına da aşılayan “kahraman” aileleri gördüğümde dünyada yalnız olmadığımı hisseder keyiflenirdim. Bize üretim standartları da öğretilirdi. Hamburger hangi sıcaklıktaki ızgarada pişer; ketçapın akışkanlığının hangi kıvamda olması gerekir, hepsi gösterilirdi. “Dondurucudan çıkartılan köfte, pişirildikten on dakika sonra mideye inmezse toksinler üremeye başlardı.” İzlerken en çok sıkıldığım bölüm burasıydı. Bana neydi bütün bunlardan. Ne çalışanların it gibi koşturdukları restoranlarda çalışmaya niyetliydim ne de kendi etimden yapılma köftelerden yemeğe... Burnuna konan sineği dilinin ucuyla kovalamaya çalıştı. Dili ağzına hapsolmuş gibiydi. Yeniden denedi. Ağzının kenarına yapışmış, kalmış az önce yediği cipsin tuzlu tadını aldı. Arsız sinek yeniden burnunun ucuna konmuştu. Çaresiz, güçlükle göz kapaklarını araladı. Televizyonda donmuş kalmış görüntüye gözü ilişti. İzlerken uyuyakaldığı film, reklam kampanyalarını aldıkları şirketin tanıtım filmiydi. Tanıtım filminde belirtilen vizyon, misyon ve değerlerle örtüşen, hedef kitleyi sarmalayan, rakipleriyle aralarındaki kapanmaz mesafeyi son derece çarpıcı üç dakikalık bir senaryoya sıkıştırıp pilot planlarıyla birlikte önümüzdeki hafta reklam verene sunması gerekiyordu. Tanıtım filmindeki o, çipil gözlü öküzü, reklam filminin merkezine oturtmayı düşünüyordu. Çok dengeli davranması gerekirdi. Dünyadan bir haber, her şeyle barışık halli öküz, izleyenlerde acıma duygusu uyandırabilir, daha da kötüsü hayvan sevenlerin tepkisini çekebilirdi. Üstelik o çipil gözlü öküzün bu tanıtım filminden mi, yoksa başka bir kampanyadan mı zihninde asılıp kaldığından da emin değildi. Neresinde uyuklamaya başladığını kestiremediği tanıtım filmini baştan sona yeniden izlemesi gerekiyordu. Son dönemlerde üzerine iyiden iyiye bir uyuşukluk çöreklenmişti. Kaygılıydı. Karnı acıkmıştı. Telefona uzandı. Diğer uçta ekrana düşen forumda adı görülmüş olmalıydı. Telefondaki ses içecek siparişini de aldıktan sonra, “Semir Bey, siparişiniz yarım saate kalmadan elinizde olacak,” dedi. 17
- Mavi Öyküler
İsteksizce yerinden kalktı. Midesi kazınıyordu. Üzerine bastığı boş cips paketi ayağına dolandı. Boş gözlerle buzdolabının raflarını süzdü. Kapaktaki raftan parlak kâğıtlara sarılı çikolatamsı bir şey çekti, aldı. Ortası çökmüş kanepedeki boşluğu yeniden doldurdu. Kayıt oynatıcının ekranındaki saate baktı. İzlemekten keyif aldığı yaban hayatını anlatan belgesel başlamak üzereydi. Üzerinde keyifle çarpışan buzlar yüzen, kabarcıklı, kahverengi sıvının kulağa hoş gelen foşurdayışıyla, içeceği litrelik istemediğine pişman oldu. Klimanın uzaktan kumandasına uzandı. Soğukluk ayarını yükseltti.
p
“DEVAM ETMELİYİZ YOLUMUZA” “Su” | Mehmet Murat Taylan Toprağın üstüne düştü ilk damlan, henüz bedenin şekillenmemişti. O ilk damla seni var etmek için yol aldı zor geçilen toprak katmanlarından. Ama yılmadı ilerledi. Bir ağaç kökü senin damlanı emmek istedi kendi hayatını devam ettirebilmek için. Damla direndi, emdirmedi kendini ağacın köküne, küçük varlığını geri çekti çekebildiği kadar. Arkasından kendisini takip edenler olacağını biliyordu, sıyrılıp aktı, daha derinlere. Toprakta bir yol açmıştı kendi ebadında, bedeninden beklenmeyecek ölçüde güçlüydü, dirayetliydi, en sonunda geldi bir kayanın oyuğuna dayandı. Çok geçmedi bir başka damla neredeyse aynı yoldan ilerleyip hemen yanı başına düştü. İlk damla sevindi bir arkadaşı olduğuna. Toprağın onları emip tekrar yukarı çıkarmasını bekleyeceklerdi… orada bir başlarına… o zorlu yolculuklarını anlattılar birbirlerine. “Sence,” dedi ilk düşen. “Sence başka gelenler olur mu?” “Olur,” dedi sonra gelen. “Biliyorsun milyarlarcaydık yukarıda, sadece ikimiz kalmış olamayız.” Mavi Öyküler -
18
Beklediler, tanımadıkları bu yerde, seni var edeceklerini bilmeden saniyelerce beklediler. (Onlar için saniyeler çok uzun zaman dilimleriydi.) Ve tombul bir damla ikinci gelenin üstüne düştü. Birleştiler. Oldukça büyük bir damla oldular. Son düşen, “Ağaç,” dedi. “Bir ağaç beni emmek istedi.” Sesi telaşlı ve korkmuştu. “Zor kurtuldum.” İlk gelen ise, daha önce gelmiş olmanın verdiği kibirle, “Biliyorum, beni de emmek istedi, ama kendimi kurtarmam zor olmadı,” dedi. Zamanla birçok damlanın birleşmesinden oluşan küçük bir gölet oluşturmuşlardı. Kaya rahatsız oldu bundan. Akmalarını söyledi sırtından. Damlalar hep bir ağızdan, “Ama nereye gideriz? Daha öteleri karanlık,” dediler. Kaya şimdilik onlardan güçlüydü. “Gitmeniz gerek, sizin geldiğiniz gibi gelen çok olacaktır, hepinizi taşıyamam sırtımda.” Sessizlik oldu, damlalar kendi aralarında mırıldandılar, ilk gelen söz aldı. “Şuradan, kayanın damarından aşağı süzülebiliriz. Belki bizi bekleyen daha iyi bir yer vardır.” “Ama,” dedi ürkek bir damla. “Ya daha kötü bir yere düşersek, ya toprak bizi zamanından önce emmeye kalkarsa.” İlk gelen sesinin tonunu sertleştirdi. “Yapacak bir şey yok, buraya geldiğimiz gibi devam etmeliyiz yolumuza.” Bu arada aralarına yeni damlalar katılmıştı. Henüz daha önce gelenlerin ne hakkında konuştuklarını anlamamışlardı ve seslerini çıkarmadılar. İlk gelen ilerledi aktı kayanın damarından aşağı. Diğerleri zaten ona bağlıydılar. İnce bir su çizgisi kayanın 19
- Mavi Öyküler
kenarından aşağı süzüldü. Geçtikleri yoldan ve daha başka binlerce yoldan günlerce onları takip eden damlalar akıp derinlerde birleştiler. Sonunda seni oluşturmayı başardılar. Artık onlar güçsüz tek bir damla değil, toprağı yarıp çıkan, kayaları yerinden söken ve ulaştıkları her yere hayat veren inanılmaz bir güç olmuşlardı. Sen içindeki enerjiyi daha fazla tutamadın, derinlerden kendine hiçbir engel tanımadan yol açıp yarattığın yarıklardan fışkırdın. Seni ilk karşılayan sımsıcak gülümsemesiyle Güneş oldu.
p
“BENİM ELLERİM DE ALEVLERE UZANMIŞTI” “Demir Paralar” | Hüseyin Akyüz Evlerimizden çıkıp, sokağa düşeli daha birkaç dakika bile olmamıştı ama çıtır çıtır yanan sobanın ve bir bardak çayın tatlı sıcaklığı bedenlerimizden yitip gitmişti. Yerdeki kar soğuğu ayakkabılarımızdan içeriye işlemeye başlamış, rüzgârın yüzümüze gözümüze vurduğu iri kar taneleri gözümüzde büyüdükçe büyür olmuşlardı. Kar ve rüzgâr göz açtırmıyordu. Hızlı hızlı yürümeye çabalarken ne daracık sokakların iki yanına dizilmiş evleri görebiliyordum, ne de Yaşar’ı. Arada bir koluma çarpmasa ya da karanlıkta içine basıverdiği bir buzlu su birikintisine küfürler savurmasa, geriye döndüğünü sanacağım. Ara sokaklardan anayola çıktık. Yolumuz oldukça kısalmış sayılırdı ama rüzgâr tam karşıdan vuruyordu. Yaşar, geniş yolu hiçbir tekerlek izi belli olmayacak şekilde örten karı ayaklarının altında gıcırdattırarak yürüyor, arada da, duyulur küfürlerle fabrika işçiliğine, gece çalışmasına, fabrikanın işçileri getirip götürecek bir otobüsü olmayışına söyleniyordu. Mavi Öyküler -
20
Sırtımı rüzgâra vermiştim o sırada. Çocuklar gibi oyun oynarcasına arka arka yürüyor, böylelikle bir an olsun rüzgârdan kaçabiliyordum. Ortalığı alabildiğine örten beyazlığa, perdeleri sıkıca örtülmüş evlere, durmadan tüten bacalara bakarak Yaşar’a bir yanıt verecektim ya, ara sokaklardan birinin başında gördüklerim sözü boğazıma tıkıvermişti. Rüzgârı, karı unutup, şaşkınlıkla baktığım yerde bir ateş yanıyordu. Bu korkunç havada sokak ortasına ateş yakmak da kimin işi diye düşünmüştüm de, elinde uzun saplı, tel kapaklı bir tavayla mısır patlatmaya çalışan yaşlı adamı görmemiştim. Yaşar: “Ölünce cennetliksin sen be dayı,” diyerek yanaşmıştı bile ateşin yanına. Mısırcı, göz ucuyla şöyle bir bakmaktan öte pek ilgilenmemişti bizimle. Belli ki canı sıkkındı. Bir süre ateşin başında hiç konuşmadan durduk. Mısırcının asık suratı da aslında bizi pek ilgilendirmiyordu. Parmak uçlarımızdan ellerimize, ellerimizden tüm bedenimize yayılan sıcaklığı daha fazla duyumsamaya çalışıyorduk. Mısırcı, yarım bir varilin içinden yükselen alevlerin üstüne tuttuğu tavayı düşünceli bakışlarının temposuyla ağır ağır sallıyor, her sallayışında bir mısır tanesi patlayarak, bir ilkyaz çiçeği gibi bembeyaz açılıveriyordu. Gösteride bulunan usta bir sihirbaz gibi oldukça ağırbaşlı bir davranışla işini yapıyor, arada demir bir çubukla ateşi karıştırıp, yükselen alevlerle birlikte havaya binlerce çıtırtılı kıvılcım uçuşmasına neden oluyordu. Tüm suskunluğuna, düşünceli duruşuna, asık suratına karşın sessizliği ilk bozan da o oldu. “Fabrikaya mı?” “Yaa!..” dedi Yaşar, havanın korkunçluğundan, evdeki sıcak sobayı bırakıp gece yarısı işe gitmenin anlamsızlığından, fabrikanın bir işçi otobüsü bile olmayışından yakınıyormuşçasına bir vurguyla. “Varana kadar, soğuktan bir köşede donup kalmazsak fabrikaya gidiyoruz dayı!” Mısırcı, Yaşar’ın yüzüne düşünerek baktı. Tavanın içindeki 21
- Mavi Öyküler
mısırları iki küçük kesekâğıdına bölüştürerek paketleyip, üstü camlı bir ağaç dolabındakilerin yanına koydu. Dolabın bir kıyısındaki küçük karton kutunun içindeki birkaç liraya bakılırsa pek mısır satamamıştı demek. “Çalışacak bir işiniz var ki gidiyorsunuz,” dedi, Yaşar’a yanıt verircesine. “İşsiz güçsüz olan ne yapsın?.. Ya bu havada aç, açıkta olanlar?...” Mısırcının sözleri ardından yeniden susmuştuk. Yaşar’la birlikte ateşe biraz daha yaklaşmış, yeniden yola düşmeden önce iyice ısınmak istiyorduk. Bir ara, ilerdeki sokak lambasının yere vuran beyaz ışığına gözlerim takıldı. O aydınlıkta biri vardı, bir çocuk. Bir an gözlerime inanamadım. Kendine çok güvenen insanların bile dışarıya çıkmaya korktuğu böyle bir gecede bir çocuğun sokakta olması çok garibime gitmişti. İki büklüm yere eğilmiş, aranıyordu. Ne yapacağını şaşırmışçasına çevresine bakınıyor, sonra birden ellerini karların, buzlu su birikintilerinin içine bileklerine kadar daldırıveriyordu. Suları, çamurları, buz kırıntılarını çabuk karıştırıyor, çok geçmeden doğrulup, soğuktan donmaya yüz tutmuş ellerini nasıl ısıtacağını bilemiyor, bir ağzına götürüp sıcak nefesine tutuyor, bir koltuk altlarına sıkıştırıyordu. Bir süre geçip ellerinin donmuşluğu yumuşayınca yeniden aranmaya başlıyordu. Bazen eline geçen bir şeyi sokak lambasının ışığına doğru tutup bakıyor, sonra aradığını bulamamanın verdiği ağlamaklı kızgınlıkla sokağın karanlığına doğru fırlatıp atıyordu. Ne arıyordu acaba? Yüreğimi dolduran garip bir acıma duygusuyla ona bakıp kalmıştım. Benim bakışlarımdan yüreklenmiş olacak ki, aramayı bırakıp, ayaklarını sürüyerek üç adım ötemize gelip durdu. O zaman onu daha yakından gördüm. On yaşlarında çelimsiz bir çocuktu. Siyah bir okul önlüğünün üstüne giydiği ceketinin omuzları, yakaları, kadife pantolonunun paçaları ve kısacık saçları karlarla kaplıydı. Mısırcı ile Yaşar da görmüşlerdi. Benden önce Yaşar davrandı: “Gelsene oğlum. Gel de ısın.” Mavi Öyküler -
22
Yarım adımlarla sokuldu. Alevlerin sarı ışığı yüzüne vurup, soğuktan kısılmış gözlerini, morarmış dudaklarını ve kasılmış yanaklarını iyice aydınlattı. “Deli misin be çocuk?” dedim. “Bu havada ne arıyorsun dışarıda?” Yanıt vermedi. Koltuk altlarına kıstırdığı ellerini çoktan ateşe doğru uzatmış, dondurucu soğuk ile ateşin sıcaklığı arasında titriyordu. “Bir şey mi kaybettin yoksa?” diye sordum bu kez. Alevlere dikmişti gözlerini, belki kendi iç dünyasının derinliklerine yuvarlanıyordu. Susuyordu. Bir ara bir şeyler söyleyecekmişçesine yüzüme baktı ama sonra çabucak yeniden alevlere çevirdi bakışlarını. Elimi uzatıp saçlarını okşadım, birden yanaklarına gözyaşları süzülmeye başladı. “Ağlama be çocuk,” dedi mısırcı. “Soğuktan gebermişsin zaten. Söyle ne kaybettiğini de bir çaresine bakalım.” Biz üsteledikçe, o soğuktan katılaşmış dudaklarını kıpırdatmaya çalışıyor, beceremeyip zorlu yutkunmalarla titriyordu. Ateş dolu varile de o denli yaklaşmıştı ki, nerdeyse bir tarafını yakıverecekti. Mısırcı ateşi karıştırdığında sanırım iri bir kıvılcım eline değip yaktı. O an inilti gibi çıkan bir sesle “Demir paralar!” dediğini duydum. Bize pek bir şey anlatmayan bu kelimelerle o aradığı şeyi anımsamışçasına başını geriye çevirip, geldiği dar sokağa, ellerini soktuğu sulu çamur birikintilerine, sokak lambasının aydınlığı ötesinde kalan rüzgârlı geceye baktı. Bütün üstelemelerimize karşın söylediği o iki kelimeden başka bir söz söyletemeyince onu rahat bırakmıştık artık. Alevlere dönmüştük hepimiz de. Yaşar yeniden yola çıkmadan önce iyice ısınma çabasındaydı. Benim ellerim de alevlere uzanmıştı. Ama bakışlarım çocuğun bakışlarıyla aynı alevde birleşiyor, usuma çeşit çeşit düşünceler geliyordu. Bir ara çocuğun ellerini alevlerden çekip, düşünceli bakışlarımın 23
- Mavi Öyküler
önünden ağır ağır uzaklaştığını fark ettim. Arkasından baktım. Sokağın öteki başına kadar gidip durdu. Yere eğilip bir su birikintisini karıştırmaya başladı. “Hey çocuk, deli olma bu soğukla!” diye bağırdım. Duymuştu. Doğrulup, bir süre bize baktı. Sonra, sanki kolundan tutup geri getirmemizden korkuyormuşçasına bir davranışla yerlere baka baka karanlığa karışıp gitti. “Şimdi hatırladım,” dedi mısırcı. “Aşağı sokakta oturuyor. Annesi çatal bıçak fabrikasında çalışıyor galiba. Babası ise bildim bileli işsiz. Son zamanlarda da kendini iyice içkiye verdi. Çocuk, mutlaka onun şarap parasını düşürmüştür. Parayı bulamazsa vay haline bu gece.” Yeniden yola düştüğümüzde rüzgâr kesilmişti, rahat yürüyorduk. Mahallenin son evlerine gelmiştik. Gökyüzü yıldızlanıyordu ve insanın içine kışın bitip, baharın hemen yarın gelivereceği duygusu yaratıyordu. Demiryolu köprüsüne kadar hiç konuşmadan yürüdük. Hep öyle olurdu, köprüyü geçince fabrika kocaman dikiliverdi karşımıza. Artık yol bitmiş sayılırdı; bak geldik, der gibilerden omuz attım Yaşar’a. O, durup fabrikaya değil de geriye, gecekondu mahallesine doğru baktı. “Ne o be Yaşar?” dedim. “Geri mi dönmeyi düşünüyorsun yoksa?” “Şu çocuk,”dedi. Sözünün gerisini getiremeyip sustu. Onun baktığı tarafa baktım. Uzun beyaz bir gölge gibi görünüyordu mahalle. Ne varil içinden çıkan alevler, ne yaşlı mısırcı, ne de o çocuk seçilebilirdi o beyaz gölgenin içinden. Fabrika ise işte oradaydı. Kocaman, ağır, canlı. Ne çatılarını, ne sokaklarını kar tutardı. Kara, uzun ve dimdik gökyüzüne uzanan bacası bizi bekliyordu. “Haydi, aç bacaklarını biraz,” dedim Yaşar’a. “Saat nerdeyse on bir olacak. Geç kalırsak fabrikaya almazlar. O zaman hem soğuktan geberdiğimizle kalırız. Hem de birer gündelikten oluMavi Öyküler -
24
ruz...”
p
“AY’DA PETROL BULUNDU” “Bakan’dan Zaytung’a Ayakkabılı Uyarı” | Ali Rıza Arıcan Basından sorumlu devlet bakanı Üzeyir Akalın, bu sabah gazetecilerle yaptığı haftalık sansür toplantısında, Zaytung’da yayınlanan bazı haberlerden dolayı sayfanın genel yayın yönetmenine yasal uyarı gönderdiklerini belirtti. Toplantıya sürpriz bir şekilde Üsküdar Büyük Birader Camisi imamını da davet eden bakan Akalın, Zaytung’da yayınlanan ama çok güzel kurgulandıkları için gerçek haberlerden ayırt edilemeyen birtakım yazıların, halkı galeyana getirebilecekleri, yaşlıları umutsuzluğa sürükleyebilecekleri ve gençleri suç işlemeye teşvik edebilecekleri için böyle bir uyarıyı yapmak zorunda kaldıklarını ifade etti. Bakanın konuşması sırasında yanında oturan güneş gözlüklü, polis üniformalı imamla birkaç defa fısıldaşarak görüş alışverişinde bulunması ise gazetecilerin dikkatinden kaçmadı. Konuşmasında örneklere de yer veren bakan, özellikle “2 Yaşındaki Futbolcu Bebek” haberinin oğulları on sekiz yaşına gelmiş ama bir türlü amatör takımlara bile seçilememiş pek çok hayalperest babayı üzdüğünü belirtti. Bunun yanında Afrika’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir ülkesine gönderilip, orada unutulan ve Türkiye’ye geri gelebilmek için “Ermeni soykırımı olmuştur.” deyip, sırf bunun yüzünden hatırlanıp, Ankara’ya hesap vermesi için çağrılan büyükelçi haberinin, devletin üst kademesinde hareketlenmelere yol açtığını ve hatta bu haber yüzünden başbakanın eşinin, MÜSİAD’lı ev hanımlarıyla yapacağı altın gününü iptal etmek zorunda kaldığını söyledi. Sansürsüzlük Özlemi gazetesinde çalışan iki gazetecinin zaman zaman şiddetini arttıran yuhalamaları ve ıslıklarıyla bölünen konuşmasında bakan, ayrıca, gerçek ve kurguyu ayırt etmeleri için her haberde ufak tefek aksaklıklar olması gerektiğini, aksi 25
- Mavi Öyküler
durumda haberin içinde tutarsızlık bulamayan okuyucuların, okudukları her şeye inandıklarını ve bunun da önce “uygar tartışmalara” ardından da kaçınılmaz olarak “aile içi şiddete” yol açtığını ifade etti. Sonrasında bakan şunları söyledi: “Kurgu ile gerçeğin birbirine teğet geçtiği yerlerde Zaytung yazarlarının abartmaları gerekir. Öyle abartacaklar ki haber vıcık vıcık olacak, neresinden tutsan elinde kalacak. Mesela Ay’da petrol bulundu haberinin sonuna, okuyucuları gereksiz aya gitme fantezilerinden uzak tutmak için BP’nin ayı satın aldığı ifadesi eklenirse çok güzel olur. Hem böylece insanlar artık BP’nin dünyayı kirletemeyeceğine inanırlar ve hayata daha bir umutla bağlanırlar.” Bakan konuşmasını bitirdikten sonra, gazetecilere girişte ellerine tutuşturulan kâğıttaki soruları sırayla sormaları için kısa bir süre verildi. Ancak asıl olaylar bu noktadan sonra başladı. Bakandan söz alıp, çalıştığı gazetenin haklarını savunmak isteyen Zaytung muhabiri Ali Başeğmez’in önündeki dev mikrofon, konuşmaya başlar başlamaz, kimliği belirsiz kişilerce çalındı. Ardından “bağırarak da olsa basın özgürlüğünü savunmalıyım” diyerek devam etmek isteyen Başeğmez, salondaki güvenlik görevlileri tarafından uyarıldı. Susmayan, bağırmaya devam eden, Zaytung’a yapılan uyarının saçmalığını, halkı aptal yerine koymanın gereksizliğini, sansürlere dur demenin zamanının geldiğini bakanın yüzüne haykıran Başeğmez, bakan beyin fırlattığı ayakkabıdan kıl payı kurtulmayı başardıysa da bu çevik manevranın hemen ardından salona doluşan motosikletli polislerden kaçamadı. Başeğmez’in ağzına beyaz bir çaput tıkayıp, elini kolunu domuz bağıyla düğümleyen polisler, yüksek orantılı güçle etkisiz hale getirilen gazeteciyi karga tulumba dışarı attılar. Salona geri geldiklerinde ise, bakan Akalın’a ait olduğunu sandıkları siyah ayakkabıyı, kısa süreli bir soruşturmadan sonra gerçek sahibi olan imam beye, saygıda en ufak bir kusur etmeden geri verdiler. Bu olaylardan birkaç saat sonra kaldırıldığı hastanede bir basın toplantısı düzenleyen Zaytung muhabiri Başeğmez, bu sabah Mavi Öyküler -
26
olanların, sırf okuyucular içeriğinden dolayı kuşkuya düşmesinler diye Zaytung’da yayınlanmayacağını, bu yüzden yürekli gazetecilerin ellerini vicdanlarına koyup, sabah cereyan eden olayları çalıştıkları yayın organlarının manşetlerinden vermeleri gerektiğini ifade etti. Zaman zaman sesinin çatallaştığı, sinirden elinin ayağının titrediği gözlemlenen Başeğmez, akşama doğru taburcu edileceğini ve iki gün evinde dinlendikten sonra işinin başına, yani haksızlıklarla ve adaletsizliklerle savaşmaya; yalan da olsa mutlu eden, güldürürken eleştiren, eleştirirken haksızlığı yapanın yüzüne şamar olup patlayan ve mazlumun ahını zalimin tepesinde dolaşan karabasan haline dönüştüren, birbirinden etkili haberler üretmeye, kaldığı yerden devam edeceğini belirtti. Haber: Sansürsüzlük Özlemi muhabiri Umut Yok.
p
“BEN HER ZAMAN BEN OLACAĞIM” “Facebook – İnsanlığa Ağıt” | Ruhşen Doğan Nar Online ol, offline ol. Merak et! Sen çevrimiçi değilken insanlar ne yapmış, merak et. Onları gör, onları izle. An’a şahit ol. Yaşadığını kanıtla. Evet, sen yaşıyorsun. Sen varsın. Fotoğraf ekle! Özellikle gülücükler saçtıklarından. Arkadaşlarınla olduğun fotoğraflar. Eğlendiğin, içtiğin, yalnız olmadığın fotoğraflar. Yaşıyorsun, sen yaşıyorsun. Sen hayatı yaşıyorsun. Sen hayattasın. Profilin de bunun kanıtı. Bakın bana! Bir daha bakın. Ben buradayım. Ben yaşıyorum. Çevrimiçiyim; ama meşgulüm. O kadar meşgulüm ki size bir selam bile yazamam. Ben meşgulüm. Seni dürtecek kadar bile vaktim yok. Ben meşgulüm, sen meşgulsün, o meşgul. Hepimiz o kadar meşgulüz ki internette, hepimiz acayip meşgulüz. Arkadaşlarımla beraberim. Bir sürü arkadaşımla. Ne kadar da çok tanıdığım, yani arkadaşım var. Ben yalnız değilim. Ben varım. Ben önemliyim. Ben ben’im. Ben sen değilim. Ben özelim. Ben 27
- Mavi Öyküler
dünyanın merkezindeyim. Şu dünyadaki en önemli kişi benim. Benim sevgim gerçek sevgi. Benim acılarım gerçek acı. Benim nefretim gerçek nefret. Ben gerçeğim. Ben varım. Ben yaşıyorum. Ben güzelim. Ben’ler içinde en ben yine benim. Kıskanın beni. Bana imrenin. Ben güçlüyüm, ben güzelim, ben zenginim. Ben sahibim. Sen ben olmak istiyorsun. Sen benden aşağıdasın. Ben senin üstündeyim. Listenin en yukarısındaki benim. En çok benim paylaştıklarım beğenilir. En çok doğum günü mesajı alan benim. Neden mi? Çünkü ben benim. Ben hiçbir zaman ölmeyeceğim. Ben her zaman var olacağım. Ben her zaman ben olacağım. Toprağın altına, mezarın içine girmeyeceğim. Daha çok gencim. Ölüm benden çok uzak, bunu düşünmem için daha çok erken. Ben yaşıyorum. Önemli olan bu. Beni izleyin. Beni gözleyin. Beni beğenin. Beni kıskanın. Benden nefret edin. Kısacası beni ben edin. Meşgul olsam bile bana selam gönderin. Çok gururluyum. Fazla gururlu. Beni dürtün. Beni sevin. Bana değer verin. Beni var kılın. Çünkü yalnızım. Ben yalnızım. Ben ölümlüyüm. Bir gün toprak altında çürüyeceğim. Ben öleceğim. Ben bensiz kalacağım. Koca dünya bensiz kalacak. Korkuyorum. Bana sarılın. Lütfen bana sarılın…
p
“KAYBOLMAMAK İÇİN YOKLUĞU BİRBİRİNE TEYELLİYORUM” “Yokluğun Hikâyesi” | Ahmet Büke Saçlarım uzadı. Ensemden omuzlarıma doğru dökülüyor. Bukleler tenime değdikçe içim gıdıklanıyor, gülümsüyorum. Sonra göğüslerim doldu, ağır ağır titreyip yükseldiler. Tina karnımı çok beğeniyor. Kasıklarım kıvamlıymış; Meksika’da katır sırtında kıyılarında dolaştığı nehirleri andırıyormuş. İki de bir “Ah, makinem olsaydı şimdi yanımda,” diyor. Beni servi ağaçlarının Mavi Öyküler -
28
hemen altında, kırmızı papatyaların içinde poz poz çekermiş. Siz Tina’yı biliyor musunuz? Tina Modotti. “Radical Photographer” ya da “Between Art and Revolution” diyorlar ona. Bitpazarında karşılaştım Tina’yla. Eski makaralarda on altı milimetrelik filmler satan bir adama takılmış. Elinde sarma sigarası kirli halının ucuna tıpkı bizim annelerimiz gibi dizlerini hafifçe kıvırmış oturuyor. Dudağını gösterdi. Morarmış. “Vurdu mu yoksa sana,” dedim. “Yok. Öptü durdu sabaha kadar.” Onu eve götürene kadar akla karayı seçtim. Sonunda ayva reçeline kandı. İlk defa yiyormuş. “Bunu erik şarabıyla karıştırınca nasıl olur, biliyor musun?” dedi. “Berbat olur, galiba.” Çok güldük. Sonra sarıldım ona. Koltuk altlarıma başı dönene kadar gömüldü. Hiç bilmediğim bir köylü kadını gibi kokuyordu. “Aslında yakın sayılırız birbirimize,” dedi. Tina, İtalya’da kalabalık bir evde doğmuş. Onunla aynı denize girmişiz sonuçta. O yüzden heveslerimiz yakın sayılır. “Nasıl oluyor bu böyle,” dedi. “Hem kadınsın hem erkek.” “Doğduğum toprak yüzünden,” dedim. O kadar uzak ve yakın ki, kaybolmamak için yokluğu birbirine teyelliyorum. Tina, esmer bir kadın. Dudaklarından düşen ışığı göğüs uçlarına yerleştirmiş. Parmak uçları esirgeyen babamdan kalma.
p
“HERKES KENDİ ÖYKÜSÜNÜ KUŞANMIŞ… GİDİYORUZ.”
29
- Mavi Öyküler
“Bir Yıldız Tarlasıydı Şehir” | Ferda İzbudak Akıncı Bir kış akşamı. Kuru bir soğuk var. Havada tek bulut yok. Gökyüzü pırıl pırıl. Her gün şehrin bir başka semtine gidiyorum. Bu tasarlanmış tasarlanmamış gezintilerin, yirmi yılı aşkın bir zaman, iş mekânlarının iç mekânlarına sıkışmış ömrümün dar çerçevesini kırma isteğinden kaynaklanma olasılığı yüksek. Bazen hiç bilmediğim son duraklarda iniyorum otobüsten ya da dolmuştan. Bazen eski ya da eskimemiş bir arkadaşın evinde çay içerken buluyorum kendimi. İşte yine böyle bir gezmeden dönüyorum. Havanın karardığını, bu rüzgârlı yüksek tepedeki blok apartmanlarda oturanların kapılarını çoktan kapatıp evlerinin sıcaklığına çekildiğini ayrımsadığımda, dolmuşta oturuyordum. Aşağılarda şehir, gökyüzünden kesilip yere düşürülmüş bir yıldız tarlası gibiydi. Ve ben, buğulanmış yan camlardan değil, dolmuşun ön camından seyrettiğim bu yıldız tarlasına doğru adeta kayıyordum. Çantaları, torbaları ve kucağındaki küçük çocukla arkadaki dörtlü koltuğa yayılıp oturmuş olan yaşlı kadın, apartmanların bittiği yerde indiğinde, dolmuşta benden başka hiç kimse olmadığını anlıyorum şaşkınlıkla. İçimde kıpırdanmaya başlayan huzursuzluğu bastırmak ister gibi sürücüye bakıyorum. İki eliyle direksiyona yapışmış, sanki yoldan çok uzaklara bakıyor. Camda asılı bir levhada, “Maziye Döndüm” yazıyor ve kıyısında levhanın, küçücük bir “Öpsene beni…” “Henüz, ellerimde ısınmadan ellerin… Nereye böyle?” diyor tatlı bir kadın sesi. Bu ayrıntıların içinde genç sürücü, kendi dünyasına doğru sürüyor dolmuşu. İçerisi sıcacık. Mavi bir flüoresan ışığının, yaldızlı bir örtü gibi dökülüp yayıldığı ellerime, tırnaklarıma, döşemelere bakıyorum. Bakıyor ve şehre koşuyorum, sıcak, mavi, müzikli, cam bir fanusun içinde. Gecekondu önleme bölgesine dikilmiş ve neredeyse bir kasaba oluşturmuş apartmanlar hızla arkada kalıyor. Yaklaşık iki kiloMavi Öyküler -
30
metre kadar ışıksız bir yoldan, bomboş bir arazinin içinden geçiyoruz. Gecekondu mahallesine girer girmez bir sıcaklık kaplıyor yüreğimi. Düzensiz yapıların pencerelerinden ölgün ışık demetleri dökülüyor. Hava çok soğuk olmalı. Etrafta kimsecikler yok. Sağda, sırtta kocaman bir yapının ışıkları görünüyor. Yolun solunda, camları buhar kaplı, önü kemer biçiminde Kemerli Kahve var. Sağda, Kız Yurdu Durağı. Kolumla camdaki buharı silip durağa bakıyorum. Aracın farları, kedi gözü gibi parlatıp geçiyor bir çift gözü. Paltosunun yakalarını kaldırmış bir genç kız, kapalı durağın köşesine büzülmüş duruyor. Aynı anda, silah sesine benzer bir ses duyuluyor. Sürücü frene basıyor. Dolmuştan aşağı iniyor. Ben de durağın içindeki kıza iyice bakma fırsatı bulmuş oluyorum. Yamaçtaki kız yurdunda kalıyor olmalı. Saçları, kulaklarının altından kesilmiş. Kakülleri, uçları kalkık kaşlarına inmiş. Dolmuşa kuşkulu bakıyor. Biraz kararsız, çokça sabırsız. Sonra yanaşıp açıyor kapıyı. İçeri girerken, yabancı kalmak isteyen bir bakış atıyor bana. Göz göze geliyoruz. Tam önüme oturup cama yaslanıyor. Mavi ışık, kızıl saçlarını eflatuna boyuyor. O da kendi dünyasına dalıyor. Ve üçümüz, genç kız, genç sürücü ve orta yaşlı ben, aynı cam fanusun içinde, şehrin kalbine doğru kaygan bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu tuhaf kış gecesinde, geceyi yurtta değil de dışarıda geçirmeye hazırlanan üniversiteli bu genç kızla, bir fanusa benzettiği dolmuşunu, başka bir dünyanın üstüne süren genç sürücü arasında bir seçim yapmak zorundayım. İkisinden birinin öyküsüne girmek için şiddetli bir istek duyuyorum. Birden kar suyu atıştırmaya başlıyor. Sokak lambalarının, neonların, vitrinlerin ışıkları, dolmuş camına vuran damlalarda dağılıyor. Artık dışarısı seçilemiyor. Aklı başına yeni gelmiş gibi sıçrayan kız, başını öne doğru uzatıp, nereye gidiyor bu dolmuş, diye soruyor. Soruya soruyla yanıt veriyor sürücü: Siz nereye gidiyorsunuz? Kız bocalar gibi oluyor. Nereye gittiğini bilmiyor mu? Deniz kıyısına inecektim ben, diyor sonra. Biz de o tarafa gidiyoruz, diye karşılık veriyor sürücü. Fikrimi sormadan. Kızın öyküsüne 31
- Mavi Öyküler
takıldığımı mı anladı? Gizli bir anlaşma oluştu sanki aramızda. Yoksa kendini korumaya mı çalışıyor? Evet evet. Ben kızın peşinden gideceğim. Delikanlı böylece saf dışı kalacak. Kendini kurtaracak yani. Öyle mi acaba? Kim bilir? Hava puslandı. Hiçbir şey net değil artık. Kız çabucak durağın içindeki durumunu alıyor. Koltuğun kıyısına büzülüp, olabildiğince paltosunun içine saklanıyor. Gözlerini kısıp, cama vuran damlacıklardaki pırıltıları yakalamaya çalışıyor. Dolmuştan aynı yerde iniyoruz. Araç, yanımızdan geçip gidiyor. Ayrılıyoruz. O, yine kendi hikâyesine doğru yol alıyor. Ben de ondan kopmamayı umarak yürüyorum sokaklarda. Gecenin bir vaktinde Sisi’de görüyorum onu. En dipteki masaya oturmuş. Paltosuyla çantası yanındaki sandalyenin üstünde. Duraktaki gibi köşeye çekilmiş. Kıstığı gözlerini kapıdan ayırmıyor. Kırmızı bir ışığın aydınlattığı masalarda genç çiftler oturuyor. Girişteki masada iki travesti, yüksek sesle gülüşüp konuşuyorlar. Birkaç birahaneye girip çıkıyor sonra. Gece ilerliyor. Gençlerden oluşan bir gruba takılıyor bir ara, şakalaşıyorlar. Arkadaşları olmalı. Bira içiyor. Huzursuz görünüyor. Gözleri kısık ve kapıda yine. Hep birini arıyor, bekliyor, sanki. Daha sonra sahilde, bir yere yetişmek ister gibi hızlı hızlı yürürken görüyorum onu. Kafelerin, birahanelerin, lokantaların önünden geçiyor. Bakışlarıyla çevreyi tarıyor bir yandan. Birini aradığını artık iyice belli ediyor. Vakit gece yarısını bulurken Pasaport’ta bir sabahçı kahvesine giriyor. Liman işçilerinin yorgun, uykulu bakışlarının arasından süzülüp, televizyonun karşısında bir masaya oturuyor. Bu kez kapıya dönüyor sırtını. Arayıp da bulamadığına küstü mü? Çay içiyor. Üşüdü mü körfezin soğuğundan? Bakalım bir daha ne zaman, nerede karşılaşacağız, diyorum içimden. Onu orada bırakıp dışarı çıkıyorum. Kapalı mekânların dışında birilerini görmek zor artık. Gece ilerMavi Öyküler -
32
ledi ve hava iyice soğudu. On yılda bir kar yağar bu şehre ve bu gece yağacak gibi. Sonraki karşılaşmamız, bütün duvarları aynalarla kaplı bir kulüpte gerçekleşiyor. Bütün cesaretimi toplayıp yanına gittiğimde, yine kapıyı en iyi şekilde göreceği masayı seçmiş olduğunu anlıyorum. Çantasından bir sigara paketi ve çakmak çıkarıyor. İçinde renkli bir içki olan kadehin kıyısında geziniyor bir eli. Diğer elinde külü uzamış bir sigara var. İnce parmaklarının sinirli titreyişleriyle kül, masaya dökülüyor. Bir düş dünyasında yitip, ortamdan iyice soyutlandığında, bu gece elime bundan daha iyi bir fırsat çıkmayacağından emin olarak, ona yaklaşıyorum. İçinde yittiği düşü okumaya çalışıyorum yüzünden. Bir gölge gibi yanına sokulmam hoşuna gitmiyor. Tanıdık bir yüz görmek istemiyor olmalı. Oysa benimle dolmuşta karşılaştığını anımsadığını hissediyorum. Yine de onu ürkütmek istemiyorum. En yumuşak bakışımla bakıyorum yüzüne. Gülümseyerek. Daha çok rahatsız oluyor. Depresyonda gibi. Aradığı yüzden başka, görmeyi istemediği ne denli yüz varsa çıktı önüne işte. Ama umudunu hâlâ yitirmemiş görünüyor. Birazdan şu kapıda belirecek aradığı. İçeri girecek. Yanına gelecek, yüzüne eğilecek, gülümseyecek. Böyle olmalı. - Oturabilir miyim? Başka boş yer bulamadım da… - Sizinle daha önce de karşılaşmıştık. Bu gece. Neredeyse beni izlediğinizi düşüneceğim. - Belki de izliyorum sizi. -Saçmalamayın. Benimle ne işiniz olabilir? Ne yaşımız uyar ne… Ne iş yaparsınız? Yakından bakınca yüzünüz yabancı gelmiyor pek ama… Yine de sizi tanımadığımdan eminim. Fısıldıyorum: - Sizin öykünüzü yazıyorum. Yüzünden bir alevin dili geçerken, şaşkınlıktan ağzının açık kaldığını ayrımsayıp dudaklarını sımsıkı yumuyor. Sonra kendini toparlayıp tersleniyor: - Ne öyküsü? Kimsiniz siz? - Öyküler toplayıp yazarım ben. 33
- Mavi Öyküler
- Eee? - Bu gece de sizin öykünüzü yazmaya karar verdim. - Neden benimki? Sesine bir merak titreşimi katılmasına engel olamamıştı. Doğrusu, gece onun için de ilginç olmaya başlamıştı. Hem böyle bunalım içindeyken bu yeni ve alışılmadık durum, belki düşüncelerinden biraz kurtulmasına da yardım edebilirdi. Sanırım deli olduğumu düşünüyordu. Bu gece onun da aklı başında değildi. - Sizinkini yazmak istedim. Çünkü bence bir öykünüz var. - Nasıl belli oluyor? - Gözlerinizde tutku ve ateş görüyorum. Soğuğu ve ateşi duyumsayanların yazılmaya değecek bir öyküleri hep vardır. - Seçildim mi yani? - Evet. Alaylı bir sesle sordunuz bunu, ama evet. Bu gece seçildiniz. - Peki, nasılmış benim öyküm? - Tutkulu bir aşk. - Fallara ve falcılara hiç inanmam, ama falcı mısınız kuzum siz, diye haykırıyor. Usulca yanıtlıyorum, - Söyledim ya size demin, ben öykü toplarım. Gözlerini kocaman açarak, - Aşk öyküleri mi toplarsınız, diye soruyor. - Hayır. Öyle sayılmaz pek. Aşk çok özel bir durum. Öyle özel ki ancak yaşayan tarafından anlatılabilir. Ben aşk öykülerinin peşinden gitmem. Ama bir aşkın, bir tutkunun, bir düşün peşinden giden insanların öyküleri ilgimi çeker. - Peki öyleyse, diyor meydan okur gibi bakarak, haydi, girin bakalım öyküme. Ben de bunu nasıl yaptığınızı göreyim. - Neden böyle yırtıcısınız? Mutsuzluktan çok bir isyankârlık hali içindesiniz. Sanırım işlerin yolunda gitmesi için hiçbir şey yapmıyorsunuz. Tam tersini de yapıyor olabilirsiniz. Yapılmaması gerekenleri yani. Bu bir oyun mu? Yanıtı neredeyse arkadaşça. - Bir oyun bu, evet. Biliyor musunuz? Onu çok seviyorum. Ama hep küçük oyunlar oynuyoruz birbirimize. Hep düşüncelerimizi Mavi Öyküler -
34
yakalamaya ve tutsak etmeye çalışıyoruz. Ve birlikte olmayı başaramıyoruz. - Burada onu mu bekliyorsunuz? - Evet. Gelmeme olasılığı çok yüksek olsa da… - Gelmeyeceğini bile bile beklemek… - Hayır, pek öyle sayılmaz. Üç olasılık var aslında. Birincisi, gelmeyecek! Anlatılmaz acılar içinde kıvranıp, kim bilir neler yapacağım? İkincisi, bir kızla gelecek. Beni de görecek ne kadar saklansam bu köşeye. Abartılı gülüşlerle gülecek. Ben… ne yapacağımı şimdiden bilemem. Buna oyun başladığında karar veririm. Üçüncü olasılığa göre, yalnız gelecek. Yanıma yaklaşıp, bütün gece her yerde seni aradım, diyecek. Bir yandan da gözlerime… Ah! Gözlerime bakışını bir görseniz. Öyle derin ve tutkulu, kirpiklerinin gölgesinde kadife gibi yumuşak… Neden anlatıyorum bunları size? - Belki de öykünüzün yazılmasını istiyorsunuz. - Peki. Siz de yazın o zaman. Mademki bu öyküyü yazacaksınız, söyleyin öyleyse, bu gece gelecek mi? - Önce onu tanıyıp tanımadığınızı sormak isterim. - Tanıdığımı söyleyemem. Hem her zaman tanıdığım biri kadar yakın bana, hem öylesine yabancı. Onu gördüğüm günden beri sürüyor bu oyun. Büyüleyen bir ateşin, tehlikeli sıcağında. Birden kalkıyorum masadan. Arkamı dönmeden önce ona doğru eğilip, - Gelmeyecek, diyorum. Gelmeyecek dediğimde yüzünde öyle bir acı beliriyor ki… Bir yandan da, bildiği bir şeyi söylemişim gibi gülümsüyor. Ağzı çarpılıyor hafiften. Sonra sigarasıyla oynamaya başlıyor. Yakıyor, söndürüp yeniden yakıyor, paketi evirip çeviriyor. Bu arada bir delikanlı yaklaşıyor yanına. - Selam! Ne haber yahu? Ne yapıyorsun burada yalnız? - Dolaşıyorum işte. Biraz müzik dinlemek istedim. - Yalnız olduğuna şaşmadım. Seninkini gördüm akşamüstü. Yanında sarışın bir kız vardı. Sırtına bıçak yemiş gibi irkiliyor kız. Daha fazla dayanamıyo35
- Mavi Öyküler
rum. İçim sızlıyor. Onları masada bırakıp dışarı çıkıyorum. Zaman hızla akıp, geceyi yutmaya başlıyor. Dolmuşun mavi ışığı iyice solmuş, yorgun yüzünü kapladığında yeniden göz göze geliyoruz. İrkiliyor. Geri doğru sıçrıyor. - Yine mi siz? Bir çığlık gibi sesi. Gece, bir düş gördüğünü sanmış olmalı. Çünkü çok üzgündü. Çok yalnız ve yaralıydı. Olup bitene inanmak zordu. Ama gün ağarırken kendini yine benimle, üstelik aynı dolmuşta görünce neye uğradığını şaşırdı işte. - Evet, benim ya. Kötü bir geceydi, değil mi? - İyi ya da kötü! Kendinizde başkalarının yaşamına girme hakkını nasıl buluyorsunuz? Bunu nasıl yapıyorsunuz ayrıca? - Birileri yaşar. Birileri de bu yaşananları yazar. - Sizden hiç hoşlanmadım. - Ama neden? - Şu uzlaşmacı tavrınız, yumuşak ve her şeyi bilir gibi bakan gözleriniz hiç hoşuma gitmedi. - Birincisi, hiç uzlaşmacı değilim. Uğraşarak ve zorla girdim öykünüze. Kapıları açıvermediniz bana, unuttunuz mu? Hem dün gece aradığınızı hiç bulamamış olmanızın suçlusu benmişim gibi davranmayın. - Karşılaşmadığımızı da mı biliyorsunuz? Siz çok oldunuz ama. - Başka şeyler de biliyorum. - Neler onlar? - Seni sahilde bir erkekle gördüklerini söylediler ona. Sırtından bıçak yemiş gibi oldu. - Olamaz! Ah! Bu bir kâbus olmalı. Her şeyi biliyorsanız söyleyin o zaman, o ne yaptı? - O da bir oyunu sürdürdü bütün gece. Senin gibi. - Bir şey daha soracağım. Söyleyin bana, kimsiniz siz? Kız Yurdu Durağı’ndayız. Dolmuş, akşamki yerinde duruyor. İnmek zorunda artık. Bocalıyor biraz, ama iniyor. Kapı arkasından kapandığı anda hızla dönüp bana bakıyor. Gözleri kocaman açılmış. Öfkeyle saldırıyor kapıya. Yumrukluyor, bağırıyor. - Ah, sen! Yine sen! Anlamalıydım, daha önce anlamalıydım. Tanıdım seni, tanıdım! Mavi Öyküler -
36
Ürperiyorum. Yürümeli artık şu dolmuş. Hemen hareket etmeli. Kız, deli gibi… - Sen ne utanmaz birisin ha? Bir de bana kendini öykü toplayıcı diye tanıtıyorsun. Şu koltuğa yayılan gövdene bakılırsa, sen en fazla iyi bir yağ toplayıcı olursun. Zıplıyor, yanı başımdaki camı tırmalıyor, üstelik bas bas bağırıyor. - Bir de benimle alay edersin ha? Geçmişin ipleri elinde öyle mi? Geleceğin pusulası da cebindedir kesin. Bak şu haline! Kendine bir bak! Benim olan her şeye ihanet etmişsin sen! Orta yaşlı, zavallı bir kadın olmuşsun! Ben mi? Ben ha? Orta yaşlı ve zavallı ha? Üstelik iyi bir yağ toplayıcısı. Yüreğim sıkışıyor. Bu ne küstahlık böyle küçük hanım? Küstahlık sürüyor: - Sevgilime ne yaptın, söyle? Onu da kendine mi benzettin? Böyle gece yarıları karşıma çıkıp caka sattığına bakılırsa onu da kendine benzetmiş olmalısın. Ne yaptın ona? Ne yaptın? Geri çekiliyorum. Rezalet bu. İsyan. - Çek ellerini artık üstümden, duyuyor musun? Yıllardır beni didiklemenden bıktım, usandım. Öyküsünü aradığın her genç kızda beni bulmandan, ortaya çıkarmandan fenalık geldi. İçimi dışıma çıkardın. Bu yetmezmiş gibi, beni bilgisayara sokup her yere göndermeye hazırlandığını da biliyorum. Yeter artık. Bu yaptıkların seni benden üstün kılmaz. Anlamıyor musun? İyice bak bakalım, sana benziyor muyum? Benim dilim, benim bakışlarım bir jilet kadar keskindir. Oturduğu alelade bir koltuğa bile bu denli uyum sağlayan seninle benim, ortak bir yanımız olabilir mi? Konuş! Bu yüzden, benim gençliğim, ya da ben genç bir kızken, filan diyerek beni sahiplenmeye kalkma. Sen, bana ihanet ettin. Yetinmeyip daha da ileri gittin. Beni değiştirmeye kalktın. Bunu yaparken de bütün izlerimi yok etmişsin lanet olasıca, yok etmişsin! Korkmaya başlıyorum. - Neden duruyoruz hâlâ? Gitsek ya artık, demek için başımı öne uzatıyorum. Sözcükler ağzıma tıkanıp kalıyor. Dolmuşta yalnızım çünkü. Sürücü yerinde yok. Koltuğu boş. Kolumla camı silerken, dışarda yerden doğrulan delikanlıyı görüyorum. Yüz 37
- Mavi Öyküler
yüze geliyoruz. Çabucak ön kapıyı açıp koltuğuna sıçrıyor. Hafifçe arkaya dönüp şöyle diyor bana: - Kusura bakmayın bayan. Biraz beklettim. Bir dolmuş geçse durdurup aktaracaktım sizi. Ama bu saatlerde bu yol çok ıssız oluyor. - Neden duruyoruz? - Lastik patladı, duymamış olamazsınız. Silah sesi gibi bir sesle. - Duydum ya, evet, silah patladı sanki. - Neyse ki yedeğim hep vardır. Değiştirdim. Artık gidebiliriz. Genç sürücü, vites koluna elini atıp birinci vitese geçiriyor. Sonra gaza basıyor. Ama ayağını debriyajdan kaldırmadan önce, aklına bir şey gelmiş gibi duraklıyor, vitesi geri alıyor. Birkaç metre gerileyip, Kız Yurdu Durağı’nın tam önüne yanaşıyor. Kapıyı açıp sesleniyor: - Alsancak!… Alsancak’a gider. Kapalı durağın köşesinde, paltosuna sımsıkı sarılmış duran genç kız, yerinden ok gibi fırlayıp dolmuşun yanına geliyor. - Kemer yazıyor ama üstünde… - Olsun. Biz Alsancak’a gidiyoruz. - Öyleyse açın kapıyı. Delikanlı düğmeye basıp otomatik kapıyı açıyor. Kız, bir sıçrayışta çıkıyor basamağı. Önümdeki koltuğa oturuyor. Mavi flüoresan ışığı saçlarına, ellerimize, yüzlerimize ve döşemeye yaldızlı bir örtü gibi yayılıyor. Gökyüzünden kesilip yere düşürülmüş bir yıldız tarlasına doğru sürüyor dolmuşu delikanlı. Herkes kendi öyküsünü kuşanmış… Gidiyoruz. Işıklı, müzikli, mavi cam bir fanus içinde ve… Şehrin üstüne üstüne…
p
“ÖLÜM CAMDI; ÖLÜM ARAMIZDAYDI” “Perili Bir Ev” | Virginia Woolf Kalktığınız saatte, kapı kapandı sessizce. Odadan odaya gittiler, Mavi Öyküler -
38
el ele, orayı kaldıran, burayı açan, kolaçan eden… hayalet bir çift. “İşte burada bırakmışız,” dedi kadın. Adam da ekledi: “Ah, ama burada da!” “Üst katta,” diye mırıldandı kadın. “Bahçede de,” diye fısıldadı adam. “Sessiz,” dediler, “yoksa onları uyandıracağız.” Ama bizi uyandıran siz değildiniz. Ah, hayır. “Onu arıyorlar; perdeyi çekiyorlar,” diyebilirdi biri, o yüzden bir iki sayfa daha okuyabilirdi. “Şimdi buldular onu,” diye emin olup kalemi kenar boşluğunda durdururdu. Sonra da, okumaktan yorulup, ayağa kalkarak kendine bakabilirdi, ev bomboş, kapılar açık, memnuniyetle kabaran tahta güvercinlerden ibaret ve çiftlikten işitilen harman makinesi gürültüsü. “Buraya niçin geldim? Ne bulmak istiyordum?” Ellerim boştu. “Belki de üst kattadır?” Elmalar tavan arasındaydı. O yüzden yine indi, bahçe her zamanki gibi durgundu, kitabı çimene sokulmuştu yalnızca. Fakat onu misafir odasında buldular. Biri onları görecek değildi. Pencere camları elmaları yansıtıyordu, gülleri yansıtıyordu; camdaki bütün yapraklar yeşildi. Eğer misafir odasına girdiyseler elma sarı tarafını dönmekle yetindi. Ancak, bir an sonra, kapı açıldıysa, yere yayıldıysa, duvarlara asıldıysa, duvarlardan sarkan… ne? Ellerim boştu. Halıdan bir çöpün gölgesi geçti; sessizliğin en derin kuyularından, tahta güvercin kabarma sesini çıkardı. “Güvenli, güvenli, güvenli,” diye attı evin nabzı. “Hazine gömüldü; oda…” diye durdu nabız aniden. Ah, gömülü hazine miydi o? Bir an sonra ışık sönmüştü. Öyleyse, bahçeye mi çıkmıştı? Fakat ağaçlar, güneşin gezgin bir ışınını karanlığa çeviriyordu. O kadar güzel, o kadar nadirdi ki, ışık yüzeyinin altına serin serin gömülerek camın arkasında yanmayı istedim hep. Ölüm camdı; ölüm aramızdaydı; önce kadına geldi, yüzlerce yıl önce, evi terk edip, bütün camları mühürleyip; odalar kararmış. Adam hazineyi terk etti, kadını terk etti, Kuzey’e gitti, Doğu’ya gitti, Güney göğünde yıldızların teslim olduğunu gördü; evi aradı, onu 39
- Mavi Öyküler
Downs’ın aşağısında buldu. “Güvenli, güvenli, güvenli,” diye attı evin nabzı sevinçle. “Hazine senin.” Rüzgâr caddede uğulduyor. Ağaçlar bir o yana bir bu yana eğilip bükülüyor. Ay ışığı, yağmurda çılgınca sıçrayıp yağıyor. Ama lambanın ışığı dosdoğru pencereden vuruyor. Gergin ve kıpırtısız yanıyor mum. Evde gezinen, pencereleri açan, bizi uyandırmamak için fısıldayan hayalet çift neşe arıyor. “İşte burada uyuduk,” diyor kadın. Adam da ekliyor: “Sayısız öpücükler.” “Sabah uyanırken…” “Ağaçların arasında gümüş gümüş…” “Üst katta…” “Bahçede…” “Yaz geldiğinde…” “Kışın, kar vakti…” Uzaklarda kapılar kapanıp duruyor, bir kalbin atışı gibi hafifçe vurarak. Daha yakına geldiler, eşikte durdular. Rüzgâr esiyor, yağmur cama gümüş gümüş yağıyor. Gözlerimiz kararıyor; ardımızdan ayak sesi işitmiyoruz; hayalet pelerinini örtünmüş bir kadın görmüyoruz. Adamın elleri fenere siper oluyor. “Bak,” diye fısıldıyor. “Mışıl mışıl uyuyorlar. Dudaklarında aşk.” Eğilip, gümüş lambalarını üstümüzde tutarak, uzun uzun ve derin derin bakıyorlar. Uzun uzun duralıyorlar. Rüzgâr dosdoğru esiyor; alev çok az bükülüyor. Ayın vahşi ışıkları hem yeri hem duvarı geçiyor, ve karşılarına çıkıp, çarpık yüzleri lekeliyor; düşünüp taşınan yüzleri; uyuyanları gözleyen ve gizli neşelerine talip olan yüzler. “Güvenli, güvenli, güvenli,” diye atıyor evin kalbi gururla. “Uzun yıllar…” diye iç geçiriyor adam. “Yine buldun beni.” “İşte,” diye mırıldanıyor kadın, “uyuyor; bahçede kitap okuyor; gülüyor, tavan arasına elma yuvarlıyor. İşte burada bıraktık hazinemizi…” Işıkları, eğilip, gözlerimdeki kapakları kaldırıyor. “Güvenli, güvenli, güvenli,” diye atıyor evin kalbi çılgınca. Uyanarak haykırıyorum: “Ah, bu mu sizin gömülü hazineniz? Yürekteki ışık.”
p
“SUSUN! KENDİ İZLERİNİN ARDINDA ONMavi Öyküler -
40
LAR” “İki Arkadaş”* | Demir Özlü İlk gençlik çağında iki arkadaş, kentin en büyük caddesi olan caddede dolaşırken, başları öne eğik yürüyorlar. Cumartesi kalabalığı var caddede. Büyük, kurşun rengi yapıların gölgeleri vurduğu için, cadde alacakaranlıkmış gibi görünüyor. Sonbahar bitiyor. Ama kış bir türlü yaklaşmıyor. Hava serinler gibi oluyor, sonra gene ılınıyor. Birinin okuduğu kitap var elinde. Deriden bir kılıf içine konulmuş. Parmakları kolayca terliyor çünkü. Öteki, kalabalığın daha da arttığı postanenin giriş kapısı önüne varmadan önce, Tünel alanına yakın olan bir kitabevine girdi. Orada “Maldoror’un Şarkıları”nın yeni bir baskısı var. Pahalı bir kitap. Kitabı tezgâhın üzerine koyarak sayfalarını araladı: “Susun! Bir cenaze alayı geçiyor yanınızdan... Gideceği yolu bilir tabut ve ağıtçının savrulan harmanisinin ardı sıra yürür,” diyor şair. Dışarıda sonbahar güneşi var. Adaya uzanma zamanı değil. İngiliz Sarayı’nın duvarının karşısındaki köşede küçük bir şaraphane var. Akşam yaklaştığında oraya uğrayacaklar. Arkadaşlardan biri kalkıp Paris’e gidiyor. Orada, Montmartre’a tırmanan sokaklardan birinde küçük bir evi var. Tahta merdivenlerle tırmanırken evine, İstanbul’da kalan ötekine ne yazacağını düşünüyor. Kırmızımtırak bir çini mürekkebi aldı. Onla mı yazsa mektubunu? Öteki iki yıl sonra gidebiliyor Paris’e. Grenelle’e yakın bir otelin, iç avluya bakan odasında kalıyor. O odada, küçücük masasının başında oturup da iç avluya bakarken, öteki çini mürekkeple salonunda bir şeyler çiziktiriyor. Hayır, oda değil orası. Evin her şey için kullanılan genişçe bir bölümü. Bir kapı mutfağa açılıyor. Öbürü odasında “İyinin ve Kötünün Ötesinde” den birkaç paragraf okuyor. Arkadaşını düşünüyor. Çoktan beri iyinin ve kötünün ötesinde değil mi onlar? Bu düşünür onlara zaten yaşadıklarını söylüyor. Zaten sert değil mi bu yaşam denen şey? Yalnızlığın 41
- Mavi Öyküler
baş döndürücü kıyısında değil mi onlar? Ya deliliğin? Öteki küçük dairesinin salonunda “gerçek” denilen şeye, imge yaratmayan satırlarla yaklaşılabileceğini düşünüyor. Resim çizmeyen sözcükleri yan yana getiriyor. Sonra bakıp düşünüyor: sözcükler söyledikleri şeyi anlatıyorlar mı, diye. Bundan da kuşkusu var onun. Bu “dil” kaygan bir şey. Anlamlandırdığı şeyleri bütün bütüne anlamlandırmıyor. Yazıyı daha az sözcüklere indiriyor. “Belki, daha az sözcük, daha iyi anlatır,” diye düşünüyor. Gençlik yılları böyle geçiyor. İki arkadaş birbirlerini arayarak –görüşmedikleri zaman mektuplarla– hiç de mutlu bir gelecek imgelemeksizin, ama mutluluğu –kimbilir?– bu küçük uğraşlarla araştırarak, gene de yollarına eksiksiz bir karanlığın basmadığını düşünerek, biri orada, öteki öte yanda yaşamadılar mı? Gene de öyle yaşıyorlar işte. Düşüncelerinde bir o yana, bir bu yana sallanarak. Ama gençliklerinde rastladıkları düşüncelerin yörüngesinden çıkmayarak. Dolaştıkları belirsiz yollarda birbirlerine rastlayarak ya da –birbirlerine rastlamadıkları vakit– bunun eksikliğini duyarak. Böylece biri ötekine, öteki ötekine bir şeyler yazarak. Biri işyerinin, biri evinin penceresi önüne oturup birkaç satır yazdıktan sonra, bir posta kartını da doldurarak. Masalarının başında otururken gene başları eğik değil mi onların? Klee’nin koyu kahverengi renklerle yaptığı bir suluboya resimdeki gibi. Varlık sallanıyor onda, ardından Tanrısal bir can sıkıntısıyla dolu düşsel bir dünyaya açılıyor. Somut varlığını göstermeyen bir dünya. Bazen bir karabasana dönüşen. Ardından toparlanan, gene gölgeli caddeye çıkan. Susun! Kendi izlerinin ardında onlar. Sırtlarında kendi diktikleri harmanileri. Başları öne eğik dolaşıyorlar. Biri o yanda, Pera’da, Markiz Pastanesi’nin ölü camları önünden geçerek, öteki kuzeyde bir kentte, taş döşeli bir sokakta yürürken, elle tutulamaz bir yalnızlığın Robinsonları olduklarını düşünmüyor bile.
p
“BEN BU EVDEN BİR KERE GİDERİM – SONRA SİZ SEVİM’LE ÇIKARSINIZ”
Mavi Öyküler -
42
“Ölüm Saati”* | Sevim Burak Yalvarırım Beyefendi, saatiniz kaçı gösteriyor? Saatim 1’dir – 2’dir- 2 buçuktur Üçü çeyrek geçiyor 4.30 Dörde çeyrek var 5’tir Altıdır 7 8 9 10 11 12’dir İki saat daha vaktimiz var Saatim durmuş Saatim işlemiyor Saatimi kurmamışım Saatimi geçici olarak ayar etmişim Daha bugün Öğleden önce Sonra Yoldayım Yarın ben yolcuyum Gidiyorum Söyleyebilir misiniz bana, eve saat kaçta gelir? Sabahtan – Öğle vakti – Akşamüstü – Gelir Gece yarısı – Gün ortası – Şafakta gelir 5’ten önce gelmez 6’dan önce bulunmaz 7’den sonra bulunur Saat 7’yi vurdu mu? 10 yıl geçti mi? Babanız sağ mıdır? Evet – Babam hâlâ hayattadır Henüz 50 yaşındadır 43
- Mavi Öyküler
Bugün ayın kaçıdır? Bugün ayın 9’udur Bu gün ayın 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20’sidir Ayrılığımızın tarihi 1930’dur 7 Mart dargınlığımızı bugün anladım Bu 1930 yılı – Ağustosuna düşüyor Acaba vakit geçti mi? Hastamız iyileşmeye yüz tuttu mu? Yalvarırım Beyefendi saatiniz kaçı gösteriyor? Vaktimiz kaldı mı? Daha şimdi geldiniz – Aceleniz ne? Bir dakika bile duramam Saat yaklaşıyor Saat geldi Bu gece gidiyorum Saat kaç? Saatten haberiniz var mı? Tren kaçta kalkıyor? Hudut dışı 1 Frank’tır Saatiniz kaç? Saatim bir çeyrek – Saatim üç çeyrek – Beş çeyrek – Geri kalıyor Öğle İkindi Geçti Şimdi gece Nasıl düş görüyor Sabah nasıl uyanık? Neler söylüyor? Dikkat et Nasıl koşuyor? Saat yaklaşıyor Daha erken O kadar erken görünmüyor Geç görünüyor Bir saattir sizi bekliyorum, nerdesiniz? Mavi Öyküler -
44
O nereye gitti? Saat kaç? Kaç yaşındasınız? On gün oldu 25 yaşımdayım On gün sonra 25 yaşıma gireceğim Öyleyse benden üç yaş büyüksünüz 1 yaş büyüksünüz O kadar göstermiyor Daha genç gösteriyor Daha gençsiniz Vakitsiz ihtiyarlamışımdır Yalvarırım Beyefendi, saatiniz kaçı gösteriyor? Kaç yıl geçti? Vakit kaç? İstasyon nerde? Doğru ileri git Sonra sağa Sonra sola Karşında Dur Hiç – Bir – Yere – Gitme Dön Vakit geçtir Yarın gecedir Siz kimsiniz? Korkmayın ben burdayım sizi tutarım düşmezsiniz Saat yaklaştı mı? Gitme zamanı geldi mi? Beni kimse sordu mu? Ben dışarıdayken arayıp soran oldu mu? Evet – İki Frenk geldiler selamla birlikte kartvizitlerini bırakıp gittiler Dediğimi anlıyor musunuz? Yavaş yavaş söylerseniz anlarım Çabuk söylerseniz şaşırırım Ben tamamıyla aksamış bir kadınım artık Elinizi bana uzatmaz mısınız? 45
- Mavi Öyküler
Benim yerime O imza etmeye yetkilidir Benim adıma her ne varsa O’nundur Saatten haberiniz var mı? Yarın ben yolcuyum Gidiyorum Yerime O’nu bırakıyorum Kimseyi görmem – Sokağa çıkmam – Hiçbir – bildiğim Yok – Yakında olursa O’nu görürüm – Konuşursa O’nunla birlikte konuşurum – Etrafı taş duvarlı bir köşk içerisindeyim – Orda oturuyorsun – Biliyorum – Vaziyetinden de belli – Sensin – Sevim’sin – Karanlıktasın – Sana doğru bakmaya uğraşıyorum – Elimle araya araya mutfağı buluyorum – Büyük kocaman bir balık almışlar – Mutfakta balıktan her türlü şey yapıyorduk. Köpeğimiz de orta yerde çakılı duruyordu – Baktım – kafasının ucundan çekeyim dedim – Kafayı bıraktı – Sen misin çeken – Ayağımın üstünü koparmış – Köpek beni tanır mı – Sonra yatmışım – Doktor Zıpçıyan gelmiş O’nu muayene etmiş – Öbür çocuklar oynarken O çocuk pencerenin önünde kalmış – Az değil – Tam dört ay kaldım yatakta – Pencerenin önüne karyolayı çektiler – Ne yattım yatakta – Ne yattım – Ne yattım – O sene Muhacırlar da gelmiş – Bakmak istemiş Muhacırlara – Yara tamamıyla geçmemiş – Bir ağrı başlamış O’nda – Hem de ne ağrı – Artık o ağrıya dayanamadım – Hep bağırdım – Hem de nasıl – Doktor gelmiş iğne yapmış O’na – Bir daha da kalkmadım – Bir daha da kalkmamış – o taş duvarlı köşkün içinde kalmış – Nerdeyim? – O nereye gitti? Sonu mu geldi? Sargılarımı çıkarmışlar – Çok bağırmış – o taş duvarlı köşkte – hep kendi sesimi duyuyorum – Saati yaklaşıyor – Saati gelmiş – Ortalıkta yok – Kendi kendini çağırıyor – Sevim – Sevim- Sevim – Duymuyor musun – Hem sağır hem de ağzında dili dönmez 80 yaşında – Karaşoooo – Karaşooo – Karaşooooo – Hep bağırır – Dokunsanız ağlar – Düşünmesi zor bir ağlama – Gittikçe çocuk oluyor – Gittikçe zarif – Şeffaf – Nerdeyse ruh haline gelecek – Kendisine sorsanız daha da yok olur – O’nu arıyorum burada – Elbiseceğinin altında O’nu bulamıyorum – Mavi Öyküler -
46
Eğer bana inanırsan, size göre değil O çocuk Beklediğim sizler değilsiniz der – Isırmak için ayağınıza bakar – O gene fena bakıyorsa – O zaman biz gene tatlı konuşalım – Gene sevelim – Fenalık ve iyilikle O’nun elini sıkalım – Saat yaklaşıyor – Ah ağlama – Ağlama da desen ağlar – Geç kaldım diyor – Saate bakıyor – Acaba nerde olabilir? – Neler söylüyor? - Konuşmayın – O çocuk nerde – Zamanı yok – Geleceği yok – Geçmişi yok – Bu gece ölüyor – Gerçeğe bu kadar yakınlaşmışken O’nu kim tutabilir – O’nu bırakmayın – Beni zorluyor – benim gidişime bakın – Siyah ağaçlardan geçerek – Her adımda batarak – Hele O’nu çıplakken görseniz acırsınız – İşte kendi kendine giden biri dersiniz – Kendi kendine av olmuş dersiniz – Öyle bir hayvan ki kurnaz – yırtıcı – sinsi – Bu mu kahraman dersiniz – Tesadüfen ağın içine girmiş – O da sana der ki, Ben bir çocuktum – İçinize düştüm – Sizinle çevriliyim – Siz mi beni kurtaracaksınız – Gerçeğe bu kadar yakın bir köşkte – Gerçeğe bu kadar uzak – Hem yabani – Hem de uysal – Köşemde oturuyorum – Ama siz, siz çok çalışıyorsunuz – Fakat artık yeter, çalışmanın da bir kararı vardır – Bu kadarı fazla – Düşünün bir kere, ben ayakta durmaya çalışıyorum. İnsan bazı düşer – Hayatta her şeyin bir kararı vardır – Bu odalarda pencerelerden aşağı sarkmanın – Ayrılmanın – Unutmanın – Bilmiyorum demenin – Çocuğu dağlarda tek başına bırakmanın – Bazı meselelerde yalnız kalmanın – Beni anlıyor musunuz diye tekrarlamanın – Sayıklamanın – Baş dönmesinin – Kimse de dinlemez seni – Bir kişi bile dinlemez O’nu – O’nunla gezmeye gitmezler bundan sonra – Gezmeye bundan sonra ayrı ayrı gideriz – Ben bu evden bir kere giderim – Sonra siz Sevim’le çıkarsınız – Biri burada ama öteki nerde – Yatıyorsa kalksın – Ben günlerce uyumadım – Gittim – Gittim – Buradan bindirsinler seni bir vapura – Doğru Köstence’ye gidersin – Geç gidersin – Olsun – İşler senin bildiğin gibi değil – Biraz başka – Tam manasıyla başka bir havadayım – Size söyledim – İstersen bana bırak – Bazen kendi bildiklerini bile anlayamazsın – Şimdi gösterirler sana – Sen bu köşkte yanaşmasın – Senin vazifen her türlü işleri yapmak – İş yapmazsan hakkını alıp gidersin – 47
- Mavi Öyküler
Top oynarsın – Şarkı söylersin – Bu da senin vazifen – O gelir gelmez söyleyin, iki üç kez bana gelsin – Benim istediğim şeyi bana getirsin – Benim istediğim bir uzun – Bir yuvarlak – Taneli – Paramparça – Külleri büyük parçalı – Kendi kendine yalnız – Başka – Zor – Bambaşka bir iş – Şimdi gece – O çocuk nerde – O’nu kendi kendine bırakın isterseniz – Hep güler – O kadar da kurnaz – Hain – Tam da hurmaların altında yatan bir aslana layık sanırsınız – O kadar kendi kendine düşman – Kendi kendinedir O’nun işi – Kendi kendine oturur – kendi kendine düşer – Kendi kendine konuşur – Ağlar – Homurdanır – Sabah kahvaltısını beraber yaparız – Pek efendidir – Yemeğini bitirdi mi çekilir – Pek çirkin bağırır – Balık gibi bir şey – Bağırma da desen bağırır – Balığı sever – Ne kadar da olsa yer – Yeme de desen yer – Yapma da desen yapar – Balığa bayılır. Yemekte ne istiyorum biliyor musunuz – B A L I K – İnce ince doğranmış – Güzelce doğranmış – Gene üstüne balık – Bugün çok üzgün – Hep yatıyor – Hep yatıyor – Hiç kalkmaz o yerinden bir daha da – Çok üzgünüm bugün – Bu akşam burada çok gizli bir sefalet – Birçok kara bulut – Ve çok sıkıntılı bir hava var – İsterseniz kalın burda – Burda bulduğunuz havayı başka hiçbir yerde bulamazsınız – Derin fakat hafif – Karanlık – Uzun – Fakat çok ince – Berrak – Sinirli – Kızgın biri değil o – Hem üzüntülü hem de Abus biri – Saati yaklaşıyor – Ortalarda yok – Biri burda – Öteki nerde? İkisi de yok. Taksim, 1964 * Yanık Saraylar’ın 1965’teki ilk baskısında bu öykü “İki Şarkı” adıyla geçmektedir. (Ed. N.)
p
“HER KİMİN Kİ TASVİRİ YAPILIR; O DOĞURGAN KARIDIR!” Mavi Öyküler -
48
“Yabanın Adamları”* | Tarık Dursun K. I. Eskili Düşte
Ş
erfali’nin tarla, şu karşıdaki yüzsüz tepenin yamacındadır: Azcık çorak, azcık killi, verimsiz. Şerfali’nin babasından kalma. Ona da babasından kalmış. Babadan oğla, oğuldan... Şerfali’den kime kalacağı bilinmiyor. Çoluğu çocuğu yok ki kalsın! Genç, gürbüz Huriye’nin niye şimdiye dek çocuk yapmadığı çözümlenmedi. Kocakarılar bildik bilmedik ilaçlar yaptılar, macunlar kardılar; yedirdiler yutturdular Huriye’ye ya, bir yararı dokunmadı. Çevredeki yatırlar denendi; Alyanak Hocaya götürüldü, baklasına baktırıldı. Umut, hep dağın ardında, hep dağın ardında. Olmuyor, olmuyor! “Hazreti Muhammet efendimiz, perşembeyi cumaya bağlayan gecede gusul edin, sonra da o temizlikte...” Cumaların sonunu aldıramadılar; yine olmadı. Şerfali yalansız üzülürdü. Kahvede, odada yetişkinleri arasında oturup söyleşirlerken sıkım sıkım sıkılırdı. Al basardı. Söz, dönüp dolanıp ayıp konulara geldi mi, Şerfali, “Yarılsa da, şu yerin yedi kat dibine bir insem, kimsecikler görmese, ilişmese bana” diye ne edeceğini şaşırırdı hep. Altdudağı seğirip dururdu, gözlerini duvarlara dikerdi. O taş basması resme çokluk. Tasvirde bulutsuz, bomboş bir mavilik içinde bir gök, kâğıtta yüzerdi. Sonra çepeçevre dağlar. Her birinin başı ya dumanlı, ya ak karlı. Eteklerine doğru bir yeşillik vurmuş, tutuşkan! Dağların eteklerinde, ama çok uzaklarda nohut irisinde çadırlar kurulmuştu. Önlerde bir yerde kadana bir aygıra binmiş, saçları topuklarını öpen bir kız. Gerdanı titrek, üç beşibiryerdeli, gözleri kömürden, dişleri nar tanesinden... Aygırın yanı başında bir yağız delikanlı saz çalıyordu kıza. Tutuşu pek bir acemi tutuşuydu ya, olsun, kız ne bilecekti! Her şeyden belliydi; oğlanda gözü vardı. Olmasa, öyle aygırdan sarkar da ağzının içine girecekmiş gibi bakar mı? Bakar da, gözlerini kavlatır, “Hadi bire oğlan, hadi bire zülfü kara yarim, sözü söz, sözü saz yarim!” der mi? Şerfali hep bunları düşünür. Ne zaman ortada kinayeli sözler 49
- Mavi Öyküler
dönmeye başlar; kalkar, söyleşiyi bırakırdı: “İnsanoğluna her bir daim bir çocuk gerek. Ya dikili ağacın olacak, ya da çocuğun. Hele oğlun olacak ki! Şöyle insan azmanı bir oğul... Oğul dediğin senin...” Şerfali’nin evi, köyün sonlarına doğrudur. Az ötesinde şarıltısı evi dolduran bir dere, yalabuk kavaklar, iki üç yoz, çıldırgın zeytin. “Ha Şerfali, ha! Ha kara dinli herif, ha! Ha ananın örekesi, babanın şarap çanağı Şerfali, ha! Ha, oğulsuz, dikili ağaçsız, kısır karılı Şerfali, ha! Ha, anayın muradı, babayın çemağı Şerfali, ha!” Tarlayı üç yıldır tütüne dönderdi. İyi de gitti, kâğıtlar çıkarttı; gelsin tütün, gitsin tütün. Bahar günlerinde —tomurlar patlamış, toprak kızmış, köpürmüş; karların bozgunu dereyi taşırmış, tahta köprünün yoksul ayaklarını tir tir titretirken— güneş kızdırmaya başlar başlamaz, karısıyla haydi babam ellerinde kısa saplı çapalar bodur tütün fidelerini çapalarlardı. II. Tütünler Tütünler topraktan deliler gibi fışkırmışlardı. Yaprakları el kadar el kadardı. Kırılmasına da çok kalmamış şunun şurasında. Eli kulağında bekliyorlardı. Şerfali bir iki çapa sallamış, caymış, sonra gidip üvezin gölgesine çömmüştü. Karısı, bacaklarını ayırmış, belini bükmüş; başındaki poşu gözlerine varmış, alışkın alışkın çapaya durmuştu. Öğle geliyordu. Şerfali ansızın “Acıktım,” dedi. Gün üvezin gölgesini ufaltmıştı. Ekmeğin koca bir parçasını yoğurt çömleğine batırdı, çıkardı. Üzerine ibrikten pekmez gezdirdi, yedi, aç karnını kandırdı. Karısı üçüncü sırayı bitirmiş, dördüncüyü iniyordu. Şerfali çömdüğü yerden gözlerini dikmiş onu seyrediyordu. Bir ara uzaklara döndü: “O oğlan almıştır o kızı. Hep öyle tasvirdeki gibi kalacaklar mı sanki? Bir gün, iki gün... Canına tak dedi mi, oğlan kızı istetir. Kızın gönlü de dünden razı. Bir düğün ki, kırk gün kırk gecesine. Çocukları hemen olmuş mudur ki? Onların olur. Her kimin ki tasviri yapılır; o doğurgan karıdır!” Yün çorap ayağını mı dalıyordu ne! Sıyırdı attı. Kaşındı. Çorabını yeniden giyindi. “Huriye kız!” Mavi Öyküler -
50
Karısı, aşağıdan belini tuttu, doğruldu: “Buyur!” dedi. Şerfali elini salladı. Aşağıdan karısı dimdik bakıyordu. “N’apcen, söyle!” “Gel len sen!” “Daha bak kaç sıra var Şerfali..” “Sen gel hele!” Kadın söylene söylene, erkek gibi hızla yamacı çıktı, geldi. Şerfali bir şey demeden, dedirtmeden karısını belinden kavradı, çekti. Kadın zorlandı, debelendi: “Bırak herif, ilişme iş vakti!.” Şerfali, “Sus len sus!” dedi. Kurtulmak ne mümkündü Şerfali’den. Sımsıkı sarınmış, solur da solur. “Görürler herif!” “Görmezler” dedi Şerfali. “Kim görecek? Görmezler.” O zaman kadıncık susuverdi, bıraktı kendini. III. Ön Yoklama Yukarda, yamacın beline dolana dolana inen şoseden kamyonlar geçtiler, göz beleyen bir toz kalkındırdılar. Çığrışmak için ikindiyi avkıyan boklu kargalar, zeytinlerden bağıra çağıra kanat açtılar. Şerfali, avcunu siperledi gözlerine, şoseye baktı. Kamyonlar; karınca dizisinde, toz duman salarak yolun aşağısına iniyorlardı. Derken yukarlarda küçük bir kamyonet durdu, içinden kapıları vura vura birkaç adam indi. Yamacın başından eğilip aşağılara baktılar. Yamaç aşağı, Deli Hüsme’nin, Çolağın, Şeşbeşlerin, Şerfali’nin, Muhtarın, Topaloğlan’ın tarlaları birbirinin yanı sıra uzanıp gidiyordu. Şerfali yukardakilere baktı, yukardakiler de kendilerinden habersizmiş gibi görünüp çapa çapalayan Şerfali’nin delişmen karısına... “Ne at sağrılı karı şu bizim karı ha!” Bir eli belinde, bir eli gözlerinde siper bakan Şerfali’ye de baktılar. Adamlardan biri, “Hey!” dedi. Şerfali, “Ülen, bu hey bize mi ki?” diye bakındı çevreye: Adam51
- Mavi Öyküler
sız. “Hey!” dedi. Yukardaki adam güldü: “N’aber?” dedi. Şerfali, “Eh!” dedi. “Eh!” Adam durdu. Sonra, “Hey!” diye bağırdı yeniden. “Gel biraz yukarı bakalım!” Şerfali çapayı attı, yamacı yorgun kırık çıktı, karşılarına dikeldi. Gözlüklü, karakaş biri, “Söyle bakalım arkadaş, adın ne senin?” dedi, sordu. “Şerfali!” dedi Şerfali. Beriki cebinden mavi bir cigara kutusu çıkardı, açtı; bir tane Şerfali’ye verdi. Şerfali aldı cigarayı, adam çakmağını da çıkardı; çaktı. Alevini Şerfali’nin yüzüne tuttu. “Yakmayım. Sonra yakarım!” Adam üstelemedi, şak dedi söndürdü çakmağını. “Eee, anlat bakalım Şerfali, bu yıl tütünler nasıl?” “İyidir..” dedi Şerfali. “Don da olmadı bu yıl, gari yağmur da yağmaz inşallah!” “Sizinkiler böyle. Ya civarlık köyleriniz?” “İyidir. Yalnız Mutlu’yu su bastı, tütünler hep çürümüş sudan..” Adamlar bakıştılar. Gözlüklüsü, “Hımm!” dedi. “Hımm! Zarar yok canım! O kadar da olacak artık.” Durdu, sordu: “Başka kimse geldi mi buralara? Tütünlerinizi soran oldu mu başka hiç?” Şerfali kasketini arkaya yıktı, ensesini kaşıdı; düşündü. “Yok..” dedi, “kimse gelmedi. Ben görmedim, duymadım.” Adamlar, “İyi, iyi! Hımm!” dediler. Sonra Şerfali’yi ortada bırakıp kapılarını çarpa çarpa kamyonete bindiler. Kamyonet onların binmesini beklermiş... Bir iki gırgırladı, vınladı sonra, Şerfali’nin poturlarına kara bir dumanlı toz saldı, koşturdu gitti. IV. İşlem Birkaç zaman sonra günü geldi, ufacık bebeler, çocuklar, yetişMavi Öyküler -
52
kin kızlar, kadınlar, ergen delikanlılar, yaşlı kocalar tarlalara üştüler, tütüne çöktüler. Sıcak gün altında, o kızgınlıkta kamburlarını çıkararaktan bodur tütün fidelerinin el kadar el kadar olmuş yapraklarını; usta, acemi, becerikli, beceriksiz ellerle kırdılar, devşirdiler. Sonra bu kırılmış, devşirik yaprakları yorucu bir özenle iplere dizdiler, çuvaldızladılar. Dümdüz, kiremitsiz damlarda, bahçelerde, tabanı yeşile boğuk bağlarda, uyuz atların dolabını döndürdüğü bostanlarda, avlu içlerinde; gün yüzü görecek her yerde, tütünler, dizili sararmaya bırakıldı. Güneş işini bilirdi. Günden güne yeşil, ince damarlı yaprakları önce limon gibi, sonra altın sarısı gibi sarartı sarartıverecekti. Bunun ertesinde şehirden kamyonlarla insanlar geleceklerdi. İnsanlar gelecekler, tütünlere bakacaklardı. Bakmak, almak demek, almak, para vermek demekti. V. Kamyonla Beğler Şeşbeşlerin oğlan ikindiyi okuyup bitirdiğinde, sürüyle birlikte köye şehirden kamyonlu, kara yüzlü, şişman bir adam geldi. Hayvanlar kahve önüne giden yolu tıkamışlardı. Kırmızı şehir kamyonunun şoförü kızmış, boyuna yol açılsın diye korna üstüne korna çalıyordu. Hayvanlar yine bana mısın demeyince başını camdan çıkarıp bir güzel sövdü; anasına dedi, babasına dedi, yedi ceddine dedi; dedi oğlu dedi, yine söz geçiremedi sürüye. Çoban Hasan Hüseyin yoksulu, bayağı ürkmüştü. Sürüyü çevirdi; dürte dürte, koşa kovalaya toparladı hayvanları, kamyona yol verdi. Kamyon, hızla sürüyü darmadağın ederekten yola girdi; kahve önüne gelince soluk soluğa durdu. Muhtar evinde tütün basıyordu. Kahvede Kocabaş’ın oğlanla sekiz on yaşlı kocadan öte kimseler yoktu. Oturanlar gürültüye koptular: Kaymakam mı geldi, ola ki salmadır, belkim askerlik için candarma... Kamyonun çevresini sardılar. Muhtara haber uçuruldu. Koştu geldi o da. Kamyon içinde o şişman kara yüzlü adam fosur fosur cigara içip dururdu. Muhtar bir yol, “Hoş geldiniz beğ...” dedi, selam verdi. Adam, cigarasının külünü muhtarın ayakları dibine silkeledi. “Mer’aba!” dedi. “Muhtar sen misin?” “Benim..” 53
- Mavi Öyküler
Kapıyı açtı, adam çıktı. “Tütünleriniz için geldik. Var mı bizden önce gelen?” Muhtar, adamın yüzüne baktı. Gözleri kırpış kırpış: “Yok! Zati yeni yeni deriyoruz tütünleri..” Adam güldü. Cigarası altdudağına yapışıktı. “Geceleyecekseniz odayı hazırlattırayım, dedi muhtar. “İyi olur!” Muhtar öne düştü. Şoförle adam kalabalığı yarıp ardınca seğirttiler. Bir ara şoför döndü, kontak anahtarını çekti aldı içerden, kapıları kapadı; camları kaldırdı. Gece yarısını az geçe köye bir yeni kamyon daha geldi. Çevrede kurt kuş uykuya varmıştı. Yalnız gökyüzünden yıldızlar köye ağmışlar, bakıyorlardı. Gözleri açık. Kamyonun farları köyü bir baştan öbür başa kesedurmuştu. Uzun uzun korna çaldı. Köy odasının penceresinden dışarı ışık vurdu. Muhtarın evinden ellerinde çıralarla birkaç kişi koşuştular; yeni gelenleri de alıp odaya götürdüler. Ardından köy yine sus pus oldu, kör uykudaki kurt kuş yeniden yattılar. Bir gökyüzünün yıldızları kaldı: Ağık, uykusuz! Gözlerini köye diktiler, kırpışıksız öylece bakadurdular. Sabah, nice sonra onları da örtüledi; gözlerine mil çekti, uykuya ellerinden tutup göğün göz görmeyen derinlerinde bir yere alıp götürdü; gün ondan sonradır ki doğdu, yüceldi. İki şehirli adam —ikindin gelenle gece yarısı gelen— köyü dolanmaya vardılar. Tütünleri gördüler. Ellerinde kâğıt kalem, yazar çizerlerdi. Tütünleri elliyorlar, güneşe tutuyorlar, bakıyorlar, ha bire yazıyorlardı. Köylü durmaksızın tütün deriyordu; ha babam ha! Öğleüstü de kahve önünde sergilediler. Alışverişe Kocabaş’ın oğlandan başlandı: “Ya Allah, ya Muhammet!” İkinci gelen adam ince, çok uzun boyluydu; saçları dökük, yenleri açık. Kocabaş’ın oğlanın tütünlerinden bir kırım aldı; parmakları arasında vurdu, ufaladı, kokladı, ayağı ile harmanı dürttü: “İki yüz kırk..” dedi. Kocabaş’ın oğlanın yüzü ışıladı: “Şükürler olsun sana rabbim! Mavi Öyküler -
54
Hay koca gözüne kurban olduğum, yere göğe sığmaz Allah’ım!” Herkesi o yana bir koşmadır aldı: “Amanın iki yüz kırk...” Çevreyi saranlara o uzun boylu, ince adam, “Yalnız bunun tütünlerine iki yüz kırk...” dedi. “Bunun tütünleri iyi. Hem de çok iyi. Ben bunca yıldır tütüncülük ederim, ne böylesini gördüm, ne böylesini görmüşü gördüm. Bunun tütünleri iyi. Bunun tütünleri gibi tütün yedi iklim dört bucakta bile bulunmaz.” Kimin, kimin tütünleri iyi dedi? Kocabaşların oğlanın tütünleri, ha? Bu köyde nice yıldır Kocabaşların iyi tütün yetiştirdiklerini ne gören oldu, ne duyan. Muhtarın, Hüsme’nin, Şeşbeşlerin tütünleri dururken hem de, ha? Hele canım, bu şehirli adamı bizimle eğleniyor mu ki dediler, içlerindeki kurdu öldürmek için birer kırım aldılar Kocabaş’ın oğlanın harmanından. Kokladılar, kırıp ufaladılar, ağızlarına bir çiğnek attılar. Hele canım hele! Bu yabanın adamı, besbelli... Kocabaş’ın oğlan küplere bindi: “Çekilin be!” diye savulladı milleti. “Hadin, kendi harmanınıza!” Beriki, şişman, kara yüzlü adamın ilk üstüne varan köylü Şerfali oldu. O da o uzun boylusu gibi yaptı, sonra ellerini silkeleyerek, “Yüz yetmiş” dedi. Şerfali düşeyazdı. Kocabaş’ın oğlana iki yüz kırk, Şerfali’ye yüz yetmiş! Kolu kanadı kırılıverdi o an. “Nasıl olur beğim! Bu Kocabaşlarınkinden de mi kötü ki?” “Ben bilmem..” dedi şişman adam. “İşte sana yüz yetmiş! İyi mi kötü mü onunkinden, bilmem! İşine gelirse... Yüz yetmiş dedim, yüz yetmiş!” Öbür yakaya geçti gitti. Akşamı bulduklarında köylülerin tütünleri bu denli bir oransızlıkta, yarı kavga yarı kızgınlık içinde satıldı durdu. İki şehirli yabandan biri, bir fiyat veriyor, bir iki demeye kalmadan o fiyatta başka bir köylünün tütününü almaktan cayıp geçiyor, beriki de onun verdiğini hemen kırarak eksiğine alıyordu. Ezanla işlerini bitirip kahveye attılar kendilerini. Tütünleri kamyonlara sardılar, brandasını çektiler. Sabahla aşağı köylere gidecekler, alışverişi sürdüreceklerdi: biri bir fiyat verecek, bir iki demeye kalmadan öbürü hemen o fiyatı kıracak... “İyi gitti be!” dedi şişmanı. Kahvesini höpürdetti. “Ha, ne der55
- Mavi Öyküler
sin?” “İyi gitti, iyi!” dedi uzunu, güldü. “Kır kırabildiğin kadar. Yüz desen, yüze verecek herifler.” “Verecekler ya, yüreğim götürmedi o kadarını da. Ayıp canım ayıp!” “Ayıp ama...” Bakıştılar. “Canım..” dedi uzunu, “şunun şurasında ticaret yapıyoruz, ayıbı mayıbı mı olurmuş bunun?” VI. Deveden Büyüğü Sabaha karşı, daha gün ışımadan köyün içinde bir makine gürültüsü oldu, kamyonlardan biri sarsıla sarsıla köyden ayrıldı. Gürültüye odadan iki kişi fırladı. Ortalık karanlıktı, alacaya kesmemişti. Şişmanının elindeki çıradan, gölgesi, duvara vurmuş titriyordu. “Şakir Bey gitti mi?” diye yanındakine sordu. “Herhalde gitti” dedi yanında duranı. “Nasıl gider be? Daha aşağı köylere gidip mahsul alacaktık sabahleyin...” Alana doğru yürüdüler. Gerçekten de kamyonlardan biri gitmişti. Geride kalanı, tek, boynu büyük yatıyordu. Kamyonu dolandılar. “Hikmet Bey, Hikmet Bey!” Şişman koşturdu, tıksoluk: “N’oldu, ne var?” Şoför, sol arka lastiğin yanına çömelmiş, el fenerini de tutmuş... “Ya’u..” dedi. “Bu deyyuslar, lastikleri de paramparça etmişler, öyle gitmişler...” Bir fışıltı boşalıp duruyordu. “N’apacağız?” “Bilmem!” Derken evlerden evlere horoz çılkınmaları başladı. En uzun öteni, Şerfali’nin baharda gorklattığı genç, akçıl ibikli horozuydu. ~~~ *Tarık Dursun K.’nın bu öyküsü, Sait Faik Hikâye Armağanı (1967) öykü serisi kapsamında dergimizde yer almaktadır. Mavi Öyküler -
56
Kaynak: Tarık Dursun K., Yabanın Adamları – Bayrıyağık Ömer ile Güzel Zeynep , Bilgi Yayınevi, 1991, Ankara. ~~~ Tarık Dursun K. (İzmir, 26 Mayıs 1931 -) Öykücü, romancı. Soyadı KAKINÇ. T. Kakınç imzasını da kullandı. Neriman Ayşe Hanım ile Mehmet Halit Kakınç’ın oğlu. İlkokulu İzmir ve Ankara’da tamamladı; ortaokulu dışarıdan sınavlara girerek bitirdi (1950). Bir süre gazete dağıtıcılığı, seyyar köftecilik, otobüs biletçiliği, muhasebe yardımcılığı, memurluk gibi işlerde çalıştı, İzmir Anadolu gazetesinde başladığı gazeteciliğini Ankara ve İstanbul’da sürdürdü; Ankara’da Son Havadis, Pazar Postası, Yenigün, Ulus; İstanbul’da Son Posta, Vatan, Milliyet, Dünya, Yeni Ortam gazetelerinde sekreter yardımcılığı, röportaj yazarlığı yaptı, kitap tanıtma yazıları yazdı. 1962’de “Aramıza Kan Girdi” adlı polisiye filmiyle yönetmenliğe başladı; daha sonra “Korkusuz Kabadayı” (1963), “Cehennem Arkadaşları” (1964), “Kelebekler Çift Uçar” (1964) gibi filmleri yönetti. Senaryo yazarlığı (“Aşkın Dünü, Bugünü, Yarını”, 1966) ve reji asistanlığı yaptı. Cumhuriyet Ansiklopedisi’nde çalıştı. 1969’da Kurul Kitabevi’ni açtı, Milliyet Yayınları’nı yönetti (1973). Günümüzde Kitaplar isimli aylık bir dergi çıkardı (10 sayı, 1973-74). Koza Yayınları’nın kurucularından biri oldu ve yöneticiliğini üstlendi (1975). TYS üyesi. İzmir’de yaşıyor; evli, bir çocuk babası. İlk şiiri 1949’da Kaynak’ta çıktı. Öykülerini 1951’den itibaren Yeditepe, Kaynak, Seçilmiş Hikâyeler, Mavi, Yenilik, Dost, Yelken, Ataç, Yeni Ufuklar, Varlık, Türk Dili, Adam Öykü, Gösteri, Milliyet Sanat dergilerinde yayımladı. Senaryo, kitap tanıtma yazıları, öykü, roman gibi farklı türlerdeki ürünleriyle 1950 Kuşağı’nın verimli ve hareketli kalemlerinden biri olarak görüldü, ilk yapıtlarında sanayileşmenin ivme kazandığı bir dönemde İzmir ve diğer Ege kent ve kasabalarının emekçi mahallelerinde yaşayan insanların gençlik serüvenlerini, cinsel dünyalarını, fabrika, inşaat ve deniz işçilerini, esnaf ve küçük memurların yaşamlarından kesitleri şiirsel bir dille ve yoğun bir duyarlıkla işledi. Sinema dilinin özelliklerinden yararlanarak oluşturduğu yalın ve etkili anlatımı, “özellikle çizim ve diyalog ustalığının yanı sıra anlatım-betimle57
- Mavi Öyküler
me-ruhsal çözümleme dengesini koruyan öyküleriyle sevildi” (Ş. Kurdakul). Çoğu öykülerinde çocukluk ve gençlik anılarına ve gözlemlerine dayanarak hareketli yaşam kesitleri verdi. Özellikle halk öyküleri, polisiye romanlar ve sinemaya olan ilgisi yazarın sürekli yeni anlatım olanaklarını araştırmasına kaynaklık etti. Örneğin Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep adlı öykü kitabında halk öykülerinin dil, yapı ve anlatım özelliklerinden yararlanarak gerçeklerin ve simgelerin uyumlu bir kaynaşmasıyla köy ve kent yaşamını yansıttığı görüldü. S. İleri’nin değerlendirmesine göre, “gündelik dili başarıyla kullanan bir öykücü olarak (...) birbirinin ‘devamı’ öyküler” yazdı; çoğu romanında daha önce yazdığı öykülerden yola çıktığı görülür. Yapıtlarından “İnsan Kurdu” öyküsü (“Kara Gün” adıyla, yön. B. Olgaç, 1971) ve Kurşun Ata Ata Biter romanı (yön. Ü. Elçi, 1985) sinemaya aktarıldı. “Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep” öyküsü (yön. Y. Çakmaklı, 1979), Denizin Kanı (yön. Y. Çakmaklı, 1980) ve Alçaktan Uçan Güvercin (1998) romanları televizyona uyarlandı ve dizi olarak gösterildi. “Molla Kendini Kolla” adlı oyunu 1969’da Ankara Çuvaldız Kabare Oyuncuları tarafından sahnelendi. Ödül: “Haritada Beş Nokta” röportajıyla 1960 Gazetecilik Başarı Armağanı; Güzel Avrat Otu ile 1961 TDK Hikâye Ödülü; Yabanın Adamları ile 1967 Sait Faik Hikâye Armağanı; Ona Sevdiğimi Söyle ile 1985 Sait Faik Hikâye Armağanı; Kurşun Ata Ata Biter ile 1984 Orhan Kemal Roman Armağanı; Ömrüm Ömrüm ile 1987 Türkiye İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü; Ağaçlar Gibi Ayakta ile 1991 Yunus Nadi Yayımlanmış Roman Armağanı. Yapıtları: Öykü: Hasangiller, İst.: Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, 1955; Vezir Düşü, İst.: Yeditepe, 1957; Güzel Avrat Otu, İst.: Düşün, 1960; Aşkın Dünü Bugünü Yarını, İst.: Habora, 1966; Sevmek Diye Bir Şey, İst.: Kurul, 1965; Yabanın Adamları, İst.: Kurul, 1967; 36 Kısım Tekmili Birden, 1970; Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep, İst.: SiMavi Öyküler -
58
nan, 1972; Bahriyeli Çocuk, 1976; İmbatla Dol Kalbim, İst.: Adam, 1982; Ona Sevdiğimi Söyle, Ank.: Bilgi, 1984; Ömrüm Ömrüm, Ank.: Bilgi, 1987; Aşk Allahaısmarladık, Ank.: Bilgi, 1993; Hikâyeler: Öyküler, İst.: Gendaş, 1992; Gönderdiğin Mektubu Aldım, Ank.: Bilgi, 1999. Roman: Rıza Bey Aile-Evi, İst.: Varlık, 1957; İnsan Kurdu, İst.: Varlık, 1959; Sabah Olmasın, İst.: Cem, 1967; Denizin Kanı, İst.: Cem, 1968; Kopuk Takımı, İst.: Cem, 1969; Gün Döndü, 1974; Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü , 1980; Alçaktan Uçan Güvercin, İst.: E, 1980; Kurşun Ata Ata Biter, Ank.: Bilgi, 1983; İyi Geceler Dünya, Ank.: Bilgi, 1986; Ağaçlar Gibi Ayakta, Ank.: Bilgi, 1990; Bizimkisi Zor Zanaat, Ank.: Bilgi, 1990. Göl Hafif Çalkantılı Olacak, Ank.: Bilgi, 1997; Bağışla Onları, Ank.: Bilgi, 1989; Yaz Öpüşleri, Ank.: Bilgi, 1996; Alo, Harika Hanım Nasılsınız?, Ank.: Bilgi, 1999. Deneme-İnceleme: Ünlü Sinema Rejisörleri, (T. Kakınç imzasıyla) İst.: Elif Kitabevi, 1963; Bir Damla Kan Bir Damla Petrol, İst.: Kurul, 1965; Edebiyat Üstüne Narin, Ank.: Bilgi, 1993; Ben Unutmadan, Ank.: Bilgi, 1994; Şu Acayip Dünya, İst.: Altın Kitaplar, 1995; Geçti Akşam Suları (Ben Unutmadan-2), Ank.: Bilgi, 1997; Kokulu Kentler, İst.: Literatür, 2001; Kitaplara Giden Tren, İst.: İnkilap, 2001. Şiir: Devriâlem, (C. Tuncer ile) Ank.: Kaynak, 1951. Çocuk Kitabı: Ezop Masalları, 1966: Deve Tellal Pire Berber İken, İst.: Milliyet, 1970; Bir Küçücük Aslancık Varmış, İst.: Milliyet, 1978 (3. bas); Hoşçakal Küçük, İst.: Remzi, 1979; Anadolu Masalları: Gel Zaman, Git Zaman, İst.: Cem, 1983; Otobüsüm Kalkıyor, Ank.: Bilgi, 1990; Yaramaz Kuzu, Ank.: Bilgi, 1998 (5. bas); İyilikçi Tilki, Ank.: Bilgi, 1991 (2. bas); Kerem’i Kimse İstemiyor, Ank.: Bilgi, 1997; Kırmızı Kedi, (11 dünya yazarından) Ank.: Bilgi, 1998; Benim Dedem Birtane, İst. İş Bankası, 1998; Güzel Uykular Alara, İst.: İş Bankası, 2001. Diğer: Taşbasması, (halk öyküleri) 1972. Kaynak: Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (Cilt: II) İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001. 59
- Mavi Öyküler
p
“BİR GÜN ORKESTRA, ESERİNİ ÇALARKEN BU KOCAMAN ADAM AĞLARMIŞ” “Eylül Akşamı”* | Cengiz Yörük Sabahtan beri içimde bir sıkıntı, üzüntü. Bir şeyler olacağı belliydi. Buluşmuştuk onunla. Göğe bakıyordum, vapurlara bakıyordum, parke yola bakıyordum… Deniz durgundu, insanlar sessiz sedasız. Ama biz, usuldan usuldan atışıyorduk. Atışmamız bitti. Artık ayrılmıştık. Yürüdüm. Ters yöne doğru o da yürüdü. “Dur gitme” diyecektim. O da diyecekti. Ağlaşıp kucaklaşarak barışacaktık. Başka türlü olamazdı, bunu ikimiz de istiyorduk. Hiçbir şey olmadı, iki yıldır süregelen, ömrümüzü kaplayıp çocuklarımıza, bütün soylara uzanacak olan aşk sona mı eriyordu? Derbederim, serseriyim, şehrin en bilinen caddesindeyim şimdi. Uzaktan gürültüler geliyor, göz alabildiğine kalabalık. Tramvaylar, otobüsler, taksiler yürümüyor. Her yer insanla tıkalı. Bütün şehir halkı burada mı? O nerede? Kaybolmasın, ezilmesin. Sıtmalanır gibi titriyorum. Polis düdüklerinin sesi geliyor, jandarmalar koşuşuyor. Akşam olmuş. Kırmızı, yeşil, mavi, sarı, flüoresan lâmbaların ışığı parlıyor. Bir tanesi söndü. Sönmedi. Parçalandı. Tabanca, gibi korkunç bir ses çıkardı hem. Kalabalık belki on bin kişiden de fazla. Yalnız cadde değil, sokaklar da tıkanmış. Kazma, kürek, bıçak, taş, dükkânlar parçalanıyor. Cam sesleri. Kepenkler yırtılıyor… Kalabalığın ortasındayım, seslerin hiçbirisini anlayamıyorum. Göğe kadar yükseliyor, dünyanın her yanına yayılıyor. Ağlayanlar var, gülenler var, nâra atanlar var.. Balık seleleri param parça. Kimbilir kimler ördü onları, hangi çingeneler? İstavritler, uskumrular, levrekler. palamutlar, karidesler üzerinden yürüyorum. Balıklar ezilirken bir tuhaf, nedense ses vermiyor. Karidesler “çıtır çıtır” eziliyor. Koyun etleri, sığır etleri param parça, böbrekler ciğerler ortalıkta. Arada bir, yerlerde sürünen etiketler görüyorum. Bütün çengeller boş. Vitrinler indirilmiş, koca koca kasap dolapları, yan gelmiş, ekoMavi Öyküler -
60
vatları parçalanmış.. Şu bir koyun bacağı. Yarım saat önce çengelde sallanıyordu. Şimdi ayaklar altında. İki gün önce ise, yaşıyan bir koyundu… Erzurum’dan mı, Erzincan’dan mı getirdiler seni kirnbilir? Gemilerde aç kaldın. Bu şehre varmaya yakın, bazı adamlar; okka tutasın, para kazanalım diye neler etmediler sana, tuzlu sular mı içirmediler? Şimdi insanoğlunun midesine bile lâyık görülmüyorsun. Kumaşlar üzerinden yürüyorum, parçalanmış, didik didik edilmiş kürklere basıyorum. Kumaşların yırtılışını, aptal aptal, boş gözlerle seyrediyorum. Seyretmesem olmaz mı? Olmuyor. Merdivenlerden bir şevler yuvarlanıvor, masalar uçuyor, damacanalar, fıçılar parçalanıyor. Fıçılardan sarı sarı, siyah siyah sular fışkırıyor. Şarap kokusu burnumun direğini kırıyor… Şarap üzümden yapılır, memleketimin üzümünden. Ben üzümün nasıl yetiştiğini, şarabın nasıl yapıldığını bilirim. Kimi iştah için, kimi keyf olmak için içer şarabı. Fıçıları da bilirim ben. Camdır, gürgendir, kayındır kimisi. Onları yapan işçiler, bıçkılar vardır. Onları da bilirim. Hepsini de bilirim ama, neden parçalandıklarını bilemem. Şu siyah ayakkabıyı çok severdim. Daha dün vitrinde görmüş, nişanlıma almak istemiştim. Ne çare, kesem elvermemisti. Ökçesi fırlamış, burnu ezilmiş. Şu pazenler, basmalar, pamuktan yapılır. Pamuk denen şey, önce tohumdur. Toprağa serpilir. Toprak onu bir zaman içine gömer, insanlardan kıskanır, insanlar allem eder kallem eder, toprağı capalarlar, onu elde edebilmek için yorulurlar. Bu yüzden sıtmalanıp ölenler çoktur. Tohum, bu emeğe, inada, savaşa karsı koyamaz. Önce yeşil yeşil boy atar, fidan olur. Sonra da: “Al işte yüzümün akını.” der, insanoğluna teslim olur. İnsanoğlu onunla karnını doyurur. Kimi sırtını ısıtır. Kimi döşek, yorgan, kimi kefen yapar. Kimi onunla ilgilenmez, “Çok adi şey, yaramaz bana.” der. Yanımda üç beş ikisi vardı. Bir kumaş topunu çiğneyip, bıçakla parçalıyorlardı. 61
- Mavi Öyküler
“Yapmayın, yapmayın be kardeşlerim.” dedim. “Ne duruyorsun? Sen de katılsana.” dediler. “Akıl mı öğretiyorsun?” “Elinize ne geçecek bundan?” dedim. Az durdular: “Biz bilir miyiz? Böyle yapmak gerekti, yapıyoruz.” “Sizi kim dürttü?” “Al sözünü geri. Dürten mürten yok. Sonra seni de bu kumaşa benzetiriz, kırk parçaya böleriz.” Kaçtım oradan. Az önüme bir şey daha yuvarlandı. Baktım bir çamaşır makinesi. Neler neler hatırlamadım. Gülenler var. Bir şarap deposu yerle bir olmuş. İçerisi mağara gibi karanlık. Karanlıktan bir adam çıktı. Ağlıyor, yaprak gibi sallanıyor. Ağzını musluğa mı dayamış bilmem, üstü başı ıslak, şarap kokuyor. Bir şarkı tutturmuş, kelimeler ağzında kayıyor, ufalıyor. O şimdi nerede? Bunları gördü mü? Görmemeli o, bilmemeli. O, dünyanın, tertemiz, kinsiz, hasetsiz insanlarla dolu olduğuna inanıyor. O, herkesi kendisi gibi biliyor. “Hangi sistem, hangi düzen olursa olsun, ne çıkar? Başta gelen insanların iyi olmasıdır.” der. Ama bak olmuyor işte, insanlar kendiliklerinden düzelmiyorlar. Şu adamın gözleri dönmüş, ulur gibi ses çıkarıyor. Bir şeylere tekme atıyor, ama ne olduğunu seçemiyorum. Ya şu çocuk yalınayak niye dolaşıyor ayaklar altında?.. Elinde, zembereği dışarıya fırlamış, iskeleti çıkmış, parçalanmış bir oyuncak. Gözleri kara kara veletin. Ona ilişen yok. O keyifli keyifli sırıtıyor. Eline bir fırsat geçse daha neler neler yapacak! Ondan başka bir yığın çocukların da ellerinde bir şeyler var. Et ete binmiş, yürümek güç. İnsanların çehreleri korkunç. Yer yer, kumaş yığınları var. Hele kürk yığınları… Üzerinden yürürlerken adamların göğüsleri kabarıyor, gururlanıyorlar sanki. Eski bir kral, padişah gücünü duyuyorlar. Kulaklarıma birtakım sesler geliyor: “Demek adaya gitmiş bizimkiler? Yaşasın, yaşasın be… Papazı sünnet mi etmişler?” Mavi Öyküler -
62
“Yok, yok, denize atmışlar.” “Evlere de girmişler. Kızları çığlıkla kaçırmışlar. Bazılarının baldırlarını, kollarını çimdiklemişler. Sokaklarda fıkır fıkır yürüyen, insanı duygulandıran bu kızlar ağlamışlar, odaların karanlıklarına, merdiven altlarına, kilerlere gizlenmişler.” Küçük bir dükkânın önüne üç beş yüz kişi yığılmış. Nedense bağıran çağıran az. Herkes fısıltılı. “Geçelim bunu, geçelim. Çoğumuzun tanıdığı bir adam, vazgeçelim, bu kalsın. Seni bağışlıyoruz.” diyorlar. Dükkân sahibi: “Hayır” diyor, “ben de kötüyüm.” Sonra kendi dükkânına attığı bir tekme ile işe girişiyor, kimseyi dinlemiyor, görmüyor. Engel olmak isteyenleri itiyor. Ne var ne yoksa içerde, parçalamaya, ezmeye başlıyor. Kalabalık ondan uzaklaşıyor. Bu ne biçim iş? Ben iyiden iyiye aptallaştım. Ne oluyorum? Adam kendi dükkânını indiriyor, olur mu bu? Şu koskocaman kilise de harabeye çevrilmiş. Beş altı yüz kişinin işlerini tamamlayıp, oradan başka yerlere yürüdüklerini görüyorum. Şimdi içerisi sessiz, karanlık. İçerde son kalan bir adam var. Elinde şamdan, İsa Meryem, daha bir sürü, kanatlı manatlı resimlere büyük bir ilgiyle bakıyor, ürküyorum, “Bu ne biçim iş?” diye mırıldanıyorum yine. Bir dükkânın önündeyim. Tabelası yere serilmiş, çiğnenmiş. Bir hafta önce zeytinyağı almıştım, sabun almıştım buradan. Şimdi tenekeler parçalanmış, dükkânın önü küçük bir göl olmuş. Bazı tenekeler şişlerle delinmiş, bıçakla dürtülmüş, çeşme gibi akıyor. “Dağlarından yağ, ovalarından bal akan memleketimiz.” diye düşünüyorum. Ben zeytinyağını bilirim. Az asitlisi, çok asitlisi vardır. Ondan geçtim, daha önemlisi zeytin ağacını bilirim ben. Toprağın nasıl bellendiğini, ağacın nasıl budandığını, zeytinlerin nasıl toplandığını, eşeklere, develere, arabalara yüklenip, fabrikalara, yağhanelere nasıl taşındığını bilirim. Evlerde ayakla sıkılır. Fabrikada bu işi makine yapar. Ben kara somunu zeytinyağına banıp, “Eh, bugün de doyduk, çok şükür.” diyen insanlar bilirim.. 63
- Mavi Öyküler
Zeytin ağacı iki yılda bir iyi verim yapar, bunu da bilirim. Sabunun nasıl yapıldığını bilmem. Hiç görmedim. Sanırım o da yağdan yapılır. Bildiğim bir şey varsa; sabun temizlik için elzemdir. Çamaşırlarımızın temizliğini sağlayan, bizi bitlendirmeyen odur. O nerede şimdi? Şu kalabalıktan sıyrılıp evine dönmüş olsa. O bunları duyunca korkacak, ağlayacak. “İnsanları dost etmek, dürüst etmek, kardeş etmek, adam etmek için, bir iğne, ilâç keşfedilmeli.” diye bir sürü olur olmaz şeyler düşünecek. Sonra benim dönmemi bekleyecek. Pencere önünden ayrılmayacak hiç. Ta köşedeki sokak lâmbasının ışığı altında beliren her adamı ben sanarak heyecanlanacak. Şimdi ona döneceğim. Ağlaşıp kucaklaşacağız, utanacağız birbirimizden. “Bizim çocuklarımız olmalı.” diyeceğiz, “Onlar cümleye örnek olmalı, böyle yapmamalılar.” “Bu vakte kadar aldanmışım sevgilim.” diyecek o. Bir binanın ikinci katından kocaman bir şey düştü, parçalandı. Baktım bir radyo. Ardından daha büyüğü, küçüğü de düştü. Hoparlörler bir köşede, lâmbaları parçalanmış. Hey gidi Marconi, sen bu durumlara düşüp çiğnenecek miydin? Ya şu havada uçuşup kaldırıma, caddeye düşen plâklar. Sen belki Beethoven’sin. Sen belki Wagner, sen belki Çaykovski, sen belki Mozart.. Beethoven, Dokuzuncu Senfoni’sinde bütün insanlar adına haykırmış, bütün insanların sesini, elemini, ıstırabını vermiş. Bir gün orkestra, eserini çalarken bu kocaman adam ağlamış. Herhalde bugün için, şimdi için ağlamış olacak. Ama sen üzülme Beethoven. Plâklarını parçalayanlar seni sevecekler. O senfoninin kendileri için yazıldığının farkında bile değiller. Affet onları, üzülme. Marconi, hele sen hiç tasa etme. Sabah radyosunda, bu işin çirkinliğini, bütün insanlara, dünyaya haykırabilirsin. Biz sana muhtacız. Bütün bu insanlar yok mu, bu insanlar; yarın senden gelecek türküleri, haberleri dinleyebilmek için önünde taş kesilecekler. Mavi Öyküler -
64
Binlerce elektrik ampulü parçalanmış. Ayaklar altında ezildikçe eziliyor. Sen de üzülme Edison. Dünyanın dört bir yanında ışıkların yanıyor yine. Bak, daha bu şehirdekiler bile sönmedi. Sen ampulü niçin yaptın? İnsanlar o ışık altında rahat çalışsınlar, gözleri bozulmasın diye değil mi? İnsanlar o ışık altında sevişsinler, öpüşsünler diye değil mi? Caddeler, sokaklar, bayramlar, pırıl pırıl olsun diye değil mi? Dünyanın sonuna kadar, sen daha da güzelleşerek aydınlatacaksın, insanlar senin ışıkların altında bu suçu işlediler. Yalnız bunu mu? Dilim varmıyor, sayamam. Fakat yarın, yine senin ışıkların altında ağlayacaklar, bir daha yapmamaya yemin edecekler. Artık eve dönmeliyim. Bu düş mü ne, anlayamıyorum? Yarın hastalanacağım. Saat, üç. Ayaktayım. Deli olacağım. Ben de başlıyorum üstümü başımı parçalamaya… ~~~ *Cengiz Yörük’ün bu öyküsü, Sait Faik Hikâye Armağanı (1966) öykü serisi kapsamında dergimizde yer almaktadır. Kaynak: Cengiz Yörük, Çölde Bir Deve, Yeditepe Yayınları, 1965, İstanbul. ~~~ Cengiz Yörük, (Aydın, 1928-2008) Öykücü. Milli Mücadele’nin tanınan isimlerinden Yörük Ali Efe’nin oğlu, İzmir İnönü (Namık Kemal) Lisesi’ni bitirdi. Bir süre Aydın’da ticaretle uğraştıktan sonra İstanbul’a yerleşerek kurduğu bir reklam şirketinin yöneticiliğini yaptı. Köy notları türündeki ilk yazısı 1950’de Varlık’ta, ilk öyküsü Ağustos 1952’de Küçük Dergi’de çıktı. 1950’lerden itibaren Varlık, Küçük Dergi, İstanbul, Yeditepe gibi dergilerde öykülerini yayımladı. Ege Bölgesi kasaba ve bucaklarından seçtiği kişilerin çevre ilişkileri içindeki serüvenlerini yansıtırken, öykünün alışılmış kalıplarından kaçınmaya çalıştığı, ancak yeni bir anlatım ve yapı kurmakta zorlandığı belirtildi. A. Köksal’a göre, “1950’lerden sonra gelen yenilikçi kuşağın denemelerine (…) açık bir anlatım65
- Mavi Öyküler
la insan ve yurt gerçeklerini işledi.” Yapıtları: Öykü: Yoldaki Taşlar, İst., Yeditepe, 1954; Çölde Bir Deve, İst., Yeditepe, 1965; Yalnız Kalanlar, Derleme: Yeni Şiirimizden, İst.: Yörük, 1962. Kaynak: Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (Cilt: II) İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001.
p
“VAY GÂVUR VAY!..” “Yorgo”* | Mahmut Özay İstiklal Savaşı’nın zaferle son bulduğu günlerdeydi. Okulda, evde, hatta sokakta -yerli yersiz- ağzımızdan gümbür gümbür şiirler dökülüyordu. Sanki “Dumlupınar”ı biz yaratmıştık!.. Sanki “Kocatepe” üstünden orduları biz idare etmiştik!.. Sanki güllelerimizle düşman siperlerini cehenneme çeviren kahraman topçular bizlerdik!.. Yahut, süngü hücumuna kalkmışız da tel örgüleri aşıp geçmiş ve kahpe düşmanı önümüze katarak ta Akdeniz’e kadar sanki biz sürüp gitmiştik!.. Sanki, alevler içindeki güzel İzmir kordonunda at koşturarak Sarıkışla’ya ay yıldızlı bayrağı çeken bizdik!.. Ne gurur, ne heyecan vardı yüreklerimizde!.. Kelimelerimiz kılıç şakırtısı, bakışlarımız şimşekti!.. O küçük kasabanın daracık sokaklarında Büyük Zafer’i kazanıp dönen şanlı gaziler gibi göğüslerimiz şişkin, kollarımızı savura savura geziyorduk. Bir gün; yapılmakta olan hükümet konağında çalıştırılmak üzere esirler gelmiş, dediler. Hemen koşa koşa görmeye gittik; kırk elli kadar, bir yığın pis adam... Çamurdan yapılmış gibi!.. Saç sakal birbirine karışmış, altlarında üstlerinde birer eski çuval!.. Genizlerimizi son kertesine kadar kazıyarak, “Haaak tuuu!..” dedik. Bilmem nasıl nasıl küfürler savurduk her birimiz. Tükürüklerimiz onlara kadar ulaşmamıştı, küfürlerimizin bir tekini bile anlamamışlardı belki ama biz, epeyce boşalmıştık o gün. Nihayet, esirleri muhafazaya memur olan çavuşlar, onbaşılar, tecavüzlerimizi daha ileriye götürmeye meydan vermeden bizi Mavi Öyküler -
66
terslemek zorunda kalmışlardı: “Haden ülen veletler, gidin işinize!.. Yesir işte, yesir!.. Maymun şebek değil a!.. Gördünüz görmeğise... Hadi gidin gayrı!..” Baktık, dağılmazsak dövebilirler de; sert konuşuyordular. Buna da kızmadık değil hani... Onlar bizim çavuşlar, bizim onbaşılardı çünkü! Çok şeyler konuştuk esirler için aramızda; bir ikisini elimize teslim ediverseler, ne şekilde işkenceler yapabileceğimizi bile. *** Onları kabiliyet ve ehliyetlerine göre dağıtmışlardı inşaat işinde; duvarcı, çamurcu, badanacı, dülger, marangoz, falan filan. Her biri ayrıldığı işte bizim yerli ustaların emri altında çalışıyor; silahsız, süngüsüz muhafız çavuşlar, onbaşılar da arada sırada işyerlerini kolaçan ediyorlar, ustaların bir şikâyetleri olup olmadığını soruyorlardı. Sabahleyin işe başlamadan önce yapılan yoklamalarını, öğleleri sade suya bulgur pilavına kaşık sallayışlarını -gelip geçtikçe- uzaktan uzağa seyreder, anlamadığım bir dille konuşmalarında muhakkak bir dert yanış olduğunu hissederdim. Öğle paydoslarında meydana sere serpe uzanırlar. “Sagapo! Sagapo!..” diye mırıldanırlardı. İçlerinde yalnız bir tanesi vardı ki, tek başına çalışırdı; onun ustası falan yoktu. Ve çok defa dinlenme zamanlarında da gitmezdi duvarcı, çamurcu veya marangoz arkadaşlarının yanına; telgrafhane sundurmasının altındaki taş yığınlarının arasına uzanır yatardı. Bu, bir taşçı idi. Binanın merdivenlerinde, kapı ve pencere kenarlarında kullanılacak taşları yontup hazırlıyor, numaralıyor ve bir kenara istif ediyordu. Gedik güdük biçimsiz kaya parçalarını, demir cetveller, gönyelerle ölçer biçer, evirir çevirir, sonra kısa saplı, ağır küt çekici ve çelik kalemi ile başlardı yontmaya. Bazen hafiften bir ıslık tutturur, bazen de kelimesiz olarak sadece burnundan melodiler söylerdi çalışırken. Bakardım, o biçimsiz kaya parçaları birkaç dakika içinde, onun eli altında, rende ile silinmiş tahta gibi düzleniverir, güzel bir şekil alırdı. Bir defasında benim, kendisini dikkatle incelediğimi görünce başını kaldırıp gülümsedi: “Vire,” dedi, “sen çok seviyor taşçilik?..” 67
- Mavi Öyküler
Ses vermedim, somurttum. “Ma, ben değil taşçi asıl memleket... Heykeltıraş Yorgo benin adi!.. Sen bilirsin heykel?” Gâvurun zoruna bak; bilmez olur muydum hiç?.. İlkokulun son sınıfındaydım... Mikelanj, Fidyas... daha bilmem kimler kimler yazılı idi bizim kitaplarımızda. Ama cevap vermedim, ellerimi pantolonumun ceplerine sokarak, “Iıh!.” dedim, inadına. “Gel,” dedi, “gel... yapacayim bir şey sana güzel!..” Ve pütür pütür, biçimsiz bir kaya parçasına elindeki çekiçle ve kalemle vuruvuruverdi, bir de baktım: Kayalıklar üstünde bir kale çıktı ortaya!.. Birkaç kalem daha vurdu; bir direk uzandı!.. Sonra da baktım ki bayrağım dalgalanıyor direk ucunda!.. O sırada yemekte olduğum kuru incirlerden iki üç tane koydum, elimde olmadan, taşçının önüne. “Çok yasa... Mersi,” dedi, “sen iyi çocuk!..” Ertesi gün ve ondan sonra çok daha ertesi günlerde uğramamazlık etmedim Yorgo’nun yanına. Bana kuş kabartmaları mı, aslanlar, kaplanlar mı, güreş tutmuş pehlivanlar mı çizmedi taşların üzerine. Artık öyle çekingen durmuyordum, oturuyorduk diz dize. O benim için taş üstüne kabartmalar yaparken annemin her sabah, “zihin açıklığı versin” diye cebime doldurduğu kuru üzümleri, incirleri, ceviz içlerini beraber yiyorduk. İşin güzel tarafı; muhafız çavuşlar, onbaşılar da pek uğramıyorlardı oraya. Bir sabah okula giderken yine Yorgo’ya uğramıştım; dostça selamlaştık. “Yorgo,” dedim, “sen sigara içer?..” ve o akşam babamın kül tablasında bulduğum, yarıya kadar bile içilmemiş iki izmaritle bir de hiç yakılmamış sigarayı uzattım kendisine. Mavi gözleri tuhaf bir parıltı ile aydınlandıktan sonra hemen nemleniverdi, ince dudakları büzüldü: “Sen, arkadaş vire,” dedi, “yok çocuk!..” Ve elini çuval pantolonunun cebine daldırarak çıkardı: “Bak,” dedi, “bak... Ben sana için neler yapti zatinden!” Oooo... temiz, güzel, mermer bilyeler! *** Okula gider gitmez ilk işim arkadaşlara mermer bilyeleri gösterMavi Öyküler -
68
mek oldu; öyle beğendiler, öyle beğendiler ki!.. “Nerden buldun bunları lan?..” dediler. Bazılarının üzerinde bulunan tozları, parmaklarımla okşar gibi silerek anlattım. “Vay gâvur vay!..” dediler, “vay anasını...” Ertesi gün, bizim sınıftan Suphi, Halim, dörtten Nuri ile İbrahim ve ben beraber gittik Yorgo’nun yanına. Ben, arkadaşlarımın da bilye istediklerini ve bedelini, onların da benim gibi, üzüm ve incirle ödeyeceklerini söyledim. “Ah vire,” dedi, “ben yapacağım çok çok siz için... Ma, ne zaman paydos var o zaman!” O günkü cep yemişlerimizden arta ne kalmışsa, sipariş kaparosu veren müşteriler gibi bıraktık Yorgo’ya. “Orakali, orakali!.. Efharisto poli!..” diye el salladı arkamızdan. Biraz uzaklaşınca bir mükemmel sövdüler arkadaşlar yine ve ben de ister istemez onlara katıldım. Bir süre sonra bizim arkadaşlardan başka çocukların da, ufak tefek dostluklar belirdiğini hisseder gibi olmuştum Yorgo’yla aralarında. Bir gün, kendisine bizim, lek dediğimiz iri bilyelerden iki tane yapıvermesi için üç beş incir, yarım avuç kuru üzüm, iki tane de büyük izmarit götürmüştüm. Emeğinin, sanatının ücretini peşin ödediğime mi hükmetti nedir; darılır gibi, gücenir gibi, bir tavır takındı. Uzun parmaklı, nasırlı avuçları ile başımı okşamaya kalktı: “Ah vire sari... Ah vire!..” der demez iki üç adım geriye attım kendimi. Bilmiyorum nasıl yerleşmiş; düğüm düğüm, boğum boğum bir şeyler vardı içimde; birden kabarıverdiler: “Duur,” dedim, “Yorgo!.. O kadar da uzun değil!.. Sen, ne de olsa bir düşmansın!.. Değil misin?.. Ha?.. Söyle... Söyle bakayım ne diye geldin bizim yurdumuzu almaya?!..” O, her taşa hükmünü geçiren, istediği biçimi veren kuvvetli ve kudretli eller halsiz, mecalsiz iki yanına düşüverdi: “Ben,” dedi, “ben taşçi... Ben Heykeltıraş Yorgo... Gelmedim kendim, gönderdiler vire, gönderdiler!..” Sesi titriyordu; iri mavi gözlerinden iki damla yaş, genç yüzünü çerçeveleyen kıvır kıvır sarı sakallarına doğru süzülüverdi. *** 69
- Mavi Öyküler
Aradan bilmem ne kadar zaman geçti; hükümet konağının esaslı inşaatı bitmiş olacak ki onları başka bir yere yolladılar. ~~~ *Mahmut Özay’ın bu öyküsü, Sait Faik Hikâye Armağanı (1965) öykü serisi kapsamında dergimizde yer almaktadır. Kaynak : Mahmut Özay, Deli Manda – Bütün Hikâyeleri, YKY, 2007, İstanbul. ~~~ ÖZAY, MAHMUT (Kayalar/Manastır, 1908-İzmir, 1981) Öykücü.** Ailesi Balkan Savaşı sırasında Manastır’dan göç ederek Nazilli’ye yerleşti. Bozdoğan ve Nazilli’deki ilköğreniminden sonra İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nu bitirdi (1928). Kayseri ve Söke’de üç yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. Ortaokul öğretmenliği sınavını kazanarak Türkçe öğretmeni oldu. Aksaray ve Merzifon ortaokullarında sekiz yıl müdürlük, Aydın ve Kuşadası’nda öğretmenlik yaptı. Kuşadası Ortaokulu Türkçe öğretmeniyken kendi isteğiyle emekliye ayrıldı (1965). Varlık ve Hisar dergilerinde yayımlanan öykülerinde Batı Anadolu kasabalarındaki yaşamı, kasaba insanlarının içinde bulunduğu yaşam koşullarını anlattı. Tahir Alangu’nun de ğerlendirmesine göre “genellikle Batı Anadolu’da ailesinin yoksul yaşayışını, kendi öğretmenlik yıllarının olaylarını betimlediği öykülerinde, küçük kasaba yaşantılarını ve olaylarını anlatırken yumuşak, okşayıcı ve mutlu denebilecek küçük adamları yansıtırken, dilinde bu insanlara ve hayata karşı duyduğu sevginin ince titreşimleri görüldü, iddiasız bir ustalığa ulaştığı kabul edildi.” Ödül: Yorgo ile 1965 Sait Faik Hikâye Armağanı (Kâmuran Şipal’le paylaştı). Yapıtları / Öykü Yorgo, Aydın: Kanaat Mtb., 1964. İhtiyar Elma Ağacı, İst.: Yeditepe, 1966. Mavi Öyküler -
70
Babam Babam, İzmir: Karınca Mtb., 1970 Deli Dana, İzmir: Karınca Mtb., 1974. Masal Hafsa Hatun, İzmir, Berrin B., 1946. O Mübarek Serviler, ist.: Pulhan Mtb., 1950 Kelile ve Dimne’den Manzum Masallar, Aydın: Kıraat Mtb., 1960. Derleme En Güzel Bektaşi Şiirleri, (K. Burcuoğlu ile) İst.: Gayret Kitabevi, 1952. Kaynak: Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (Cilt: II) İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001.
p
“VARLIĞIMDA BİR HAZIRLIK SEZDİM” “Gece Lambalarının Işığında”* | Kâmuran Şipal Bir eliyle arkasından kapıyı örtüp bana doğru yürür yürümez bir hoşnutsuzluk belirdi içimde. Hafif de bir heyecana kapıldım diyebilirim. Ama hemen onunla hiç ama hiç ilişkim olmadığını düşününce, bu heyecan yatışır gibi oldu. Başımı yeniden elimdeki gazetenin üzerine eğdim. Ağır ağır gelip yanımdaki boş sandalyeye gürültüyle, sere serpe bıraktı kendini. Sandalyemi hafifçe kımıldatıp toparlanır gibi yaptım. İlkin, onun şu kış günü soba başında az bir şey ısındıktan sonra kalkıp gideceğini sanmış, misafirlerinin gece yatısına geldiklerini aklının ucundan geçirmeyen ev sahipleri gibi, geçici bir tedirginliği göze almıştım. Ama niyetinin, sobanın çevresine kurulmuş bizler gibi, bu sıcacık kahvede uzun boylu kalmak, ısınıp vakit geçirmek olduğunu anlar anlamaz iş değişti. Sandalyeye ters oturmuştu. Derken bir kolunu sandalyenin arkalığına atıp başını kolunun üzerine dayadı. Bu durumda ayaklarının konumu da değişti doğal olarak. Bacakları hayli birbirin71
- Mavi Öyküler
den ayrıldı. Biri benden yana bükülüp hafifçe benim bacağıma dokundu. Bacağım bir yay gibi kısa ama sert, geriye fırladı. O zaman varlığımda benden habersiz oluşmuş bir gerilimin farkına vardım. Az sonra baktım, gözleri kapanmış. O saat içime bir öfke yürüdü. Uyumasını istemiyordum nedense. İlkin, kahvedeki diğer müşterilerin de benim gibi bunu istemeyeceklerini sandım. İlle kalkıp işinin başına dönmeliydi. Mutlaka uyanık olmasını istiyordum; bu soğuk kış günü uyumamasını gerektiren bir çalışma yüzüstü bırakılmış gibi geliyordu bana. Bir ara, sabahları işe giderken buz tutmuş karda sakınarak yürüdüğümü, hatta birkaç defa ayağım kayıp düşecek gibi olduğumu anımsayınca, onu daha da suçlu buldum. O şimdi burda olmasa yollardaki bütün kar, buz temizlenecek, kimsenin ayağı kayıp kafası gözü kırılmayacaktı. Kendisine verilmiş pek önemli bir görevi bırakıp sobanın başında tembel tembel uyukladığı duygusu, onu gözümde adeta bir hain, bir katil, bir hırsız gibi, topluluğa zararlı bir kişi durumuna sokuyordu. Daha da ileri gidiyor, insanlığın geleceğiyle onun bu uyuşuk, miskin hali arasında bağlantılar kuruyordum. İnsanlığın mutluluğu, esenliği ve iyiliği uğruna konmuş bütün ilkeleri alabildiğine bir hoşgörüsüzlükle onun üzerinde uyguluyor, onun için biçtiğim kötü notlara boyuna eklemeler yapıyordum. Bir an oturduğum yerden kalkayım dedim. O hatırıma geldi. Yanımda oturduğunu düşününce vazgeçtim. Gazeteyi hâlâ elimde tutuyordum ama okuduğum yoktu. Zaman zaman başımı çeviriyor, kahvenin buğulu camlarının arkasındaki yola bir göz atıyordum. Bunun için, onun üzerinden bakmam gerekiyordu. Başımı her çevirişimde bakışlarımın kısa bir süre onun üzerinde dinlendiğini görüyordum. Bir ara, açıkçası ona bakmak için gözlerimi gazeteden kaldırdım. Önce ağzı gözüme çarptı: Sarkmış, pörsümüş, hafif aralık... Bu aralıktan girip çıkan havanın sesi duyulur gibiydi. İçime bir tiksinti yayıldı. Ben de ağzımı az bir şey araladım. Sesli sesli, bir-iki soluk alıp verdim. Derken boynunda eski bir yara izi ele geçirince, aradığımı bulmuş gibi bir memnunluk duydum. Daha sonra aşağılara kaydı gözüm. DizleMavi Öyküler -
72
re kadar uzanan lime lime deri ceket, morumsu, kalın ve tüylü külot pantolon, ayaklara bol gelen bağsız postallar... Birden saate bakmak geldi aklıma. Başımı döndürdüm: Duvar saati onu gösteriyordu. Gözlerimi ocağın yanındaki küçük bahçe kapısına çevirdim. Kahveci Musta Bey her vakit bu kapıdan gelirdi. Onun kahveyi işten anlamaz bir çırağın eline bırakmasına, bu vakit olmasına karşın hâlâ ortada görünmeyişine içerledim. Kahve dediğin yerde her vakit taze çay bulunur. Kulaklarım, soba başındaki diğer kahve sakinleri arasında başlayan ateşli konuşmaya gitti. Konuşanları tanıyorum. Bir tanesi, yaz oldu mu, gezici tiyatro kumpanyalarında çalışır, kışları kahvede geçirir. Bir diğerinin işi de tiyatroculuktur. Ancak daha tutumludur bu, kazandığı parayı ötekisi gibi har vurup harman savurmaz. Yazın bir Alman tiyatro grubuyla Anadolu’ya yaptıkları bir geziden anlatıyorlar, biri bırakıp biri alıyordu. Soba adamakıllı kızmıştı. Eğilip soba altlığına dayadığım ayakkabılarımı aldım. Tabanlarının henüz kurumadığını görüp gerisingeri bıraktım yerine. İşte bu anda yine hatırıma geldi o. Kendisini bir süre unutmuş gibiydim. Bir duygu, bunaltıcı; üzerime çöktü. Bir elim sobanın artan sıcaklığını uzaklaştırmak ister gibi ağır ağır, ovuş turarak yüzümde, gözlerimde, alnımda dolaştı. Sonra ansızın, orda bulunanlara karşı aşırı bir öfkeye kapıldım. Dediğim gibi, ilkin onların bir çöpçünün palas pandıras kahveye girip babasının evindeymiş gibi sobanın başına kurulmasına, bir sandalyede bacaklarını gererek sere serpe uyumasına göz yummayacaklarını sanmıştım. Onların adına şöyle düşünmüştüm: Kahve dediğin gülünecek, konuşulacak, yârenlik edilecek bir yerdir. Yaşayan, canlı, kımıl kımıl bir yer. Kahvedekilerin hiç oralı olmadıklarını fark eder fark etmez, önce kızdım. Ama sonra bir ferahlık da duydum diyebilirim. Ortada öyle uzun boylu üzerinde durulmaya değer bir şey olmadığı sonucuna varmıştım. Elimdeki gazeteyi yeniden alıcı gözüyle okumaya koyuldum. Arada lafa karışıp tiyatro üzerine birkaç söz de söyledim. Ama 73
- Mavi Öyküler
bütün bunlar çok sürmedi; onun uyumasına karşı yeniden bir öfke dalgası kabardı içimde. Sanki uyanıkken taşıdığı ağır bir yük, gözlerini yummasıyla onun omuzlarından kalkıp benim omuzlarıma yüklenmişti. Hareket özgürlüğümün elimden alındığı duygusu vardı içimde. Sobanın sıcaklığı iyiden iyiye artmış, yüzümü gözümü yakmaya başlamıştı. Sandalyemi biraz geriye çekmeyi düşündümse de, bunu adeta ondan habersiz yapmaya çekindim. Bir an için onun gerçek kimliğini düşündüm. Elinde süpürge, yolların, sokakların temizliğine bakan, çoğu Anadolu’daki köylerinden kalkıp gelmiş cahil, kaba saba insanlardan biri. Bu düşünceyle de onun üzerimdeki baskısından kurtulma denemem başladı diyebilirim. İlk önce, sobanın altlığına dayalı ayak kabılarımı aldım. Kuruyup kurumadıklarını gözden geçirir gibi biraz elimde tutup sonra yine gürültüyle yerine bıraktım. Ardından, elimdeki gazetenin yapraklarını sesli sesli çevirdim. Birden kımıldar gibi oldu. Ama bu kımıldayışına benim ufak gürültülerimden çok, sandalyenin arkalığına dayalı kollarının yol açtığına eminim. Başını hafifçe kaldırıp kollarının yerini değiştirdi. Derken kıçı da az bir şey geriye kaydı sandalyede. Bu yeni durumda ayaklarından biri, dengesini yitirmiş gibi, diz kısmıyla havada genişçe bir yay çizdi ve baldır kısmıyla da benim, sobanın teneke altlığına yaslanmış ayakkabısız ayağıma dayandı. Doğrusunu isterseniz, kendi ayağımın daha önce davranıp onun başını almış giden bacağını durdurduğunu sanıyorum. Böylece de belayı kendi elimle başıma sarmış oldum. Hani tanımadığınız, huyunu suyunu bilmediğiniz, ilk kez karşınıza çıkan biri ansızın elinize bir paket tutuşturup “Şunu bir dakika tutar mısınız? Ben şimdi geliyorum!” der... Artık elinizde paket kalakalırsınız. İşiniz vardır, bir tarafa gideceksinizdir, birini göreceksinizdir ama elinizdeki paketle bir yere ayrılamazsınız... Yolu tutmuş giderken karşı çıkıp durdurarak, bacağının sorumluluğunu yüklenmişim gibi bir duygu belirmişti içimde. Öyle sanıyorum ki, kendi haline bıraksam bacak yoluna devam edecek ve sonunda kötü, çok kötü bir şey olacaktı. Derken saat vurdu. Onu mu, on biri mi, sayamadım. Ama sanki Mavi Öyküler -
74
vaktiyle düşünülmüş düşüncelerin, duyulmuş duyguların sorumluluğunu anımsatan tok ve sert sesler sönüp gitmeden bir kapı aralandı. Sırasını beklemiş oyuncular gibi, silik soluk hayaller birer ikişer dışarı kaydı aralıktan. Buzların çözüldüğünü, karanlıkların aydınlandığını duyar gibi oldum. Sonra o da, sabahları işe giderken, gece lambalarının ışığı altında selamlaştığım insanlardan biri değil miydi? Sabah karanlığında önlerinden geçerken, yolları temizlemeye uğraşan bu insanlara duyduğum sevgide onun da payı yok muydu? Hem ben, bireyler arasında ayrım gözetmeyen insanlık düşüncesini savunan biriydim. İnsanlığın iyiliğini kendime dert edinmiş, bunun için sevgiyi ana ilke olarak almıştım. Şimdi çevremde yaşayan bir insandan durup dururken nefret etmem doğru muydu? İyilikleri ve mutlulukları için çalıştığımı sandığım insanlar, elektrik lambalarının puslu ışığında kımıldanan, adeta gerçeklikten yoksun, gündüz göze gözükmeyen ayrı bir dünyanın insanları mıydı? Ah, ben gerçek insanları sevmek istiyordum! Günışığında kımıldanan, günlük hayatta karşılaştığım, bildiğim, gördüğüm, tanıdığım insanları sevgiyle kucaklamak istiyordum. İşte bunlardan biri yanımda oturuyordu ama ben ondan nefret ediyordum... Bunları düşünürken bir an durdum. Onunla ilgili duygularım yumuşamaya yüz tutmuş, ona karşı yakınlığa, sıcaklığa benzer bir duygu uyanmıştı içimde. Kulağıma bir radyo sesi geldi. Sanki radyo çoktan beri çalıyormuş da ben bunun ancak şimdi farkına varmıştım. Artık yanı başımda uyuklamasından ötürü ona bir kızgınlık duymuyordum. Hanidir bacağının yükünü de hissettiğim yoktu ayağımda. Ocaktan doğru çay bardaklarının yıkandığını bildiren şakır şukur sesler gelmeye başlamıştı. Bu, taze çayın demlendiğine işaretti. Birden, o, bizlerden biri gibi göründü gözüme. Çok vakit işten yorgun dönüp buz gibi bekâr odama uğramadan dosdoğru kahveye geldiğim, köşede, radyo başında kollarımı mermerin, başımı da kollarımın üzerine dayayıp uyukladığım zamanları anımsadım. Ama ben hafifçe dalıyor, çevremdeki konuşmaları ve radyonun sesini hayal meyal işitiyor, gerekince de sıçrayıp kalkıyordum. 75
- Mavi Öyküler
Kahveye yeni gelen olmamıştı. Ama gürültü artmış, az ötede iskambil oynayan iki kişi ellerini mermer masaya daha sert vurmaya başlamıştı. Bir ara başucumda kahveci Musta Bey’in sesini duydum: “Buyrun, İhsan Bey!” Uzatılan buram buram demli çayı aldım. İyi duygular uyandı içimde. Kırk yıllık tiryakiler gibi elimdeki taze çayı yudumlarken ona baktım. Onunla aramdaki duvarlar birer birer yıkıldı. Radyoda alaturka müziğin birden kesildiğini işittim. Spiker konuşmaya başladı. “Beethoven” ve “senfoni” sözcükleri çarptı kulağıma. Derken başladı. Gözlerimle Musta Bey’i aradım. Elimdeki çay bardağı boşalmıştı. Varlığımda bir hazırlık sezdim. Bu hazırlanmanın bir an önce olgunlaşıp yemiş verebilmesi için avcumda çayın sıcaklığını, burnumda buram buram kokusunu duymam gerekiyordu. Çay bardağı doldurulup yeniden elime tutuşturulunca arkama yaslandım. Gözlerimi yumdum. Dudaklarım kendiliğinden bardağı bulup çayı yudumlamaya başladı. Yavaş yavaş içinde yaşadığım çevreden sıyrılıp kendimi, radyoda çalan senfoninin havasına kaptırdım. Çalınan eseri tanıyorum: Dokuzuncu Senfoni. Hayli zaman önce bir akrabamla birlikte bir vapur yolculuğu yapmış, bavulların üzerine oturup Beethoven’in hayatı üzerine bir kitap okumuştuk. Senfoninin koro bölümü başlıyor. İnsanlık bu bölümde gerçek değerine ulaşıyor. Hemingway’in ihtiyar balıkçısını anımsıyorum. İçim açılıyor, genişliyor, yayılıyor. Sevinç, haz, ferahlık duygularıyla insanlığa karşı bir güven duygusu varlığımda filizlenip boy veriyor. Benden çevreme doğru sıcak, yumuşak, ışıl ışıl bir şeylerin artsız aralıksız aktığını duyuyorum. O hatırıma geliyor. Gözlerimi hafifçe aralıyorum. Hâlâ uyuyor. İşten yorgun düşmüş dinlenen biri... Ordan biri muziplik yapıp adamı uyandırmak istiyor. “Uyandırma!” diye atılıyorum hemen. “Bırak yatsın!” diyorum; “Yazık, yorulmuştur...” Kafamda, gece lambalarının puslu ışığında bir sürü insan kaynaşıyor. Kol kola, kucak kucağa, halka yapmış dönüp duruyorlar. İç içe girmiş yüzler arasında onun da yüzünü görür gibi oluyorum. Gece lambalarının ışığı altında bana bakıyor. Gece Mavi Öyküler -
76
lambalarının ışığı altında, gündüz uzatamadığım elimi uzatıp onu sevgiyle kucaklıyorum. ~~~ * Kâmuran Şipal’in bu öyküsü, Sait Faik Hikâye Armağanı (1965) öykü serisi kapsamında dergimizde yer almaktadır. Kaynak: Gece Lambalarının Işığında - Toplu Öyküler, YKY, 2009, İstanbul. ~~~ Kâmuran Şipal, (Adana, 24 Eylül 1926 -) Öykücü, romancı, çevirmen. İlk ve ortaokulu Adana’da okudu, İstanbul Pertevniyal Lisesi (1946) ve İÜEF Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1955). Aynı bölümde iki yıl asistan olarak çalıştıktan sonra Almanya’da iki yıl akademik çalışma yaptı. Türkiye’ye dönüşünde İÜ Yabancı Diller Yüksek Okulu’nda Almanca okutmanı olarak görev aldı (1960); buradan emekli oldu. Halen İstanbul’da yaşıyor. İlk şiiri (1949) ve ilk öyküsü (Haziran 1951) Varlık dergisinde çıktı. Öykü, inceleme ve çevirileri Varlık, Türk Dili, Yelken, Ataç, Yeni Dergi, Dönem (1949-70) gibi dergilerde yayımlandı. TDK’nın açtığı öykü yarışmasında aldığı ödülle (1953) adını duyurdu. Öykülerinde orta tabakadan insanların iç ve dış yaşamları arasındaki ilişki ve çatışmaları gerçekçi-düşçü bir yaklaşımla olayların ve çatışmaların nedenlerine yönelerek irdeledi. 1968’den sonra edebiyat ve kültür tarihinden beslenen çağrışım-bileşim öykülerine yöneldi (B. Necatigil). Yalnızlık, tedirginlik, mutsuzluk, çaresizlik, ayrılık ve pişmanlık gibi temaları geleneksel öykü düzeni içinde, Kafkavari bir anlatımla işlemeye çalıştı. Çevirileriyle de tanındı; çağdaş Alman edebiyatından pek çok önemli yapıtı Türkçeye kazandırdı. Ödül: Bir öyküsüyle 1953 TDK Hikâye Yarışması (ödül); Elbiseciler Çarşısı ile 1965 Sait Faik Hikâye Armağanı (M. Özay ile paylaştı); Köpek İstasyonu ile 1988 TYB Hikâye Ödülü. 77
- Mavi Öyküler
Yapıtları / Öykü: Beyhan, İst.: Ataç, 1962 Elbiseciler Çarşısı, İst.: Ataç, 1964 Büyük Yolculuk, İst., 1969 Buhurumeryem, İst.: Cem, 1971 Köpek İstasyonu, İst.: Cem, 1988 Roman: Demir Köprü, İst.: Afa, 1998 Sırrımsın Sırdaşımsın, İst.: YKY, 2010 İnceleme-Antoloji: Çağdaş Alman Hikâyesi 1945’ten Sonra, İst.: Ataç, 1962. Kaynak: Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (Cilt: II) İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001.
p
“İBRET-İ ÂLEM İÇİN İPE ÇEKECEKSİN, DOĞRUCA İPE!” “İpe Çekilecek Herif”* | Mehmet Seyda Bu hep böyle olurdu sabahları: Çımacı halat bağlayıp iskele verdiğinde vapurdan iki kişi ya çıkar ya çıkmaz; “Elimdesiniz!” gibisine sırıtarak kapıları açmağa geldiği zaman öyle mi ya? Bütün halk hurrya, itiş kakış dalar, doluşurdu 7.40 vapuruna. Köyün o ağırdan alan, kasım kasım kasılan oturaklı memur tabakası, öğrencileri, iş-güç sahipleri, İstanbul’a erken inip erken dönmek istiyenleri. Vapurun kıyısında oturanlardan biri tanıdı, “Eyvah” dediydi, “Bekir Bey buraya geliyor!” Sittin senenin Bekir Bey’i, köye yeni taşınan bir genç adamı yedeğine almış, “Destur, meraba, pardon!” diyerek geliyordu gerçekten. Meraba’larına karşılık veren de oldu, veremiyen de Mavi Öyküler -
78
oldu ama, bütün ayaklar çarçabuk indirildi. Düzleşen yolda, açılıveren yolda hızla ilerledi Bekir Bey. Sağına soluna, “Hele azıcık öteye bayım –baayan!” yollu hırladıktan sonra, boşaltılan yere “avı”yla birlikte çöktü. Çöktü çökmedi, “dünyadan habersiz kiracı”ya, vapura daha yeni yeni girenleri tanıtmaya koyuldu. Söze, acımsı bir gülüşle: — Bunların hepsi bizim ahbap, diye girişmişti. — E siz yerlisisiniz tabii, dedi yanındaki, biz daha tanışamadık. — Alayının ıcığını cıcığını bilirim yani… -Bir çeşit övünç vardı Bekir Bey’in sesinde ve bu övüncü saklamıyordu.- Severler diyemem ama, hepsi sayarlar beni. Ödleri kopar benden, üç buçuk atarlar. -Dirsekledi genç adamı.- Neden diyeceksin, neden demelisin. Haa, bak, nedeni var bunun. Bütün kirli çamaşırlarını didiklemişimdir çünkü, avcumun içi gibi bilirim. Şu önden binen kadana gibi karıyı alalım söz temsili. Burada, köye karşı namuslunun namuslusu geçinir, bir de bana sor. Kimse inanmaz; Beyoğlu’nda, adı defterde yazılı bir evde çalışıyor, sabah sabah oraya. Memur dairesine, bu karı randevu evine. Adresi, eksik olmasın bir polis arkadaş var, o verdi, ondan aldım. Geçende yapılan baskında paçasını zor kurtarmış… Adı geçen kadın eski Alaman artistlerinden Zarah Leander’i andırmaktaydı bir parça; onunki gibi iri kara gözler, boy bos. — Ya şu beygir suratlı, sıçan gibi sarışına ne dersin, ha, ne dersin? Yeniden dürteledi ve bayağı heyecanlanmıştı Bekir Bey: — Kırdığı cevizin bini bir para, dedi. Köyde sana bana yüz vermez kaltak, yapacağını dışarda yapar. İlgilendi öbürü, beğenmişti kızı: — N’apar? Elini bir sallayış salladı Bekir Bey, sorulur mu, sarışının da “künyesi” anlaşıldı artık. — Arkadan gelen kahve rengiliyi gördün mü? Bak canım, şu kurula kurula, küçük dağları ben yarattım dercesine yürüyeni? İşte onun, ha işte onun, uzağa gitme, iki yıl önce açlıktan nefesi kokardı. — Sahi mi? 79
- Mavi Öyküler
— Sahimisi var mı paşam? diye soludu Bekir Bey. -Hırslanmış.Dünya demişler, halinden belli değil mi yani? Allah birisine “Yürü ya kulum” demesin; yoktan parti icad eder de gene yürütür. Dört nallı eşeği adam yapar. Seninki parti kanalından buldu torpilini, 35 lira gündelik, Sular İdaresi’nde çalışıyor şimdi. “Vah vah vah…” diye yandı ve dövündü Bekir Bey. Ekledi: — Sen ben avcumuzu yalıyalım, ortaokulu bile zor bitirdi ha, yanlış anlama. Mektep medrese pek görmemiştir. Gözü ötekinin berikinin karısında, haylazın, serserinin daniskasıydı. Böylesini n’apıcaksın? Öteki bilmiyordu ne yapacağını, Bekir Bey öğretti: — İbret-i âlem için tefe koyup çalacaksın! Giren girmiş, vapur iskeleden ayrılıyordu. Yaza küsük, ağlamış suratlı bir hava. Islaksı tanecikler, yel savurduğu zaman, yüze iğne uçları saplanıyordu. Mevsim gelecek, bir türlü gelmiyor. — Yağmur mu yağacak nedir? Eğildi, tentenin altından yukarıya baktı Bekir Bey. Doğrulurken: — Hayır, dedi, öğleye doğru açar. Kesme sözümü komşucuğum, kesme. Sana ne dedim? Beni sever görünürler ama sevmezler dedim. Niçin ama? Çekindiklerinden. Sorarım: İçinde Yahudi pazarlığı olmıyan, gizlisi kapaklısı olmıyan kimse, dolaplar çevirmeyen, fırıldaklar döndürmiyeni niçin çekinsin? Dii mi Allasen, neden çekinsin, ne varmış bende çekinecek? Pekiy ben neden çekinmiyorum hiçbirinden? Haa, demek oluyor ki mesele burada. Şunca zamandır, köye taşınalı beri senle canciğer ahbabız, dostuz. Aleyhinde ufacık bir dedikodu duymadım. Yalnız, dur bakayım, geçen gece Kenan’ın kahvesinde konuşuluyordu galiba. Öyle ya, orada. Sözde sen yıllarca hapis yatmışsın. Suç da büyük yani, Karabük Fabrikalarını havaya uçurmak, onun gibi bir şey işte. -Yanındaki belli belirsiz irkildi.- Karabük Fabrikaları dedim de… — Hâlâ yerli yerinde durur, diye atıldı kiracı… Bekir Bey duymamış gibiydi bunu: — Gene sözde sen, dedi, bezikte kaybettin mi, gider parayı kaMavi Öyküler -
80
rından alırmışsın. Verdi verdi, vermedi, zorla, gırtlağına basarak alırmışsın. Yıllarca o bakmış sana, o beslemiş seni. Hiçbirine inanmadım, üzülme. Böyledir bu vicdansızlar, bu namussuzlar. Geleni gideni çekiştirsinler sade. Bakalım daha başka neler yumurtlıyacaklar diye kulak kabarttım, görünce sustular. Meramları şu, ben duymıyacağım. Hepsinin ağzının payını vermişim eskiden, konuşmuyorlar. “Ulan!” dedim kalktım ayağa, “gelse de parasını sızdırsak, beleş kahvesini içsek diye bekleşenler sizler değil misiniz?” Bi güzel zılgıt. Sindiler. Sabahattin’i, Selâhattin’i, Binbaşısı, hepsi… Elini yanındakinin dizine atıp sarsaladı, bir yandan başını sallıyordu: — Kimsenin kimseyle arasını açmak istemem, Allah bana o günleri göstermesin… Kasap dükkânlarındaki çengellere bak, her koyun kendi bacağından asılmış. Böylelerini n’apıcaksın? Ya ibret-i âlem için parmağını ağızlarına sokup cart diye yırtacak, ya da ağızlarına asma kilit takacaksın. Eğer dillerine kenet vurmaz, bildiklerini sen de ortaya döküp saçmazsan çekeceğin var, hapı yuttuğunun resmidir. Efendim, ya gerçekten namussuz olduğun için, ya da korktuğun için sustuğun zannedilir. Hoşt oradan! Bu zamanda kim kimden korkarmış... Beş yaşındaki oğlan, sırası gelir, bana sulandı diye seni sürüm sürüm süründürür mahkeme kapılarında. At suratına iki tokat, sustur, susturamazsın. Şimdiki zaman böyle bir zaman. Umarsız, sıkışık durumdaydı Bekir Bey. Ellerini iki yana açarak dert yanıyordu: — Küçük, kapalı yerler, köy yerleri böyledir işte, böyle. Başımı dinliyeceğim der, avuç dolusu para harcar, taşınırsın. Taşındığına taşınacağına bin kere pişman ederler adamı. Kadını erkeği, hiçbiri açıp da gazete okumaz. Sen kaçına rasladın? Allah hepsine bir çene vermiş, çan çan da çan çan. Oradan oraya bol bol lâf taşısın, lâkırdı götürsün, dedikodu yapsınlar. Ayaklı gazete mübarekler! Vapur Küçüksu’ya geçmiş, Kandilli’ye yanaşıyordu bu sıra. Yeni taşınan kiracı büzüldükçe büzülmüş, âdeta katılmış, yan yan, 81
- Mavi Öyküler
bir adam ötede oturan genç kadını süzüyordu. Kadın da kendisi gibi bezgin ve katı, kaşının teki kalkık, bir kulağını Bekir Bey’e vermişti çünkü. Güleyim diyor gülemiyor, çatınayım diyor çatınamıyor; öyle. Bekir Bey’le onun arasında oturan adama gelince sağır mıdır nedir, hiç oralı değil, yalnız, hafifçe, kadına doğru yaslamış gövdesini. — Gene de baş dinlemek için Anadolu yakasında en sakin, en sessiz yer bizim köydür, diye köyünü övdü Bekir Bey. Bunu bilir, bunu söylerim. (Oh!) Başını geriye döndürdü. Açık pencereden salondakilere baktı. Ne gördüyse, “Hay anasını…” diye homurdandı. Pek öfkelenmişe benziyordu: — Sürtük, bu sefer de Hisarlı bir delikanlıyla kaynatıyor. Kaşları çatıldı, yumrukları sıkıldı, dişleri gıcırdadı. Bıraksan kalkacak, o kızı da -her kimse- delikanlıyı da adamakıllı benzetecek. Donatacak, ıslatacak, uzun sözün kısası, bir şeyler yapacak. Birini olsun yapmadı; giderek koyulaşıp kararan maviş gözlerle, Kandilli’den binenleri süzmeğe koyuldu: — Adam görmek ister misin, adam? -derken gözleri yeniden parlamıştı. Boncuk boncuk mavi. Bir dirsek daha atıp,- Saçlarını kız gibi ensede uzatmış delikanlıya bak öyleyse! dedi. -İçten gelme bir saygıya kapılmışçasına, ağzını kiracının kulağına yapıştırmıştır.- Bizim köyün çocukları zil kaldılar mı, bir sandalla yalıya sokulup ıslık çalarlar buna. Kulağının içi gıdıklanan kiracı, serçe parmağı ile kulağını kaşıdı: — Çalsınlar, n’olacak? Geri çekilirken: — Büsbütün cahilmiş gibi konuşma oğlum, diye onu haşladı Bekir Bey. Islık boşuna çalınmıyor. Böylelerini n’apıcaksın? İbret-i âlem için yağlı kazığa oturtacaksın. Yağa da yazık. Birden, sözü içerdeki kıza getirdi: — Demin, Hisarlı çocukla kaynattığını söylediğim o kız var ya? Yeniköy’de, babası yerinde bir herifle gazinoda yakalamaz mıyım? Beni görür görmez ne oldu, ama ne oldu, anlatamam sana. Mavi Öyküler -
82
-Kıs kıs güldü.- Ha şu demirin kırmızı boyası, ha onun suratı. Pancar. O gün bugündür nerede karşılaşsak, bakışlarıyla yalvarıp yakarır. “Bekir Bey amca, beni sakın ele verme!” Vermem kızım, vermem. Hiç verir miyim? Bir gün, punduna getirip sus payımı istiyeceem, onu bekliyorum. -Gene tepesi attı.- Sürtüğü rezil etsem daha iyi değil mi? Tanırım anasını babasını. Babası tüccar, Yağiskelesi’nde. Telefonla bir haber uçursam yeter. Karısını nasılsa okşuyor, azıcık da kızını okşasın. Dönüp yeniden baktı içeriye. Bakınca: — Tuh Allah senin belânı versin! -deyip denize bir tükürük attı Bekir Bey. Uçan tükrüğün birazını, solunda oturan bayan çorapsız ayağına giydi.- Affedersiniz efendim. Hişt, hanım, affedersiniz dedik! -Mendilini çıkartıp atıldı ve sildi.- Kibar olalım. -Konuyu unutmamıştı.- Bunlar kız mı be! Sözüm buradan dışarı, vesikalısından beter. Bu zamanda kızın kısrağın olmıyacak zaten. Kızın mı var, derdin var. Allah bağışlarsa bende bir tane, göz açtırmıyorum. Kiracı şaştı buna. Bekir Bey’in kızı olduğunu hiç duymamış, olacağını hiç ummamıştı. Usundan, “Şunu bir ele geçirsek…” geçirirken: — Üzülmeyin’i bastırdı, sizin gibi adamın kızı da sizin gibi dürüst olur. — Hele olmasın, dedi öteki, lâmı cimi yok, gebertirim vallahi. Boğarım! Hele yan gözle birisine baksın, gözlerini oyarım onun. Eline -düşsel- bir bıçak geçirmiş, patlıcan oyarcasına oyuyordu kızının gözlerini. Oyduktan sonra çıkartıp yere atıyordu. Kiracı ise, gazete almış, elinde, ne zamandır okumak istiyor, fırsat kolluyordu. Bekir Bey göz oyarken davranıp açtı en sonunda. İlk sayfaya göz gezdirdi. Adam boynunu uzatıp, o da gezdirdi: — Partiler arası hava pek gerginmiş. Hımm, bak hele! Birbirlerine ver yansın edip duruyorlar ama sakın sen kanma ha. Şimdi tatildeler. Bir gün yüz yüze gelmezler mi bunlar, Ankara Palas’ta, Meclis’te karşılaşmazlar mı? N’olacak o zaman, tabanca 83
- Mavi Öyküler
kılıç mı çekecekler karşılıklı? Boş versene sen ona… -Kiracı bir dirsek daha yedi.- Demokrasi ne demek? Olgunluk demek, ermişlik demek. Olgun adam, ermiş adam n’apar? Hasmının bile tutar boynuna sarılır. İşte bu! Kiracı ses çıkarmadan ikinci sayfayı açtı, araladı. Birlikte okudular. Daha doğrusu o içinden okuyordu, Bekir Bey’se dışından: — Açık hava gazinoları bu yıl iş yapamıyormuş. Yapamaz! Salı günü Tarabya’da bir yere gittik, bak ama dinle bunu: Üç kişi. Ben, arkadaş, arkadaşın zırıltısı. Birer şişe bira, bir dilimcik peynir, kavun. Arkadaş beni durdurup ne verdi dersin? Efendi gözünü aç, tastamam on sekiz papel. Müşteri gelmeyince, geleni kazıklamak bize verdi. Nerede, bu şehrin Belediyesi nerede? Boynunu uzatıp sağına soluna bakındı Bekir Bey. Aradığını bulamadığı içindir ki, hışımla: — Yok… dedi. N’apıcaksın? Başkanından çöpçüsüne, kamyonları dolduracak, Ahırkapı fenerinin oradan yallah denize, hepsini boca edeceksin! Nedir ki, ellerini çırparak ortalığı temizlediği bir sırada, baltayı taşa vurduğunu da anlamıştı. Kiracı Belediyede çalışıyor. Bir süre susuldu. Kararsız, titrek bakışlarından kara bir kuştur havalandı Bekir Bey’in: — İstediğine var git sor, diye konuştu, benim için kimseden en küçük bir dedikodu işitemezsin. Niçin? Bak onu söyliyeyim; herkesi yıldırmış, sindirmişimdir çünkü. İleri geri konuşanın, bana dil uzatanın kendisi zararlı çıkar çünkü. Gülümsedi peşinden. Öbürü de gülsün diye dürteledi: — Biz şaka ettik yahu, sen ciddiye aldın. Böyle şeyler ciddiye alınmaz, dinleyip geçeceksin. Vapur Köprü’ye yanaşmak üzereyken ayaklandılar. Yanındakinin koluna girmiş, salıvermiyordu Bekir Bey. — Bırak çıksınlar, tabakhaneye bilmem ne yetiştirecek hepsi, biz sonra çıkarız… dedi. — İşim var. — Paşam biz boşta değiliz. Gümrükte bizim de işimiz var. Mavi Öyküler -
84
Bekir Bey sevmişti komşusunu, benimsemişti. Bu anlaşılıyordu. Nitekim, ayrılmadan önce, hemen önlerinde, iki kadının ortasında yürüyen kamburca birini daha gösterdi ona: — Haline bakma, para babasıdır. Seni beni satın alır. Eski yalısını beğenmedi, yıktı, yenisini yaptı. -Dişlerini gıcırdatıyordu.Ulan, fakir fukaraya acısana biraz… Böylelerini n’apıcaksın? Epeyce gerilemişlerdi. Öyleyken, duyulmasın diye sakıncalı, kulağına fısıldadı: — İbret-i âlem için ipe çekeceksin, doğruca ipe! Kiracı: — Doğru, dedi. Silkelendi: — Hadi eyvallah! Bekir Bey sesleniyordu: — Akşama vapurda ayakta kalmıyasın komşu. Benim yanımda her zaman boş yer vardır! Üsküdar, 1955. ~~~ * Mehmet Seyda’nın bu öyküsü, Sait Faik Hikâye Armağanı öykü serisi kapsamında dergimizde yer almaktadır. (1964) Kaynak: Başgöz Etme Zamanı, Yeditepe Yayınları, 1963, İstanbul. ~~~ Mehmet Seyda, (İstanbul, 15 Ağustos 1919 – İstanbul, 13 Temmuz 1986) Öykücü, romancı. Tam adı Mehmet Seyda ÇELİKER. James Sullivan, Necdet Ası, Ömer Sakıp, Mim-Sin, Özcan Çeliker, S. Toprak, Toprak imzalarıyla mizah ve magazin öyküleri, polisiye romanlar ve politik yazılar yayımladı. Remziye (Ruhsar) Hanım ile eczacı-kimyager Mahmut Kâmil Bey’in oğlu. Antalya İlkokulu’nda (1932) ve Kırıkkale Askeri Sanat Lisesi’nde okudu. Pertevniyal Lisesi’ndeki öğrenimini yarıda bırakarak (1935) Zonguldak Kömür İşletmeleri’nde, Divriği, Devrek ve Merzifon madenlerinde memur ola85
- Mavi Öyküler
rak çalıştı (1937-46). İstanbul’a dönerek 1951-60 arasında Belediye Eğlence Yerleri kontrol memurluğu görevinde bulundu, bir süre Basın İlan Kurumu Genel Müdürlüğü’nde çalıştıktan sonra buradan emekli oldu. İlk şiir ve öykülerini 1933’te yayımlamaya başladı; psikolojik çözümlemelerin öne çıktığı bir anlatımla öykü romana yöneldi. Tolstoy’dan esinlenerek yazdığı “Mum” adlı öyküsü Yücel’de S. Toprak imzasıyla çıktı (1936). Kendi adıyla yayımlanan ilk öyküsü (“Alınyazısı”) 1937’de Yeni Adam ‘da çıktı. Klasik Batı romanının etkisinde, bireyin iç dünyasını derinlemesine ele alırken bireyin duygu dünyasını cinselliğiyle birlikte işledi. Ses, Tan, Yeni Adam, Yedigün ve Yeni Edebiyat dergilerinde yayımladığı öykülerinden sonra uzun bir süre edebiyat çevrelerinden uzak kalan Seyda, geçim zorluğu nedeniyle, takma adlarla Gece Postası, Akşam ve Zafer gazetelerinde otuz kadar tefrika roman yazdı. Ne Ekersen adlı romanının 1958’de Yunus Nadi Roman Armağanı’nda üçüncülük almasından sonra yeniden edebiyat çevrelerinde görünmeye başladı ve 1958’den 1980’e kadar ara vermeksizin Yelken, Yeditepe, Dost, Yeni Dergi, Yeni Ufuklar, Güney, Varlık ve Türk Dili gibi dergilerde yazdı. 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda “başarı ödülü” alan romanı Yanartaş ile ünlendi. Yer yer belgesel özellikler taşıyan iki ciltlik bu büyük çalışmasıyla Zonguldak ve çevresindeki “kömür ocağı” gerçeğine ışık tuttu. Bu roman, Uzun Mehmet’in taşkömürünü bulması rivayetiyle, 1829’dan 1940’lı yıllara kadar Zonguldak Kömür İşletmeleri’nin belgelere dayanan tarihi niteliğindedir. Bu tarih çerçevesinde Yanartaş , kömür madeni işçilerinin yaşamı ve çalışma koşullarına tanıklık eden, belgesel nitelikte bir roman olma özelliğiyle Türk edebiyatında ayrıcalıklı bir konum edinmiştir. Ödülleri: Ne Ekersen ile 1958 Yunus Nadi Roman Armağanı (üçüncülük); Başgöz Etme Zamanı ile 1964 Sait Faik Hikâye Armağanı; Bir Gün Büyüyeceksin ile 1964 Doğan Kardeş Çocuk Romanı Armağanı (birincilik); Yanartaş ve Şehzadenin Başıdır ile 1970 TRT Sanat Mavi Öyküler -
86
Ödülleri Yarışması’nda iki başarı ödülü; İhtiyar Gençlik ile 1971 May Yayınevi Edebiyat Ödülü; İçe Dönük ve Atak ile 1974 TDK Roman Ödülü; üç oyunuyla 1968 Milliyet Gazetesi “Günümüz Dili ve Hayatına Uygun Karagöz Oyunları” konulu 6. Karacan Armağanı (ikincilik ödülü). Yapıtları / Öykü: Beyaz Duvar, İzmir: Kovan, 1962. Zonguldak Hikâyeleri, İst.: Yeditepe, 1962. Başgöz Etme Zamanı, İst.: Yeditepe, 1963. Oyuncakçı Dükkânı, İst.: Yeditepe, 1964. Garnizonda Bir Olay, İst.: Set, 1968. Anahtarcı Salih, İst.: Yeditepe, 1969. Kör Şeytan, 1974. Bana Karşı Ben, (mizah öyküleri) İst.: Okar, 1976. Kapatma, İst.: Altın Kitaplar, 1980. Roman: Ne Ekersen, Ank.: Dost, 1958. Yaş Ağaç, İst.: Varlık, 1958. Cinsel Oyun, İst.: Ağaoğlu, 1966. Sultan Döşeği, (tarihi roman) İst.: Atlas, 1969. Köroğlu, (destan roman) İst.: Altın Kitaplar, 1969. Nemrut Mustafa, (tarihi roman) İst.: Atlas, 1969. Süeda Hanım’ın Ortanca Kızı, İst.: Atlas, 1969. Yanartaş, 2c., İst.: Ararat, 1970. İhtiyar Gençlik, İst.: May, 1971. İçe Dönük ve Atak, İst.: Tel, 1973. Gerçek Dışı, İst.: Sander, 1976. Deneme: Bir Açıdan, İst.: Ataç, 1963. İnceleme: Türk Romanı, (Kemal Tahir’in Devlet Ana adlı romanı üzerine açık oturum tutanakları) İst.: Tekin, 1969. Biyografi-Anı: Edebiyat Dostları, (24 yazarla röportaj ve biyografiler) İst.: Kitap87
- Mavi Öyküler
çılık Ticaret Limited Şirketi, 1970. Çocukluk Yılları, (çeşitli yazarlardan çocukluk anıları) Ank.: TDK, 1980. Kaynak: Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (Cilt: II) İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001.
p
“ÇÖPÇÜNÜN GÖZÜNDEN SİLİVERMİŞTİ KENDİNİ” “Güneş Batarken” | Adnan Özyalçıner* Havuzlu alanı hatırlıyordu. Sabah çisentileriyle ıslanmış sıraların, ürperten, soğuk tahtacıkları üstüne güneşle birlikte çöker, yine onunla birlikte çekilerek karanlığa boğarlardı alanı. Güneşin ak bir buz ya da cam çubuğu görünümündeki, ısıtmaktan çok üşüten, ilk ışınlarıyla sıçrayarak uyanırdı alan. Tramvay, yağsız, paslı bir gıcırtının sarsıntısı içinde, köşeyi kıvrılıp çuval doluları paslı demirler, teneke eskilerinin gürültüyle boşalışı gibi, dolardı alana. Geceden kalmış, ölü gözü, çıplak, sarı ampulün yandığı durağı –çuvallardan boşalan paslı demirlerin, teneke eskilerinin içinden çıkma– beş altı adam seğirtir, bir o kadarını da tramvay, alandan aldıklarının yerine, silkerdi ağaçların dibine. Tepedeki ışıltılı, yeşil yaprakların altında, ya da yerdeki sararmış, ölü yaprakların üstünde bir süre soluklanırdı adamlar. Tam bu sırada, adamlar tahta sıralara yerleşir yerleşmez, suratsız bir çöpçü sökün eder, hışırtılı, kaba süpürgesiyle alanı tozutarak şöyle bir dolanırdı. İşte o zaman, alanlarda, ne bir yaprak ne de sıralarda dinlenen adamlar kalırdı. Bir ona takılmazdı süpürge. Karanlığın kustuğu, lekeli, pis döküntülerden yalnız o, düzenli olarak güneşle birlikte doğup battığından, çöpçünün gözünden kaçardı. Bir gün usanıp da aksatsaydı bu düzenli gidişini, çöpçü de bütün ötekiler de, ayırt edeceklerdi onu. O zaman, ya katil olup yağlı ipin ucunda bitirmesi gerekecekti hayatını, ya da, kendisi bir cinayete kurban gidecekti. Belki bir Mavi Öyküler -
88
kadın yüzünden olacaktı bu. Çünkü ayırt edilir edilmez bir kadınla birleşecekti. Ya da bu kadını elinden almağa kalkacaklardı, ya da, yediği ekmeğe, cebindeki paralara göz dikilecekti. Kendi de, bir başkasına karşı, aynı açgözlülüğü gösterebilirdi. Hepsi de bir kapıya çıkardı. Ölmemek için öldürecek, sonuçta bu da yine ölmesi demek olacaktı. Sabahları güneşle açan, akşamları yine onunla kapanan bitkisel yaşayışın, hiç değilse, bitişi doğal bir ölümle oluyordu. Bu da mutlulukların en büyüğü olsa gerekti. Tutkuların karmakarışık sokaklarına, karanlık çıkmazlarına sapmadan, göz alabildiğine uzayıp giden, o ıssız, ağaçlıklı, düz yolun mutluluğu. Çöpçü gider gitmez, gazeteci, simitçi sonra salepçi, soluk soluğa damlarlardı durağa. Aptallık edip de çöpçüden önce gelmiş olmayalım diye, kuşkuyla araştırırlardı çevreyi. Birbirlerinin yüzüne korkuyla bakarlar sonra gözlerini durağın lambasına dikerlerdi. Az sonra lamba sönerdi. Bu, çöpçünün gelip gittiğine işaretti. O zaman üçü de bir ağızdan, sattıkları nesnelerin adını bağırırlardı ışıyan göğe. Üç kez. Tam üç kez. Susarlardı sonra. Her biri, ayrı bir köşe tutardı. Kendi köşelerini. Satıcılar, yerleri alır almaz, havuzun başındaki, oturduğu sıradan kalkar, teker teker, gazeteciyi, simitçiyi, salepçiyi dolaşır aldıklarının karşılığı olarak cebinde ne var ne yok üleştirdikten sonra, yeniden sırasına dönerdi. İkinci tramvay, hemen arkasından üçüncüsü, az sonra da dördüncüsü ve dönüşünü tamamlayabilmek için ters yönden, hızla alana giren ilki, hep birden, kara bir kalabalığa boğarlardı ortalığı. Karmakarışık yürüyen, oraya buraya körlemesine koşuşanlar, işçiler, çocuk çığlıkları, geniş kalçalı boyalı kadınlar, renk renk balonlar, güneşe su sıçratan sabah fıskiyeleri, öteki taşıtlar, öğrenciler, ağaç altlarındaki gölgeli sıralarla güneşli alanı doldururlardı. Havuzlu alan, burada birdenbire bitiyordu. Çünkü bir sabah, bütün ötekiler gibi, o da, uyuyakalmıştı. Ama ona sorarsanız, bunu isteyerek yaptığını söyler. Kendisinden onca korkulan çöpçünün, bunca yıl, onu görmeyişine, ona aldırmayışına kız89
- Mavi Öyküler
mıştı. Oysaki kendine kızması gerekirdi. Güneşle birlikte doğup batmakla kolay bir oyun oynamış, böylece, çöpçünün gözünden silivermişti kendini. Bu da, açıkça, ondan korkup gizlendiğini gösterirdi. Çöpçüden, bir daha karşılaşmamacasına, büsbütün uzaklaşmış olmak için uyuyakalmış olması akla daha yakındı. Başkaldırışının gerçek nedeni bu olsa gerekti. Kapıların önündeki örslere yerleştirilmiş geniş bakır tabakalarından, dövüle dövüle, güneşi yansıtan kocaman aş kazanlarının yapıldığı sokağı hatırlıyordu. Ateşi görür görmez, daha ilk aşta, islenip karararak, güneşi yansıtmaz olan bu aş kazanlarının eskicilere satıldığını, onların aracılığıyla da bunların ölü yıkayıcılarının eline geçip, fokurtulu, kara kazanlar haline getirildiğini çok sonraları mı yoksa hemen o anda mı ayırt etti? Bilemiyordu. Hemen, ya da çok sonraları ayırt etmesinin de bir önemi yoktu zaten. Sonuçtu önemli olan. Hem, yüzünü yıkamak için su aradığından ilgilenmişti kapı önündeki bu koca koca aş kazanlarıyla. Diplerinde, yeşillenmiş, yağlı yağmur birikintilerini, güneş artığı kalıntıları, o yoğun, ılık damlacıkları aradı. Dipleri tamtakırdı hepsinin de. Ölüler yıkanmış, güneşte kurumaya bırakılmıştı kazanlar. İyice de kurumuşlardı. Yalnız kapı diplerindeki yalaklarda, paslı, kırmızımtırak sular vardı. Kan karışığı sular. Son kalıntılar. Onlardan birine avuçlarını daldırıp yıkadı yüzünü. Sakalları olduğunu, uzadıklarını o zaman ayırt etti ancak. Hem de iyice uzamışlardı. Oysa yüzünü okşadığında, genç bir köylü kızının yanakları gibi, gergin ve kaygan olurdu derisi. Şimdiyse kıllıydı, karmakarışıktı. Üstü başı da, yağ pas içindeydi. Dökülüyordu. Berber aramak, üstüne başına da bir çeki düzen vermek için girdiği bu sokağı hatırlıyordu en son. Ya da gerçekten hatırladığı bildiği ilk yer de, son yer de burasıydı. Tekti. Öteki yerleri kafasının içinde uydurmuştu. Geçmişini kafasının içindeki o yerlere aktardığından, en son diye düşünebiliyordu, bu ilk ve sokak için. Paslı demirlerin, kırık çarkların, yamulmuş, bozuk her türlü taşıt tekerleklerinin, atılmış kutuların, düğmelerin, birbirine girmiş tel demetlerinin, toz içindeki eski paçavraların, tahtaların, birtakım saplarla uçların, sonra gövdelerin, partallaşmış bir göMavi Öyküler -
90
ğün altına sürülen bu sokağı için. Girer girmez, tıkırında işleyen her çeşit aygıtın, parçalanarak, darmadağın edildikten sonra, döküntülerinin oraya buraya serpiştirilip küçük küçük yığınlarla, geldikleri gizlenmek istenen bir boşluğa düştüğünü anladı. Tıklım tıklımdı, ama gevşekçe doldurulmuştu boşluk. Bütün bu döküntüler, en küçük bir sarsıntıda, birbiri ardından, ölümcül bir çığ gibi yuvarlanıp gedikleri, sonra da, o korkunç boşluğu açığa vurabilirdi. Sakallarını, üstünü başını unutturmuştu bu ona. Döküntülere eğilmiş bir sürü insan, ellerinde tuttukları, ya da gazete kâğıtlarına sarıp koltuklarına sıkıştırdıkları, tamamlanmamış aygıtlarına, bir çark, bir düğme, bir vida, bir somun, bir gövde, uç ya da sap arıyordu. Birçoğu da, her şeyi tamam aygıtlarını sökerek parçalarını sergiliyordu. Sokağı bir baştan bir başa dolaştığında, bunları gördü. Hiçbir anlam veremediği bu karışık uğraş, kısa bir süre kafasını kurcaladı. Biri, aygıtını tamamlamak için onca çırpınırken, öteki, her şeyi tamam aygıtını dağıtıp bozsun… Nasıl olurdu bu, neden engel olmuyordu birinciler buna? Tamamlamak bir işti gene, bir uğraştı ne de olsa. Ama onca uğraştan, terden sonra tamamlanmış aygıtı dağıtmak ne oluyordu? Suçlu sayılmazdı mıydı bunu yapanlar? Bu düşüncelerle, o da sergileri dolaşarak, bir aygıt yapmayı denemeye girişti. Böylece avunmuş da olurdu. Alana yeniden dönemeyeceğine, gidecek belli bir yeri de olmadığına göre… İlk sergide, nikelajı yer yer dökük bir masa saati gövdesi buldu. Yaldızlanmış bir tenekeden başka bir şey değildi bu. Sonra bir kadran ele geçirdi. Akrep, yelkovan. Yuvarlak, tozlu, çatlak bir cam. Yerli yerine taktı hepsini. Saat görünümünde bir boşluk vardı elinde şimdi. Ardından, yavaş yavaş, çarklar, vidalar, somunlar, zemberekler, yaylar, çıngıraklar, en son da küçücük ayaklar takıldı. Saat tamamdı artık. İyice parlatılıp yağlanmış, her şeyi yerli yerine takılmıştı. Bir kurulması kalmıştı. Tıkırtıyla işleyecekti ondan sonra. Pazarın alt başındaydı. Bir duvara sırtını verip, titreyen parmaklarıyla, kelebek biçimi anahtarı çevirmeye 91
- Mavi Öyküler
başladı. İlk hızı verecek olan zemberek, ağır ağır, bükülüyordu. Büküle büküle iyice gerildi. Elini anahtardan çeker çekmez, bu gerginlik, bütün çarkları bir anda harekete getirecekti. Kurulması biten saati, heyecandan suratına çarptırarak kulağına götürdü. En küçük bir ses yoktu. Dizlerinin hafifçe bükülüp gevşediğini duydu. Sırtı duvarı sıyırarak bükülen dizleri üstüne, bir yığıntı gibi çökerken, son bir güçle saati salladı. Bir daha kulağına götürdü. İşlemiyordu. Diz üstü çöktü yere. Cebinden sabahleyin aldığı gazeteyi çıkarıp önüne yaydı. Vidaları gevşetip saati, ağır ağır, sökmeye koyuldu. Bir yerinde yanlış bir bağlantı yapmış olabilirdi. Baştanbaşa söküp yeniden toplaması gerekiyordu. Öyle de yapacaktı. Olmazsa bir daha söküp yeniden toplayacaktı. Ama daha yarısını bile sökmemişti, adamın biri, gazetenin üstünde dağıtılmış olan çarklardan birini, hiçbir şey söylemeden alıp, elindeki tamamlanmamış saatin bir yerine, sevinçle, yerleştirdi. Sonra da: - Kaç para bu babalık? diye küçümseyerek sordu. Gülmek isteyip de gülemeyen, o karmakarışık, sakallı, kir pas içindeki yüz, karşı koymadan kısaca: - Ne verirsen! dedi. Adam, iki büklüm ihtiyarın önüne, küflü bir yirmibeşlik atıp, başka bir sergiye doğru, hızla uzaklaşarak, kalabalığın arasında kayboldu. ~~~ * Sur, Sürek Yayınları, 1963, İstanbul. Adnan Özyalçıner’in bu öyküsü, Sait Faik Hikâye Armağanı öykü serisi kapsamında dergimizde yer almaktadır. (1964) Sur isimli kitabında yer alan “Güneş Batarken” öyküsü için, Adnan Özyalçıner’e teşekkür ederiz. ~~~
Mavi Öyküler -
92
Adnan Özyalçıner (İstanbul, 18 Şubat 1934 -)* Asıl soyadı ÇELİK. Ayşe Hanım ile dokuma işçisi Ahmet Nuri Özyalçıner’in oğlu. Kâğıthane 3. Pansiyonlu İlkokulu (1947), Eyüp Ortaokulu (1950) ve İstanbul Erkek Lisesi mezunu (1955). İÜ Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ndeki öğrenimini yarım bıraktı (1960). İstanbul’un çeşitli semtlerinde eczacı çıraklığı (1948), manavlık (1951-54), dokuma atölyesinde kâtiplik (1955), dergi ve kitap dağıtıcılığı gibi işlerde çalıştı. Kim dergisi ve Varlık Yayınları’nda başladığı düzeltmenlik işini Cumhuriyet gazetesinde sürdürdü (1959-81). “Sabah Ajansı” başlıklı yazısının yayımlandığı Yeni a dergisi toplatıldı (27. sayı, Haziran 1974), kendi de komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla ağır ceza mahkemesinde yargılandı ve aklandı. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı (1974); 15 yıl sendikanın genel sekreterliğinde bulundu. 1980’deki askeri darbeden sonra TYS sorumlusu olarak sendikayı illegal örgüte dönüştürmek suçlamasıyla yargılandı ve aklandı (1983). K. Özer ve E. Özyürek’le birlikte aylık edebiyat dergisi a’yı (29 sayı, 15 Ocak 1956-Haziran 1960) çıkardı. Daha sonra F. Öngören ve R. Durbaş’ın çıkardığı ve a dergisinin devamı niteliğindeki Yeni a (27 sayı, Nisan 1972-Haziran 1974) dergisinin son beş sayısını yönetti. Yazarlar ve Çevirmenler Yayın ve Üretim Kooperatifi’nin (YAZKO) yöneticiliğini ve ikinci başkanlığını yaptı. Yazko Edebiyat (1980-84) ve Yazko Çeviri (1981-83) ve Gösteri (1984-86) dergilerinin yazı işleri sorumluluğunu üstlendi. Daha sonra Hürriyet Vakfı Yayınları’nda çalıştı. Radyo ve televizyon programları da hazırladı; 1995’de Radyo Umut’ta “Öykü Defteri” adlı programı hazırlayıp sundu; 1998’de TRT-2’deki “Ateşi Çalmak” programının “Emeğin Haritası” bölümünü hazırladı. Sennur Sezer ile birlikte “Kızlar Sınıfı” ve “Seyyar Kâmil” adlı televizyon yapımlarının senaryolarını yazdı. TYS, PEN Yazarlar Derneği, Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Nâzım Hikmet Vakfı Dayanışma Kurulu ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesi. İstanbul’da yaşıyor; şair Sennur Sezer’le evli ve iki çocuk babası. İlk öyküsü (“Bir Yılbaşı Gecesi”) 1953’te, lisedeyken arkadaşlarıyla birlikte tek sayı çıkardıkları Demet dergisinde yayımlandı. 93
- Mavi Öyküler
Onüç, Mavi, Seçilmiş Hikâyeler, Papirüs, Yeni Dergi, Halkın Dostları, Varlık, Yazko Edebiyat, Gösteri, Evrensel Kültür gibi çeşitli dergilerde öykü ve yazılarını yayımlamayı sürdürdü. İlk öykülerinde İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan yoksul insanların günlük yaşamlarını ayrıntılarına inerek ve ruhsal çözümlemelere ağırlık vererek anlattı. 1950 kuşağı öykücüleri arasında, bireyin çevresiyle ve eşyayla olan ilişkilerindeki çelişkileri varoluşçu ve gerçeküstücü bir yöntemle dile getirdi. Kent insanının yalnızlık, bunaltı ve yabancılaşma gibi sorunlarını, daha çok “durum”larını öne çıkararak, uzun cümlelerle ele aldı; soyutlama ve betimlemede gösterdiği ustalıkla dikkati çekti. İlk iki kitabı Panayır ve Sur, S. Sezer’e göre, “insan-eşya, yöneten-yönetilen, düzen-özgürlük çelişkilerinin genel ve özel anlatımları” niteliğindedir. Düş, simge ve alegori bu dönem öykülerinin başlıca öğeleri oldu; yer yer gerçeküstücü ve fantastik anlatımdan da yararlandı. Geleneksel öykü tekniğinin dışında, kendine özgü bir anlatı evreni kurdu. A. Özyalçıner bu iki kitabının birlikte yeni basımına yazdığı önsözde (“Tükenmeyen Panayır”) şöyle dedi: “Öykülerimdeki uzun cümleleri, çağrışımlarla geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanı iç içe anlatmaya çalışmamı, kişilerimi derinlemesine ve düşünsel bir planda ortaya koymak isteyişimi o zamanların moda akımı İkinci Yeni’nin öyküdeki uzantısı sayanlar oldu. Bu yanlıştı. Çünkü İkinci Yeni daha çok, cümle ve kelime deformasyonlarına dayanıyordu. Rastlantısallığa bağlı bir tür anlamsızlığı savunuyordu. Öyküde bunların hiçbiri geçerli olamazdı.” Yağma adlı kitabıyla birlikte, bireyselden toplumsala yöneldi. 1970’li yılların ürünlerinde orta ve alt sınıftan insanları en belirgin nitelikleriyle kişileştirdiği görüldü. Çeşitli toplumsal sorunları ele alan bu dönem öykülerinde, toplumsal yaşamdaki eşitsizlikleri, sınıfsal çelişkileri eleştirel bir dille işledi. A. Özkırımlı’nın değerlendirmesiyle, “Genellikle bireyin başkaldırısından, bunalımından, uyumsuzluğundan yola çıktığı öykülerini toplumcu görüşün egemen olduğu ve toplumsal çelişkileri işlediği, öz ve biçim uyumunu sağlamaya çalıştığı yapıtları izledi.” Öyküleri Almanca, Fransızca ve Bulgarca yayımlanan antolojiMavi Öyküler -
94
lerde yer aldı. Ödülleri: 1964 Sait Faik Hikâye Armağanı / Sur 1972 TDK Hikâye Ödülü / Yağma 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı / Gözleri Bağlı Adam 1980 Çağdaş Gazeteciler Derneği Yılın En Başarılı Gazetecisi Ödülü / “Çamlıca” röportaj-öyküsüyle 1990 Sıtkı Dost Çocuk Edebiyatı Ödülü / Keloğlan ve Köse 1991 Haldun Taner Öykü Ödülü / Cambazlar Savaşı Yitirdi 1993 Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Türkiye Gazetecilik Başarı Ödülü / “Babıâli Ölüyor mu?” Eserleri: Öykü: Panayır (1960), Sur (1963), Yağma (1971), Yıkım Günleri (1972), Gözlen Bağlı Adam (1977), Sabırtaşı Çatladı (1980), Ölümsüzleşen Bahçe (1980), Anıtların Öyküleri (1981), Devlet Kuşu (1988), Cambazlar Savaşı Yitirdi (1991), Alaycı Öyküler (1991), Taş (1991), Sağanak (1993), Anadolu’dan Öyküler (1995), Yazdan Kalma Bir Gün (1999), Ayak İzleri (2000), Deneme: Tarihin Işıldağı (1998) İnceleme-Araştırma: İstanbul’un Taşı Toprağı Altın (1995) Çocuk Kitapları: Kırmızı Çini Kase (1976), Garip Nasıl Okuyacak (1977), Ölümsüzleşen Bahçe (1980), Sabırtaşı Çatladı (1980), Anıtların Öyküleri (1981), Devlet Kuşu (1988), Keloğlan ile Köse (1989) Belgesel Roman: IV. Murat ve Mirgün Bahçeleri (1997) * Kaynak: Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (Cilt II), YKY, İstanbul 2001. 95
- Mavi Öyküler
p
“YILLAR GEÇERDİ, YAŞAMADAN YAŞARDIM BÖYLECE” “Berber Aynası” | Oktay Akbal* Berber aynasında birden kendimi gördüm. Tanımadığım biri vardı karşımda. Bütün bütüne yabancı da değil. Çok uzaklarda kalan bir dostu, bir arkadaşı hatırlatan bir yüz. Yıllarca geride bıraktığım bir bildik. Yarısı sabunluydu yüzümün. Bir el burnumu başparmağıyla yukarı itti. Ustura dudaklarımın üstünde dolaştı. Bir kol karşımdaki aynayı örttü. Deminki hayali yeniden yaşadım. Kirli aynadaki yüzü bu defa kendi içimde seyrettim. Sağıma soluma bakamıyordum. Çivilenmiş gibiydim sandalyemde. Göz ucuyla aynaya baktım. Karşı duvarda bir takvim asılıydı. Sarışın bir kız bacaklarını altına almış, oturmuştu. Bir rafta ufak bir radyo, Yanda bir portmanto. Bir delikanlı gazete okuyarak sırasını bekliyor. Daracık bir yerdi burası. Tramvaylar tam önünde duruyor, insanlar binip binip bir yerlere gidiyor. Soğuk olmalıydı hava. Camın önünden geçip dönen herkes paltolu, trençkotlu. Arkamdaki portmantoda üç palto asılı. Biri benimdi herhalde. Ama hangisi? Bir tanesi lacivert, bir tanesi kahverengi, öteki de devetüyü renginde. İki de şapka var. Bu şapkalardan biri muhakkak benim olacak. Severdim çünkü şapka giymesini. Ta lisenin son sınıfındayken bir fötr şapkam vardı. Öyle gider gelirdim okula. Kapıdan girerken şapkayı paltomun içine saklardım. Sınıfta ise sıramın kitap gözüne. Akşam okuldan çıkınca caddeye bir sokak kala geçirirdim başıma. Şapkalı olunca kimbilir ne kadar önemli bir kişi sayıyordum kendimi. Kızlar daha çok beğeniyor, insanlar daha çok sayıyordu. Sinemalardan, kahvelerden içeri daha başka bir ciddilikle giriyor olmalıydım. Selam vermek de ayrı bir değer kazanırdı bu şapkayla. Biri benimdi bu şapkaların muhakkak. Yanlarında bir de kitap vardı. Benim miydi acaba bu kitap? Bir merak aldı içimi. Nasıl şeydi o kitap, neler okuyordum, hanMavi Öyküler -
96
gi yazarları seviyordum? Yerimden kıpırdayamadan karşımdaki aynadan paltoları, şapkaları, sarışın kızın çorapsız bacaklarını görüyordum. Hangi yıldaydık? Ay hangi ay, gün hangi gündü? Delikanlının elindeki gazetenin başlığını tersinden hecelemeye çalıştım. Biçimsiz bir cümle çıktı: “SEATO konferansı dün toplandı” Kimdi, neydi bu seato? Takvimdeki günlerin yarısını kırmızı bir kalem çizmiş. Demek ayın ortalarındayız. Kış olmalı. Cumartesi, pazar değil, herhangi bir gün. Belki Perşembe. Saat dörtten biraz fazla. Okul öğrencileri tramvay bekliyor çünkü. Berber bıyıklarımı usturayla aldı. Önümden çekildi. Berber aynasında kendimle başbaşa kaldım. Bu defa yabancı, yarı bildik bu yüze iyice baktım. Saçlardan çeneye kadar. Epeyce seyrekleşmiş saçlarım. Şakaklarım ağarmış. Alnımda üç dört kırışık. Orta yerde bir yara izi. Nerden kalmış, nasıl olmuş. Gözlerimde uykusuzluk var. Bir tanesi kanlı. Yorgun gözler bunlar, yalnızlık içindeki bir kişinin gözleri. Anlaşılamamış, tanınamamış, kendini kimselere anlatamamış. Burnumda bir değişiklik yok. Yanaklarım şişik. Çenemin altında hafifçe sarkan bir deri parçası. Şişmanca bir insanın çenesi. Tek tek ele alınırsa anlamı olmayan vücut parçaları bunlar. Bütünüyle de bir kişioğlunun anlamsız görünüşünü çiziyor. Benzeri pek çok biri işte. Sırtımdaki ceket kahverengi olmalı. Beyaz örtünün arasından görünen kol ağızlarından anlıyorum. Boğazımı sıkıyor örtü. Yutkunamıyorum. Berberin deminden beri bana bir şeyler anlattığını yeni fark ettim: “Ne maçtı beyefendi” diyor, “Ne maçtı! Lefter kaçırır mı penaltıyı hiç... Asıldığı gibi kalede.” Sesler uzaklaştı. Örtü sıkıyordu beni. Nedense berber örtüleri hep boğazımı sıkardı benim. Gık demeden dururdum gene de. Bitmesini beklerdim işkencenin. Aynada kendimi ilkokul öğrencisi olarak gördüm. Gene böyle bir beyaz örtü takmışlardı boynuma. Babam yan koltukta tıraş oluyordu. Saçlarımı üç numara makineyle kesmişlerdi. Çok dayatmıştım. Kabak kafamla okul arkadaşlarımın yanına çıkmak istemiyordum. Ama kafamın tam ortasında yürüyen makine ince, dar bir yol açmıştı saçlarımda. Bırakmıştım kendimi. Babamı seyrediyordum aynada. Luna Park’a gidecektik o gün. Babamın bir arkadaşı da iki kızını alıp getirecekti. Kabak kafam97
- Mavi Öyküler
la kızların karşısında ne yapacağımı bilemiyordum. Aynadaki çocuğun içi içini yiyordu. Berberdeki müşteriler bana takılıyorlardı: “Tam pehlivan oldun işte”. Babam gülüyordu: “El ense çekilecek kafa böyle olur.” İçimde hayata karşı hem bir sevgi, hem bir düşmanlık vardı. Yaşadığımı ilk o gün, o berber aynası karşısında duymuştum. Yaşamı zaman zaman böyle aynaların önünde daha doğrusu aynaların içinde duydum. Yıllar geçerdi, yaşamadan yaşardım böylece. Türlü serüvenler olur biterdi. İşlere girer çıkardım, kadınlar sever unuturdum, ıstıraplar, sevinçler, mutluluklar, yoksunlar... Hepsi, hepsi ben yaşamadan, yaşadığımı duymadan bilmeden olur biterdi. Çoğu defa kendimi, zalim bir aynada, bir berber aynasında seyrettiğim zaman buluverirdim. En çok, en uzun, en zorunlu olarak kendimi seyrettiğim yer berber aynalarıydı. Şimdi o tozlu, kırık, çeşit çeşit berber aynalarını hatırlıyorum. O aynalarda yaşayan, kaybolan kişiliklerimi. Örneğin bir defasında savaş vardı dünyada. Gazete satıcıları çığlık çığlık savaş tehlikesini bağırıyorlardı. Sonra gece bastırmıştı birden. Berber ışıkları yakmıştı. Ampulün üstüne mavi bir kâğıt geçirmişlerdi. Sormuştum: “Niye böyle?” Berber aynadan bana şaşarak bakmıştı: “Karartma yok mu beyim?” İlk gençliğimi yaşıyordum o sıralarda. Yaşadığımın farkında olmadan neler neler yaptım? Çevreme kendimi nasıl, hangi kişilikle tanıttım? Beni bilenler hakkımda neler düşündüler? Nasıl bir izlem bırakmıştım onların üzerinde? Yaşamın anlamsız boşluğunu berber aynalarında okuyordum. Aylar, yıllar geçiyordu. Bir gün bir berbere gidiyordum. Bir aynanın önüne oturtuyorlardı beni. Gerçek kişiliğimin yansımasını yarım saat, bir saat karşı aynadan seyrediyordum. Birden yaşadığımı, yıllardır şu dünyada, şu yer üstünde, şu insanlar arasında, onlardan biri, bir teki olarak didindiğimi anlıyordum. Kafama bir şeyler dank ediyordu. Bir berber aynasından öteki berber aynasına kadar geçip giden yolu bir koşuda, yeniden ama bu defa gerçekten duya duya geçiyordum. Serüvenlerimi yaşıyordum. Şimdiki kişiliğimin ne olduğunu kavramaya çalışıyordum. Bir bakıyordum, meğer ne boş, ne gereksiz işlere zaman harcaMavi Öyküler -
98
mışım; yanlış, çıkmaz yollara sapmışım! Ben o olayların insanı değilim. Olamam. Ben o kadınları sevemem. Yapamam üzerime aldığım bu işleri, bu görevleri! Her berber aynasında yaşantılarımın felsefesini yeni baştan yapıyordum. Bir saat kendimle baş başa yepyeni kararlar vererek çıkıyordum dışarı. Son kez başka bir şehirdeki berber aynasında kendimi bulmuştum. Yıllardır yaşamamış gibiydim. Ölmüştüm bir bakıma. Başka dünyalara gitmiştim. Sonra nasılsa birden zaman çarklarını geri geri işletmiş, bir berber sandalyesinde bana yeniden yaşama, düşünme imkânı vermişti. Geniş bir asfalt cadde vardı dışarda. Karşıda iki büyük, geniş, parlak ayna. Çevremde kırmızı koltuklar. Bekleşen iyi giyimli insanlar. Yabancı bir yerde, başka bir şehirdeydim. Sokaktan büyük otobüsler geçiyordu. İstanbul’da bulunmayan taşıtlar. Neresiydi burası? Ne arıyordum? Birden bir ses “Ankara Postası” demişti. Gazete satıyordu küçük bir çocuk. Ankara’daydım. Bir berber salonunda. Beni traş eden berber Ankara’nın sağlam soğuğundan bahsediyordu. Ben de “Bu kış gene hafif geçti. Ya geçen yıl?” diyordum. Demek yıllardır buradayım ben. Bu yabancı şehirde yaşamıştım! Sonra bir bir hatırladım hepsini. Evlendiğimi, bu şehre yerleştiğimi, bir bodrum katında oturduğumu, bir işim olduğunu, karımın yakında doğuracağını... Yaşam berber aynasından çıkıp üzerime çökmüştü. Bir anda birkaç yıl yaşlandığımı sandım. Sandım değil yaşlandım. Şunu anladım ki, ben onların birbiri ardına geçmesiyle değil, yılların içinde bir gün kendimi bir aynada, çokluk bir berber aynasında duyuverince yaşlanıyordum. Birden berber “Siz gitmediniz mi?” dedi. “Böyle maç kaçırılır mı?” Bekleyen delikanlı radyoyu açtı. Bir kadın “Kiss me”yi söylüyordu. Berber “Lefter’in şütünü kimse tutamaz. Bir gazetede okudum bir ara demiş ki...” diyordu. Aynadaki yüz bembeyazdı. Kolonya yüzümü yaktı biraz. Saçlarımın iki yana taranışını seyrettim. Paltomun, şapkamın hangisi olduğunu hâlâ anlayamamıştım. Tuhaf olacak kalkınca içlerinde bir seçme yapmak. Gerçek yaşantımı yavaş yavaş koruyorum bir yandan. Gene ben o yalnız, anlaşılmadık insanım. Boşuna harcanan günlerin tümüne sahip. Yaşamadan yaşayan. Açıkçası yaşadığını sanan, yaşıyorum diye kendini, çevresindekileri aldatan. Şimdi burdan 99
- Mavi Öyküler
çıkıp işime gideceğim. Gece ikiye kadar çalışacağım. Sonra işçilerle birlikte rüzgârda karda, yağmurda uzun yollar aşıp evime döneceğim. Aşklar aramış bulamamış, mutluluk istemiş kavuşamamış bir yeryüzü insanı. Berber aynasındaki adam bir anda birkaç yaş ihtiyarladı. Gene. Berber de anladı galiba. “Bugün yorgunsunuz” dedi. “Evet” dedim. “Gece çalışmak kolay değil. Dün hele hiç uyuyamadım.” Dün daha önceki gün, bir hafta, bir ay, bir yıl öncesi var mıydı? Ben yaşamış mıydım? Başka bir bendi o, şu aynadaki değil. Yan sandalyedeki müşterinin tıraşı benden önce bitti. Kalktı. Ne yapacak diye bekledim. Gri şapkayı lacivert paltoyu giyindi, çıktı. İşim kolaylaştı. Delikanlı şapka giymezdi. Hele kitap okur muydu hiç! Devetüyü palto olsa olsa ona yakışırdı. Aynadaki yüze gülümsedim. O da karşılık verdi. Kimbilir ne zaman yeniden buluşacağız. Nerde, hangi aynada? Hem buluşacak mıyız? Kalktım kahverengi paltoyu, kahverengi şapkayı aldım. Kitabı cebime soktum. Fransızca bir romandı. Kapının önünde durdum şapkamı, atkımı düzelttim. Berber aynasındaki yerimi o delikanlı almıştı şimdi. Radyodaki havaya uyup ıslık çalıyordu. Yaşamın içinde ayrı bir yaşam olduğunu sezmiyordu bile. Hiçbir şeyden kuşkusu yoktu. Mutluydu, memnundu kendinden. Her anını bile bile tadıyor, yaşıyordu. Berber aynalarına bıyığını düzeltmek, saçına briyantin sürmek için bakıyordu. Dünyayı umursamaz yaşantısına imrenen birinin bulunabileceğini nerden bilecekti. Hem böyle bir kuşkusu olsa kalır mıydı mutluluğu? Gerçek kişiliğimi berber aynasında bırakarak sokağa çıktım. Hepsi benim dışımda olup biten serüvenlerin anlamsız akışına kendimi bıraktım. ~~~ * Berber Aynası; Can Yayınları, 1999. Oktay Akbal’ın bu öyküsü, Sait Faik Hikâye Armağanı öykü serisi kapsamında dergimizde yer almaktadır. (1959) “Berber Aynası” öyküsü için, Oktay Akbal’a teşekkür ederiz. ~~~ Gazeteci, yazar Oktay Akbal 20 Nisan 1923’te İstanbul’da doğMavi Öyküler -
100
du. Kumkapı’daki Saint Benoit Fransız Lisesi’nde başladığı ortaöğrenimini, 1942 yılında İstiklal Lisesi’nde bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültelerine devam etti, ancak yüksek öğrenimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. 1943 ve 1944 yıllarında Servet-i Fünun Uyanış dergisinde sekreterlik, 1947 ve 1951 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda memurluk yaptı. Fakat yaşamını asıl anlamda gazetecilik yaparak kazandı. 1939 ve 1940 yıllarında Yeni Sabah ve İkdam gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlandı. 1944 ve 1946 yılları arasında Vakit gazetesinde eleştiriler ve tanıtma yazıları yazdı. Büyük Doğu dergisinde her hafta Dünya Fikir Sanat Hareketleri sütununu yazıp 1951 ve 1956 yılları arasında Vatan gazetesinde düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 1956’da köşe yazarlığına başladı. 1985 yılından itibaren Hürriyet gazetesi için köşe yazarlığı yapan Akbal, daha sonra Milliyet gazetesinde çalıştı. Halen Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığına devam etmektedir. Öykü yazmaya ilkokul yıllarında başladı. Çeşitli çocuk dergilerinde öyküleri yayımlandı. 1939’da, henüz lise öğrencisiyken yazdığı bir öykünün İkdam gazetesinde yayımlanmasıyla edebiyat dünyasına girdi. İkdam ve Yeni Sabah gazetelerinde hemen her gün bir öyküsü; Bin Bir Roman, Çocuk Haftası, Yıldız gibi gazete ve dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı. Akbal’ın asıl anlamda öyküye yönelmesi Sait Faik’in Semaver adlı kitabını okumasından sonra başlamıştır. Servet-i Fünun Uyanış dergisinde çalıştığı sıralarda başlayan eski yeni tartışmalarının ve yeni edebiyatın içinde yer alan Akbal’ın sanatında böylece asıl edebiyatçı dönemi açılmıştır. Kendi yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkan, küçük kent insanını da gözardı etmeyen duygulu öyküler yazmaya başlamıştır. Bunlar toplumsal olaylarla ilgili gözlemlere değil, anılara ya da düşlere dayalı, içe dönük hikâyelerdir. Akbal hikâyeleri, Behçet Necatigil’in deyişiyle “Konulu hikâyeler değil de, 101 - Mavi Öyküler
belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır”. Yazın çevrelerinde geniş ve olumlu yankı yapan Önce Ekmekler Bozuldu adlı ilk kitabını 1946’da çıkardı. Onu, 1949’da Aşksız İnsanlar izledi. Garipler Sokağı ve Bizans Definesi adlı kitapları Rusçaya; Dondurmalı Sinema Sırpçaya çevrildi. Suçumuz İnsan Olmak adlı kitabı Erdoğan Tokatlı yönetiminde 1986 yılında filme çekildi. 1950 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü, Garipler Sokağı 1958 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü, Suçumuz İnsan Olmak 1959 Sait Faik Hikaye Armağanı, Berber Aynası 1993 Sedat Simavi Ödülü, Senin Adın Aşk 2000 Orhan Kemal Roman Armağanı Eserleri: Daha çok öykü kitaplarıyla tanınmakla birlikte roman, deneme, söyleşi, anı ve günce yazarın eser verdiği alanlardır. Öykü: Önce Ekmekler Bozuldu (1946), Aşksız İnsanlar (1949), Bizans Definesi (1953), Bulutun Rengi (1954), İkisi (1955), Berber Aynası (1958), Yalnızlık Bana Yasak (1967), Tarzan Öldü (1969), İstinye Suları (1973), Karşı Kıyılar (1979), Lunapark (1983), Ey Gece Kapını Üstüme Kapat (1988), Hücrede Carmen (1998) Roman: Garipler Sokağı (1950), Suçumuz İnsan Olmak (1957), İnsan Bir Ormandır (1975), İki Roman (1982), Düş Ekmeği (1983), Batık Bir Gemi (1997), Bayraklı Kapı Deneme/Söyleşi/Anı: Şair Dostlarım (1964), Dost Kitaplar (1967), Konumuz Edebiyat (1968), Yazmak Yaşamak (1972), Ölümsüz Oyun (1974), Atatürk Yaşadı mı? (1975), Hiroşimalar Olmasın (1976), Zaman Sensiz (1977), İlkyaz Devrimi (1977), Temmuz Serçesi (1978), Gençler Bize Bakıyor (1978), Yaşamı Yeniden Kurmak (1979), Atatürkçülük Savaşı (1981), Atatürk Bir Gün Gelecek (1981), Önce Şiir Vardı (1982), Dünyaya Açılmak (1982), Vatan Mahzun Ben Mahzun (1983), Yaşayıp Görmek (1984), Geçmişin İçinden (1985), Susmak mı, Konuşmak mı? (1987), Mavi Öyküler -
102
Tarih En Büyük Yargıç (1987), Bir de Simit Ağacı Olaydı (1990), Anı Değil Yaşam (1990), Önce Aşk (1993), Kırmızı Tenteli Tramvay (1993), Şairlere Ölüm Yok (1994), Güzel Düşlerin Sonu (1995), Şarkılarına Kadar Mahzun (1997)
p
103 - Mavi Öyküler
Mavi Öyküler -
104